geçmişe yolculuk aydınlık gazetesi’nin ücretsiz ekidir “beyoğlu … · 2015. 2. 25. ·...
TRANSCRIPT
AydınlıkBU SAYIDA
39KİTAP
TANITILIYOR
13 Temmuz 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 20
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidirKITAP.
Geçmişe yolculuk
Hikayesi olmayan hikaye
Yenilgiyi kabullenmeyenler
Kadim dostluğun, devrimler tarihi
Habil ile Kabil
Toplam: 817
“Beyoğlu Devleti”nin tarihçisi Oktay Güzeloğlu’nun ilk romanı: ‘Aktör’Oktay Güzeloğlu’nun ilk romanı: ‘Aktör’
“Beyoğlu Devleti”nin tarihçisi Oktay Güzeloğlu’nun ilk romanı: ‘Aktör’
“Beyoğlu Devleti”nin tarihçisi Oktay Güzeloğlu’nun ilk romanı: ‘Aktör’
“Beyoğlu Devleti”nin tarihçisi Oktay Güzeloğlu’nun ilk romanı: ‘Aktör’
“Beyoğlu Devleti”nin tarihçisi Oktay Güzeloğlu’nun ilk romanı: ‘Aktör’
“Beyoğlu Devleti”nin tarihçisi Oktay Güzeloğlu’nun ilk romanı: ‘Aktör’
“Beyoğlu Devleti”nin tarihçisi Oktay Güzeloğlu’nun ilk romanı: ‘Aktör’
“Beyoğlu Devleti”nin tarihçisi Oktay Güzeloğlu’nun ilk romanı: ‘Aktör’
“Beyoğlu Devleti”nin tarihçisi Oktay Güzeloğlu’nun ilk romanı: ‘Aktör’
“Beyoğlu Devleti”nin tarihçisi Oktay Güzeloğlu’nun ilk romanı: ‘Aktör’
“Beyoğlu Devleti”nin tarihçisi Oktay Güzeloğlu’nun ilk romanı: ‘Aktör’
“Beyoğlu Devleti”nin tarihçisi Oktay Güzeloğlu’nun ilk romanı: ‘Aktör’
“Beyoğlu Devleti”nin tarihçisi Oktay Güzeloğlu’nun ilk romanı: ‘Aktör’
“Beyoğlu Devleti”nin tarihçisi Oktay Güzeloğlu’nun ilk romanı: ‘Aktör’
“Beyoğlu Devleti”nin tarihçisi Oktay Güzeloğlu’nun ilk romanı: ‘Aktör’
“Beyoğlu Devleti”nin tarihçisi Oktay Güzeloğlu’nun ilk romanı: ‘Aktör’
“Beyoğlu Devleti”nin tarihçisi Oktay Güzeloğlu’nun ilk romanı: ‘Aktör’
EnverAysever’le“Nisan’a
Mektuplar”kitabı
üzerine...Foto�raf: Alpay Tu�lu
13 TEMMUZ 2012 CUMA 3Aydınlık KİTAP
Son günlerde edebiyat dünyamızın gündemin-
de yer bulan bazı haber ve gelişmelere göz atalım:
“Harry Potter” serisinin yazarı J.K. Rowling'in
yeni kitabının kapağı tanıtıldı...
Ernest Hemingway'in, ünlü romanı “Silahlara
Veda” için tam 47 farklı final yazmış olduğu or-
taya çıktı...
Türkçeye çevrilen “Yumuşak Makine” ve
“Ölüm Pornosu” adlı kitaplar hakkında basın yo-
luyla müstehcenlik suçundan açılan kovuştur-
manın, (Üçüncü Yargı Paketi doğrultusunda) er-
telenmesine karar verildi. Söz konusu kitapların
yayıncılarının, yani sanıkların üç yıl içinde ben-
zer bir suçtan yargılanmaları durumunda erte-
lemenin kalkacağı, dava dosyalarının yeniden açı-
lacağı hükme bağlandı...
Ama haber yoğunluğu Elif Şafak’a yönelikti...
Elif Şafak’ın bir banka reklamında yer alması
eleştiri konusu oldu. Şafak, reklamda iletilen me-
sajın yazarlık çizgisiyle paralellik taşıdığını söyledi.
Elif Şafak’ın yeni çıkan kitabı “Şemspa-
re”nin şemsiyeli kapak görselinde intihal yapıl-
dığı iddia edildi. Şafak iddiayı net dille reddetti, iddia sahiplerinin art niyetli olduğu-
nu belirtti. Bu arada “Şemspare”, çoksatan listelerinin tepesine yerleşti ama içeriği
hakkında hiçbir şey yazılıp çizilmedi.
2010'da Fransa tarafından “Sanat ve Edebiyat Şövalyesi” (Chevalier dans l’Ordre
des Arts et des Lettres) nişanına layık görülen Elif Şafak, nişanını İstanbul’da düzenlenen
bir törenle Fransa’nın Türkiye Büyükelçisi’nin elinden aldı. 1957’de verilmeye başla-
nan ödülü takdim eden Büyükelçi Laurent Bili, Şafak’ın Ermeni meselesinin üzerin-
de büyük bir incelikle durmasından da övgüyle söz etti.
Yazar Elif Şafak artık bir şövalye...
Şimdi 600 yıl öncesine dönelim ve ülkesi Fransa’yı işgal eden İngilizlere karşı sa-
vaşan, ulusunun manevi sembolü haline gelen şövalye Jan Dark’ı hatırlayalım...
Şövalyelik nişanından, kitaplarının yüz binlerce satmasından, yer aldığı banka rek-
lamlarından dolayı Elif Şafak’ı kutlayalım. Ama hiçbir zaman bir Jan Dark olamaya-
cağını da söylemekten geri durmayalım!
Sanık yayıncılar,şövalye yazarlar
İÇİNDEKİLER SUNU
Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.Yalçın Koreş Cad. No: 12/A Bodrum Kat
Bağcılar / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
Yönetim Yeriİstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbulTel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04
Faks: 0212 252 51 22
Editör: Pınar AkkoçYazıişleri: Damla YazıcıReklam Müdürü: Saynur OkuroğluSayfa Sekreteri: Alev Özgenç
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş.
adına sahibi:Mehmet Sabuncu
Genel Yayın Yönetmeni:Serhan Bolluk
Sorumlu Müdür:Mehmet Bozkurt
Aydınlık
KITAP.
“Dar Ayakkabıyla Yaşamak” , Duşan Kovaçeviç , Mi-tos Boyut Yayınevi -Tiyatro-Oyun DizisiSırpça aslından Bilge Emin’in Türkçeye çevirmiş olduğuoyunu bu sezon İstanbul Şehir Tiyatroları’nda oynu-yor olacağız...Ağustos’ta provalarımız başlıyor...Yazarbu oyununda da sistem eleştirisini medya üzerinden ya-pıyor...Yaşamak için ölmeyi göze alabiliyor muyuz?
“Yüzyılların Gerçeği Ve Mirası”, Server Tanilli, Say Yay. Çağlar boyunca ezilmiş, horlanmış insanların, daha gü-zel bir dünya adına hiç tükenmeyen savaşımını bilmekiçin ...
“Bilinç Gökten Düşmedi”, Homer V. Ditfurth, Cumhuriyet Yay.
ÖneriYorum
BENNU YILDIRIMLAR
1)
5)
2)
3)
“Yükselen Bölgesel Aktör Yeni Türkiye Cumhuriyeti”, Graham E. Fuller, Timaş Yay.CIA Türkiye Masası Eski Şefi’nin ağzından,
bugünlere nasıl gelindiğinin açık bir itirafı...
“Her Zaman En Başta Özgürlük”, Yannis Ritsos, Kırmızı Yay.Yaşamın anlamını daha bir duyumsayabilmek
için...
Bu dünyadaki her şeyin gelişiminin, bilimselyoldan gidildiğinde, nasıl somut bir “tarihinürünü” oldugunu daha da iyi anlayabilmemiziçin...
Haftanın Portresi: Ece Ayhan s. 4
Çayır papatyaları ve çocuklar s. 5
Geçmişe Yolculuk* s. 6
Diğerlerinin gözünden: Habil ile Kabil s. 7
s. 8
Hikâyesi olmayan hikâye s. 9
“Budur boynumu büken…” s. 10
s. 11
s. 12-13-14
Felsefe ve felsefe tarihçiliği s. 15
s. 16
s. 17
Yeni Çıkanlar s. 18-19
Çocuk: Dinkin Dings ve dostları s. 20
Sahaf s. 21
Alıntı Test-Bulmaca s. 22
4)
Enver Aysever: “Yazıyla iç içe süren hayatı seviyorum”
“Yenilmeyenler” mi, yenilgiyi kabullenmeyenler mi?
Ekolojizme ulusal bir adım: Kemalistekoloji
Peki, yukardan bakan kim, Tanrı mı, google mu?
Kapak/ Oktay Güzeloğlu: “Türkiye’yi Beyoğlu’nda tanıdım”
13 TEMMUZ 2012 CUMA4 Aydınlık KİTAP
ERCAN DOLAPÇI
İran ve Türkiye... Asya’nın iki köklü devleti.
Uygarlıklar beşiği... Selçuklu döneminde bir-
likte devlet olmuşuz. Onunla da kalmamış,
son 150 yılın devrimler tarihinde de ortak-
lığımız var. Devrimlerde yarışmışız. Bu ya-
rış aynı zamanda emperyalizmle de bo-
ğuşma şeklinde geçmiş. İşte bunları anla-
tan bir kitap, Tolga Gürakar’ın tez çalışması
“Türkiye ve İran Gelenek, Çağdaşlaşma,
Devrim” Kaynak Yayınları’ndan çıktı. Ki-
tap bugünlerde gündemde olan ve sesini her
geçen gün daha da duyuran İran gerçeği-
nin tarihsel derinliğini anlatıyor. Bugünü an-
lama adına...
Kitap, Osmanlı tarihinin İran tarihiyle
benzerliği üzerinde duruyor ve İran’ı an-
lama adına yakın tarihe ışık tutuyor. Kita-
bın ağırlığını son 150 yılın çekişmeleri ve alt
üst oluşları oluşturuyor. Osmanlı Türki-
ye’sinde, son çeyreğinde Pehlevi İran’ında
yaşanan devrimlerin siyasi, ekonomik, sos-
yal toplumsal dinamikleri “çağdaşlaşma”
pratiği bağlamında inceleniyor.
Kitabın önemli konu başlıkları şöyle: 19.
yüzyıl öncesinde Osmanlılar ve Safevi-
ler’de din ve devlet, Osmanlı çağdaşlaşma
reformları ve 1908 Meşruti Devrimi, Cum-
huriyet Devrimi’nin “kuruluş” ve “kurtuluş”
diyalektiği, Kaçar Han’ı İran’ında yaşanan
siyasal-toplumsal dönüşümler, Pehlevi
İran’ında yeniden şekillenen güç ve iktidar,
Ak Devrim’den İslâm Devrimi’ne uzanan
çatışmacı süreç.
�RAN’I ANLAMAGeniş kaynak kullanımıyla oluşturulan
eser için Mehmet Perinçek Önsöz’de, Tür-
kiye’de, İran ve benzeri ülkeler üzerine ye-
terince araştırma ve araştırmacının bulun-
mamasına dikkat çekerek; kitabın bu alan-
daki boşluğu doldurma konusunda önem-
li bir eser olacağını vurgulayarak şunlara de-
ğiniyor: “İşte elinizdeki bu kitap, söz etti-
ğimiz bu açığı kapatmak için atılmış bir
adım. Sadece ülkenin tarihine değil, top-
lumsal dinamiklerine de tutulmuş bir ışık.
Bu bakımdan, bu çalışmayı ciddi bir sos-
yolojik inceleme olarak da değerlendirmek
gerekiyor. Yazar, bunların da ötesine geçip
iddialı bir işe daha soyunuyor, İran’ın tari-
hini ve toplumsal, devrimci dinamiklerini
Türkiye’ninkiyle karşılaştırıyor. Coğrafya-
mızın itici güçlerini açığa çıkartıyor. Fark-
lı dillerden zengin bir kaynakçaya sahip bu
incelemenin devamının geleceğini de be-
lirtelim. Okuyunca İran’ın ‘bildiğiniz’ İran
olmadığını göreceksiniz.”
KAR�ILIKLI ETK�LENMEİran’la devrim ortaklığımız bizim 1908
Meşruti devrim öncesi ve sonrası başlar.
İran’ın ilk devrim girişimi 4 Temmuz 1906
tarihlidir. Halkın isyanı ve direnişi sonucu
Muzaffereddin Şah, Meşrutiyet fermanını
ilan etti. Tütün rejisi uygulamasıyla doru-
ğa çıkan İngiliz ve Rus Çarlığı sömürü po-
litikalarına tepki, Meclis girişimini getirdi.
7 Ekim 1906 günü de ilk Meclis açıldı. İlk
Anayasa için hazırlıklar başladı. Bir süre
sonra geri dönüş başladı. 23 Haziran 1908
tarihinde Kazak Brigard Komutanı Liyahov
tarafından topa tutularak Meclis kapandı.
Mücadele bitmedi. 25 Aban 1288 hş. (14
Kasım 1909) günü Meclis tekrar açıldı. Bu
dönemdeki mücadeleler karşılıklı etkileşi-
me uğradı. İranlı devrimciler bizden, bi-
zimkiler İranlı devrimcilerden etkilenir ve
birlikte mücadele de ederler. Bunun en ti-
pik örneği Ömer Naci’dir. İttihatçı Ömer
Naci, İran’da faaliyette bulunur. Amaç
devrim kardeşliğiyle saldırılara karşı birlikte
koymaktır. İttihatçıların ateşli hatibi ve
militanı Ömer Naci Bey, 31 Mart 1909 ge-
rici isyanı sırasında “Devrim elden gidiyor”
diyerek geri döner. Sonra tekrar İran’a gi-
der... İşte bu ilginç mücadelenin hikâyesi-
ni Ömer Naci, Bağçe dergisinde 1908 yılında
anlatır. Ömer Naci’nin derginin 42-45. sı-
yaları arasında “İran İnkılabı Hatıraları”
başlığıyla yayımlanan anıları, kitaba ayrı bir
değer katıyor.
Kitapta 1979 İslâm Devrimi’nin ne-
denleri ve kökleri de ele alınıyor. İran’ın bu-
gününe yansıması ise ayrıntılarıyla yeral-
mıyor. Ancak bugünü anlamanın önemli
ipuçları 1979 öncesi gel gitlerde görülüyor.
33 yıldır ABD emperyalizmiyle cebelleşen
ve bundan da hayli başarılı çıkan İran’ı an-
lamak için, geçmişteki köklerini irdele-
mek gerekiyor. Bu manada kitap, önemli bir
boşluğu dolduruyor.
(Türkiye ve İran, Tolga Gürakar,Kaynak Yay., s. 440)
HAFTANIN PORTRES�
Cemal Süreya, Edip Cansever ve
Turgut Uyar’la birlikte İkinci Yeni Şiir
Akımı’nın öncülerindendir. Tam adı,
Ece Ayhan Çağlar’dır. Datça’da dünya-
ya geldi. İlkokula, babasının memleke-
ti Gelibolu-Eceabat’ta başladı. Aile
1940’ta İstanbul’a taşınınca ilkokulu
Karagümrük’te, ortaokulu Zeyrek’te,
liseyi Taksim’de tamamladı. 1953’te An-
kara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakül-
tesi’ne girdi, 1959’da mezun oldu.
1962’de evlenerek Sivas-Gürün’de kay-
makamlık görevine başladı.
Ece Ayhan, memurluğun gerektirdi-
ği disipline ayak uyduramayınca 1966’da
istifa eder ve “soluk alıp verdiğini ger-
çekten duyduğum tek kent” dediği İs-
tanbul’a yerleşir. Kısa aralıklarla Meydan
Larousse ansiklopedisinde yazarlık, Si-
nematek’te ve Yeni Sinema Dergisi’nde
müdürlük, Genç Sinema Grubu’nda yö-
neticilik, Ağaoğlu Yayınevi’nde çok kısa
bir süre redaktörlük gibi işlere girer çıkar.
Ece Ayhan, 1974’ten ölümüne kadar,
beynindeki tümörün yol açtığı birtakım
hastalıkların sıkıntılarıyla yaşamıştır. Sağ
kulağının ileri derecede işitme engeline
ve sağ gözünde de hasara sebebiyet ve-
ren tümör, dünyaca ünlü beyin cerrahı
Prof. Dr. Gazi Yaşargil’in ameliyatlarıy-
la ölümcül olmaktan çıkarılmıştır. Ancak,
tümörün diğer organlarda meydana ge-
tirdiği hasarlar, sanatçıya yaşamı bo-
yunca sıkıntı vermiştir. Büyük bir eko-
nomik sıkıntı içinde yaşayan sanatçı,
Çanakkale Belediye’sinin yardımlarını gö-
rür. Belediyenin geçici işçi kadrosuna alı-
narak sosyal güvenliğe kavuşması sağla-
nır ve böylece SSK hastanesinden ücretsiz
olarak yararlanır. Ancak, sağlığının gün-
den güne bozulması ve bacaklarının felç
olması üzerine, yakın dostu şair Metin
Üstündağ’ın yardımıyla Ağustos 1999’da
Çapa Tıp Fakültesi’ne yatırılır. Burada-
ki tedavi giderleri SSK tarafından karşı-
lanır. Sigorta kapsamı dışında kalan ku-
rumlarda gördüğü tedavilerin giderleri
ise, arkadaşlarının ve eserlerinin yayın
hakkını alan Yapı Kredi Yayıncılık’ın yar-
dımlarıyla karşılanır. Tedavilerin sonu-
cunda felçten kurtulup ayağa kalkabilen
sanatçı, Nisan 2001’de tekrar Çanakka-
le’ye döner fakat Temmuz 2002’de Ça-
nakkale’den ayrılarak İzmir’de bir hu-
zurevine yerleşir.
13 Temmuz 2002’de İzmir’de vefat
eden Ece Ayhan, 16 Temmuz 2002’de
Çanakkale’nin Eceabat ilçesi Yalova
köyünde toprağa verilmiştir.
Açıl Doğu açıl! Açıl dağarcığımAçıl Arapların at koşturmaları açıl!Davulun eski arkadaşıyla başlıyoruzYakışırlığını yitirmeyenVe bacadan giren bir adamın kara
geceYa öldürdüğünü ya öldürüldüğünü de
bilerekBismillah tû Hafız Postİnsanoğlu babasızdır“Bir dahaki gelişte dünyaya, nehir
yollarından döneceğiz (“Arapların At Koşturmaları”, 1970)
Ece Ayhan(1931-2002)
Büyük bir ekonomik s�k�nt� içinde ya�ayan sanatç�, ÇanakkaleBelediye’sinin yard�mlar�n� görür. Belediyenin geçici i�çi
kadrosuna al�narak sosyal güvenli�e kavu�mas� sa�lan�r veböylece SSK hastanesinden ücretsiz olarak yararlan�r
TOLGA GÜRAKAR’DAN “TÜRKİYE VE İRAN GELENEK, ÇAĞDAŞLAŞMA, DEVRİM”
Kadimdostluğun,devrimlertarihi!
Kitab�n a��rl���n� son 150 y�l�n çeki�meleri ve alt üst olu�lar�olu�turuyor. Osmanl� Türkiye’sinde, son çeyre�inde Pehlevi
�ran’�nda ya�anan devrimlerin siyasi, ekonomik, sosyaltoplumsal dinamikleri “ça�da�la�ma” prati�i ba�lam�nda
inceleniyor
Aydınlık KİTAP
Çayır papatyaları ve çocuklarCEM KALENDER
Kartacalı şair Terentius “İnsanım ve insana ait
olan hiçbir şey yabancı değildir” der. Can Baba
da “İnsana ait olan her şey kabulümdür” di-
yerek destek çıkar Terentius’a. İzzet Dönmez
de insana ait bir hikâyeyi dokunaklı şiirsel bir
dille yazmış “Yatılı Düzlükleri”nde.
Kitabı okuyup bitirdiğinizde gözlerinizi ya-
tırıp uzaklara bakıyorsunuz. Hem de çok
uzaklara. Ta çocukluğunuza kadar yürüyor-
sunuz. İyi kötü bütün tecrübeler tekrar canla-
nıyor gözünüzde. Ama kötü olanın üzerine
sünger çekiyorsunuz iyi olanın hatırına. İnşa et-
tiğiniz duru, temiz, tutkudan uzak arkadaşlıklar
bütün sıcaklığıyla önünüze geliyor.
Ben çocukluğumda yaşadığım o güzel ha-
tıralardan bir tanesini bile yeniden yaşayabilmek
için çocukluğumun bütün kirli paslı hatıralarıyla
yüzleşmeye hazırım. Çünkü büyüyüp o “tutku”
denilen zehir kanımıza karıştıktan sonra mut-
luluk bizim için “arzu nesnesi”ne dönüştü, do-
ğal olandan kopup kültürün düzenine geçti.
“Yatılı Düzlükleri”nde çocukların yaşadı-
ğı şiddeti, işkenceyi, tacizi, tecavüzü okurken
sonsuz öfkeye kapılıyorsunuz. Onlarla beraber
dayak yiyor, şiddet görüyorsunuz ama bütün
bunlar Kemik’le Doğu’nun arkadaşlığını gör-
menizi, kirletilmiş, lekelenmiş geçmişlerine yol-
culuk yapmanızı engelleyemiyor.
UÇAMAYAN SERÇELERBabası toprağa verildikten hemen sonra anne-
si tarafından yatılı bir okula bırakılan altı yaşında
bir çocuk ne hisseder? Doğu’nun hissettikleri-
ni. Islak bir günde babasını toprağa gömer Doğu;
sonra yatılı okulun soğuk ve dondurucu yüzüyle
tanışır. Ürkek, yaralı, uçamayan, her an yem ola-
bilirim korkusuyla yaşayan bir serçe kuşu gibi-
dir okulda ama tek değildir. Kendi gibi uça-
mayan onlarca serçe yavrusu vardır. Onlardan
birini bulması zor olmaz. Selim yatılının etçil yır-
tıcılarına eğlence olur mütemadiyen. Bir anne
kuzusudur aslında o. Sık sık çocuk çetesinden
dayak yer. Dayak yerken rastlar Doğu ona. Yo-
rulana usanana kadar döverler Selim’i. Yüzü
gözü kan içinde kalır. Doğu korktuğundan
müdahale edemez, çetenin usanıp dağılmasını
bekler. Tanışırlar sonunda. Çok sürmez klana
Kemik de girer. Selim’e, “bak kemik gibi” der
ve Kemik kalır adı. Üç arkadaştırlar artık, ka-
der birliği etmiş üç arkadaş. Kırılgan ve naiftirler
ama arkadaşlıkları güçlü ve sağlamdır.
Öğretmenleri vardır, belletmenleri… İyi
olanı da vardır kötü olanı da. Ama geneli kö-
tüdür. Islah etmek için dayağı, şiddeti tercih
ederler. Öğretmenlerin isimlerini bilmez Doğu.
Onlara ancak birer harfi layık görür. M öğ-
retmen, A.K. öğretmen B öğretmen… Onla-
rın yüzleri yoktur ki isimleri de olsun.
Şiir sever Doğu, öbürü karikatür çizmeyi,
diğeri resim yapmayı… İyi olan öğretmenle-
rinden birinin tavsiyesidir bu. Bir de dans et-
meyi sever Doğu. Ağlar dans eder, üzülür dans
eder, dayak yer dans eder. Alex Zorba gibi
enerjisinin dışavurumudur dans. Zorba nasıl
ki oğlu öldüğünde acıya dayanmak için dans
etmeye başlar Doğu da arkadaşları dayak yer-
ken dayanamaz kendinden geçercesine dans
eder. Etrafındakiler onların delirdiğini dü-
şünürler ama onlar
acıya ancak böyle
dayandıkları için
dans eder.
Üç arkadaş ma-
sum zararsız suçlar
işlerler, ama hep ele
verirler kendilerini. Becerikli, kıvrak, kurnaz de-
ğildirler. Ve mütemadiyen dayak yerler öğret-
menlerinden. Beceremezler suç işlemeyi. Suçla-
rı okulun bahçe duvarından atlayıp okulun düz-
lüklerinde gezmek, kayısı ağacına çıkmak, baraj
suyunda yıkanmak ve çayır papatyası toplamak…
Klasikleşen yatılı okul alışkanlıkları da
vardır. Kuru fasulye ve nohut yemeklerinin su-
yunu içer tanelerini ceplerine koyar kuru ye-
miş gibi yerler. Okuldan kaçarlar ama yakala-
nıp hep dayak yerler.
ACI DOLU ÇOCUKLUKBüyümüş ve katil olmuştur Doğu. Kızını dö-
ven bir kadını bir yumrukla (yumruk da değil
silleyle) öldürmüştür. İdam kararı vermiştir
mahkeme. İdamı çok doğal karşılar tıpkı Mer-
sault gibi. Anlatmaya başlar neden katil ol-
duğunu. Aslında amacı bu değildir. Asıl ama-
cı çocukluğunda tutkudan arındırılmış o ku-
sursuz günahsız, katıksız arkadaşlıkları tekrar
yâd etmektir. Acı vardır çocukluğunda; şiddet,
işkence, cinayet… Tacize şahit olur, daha da
öte tecavüze. Kirlidir şahit oldukları, yozdur
ama her şeye rağmen Selim vardır, Kemik var-
dır, onlarla yaşadıkları vardır. Çayır papatya-
sı vardır, kayısı ağacı.
Kemik’le Selim’le karşılaşacağını bilsen o
kirli tecrübeleri tekrar yaşamak ve o yozlaşmış
hayatlara ve o çürümüşlüklere şahitlik etmek
ister miydin? sorusunu Doğu’ya sormak is-
terdim. Sanırım isterdi. O iki güzel arkadaşıyla
muhteşem arkadaşlıkları tekrar yaşamak için
her şeyi yapardı Doğu. Baraj suyunda yıkan-
mak için, kayısı ağacına tırmanmak için oku-
lun bahçe duvarından tekrar atlamak için
aynı acılara katlanırdı.
“Yatılı Düzlükleri” son yıllarda okuduğum
novella tadında yazılmış en dokunaklı ro-
man. Dili, dil örgüsü mükemmele yakın. Hiç-
bir noktalama işaretine tenezzül etmeden ya-
zılmış. Kitap baştan sona nokta virgül olmadan
bir dantel gibi işlenmiş.
Zayıflıkları yok mu? Tabi ki var. Yazarın ilk
kitabı olması bu zayıflıkları tolere ettiriyor.
Tema olarak Hilal’in trajedisi daha ayrıntılı do-
kunaklı anlatılabilirdi.
Dil olarak kusursuza yakın olduğunu söy-
ledik ama Doğu, çocukluğunu anlatırken kul-
landığı çocuk dilinden yer yer uzaklaşıp yetiş-
kin diline geçiyor. Mesela “Karın yağışı yağ-
murun yağışında daha fazla dinginlik verir” di-
yor ilkokul öğrencisi Doğu. Bunu dokuz on ya-
şında bir çocuk söylediği zaman metnin ağır-
lığı ve inandırıcılığı zayıflıyor. Yine başka bir
çocuk: “Bakışların çok tuhaf, hep sonsuzluğa
bakıyorsun” diye çok iddialı cümle kuruyor.
İzzet Dönmez ilk roman olarak çok iyi bir
başlangıç yapmış. “Yatılı Düzlükleri” ayarın-
da kitaplar yazmaya devam ederse iyi yazarlar
arasında kendine yer bulacaktır.
(Yatılı Düzlükleri, İzzet Dönmez, Alakarga Yayınları, 112 s.)
13 TEMMUZ 2012 CUMA6 Aydınlık KİTAP
MURAT HATUNOĞLU [email protected]
Bazı insanların hayatlarında bazı ilginçlikler
o kadar çok kez yinelenir ki, o insan için, “o
şey için yaratılmış” denir. “O şey” neyse ar-
tık, kişinin kimliği gibi olur, kişi kendini onda
bulur. “O şey” yoksa, o kişi de yoktur.
Mesela, kimisinin ömrü yakınlarını yitir-
meyle doludur; ondan bahsederken, dünya-
ya çile çekmeye gelmiş, acı çekmek için ya-
ratılmış, denir. Acıları, hayatıyla beraber bi-
ter. Kimisi vardır, sanki anasının karnından
kahkahayla fırlamış; dünyaya gülmek için uğ-
ramıştır. Güle güle gider öbür tarafa. Kimisi
vardır, daha doğrusu birisi vardır; dünyaya
ölümden dönmek üzere gelmiştir.
Hayır, kedi falan değil o birisi, Alec Alder
adında, “Britanya’nın En Şanslı İnsanı” la-
kabında, doksan yıl yaşamış bir amca. Daha
çocukken bir ağaçtan karın üstü düşmekle baş-
layan ölümden dönme serüveni tam on dört
kez yinelenir amcanın. Bu serüvende, oto-
mobil kazaları, bir bombardıman, bir deniz-
altı saldırısı, bir kez tankın altında kalmak ve
evine savaş uçağı düşmesi gibi acayip, çok aca-
yip şeyler mevcuttur. Sonra, “o şey”i, yani
“ölümden dönmek” özelliğini yitirince, -hâ-
liyle- ölür.
Örnek çok; mesela üzerine yıldırım düşen
bir adam, Roy Sullivan var. Hem de yedike-
re, 22,000,000,000,000,000,000,000,000 da
1’lik bir ihtimalin gerçekleşmesiyle. Demek ki,
bir ihtimal daha varmış, o da ölmek değilmiş.
ÖLÜME KADAR ÇALKANTIBu kadarı olmasa da, hayatı ilginçliklerle
dolu olan yazarlar da var. 1937 doğumlu genç
yazar Albertine Sarrazin de “o şey”i olanlar-
dan. Onun “o şey”i ise, çalkantı. Daha iki gün-
lükken, ailesinin onu bir hastane kapısına terk
edişiyle başlar çalkanmalar, kendisini hiç mi
hiç terk etmez, ölümüne kadar. Otuz yedide
doğmuş kadıncağıza “genç” diyorum, zira
onun daha yirmi dokuzundayken yaşamının ve
yaşlanmasının durmuş olduğunu biliyorum.
Peki, ölümü neden mi olmuş? Aşığının yü-
zünden, tam da aşığıyla düzenli yaşama yeni
geçebilmişken. Aşıktan başlayan aşk, aşığın aşı-
ğı öldürmesiyle bitti. Bunları laf salatası olsun
diye demiyorum, aşık derken, hem akla ilke ge-
len anlamı hem de aşık kemiğini kastediyorum.
İyisi mi, daha fazla karıştırmayalım, Al-
bertine’in hayatına bir bakalım.
1937 eylülünde Cezayir’de doğar bir kız ço-
cuğu. Kısa süre sonra bir hastanenin kapısın-
da terk edilmiş olarak bulunur. Anne babası-
nın kim olduğu bilinmeyen kızcağıza sosyal hiz-
met görevlileri Albertine Damien ismini ko-
yar. Albertine, iki yaşına kadar, sosyal hiz-
metlerin bakımıyla yaşar. İki yaşındayken,
evlat edinir onu bir çift ve Aix-en-Provence,
Fransa’ya taşınırlar. Albertine büyüdükçe,
büyür sıkıntılar. Farklıdır onun dünyası, geçi-
nemez önüne konulanla. Olur olmadık işler
yapmaya başlar. Mesela, on beş yaşındayken
liseden kaçar. Islahevine kapatılır, ama oradan
da kaçar. Paris’e kadar. Paris’in karmaşasın-
da “kötü yol”a düşer, kötü işler peşinde koşar.
İşleri “kötü yol”dan başka yollara da sapar. Bir
gün, bir arkadaşıyla mağaza soymaya kalkar-
lar, üstüne bir de silahla mağaza sahibini ya-
ralarlar. Sonra da hapsi boylarlar, yedi yıl ceza
alarak. Albertine bunun üzerine intihar etmeye
kalkar, ama başaramaz. 1956’da hapisten de
kaçar. Kaçarken düşer, aşık kemiğini kırar. Bu
sırada, kendi gibi birine, Julien Sarrazin’e rast-
lar. Julien, kurtarır Albertine’i, kendisi gibi ka-
nun kaçağı olan müstakbel sevgilisini. Sevgi-
lilikleri bir yıl yakınca sürer, ta ki o yılın so-
nunda Albertine yakalanıp tekrar içeri atıla-
na kadar. İçeride, Albertine ile Julien’in aşkı
başka boyutlara kayar. Evlenirler mesela.
Aşk, mektuplarda, sözcüklerle yaşanmaya
başlar mesela… Sözcükler mektuplarda kal-
maz ama. Birleşip, gürleşip romanlara dolar.
Kendini adayacağı şeyi, edebiyatı bulan Al-
bertine’in romanlarına. Sözler çağlar, Alber-
tine’e yeni çağlar açar. Onu çok tanınan bir ya-
zar yapar. Hem de kendi hikâyesidir, “Aşık Ke-
miği”dir(“L’Astragale”), ona ilk kapıyı açan.
1965’te yayımlanır. Yazdıkları ülkede olduk-
ça gür bir sesle yankılanır. Aynı yıl “Ka-
çış”(“La Cavale-”) da yayımlanır, böylece
Sarrazin’in yankılarına gür bir destek daha bağ-
lanır. Boş durmaz yazar, yayınevi ertesi sene
üçüncü romanı “Geçit”i(“La Traversiere”) ya-
yımlar. Sonra, tam Albertine düzenli bir ya-
şama kavuşmuşken, aşık kemiğinden başlayan
problem artar, artar, ameliyata kadar gider.
Ameliyattan az zaman sonra iş yine ameliya-
ta gider, lakin hayatının çalkantısı giden Al-
bertine de hayattan gider. 1967 yılında, yirmi
dokuz yaşında.
YA�ADI�INI FARK ETMEKBu ilginç hayat Türkiye’de pek bilinmez,
dünyada çok anılmaz; ama bilenler bilirler ki,
Albertine Sarrazin okumanın insana verdiği
hissiyat başkadır, bambaşkadır. Yaşamı ve ya-
şadığını -kötü şeylerin varlığını inkâr etmeden,
onları yok saymadan- fark etmektir. Hüznü sa-
tırlardan buram buram koklarken, hayatın ka-
nayışını, toplumun da buna göz kapayışını gör-
mektir. Ahlakın ne kadar sıvı olduğunu, katı
insanların yüreklerinden akıp gittiğini ve
çokça zaman da toplumların görünmez ya-
rıklarından sızıp kaybolduğunu görmektir.
Bunları kağıt üzerinde yirmi dokuz yaşına ba-
san, gerçekteyse asırlar dolusu acıyı ve kar-
maşayı harmanlayan bir kadından okuduğu-
nu bilmek, onun gönlündeki gizli membadan
kana kana sözler, ders gibi sözler içmektir…
Everest Yayınları, geçtiğimiz haziran ayın-
da güzel bir şey yaptı, Albertine’in büyük oran-
da öz yaşamsal olan ve hayatının önemli bir
kısmını bize satır satır anlatan romanı “Aşık
Kemiği”ni Türkçeye Birsel Uzma çevirisiyle
sundu. Aldım. Bir çırpıda okudum. Çeviri kok-
muyordu kitap, aksine öyle bir doğallıkla çek-
ti ki içine, içindeki dehlizlere; yorulmadı, ama
yoğuruldu ruhum.
Okurken sık sık anlatıdaki denge çarptı gö-
züme. O kadar dengeli ve dingindi ki iniş çı-
kışlar, kitabın başında duyduğum lezzeti ve
merakı yitirtmeden yürüttü gözlerimi satır-
larda, sayfalarda. O kadar ki, bir deney ya-
payım, dedim; kitabı kapattım, rastgele bir say-
fa açtım, rastgele bir paragraf seçtim, okudum.
On on beş kez tekrarladım bunu, hepsinde
aşağı yukarı aynı tadı aldım. Kekreydi, bu-
ruktu, ekşimtraktı; ama hissettiriyordu Al-
bertine’in içindeki kayısı ağacından çağlayan
bu çağlaların bekledikçe tatlanacağını.
Meraktaysanız, buyrun, kitaptan gelişi-
güzel seçtiğim bir bölümü siz de okuyun:
“Daha sonra tabii ‘işler,’ büyük, parıltılı iş-
ler yapacaktım. Fakat şimdilik günü kurtar-
mak gerekiyordu. Hiç acıkmıyordum ama ka-
famda binlerce açlık vardı ve Julien açlığımı
binlerce çocuksu, şaşırtıcı, karmaşık arzuya bö-
lüyordu…
“Öğleden sonra dörde doğru, geceye ka-
dar dayanacak biçimde süsleniyordum: Kaç-
maz çorap, akmaz rimel, içinde şık görüne-
ceğim ama rahat hissedeceğim kıyafetler.
Her şeyi katlayıp kaldırıyor, bir yatılı okul öğ-
rencisi gibi topluyordum. Önce odamı çünkü
oda hizmetçilerinden korkuyordum biraz;
biraz da bir daha hiç geri dönmeyebileceğimi
düşünüyordum.
KIYILARI TOKATLAYAN SU G�B�“Gece nadiren dışarıda kalıyordum: Genel
olarak uyku eşiğini aşacağım, gölgelere uyum
sağlayıp, ‘an’ınkilerden daha faydalı arkadaşlar
arayabileceğim saatten önce sıkıntıya yenik dü-
şüyordum. Zaten gecede otuz, hatta elli bin
kazanılan geceleri yalnızca yalanın kuyruk-
lusunun peşinden koşulduğu kodeste işit-
miştim. Sokakta dolansam daha pahalıya gi-
derdim şüphesiz ama geceler gündüzleri istila
ediyordu. Saatler hep aynı renge bulanmıştı,
tehlikenin solgun rengi hâkimdi. Yorgunlu-
ğuma ve bezginliğime belirli bir kazanca ula-
şana kadar engel oluyor, ardından tadına do-
yamadığım deliksiz uykularla arınıyordum
bunlardan.”
Aşk, fahişelik, umut, umutsuzluk, anı -dü-
şünmeden- yaşama, andan ötesini düşünüp
planlama… Kısaca, karmaşa, karmakarma-
şa… Bir denizin yüzü gibi, sürekli çalkanan,
çalkandıkça karışan, kocaman dalgalar yara-
tan ve kıyıları yılmadan tokatlayan su gibi. Sa-
dece kurursa duracak olan…
Diğer insanlar, sözde iyi olan insanlarsa kı-
yıda oturup izliyor dalgaları, belki umursamı-
yor, belki dalga geçiyor, belki aşağılıyor, belki
sadece “zevklerine” bakıyorlar. Bilmiyorlar ki,
o dalgalar bir gün kıyıları tokatlamaktan vaz-
geçecek. Çekilecek, çekildikçe birikecek, bi-
riktikçe yükselecek ve o sözde iyi insanları an-
sızın yok edecek. Kimisi buna, bu yok edici, bu
toplumun kirlettiği, kirini içine akıttığı sulara,
tsunami diyecek, kimisi tufan. Bu tufandan kur-
tulanlarsa, Nuh’un gemisine kendi biletlerini
kesenler olacak. İşte onların, “o şey”i onurları
olacak, onlar onurları için yaşayacak.
(Aşık Kemiği, Albertine Sarrazin, Everest Yay., Çev: Birsel Uzma,186 s.)
Geçmişe yolculuk*
* Şebnem Ferah’ın, âdeta Albertine
Sarrazin’in ruhunu koklayarak yazdığı, ki-
tapla beraber dinlenilmesini tavsiye etti-
ğim ve kendi biletini kesenlerin seveceği-
ne inandığım şarkısının adı.
Geçmişe YolculukBugün kendimi Kuru yapraklarla kaplı Çıkmaz bir sokağa benzetiyorum Sadece o sokakta yaşayanlar Üzerimden gelip geçiyor
Bugün kendimi Odalarından çoğu boş Bazen dolan bir otel gibi hissediyorum İçimden ne hayatlar Ne hikâyeler ne aşklar geçip gidiyor
Bugün kendimi Parktaki bir bank gibi Sessiz ve sabit hissediyorumGeceleri üzerimde Şehrin ışıkları yatıp uyuyor
Bugün kendimi Tonlarca yük taşıyan Gemilerin denizi gibi hissediyorum Kaldırma kuvvetim varAma şehrin atıkları içime akıyor.Ben böyle değildimNe zaman kayboldumRüzgârla dans ederdimNe zaman savruldumBir ses duydumGeçmiş zamandanBir ses duydumKüçük bir kızdanBir bilet istiyorumSadece gidiş olsunÇocukluğun saflığınaGidip orda yaşamam gerekBilet istiyorumTek kişilik olsunYarına çıkabilmem içinHeyecanı hatırlamam gerekŞebnem Ferah
Albertine Sarrazin okuman�n insana verdi�i hissiyat ba�kad�r,bamba�kad�r. Ya�am� ve ya�ad���n� -kötü �eylerin varl���n� inkâr
etmeden, onlar� yok saymadan- fark etmektir
Alb
ertin
e S
arra
zin
Diğerlerinin gözünden:Habil ile Kabil
CEREN [email protected]
Hepimiz Habil ile Kabil’in hikayesini az
çok biliriz. Kulaktan kulağa dolanan bu hi-
kayeyi, Ayrıntı Yayınları Asuman Bayrak’ın
anlatımıyla yazıya dökerek kitaplıkları-
mızda yerini almasını sağladı. Yaratılış ef-
sanesini farklı bakış açılarıyla anlatan bu
kitap, yazarın ilk kitabı olma özelliğine sa-
hip. İlkler unutulmazdır, yazar için farklı
bir yere sahip olacağını sandığım bu kitap
özellikle ezber bozduğu için, benim için
de unutulmayacaklardan.
Geçtiğimiz haftalarda raflarda yerini
alan “Kayıp Taşlar” bize yaradılış efsane-
sini, Habil ile Kabil’in bugüne kadar bil-
mediğimiz, bize unutturulan ikiz kardeş-
leri Aklima ve Lebuda’nın dilinden anla-
tıyor. Bu hikayeye, bir de bugüne kadar ta-
nımadığımız gözlerden bakarak; aslında al-
gının zamana, zemine, kişiye göre nasıl da
değiştiğini görüyoruz. Bayrak, bizim “sı-
nırlı” bildiklerimiz dışında, gerçeğe biraz
daha ışık tutarak Aklima ile Kabil, Lebu-
da ile Habil ikiz kardeşlerin hikayelerini,
insana dair olan her şeyiyle anlatıyor ve ilk
insanlar üzerinden kendimizi, olup biteni
anlamamıza yardımcı oluyor.
YERYÜZÜNDEK� �LK C�NAYETBir tarafta köpükler saçarak çılgın akan
dere: Aklima ve en az onun kadar coşku-
lu ve öfkesine hakim olamayan Kabil; di-
ğer tarafta ise dağların doruklarında ber-
rak bir göl: Lebuda ve ihtiyatlı ve itaatkâr
olan Habil. Bu ikiz kardeşler, Aklima ile
Kabil, Lebuda ile Habil, aynı yatakları pay-
laşmak isteyene kadar; hep birlikte oy-
narlar, iş yaparlar, her anlarını birlikte ge-
çirirlerdi. Fakat büyüdükten ve duyguları-
nın farkına vardıktan sonra kim bilebilir-
di ki duygularının yeryüzündeki ilk cinayete
sebep olacağını. İşte bu hikaye, bizi cina-
yet mahalline götürerek, yeryüzünde işle-
nen ilk kötülüğe giden süreci; insana dair
olan aşk, nefret, acı, umut, itaat, isyan gibi
duygularla anlatıyor. Ve yeryüzüne ölümü,
acıyı getiren bu kötülüğün nedenlerini
anlamamızı istiyor. Belki de ilk insanların
bu sonu hazin hikayesinden sonra aşkın
karşısına mantık belirmiş, ikisi tezat an-
lamlar taşıyan kavramlara dönüşmüşlerdir.
Aynı zamanda yazar; özellikle biri kö-
pükler saçarak çılgın akan dere gibi asi, di-
ğeri dağların zirvesindeki berrak göl gibi sa-
kin olan iki kız kardeşlerin dilini kullanarak;
bir hikayenin, iki dilden ne kadar farklı çı-
kabileceğini gösteriyor bizlere. Aslında he-
pimiz bir hikayedeyken, her birimizin fark-
lı hikayelere sahip oluşumuzu gözler önü-
ne seriyor bu tercihiyle. Ve “kendi” denizi-
mizde boğulduğumuz şu günlerde; farklı ba-
kış açılarının hikayeyi daha iyi anlamamızı
sağlayacağını gösteriyor.
�Y�YLE KÖTÜYE YEN�DENBAKMAKBu kitabı okumadan önce; tüm bildiğim
Kabil’in ilk cinayeti işleyen, Habil’in ise ilk
kurban olduğuydu. Tanrıya kurban sunan
iki kardeşten Kabil, kendisininki kabul
edilmeyince öfkesine hakim olamamış ve
kardeşini öldürmüş. Dolayısıyla nefsine ha-
kim olamayan Kabil kötü, Habil ise iyiliğin
temsiliydi. Fakat bu kitap, tüm ezberleri bo-
zarak, sınırlı bildiklerimizle-belki de bil-
mediklerimizle- edindiğimiz yargıları kırı-
yor, hikayeyi tüm çıplaklığıyla yargıya var-
madan anlamamızı sağlıyor. Meselenin
iyi kötü olmadığı, meselenin ikisini de
içinde barındıran “insan” olduğu bu ki-
tapta, hikayenin tüm karakterleriyle empati
kurarak sonunda insanoğlunun acıyla ta-
nıştığı bu hikayeyi tüm yargılarınızdan
uzakta kavrayacaksınız.
Asuman Bayrak, “Kayıp Taşlar”da, ya-
radılış efsanesini, bize anlatılanlarla sınırlı
kalmayarak, bir çok varyasyonu içinden
en bilinmeyeni, en ezber bozanı, belki de en
feminist biçimini anlatıyor. Tarih boyunca
kayıp olan o kadar taş var ki, Asuman Bay-
rak bu taşlardan birini yazıya dökerek, bu
taşların üzerindeki efsanelerin kaybolma-
masına katkıda bulunuyor.
(Kayıp Taşlar, Asuman Bayrak, Ayrıntı Yay., 192 s.)
13 TEMMUZ 2012 CUMA 7Aydınlık KİTAP
Hitit �mparatorlu�u’nunYap�s�
BARIŞ DOSTER
Türkiye, uygarlıklar beşiği olmakla övü-
nür. Üzerinde yaşadığı, devraldığı, içi-
ne doğduğu, içinden çıkıp geldiği me-
deniyetlerin birikiminin, bıraktıkları
mirasın sahibi, varisi, bakiyesi olduğu-
nu vurgular sık sık. Ancak onlara dönük
bilimsel ilgiyi canlı tutmayı pek bece-
remez. O mirasa akademik düzlemde
hakkıyla sahip çıkamaz. Sahip çıkmaya
çalışanları da yorar, hırpalar, hatta üzer.
Tüm bunlara karşın genç kuşak
araştırmacılar arasında çalışkanlığı ve
üretkenliğiyle öne çıkan iktisat tarihçi-
si Diren Çakmak, hem gerçek bir Cum-
huriyetçi olduğu için durumdan vazife
çıkarmış, hem de kendi disiplinini diğer
disiplinlerle besleyerek, zenginleştire-
rek, adeta iğneyle kuyu kazarak bu
alanda önemli bir iş başarmış. “Hitit İm-
paratorluğu’nun Toplumsal ve İktisadi
Yapısı” (Libra Kitap, 2012) adlı eseriyle,
bu büyük uygarlığı derinlemesine in-
celemiş. Günümüzde üniversitelerden
adeta kovulmuş olan siyasal iktisada bir
bütün olarak baktığı için, yurt içinde ve
dışında oldukça zengin bir kaynakçayı
tarayarak, kütüphanelere, arşivlere,
müzelere girerek çok önemli sonuçla-
ra ulaşmış.
Geç Bronz Çağı uygarlığı olan Hi-
titleri incelerken kılı kırk yaran Çakmak,
Hitit uygarlığının doğuşuna dek insan-
lığın yaşadığı toplumsal evrimi açıkla-
makla başlamış işe. Sonrasında Hitit
araştırmalarının kısa tarihini vermiş.
18. yüzyıl ortalarından itibaren keşfe-
dilen Anadolu uygarlıklarına değinmiş.
19. yüzyıl başında Batılı seyyahların
Batıya tanıttığı Boğazköy’e, Alacahö-
yük’e, Eflatunpınar’a, Gavurkale’ye
uzanmış. Arazide, sahada, kazı alanın-
da değil, ama metinler, belgeler, kitap-
lar üzerinde yoğun, yorucu, derin kazı-
lar yapmış. Kuramsal yaklaşımı ve kav-
ramsal çerçeveyi ise şöyle çizmiş:
Hitit İmparatorluğu’nun siyasi, top-
lumsal, iktisadi yapısını tek kuramla
açıklamanın olanaksız olduğundan ha-
reketle, Herfried Münkler’in “kara im-
paratorluğu” ve Karl Polanyi’nin “ye-
niden dağıtımcı/haraççı düzen” kav-
ramsallaştırmalarına başvurmuş. Kara
imparatorluğu kavramına gönderme
yaparak, şunları yazmış:
“İmparatorluk büyük devlet olmanın
ötesinde, kendine özgü bir dünyada
devinen bir yapıdır. İmparatorluk im-
gesine, imparatorlukların periferinin
(çevrenin) kanını emdiği, periferiyi sö-
mürdüğü düşüncesi damgasını vur-
muştur. Periferi yoksullaşırken merkez
giderek zenginleşir. Nitekim bir süre
sonra merkeze karşı periferiden direniş
başlar. Başlayan direniş merkez için
baş edilmez bir hal alır. Periferiyi kont-
rol altında tutmanın maliyeti, periferi-
den elde edilen kazancı aştığı zaman im-
paratorluk yıkılır”.
İmparatorlukla uygarlık arasında
yüksek bir pozitif ilişki olduğunu belir-
ten Çakmak, M.Ö. 1650’de Hattuşa
(Boğazköy) başkent olmak üzere Hitit
Devleti’ni kuran ve M.Ö. 1200’de yıkı-
lan Hititlerin Anadolu’da ortaya çıkışı-
nı ve Hitit İmparatorluğu’nun siyasi
tarihini bütüncül bir bakış açısıyla in-
celemiş. Hititlerin önce krallık sonra da
imparatorluk olarak örgütlendiklerini,
450 yıl boyunca Yakındoğu tarihine et-
kin ve güçlü bir siyasal aktör olarak dam-
ga vurduklarını belirtmiş. Hitit bilimci-
lerin ve arkeologların, Hitit Devleti’nin
varlığının M.Ö. 1700’den başlayıp M.Ö.
1100’de bittiğini kabul ettiklerine dikkat
çekmiş. Krallık devrinde bir kara kral-
lığı, imparatorluk döneminde ise böl-
gesel bir kara imparatorluğu olan Hi-
titleri incelemesinin nedenini ise Çak-
mak şöyle özetlemiş:
“Bugüne kadar Türk iktisat tarihi ya-
zınında yaygın olarak, Osmanlı top-
lumsal ve iktisadi örgütlenmesinin kö-
keninde Oğuz, İslam, Selçuklu ve Bizans
birikimi aranmış, Hitit birikimi ihmal
edilmiştir. Hitit toplumsal ve iktisadi ör-
gütlenmesinin de bu birikime dahil
edilmesi gerekir”.
(Hitit İmparatorluğu’nun Toplumsal ve İktisadi Yapısı,
Diren Çakmak , Libra Yay., 399 s.)
Geç Bronz Ça�� uygarl���olan Hititleri incelerken k�l�k�rk yaran Diren Çakmak,
Hitit uygarl���n�n do�u�unadek insanl���n ya�ad���
toplumsal evrimiaç�klamakla ba�lam�� i�e
Kitab� okumadan önce;tüm bildi�im Kabil’in ilkcinayeti i�leyen, Habil’inise ilk kurban oldu�uydu.Tanr�ya kurban sunan iki
karde�ten Kabil,kendisininki kabul
edilmeyince öfkesinehakim olamam�� vekarde�ini öldürmü�.
Dolay�s�yla nefsine hakimolamayan Kabil kötü,
Habil ise iyili�intemsiliydi.
13 TEMMUZ 2012 CUMA Aydınlık KİTAP8
“Yazıyla iç içe süren hayatı seviyorum”
ELİF ŞAHİN HAMİDİ
Enver Aysever, “Yazgıcılar” romanının ar-dından “Nisan’a Mektuplar” adını taşıyan de-neme kitabıyla okurun huzuruna çıktı bukez. Kızına yazdığı samimi mektupları yine kızıNisan’ın renkli resimleriyle bu kitapta buluş-turmuş Aysever… Enver Aysever, en başta işi“yazmak” olan bir “baba”. Hem de bir kız ba-bası! Kız babası olmanın bir ayrıcalık olduğunainanan Aysever, “Nisan’ı gözlemlemek banaiyi geliyor. Yaşama ve insana olan inancımı ar-tırıyor” diyor. Kitap çok öznel gibi görünse deesasında tüm çocuklara -yarının yetişkinleri-ne- Türkiye’nin bugününü resmediyor. Yaşa-dığımız çağın gerçeklerini bu içten mektuplarlageleceğe taşıyor. Zira mektup, zamana dire-nen bir edebi tür. Bu mektuplarda insan ol-manın önemine, yaşama tutunmaya, umuda,özgürlüğe dair önemli satırlar var; Şafak Öğ-retmen gibi ülkemizin acı gerçekleri var... Öteyandan her şeye rağmen hep umut var… Ay-sever ile Nisan’a yazdığı mektuplar üzerindenTürkiye gündemini, baba olmayı, yazmak ey-lemini, aidiyetsizlik duygusunu konuştuk…
ÇOCUK SAH�B� OLUNCA...Kızınız Nisan’ın resimleri ve sizin onayazdığınız mektupların kavuştuğu bir kitap,“Nisan’a Mektuplar”. Yazar bir baba ol-manın getirdiği bir itki de denilebilir mi bukitap için?
Bir çocuk sahibi olmak -ki bu sahiplik duygusukötüdür, biliyorum- yaşamayeniden bakmayı ve sorgula-mayı beraberinde getiriyor.Yeni bir durum... Bir süre ken-di içinde serüven yaşıyor kişi.Ardından bu yeni hal farklıduyguları derinleştiriyor. Ben-cillikten uzaklaşıyor insan. Ogüne dek sözü edilen kimikavramlar, fikirler bir yanıylaelle tutulur, somut hale geliyor.Zaman zaman yersiz kaygılarda ekleniyor buna. Yazmak,tüm bunlarla hesaplaşmak,kendini bir aynada görüp, ölç-mek için en uygun yol. Ben debunu yaptım. Nisan'la birlikteolmayı öğrendim. Buna bir de Nisan'ın re-simleri de eklenince bir kitap oldu. Tümbunlar öznel gibi duruyor ama değil. Tersineherkes için oldu bu kitap.
Durdurulamaz bir hızla yol alan teknolo-ji bir yandan insanlığa müthiş kolaylıklar,imkânlar sunarken bir yandan da bazı gü-zel şeyleri “tarih” olmaya zorluyor. Mektupda bunlardan biri. Bu iletişim çağındaartık kimsenin mektup yazmaya ayıracakvakti yok! Ama her şeye rağmen mektubunyeri bambaşka bana kalırsa. Nisan veonun kuşağı ve de daha sonraki kuşaklariçin ne ifade edecek acaba mektup?
Mektup, yazınsal türler içinde önemli olan-larından biri. Hem çok kişisel hem de bugünbaktığımızda tersine tarihi veri olarak son de-rece önemli ve değerli. Hem kişisel tarihimiz,hem toplumsal açıdan. Mektup; yazmak,göndermek, okumak, yanıt vermek ve bek-
lemekten oluşan hayli uzun erimli ve keyiflibir süreç... Sabretmeyi, bilgeleşmeyi besler...Elbette zarf, kâğıt, postacı, pul gibi pek çokolgu yok gibi artık. Ama mektup fikrinin sesi,seslenme anlayışı diri, dipdiri.
Artık kırklı yaşlarınızı sürüyorsunuz. Ve“ölüm” gerçeğiyle ile ilgili sorgulamalarınızderinleşiyor sanırım. Baba olmak da birparça ölümü sorgulamaya götürüyor insanı,değil mi? Nisan ile birlikte ölümle ilgili dü-şünceleriniz ne yönde değişti diye sorsam?
Ölümlü olmak üstüne kim düşünmez ki?Esas olan rastlantısal olarak bulunduğumuz vebizim tercihimiz olmayan insanlar ve olgularlabir arada olduğumuz süreci bir anlama otur-tarak yaşamak. Elbette öleceğiz. Baba olmak,bu sürecin en önemli deneyimlerinden. Bir ço-cuğu olmasını çok isteyen biri için bir yanıylada ödül. Hele ki bir kız çocuk. Nisan'ı göz-lemlemek bana iyi geliyor. Yaşama ve insanaolan inancımı artırıyor.
“Babasından Ayrı Çocuklar Varken” başlıklımektupta evladından ayrı kalan MustafaBalbay’dan bahsediyorsunuz Nisan’a ve ül-kemizin tüm çocuklarına. Balbay gibi dahabirçok gazeteci, aydın evladından, eşinden,yuvasından uzakta… Süresiz tutuklu…Herkesin eli kolu, dili, kalemi bağlı/bağ-lanmış. Nereye varacak sizce bu tutukla-maların ve tutukluların sonu? Nasıl bir ülkebırakacağız Nisan’a /çocuklara?
Türkiye çok acımasız ve vah-şi bir süreci sürüyor. İnanıl-maz bir gaddarlık, ölçüsüzlüksöz konusu. Tutuklamalar,ucu açık yargılamalar, özgür-lüklerin sınırlandığı, baskıgünlerinden geçiyoruz. Birhesap görülüyor. Kin var, nef-ret var ve öfke! Bu süreci ya-şarken çocukları unutuyoruzsanki. Tam da bu süreçtendoğrudan etkilenen onlar. Ta-raf olmadıkları bir kavga bu.Dahil olmadıkları... Balbayörneği çarpıcıdır. O yüzdenyazdım. Bir çocuk, babasınıevinde hiç görmemiş, anım-
samıyor. Nedim Şener'in kızına yapılanlar or-tada. Nazlıcan Özkan'ın çektikleri. KCK'nınbir dolu isimsiz mağduru var. Balyoz öyle...Bunu bir belge, tanıklık olarak yazmalıydım.Gün gelir, susanlar utanır belki!
AYDININ D�K DURU�Uİnsanoğlunun yapabilecek olduğu ve yap-madıkları ile ilgili duyduğu suçluluk ve vic-dan azabı en büyük acılardan biridir sanırım.Olup biten haksızlıklar karşısında soru sor-mamak, hiçbirini görmemek, duymamak, bil-memek… Ancak kafalarını başka tarafa çe-virmeyip, gören, soran, sorgulayanların ba-şına gelenler de malum. Susturulan, işindenedilen gazeteciler… Neden kimsenin gücü yet-miyor, dur denemiyor bu gidişe?
Aydın olmayı önemserim ben. Bugünlerde bukavramı kullananlar için geri kafalı deniyor.Doğrusu ben memnunum bundan. Yazarla-rın, düşünürlerin dünyasından; aydınların
dik duruşundan etkileni-rim. Beklentim büyüktür.Özgür olma savaşı beniumutlandırır ve heyecan-landırır. Bildik türden birmodernleşmeciyim bir ya-nımla. Hâla etik sorunlarıönemserim. İyiliğe olaninancım tamdır. İnsanlığınserüvenini böyle anlarım.Kimileri bunu nostaljik gö-rüyor, kimi romantik... Dil,din, ırk ayrımı yapmam...Modernleşme süreci yenivahşileşme çağıdır bir ta-raftan da! Bunu da biliyo-rum. Kapitalizmin ne den-li aşağılık yöntemleri ol-duğunu da biliyorum. Böy-le ama... Bir yandan insan-lık kazanımlar elde ediyor,öte taraftan faşizm kılıkdeğiştirerek ortaya seriliyor.Tüm bunlar karşısında ses-siz kalmak zor. Ama her-kesten kahraman olmasını beklemek de ap-talca. Kahraman olmayı gerektiren bir çağdayaşamak üstüne düşünmeliyiz.
TÜRKÇE DUYGULANIYORUMVE YAZIYORUMNisan ile baba ocağınız Antakya’ya yaptı-ğınız yolculuk üzerine bir mektup yer alı-yor kitapta. Tek bir sözün bile kulağınızaanlamlı gelmediği o uzak diyar, Türkçe bil-meyen babanız… Siz ve kızınız ise İstanbuldoğumlu. “Bazen kökünden kopar insan veardından gelen kuşaklar köksüz büyüler.Bir yanıyla güzeldir. Her yer memlekettir,her yan özgürlük. Öte taraftan bakarsın biryabancılık, yalnızlık gibi durur” diyorsunuz.Bu aidiyet ve de yersiz yurtsuzluk, kök-süzlük üzerine konuşabilir miyiz? İn-sana kattığı ve alıp götürdükle-ri üzerine…
Bu soruyu çok zamandıraklımda taşıyorum. Çoksevdiğim dostlarımın ol-duğu, her metresini iyibildiğim bir kentte, İs-tanbul'da doğdum, bü-yüdüm. Türkçe duygu-lanıyorum ve yazıyorum.Ama bu coğrafyanın acı-lı kaderi var. Dedem Mus-tafa Kemal sevdalısıydı.Bir ailenin çekeceği türlüayrımcılıkları yaşamamıza kar-şın, bu toprak insanıydık ve umu-dumuz tamdı. Ama her dönem kapı-yı gösteriyorlar birilerine. Son Suriye sürecindeo bölge halkının potansiyel suçlu olarak su-nulması, düşündürücüdür. Fikrini söylemekmümkün değil bu ortamda. Elbette aidiyetduygum örseleniyor. Kendimi yersiz, yurtsuz,kimsesiz hissettiğim oluyor. Ama bir yazıadamı, düşünen kimse için bu hep böyle de-ğil midir?
Yazmak tedavi edicidir, şifalıdır, iyileştiririnsanı. Üstelik sonunda ortaya bir yapıt koy-mak da gerekmez; dahası yazıyor olmak in-
sanı yazar yapmaz. Remzi Kitap Gazete-si’ndeki denemelerinizde de bu konuya de-ğiniyorsunuz. Ama artık bir yapıtınız varsayani artık bir yazarsanız biraz daha ürkü-tücü, tedirgin edici, çokça acıtan bir eylemolmuyor mu yazmak?
Yazmak farklı gerekçelere dayanır. Amaamatörlüğü kaldırmaz. Bu işten para kazan-mayı işaret etmiyorum. Yazarlığı bir anlayış,varoluş olarak görmekten söz ediyorum.Kimi zaman mecbur kalır insan bu işe. Bazentercihidir kişinin. Ama yanıt verdiğiniz an, du-rum farklıdır artık. Sizin dışınızda yaşantısı var-dır onun. Ben yazarlara ve özelikle de romansanatına inanırım. Belleğimde, güncel yaşa-mımda yerleri büyüktür. Olmadıkları an, ben
sahiden yolumu kaybederim. Başka türlüyaşam bilmiyorum. Yazmak ve
okumak yaşamın tamamıdırbence. Tüm bir yaşam böy-
le sürülebilir. Sadece te-dirgin edici değil. Tümduyguları yaşadığınız bireylemdir bu.
Sait Faik “yazmasamdelirecektim” derken,Turgut Uyar “Palya-ço” adlı güzel şiirinde
“bitmedi, yazacağımdaha/yazmazsam ağla-
yacağım çünkü” diyor. En-ver Aysever yazmasa ne ya-
pardı; hangi dala tutunurdu?
Ben tiyatro yaptım, televizyoncuyum,üniversitelerde ders veriyorum... Başka iş-lere de girdim, çıktım. Görüyorum ki hep-si kitaplarla ve yazmakla ilgili. Demem o ki;eğer bu tadı almışsam, alışkanlığı edinmiş-sem başka türlü düşünemem. Yazıyla iç içesüren hayatı seviyorum. Konuşmayı da se-verim bu arada... Kitaplar olmasa bilge ko-nuşmacıların izini sürerdim. Yazıyı bilme-sem, anlatıcı olurdum...
(Nisan'a Mektuplar, Enver Aysever,Remzi Kitabevi, 152 s.)
YAZAR ENVER AYSEVER’LE SON KİTABI “NİSAN’A MEKTUPLAR” ÜZERİNE
Enve
r Ays
ever
Bir yandan insanl�k kazan�mlar elde ediyor, öte taraftan fa�izm k�l�k de�i�tirerek ortaya seriliyor. Tüm bunlar kar��s�ndasessiz kalmak zor. Ama herkesten kahraman olmas�n� beklemek de aptalca. Kahraman olmay� gerektiren bir ça�da
ya�amak üstüne dü�ünmeliyiz
Türkiyeçok ac�mas�z ve
vah�i bir süreci sürüyor.�nan�lmaz bir gaddarl�k,ölçüsüzlük söz konusu.Tutuklamalar, ucu aç�k
yarg�lamalar, özgürlüklerins�n�rland���, bask� günlerinden
geçiyoruz. Bir hesap görülüyor.
Kin var, nefret var ve öfke! Busüreci ya�arken çocuklar�unutuyoruz sanki. Tam da
bu süreçten etkilenenonlar.
13 TEMMUZ 2012 CUMAAydınlık KİTAPBABİL BALIĞI 9
Hikâyesi olmayan hikâyeM. SAL�H KURT
“ ‘Yaşlı kadın çığlık attı’, demeyin, onu ge-
tirin ve çığlık attırın. ”
Mark Twain
Dünya yayıncılığı yaz döneminde. Bu ne-
denle kitaplarını alacak potansiyel kitle-
nin çoğunlukla tatile girip parklara koşan
veya evde bilgisayarlarının başında pi-
nekleyen gençlerden, sahil kenarlarında
karaya vurmuş balina gibi yatan tatilci-
lerden oluştuğu varsayımında bulunma-
ları kaçınılmaz. Hatta pek çok yayın organı
bu duruma yönelik olarak yazlık kitapla-
rın bir listesini hazırlıyor ve “Bu yaz ne-
ler okunabilir?” başlıklı makaleler (bkz.
Time) yayınlıyor. “Yaz yazarı,” denilen
kavram neredeyse tamamen oturmuş du-
rumda. Bu “varsayılan” okur kitlesine yö-
nelik olarak da “yaz yazarları” formülü
baştan belli, içeriğinde ucuz kurgulu, sü-
rükleyici, macera, mizah ve o an popüler
olan hangi kurgular varsa (-ki bu kurgu se-
çiminde de erkeklerin değil kadınların se-
çimi ön plandadır) o kurguları olabilecek
en yüzeysel haliyle işleyen kitaplarını kış-
tan hazır etmektedirler. Sonuç olarak da
ortaya çıkan şey bir kitaptan çok bu sıcakta
kafaya dikip bir an evvel rahatlamanızı sağ-
layacak soğuk bir sodaya benzemektedir.
Bütün bu varsayım saçmalığı bir yana, ger-
çek hiç de beklenildiği gibi değildir (ta-
mamı sahillerden oluşan başka ülkeler için
durum doğru olabilir belki). Ortalama ola-
rak tatile çıkan her on kişiden sadece biri
yanına kitap alır, kitap alan on kişiden ise
sadece biri bu yeni yazlık kitapları satın
alır, geride kalanlar daha önce okumayı
düşünüp vakit bulamadığı bir kitabını
yanında taşır. Bu satın alan kitlenin ise sa-
dece onda biri o kitabı tatilde okur.
Bir de bu “varsayımın” dışında kalan
kitle vardır. İşçidir, memurdur, orta düzey
yöneticidir, öğrencidir, stajyerdir, emek-
lidir, iş arıyordur, hastadır, tatile çıkma-
mıştır ve belki çıkamayacaktır, hâlâ ça-
lışmaktadır, metrobüs, otobüs kuyrukla-
rındadır, yıllık izin hakkını dahi kullandı-
ğında bütün yılın yorgunluğunu evde bi-
rikmiş kitaplarını okuyarak, kışın izleye-
mediği filmleri izleyerek ve en önemlisi
sessizlik içinde kafa dinleyerek atlatmak
istiyordur. İşte, okur kitlesi de budur! Çün-
kü dünya üzerinde henüz hiçbir insan de-
nizde veya havuzda kulaç atarken kitap
okuyabilmenin bir yöntemini geliştire-
memiştir. Sinema sektörü yazın yüzde 75
oranında ölüdür, televizyonların sezonları
bitmiştir ve yarı tatil halindedir, ilgilene-
bilinecek kurgusal iki şey vardır: kitaplar
ve bilgisayar oyunları.
TRENDLERE GÖRE DE��L,YAYIN ANLAYI�LARINA GÖRE“Varsayımın” dışında kalan kitle gibi, bu
“varsayıma” hiç aldırış etmeden kitap
yayıncılığını trendlere göre
değil, yayın anlayışlarına
göre sürdüren gerçek yayı-
nevleri de vardır. Yazın sı-
cağında da okurun, gerçek-
ten okumaya değecek bir ki-
tabı beklediğini bilirler.
Beni bu yönden tatmin ede-
bilen iki yayınevi, “April
Yayıncılık” ve “Ayrıntı Ya-
yınları” önünde saygıyla
eğiliyorum. April’den, Scar-
lett Thomas’ın “Bizim Ha-
zin Evrenimiz” kitabını ve
Ayrıntı Yayınları’ndan da
Walker Percy’den umulmadık bir bilim
kurgu olan “Harabelerde Aşk”ı okuma-
ya doyamadım. Yeterli yerim bulunma-
dığından, geleceğe karanlık bir bakış
atan, Hıristiyan inan-
cıyla yoğrulmuş sürpriz
bir bilimkurgu eseri olan
“Harabelerde Aşk”ı
keşfetmeyi, üzülerek siz-
lere bırakmak mecburi-
yetindeyim.
Asıl olarak “Bizim
Hazin Evrenimiz”den
bahsetmek istiyorum.
Scarlett Thomas, hâli-
hazırda yedi kitabı bu-
lunan, 40 yaşında, İngi-
liz bir yazar. Türkçeye
daha önce çevrilen “The
End of Mr. Y” kitabıy-
la da (Mr. Why’ın Sonu,
Plato Film Yayınları,
2009) Türk okuru ya-
zarla tanışmıştı. Mantık
ve kurgu öğelerini alt
alta sıraladığımda “Mr.
Why’ın Sonu” kitabını
daha çok sevmek için
daha fazla nedenim ol-
masına rağmen, “Bizim
Hazin Evrenimiz” kitabını daha çok sev-
dim ve daha başarılı buldum. İncelemesi
zor bir kitap olması, sanırım bunda etki-
li oldu. Kitabı anlatırken başka yazarlar-
dan örnekler vermenin herhangi bir yolu
bulunmadığından iş biraz başa düşüyor.
Yazarın on yıl sonra yazacağı bir kitabının
edebiyatın neresinde ve ne hakkında ola-
cağı biraz meçhul olsa da bu kitabını okur-
ken iki nokta gözünüze hemen çarpıyor:
1- Yazar bir edebiyat dehası
2- Hikâyesi olmayan bir hikâyeyi an-
latmayı başarmış.
HAYATIN KEND�S�NE BENZERB�R KURGU Yazarın hikâyesi olmayan hikâyeler (anti-
story) üzerine çalışmaları, arayışları ve re-
feranslarını romanının içerisinde de bul-
mak mümkün. Temel bir hikâye veya
düğüm yerine, hayatın kendisi gibi, bir bü-
tün haline gelecekmiş gibi görünen ama
asla gelmeyen, birbiriyle alakalı gibi gö-
rünen ama asla alakası olmayan “şey”ler
arasında savruluyoruz. Bakıldığında, ha-
yatın gerçekte var olduğu
şeyin temelde bütün bu an-
lam verme karmaşası içeri-
sinde, parçacıkların peşinde
sürüklenirken “anlam ver-
me” dışında hiçbir eylemin
gerçekleştirilmediği, elle tu-
tulabilir tek somut şeyin,
aksine soyut ve gereksiz,
otomatik olarak yaptığımız
sürüklenme –sürünme veya
titreme belki daha doğru-
olduğudur. Yazarın son de-
rece gerçekçi, zaman zaman
acı verici derecede sıkıcı par-
çacıkları arasında dolaşırken, hayatında
hiçbir önemli şey olmayan bir insanı izli-
yormuş hissine kapılabilirsiniz. Açıkçası ki-
tabı bu nedenle en az on kez okumayı bı-
raktım, sonra tekrar döndüğümde yine ilgi
çekici başka bir şey beni bekliyordu ve 30
sayfa kadar daha ilerlememe yol açıyor-
du. Hayat da bu değil mi?
Roman boyunca ana kurgu, temel
düğüm diyebileceğiniz her şey –aynı şe-
kilde her biri ayrı ayrı özenle kurgulanmış
ve bir yerlerde yaşıyorlarmış hissi uyan-
dıran karakterleri de- değişime uğruyor
(bazen değişmeden kıpırtısız kalıyor) ve
artık neyi takip ettiğinizin ucunu kaçırı-
yorsunuz. Kitabın elbette orijinalinde de
aynı şekilde bulunan arka kapak yazısı siz-
leri yanıltmasın, ana karakter gerçekten
Meg gibi görünebilir ve arka kapakta
bahsedilen olgular da gerçekten kitapta
mevcuttur fakat hiçbiri kitabın ana teması,
konusu veya düğümü değildir. Kitap tek,
temel bir öyküden çok, dağınık bir zihne
ve dolayısıyla da hayatın kendisine benzer.
Meg’in “ciddi” bir kitap yazmayı isteme-
si fakat nereden başlayacağına dair hiçbir
fikrinin bulunmaması, parasal sorunlar,
her an ayrılabileceği bir erkek arkadaş, bir
ilişki yaşayan yakın arkadaş, hikâyesi ol-
mayan bir hikâye geliştirmekte olduğunu
söyleyen bir başka arkadaş, meydana ge-
len tuhaf ve bazen sıkıcı olaylar, bu olay-
ların bir araya gelecekmiş görünüp gel-
memesi… Kitaptaki bazı temel noktala-
rı vurguladım. İşte şimdi ilginçleşmeye baş-
lıyor… Sonuç olarak da hikâyesi olmayan
bir hikayeyi barındıran, her an ayrılabi-
leceğiniz ama nedenini bilmeden bir tür-
lü ayrılamadığınız ve zaman zaman umur-
samadığınız, size kitap yazmak, post-mo-
dern felsefe ve hayat hakkında fikirler ve
öğütlerde bulunan, her an bir başka kitabı
elinize almanıza olanak veren ve bunu
umursamayan (nasıl olsa döneceksiniz),
olayları hep beklenti doğuran ama üst üste
eklenmeyen bir roman ortaya çıkıyor.
Örtüşen roman yapısını hemen fark etti-
niz mi? Kesinlikle dâhiyane! Kurgu-ro-
man-hayat-gerçeklik. Hepsi örtüşüyor ve
elinizdeki kitaba dönüşüyor.
TAVS�YE ED�L�R...Kitabı bu ay için tavsiye edebileceğim ki-
tapların en üstüne taşımam bir yana, ay-
rıca kitap yazma aşamasında ve yeni kur-
gu arayışındaki yazar adaylarına özellik-
le tavsiye ediyorum. Dâhiyane fikirler
modern çağın edebiyatında çok fazla olu-
şur. Fakat bu farklı fikirler genelde başa-
rısız uygulamaların içerisinde parampar-
ça olmaya, yazarların yeteneklerinden
gerçekçi olmayan beklentilerinin ağırlığı
altında ezilmeye mahkûmdurlar. Ender de
olsa kusursuzca uygulamaya dökülebil-
diklerinde ise sonuç Scarlett Thomas,
Tom Robbins, Neil Gaiman, Haruki Mu-
rakami vb. dir. Mutlaka keşfedilmeleri ve
okunmaları gerekir.
Kitabın çevirmeni Kıvanç Güney ise
doğrusu harika bir iş çıkarmış. Kitabın ru-
hunun farkında olan onun gibi daha
fazla çevirmene ihtiyacımız olduğu şüp-
he götürmez.
Kitaptan şu alıntıyla vedalaşalım:
“Güneşin doğuşunu izledik. Eve döndü-
ğümde kendimi müthiş hissettim; sanki
içimde her zamankinden daha çok boş yer
varmış gibi.”
(Bizim Hazin Evrenimiz, Scarlett Thomas, April Yayıncılık,
Çev: Kıvanç Güney 440 s.)
Scar
lett
Thom
as
13 TEMMUZ 2012 CUMA Aydınlık KİTAP10
ANNESİZ VE ÜLKESİZ BİR ŞAİR: ADNAN SATICI
“Budur boynumu büken…”CAFER [email protected]
Kalbini kuşatmış olan ülkesizlik duy-
gusu, sevdiği bütün varlıkları ülke
edinme isteği, içindeki büyük boşlu-
ğu doldurmak arzusunun bir ürünü
olmalıdır. Ülkesizlik duygusuyla za-
man zaman bütünleşen annesizlik
duygusu şairin iç dünyasındaki büyük
boşluğun besleyici kaynağı duru-
mundadır.
“Yalnızca bir gök değil, o, bir şarkıdemek de yetmiyor ona
Belki bir ülke, doğrusu bir ülkeZaten hepsi sevdikçe oluşan bir
gülde toplanıyorMaviyi toğrağa düşerken görsen,
kırağıyı bir güleOrda onun şarkısını söylesen gör-
menin sevinciyleÇöl yitiği yüreğine içirdiğin sesiniBen duysam ve dinlesem… O’dur
derimBu onun gözleri yemin ederim…Beyazını kaplayan buğu benim ke-
derimKapısız penceresiz bir oda gibi duranAğrısız bir ölüm gibi kapananO’nun gözleri…(…)Dağlar ağır oturur, ağır ağır azalırYoksa ona dağ mı desem, n’apsamYerleşik oturan, süreğen, mağrurBir eli elimde kalsa, öteki suyaYalın bir ceyalan sekişiyle suya do-
kunsaBir yanı çoğalsa, bende dursun bir
yanıBende dursun biraz çocuk, çokça
anne olanı
Çünkü ben…
Ben o anneyi gömdüm toprağaBen bir çocuktum düştüm uzağa”
HER �EY�N UZA�INADÜ�MEK… Bu şiirde olduğu gibi birçok şiirde sev-
gilinin bir ülkeye dönüşmesi, sevme ey-
leminin gülde karşılığını bulması ger-
çekliğin değil, gerçekliğin böyle ol-
masını istemenin, düşlemenin bir yan-
sımasıdır. Çünkü Adnan Satıcı’da
bağlandığı ve sahiplendiği her şeyin
uzağına düşeceği tedirginliği ve endi-
şesi, süreklilik kazanmış bir duygu
halidir.
“Göçmen kuşlar, dağından kopan
ırmaklar, el sallanan yolcular, geride
kalan kentler” ve derin bir çaresiz-
liğin ifadesi olan “sen nereye/sen
nereye” tarzındaki lirik çırpınışlar
onun şiirinin iç kaynaklarına yönelik
işaretlerdir. Bu işaretlerin tümü de
endişe ve tedirginlikle sarmallanmış
bir ayrılık duygusunun tabelası üze-
rinde belirtgenlemiştir.
Adnan Satıcı şiirinde kuşkusuz
daha başka başat izlekler de var. Fa-
kat bu izlekler de sonunda bir kavşakta
ayrılık korkusuyla buluşuyor ve örne-
ğin ülke özlemi, örneğin aşk ve anne
özlemi iç içe geçerek çok boyutlu bir
tema haline geliyor.
Aşk, ülkesizlik ve ülkeye dönüşen
sevgili imgesi, terk edilme, bırakılma
bağlamında büyüyen korku ve endi-
şe onun şiiri içinde âdeta bir ip yu-
mağını andırıyor. Bu ip yumağının
başını ve sonunu bulmak ise okuyu-
cuya kalıyor. Uyarmalıyım ki okuyu-
cunun işlevi burada da son bulmuyor.
Bulmanın sevinci kaybetmenin te-
dirginliğiyle örseleniyor. Birlikte ol-
mak ayrılığın vehmini büyütüyor. İki-
lem şairin her adımında, bir başka
söyleyişle şiirinin bütün coğrafyasın-
da sürüyor.
Güven ve güvensizlik. Eminlik ve
şüphe. Mutluluk ve onun gölge ha-
lindeki takipçisi mutsuzluk.
AHENKL� HÜZÜNAdnan Satıcı şiirinde öne çıkan “ül-
kesizlik” kavramı gerçekte halka men-
sup olan her insan için geçerli olan
yoksulluğun, çaresizliğin, sahipsizliğin
estetik alandaki ifadesidir. Fakat ba-
zen bu kavram mecazın diliyle yoru-
ma açık olmak kaydıyla Kürt halkına
yönelik bir gönderme ve çağrışımın da
aracı olarak kullanılmaktadır:
“Bin yıldır ülkesizim, budur boynu-mu büken
Uyandığım her sabah yalnızca birölüyüm
Her şey aklımı kaptırdığım bir be-lirsizlik
Sen ülkem olur musun, ilkKırık kanatlarımla çırpacak gö-
ğüm.”
Her halükârda ise onun şiiri an-
nesiz ülkesiz bir söylemin ahenkli
hüznü, lirik edası içinde akıp gitmek-
tedir. Okuma esnasında ne bir tekle-
me engeli ne de bir kelimenin kula-
ğınızı tırmalayan senfonisi…Sözünü
ettiğim ahenge bunlar da dâhildir.
Adnan Satıcı 1962’de Diyarba-
kır’da doğmuş, altı yaşında babasını,
dokuz yaşında da annesini kaybetmiş.
Daha sonra iki kız kardeşiyle birlik-
te hayat onları Eskişehir’e taşımış.
Şairimiz, bu şehirde bir süre yaşa-
dıktan sonra yeniden Diyarbakır’a
dönmüş.
Adnan Satıcı şiirindeki kaybetme
korkusu, göçerliğin hüznü, sürekli en-
dişe ve tedirginlik izleklerinin bu dö-
nemin armağanı olduğunu düşünü-
yorum. Şairin küçük yaşlarında an-
nesiz babasız kalması, yerinden yur-
dundan olması ile ülkesizlik duygusu
arasında doğrudan bir nedensellik ba-
ğının bulunması tabii ki şaşırtıcı de-
ğildir.
ERKEN VEDAAdnan Satıcı ile Evrensel Kültür Mer-
kezi’nin İstiklal Caddesi’ndeki büro-
sunda tanışmıştım. 1995 ya da 1996 yıl-
ları olmalı… Bir buçuk saate yakın
sohbetimiz oldu. Samimi yaklaşımı,
özenli dikkati, dinleyicilik ahlakı ve ko-
nuşma düsturu dikkatimi çekmişti.
Belleğimde onunla ilgili işte bu özel-
likleri kalmış. Bir de güleç bir halinin
olduğunu anımsıyorum.
Adnan Satıcı, aynı kaderi paylaşan
her şair gibi erken ölümüyle içimi çok-
ça burkan bir şairdir. Ölüm onu çok
mu aradı bilinmez ama seçkinler için-
den seçtiği muhakkaktır. Bir şairin kırk
beşinde şiire veda etmesinin sebebi
ölümse bu herkesi üzmelidir.
Ne iyi ki yaşadığı süreçte onu ve
onun adına bizi de sevindiren şeyler
var. Adnan Satıcı ilk kitabı “Ülkesiz
Şarkılar”la (1984) Yeni Türkü Şiir
Ödülü’nü alıyor. 1994’te Dünya Şiir
Ödülü ve 1995’te ise Behçet Aysan
Şiir Ödülü geliyor. Demek istedi-
ğim, yazdıkları sessizlikle, suskun-
lukla, görmezden gelmeyle karşılan-
mış, her edebiyatçının az çok bildiği
edebiyatın o zehirli hançeriyle yara-
lanmış bir şairimiz değildir. Onun er-
ken ölümünün tesellisi artık ödülle-
ri olsun hepimiz için. Yazdığı altı şiir
kitabı, bir masal ve bir deneme kita-
bı olsun.
Tabii ki bu tesellilerle yetinme-
meliyiz.
Bugün için Adnan Satıcı’ya gös-
terilecek en anlamlı vefa örneği onun
şiirlerinin toplu basımına ön ayak ol-
maktır. Yayınevleri ve kültür mer-
kezleri açısından ise bu basımı ger-
çekleştirmek, Adnan Satıcı şiiri ile oku-
runu buluşturmaktır. Şiirlerinin toplu
smı gerçekleştirilmiş bir Adnan Satı-
cı, kuşkusuz hem edebiyat dünyamız
hem ülkemizin kültürel merhalesi
hem de onu sevenler için çok gerek-
lidir. Böylece Adnan Satıcı yeniden
doğmuş olacaktır. Ve bu doğuşu onun
kalıcı bir değere dönüşmesinin de bir
aşamasını oluşturacaktır.
Şairlerini kucaklayan ve onları sü-
rekli kılan bir ülke kendi ruh sağlığı-
na da önem veriyor demektir. Böyle-
si bir halkın bireyleri ve bileşenleri ne
cinayet ne hırsızlık ne yolsuzluk ne de
tecavüz suçlarıyla gündeme gelir.
Şairlerini okuyan bir halkın ülke-
si ruh inceliği ve gönül içtenliğinin bah-
çesi olur.
Adnan Satıcı böyle bir bahçeye
emek veren şairlerdendir.
Onun şiirlerini okuyan her kimse
ancak saf bir vicdan kadar kötü olabilir.
Adnan Sat�c�, ayn�kaderi payla�an her �airgibi erken ölümüyle içimiçokça burkan bir �airdir.Ölüm onu çok mu arad�bilinmez ama seçkinler
içinden seçti�imuhakkakt�r.
Bir �airin k�rk be�inde�iire veda etmesininsebebi ölümse buherkesi üzmelidir.
Ne iyi ki ya�ad��� süreçte onu ve onun ad�na bizide sevindiren �eyler
var…
Adnan Sat�c�
13 TEMMUZ 2012 CUMA 11Aydınlık KİTAP
TUNÇ AKKOÇ
Amerikan Ku Klux Klan örgütünün baş-
lattığı sürek avı hafızalardan kolay kolay si-
linmez. 1960'larda Mississipi eyaleti, si-
yahlara cehennem olur. Demokrasi hava-
riliği yapan bir ülkenin yurttaşları, 20. yüz-
yılın oratsında siyahları diri diri yakarlar.
Gene Hackman ve Willem Dafoe’nin baş-
rollerini paylaştığı meşhur film, “Mississi-
pi Burning”, bölge insanının hücrelerine iş-
lemiş olan ırkçılığı ve hıncı sarsıcı bir dilde
anlatır. Belediye Başkanı’nın filmdeki söz-
leri bir kültürü yansıtır: “Yabancıların na-
sıl yaşayacağımızı söylemesinden hoşlan-
mayız. Gerçek şu ki, burada iki kültür var.
Beyaz kültür ve siyah kültür. Her zaman
böyle oldu. Her zaman da böyle olacak.”
KUZEY – GÜNEY ÇATI�MASIYabancılardan kasıt Kuzeyliler. Kuzey ile
Güney arasındaki kültürel farklılık bugüne
kadar varlığını sürdürdü. Ayrışma, güneyin
yerelciliğinde, federal hükümete tepkiler-
de, ırkçılığın devamında bugün kendini gös-
teriyor. Güneylilerin nostalji eğilimi de
önemli bir sosyolojik olgu. Eski döneme, be-
yaz mülk sahipleriyle kölelerin barışçı bir
ortamda büyük çiftliklerde beraber yaşa-
dıkları zamanlara özlem, tarihsel gelişime
bir itiraz niteliğinde. Mississipi eyaleti,
ABD’de Güney’in kültürünü bünyesinde
tüm özellikleriyle barındıran eyaletlerin ba-
şında geliyor. Gallup-Enstitüsü’nün yaptı-
ğı bir kamuoyu araştırmasına göre, en mu-
hafazakar eyalet Mississipi. Araştırmaya ka-
tılan Mississipililerin yüzde 50,5’i kendini
muhafazakar olarak tanımlamış.
Kuzey-Güney çelişkisinin köklerini,
Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nda ve İç
Savaş’ta aramak gerekir. İngiltere’ye kar-
şı George Washington önderliğinde Ba-
ğımsızlık Savaşı veren, sömürge olmaktan
çıkan ve bağımsızlığını ilan eden ABD, bir
yandan da bir hesaplaşmaya doğru ilerli-
yordu. 19. yüzyılda Kuzey ile Güney ara-
sındaki çatışmanın sebepleri sosyo-eko-
nomikti. Üretim biçimi feodal olan Güney
eyaletlerinin ekonomik yapısı tarıma da-
yalıydı ve endüstri hemen hiç yoktu. Büyük
toprak mülkiyeti hakimdi ve tarımda siyah
köleler çalıştırılıyordu. Kömür ve demir ma-
denlerini işleten Kuzey’in ekonomik yapı-
sı ise endüstriye dayanıyordu. Kapitalist iliş-
kileri egemen kılmak isteyen Kuzey, Gü-
neyin köle siyahlarına özgürlük verilmesi-
ni istiyordu. Ucuz işgücü artışına ivme ka-
zandıracak olan bu süreç, Güney’deki ya-
pının da dağılması anlamına gelecekti. 11
Güneyli devlet, Birlik’le bağlarını kopardılar
ve 1861’de “Amerika Konfedere Devletleri”
olarak kendilerini ilan ettiler. Kuzeye savaş
ilan edildi. Ve Abraham Lincoln’ün ko-
mutasında ve 23 eyaletten oluşan Kuzey, 3.5
milyon siyahı bünyesinde bulunduran Gü-
ney kuvvetlerini 1965’te mağlup etti.
GÜNEY’�N YAZARISadece coğrafya itibarıyla değil, ideolojik
olarak da Güney’in yazarı ve kültürel
simgelerinden biridir William Faulkner. 25
Eylül 1897’de Mississippi’de doğan yazar,
iç savaşa dair hikayelerle, yöresel efsane-
lerle dolu bir çocukluk yaşar. Daha sonra
hayatının büyük bir bölümünü geçirdiği
Oxford’daki Lafayette kasabasına taşı-
nırlar. Eserlerinde bahsettiği "Jefferson"
Oxford’u, "Yoknapatawpha kasabası" ise
Lafayette’i temsil eder. Hemen tüm eser-
lerinde Mississipi’deki toplumsal hayatı,
Güneylilerin duygu dünyalarını, hayal kı-
rıklıklarını ve ideallerini anlatan Nobel
ödüllü yazar, kendi hayat
tecrübesine ve yakın çevre-
sindeki anlatılara dayana-
rak gerçekliği yakalamaya
çalışır.
Nitekim yazarın büyük-
büyük babası William Clark
Faulkner, iç savaşta Konfe-
derasyon ordusunda çarpış-
mış, tren yolu yaptırmış ve
adını Tippah kasabası yakı-
nındaki Falkner şehrine ver-
dirmiş Mississippi’nin önem-
li karakterlerinden biridir.
Giriştiği düelloda ölen bü-
yük-büyük baba, “John Sar-
toris” karakteri olarak William Faulk-
ner’in eserlerinde hayat bulmuştur. Özel ha-
yatında da, siyasette de yeniliklere kapalı
olan William Faulkner’in şu sözü karakte-
ristiktir: “Geçmiş asla sona ermez, hatta
geçmez bile.” 20. yüzyıl Batı edebiyatına etki
eden ve ABD’li roman yazarlarının önde ge-
len isimlerinden sayılan William Faulkner,
Güney insanının hislerine tercüman olmayı
başarmıştır. Doğrusu siyahlara lütufta bu-
lunduklarını iddia eden ve geçmişe methi-
ye düzen büyük toprak sahiplerinin hayal
kırıklıklarını yansıtmıştır. Kuzeylilerin si-
yahlara özgürlük bahşetmek için değil de,
Güney’i yağmalama gayesiyle geldiklerini
savlayan beyaz aristokrasinin kaderlerine is-
yan duygularını bizzat hissetmiş gibi görü-
nür. O kadar ki, Prof. Philip Weinstein, Fa-
ulkner’in bu tavrının, 1876-1964 arasında
yürürlükte olan ve ırk ayrımına dayalı “Jim
Crow Yasalarına” adeta bir göz kırpma mı
olup olmadığını cesaretle sorar.
YEN�LG�Y� KABULLENMEYENLER1938’de yayımlanan “Yenilmeyenler” (The
Unvanquished) romanı, yazarın en ilgi çe-
kici eserlerinden biri olmasına karşın Türk-
çeye yeni kazandırıldı. Diğer tüm eserle-
rinden farklı olarak, “Yenilmeyenler”in
dili ve kullanılan anlatım teknikleri çok kar-
maşık değildir. 1863’de Güney kuvvetleri-
nin Vicksburg yenilgisinden iç savaşın so-
nuna kadar olan süre zarfında, Albay John
Sartoris ve ailesi etrafında yaşanan olaylar,
en başta 12 yaşında olan oğul Bayard’ın ağ-
zından anlatılıyor. Bayard tüm vaktini yaşıtı
zenci çocuk Ringo’yla geçirir ve gelişmele-
ri birlikte gözlemlerler. Sartoris Çiftliği,
Güney denince akla gelmesi istenen, beyaz
mülk sahipleriyle kölelerinin huzur içinde
beraber yaşadıkları bir yerdir. John Sarto-
ris adamlarıyla beraber çarpışmalara katıl-
dığı için ve seferî olduğun-
dan, çiftliğin sorumluluğu
büyükanne Rosa Mil-
lard’dadır. Büyükanne ve
çocuklar, Kuzeyli’lerin yağ-
ma faaliyetlerinden kaçar
ve firar ederler, özgürlük
vaat edilen siyahların kitle-
ler halinde hareket haline
geçtiklerine tanıklık ederler.
Çeşitli maceralar yaşarlar,
en önemlisi dönüş yolunda
Yankee’lerden (Kuzey’li as-
kerlerden) temin ettikleri
yazılı bir belge aracılığıyla ve
sahte evrak imal etme yön-
temleriyle, katır alım-satım işine girişirler.
Rosa Millard’ın planladığı, Bayard ve Rin-
go’nun da görev aldıkları bu işten elde edi-
len gelir, çiftlik ve yöre halkı için kullanıla-
caktır. Yedi bölümden oluşan kitabın son bö-
lümü ise, 1874’te geçer. Savaş dokuz yıl önce
bitmiştir. Bayard artık üniversite öğrencisidir.
John Sartoris idealleri uğruna siyasi müca-
deleye devam eder, siyahların seçim hak-
larına karşı çıkar, seçimleri kazanır ve “ken-
disine yaraşır” bir biçimde düelloda haya-
tını kaybeder.
İç savaş; nedenleri üzerinde düşünme-
yi gerektiren, Amerikan toplumunun geli-
şimine hizmet edip etmediği tartışma gö-
türen, Yeni Dünya hayallerini suya düşüren
trajik bir yenilgiyle sonuçlandı Faulkner’e
göre. Romanın başında Bayar ve Rin-
go’nun Vicks-
burg muhare-
besini toprak
ü z e r i n d e
oyunlaştırma-
ları, Güneyin
süregelen işte
bu mağlubiyet
d u y g u s u n u
canlandırıyor.
Devrimin son-
rasında, Fran-
sa’nın Vendee
bölgesinde köylü ayaklanmalarının şid-
detle bastırılması olayını, Kuzey’in Güney’i
işgaliyle eş gören Faulkner, kitabın beşin-
ci bölümüne de “Vendee” başlığını koyar.
Çarpıcıdır. Yazara göre “Yenilmeyenler”,
Güneyli beyazlardır. İç savaşın akabinde
John Sartoris kargaşalı seçim ortamında iki
kişiyi öldürerek “düzeni tesis eder”, silah-
lı adamlarının gücüne dayanarak da se-
çimleri kazanır. Güney teslim olmamıştır as-
lında.
siyahların toplumsal konumu da Güneyli-
lerin algısına has betimlenir romanda. Sar-
toris çiftliğindeki beyaz mülk sahipleriyle si-
yah hizmetkarlar arasındaki ilişki güzel gös-
terilir. Çocukluklarında Bayard ile Ringo,
kardeş misali iki yakın arkadaş olmalarına
rağmen, hatta Ringo’nun daha zeki oldu-
ğu genel kabul görüyor iken, 20’li yaşlara
geldiklerinde Ringo artık hizmetkardır ve
daha az kültürlüdür. Örnekleri çoğaltmak
mümkün. Asıl ilgi çekici olan, büyükanneyle
firar halindeyken yollarda gördükleri siyah
toplulukların tasvir ediliş biçimidir. Kuzey’in
üstünlüğünü arttırması sonucu, Güney'de-
ki toplumsal hayat ve çiftliklerin düzeni bo-
zuldukça, siyahlar kitleler halinde kaçışa
başlarlar. Tam olarak da aslında nereye gi-
deceklerini, ne yapacaklarını bilmeyen bu
insanlar, avare ve kontrolsüz olarak tarif edi-
lir. siyahların eşitlik talebini ve hareketini
küçümseyen tonlar açıkça hissedilir anla-
tım tarzında.
Amerikalı eleştirmenler, “Yenilme-
yenler” romanında savaş tasvirinin yüzey-
sel olduğu ve efsaneleştirilip, sevimli gös-
terildiği; savaşın yıkıcı ve kötü yönünün iş-
lenmediği konusunda hemfikir. Tartışılır. Şu
bir gerçek ki, Amerikan İç Savaşı’nı ve
Amerikan toplumunun gelişim dinamik-
lerini farklı yönleriyle de ele almak iste-
yenler Faulkner’i okumalı.
(Yenilmeyenler, William Faulkner, Yapı Kredi Yay.,
Çev: Necla Aytür, Ünal Aytür , 192 s.)
“Yenilmeyenler” mi, yenilgiyikabullenmeyenler mi?
20. yüzy�l Bat� edebiyat�na etki eden ve ABD’li roman yazarlar�n�n önde gelen isimlerinden say�lan William Faulkner,Güney insan�n�n hislerine tercüman olmay� ba�arm��t�r. Do�rusu siyahlara lütufta bulunduklar�n� iddia eden ve geçmi�emethiye düzen büyük toprak sahiplerinin hayal k�r�kl�klar�n� yans�tm��t�r. Kuzeylilerin siyahlara özgürlük bah�etmek içinde�il de, Güney’i ya�malama gayesiyle geldiklerini savlayan beyaz aristokrasinin kaderlerine isyan duygular�n� bizzat
hissetmi� gibi görünür
WILLIAM FAULKNER’İN BAŞYAPITLARINDAN “YENİLMEYENLER” İLK KEZ TÜRKÇEDE
Will
iam
Fau
lkne
r
13 TEMMUZ 2012 CUMA Aydınlık KİTAP12 KAPAK
BEYOĞLU DEVLETI’NIN TARIHÇISI OKTAY GÜZELOĞLU’NUN ILK ROMANI: “AKTÖR”
MELİS YALÇ[email protected]
Karıcığım... / Hasretliğin on ikinci yılı bu /On ikinci yılı / Gönül ağzına kadar dolu /Sen diyorum İstanbul geliyor aklıma / İs-tanbul diyorum sen / Sen şehrim kadar gü-zelsin / Şehrim senin kadar acılı.
Nazım Hikmet
Kimi şehirler, yerler vardır, adı hep bir ya-
zarın ya da şairin adıyla anılır. Sözgelimi,
Çukurova denince Yaşar Kemal, Dublin de-
nince James Joyce gelir akla. Nasıl Çuku-
rova'sız Yaşar Kemal düşünülemezse, Ya-
şar Kemal olmadan da Çukurova pek bir
eksik kalır. Bazen de şehir yazarın kendi-
sinden kaçamadığı kötü bir kader gibidir.
Dublin hakkında, “Sevgili aşkım, Dublin
beni hasta, hasta, hasta ediyor. Başarısızlık,
hınç ve mutsuzluk kenti. Dışında olacağım
günleri bekliyorum” diyen Joyce, İrlanda’nın
kültürüne, aile yapısına ve papaz baskısına
karşı olmasına rağmen onu sırtında bir yük
gibi taşımıştır yazın hayatı boyunca.
Herhalde üzerine en çok şiirler, kitap-
lar yazılan şehirlerden biri de İstanbul’dur.
Divan Edebiyatı'nın en önemli şairlerinden
biri olan Nedim de şiirlerinde bol bol İs-
tanbul’dan bahseder.
Sürmeli gözlü güzel yüzlü gazâlân anda
Zer kemerli beli hancerli cüvânân anda
Bâ-husûs aradığım serv-i hırâmân anda
Nice akmaya gönül su gibi Sa'd-âbâd'a
Sürmeli gözlü güzel yüzlü gazeller onda
Altın kemerli beli hançerli civanlar onda
Hassaten aradığım salınıp giden selvi
boylular onda
Niçin akmaya gönül su gibi Sa'd-âbâd'a
(Kâğıthane)
Neredeyse her sokağına, her kaldı-
rımına bir şiir bir de öykü düşer güzel
İstanbul’un. Günlerinin çoğunu İstan-
bul’u semt semt gezerek geçiren Sait
Faik, yazar Sabri Esat Siyavuşgil tara-
fından “şehir hayaleti” diye anılır. Or-
han Kemal, yakın arkadaşı Sait Faik'in
İstanbul'u dolaşmakla geçen günlerini
şöyle özetler: "İstanbul'u fellik fellik do-
laşmaya çıkardı. Beyazıt'ta havuzun
başına tünemişse 'Havuz Başı' öyküsü-
nü, Boğaz'a sarkmışsa 'Menekşe Vadi'yi
yazardı. İstanbul'un en kıyıda köşede
kalmış yerinde rastladığı insanları da ko-
lundan tutup öykülerine sokuştururdu.
Kanık’sadığımız bir şair: Orhan
Veli, o da sevgilisine yazmış bütün şi-
irlerini. Hepimizin bildiği bir şiirle analım
onu.
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;Bir kuş çırpınıyor eteklerinde.Alnın sıcak mı, değil mi biliyorum;Dudakların ıslak mı değil mi, biliyorum;Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasındanKalbinin vuruşundan anlıyorum;İstanbul’u dinliyorum.
Can Yücel de eksik kalır mı, Orhan Veli
Kulağıyla İstanbul’u dinler.
Kuzguncuğun orda Fethipaşa korusundaİstanbul'u dinliyorum gözlerim kapalı...Taa Eminönü'nden, Yeni Camiinin di-
bine dibineO ihtiyar, ayyaş Karaköy Köprüsü yerine
Kurulacak asri, ama üzümsüz o asmaoto-köprü için
Demir Kazıklar çakan Şahmerdanın gü-rültüsü geliyor
Güm! Güm! Güm!İstanbul'u özlüyorumGözlerim kapalı...
Çektiği kısa filmlerle ve kitaplarıyla
İstanbul’la özdeşleşen yazarlardan biri de
Oktay Güzeloğlu. Yeraltı edebiyatının ül-
kemizdeki temsilcilerinden olan Güzeloğ-
lu, bize Beyoğlu sokaklarını ve o sokakla-
rın hor görmeye alıştığımız insanlarını an-
latıyor. Güzeloğlu’nun Aktör'ü bir yanıyla
Yusuf Atılgan’ın Zebercet’ini hatırlatıyor
bize. Ülkemizde yeraltı edebiyatının mila-
dı sayılan Atılgan’ın “Anayurt Oteli”, işle-
diği yalnızlık ve yabancılaşma gibi konularla
ve karamsar sayılabilecek atmosferiyle
“Aktör-Kerhane Aşkı” ile birçok yönden
benzeşiyor gerçekten de.
“Pazar günü tekrar kerhaneye gittim. Bu
sefer kararlıydım. Doğru çalıştığı evine. Ka-
pıyı çaldım, açtılar. O, yine aynı sedirde. İki
kadının arasında oturan kapkara gözlerin
önünde durarak, 'kaç numara' dedim. Yü-
reğim sürgün gibi yerinden gitti gidecek,
'dört numara' dedi. Kalktı önüme düştü,
odasına çıktık… Kenarda bir sandalyeye eğ-
reti oturdum, heyecanlıyım, onunla ne ko-
nuşacağım, düşünemiyorum, kalbim çar-
pıyor. 'Bir kahve içer misin' diye sordu. Dü-
şünmeden 'evet' dedim. Sessizce odadan çık-
tı, birazdan bir kahve fincan ile döndü. Ben
de bu arada o yokken odayı taradım, ke-
narda bir somya, iki sandalye, bir masa, orta
halli bir ev odası gibi düzenli. Kahveyi ver-
di, karşıma oturdu. İkimiz de konuşmu-
yorduk. Birazdan sessizliği o bozdu, adımı
sordu, sonra o da söyledi. 'Sevda'. İçimden,
'ne güzel ismi var' diye düşündüm. Durup
dururken Sevda’ya sevdalanıyorum galiba
diye düşünürken kapı çalındı. Fincanları is-
tediler. Ben para vermek için cebime dav-
randım, el işaretiyle 'olmaz' dedi.”
Bir tarafta memleketi kurtarmaya so-
yunmuş ama kendini kurtaramamış süfli bir
tiyatro patronu, diğer tarafta bir kerhane
patroniçesi… Darbe’nin en büyük darbe-
sini yiyen Aktör, tiyatroyu kapatmakla kal-
mamış, bir de arkadaşlarıyla bile tanıştıra-
madığı bir kadından harçlık almak zorun-
da kalmıştır. Aşk mı? Aşkın böyle zaman-
larda pek sesi soluğu çıkmaz olurmuş.
Destek Yayınevi’nden çıkan son kitabı
“Aktör – Kerhane Aşkı” vesilesiyle bir
Beyoğlu âşığı olan Oktay Güzeloğlu’yla söy-
leşi yapma fırsatı bulduk. Yeni kitabından
ve âşık olduğu semtten bahsettik. Umarım
siz de zevkle okursunuz, hem söyleşimizi
hem de Güzeloğlu’nun ilk romanını.
Türkiye’yi Beyoğlu’nda tanıdımBen Beyo�lu’nun binalar�n�, tarihini vb.yazm�yorum, benim malzemem “�nsan”.Ezilen, yüzlerine tükürülüp toplum d���na
itilenleri yaz�yorum. Bir dokunup on bin ahlardinliyor ve yaz�yorum. Arkada�l�klar
yap�yorum onlarla, fahi�eler, tinerciler,travestiler, sinyalciler, h�rs�zlar…
Daha bir sürü gece adam�… Hepsi bitik,hepsinin bir hikâyesi var. Ya�am�mda önemiçok büyüktür, ya�am�mda iyi kötü her �eyiBeyo�lu’nda ya�ad�m; sevgililerimi, terkedili�lerimi, terk ettiklerimi, iyi günlerimipaspal günlerimi, paral� günlerimi, terso
günlerimi, ihanetleri, dostluklar� k�saca her�eyi Beyo�lu’nda ya�ad�m, ba�ka semt
bilmem
13 TEMMUZ 2012 CUMA 13KAPAK Aydınlık KİTAP
Kitaplarınızdan en akla kazınan sahne-ler Beyoğlu’nun sokak yaşantısını, sokaktayaşayan insanlarını anlattığınız bölümler.Anlaşılan o ki, kendi yaşantınızdan ke-sitleri de kitaplarınızda bol bol kullanı-yorsunuz. Beyoğlu’nun sizin için önemi ne-dir? Sizin için bir “Beyoğlu yazarı” diye-bilir miyiz? “Aktör”, ilk romanım, bu nedenle benim
için anlamı büyük, ayrıca içerik olarak daha
farklı. Bir tiyatro oyuncusunun 12 Eylül
darbesi sonrasında yaşadığı travmayı, dev-
rimci bir tiyatrocunun yaşadığı travma ne-
ticesinde uğradığı değişiklikleri anlatıyor
diyebilirim. Farkında olmadan, ayakları
onu geneleve götürüyor; hani parasız pul-
suz ve bunalımda olan biri nereye gittiği-
ni bilmez ya o da aynı durumda. Orada bir
sermayeyle tanışıp dost oluyor ve olaylar
devam ediyor…
Her yazar, her yönetmen eserinde bi-
raz da kendini anlatır, başka türlü olmaz,
Beyoğlu’nun benim yaşamımda önemi
çok büyüktür, yaşamımda iyi kötü her şeyi
Beyoğlu’nda yaşadım; sevgililerimi, terk
edilişlerimi, terk ettiklerimi, iyi günlerimi
paspal günlerimi, paralı günlerimi, terso
günlerimi, ihanetleri, dostlukları kısaca her
şeyi Beyoğlu’nda yaşadım, başka semt
bilmem, Ben kendimi Beyoğlu yazarından
çok, Türkiye’nin insanlarını Beyoğlu’nda
tanıyan birisi olarak görüyorum. Çok de-
ğişik kültürlere bulaşmış insanları tanıdım,
örnek olarak verirsem; dokuzuncu sınıf bi-
rahanelere takılan bir sokak fahişesi yat-
tığı kalktığı çeşit çeşit insanlarla aynı za-
manda farkında olmadan farklı kültürle-
re de bulaşır. Sokaklar için sokaktakiler için
de böyledir, sinyal yapanlar için de ge-
çerlidir bu. Çeşitli kültürlere bulaşmak, Be-
yoğlu’nda yaşayanlar için kaçınılmazdır.
Buralarda uzun zaman yaşayan herkes,
sosyal yaşamda farklı kültürlere bulaşır.
Ben Beyoğlu’nun binalarını, tarihini vb.
yazmıyorum, benim malzemem “İnsan”.
Ben, ezilen, yüzlerine tükürülüp toplum dı-
şına itilenleri yazıyorum. Bir dokunup
on bin ahlar dinliyor ve yazıyorum.
Arkadaşlıklar yapıyorum on-
larla, fahişeler, tinerciler,
travestiler, sinyalciler, hır-
sızlar… Daha bir sürü
gece adamı… Hepsi
bitik, hepsinin bir hi-
kâyesi var. İşte ben
onları “Sokak Mobil-
yaları” adı altında ki-
taplarımda topladım
MARJ�NAL, KEND�YA�AMIYLA KUMAROYNAYANDIRİstanbul Kısa Filmciler Derneği’nin
başkanlığını da yaptınız. Kısa filmin, yapısal
ve felsefi açıdan sizin yaşama bakışınızla
paralellik içinde olduğu söylenebilir mi?
Evet, Kısa Filmciler Derneği’nin ku-
rucusuyum, 1991’de kurduk derneği, ge-
nel başkanlığını yaptım, halen de başka-
nıyım. Düzgün bir ekip bulabilirsek dev-
redeceğiz. Kısa Film benim için çok önem-
li, konuları hiç uzatmadan en kısa biçim-
de anlamak ve anlatmak. Ulusal ve ulus-
lararası 7 ödül kazandım kısa filmlerimle.
Ayrıca çizgi olarak da hep sokaktaki ada-
mın hikayelerini çektim. Evet yaşama ba-
kışımla kısa ve öz olması açısından, felse-
fi açıdan paralelliler taşıyor kısa film.
Tiyatro dünyasını, Yeşilçam’ı çok iyi ta-nıyorsunuz. “Oyunculuk” nedir sizce?Bir oyuncu, özellikle de mektepli değilalaylı ise hangi damarlardan beslenmeli?
Ben tiyatro kökenliyim, sinemada
kısa ve uzun filmlerde oyuncu-
luklar da yaptım. Oyunculuk
içgüdüsel bir şey. Yetenek
doğuştan vardır, üstüne
teknik eklenince geli-
şir. Okullu oyunculuk
gözlemlerle yaşamdan
beslenmezse kitabi ve
konservatif olarak ka-
labilir. Her şeyde oldu-
ğu gibi, sanatın her ala-
nında olduğu gibi oyun-
culuk da yaşamdan, olay-
lardan beslenmeli..
Marjinal yaşamlar, bir dönem Neyzen Tev-fik’le Asaf Halet Çelebi’yle özdeşleşmişken,şimdilerde çok daha geniş bir tabanayayılır oldu ve biraz da sıradanlaştı gibi...Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?Marjinallik aslında geniş bir tabana ya-
yılmadı, istisnaların dışındakiler işin biraz
popülizminde bana sorarsanız. Sıradanmış
gibi gözükse de özenti ve geçici olarak ba-
kıyorum bunlara. Marjinallik insanın ken-
di yaşamıyla kumar oynaması gibidir. Ben
bu türden fazla insan ya da sanatçı gör-
müyorum açıkçası.
ÖTES� ÖLÜMDÜR…Sizin kahramanlarınız ve diğer kitapları-nızda öykülerini anlattığınız insanlar,marjinal midir? Onların durdukları yer-den dünya ve toplum nasıl görünmektedir?Benim kahramanlarım ölüme yatanlardır,
popülizmleri yoktur, zaten durdukları
yere baktığımızda tam dipte olduklarını gö-
rürüz, ötesi ölümdür ve hep de öyle ol-
muştur. Dünyayı, toplumu falan hiç tak-
mazlar kafalarına…
Edebiyat dünyasında ve yayın piyasa-
sında “çok satanların” egemenlik kurdu-
ğunu görüyoruz.
Böyle bir ortamda siz ise ısrarla hiçbir
zaman çok satmayacak “yeraltı edebiyatı”
denilen türde kalem oynatıyorsunuz.
Evet söz ettiğiniz tüeden bir egemen-
lik söz konusu. Bunu yaratan da medya, ar-
kasında medya gücü var. İlle “bu kitabı
okuyacaksın” diye reklamlar yapılıyor, bu
reklama kananlar alıyor kitabı ama büyük
çoğunluğu okuyamıyor, okumuyor, yarıda
bırakıyor. Çoğu insanla konuştuğumda
bu durumda olduklarını görüyorum ama
insan öyledir, etki altında kalır, mahçup ol-
mamak için alır ama ya okur ya okumaz.
Türkiyede bu yaşamları kaleme alan ilk
yazar benim. 1995 yılında Leman dergisi-
nin çıkardığı “Öküz” adlı haftalık yayında
Bizdetam anlam�yla biryeralt� edebiyat�
yap�ld���n� söyleyemem.
Çok küfürlü diyaloglara yer
verdikçe meydana gelen bir
�ey de�il yeralt� edebiyat�.
Yabanc� yazarlardan esinlenip
yaz�lan, bize uyarlanmaya
çal���lan ya�amlar�n sakildurdu�u, özenti
oldu�unukan�s�nday�m
Oktay Güzelo�lu
13 TEMMUZ 2012 CUMA Aydınlık KİTAP14 KAPAK
anlatmaya başladığım zaman yazarlar,
gazeteler, noluyor, İstiklal Caddesi’nin
altlarında ne farklı yaşamlar varmış diye-
rek şaşkınlıklarını hayretlerini belirtmiş-
lerdi. 1997’de “Hiç” adlı sokak dergisini çı-
kardığım zaman tam bir patlama yaşandı.
Bir iki arkadaşım dışında, derginin yazar
kadrosu, sokak fahişelerinden, tinerciler-
den, travestilerden, eşcinsellerden, bir
sürü gece insanından oluşuyordu. Bu in-
sanları ben özel olarak seçmedim, zaten
ben bu insanlarla 12 Eylül darbesinden
sonra iç içe yaşıyordum, onlar beni tanı-
yınca ben de farklı yaşamları tanıdım ve za-
manı gelince edebiyata ve dergilere taşı-
dım. “Aktör” romanında da işte o günle-
re değiniyorum.
KÜFÜR DE��L, SOKAK D�L�Ülkemizde yeraltı edebiyatı, yeni yeni ta-nınmaya başlayan bir dal, ancak çok özelbir okur kitlesi de var. Genç yazarları ta-kip ediyor musunuz, aralarında beğen-dikleriniz var mı?Bizde tam anlamıyla bir yeraltı edebiya-
tı yapıldığını söyleyemem. Çok küfürlü di-
yaloglara yer verdikçe meydana gelen
bir şey değil yeraltı edebiyatı. Yabancı ya-
zarlardan esinlenip yazılan, bize uyar-
lanmaya çalışılan yaşamların sakil dur-
duğu, özenti olduğunu kanısındayım. Çı-
karılan fanzinlerde de durum aynı. Bol kü-
füre yer vermenin yeraltı edebiyatıyla bir
ilgisinin olmadığının anlaşılması gerekiyor.
Sokağın kendi dili vardır o hiç dil nere-
deyse hiç kullanılmıyor, halbuki o dildir so-
kağı edebiyata taşıyacak olan.
Beyoğlu'nu anlatır mısınız bize... Nasıl biryerdir Beyoğlu, neden bu kadar hızlı ve sü-rekli bir değişim içindedir ama bir yandanda hep aynı Beyoğlu kalabilmektedir?
Ben yıllar önce Beyoğlu’nu ta-
nıtırken “Devlet” demiş-
tim. Bizans’tan beri hep
özü korumuştur. Aynı
zamanda da “İstan-
bul’un tuvaletidir” de-
miştim. Beyoğlu, tıpkı
bir devlet gibi, zaman
zaman sendeler, her
türden olayla karşı kar-
şıya gelir, sürekli değişim
içindedir ama kimsenin
yıkmaya gücü yetmez. Bir
devlet, aşağıdan yukarıya doğ-
ru bir sürü katmanı içinde barın-
dırır. Beyoğlu da aynen öyledir; puştu pe-
zevengi, vesikalıyı vesikasızı, namusluyu na-
mussuzu, yani tüm katmanları bünyesin-
de barındırır. İşte bunların hepsinin az
veya çok birbirleriyle işi olur. Cinsellik, rüş-
vet, şiddet vb., dolayısıyla bir-
birleriyle iletişim halinde-
dirler ve birbirlerinden
çıkarları vardır. Devle-
tin işleyişine benzer…
Günümüzde “sokağa
masa koymak yasak”
derler ama avantayı
fazla veren sokaklarda
masa konabilir. Terso-
lar koyamaz ama “gü-
cüm yok” diye bağırdıkça
da koydurmazlar. Devlet
gibi Beyoğlu da güçsüzü sev-
mez. Kısaca bu sistemi yaratanlar
bir gün gider, Beyoğlu tekrar eski Beyoğ-
lu olur küllerinden tekrar doğar. Çünkü
derttaşların yeridir Beyoğlu, derdi tasası
olan herkes hem eğlenmek hem sürünmek
için Beyoğlu’na gelir. Beyoğlu hep aynı
kalır ve onunla fazla oynamaya gel-
mez, rengini bozmaya kalkanlar, muhak-
kak altında kalırlar.
EDEB�YATIMIZ B�T�R�L�YORGenel olarak Türk edebiyatı için neler söy-lemek isterseniz. Bir temenniniz var mıedebiyatımızla ilgili?Şimdi benim için edebiyat tek tük kitap-
lar dışında bitmiştir. Çıkan kitaplara ba-
kalım, gazetecilerin eski gazete küpürle-
rinden oluşturulmuş popüler kitaplar, uy-
duruk tarih romanları, uyduruk çalma
çırpma polisiye kitapları, yine çalma çırp-
ma bilim kurgular… Bizim edebiyatımız
diyeceğimiz bir iki roman ve öykü kita-
bından ötesi yok. Kısacası, edebiyatımız bi-
tiriliyor. Temennim ise en azından 10 yıl
öncesine dönmek.
Şu anda üzerinde çalıştığınız, yakın za-manda yayımlamayı düşündüğünüz birprojeniz var mı? Var, şu anda iki kitap birden yazıyorum,
ikisini de bitirmek üzereyim. Birincisi,
“Herkesin Kadınları”… Fahişe hikayele-
ri, sokak o…larının yaşamları… Ve ben bu
kitabı sürekli olarak “kadın sorunları”
diye tıraş edenlere nazire olsun diye yaz-
dım. Kadınsa kadın işte, hem de en dip-
ten, fiyatı 10 lira olanlardan!
İkincisi, “Herkesin Erkekleri”… Bu da
diğeri gibi, fahişelik yapan, aşağılanan
eşcinsellerin yaşamlarını, karşılaştıklarını
anlatıyor.
Bunların dışında “Aktör”ün devamını
yazmayı planlıyorum, çalışmaya başla-
dım. Daha acımasız ve daha çok şidder içe-
ren bir roman olacak bu.
Üç tane de tiyatro oyunu çalışmam var:
“Babil Kraliçesi”, “Çingene Avare’nin
Hayatı” ve “Beş Kadın Beş Yaşam”…
Devletgibi Beyo�lu da
güçsüzü sevmez.K�saca bu sistemi
yaratanlar bir gün gider,Beyo�lu tekrar eski Beyo�lu
olur küllerinden tekrar do�ar.
Çünkü dertta�lar�n yeridir.Beyo�lu hep
ayn� kal�r ve onunla fazlaoynamaya gelmez, rengini
bozmaya kalkanlar,muhakkak alt�nda
kal�rlar
Pazartesi günü repo günümüzdü.
Cebimdeki son parayla Tarlabaşı’na
eskicilere indim. Gaz sobası aramaya
başladım. Bir tane borulu, gaz sobası-
nı binbir pazarlıkla aldım. Eve getirip
kurdum. Üşüyorum, havalar iyice so-
ğumaya başlamıştı. İki yorganın altına sı-
kışıp kalmıştım. O akşam sobayı yaktım.
Oh be hayat varmış, içim ısındı. Ma-
samda daha rahat oturdum, yemeğimi
daha rahat yedim, çünkü montumla
oturuyordum. Bazı geceler soyunmadan,
kazak pantolon yatıyordum. İyi yaptım,
iyi yaptım ama bir masraf daha geldi,
gazyağı. Her yerde bulunmuyor, taa
Tepebaşına gidiyorum, fazla da alamı-
yorum, bazen de hiç alamıyorum, param
yetmiyor. Kör topal yaşamaya, ayakta
durmaya çalışıyorum. Kendim önemli
değil de tiyatroyu yaşatmak daha çok
beynimi yoruyor. Darbe, gece yasağı ol-
masa çevre illere turne yapardık. Bu du-
rumda kımıldayamıyoruz. Oyunumuz
güncel, aktüel olaylardan oyunlaştırdı-
ğım skeçler, fazla ileri de gidemiyoruz.
Kısaca her taratan kuşatılmış, Gazi Os-
man Paşa’nın plevnesi gibi savunmada
kalıyoruz. Eve taşınalı bir ay olmuştu. Bu
arada bazı arkadaşlar da gece yasağın-
dan dolayı benim evde kalıyordu. Yatak
yoktu, ama sabaha kadar soba kısık alev-
de yanıyor, yerlerde halıfleks üstün de
idare ediyorlar. Bazıları da alt odama, üst
odama birer pamuk yatak getirmişler-
di. Gelen arkadaşların bazılarından ra-
hatsız oluyordum. Gece saat 00’a kadar
orda burda içiyorlar, yasak saate yakın
da şişesini kapan bana geliyor, bende iç-
kiye devam ediliyor. Bu durum da benim
sağlığımı bozuyor, normal olmayan uy-
kularımı daha da anormalleştiriyordu.
Bu duruma fazla dayanamazdım, uzun
bir zaman kapımın ziline kâğıt taktım.
Kimseyi ne duyuyor, ne de bağıranların
sesine bakıyordum. Onların keyfi olacak
diye de dengemi bozamazdım. Sonraları
ayakları kesildi. Hani bir müddet daha
böyle devam etse ev askeriye koğuşuna
dönecekti. Yatak getirenlerin yataklarını
da, bir gece yarısı, yukarı odamın bal-
konundan aşağı, sokağa attım. Sabah so-
kağa çıktığımda, bir de ne göreyim, be-
nim geceleyin attığım yatakları gece
adamları, Allah bize yatak gönderdi diye
sarhoş kafayla sevinip, bir güzel yat-
mışlar. Bana da, merhaba abi senin bu
evin önü ne bereketli yer valla, diyerek
matrak geçtiler, ben de hiçbir şey söy-
lemeden yürüdüm. Sabahın soğuk ha-
vası beni kendime getirdi, canlandım.
Kafamı kaldırdım gök griydi. Yüksek bi-
naların arasından şeffaf bir çatı gibi gö-
rünüyordu. Bu hava içimi karartmıştı.
Caddeye çıktım, canım sıcak bir çay çe-
kiyordu. Sürekli gittiğim kahveye gidip
cam kenarına oturdum. Saat erken ol-
duğundan kahve tenhaydı. Sıcak bir çay
içtim, içim ısındı. Camdan dışarıya ba-
kıyordum, baktıkça hava içimi karartı-
yordu. O ara bir tanıdık aradı gözlerim.
Hiç olmazsa konuşuruz, içimdeki sı-
kıntıyı atarım diye düşünürken, içeri çok
sevdiğim yaşlı sokak kemancısı Bülent
abi girdi. Hemen kalktım, masama ça-
ğırdım. O da beni görünce sevindi. Es-
kiden tanışırdık, onunla sohbeti sever-
dim. Biraz hal hatır faslından sonra Bü-
lent abi konuyu kendine, her zamani gibi
klasik müziğe getirdi. Yaşamı boyunca
klasik müzik çalmak istemiş, şartlar
uymamış. En sevdiği müzik adamı da
Paganini imiş. Onun için kendisine Pa-
ganini lakabını takmış. Bu içinde kal-
mış klasik. Müzik dertlerini defalarca
dinlemiştim, ama olsundu. Bu kötü
karanlık havada Paganini abinin an-
lattıkları beni rahatlatmıştı. Sonra an-
lattıklarımız ekonomik sorunlara ge-
lince, ikimizde çökmüş seslerimizle,
sanatı geri plana itmiş ülkemizde sa-
natçılara verilmeyen önemlerden bah-
sederek, iki saat sonra ayrılmıştık. As-
lında ben ayrıldım, tiyatroya gidecektim.
Yarı rahatlamış ruhumla otobüs dura-
ğına yürüdüm.
Akşam oyuna seyirci gelmemişti.
Tam başlama saatinde iki seyirci gel-
di, iptal, dedik. Gelenler de, “tiyatro bir
kişi de gelse oynanır, yanlışsınız”, di-
yerek bizi eleştirip gittiler. Belki doğ-
rusu onların dediğidir, ama on beş ki-
şilik kadroda o moral yoktu.
Akşam evime erken geldim. Yukarı
çıkmadım, evin sokak kapısında otur-
dum. Sakinim, her şey bitiyordu, işte se-
yirci de kesilmişti. Bu durumun beni yu-
varladığı kaygılarım çoğaldı. Ama iti-
raf edeyim, hâlâ umutluydum.
KİTAPTAN
13 TEMMUZ 2012 CUMA 15Aydınlık KİTAP
CENK ÖZDAĞ[email protected]
“Her insanın kendi çağının çocuğu olduğu
gibi, her felsefe kendi çağının düşüncesidir.
Birisinin çağının ötesine geçip gitmesi ya da
Rodos’a sıçraması gibi herhangi bir felse-
fenin de içinde yaşadığı dünyanın ötesine
geçebileceğini düşünmek aptalcadır. Eğer
bir kuram zamanın sınırlarını ihlal eder ve
dünyayı olması gerektiğini düşündüğü gibi
inşa ederse, sanı’nın (doksa’nın) her tür fan-
teziye yol açabilen kararsız bir unsurundan
başka bir şey olmaz.”
G. W. F. Hegel
Antik Yunan, Felsefenin doğduğu kay-
nak üzerine politik ve tarihi tartışmaların ka-
tılığı nedeniyle sürekli olarak gündeme
gelir. Batı merkezli dünya görüşünü da-
yatmak isteyenler tarafından felsefenin
Antik Yunan’da doğuşu, Doğu-Batı çatış-
ması bağlamında Batı’nın üstünlüğüne de-
lil olarak gösterilir. Burada iki kabul vardır:
1- Doğu-Batı çatışması vardır. 2- Antik Yu-
nan Batı’dadır. Bu kabullerde anlaşan di-
ğer bir grup da Batı’nın üstünlük iddiasına
karşılık Doğu’nun üstünlüğünü ve felsefe-
nin esasen Doğu mistisizminde doğduğu-
nu iddia eder ve aynı mindere oturur.
DO�U VE BATITartışma üzerine sakin bir gözlem, Doğu-
Batı karşıtlığının coğrafi ayrımları aştığını
rahatlıkla görebilir. Söz gelimi, Güney
Amerika, Afrika, Rusya, Çin ve Mezopo-
tamya Doğu iken, Kuzey Amerika, Avus-
tralya, Avrupa hatta belki de Japonya Ba-
tı’nın altına yerleştirilir. Despotluk söz ko-
nusu olunca Doğu; özgürlükten söz açılın-
ca, ne hikmetse, oklar Batı’yı gösterir. Hı-
ristiyanlık Batı’yken, Yahudilik ve İslam bir-
den Doğu’ya dâhil edilir. Coğrafi olarak Ba-
tı’da yer alan Mısır ise, herhalde Tanrı
Aton’un tekçiliğinden ya da Firavun’un des-
potluğundan olacak Doğu’ya katılır.
Felsefe tarihçilerinin bir kısmı politik ko-
numları gereği Antik Yunan’da doğup ge-
lişen ve Latinlere geçen “Batı” felsefe kül-
türüne karşı, “İslam Felsefesi”ni ortaya
koymaya çalışır. Oysa İbn-i Sina, Farabi, İbn-
i Rüşd ve daha nice İslam Uygarlığı Filozofu
Aristoteles’in eserleri üzerine düştükleri
şerhler vasıtasıyla kendilerine has düşün-
celeri yeşertebilmişlerdir. Bu filozoflar üze-
rindeki Platon ve Aristoteles etkisine ek ola-
rak, Ortadoğu’nun tek Tanrı dillerinden et-
kilenen NeoPlatonistlerden Plotinus, Proc-
lus gibi filozoflar İslam’daki Vahdet-i Vü-
cud ve Sudur düşüncesinin dayanağı dene-
bilecek felsefi yaklaşımları ortaya koymuş-
lardır. Bu açıdan bakıldığında Antik Yunan
ve Arap Alfabelerinin dayanağı olan Feni-
kelilerin Doğusuzluğu, Batısızlığı gibi ‘Ba-
tı’nın kökü olduğu iddia edilen ya da Do-
ğu’nun şanlı geçmişi olarak hayal edilen ‘İs-
lam Uygarlığı’ da ne Doğudur ne Batıdır, şa-
yet böyle ayrımlar varsa bile. Hele Hristiyan
oluşlarıyla Batı’ya, namaz
kılışları, Aristoteles’in eser-
lerini Arapça’ya çevirişleri ve
Araplarla, hatta daha ev-
velden de Asurlar ve Akad-
larla kurdukları akrabalık-
larla Doğu’ya ait görünen
Süryaniler bu denkleme na-
sıl oturur hiç bilemiyoruz.
Hint-Avrupa Dil Ailesinin
Sanskritçe’den Kürtçe ve
Ermeniceye denk uzanan
dillerini konuşan Doğu coğ-
rafyasının halklarını bu ay-
rışmada nereye yerleştire-
ceğiz?
M�T VE BÜYÜDENFELSEFEYE, BO� ZAMANDANMATEMAT��EBiz oturup Felsefenin nasıl olup da Antik
Yunan’da doğduğunu anlamaya çalışır-
ken, zamanında Aristoteles de, Metafizik
adlı eserinde, nasıl olup da Mısırlıların geo-
metri ve matematikte bu kadar ilerledik-
lerini araştırmış ve bu ilerlemenin kayna-
ğının bolluk ve boş zaman ayrıcalığına sa-
hip olan Rahipler sınıfı olduğunu bulmuş-
tur. (Platon ve Aristoteles’in büyüleyici
Mısır Uygarlığı’na neleri borçlu oldukları-
nı ve bu borcu ödemek adına Mısır’la kur-
dukları ilişkileri okumak isteyenler için
harika bir kitap: Martin Bernal, Kara Ate-
na, Kaynak Yayınları.) Aristoteles, zanaa-
tın, matematiğin Mısır’ın tarımsal elveriş-
liliğinin bir sonucu olarak ama aynı za-
manda tarımsal üretimi düzene sokmak
amacıyla boş zamana sahip rahipler sınıfı
tarafından geliştirildiğini iddia ediyordu.
Gerçekten de Mısır’da, tarımsal üretimi dü-
zene sokabilmek amacıyla iklimleri ön-
görmeleri beklenen Rahip sınıfının nez-
dinde matematik gökyüzünün gözlemi açı-
sından çok önemliydi. He-
nüz astroloji ve astronomi
ayrışmamıştı, yıldız falı ile
geometrik bağıntılar kol
kola gidiyordu.
Antik Yunan’da ve Me-
zopotamya’da ise mit ve
büyü felsefeyi müjdele-
mekteydi. Çok Tanrılı din-
lerden Tek Tanrılı dinlere
geçiş aşamasında Mezo-
potamya çok Tanrılı dinler
döneminden kalma mit-
lerle hesaplaşmaya giriş-
mek zorunluluğu ile karşı
karşıyaydı. Antik Yunan
ise kent devletlerine özgü
yönetim şeklinin gereği olarak demokrasi
deneyini yaşarken belagatin (retoriğin)
gücünü keşfetmişti. Bu keşif sonucunda or-
taya çıkan belagat ustalarının dağınık us-
lamlamaları, kent sakinlerinin birlik ve
bütünlük gereksinimlerini karşılamaktan
yoksundu. Tanrıların tek bir Tanrı’da bir-
leştirilmesinin gerekliliği gibi sitelerin de bir-
leştirilmesi gerekliliği düşüncenin, evrensel
ilkeler çerçevesinde örgütlenmesini, siste-
matize edilmesini gerekli kılmıştı. Sofistlere
savaş açan Sokrates’in öğrencisi Platon ve
onun da öğrencisi olan Aristoteles bu gör-
evi yerine getirecekti. İşte bu dönemin
felsefe tarihine yansımasının bir sonucu ola-
rak Sokrates Öncesi Filozofların çoğulcu-
luğu ateş altında tutulacak, mistisizm ile fel-
sefe arasında gidip gelen Pythagorasçı fel-
sefe hem metafizik açıdan hem de doğa fel-
sefesi açısından hesap vermek zorunda bı-
rakılacaktı. Bu dönemi başarıyla ele alan W.
K. C. Guthrie’nin “Yunan Felsefe Tarihi,
Sokrates Öncesi İlk Filozoflar ve Pyhtago-
rasçılar’’ başlıklı çalışması Kabalcı Yayınları
tarafından Türk okurla buluştu.
20 YILLIK EME��N 1/6’�Dünya’nın en eski Antik Felsefe Kürsü-
sü’nün Profesörlerinden olan Cambridge
Üniversitesi’nde 1952 – 1973 yılları arasında
hocalık yapmış olan Guthrie, Üniversi-
te’nin siparişi üzerinde Antik Yunan Fel-
sefe Tarihini 20 yılda tamamladı. Alanında
temel başvuru kaynağı olan 6 ciltlik serinin
ilk kitabı olan ‘Sokrates Öncesi İlk Filozoflar
ve Pyhtagorasçılar’da, evrenin oluşumunun
ve evrende gözlenen değişimin ardında
yatan ilkeleri maddesel nedenlerde arayan
Ön-Sokratikler ve gizemci bir okul olan
Pythagorasçılar konu ediliyor. Bu eserin en
önemli yanlarından biri de Antik Yunan
Felsefesinin Dünya Tarihi bağlamındaki ko-
numunu geniş bir biçimde ele alması, Me-
zopotamya ve Mısır Uygarlığı ile kurulan
bağları bu konuda yazılmış önemli eserle-
re gönderme yaparak anmasıdır. Söz geli-
mi Miletus Okulu’nu ele alırken Mısır Uy-
garlığıyla kurulmuş bağlar es geçilmemiş,
Pythagorasçı okul anlatılırken Zerdüştilik’e
yapılan atıflar kapsamlı bir biçimde işlen-
miştir. Felsefe araştırmacılarının, öğrenci-
lerinin ve Siyasi düşünce tarihi meraklıla-
rının ufkunu genişletecek, evlerinde elle-
rinin altında güvenilir bir başvuru kaynağı
işlevini görecek bu serinin ilk kitabını oku-
yucuyla buluşturduğu için Kabalcı Yayınları
büyük bir hizmette bulunmuştur. Dileriz,
sonraki beş kitabı da Türkçe’ye kazandı-
rırlar. Özenli çevirisi ve gerekli açıklayıcı not-
ları için Ergün Akça’ya teşekkür ediyoruz.
(Yunan Felsefe Tarihi 1 - SokratesÖncesi İlk Filozoflar ve Pythagorasçılar,
W.K.C. Guthrie, Kabalcı Yayınevi,çev. Ergün Akça, 528 s.)
“Uygarl���n erken a�amas�nda mitlerin öykü ve imgeleri, derin ve evrensel hakikatlerin dile getirilmesindekullan�labilecek tek (ve etkili bir) araç olabilir. Daha sonra Platon gibi dinsel yönelimli olgun bir dü�ünür, ak�lc�savlaman�n doruk noktas� addetti�i bu arac� kullanmay� bilinçli olarak tercih etmi�, gerçeklikleri ve sahicilikleri
mant�ksal kan�tlamay� a�an deneyim ve inançlar� mitler arac�l���yla aktarm��t�r.”
Felsefe ve felsefe tarihçiliği
16 Aydınlık KİTAP13 TEMMUZ 2012 CUMA
MECİT ÜNAL
Hızla geldi yaz, Haziran’dan sonra
Temmuz da bütün ağırlığıyla abandı
üzerimize. Ne tarafa dönsek sarı, sap-
sarı bir sıcak. Ne sulayıp giden bir sa-
ğanak, ne de bir rüzgâr var uzaktan ge-
çen bir gemi gibi. Şehirler daha da çe-
kilmez oldu bu sıcaklar yüzünden. Yol-
lar, İstanbul-Ankara plakalı otomobil-
lerle dolu. Hepsi de güneye gidiyorlar.
Büyük şehrin sıcağından bir an önce
kurtulmak, varılacak yere bir an önce
varmak için kendiliğinden, daha şehrin
içinde, hatta henüz evden çıkmadan
başlayan bir ralli bu. Klasmanı olmayan,
ilk üçün bilinemeyeceği, herkesin bir an
önce varmakla kendisini birinci sayacağı
bir halk rallisi!
YUKARDAN BAKAN B�R�
Salt otomobiller mi? Otobüsler de
aynı, tıklım tıklım. Bir var ki, onlar va-
racakları yere belli bir saatte varacak-
ları için hiç mi hiç acele etmiyorlar. Ace-
le eden, sürücüyle birlikte gaza basan,
gazı kökleyen, fren yapan, sollayan,
arabayı uçuran yolcular!
Yanımızdan hızla gelip geçen araç-
lara bakıyorum arada. Sanki acele et-
meyen bir biziz, bizim bindiğimiz An-
kara otobüsü. Sürücümüz, muavin,
yolcular Ankara’nın orada durduğunu,
bir yere gitmeyeceğini biliyorlar! Bunu,
otobüsün mola vereceği sıra daha iyi an-
ladım. Hiç birini beğenmiyormuşuz
gibi önünden geçip gittiğimiz dinlenme
tesisleri otobüs, otomobil ve insan kay-
nıyor. Başka güzergâhlardaki mola yer-
leri de öyle. Sanırsınız ki tüm Türkiye
kuzeyden güneye göçüyor. Yukardan
bizi gözetleyen biri, bu yoğun seyrüse-
fere bakarak sürekli seyahat ettiğimizi
de söyleyebilir.
Aynı şey, sözgelimi hastaneler için
de söylenebilir. Yukardaki gözetçi,
hastane kapılarına bakarak tüm Tür-
kiye’nin hastalıktan kırıldığına, vergi
dairelerine bakarak tüm Türkiye’nin
vergi borcu bulunduğuna, mahkeme
kapılarına bakarak tüm Türkiye’nin
mahkemelik olduğuna, hapishane ka-
pılarına bakarak tüm Türkiye’nin tu-
tuklu ve mahkûm olduğuna da kana-
at getirebilir.
KI�LADA SUBAY YOK BU NASIL��T�R?
Durumumuz gerçekten de önemli öl-
çüde bu. Sağlık istatistikleri, satın aldı-
ğımız her şeyden adım başı kesilen
vergiler, arkası gelmeyen Ergenekon ve
Balyoz operasyon ve davaları, biri bit-
meden öbürü inşa edilen cezaevleri –Si-
livri’ye eklenecek yeni “kampus”lerden
biri de kadınlar için olacakmış!- İstan-
bul Kartal’da yapılan, Balkanlar ve
Ortadoğu’nun en büyük adliyesi olacağı
söylenen “saray” ve 30 Ağustos’tan
hemen önce gerçekleştirilen orduya
yönelik yeni operasyon dalgaları bunu
gösteriyor. Türkiye giderek yarı açık bir
cezaevi haline geliyor. Ara başlık abar-
tılı değil. Türkiye ordusuz, ordusu su-
baysız bırakılmaktadır (*).
Bunları ve daha başka şeyleri yu-
kardan bakmadan da görebiliyoruz
kuşkusuz. Çoğunluk yukardan bakana
bakıyor. Daha doğrusu, yukardan ba-
kanın bize gösterdiklerine bakarak,
onun gösterdiği kadarını görüyor…
Peki yukardan bakan kim; Tanrı mı
“Google Amca” mı?
“ÖDA�ACI BUHURDANA G�R�PYANMADAN…”
Okuduğum kitabı yanımdaki merak
eden çocuğa verip camdan dışarıyı sey-
rederken, aklıma, Can Yücel’in ıspa-
naklarla ilgili bir şiiri geldi. Üstadın 12
Mart’ta hapishanede yazdığı “Bir Si-
yasinin Şiirleri” her dönem okunacak
yergi şiirlerinin başında gelir. Ama bu
dönem özellikle okunacak şiirlerin ba-
şına konmalı bana kalırsa. “Sardunya’ya
Ağıt”, “Bir Sen Eksiktin Ayışığı”,
“Ya’u”, “Damdan Damlaya Damlaya
Göl Olmaz Ya”, “Darwin Üzre”, “Sa-
bahattin Emmi İçin” şiirleri şu anda ak-
lıma gelenler. Beni her hatırladığımda
güldüren, irkilten, düşündüren ise, şai-
rin ıspanaklarla ilgili muzip şiiri:
“Ispanaklar kırmızı götleriyle raflara
dizilmiş “Desene biz bu kış gene bur-
dayız”.
İyi bir şairin gerçeği en ilgisiz gibi gö-
rünen bir şeyden nasıl ustalıkla çıkara-
bildiğinin başarılı örneklerinden biridir
bu şiir.
Ancak, gerçeği bulup çıkarmak
yetmez, bunu etkili bir imgeye dön-
üştürerek ifade etmek de gerekir. Bu
da ancak sözün gücüyle ve güçlü söz-
le yapılabilecek bir şeydir:
“Her ne kadar bir güzelin güzelli-
ği ve letafeti süssüzken de kâfi sayılır-
sa da şunu unutmamalı ki, ödağacı
buhurdana girip yanmadan kıymeti
belirmez.” (Devletşah, Şair Tezkirele-
ri/Tezkiretü’ş Şuarâ, Çev. Prof. Dr. Ne-
cati Lugal, Pinhan Yayıncılık, İstanbul,
Haziran 2011, sf. 29).
�Y� K� TEKNOLOJ� VAR!
Kitap aracılığıyla bir konuşma kapısı
aralamaya çalıştığı, daha isterken bel-
liydi; “hımm” diyor yanımdaki ço-
cuk, “Devletşah! Şair Tezkireleri…”
Konuşmaya pek hevesli değilim ama,
yine de o kapıdan hafifçe süzülüp
soruyorum.
Tanımıyormuş. O coğrafyadan bil-
diği bir tek Nevâî’ var. Onun da bir tez-
kiresi olduğunu söylesem, “biliyo-
rum”, diyecek. Biraz sıkıştırmak için
adını sorsam; bildiğini, ama hatırla-
yamadığını kanıtlamak zorunda kala-
cak! Ama iyi ki teknoloji var ve ken-
dinden emin, hovarda bir edayla açı-
yor iphone’unu. Google’a soracak!
FARZ-I AYIN �LE AYN-I FARZ
Google da Wikipedia’ya soradursun biz
dönelim ödağacının buhurdanda beli-
ren kıymetine...
On beşinci yüzyılın en önemli ede-
biyat târihçilerinden biri olan Devletşah
da buhurdanda yananlardan. “Tezki-
retü’ş Şuarâ”ya yıllarını veren Devlet-
şah, Horasan’ın soylu ailelerine mensup
Emir Alâüddevle’nin oğludur. 1431’de
Semerkand’da doğdu. Eserinin mu-
kaddimesinde Sultan Şahruh ve Bâbur
Han’ın nedimlerinden olduğunu bil-
dirdiğine göre iyi bir eğitim almış olmalı.
Elli yaşında yazmaya başladığı “Tezki-
retü’ş Şuara”nın girişinde Farsça yazan
şairlerin hal tercümelerini ilk kaleme
alanın kendisi olduğunu belirtiyor ki, bu
konuda daha önce yazılmış eserleri
bilmediği anlaşılıyor. Girişte yer yer ha-
linden, zamaneden, dünya işlerinin du-
rumundan, düzenden, kötü şairlerden
şikayet ediyor, şairlere önem vermeyen,
“şairlere lütuf ve ihsanda bulunmayı
kendilerine farz-ı ayın” (Tanrı buyruğu)
bilmeyen hükümdarlardan yakınıyor.
Ali Şir Nevâî’nin Türkçe yazılmış ilk
şairler tezkiresi olan “Mecalis-ün-
Nefais”inde, kitabında kendisine de
ayrı bir bölüm açan Devletşah hakkın-
da şu övücü sözler yazılı:
“Emir Devletşah derviş meşrepli,
hoş tabiatlı, salahiyetli bir kişidir. Ba-
basının ve büyükbabalarının emirliğine,
debdebe ve gösterişine meyletmeyip uz-
let köşesini seçti. Çiftçilikle geçinir,
kanaat eder, fazl ve kemal kazanmaya
çalışırdı.” (Age., sf. 14-15).
“�A�R”� “�AÎR”DEN, “R�DF”�“RED�F”TEN AYIRTEDEMEYENLER
Sâhib Kıran Sultan adına kaleme aldı-
ğı “Tezkiretü’ş Şuarâ”da, aralarında Hz.
Ali, Lebid, Mütenebbî ve Züheyr gibi
isimlerin bulunduğu 10’u Arap; Rûde-
kî, Unsurî, Firdevsî, Hakanî, Enverî,
Genceli Nizâmî, Attâr, Mevlânâ, Sa’dî-
i Şirâzî, Hâfız-ı Şirâzî ve Cüveynî gibi
şair ve fazılların başta geldiği 143’ü Fars
ve Farsça yazan Türk şâirinin halter-
cümeleri ile şiirlerinden örneklere yer
veren ve kitabını tıpkı gökler gibi yedi
tabakaya ayırdığını söyleyen Devletşah,
yaptığı işin güçlüğünü de şu sözlerle an-
latıyor:
“Şairlerin hâl ve dereceleri hak-
kındaki bilgileri toplamak güç iştir.
Zira şiir yazma eski zamanlardan beri
insanlar arasında yaygın bir sanattır; şi-
irlerin yazıldığı dillerse yılların ve de-
virlerin geçişiyle halden hale, şekilden
şekle girdiği için bunları anlamak güç-
leşmiş şairlerin çoğunun ismi gizlilik per-
desi altında kalmıştır.
“Bununla beraber ben bu şairler-
den, yüce isimleri tarihlerde ve risa-
lelerde anılan, adları sanları halk
arasında meşhur olan bir kısmını seç-
tim. Bunların hepsi fazilet sahibi olup
şiirde mahirdirler, sultanların yanın-
da iyi kabul ve hürmet görmüşlerdir.”
(Age., f. 44).
Şairlerin hal tercümeleri ve şiirle-
rinden örnekler yanında, her tabaka-
daki dönemin hükümdarları ve devlet
görevlilerinin hal tercümelerine de yer
veren Devletşah’ın, “Fasihler ve Be-
liğler Arasında Şairlerin Özelliği”
başlığıyla yazdığı bir bölüm var ki, bu-
radan, şairlerin müteşairlerden o za-
manlar da bugünkü gibi yakındıkları-
nı öğreniyoruz. “Hangi tarafa kulak
versen bir şair sesi işitirsin” diyor
Devletşah, “ne tarafa baksan şair adı-
nı taşıyan birtakım insanları görürsün.
Fakat bunları yoklasan “şair”i
“şaîr”den (arpa) ve “ridf”i (arka) “re-
dif”ten ayırt edemezler.” (Sf. 37).
Bilgi ve gerçek de öyle değil mi? Ne
ararsan google’da var! Ama ne kadar
varsa o kadar!
“Mecalis-ün-Nefais”, diyor çocuk ve
gerisini iphone’un ekranından okuyor:
“Bir derleme, 450 üzerinde çoğun-
lukla çağdaş ozanların (şairlerin) yaşam
öyküsü (biyografik) kısa hikâyeleri …”
(*) Dizenin aslı Cemal Süreya’nın
Kısa Türkiye Tarihi başlıklı şiirinde:
“Kahvede subay yok/bu nasıl iştir”.
Peki, yukardan bakan kim,Tanrı mı, google mu?
Gerçe�i bulup ç�karmak yetmez, bunu etkili bir imgeye dönü�türerek ifade etmek de gerekir. Bu da ancak sözün gücüyle ve güçlü sözle yap�labilecek bir �eydir: “Her ne kadar bir güzelin
güzelli�i ve letafeti süssüzken de kâfi say�l�rsa da �unu unutmamal� ki, öda�ac� buhurdana giripyanmadan k�ymeti belirmez.”
GÜLDEN TERAZİ
MEC�T ÜNAL
YUKARDAN BAKANLARLA YUKARDAN BAKANIN GÖSTERD�KLER�NE BAKANLAR…
13 TEMMUZ 2012 CUMA 17Aydınlık KİTAPBİR KİTAP BİR FİLM
KAP�TAL�ZM�N “ARITMACILI�INA” KAR�I
Ekolojizme ulusal biradım: Kemalistekoloji
ANIL POYRAZ
“Çevre mi, Ekoloji mi?” kitabıyla serbest
piyasanın şekillendirdiği ‘çevrecilik’ anla-
yışını eleştirip “ekolojizm”i gündeme ge-
tiren Tahir Çalgüner’in yeni kitabı “Ke-
malist Ekoloji” geçtiğimiz günlerde oku-
yucuyla buluştu. Gazi Üniversitesi Şehir ve
Bölge Plânlama bölümü araştırma görev-
lisi Çalgüner, bu kitabında ikisi de anti-
emperyalist iki kavramın -Kemalizm ve
Ekolojizm- nasıl buluşturulacağını ifade
ediyor. Kitabın gerçek sahiplerini de şöy-
le tarif ediyor: “Bu kitabın gerçek algıla-
yıcısı ve okuru, ‘kraldan çok kralcı’ olma-
yan ancak ‘kral çıplak’ deme düşün ve kıl-
gı cesaretine sahip gerçek Türkiye Kema-
listleri ve Ekolojistleridir. ‘Çevreci Danis-
kalara’ ithaf olunur!”. Yazar, günümüzde
her ideolojinin “Çevre meselesine bakışı-
nız nedir?” sorusuna kendi konumundan
bir yanıt ürettiğini, dolayısıyla Atatürk
Orman Çiftliği’ni var etmiş, Yalova’da bir
ağaç için ev taşıtmış bir önderin takipçi-
lerinin de bu meseleye çözüm getirecek ya-
nıtlar üretmeleri gerektiğini belirtiyor.
“Kemalistekoloji”de liberal, sosya-
list, çevreci tezler değerlendiriliyor, bun-
ların Kemalizmin ilkelerine uygun olarak
sentezi yapılıyor. Çevre sorununa dair gü-
nümüzde teorik ve pratik düzlemde üç tez
öne çıkıyor: “Önce kirlet, sonra temizle”
ilkesini benimseyen, giderek temizleme-
yi de bir kazanç kaynağı hâline getiren ka-
pitalizmin yanıtı “çevrecilik”; Marksist
ekonomi-politikten temellenen, toplum-
sal ihtiyaçlarla ekolojik dengeyi göz önü-
ne alan “Eko-sosyalizm”; kapitalizme de
toplumculuğa da karşıt, büyüme yerine
küçülme, yerel üretilip yerel tüketilmesi
gibi kimi olumlu, kimi kurulu kapitalist
düzene zararsız kavram ve uygulamalar
içeren, özellikle Almanya’da taraftar ve
uygulama alanı bulan “Yeşil ekonomi”.
“Kemalist ekoloji”yse bu üç tezin değer-
lendirilmesinden ve Kemalizmin ilkele-
riyle sentezlenmesinden ortaya çıkıyor.
Kemalist ekolojinin, gerçek ekolojizme en
uyumlu sentez olduğunu söyleyen yazar
bunu şu sözlerle örnekliyor: “Gerçek
ekolojist bir ideoloji; insanlık çıkarlarına
dayalı, bütünü gözeten bir yaklaşımla
kendi ulusunun ekolojik yanlarını ta-
nımlamakla olur. Ulusların kendi evinin
önünü temizlemesi evrensel ekolojik ve
demokratik bir tutumdur.”
Çalgüner, çevre üzerine tezleri irde-
lerken ve Kemalizmle ekolojiyi buluştu-
rurken sorunlara farklı açılardan yakla-
şıyor. “Çevre” algısıyla ekolojist bir bilincin
arasındaki farkı ortaya koyarken kapita-
list sistemin insan doğasında yarattığı
tahribata, kendi işine geldiği gibi şekil-
lendirdiği algılara yönelik psikolojik tah-
liller yapıyor; Kemalizme pozitivist bir şe-
kil vererek nihayetinde pozitivizmin in-
dirgemeciliği içerisinde Kemalizmi de
kısır bırakacak yaklaşımları eleştiriyor;
emperyalist-kapitalist sistemde ezilen ül-
kelere dayatılan “arıtmacılığın” ezen ül-
keler için ne derece büyük bir sömürü ala-
nı olduğuna dikkat çekiyor.
Kitabın önsözünü yazan Amasya Üni-
versitesi’nden öğretim görevlisi Okan
Dede, kitapta “ultra-entelektüel” bir dil
kullanıldığını, ancak bunun yazarın terci-
hi olduğunu ifade ediyor ve şunu ekliyor:
“Tahir Çalgüner, buna özne-nesne geçiş-
kenliğine dayalı ‘ekolojik dil’ diyor. Yalın
ama basit değil. Aklen ama naklen değil,
Orhan Pamuk gibi de postmodernist de-
ğil. (Hiç düşünmez misiniz?) Saptamala-
rı vurucu, kelime aralarında gizli.”
“Kemalist Ekoloji”, özellikle emper-
yalist-kapitalist sistemin dayattığı ‘çevre’ an-
layışıyla etnik temelde siyaset yapanların
gerçekleri alt üst ederek kendi işlerine gel-
diği gibi sundukları “ekolojizm”e dair bi-
limsel, antiemperyalist ve yurtseverce bir
bakış açısı geliştirmek ve bu kavramları
doğru şekilde anlayıp sahiplenmenin yol-
larını aramak adına önemli bir adım.
(Kemalistekoloji, Tahir Çalgüner,Sokak Kitapları Yayıncılık, 293 s.)
BRADBURY’N�N ROMANI, TRUFFAUT’NUN F�LM�: “FAHRENHEIT 451”
Kitaplarınyakıldığı bir dünya“Fahrenheit 451”,karamsar birgelecek tasar�m�sunar ve gelece�edair bask�c� birsistemöngörüsündebulunur.�tfaiyecilerin enönemli i�ininyang�n söndürmekde�il, kitapyakmak oldu�u birsistemdir bu.Kitaplardankorkulmakta, kitapokuyanlarcezaland�r�lmakta,insanlartelevizyonda beyiny�kay�c� programlarseyretmeyezorlanmaktad�r
TUNCA ARSLAN
Geçtiğimiz 5 Haziran’da 92 yaşındayken
yaşama veda eden ABD’li yazar Ray
Bradbury’nin en ünlü yapıtı “Fahrenheit
451”dir hiç kuşku yok ki. İlk basımı
1951’de gerçekleşen bir distopya olan
“Fahrenheit 451”, karamsar bir gelecek ta-
sarımı sunar ve geleceğe dair baskıcı bir
sistem öngörüsünde bulunur. İtfaiyecile-
rin en önemli işinin yangın söndürmek de-
ğil, kitap yakmak olduğu bir sistemdir bu.
Kitaplardan korkulmakta, kitap okuyan-
lar cezalandırılmakta, insanlar televiz-
yonda beyin yıkayıcı programlar seyret-
meye zorlanmaktadır. Kitabın adı, kâğıdın
yanma derecesinden gelir. Her şey siste-
min yönetimi ve kontrolü altındadır.
Guy Montag da işini seven bir itfai-
yecidir. On yıldır kitap yakmaktadır ama
gecenin bir yarısı aldıkları ihbar üzerine
yola çıkışlarını, alevlerin kitapları yutuşunu
hiç mi hiç sorgulamamıştır. Guy, 17 ya-
şındaki bir genç kızla tanışınca hayata, sis-
teme ve kitaplara bakışı değişir, “sorgu-
lamaya” başlar. Kahramanımızın haya-
tındaki bütün yanlışlar, doğrularla yer
değiştirir. Tanıdığı gizli “kitap dostla-
rı”nın her biri bir kitabı ezberlemekle meş-
guldür, böylece metinleri gelecek kuşak-
lara aktarmak mümkün olabilecektir.
Bradbury’nin romanı, 1966’da ünlü
Fransız yönetmen tarafından sinemaya ak-
tarılmış ve ortaya bilim kurgu sinemasının
önemli örneklerinden biri çıkmıştır. Ül-
kemizde “Değişen Dünyanın İnsanları”
adıyla bilinen filmin senaryosunu Jean-Lo-
uis Ricard’la birlikte yazan Truffaut, fil-
mografisindeki tek İngilizce yapıma imza
atmıştır. “Değişen Dünyanın İnsanları”
aynı zamanda Truffaut’nun tek renkli ve
tek bilim kurgu filmi olma özelliğini de ta-
şımaktadır. Julie Christie, Oskar Werner,
Cyril Cusack ve Anton Diffring gibi isim-
lerden oluşan oyuncu kadrosuna rağmen
seyirciden, eleştirmenlerden ve festival-
lerden fazla övgü alamayan film, Guy
Montag’ın kişiliğinde tipik bir anti-kah-
raman portresi çizer. Bernhard Roloff ve
Georg Seeblen’in ortaklaşa hazırladıkla-
rı “Ütopik Sinema / Bilim Kurgu Sine-
masının Tarihi ve Mitolojisi” (Alan Yay.,
çev: Veysel Atayman, 1995) adlı kitapta
Truffaut’nun filminin bilim kurgu türünün
klişelerinden temelde ayrıldığı vurgulan-
makta ve şöyle denilmektedir: “Bilim
kurguda teknolojinin dejenere ettiği bir
toplumda, diktaları destekleyip toplu-
mun ilkelerine boyun eğenler sadece ta-
mamen otomatlaşmış insanlar ile sadist-
çe bir şiddet düşkünlüğü olanlar değildir;
onun sadece belli bir bölümüyle ortak ha-
reket ederlerken, totaliter iktidar biçim-
leri de hep bir tür ‘işletme’, ‘iş’ kazası so-
nucunda istenmeden ortaya çıkan olum-
suz politik sonuçlardır. (Çoğunlukla bir
atom savaşıdır bu; Bradbury’nin metnin-
de de dikta öncesi böyle bir atom savaşı
negatif bir ütopyaya yol açıcı etmen ola-
rak önemli bir rol oynar ama Truffaut fil-
mine böyle bir ön neden sokmaz). Gerçeği
olur olmadık yollardan süslemeye kalkış-
mayan yönetmen, yazınsal metinden bu
yönüyle de ayrılır.”
13 TEMMUZ 2012 CUMA18 Aydınlık KİTAP YENİ ÇIKANLAR
DepremzadelerMahallesi
2 Kasım 1917 tarihinde İngiliz Dışişle-
ri Bakanı Arthur Balfour’un Baron Walter
Rothschild’e gönderdiği ünlü mektupta şu
ifadelere yer veriliyordu: “Majestelerinin
Hükümeti Yahudi halkı için Filistin’de ulu-
sal bir vatan oluşturulmasını olumlu gör-
mekte olup, bu amacın gerçekleşmesi için
elindeki tüm imkânları kullanacaktır...” Ta-
rihe Balfour Deklarasyonu olarak geçen bu
metin, hazırlayanlarının bile öngöremediği
bir dizi olayı tetikledi, yeni bir Ortadoğu'ya
ve bitmek bilmeyen sorunlara giden yolu açtı.
Birinci Dünya Savaşı’nın en karanlık gün-
lerinde hazırlanan Balfour Deklarasyo-
nu’nun gerisinde İngiliz emperyalizminin
bölgedeki çıkarları, Avrupa başkentleri ara-
sında mekik dokuyan diplomatlar, ajanlar,
askerler, Araplar ile Siyonistler arasındaki
çekişmeler ve pazarlıklar yatmaktadır.
Schneer, tartışma yaratan eseri “Balfour
Deklarasyonu”nda, bu karanlık günlerin bi-
linmeyen öyküsünü anlatıyor.
Balfour Deklarasyonu
Doğru bir okuma biçimi edinmiş, do-
layısıyla okuduklarının anlamlarını kendi ba-
şına sökebilen ve kendi yazdıklarını bütün
yazınsal öğeleri soyutlayarak çözümleye-
bilen, eleştirebilen yazar adayı, aynı za-
manda okumayla yoğun ve sürekli bir iliş-
ki içinde yaşamayı başarabilirse, yazmayı da
er geç başarır.
- Semih Gümüş-
-Yaratıcı Yazının Yolları, Yordamları
-Nasıl Yazmalıyım?
-Gerçek, Düş, Kurmaca
-Yazınsal Metin ve Hikâyesi
-Yazınsal Kişileri Yaratma Biçimi
-Metin Nasıl Başlar, Nasıl Biter?
-Bir Anlatım Sorunu: Birinci Kişi Anlatımı
-Yoğunluğun Sırrı
-Olay Örgüsü ve Düğümleri Bağlamak
-Mekân ve Nesneler
-Bir Anlatı Olarak Kısa Öykü
-Yalınlığın Zorluğu ve Olanakları
-Yalınlıktan Karmaşıklığa Geçiş
-Romancının Deneyimi
Yazar Olabilir Miyim?
Avrupa’nın önemli felsefecilerinden
biri olan Jürgen Habermas’ın hayatı, bir yan-
dan Eleştirel Teori’nin gelişme seyri bağ-
lamında, diğer yandan Almanya’daki libe-
ral demokrasinin işleyişine dair yarım asır-
dır süren siyasal ve anayasal mücadele ek-
seninde izlenebilir. Habermas’ın - kamusal
alan, iletişimsel eylem ve moderniteye iliş-
kin- tartışma yaratan düşünce ve teorileri,
Almanya’daki başat siyasal olaylarla, ör-
neğin yargı sisteminin Nazi düşüncesinden
arındırılmasındaki başarısızlık, anayasa
mahkemesinin yükselişi, 1968 ve sonrasın-
daki öğrenci ayaklanmaları, NATO’nun Al-
manya’ya nükleer silah konuşlandırma ka-
rarı ve Doğu Almanya’nın beklenmeyen çö-
küşü tarafından belirlenmiştir. Şu da iddia
edilebilir: Habermas'ın devlet, hukuk ve
anayasa hakkındaki çalışmalarının, Alman
siyasal kültürünün liberal-demokratik bir
modele doğru evrilmesinde kritik bir rolü
olmuştur. Habermas'ı ve dönemini anlatan
bir entelektüel biyografi...
Habermas (Entelektüel Bir Biyografi)
Tek başıma ilerlerken aklıma geldi,
bugüne kadar gerçekte bütün yolları
böyle yalnız yürümüştüm; gezintilere tek
başıma çıktığım gibi, yaşamımın bütün
adımlarını tek başıma atmıştım. Dost-
lar, akrabalar, iyi konuşup görüştüğüm
tanıdıklar, sevgililer hep benimle bera-
ber olmuş, ama asla beni bütünüyle sa-
rıp sarmalayamamış, hiçbir zaman içim-
deki boşluğu dolduramamışlar, izlediğim
yollardan ayırarak başka yollara çekip
alamamışlardı. “Gençlik Güzel Şey”, Al-
man dilinin en büyük yazarlarından,
1946 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Hes-
se’nin ilk dönem öykülerinden oluşuyor.
XIX. yüzyılın Romantizm geleneğini
yansıtan ve otobiyografik unsurlar içe-
ren bu öykülerde, kasabada geçen ço-
cukluk yılları, gençlik maceraları, ilk aşk
heyecanları anlatılıyor; ama başrolde
hep doğa var.
Gençlik Güzel �ey
Sadece “ben” yalnızlıktı, güçsüz-
lüktü. Ben de, sen de yetmiyor,
mutlaka onunda olması gereki-
yordu. Başarıya sen, ben, o bir-
likte yürümeliydik!
Seviyorduk birlikteliği! Yaşamın
ritmi gibiydi. Birinin eksik olu-
şuyla yaşam gene devam ediyor-
du da, bozulan ritim, mutsuz kılı-
yordu insanı...
İbrahim Türemen'in bu kitabın-
da zaman zaman gözleriniz nem-
lenecek, kendi yaşadıklarınız ak-
lınıza gelecek.
Sen, Ben, O!
Osmanlı İmparatorluğu, İngiltere,
Fransa ve Piemonte koalisyonu ile Rus-
ya'yı karşı karşıya getiren Kırım Savaşı'nın
devasa çapı ve yol açtığı büyük insan kay-
bı daha sonraki iki dünya savaşıyla göl-
gelenmiştir. Üçte ikisi Rus olmak üzere en
az 750 bin askerin çarpışmalarda ya da
hastalıklar yüzünden hayatını kaybettiği
bu savaş, beraberinde getirdiği sivil ka-
yıplar, katliamlar ve sürgünlerle ilk top-
yekûn savaştı. Rusya üzerine çalışmala-
rıyla tanınan İngiliz tarihçisi Orlando Fi-
ges bu kitabında Kırım Savaşı’nı, yalnızca
katılanlar üzerinde büyük etkiler yapan
bir büyük güçler çarpışması olarak değil,
ihmal edilen yanıyla bir din savaşı olarak
da ele alıyor. Savaşın İngiliz, Fransız, Rus
ve Osmanlı kaynaklarının yanı sıra unu-
tulmuş askerlerin, hemşirelerin, gazete-
cilerin tanıklıklarına da dayanan etkile-
yici bir anlatımı.
K�r�m, Son Haçl� Seferi
Necati Tosuner “Çılgınsı”da “birşeyin eksik kaldığı”, “yok, olmuyor”denilen anların kırılgan öykülerinianlatıyor. Beklenen yılgınlıkların sez-gisiyle çoğalan kaygıları, insanın ken-disinden usanışını, bezginliği ve usul-ca damlayan bir su sesi gibi içe işleyensevinci bir araya getiriyor. Sevinç vekaygının birbirine çarpmasıyla oluşanbüyük patlamanın yarattığı korkunçboşluğun yıkıcı anlamsızlığını resme-diyor. “Seni bulmuş olmak beni kor-kunç sevindiriyor. İçimden kervanlargeçiyor. Marşandizler geçiyor. Birdemet kır çiçeği geçiyor. Bir martı ka-nat açıyor, -mevzun. Süzgün bir san-dal geçiyor içimden. Saçları kurdele-li bir kız çocuğu geçiyor. ‘Ben seni çokaradım...’ demek geçiyor içimden.‘Seni nasıl da buldum...’ demek geçi-yor. Beynime iğne batıyor seni yitir-diğimi düşününce.”
�lg�ns�
�brahim Türemen, Ç�ng� Bas�mYay�n, 446 s. Üstün Dökmen,
Remzi Kitabevi, 136 s.
İki Oyun
Üstün Dökmen'in tiyatro yapıtları-
nın bu üçüncü cildinde de ikişer
perdelik iki oyunu yer alıyor.
İlk oyun olan “Depremzâdeler Ma-
hallesi”nde ülkemizde yaşanan
depremlerin toplumsal ve psikolojik
etkileri yansıtılıyor. İkinci
oyun olan “Pusulamı Ayarlar mısı-
nız?” adlı oyunda ise insan
ilişkilerindeki algıya göre değişen
tepkiler sergileniyor
Semih Gümü�, Notos Kitap,183 s.
Necati Tosuner, �� Bankas�Kültür Yay�nlar�, 78 s.
Jonathan Schneer, K�rm�z� KediYay�nevi, çev. Ali Cevat
Akkoyunlu, 440 s.
Matthew G. Specter, �leti�imYay�nevi, çev. �smail Ilgar, 312 s.
Hermann Hesse, Can Yay�nlar�,çev. Behçet Necatigil, Kamuran
�ipal, 280 s.
Orlando Figes, Yap� KrediYay�nlar�, çev. Nurettin
Elhüseyni, 520 s.
13 TEMMUZ 2012 CUMA 19Aydınlık KİTAPYENİ ÇIKANLAR
Demokrasi Sava�ç�lar�Olarak Marx ve Engels
“Beyoğlu’nda Gezersin”, Nazlı Eray'ın
çarpıcı dünyasını sıradışı bir coğrafyayla
önünüze seriyor. Kimler, neler yok ki bu
dünyanın içinde: Nakşibendi Şeyhi Küçük
Hüseyin Efendi, Beyoğlu’nun kraliçesi
Madam Tamara, “Mazi Kalbimde Bir Ya-
radır” programının yapımcısı Ulvi, elinde
geçmişteki bir kadının hatıra defteri ile Be-
yoğlu’nda dolaşan çılgın âşık Bozacı Naki,
“Deli Saatini” sunan ünlü Doktor ve
onun gece karanlığını yırtıp hafifleten re-
çeteleri... 1958 Beyoğlu cinayetinin hâlâ
çözülmemiş esrarı, sanki bu dünyayı ger-
çek hayattan ayıran yemyeşil sessizliği ve
yılların eğip sararttığı mezar taşları ile
Eyüp sırtları, şehit tayyareci Fethi Bey’e
Rumeli Han'ın dökülmüş bir muhallebi-
yi andıran mermer merdivenlerinde rast-
lamak, geçmişin içine sıkışmış Markiz Pas-
tanesi ve roman boyunca fırtına gibi esen
İstiklal Caddesi...
Beyo�lu’nda Gezersin
Rusça aslından çevirisiyle Türk-
çede ilk kez: Bütün bir yirminci
yüzyıl edebiyatını etkileyen, Aldoux
Huxley, Ayn Rand, George Orwell,
Kurt Vonnegut, Ursula K. Le Guin
için açık esin kaynağı olan “Biz”, ilk
kez özgün dilden çevirisiyle okurla-
rın karşısında. Herkesin numaralarla
adlandırıldığı ve her an dinlenip
gözetlendiği bir ülkede, Tek Devlet'in
komşu gezegenlere yayılmak için
yaptırdığı uzay gemisinin çalışma-
larına katılan bir mühendis günlük
tutmaktadır. Herkesin devlete yararlı
ve iyi olmasının övgüsüyle başlayan
günlük, yavaş yavaş mühendisin
devletin başındaki İyilikçi'nin mate-
matiksel, kusursuz düzeninin sor-
gulanmasına dönüşür.
Biz
İçsel ve psikolojik bir drama olan Dö-
nüş, insanlar arası ilişkileri, çatışma at-
mosferlerini ve zihinden geçen düşünceleri
anlatmakta dünyanın en usta kalemlerin-
den biri olan Joseph Conrad’ın anlatım de-
rinliği ve gerçekçi kurgulanmış, yerinde ve
düşündürücü çatışma sahneleriyle, insan-
lığın birbirine duyduğu hürmet, samimiyet
ve güvenin altında yatan pek çok soruyu
gündeme getiriyor. Zengin ve politik ola-
rak da güçlü bir iş adamı olan Alvan Her-
vey, bir gün iş seyahatinden evine döndü-
ğünde, eşinin, kendisini terk ettiğini bildi-
ren bir mektup bulur boş evde. Yaşadığı de-
rin iç bunalımı ve büyük çöküş, kısa bir za-
man sonra eve geri gelen Bayan Hervey’in
pişmanlığını belirtmesine rağmen, büyük bir
çatışmaya dönüşür. Esasta sevgiye, sevil-
meye hasret olan Bayan Hervey, bir oyun
mu oynamıştır, yoksa gerçekten de terk
etme amacıyla evden ayrılmış ama cesaret
edemeyerek geri mi dönmüştür?
Dönü�
Bir filmde izleyicinin deneyimini be-
lirleyen nedir? İzleme sürecinin temelin-
de görüş alanına hâkim olma yanılsaması
mı vardır, yoksa bu deneyimi sürekli göz-
den kaçan, anlamlandırılamayan, var ol-
mayan noktalar mı şekillendirir? Temsilin
bütünlüğüne duyulan inanç mı, yoksa
onun eksikliğini kavradığımız anlar mı
bize zevk verir? Todd McGowan sinema
kuramı etrafında dönen bu soruları yeni-
den ele alırken, aslında cevabın “gözü-
müzün önünde” olduğunu söylüyor: Psi-
kanalitik sinema kuramına yeni bir pers-
pektif sağlayan bu kitapta, izleme deneyi-
minin merkezine bakışı oturtuyor ve bizi
onun doğasını anlamaya davet ediyor.
Şimdiye kadar yanlış değerlendirilmiş bir
kavram olan bakışı, doğrudan Lacancı
psikanalizle okuma çabasının ürünü olan
“Gerçek Bakış”, izleyiciyi bir özne olarak
konumlandırarak, sinemanın politik, kül-
türel ve varoluşsal potansiyellerini bu kez
özgürlük adına anlamayı deniyor.
Gerçek Bak��
Joyce metinlerinin anlam derinli-
ğine vâkıf olunamaz. Satırların ara-
sındayken birden kendinizi İrlanda va-
dilerinin melodik gölgelerinde bula-
bilirsiniz...
İrlanda edebiyatı üzerine otorite
kabul edilen Richard Ellmann, ede-
biyatın zeki çocuğu Joyce’un eserle-
rindeki bölümlerden Joyce’un dünya
algılamalarına sürekli göndermeler ya-
parak âdeta birbirini açımlayan çap-
raz referanslar oluşmasını sağlayıp
okurla yazar arasına dürüstçe giriyor.
Denilebilir ki elinizdeki kitabı her-
hangi bir biyografi/monografi eserin-
den ayıran en temel özellik de budur:
Joyce’nin çok boyutlu kişiliğinin aynı
zengin anlatımla karşılık bulabilmesi
için, Ellmann’ın oluşturduğu iki düz-
lemli referans dizgesi, okumaları ko-
laylaştırıyor.
James Joyce(Hayat� ve Eserleri)
İnsan, başlı başına bir mitolojidir...
"Ahraz" olan da, bu mitolojinin
kaotik kahramanıdır. Tozlu hayalle-
riyle balıklara dokunur, onları sever, on-
lardan nefret eder ya da kaldırımda bir
sonraki günün erzağını toplamaya ça-
lışırken, kaderin hasadını yapmaya zor-
larken bulur kendisini.
Su Mitosları'nda tarihi bir yoılculuğu
çıkaran Deniz Gezgin, bu kez de
"Su"dan taşarak gelen bir hikayeye do-
kunmaya davet ediyor okuru. Kitabı
elinde tutanları alışılmadık bir sahil ka-
sabasına, farklı bir kadın profili olarak
Adile'nin hüznünü paylaşmaya ve ha-
yallerinden misket yapıp onları denize
teslim eden İsrafil'in ufku belirsiz ma-
ceralarına kulaklarına yaslamaya çağı-
rıyor ve ardından, büyük bir soru ile baş
başa bırakıyor:
Şeytan yükümüzü sırtlanan günah
keçisi değilse nedir?
Ahraz
Çehov kitaplığının sekizinci ve
son cildi “Küçük Köpekli Kadın”,
1895-1900 yılları arasında yazılmış
16 öyküyü kapsıyor. Yazar “Küçük Kö-
pekli Kadın”da, şehirli ve köylü kav-
ramlarını irdeleyerek bir kez daha tüm
güzellikleri ve çirkinlikleriyle insanı an-
lamaya çalışıyor.
Yaşadığımız kentte hepimiz sıkıcı,
boğucu bir yaşamın içine gömülmüşüz;
gereksiz kâğıtlar karalamamız, is-
kambil oynamamız bizler için de birer
kılıf değil midir? Yaşamımızı kimse-
nin bir işine yaramadan, aylaklık için-
de, budala, akılsız kadınlar arasında
geçirmemiz, bir sürü saçma sapan
şeyler söyleyip başkalarının söyledik-
lerini dinlememiz, hepsi birer kılıf de-
ğil mi? Mehmet Özgül'ün Rusça asıl-
larından yaptığı özenli çevirileriyle...
Küçük Köpekli Kad�n
Richard Ellmann, Kabalc�Yay�nevi, çev. Zafer Av�ar, 1022 s.
August H. Nimtz, Yordam Kitap,çev. Can Saday, 448 s.
Nimtz, günümüz entelektüellerinin
Marx’ı ve Engels’i her şeyden önce entelek-
tüeller ya da sadece “büyük düşünürler” ola-
rak gösterme eğilimine karşı çıkıyor. Onların
her şeyden önce siyasi eylemci ve devrimci ol-
duklarını vurguluyor. Marx ve Engels’in, ko-
münistler olarak 1848-1849 devrimci ayak-
lanmalarına aktif şekilde katılmaları, de-
mokrasi kavgasındaki etkilerini güçlendi-
ren dersler ve sonuçlar çıkarmalarına imkân
verdi. Bu, sosyalizm kavgasını geliştirirken de-
mokratik mücadeleyi ilerletmenin tümüyle
Marx ve Engels'in başarısı olduğu iddiasını da
içinde taşıyor. Kitapta, ulusların kendi ka-
derlerini tayin hakkına verdikleri önem, ka-
dınların eşitliği için mücadeleleri, sözde Av-
rupa merkezci önyargıları, 19. yüzyıl sonları
Rusya’sı gibi büyük bir çoğunlukla köylü ve
geri kalmış bir ülkede sosyalist devrimin
olanaklılığına ilişkin görüşleri gibi konular-
da Marx ve Engels hakkında sıkça dile geti-
rilen eleştirilere de yanıt veriyor.
Yevgeni �vanoviç Zamyatin,�thaki Yay�nlar�, çev. Fatma
Ar�kan, Serdar Ar�kan, 250 s.
Anton Çehov, Everest Yay�nlar�,çev. Mehmet Özgül, 420 s.
Nazl� Eray, Do�an Kitap, 232 s.
Joseph Conrad, Alt�n BilekYay., çev. Gizem Genç, 112 s.
Todd McGowan, Say Yay�nlar�, çev. Zeynep Özen Barkot, 344 s.
Deniz Gezgin, Sel Yay�nc�l�k, 157 s.
13 TEMMUZ 2012 CUMA20 Aydınlık KİTAP ÇOCUKLAR İÇİN
Dinkin Dings ve dostları
İREM HALIÇ[email protected]
Guy Bass’in yarattığı ilginç karakter Din-
kin Dings, sizi birbirinden heyecanlı ve tüy-
ler ürpertici maceralara davet ediyor! Onun
hayal dünyasıyla baş edebileceğinize ina-
nıyorsanız bu maceraya bir an önce ortak
olun derim.
Dinkin Dings’in tuhaf ve ulaşılmaz bir
hayal dünyası var. Bu dünyada yaşamak el-
bette onun için çok zor. İster istemez en az
hayalleri kadar tuhaf huylar edinmiş. Her
şeyden korkan bu çocuk korkularıyla baş
edebilmek için evdeki malzemelerle birbi-
rinden ilginç icatlar yapıyor. Evde, özellik-
le de küvette aniden ortaya çıkabilecek gö-
rünmeyen köpekbalıkları tehlikesinden ko-
runmak için Görünmez- Gösterir, ani kü-
çülmeleri engellemek için Ani- Küçülme
Kemeri, boyutlar arasında sıkışıp kalma teh-
likesine karşı Boşluksavar, evde istenmeyen
böceklerden kurtulmak için de Böcek-
Saptar-Yoklar-Kovalar icat etmiş. Ailesi bu
durumdan epey rahatsız tabii, ama Dinkin’i
üzmemek için pek ilişmiyorlar.
ÜRKÜNÇ BÖCÜLER EK�B�Böcekler deyince, buğday bitleri hariç tüm
böceklerden nefret eden Dinkin’in en ya-
kın dostlarının kim olduğunu duyunca çok
şaşıracaksınız. Ürkünç Böcüler lakaplı Ed-
gar, Herbert ve Arthur. Normal insanlarla
arkadaşlık edemeyen Dinkin kendine gece
yarıları ortaya çıkan hayaletleri dost edin-
miş. Edgar sakar, kemiklerini durmadan
orda burada düşüren, sarsak bir iskelet, Her-
bert da korkunç görünümlü olmasına rağ-
men son derece sevecen, obur bir canavar.
Hayalet olan Arthur ise aslında epey yete-
neksiz ve mızmız. İşte bunlar Dinkin’in dost-
ları. Dinkin’in her başı sıkıştığında geceyarısı
yanına gelir ve olayı çabucak halleder bu
ekip. Dinkin’in başı beladan kurtulmaz
zaten. Bu sefer başına gelenler eski mace-
ralardan daha heyecanlı ve ürkütücü.
ZOMBUZAYLI MOLLYDinkin’in uzaydan geldiklerine inandığı, in-
sanları beyinlerini yiyip onları beyinsiz ap-
tallara dönüştüren zombilere verdiği lakap
Zombuzaylı. Önceden böyle bir tehlike ola-
bileceği ihtimali üzerinde çalışmış ve birkaç
bilimsel veri toplamayı başarmış: Zombu-
zaylılar Pazar günleri dışında durmadan in-
san beyni yerler, Pazar günleri tatil yapar-
lar, insanların arasına gizlice girebilmek için
çeşitli insan köstümleri kullanırlar, kokuları
dayanılmaz derecede korkunçtur, kokula-
rını bastırmak için limon suyu kullanırlar,
yılbaşını kutlamazlar ve son olarak da hiç-
bir zayıf yönleri yoktur. Varsa da başarıyla
saklıyor olmalılar. İşte bu belirtileri taşıyan
Molly adında bir kız çocuğu ve ailesi,
Dings’lerin evinin hemen yanıbaşına ta-
şındılar! Dinkin’in Ürkünç Böcüler yardı-
mıyla bu zombilerden hemen kurtulması la-
zım. Bu çocuğun hayal dünyasına kanıp yine
bir şeyler uyduruyordur, öyle şey mi olur di-
yorsanız, kitabın sonunda sizi büyük bir
sürpriz bekliyor!
Bu kitaptan hoşlanırsanız serinin diğer
kitapları da şunlar: “Dinkin Dings ve 9. Bo-
yuttan Gelen İkizi”, “Dinkin Dings ve Tır-
mıkel’in Laneti”, “Dinkin Dings ve Balı-
kadamların İntikamı”
Eğlenceli okumalar diliyoruz.
(Dinkin Dings ve Ürkünç Böcüler,Guy Bass, Resimleyen: Pete Williamson,
Final Yayınları, s.128)
Satranç sporunda, oyuncunun zekâ-sı kadar teknik ve taktiksel becerileri deönemlidir. Bu kitap ile amaçlanan, sat-ranca yeni başlamış satranç severlerinhamle becerilerini geliştirmek, tek ham-lede mat etmenin mutluluğunu tekrar vetekrar yaşatmaktır.
Farklı kombinasyonlarda hazırlanansoruları cevaplayarak, klasik bir spor-cunun yaptığı gibi müsabakalar öncesikonsantrasyonunuzu artıracak, kondis-yon kazanacaksınız. Tüm satranç sever-lere keyifli dakikalar diliyoruz...
Çocukluk ve gençlik arasındaki bir kız
“okuldaki havalı kızların” arasına alın-
mak için kilo vermeye karar veriyor. Okul
arkadaşlarından duyduğu yöntem kafa-
sının iyice karışmasına sebep oluyor.
Annesiyle konuşunca ise kendi cevap-
larını daha kolay buluyor. Ergenlik ça-
ğında kendi görünümünden memnun ol-
mayıp, dergilerde, resimlerde gördükleri
kızlara benzemeye çalışan çocuklar hak-
kında ebeveynlere yardımcı olacak bil-
giler içeren bu kitap orijinal dilinde ve
Türkçe çevirisiyle Çitlembik Yayınları ta-
rafından yayımlandı.
S�rlarla Dolu Konak
Filiz Özdem’den yeni bir ilk gençlik ro-
manı: Çok sevdiği dedesini ve babasını bir ka-
zada kaybeden Yiğit’in hayatında büyük
değişiklikler olur. Alıştıkları hayattan koparak
yaşadıkları şehirden ayrılıp annesi, kız kar-
deşi ve babaannesiyle İstanbul’a taşınırlar.
Yeni hayatına güçlükle alışan Yiğit, arkadaşı
Mehmet’le gizlice girip çıktıkları terk edil-
miş konakta bir gün davetsiz bir misafir bu-
lur. Ve o dakikadan sonra hepsinin hayatı,
tahmin bile edemeyecekleri şekilde değişir.
Şaşırtıcı rastlantılarla ağların ince ince
örülüp birbirine bağlandığı “Sırlarla Dolu
Konak”, Filiz Özdem’den hayaller, rüyalar,
geçmiş ve geleceğin iç içe geçtiği; sevgi, dost-
luk, acı, umut ve vefa üzerine etkileyici bir
ilk gençlik romanı.
Ahmet Bilal Yaprakdal,U�ur Böce�i Yay�nlar�,
s.160
Debra Menase,Çitlembik Yay�nlar�,
s.32, (7-10 ya�)
Filiz Özdem, Yap�Kredi Yay�nlar�, s.120
Dinkin Dings’in tuhaf ve ula��lmaz bir hayal dünyas� var. Bu dünyadaya�amak elbette onun için çok zor. �ster istemez en az hayalleri kadartuhaf huylar edinmi�. Her �eyden korkan bu çocuk korkular�yla ba�edebilmek için evdeki malzemelerle birbirinden ilginç icatlar yap�yor
�ki Hamlede Mat
Ben Güzelim
Tıpkı sana benzeyen muhteşem kız-
ların hikâyeleri...
Min adlı küçük kız arkadaşlarıyla alay
ederek eğlenirdi.
Fakat bir keresinde alayın dozunu iyi-
ce kaçırmış ve sonunda ceza almıştı. Tam
bir yıl boyunca tüm dünyayı bir ejderha
görünümünde dolaşacaktı. Sözlerimizle
başkalarını ne kadar kırabileceğimizi
düşünmek için yeterli bir zamandı bu.
Beatrice Masini, CanÇocuk, Çev: Nükhet
Amanoel, 72 s.
Ejder Çocuk
“Berdelacuz”; iflah olmaz, derman bul-
maz bir selülozik madde bağımlısı anlamı-
na geliyor. Öyle ki uzun yıllar boyunca kimi
kez sahaflardan, kimi kez hurdacılardan ba-
zen de elden olmak üzere üzeri yazılı, ba-
sılı ne gördüyse almış ve biriktirmiştir.
Berdelacuz Sahaf’ın sahibi Ömer Türk-
oğlu, “Bilgi dolu insanlar ile birlikte sahaf
esnafına katılmaktan mutluluk duyuyorum.
Bilimi arayan insanlara elimizdeki kitap-
larla yardımcı olmaya çalışacağız. Sahaflar
bilgiyi bilmezler, aynı zamanda bilginin ad-
resini de bilirler. İnsanların daha doğru ve
nitelikli bilgiye ulaşmak için sahaflara uğ-
raması gerektiğine inanıyoruz” diyor.
Sahaflığın günümüzde giderek kay-
bolduğunu görürken, araştırmacı-yazar
Ömer Türkoğlu Başkent’te tanzim ettiği
Berdelacuz’da meraklılarına nefes alma
şansı veriyor.
Çankırı’nın yetiştirmiş olduğu değerli
isimlerden biri olan tarihçi-yazar Ömer
Türkoğlu, Başkent’in göbeği sayılan Kızı-
lay’da kitapseverlerin önemli uğrak me-
kanlarından olan Aksoy Pasajında sahaf ola-
rak hizmet veren “Berdelacuz” isimli işye-
rini açtı.
Her gün kapanan bir sahaf haberiyle kar-
şılaştığımız bir dönemde Ömer Türkoğ-
lu’nun böylesi bir işyerini hizmete açması
çok önemli. Berdelacuz’un kitap kurtları için
önemli bir uğrak yeri olacağı daha ilk gün-
den kendisini göstermiş zaten.
Berdelacuz’un raflarını dolduran ve za-
man tünelinin derinliklerinden adeta hay-
kıran el yazması, siyah beyaz fotoğraflar-
la birlikte eski Osmanlı ya da arapça di-
linden binlerce eserin ve dokümanın yer
aldığı raflar içerisinde duygularını dile
getiren Türkoğlu “Diğer meslekleri bile-
mem ama, ben de emekli olduktan sonra
yıllardır hayalini kurduğum böylesi bir or-
tama kavuşmuş olmanın nacizane mutlu-
luğunu yaşıyorum. Daha da önemlisi böy-
lesi bir mutluluğu siz dostlarımla birlikte
paylaşıyorum” diyor.
Sahaf size Google’nin bilmediklerini
gösterir...Bizim için kağıdın üzerine düşen
her damla mürekkep değerlidir... vurgu-
suyla yola çıkan, Çankırılı araştırmacı
Ömer Türkoğlu ve Mustafa Türkoğlu’nun
açmış oldukları Berdelacuz Sahaf’ı en
kısa zamanda ziyaret etmelisiniz..
13 TEMMUZ 2012 CUMA 21Aydınlık KİTAPSAHAF
ANADOLU’DAN KİTABEVİ
Fransız yazar Odette Sorensen’in yaz-
dığı “Şişedeki Mesaj”, kendilerine “Kare
As” adını veren dört genç kızın, ünlü bir
şatoda yapılacak nişan töreni için yola çı-
kan müzisyenlerin esrarengiz biçimde or-
tadan kaybolmalarını aydınlatma çabala-
rını anlatan, çocuklara “sahaf kokusunu”
duyumsattıran heyecan verici bir roman
1903 doğumlu, Danimarka asıllı Fran-
sız yazar Odette Sorensen, 1970’li yıllar-
da okumaya meraklı çocuklardan biri idiy-
seniz kitaplarından birinin elinizden geç-
memesi pek mümkün olmayan yazarlar-
dandır. Baskan Yayınları’nın yeşil sırtlı ço-
cuk kitapları arasında çıkan “Vagondaki
Kız”, “Katır Rallisi”, “Tehdit Mektu-
bu”, “Milyonluk Çanta” gibi polisiye ma-
ceralar, özellikle uzun sıcak yaz günlerinde
öğle uykusu öncesinde okunduklarında
sonsuz keyif ve büyük heyecan verirlerdi
hafifletilmiş ve pastorize edilmiş polisiye
tutkunu 10-12 yaş grubundaki küçük ki-
tapseverlere. Sorensen’in “hafiyemsi”
dört genç kızın maceralarının anlatıldığı
“Kare As” (kızlar kendilerine bu adı uy-
gun görmüşlerdir) serüvenlerinin en gü-
zellerinden biri olan “Şişedeki Mesaj” ise,
eğer bulabilirseniz (arandığında buluna-
biliyor), çocuğunuza ve küçük yakınları-
nıza verebileceğiniz en güzel sahaflık
hediyelerden biri olacaktır emin olun ki.
Çocuklara yalnızca parıltılı vitrinlerdeki
yeni kitapları değil, sahaf kokusu taşıyan
kitaplar da hediye edilmesinin önünde
herhangi bir engel yok ne de olsa.
“Şişedeki Mesaj”ın konusu şöyle:
Fransa’nın ünlü bir şatosunda yapılacak ni-
şan törenine ünlü aileler davet edilirler. Bu
ailelerin yetişkin çocukları da bir otobüs-
le şatoya giderler. Otobüs yolculuğunun
başlangıcında, aralarında üç de genç mü-
zisyen vardır. Ancak bu müzisyenler, oto-
büsün yolculuğu boyunca değişik yerler-
de teker teker ve gizemli bir şekilde kay-
bolurlar. Neyse ki “Kare As”ı oluşturan
genç kızlarımız da otobüstedirler ve bu tu-
haf olaya el koyarlar. Fakat esrarengiz olay-
lar birbirini takip eder. Genç müzisyenlerin
neden ve nasıl kayboldukları tabii ki ro-
manın sonunda aydınlatılacaktır.
Ali Topaloğlu’nun çevirisiyle 330 say-
falık küçük boy bir kitap olarak hoş de-
sen ve resimlerle süslenmiş halde 1973’te
yayımlanan “Şişedeki Mesaj”, 1949’da
Fransa’da Grand Prix kazanmış Soren-
sen’in hünerini konuşturduğu romanlar-
dan biri. İşte kitap hakkında fikir verebi-
lecek küçük bir alıntı:
“Loire Nehri vadisinde siyah bir DS
araba bizi devamlı olarak takip etti, is-
tersen bize öncülük yaptı da diyebilirsin.
İçindekilerden biri gri, öbürü be bir ga-
bardin pardesü giyiyordu. Az önce sana
hücum edip de biz gelince kaçan iki ada-
mı iyice gördüm. Birinde bej, diğerinde gri
gabardin pardesü vardı.
Dinleyenler hayret içinde kalmışlardı.
Kupa Ası’nın dedikleri doğru olduğu
takdirde bu durum basit bir tesadüfler se-
risi olarak yorumlanamazdı. Bu kadar
önemli bir hususu nasıl değerlendire-
cekleri de ayrı bir problemdi.”
40 YIL ÖNCES�NDEN ÇOCUKLAR �Ç�N POL�S�YE SERÜVEN: “���EDEK� MESAJ”
BERDELACUZ SAHAF- ANKARA
Sahaf size Google’ninbilmediklerini gösterir...
Müzisyenleri kim kaçırıyor?
13 TEMMUZ 2012 CUMA22 Aydınlık KİTAP
BULMACA
ALINTI-TEST
Okuyaca��n�z bölümler hangi yazar�n hangi kitab�ndan al�nt�lanm��t�r?
Kış gecesine dalıp da sahici kar, yani bizim karları-mız, önümüz sıra uzanmaya, camları beneklemeye,ufak Wisconsin istasyonlarının ölgün ışıkları görü-nüp kaybolmaya başladı mıydı hava da birden biretazelenir, dikelir, dirilirdi. Akşam yemeğinden dö-nerken bu memlekete bağlılığımızı, yeniden içinekaynaşıp gitmeden, hiç değilse bir saat de derindenduyarak soğuk hava aralıklarında ciğerlerimize çek-tiğimiz bu havaydı işte.
1 Kuşatılan kurtların yaptığını yapacağız. Sube-tay! Cemle! Önce siz saldıracaksınız. Düşma-nın saflarını bozmak ve peşinize düşmelerinisağlamak için üç dalga ok salın ve onları vadi-nin dışına çekin. Biz merkeze yüklenirken sizbir çember çizip yanlarımızı koruyacaksınız.Gayreti elden bırakmayın, kısa sürede şaşıra-caklardır.
2 Bu sefer neredeyse olağanüstü sayılabilecek birkaybolma olayı söz konusuydu. Birkaç sınıf ar-kadaşıyla ormana at gezintisi yapmaya gidençocuk, midillisine biner binmez, küçük atındörtnala koşmaya başlamasıyla adeta kuş olupuçmuştu. Anlamsızca huysuzluk yapan at bini-cisiz olarak bulunmuştu, ancak velet ortadayoktu. Ne bir iz ne de bir işaret bırakmıştı.
3
Do�ru yan�tlar gelecek hafta bu sayfada… Geçen haftan�n do�ru yan�tlar�: 1-(c) 2-(b) 3-(a)
a) Italo Calvino / Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu
b) Burak Turna / Bir Kış Gecesi
c) Paul Auster / Kış Günlüğü
d) Levent Şentürk / Kış Dönencesi
e) Scott Fitzgerald / Muhteşem Gatsby
a) Homeric / Moğol Kurdu
b) Helen Dunmore / Kuşatma
c) İsmail Kadare / Kuşatma
d) İbrahim Karagül / Yüzyıllık Kuşatma
e) Barış Adıbelli / Stratejik Kuşatma
a) Paul Auster / Kaybolmalar
b) James Hatfield / Şanslı Velet
c) Laurentt Botti / Siste Ölüm
d) John Steinbeck / Al Midilli
e) Niyazi Özkan / Midilli’den Kaçış
SOLDAN SA�A1. Resimdeki 1894 - 1963 y�llar� aras�nda ya�am�� ingiliz yazar -
Aktinyum’un simgesi2. Bir hayret ünlemi - Ailesinin geçimini sa�layan - Sanca��,
yelkeni ya da sereni a�a�� alma3. Germanyum’un simgesi - Rodyum’un simgesi - Bir sebze -
Dingil4. Seciye, karakter - Kans�zl�k - Toryum’un simgesi - Alt�n’�n
simgesi5. Beytullah - Kekli�in boynundaki siyah halka - Baca��n alt
bölümünü ve ayakkab�n�n üstünü örten bir tür tozluk6. Becerikli, giri�ti�i her i�i ba�ar�yla sona erdiren kimse -
Fermiyum'un simgesi - Kimononun üstüne tak�lan, biçimi veboyutu cinsiyete, ya�a, mevkiye ve bölgeye göre de�i�en, birdü�ümle birle�tirilen geni� ipek ku�ak - At yavrusu
7. Peru’nun plakas� - Ç�plak toprak - Ça�da�, modern, ça�c�l8. Dizginleri koyuverilmi� bir at�n dörtnala ko�mas� - Verme,
ödeme - En k�sa zaman parças�, lahza9. Mitolojik bir çalg� - Galyum’un simgesi - �simler10. �imdi, �u anda - Medeni Kanun (k�sa) - S�n�r, uç11. Radyum’un simgesi - Zaviye - “... Güler” (foto�rafç�) -
Sümerler’de su tanr�s�12. Köleye ya da cariyeye özgürlü�ünü geri verme - Ulusal bir
parayla yabanc� bir para birimi aras�ndaki de�i�im oran� - U�ur- Manganez'in simgesi
13. Gelir - Yerle�im alanlar� d���nda kalan yerler - Bak�r kaplar�nüzerine sürülen beyaz ala��m tabakas�
14. Sermaye, kapital - Japonya'da buda rahibesi - Cet15. Tibet’te, Asya’n�n baz� yörelerinde yabani veya evcil olarak
ya�ayan, k�llar� uzun bir öküz türü - Karabibere benzeyen bir
baharat türü - Güre�te bir oyunYUKARIDAN A�A�IYA1. Resimdeki yazar�n bir eseri - Gezegenimizin uydusu2. Rütbesiz asker - Hat sanat�nda iri ve kal�n yaz� - Yunanistan’�n
ba�kenti3. Disprosyum’un simgesi - “... Gündüz Kutbay” (ney üstad�) -
Çok s�k dokulu ve sert bir seramik hamuru türü - Uzak4. �sviçre'de bir nehir - Metal üzerine kaz�da ya da ah�ap
tornas�nda kullan�lan çelik kalem - Bir kimseye ad�ndan ayr�olarak tak�lan, onun belirgin bir özelli�ini yans�tan ad
5. Uyku - Dokumada çözgüler aras�ndan enine geçirilen iplik -Bayram ve �enliklerde caddelere kurulan süslü kemer
6. Bir dilek �art eki - Hastal�k an�nda gelen titreme - Haz�r - Birnota
7. Ba���lama, ba��� - Kartal tak�my�ld�z�n�n eski dildeki ad�8. Ekleme - Bal yapan böcek9. Bin graml�k bir a��rl�k ölçüsü birimi - Tanr�10. Parlak, saydam k�rm�z� renkte de�erli bir ta� - K�laptan ipekle
i�lenmi�, kal�n ve iri desenli bir tür kuma� - So�urma, emme -Kuzu sesi
11. �htiyaçlar� devletçe kar��lanan onba�� ve çavu� rütbesindekiasker - Bir �eye duyulan e�ilim, arzu- “... Gündüz Kutbay” (ney üstad�)
12. Yüzy�l (k�sa) - C�va’n�n simgesi -Habe� soylusu - Tav�r, davran��
13. Bir haber ajans� - Hitit - Kabaca i�teorada - Parlak, saydam k�rm�z�renkte de�erli bir ta�
14. Hayali karate - Japonya’da budarahibesi - Paraguay çay�
15. Resimdeki yazar�n bir eseriBulmacan�n do�ru yan�tlar�n�10 gün içinde fax veya mektupyoluyla gönderen okurlar�m�za�brahim �im�ek’in resimdekikitab�n� arma�an edece�iz FAX:0212 252 51 22
GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ