kurtuluş cephesi, sayı: 148, ocak-Şubat 2016

Upload: kurtuluscephesi

Post on 06-Jul-2018

217 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 148, Ocak-Şubat 2016

    1/28

    “Sol”un Halleri

     ve İslami Terör

    Silahlı Ayaklanma,Silahlı İsyan

     ve Barikat Savaşı

    BoşluktaSaçmalamalar

    Goldman Sachs Oyunu ve“En İyi İhraç Malı”

    Ulaş Bardakçıİlker Akman, Hasan Basri Temizalp, Yusuf Ziya Güneş

     Yüksel ErişNedim Atılgan

    Mustafa Atmaca

    http://www.kurtuluscephesi.com YIL: 26 SAYI: 148 Ocak-Şubat 2016

    KURTULUŞ CEPHESİAnti-Emperyalist ve Anti-Oligarşik Mücadelede

    Zafer Bizim Olacaktır!

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 148, Ocak-Şubat 2016

    2/28

    KURTULUŞ CEPHESİ Ocak-Şubat 2016

    KURTULUŞ CEPHESİSORUMLU: Sezai Görür

     Yazışma Adresi:[email protected]

    http://www.kurtuluscephesi.com

    http://www.kurtuluscephesi.org

    http://www.kurtuluscephesi.net

    http://www.kurtuluscephesi.de

    Bu sayı İLKER Matbaası’nda basılmıştır. Baskı Tarihi:  5 Şubat 2016 

    “SOL”UNHALLERİ VE

    İSLAMİ TERÖR

    SİLAHLI AYAKLANMA,SİLAHLI İSYAN

     VEBARİKAT SAVAŞI

    BOŞLUKTASAÇMALAMALAR

    GOLDMAN SACHSOYUNU VE“EN İYİ İHRAÇMALI”

    ULAŞ BARDAKÇIİLKER AKMANHASAN BASRİ TEMİZALP YUSUF ZİYA GÜNEŞ YÜKSEL ERİŞNEDİM ATILGAN

    MUSTAFA ATMACA 

    1 Kasım seçimlerinin ardından solda ve solkitlede ortaya çıkan edilgenlik, bezginlik ve

    umutsuzluk üzerinebir değerlendirme.

    “Hendek Savaşı”nın olanca şiddetiylesürdüğü bir ortamda silahlı ayaklanma

    ile barikat savaşının tarihsel sürecinin elealındığı bir değerlendirme.

    Seçim sath-ı mailinde her zamanki par-lamenterist “taktikler” izleyen solun 1

    Kasım’ın ardından ortaya çıkan boşluğukapama çabaları üzerine.

    Dış borçlanma ve dış borçların “maskelen-mesi”, “gizlenmesi” olgularıyla “Türkiye’nin

    en iyi ihraç malı” olan ordunun pazarlan-ması üzerine.

     Ve yanındakinin kanlı başıomzunadeğince,

    ona sıra gelincesayısını saydı...

    Söz istemez Yaşlı göz istemez

    Çelenk melenk lazım değilSusun

    Sıra Neferi Uyusun...

     3

    9

    16

    18

    24

    (Bu siteler, Türkiye’de özel yetkili mahke-me kararlarıyla TİB tarafından erişime ka-patılmıştır.)

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 148, Ocak-Şubat 2016

    3/28

    Ocak-Şubat 2016 KURTULUŞ CEPHESİ

    3

    “Sol”un Halleri ve İslami Terör 

    1 Kasım seçimlerinin üzerinden üç aygeçti. “Sol”un, –isterseniz “Türkiye solu” di- yebilirsiniz– “ kış sezonu”na, 1 Kasım seçim-lerinin “beklenmedik” sonuçları karşısındaiçine girdiği şaşkınlık, kaygı, apolitikleşme(depolitizasyon), “bu millet adam olmaz”içtepisi, (Ankara katliamının yaratmış oldu-ğu) korkuyla tam bir pasifizme ve hatta yer yer, kesim kesim teslimiyetçiliğe dönüştü.

    Bir açıdan “ kış sezonu pasifizmi”, “sol”-

    un geleneksel ve kronik legalizm hastalığı-nın neredeyse “klasik” özelliğidir. Hemenher kış, günler kısalıp geceler uzayınca, ha- valar soğuyunca ortaya çıkan içe kapanık-lık (melankoli) ve (artık ülkemizde vaka-iadiyeden olan) depresyon “sol”u bütünüy-le pençesine alır.

    Kısa kış günleri, kısa süren birkaç panel,sanatsal etkinlik vb. dışında “kitlesel” deni-lebilecek hiçbir etkinliğin yapılmadığı, her-kesin evine kapandığı, “melankoli”nin birey-sel düzeyde görünür olduğu, karamsarlığın,

    kaygının ve korkunun egemenliğinde bir“psikolojik” ortamda yaşanır. Böyle bir or-tamda (hazır günler kısalmışken) kitle mü-cadelesi ve kitle eylemleri neredeyse hiçgündeme gelmez, daha da önemlisi, kitlemücadelesi ve eylemlerine yönelik çağrılarbile ortalıkta görünmez.

    Bu durum, yaz geldiğinde “sol”un tü-müyle tatile çıkması gibi, ülkemiz solunundönemsel hareketsizliğinin (ya da kış ile yazarasında kalan ilk ve son bahar günlerinedenk düşen dönemsel hareketliliğinin) “ola-ğan”, “alışılagelen” halidir.

    Böylece “sol” ya da toplumsal mücade-le, kış aylarında eve kapanır, yaz aylarında

    tatile gider. Bu neredeyse “tarihsel” (“ma-kus” bir tarih) diyebileceğimiz bir olgudur.

    Bu olgu, devrimin “ ne zaman olacağı”nıdüşünenler (ya da hesaplayanlar) ile devri-min nasıl yapılacağını düşünen ve bu yön-de hareket eden devrimciler arasında  ger  -çek  bir farklılığın görünür olduğu bir duru-mun ifadesidir.

    Birinciler, yani devrimin “olacağı”nı dü-şünen ve Godot’yu bekler gibi devrimin ola-

    cağı “günü” beklerler. Bireysel ve tekil dü-zeyde her biri birer Oblomov’durlar. Oblo-mov’un hırkası (sabahlığı) ve puflu terlikle-riyle Godot’yu (“devrimi”) beklemek vebeklerken “devrim”e ve “ devrimden sonra”-sına ilişkin bolca konuşmak bu kesimlerintipik özelliğidir.

    Çok düşündüklerinden ve çokça konuş-tuklarından, “kış günleri”, bu alanlarda on-ların en “üretken” oldukları zamanlardır.Kendi bireysellikleriyle başbaşa kalabildik-leri, “kitle” eylemleri ile kendi dünyaların-

    dan uzaklaştırılmadıkları bu “kış günleri”,onların pasifist ideolojileriyle, “risk”siz ya da“riskler”i (özellikle çatışmak, ölmek, tutuk-lanmak ve hatta “psikolojik” bile olsa işken-ce görmek gibi bireysel “risk”leri) en aza in-dirilmiş siyasal görüşleriyle ve siyasal tutum-larıyla tam bir uyum içindedir.

    Devrimin, er ya da geç “olacağına” inan-dıklarından, devrimin “olabilmesi” için üst-lerine düşen “herşeyi” (elbette “risksiz”) yapmaya da hazırdırlar. Ne de olsa devrim,kendisinin “olması”nı sağlayan “nesnel sü-reçlerin nesnel bir sonucu”dur. Öznel çaba-lar ya da katkılar, olsa olsa bu “nesnel”liğinkoşulları altında ve  içinde bir işleve sahip-

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 148, Ocak-Şubat 2016

    4/28

     4

    KURTULUŞ CEPHESİ Ocak-Şubat 2016

    tir. Bu nedenle de “devrimci demokratlar”gibi, “goşistler” gibi, “anarşistler” gibi, silah-lı mücadeleyi benimsemiş devrimciler gibi,“ölüm, nereden ve nasıl gelirse gelsin, hoş

     geldi, safa geldi” pervasızlığına “asla ve kat’-â” sahip değillerdir.

    Zaten nesnel koşullar olgunlaştığında“olacak” olanı hiçbir “güç” önleyemeyece-ğinden, bu nesnel koşulların olgunlaşacağıgünü iple çekerler. Ama “ip”, ya “uzun”dur ya da kör yumak olmuştur. Bu nedenle de“o güne” ulaşamazlar.

    “Sol”daki, daha tam ifadeyle, legalist(yasalcı, mevcut düzenin mevcut yasaları-nın sınırları içinde hareket eden) soldaki“kış sendromu”, kitle mücadelelerinde tambir ataletle, durgunlukla, hareketsizlikle vegelişen siyasal olaylara karşı tam bir duyar-sızlıkla nitelenebilir.

    İlkbahar aylarında sığınaklardan çıkan,sonbaharın son aylarında yeniden sığınak-larına giren “kırsaldaki gerillalar”ın neredey-se  kentsel  izdüşümüdürler. Bu tür “gerilla-lar” yoğun kış günlerinde sığınaklarından çı-kamadıkları gibi, bunlar da kentlerdeki ev-lerinden (birkaç sanat etkinliği, sergi, panel vb. dışında) dışarı çıkmazlar.

    Böylesi bir “kış” olgusunun olduğu bir ül-kede, toplumsal ve siyasal süreçler de budurumla uyumlu gibi görünür. “Siyaset”,“parlamenter siyaset”, Aralık ayındaki “yo-ğun bütçe görüşmeleri”nin ardından tam bir“kış uykusu”na girer. “Sol siyaset”in “kış uy-kusu” ile “parlamenter siyaset”in “kış uyku-su” eşzamanlı (senkronize) olarak birbirinidestekler ve birbiriyle “uyum”ludurlar. Uzun ve kasvetli “kış geceleri”nde besiye çekilir-ler, yağlanırlar.

     Ama bir de “ötekiler” vardır. Devrimci -

     nin görevinin devrim yapmak olduğunu bi-len bu “ötekiler”, yazın sıcağına, kışın soğu-ğuna aldırmaksızın devrim için ellerindengeleni, üstlerine düşeni yapmaya çalışırlar.“Yaz”a ve kış”a aldırmaksızın mücadeleederler, savaşırlar, vururlar ve vurulurlar. Pekçok devrimci kışın tam ortasında savaşarak yaşamlarını yitirmişlerdir. Onların kitabında“durmak”, “ara vermek”, “tatil yapmak” vb.şeyler yoktur. Tek yapmak istedikleri şeydevrimdir ve devrim yapmak için de yapa-mayacakları şey yoktur.

    İşte “geleneksel sol”un bu iki tarafı tambir kutupsallık içindedir. Birisi “kış” günleri-ni, deyim yerindeyse, uyuklayarak geçirir-

    ken, diğeri (ya da “öteki”) uyumak zorundakaldığı her saat için, her dakika için hayıfla-nır.

    Evet, 1 Kasım seçimlerinin üzerinden üç

    ay geçti.1 Kasım’da hiç kimse AKP’nin “açık-ara”

    seçimi alacağını beklemediğinden, AKP’ninbir kez daha %49 düzeyinde oy alması özel-likle ilerici, demokrat ve solcu kesimler içintam anlamıyla bir “sürpriz” oldu ve “şok” et-kisi yarattı. Bir kez daha başlar eğildi, bir kezdaha moraller çöktü, bir kez daha umutlartüketildi, bir kez daha karamsarlık baş gös-terdi. Kimsenin ağzını “bıçak” açmıyordu.“Şok” öylesine şiddetli oldu ki, en radikal“seçim boykotçusu” kesimler bile onun şid-detinden uzak kalamadılar.

    Kendilerini PKK/HDP çizgisinde konum-landırmış olanların, PKK/HDP tarafından ge-lecek “işaret”i bekleyenlerin, her fırsatta“silah”tan, “silahlı mücadele”den söz eden-lerin bile nutku tutuldu. Bütün varlıklarını le-gal örgütlenmelerine, legal faaliyetlerinebağlamış olan kesimler gibi “şok”u atlata-bilmek için “zaman”a ihtiyaç duyar hale gel-diler. Ne de olsa, “zaman en iyi ilaçtı”!

    İşte böylesi bir ortamda PKK’nin “ hen -

     dek savaşları” (“silahlı isyan” vb.) ülkeninbaş gündem maddelerinden birisi olarak“kış” günlerine damgasını vurdu.

     Aylardır sürüp giden “sokağa çıkma ya-sakları”, sokak çatışmaları, ölümler vb. olay-lar dizisi, “sol”un tam da “seçim şoku”nu“za-man”a  yayarak  geçiştirmeye çalıştığıgünlere denk geldi.

    Recep Tayyip Erdoğan, 1 Kasım seçim-lerinde elde ettiği “zafer”in yarattığı “özgü- ven patlaması” içinde devletin tüm güçle-riyle Kürt kentlerine saldırırken, bombalan-

    mış, kurşunlanmış, delik-deşik olmuş evle-rin görüntüsü insanları “bir şey yapma”yazorlarken, “sol”, legalist sol, öylesine “izle- yici” konumunda kalakalmıştır.

    Hiç tartışmasız, PKK’nin “ hendek savaş- ları”yla “ne yapmak istediği”nin belirsizliği,onlarca yıllık pragmatizmi ve “araçsallaştır-ma” politikasıyla birleşerek, insanları karar-sızlığa yöneltmiştir.

    Devletin yoğun saldırısı karşısında yaşa-nanlar (mağduriyetler, zorla göç etmeler vb.), bir yandan insanları (“sol” “kış sezo-

    nu”na girdiği için örgütler değil, tekil insan-lar söz konusudur) “ bir şey yapılması gerek-tiği” düşüncesine yöneltirken, 1 Kasım “şo-

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 148, Ocak-Şubat 2016

    5/28

    Ocak-Şubat 2016 KURTULUŞ CEPHESİ

    5

    ku” altında “nasıl bir şey” yapılabileceği boş-lukta kalmıştır. 1.100 “akademisyen”in im-zaladığı “suça ortak olmayacağız” bildirisiböyle bir boşlukta ortaya çıkmış “klasik” “bir

    şey” olurken, bildirinin ardından akademis- yenlere yönelik operasyonlar tam bir örgüt - süzlük ve dağınıklık halini ortaya koymuş-tur.

    Bugün, daha tam ifadeyle, 22 Temmuz’-dan bugüne kadar, PKK, “ hendek savaşla- rı”nı olanca gücüyle sürdürürken, “devlet”,Recep Tayyip Erdoğan’ın “tek adam”lığıylaözdeşleşen devlet, olanca ve olabildiğincegücüyle (tankıyla, topuyla) saldırısını sürdür-mektedir.

    Görüntüler, iç savaştan daha çok “ kent savaşı” görüntüleridir.

    1 Kasım sonrasının “hendek” ve “bari-kat” görüntüleri, giderek yıkılmış, bomba-lanmış, kurşunlanmış kent görüntülerine dö-nüşmüştür.

    Bu görüntüler arasında, “Batı”ya, yaniTürkiye’nin batısına tam bir “izleyicilik” ege-men olurken, neo-liberal solcular başta ol-mak üzere pek çok kesimde PKK’nin bukent savaşlarıyla “nereye” varmak istediğitartışılır hale gelmiştir.

    Legalizm, yani yasalcılığın neredeyse“tek siyaset yolu” olarak hükümranlık kur-duğu ve hatta bunun sadece “seçimler” bo- yutuyla ele alındığı “sol” da, bu tartışmala-ra  bir biçimde dahil olmuştur. Ama en te-mel sorunlardan birisi, soldaki legalizm vebunun pasifizmi (ve de teslimiyetçiliği) olur-ken, ikincisi, legalistleri desteklemeyen ke-simlerde bile egemen olan PKK’nin “çizgi-si”ne duyulan güvensizliktir.

    PKK, 90’lı yıllardan itibaren, sözcüğüntam anlamıyla pragmatist bir hareket hali-

    ne dönüşmüştür. “İlkesel” denilebilecek ne- yi varsa, hepsi pragmatizme kurban edile-bilmektedir, edilmiştir. Daha dün “çözümsürecinden”, “müzakere”den, “Eşme ru-hu”ndan söz edilirken, bugün “sonuna ka-dar savaş” sloganları atılabilmektedir. PKKpragmatizmi, son yayınlanan “ İmralı Tuta - nakları” kitabında çok açık biçimde sergi-lenmektedir.* “Devlet”le, devletin istihbarat

    örgütüyle (MİT), dahası istihbarat şefiyle iç-li dışlı olan, iltifatlar yağdıran bir siyasal ha-reketin, legalist de olsa kendisinin belli “il-kelere” sahip olduğunu düşünen “sol”un

    “ortak payda” bulabilmesinin koşulları ne-redeyse yok gibidir.

    İster kendilerini PKK/HDP çizgisinde ko-numlandırmış olsunlar (kendilerini bu çiz-giyle özdeşleştirenler dışında), ister bu ko-numlanmanın dışında yer alsınlar ya da al-mış görünsünler, PKK pragmatizmi ile “sol”-un oportünist “ilkeleri” arasında kesin birkarşıtlık vardır. Pragmatizmin (ilkesizliğin)oportünizmi ile oportünizmin pragmatizmi-nin (ilkesizliğinin) böylesine bir karşıtlık içi-ne girmesi, bir tarafın (PKK) silahlı güçleredayanması, diğer tarafın ise tümüyle “se-çimlere”, “sandığa” bağlı olmasından kay-naklanmaktadır.

    “Silah” ile “demokrasi” (elbette varolma- yan, ama varmış gibi yapılan “demokrasi”),“silahlı mücadele” ile “demokratik müca-dele”, legal ve illegal mücadele biçimleri-nin “birlikte” yürütülmesi gibi bir “uyumlu-luk” göstermez. Her durumda bunlardan bi-risi temel, diğeri tali, yani ikincil olmak du-rumundadır. Süreç olarak da ( stratejik dü -

     zeyde) temel olan, taktik düzeyde tali (ikin-cil) olabilse de, uzun dönemde her zamantemel olmayı sürdürür. Sorunlar da bu bo- yutlarda ortaya çıkmaktadır.

    PKK açısından “silahlı mücadele” ve bu-nun bir biçimi olarak gerilla savaşı, süreçolarak, stratejik düzeyde temeldir (altını çi-

    * “İmralı Tutanakları” kitabına bakılacak olursa,bütün bu ilişki ve çelişkiler içinde, “taraflar” birbirle-

    riyle çok “samimi” diyaloglar içinde olmuşlardır.“İmralı Tutanakları” kitabında bu “samimiyet” da-ha açık görünüyor. “Gezi Direnişi” nedeniyle İmralıheyetinden çıkartılan S. S. Önder heyete yeniden alı-

    nışına ilişkin Recep Tayyip Erdoğan’la yaptığı görüş-meyi şöyle aktarıyor:

    “S. S. Önder: Sayın Başbakan beni davet etti veüç saat görüştük. Yanımızda bir tek Yalçın Akdoğan vardı.

     A. Öcalan: Haberim ve bilgim var. Sadece Başba-kanın isteği ile olmadı. Bunda heyetin ve benim deısrarım oldu. Doğrusu buydu ve çok önemliydi. Nere-deyse tarihseldir.

    S. S. Önder: Şimdi ben heyete girersem Kandil’ede gideceğim. Siz süreç hakkında ne düşünüyorsu-nuz, neleri yapmayı planlıyorsunuz diye sordum. Oda bana ‘Cemil’e söyle bana meydan okuyup durma-sın’ dedi.

     A. Öcalan: (Gülerek) Türk işi kabadayılık! Cemil’iben uyaracağım. Başbakan’ı da siz uyarın. Bu işler buüslupla olmaz.

    S. S. Önder: Başbakan devam etti: ‘Bana ne ya-pacağımı soruyorsun, söyleyeyim. Her şeyi yapaca-

    ğım. Bir zamanı var ve bu konuda Apo ile de anlaş-mışım. Tek bir kırmızı çizgim var, o da Suriye’dir. Ora-da Kuzey Irak benzeri bir yapılanmaya asla izin ver-meyeceğim’ dedi.”

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 148, Ocak-Şubat 2016

    6/28

     6

    KURTULUŞ CEPHESİ Ocak-Şubat 2016

    zelim ki, PKK’nin silahlı mücadeleyi, gerillasavaşını “temel” alması, “ temel mücadele biçimi” olarak tanımlanamaz). HDP gibi le-gal yollar sadece bu “temel” içinde ve ara-

    sında yer alan “taktik” denilebilecek “açı-lımlar” olarak ortaya çıkmaktadır. “Temel”hiçbir biçimde ve hiçbir koşulda ikincil ha-le getirilmemektedir. PKK’nin varlık koşulu,kitle içindeki gücünün kaynağı, her durum-da bu “temel”e bağlıdır.

    “Çözüm süreci” denilen, sonuçta AKP’-nin ve Recep Tayyip Erdoğan’ın “seçim tak-tikleri”nin bir aracı olan “görüşmeler”, bu“temel” noktasında “çıkmaza” girmiştir.

    İkinci bir sorun da budur. A. Öcalan’ın meşhur “Newroz” açıkla-

    masında “silahlı mücadele dönemi sona er-miştir” denilmişse de, bunun nasıl olacağıbelirsizlik içinde bırakılmıştır. Tıpkı “devlet”le“görüşme/müzakere” yoluyla “demokratiközerklik”in sağlanması ile “tek taraflı” “de-mokratik özerklik” ilanlarının yarattığı belir-sizlik gibi.

    Ortada bir “niyet” (belki de “iyiniyet”)beyanı vardır: Devletle (ki bu “T.C. devleti”olmaktadır) “karşılıklı görüşüp anlaşarak”“barış”ın tesisi ve bu yolla “demokratik

    özerklik”in “elde edilmesi”.“Devlet” ve de büyük çoğunluk bu “ni- yet”e kuşkuyla bakmaktadır. Kuşkunun kay-nağı, “Bağımsız Kürdistan”ın kurulmasınınnesnel koşulları yokken, bu yolla oluşturu-lacak “demokratik özerklik”in bir “ara aşa-ma” ya da “geçiş aşaması” olup olmayaca-ğıdır. Bir başka ifadeyle, “görüşmeler” yo-luyla oluşturulacak “demokratik özerklik”in,uygun bir uluslararası konjonktürde “bağım-sızlık” ilanına zemin hazırlayıp hazırlamaya-cağıdır.

    Bu kuşku, özellikle küçük-burjuva eğitimgörmüş kesimlerde zaman zaman yoğun-laşmaktadır. Bu kuşku, açık ve net biçimdeulusların kendi kaderini tayin hakkı, yani ay - rı devlet kurma hakkı tanınmadan, sanki ta-nınmasına da gerek yokmuşçasına, “özerk-lik”le yetinileceği söyleminin yarattığı birkuşkudur.

    Dahası uluslararası “konjonktür”ün taraf-lar için “lehte” olduğu düşünüldüğünde (kibu sadece bir taraf için geçerlidir, birisi için“lehte” olan durum, diğeri için “aleyhte”dir),

    taraflar çok kolaylıkla “görüşmeleri” (ki bu-na “pazarlık” demek daha doğrudur) kese-bilmekte ya da daha üst taleplere yönele-

    bilmektedir. Ve uluslararası “konjonktür”, bir yandan

    Suriye üzerinden PKK lehine görünürken,diğer yandan Suriye-Irak (özellikle Musul)

    üzerinden Recep Tayyip Erdoğan’dan yanadönüşmeye başlamıştır. Suriyeli sığınmacı-lar sorunu nedeniyle AB’nin, özellikle de Almanya’nın “kerhen” desteğini alan veböylece “Gezi Direnişi” sonrasında yitirdiği“prestiji” (“kerhen” de olsa) yeniden kaza-nan Recep Tayyip Erdoğan, Suudilerin hi-mayesinde ve finansatörlüğünde “islam or-dusu” peşinde koşarken, Amerikan emper- yalizminin kendisine “elimahkum” olduğu-nu (IŞİD ve Musul üzerinden İncirlik Üssü)gördüğü andan itibaren “çözüm süreci”nikolayca bir yana itebilmiştir.

    Seçimlerde aldığı %49 oy oranıyla 2011 yılındaki “gücü”ne yeniden kavuşan RecepTayyip Erdoğan, tefeci-tüccar sınıfsal köke-ninin ve şeriatçı ideolojisinin ürünü olan “ta-kiyye” yerine “savaş”a girişmiştir. 2010 “ana- yasa referandumu”ndan 1 Kasım seçimle-rine kadar “analar ağlamasın” takiyyesinikullanan Recep Tayyip Erdoğan, şimdi “sa- vaş” naraları atmaktadır.

    Bu gelişme karşısında Kürt ulusal hare-

    keti (PKK’nin tüm pragmatizmine karşın)“savaşa savaşla” yanıt vermekten başka birseçenek bulamamıştır.

    Şimdi mevcut “resme”, yani olaylara veolgulara bir bütün olarak bakalım.

    Bir yandan “sol”un ve sol kitlenin yaşa-dığı “1 Kasım şoku” ve “kış sezonu”, ardın-dan PKK’nin tutarsızlığı ve Recep TayyipErdoğan’ın “takiyyeciliği” (bunların peşi sı-ra “Suriye”deki gelişmeler (Rusya olgusu) ve Suudilerle “haşır-neşir” olma durumu)karşısında kitlelerde ve “sol”da “yaprak” bi-

    le kımıldamamaktadır. Sur’da, Cizre’de vb.ortaya çıkan çatışmalar ve bunların “trajik”görüntüleri karşısında “bir” şey yapmak is-teyenler de, ne yapacaklarını bilememekte-dirler.

    Hiç tartışmasız, devrimciler, “ hangi sınıf  - ları etkiliyor olursa olsun, zorbalık, baskı,zor ve suistimalin  her türlüsüne karşı tepkigöstermek”le (Lenin) yükümlüdürler.* Dev-rimcilerin tepkisi, “baskı, zor ve suistimale”

    * Lenin’in, siyasi gerçekleri açıklamaya ilişkin ola-rak söyledikleri şunlardır:“Eğer işçiler, hangi sınıfları etkiliyor olursa olsun,

    zorbalık, baskı, zor ve suistimalin her türlüsüne karşı

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 148, Ocak-Şubat 2016

    7/28

    Ocak-Şubat 2016 KURTULUŞ CEPHESİ

    7

    uğrayan kesimlerin o andaki temsilcisinin kim olduğuna bakmaksızın ortaya koyma-ları gereken bir tepkidir. Bu tepkilerini, “gad-re” uğrayan kesimlerin o andaki temsilcile-

    rinin istediği yönde ve biçimde değil, kendi gücüne ve stratejik çizgisine uygun olarakortaya koymak durumundadırlar. Hiç şüp-hesiz bu tepki, kendi (küçük de olsa) fiziki varlığını ortadan kaldıracak boyutta ve nite-likte olmayacaktır. Yaşanılanlar böylesi birboyutta tepki göstermeyi öngerektirmemek - tedir . Özellikle “hareketin temsilcisi” konu-munda olan PKK’nin kendi fiziki ve maddi varlığını tümüyle ortaya koymadığı bir “çiz-gi” izlediği bir süreçte böylesi bir tepki yan-lış ve aldatıcı olacaktır. Yaşanılanlar bir iç sa - vaş  değil, “örgütlü zor güçleri”nin karşılıklı

    eylemidir, bir çeşit boy ölçüşmesidir.Devrimcilerin tepkisi, alışageldikleri tür-

    den “eylemlilik”le de sınırlanamaz. Özellik-le ulusal ve uluslararası gelişmeleri gözönü-

    ne almayan kendine özgü “eylem progra-mını” izlemekle yetinmek de tepkisizlikleözdeştir. Devrimcilerin eylemleri, amaç vebiçim olarak farklı olmak zorundadır. Amaç,sadece eylem üzerine yapılan açıklamadaortaya konan sözelliğin ötesinde, bizatihi ey-lemin kendisinde maddeleşmelidir. Biçimise, daha ilk andan itibaren eylemin devrim-ci niteliğini ortaya koyacak biçimde olmalı-dır.

    Bugün Kürt kentlerinin bir bölümündesüregiden “hendek savaşı”nda PKK’nin as - keri tırmanma politikası “özenli” ve “ılımlı”-dır. Bir başka ifadeyle, PKK, “hendek sava-şı”nı en üst boyuta tırmandırmamaktadır.Bu açıdan “hendek savaşı”, sınırlı ve sınır-landırılmış bir alanda, tam olarak bilineme-se de “sınırlı amaçlarla” yürütülen bir “güçgösterisi” özelliğine sahiptir. Böylesi bir du-rumda devrimcilerin tepkisi, kendi stratejikçizgilerinin gereğine uygun olmaktan öte,savaşı, “savaşı yürüten gücün” ötesine taşı-mak da olamaz.

    PKK, ister Amerikan emperyalizminin“telkini”yle olsun, ister pragmatizminin ürü-nü olsun, her durumda “savaş/çatışma” çiz-gisini değiştirebilme özelliğine sahiptir. Böy-lesi değişkenlik içinde devrimciler “savaşın”trajik görüntüleriyle hareket etmemek zo-rundadırlar. “Akademisyenler Bildirisi”ndegörüldüğü gibi, en keskin söylemle kalemealınmış bir “manifesto” bile sahipsiz, kim-sesiz kalabilmektedir.

    Daha da önemlisi, Recep Tayyip Erdo-ğan’ın diktatoryası karşısında “Gezi Direni-

    şi” türünden kitlesel protesto eylemlerininkarşı karşıya olduğu zor ve şiddettir. Kitleselprotesto eylemleri sadece devletin resmi zorgüçlerinin açık zor  kullanımı tehdidi altındadeğildir. Suruç’ta, Ankara katliamında (vehatta Paris, Sultanahmet katliamlarında) ol-duğu gibi “devlet dışı” olan, ama devletindenetiminde olan güçlerin saldırılarıyla da yüzyüzedir. Kitlelerin böylesi bir saldırı kay-gısı ve korkusu taşıdıkları bir zamanda kit-lesel protesto eylemlerine yönelik çağrılarda sözde kalmaktan öteye geçmeyecektir.

    Recep Tayyip Erdoğan ve “danışmanlarordusu”nun oluşturduğu “militan” ve tetik-çi çevresi kendilerini “güvenlikli bölge” ola-

    tepki göstermede eğitilmemişlerse, ve işçiler bunlarakarşı, başka herhangi bir açıdan değil de, sosyal-de-mokrat açıdan tepki göstermede eğitilmemişlerse, iş-çi sınıfı bilinci, gerçek bir siyasal bilinç olamaz. Eğerişçiler, öteki toplumsal sınıfların  herbirini,  entelektü -

     el, manevi ve siyasal yaşamlarının  bütün belirtilerin-de gözleyebilmek için somut ve her şeyden önce gün-cel siyasal olgular ve olaylardan yararlanmasını öğ-renmezlerse; eğer materyalist tahlil ve ölçütleri, nü-fusun  bütün sınıflarının, tabakalarının ve gruplarının yaşam ve eylemlerinin bütün yönlerine pratik olarak

    uygulamayı öğrenmezlerse, çalışan yığınların bilinci,gerçek bir sınıf bilinci olamaz. Kim, işçi sınıfının dik-katini, gözlemini ve bilincini, tamamıyla ya da hattaesas olarak işçi sınıfı üzerinde yoğunlaştırıyorsa, böy-lesi, sosyal-demokrat değildir; çünkü, kendini iyi ta-nıyabilmesi için, işçi sınıfının, modern toplumun bü -

     tün sınıfları arasında karşılıklı ilişkiler konusunda tambir bilgi, sadece teorik bilgisi değil, hatta daha doğruolarak ifade edelim; teorik olmaktan çok, siyasal ya-şam deneyimine dayanan pratik bilgisi olması gere-kir. Bu nedenle yığınları siyasal harekete çekmek içinen geniş uygulanabilirliğe sahip araç olarak ekono-mistlerimizin va’zettikleri iktisadi mücadele kavramı,pratik sonuçları bakımından çok zararlı ve gericidir.Bir sosyal-demokrat haline gelebilmesi için, işçi, top-rakbeyi ile papazın, yüksek memur ile köylünün, öğ-renci ile serserinin iktisadi niteliği ve toplumsal ve si- yasal özellikleri konusunda açık-seçik bir fikre sahipolmalıdır; onların güçlü ve zayıf yanlarını bilmelidir;her sınıf ve tabakanın kendi bencil özlemlerini, ken-di gerçek “iç yapısını” gizlemek için kullandığı bütünparlak sözlerin ve safsataların anlamını kavramalıdır;belirli kurumların ve yasaların yansıttığı şu ya da buçıkarların neler olduğunu ve bu yansıtmanın nasıl ol-duğunu anlamalıdır. Ama bu “açık-seçik tablo”, her-hangi bir kitaptan edinilemez. İşçi, bunu, ancak can-lı örneklerden, belirli bir anda çevremizde olup biten-lerin, herkesin üzerinde konuştuğu ya da birisinin fı-sıldadığı şu ya da bu olayda, rakamlarda, mahkeme

    kararlarında vb. belirenin sıcağı sıcağına teşhirindenedinebilir. Bu kapsamlı siyasal teşhirler, yığınları dev-rimci eylem bakımından eğitmenin zorunlu ve temel bir koşuludur.” (Lenin, Ne Yapmalı?, s. 89-90.)

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 148, Ocak-Şubat 2016

    8/28

     8

    KURTULUŞ CEPHESİ Ocak-Şubat 2016

    rak gördükleri “saray”a kapatarak her türlü“terör”den uzak kaldıkları ve kendilerinehiçbir biçimde ulaşamayacağı düşüncesiy-le hareket etmektedirler. Gerek Recep Tay-

     yip Erdoğan’ın, gerekse “yakın çevresi”nin yüzlerce korumayla çevrelenmiş olması, nekadar korktuklarının dışa vurmasıdır.

     Ankara katliamında görüldüğü gibi, per- vasız bir biçimde kitlelere, özellikle de lega-list sol çevrelere saldırabilmektedir. Onlariçin “terör” basit bir araçtır. İstedikleri za-man ve istedikleri yerde katliam yapabile-cek (ve elbette “terörist” denilmesinden hiççekinmeyen) “terör araçları”na sahiptirler.Bu nedenle kitleleri “terör”le tehdit edebil-mektedirler. Recep Tayyip Erdoğan’ın tümiç savaş planları da bu “terör”e ve bu “te-rör”ün yaratacağı korku ve yılgınlığa en-dekslenmiştir. Onlar için oyların %50’sini al-mak çok fazla önemli değildir. Kendileri içinönemli olan ve kendilerini korkutan, oranı yüzde kaç olursa olsun, toplumsal muhale-fettir. Çokluk örgütsüz olan, ama “örgütlü”olduğu yerde de tümüyle legalistlerin fiili veideolojik yönetimi altında bulunan toplum-sal muhalefet “ islami terör ”le kolayca sindi-rilebilmektedir.

    “İslami terör” tehdidi altındaki toplum-sal muhalefeti, “sözle”, ajitasyonla, trajik gö-

    rüntülerin eşliğinde yürütülen “humanist”söylemlerle harekete geçirmek, en azındanpasifize olmasını engellemek olanaksızdır.

    “İslami terör”, sadece IŞİD’in kullandığı

    bir araç değildir. Tarihsel olarak islamiyetinbizatihi kendisi “terör” yoluyla var olabilmiş-tir. “Terör”, her türden “radikal islamcılık”ınen önemli silahıdır.

    Bu “terör” tehdidine ve “terör”e karşı ya-pılabilecek tek şey, kitlelerin bu “islami te-rör”e karşı örgütlenmesi ve bilinçlendirilme-sidir.

    Türkiye sol hareketi ve toplumsal muha-lefet, tarihte pek çok kez “terör” saldırıları-na maruz kalmıştır. Yakın dönemde MHP’lifaşist-milislerin kitlelere yönelik “terör” ey-lemleri en yaygın olanıdır. Kitle ulaşım araç-larından kahvanelere kadar kitlelerin bulun-duğu her yer bu faşist terörün hedefi olmuş-tur. Bu faşist teröre karşı “direniş komitele-ri” vb. adlarla yapılan örgütlenmeler, bugüniddia edildiği ve sanıldığı gibi etkin bir araçolmamıştır. Faşist terörü sınırlandıran ve et-kisizleştiren silahlı devrimci mücadeleninbizatihi kendisi olmuştur. Bu nedenle, bu-günün gerçekliğinde “islami terör”e karşı enetkin “savunma” aracı da, yine silahlı dev-

    rimci mücadele olmaktadır.

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 148, Ocak-Şubat 2016

    9/28

    Ocak-Şubat 2016 KURTULUŞ CEPHESİ

    9

     Silahlı ayaklanma, iktidar güçlerinin veaskeri birliklerin belli bir merkezde toplan-dığı koşullarda ya da yerlerde iktidarı ele ge -çirmenin bir yolu ve yöntemidir.  Silahlı is - yan ise, iktidarı ele geçirme amacından da-ha çok, mevcut duruma karşı gösterilen enüst düzeyde bir tepki biçimidir.

    İnsanlık tarihinde, baskı ve zulmün oldu-ğu her yerde ve her dönemde, siyasal ikti-

    darı ele geçirmeyi hedeflemese de, pek çoksilahlı ayaklanmalar ve isyanlar ortaya çık-mıştır.

    Proletarya tarih sahnesine çıktığı ilk an-dan (1848) itibaren dünyanın değişik yerle-rinde, değişik zamanlarda silahlı ayaklan-maya başvurmuştur.

     Yalın proleter nitelikte ilk silahlı ayaklan-ma Haziran 1848’de gerçekleşti. Bu ayak-lanma, 22 Şubat 1848’de Paris’te başlayan ve Mart ayında Viyana, Prag ve Berlin’e ya- yılan “Şubat devrimi”nin bir devamı niteli-

    ğinde olmakla birlikte, yalın biçimde prole-ter damgasını taşıyordu.

    “25 Şubat 1848 Fransa’ya cumhu - riyeti getirdi, 25 Haziran ise, ona dev - rimi  zorla kabul ettirdi. Ve, Şubattanönce, devrim,  devlet biçiminin yıkıl - ması anlamına geldiği halde, Hazi-randan sonra devrim, burjuva toplu - mun altüst olması, yıkılması demeyegeliyordu.”*

    Marks’ın “devrim yılları” dediği 1848-1849 yıllarında ortaya çıkan silahlı ayaklan-

    Silahlı Ayaklanma,Silahlı İsyan

     ve Barikat Savaşı

    malar zafere ulaşamamış da olsa, içerdiğitüm dersleriyle tarihte yerini almıştır.

    “Birkaç bölüm dışında, 1848’den1849’a kadar devrim yıllıklarının herönemli kesimi, ‘Devrimin Yenilgisi!’başlığını taşır.

     Ama bu yenilgilerde asıl yenik dü-şen devrim olmadı. Yenilgiye uğra- yanlar, geleneksel devrim-öncesi

    uzantılar, henüz şiddetli sınıf karşıt-lıkları haline gelecek kadar keskin-leşmemiş olan toplumsal ilişkilerinsonuçları oldu: devrimci partinin Şu-bat devriminden önce kopamadığı ve Şubat zaferi  ile de kurtulamayıp an-cak bir dizi yenilgiler  sonucu kendinikurtarabildiği kişiler, yanılsamalar,düşünceler, tasarılar oldu.

    Kısaca: devrimci ilerleyiş, hiç dekendi dolaysız traji-komik kazanım-ları ile kendine yol açmadı, tersine,

    ancak sımsıkı, katı, güçlü bir karşı-devrim ortaya çıkartarak, kendisinebir hasım yaratarak ve onunla sava-şarak, yıkıcı parti, en sonunda ger-çekten devrimci bir parti oldu.”**

    F. Engels, Ağustos 1852’de 1848-49 silah-lı ayaklanmalarından çıkan dersleri şöyleözetliyordu:

      “Oysa, ayaklanma, savaş ya daherhangi bir başka sanat kadar birsanattır; savsaklanmaları, bunları sav-saklayan partinin yıkımına yolaçan

    * Marks, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri (1848-50),, Seçme Yapıtlar , Cilt: I, s. 277.

    ** Marks, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri (1848-50),, Seçme Yapıtlar , Cilt: I, s. 249-250.

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 148, Ocak-Şubat 2016

    10/28

     10

    KURTULUŞ CEPHESİ Ocak-Şubat 2016

    bazı pratik kurallara bağlıdır. Böyledurumlarda gözönünde tutulmalarıgereken partilerin ve koşulların özlü-ğünden mantıksal olarak çıkan bu

    kurallar öylesine açık ve öylesine ya-lındırlar ki, kısa 1848 deneyi, bunları Almanlara adamakıllı öğretmiştir. Bi-rincisi, eğer oyununuzun bütün so-nuçlarına korkusuzca göğüs germe- ye iyice kararlı değilseniz, ayaklanmaile hiç oynamamak. Ayaklanma, de-ğerleri her gün değişebilen çok belir-siz büyüklükler ile yapılan bir hesap-tır; düşman güçleri, her tür örgütlen-me, disiplin ve yetke alışkanlığı üs-tünlüğüne sahiptirler; eğer onlarınkarşısına daha üstün güçler çıkara-mazsanız, bozguna uğradığınızın, ha-pı yuttuğunuzun resmidir. İkincisi, birkez ayaklanma yoluna girdikten son-ra, en büyük bir kararlılık ile ve sal-dırıcı biçimde davranmak. Savunma,her türlü silahlı ayaklanmanın ölümü-dür; ayaklanma, daha düşmanları ileboy ölçüşmeden yitirilir. Düşmanları-nıza, güçleri dağınık olduğu sırada,birdenbire saldırın, ne kadar küçük

    olursa olsun, yeni, ama günlük başa-rılar hazırlayın; ilk başarılı ayaklan-manın size verdiği morali yükseltereksürdürün; her zaman en güvenilir yanda gitmeye çalışan sallantılı öğe-leri böylece kendi yanınıza alın; dev-rimci siyasette, bugüne kadar bilinenen büyük usta olan Danton ile birlik-te:  de l’audace, de l’audace, encore de l’audace* diyerek, düşmanlarını-zı güçlerini size karşı toparlayama-dan, önünüzden kaçmaya zorla-

     yın.”*Engels’in 1895’de Marks’ın “ Fransa’da

     Sınıf Mücadeleleri  (1848-50)” adlı yapıtına yazdığı “Giriş”te 1848-49 silahlı ayaklanma-larından çıkan dersleri ve yeni dönemdeki yerini şöyle özetlemektedir:

    “Eski tarzda ayaklanma, 1848’ekadar her yerde belirleyici olan bari-katlarla sokak savaşlarının şimdi bü- yük ölçüde modası geçmiştir.

    Bu konuda hayale kapılmayalım:sokak savaşında, başkaldırmanın as-

    keri birliklere karşı zaferi, iki orduarasındaki bir savaşta olduğu gibi birzafer, çok ender bir istisnadır. Amazaten başkaldıranların bunu hedef al-

    mış oldukları durumlar da çok sey-rek olmuştur. Onlar için ancak birlik-leri moral bakımından etkileyerekgevşetmek, zayıflatmak sözkonusuy-du, bu da savaşan iki ülkenin ordu-ları arasındaki savaşta hiç bir rol oy-namaz ya da pek o kadar büyük birrol oynamaz. Eğer bu başarılırsa, as-keri birlikler savaşmayı reddeder, yada komutanlar başlarını kaybederler ve başkaldırma, zaferi kazanır. Amaeğer bu başarıya ulaşamazsa, o za-man, sayıca daha az birliklerle bileolsa, donatım (teçhizat), eğitim (ta-lim), tek merkezden yönetme, silah-lı kuvvetlerin sistemli bir biçimde kul-lanılması ve disiplin bakımından üs-tünlük galip gelir. Bir başkaldırma ha-reketinin gerçekten taktik bir eylem-den bekleyebileceği en fazla şey, tekbaşına bir barikatın yoluna yordamı-na göre kurulup savunulmasıdır. Kar-şılıklı destek, yedek kuvvetlerin ku-

    rulması ve kullanılması, kısacası, birmahallenin, hele hele bütün bir bü- yük kentin daha savunulması içinmutlaka zorunlu olan ayrı ayrı müf-rezeler arasında işbirliği, ancak çok yetersiz bir biçimde gerçekleştirile-cektir ya da hiç gerçekleştirilemeye-cektir. Silahlı kuvvetlerin belirleyicibir noktada yoğunlaştırılması elbette-ki sözkonusu değildir. Bu nedenlepasif savunma, egemen mücadelebiçimidir; kuvvetlerini toplayarak sal-

    dırı, elbette ki, şurada burada, fırsatdüştüğünde, ama gene de ancak çoközel durumlarda, ilerlemeler ve yan-dan saldırılar kaydettirecektir, amagenel kural olarak geri çekilmekteolan birliklerin bıraktıkları mevzilerintutulması ile sınırlı kalacaktır. Bunaek olarak, ordunun emrinde, toplar vardır, baştan aşağı donatılmış, talimgörmüş istihkâm birlikleri, başkaldı-ranların hemen hemen her zamantümden yoksun bulundukları savaş

    araçları vardır. Çok büyük bir kahra-manlıkla yürütülen barikat savaşındabile, –Haziran 1848’de Paris’te, Ekim

    * Cüret, cüret, daha fazla cüret.** Engels, Almanya’da Devrim ve Karşı-Devrim,

     Seçme Yapıtlar , Cilt: I, s. 451-452.

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 148, Ocak-Şubat 2016

    11/28

    Ocak-Şubat 2016 KURTULUŞ CEPHESİ

    11

    1848’de Viyana’da, Mayıs 1849’daDresden’de– saldırıyı yöneten lider-ler siyasal düşüncelere aldırmadıkla-rından salt askeri ölçütlerle hareket

    edince ve erleri de kendilerine bağlıkalınca, sonunda başkaldırmanın ye-nilgisiyle sonuçlanmasında şaşılacakbir şey yoktur.

    1848’e kadar, başkaldıranların sa- yısız başarıları çok çeşitli nedenler-den ileri gelmiştir. Paris’te, 1830 Tem-muzunda ve 1848 Şubatında, İspan- ya’da sokak savaşlarının çoğunda ol-duğu gibi, başkaldıranlarla erler ara-sında bir sivil muhafız örgütü vardı.Bu muhafızlar, ya doğrudan doğruyaayaklanmalardan yana geçiyordu, yada kendi oynak, kararsız tutumu ilebirlikler içinde de bir kararsızlık yara-tıyor ve ayrıca da başkaldıranlara si-lah sağlıyordu. Bu sivil muhafızın, da-ha işin başında ayaklanmanın karşı-sına dikildiği yerde, Haziran 1848’deolduğu gibi, ayaklanma yenildi.Berlin’de, 1848’de, 19 Mart gecesi vesabahında, yeni yeni silahlı kuvvetle-rin akın edişi sayesinde olsun, aske-

    ri birliklerin bitkinleşmesi ve iyi yedi-rilip içirilmemesi yüzünden olsun,son olarak komuta kademesinin fel-ce uğraması sonucu olsun halk ka-zandı. Ama her durumda da zafer,birlikler emirleri dinlemedikleri için,askeri şeflerde karar verme yeteneğieksik olduğu ya da elleri kolları bağ-lı olduğu için kazanıldı.

    Demek ki, klâsik sokak savaşlarıçağında bile, barikatların, maddi ol-maktan çok manevi bir etkisi vardı.

    Barikat, askerlerin cesaretini, dayan-ma gücünü sarsmak için bir çare idi.Eğer barikat, askerler çözülünceyekadar tutunursa zafer elde ediliyor-du; yok, tutunamazsa yenilmek var-dı. Bu, gelecekte de, sokak savaşınınbaşarı olasılıkları incelendiği zamanakılda tutulması gereken başlıca nok-tadır.

    1849’da bu görünüm oldukça kö-tüydü. Burjuvazi her yerde hükümet-lerden yana geçmişti. Ayaklanmaya

    karşı yola çıkan askerleri “uygarlık vemülkiyet” selamlıyor ve ağırlıyordu.Barikatlar, çekiciliğini, büyüsünü yi-

    tirmişti; asker, barikatların ardında ar-tık “halkı” değil, birtakım başkaldı-ranları, kışkırtıcıları, yağmacıları, herşeyi paylaştırmak isteyenleri, toplu-

    mun tortusunu görüyordu; subay, za-manla, sokak savaşlarının taktik bi-çimlerini öğrenmişti, artık, düpedüz,kendini gizlemeden beklenmedik birbarikatın üzerine doğru yürümüyor-du, ama bahçelerden, avlulardan, ev-lerden geçerek onu çeviriyordu. Vebiraz beceri ile, bu, artık onda-dokuzbaşarıya ulaşıyordu.

     Ama o zamandan beri daha çokşey değişti, ve hepsi de askerlerin le-hinde oldu. Büyük kentler önemli birgenişlik kazandıysa da, ordular dahada fazla büyüdü. 1848’den beri Paris ve Berlin, o zamanki durumlarınındört katına çıkmadılar, ama garnizon-ları bunun da ötesinde çoğaldı. Bugarnizonlar, demiryolları sayesinde, yirmi dört saatte iki katlarının üstüneçıkabilirler ve yirmi dört saatte devordular haline gelecek kadar büyü- yebilirler. Muazzam bir şekilde takvi- ye edilen bu birliklerin silahları eski-

    siyle ölçülemeyecek kadar daha et-kilidir. 1848’de basit horozlu tüfek vardı, şimdi ise küçük kalibreli vemekanizmalı tüfek, ilkinden dört ke-re daha uzağa, on kere daha isabet-li ve on kere daha çabuk ateş ediyor.Eskiden topçunun göreli olarak az et-kili gülleleri ve obüsleri vardı; bugünbir tanesi en iyi barikatı un ufak et-meye yetecek, çarpınca patlayan ha- van topu mermileri var. Eskiden du- varlar, istihkâmcıların sivri kazması

    ile delinirdi, bugün dinamit lokumla-rı kullanılıyor.

    İsyancılar tarafında ise, tersine,bütün koşullar daha da kötüleşti. Hal-kın bütün katmanlarının sempatisinitoplayacak yeni bir ayaklanma pekgüç olacaktır; sınıf mücadelesinde,bütün orta katmanlar, hiçbir zaman,karşı yönde, yani burjuvazinin çevre-sinde toplanmış gerici partiyi hemenhemen tamamen ortadan kaldıracakbiçimde, yalnızca proletaryanın çev-

    resinde toplanmayacaklardır kuşku-suz. Şu halde, “halk”, her zaman bö-lünmüş görünecektir, ve bundan do-

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 148, Ocak-Şubat 2016

    12/28

     12

    KURTULUŞ CEPHESİ Ocak-Şubat 2016

    layı güçlü bir kaldıraç, 1848’de o ka-dar yüksek etkinliği olan bir kaldıraçeksik olacaktır...

    Son olarak, 1848’den bu yana bü-

     yük kentlerde kurulan mahallelerinuzun, dümdüz ve geniş caddeleri, ye-ni topların ve yeni tüfeklerin etkinlik-lerine uyarlanmış gibidir. Bir barikatçatışması için Berlin’in kuzey ve do-ğusundaki yeni işçi semtlerini seçe-cek bir devrimcinin çılgın olması ge-rekirdi.

    Bu demek midir ki, gelecekte so-kak savaşları hiç bir rol oynamaya-caktır? Hiç de değil. Yalnız şu demek-tir: 1848’den bu yana koşullar, sivilsavaşçılar için çok daha elverişsiz,birlikler için ise çok daha elverişli ol-muştur. Şu halde bir sokak çarpışma-sı, gelecekte, ancak bu elverişsiz du-rum başka etmenlerle kapatıldığı, gi-derildiği taktirde başarılı olabilir.Onun için, sokak çarpışması, büyükbir devrimin başlarında, gelişmesi sı-rasında olduğundan daha seyrek ola-caktır ve bu işe daha büyük kuvvet-lerle girişmek gerekecektir. Ama o

    zaman da bu büyük kuvvetler, bütünFransız Devrimi’nde, 4 Eylül ve 31Ekim 1870’te Paris’te olduğu gibi,kuşkusuz, açık saldırıyı barikatın pa-sif taktiğine yeğ tutacaklardır.”*

    Paris Komünü de, proletaryanın 72 gün-lük ilk iktidarı da silahlı ayaklanmanın so-nucu olmuştur. Ama yeni dönemin, emper- yalist dönemin ilk klasik silahlı ayaklanma-sı (Engels’in sözünü ettiği tarzda) Rusya’da1905 Devrimi’yle gerçekleştirilmiştir.

    1905 Rus Devrimi, bir kez daha “Devri-

    min Yenilgisi!” başlığını taşımışsa da, 1917Şubat ve Ekim Devrimi’nin üzerinde yüksel-diği tarihsel bir temeli yaratmıştır.

    EKİM DEVRİMİ VESOVYETİK AYAKLANMA 

    Rusya’da 1917 Şubat Devrimi, bir kez da-ha klasik silahlı ayaklanmanın pratiğe geçi-rildiği bir devrim yaratırken, proletaryanın72 yıllık sınıf iktidarını yaratan Ekim Devri-

    mi, sözcüğün tam anlamıyla  yeni dönemin yeni bir silahlı ayaklanmasıyla zafere ulaş-mıştır.

    Klasik silahlı ayaklanmalardan farklı ola-

    rak, Ekim Devrimi’ni yaratan bu silahlı ayak-lanma önceden planlanmış ve örgütlenmişbir faaliyetin ürünü olmuştur. Bu nedenle debu ayaklanmayı planlayan ve örgütleyenmarksistler “komploculuk”la, blankiciliklesuçlanmışlardır.

    “Marksistleri, ayaklanmayı bir sa-nat olarak gördükleri için, blankicilikolarak suçlamak! Ayaklanmanın bir sanat olduğunu açıklayarak, onu birsanat olarak ele almak gerektiğini, ilkbaşarıları kazanmak ve kargaşalık içi-ne düşmesinden yararlanarak, düş-mana karşı yürüyüşü aksatmaksızın,başarıdan başarıya ilerlemek gerek-tiğini, vb., vb. söyleyerek bu konuda-ki fikrini en belgin, en açık ve en ke-sin bir biçimde açıklayanın Marks’ınta kendisi olduğunu hiç bir Marksist yadsıyamayacağına göre, gerçeğinbundan daha apaçık bir çarpıtılmasıolamaz.

    Başarmak için, ayaklanma bir

    komploya değil, bir partiye değil,ama öncü sınıfına dayanmalıdır. İştebirinci nokta. Ayaklanma halkın dev - rimci atılımına  dayanmalıdır. İşteikinci nokta. Ayaklanma, yükselendevrim tarihinin, halk öncüsünün et-kinliğinin en güçlü olduğu, düşmansaflarında ve devrimin güçsüz, karar  - sız, çelişki dolu dostlarının saflarında duraksamaların  en güçlü olduklarıbir dönüm noktasında patlak verme-lidir; İşte üçüncü nokta. Ayaklanma

    sorununu koyma biçiminde, Marksiz - min blankicilikten ayrılması sonucu-nu veren üç koşul, işte bunlardır.”**

    Lenin’in saptadığı bu koşullar altında or-taya çıkan yeni tip silahlı ayaklanmayı kla-sik silahlı ayaklanmalardan ayırmak için“ Sovyetik Ayaklanma” olarak tanımlanmış-tır.

    Emperyalist aşamada devrimlerin yönü-nün Batı’dan Doğu’ya dönmesiyle birlikte,silahlı ayaklanmalar bir kez daha tarih sah-nesine çıkmıştır.

    * Engels, Karl Marks’ın Fransa’da Sınıf Mücadele - leri [1848-1850]’ne yazdığı Giriş, Seçme Yapıtlar , Cilt:I, s. 239-242. ** Lenin, Marksizm ve Ayaklanma, Eylül 1917.

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 148, Ocak-Şubat 2016

    13/28

    Ocak-Şubat 2016 KURTULUŞ CEPHESİ

    13

    HALK SAVAŞI VE SİLAHLI AYAKLANMA 

    Çin’de 1 Ağustos 1927 Nançang Ayaklan-

    ması, 9 Eylül 1927’de Güzhasadı Ayaklan-ması ve 11 Aralık 1927’de Kanton Ayaklan-ması, bir yanıyla Lenin’in ortaya koyduğu yönde ilerleyen silahlı ayaklanmalar olur-ken, diğer yanıyla yeni bir savaş stratejisininbaşlangıcını oluşturmuştur.

    Bu yeni savaş stratejisi, Mao Zedung ta-rafından formüle edilmiş ve Vietnam Devri-mi’yle birlikte en üst boyuta ulaştırılmış olan halk savaşı stratejisidir.

    Bu yeni strateji, Giap’ın ifade ettiği gibi,silahlı ayaklanma ile silahlı mücadelenin(temel olarak gerilla savaşı) yeni bir bileşi-midir. Bu yeni stratejinin ilk kez Çin’de or-taya çıkması da tesadüf değildir.

    Çin demokratik halk devrimi, Sun YatSen’in birbiri ardına gelen silahlı ayaklanmagirişimleri ve 1911 Devrimi’nin üzerine yük-selmiştir.

    Bu tarihsel temel üzerinde tarih sahne-sine çıkan Çin Komünist Partisi de, Komin-tern’in gözetimi ve yönetimi altında silahlıayaklanmaların klasik tarzına uygun biçim-

    de 1927 ayaklanmalarını düzenlemiştir. An-cak bu ayaklanmaların, ne kadar cüretkarolursa olsun, yarı-sömürge ve yarı-feodal birülke olan Çin’in somut tarihsel koşullarınauygun olmadığı yenilgilerle ortaya çıkmış-tır.

    ÇKP’nin 1927 silahlı ayaklanmaları, “Fe-odalizme karşı, feodal sopa ile sömürülenhalkın, özellikle hemen hemen serf statü-sünde olan köylülerin –çelişkiler çok kes-kin– spontane patlamalarının ve isyanları-nın” örgütlenmiş bir biçimi olmuşsa da, or-

    taya çıkan yenilgiyle, yeni bir savaş tarzının(gerilla savaşı) ve yeni bir stratejinin (halksavaşı stratejisi) doğuşuna yol açmıştır.

    Bu strateji, “Silahlı güçlerle politik güç-leri, silahlı mücadele ile politik mücadele- yi, silahlı ayaklanma ile devrimci savaşınbirleştirilmesi”ne (Giap) dayanır. Dolayısıy-la klasik ya da yeni tarihsel koşullara uyar-lanmış (bir bakıma “Sovyetik Ayaklanma”denilebilecek) bir silahlı ayaklanma çizgisideğildir. Silahlı ayaklanma ile silahlı müca-deleyi, özel olarak da gerilla savaşını birleş-

    tiren bu yeni strateji, silahlı ve kitlesel ayak-lanmanın kendiliğinden (spontan) niteliğiniortadan kaldırmış ve halk ordusuna daya-

    nan yeni bir yönelimini ortaya çıkarmıştır.Burada vurgulanması gereken yan, silah-

    lı ayaklanmanın  siyasi iktidarı ele geçirme - nin bir aracı olduğu gerçeğidir. Engels’in

    çok açık biçimde uyardığı gibi, silahlı ayak-lanma “savaş türünden” bir sanattır ve “oyu-nunuzun  sonuçlarını” karşılamaya hazır ol-madıkça ayaklanmayla oynanmamalıdır. Ye-ni tarihsel koşullarda bu uyarının temelinde yatan, kentlerin “eskisi gibi” (klasik) sokaksavaşlarına uygun olmaması (dar sokaklar yerine geniş caddeler ve bulvarlar) ve düş-manın askeri güçlerinin teknik üstünlüğü-dür.

    Bu koşullarda, yani düşmanın maddi ve teknik olarak güçlü olduğu koşullarda, ikti-dar mücadelesi silahlı ayaklanma eksenin-den silahlı mücadele eksenine doğru evril-miştir.

    İÇ SAVAŞ, “KENT SAVAŞI” VESİLAHLI AYAKLANMA 

    Silahlı ayaklanma  barikat savaşına da- yanırken, silahlı mücadele  gerilla savaşına dayanır. Dar sokaklara sahip eski (feodal yada yarı-feodal) kentler kısmen barikat sava-

    şı için uygun görünürse de, bu savaş tarzıy-la siyasal iktidarın ele geçirilmesi (Engels’in vurguladığı gibi) artık mümkün deği ldir.Özellikle Hausmann’ın Paris’te yaptığı “kent-sel dönüşüm projesi”yle barikat savaşına el- verişli sokak yapısı tümüyle değiştirilmiştir.Büyük ve geniş caddeler, bulvarlar, meydan-lar oluşturulmuştur. Bu “ Haussmann” yön-temini Engels şöyle değerlendirir:

    “... üstüste inşa edilmiş işçi ma-hallelerinin tam ortasında, uzun, düz ve geniş yollar açmaktaki ve onların

    her iki yanına büyük lüks binalar sı-ralamaktaki amaç,  barikat savaşını stratejik olarak güçleştirme amacının yanısıra hükümete bağımlı, özelliklebonaparçı bir inşaat kesimi proletar- yası yaratmak ve kenti tam anlamı ilebir lüks kenti haline dönüştürmektir.‘Haussmann’ derken ben, büyükkentlerimizden, ve özellikle merkezikonumlu olanlarda, bu uygulama, is-ter kamu sağlığı ve güzelleştirme kay-gıları, ister büyük merkezi konumlu

    iş yeri istemi, ya da ister demiryolla-rı, sokaklar vb. yapımı gibi trafik ge-reksinmeleri nedeniyle ortaya çıkmış

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 148, Ocak-Şubat 2016

    14/28

     14

    KURTULUŞ CEPHESİ Ocak-Şubat 2016

    olmasından bağımsız olarak, şimdigenelleşmiş olan işçi sınıfı mahalle-lerinde gedikler açılması uygulanma-sını kastediyorum. Nedenler ne ka-

    dar farklı olursa olsun, sonuç her yer-de aynıdır: Bu pek büyük başarısın-dan dolayı burjuvazinin her fırsattakendini yüceltmesine refakat eder bi-çimde en rezilane ara sokaklar vedar yollar ortadan kalkar...” (abç)*

     Ve Engels, her zaman olduğu gibi, diya-lektik bakış açısıyla değerlendirmesini sür-dürür:

    “ama – hemen başka bir yerde, ve çoğunlukla en yakın mahalledetekrar ortaya çıkarlar.”**

    Böylece, bir yanıyla barikat savaşlarınakarşı yeni bir kent yapısı ortaya çıkartılırken,diğer yanıyla eski tarzda (ki buna gecekon-du mahalleleri denilebilir) mahalleler yeni-den ortaya çıkar. Artık barikat savaşı, eskisigibi bütün kenti kapsayamaz. Bunun yerine yeni kent yoksullarının eski tarz mahallele-rindeki tekil direniş odakları sözkonusu ola-bilir.

    Bu durumda bu eski tarz mahallelerindışında bir silahlı gücün varlığı her dönem-

    kinden çok daha fazla önem kazanmıştır.Bu yönüyle de, “Haussmann” tarzı kentseldönüşümle ortaya çıkan yapı yeni bir silah-lı ayaklanma ve “kent savaşı” ortaya çıkar-ma potansiyelini taşımaktadır.

     Yine de “kent savaşları” günümüzde de varlığını sürdürmektedir. En gelişmiş haliy-le dün Somali’de, bugün Suriye’de ortayaçıkan “kent savaşları”, ne silahlı ayaklanma-nın bir parçasıdır, ne de iktidarı ele geçir-menin aracıdır. Bu “kent savaşları”nın ayırı-cı özelliği, merkezi otoritenin güçsüzleşme-

    si ve parçalanmışlığıdır. Bu yönüyle “kentsavaşları”, bir kentin ya da bir kentin içindebelli mahallerin belli bir süre ele geçirilme-sinden ibarettir. Bunun en tipik örneği ola-rak Stalingrad direnişi gösterilebilse de, engelişmiş biçimleri iç savaş koşullarında or-taya çıkmaktadır.

    Stalingrad, düzenli birlikleri yenilmiş yada dağıtılmış Kızıl Ordu’nun bir kent direni-şidir. Her bina, her yıkıntı, her taş, her tuğla yeni bir direniş odağı olarak kullanılmıştır.

    * Engels, “Konut Sorunu”, Seçme Yapıtlar , Cilt: II,s. 417.

    ** agy.

    Direniş, Kızıl Ordu’nun yeniden düzenlen-mesi ve güçlendirilmesine kadar savaşı sür-dürme iradesini ifadesidir.

    Diğer bir “kent savaşı” örneği de faşist

    Franko güçlerine karşı Madrid’in savunul-masıdır.

    Madrid, İspanya iç savaşının merkezi vecumhuriyetçi güçlerin komuta merkezi ola-rak öne çıkarken, faşist güçlerin “nihai he-defi” olmuştur. Madrid’in düşmesi, cumhu-riyetçi iktidarın düşmesi ve faşistlerin iktida-rı ele geçirmeleriyle özdeştir. Cumhuriyetçigüçlerin ülkenin her yanında yenilgiye uğ-ratılmasının ardından faşist güçlerin Madridkuşatması fazla uzun sürmemiştir. Tüm cep-helerdeki yenilgilerin ardından Madrid, ün-lü “ No Pasaran”sloganının ortaya atıldığıkent, birkaç aylık kuşatma sonucunda 28Mart 1939’da düşmüştür. Yaratılan “algı”nınaksine, 26 Ocak 1939’da Barcelona’nın dü-şüşünden sonra Madrid’te önemli bir dire-niş ve çatışma ortaya çıkmamıştır.

    Şimdi “kent savaşları” başlığı altında ye - ni bir barikat savaşı ortaya çıkmıştır.

    Bu yeni barikat savaşı, doğrudan iç sa- vaş koşullarında ortaya çıkan bir çeşit dire-niş ve savunma savaşıdır. Ama her durum-

    da kentin ya da bölgenin dışında bir silahlıgücün varlığını öngerektirir.İkinci olarak, bu yeni barikat savaşı, es-

    kisi gibi siyasal iktidarın ele geçirilmesinin yöntemi olan silahlı ayaklanmanın bir par-çası değildir. Silahlı ayaklanma (genel ya dakısmi), merkezi, özellikle kırsal alanlardaoluşturulmuş bir silahlı gücün kentleri elegeçirmeye yönelik harekâtında ikincil unsurolarak ortaya çıkar. Bu da, bir çeşit kentler-deki iktidar güçlerinin kent ayaklanması yo-luyla kıskaca alınmasıdır. Bu nedenle, yeni

    barikat savaşı ve silahlı ayaklanma, merke-zi silahlı güçlerin kentlere yönelik saldırısıy-la  eşgüdümlü olarak yürütülen ve merkezisilahlı güçlerin ayaklanma bölgesine ulaşa - na kadar sürdürülmesi gereken tamamlayı-cı (ikincil) bir savaş yöntemi olmaktadır. Bugerçekleşmediği takdirde kentlerdeki ayak-lanmanın ve barikatların ezilmesi kaçınıl-mazdır. Eski tarz barikat savaşından geriyesadece “barikat”ın kendisi kalmıştır.

    Üçüncü olarak, yeni barikat savaşı, sa-dece silahlı unsurların planlı ve bilinçli yü-

    rüttükleri bir “ayaklanma” başlangıcı olma-nın ötesinde, geniş halk kitlelerine yapılanayaklanmaya katılım çağrısıdır. Bu çağrı he-

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 148, Ocak-Şubat 2016

    15/28

    Ocak-Şubat 2016 KURTULUŞ CEPHESİ

    15

    define ulaştığı oranda barikat savaşı genel(silahlı) ayaklanmaya dönüşür. Ancak bu dasınırlı alanlarda ve iç savaş koşullarında ge-çerlidir.

    Bütün bunların dışında “barikat savaşı”değişik amaçlar için de kullanılabilir. Örne-ğin, kentin belli bir bölgesine yönelik düş-man saldırısını yavaşlatmak amacıyla da“barikat”lar kurulabilir. Bu durumda Lenin’inMoskova ayaklanmasına ilişkin söylediğitarzda, gerilla savaşıyla birleştirilmiş bir “ba-rikat” savaşı sözkonusudur.

    Bunlar, silahlı ayaklanmanın ve onun birparçası olan barikat savaşının bir savaş sa-natı olduğunu ve bu sanatı uygulayabilmekiçin gerçek önkoşulların bulunması gerekti-ğini ortaya koyar. Ve Engels’in ifade ettiği gi-bi, sonuçlarına katlanılamayacağı durumlar-da bununla “oynanmamalıdır”.

    Tüm bu tarihsel gelişmeye ve bunlardançıkan derslere rağmen “barikat savaşı”nın güç gösterisi aracı olarak da kullanılabildiğidurumlar vardır. Burada barikat savaşının,

    sınırlı da olsa, belli bir hedefi yoktur. Amaç,sadece güç göstermektir. Bu güç gösterisi ya da güç oyunu, yukarda sözünü ettiğimizsiyasal iktidarı ele geçirme hedefinin çok

    uzağında yer alır ve sadece askeri tekniklebelirlenen sonuçlar üretir. Bu yüzden, güçoyunu, her ne kadar “silahlı ayaklanma” gö-rünümünde olsa da, her ne kadar “barikat”-lara dayansa da, iktidar mücadelesinin birparçası olarak yorumlanamaz. Suriye’de (vebazı iç savaşlarda) görüldüğü gibi, bu tür“silahlı ayaklanmalar” ve “barikat savaşları” dış güçlerin desteğini kazanmaya yönelik güç gösterisinden ibarettir. Ve ancak dışgüçlerin yardımı ve desteği olmaksızın iler-leme sağlayamaz. Sonuçta, bir iktidar mü-cadelesi sözkonusuysa, bu yolla, yani dışgüçlerin devreye girmesiyle, devreye girme-lerinin sağlanmasıyla iktidarın ele geçirilme-si olanaklı olabilir. Bu da, bu yazının ve dev-rimci mücadelenin kapsamı içinde değer-lendirilemez.

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 148, Ocak-Şubat 2016

    16/28

     16

    KURTULUŞ CEPHESİ Ocak-Şubat 2016

    1 Kasım seçimlerinde AKP’nin (ve doğalolarak Recep Tayyip Erdoğan’ın) “hiç bek-lenmedik” biçimde 2011 seçimleri düzeyin-de oy alması (%49,5) solda ve sol kitledetam anlamıyla bir “şok” etkisi yarattı. 7 Ha-ziran seçimleriyle “zirve” yapan moraller ta-rihin en alt düzeyine inerken, genel bir hal-sizlik, umutsuzluk ve amaçsızlık hali ortayaçıktı. Bu durum, genelde, siyasal bir boşlu-ğa yol açtı. Bu durum karşısında legalist sol,

    bir yandan kendi içsel “şok”larını atlatmayaçalışırken, diğer yandan bu boşluğun kendisaflarında yarattığı sonuçları gidermenin ça-resini aramaya koyuldu.

    Legalist solun gözdesi ve gözbebeği SİP-TKP’nin KP’si, yani Okuyan-Güler ikilisi, 1Kasım seçimlerinde “oylarını en çok artıranparti” olmakla birlikte, olağanüstü “müteva-zi” oldukları için bununla “övünmek” ve bu-nun “ajiitasyonunu çekmek” durumundadeğillerdi. Söylemlerine bakıldığında da 1Kasım sonuçlarından “şok” olmuş gibi de

    görünmüyorlardı. Kendilerinin “hiç bir za-man” seçimlerden bir şey beklemedikleri-ni, “seçimle” sosyalist devrim olacağını söy-lemediklerini yineleyip durdular. Bir seçimdaha geçmişti, seçim sonuçları o kadar da“önemli” değildi, artık kendi işlerine “bak”-manın zamanı gelmişti!

    1 Kasım seçimlerinden yaklaşık üç haf-ta sonra SİP-TKP’nin KP’sinin “öndegelen”lerinden sayılabilecek Mesut Odman,seçimlerden ve seçim sonuçlarından hiçsöz etmeden, “yekten” şöyle yazıyordu:

    “Ne olursa olsun, aldırmamalı,değil. Ne olursa olsun, işimize bak-malı. Hiç aldırmadan, hiç takmadan

    BoşluktaSaçmalamalar 

    olmaz; o zaman işimizi iyi yapama- yız. Kavrayıp yerli yerine oturtacakkadar taktıktan sonra, hak ettiğindenbir saat bile fazla süre harcamadan,hemen işimize dönmeli, oraya yo-ğunlaşmalıyız.” (27 Kasım 2015, Sol-portal.)

    Hatta “manipülasyondan oluşan” “seçimoyunu”ndan bile söz ediyordu, ama bu ma-nipüle edilmiş “seçim oyunu”na neden ka-

    tıldıklarına ilişkin de tek bir sözcük bile et-miyordu.“Sözün gelişi, gerçekleşme süre-

    ci de sonucu da üç aşağı yukarı bel-li ve tepeden tırnağa manipülasyon-dan oluşan bir seçim oyunu mu sah-neleniyor; sandığımızdan çok dahadeğerli emek zamanımıza değmez,mümkün olan en az süreyi ayırıp he-men işimizin başına dönmeliyiz.”(aynı yer)

     Ve “iş”i de, aynı yazar tarafından, “parti-

    leme”, yani partilerine yeni kadrolar bulma“işi” olarak ilan ediliyordu.

    1 Kasım’da oylarını “en çok artırmış” ve“şok”tan etkilenmemiş görüntü veren “par-ti”nin bir (hatta baş) şefi, daha birkaç za-man öncesine kadar “soldan emekli” olmahalleri içindeyken (ve bu nedenle yazılarınıseyrekleştirmişken), birden yepyeni bir “kö-şe yazarı” edasıyla kendi yayınlarında ve“portal”larında (neredeyse) günlük yazılar-la boy gösterdi.

    Bu yepyeni “günlük” “köşe yazarı”, her-hangi bir gazetenin köşe yazarı gibi, hemenher konuda kalemini konuşturmaya başla-dı. Ne de olsa doğa boşluk kabul etmezdi!

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 148, Ocak-Şubat 2016

    17/28

    Ocak-Şubat 2016 KURTULUŞ CEPHESİ

    17

    İnsanlar şoka girmişken, toplumsal muha-lefet darmadağın olmuşken, insanlar boşlu-ğa düşmüşken, onları “hayatın olağan akı-şına” bırakmak olmazdı. “Sultanahmet’te

    bomba değil kanalizasyon patladı”, Bidengeldi, Koç öldü, dava düştü, demokrasi kur-tuldu”, “Badem sever Mustafa Koç mu, Tay- yip sever Mustafa Koç mu?”, “Ya keçi boy-nuzu ya sosyalizm” vs. başlıklar altında po-püler bir “köşe” yazarı gibi, aklına gelen herkonuda ve alanda yazmaya koyuldu.

    SİP-TKP’nin HTKP’si de “kökdaşı”ndanfarklı değildi. Söylemsel düzeyde 1 Kasımsonuçlarından etkilenmemiş görünen bukesim, ortaya çıkan boşluğu “soldan teka-üt” biri tarafından başlatılan “strateji” tartış-malarıyla kapatma yoluna girdi.

    “Üçüncüsü, tarihi, sosyolojisi, kül-türüyle ülke somutluğundan hareketeden “Türkiye özgülünde devrimstratejisi” diyebileceğimiz sorunsal-dır. Bu sorunsalları hakkıyla çalışıptartışmak, önümüzdeki zor dönemehazırlık açısından ufuk açıcı olacak-tır. (Haluk Yurtsever, 8 Aralık 2015.)

    Onca yıl “Türkiye özgülünde devrim stra-tejisi” olmaksızın “komünistlik” yapmış bi-

    rileri için bu sözler hiç de yenilir yutulur ola-mazdı. Öyle de oldu. Böylesine bir “strate- ji” tartışmasıyla boşluğu doldurma girişimi-nin “bölücü” olduğuna hemfikir olunmasıy-la birlikte “strateji” tartışmaları da kesildi.Onun yerini, tıpkı K. Okuyan’ın yaptığı gibiher konuda ahkam kesen günlük yazılar al-dı.

    Sonuçta SİP-TKP’sinin “iki karpuz yarısı”bir noktada buluşmuş görünüyor. Ne de ol-sa aynı aklın yolu birdir! Birinin ötekindenhiç de farklı olmadığı ortadadır.

    Legalizmin ikinci ana damarı denilebile-

    cek olan eskimiş DY’lilerin başında yer al-dığı ÖDP ise, 1 Kasım seçim sonuçlarının yarattığı “şok”u atlatmanın yolu olarak “ses-sizlik”i seçti. Fazlaca ortalıkta görünmeye-

    rek, bildik bilmedik her konuda bir şeylersöyleyip dikkatleri üzerlerine çekmeyerek,deyim yerindeyse, geçiştirmeye çalıştı. Za-ten “Haziran Hareketi”yle başlattıkları “bir-lik-beraberlik-kardeşlik” denilebilecek “pro- je”den hırpalanmış ve halsiz olarak çıkmış-lardı. Bu halleriyle ortalığa çıkmak pek deakıl kârı iş değildi! Öyle de yaptılar.

    “Diğerleri”, HDP “bileşenleri”ni oluştu-ran “teferruat” ise, HDP’nin HDP olarak içi-ne düştüğü çaresizlikten nasiplerini aldılar.“Beyin” darmadağın olmuştu. Neyin neden yapıldığı, neden söylendiği, ne yapılmak is-tendiği vs.ler bilinemez ve yanıtlanamaz ha-le gelmişti. Bu yüzden kendilerini HDP’ninengin ve narin kollarına bırakarak boşlukta yüzmeyi yeğlediler.

    Böylece 1 Kasım seçimleri ve ardındangelen “kış melankolisi” şu ya da bu biçim-de geçiştirilmeye çalışılırken, keskin söy-lemler bir yana bırakılmadı. Örneğin Ayde-mir Güler “Kürt sorunu”na ilişkin “son ge-lişmeleri” “değer”lendirirken bu keskinliğin

    en tipik örneğini ortaya koyuyordu:“Şimdi kanın duralaması için bu ikili ara-sındaki rekabetin denge noktasının oluşma-sını bekliyoruz, anlaşılan. Ne kadar bekle-riz, bilinmez. Daha doğrusu kim bekler, bi-zi ilgilendirmez. Şurası kesin ki,  biz bekle - yemeyiz.” (italikler bize ait) Aydemir Güler,4 Şubat

    Bu keskin söylem karşısında ne denile-bilir ki? Ateş olsanız, cürmünüz kadar yer yakarsınız!

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 148, Ocak-Şubat 2016

    18/28

     18

    KURTULUŞ CEPHESİ Ocak-Şubat 2016

    Goldman Sachs Oyunu ve“En İyi İhraç Malı”

    Önce bazı şeyleri netleştirelim:Bir kişi, bir şirket, bir ülke, bir devlet ya

    da “kamu” neden borçlanmaya gider?Bu sorunun yanıtı çok açıktır: Kendi ih-

    tiyaçlarını karşılayabilmek için özkaynakla-rının yetersiz olması.

    Burada “ihtiyaç” en geniş anlamıyla ifa-de edilmektedir. Örneğin, artan nüfusun (enazından asgari düzeyde) ihtiyaçlarının kar-şılanması gerekir. Bu da, en azından nüfus

    artış oranına paralel olarak ekonominin bü- yümesi demektir.Ekonomik büyüme ise, varolan üretim

    araçlarının ve üretimin artması demektir. Bubüyümenin hangi yönde, hangi ihtiyaçlarıkarşılamak için sağlanacağı ise, doğrudanekonominin (ve doğal olarak da siyasal ik-tidarın) hangi sınıfın elinde olduğuna bağlı-dır.

    Bir ülke halkının, örneğin, varolandandaha fazla otomobile ihtiyacı olup olmadı-ğı ve buna bağlı olarak altyapı yatırımlarının

    ne düzeyde yapılacağı gibi bir sorun, yalınbiçimde halk arasında yapılan bir “kamuo- yu araştırması” (anket) ile saptanmaz. Busorunun yanıtı, siyasal karar alıcıların hangisınıfın çıkarlarını temsil ettiğiyle ilgilidir. Eğerotomobil üreticilerinin (ya da bizde olduğugibi otomobil ithalatçılarının) kârlarını artır-mak (ya da düşen kârlarını en azından es-ki boyutlara yükseltmek) “ihtiyacı” söz ko-nusuysa ve siyasal karar alıcıları bu otomo-bil üreticilerinin çıkarlarını temsil etmek vegerçekleştirmek için iktidar olmuşlarsa, do-ğal olarak bu yönde ekonomik kararlar alı-nacaktır. Sonuçta alınan kararlar, yaşanılanzaman diliminde otomobil üreticilerinin çı-

    karlarına (yani kârlarını artırmaya) yönelikolacaktır.

    Ekonomik büyüme ya da en geniş an-lamda üretimin artırılması, öncelikli olarakbu büyümeyi sağlayabilecek kaynakların varlığını gerektirir. Burada “kaynaklar” de-nilen şey, kapitalizm koşullarında sermaye-den başka bir şey değildir. Sermaye de, üre-tim ve dolaşım süreçlerinin sonucunda el-de edilen artı-değerin eski sermayeye katı-

    larak büyümesi, yani birikimiyle sağlanır.Sermaye birikimi olmadığı (ya da yeter-siz olduğu) sürece, bir ülke, bir devlet, birşirket vb. her durumda kendisine “kaynak”aramak zorundadır. Kendi sermaye birikimi yetersiz olduğu için, kaçınılmaz olarak “kay-nak” (yeni ve ek sermaye) dışardan bulun-mak zorundadır. Bu da (iç, yani ülke içi yada dış, yani ülke dışı) borçlanma (yeni ikti-sat terminolojisiyle “finansman ihtiyacınındış alemden karşılanması”) demektir.

    Elinde kendi ihtiyacından daha fazla

    “kaynağa” sahip olan hiç kimse, hiçbir ül-ke, hiçbir banka, hiçbir tefeci, hiçbir tüccarbir başkasının “iyiliği” için borç vermez. Herborç verme işlemi, kendisinin kullanacağıbir “kaynağın” başkası tarafından ve bu baş - kasının yararına kullanılması demektir. Böy-le bir “işlemden” “kaynak fazlası” olanların, yani borç verebilir durumda olanların hiçbirkârı olmayacaktır. Tam tersine, kendisininde kullanabileceği ve kullandığı zaman ken-disine ek bir kâr getirecek olan bir “kaynak”söz konusudur ve bunun kendisinin eldeedebileceği ek kâra eşit (ya da fazla) bir ge-tirisi olması gerekir.

    İşte bu getiri, yeni literatürle “borçlanma

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 148, Ocak-Şubat 2016

    19/28

    Ocak-Şubat 2016 KURTULUŞ CEPHESİ

    19

    maliyeti”, klasik deyişle borç paranın  faizi -dir.

    Borç paranın faiz oranı da, her durum-da borç verilen paranın (sermaye) olağan

    üretim süreçlerinde elde edebileceği orta-lama kâr oranıyla belirlenir. (Ancak buradailişki ters orantılıdır. Kâr oranları yükseldiğikoşullarda faiz oranları düşer. Çünkü serma- ye birikimi artmıştır, dolayısıyla da borç ve-rilebilir paraya ihtiyaç azalmıştır.) Bu daborçlanmaya duyulan ihtiyaç boyutuyla doğ-ru orantılıdır. Diğer bir söyleyişle, borç pa-raya duyulan ihtiyaç (talep) ile borç verile-bilir paranın miktarı (arz) faiz oranlarını be-lirler.

    Eğer söz konusu olan bir ülke ise, bura-da borç para, faiz, kâr doğrudan uluslarara-sı ekonomik ilişkiler çerçevesinde ortaya çı-kar ve belirlenir. (Elbette soyut bir ülke sözkonusu değildir. Her “ülke” belli bir nüfusa,bu nüfusun yaşam koşullarına ve siyasal yö-netime sahiptir. Bu nedenle de, “bir ülke”-den söz edildiğinde, o ülkenin sınıfsal yapı-sından ve siyasal iktidarından söz ediliyordemektir. Dolayısıyla da “bir ülke” tanımı, oülkenin devletiyle (kamu) somut bir varlığabürünür. Bu yüzden bir “ülkenin” ihtiyacın-

    dan söz etmek, o ülkenin kamu yönetimi-nin belirlediği belli bir yöndeki ihtiyaçtansöz etmek demektir.)

    Bir ülkenin, bir devletin ya da kamunun borçlanma ihtiyacı ne kadar yüksek ve acilise, onun bulabileceği borç alınabilir serma- yenin faizi de o oranda yüksektir. Arz aynıdüzeyde kalırken talep arttığı için fiyatlar(paranın fiyatı = faiz) artar.

    Bu nedenle “kamunun finansman ihti- yacı”nın boyutları ve aciliyeti hemen her du-rumda faiz oranlarını belirlediğinden olabil-

    diğince asgari düzeyde tutulmaya çalışılır.Her türlü hamaset ya da milliyetçi söylem-ler burada devreye girer (“Türk’ün Türk’tenbaşka dostu olmadığı”ndan başlayıp “na-merde muhtaç değiliz”e kadar uzanan birdizi demagoji).

    Borç verilebilir sermayeye sahip olanlar(ki bunlar “gelişmiş ülkeler” denilen emper- yalist ülkelerdir ve sonuçta G7 olarak ifadeedilen yedi ülkeden ibarettir) ellerindeki hertürlü olanağı (ki bunun içinde siyasal ve as-keri güç de vardır) kullanarak (ya da fırsat-

    lardan yararlanarak) daha yüksek getiri (fa-iz) sağlayacak biçimde hareket ederler. Bu yüzden, herhangi bir tefeci kadar, borç iste-

     yenlerin huyunu, suyunu, niteliğini ve kişili-ğini bilmek durumundadırlar.

    Bu bilme durumu (ve isteği), verilen bor-cun faizinin ve anaparasının geri ödenip

    ödenmeyeceğine ilişkin bir “kanı” oluştur-mak demektir. Emperyalist ülkelerin bu ko-nuda fazlaca bir sıkıntısı mevcut değildir. El-lerinin altında Dünya Bankası, IMF gibi ulus-lararası finans kuruluşları vardır ve bunlarüzerindeki denetimleri mutlaktır. Bunlarıngörevi de, emperyalist ülkelerin “yatırımla-rı”nı garantiye almaktır. Bu nedenle, emper- yalist ülkelerin (borç verilebilir sermaye sa-hibi ülkeler) borç talebinden bulunan ülke-lerin tüm ekonomik, toplumsal, siyasal, as-keri (ve elbette finansal) yapısı hakkında ke-sin bilgiye sahiptirler. Onların bilmediği yada bilemeyeceği “ekonomik gerçekler”mevcut değildir.

    Bu nedenle, borçlanma ihtiyacı olan birülkenin (devletin) ekonomik verilerle oyna- yarak kendi durumunu daha iyi göstermegirişimleri de bu sermaye sahiplerinin bilgi-si dışında değildir. Bu açıdan, borç isteyentarafın ekonomik verilerle oynaması, herdurumda borç verenin bu “oyuna” katılma-sıyla olanaklıdır.

     Ancak emperyalist ülkeler, her ne kadarkendi içlerinde “entegrasyona” girmişlersede, kendi iç çelişkileri ortadan kalkmaz. Bunedenle bir bütün olarak emperyalist ülke-lerin çıkarları ile tek tek emperyalist ülkele-rin çıkarları bir ve özdeş değildir. Emperya-list ülkeler arası rekabet (çelişki) her du-rumda etkinliğini sürdürür. Bu açıdan da, yukarda ifade ettiğimiz “oyun”un bir bütünolarak emperyalist ülkelerin “bilgisi” dahi-linde yapıldığını söylemek olanaklı değildir.Bir ya da birkaç emperyalist ülke bu “oyun”a

    dahil iken, diğerleri bunun dışında kalabilir-ler. Bu açıdan “oyun”, bazı istisnalar dışın-da, tekil emperyalist ülkenin dahil olduğubir “oyun”dur.

    “Oyun”un özü, bir ülkenin borçlanma ih-tiyacının gerçek boyutlarının gizlenmesineilişkindir. Borçlanma ihtiyacının olandan da-ha düşük gösterilmesi (istatistiksel bir oyun) yoluyla o ülkenin dış borç faiz oranlarınındüşürülmesi sağlanır. Ve bu oyun, 2001 yı-lında Yunanistan’ın “euro bölgesi”ne katılı-mı sırasında büyük çapta oynanmıştır.

    Diğer bir söyleyişle, Yunanistan’ın mev-cut borçları ve borçlanma ihtiyacı, “borcumaskeleme” ya da “borcu gizleme” yoluy-

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 148, Ocak-Şubat 2016

    20/28

     20

    KURTULUŞ CEPHESİ Ocak-Şubat 2016

    la olandan daha düşük gösterilmiştir. Bu da, Yunanistan’ın kendi başına yapabileceği birşey değildir. Çünkü söz konusu olan ulusla-rarası finansmandır.

     Yunanistan örneğinde ortaya çıkan “ara-cı kurum”, dünyanın en büyük “yatırım ban-kası” olarak tanımlanan Goldman Sachs’tır.Diğer bir “aracı kurum” da (Goldman Sa-chs’a göre daha küçük oranda) JP MorganChase’dir.

     Adlarındanda anlaşılacağı gibi, bu iki ku-rum “dünyanın en büyük özel finans kuru-luşları” olsalar da ABD kökenli kurumlar-dır.

    Böylece Yunanistan’ın “euro bölgesi”negirişi için gerekli “ölçüleri” tutturabilmesiiçin yapılan “borç maskeleme” oyununu, Yunanistan siyasal yönetimi ile ABD’nin (veelbette dünyanın) en büyük yatırım banka-ları birlikte oynamışlardır.

     Yunanistan “euro bölgesi”ne girmek is-teyen taraf iken, Goldman Sachs ve JP Mor-gan Chase birer ABD finans kuruluşu olarak“euro bölgesi”nin dışında bir yapıdır. Oyna-nan oyun, deyim yerindeyse, ABD finans ku-ruluşlarıyla birlikte AB ülkelerine yönelik biroyun olmuştur.

    Bu oyundan AB’nin, özellikle AB’nin em-peryalist ülkeleri olan Almanya’nın, Fransa’-nın, İtalya’nın ve de İngiltere’nin “haberi” ol-madığını düşünmek safdillik olur. Bu ülke-ler Yunanistan ile ABD ortak yapımı oyun-dan haberdardırlar, ancak bu oyunu deşif-re etmek için ne yeterli “kanıta”, ne de ge-rekli ortama sahip değillerdir. Dolayısıylaoyun oynanmış ve AB’nin emperyalist ülke-leri böyle bir şey yokmuşçasına davranmış-lardır.

    Oyun, en yalın haliyle “borç maskeleme”

    oyunudur. Yani alınan bir borcun, “borç de-ğilmişçesine” mali kayıtlara geçirilmesidir.

    Burada ivedi konu, Yunanistan’ın “eurobölgesine” girebilmesi için gerekli ve zorun-lu olan bütçe açıklarının GSYH’nın %3’ünügeçmemiş olmasıdır.

    İlk bakışta borçlanmayla, dış borçlarlabir ilgisi yokmuş gibi görünen bu “kriter”,gerçekte tekil ülkelerin borçlanma ihtiyacı ve borçlarının mevcut düzeyiyle ilgilidir. Ya-lın biçimde ifade edersek, tekil ülkelerinbütçe açıklarının en önemli ve en büyük

    “kalemi”, her zaman, dış (ya da iç) borçla-rın faiz ödemeleridir. Yüksek borçlanma ve yüksek faiz oranları, dolayısıyla yüksek büt-

    çe gideri ve açığı anlamına gelmektedir. Yunanistan oyununda yapılan da borçla-

    rın “maskelenmesi”, yani Yunanistan’ın dışborçlarının bir bölümünün “doğrudan yatı-

    rım” vb. görüntüsü altında gizlenmesidir. Bugizleme/maskeleme operasyonunda kulla-nılan “enstrümanlar” ise, Yunanistan’ın ge-lecek yıllara ait havaalanı ve piyango gelir-lerinin “satışı”dır. Yani Yunanistan’ın havaa-lanı ve piyango gelirlerini teminat göstere-rek (ipotek) aldığı krediler, “dış borçlanma”kapsamında gösterilmediği gibi, devlet büt-çesine “gelir” olarak kaydedilmiştir. Böyle-ce Yunanistan’ın “kamunun finansman ihti- yacı” ve “merkezi yönetim”in “borç stoku”olduğundan çok daha düşük görünmüştür.

    Burada “anahtar” kavram, “merkezi yö-netim” ya da “genel yönetim” kavramları-dır.

    “Merkezi yönetim”den kastedilen, doğ-rudan devlet yönetimidir, kamu yönetimidir.Devlet bütçesi, her durumda “merkezi yö-netim”in ya da “genel yönetim”in gelir-gi-der dengesini ifade eder.

    Devletin (kamunun) borçlanma ihtiyacıda, devlet bütçesinin “performansı”yla be-lirlenir. Yüksek bütçe açıkları veren ülkeler,

    her durumda borçlanmaya gitmek zorunda-dırlar. Bu zorunluluk ne kadar fazla olursa,borçlanmanın “maliyeti”, yani faizi de o ka-dar yüksek olmaktadır.

    Bu yüzden, hemen hemen pek çok ül-ke “merkezi yönetim”in iç ve dış borçlarınıen aza indirmek (ya da oyunda olduğu gi-bi, en az göstermek) yönünde hareket eder-ler.

    Bunun basit araçlarından birisi de, bazıharcama kalemlerinin “merkezi yönetim”harcamalarının dışına çıkartılmasıdır. Örne-

    ğin, AB’nin “yerel yönetimler özerklik şartı”,sanılanın aksine, “merkezi yönetim”in büt-çe kalemlerini azaltmanın bir önkoşulu-dur.

     AKP iktidarı döneminde “merkezi yöne-tim”den belediyelere “kaynak aktarılması” yerine, doğrudan belediyelerin yetki alanla-rının genişletilmesinin arkasında yatan dabudur.

     Ancak yine de buradaki kalem oynatma-lar tek başına yeterli değildir. Çünkü “mer-kezi yönetim”in bütçe açıkları ve borç sto-

    ku, şimdi yerel yönetimleri, yani belediyele-ri kapsayarak “genel yönetim” bütçesi veborç stoku haline getirilmiştir. Artık eski dö-

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 148, Ocak-Şubat 2016

    21/28

    Ocak-Şubat 2016 KURTULUŞ CEPHESİ

    21

    nemdeki gibi doğrudan “merkezi yönetim”inbütçe açıkları ve borç miktarı değil, yerel yönetimleri de kapsayan “genel” bir bütçeaçığı ve borç miktarı ölçütü ortaya çıkmış-

    tır.Bu ölçütle (kriter) birlikte, “genel yöne-

    tim”in bütçe açığının ve borç stokunun bo- yutları GSYH’ya oranlanarak belirlenmekte-dir.

    Türkiye somutunda ele alırsak, “genel yönetim”in iç borçları 2010-2015 dönemin-de 93,1 milyar TL, dış borçları 134,1 milyarolmak üzere toplam 227,2 milyar TL artar-ken, “AB tanımlı borç stoku”nun GSYH’yaoranı 7,7 puan düşmüş görünmektedir.

    Bu “veri”den yola çıkıldığında Türkiye’-deki “genel yönetimin” “performansı” iyininötesinde, çok iyidir. AKP’nin iktidara geldi-ği 2002 yılında “borç stoku/GSYH oranı”nın%74 olduğu gözönüne alındığında, 2015 yı-lında ulaşılan düzey (%34,6) olağanüstüdür.Bir başka söyleyişle, Türkiye’de “genel yö-ne-tim”in borç stoku on beş yılda %200 ar-tış gösterirken, bunun GSYH’ya oranı %50azalmıştır. Buradan çıkartılabilecek sonuçise, son on beş yılda Türkiye’nin olağanüs-tü bir büyüme sağladığıdır!

    Burada basit ve ilgili herkesin bildiği bir“maskeleme” oyunu vardır.Önce “merkezi yönetim”in bütçe kalem-

    lerinin önemli bir bölümü “yerel yönetim-ler”e kaydırılmıştır. İkinci olarak, bu kaydır-manın sonucunda “merkezi yönetim”in iç ve dış borç miktarı azalmıştır. Bunun karşı-lığında “yerel yönetimler”in giderleri veborçları yükselmiştir. Bir bakıma borçlununadı Ali’den Veli’ye değiştirilmiş, ama gider-ler ve borçlar aynı kalmıştır.

    Ne var ki, bu basit kaydırma, göründüğü

    kadar basit değildir.

    Her şeyden önce “merkezi yönetim”leriniç ve dış borçlanması daha kesin kayıtlarabağlı iken, “yerel yönetimler”in borçlanmakalemleri değişik adlarla “gizlenebilmekte-

    dir”. Örneğin Dünya Bankası’ından alınan“yerel yönetimleri destekleme ve altyapı ya-tırımları proje kredileri”, uzun vadeli ve dü-şük faizli borçlanma kapsamında görünür.Dahası bazı Dünya Bankası kredileri, borç yerine “hibe” olarak kayıtlara geçer. Üçün-cü olarak da, bizim gibi ülkelerde “yerel yönetimler”in gelir-gider hesapları hemenher zaman yüzeyseldir ve pek çok “kalem”bu hesapların dışında “halledilir”.

    Bütün bu “maskeleme” işlemleri “eko-nomi dünyası” ya da “piyasalar” tarafındançok iyi bilinmektedir. Bu nedenle ortada bir“kandırmaca” oyunu değil, hep birlikte oy-nanan ve herkesin içinde yer aldığı bir “sa-deleştirme” oyunu vardır. Asıl “maskeleme”,kamunun (devletin) “brüt borç stoku”ndaortaya çıkar.

    Önce 1980-1994 yılları arasında dünyaçapında ortaya çıkan “borç krizi”ndeki “dışborç stoku” sorunu IMF tarafından “halledil-miştir”. Geri-bıraktırılmış ülkelerin olağanüs-tü büyüklükteki dış borçları, neredeyse bir

    gecede buharlaşmıştır. Özelleştirme vs. ad-lar altında “merkezi yönetim” üzerine kayıt-lı olan dış borçlar “tahsil” edilirken, büyükbir bölümü “iç borç” haline dönüştürülmüş-tür. Artık emperyalist finans kuruluşlarınındoğrudan devletlere verdiği borçlar, daha yüksek “getiri”ye sahip olan hazine bono vetahvillerine dönüştürülmüştür. Bunun içinde “özel finansal kuruluşlar”a ve “finansalolmayan kuruluşlar”a (yani şirketlere) kre-di açılmıştır. Doğrudan “özel” alana giren, yani “genel yönetim” dışına çıkartılan bu

    krediler yerel paraya çevrilerek daha yük-

     (milyar TL)Genel Yönetimİç Borç Stoku

    Genel YönetimDış Borç Stoku

    Genel YönetimToplam Borç

    Stoku

     AB Tanımlı BorçStoku / GSYH

    (%)

    2002 152,2 96,2 248,4 74,0

    2010 361,2 126,4 487,6 42,3

    2011 377,9 156,8 534,6 39,1

    2012 396,8 152,4 549,2 36,2

    2013 416,4 190,6 607,0 36,1

    2014 429,3 204,6 633,9 33,52015 3Ç 454,3 260,5 714,8 34,6

    2010-2015 93,1 134,1 227,2 -7,7

  • 8/18/2019 Kurtuluş Cephesi, Sayı: 148, Ocak-Şubat 2016

    22/28

     22

    KURTULUŞ CEPHESİ Ocak-Şubat 2016

    sek faizli hazine bono ve tahvillerine, yaniiç borçlanma senetlerine yatırılmıştır. Bu yolla “merkezi yönetim”in borçları büyük öl-çüde düşmüş görünmektedir. Gerçekte ise,

    ülkenin dış borçlanması iç borçlanmaya dö-nüştürülmüştür.

    IMF’nin 1980-1994 dünya borç krizinden“çıkış”ı da bu dönüştürmeyle sağlanmıştır.Kendi ifadeleriyle, “sessiz devrim” yapılmış-tır.

     Ama bu “yöntem” ya da “maskeleme”oyunu da “ilgili” herkes tarafından bilinmek-tedir. Yunanistan’ın Goldman Sachs’la oyna-dığı oyunun açık edilmesiyle birlikte bu“maskeleme” oyununun değişik versiyonla-rı da eski anlam ve önemini (yani aldatıcıniteliğini) yitirmiştir. Bu açıdan Yunanistantipi “maskeleme”nin modası geçmiştir. Şim-di “yeni şeyler” bulmak gereklidir.

    Bu “yeni şeyler”, Türkiye’nin Ali Baba-can ve Mehmet Şimşek’e endekslenen ola-ğanüstü “bütçe disiplini” söyleminin içinde yer almaktadır.

    Herşeyden önce, AKP Türkiyesi, artık es - kisi gibi “dış borç”lanmaya “ihtiyacı” yok gö-rünmektedir. Ekonomi “tıkır tıkır” işlemek-te, yeni yatırımlar (AKP söylemiyle “mega

    projeler”, 3. havaalanı vs.) olanca hız ve be-reketiyle sürmektedir. Bunların “kaynağı” dadış borçlanmaya gitmeksizin öylesine sağ-lanmış görünmektedir.

    Örneğin, “İstanbul 3. Havaalanı Projesi”,22.152 milyar  €’ya, yaklaşık 30 milyar dola-ra ihale edilmiştir. Bu ihale, açıktır ki, 30milyar dolarlık bir “dış kredi”yi gerektirmek-tedir. Yani 30 milyar dolar dış borçlanmayagidilmek durumundadır. Böylesine büyükmiktar bir “kredi”nin temin edilmesi bilebaşlı başına bir sorun iken, bunun faizi de

    başlı başına bütçeye bir yük getirmek duru-mundadır. Öyle de olmuştur. 2014 ortasın-da yapılan ihalenin “kredi anlaşması” ancak2015 sonlarında “imza”lanabilmiştir. Üstelik“dış alem”den sağlanamadığı için “içer-den”, kamu bankalarından bulunmuştur.Eğer buna “bulmak” denilebilirse!

    Kamu bankaları verdikleri kredi karşılı-ğında dış borçlanmaya gidiyorsa, bu durum,olağan ya da klasik iktisat literatüründe,“merkezi yönetim”in dış borçlanması de-mektir. Bu durumu yok sayabilmenin yön-

    temi, “proje”den elde edilecek gelecektekigelirlerin ipoteklenerek borçlanmaya git-mek yerine, bir biçimde “satılması”yla “ge-

    lir” haline dönüştürülmesidir.Mortgage krizinde olduğu gibi “türev

    araçlar” zaten bunun için üretilmiştir. Örne-ğin, “ipotekli konut kredileri” bir borç ver-

    me işlemidir. Ama “ipotekli konut kredileri-ne dayalı menkul kıymet” ihracı “gelir” ola-rak gösterilmektedir. Burada varolan değil, varolmayan ve gelecekte varolup olmaya-cağı da bilinmeyen bir “gelir” ipoteklen-mektedir. Bunun “teminatı” da, bu “menkulkıymet”i ihraç eden kuruluştur. Türkiye ör-neğinde kamu bankaları, yani bizatihi dev-lettir. Ama bugün için bunlar borç olarak de-ğil, “gelir” olarak kayıtlara geçmektedir.

     Ancak Türkiye’de, AKP Türkiyesinde oy-nanan “oyun” (dış borçların “maskelenme-si” oyunu) sadece bu tür “bilinen” oyunlardeğildir.

    Bilindiği gibi, Soros’un ünlü sözüyle,“Türkiye’nin en iyi ihraç malı ordusudur”.Ordu, başlı başına bir iktisadi olgudur. Satınaldığı askeri malzemelerle milyarca dolar-lık bir “talep” yaratan ordu, “Arap baharı”ylabirlikte giderek Ortadoğu’ya “ihraç edilecekmal” haline dönüştürülmüştür.

    Suriye olayı bu “en iyi ihraç malı”na “ta-lep” yaratmıştır. Özellikle Suudi Arabistan ve

    Katar’ın “bölgesel çıkarları” çerçevesindeSuriye’deki “muhalefet”in “finansör”ü ola-rak milyarlarca doları “ortalığa” savurması(!), bu “ihraç malı”na talebi canlandırmış-tır.

    Suriye’de yapılan “örtülü operasyon”dur.Suriye “muhalefeti�