kitap aydınlık...aydınlık bu sayida 33 kİtap tanitiliyor 27 nisan 2012 cuma / yıl: 1 / sayı:...

24
Aydınlık BU SAYIDA 33 KİTAP TANITILIYOR 27 Nisan 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 9 Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir KITAP . Toplam: 294 Ufuk Söylemez’den “Vicdanlı Kapitalizm Yoktur” “Üç Maymun” ve “Söyleşiler” Seyyidhan Kömürcü’nün şiirleri: “Dünya Lekesi” Zaman: Evrenin toz bezi Rüzgârı Dizginleyen Çocuk

Upload: others

Post on 27-Jan-2021

8 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

  • AydınlıkBU SAYIDA

    33KİTAP

    TANITILIYOR

    27 Nisan 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 9

    Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidirKITAP.

    Toplam: 294

    Ufuk Söylemez’den“Vicdanlı Kapitalizm

    Yoktur”

    “Üç Maymun” ve “Söyleşiler”

    SeyyidhanKömürcü’nün şiirleri:

    “Dünya Lekesi”

    Zaman:Evrenintoz bezi

    Rüzgârı Dizginleyen Çocuk

  • 23 Nisan’�n 92. y�ldönümünü, �ehir Tiyatrolar�’na, tiyatroya, sanata in-dirilen yeni bir darbeyle “kutlad���m�z” söylenebilir. Sanata tükürülen,heykellerin bizzat ba�bakan�n a�z�ndan “ucube” ilan edildi�i, yaz�l-mam�� kitaplar�n yasakland���, cezaevindeki yazar ve gazeteci say�s�n�nrekor k�rd��� bir hükümet döneminde, tiyatroya yönelik bu darbe, pek�a��rt�c� de�il asl�nda. Bir süredir sinema sanat�na dair “ehlile�tirme”ça�r�lar�n�n yüksek sesle dile getirildi�i, “muhafazakâr sanat” an-lay���n�n hakim k�l�nmak istendi�i dü�ünülürse, ku�atman�n tiyatroyuda kapsamas� kaç�n�lmazd�.

    �skender Pala’n�n seyretmemi� oldu�u “Günlük Müstehcen S�rlar”adl� oyunu “edepsiz ve müstehcen” ilan etmesi ve “yeterli hayat dersivermiyor” demesinin, üstüne bir de “Muhafazakâr�n Sanat Mani-festosu”nu aç�klamas�n�n ard�ndan Türkiye Yazarlar Birli�i de ayn�do�rultuda bir bildiri yay�mlay�nca, �ehir Tiyatrolar�’n�n belediyebürokratlar�n�n iki duda�� aras�na b�rak�lan kaderi de çizilmi� oldu.

    Sald�r�n�n, kitaplara, yay�nevlerine, yazarlara do�ru artarak süre-ce�ini söylemek, ne kehanet olacakt�r, ne de karamsarl�k... Yaln�zca,“yeterli bir hayat dersi” veriliyor dersek, gerçe�i dile getirmi� oluruz!

    ***�air-yazar Güngör Gençay’� yitirdi�imizi, dergimiz bas�ma haz�r-

    lan�rken haber ald�k. �ki ayd�r Taksim �lkyard�m Hastanesi’nde tedavi gören 78 ya��ndaki

    Gençay, 23 Nisan’da Türkiye Yazarlar Sendikas�’nda yap�lan töreninard�ndan Feriköy Mezarl���’nda topra�a verildi. Emek Partisi kurucu-lar�ndan olan �stanbul do�umlu Gençay, Matbaac�l�k Okulu’nu bitirdik-ten sonra, 1960-1972 aras�nda bir bankada müdür yard�mc�l���görevlerinde bulunmu�, emeklili�inden sonra da Gerçek Sanat Yay�n-lar�’n� kurup yönetmi�ti.

    “Sabah R�ht�m�” (1965), “Bal�klar Ovas�” (1967), “O�ul” (1967),“Dövülü Yürek” (1968), “Vurgunsuz Sabahlara Uyanmak” (1988),“Barut Yüklü Y�ld�zlar” (1988), “Annem Beni Yeti�tirdi” (1989),“K�saca-lar” (1990), “A�malar” (1995), “Denize Akan Yang�n” (1995),“Ya�am Umuda Uyarl�” (2000) adl� �iir kitaplar�; “Dü�üncenin Mus-lu�undan” (1997), “Ku�at�lm�� Günler” (1998) adl� deneme yap�tlar� ve“Askercilik” ba�l�kl� bir an�-öykü kitab� bulunan Gençay, çe�itli antolo-jilere de imza atm��t�.

    Yak�nlar�na ve okurlar�na ba�sa�l��� diliyoruz...

    Yeterli birhayat dersi!

    27 N�SAN 2012 CUMA 3Aydınlık KİTAPİÇİNDEKİLER SUNU

    [email protected]

    Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.Yalçın Koreş Cad. No: 12/A Bodrum Kat

    Bağcılar / İstanbul Tel: 0212 655 44 34

    Yönetim Yeriİstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbulTel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04

    Faks: 0212 252 51 22

    Editör: Pınar AkkoçYazıişleri: Damla YazıcıReklam Müdürü: Saynur OkuroğluSayfa Sekreteri: Egemen Yamandağ

    Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

    Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş.

    adına sahibi:Mehmet Sabuncu

    Genel Yayın Yönetmeni:Serhan Bolluk

    Sorumlu Müdür:Mehmet Bozkurt

    Aydınlık

    KITAP.

    Haftanın Portresi: Ignazio Silone s. 4

    “İşler ve Günler” ile “Tanrıların Doğuşu s. 4

    Seyyidhan Kömürcü’nün şiirleri:

    “Dünya Lekesi” s. 6

    Zizek, Badiou ve çarpıltılmış gerçekliğe

    “Yamuk Bakmak” s. 8

    Babil Balığı s. 9

    Ufuk Söylemez’den

    “Vicdanlı Kapitalizm Yoktur” s. 10

    Nazım Hikmet ile Aşık Veysel’i buluşturan köprü s. 11

    KAPAK: Hikmet Temel Akarsu’dan yeni ve farklı

    bir roman: “Konstantinopolis Kapılarında s. 12-14

    Seyyit Nezir: Arakablo s. 17

    İşçi sınıfı partisine çağrının kitabı s. 16

    “Üç Maymun” ve “Söyleşiler” s. 17

    “Karanlığın Yüreği”nden “Kıyamet”e s. 17

    Yeni Çıkanlar s. 18-19

    Çocuklar için s. 20

    Sahaf ve Anadolu’dan Kitabevi s. 21

    Alıntı test ve Bulmaca s. 22

    Zaman: Evrenin toz bezi

    s. 5

    Giriş, giriş ve giriş

    s. 7

    ÖneriYorum

    Bilsay Kuruç, Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi,Büyük Devletler ve Türkiye, İstanbul Bilgi Üniversitesi

    Yayınları. (Kitap için söylenecek her şey adında özetleniyor).

    Domenico Losurdo, Köktendincilik Nedir?, YordamKitap (Okumak için adı yeterli.)

    Henri Pena-Ruiz, Laiklik Nedir?, Gendaş Kültür. (Ki-tabı kitapçılarda, sahaflarda arayın. Bulamazsanız, kimde

    varsa ödünç alın ve mutlaka okuyun.) Fransızca bilenler için

    kitabın adını yazıyorum: “Qu’est-ce que la laïcité?”,Folio/Gallimard

    Prof. Dr. Erdoğan Teziç, Anayasa Hukuku, Beta Yayın-ları. (Anayasa tartışmalarında kül yutmamak için)

    Prof. Dr. Oktay Uygun, Federal Devlet, XII Levha Ya-yınları. (Özerklik, Federal Devlet, Bölünme konula-

    rında kül yutmamak için).

    1)

    2)

    3)

    4)

    5)

    Özdemir İnce

  • 27 N�SAN 2012 CUMA4 Aydınlık KİTAP

    Ignazio Silone(1900-1978)

    14 yaşındayken tüm ailesini birdeprem sonucu kaybeden Silone,

    Cizvitler tarafından eğitildikten sonra 1921’de İtalyaKomünist Partisi’nin kurucuları

    arasında yer aldı

    HAFTANIN PORTRES�

    NURİYE BİLİCİHomeros’tan sonra Hellen şiirinin ikincibüyük şairi sayılan Hesiodos, Askra (bu-günkü Yunanistan)’da doğmuş, MÖ700’lü yıllarda yaşamıştır. Yaşamı hak-kında çok fazla bilgi yoktur ancak, eserle-rinin bazı bölümlerinden kendisihakkında bazı bilgiler edinilebilmektedir.Hellen literatüründe yer alan ilk belirginkişilik olarak kabul edilmektedir.

    Hesiodos’un iki büyük eseri olan “Tan-rıların Doğuşu” ile “İşler ve Günler” aynıkitapta toplanarak, Furkan Akderin’ineski Yunancadan yaptığı çeviriyle Say Ya-yınları tarafından yayınlandı.

    “İşler ve Günler”de (Erga kai Heme-ria) yer alan çiftçilik, denizcilik, ticaret yada ev işleri gibi konular sayesinde Arkaikçağdaki yaşam hakkında bilgiler edinebi-liyoruz. Örneğin;

    “Birisi çift sürüp, ekin biçerDiğeri evini toplayıp zenginleşirken,Boşu boşuna beklenir mi? Sen de kom-

    şuna benzemek istersin,işte ölümlülere yararlı

    kavga budur.Çanakçı çanakçıyı, ağaççı

    ağaççıyı kıskanır.”

    ��KAYETNAMEHesiodos eser boyunca

    kardeşi Perses’e öğütler ve-rirken oldukça karamsar birtablo çizmektedir. Yazdık-ları öğütten çok zamanınolaylarından ya da insanla-rından, yaptıklarından ya dayapmadıklarından şikâyet-name gibidir. Ona göre“utanma ve adalet barınacak yer bulama-mış, Olimpos’a kalkmıştır”. Eskiden herşey daha iyiyken giderek bozulmuştur.

    Bu eserde Hesiodos ayrıca ölümlüleribeş soya ayırmaktadır. Birinci soy olan“altın soy” tıpkı tanrılar gibi yaşam sür-müşlerdir;

    “Kronos göklerin hakimiyken ölümlü-ler altından yaratıldı.

    İnsanların hiçbir sıkıntıları yoktu, aynıtanrılar gibi.

    Acıları, dertleri yoktu, uğursuz yaşlılıkda gelmiyordu.”

    İkinci soy olan “gümüş soy” insanlarıbirinciye göre daha akılsız ve zayıftır. Ara-larında anlaşmazlıklar, sürtüşmeler ol-makta, ölünce ruhları da kendileriylebirlikte kaybolmaktadır. “Tunç soyu” kav-gacı ve problemlidir. Dördüncü sıradaki“Tanrısal kahramanlar” soyu, Home-ros’un şiirlerine de konu olan insanlardanoluşmaktadır. Beşinci soy ise Hesiodos’unkendisini de dahil ettiği demir soyu”dur.Bu soy, soyların en kötüsüdür. “Keşkedaha önce doğsaydım ya da bu soydan gel-meseydim” der;

    “Beşinci soy demir soyudur.Gündüzleri çalışır, geceleri üzülürler.

    Tanrıların verdikleri sıkıntılarla karışıkbir şekilde

    Birkaç ufak tefek zevk tadabilirler.”“Tanrıların Doğuşu”nda (Theogonia)

    Homeros’tan bildiğimiz son derece kala-balık olan tanrılar dünyasını düzenlemeyeçabalamaktadır. Hesiodos’un bu çaba-sında özgür düşünceli bir düşünür oldu-ğunu söylemek zordur;

    “Zeus’un kızları hangi krala önem ve-rirse, doğum

    Sırasında hangi krala bakarlarsaİşte kralın diline sabah yağan çiğler

    dökülür.Söylediği şey büyük değer kazanır.Tüm insanların bakışları onun üze-

    rinde olur,Doğru ve adil kararlar alırsaDoğru sözleriyle büyük mücadeleleri

    sonlandırır.Bir kralın akıllı olduğunu buradan an-

    larız.İnsanlar haksızlığa uğradılarsa onları

    sakinleştirir.Bunun için güzel sözler söy-

    ler.”

    �NSANLAR VEEYLEMLER

    Tanrı’nın kutsamasınıçalışkanlık ve üretkenliğebağlamış, bu inançla yaşa-mıştır. Ahlakçıdır. Zeus’uniradesi altında insan ve hay-vanların farklı kanunlaratabi olduğunu, insanlaraadaletin, hayvanlara gücünhükmettiğini söyler. İnsan-lara hakikati söyleme ve on-

    ları ahlaki bakımdan geliştirme çabalarınarağmen, geleneksel fikirlerin etkisindenkurtulduğu söylenemez. Eserde, ne top-luma muhalefet ne de onun sınırlarındankurtulma çabasına rastlanmaz.

    Hem “İşler ve Günler”de hem de“Tanrıların Doğuşu”nda din sayılamaya-cak, ancak dünya görüşü olabilecek fikir-lerini; Homeros’un eserlerinden büyükfarklılıklar taşıyan bu kitaplarında “kah-ramalık”, “yiğitlik”, “savaşçı olma” gibiunsurlar geri planda kaldığını, işlerin za-manında ve tanrıların iradesi altındadoğru olarak yapılması gibi düşüncelerinöne çıktığını görmekteyiz. Kısacası “in-sanlar” ve “eylemler” ön planda yer al-maktadır.

    Yakından tanıdığımız Homeros’tanbaşka, hem de önemli bir Hellen şairinitanımak, yazdığı şiirleri iyi bir çeviriden vegüzel bir Türkçeden okumak, antikdönem yaşayışını gözlemlemek için iyi birfırsat “İşler ve Günler/Tanrıların Do-ğuşu.”

    (İşler ve Günler-Tanrıların Doğuşu,Hesiodos, Say Yay., Çev. Furkan Akde-

    rin, 126 s.)

    Ölümlülereyararlı kavga

    budur!

    “��LER VE GÜNLER” �LE “TANRILARIN DO�U�U”

    Asıl adı Scondo Tranquilli olansosyalist-gerçekçi İtalyan yazarIgnazio Silone (1 Mayıs 1900-22Ağustos 1978) Mussolini dö-nemi İtalyası’nda özellikle gü-neyli yoksul köylülerin yaşamınıanlatan romanlarıyla ülkemizdede iyi tanınır.

    14 yaşındayken tüm ailesinibir deprem sonucu kaybeden Si-lone, Cizvitler tarafından eğitil-dikten sonra 1921’de İtalyaKomünist Partisi’nin kurucularıarasında yer aldı. Faşizme karşıaktif mücadelesi sonucu ülke-sinden ayrılmak zorunda kalanSilone, Moskova’ya gitti ve1930’da partiden çıkarılanakadar SSCB’de kaldı. Dahasonra İsviçre’ye yerleşen yazar,1945’te İtalya’ya döndü ve sos-yalist “Avanti” dergisinin yöne-ticiliğini üstlendi, SosyalDemokrat Parti’den milletvekiliseçildi.

    Abruzzo bölgesinin kurakcoğrafyası, köylülerin batılinançları ve faşist polisin baskı-ları, Silone’nin sıkça kullandığıtemalardır. “Ekmek ve Şarap”ile “Fontamara” adlı yapıtlarıdilimize çevrilmiş olan yazarın1930’da yazdığı “Fontamara”,Sabahattin Ali tarafından Türk-çeye kazandırılmıştır.

    Can Yücel, “Fontamara”ylailgili olarak şöyle demişti: “1920

    sonlarından başlayarak Nâzımbaşta olmak üzere Türk sosya-listleri irili, ufaklı dergilerde,yaprakçalarda ve en kahraman-cası Tan gazetesinde Faşizmdenen mereti kalemleriyle neş-terlemişlerdir. Ama bunlarıniçinde bir tanesi 1943 gençliğinitemelden sarsmıştır. O da Saba-hattin Ali çevirisiyle Akba Ki-tapevinden çıkan Fontamararomanı. Bizim de o zaman yok-sul bir köylü ülkesi olduğumuziçin midir nedir, Faşizmi Ape-ninlerin yoksulun yoksulu köy-lüleri gözüyle görmekgözlerimizi büsbütün açmıştır...

    Ignazio Silone, SabahattinBey’in de belirttiği gibi içindenyetiştiği yöre halkının çilesinibaştacı etmiş, o uğurda sürgün-lere katlanmış bir yazardır. Bun-dan sonraki işleri nedensesulanmağa başlamış ve sonundaAndré Gide, Spender, Koestlergibi yazarlarla Komünist aleyh-tarları kafilesine katılmıştır. Faşizmi bizlere sergilemek içinSabahattin Bey’in cıvıl cıvıl göz-leriyle, sekmez sezgisiyle seçtiğibu kitap, zaten mütegallibe sul-tası altında inleyen bir köylülü-ğün Faşizmden de nasibinialınca nasıl direnç bilincini dev-şirdiğini anlatır...”

    Ignazio Silone’yi 112. doğumgününde saygıyla anıyoruz.

  • Aydınlık KİTAP

    MURAT HATUNOĞLUGeçenlerde internette gezinirken “TheScale of the Universe 2” adlı bir prog-rama rastladım. Türkçesi “evrenin öl-çeği” anlamına gelen bu program,bilgisayar faresi yardımıyla kullanılıyor,farenin kaydıracı aracılığıyla, evrendeyer alan bazı varlıkların büyüklüklerinikıyaslamaya olanak tanıyordu. Kaydı-raç ileri doğru itildikçe cisimler küçü-lüyor, geriye çekildikçe ise büyüyordu.Ben önce küçüklerin dünyasına girmeyiseçtim ve başladım onları izlemeye.İnsan, dodo kuşu, deniz topu, bıldırcınyumurtası, saç kılı derken, birden çıp-lak gözle görülemeyecek varlıkları gör-meye başladım; bakteriler,virüsler, atomlar... Gitgit bitmeyen bu küçük-lük, sonunda KuantumKöpüğü’nü ve meşhurSicim Teorisi’nin sici-mini görene kadardevam etti. Tahayyüledebileceğimin çok öte-sindeki küçüklüklerigörüp –zihnimin verdiğiimkân dahilinde- kıyas-lamalar yapmanın tattır-dığı merakın lezzeti,beni büyük cisimleri gör-meye, elimi kaydıraçtageri vitese takmaya itti.İnsan, fil, dinozor, Bo-eing 747, peyk, Merkür, Dünya, Güneş,yıldızlar, gök adalar derken uzunca biryolculuktan sonra tahmin edilen enbüyük alana ulaştım ve düşünmeye baş-ladım. Bilincimizden ne kadar bağım-sız bir büyüklükte olduğumuzu,kâinatta neredeyse hiç kadar bir za-manda var olacak olan, hiç büyüklü-ğünde birer âlem olduğumuzu farkettim.

    Kıyasın kafamda şişirdiği kocamandüşünce bulutu biraz aralanınca inter-nette gezinmeye -belki de bir anlamdaaranmaya- devam ettim ve merakımıtozutacak bir kitaba rastladım: “TozunGizli Hayatı - Evrenden Mutfak Tezgâ-hına Küçük Şeylerin Büyük Sonuçları.”

    TÜBİTAK’ın popüler bilim kitaplı-ğının yeni üyesi olan bu kitap, hâliha-zırda karmaşık olan düşünce bulutumutozdan dumandan ferman okunmazhâle getirdi. Neden mi? Çünkü bana enbüyüğü bir kıl kalınlığının üçte ikisikadar olan toz tanelerinin neredeyseher yerde ve tahmin edemediğimiz öl-çülerde -sadece benim değil hiçbirbilim insanının da tahmin edemediğiölçülerde- olduğunu, bu “minik” devle-tin iklimleri ve yaşamı yönettiğini gös-

    terdi. Mesela, her sene bitkilerin rüz-gârda savurduğu organik toz yaklaşıkbir milyar ton kadarmış. Bir milyar ton!Hepsini vagonlara doldursak, ekvato-run çevresini altı kez dolanacak uzun-lukta bir tren eder. Bu tozlar, cansıztozlar, hatta değersiz sanılan çöl tozlarıolmasa ne şimdiki iklimler var olabilir,ne de kuşlar ötebilirmiş; zira canlılaryaşamlarını sürdüremezmiş. Ve toz canverdiği gibi can almasını da bilirmişmeğer. Yetmiş beş milyon yıl evvel di-nozorları öldüren tozlar, bugün de yüzbinlerce cana mal oluyormuş tekerteker. Mesela Amerika Birleşik Devlet-leri’nde her yıl altmış bin kişinin çeşitlitozlar yüzünden can verdiği biliniyor-

    muş. Bir de katili bilinme-yen, eceliyle öldüğü,hastalık kurbanı olduğu yada uyduruk ölüm sebeple-rinden yok olduğu sanılan-lar var. Katil demişken, enönemli katillerden birininsanayi tozları olduğunu dasöylemeden geçmeyelim.Hele ki az önce andığımızülkeden dünyaya yayılansanayi tozları ve onlarınakranları hem doğrudanöldürüyor insanları hemde dolaylı. Öldürmese desüründürüyor, hem ger-çekten hem mecazen.

    Ölümden söz açmışken, kitaba göre,hem bizim ölümümüzün hem de Gü-neş’in ölümünün bizi toz olmaktan kur-taramayacağını da unutmayalım.Yaşarken de sürekli vücudundan ve gi-yeceklerinden toz döktüğü için bir türtoz halesiyle gezen bizler, ölünce ufa-lanmaya devam edeceğiz, mumyalan-mış olsak bile. İşin garibi, Güneşsöndüğünde Dünya’yı da kendine katıpo da toz olacak ve siyah bir havai fişekgibi evrene yayılacak.

    Söz konusu olan toz olunca, konuçok dağılıyor, zira tozlar neredeyse heryere dağılıyor. Konu daha fazla dağıl-madan, seher yeli bizleri dağıtmadan,toparlanmalı kafalar. Ve teşekkür et-meli, düşünürken Sabahattin Ali’yi:

    “Döndüm daldan kopan kuru yaprağa

    Seher yeli dağıt beni, kır beniGötür tozlarımı buradan uzağaYârin çıplak ayağına sür beni.”

    (Tozun Gizli Hayatı Hannah Holmes

    Tübitak Yay.Çev. Ebru Kılıç

    337 s.)

    Zaman: Evrenin toz bezi

  • 27 N�SAN 2012 CUMA6 Aydınlık KİTAP

    DAĞHAN SÖNMEZYalnızca çekingen insanların susmak-tan korktukları ve nasıl yanıtlayacak-larını bilemedikleri sorularlakarşılaştıklarında, kendilerini gülünçduruma düşüren karmaşık cümleleresarıldıkları bilinir. Milan Kundera,“Yavaşlık“ adlı romanında, eylemsiz-lik olarak kabul gören susma halinin,kimi zaman konuşmaktan daha gürül-tülü bir eylem olduğunu bu cümle-lerle anlatır. Ahmet Hamdi Tanpınarise “Edebiyat Dersleri” kitabında,“şiir susmaktır! “ diyecektir.

    Geniş caddelerin kocaman sesleriolur. Kelimeler kalabalıktır, dağınık-tır. Yürürken devrik bir cümle geçeryanınızdan, bir küfür ısırır kulağınızı.İnsanlar kelimelerdir aslında, genişcaddelerde. Şairlerse, uzun susuşlarınsahibi… Tıpkı Kundera’nın kulağı-mıza fısıldadığı gibi, söylemle ilintisiolan susuşların… Bir şairin mürekke-binden damlayan şu dize, sanırım busırrı ele veriyor: “Suskunluğumda yü-rüyor, kelimelerimin orduları…”

    DO�MADAN YARALANAN�A�RLER

    Şairi ayrıksı kılan, şiirin susmayayakın; olanca az kelimeyle, bir-den çok anlam katmanınasızan muhtevasının yanısıra, şairin münzevi ruhhalidir. Her şair, yara-sıyla doğar. Hattadoğmadan yarala-nan şairler vardır!Kalabalıkların kı-yısı, bundan dolayıyazgıdır belki de.Gel gelelim şairinyalnızlığı, çağın bi-reyci ve hedonist tutu-mundan çok uzaktadır.Onunki bir tercihtir. Birnevi Don Kişotluk!

    Postmodernizmin, “anı yaşa“kültüyle evlerin odalarına girdiğiyaşam iklimimizde; modernitenin be-şeriyete sunduğu aklın yerini arzularalmış, her türlü tüketim; hayati dön-günün bir parçası olmuştur. Görselli-ğin doruklara ulaştığı, internet vemuadili teknoloji ürünlerinin deyimyerindeyse insanı tutsaklaştırdığıçağda, insanlığın varoluşu kadar eskibir gelenek olan şiir ve onun şairi,reddetmeye ve tüketmeye dayalı buyaşam biçiminin karşısına arkaik ya-zıtlar gibi dikilmektedir. Duyguları,anlamı, estetiği dolayısıyla medeniye-tin tüm birikimlerini önceleyen şiir;

    size de Don Kişot’un tahta mızrağınıçağrıştırmıyor mu?

    HUZUR KAÇIRAN ���RSeyyidhan Kömürcü, “Dünya Le-

    kesi” isimli şiir kitabının bir dize-sinde, “dünya dünya / yalvarırımartık bir gün beni uyandırma” diye-rek, sanki bu güruha dahil olmak is-temediğini ilan ediyor. “DünyaLekesi” adı da oldukça manidar. Biralgılayış biçimini özetliyor, “zatendünyaya masalını düşmeye gelirmiş

    insan” diyen bir şairin algı-sını… Kent karmaşasın-

    dan uzak, dingin birsesi var ozanın. Şu

    dize de ozana ait:“iki kişiysek nedenüç ağız tadımızvar.”

    “Dünya Le-kesi”, Kömür-cü’nün 2004yılında Varlık Ya-

    yınları tarafındanyayımlanan “Hasar

    Ayini”nden sonrakiikinci kitabı. Kitabın gi-

    rişindeki cümle dikkat çe-kici: “bu kitap okuyanın

    huzurunu kaçırsın diyedir.” MelihCevdet’in “Rahatı Kaçan Ağaç” şiiriniçağrıştırsa da, çok daha farklı birruhun mahsulü bu cümle.Naif, kırılgan buna karşınuyarıcı / dönüştüren biraltyapısı var şiirlerin. Kö-mürcü, düşünsel derinliğiolan; irdelenmesi gerekenbir metnin yazarı… “Başkahayal girmeyince aşkın gir-mediği evlere / kapının se-sine inanmak feci”, “Esna”adlı şiirinden belleğimizedüşen iki mısra…

    KEL�ME KAZICISI80 sonrası olarak nitelendirilen

    son otuz yıllık şiir serüveninde, şair-ler şiirlerini çoklukla kelimeye da-yandırmaktadırlar. Alışıldıkkelimeler ve o kelimelerin yarattığıimgelerle, çağa ayak uyduramayaca-ğını düşünen şair, neredeyse kelimekazıcısına dönüşmüş; içten içe anla-şılmaz şiir iyi şiirdir yargısını zihninenakşetmiştir. Attila İlhan, “HangiEdebiyat”ta şunları söyler: “Çoğu-muz şiiri bir kelime işisanır. En uygun keli-meleri seçmesini,en elverişli mısra-ları kurmasınıbileceksin!Mısra bir ke-lime katarı ol-duğuna göre,temel birimolan kelimeyiusturuplu seç-tin mi, meseleyok, önce mıs-raların, giderekşiirin kurtuldu de-mektir. Kelimeyeağırlık veren şiir anlayışı,kökeninde biçimseldir ya, bu elbettebiçimsel olmayan şiir anlayışı keli-meyi önemsemeyecek demek değil-

    dir. Galiba bütün iş kelimeyi ele alıpdeğerlendirişimizde düğümleniyor.Biçimci tutumda kelime bağımsız birbütündür, kendi başına var olur, şiir-sel değeri yarı yarıya ses yapısında,yarı yarıya anlam yapısındadır, çağrı-şım yükü önemini pekiştirir. Şairinbiri tutar tek kelimeyi, ya da tek tekbağımsız kelimeleri, yan yana getirir,bundan bir mısra örgüsü çıkardığınısanır, ortaya belki mozaiğe benzerbir süs de çıkarır. Bu süs, adından dabelli, gerçekte şiirsel olmaktan çok,dekoratiftir.“ ( sayfa, 366 )

    �A�R�N DERD�Şiirin kelimeye dayandırılması ko-

    nusunda, referans genelde CemalSüreya ve onun maruf “şiir geldi ke-limeye dayandı” sözü olmuştur.Ancak Özdemir İnce, “TabulaRasa”da konuyu şöyle aydınlatacak-tır: “Cemal Süreya, şiir geldi keli-meye dayandı dedi, ama şiirin dilörtüsünü hiçbir zaman sözcüğe indir-gemedi. Cemal düzyazılarında çoğuzaman aforizma formunda söylediğitanımlamaları açıklamak gereği duy-mazdı, çünkü düzyazılarında da şa-irdi. Söylediği cümlenin anlamını(şiir geldi kelimeye dayandı) genç

    şairler onun gibi düşünmedik-leri için, genç ağızlarda sa-

    kızlaşan bu tanımlamaşiirimizin başına çokişler açtı.” (sayfa, 167)

    Seyyidhan Kö-mürcü, “iyi duygularlaiyi şiir yazılmaz; şairinderdi olmalıdır” diyen;belki de Aragon’un“Mutlu Aşk Yoktur”

    şiirine atıfta bulunarak,“mutlu edebiyat yoktur”

    diye de ekleyen bir ozan.Kömürcü’nün, yukarıda de-

    ğindiğimiz şiirin kelime / imge,anlam / biçim dengesinde ne ölçüdekonumlanacağını şimdiden kestir-mek zor olacaktır. Ancak “DünyaLekesi”, bilhassa “dedim belki de bir

    yere üzgün üzgün bakmaktırdünya” bölümündeki şiirleriyle,anlamı önceleyen, mısrayı du-yumsanması güç kutsal metinler-den ziyade; okuyucudaçağrışımlar uyandıran bir dizgeyedönüştüren kitabın adı. Okuyabi-len gözlere!

    (Dünya Lekesi, Seyyidhan Kömürcü, Everest Yayınları, 69 s.)

    80 sonrası olarak nitelendirilen son otuz yıllık şiir serüveninde, şairlerşiirlerini çoklukla kelimeye dayandırmaktadırlar. Alışıldık kelimeler ve o

    kelimelerin yarattığı imgelerle, çağa ayak uyduramayacağını düşünen şair,neredeyse kelime kazıcısına dönüşmüş; içten içe anlaşılmaz şiir iyi şiirdir

    yargısını zihnine nakşetmiştir

    Şair, yel değirmenlerine karşıSEYY�DHAN KÖMÜRCÜ’NÜN ���RLER�: “DÜNYA LEKES�”

    sonra madem insan kal adında bir beladırinsan dalgın bir belgedir kendisiyle hayat arasındaneden eve dönmekten ibarettir hayatneden bazen simsiyah bir doğruyla denilirdevletin ve Allah’ın en iyi fikridir kışbütün evlerin en mükemmel hatasıdır baba…

    Dünya Lekesi

    “DünyaLekesi”,

    Kömürcü’nün 2004y�l�nda Varl�k Yay�nlar�taraf�ndan yay�mlanan

    “Hasar Ayini”nden sonrakiikinci kitab�. Kitab�n

    giri�indeki cümle dikkatçekici: “bu kitap

    okuyan�n huzurunu kaç�rs�n

    diyedir.”

    Naif,k�r�lgan buna

    kar��n uyar�c� /dönü�türen bir

    altyap�s� var �iirlerin.Kömürcü, dü�ünsel

    derinli�i olan;irdelenmesi gereken bir

    metnin yazar�…

  • Aydınlık KİTAP

    MELİS YALÇINStanislaw Lem ismi telaffuz edi-

    lince çoğumuzun aklına “Solaris”geliverir hemen. Yazarın uluslararasıalanda başarı sağlaması da 1961 yı-lında yayımlanan bu başyapıtla ol-muştur zaten. Belki de hatırlamanıninsanın en büyük tra-jedisi ve yine enbüyük yeteneği olma-sıyla ilgili yazılmış eniyi kitaptır “Solaris”;konu bilinçaltı değil,bellektir, onu durdu-ramamaktır. Kitabıokumayanlar bile1971’de ünlü Rus yö-netmen Andrei Tar-kovski tarafındansinemaya uyarlanan“Solaris”e aşinadır.Tarkovski’nin serbestbir uyarlaması olanfilm, ne yazık ki, kitabı okuyanlarınbeklentilerini karşılayamamıştır;buna rağmen kitaptan bağımsız ola-rak düşünüldüğünde, usta yönetme-nin elinin değmesi bilefimi izlenebilir kılmıştırfikrimce. 2002 yılındaSteven Soderbergh ta-rafından yeniden çekil-diğinde ise “Solaris”in,George Clooney’e rağ-men, Hollywoodvari biraşk filminden öteye gi-demediği aşikardır. So-derbergh’in filmhakkında söylediği,“Aşkı biraz daha önplana çıkardık” lafı üze-rine Stanislaw Lem’in,“O öykü aşk öyküsü ol-saydı, ismini ‘Love in Outer Space’koyardım, Solaris değil” dediği riva-yet olunur.

    1921’de Polonya’da doğan Stanis-law Lem, Doğu Bloku bilimkurguyazarlarından olsa gerek, ülkemizdeve dünyada ana akım bilimkurgu ya-zarları kadar tanınmamıştır. Lem’indünyaya açılmasına önayak olan ki-şilerden biri, kuşkusuz, kitaplarınıLehçe’den İngilizce’ye çeviren Ame-rikalı bilimkurgu yazarı ve çevirmenMichael Kandel’dir. Kandel iyi ki çe-virmiştir; çünkü, Türkiye’de hiç

    Lehçe çevirmen yokmuş gibi, Lem’inkitapları aslından değil de hâlâ İngi-lizce’den çevrilmektedir ülkemizde.

    Polonyalı yazar, doktor, filozof vebilimkurgu analisti Stanislaw Lemdin konusundaki fikirlerini şöyle dilegetirmiştir; “Etik nedenlerden do-layı bir ateistim. Etik nedenlerden

    dolayı bir yaratıcıyı, ya-ratısından tanıyacağınızgörüşünü savunanlarda-nım ve dünya bana öyleacı verici bir şekilde bir-leştirilmiş gibi geliyorki, onun birisi tarafın-dan kasıtlı bir şekildeyaratıldığını düşünmek-tense, herhangi biri ta-rafından yaratılmadığınıdüşünmeyi yeğlerim.”Son dönemlerini Varşo-va’da elektriği bile ol-mayan bir evde,kendisiyle röportaj için

    gelen İran’lı bir gazeteciye -kendisihakkında atılıp tutulan iddialardanolsa gerek- bilimkurgudan soğudu-ğunu belirten cümleler kurmuş ve

    daha önceki bir konuşma-sında da “Ölümsüz olma-nın ilk adımı ölmektir,”diyerek 27 Mart 2006’daaramızdan ayrılmıştır.

    Stanislaw Lem’in Pin-han Yayınları’ndan çıkankitabı “Hayali Büyüklük”,Berna Kılınçer tarafındandilimize kazandırılmış.“Kusursuz Boşluk”ta hiçyazılmamış kitapları eleş-tiren Lem, okurlarını birkez daha şaşırtacak gibigörünüyor. Bu sefer debizi, arkasından hiç bir

    şeyin gelmediği, hiç bir sonuca bağ-layamayacağımız karanlık, zekice veher zamanki Stanislaw Lem alaycılı-ğında girişler bekliyor. Erotik X-ışınıfotoğrafçılığı, insanlar ve bakterilerarasındaki sözlü iletişim ve insan ol-mayanlara ait bir edebiyat; kısacasıokuru rğlenceli bir yolculuk bekliyor.

    *Bu kitapta giriş, gelişme ve sonu-cun yerini giriş, giriş ve giriş almıştır.

    (Hayali Büyüklük, Stanislaw LemPinhan Yay.,

    Çev: Berna Kılınçer, 232 s.)

    Giriş, giriş ve giriş*

    Yazma sanatı nicedir hak ettiği tak-diri görmeyi bekliyordu. Bu edebiyatbiçiminin kırk yüzyıllık suskunluğunason vermek ve varlığını borçlu ol-duğu yapıtlarla arasındaki zincirlerikırmak uzun süredir kendini ivedi birihtiyaç olarak hissettiriyordu. Busoylu, ancak değeri bilinmemiş ede-biyat türüne geç kalmış bağımsızlı-ğını kazandırmak için ekümenilizmya da deyim yerindeyse her şeyekadir mantığın çağından daha uygunbir zaman olamazdı. Aslında bu zo-runu görevi bir başkasinin yerine ge-

    tireceğine kesin gözüyle bakıyordum,çünkü bu hem estetik açıdan sanatınevrimsel rotasıyla uyumlu hem deahlaki açıdan zorunlu bir görevdi.Ne yazık ki hesaplarımda yanıldım:İzleyişim ve bekleyişim sonuçsuzkaldı. Her nasılsa giriş sanatını kur-taracak hiç kimse çıkmadı. Bu du-rumda seçme şansım kalmıyor: İçtegelen bir dürtüden çok, bir görevduygusuyla Giriş yazılarının imda-dına koşarak onları bağımsızlığınakavuşturan ve doğumlarında başrolüüstlenen kişi olacağım.

    KİTAPTAN

    S. Lem

  • 27 N�SAN 2012 CUMA Aydınlık KİTAP8

    CENK ÖZDAĞSlavoj Zizek geçen aylarda Türkiye’yegeldi. Seveni sevmeyeni, okuyanı oku-mayanı, anlayanı anlamayanı hepsicümbür cemaat Zizek’in “gizlenen”yüzünü açıklamaya çalıştı. Sisteminaydınları, gazetecileri bu gizemi Zi-zek’in verdiği örnekleri sündürerek;sistem karşıtı aydınlar ise sistemleaynı düzlemde buluşup örnekler üze-rinden Zizek’i eleştirdiler. İki taraf dawikipedia’dan aldıkları malumatlarlabulundukları pencereden Zizek’in si-lüetlerine sarıldılar. Wikipedia’danalınan malumatlarda Zizek’in LiberalDemokrasi Partisi’nden adaylığını gö-rürken bu malumatın hemen üstün-deki Komünist Parti üyeliğini veçıkardığı komünist gençlik dergisinigörmezden geldiler. Marks’ın özlü sö-zünü hatırlamamızın tam da zamanı:Görünenle gerçek bir olsaydı bilimegerek olmazdı! Zizek konusundakihükümlerin ardındaki giz toplumsalpratiği ve bu pratiğin üzerinde yükse-len teoriyi doğru anlamakla ortadankalkacaktır.

    AYNI ALINTILARDANFARKLI SONUÇLARÇIKARMAK

    Zizek’in Kürtlere yönelik otonomidüşüncesini ve Türk Ordusu’nun ope-rasyonlarını savunmasını ayrı ayrı elealıp birincisini parlatan liberal aydın-larla buluşan Ulusalcılar, Zizek’i em-peryalizmin işbirlikçisi olarakgörürken, liberal soldan kimileri ikin-cisini görüp Zizek’i kaba antiemper-yalist ilan etti. Zizek’i eleştiridebuluşan Sungur Savran, Gün Zileli,Nuray Mert, Ekrem Kahraman veSeyyit Nezir hemen hemen aynı alın-tılardan farklı sonuçlar çıkardılar. Buyazarların aynı kişiye karşı buluşmala-rında bir terslik olduğu açıktı!

    Bu yazıda devrimci bir perspek-tifle, Zizek’in tutumunun özüne iliş-kin saptamalarda bulunmayaçabalayacağız. Birçok Marksist’in Fu-kuyama’nın “Tarihin Sonu’’na gön-derme yaparak ideolojiler ve politikasonrası döneme işaret ettikleri ve buyaklaşımı eleştirdikleri şu dönemde,liberalizm ile devrimcilik arasındakicephelerdeki tutumlar kritik sınırlarolarak belirleniyor: a) Örgütsüzlüğe,b) Şiddetsizliğe, insan haklarıcılığınave demokrasiye, c) Robespierre’denStalin, Mao ve Castro’ya dek devrimtarihine, d) Lider kültüne ve e) Em-peryalizme karşı tutum.

    Occupy Wall Street hareketine veArap Baharı’na yaklaşırken Zizek, Ba-diou (“Tarihin Uyanışı” adlı kita-bında) ile hemfikirdir. Örgütsüzlüğüneninde sonunda sistemin ideolojikaraçları tarafından kuşatılmayı, prog-ramsızlaşmayı, Turuncu Devrimleri,Batı yanlısı “laik’’ ya da “İslamcı’’ gö-rünümlü iktidarları getireceğini belirt-mektedir. Bu dönemde devrimci birdisipline ve fedakarlık ruhuna yenidensarılmamız gerektiğini ve bunlarsızmağlubiyetin kaçınılmaz olacağını vur-gulamaktadır. Zizek ve Badiou oluştu-rulacak yeni disiplinin nasıl olacağınınet olarak yanıtlayamamaktadırlar.Ancak tarihe baktıklarında Stalin’i,Lenin’i ve diğer devrimci liderlerin ge-tirdiği mirası sahiplenmektedirler. Bu-günün kendine özgülüğünde nasıl birdisiplin yaratılması gerektiği konu-sunda yapılacak teorik çalışmalarınpratik olmadan sonuç vermeyeceğinive bu açıdan eksik bile olsa tüm dev-rimci çabaların desteklenmesini savun-maktadırlar. Dahası Zizek “KomünistUfuk’’ adlı eserinde Brecht’e gön-derme yaparak parti üyesinin partininortak bilinciyle çatışması durumundaparti içi mücadeleyi destekle-mekte ve partinin bu mü-cadele sonucundakomünist mücade-leye daha da sıkı sa-rılacağınısöylemektedir.Partinin “mutlakbilgi’’sinin ne türbir bilgi olduğukonusunda kafasınettir. Parti ortakgörüşten farklıbakan iki gözle bir-likte binlerce göze sa-hiptir. Liberalizmlemücadelenin kişinin özdisip-liniyle, parti içindeki mücadeleyleve esas olarak sisteme karşı örgütlü birmücadeleyle birleştirilmesi (dahasıbunlardan ayrı bir şey olmadığını da)gerektiğini vurgulamaktadır. İnsanınörgütsüzken de sistemin ideolojik ay-gıtları ve kişinin yaşamsal uğraşısı (işi,

    sınıfı, ailedeki yeri vb.) nedeniyle ideo-lojik bir varlık olduğunu söylerken“doğal bakış’’ denenin tam da bu ideo-lojik bakış olduğunu söylemektedir.Bu anlamda ideolojinin Leninist anla-mına sahip çıkmaktadır. Bu kullanımıMarks’ın “çarpıtılmış gerçeklik’’ ola-rak andığı kullanımla birleştirmekte vebu çarpıtılmış gerçekliğe “yamuk ba-karak’’ (Zizek’in “Yamuk Bakmak’’adlı kitabında ayrıntılarıyla açıkladığıgibi), yani sistemi yıkmaya çalışan birideolojik çerçevede bakarak hakikatinbelireceğini savunmaktadır.

    S�STEM�N ��DDET�NE KAR�IBu anlamda şiddeti soyut olarak

    ele almaktansa devrimci ve gerici şid-det olarak ikiye ayırarak devrimci te-

    rörü savunmaya girişmektedir. Bunuyaparken de gerilla mücade-

    lesinden öte bir şiddet an-layışını imlemektedir.

    Örgütlü bütün, ger-çeği yeniden kavrar-ken ve nesnelgerçekliğe müda-hale ederken siste-min şiddetine karşısavaşmak zorunda-dır. Dolayısıyla

    barış için savaşıl-malı, şiddeti ortadan

    kaldırmak için ör-gütlü halk parti tarafın-

    dan seferber edilmeli,sisteme karşı devrimci şiddet

    uygulanmalıdır. Stalin savunusu tamda burada önem kazanmaktadır. Ay-rıntıları bu yazıyı aşacağı için EncoreYayınları tarafından basılan bir kita-bın adını anmakla yetineceğiz: “Stali-nizm ya da Stalin İnsanın İnsanlığınıNasıl Kurtardı?’’

    İnsan haklarıcılığın ve liberal de-mokrasi savunuculuğunun sisteminyeni bir aracı olduğu konusundaZizek ve Badiou mutabıktır. Buradasorulması gereken 1980’lerin sonun-daki Zizek’in mi yoksa NATO, İnsanHakları örgütleri gibi araçlara düş-man olduğunu söyleyen 2000’lerin Zi-zek’inin mi felsefesi açısından dahagerçek olduğu sorusudur. Bu iki zıd-dın birisine liberal medyanın alıntılarıüzerinden sarılan, yanlış bir değerlen-dirme yapmış olacaktır.

    Robespierre’in devrimci terörü Ba-tı’da hemen herkes tarafından kına-nırken, Stalin düşmanlığı tavanyapmışken, Mao’ya burun kıvırmakentelektüel bir erdem haline gelmiş-ken ve İslam karşıtlığı sağduyu gereğigörülürken Batılı bir filozofun tümbunlara aksine Arap Baharı, WallStreet işgali gibi olaylara devrimci birgözle bakması alkışlanacak bir du-rumdur. Zizek’te bugünün çelişmeleriçerçevesinde görülmesi gereken esasyan bunlardır.

    DEVR�MC� PRAT�K VE TEOR�Saddam’ı, Esad’ı ve dahası Cha-

    vez’i bile eleştirirken, Türkiye’yiNATO mütteffiki olarak gördüğühalde Türk Ordusu’nun operasyonla-rını savunması ve buna sempati duy-ması, ABD’nin Ortadoğu planlarınakarşı eleştirdiği liderlerin cephesindedurması, soyut bir barış yerine aktifpolitikayı savunması emperyalizmkarşısında doğru bir tutum aldığınıgösterir. Her şeyi bir yana bırakalımTV programlarında ve Batı Dünya-sı’nda sergilenen karşıtlığa bakalım.Zizek ve Badiou gibi devrimci aydın-ları konuk eden FOX çalışanları,BBC muhabirleri sordukları sorularlaStalin, Chavez ve Ahmedinecad düş-manlıklarını bu aydınlara yöneltmek-tedirler. Bu saldırılara karşı yanıtvererek Batı’da Batı’nın yalan dünya-sına “Yamuk Bakan’’ bu aydınlarönemli bir görevi yerine getirmekte-dirler. Son olarak Zizek ve Badi-ou’nun geleceğe ve bugün neyaptıklarına ilişkin sorulara verdiklerisamimi yanıtı hatırlatmakta yarar var:Halkların devrimci pratiği olmadanyeni bir teori ortaya atılamaz. Batı’nındüşünsel krizinin nedeni işte bu dev-rimci pratiğin yokluğudur. Bu aydın-lar (özellikle de Alain Badiou)Garbın Afakından Doğu Halklarınaseslenmektedir: Pratiğiniz devrimciteoriyi yaratacak!

    Görünen ile gerçek bir olsaydı... Z�ZEK, BADIOU VE ÇARPITILMI� GERÇEKL��E “YAMUK BAKMAK”

    İnsan haklarıcılığın ve liberal demokrasi savunuculuğunun sistemin yeni biraracı olduğu konusunda Zizek ve Badiou mutabıktır. Stalin savunusu tam da

    burada önem kazanmaktadır. Ayrıntıları bu yazıyı aşacağı için EncoreYayınları tarafından basılan bir kitabın adını anmakla yetineceğiz: “Stalinizm

    ya da Stalin İnsanın İnsanlığını Nasıl Kurtardı?’’

    Zizek“Komünist

    Ufuk’’ adl� eserindeBrecht’e gönderme

    yaparak parti üyesininpartinin ortak bilinciyle

    çat��mas� durumunda parti içimücadeleyi desteklemekte ve

    partinin bu mücadelesonucunda komünist

    mücadeleye daha da s�k�sar�laca��n�

    söylemektedir

    Zizek Badiou

  • 27 N�SAN 2012 CUMA 9Aydınlık KİTAP

    M. SALİH [email protected]

    “İnsanlığın en eski ve en güçlü duy-gusu korkudur ve en eski, en güçlü

    korkusu ise bilinmeyenin korkusudur”– H. P. Lovecraft

    Bu köşede şu ana kadar bilim-kurguedebiyatına yer ayırabilmiş, incele-meye söz verdiğim diğer türlere (fan-tastik kurgu, korku edebiyatı, süperkahraman harici çizgi romanlar) iseyer bulamamıştım. Bu yazıyla birliktekorku edebiyatına da kısaca girmişolacağız.

    Korku edebiyatının kökenleri ol-dukça eski tarihlere uzansa da eski ta-rihli eser ve mitlerin, “korku” öğesini,tanımlama ve formülasyon dışında tu-tarak kullanması yüzünden türün, 18.yüzyılda Horace Walpole’un “OtrantoŞatosu”nun yayımlanmasıyla beraberyeniden formüle edilişini başlangıçkabul ederek incelemek durumunda-yız. Korku edebiyatı, biçim, form vekurgu bakımından, gerilim, gizem,tuhaf, canavar, karanlık fantezi, cina-yet, suç, spekülatif, gore gibi alt kurgutürlerine bölünse de temel olarak ikigruba ayrılır: “doğa üstü korku” ve“doğa üstü olmayan” korku. Yazıldık-ları dönemlerin korkularıyla paralelolarak, 18. yüzyılda korku edebiyatı,yalnızlık, insani özden uzaklaşma, de-lilik, sanrılar, mitolojik öğeler ve kâ-buslar çevresinde şekillenirken, 21.yüzyılda şehirleşme, yalnızlıktan(somut anlamda elbette) uzaklaşma,korkuların mitolojilerden insan kay-naklı faktörlere evrimi, söylence veateş başı öykücülüğündeki azalma,teknolojinin günlük hayata şiddetlisaldırısı gibi sebeplerle doğa üstü kur-gudan gitgide uzaklaşmaya başladığınıgözlemleyebiliriz. 18. yüzyılda elbettegotik korku edebiyatının da etkisiyleyazılan roman ve öykülerdeki epik,derin, drama faktörünü barındıran,karakterleri özenle yaratılmış, insaniduyulara ve imgelere nokta atışı yapan

    anlatımların yerini de çağımızda neyazık ki daha basit, yüzeysel, çocuklarıdahi güldürecek, yapay anlatımlar,gün geçtikçe daha fazla almaktadır.Bir başka deyişle günümüzün korkuedebiyatı kendi mitolojisini ve anlatı-sını bulmaktan çoğunlukla acizdir vedevamlı olarak eski eserlerin kurgula-rını sömürmektedir.

    GERÇEKL���N KESK�NKORKUSU

    Bu nedenledir ki Bram Stoker’ın“Dracula”sından sonra yazılmış dahaiyi kurgulu ve anlatımlı tek bir vampiröyküsü bulunmamaktadır. ÇünküBram Stoker’ın klasik eserinde de gö-rüleceği üzere kurguda önemli olantek faktör ne Dracula’nın kendisi nede korkudur. Üstelik kurguyu tamam-ladıktan sonra, anlatımı tamamen boşverip kurgunun çekiciliğine de sığın-maz. Kurgusuna anlatım formu yara-tır. Eski korku edebiyatı ustaları ilegünümüz korku edebiyatı yazarlarınınen büyük ayrımı da bu noktada ortayaçıkar. Edgar A. Poe’nun şu sözü du-rumu özetlemek için yeterlidir: “Ger-çekliğin keskin korkusu olmadan,kelimelerin aklı etkileyici bir gücüyoktur.” Bunda elbette, sinemanın sa-dece görsel anlatım vasıtasıyla hebaettiği yüzlerce korku kurgusunun vebu kuşatma altında kalan izleyicinin,“korku edebiyatı ancak çocuklar için-dir” hatalı varsayımlarının da rolü bü-yüktür. Üstelik kişisel gözlemim,kurgunun içine girebilmek için okumaesnasında mutlaka yalnız ve sessiz birortamda bulunmak mecburiyetinde ol-duğunuz tek tür, korku edebiyatıdır.Şehir yaşantısı içinde pek de sağlaya-mayacağımız bu okuma durumu da dışetkenler tarafından saldırıya uğra-makta ve okuyucunun kurguyla kay-naşmasını engeller hal almaktadır.Daha fazla örneklerle inceleme için;korkunun kökenleri ve korku kurgula-rının günümüzün sinema, edebiyat vetelevizyon dünyasında kullanımı hak-kında okuduğum en çarpıcı incelemeolan Stephen King’in yarı otobiyogra-fik kitabı “Danse Macabre” ile birlikteGina Wisker’ın “Horror Fiction”,Noel Carroll’un “The Philosophy OfHorror”, S. T. Joshi’nin “The Evolu-tion Of Weird Tale” ve “The ModernWeird Tale” kitaplarını tavsiye ede-rim. Doğa üstü korku edebiyatı üstünebir başka güzel inceleme de Howard P.Lovecraft’in “Supernatural Horror in

    Literature” makalesidir. Makale“http://www.hplovecraft.com/writings/texts/essays/shil.asp”http://www.hplo-vecraft.com/writings/texts/essays/shil.asp adresinden ücretsiz okunabilir.

    YETERL�TERCÜME YOK

    Daha önceki yazılardatercüme bilim kurgu ede-biyatı için dile getirdiğimveryansın, ne yazık kikorku edebiyatı için de ge-çerlidir. Elbette E. A. Poe,H. P. Lovecraft, Bram Sto-ker, Robert-Louis Steven-son, Mary Shelley gibiklasik yazarların yanı sıramodern korku kurgucularının da enazından “çok-satan” olanlarının tercü-mesine ulaşma şansına sahibiz. Fakatbilim-kurguda olduğu gibi korku edebi-yatında da daha pek çok önemli ismintercümesine ulaşamıyoruz. Bu nedenle,türün klasik isimlerinden sayılan vedaha önce Türkçeye sadece “Karanlıkta33 Yazar” öykü derlemesi (İthaki Ya-yınları) ve Jorge Luis Borges’in “BabilKitaplığı” (Dost Kitabevi Yayınları)kapsamında (22. kitap) tercüme edilenArthur Machen’i, hem de alanında kültkabul edilen “Büyük Tanrı Pan”ı ile di-limize kazandırdığı için izninizle Mo-noKL yayınevi önünde şapka çıkarıyorve yazarın diğer kitaplarını da (özel-likle, başyapıtı olarak gördüğüm “TheHill of Dreams”) dilimize kazandırma-sını umuyorum. Stephen King, “BüyükTanrı Pan”ı “belki de İngiliz dilinde ya-zılmış en iyi korku öyküsü” olarak ta-nımlar. H. P. Lovecraft ise kitap için,“Supernatural Horror in Literature”makalesinde, hiç kimsenin, kitabınsahip olduğu, her paragrafı saran, gide-rek artan merak ve “korku”sunu anlata-mayacağını belirtir. Kitap için eleştirisiise neredeyse absürt sayılabilecek kadarfazla tesadüfü içermesidir. Machen,Borges’in de büyük yazar olarak kabulettiği yazarlardandır. Işıl Yüce tarafın-dan tercüme edilen “Büyük Tanrı Pan”kitap olarak yayınlandığı 1894 tarihin-deki gibi “En Derindeki Işık” öyküsünüde içererek basılmış.

    �Y� K�TAPLARIN SIRLARIMachen’in Pan’ı ne Tom Rob-

    bins’in Pan’ı gibi (bkz. “ParfümünDansı”, Ayrıntı Yayınları) eğlencelibir karakterdir, ne de Lord Dun-sany’nin Pan’ına (bkz. “The Blessing

    of Pan”) benzer. Kitabın, H. P. Lovec-raft’ın “Dunwich Horror” öyküsündederin izleri görüldüğü gibi, Peter Stra-ub’un “Hayalet Hikayesi”ne (İthakiYayınları) de ilham olmuştur. Mac-hen’in pek çok kitabı “korku” öğeleri-nin yanı sıra bilim-kurgu öğelerininizlerini de taşır. Psiko-coğrafyanın ön-cülerinden biridir. Özellikle günü-müzde, korku edebiyatıyla meşgulolan pek çok yazarın da eserlerinintürler arasında mekik dokuduğunu,fantastik kurgu ve bilim-kurguylazaman zaman iç içe girdiklerini,

    “korku” öğelerini farklı kay-naklardan sağladıklarını söy-lemek mümkündür. “BüyükTanrı Pan”ın tematik doku-nuşları ilk okuyuşta tam ola-rak algılanamayabilir vedahası ilham kaynağı olduğudiğer yazarların ve kitaplarında okunmasıyla yerli yerineoturur. Stephen King’in dedediği gibi, “iyi kitaplar,bütün sırlarını bir kere deortaya dökmezler.”

    Bilim-kurgunun aksine, korku edebi-yatına yönelik önyargı ve yanlış bilgile-rin, kısa bir yazıyla yıkılamayacağınıbildiğimden ve tür için yanlış yönlendir-melerin yıllardan beri süregeldiği ger-çeğinin omzuma bıraktığı büyük yüksebebiyle “korku edebiyatı”nın nedenokunması ve üzerine titrenmesi gere-ken bir tür olduğuna değinmeyeceğim.Onun yerine, korku edebiyatına gönülveren herkesin de kabul edip, onaylaya-cağı ve önyargılara karşı oldukça kısave güzel bir cevap teşkil eden, StephenKing’den şu alıntı ile vedalaşalım: “Ca-navarlar gerçektir, hayaletler de öyle.İçimizde yaşarlar ve bazen kazanırlar.”

    Kısa-cevap: Gelen e-postalar için te-şekkür ederim. Sıklıkla sorulduğu için,bu satırlardan yanıtlamam daha doğruolur. Okurlarımız, Türk bilim-kurguedebiyatının var olup olmadığı tartışma-ları bir yana, Türk edebiyatında bilim-kurgunun yeri için kapsamlı biraraştırmanın mevcut olup olmadığınısıkça soruyorlar. Türk edebiyatındabilim-kurgunun varlığı, geniş bir tar-tışma konusu olduğundan, bu konuyaşimdilik değinmiyorum ancak kaynakkitap olarak, sadece edebiyata yönelikyayımlanmış, tek araş-tırmanın MazlumAkın’ın oldukça özenlive açıklayıcı “TürkÇocuk EdebiyatındaBilimkurgu” kitabı ol-duğunu belirtmeliyim.Eğer gözümden kaçanbaşka bir araştırma ki-tabı varsa da bilmiyorum.

    (Büyük Tanrı Pan, Arthur Machen,MonoKL Yay., Çev: Işıl Yüce, 165 s.)

    “DRAKULA”DAN “DANSE MACABRE”YE KORKUNUN KURGUSU

    BABİL BALIĞI

    Korku edebiyatı, yalnızken okunur!

    Machen

  • 27 N�SAN 2012 CUMA Aydınlık KİTAP10

    MUSTAFA SOLMAZÜretimle uğraşan sanayici ve tüccarınsistemin kenarlarına sürüldüğü, sıcakpara komisyonculuğu ve faiz gelirinin(büyük şirket gelirlerinin yüzde80’ine yakınını oluşturuyor), mafya vetarikat rantının egemen olduğu birekonomiye sahibiz. Emperyalizminemrinde mafya-tarikat diktatörlü-ğünü yaşıyoruz. Acımasız, altta kala-nın canının çıktığı, kuralsız, sınırsız,ölçüsüz ve miyop bir aç gözlülük sözkonusu. Ufuk Söylemez de zaten ki-tabının adını “Vicdanlı KapitalizmYoktur” diye koymuş. “KumarhaneKapitalizmi” olarak da adlandırabile-cek bu sistemin baş aktörleri de sıcakpara komisyoncuları, borsa vurguncu-ları, hortumcular ve tarikat rantçı-ları... Saltanatın sürmesi içinse içtemedya ve hükümet eliyle yurtsevergüçler ve TSK itibarsızlaştırılmış,içeri atılmış, emperyalizme direnecekolanlar telefon dinlemeleri, “sehven”kayıtlar, tutuklamalarla korkutul-muştur. Bir yandan da kamu kaynak-ları sadaka zihniyetiyle gıda, giysi,yakacak yardımlarıyla dağıtılarak,yoksul halk AKP’ye bağımlı kılınmış-tır. Türkiye’nin bu duruma 2001’deIMF ve onun işbirlikçileri eliyle sü-rüklendiğini vurgulayan Söylemez,IMF’nin cari açığının milli gelire ora-nının en yüksek (yüzde 10) olduğu ül-kemizi övmesini ise şaşırtıcıbulmuyor.

    B�R GECEL�K EKONOM� Türkiye sıcak paranın egemenliği

    altında yaşıyor. Kısa vadeli sermayehareketleri olarak da bilinen sıcakparanın gelmesi için dünyanın enyüksek faizini ödüyor ve en yüksekfaiz dışı fazlaya da (yüzde 6,5) nedenoluyor. Sıcak para sıfırdan yatırım, is-tihdam yerine mevcut karlı ve piyasapayı olan işletme ve kuruluşları devirve satın alma yoluyla geliyor. Üret-meyen, gecelik-haftalık-aylık kısa va-deli fon girişiyle ekonomi,emperyalizmin dümenine giriyor.Sıcak paracılar, ABD’de yüzde 0,25,AB’de yüzde 1 olmayan faiz oranlarıkarşısında, ülkemizdeki yüzde 8-9’dan gayet memnunlar. Türkiye eko-nomisi uluslararası bankacılık dilindebir gecelik işlemlerin gecelik faizleriiçin kullanılan “overnight” ekono-miye dönüştürülmüş durumda.

    Yazar, sıcak paranın denetlenmesiaçısından ülkede kalış süreci ve mik-tarıyla olarak kademeli vergi öneri-

    yor. Aksi halde sıcak parayla ve dışborçla, hemen her şeyi ithal eden,içeri de de insanları gelirleriyle oran-tılı olmayan şekilde borçlandıraraktüketimi pompalayan ekonomi, aç-mazla karşılaşacak. Cumhuriyet tari-hinin en ağır cari ve dış ticaret açığıveriliyor. Üretimin yerini ise ithalataldı. Özellikle ara malların ithalindedışa bağımlılık arttı. Her 100 araba-nın 70’i ithal. Ara malı ucuz dövizleithal eden Türkiye, imalatı ve Küçükve Orta Boy İşletmeleri (KOBİ) çö-kerterek işsizliği artırmıştır. Tüketimtoplumuna dönüştürüldüğümüzün ensomut kanıtı, 2 milyon insanın kredikartı ve tüketici kredisi borçlarındandolayı icralık olması.

    BORSA ÜZER�NDEN�ANTAJ

    Pamuk ipliğine bağlı ekonomi“borsa ile tehdit” edilerek yönetiliyor.Ekonomi ve borsa şantaj aracı olarakordu ve millet üzerine baskı uygulanı-yor. Yazar, TSK’nın Cumhuriyet de-ğerleri, milli birlik yönündekiuyarılarının borsayı düşürdüğü birekonomiden halka bir hayır beklemi-yor. Vatandaşın yüzde 1’nin bile hissesahibi olmadığı İMKB, borsa vurgun-cularının oyun alanına dönüşmüş du-rumda. Söylemez, borsanın milletegemenliğine karşı hareketlerini deyazar ironik bir şekilde dile getiriyor:“Borsa yükselsin de, isterse Kıbrıs’ısatalım; borsa yükselsin de yanıbaşımızdaki Barzanici teröreve kukla devlete göz yu-malım; borsa yükselsinde Sorosçuların, yo-bazların, bölücülerinat koşturduğu buayıplı sözde demok-rasi oyunu aynensürsün; borsa yük-selsin de sözde Ata-türkçü, özdeCumhuriyet ve Ata-türk düşmanı yobazdüşmanı zihniyet Cum-hurbaşkanlığı makamınıisterse işgal etsin, diye düşü-nen bir anlayış mı ülkemizde ege-men kılınmak isteniyor?”

    Sıcak paracıların aldıkları yüksekfaizlerin sürdürülmesi açısından “pi-yasalar ürkmesin” söylemi halkı kan-dırmada önemli bir işleve sahip.Konut kredisi kullanan, kedi kartıborcu olan, tüketici kredisi kullananhalk “istikrar bozulmasın, piyasaların

    gazabı üzerimize olmasın ” diyerekAKP’ye mecbur oluyor.

    “SERMAYEN�N M�LL�YET�YOKTUR” SÖYLEM�

    “Sermayenin milliyeti yoktur” söy-leminin özelleştirmelerin meşruiyeti-nin gerekçesi olduğunu ortaya koyanyazar, emperyalizmin bu konudanasıl ikiyüzlü olduğunu da sergiliyor.Yabancıya mal satışı “globalleşmeningereği” olarak sunulurken ulusalçıkar “o da ne ola ki” denilerek kü-çümseniyor. Özellikle bankacılık gibikritik bir sektörde yabancılaşmanınayrı bir önemi var. Yabancı bankalar,üretimin, istihdamın, yatırımın esasaktörleri KOBİ ve yerel üreticilerideğil, büyük sermayeyi desteklemek-tedir. Yabancı banka açısındanönemli olan üretim ve istihdam değil,en yüksek faizi sağlamak olunca sek-tördeki yabancılaşma da (AB’deyüzde 16 iken bizde yüzde 42) önemlibir tehdit kaynağı oluyor.

    2001’de IMF programının çökme-siyle krize giren Türkiye, emperyalist-lerin isteğine uyarak piyasaya vebankalara mali destek sağlamamış,çok sayıda bankanın batmasına se-yirci kalmıştı. AB, ABD ve Japon-ya’da ise yabancı bankaların devletdesteğiyle ayakta kalabildiklerini gör-dük. Emperyalistlerin bu tutumu “re-kabetçi piyasa”nın gelişmemişülkeleri kandırmaktan başka bir an-

    lamı olmadığını gösteriyor. ABve ABD’de devletin eko-

    nomideki payının biz-den yüksek olması da

    bir başka kanıt.

    AB �LEMASKEL�BALOB�T�YOR

    Türkiye’ninAB üyeliğine

    karşı itirazlar dadaha yüksek perde-

    den dile getiliriyor.AB’nin motor gücü sa-

    yılan Fransa ve Almanya,Türkiye’nin bütün koşulları

    yerine getirse de üye yapılmayacağınıdile getirdiler. Halkımıza “medeniyetprojesi”, “zenginleşme fırsatı” olaraksunulan AB, hem Türkiye karşıtı faa-liyetleri nedeniyle Türk insanın gö-zünden düşmüş hem de AB,Türkiye’yi istemediğini belirtmiştir.AB’ye alınmayacak Türkiye uyuştu-

    rucu ticareti, kaçakçılık, yolsuzluk, vbyasa dışı yollarla elde edilen kirli pa-ranın rahatlıkla aklandığı bir açıkpazar haline getirilen bir ülke olmasıisteniyor.

    Kumarhane kapitalizminin karşı-sında “kapalı bir devletçi kollektivistbir modeli” (sosyalist ekonomi) deönermeyen Söylemez, üçüncü biryolu olanaklı görüyor. Ülkenin dina-miklerini, varlıklarını, insan kaynak-larını, jeostratejik konumunu, üretimgücünü odağa koyan bir yol öneriyor.İnsafın, vicdanın olmadığı bu düzeninkapitalizm olmadığını söyleyen yazar,3. Yol’un kapitalizm dışında bir seçe-nek olmadığını ve “insaflı” olacağınıda öngörmüş oluyor. Aslında kapita-list gelişmesi emperyalizm tarafındanengellenen bir ülkenin ekonomisininvaracağını nokta da kumarhane kapi-talizminden başka bir şey olamazdı.Emperyalizmin güdümünde, kuralın,insafın olmadığı bir vahşi kapita-lizm... Ülkemiz için bundan sonra ka-pitalist bir yoldan gelişme olanağıemperyalizmin eşitsiz gelişme yasasıgereği olanaklı görünmüyor. Çünküemperyalizm, sermayesini yayarak,ülkemizde görüldüğü gibi sıcak para,dolar vurgunculuğu, borsa oyunla-rıyla önemli bir kaynağı kendisine ak-tarıyor. Ayrıca kapitalizmi savunupda AB, ABD’ye direnerek üretimi ar-tıracak, kapitalizmi daha “insaflı,eşitlikçi” uygulayarak üretici güçlerigeliştirecek etkili bir siyasal aktör deyok. Bu bakımdan kapitalizmin insaf-lısını aramak boş bir çabanın ötesinegeçemez. Kapalı bir ekonomi olma-makla beraber yazarın da vurguladığıgibi ülke kaynaklarını harekete geçi-ren, üretim esaslı, kamucu ekonomiyibir an önce oluşturmamız gerekiyor.

    (Ekonomi ve Siyasette Üçüncü YolMümkün / Vicdanlı Kapitalizm Yok-

    tur, Ufuk Söylemez, Destek Yay., s. 416)

    Kumarhane kapitalizmi ve kirli para“Borsa yükselsin de, isterse K�br�s’� satal�m; borsa yükselsin de yan� ba��m�zdaki Barzanici teröre ve

    kukla devlete göz yumal�m; borsa yükselsin de Sorosçular�n, yobazlar�n, bölücülerin at ko�turdu�u

    bu ay�pl� sözde demokrasi oyunu aynen sürsün”

    UFUK SÖYLEMEZ’DEN “V�CDANLI KAP�TAL�ZM YOKTUR”

    Yabanc�banka aç�s�ndan

    önemli olan üretim veistihdam de�il, en

    yüksek faizi sa�lamakolunca sektördeki

    yabanc�la�ma da (AB’deyüzde 16 iken bizdeyüzde 42) önemli bir

    tehdit kayna��oluyor

  • CAFER YILDIRIMNazım Hikmet “Orkestra” adlı şii-

    rinde, sazın, sazla oluşturulan müzika-litenin ve tabii ki saz eşliğindesöylenen şiirin artık ömrünü doldur-duğunu, yeni hayatı anlatamayacağınısavunur.

    Saz sanatını icra edenlere, saz sana-tını şiirle buluşturanlara ciddi bir hır-çınlıkla ve kafiyeli olarak şöyleseslenir:

    “Bana bak!Hey!Avanak!”

    Nazım, ünlemli üç cümlenin ardın-dan üç telli sazı bir “zırıltı” olarak ni-teler.

    Nazım’ın gerekçesi, sosyal ve siyasalyaşamımızda sıkça rastladığımız o bil-dik gerekçedir: Değişim. Artık hayatdeğişmiştir. Milyonlarca insan ortak çı-karları ve ortak değerleri etrafında bü-tünleşmiştir. Bu insanlar yeni birdünyanın temelini atmak için çırpın-maktadır.

    “Üç telinde üç sıska bülbül ötenüç telli sazdağlarla dalgalarla kütleleri

    ileriatlatamaz!

    Üç telli sazYatağını değiştirmek isteyen

    köylerden, şehirlerdenaldığı hızla

    milyonlarla ağzıbir tekağızlagüldüremez!Ağlatamaz!”

    Nazım’ın, milyonlarca insanınortak çıkarları etrafında buluşmasın-dan, yeni bir dünyayı hedeflemesin-den kastı, sosyalizm alanındakigelişmelerdir.

    Bu yeni bir durumdur. Yeni du-rumların yeni enstrümanlara, yeni an-layışlara ihtiyacı vardır.

    Nazım “Orkestra” şiirini 1921’de

    yazmıştır.Üç telli saza saldırırken hedefinde

    belli ozanlar mı vardır yoksa gelenek-sel bir tutuma mı karşı çıkmak-tadır, bilemiyorum. Fakat1931 yılında AhmetKutsi Tecer öncülü-ğünde Halk Şairle-rini KorumaDerneği’nin ku-rulduğunu biliyo-ruz. Ve bu dernektarafından aynıyıl Halk ŞairleriBayramı düzenle-niyor. Bu faaliyet-lerle birlikte ÂşıkVeysel, âşık tarzı şiirgeleneğinin temsilcisiolarak sivriliyor. Bu sü-reçte saz geleneği, millî kültü-rün ayağa kaldırılması adına Veyselüzerinden Veysel aracılığıyla devleteliyle topluma sunulup yüceltiliyor.Ve Veysel yerel bir isim olmaktançıkıp ulusal bir değere dönüşüyor.Nazım’ın, zaten zayıf düşmüş birsanat tarzı ve anlayışıyla cebelleş-meye kalkmasının ardındaki gerçeksebep büyük bir ihtimalle devletin bualandaki çalışmaları ve milli kültüradına saz şiirini yüceltme çabalarıdır.

    Nazım’ın, hırçın sesini on yıllık birgecikmeyle de olsa duyması ve üze-rine alınması gereken şairin ise Vey-sel’den başkasının olmaması gerek.Sivas’ın uzak köylerinde Nazım’ınsesini duymamış, saz şiiri geleneğinevurduğu kılıç darbelerini âmâ oza-nımızın hiç görmemiş olması ise işinsevindirici tarafıdır.

    SOSYAL�ZM VECUMHUR�YET

    Nazım ile Veysel apayrı yaşamalanlarından gelmişti. Nazım

    kentli, Veysel köylüydü.Nazım Türk şiir biri-

    kiminin toplamına va-kıfken Veysel sadecehalk şiir birikimiylebeslenmişti. Na-zım’ın yabancı dilivardı ve dünya şii-rini de iyi tanıyordu.Nazım bütün öm-

    rünü sosyalizm mü-cadelesine vakfetmiş;

    coşkun, birikimli veinatçı bir dava adamıydı.

    Veysel ise minnet içindeCumhuriyet’e gönül düşürm-

    üştü.İstenirse bu iki değerli sanat insanı-

    mız arasındaki ayrılık noktaları dahada çoğaltılabilir. Türk şiirinin iki uzakbölgesinden topraklarımıza ses düşür-müş olan bu iki şairin Erzincan’la ilgiliyazdıkları şiirleriyle birbirlerine nekadar çok yaklaştıklarını ise şaşkın-lıkla fark ettim.

    Erzincan depremiyle ilgili şiirindeVeysel tabii ki hep durduğu yerdedir.Söyleyiş tekniği, kullandığı imgeler biryenilik, bir farklılık göstermez. Fakatsomut bir olayın ve olayla ilgili du-rumların, duyguların yansıtılmış ol-ması, halk şiiri formu içindebelirginlik gösteren genel anlatımçerçevesine bir sahicilik kazandırmış-tır. Bu somutluk ve sahicilik özellik-leriyle Veysel’in “Sam Değmiş” şiiri,

    Nazım şiiri yanında bir aykırılık gös-termemektedir.

    Nazım, “Kara Haber”in söyleyi-şinde halk şiirinin söyleyiş tekniğindençokça yararlanmıştır. Halk yaşantısınaait motiflerin yoğunluklu olarak kulla-nılması, anlatımda sözsel şiire dahayakın durulması, denebilir ki Nazım’ıVeysel’e hayli yaklaştırmıştır.

    TANIKLI�I SAH�C� KILMAK Bir şehri apansız kuşatan felaketin

    ölümün eliyle bıraktığı acı, her iki şai-rin ortak temasıdır. Fakat onları birbi-rine yaklaştıran özellik sadece temasalortaklıkları değildir. Bu temayı işleyiş-lerinde gösterdikleri hüner ve hislerin-deki samimiyettir.

    Büyük acıların, büyük hissedişlerinkaynağında tükenmez bir insan sevgi-sinin bulunduğunu ise biliyoruz.

    Tanıklığı sahici kılmak, kurduğuanlatım evrenine okuru çekebilmek,okuru yansıttığı duyarlıklarla buluştu-rabilmek şairlik yeteneğiyle ilgili ol-duğu kadar şairin gerçekliğisamimiyetle kucaklamasıyla da ilgilideğil midir? Tanıklık da böylesi birön koşuldan sonra anlam kazanır.Kurduğu duygu evrenine okuru çeke-meyen, okuru estetik etki alanına so-kamayan tanıklığın kime ne yararıolur.

    Deprem felaketi gibi evrensel bir te-manın işlenişinde dahi farklı şairleringösterdikleri benzerlik, kurulan yük-sek şiirsel yapıların temelindeki sırla-rın açık edilmesi bakımından iyi birörnek oluşturmaktadır.

    Görüyoruz ki yüksek şiir yapılarınınanahtar kavramları insan sevgisi, sami-miyet, doğallık, sahicilik ve bütün bun-ları kucaklayan toplumsal duyarlıktır.

    Aynı gerçekliği tersinden de dillen-direbiliriz: Toplumsal duyarlık, amaharcı samimiyet, insan sevgisi, doğal-lık, sahicilik ve gerçeklik gözlemiyleyoğrulmuş olan toplumsal duyarlık.

    Nazım Hikmet ile Aşık Veysel’i buluşturan köprü

    27 N�SAN 2012 CUMAAydınlık KİTAP 11

    Nazım’ın, hırçın sesini on yıllık bir gecikmeyle de olsa duyması ve üzerinealınması gereken şairin ise Veysel’den başkasının olmaması gerek. Sivas’ın uzak

    köylerinde Nazım’ın sesini duymamış, saz şiiri geleneğine vurduğu kılıçdarbelerini âmâ ozanımızın hiç görmemiş olması ise işin sevindirici tarafıdır

    Kimi ana vermiş kimi babaNice yavru vermiş gelmez hesabaFelek kor insanı ne kaptan kabaTarihli felaket nişan Erzincan

    Bahar gelir güller açmaz bağındaKainat uykuda hep yatağındaBir seher vaktinde uyku çağındaFeryadı dağlardan aşan Erzincan…

    “Sam Değmiş”tenKimisi altı aylık,kimisi sakalı ak, kimi on üç o

    n dört

    yaşında;kimi yola gidecekkimi mektup bekleryan yana sırt üstü yatan ölüle

    r…

    Yayıkta yağ vardı, dövülemedi,

    ak peynir torbaya koyulamadı,

    hasret gitti ölülerdünyaya doyulamadı…

    “Kara Haber”den

    �kide�erli sanat

    insan�m�z aras�ndakiayr�l�k noktalar� daha daço�alt�labilir. Türk �iirinin

    iki uzak bölgesindentopraklar�m�za ses dü�ürmü�olan bu iki �airin Erzincan’la

    ilgili yazd�klar� �iirleriylebirbirlerine ne kadar çok yakla�t�klar�n�

    ise �a�k�nl�kla fark ettim

  • 27 N�SAN 2012 CUMA KAPAKAydınlık KİTAP12

    PINAR AKKOÇ-DAMLA YAZICITarihte yaşananları ve çeşitli şahsiyetlerikurgulaştırarak anlatan yapıtlara, gerekekranlarda gerekse kitap raflarında es-kiye göre daha sık rastlıyoruz. Veriler,okurun ve izleyicinin bu tür yapıtlara il-gisinin yoğunlaştığını gösteriyor. Bu ya-pıtlarda tarihsel olayların yansıtılış şeklitartışıladursun, bunlara yenileri eklen-meye devam ediyor. Hikmet TemelAkarsu'nun yeni romanı "Konstantino-polis Kapılarında" tarihsel bir serüven ki-tabı. Malazgirt Savaşı'ndan kısa süresonrasına odaklanan roman, Anadolu'dailk Türk devletinin kuruluşunu ve Bi-zans'ın başkenti Konstantinopolis'in ka-pılarına dayanmış Türkmen boylarınınhikayesini sunuyor... Hikmet TemelAkarsu'yla daha önce yazdığı "İstanbulDörtlüsü", "Kayıp Kuşak" başlıklı seri ro-manlarından çok farklı bir yapı ve anla-tıma sahip yeni kitabını konuştuk.

    2008'de çıkan "Özgürlerin Kaderi",önceki romanlarınız ve yazarlık çizginizdüşünüldüğünde oldukça farklı bir içe-rikteydi. Malazgirt Savaşı'nı anlattınızbu romanda. Sizi Türk tarihinin bu dö-nemini romanlaştırmaya iten neydi?

    "Özgürlerin Kaderi" ilk tarihi roman

    denememdi. "Konstantinopolis Kapıla-rında" ikinci tarihi roman denemem olu-yor. Dört cilt olarak tasarladığım ve"Türk Ortaçağı" adını koyduğum serininbir romanı "Konstantinopolis Kapıla-rında". Tarihi romanlar konusuna nedengirdiğimi soracak olursanız; bazı yazarlartamamen edebiyatın tek bir alana mün-hasır olmak üzere sürekli eser verip du-rabilirler. Ama özellikle yüksekedebiyatla uğraşanlar daima değişik de-neysel arayışlar içinde olmak isterler.Benim tarihi roman konusuna girişim,yazın dünyamdaki ilk değişiklik değil.Daha önce de mesela antikiteye dair ale-gorik romanlar yazdım. Bunlar "ÖlümsüzAntikite" başlığı altında üç cilt olarak ta-sarlanmıştı. Ondan önce "Rock'nRoman" isimli rock dünyasını, 90'lı yılla-rın depresyon dönemini anlattığım dörtciltlik çalışmalarım oldu. Ondan önceyine "Kayıp Kuşak" vardı. Bunların hepside farklı alanlardır. Normal olarak da biryazarın kendine sürekli edebiyatın farklıalanlarında, ayak basılmamış alanlarındayeni dünyalar araması, söyleyecek yenisözler bulması bence edebiyatın bir ge-rekliliğidir. İşte bu bağlamda son serüventarihi romanlar ve özellikle Türk Orta-çağı. Neden Türk Ortaçağı da başka bir

    dönem değil diye sorgulayacak olursak...Son dönemde Osmanlı dönemine dairfazlasıyla yazılıp çiziliyor. Aslında derindüşündüğümüz zaman bu yapıtlar popü-lerliğini büyük oranda harem – hadım –halayık üçlüsünden alıyorlar. Bir kısmıbir emperyal özlem, emperyal nostalji ileberaber gelişiyor. Oysa biz kendi tarihi-mizden kaynaklanan özgün, naif, kendi-mize özgü dünyamızın anlatıldığıromanları aradığımızda çok fazla bula-mıyoruz. Mesela Kemal Tahir'in “DevletAna'sı gibi bir roman çok fazla yok. "Dev-let Ana" kurucu metindir. O kadar güzelanlatmıştır,o kadar naif, soy bir şekildeyazmıştır ki Kemal Tahir, daha sonrakieserler boyunca hep bir ülker yıldızı gibidevamlı yol göstermiştir bize. Tarihi-mizde toplumları toplum yapan şeyler butip kurucu metinler. Mesela bir Kral Art-hur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri olma-dan İngiliz tarihi olur muydu? JeanneD'arc efsanesi olmadan bir Fransa olabi-lir mi?

    Kendimize baktığımız zaman görüyo-ruz ki çok köklü bir tarihimiz var. Fakatbu tarihimizi tıpkı ortaçağdaki şövalyeromanları gibi betimleyen çok fazla yapıtyok. Bunların bir kısmı hamasi söylem-lerden öteye gitmiyor. Bir kısmı siyasi

    H�KMET TEMEL AKARSU'DAN YEN� VE FARKLI B�R ROMAN: "KONSTANT�NOPOL�S KAPILARINDA"

    “Türklerin özgürlük, kardeşlikve paylaşım tutkusunu anlattım”

    “Kendimize baktığımızzaman görüyoruz ki çok

    köklü bir tarihimiz var.Fakat bu tarihimizi tıpkı

    ortaçağdaki şövalyeromanları gibi betimleyen

    çok fazla yapıt yok.Bunların bir kısmı hamasi

    söylemlerden öteyegitmiyor. Bir kısmı siyasi

    amaçla yazılmış. Amatamamen edebiyatın yücedeğerlerine adanmış, bizi

    anlatan, bizi betimleyenyapıtlar çok fazla yok. Ben

    böyle bir şey yapmakistedim. Bize ait bir şey

    yapmak istedim.”

    Hikmet Temel Akarsu: Biz kendi tarihimizden kaynaklanan özgün, naif, kendimize

    özgü dünyam�z�n anlat�ld��� romanlar� arad���m�zda çok fazla bulam�yoruz. FOTO

    �R

    AFL

    AR

    : HA

    YDA

    R K

    ILIÇ

  • 27 N�SAN 2012 CUMAAydınlık KİTAPKAPAK 13amaçla yazılmış. Ama tamamen edebiya-tın yüce değerlerine adanmış, bizi anla-tan, bizi betimleyen yapıtlar çok fazlayok. Ben böyle bir şey yapmak istedim.Bize ait bir şey yapmak istedim. Aslındatabii erişmem çok zor ama nasıl ki KemalTahir "Devlet Ana" gibi bir kurucu metinyazmış, gönlümüz işte bu tip kendimizeait şeyleri ölümsüzleştirecek edebi yapıt-lar ortaya koymaktan yanadır. Kemal Ta-hir'in "Devlet Ana"sında muhteşem birüslupçuluk ve aynı zamanda muhteşembir mikrososyoloji vardır. Kemal Ta-hir'den de iki yüzyıl geriye gidip de Ana-dolu'daki ilk Türk devletinin kuruluşhikayesini anlatmak, dönemi mikrosos-yolojik açıdan ele almak daha da zor. Benzaten tam olarak o tarz bir şey yapmak is-temedim. Ben Ortaçağdaki insanlarıncoşkuyla, tutkuyla okuduğu şövalye ro-manlarındaki gibi bir yapıt ortaya koy-mak istedim. Yani insanların otobüstenindiğinde elinden bırakmadığı, aralıksızokumak isteyeceği, nefes nefese takipedeceği, tutkulu, coşkulu, naif ve şövalyeromanlarındaki gibi heyecan dolu, ma-cera dolu ama bir yanıyla da bize ait de-ğerleri ortaya koyan bir roman yazmakistedim. "Konstantinopolis Kapıla-rında"nın hikayesi bu.

    BAHADIRLARIMIZ, HALKINEMR�NDED�R!

    292 sayfalık "Konstantinopolis Kapı-larında"da da Türkmenlerden sık sık"özgürler" diye söz ediyorsunuz. Dahaönce pek sık karşılaşılan bir tanımlamadeğil sanki bu. Biraz anlatır mısınız bu"özgürlük-özgürler" meselesini. Bir an-lamda Batılıların Türklere yönelik"barbar" tanımlamasının karşısına mıkoyuyorsunuz Türkler ve özgürlük iliş-kisini?

    Sorunuz bu romanın ana kaygılarına,ana ereklerine, amaçlarına denk gelençok güzel bir soru. Gerçekten de bizimtarihimiz son derece fanatik, kimizaman ırkçı birtakım sahiplerce ele alın-mış. Kimi zaman sağ fanatizmin oyun-cağı haline getirilmiş. Kılıç kalkan,vurdu kırdı konusu yapılmış, bu tür hi-kayelere malzeme olmuş. Oysa bizim ta-rihimize baktığınız zaman, özellikleköklerine indiğiniz zaman son derecesade yaşayan, ülkesini, toplumunu, mil-letini seven ve özgür olmak ve paylaş-maktan başka çok fazla şeyleilgilenmeyen bir toplum ya-pısı olduğunu görüyoruz.Gerek "Özgürlerin Sa-vaşı" gerek "Konstan-tinopolisKapılarında" ro-manlarında ken-dime arka planyaptığım felsefibir temel var. Oda şudur; JeanPaul Roux diyebir Fransız türko-log var. Bu türko-loğun "TürklerinTarihi", "OrtaAsya Tarihi","Moğol Tarihi" vedaha birçok farklıbaşlıkla yayımladığı 8– 10 ciltlik çok önemliçalışmaları var. Bu kitap-ları okuduğumuz zamanşunu görüyoruz. Temel meseleşu; Jean Paul Roux, Türklerin tarih-teki en eski özgürlükçü – paylaşımcıtopluluk olduğunu iddia ediyor vebütün temel meselesi buna dayanıyor.Özgürlük ve paylaşım... Yani adaletlipaylaşım. İnsanların birbirini sevdiği, sa-

    vunduğu, varsıllıkları eşit olarak paylaş-tığı ve özgür yaşadıkları, hiç kimseninkimseye boyun eğmediği, kimsenin kim-seye hükmetmediği bir toplum düzenin-den bahsediliyor. Dünyanın özlediğidüzen. Jean Paul Roux'nun bu tezindenhareketle kendi tarihimizin hümanistdeğerlerle, ilerici değerlerle, insancıl de-ğerle ne kadar bütünleşik olduğunu or-taya koymaya çalıştım. Roman boyuncada hep "bizimkilerin" özgürlük ve kar-

    deşlik tutkusu, hep taşıdıkları impara-torlara karşı boyun eğmeme kaygısı veözellikle paylaşım arzusunu yansıtmayaçalıştım. Mesela bizde soyluluk değer-leri yok, yani kontlar yok, ruhban sınıfıyok, şövalyelik yok. Dikkat edersenizbenim romanım, şövalye romanları for-matında yazılmıştır. Ama bir fark vardır;şövalyeler kimin emrindedir? Kralın,soyluların, ruhban sınıfının... Kısacadevletin emrindedirler. Oysa bahadırla-rımız halkın emrindedir. Özgürlüğün,paylaşmanın, dayanışmanın tarafında-dırlar. Dolayısıyla burada şövalyelikkavramına da bir antitez getirmiş oluyo-ruz. Şövalye romanlarının karşısına ba-hadırlık romanlarını koyuyoruz. Bununsonucunda iyilik, aile sevgisi, ülke sev-gisi, paylaşım, özgürlük gibi kavramların

    ön planda olduğu; soyluluk,asalet, ruhban sınıfının hiz-

    metinde olma, kralınemrinde olma gibi de-

    ğerlerin ikinciplanda olduğu bir

    durum çıkıyor or-taya. Bu nok-tada şunu daeklemek gerek;bu değerlerdaimi değil.Zaman içeri-sinde bir im-paratorluğunele geçirilmesive büyüyen biremperyal güç

    haline gelinme-siyle beraber top-

    lumsal yapıbambaşka bir yöne

    devşiriliyor. Zaten şuanda popüler tarih an-

    latıcılarının yapıtlarındayaygın olarak Osmanlı dönemi,

    emperyal dönem anlatılıyor. Bu ro-manda ise çok daha sade, soy, temiz,yüce değerlerin geçerli olduğu, paylaşı-mın, özgürlüğün ön planda olduğu ma-salsı bir dünyadan yola çıkılıyor.

    Buradaki arka plan da dediğimiz gibiJean Paul Roux'nun Türkiye'nin tarih-teki rolünün ortaya koyan yapıtlarıdır.

    HÜMAN�ST DE�ERLERÖrnek vermek gerekirse şöyle bir or-

    tamdan bahsedebiliriz; eskiden tabii sa-vaşa gidiliyor sık sık. Dövüşüyorlar,çarpışıyorlar. Türk savaşçılar arasındagözlemlenen bir şey var; bir Türk sa-vaşçı yaralısını asla bırakmıyor. Alıyor,gerekirse sırtında taşıyor, onun yarasınısarıyor, gerektiğinde yemiyor, içmiyor...Ama onu yaşatıyor. Böyle bir dayanışmaduygusu söz konusu, böylesine bir kar-deşlik duygusu... İşte bunlar bugünküdünyada özlenen şeyler.. Zaman içindetabii iktidar nasıl konumlanırsa toplum-lar da öyle şekilleniyor. İktidar kirletirderler ya. Emperyal bir çizgiye girdiğizaman o naiflik kendini gitgide patri-monyal devletin, imparatorların sultasıaltında kaybolup gidiyor. Yani kökleri-mizde daha hoş, güzel, zarif, naif değer-ler olduğunu iddia ediyoruz ve romanboyunca da hep o naifliği, sadeliği ak-tarmaya çalışıyoruz. Aidiyetimizi hüma-nist değerlerle barıştırma kaygısıylayapıyoruz bunu. Eskiden böyle bakıl-mazdı. Irkçı, şoven bir yaklaşımla elealınırdı tarihimizdeki kimi olaylar. Hal-buki şunu söylüyoruz; hüma-nist değerler bizde vardı. Okadar büyük bir zarafetiçinde yaşanıldı ki yıl-larca. Tabii ki, neti-cede bunlarortaçağda yaşayaninsanlar. Baktığınızzaman savaşan,kaba saba, hoyrat,dövüşen, terkokan insanlarbunlar. FakatBatı edebiyatçı-ları tarafındanöyle bir stilizeedilmiştir ki, şö-valye dendiğizaman bambaşkabir şey tahayyül edi-liyor. O anlatımdakişövalyelere hayranolursunuz. İşte bu birstilizasyondur. Şövalyestilizasyonu... Bizim tarihi-miz ve edebiyatımızda bu stili-zasyon eksiktir. Ben yapıtlarımdabahadırlarımızın konseptine bir stilizas-yon yaptım. Bir zarafet, bir estetik kay-gısıyla anlattım onları. Aynı şövalyelerindünyasında olduğu kadar zarif, şık ve al-benili bir tarih algısından yola çıktım.Hangi duygularla başlarsanız öyle gö-rürsünüz bir şeyi. Burada şövayelerinkarşısına koyacağımız stilize bahadırlar-dan bahsediyoruz. O yüzden de bazı an-latılarda coşkunluk, naifliksüblimasyonla yani yüceltiyle berabergider. Temelde hep hümanist değerlerve gerçekçilik vardır ama bazen iyi kalp-lilik, iyi yüreklilik, temel iyilik kavramısüblime bir şekilde yansıtılır. Süblimas-yon, edebiyatta çok kullanılan bir şeydir.Şövalye romanlarında olduğu gibi. Me-sela Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Hi-kayeleri'ndeki gibi gerçekten masaetrafında şövalyeler var mıdır, sanıyor-sunuz. Oturuyorlardı da, kılıçlar vardıda, Kral Arthur kılıcını saplıyordu taş-lara da... Böyle şeyler var mıydı? Yazıgüçlü, edebiyat güçlü, edebiyat güçlü ol-duğu için de efsane 1500 yıl devam ede-biliyor. İşte bizim de yapmamız gerekenbu tip güçlü metinlerle tarihimizi anlat-mak. Bunu metafiziğe kaçmadan, inan-dırıcılığı elden bırakmadan yapmak

    gerekiyor. Mesela bu hikayede bahadır-lar yeri geliyor, kaybediyorlar. Mistiköğelerle, dini öğelerle süslemeye kalktı-ğınız zaman başka bir felsefi arka plangiriyor işin içine. Burada naiflik ve duy-gulardan hareket ederek yazmaktan ya-nayım.

    �OVEN�ZM VE EMPERYAL GÜDÜTürk tarihini, seferleri, savaşları,

    kahramanlıkları vb. kurgulaştırarak vemacera-serüven yapısı içinde anlatmakbugüne dek daha çok sağcı yazarların te-kelinde gibi görüldü, öyleydi de. Siz bil-diğimiz kadarıyla sol değerlere inananbir yazarsınız. Bu konuda neler söyleye-bilirsiniz, "Özgürlerin Kaderi" ve son ro-manınızı sağ gelenekten çıkan romanlariçinde nereye koyuyorsunuz?

    Hümanist değerleri esas almakönemli. Eğer bu roman bu toplumda se-vilip değer bulursa o zaman meseleyidoğru bir bakış açısıyla ele almışız de-mektir. Roman boyunca hep vurgula-maya çalıştığım bir şey var. Bizimtoplumumuz hiçbir zaman ırkçı değerlertaşımadı. Yerliyle bütünleşti, kardeş oldu.Beraber yürüdü. Yeter ki iyilikten, payla-şımdan, dayanışmadan yana ol. Gerisizaten gelir. Hümanist bir şiar doğrultu-sunda yaşadı bizim insanlarımız. Gerek

    şövalye hikayelerinde gerekse bizimülkemizde yazılan kahramanlık hi-

    kayelerinde bu hümanist değeryargıları bir kenara bırakılarak

    şoven bir şekilde yazılır, em-peryal güdü içinde gerçek-leşir. Oysa bu romandakikahramanlar emperyalgüdü içinde olmak biryana dursun; dünyadanerede bir boyun eğ-dirme çabası varsa onunkarşısında hissediyorlarkendilerini. Zaten benkendi toplumumuzu daöyle görüyorum. Kom-şusu aç yatarken yemekyiyemeyen insanlarınbaşka türlü davranması

    mümkün olamaz diye dü-şünüyorum. Bu insanlar

    kardeşlik ve paylaşım üze-rine kurulu bir yaşam sürdür-

    mektedirler. Dolayısıyla buromanın fanatik ve şöven, aşırı

    sağ romanlardan çok ayrı, hümanist,çağdaş bir yerde olduğunu düşünüyorum.

    "FET�H: 1453"ÜN HAMASET�Son yıllarda Osmanlı tarihine yönelik

    tv dizilerinin, kitapların vb. sayısındaönemli bir artış var. "Fetih 1453" filmi deseyirci rekoru kırdı. Bu ilgiyi neye bağlı-yorsunuz?

    Konunun çokça işlenmesi iyi bir şe-kilde yapıldığı zaman iyi bir şey olabilir.Kendi toplumumuzun değerlerini bil-mek, kendi öz kültürümüze, bilincimizebağlı olmak, sahip çıkmak, onunla barı-şık olmak, kendimizi sevmek, özgüvenkazanmak açısından iyi olabilir. Fakat bubir eşiği aşıp fanatizm, ırkçılık boyutunavarırsa tam tersi bir etkisi olabilir. "Enüstün bizdik" gibi birtakım faşizan söy-lemlere bürünürse bu, kötü bir şey ol-maya başlar. Bu romanı bu türhassasiyetleri gözeterek yazmaya çalış-tım. Bu yüzden tüm o tür eğilimler taşı-yan tarihi yapıtların ötesinde, apayrı biryere koyuyorum. Çünkü benim temel ha-reket noktam, kendi toplumumu da aitgördüğüm yer, hümanist değerler, kar-deşlik ve sevgi değerleridir. Bizim toplu-mumuzda bir kaynaşma ortamı vardır,kardeşçe yaşamak vardır. Oysa bazı eser-lerde – buna "Fetih 1453" filmini de dahil

    KemalTahir'in "Devlet

    Ana's� gibi bir romançok fazla yok. "Devlet

    Ana" kurucu metindir. Okadar güzel anlatm��t�r,okadar naif, soy bir �ekilde

    yazm��t�r ki Kemal Tahir, dahasonraki eserler boyunca hep bir

    ülker y�ld�z� gibi devaml� yolgöstermi�tir bize. Tarihimizdetoplumlar� toplum yapan �eylerbu tip kurucu metinler. Mesela

    bir Kral Arthur ve YuvarlakMasa �övalyeleri olmadan�ngiliz tarihi olur muydu?

    Jeanne D'arc efsanesiolmadan bir Fransa

    olabilir mi?

    Desen:Devrim Kunter

  • 27 N�SAN 2012 CUMA Aydınlık KİTAP14 KAPAKedebiliriz – oldukça gerekçesiz bir hama-set var. Kontrolden çıktığı zaman sorunyaratabilecek bir şey bu. Filmde tabii ba-şarılı kabul edilebilecek çalışmalar olmuş.Kostüm gibi başarılı sanatsal çalışmalaryapılmış fakat bu hamasi yönü daima fel-sefi erdemlerle kontrol altında tutmakgerekir. Ben romanımda bunu yapmayaçalıştım.

    DÖRT C�LT GEREK�YORSA,DÖRT C�LT

    Sizi genellikle "roman dörtleme-leri"yle tanıyoruz, neden "dizi" romanlarıtercih ediyorsunuz? Okur açısından yo-rucu olma riski yok mu bunun?

    "İstanbul Dörtlüsü"nü yazdım. Edebi-yatımızda dörtleme tarzla yazılmış yapıt-lar vardır. En önemlilerinden biri "İnceMemed"dir. Yaşar Kemal'in birçok eseribirkaç cilt şeklinde kurgulanmıştır. Fakatyaygın bir uygulama olduğunu söyleye-mem. Bizim toplumumuz sanırım olay-lara biraz şöyle bakıyor; bir seriden birkitap okuduğu zaman onun ne olduğunuanladığını kabul edip gerisini okumayagerek görmeyebiliyor. Dolayısıyla seritakip eden bu tip romanların markettebaşarısız olma ihtimali çok yüksek. Bu databii yayıncıları etkiliyor. Fakat ben bugerçeği görmüş olmama rağmen bir se-riyi tamamlamak adına, edebiyatın hak-kını vermek adına, bir konuya girdiysemonu farklı perspektiflerden, çeşitli yönle-riyle görüp insanlığa tanık olacak biryapıt ortaya koymayı her zaman tercih et-mişimdir. Bunun bedelini markette başa-rısız olmak, yayıncılar nezdinde puankaybetmek olarak ödesem bile bundanvazgeçmedim. Dört cilt gerekiyorsa dörtcilt yazıyorum, altı gerekiyorsa altı cilt ya-zıyorum. Mesela şu sıralar "Ölümsüz An-tikite"nin dördüncü cildini yazıyorum. Budefa "İlyada" gibi nazımsal yazıyorum.Bakalım ne olacak... Fakat böyle bir ça-lışmanın riskli olduğunu, kimi zaman ya-yıncıların hoş karşılamadığınısöyleyebilirim. Kimi zaman piyasada dadeğer bulmadığını görebliyoruz. Fakatsizin de bildiğiniz gibi bir toplumun birromanın gerçekten değerli olduğunu an-laması epeyce vakit alır. Dolayısıyla yük-sek edebiyat alanında ürün verenyazarların sonradan üzülmemek adınaacı çekmeyi göze alıp bir hikayeninhakkını vermeleri gerekiyor.

    1990'ların Kadıköy kültürü,"Kaybedenlerin Hikayesi" ro-manınız ve Tolga Örnek'inaynı adlı filmi hakkındabir şeyler söylemek istermisiniz?

    YERALTIEDEB�YATI BA�KA B�R �EY!

    Yazarlık deneyimimaçısından 90'lar önemliyıllar. "İstanbul Dört-lüsü" 90'lı yıllardaki ka-pitalizmin büyük buhranıolan 1994 krizi ve 98 kri-ziyle de Türkiye'de acı birşekilde yaşadığımız dö-nemde Grunge akımını,Grunge Rock dönemini anlatır.Rock, biliyorsunuz muhalif bir mü-ziktir. 90'lı yıllardaki ilk antikapitalistçıkışlar, ilk itirazlar Seattle'dan patlakvermişti. Daha sonra Seattle kökenliNirvana, Pearl Jam gibi bazı rock grup-larının ve oradaki yadsıyıcı gençlik grup-larının yaşamış olduğu duyguyu,antikapitalist, neoliberal politikalarakarşı üretilen bir tür "neoexistentialism"ile başlayan duyguları bütün dünyada

    yankı buldu, yayıldı. Bunların en çok ya-yıldığı alan da de kentli, duyarlı, gençle-rin ortamı oldu. Duyarlı, donanımlı aynızamanda en duygusal kesim, kötülük-lere karşı en tahammülsüz olan kesimdaima gençlerdir. Dolayısıyla o dö-nemde benim Kadıköy'de gördüğümgençlik yadsıyıcı duyguyu ve depresyonuen yoğun yaşayan kesimdi. Ben bununhikayesine ilk olarak "Kaybedenler Ku-lübü" adlı radyo programını yazarakbaşladım. Fakat aslında bu konuya bu-rada tekrar girmek istemem. Çünküdaha sonra bunun filmi yapıldı ve popü-ler oldu. Benim yazdığım ve duygusal

    dünyamahükmedenyapıdançıktı, bam-başka birticari öğehalinegeldi. Do-layısıyla bukonuda ko-

    nuşmuyo-rum artık. Bu

    konuda hakiddia etmiyo-

    rum. Ben bu ko-nunun dışındayım.

    Ben kendi romanlarım-dan mesulüm. Benim roman-

    larımda gerçekten o dönemdekidepresyonun, Grunge Rock duygusu-nun, o hüzün ve melankolinin ülkemiz-deki yansımaları vardı. Süreklikaybedenin yitirdiği, kazananın yukarıçıktığı ve sürekli toplumun birbirini kırakıra ilerlediği bu toplumsal düzenden

    büyük yaralar almış gençlerin yadsıyıcıduyguları vardı. Rock müziğinin temelizaten muhalif ve yadsıyıcıdır. O dö-nemki neoliberal eğilimlere karşı buh-ranları yansıtır. Buradan hareketle odönemki melankoliyi yansıttım. Bu ro-manlar uzun süre gençliği dalgalandırdı.Şu anda da hâlâ yeraltı edebiyatınıntemel taşları olarak görülüyorlar. Fakatben bunları yeraltı edebiyatı olarak gör-müyorum. Çünkü ben bir bar hikayesi,bir rock hikayesi, bir uyuşturucu hika-yesi yazan birinin çıkıp bunu "undergro-und" edebiyatı olarak adlandırmasınakarşıyım. Gerçek "underground" edebi-

    yatı, gerçek yeraltı edebiyatı dediğinizşeyi yayınlayamazsınız zaten. Farklı birşey o. Abartmaya, bunun üzerindenhava atmaya gerek yok. Benim okurumda böyledir. Yapıtım önemlidir onlariçin. Ben üç gün sonra yokum. Edebiya-tın büyüklüğü de buradadır.

    BEDEL ÖDEYEREKYAYIMLAMAK

    “Yeraltı edebiyatı” nedir peki o zaman? "Yeraltı edebiyatı" kavramı Türkiye'de

    de Amerika'da da ticari unsur olarak alı-nıyor, pompalanıyor, şişiriliyor, kullanılı-yor. "Yeraltı edebiyatı" diye adlandırılanyapıtlar bütün her yerde ulaşılabilir du-rumda. Hatta en çok satanların başındageliyorlar. Bunların yazarları yemiş,içmiş, hayatını yaşamış insanlar. Yeraltıbu değil. "Yeraltı edebiyatı" dediğimiz şeynedir biliyor musunuz? Mesela 1930'lar-daki Nazım'ın yapıtlarıdır. Çünkü yayım-lama imkanın yok. Yayımlarsan ağırbedel ödersin. Mesela Luka, "İncil"in ya-zarları. Yeraltı edebiyatıdır. O dönemde

    sadece yazanı değil okuyanı bile ipe geri-yorlardı. Böyle bir ortam vardı. Öyle bir-takım sosyetikler gelir, motorsikletebinerler, kız arkadaşlarına hava atarkensaçlarını savururlar... Böyle yeraltı edebi-yatı olmaz. Dolayısıyla yeraltı edebiyatıgöreli bir şeydir. Bir dönem başlar. Birdönem yeraltı edebiyatı olan şey bugünFransa'da ders kitabıdır. Dolayısıyla dö-neme göre belirlenir yeraltı edebiyatınınne olduğu. Yeraltı edebiyatı, edebiyatınen yaratıcı en yenilikçi alanıdır aynı za-manda. Hal böyle olunca "yeraltı edebi-yatı yapıyorum" demek işte busebeplerden biraz yürek ister. O yüzdenben yeraltı edebiyatçısı olmadığımı düşü-nüyorum.

    EGOSANTR�K YAZARPS�KOLOJ�S�

    Beğenerek takip ettiğiniz yazarlar varmı?

    Yeni nesil konusunda biraz aykırı görüş-lerim olduğunu söyleyebilirim. Postmoderndiye adlandırılan dönemin sanatı yok et-meye yönelik bir yanının olduğunu düşü-nenlerdenim. Yıkım faaliyeti olarakdeğerlendiriyorum. Anlaşılmaz metinler,alıcıya uzak kavramlar, göndermeler vs.derken bir bakıyoruz, edebiyat o kadar ya-bancılaşmış, o kadar aykırı, absürd bir şeyedönüşmüş. Geniş halk kitleleri bugün yük-sek sanat olarak adlandırılan şeyi sevmiyor.Çok da haklılar. Yapıntı bir edebiyat gerçekedebiyat gibi insanlara sunulmaya, kabul et-tirilmeye çalışılıyor. Oysa 19. yüzyılda na-sıldı? İnsanlar ailece sabaha kadar gözlerinidört açmış bir vaziyette roman okurlardı.Edebiyat konuşulurdu, tartışılırdı. Hikaye-ler coştururdu insanları. Ben bir anlamda"Konstantinopolis Kapılarında" kitabımdabunu yapmaya çalıştım. Egosantrik ve ken-dini büyük gören yazar psikolojisi hakim şusıralar. "Ben öyle şey yazarım ki siz anlaya-mazsınız." İnsan okurken hikayenin ne ol-duğunu bile unutuyor kimi zaman. Bununçağımıza özgü bir şey olduğunu düşünüyor-dum. Son