kitap aydınlık€¦ · kİtap tanitiliyor 28 aralık 2012 cuma / yıl: 1 / sayı: 44 aydınlık...
TRANSCRIPT
AydınlıkBU SAYIDA
35KİTAP
TANITILIYOR
28 Aralık 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 44
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
KITAP.
Toplam: 1461
Şiddetikutsamayan polisiye
Bir şiirin düzyazıhalini almış romanı…
Uğur’suz 20 YılınÖzeti: “İçimden Geçen
Zaman”
Kapitalistaklın filozofu: Kant
Yaşar Kemal’eyolculuk
Kitaplarla aydınlığa
2012 KİTAPLIĞI
KAANARSLANOĞLU
Yılın sonuna doğru genellikle sene içinde olup bi-
tenlere şöyle bir dönüp bakılır. Çok klasik olduğu kabul
edilmekle birlikte yayın organlarından beklenti çoğun-
lukla bu yöndedir. Yılsonuna doğru okurda hafızayı ta-
zelemek istercesine geçen 365 günü gözden geçirme ar-
zusu belirir. Ya da biz belirmiş olabileceğini düşündük.
Ve sizlere bu haftaki kapak dosyamızı hazırladık.
2012'de yayımlanan kitaplardan bir seçme hazırladık.
Bunu yaparken daha çok “hatırlatma” amacı güttük.
Okurlarımız için 2012'den kalanları derleyip toparladık.
Gözden kaçırdıkları olduysa vakit kaybetmeden “ya-
kalasınlar” diye...
Dosyada yayınevi temsilcilerinin 2012 değerlendir-
melerini bulacaksınız. Bu yıla damgasını vurmuş kitapları
onların gözünden okuyacaksınız. Ahmet Yıldız'ın bu yıl
yaşananları daha geniş bir çerçeveye oturtan yazısı yine
iç sayfalarımızda yer alıyor. Bir de yazıişleri olarak biz-
lerin sizin için seçtikleri var. Onları da dikkatinize su-
nuyoruz. Keyifle okumanızı ümit ediyoruz.
2013'ün aydınlık bir yıl olması dileğiyle...
İÇİNDEKİLER SUNU
Haftanın Portresi: Zeliha Sevim Burak s. 4
Şiddeti kutsamayan polisiye s. 5
s. 6
s. 7
Eğitim devriminde bir ütopya inşası s. 8
Babil Balığı: Apati ve Empati s. 9
Kapitalist aklın filozofu: Kant s. 10
Yaşar Kemal’e yolculuk s. 11
s. 12-14
s. 15
Hikmet Burcunun Şairi: Behçet Necatigil s. 16
s. 17
Yeni Çıkanlar s. 18-19
Çocuk-Genç: Boy ölçme taşı s. 20
Sahaf: Mehmet Akif kitapları s. 21
Alıntı Test-Bulmaca s. 22
28 ARALIK 2012 CUMA 3Aydınlık KİTAP
Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
Yönetim Yeriİstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbulTel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04
Faks: 0212 252 51 22
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş.
adına sahibi:Mehmet Sabuncu
Genel Yayın Yönetmeni:Serhan Bolluk
Sorumlu Müdür:Mehmet Bozkurt
Genel Müdür Yardımcısı (Reklam):Saynur Okuroğlu
Aydınlık
KITAP.
Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç
Editör: Pınar Akkoç
Yazıişleri: İrem Halıç, Deniz Antepoğlu, Cenk Özdağ
Yazıişleri Müdürü: Damla Yazıcı
“Tanpınar, 27 Mayısçılara,Atatürk’ü örnek almalarını söyler”
Kapak: Kitaplarla aydınlığa
Uğur’suz 20 yılın özeti:“İçimden Geçen Zaman”
Öykücülüğümüzün yularıtaifei nisa ve bir sapma
Araba Sevdası:“Alafranga Züppe”liğin geçmişine yolculuk
Son yıl okuduğum kitaplar arasında
hangileri bu yıl basılmış şu anda bilmiyo-
rum, o bakımdan benim ilgimi özellikle çe-
kenleri ilk basıldığı yıla bakmadan sıra-
lamak istiyorum. Bazen kitapları biraz geç
değerlendirebiliyoruz. Örneğin Nihat
Genç’in eserleriyle adamakıllı tanışmak bu
yıla kısmet oldu. Genç büyük bir edebi-
yatçı. “Bu Çağın Soylusu”, “Dün Korku-
su”, “Arkası Karanlık Ağaçlar”, “İhtiyar
Kemancı” gibi yapıtları çok çok güzel. Hal-
dun Çubukçu'dan “Allahın Adamı” adlı
romanı da çok beğendim. Onu bana Öz-
demir İnce tanıtmıştı. Taylan Kara’nın yine
çok yeni olmayan “Poe’nun Kuzgunu” adlı
kısa romanı yetkin bir kurguyla yazılmış
güzel bir yapıt. Basılan ilk kitabı olması-
na karşın Gülümser Heper’in “Kedi Ana-
ları” adlı hikaye kitabı güzel ve ilerisi için
beklenti yaratıyor. Alan Sokal ve Jean
Bricmont’un “Son Moda Saçmalar” adlı
kitapları kuramsal alanda çok önemli bir
işlev görüyor üfürükten uyduruktan sağ-
lı sollu liberal düşüncelere karşı. Bu kitabın
devamı olan yine Sokal’dan “Şakanın
Ardından” adlı kitabı da keza öyle. M. Bü-
lent Kılıç’ın “Saklı Rönesans” adlı yapı-
tı eski kitabının genişletilmiş, gözden ge-
çirilmiş yeni bir baskısı. Sol sanat kuramı
açısından önemli. Keza Mehmet Yıl-
maz’dan “Sanatın Günceli Güncelin Sa-
natı” adlı kitabı sanat düşüncesine ilgi du-
yanlara önerebilirim.
ÖneriYorum
KAAN ARSLANOĞLU
New York doğumlu, aynı zamanda ba-
şarılı bir senaryo yazarı olan Syrie James ünlü
televizyon kanallarıyla çalıştıktan sonra ilk ro-
manı olan “Jane Austen’in Kayıp Anıları” ki-
tabıyla edebiyat dünyasına giriş yapmıştı. Ya-
yımlandıktan kısa süre sora en çok satanlar
listesinde hızlı bir yükselişle oldukça ses ge-
tiren kitabı, 2008 yılında En İyi İlk Roman
Ödülü’nü de kazandı. James'in bu kitabı
2012’nin son günlerine geldiğimiz bu gün-
lerde Everest Yayınları tarafından Figen Bin-
gül çevirisi ile Türkçeye kazandırıldı.
Jane Austen romanlarının günümüzde de
severek okunduğu ve gizemli hayatının me-
rak edildiği bir gerçek. Bekar bir kadın ola-
rak bilinen yazarın bu kadar iyi aşkı ve ilişkileri
anlatması kafa karıştır-
mıştır. Hayatını gizemli
yaşaması ve herkesten
uzak sakin bir hayat sür-
mesi nedeniyle yaşamı
hakkında bilgiler sınırlı-
dır. Ancak tavanarasında
yıllardır saklı kalmış anıla-
rı ortaya çıkınca ketumlu-
ğunu bir kenara bırakmış,
uzun süredir kalbinde sak-
lı aşkının detaylarını oku-
yucuyla paylaşan bir yazar-
la karşılaşıyoruz. Bu sebep-
le kitap bir yandan dünyanın
sayılı öykü anlatıcılarının
birinden yeni bir öykü okuma fırsatı veriyor
ve şunları diyor: “Hayır, asla unutmadım. İn-
san kendi ruhunun bir parçası olmuş birini na-
sıl unutabilir ki? Aramızda geçen her düşünce,
her bakış ve duygu aklımda şimdi; yıllar
sonra, sanki daha dün olmuş gibi taze. Bu hi-
kâye anlatılmalı; diğer hepsini açıklayacak bir
hikâye...”
19. yüzyıl her zaman ilgimi çekmiştir.
Özellikle İngiliz edebiyatı. Bunun nedeni ro-
manlarında geçen sayısız ritüelleri. O za-
manın giyimi, nezaketi, partileri ve aşkları.
Gözümde canlanan, bayanların korseli el-
biseleri, güneş şemsiyeleri, bukleli ya da örgü
saçları ve erkek egemenliğine bağlı yaşam-
ları. Erkeklerin ise birbirleri arasındaki güç
savaşları. Şimdiki zamandan çok farklı bir ya-
şam. Benim gibi 19. yy edebiyatını ve biyo-
grafi kitaplarını seviyorsanız kesinlikle “Jane
Austen’ın Kayıp Anıları”nı okumanızı tav-
siye ederim. 19. yüzyılın en özgün ve başarılı
kadın yazarının, yazdıkları ve yaşadığı aşkları
filmlere esin kaynağı olmuştur. Ülkemizde
de haklı bir hayran kitlesi bulunan yazarın,
en çok bilinen kitabı elbette ki farklı oyun-
cularla birkaç kez sinemaya uyarlanan “Aşk
ve Gurur”dur.
YAZILARLA YEN�DENKE�FED�LEN YAZAR
Kitap, yazarın merak edilen hayatına ışık
tutmakta ve bilinmeyenleri esprili ve gerçekçi
anlatımıyla dönemini en iyi şekilde yansıt-
maktadır. Okurken, hayranlık duymamanız
içten değil. Jane Austen’in tesa-
düfen bulunan yazı taslakları, me-
rak edilen yaşamına ilişkin en
çok merak edilen konulara ışık tut-
maktadır. Bu taslaklar Jane Aus-
ten Edebiyat Vakfı izniyle Syrie
James tarafından biyografik ro-
man haline getirilmiştir.
1815-1817 yılları arasında Jane
Austen’in yaşadığı zorlu hayat
mücadelesi, yaşadığı kalp kırık-
lıkları ve yazma serüvenine tanık
olacaksınız. Kadının toplumdaki
yeri ve her zaman ketum tavrını
ve güçlü olmak için verdiği mü-
cadeleleri, günümüzde de pek
değişmemiş olsa da, kitabı okurken kendi-
nizden parçalar bulacağınıza eminim.
Bay Ashford’un Jane Austen’ı yazması-
na desteklemek için söylediği;
“Yapmak istediğimiz ya da yapmaya
korktuğunuz şeyi ertelemek için her zaman
bir sebep buluruz; yarına kadar, haftaya, ge-
lecek aya, gelecek yıla kadar… Ta ki sonunda
hiçbir şey tamamlamayıncaya kadar...”
“Sözleri beni sarstı. Ayağa kalktım ve bi-
raz uzağa yürüdüm, birden biraz utanarak.
Bunca yıldır benim en sevdiğim uğraştan zevk
almamı engelleyen ve şimdi bile alıkoyan ger-
çekten de korkumuydu?”
Jane’i düşünmeye iten ve yazmaya teşvik
eden bu sözlere hayranlık duymamak elde
değil. Keyifli okumalar…
(Jane Austen’in Kayıp Anıları,Syrie James, Everest Yayınları,
Çev: Figen Bingül, 280 s.)
Kitap, yazar�n merakedilen hayat�na ���ktutmakta vebilinmeyenleri esprili vegerçekçi anlat�m�yladönemini en iyi �ekildeyans�tmaktad�r. Okurken,hayranl�k duymaman�ziçten de�il
Tavanarasınagizlenmiş anılar
28 ARALIK 2012 CUMA4 Aydınlık KİTAP
ECE ATAYURT Jane Austen
HAFTANIN PORTRES�
Sevim Burak (29 HAZİRAN - 30 ARALIK 1983)
Öykülerini bilinç ak��� tekni�iyle yazan Burak, bu alanda ba�ar�l� örnekler vermi�tir.
Genellikle kad�n sorunlar�n� anlatt��� yap�tlar�nda�iirsel bir dil kullanm��t�r
Ünlü yazar Sevim Burak, öykücü-
lüğüyle tanınıyor olsa da tiyatro, roman,
anı, mektup gibi türlerde de eser ver-
miştir. Dönemindeki hiçbir edeyat top-
luluğuna dahil olmayan yazar, kendi
edebiyat dilini oluşturmaya çalışmış ve
başarılı olmuştur. Öykülerini bilinç akı-
şı tekniğiyle yazan Burak, bu alanda ba-
şarılı örnekler vermiştir. Genellikle ka-
dın sorunlarını anlattığı yapıtlarında şi-
irsel bir dil kullanmıştır.
26 Haziran 1931’de İstanbul, Orta-
köy’de dünyaya gelen yazarın annesi Bul-
garistan’dan göçmüş bir Yahudidir. Ço-
cukluğunu ve gençliğini Kuzguncuk’ta,
babaannesi ve dedesinin yanında geçiren
yazar, yaşıtlarından çok ihtiyar komşu ve
akrabalarıyla bir arada bulunmuştur.
Yirmili yaşlarına kadar Kuzguncuk’ta ya-
şayan yazar, hem annesi hem de yaşadığı
yerin etkisiyle öykülerinde azınlık kül-
türünün yaşlı insanlarına önem vermiş-
tir. Ortaokulu Alman Lisesi’nde okuyan
Burak, daha sonra eğitim hayatını sür-
dürmemiştir. 18 yaşında mankenliğe
başlamış, ABD’ye kültür etkinlikleri
kapsamında gitmiş ve buradan dönü-
şünde modaevi ve atölye açmıştır.
Orhan Borar ile evlenen Burak, Pe-
yami Safa ile aşk yaşar ve eserlerinde bu
ilişkinin izleri görülür. Öykülerinde kah-
ramanları da bu ilişkidekine benzer şey-
ler yaşar. 1950’li yıllarda Ulus, Yeni İs-
tanbul, Milliyet gazeteleriyle Yenilik ve
Türk Dili gibi dergilerde hikâyeleri ya-
yımlanır. Düşsel öğelerden oluşan, ken-
dini kolay ele vermeyen ve etkileyici hi-
kâyelere imza atar.
Altmışlı yıllardan sonra işleri bozulur,
atölyeyi ve modaevini kapatıp sadece öy-
külerine yönelir. İlk hikâye kitabı “Yanık
Saraylar”ı 1965’te yayımlanmıştır. Kapalı
ve alışılmadık biçimsel üslubu nedeniyle
kitap tartışmalara neden olmuştur. Sait
Faik Ödülü’ne aday olduysa da ödülü ka-
zanamamıştır. Kitabının afaroz edildiği-
ni düşünen Burak, bu kitaptan sonra on
yedi yıl boyunca edebiyat piyasasından çe-
kildi. Bu süre boyunca “Mach 1” adını
verdiği romanı üzerinde çalıştı.
Çocukken geçirdiği kalp romatizması
nüksettiği için yetmişli yıllarda ameliyat
oldu. Ancak ölümüne de sebep olacak
bu sağlık sorunu sürmeye devam etti.
Eşinin işi sebebiyle bir buçuk yıllığına Ni-
jerya’ya taşındı. Burak, 1982 yılında
“Sahibinin Sesi” adlı oyunu yayımladı.
Aynı yıl “Palyaço Ruşen” isimli öykü-
süyle Sabahattin Ali Öykü yarışmasına
katıldıysa da hak ettiğini düşündüğü
bu ödülü alamadı ve tepki olarak öykü-
lerini yayımlanacak antolojiden çekti .
1983’te “Afrika Dansı” adlı öykü kitabı
yayımlandı. Çok farklı teknikler denediği
bu kitap, edebiyat dünyasında büyük tar-
tışmalara neden oldu. Aynı yıl “Everest
My Lord (İşte Baş, İşte Gövde, İşte Ka-
natlar)” adlı kitabını yayımladı.
Karin Slaughter’� di�er çok satan, popüleryazarlardan ay�rmak gereken bir nokta var. Yazar tüm
kötü olaylar� anlat�rken insan oldu�unuzuunutturmuyor. �iddeti destekleyici, sadece bundan
keyif al�c� bir �ekilde roman�n� i�lemiyor
Ünlü polisiye yazarı Karin Slaughter’ın
yeni romanı “Paramparça” Kırmızı Kedi
Yayınları’ndan çıktı. Kitabın olay örgüsü bir
cinayet ve peşi sıra gelişen bir kaçırma ola-
yı etrafında şekilleniyor. Roman esasen, ya-
zarın internet sitesinde belirttiği üzere
“Will Trent Serisi” içerisinde yer alıyor. Ül-
kemizde daha evvelki romanları farklı ya-
yınevlerince yayımlandığı için bu son ro-
manın seriye dahil olduğuna dair bir ibare
kitapta yer almıyor. Ancak serinin Türkçeye
son kazandırılmış romanı olduğunu belirt-
mekte fayda var.
Yazar, kitabın arka ka-
pağının da bize söylediği
gibi dünya çapında çok sa-
tan romanlara sahip. Sırrı-
nın ne olduğunu soracak
olursanız, herhangi popüler
polisiyelerden aşırı farklı
yanları olduğunu söyleye-
meyeceğim. Bence kitaptan
yola çıkarak esas sorulması
gereken polisiyelerin neden
ilgi gördüğü ve genelde ne-
den ABD kökenli yazarlarla
karşılaştığımız?
Geçen hafta ABD’de ger-
çekleşen okul baskınını dü-
şündüğümüzde sanırım bu tarz romanların
ilgiyle karşılanmasını daha rahat anlayabi-
liriz. ABD’de sık sık bu tarz toplu katliamlar
yaşanıyor ve bireysel silahlanmanın arttığını
hepimiz biliyoruz. Şiddet bizim ülkemizde
oldukça fazla olsa da, ülkemizde yaşanan
şiddetin daha farklı nitelikte olduğunu, en
azından ABD’de yaşanan toplu katliam ve
seri katil olaylarına benzer şekilde olaylar-
la çok karşılaşmadığımızı da kabul etmemiz
gerek. Yani edebiyatın hayatla bağlarının
çok güçlü olduğunu düşünürsek polisiyelerin
konularının ve neden bazı ülkelerde özel-
likle yaygın olduğunu anlamak da o kadar
kolaylaşıyor. Daha net bir örnek de kuş-
kusuz ABD polisiyeleri arasındaki kıyasla-
madan geçiyor. Daha evvel burada da yaz-
dığım Hammett, Chandler gibi yazarları dü-
şünürsek eski zaman polisiyeleri para, maf-
yatik ilişkiler, hırsızlık gibi konular etrafında
dönüyor. Ancak şimdikiler seri katiller,
çocuk kaçırma olayları, pedofili ve her
türlü cinsi suçtan oluşuyor. Yani şiddetin ve
suçun değişimini daha iyi gözlemlemek
için birebir.
POL�S�YEDE �NSAN� DUYGULARKarin Slaughter’ı diğer çok satan, po-
püler yazarlardan ayırmak gereken bir
nokta var. Yazar tüm kötü olayları anlatır-
ken insan olduğunuzu unutturmuyor. Şid-
deti destekleyici, sadece
bundan keyif alıcı bir şekil-
de romanını işlemiyor. Ak-
sine durumdan faydalanıp
bunu romana çevirdiğini
düşünmüyor ve bir yerlerde
ülkesinde yaşanan şiddet
olaylarına itirazının oldu-
ğunu hissediyorsunuz. Bu-
nun yanı sıra ABD’de ya-
şanan kimi şiddet dışı olay-
lara da tepkisini gösterdi-
ğini, en azından aksaklık-
ları yazdığını gözlemleye-
biliyorsunuz.
Roman bir seriye ait
olsa da yazar, tek karakterle romanı iler-
letmiyor. Romanda mağdur olan aileler de
önemli bir yere sahip. Üstelik her seferin-
de onların neler hissettiklerini ifade etme-
ye çalışan ve bunu gerçekten önemseyen bir
yazar da var. Seriye adını veren dedektifin
çalışma arkadaşları da hayatları ve hisleriyle
beraber romanın temel taşlarını oluşturu-
yor. Ayrıca tüm olay çözüldükten sonra ro-
man hemen bitmiyor. Olaylar sonrasında in-
sanların hayata tutunma çabalarını ve ola-
yı atlatma sürecini az da olsa anlatıyor, yine
insan olduğumuzu tekrar hatırlatmak is-
tercesine. Bu sebeple geri kalan popüler po-
lisiyelerden bir adım önde “Paramparça”.
(Paramparça, Karin Slaughter,Kırmızı Kedi Yayınevi,
Çev: Ali Cevat Akkoyunlu, 387 s.)
DENİZ ANTEPOĞ[email protected]
Şiddetikutsamayan
polisiye
Şiddetikutsamayan
polisiye
Şiddetikutsamayan
polisiye
Şiddetikutsamayan
polisiye
Şiddetikutsamayan
polisiye
Şiddetikutsamayan
polisiye
Şiddetikutsamayan
polisiye
Şiddetikutsamayan
polisiye
Şiddetikutsamayan
polisiye
Karin Slaughter
28 ARALIK 2012 CUMA 5Aydınlık KİTAP
Vergilius’un kendi içinde yapt���sessiz konu�ma ve dü�üncelerdenolu�makta. Dolay�s�yla �airin kendi
hayat�yla ve bu hayat�n ahlaki aç�dandüzgün olu�uyla; yanl��l��� ve �iire
adanan bir ya�am�n sanat�n�nyerindeli�i ve beyhudeli�iyle giri�ti�i
bir çat��ma ele al�nmaktaŞENOL Ç[email protected]
2012 yılının bu son yazısını edebiya-
tımızın önemli bir olayına ayırmayı dü-
şündüm. Bu olayın mimarı Ahmet Ce-
mal. Tam kırk yıl süren çabasıyla bir baş-
yapıtı Türkçeye çevirdi. Hermann
Broch’un “Vergilius’un Ölümü”nden
söz ediyorum. Bu yapıtı hayli uzun zaman
bir sürede okumanın hem mutluluğu
hem de üzüntüsü içerisindeyim. Sevin-
cim; böyle güçlü, felsefeyi şiirden yarar-
lanarak sanat boyutuna ulaştırma arzu-
sundaki bir yazarın eserini okumuş ol-
mamdan. Üzüntüm ise kısa sürede ikin-
ci baskısı yapılan bu romanı okuma sü-
recimin hesapladığımdan daha da uzun
sürmesi...
Klasik edebiyatın Homeros’tan son-
ra en büyük ismi olduğu söylenen, M.Ö.
70-19 yılları arasında yaşamış Romalı şair
Publius Maro Vergilius’un hayatının
son on sekiz saatini ele alıyor roman ve
dört elementin “Su-Varış”, “Ateş-Çö-
küş”, “Toprak-Bekleyiş” , “Hava-Eve
Dönüş” başlıklar halinde sunulduğu
toplam dört bölümden oluşuyor.
“Aeneis” isimli eserine son şeklini
vermek amacıyla Yunanistan’a giden
Vergilius’un dönüşte hastalanarak
Brunsdisium Limanı’na gemi ile dönü-
şüyle başlıyor roman. Ünlü destanı
“Aeneis”te Vergilius; Homeros’un İl-
yada ve Odyssei’inden ilham alarak
Yunanlıların işgali sonrasında Truva’yı
terk eden Ankhises’le Afrodit’in oğul-
ları Troyalı kahraman Aeneas’ın yaşa-
mını ve İtalya kıyılarına ulaşarak son-
radan Roma olacak “Lavinium” kenti-
nin kurulmasını anlatır.
�A�R�N YA�AMI VESANATININ HESABI
Antik çağın önde gelen bir şairi olan
ve “İlahi Komedya”da, Dante’nin ce-
hennemdeki rehberi şeklinde de gör-
düğümüz Vergilius, kölelerin taşıdığı
bir tahtırevanın üzerinde insan kalaba-
lığıyla yüklü sokaklarda yürümeye çalı-
şır. Bu kalabalıktan kaçan kafile, kısa yol-
dan gitmeye çalışırken, kentin yoksullukla
boğuşan, sefaletin pençesindeki semt-
lerinden birisine girer. Kadınların ol-
madık hakaret ve küfürlerine maruz
kalan Vergilius, yüzünü örtmek zorun-
da kalır ve her şey işte o zaman başlar.
Halüsinasyonlar içinde, kendi geçmişi
ve hayatıyla bir hesaplaşmaya giren Ver-
gilius, bir yandan da şiir, edebiyat, sanat, ger-
çek, bilgi, yaşam ve ölüm, kitle ve iktidar
üzerine engin bir sorgulamaya girişir ve di-
ğer insanların aksine eserinin (Aeneis’in)
yakılmasını istemekte, dostu Augustus ise
onu bu karardan geri çevirmeye gayret
etmektedir. Çünkü O’na göre bu eser ar-
tık Roma’ya mal olmuştur.
Evet, oldukça güç bir metin “Vergi-
lius’un Ölümü”. Üçüncü bir şahsın an-
latımıyla örülen roman aslında Vergili-
us’un kendi içinde yaptığı sessiz konuş-
ma ve düşüncelerden oluşmakta. Dola-
yısıyla şairin kendi hayatıyla ve bu hayatın
ahlaki açıdan düzgün oluşuyla; yanlışlı-
ğı ve şiire adanan bir yaşamın sanatının
yerindeliği ve beyhudeliğiyle giriştiği bir
çatışma ele alınmakta.
Tabi bütün bunların yanı sıra Ahmet
Cemal’in ömrünün yarısından fazlasını
bu eserin çevirisine harcamış olmasını
vurgulamakta ve teşekkürlerimizi be-
lirtmekte fayda var.
Yayınevinin de kitap kapağının içle-
rine Cemal’in çeviriye ilk başladığı 1970’li
yıllardan el yazısı metinleri eklemesi de
hayli güzel olmuş.
20. yüzyılın önde gelen kalemlerin-
den biri olan ve sanatı ve sanat üzerin-
den ölümsüzlüğü sorgulayan Avustralyalı
yazar Hermann Broch’un 1935’te (52 ya-
şındayken) yazmaya başladığı ve ilk kez
1945 yılında basılan “Vergilius’un Ölü-
mü”; özenli bir şekilde okunması gere-
ken ama mutlaka bir fırsat yaratılıp
okunması gereken bir eser. Buna fazla-
sıyla değeceğine inanıyorum.
(Vergilius’un Ölümü, HermannBroch, İthaki Yayınları,
Çev: Ahmet Cemal, 479 s.)
Bir şiirin düzyazıhalini almış romanı
“ (…) Vergilius bugüne kadar neyi
yazdıysa ve neyi şiirleştirdiyse hepsinin
yakılmasını buyuruyordu, ah, evet, bütün ya-
zıları yakılmalıydı, hepsi ve bu arada Aeneis
de yakılmalıydı; buydu Vergilius’un du-
yulmazlıkta duyduğu, fakat daha o binanın
saçaklarına, orada hareketsiz tünemekte
olan bir dizi sahte kuşa dikili bakışlarının
çekim gücünden kendini kurtaramadan,
rengini kaybetmiş tüylerin üstünden sanki
belli belirsiz bir dalga geçti, akıcı ve hava gibi
esen bir şey, bir dalga ve sonra biri daha…”
K�TAPTAN:
28 ARALIK 2012 CUMA6 Aydınlık KİTAP
Bir ay sonra Uğur Mumcu’nun
öldürülmesinin üzerinden 20 yıl
geçmiş olacak. En geniş anlamıyla
Uğur’suz 20 yılı geride bırakmış
olacağız. Kendi deyimiyle bu kal-
paksız Kuvayı Milliyeci’nin uğrun-
da mücadele ettiği, ölümü göze al-
dığı, sonunda da şehit düştüğü ilke
ve değerlerin, Cumhuriyet’in, Ata-
türkçülüğün, emeğin, aydınlanma-
nın, bağımsızlığın, eşitliğin kavgasını
verenler kalpten anacaklar onu.
Çoğunluğunu sözüm ona solda si-
yaset yapanların oluşturduğu poli-
tikacılar ise beylik laflarla, içi boş
söylevlerle geçiştirecekler 24 Ocak
tarihini. Yürüyüşler düzenlenecek,
paneller yapılacak. Meydanlarda
“Uğurlar Olsun”, “Yiğidim Aslanım
Burada Yatıyor” türküleri söyle-
necek. Gençler ellerindeki metinden
“Vurulduk Ey Halkım” diye sesle-
necekler. Ve bir 24 Ocak daha ge-
çecek. Sonra…
“ANLATILANLARGERÇEKT�R…”
Sonrasını Uğur Mumcu’nun eşi
Güldal Mumcu’dan okuya-
lım. Kısa adı um:ag
olan Uğur Mumcu
Araştırmacı Gazete-
cilik Vakfı Yayınla-
rı’ndan çıkan “İçim-
den Geçen Zaman”
adlı kitabında anlatı-
yor Güldal Mumcu,
24 Ocak 1993’ten bu
yana yaşadıklarını. Ço-
cukları Özgür ve Öz-
ge’ye ithaf ettiği kita-
bının hemen başında
şunu vurguluyor, özen-
le, öncelikle ve özellik-
le: “Bu kitapta anlatı-
lanlar gerçektir.”
Anılarını, gözlemlerini, yaşa-
dıklarını, tanıklıklarını anlatıyor. 24
Ocak 1993’ten başlayarak belleğin-
de birikenleri kısa tümcelerle, yalın,
içten, akıcı bir üslupla aktarıyor.
Eşinin vefalı dostlarına, yoldaşları-
na, meslektaşlarına yer verirken,
onunla bir şekilde tanışmış olan, ama
onu hiç anlamayan isimleri de es geç-
miyor. Mesela Adil Özkol bunlardan
biri. Özkol, henüz Mumcu’nun be-
deni toprağa verilmeden Güldal
Mumcu’ya gelip, Uğur Mumcu’nun
son çalışmasını Sabah gazetesine
vermesini öneriyor. Neyse ki, Mum-
cu’nun Sabah gazetesi ve onun tem-
sil ettiği zihniyet hakkındaki dü-
şüncelerinin ne olduğunu Güldal
Mumcu çok iyi biliyor. O dönem
DİSK’in başkanlar kurulu üyesi olan
Ömer Çiftçi de, tuhaf davranışları,
çelişkili açıklamalarıyla yer ediyor
Mumcu’nun belleğinde. Onun açık-
lamaları sonraki dönemde Güldal
Mumcu’nun Cumhuriyet gazetesiy-
le ve bazı DİSK yöneticileriyle tar-
tışmasına da neden oluyor.
Cinayetten hemen sonraki gün-
lerde bazı “sosyal demokrat” bele-
diye yöneticilerinin kabalıkların-
dan, duyarsızlıklarından da örnekler
veriyor Güldal Mumcu. Mum-
cu’nun, uğruna yaşamını verdiği ilke
ve değerleri koruyamayan, koru-
mak ne kelime Mumcu’nun aman-
sızca mücadele ettiği “Kürtçülerle”,
numaracı cumhuriyetçilerle kolko-
la giren siyasetçilerin, solculuktan ge-
çinen politikacıların, Mumcu’nun
cenazesi sonrasında topluma mesaj
vermek, öne çıkmak, bir şeyler ya-
pıyormuş gibi gö-
rünmek için ne öne-
rilerle geldiklerini
anlatıyor. Söz bu-
raya gelmişken, te-
rör örgütünün si-
yasi uzantısı olan
partiyle ittifak ya-
pıp Ankara Bü-
yükşehir Belediye
Başkan adayı olan
Murat Karayal-
çın’ı, bakanlığı dö-
neminde Mehmet
Altan’ı başdanış-
man yapan, Ka-
nada’daki bir sah-
te haham, şimdilerde PM üyesi ol-
duğu partiye söverken TV ekranla-
rında gülümseyen Fikri Sağlar’ı da
unutmamak gerekiyor.
�NSANIN CANINI ACITANTUTANAKLAR
Mumcu’nun yakın dostu Ali Sir-
men’in şu sözleri, büyük devrimcinin
çalışkanlığını ve dürüstlüğünü özet-
liyor: “Uğur öte tarafta da yolsuz-
luklarla uğraşıyordur. Sahte bel-
geyle cennete gidenlerin peşine
düşmüştür muhakkak.” Yurtsever-
liğinin bedelini, özgürlüğünden mah-
rum kalarak ödeyen Tuncay Özkan
ise morgda gördüğü Mumcu’yu ço-
cuklarına şöyle aktarıyor: “Çocuklar,
babanız çok güzeldi, yüzü gülüyor-
du. Her zamanki gibi…”
Güldal Mumcu, cinayetten son-
ra ilk kez ne zaman, kimin sözleriy-
le gülümsediğini anımsıyor: “Üç
gün hiç uyumamıştım. Yavaşça,
uzun bir süre yatmayacağım yatağı-
mıza uzandım. Beni uyandırdıkla-
rında iki saat geçmişti ve ben haya-
tımın en derin, en koyu, en yoğun uy-
kusunu uyumuştum. Salona geç-
tim. Berin Nadi gelmişti. Çok güzel
şeyler söylediğini hatırlıyorum. Bir
ara güldüm. Babam, 'Olaydan bu
yana ilk defa güldüğünü görüyorum.
Onu güldürdünüz,' dedi.”
Kitap, Uğur Mumcu’nun terör
örgütü PKK’ya karşı verdiği sava-
şımdan, uyuşturucu kaçakçılığıyla il-
gili çalışmalarına, MOSSAD-Bar-
zani ilişkisinden, irticayla ilgili yazı-
larına kadar pek çok cephede verdiği
kalem kavgalarını da anımsatıyor.
Hem İsrail Büyükelçisi’nin hem de
MİT yöneticilerinden Hiram Abas’ın
Mumcu’ya, “Öldürülmekten kork-
muyor musunuz?” diye sordukları-
nı, Mumcu’nun eşine, PKK’yı kas-
tederek, “Bunlar beni öldürecekler”
dediğini, Harp Akademileri Ko-
mutanlığı’nda verdiği konferanstan
sonra kurmay subaylar tarafından
ayakta alkışlandığını okuyoruz bir
kez daha. O konferansı izleyen Ali
Sirmen şöyle takılıyor dostuna: “Seni
sakıncalı piyade yapan ordu, şimdi
ayakta alkışlıyor. Ne tuhaf!..” Bu
konferans, Mumcu’nun TSK bün-
yesinde verdiği ilk ve son konferans
oluyor.
Otopsi raporunda Mumcu’nun
siyah saçları ak, ela gözleri ise mavi
olarak kayda geçiriliyor. Güldal
Mumcu, bu konuda dönemin DGM
Savcısı Ülkü Coşkun ile yaptıkları
tartışmayı anlatıyor. Coşkun’un gö-
rüşmesi sonrasındaki şu sözü dikkat
çekici: “Bu işi devlet yapmıştır. Siyasi
iktidar isterse çözer.” Politikacılar-
la, emniyet bürokrasisiyle, sosyal
demokrat liderlerle yaptıkları so-
nuçsuz görüşmelere yer veriyor
Mumcu. MİT Müsteşarı’nın kendi-
sine “Hizbullah diye bir örgüt yok-
tur” dediğini belirtiyor.
1993-2006 yılları arasını içeren ki-
tabın sonunda Uğur Mumcu cina-
yetinden bu yana görev alan başba-
kanların, adalet, milli savunma, iç-
işleri bakanlarının, emniyet bürok-
rasisinin isimlerini okuyunca, insa-
nın içi buruklaşıyor. Mumcu’nun
yazılarından seçmeleri okuyunca,
terörün hedefi tam 12’den vurduğu
bir kez daha anlaşılıyor. Güldal
Mumcu’nun tanık olarak verdiği
ifade tutanakları ise insanın canını
acıtıyor.
Ve yazar noktayı şu tümceyle ko-
yuyor: “Yıllar boyunca tüm bu olay-
ları yaşarken, üstümden akan za-
manla, içimden geçen zaman bir de-
ğildi. Biri yaşamam gereken hayatı
bana sunarken, diğeri sonsuzluğun
içindeki beni bana gösterdi.”
(Güldal Mumcu,İçimden Geçen Zaman,um:ag Yayınları, 228 s.)
Uğur’suz 20 yılın özeti:“İçimden Geçen Zaman”
Mumcu’nun yaz�lar�ndan seçmeleri okuyunca, terörün hedefi tam 12’den vurdu�u bir kez dahaanla��l�yor. Güldal Mumcu’nun tan�k olarak verdi�i ifade tutanaklar� ise insan�n can�n� ac�t�yor
BARIŞ DOSTER
Anılarını,gözlemlerini,
yaşadıklarını,tanıklıklarınıanlatıyor. 24
Ocak 1993’tenbaşlayarakbelleğinde
birikenleri kısatümcelerle,yalın, içten,
akıcı birüslupla
aktarıyor
Güldal Mumcu
Öncelikle yaptığım küçük bir araş-
tırmadan bahsedeyim ve peşinen söy-
leyeyim, tüm diğerleri gibi benim id-
diam da istatistik tarafından hem
doğrulanır hem yalanlanır. Meşhur
Beş Öykü dergisinin son sayılarına, ya-
ratıcı yazarlık atölyelerinin ikisinin
son iki dönem katılımcılarına ve iki
edebiyat sitesinin son bir aylık okuyucu
yorumlarına şöyle bir göz attım. Ka-
baca, katılımcıların yüzde yetmişinin
kadın ve kalanının erkek olduğunu
gördüm. Şaşırmadım, zaten beklentim
bu yöndeydi. Buradan hareketle ül-
kemizde en azından incelediğim ya-
yınları takip eden okuyucuların cinsi-
yetleri hakkında da benzer oranları
tahmin etmek, güç olmasa gerek. De-
mek ki, öykücülüğümüzün bu bölü-
ğünü ki ehli dünya olarak tanımlaya-
cak olursam, oluşturan insanların bü-
yük çoğunluğu kadın. (Öbür bölük,
muhafazakâr olan, bütünüyle farklı bir
sosyolojik dalgaya bindiği için bu ya-
zının konusu dışındadır.) Edebiyatın
aynı zamanda sektör olduğu gerçeği-
ni göz önünde bulundurursam, büyük
bir alışveriş merkezinin ayakta kalması
için kadın beğenisini dikkate alması zo-
runluluğunu hesaba katmak gerekti-
ği sonucuna ulaşırım. Devam. Böyle-
ce lahmacundan ziyade fajita sunan lo-
kantalar ve incik boncuk satan ma-
ğazalar var merkezde ve ne hikmetse
bu çarşıda birkaç giysi bir türlü de-
mode olmuyor. Bu manada ister at de-
yin ister yular, öykücülüğümüzü yola
sokan lokomotif, taifei nisadır. Bura-
dan hareketle, bayat mı bayat şu tes-
pite değineyim, Türk yazınının, mut-
fağı Türk öykücülüğüdür. Elbette ben
böyle düşünmüyorum, doğrusu, öy-
kücülüğümüz, matbuatımızın naftalin
kokulu bohçasıdır. Belki yapılmıştır,
benim için hayli ilginç bir edebiyat yük-
sek lisans tezidir bu mevzu. Mektep-
lilere tavsiye ederim.
MECAZLAF�NG�RDE�MEYEN B�R D�L
Sevim Burak’ın anıldığı, adından
da anlaşılacağı üzere dilin plastikleş-
tiği “Düşbozumu” isimli öyküsünü
hariç tutuyorum, diğer öyküler, anla-
şılabilir yalınlıkta. Dili, basitçe yo-
ğurduğu söylenebilir. Sanki acıkmış da
karnını doyuracak. Ne yapmalı, do-
mates, biber, yumurta, ekmek ve kola.
Sırayla pişir. Bu kadar. Çözebildiğiniz
soru kolaydır. Adeta gözü kapalı ya-
zıyor Neslihan Önderoğlu ve dolayı-
sıyla kolay okunuyor. Antrenmanlı. İlk
kitabında böylesine ustalıkla dert an-
latıyor olması dikkate alınmalı. Me-
cazla fingirdeşmeyen bir dil. Örtece-
ğine, açıyor. Ne âlâ. Amerikalıların şa-
hane örnekler sunduğu ve “narrative”
dediği cinsten hem de. Bol miktarda
hikâye var. Her satırda olay. Kesilip,
pekâlâ başka herhangi bir öyküye ya-
pıştırılabilecek “dolgu cümlelerinin”
neredeyse tamamının ayıklandığı, am-
balajsız, pırıl pırıl bir dil. Tam olarak,
abid dili. Türkçe tek kelime bilmeyen
biri bile zikir niyetine okuyabilir met-
ni. Sadece bir iki söz numarasına ta-
hammül eden, anlatıcının hatırasını
gün yüzüne çıkarmak adına istisnai
olarak zamanı kaydıran, derli toplu ve
israftan kaçındığı için de, ne kastetti-
ğinden haberdar raportör bir dil. İşte
bu özelliğiyle sıratı müstakimden sa-
pıyor ve yukarıda andığım istatistiğin
hangi cinsine dâhil olacağını şaşırıyor.
Benim açımdan hayırlı bir sapma bu
elbette. Anlaşılacağı üzere söylemeye
çalıştığım, gayrı bah-
sedeceği konu olma-
dığından, sıkıntısını
yazıya çalmak niye-
tiyle, dönüp, keder-
den nasırlaşmış kendi
iç dünyasını faş etmek
ya da tecrübe ettiği
şehirleri anmak yerine,
kahramanları üzerin-
den bir kişilikler gale-
risi oluşturuyor. Öyle
bir galeri ki müntesip-
lerinden hiç birinin
kendinden başka tem-
sil kabiliyeti olmayan.
Dolayısıyla filanca öyküdeki falanca
çocuk başka kimsenin değil, ancak
kendi namına yaşıyor. Ezcümle bir mu-
cize gerçekleşse ve Ruhül Kudüs,
“İçeri girmez miydiniz?”e üflese, fa-
nilerinin nasıl davranacağının kestiri-
lemediği dört başı mamur bir şahadet
âlemi ortaya çıkar.
YÖNETMENLERETAVS�YE:ÖNDERO�LU’NUNOTANT�K DRAMASI
Yazar olarak kendini saklaması
metnine bir hayli mesafeli kalabil-
mesini sağlamış. Senaryo sıkıntısı çe-
ken yerli kısa film yönetmenlerine tav-
siyem, Önderoğlu’nun draması otan-
tik öykülerine el atmaları. Yine de
kimi yerlerde, özellikle kadın kahra-
manları üstünden okuyucuyla değil de
kendisiyle konuştuğu anlamak kolay.
Ama dert etmemeli. Teknik bir ma-
razdan kurtulmanın çaresi külfetli de
olsa mümkün. Mesafe sorununu çöz-
mek adına, kişisel okuma ve yazma se-
rüveninde kendine ait bir takım vası-
talar geliştirebilir ki bu ihtimal dâhi-
lindedir. Bu manada metninin harici
bazı efektlere ihtiyaç duyduğunu zan-
nedersem yazar da anlamıştır. Çıtla-
tayım, yeni çalışmalarında, öykünün
aksiyonundan bağımsız olarak metne,
sözgelimi tevafuklar ilave etse, ihtiyaç
duyduğu metalik tınıyı yakalayabilir.
Bu sayede okuyucu bağlantıların peşi
sıra eğlenirken yazar da anlatısının
nesnelliğini koyultabilir.
Kitaptaki öyküleri tematik ola-
rak üç bölümde incelemek mümkün.
Detaya girmeyeceğim, üçünün otobi-
yografik, üçünün deneysel ve kalanı-
nın kurgusal olduğunu belirtmekle ik-
tifa edeceğim. Böylelikle yazarın ha-
fızasının bir nehir ha-
linde farklı üç koldan
ilerlediğini ve nihaye-
tinde aynı mütereddit
havzaya döküldüğü-
nü söylemeliyim ve
bu durumun Önde-
roğlu’nun yazarlık ka-
riyerinin en samimi
devresine denk gele-
ceğini tahmin ede-
bilirim. Biçem soru-
nunu büyük oranda
hallettiği dikkate alı-
nırsa, Allahu âlem,
müteakip eserleri-
nin daha yoğun üçüncü koldan mün-
feriden sürüp gideceği yalnızca benim
kehanetim.
KÖTÜMSER ATMOSFERVE ZAAFLAR
Genel anlamda kötümser bir at-
mosfer yarattığını söyleyebilirim. Özel-
likle öykülerin finalleri böylesi bir
havanın oluşmasına katkı sunuyor.
Ayrıca kahramanlar hayatlarının dö-
nüm noktalarında karşımıza çıkıyor ve
neredeyse katı bir çaresizlik içinde ge-
leceğe evriliyorlar. Böylece kırılan
hayatları farklı bir yoğunluğa meyle-
diyor olsa gerek, bilmiyoruz. Kahra-
manların determinizmden alakasız
bu yazgısı, dilin sadeliğiyle çelişiyor
derseniz, size katılırım. Ama yazarlık
işleri böyledir, ilk kitapta temayüz
eden “çarpıcılık”, ikincide ve giderek
dozunu kaybederek üçüncüde, dör-
düncüde yerini hayli terbiyeli bir söy-
leyişe bırakır. Olgunlaşma emareleri-
nin hatrına, bu zaafını Önderoğlu’nun
nazar boncuğu saymaya hazırım.
Öykülerin aksaklıkları üzerine de
kafa yordum. Şunu söylemeliyim sev-
gili yazarımıza, okuyucuyu etkilemek
kolaydır. Hadi şöyle diyeyim, kalaba-
lıkları etkilemek marifet değildir. İş,
dört tele, bir yaya ve iki kulağa bakar.
Ama derler ki, lafın asili tıpkı kadının
asili gibi muhtemelen muhatabını
eler. Sözüm meclisten dışarı, önüne
her gelenle düşüp kalkmaz. Ta ki
kıymetli bir kucağa tesadüf eder. Ve il-
laki titreteceği bir kalp bulur. Bu bir.
İki, birkaçı dışında, ansiklopedik
bilgi açısından metin yüzeysel sayılır.
Bu nevi malumatın öykülerde görül-
mesinin elan ayıp karşılandığı bir
edebi kültürde olduğumuzu dikkate
alırsa, bu yeniliğin Neslihan’ın yeni ki-
tabında yine de kendisine nasip ola-
bileceğini bilmesini isterim. Ayrıca ya-
pılan eşleşmeler bir miktar klişe. Üç
örnek vermekle yetiniyorum, oğlan ço-
cuğu bekleyen baba-üç kızdan sonra
oğlan doğurunca rahatlayan anne,
mahkum-devsol-seksenler ve orgazm
numarası yapan kadın-maçın ikinci ya-
rısını seyretmeyi sevişmeye yeğleyen
erkek.
Sonuç itibariyle, öyle görünüyor ki
ilk kitabında karavana atmayan Nes-
lihan, bir diğerinde göbekten vuracak.
(İçeri Girmez miydiniz?,Neslihan Önderoğlu, Alakarga
Sanat Yayınları, 120 s.)
Öykücülüğümüzün yularıtaifei nisa ve bir sapma
“Dü�bozumu” isimli öyküsünü hariç tutuyorum, di�er öyküler, anla��labilir yal�nl�kta. Dili, basitçeyo�urdu�u söylenebilir. Adeta gözü kapal� yaz�yor Neslihan Öndero�lu ve dolay�s�yla kolay
okunuyor. �lk kitab�nda böylesine ustal�kla dert anlat�yor olmas� dikkate al�nmal�FERHAT EMEN
Kitaptakiöyküleri tematik
olarak üçbölümde
incelemekmümkün.
Detayagirmeyeceğim,
üçününotobiyografik,
üçünündeneysel ve
kalanınınkurgusal
olduğunubelirtmekle
iktifa edeceğim.Böylelikle
yazarınhafızasının birnehir halinde
farklı üç koldanilerlediğini ve
nihayetinde aynımütereddit
havzayadöküldüğünüsöylemeliyim
28 ARALIK 2012 CUMA 7Aydınlık KİTAP
Eğitim devrimindebir ütopya inşası
F�rsat verildi�inde, enstitülere geldikleri ilk gün sorulansorulara “h��, evet” gibi kar��l�klar verebilen köylü
çocuklar�n�n nas�l bir ütopyan�n kahraman� olabilecek kadarönce kendilerini, sonra toplumu ve ya�am�
kucaklayabileceklerinin kan�t�d�r Köy Enstitüleri deneyimi
Ankara Hasanoğlan Yüksek Köy Ensti-
tüsü Yapı Kolu, Güzel Sanatlar Kolu’yla bir-
likte enstitünün bahçesini heykellerle do-
natmıştı. Rehberliğini diğer öğretmenlerle bir-
likte Sabahattin Eyüboğlu yapıyordu. “Tohum
Eken Adam” heykelinin yapılmasında Çifteler
Köy Enstitülü ve Yüksek Köy Enstitülü Ab-
dullah Özkucur model olmuştu.
Yüksek Köy Enstitüsü öğrencilerinden İsa
Öztük bir edebiyat gecesini şöyle anlatıyor
anılarında “Bir gün de, Batı Edebiyatı öğ-
retmenimiz Sabahattin Eyüboğlu Anka-
ra’daki şairleri, yazarları toplayıp getirmişti.
Cahit Sıtkı, Melih Cevdet Anday, Cahit Kü-
lebi, Necati Cumalı, Yaşar Kemal ve Mehmet
Kemal. Şairler şiirlerini okudu. Edebiyat
konuları üzerinde tartıştılar. En ateşlileri
Yaşar Kemal’di. O gün bize
de şiir okuttular. Şairler o
gün okulda yattılar. Ertesi
gün enstitünün üstü çadır
bezli kamyonuna doluşup
Ankara’ya döndüler. Çok
sevmişlerdi Hasanoğlan’ı.”
Önce yapılarını inşa etti-
ler köy enstitüler; okullarını,
yatakhanelerini, yemekha-
nelerini, revirlerini, hatta mü-
zelerini… Bir eğitim öğre-
tim kurumu olmanın yanı sıra,
bir işletme olarak yürütürler
okullarını; kendi tüketimleri
için ürünler ürettiler. Sonra kendilerini inşa
ettiler, bir demokrasi geleneği içinde, evrensel
bir dünya görüşünü ahlaki erdemleriyle yo-
ğurarak yaşama, insana, doğaya duyarlı
dünya insanı oldular.
Yani, fırsat verildiğinde, enstitülere gel-
dikleri ilk gün sorulan sorulara “hıı, evet” gibi
karşılıklar verebilen köylü çocuklarının na-
sıl bir ütopyanın kahramanı olabilecek kadar
önce kendilerini, sonra toplumu ve yaşamı
kucaklayabileceklerinin de kanıtıdır Köy
Enstitüleri deneyimi.
Yazar Güler Yalçın, ilkeleri, kurgusu, eği-
tim ve öğretim yöntemi, işleyiş ve işlevi ile bir
eğitim devrimi olan köy enstitülerini anlatı-
yor kitabında ve bizleri özgün bir sistem ola-
rak Köy Enstitülerinde izlenilen eğitim fel-
sefesinin, neden bugün de izlenilmesi ge-
rektiği hakkında düşünmeye davet ediyor.
Gerçekten Köy Enstitüleri günümüz koşul-
larına uyarlanabilir mi? Enstitülerin bu-
günkü hayatta karşılığı var mıdır? Neden o
dönemin öğrencilerinden bir kaynak gibi, bu
ülkenin çok uzun yıllar edebiyat, sanat ve bi-
lim hayatına damga vurmuş sanatçılar, bilim
insanları çıkmıştır? Koşullar ve bireyin ken-
dini gerçekleştirmesi arasındaki o derin
bağda bu kurumların işlevleri nelerdir? Bu-
günkü eğitim sistemimize ve hayata bakışı-
mıza çok güçlü ışık tutacak bu soruların ce-
vapları, aynı zamanda bağnazlık ve karanlı-
ğa karşı çok güçlü bir eleştiri de
yöneltiyor.
Yazarın sempozyum bildiri-
leri, gazete yazıları ve dergi ya-
zılarından oluşan kitap içeriği
aynı zamanda tek parti döne-
minin siyasal atmosferinde, çok
güç koşullar, olanaksızlıklar ve
sınırlamalar içinden çok büyük
bir bilgelikle bu özgün sentezi
çıkarabilmeyi başarmış olan İs-
mail Hakkı Tonguç’a bir saygı
niteliğinde. Kitap, ülkesinin
eğitim ve yurt sorunları üzeri-
ne düşünmeyi yaşam felsefesi
haline getirmiş ve adeta bir misyoner tavrıyla
çözümler üreten Tonguç’u kaybedişimizin 52.
yılında yayınlandı. O, Bulgaristan’ın Tata-
ratmaca Köyü’nden Türkiye’ye gelmiş, inat-
la okumaya karar vermiş, bunu başarmış bir
delikanlı, iyi yetişmiş bir Cumhuriyet aydı-
nıdır. Kitap, o ve ekibinin gerçekleştirdiği eği-
tim devriminin izlerinin sürülmesinin, tek par-
tili dönemden çok partili döneme geçiş yıl-
larının yarattığı travmanın günümüze uzayan
sorunlarını çözmede rehber olacağını da vur-
gulamaktadır. E Yayınları tarafından çıkan
kitap, okurları güzel bir ütopyanın inşasına
sokuyor.
(Canlandırılan Ütopya KöyEnstitüleri, Güler Yalçın, E Yayınları, 216 s.)
TAŞKIN PELİVAN
8Aydınlık KİTAP
28 ARALIK 2012 CUMA 9Aydınlık KİTAPBABİL BALIĞI
“Sana, okuyucu, bizi hayal etmen içinihtiyacım var; eğer sen yapmazsan biz ger-çekten var olmayacağız.”
Vladimir Nabokov, Lolita
Bu hafta ilk romanıyla, 2011 Fla-
herty-Dunnan İlk Roman Ödülü’nü ka-
zanan Bonnie Nadzam’e yer vereceğiz.
Öyküleri ve şiirleri daha önce çeşitli der-
gilerde yayımlanan Amerikalı yazar Nad-
zam’in şu ana dek yayımlanan tek bir ro-
manı bulunuyor: İthaki Yayınları’nın di-
limize kazandırdığı “Lamb.”
Henüz ikinci bir romanı yayımlan-
mamış –ki ben de Nadzam’in sırada na-
sıl bir şey sunacağını deli gibi merak edi-
yorum, bir yazarın ilk romanından fazla-
sıyla etkilenip, adını ve kitabını bütün bir
köşeye taşımamın birden fazla nedeni
mevcut. Kitap, başlı başına taşıdığı öne-
min dışında, yayıncılık ve tercüme alan-
larında da farklı önemlere sahip. Hepsi
için adım adım ilerleyelim.
Kitap temel olarak, ellili yaşlarında,
narsist ve çıkarcı bir erkek olan David
Lamb’in, evliliğinin dağılmasını ve baba-
sının ölümünü takiben geçirdiği hafta-
larda, Tommie adında 11 yaşındaki bir kız
çocuğunu, rızası dâhilinde kaçırdığı, top-
lamda yaklaşık iki haftayı konu ediniyor.
Ellili yaşlarındaki bir adamla bir kız ço-
cuğunun arasındaki yakınlaşma, romanın
sonuna kadar içinize hem karanlık hem ay-
dınlık akıtıyor. Her sayfada bocalamanı-
za yol açıyor. “Bunda ne yanlışlık var ki?”
ve “bunda doğru olmayan bir şeyler var”
şeklindeki iki cümle size sürekli musallat
oluyor. Bütün tutkularına ulaşmak için ma-
nipülasyonlarını olabildiğince etkileşim-
lerine saçmakta sakınca görmeyen, aslen
kendi isteklerinin peşindeyken amaçları-
na giydirdiği iyilik maskesinden ödün
vermeyen Lamb’in, aynı zamanda bu iki-
yüzlü tutumunda sürekli olarak altta ya-
tan bir dürüstlük ve tek bir yüz fışkırıyor.
Tıpkı küçük bir kızı kandırmak için baş-
vurduğu manipülasyonlarında olduğu
gibi, genç sevgilisi Linnie üzerinde de aynı
yönlendirmeleri kullanması, kişisel sisinin
büyümesi adına yaş sınırını da ortadan kal-
dırıyor. Roman boyunca Lamb’in güve-
nilirliğine ve kullandığı yüzlerin oluştur-
duğu itkilere karşı okurda oluşan boca-
lama, aynı zamanda bu manipülasyonla-
rın karakterlerle sınırlı kalmayıp okura ka-
dar taştığını gösteriyor. Bu anlamda ro-
man, genel toplumsal kanıları alaşağı
ediyor. Apati tuzağından uzaklaştırmaya
çalıştığı Tommie gibi, Lamb, okuru da em-
patiye var gücüyle zorluyor. Kolayca ve-
rilen yargıların içerisinde ne kadar fazla
detayın yattığını gösteriyor ve yargıla-
manın hiç de zannedildiği kadar kolay ola-
mayacağını gözler önüne seriyor. Üstelik
bunun için didaktik hiçbir şablona ve
kurgu çatısına gerek duymuyor. Anlatıda
izahlardan özenle ka-
çınıyor. Lamb’in ço-
cukluğuna ve gençli-
ğine kısaca değindiği
kısımda okurun, yar-
gılamak ve anlamlan-
dırmak için sıklaşan
nefesi de hevesi gibi
kursağında kalıyor. Öy-
küye katkı sağlamaya-
cak yan karakterleri ne-
densizce genişletmiyor
ve günümüzde çoğu ya-
zarın hastalık gibi sap-
landığı üzere, yan ka-
rakterleri belirli katmanlar için işaret fi-
şeğine indirgemiyor. Karakter olarak
Lamb, yönlendirmeleri için öykülerini
sıklıkla kullanıyor ve bundan zevk aldığı
her halinden belli oluyor. Aynı şekilde
Nadzam’in de roman boyunca okuru bir
sağa bir sola sallamasına şaşmamalı.
NABOKOV VE FOWLESBu sallantıların arasında okurun aklı-
na ister istemez daha önce okuduğu bazı
eserler de gelecektir. Nabokov’un Lolita’sı
gelecektir örneğin. Lolita anımsaması
eleştirmenler için harika bir tuzak ve bu
tuzağa şimdiden pek çoğu düşmüş görü-
nüyor. Gerçek şu ki Lamb, Humbert ol-
madığı gibi, Tommie de Lolita değildir.
Humbert’ın öze balıklamasına dalan ruh
halinden Lamb de eser yoktur.
Lamb kırılıp çözülmesi daha
zor ve okura daha uzak, me-
safeli bir karakterdir. Altında
yatan arzusunu maskelemek ve
belki de derinlere gömmek
için kullandığı, Tommie’ye
yardımcı olma ve kendi haya-
tında ıskaladığı her şeye kar-
şı onu hazırlama rolünde
inandırıcı ve gerçekçi bir yan
vardır. Her yönlendirmesin-
de güzel bir şeyleri de kavra-
yıp su yüzüne çıkarır. Tom-
mie ise Lolita’nın aksine
daha çocuktur. İkinci ve üçüncü planlar-
la fazla ilgilenmez, umrunda olmaz ve geç
keşfeder. Lolita’nın Humbert’ı kendi özü-
ne yolculuğa çıkarmak üzere kurgulanmış
ekleme ve fazlalıklarından da eser yoktur
(biliyorum şimdi ne kadar üç-beş klasik ro-
manı okuyup edebiyatı, kurguyu çözdü-
ğünü sanan aydın(!) varsa bana Nabo-
kov’un kurgusunu savunan e-postalar
atacak ama söylemeden de edemedim).
Aynı şekilde romanın tutsaklığı andıran
yapısı, zaman zaman John Fowles’un
The Collector (Koleksiyoncu, Ayrıntı
Yayınları, 2011) romanını da akla getiri-
yor. Ancak Lamb’de, Frederick Clegg’in
psikanalize bir hayli gönderme içeren
karakter yapısı bulunmuyor. Konunun
ve dikkat çeken temaların üstüne fazlasıyla
çıkacak bir karakter, romanın tamamına
zararlı olabileceğinden, Lamb’in yoğun şe-
kilde psikolojik tırmalamalara gerek duy-
mayan, bu nedenle de Clegg’e oranla ha-
fif kalan gömlek ağırlığı olumlu bir ka-
rakter yaratımı olarak görünüyor. Dola-
yısı ile asıl öykü, bazı durumlarda belirgin
eşit manzaraları resmetse de farklı ışığı ve
farklı açıyı kullanıyor.
GERÇEK VE KOLAYARASINDA
Romanın doğaya ve güzelliklerine
açılan yönü ise romanın kurgusuna birden
fazla katman ve duyumsama kazandırıyor.
İnsanın doğayla yeniden yaklaşmasına
yönelik çıkarılabilecek ayrımsamalar oku-
run Lamb’in yalınlığına olan yatkınlığının
da altını çiziyor. Okura duyumsatılan
şehrin kolaylığı karşısında doğanın ger-
çekliği ve güzelliği de tıpkı David Lamb’in
manipülasyonları gibi, “gerçek,” “kolay,”
“kolay-yargı/önyargı” ve “yalın/saf/öz”
arasında kalmışlığı “fiziksel” kılıyor. Ki-
tabın son çeyreği ise rahatsızlık ve hu-
zursuzluk duygularını doruğa çıkarıyor.
Nadzam’in belli ki oluşturmak istediği ka-
lıcı etkiyi sağlamakta önemli rol oynuyor.
Romanın kurgusal olarak başka ne şe-
killerde bitebileceğini uzun süre düşün-
düm. Aklıma gelen hiçbir son, Nadzam’in
sonu kadar gerçek ve kalıcı değildi. Zor
soruları ele alan herhangi bir romanın,
oluşturulması en zor yanının kalıcı ve oku-
manın ardından okurla yolculuk eden bir
son olduğu gözden kaçırılmamalıdır.
İthaki Yayınları’nın dilimize kazan-
dırdığı “Lamb” öncelikle harika bir keşif.
Üzerinden yıllar geçse dahi okunacak, mu-
azzam bir klasik adayını, orijinal dilinde
yayınlanmasından bir yıl sonra, güncel şe-
kilde okura sunabilmek büyük başarı.
Daha da önemlisi bunu, okumaya doyu-
lamayacak bir tercüme ile gerçekleştirmiş
olmaları. Özlem Yüksel’in tercümesi, bir
kitabın nasıl tercüme edilmesi gerektiği-
ne dair ders niteliğinde donelerle dolu. Dil
yakınsamalarından hiç kaçınmayarak, so-
luksuz okunabilir, çeviri kokmayan bir ter-
cüme sunduğu gibi “yakınsama” adı al-
tında, kitabın total diline ve anlatımına za-
rar vermekten de ustaca kaçınmış. Kita-
bı bir seferde okuyup bitirmenize olanak
sağlayan, “ben bu işi yıllardır yapıyo-
rum,” diye bağıran bir denge kurmuş. Gös-
terdiği bu özen için kendisine teşekkür
edelim.
Haftaya görüşmek dileğiyle, kitaptan
bir alıntıyla vedalaşalım…
“Sakın benimle gördüklerini unut-
ma. Seni bu kurtaracak. Granit şehrin kül
renkli binaları arasında bir elma ağacı ola-
caksın.”
(Lamb, Bonnie Nadzam,İthaki Yayınları,
Çev: Özlem Yüksel, 204 s.)
M. SALİH [email protected]
Apati ve Empati
Bonnie Nadzam
28 ARALIK 2012 CUMA10 Aydınlık KİTAP
AHLAK FELSEFES�DERSLER� �Ç�N KANT’INSEÇ�LMES�
Thomas Schröder tarafından ya-
yıma hazırlanan “Ahlak Felsefesinin
Sorunları”nda Adorno’nun 1963 ta-
rihinde Kant’ın ahlak felsefesinden
hareketle verdiği on yedi ders bir ara-
ya getirilmiş. Adorno’nun ahlak fel-
sefesinin sorunlarını sunarken Kant’ı
seçmesi göründüğü denli keyfi de-
ğildir. “Aydınlanma Nedir?” adlı
makalesiyle burjuvazinin “devrimci”
döneminin isim babası olan Kant’ın
seçilmesi, felsefesinin bu dönemin
burjuva ülküsüne ve ruhuna uygun-
luğuna da indirgenemez. Kant’ın se-
çilmesi böylesi bir uygunluğun da öte-
sinde burjuvazinin siyasi tarihinin
hakikatini yakalamasında yatmak-
tadır denebilir. “Özgürlük, Kardeşlik
ve Eşitlik” (Liberté, Egalité et Fra-
ternité) sloganıyla özgürlüğü, ülkü-
sü olarak belirlediğini ilan eden bur-
juvazinin özgürlüğe yeni bir biçim
verdiği ve böylelikle de devrimin ke-
sintiye uğradığı bir sü-
recin felsefi ruhunu
yansıtır Kant. Üstelik
Kant burjuvazinin
Fransa’daki ya da İn-
giltere’deki zaferinin
yaşanmadığı bir ülkede
ve bu zaferin az önce
söylendiği gibi henüz
biçim değiştirmediği bir
dönemde yaşamıştır.
Bu gerçeği Adorno şu
sözlerle dile getiriyor:
“Kant’ın zamanında
burjuva koşulların Al-
manya’da diğer Batılı
ülkelerde olduğu kadar
gelişmiş olmadığını
unutmamak önemlidir.
Düşünce alanında bütün burjuva
kategorilerinin ve fikirlerinin yara-
tılmış, hiç değilse ima edilmiş ol-
dukları, canlı oldukları doğrudur,
ama ekonomik gerçekliğin burjuva-
zinin özgüvenine ayak uydurmamış
olduğuna ve burjuvazinin, İngiltere
ve Fransa’da elde ettiği iktidar ko-
numlarına burada henüz ulaşamamış
olduğuna hiç şüphe yoktur.”(s. 151).
Kant’ın felsefesinin burjuva karak-
terini mekanik bir biçimde içinde bu-
lunduğu ülkenin somut şartlarına
hapsetmenin yanlışlığını göstermek
için bu sözler yeterli olacaktır. Fakat
aynı ölçüde çok daha organik bir bi-
çimde içinde bulunduğu çağın özel-
liklerini yansıtan bir filozof olduğu ve
belki de bu özellikleri en net bir bi-
çimde yansıtan filozof olduğu da bir
gerçektir.
ADORNO’NUN�KAMETGAHI
Adorno’nun Kant’ı seçme ne-
denlerini ele alıp da Adorno’nun
kendisini konumlandırdığı ve içinde
bulunduğu ortamı sunmamak, hata-
lı olmasa bile, eksik olacaktır. Ador-
no sözü edilen kitabın içeriğini oluş-
turan dersleri 1960’ların başında ver-
miştir. Bu da demek oluyor ki II.
Dünya Savaşı’nın ve Hitler Alman-
yası’nın küllerinin koklandığı bir ik-
limde yaşanmaktadır. Dahası, sos-
yalist hareketten kopulmuş, sosyalizm
ve özgürlük adına mevcut sosyalist
pratikler kıyasıya eleştirilmiş, sosya-
lizmin günah keçisi olarak Stalin ve
Stalin dönemi damgalanmıştır. To-
talitarizm başlığı altında sosyalizm,
nasyonal sosyalizmle eşitlenmiş,
“ideoloji” adı altında tüm mücadele
biçimleri lanetlenmiş ve bu başlığın
etrafından sinsice ilerleyen libera-
lizme sinik bir ta-
vırla göz yumul-
muştur. Ador-
no’nun ikametgahı
nasyonal sosyaliz-
mi yendiğini, sos-
yalizmin ise bilin-
meyen bir özne
tarafından (ken-
di kendine çöke-
ceğini yahut ka-
pitalizm tarafın-
dan yıkılacağını)
yenileceğini ilan
eden bir mahal-
lededir. Ador-
no’nun Kant’tan
hareketle geliş-
tirdiği tüm eleştiriler işte
böylesi bir bağlamda sözcüklere dö-
külmüştür. Bu nedenlerle liberalizm
eleştirisi açıktan değil de çok daha çe-
kimser bir tavırla “günümüz”, “ha-
yat”, “çağımız” sözcüklerinin etra-
fında gezinerek yapılmıştır. Ador-
no’nun ruhunun anlaşılması için kul-
landığı utangaç dili böyle okumak çok
da yanlış olmayacaktır.
AHLAK FELSEFES�N�NVAZGEÇEMED�KLER�
II. Dünya Savaşı sonrası yaygın-
laşan varoluşçuluğun itirazı ahlaki ka-
tılığa, ahlakın kaynağına ve toplumun
gelenek ve göreneklerine yönelmiş-
tir. Tüm bunların dayanağı olarak gö-
rülen Hıristiyan ahlakı ve ulus-dev-
letlerin ahlak anlayışları eleştiril-
miştir. Bu eleştirilerin örneklerini
Sartre’dan Camus’ya ve oradan E. E.
Cummings’e dek çeşitlendirebiliriz.
Adorno ahlakın katılığına karşı olan
bu varoluşsal tepkileri sorunlu bul-
maktadır (s. 22). Toplumun hakim
değer yargılarına karşı negatif bir bi-
çimde sunulan özgürlük anlayışı ah-
lakın toptan reddi anlamına gel-
mektedir ve “Doğru hayat, doğru ey-
lem fikri... kişinin zaten nasılsa öyle
davranması gerektiği anlayışına in-
dirgenmektedir.” (s. 22). Bu indir-
geme eleştirdiğini örtük bir biçimde
de olsa savunmak anlamına gel-
mektedir. Verili olan ahlaki değerlere
karşı kişilerin verili ahlaki duruşları
savunulduğunda ortaya oldukça so-
runlu bir tablo çıkmaktadır. Ahlaki
görecelilik sorunu bir yana tam an-
lamıyla bir çelişki belirmektedir. Ah-
lak yasalarını reddedip doğru olanı
olumsuz bir dille dile getirme çaba-
sı kişilerin mevcut değer yargılarını
savunmakta kendini tüketir. Böyle-
likle karşı çıkılmak istenen savunul-
muş olur: Ya dürtülerin egemenliği
ya da çeşitli neden-sonuç ilişkileri so-
nucunda bir şekilde kişinin “benim
değerlerim” dediği fakat herhangi bir
düşünce sürecinden geçirilmemiş
değer yargıları hakim olur.
İşte, bu teslimiyet tam da Ador-
no’nun ele almaya çalıştığı sorunlu
yaklaşımdır. Daha geniş bir kavram-
laştırmayla Kant’ın yaderklik dediği
tam da budur. Yaderklik kişinin dı-
şından gelen (ona verili olan) emir-
lere uyması anlamına gelmektedir.
Yaderklik karşısında Kant’ın önerdiği
“özerklik”tir. Esasında yaderklik-
özerklik çatışması Adorno’nun da
söylediği üzere zorunluluk-özgürlük
çatışmasına koşuttur. Bu çatışkılar bi-
çimsel açıdan toplumsal olan ile bi-
reysel olan karşıtlığı biçiminde gö-
rüldüğünde ortaya en numuneliğin-
den bir liberal öğreti çıkacaktır. Öte
yandan özgürlük meselesi yaderklik-
özerklik çatışkısı çerçevesinde ele
alındığında bir yandan içsel dürtüle-
ri, doğal ihtiyaçları ya da toplumsal
dayatmalar tarafından belirli bir bi-
çimde eylemeye itilen öznenin iç ve
dış özgürlüğü sorunu doğacaktır, öte
yandansa bu yaderklik karşısında
özerkliğin nasıl korunacağı ve özerk-
liğin dayanağının ne olacağı sorunu
belirecektir. Tam da bu keşmekeş içe-
risinde verili kültürün ahlakı, doğal
ihtiyaçlar ve dolayısıyla bilimde gör-
düğümüz katı nedenselliğin bir so-
nucu olarak iyi ile kötünün anlam-
sızlaşması (deyim yerindeyse “iyi” ve
“kötü” sözcüklerinin birer boş gös-
teren haline dönüşmeleri) söz konusu
olacaktır. Diğer bir yandansa böyle
bir nedensellikten muaf ya da ona
tabi olsa bile bir biçimde ahlaki ey-
lemi gerekli kılan özgürlüğe eriş-
meye yetenekli olup olmadığımız
tartışması ahlak felsefesinin sorunları
arasında boy gösterecektir. Ador-
no, Kant’a da katılarak bu ikinci so-
run hakkında daha temel bir düşün-
ceyi dile getirmektedir: “İnsanlığın
herhangi bir anlamı varsa, bu anlam
insanların doğal yaratıklar olarak
dolaysız varoluşlarıyla özdeş olma-
dıklarının keşfinden ibarettir.” (s.
24). Uzun lafı kısası, insan ve ahlak
doğaya (doğallığa) indirgenemez.
Aksi takdirde ahlaki eylemden söz aç-
mak da mümkün olmayacaktır. Çün-
kü katı bir nedenselliğin hakim ol-
duğu doğallıkta “ben, özgürlük ve so-
rumluluk” kavramlarının yeri olma-
yacaktır. Bu mantıksal sonuç bir kez
kavrandığında, ahlak karşıtı olarak
beliren varoluşçu yaklaşımın top-
lumsal kısıtlara ve ahlaki emirlere
karşı çıkışı yoluyla örtük olarak sa-
vunduğu kendiliğindenliğin ya bir
önceki dönemin toplumsal normla-
rına ya da doğal ihtiyaçların dayat-
masına hapsolacağını görmek ko-
laydır. O halde bir ahlak felsefesin-
den söz edebilmek için öncelikle öz-
Kapitalist aklın filozofu: Kant“Bugün ahlak dedi�imiz her �ey dünyan�n organizasyonu meselesiyle iç içe geçer. Hatta do�ru
hayat aray���n�n do�ru siyaset biçimi aray��� oldu�unu bile söyleyebiliriz.”CENK ÖZDAĞozdagcenkgmail.com
Toplumun“akıldışı”
örgütlülüğübireyin
çıkarlarınıherkesin
çıkarlarıylaçatıştırmakta
dır. Belki desırf bu
nedenleahlak
felsefesininsorunları
ahlakalanındançok politik
alanınsorunlarıdır
Theodor W. Adorno
28 ARALIK 2012 CUMA 11Aydınlık KİTAP
gürlüğün mümkün olduğunu (insanın do-
ğallığa indirgenemeyeceğini), ahlak yasa-
larının veya ahlaki düsturların bilinebile-
ceğini ya da en azından belirlenebilecek-
lerini ve tüm bu ahlaki yasaların bir daya-
nağı (akli bir dayanak) olduğunu varsaymak
gerekecektir.
BURJUVAZ�N�N AHLAKFELSEFES�
Kant’ın ahlakı birçoklarınca “ödev ah-
lakı” olarak adlandırılır. Hıristiyanlığın ah-
lakının bir ıstırap, bir çile ahlakı olduğu den-
li uygun olan bu adlandırma Kant’ın felse-
fesinin politik dayanağını da serimlemesi ba-
kımından son derece uygundur. Ödev, ve-
rilen göreve işaret etmektedir ve işi çağrış-
tırmaktadır. Ödevi kişiye yaptırmanın bir
yolu da feragatta bulunacağı eylemler için
ona bir karşılığın sunulmasıdır. Yararcı ah-
lakta açık bir biçimde dillendirilen böylesi
bir kredili ödeme, Kant’ta açık bir dille bu-
lunmasa da bireyin ahlaki eylemlerinin ka-
musal bir yaşam için önerilmesi bireysel geri
ödeme yerine toplumsal faydadan yarar-
lanma hakkı biçimine bürünür. Adorno’nun
da söylediği gibi: “Kant’ın etik ilkelerine mi-
sal olarak verdiği örnekleri düşündüğü-
nüzde görürsünüz ki bunlar her zaman, ta-
biatıyla kendi menfaatlerini gözetecek olan
ama burjuva-öncesi diyebileceğimiz yön-
temlere, kötü anlamda geleneksel yön-
temlere başvurmaktan uzak durması gere-
ken tüccarın hayatından alınmışlardır...
Kuşkusuz Kant etiğinin rasyonalitesinin... so-
mut tarafından biri de, burjuva rasyonalitesi
modeline, yani mübadele kuralarına ke-
sinlikle uyarak davranmamız gerekmesidir.”
(s. 117). Ahlaki davranışın güdüsü olarak
meta mübadelesi mantığının yanı sıra bu
davranışı gerçekleştirmede bir işlev yükle-
nen irade de, Kant’ın kavrayışındaki haliy-
le, burjuva tahakkümünden derin izler ta-
şır (s. 130). Bu tahakkümün gereği ise ta-
hakkümün uygulanacağı bireylerin sistem ta-
rafından nasıl görüldüğüyle yakından ilgi-
lidir. Bireyleri çalıştırmak için ücreti yahut
sopayı gerekli gören bir anlayışta, bireyin
kendiliğinden davranışının tembellik ol-
duğu açıktır: “Kant’ın radikal kötülükle kas-
tettiği şey, aslında tembellikten, burjuva top-
lumunun bu (çalışma) gereğini yerine ge-
tirememekten başka bir şey değildir.” (s.
131). Buna uygun olarak Kant’ın tam da
burjuva diktatörlüğünün filozofu olduğunu
söylemek mümkün olur. Bireylerin emirle-
rine uyacağı uzaklıkta ve emirlerinin hak-
lılığına inanacağı “nesnellikte”, öznel çı-
karlardan uzakta bir akıl tanımlanmalıdır ve
emirler oradan gelmelidir. İşte böylesine her
taraftan uzak “nesnel” bir kapsayıcı arayı-
şı “özne” olmayan bir özne bulur ki bu Bur-
juva devletidir, hukukun üstünlüğü ilkesiy-
le bu sözümona nesnel çıkarlarını gizleye-
bilsin. Devletin akıl biçiminde emirler yağ-
dırıp bireyleri ıstıraba sürüklemesinin ar-
dında esasında bireylerin kendi “özne-
lik”lerinin üstünü çizmeye koşullanmaları-
nın bulunduğu bir toplumsal örgütlenme bi-
çimi vardır. Ahlak işte böyle bir biçimin ege-
men olduğu bir ortamda ete kemiğe bü-
rünmektedir. Toplumun “akıldışı” örgüt-
lülüğü bireyin çıkarlarını herkesin çıkarla-
rıyla çatıştırmaktadır. Belki de sırf bu ne-
denle ahlak felsefesinin sorunları ahlak
alanından çok politik alanın sorunlarıdır.
Adorno’nun da dediği gibi: “Bugün ahlak
dediğimiz her şey dünyanın organizasyonu
meselesiyle iç içe geçer. Hatta doğru hayat
arayışının doğru siyaset biçimi arayışı ol-
duğunu bile söyleyebiliriz.” (s. 172).
(Ahlak Felsefesinin Sorunları,Theodor W. Adorno, Metis Yayınları,
Çev: Tuncay Birkan, 208 s.)
Yaşar Kemal’eyolculuk
Bir yazar�n nas�l yazar oldu�unun, mucizevianlat�mlar�n�n asl�nda nerelerden gelen sularla
ça�lad���n�n ve arayan�n o membalar� nas�lbulabilece�inin de anlat�m�d�r bu kitap
Feridun Andaç hocamdır, ustamdır.
Yazmak için mi yaşıyor, yaşamak için mi
yazıyor; karar veremediğimdir. Bildiğim
şey, onun yaşamın lezzetini yazıda buldu-
ğudur. Kitap okur, yazar; film izler, yazar;
okur, yazar; gezer, yazar; dinler, yazar; öğ-
retir, yazar; yazar da yazar… O yüzdendir
ki -kendisi sayılara takılmasa da- elli alt-
mış civarında eseri vardır. Ve hâlen harıl
harıl yazmaktadır.
Onu yazına bağlayan şey -ki buna ra-
hatlıkla “aşk” diyebiliriz- oldukça merak
uyandırıcıdır. Bu aşk nerede, nasıl doğmuş,
nasıl bu kadar güçlü ve kalıcı olmuş...
Bu soruların yanıtlarının tamamını bu-
rada vermek pek mümkün değil; zira bu
mevzu başlı başına bir ki-
tap olur (umarım yakın
zamanda)... Ancak, bu
ustayı bu aşka saran kol-
lardan birinden söz ede-
biliriz burada: yazınsal
eserleri koklamaktan,
sonra onları tatmaktan,
onları özütmekten ve var-
lığının tamamına dağıt-
maktan alınan haz.
O kolun başparma-
ğı Yaşar Kemal’dir.
YA�AR KEMAL’LEBESLENEN B�R HAYAT
Feridun Andaç daha ilk gençliğinde
Yaşar Kemal’in kitaplarını okur. Hatta,
“Toros dağlarının etekleri ta Akdeniz’den
başlar. Kıyıları döğen ak köpüklerden
sonra doruklara doğru yavaş yavaş yükselir.
Akdeniz’in üstünde daima, top top ak bu-
lutlar salınır...” diye devam eden o meşhur
İnce Memed’in pek çok yerini ezbere bi-
len bir hayranı olur Yaşar Kemal’in. Ve ilk
kez yirmi bir yaşındayken görür üstadı. Ha-
yatına sadece eserleriyle dokunan üstad,
o günden sonra o gencin hayatını bam-
başka yerlere çeker.
“Öyle ki, hiç yapmayı düşünmediğim
öğretmenliğe başlamamda Yaşar Ke-
mal’in etkisi vardı. Maraş’a gidip, orada
Andırın Akifiye'deki okulu gördükten,
Yaşar Kemal’in de dostu Arnavut Dur-
du’yu ve Çerkesleri tanıdıktan sonra karar
vermiştim; bir süre, onun romanlarını
yazdığı bu coğrafyada kalıp yaşayacaktım,”
der Andaç ve sahiden de gider. O coğraf-
yayı adım adım gezer, gezdiği her yerde
âdeta Yaşar Kemal’i seyreder. Kim bilir,
belki de o dünyayı yaşarken ustanın ha-
yatını ve dünyasını yazmayı hayal eder.
Hatta öyle etmesi kuvvetle muhtemel, çün-
kü kendisi şöyle söyler: “Yaşar Kemal
okurluğum zaman içinde ona dair yazma
duygumu besledi sürekli. İlk okuduğum an-
latılarıyla yol alırken notlar tuttuğumu ha-
tırlıyorum. Onu benim gözümde farklı kı-
lan o güne değin okuduğum yerli yazarların
yansıttığı dünyanın çok ötesinde bir in-
san/toplum/doğa gerçekliğini getirip göz-
ler önüne sermesi; bunu yaparken de
kullandığı dil, anlatım biçemi.”
Ve gün gelir, dediğini yapar, Yaşar Ke-
mal’in hayatını yazar. Hem de öyle ki, yü-
rüdüğü yollara adım adım bakar, her adı-
mını ustayı daha iyi kavrayacak şekilde atar.
O yolların insanlarıyla sohbetler eder, o yö-
relere ait ne varsa peşinden gider. Sonra
döner, gördüklerini, duyduklarını, kokla-
dıklarını, hissettiklerini evindeki “Yaşar Ke-
mal Kitaplığı” ile besler. Bir de üstüne üs-
tün çözümlemelerini serper ve biz okur-
lara Yaşar Kemal’i gerçekten
tanımak adına büyük, çok
büyük bir hazine hediye eder.
Aslında sadece Yaşar Kemal’i
tanıtmaktan da ötedir An-
daç’ın “Yaşar Kemal - Sözün
Büyücüsü” adlı çalışmasının
okura kattıkları. Zira bir ya-
zarın nasıl yazar olduğunun,
mucizevi anlatımlarının aslın-
da nerelerden gelen sularla
çağladığının ve arayanın o
membaları nasıl bulabileceğinin
de anlatımıdır bu kitap.
BELGESEL BENZER� K�TAPÇok keyifli bir belgesel izliyormuş his-
si vererek sürer “Yaşar Kemal - Sözün Bü-
yücüsü”. Fevkalade lezzetli sözcüklerle be-
zenmiştir belgeseldeki kareler. Ve okur bu
sayede kendini Yaşar Kemal’e yaklaşmış
hisseder. Bir yandan Andaç’ın sözcükleri,
bir yandan Ceyhun Atuf Kansu’dan Jean-
Pierre Deleage’ye onca yazın insanının söy-
ledikleri okuru masalsı bir gerçekliğe sü-
rükler. Sonra Andaç’ın çözümlemeleri
Yaşar Kemal’in “yazın tomografilerini” çe-
ker. Derken, okur kitapta keyifle ve me-
rakla ilerlerken, devreye ustayla yapılan
söyleşiler girer. Ve ustanın gürül gürül söz-
lerini önümüze serer.
Bu dopdolu kitabın sonuna gelip Ya-
şar Kemal’in yaşam öyküsünü, yapıtlarının
ve onun üzerine verilen yapıtların listesi-
ni gören okurun kafasında beliren, “İyi de,
bu kitaptakiler Yaşar Kemal’i anlamaya ye-
ter mi?” sorusunun yanıtını ise Andaç’tan
gelir, okura Yaşar Kemal’i anlamaya giden
bu yazı yolculuğunun “Söz Tufanı” isim-
li yeni kitabıyla süreceğini müjdeler.
Bize de bu merak durağında “Söz Tu-
fanı”nı beklemek düşer.
(Yaşar Kemal - Sözün Büyücüsü,Feridun Andaç, Kavis Yayınları, 280 s.)
MURAT HATUNOĞ[email protected]
Kant
28 ARALIK 2012 CUMA12 AydınlıkKAPAK
2 Mart tarihinde okuyucuyla buluşan Aydın-
lık Kitap, 2012'nin son sayısını hazırladı bu haf-
ta. İlk iki ayı kaçırmış olsak da her hafta okurla-
rımıza kitap dünyasının haftalık bir fotoğrafını
sunduk. Sürekli bir devinim halinde olan kitap
dünyası bitmek tükenmek bilmeyen bir derya ve
her yıl bu deryaya daha da çok eser ekleniyor.
Anlattıklarıyla, anlatım tarzlarıyla, hissettirdik-
leriyle eserler, fikir dünyamızda yeni kapılar açı-
yor. Elbette her birinin niteliğinin birbiriyle aynı
olduğunu söylemek imkansız ve elbette ilgi
alanları okunulan kitapları belirlemede önemli
bir role sahip. Kitap ekleri insanların çeşitli yö-
nelimlerini hesaba katarak pek çok alanda üre-
tilen pek çok eseri ve eserlerin niteliklerini
okurlarla paylaşarak hem okura bir ön bilgi sağ-
lar hem de zaman kaybının önüne geçer. Yayın-
eviyle, yazarıyla, çevirmeni ve editörüyle, düzelt-
meniyle koskoca bir üretim alanı kitap dünyası.
Bu havuzda okuyucunun işini kolaylaştırmak ki-
tap eklerinin görevlerinden biri. Kimseye neyi
okuyup neyi okumayacağını söylemek gibi bir
derdimiz olmamakla birlikte fikrimizi sunmak-
tan da çekinmiyoruz. Yaklaşık bir yıldır hem
eleştiri kültürüne katkı sunma ve geniş yelpaze-
de kitapları incelemenin peşine düştük. Fakat
bir kitap ekinin ömrünün çok da uzun olduğu
söylenemez. Bir kitap gibi kitapçı raflarında ay-
larca durmaz. Haftalık çıkan bir ekin ömrünün
haftalık olduğunu bile söylemek bir gerçekçilik
olmaz bazen. Alındığı gün bakılan ve hafızada
kalanlarla kenara bırakılan bir yayın olarak ba-
karsak bütün bir yılın hafızalarda kalmasının da
imkanı yok elbette. İşte bu nedenledir ki 2012
biterken biz de Aydınlık Kitap olarak yılın göz-
lemini size sunmak ve bir okuma listesi oluştur-
manıza katkı sağlamak isteriz. Dikkatinizi çeke-
riz ki listenizi oluşturmak değil, listenize bir kat-
kı sunmak niyetimiz.
Sevdiğiniz bir yazarın, bir süredir yeni bir
eserinin çıkmıyor ve sizin onu sabırla bekliyor
oluşunuz herhalde gelecek olan eserin heyecanı-
nı fazlasıyla arttırıyordur. 2012 için beklenilen
kitapların yılı olduğunu söylemek yanlış olmaz.
İhsan Oktay Anar'ın beklenen kitabı “Yedinci
Gün” ve Yaşar Kemal'in Bir Ada Hikayesi'nin
son kitabı “Çıplak Deniz Çıplak Ada” okurla
buluştu. Eserler daha henüz yayımlanmadan ta-
dımlık sayfalar sunuldu, yayımlandıktan sonra
ise bu eserler yayıncılık dünyasını bir süre meş-
gul etti.
2012 öykücüler açısından verimli geçen yıl-
lardan oldu. Oldukça fazla öykü kitabının yayı-
nevlerince sunulduğu bu yılda öykücülüğün baş-
lı başına güçlenmesinin, bu alana özgü yazarlar
vaad etmesinin sevindirici olduğunu belirtmeli-
yiz. Tabii bu kadar fazla öykü kitabı çıkınca bir-
takım sorular da akıllara gelmeye başladı; bu ar-
tışın nedeni öykü alanında, tekniklerinde ve üs-
lubunda kendini bulan yazar sayısının artması
mı, yoksa güçlü bir roman çatısı kurmakta zorla-
nan yazarların öykücülüğü derinlikten uzak, ko-
laycı bir yapı olarak algılaması mı? Bu, yıl içeri-
sinde tartışılan sorulardan biriydi...
Köşe yazılarının internet ve ona bağlı olarak
sosyal medyadaki paylaşım ağlarının kullanımıyla
önemi ve bilinilirliği belirgin bir noktaya ulaştı.
Bu yayılmayla birlikte 2012'de oldukça fazla, köşe
yazılarının toplanarak kitap halinde okura sunul-
ması formatı kullanıldı. Yıllardan beri varolan bir
format aslında bu derlemeler fakat önceden in-
ternetin olmadığı ve ona bağlı olarak yoğun bir
yayılım bulamayan yazıları bir arada görmek iste-
yebilirdi okuyucu. Ayrıca gene aynı nedene bağlı
olarak arşivlere ulaşımın büyük zorluğundan
bahsedebiliriz. Oysa bugün internetin cebimizde
olduğu bir dönemde, bütün yazılı arşivleri indir-
mek mümkünken köşe yazılarının kitaplaştırılmış
halleri oldukça yüksek satış tirajlarına ulaşabili-
yor. Yılmaz Özdil, Can Dündar, Elif Şafak, Le-
vent Kırca, Mustafa Mutlu 2012'de köşe yazıları-
nı kitaplaştıranlardan.
2012'nin en çok satan kurgu dışı kitaplarına
baktığımızda ülkenin siyasi arenasına bağlı ola-
rak ortaya çıkan kitaplar okuyucu tarafından yo-
ğun ilgi gördü. Ülke gündeminden düşmeyen
“Ergenekon” ve Siliviri'deki aydınlar, gazeteciler
ve askerler tarafından kaleme alınan eserler bu-
gün “Silivri Kitaplığı” olarak anılmaya başlandı.
Hem dava sürecine hem de Türkiye'nin tarihine
önemli belgeler olarak geçecek bu eserler çok
satanlardan uzun süre düşmedi.
Bu çerçevede Aydınlık Kitap olarak size
hem yerli kurgu edebiyattan hem yerli araştır-
ma-inceleme eserlerden öneriler sunuyoruz. Ay-
rıca yayın camiasından editör ve yazarlardan da
2012'de okunmadan geçilmemesi gereken kitap
önerilerini sizlerle paylaşıyoruz. Umarız yeni yıl
daha huzurlu kitap okuyacağımız günler getirir.
Yay�neviyle, yazar�yla, çevirmeni ve editörüyle,düzeltmeniyle koskoca bir üretim alan� kitap dünyas�.
Bu havuzda okuyucunun i�ini kolayla�t�rmak kitapeklerinin görevlerinden biri. Kimseye neyi okuyup neyiokumayaca��n� söylemek gibi bir derdimiz olmamakla
birlikte fikrimizi sunmaktan da çekinmiyoruz
AYDINLIK Kİ[email protected]
Kitaplarla aydınlığaKitaplarla aydınlığaKitaplarla aydınlığaKitaplarla aydınlığa2012 KİTAPLIĞI
MURAT CEYİŞAKAR:(Kabalcı Yayınevi)Benim 2012 kitabım Birgül Oğuz'un
Metis Yayınları'ndan çıkan “Hah” isimli
kitabı.
“Hah”, insanın var olmaya çalıştığı bilinen
o belalı denizde, vücut hatları gergin ama
kendisini önemsemeyen, öne çıksa bile
olayların hatta dalgaların içinde yeniden
kaybolan, tam kayboldu derken de tekrar
ortaya çıkan en sıradan kahramanların hi-
kayelerinin insanı sıkmadan anlatıldığı
kısa ama etkileyici bir eser...
Birgül Oğuz kendinden en uzak insanları
tanımlarken bile kendisinden kopamıyor;
deyim yerindeyse kendisine sadık kalıyor,
bu da onun anlatımlarınının doğallığını
koruyor ve içtenleştiriyor.
SUAT DUMAN: (Yazar)
Öncelikle 2012'nin
tüm yerli eserlerini
okuma olanağı bula-
madığımı söylemeli-
yim. Bu nedenle tam
ve sağlıklı bir değer-
lendirme yapamaya-
cağım. Yine de en
azından okuduklarım
arasından öne çıkan
kitapları paylaşmak isterim. Tek bir eser
adı veremeyeceğim. Zira bazı kitaplar ya-
zarının okurda oluşturduğu beklenti ne-
deniyle taşıdıkları öznel değerin ötesinde
bir ağırlık taşırlar. Bu yıl da, en azından
benim görebildiğim kadarıyla iki romancı-
mızın kitapları bu yıla sizin deyişinizle
"damgasını vurmuş" görünüyor. Hiç şüphe
yok ki Yaşar Kemal'in "Çıplak Deniz Çıp-
lak Ada"sı ve İhsan Oktay Anar'ın "Ye-
dinci Gün"ü.
Yazarlarının edebiyat dünyamızdaki
şılmaz yeri ve kitaplarının okurla bulu
sında yayıncılarının gösterdiği takdire
şayan çaba bir yana, her iki kitap da r
lıkla yayınlandıkları yıla iz bırakacak
ğerde.
Yine de onlardan geri kalmayan ve
2012'nin kıymetini pekiştiren başka k
lar okumadık mı? En azından adların
mazsak haksızlık edeceğimiz üç kitap
saymak isterim. Faruk Duman'ın son
dolu aslanına adanmış "Ve Bir Pars H
zünle Kaybolur" isimli kısa romanı; B
Bıçakçı'nın bekleyenleri hayal kırıklığ
uğratmayan "Sinek Isırıklarının Müe
ve genç yazar Bora Abdo'dan yeni bir
kücü kuşağını haber eden "Öteki Kış
tabı" bu yılın ıskalanmaması gereken
eserleriydi bana kalırsa.
NAZLI BERİVAN AK:(April Yayıncılık)
2012'de okuruyl
luşan genç bir y
yirmi öyküden o
kitabını önemsiy
rum: Melida Tü
noğlu imzalı “A
Bir Robot Doğu
İlk kitabı Ambu
Dünya Turu'nun
kapağına da taş
mız Gündüz Vassaf'ın cümlesini hatı
makta fayda var bu noktada: "Dünya
yeni bir yazar geldi, beraberinde yen
dil getirdi." Dilin sınırlarını zorlayan
nik, cüretkar ve yoğun anlatımıyla ye
edebiyatın habercisi olan Tüzünoğlu
anlatısı, şiir ve öyküye 'sıkıntı' ile yak
28 ARALIK 2012 CUMA 13lık KİTAP KAPAK
Öne çıkanlar
Kuşkusuz bu yıl da çok sayıda araştır-
macı farklı alanlarda önemli incelemeler
yapıp kitaplaştırdı. Okur açısından de-
ğerlendirecek olursak özellikle tarih ki-
taplarına olan ilgide bir artış gözlendi.
Televizyon programlarından dergilere
kadar tarih merakı kendini hissettiriyor.
Bu sevindirici. Tabii araştırma kitapları
yalnızca tarih alanıyla sınırlı kalmıyor.
Araştırma – inceleme kitaplarından
sizin için seçtiklerimiz:
�Türkiye ve İran (Gelenek,
Çağdaşlaşma, Devrim), Tolga Gürakar
�Darwin'den Dersim'e Cumhuriyet veAntropoloji, Zafer Toprak
�AKP ve Emekçiler, Yıldırım Koç
�Jön Türkler ve Komplo Teorileri,Haluk Hepkon
“Silivri Kitaplığı”Kimisi beş yılı aşkın süredir tutuklubulunan silivri tutsakları üretmeyedevam ediyor. Zindanlarda her şeyerağmen üretmeye devam eden aydın-larımızın kitapları bu yıl da en çok ilgigören kitaplar arasındaydı. O kadaryoğun bit üretim faaliyeti ki bu, kısasürede yayın hayatımıza “Silivri kitap-lığı” kavramı yerleşti. Koşullar araş-tırma yapmaya elverişli değil,araştırmayı bırakın bilgisayar ya dadaktilo olmadığı için herhangi bir dü-şünceyi kağıda dökmenin zorlaştırıl-dığı bir ortamda yazılıyor bu kitaplar.Buna rağmen bilgiye ve bilime duyu-lan aşk sebebiyle olsa gerek çok dahauygun ortamlarda yapılan çalışmalarataş çıkartıyor her biri. İşte bu yıl raf-larda yerini alanların bir listesi:
�Yalçın Küçük: “Sosyalist Açıdan
Ekonomi Politik (Sovyetler Birliğinde
Sosyalizmin Kuruluşu)”, “Sovyetler
Birliğinde Sosyalizmin Çözülüşü”
�Doğu
Perinçek:
“Arkadaşım
Deniz
Gezmiş”,
“Türkiye’nin
Anayasa
Birikimi”,
“Og’dan
Ogura
Devletin Oluşması Sürecinin
Türkçedeki İzleri”
� Ergin Saygun: “Balyoz”
�Mustafa Balbay: “Gülümsemek
Direnmektir”, “Denizlerin Davası”,
“O Mektubu
Yazan Bendim”
�Soner Yalçın:
“Samizdat”
�Barış Pehlivan ,
Barış Terkoğlu:
“Sızıntı”
�İlker Başbuğ:
“20. Yüzyılın En Büyük Lideri: Atatürk
(1923'ten 1938'e)/ (1881’den 1923’e)”,
“Mustafa Kemal Atatürk” (2 Cilt)
�Mehmet Bedri Gültekin: “Kürtçe
Eğitim Sorunu”
�Müyesser
Yıldız: “Vatan
Yahut Silivri”
�Tuncay Özkan:
“Anne Hiç
Canım Acımadı”aki tartı-
buluşma-
kdire
da rahat-
cak de-
ve
ka kitap-
larını an-
kitap daha
son Ana-
rs Hü-
nı; Barış
ıklığına
Müellifi"
i bir öy-
Kışın Ki-
ken
ruyla bu-
ir yazarın
en oluşan
msiyo-
a Tüzü-
“Annem
Doğurdu”.
mbulansla
u'nun arka
taşıdığı-
hatırla-
ünyaya
yeni bir
yan, iro-
la yeni bir
oğlu'nun
yaklaşan
günümüz edebiyat ortamına isabetli bir
salvo. Zaman, mekan ve kimlik algısının
değiştiği bir dünyada, dili de değiştirme ve
dönüştürme çabasını öyküler üzerinden
deneyimlemek özel bir durum olacak zan-
nediyorum okur için. Formüller, güvenli
alanlar ve olmazsa olmaz kuralları far-
kında olma, bu tıkız iklime karşı kendi ha-
vasını yaratma çabası dikkate değer son
dönemde ve raflarda 'ben buradayım
okur!' diye seslenen yazarların sayısı artı-
yor gün geçtikçe. Tek bir kitap üzerinden
gitmeliyse yanıtım, evet, çatışkan bir yaza-
rın, edebiyat üzerinden özgürlük alanları
açma halini, 'performans'ını ve risk alma
cesaretini editör ve okur olarak kışkırtıcı
buluyorum, tam da bunun için 2012 kita-
bım “Annem Bir Robot Doğurdu”
ÖNER CİRAVOĞLU:(Remzi Kitabevi)
Bence 2012 yılına
damga vuran as-
lında iki yapıttan
öz edebiliriz. Yaşar
Kemal'in “Çıplak
Deniz Çıplak
Ada”: Bu roman
yazarın kendine
özgü diliyle bir
kreşendo hava-
sında... Ülkemizin
yüzleşmemiz bir gerçeğiyle bizi karşılaştı-
rırken şiirsel anlatımın dorularına götürü-
yor okuru… Bir de Enver Aysever'in
“Yazgıcılar”ı. Yaşadığımız izlenme, din-
lenme çağına tanıklık eden, özgürlüğü-
müzü kuşatan bu sisli havayı bir kent
sitesi ekseninde başarıyla kuran bir edebi-
yatçıyla karşı karşıyayız.
Araştırma – inceleme
Çıkan kitap sayısına bakılırsa edebi-
yat alanında verimli bir yıl olduğunu söy-
lemek mümkün. Uzun süredir yeni kitabı
beklenen isimlerin eserleri bu yıl oku-
yucuyla buluştu. Bunun yanı sıra çok sa-
yıda genç yazar öykü ve romanlarıyla ki-
tap raflarında yerlerini aldılar. Hepsine
yer vermek mümkün değil elbette ama bu
yıldan kalan romanlardan bazıları şöyle:
�İhsan Oktay Anar - Yedinci Gün
�Yaşar Kemal -
Çıplak Deniz Çıplak Ada
�Murat Gülsoy -
Baba, Oğul ve KutsalRoman
�Cumhur Orancı-
Acı Düşler Bulvarı
�Ahmet Ümit - Sultan'ı Öldürmek
28 ARALIK 2012 CUMA14 Aydınlık KİTAP
2012 yılı, edebiyatımızda bir umu-
dun başlangıcı bir yıl değildi. 12 Ey-
lül 1980 "Kültür Komuta Konse-
yi"nin tahrip ettiği ve yarattığı "yeni"
edebiyatın etkilerinin kırılması bi-
linci bile yoktu. Aslında Washington
Uzlaşması'nda açıklanan ve Şikako
Okulu'nda temelleri atılan neoliberal
saldırı, tüm dünyada edebiyatın te-
mellerini sarsmıştı.
Türkiye'nin kısa tarihinde yazar ol-
manın bedelini hapislerle, hücreler-
de çürümeyle ödemiş devrimci, de-
mokrat, ilerici yazarların hepsi bu dö-
nemde ya görmezden gelinerek ya da
"ideolojiye eklemlenerek yazar/şair ol-
dular" diye alçakça suçlanıp adeta "gü-
dümlü yazarlar" olarak aşağılanarak
kara propaganda yapıldığı "Eylülist
yazarlar" döneminin yazarlarının kü-
resel efendilerinin hizmetkârları ol-
duğu, 2012 yılında daha da açığa
çıktı.
Bugün, Türkiye'nin malı mülkü
yok pahasına satılırken, tüm demo-
kratik ilerici birikimi siyasi ve eko-
nomik olarak tarümar edilirken ve
ülke, komşu bir ülkeye emperyalist,
gerici bir saldırı üssü haline gelmişken
bu yazarlar ve şairlerin kalbi buz
kaplamış gibiydi, sesi hiç çıkmadı. An-
cak anadilde eğitim talebiyle yapılan
cezaevi açlık grevlerinde birden ortaya
çıkıverdiler. Halkına önderlik etme-
si gereken bir "aydın" olarak Adalet
Ağaoğlu'nun "Yetmez ama evet," di-
yerek yanıldığını söylemesi, hayretle
karşılandı ve Adalet Ağaoğlu ve iliş-
kileri üzerine kuşkuyla düşünülmeye
başlandı. Yalçın Küçük'ün müthiş ta-
nımı olan "maydın" tavrı sergileyerek
yaptığıi bu çıkışıyla, Başbakan Erdo-
ğan politikalarına saldırması, aslında
Abdullah Gül'den yana bir destek ol-
duğu yorumlarına neden oldu.
Fransa Cumhuriyeti Kültür Ba-
kanı adına Sanat ve Edebiyat Şöval-
yesi nişanı Temmuz 2012'de Beyoğ-
lu’ndaki Fransız Sarayı’nda düzenle-
nen törenle Elif Şafak’a verildi. Tö-
rende Fransız Büyükelçinin "Ro-
manda, Ermeni Soykırımı’nın unu-
tulması konusunu büyük bir incelik-
le ele aldığınız bölümlerden dolayı ge-
çirdiğiniz bu zor zamanlar, Türk top-
lumunun bilinçaltı üzerine çalışma-
nıza devam etmek konusunda cesa-
retinizi kırmadı," diyerek bu yazarla-
rın halkının değil emperyalist mer-
kezlerin ilgisine mazhar "embedded"
benzeri yazar olduklarını itiraf etmiş
oldu.
Tam bu tören konuşulurken, Or-
han Pamuk ve benzeri birkaç yazar ta-
rafından Fransız Liberation'da ya-
yımlanan, Nobel almış bir yazara ya-
kışmayacak fütursuzluktaki mektup
her şeyi tartışmasız açığa çıkardı.
Mektup, okuyanı hayrete düşürdü.
Mektupta bağımsız bir ülkenin Dev-
let Başkanı Esat'a Kaddafi benzet-
meleri yapılıyor, çoluğunun çocuğu-
nun bile parçalanacağı dile getirilerek
emperyalist vandalların ağzıyla ko-
nuşuluyordu.
Böylece 12 Eylül yönetimince,
yalnızca edebiyatla ilgilenen, politi-
kayla ilgilenmeyen edebiyatçı tipine
örnek gösterilen bu grubun, boğaz-
larına dek emperyalizmin politikala-
rının birer aleti oldukları ortaya çı-
kıyordu.
Yalçın Küçük'ün o dönemde yaz-
dığı ünlü kitabı “Küfür Romanla-
rı”nda saptadığı gibi: “Türk solculu-
ğunu günah keçisi saymak, dinciliği
yasallaştırmak, bellek silmek” çaba-
sını taşımışlar ve edebiyatımızın ger-
çek damarına karabasan gibi çök-
müşlerdi. Edebiyatın artık siyasetin
emrinden kurtulduğu, edebiyatın öz-
gürleştiği -12 Eylül darbesiyle oluyor
bütün bunlar elbet!- propagandasının
nasıl büyük bir kandırmaca olduğu
2012 yılında -geç de olsa!- açığa çık-
ması edebiyatımız açısından en olum-
lu gelişmeydi.
2012 yılı içinde Mustafa Yıldı-
rım'ın “Ortağın Çocukları” kitabında,
İngilizce belgelerden, hangi Türk ya-
zarlarının Amerikan bursuyla, ge-
neraller gibi ABD'de eğitildiklerinin
belgeleriyle sergilenmesi, edebiyatı-
mız açısından gerçekleri görmede, ki-
min kim olduğunu anlamada devrim
gibi bir gelişme oldu.
2012 yılındaki gelişmeler, Türk
edebiyatını, “ahlaki yetileri zayıf, tüc-
car politikacı” edebiyat anlayışlarının
toplumsal meşruiyetinin zayıfladığı,
yazar ve şairlerinin bu zengin dili,
Türkçeyi yaratan halkın yanında ye-
niden yerini almasını sağlayan geliş-
meler olduğunu söylemek fazla iyim-
serlik sayılmaz. Artık edebiyat alanı-
nın asla masum olmadığını biliyoruz.
Bir zamanlar(!) düşünce özgür-
lüğü için mücadele, halka sömürüyü,
“gerçek”leri anlatma mücadelesiydii.
Yukarıda söz ettiğimiz elemanlarca
araya sokulan “düşünce özgürlüğü sı-
nırsız bir haktır” iddiası ve mücade-
lesi ise, özgürlükçülük postuna bü-
rünmüş emperyalist yalanları savun-
manın elbette en alçak biçimiydi. Bu
anlayış, tuttuklarını becerir anlayışıyla
aldatabildikleri kadar sürüyor; ama
bunu biliyoruz; bu önemlidir.
2012 yılında özellikle edebiyat
dergileri arı gibi çalıştılar, dünyanın
en zor işlerinden biri olan edebiyat
dergiciliği, büyük yayınevlerinin bü-
rokratik yapısının dışında, Türkiye'ye
özgü olduğunu düşündüğüm tekil
kahramanlar tarafından çıkarılan
dergilerin, hareketli sayılar yaşadığı-
nı ve çok yeni öykü ve şiirler yayınla-
dığını gördük.
Ulusal kültür yerine yerelcilik,
kimlikçilik, etnisite, kaybolmuş kül-
türler, kitapların ve dergilerin bir
numaralı konusuydu. Bundan uzak-
laşma eğilimi sergilendiğini,Türkçe ve
Türk halkı üzerine (de!) düşünüldü-
ğünü gördük. Şair Abdülkadir Bu-
dak'ın çıkardığı Sincan İstasyonu,
Veysel Çolak'ın yıllardır çıkan dergi-
si Dize, Kapadokya'da Fuat Çift-
çi'nin Şiiri Özlüyorum dergisi, Turgay
Fişekçi'nin Sözcükler dergisi, Ah-
met Özer/Ali Mustafa'nın bitmez
emeği Kıyı, Özgür Edebiyat, Roman
Kahramanları, Özcan Karabulut'un
Dünyanın Öyküsü, Ankara'da sessiz
sedasız çıkan Kalem gibi onlarca
dergide önemli şiirler ve yazılar ya-
yınlandı. Türkçenin, edebiyatımızın
asıl damarı buralarda büyük bir emek
ve kahramanlıkla sergilendi.
Edebiyatımızın, yayınevi, eleştiri
kurumu, yayın yönetmenlerinin (şim-
dilerde "editör!" oldu) seçimi, nite-
likleri, dergilerimizin durumu, en
önemlisi edebiyat ortamımızdaki dü-
şünsel ortam, tartışmalar -ya da hiç
tartışma niye yok- yayıncılığın teknik
sorunları, “kağıt fabrikaları niçin ka-
patıldı?” gibi açık açık tartışılması ge-
reken yaşamsal sorunları var. Bun-
ların 2013 yılında tartışılacağını umu-
yorum.
Bugün, Anadolu'nun en ücra yer-
lerinde ve büyük kentlerimizde yüz-
lerce edebiyat yapıtı yazılıyor. Yazar
ve şairlerimiz önemli yapıtlar yaratı-
yor, yayınlıyor; bu kuşatmayı Türçe-
yi en iyi biçimde kullanarak iyi öyküler
iyi şiirler yazarak -raf memurlarının
gözüne giremeseler de- yarmaya ça-
lışıyorlar. Artık "büyük" yayınevleri
önemli değil; yeni kurulmuş bir ya-
yınevi de var olabiliyor.
Hüseyin Haydar'ın bağıran şiiri,
Ataol Behramoğlu gibi şairlerin ör-
gütlü enerjisi en son binlerce sanat-
çının "Reddediyoruz" başlığı altında
Aralık ayı sonunda İstanbul'da bir ara-
ya gelip buluşması çok önemli hare-
ketlerdi.
Bütün dünyada aynı sorunlar ya-
şanıyor demiştik. Kabul etmek gere-
kir ki; artık iki edebiyat olacak dün-
yada. Biri, bu yüzeysel, derin olmayan
günlük dille yazılmış palavra edebiyat,
ikincisi Orhun Yazıtları'ndaki ikinci
yeni dilinden, Dede Korkut'tan, Ka-
racoğlan'dan, Balzac'tan, Dostoyev-
si'den, Gorki'den, Fakir Baykurt'tan
beslenen bizim bildiğimiz, değer ver-
diğimiz gerçek edebiyat.
Bütün bunların bilincine varma-
nın yaygın görüş haline gelmesi çok
önemli bir gelişme olarak 2012'ye
damgasını vurdu. Artık biliyoruz ki
karşımızdakiler kağıttan birer kap-
landır ve her zaman "gerçek edebiyat"
kazanacak. Neoliberal kuşatma önce
kültürel ortamı, entelejansiyayı ele ge-
çirerek işe başladı. Yine edebiyatla yı-
kılacak.
Bu anlamda 2013 yılına umutla
bakıyoruz.
2012 Yılında açık/gizli süren mücadele2012 y�l�ndaki geli�meler, Türk edebiyat�n�, “ahlaki yetileri zay�f, tüccar politikac�” edebiyat anlay��lar�n�ntoplumsal me�ruiyetinin zay�flad���, yazar ve �airlerinin bu zengin dili, Türkçeyi yaratan halk�n yan�nda
yeniden yerini almas�n� sa�layan geli�meler oldu�unu söylemek fazla iyimserlik say�lmaz
AHMET YILDIZ (YAZAR/ELEŞTİRMEN)www.gercekedebiyat.com Yayın Yönetmeni
Dünyanın enzor işlerinden
biri olanedebiyat
dergiciliği,büyük
yayınevlerininbürokratik
yapısınındışında,
Türkiye’yeözgü
olduğunudüşündüğüm
tekilkahramanlar
tarafındançıkarılan
dergillerin,hareketli
sayılaryaşadığını veçok yeni öykü
ve şiirleryayınladığını
gördük
28 ARALIK 2012 CUMA 15Aydınlık KİTAP
Aydınlık Kitap Eki’nin 14 Aralık
günlü 42. sayısında, “Ahmet Hamdi
Tanpınar’ın kimi yazılarının gizlen-
mesinde”, Turan Alptekin’in de so-
rumluluğu bulunduğunu ima etti-
ğim gerekçesiyle, Tanpınar hakkında
önemli bir başvuru kitabı hazırlamış
bulunan bu yazarın mektubunu ya-
yımlama isteğini haklı görüyor ve bu
uzun mektuptan (sayfamızın elverdiği
ölçüde) önemli, belirleyici kesitleri
buraya alıyorum. Öte yandan, Tan-
pınar’ın düşünce ve kişiliğini bütün-
leyen öğeleri ve noktaları Sayın Alp-
tekin’in gözden kaçırdığı kanısında-
yım. Bunları önümüzdeki yazıda gös-
termek istiyorum...
Cumhuriyet Bilim Tek-
nik’in 2. sayfasında, yıllardır şi-
arcasına yinelenen şu paragraf
hep göz önünde olursa, sanı-
rım yanılgıya düşmeyiz: “Ben,
manevi miras olarak hiçbir
ayet, hiçbir dogma, hiçbir ka-
lıplaşmış kural bırakmıyo-
rum. Benim manevi mira-
sım bilim ve akıldır... Zaman
süratle ilerliyor; milletlerin,
toplumların, kişilerin mut-
luluk ve mutsuzluk anlayış-
ları bile değişiyor. Böyle bir
dünyada, asla değişmeye-
cek hükümleri getirdiğini
iddia etmek, aklın ve bilimin
gelişimini inkâr etmek olur... Benim
Türk milleti için yapmak istedikle-
rim ve başarmaya çalıştıklarım or-
tadadır. Benden sonra beni benim-
semek isteyenler, bu temel eksen
üzerinde akıl ve bilimin rehberliği-
ni kabul ederlerse, manevi mirasçı-
larım olurlar. / Mustafa Kemal”
Tanpınar’ın kimliğini tanımla-
mada “Atatürk” ve “kişilik” kavra-
mını yan yana getirirken ben bu pa-
ragraftan yola çıkmıştım. Şimdi
mektubu okuyalım:
TANPINAR ATATÜRKÇÜMÜYDÜ?TURAN ALPTEK�N
Mersin, 17 Aralık 2012Kardeşim Seyyit Nezir Bey,
Aydınlık Kitap Eki’nde yayım-
lanan yazınızda, “... Tanpınar’ın
Atatürkçü kişiliğinin atlanması ya da
gizlenmesi konusundaki genel ısrar
çözümlenmeye değer. Durumu bil-
mekle birlikte sözgelimi Alptekin,
‘Ahmet Hamdi Tanpınar: Bir Kül-
tür Bir İnsan’ kitabının hiç olmaz-
sa son basımında bu bilgilere yer ver-
memekle, toplumsal sorumluluk-
tan geçtik, hocasına karşı doğru mu
yapmıştır?” cümleleriyle bana kita-
bımı savunma fırsatı verdiğiniz için
size yürekten teşekkür ediyorum.
Bir konuyu karartmak, olgunun
bir yanını atlamak ya da gizlemek,
yönetim ve yargı gibi, yazar ve bilim
adamı için de öncelikle bir “ahlâk”
sorunudur. Ve “ussal”laşmamış top-
luluklarda masumca yaygın bir ol-
guya dönen bu durumun, “ethik” ol-
duğu ölçüde “lojik” sonuçlarının da
bulunduğunu, “gerçek olmayan”
üzerine kurulu bir “düşünce sistemi”
öyküsüyle eğitilmiş insanların gör-
meleri de bence beklenemez.
[...] Tanpınar’ın “Atatürkçü ki-
şiliğinin atlanması ya da gizlenme-
si” söyleminde “Atatürkçü kişilik”
kavramının gerçeğe dayanmadığını,
“Atatürkçü düşünce sistemi” gibi,
“Atatürkçü kişilik” söyleminin de
“reel” bir karşılığı olmadığını dü-
şünüyorum. İnsan ancak kendisi
olduğu zaman bir “kişi”dir. Ve
“kişi”, dayandığı kültürlerin, aldığı
etkilerin zenginliği ile değerlenir.
“Gen”ler, daraldıklarında “cüce”ler
yaratırlar.
[...] Yaşadığımız ülkeyi, Cum-
huriyet’i, kurucusunu ve onun ar-
kadaşlarını sevmemek, bu sebeple
bizim aklımızdan bile geçmemiştir.
O günlerin değerini anlamak için
Arthur Koestler’in “Toprağın Tor-
tusu” adı ile Türkçeye çevrilmiş
olan romanında anlattığı, Alman
çizmesi altında Fransa betimleme-
sine bir göz atmak yetecektir. Bizler,
bize bir barış yaşamı sağlayanlara,
yürekten bağlılık duyarak büyüdük.
Yoklukların eşitlediği, haksızlıkların
kitleselleşmediği, küçük burjuva dar
görüşlülüğünün geniş halk bilgeliğini,
imparatorluk kalıtı halk sağduyu-
sunu yok edemediği bir çevre için-
de “Atatürkçü kişilik”, “Atatürkçü
düşünce sistemi” gibi dogmalarla,
“Ortaçağ dünya görüşü” ile biçim-
lenmiş dinsel “nass”larla, tümden ge-
limci mantığı tek düşünce biçimi ola-
rak almış beyinlerle ufkumuz ka-
panmadan, sanatın ve bilimin ay-
dınlığıyla yıkandık. Ancak lise sı-
nıflarında uzaktan adlarını duyaca-
ğımız Nâzım Hikmet’ten, Kemal
Tahir’den, Ruhi Su’dan, Sabahattin
Ali’den, Doğu ve Güneydoğu halk-
larından, geçit vermeyen Zap su-
yundan, 1915 olaylarından ve gökleri
uluslara bayrak olmuş uzak As-
ya’dan habersiz bir ulusallık içine ka-
panmış olsak da...
B�L�M VE SANATDO�RUYU ER GEÇGÖSTER�R
[...] Tanpınar, Erzurum Lisesi’ni
ziyaretinde devletin kurucusunun
elini öptüğünü, kendisiyle konuştu-
ğunu anlatıyor. Atatürk’ü sevmeyen
bir yazar olsaydı bu karşılaşmayı
anmadan geçerdi. Atatürk’ün Ça-
nakkale savunmasının sonuçlarını
anlattığı bir derste, bize bunu söy-
lüyor. Fakat Tanpınar hiçbir zaman
“Atatürkçü bir kişilik” olmadı. Evin-
de birkaç kez karşılaştığım İlhan Şev-
ket, Atatürk’ün elini öpmeyenler-
dendi. Bilim de, yazarlık da, özgür,
eleştirici, “fikri hür, irfânı hür, vicdânı
hür” kişiler istemektedir.
Tanpınar’ın, “Atatürkçü düşün-
ce sistemi” söyleminin yanına ko-
nabilecek tek bir cümlesi yoktur.
Ancak Namık Kemal’i ve Tevfik
Fikret’i örnek birer kahraman ola-
rak görmesi, onu Mustafa Kemal’le
birleştirir. 27 Mayıs’tan sonraki ya-
zılarından birinde yönetime el koyan
askerlere, Atatürk’ün “meziyet”le-
rini örnek almalarını söylüyordu.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Cum-
huriyet Halk Partili idi. Gizlenmek
değil, yok sayılmak istenen de, Tan-
pınar’ın bu yönü idi. Bir gün, fakül-
te dışından bir uyarıcı, “Tanpınar’ın
bir kusuru var, Halk Partili olması!”
diyerek beni uyarmaya çalışmıştı. [...]
Tanpınar, Türkiye Cumhuriye-
ti’ni seviyordu. Cumhuriyet’i ve dev-
rimleri Tanzimat sürecinin kaçınıl-
maz bir sonucu olarak görüyordu.
Bu Cumhuriyet’in Osmanlı Devle-
ti’nin bir sonucu olduğunu, Malaz-
girt’ten sonra Anadolu’da doğan, bi-
çimlenen, Osmanlı ile yüksek bir uy-
garlık düzeyine ulaşan, temeli İs-
lâm’la yoğrulmuş, bir “ulus” kavra-
mını savunuyordu. Bu görüşler onu
Yahya Kemal’le birleştiriyordu. Fa-
kat estetiği Yahya Kemal’den çok
Ahmet Haşim’e yakındı. Baudelai-
re ve “Sembolistler” her üç şairin de
ortak çizgileriydi. Köylünün “işçi” ol-
ması düşüncesi de onu André Mal-
raux ile birleştiriyordu. Özgürlükçü
idi. Bir gün bana, “Kitaplığında
Marx’ın Kapital’ini bulamadığınız
bir üniversitede felsefe yapılabilir
mi?” demişti. Hocası Yahya Kemal
gibi, Jaurès’yi seviyor ve bize de
sevdiriyordu. Fikret’i Hegel’le bir-
likte tanıyor, Ali Kemal’i, gelen dev-
rimden habersiz, öncüleriyle birlikte,
onları tanımadan Bibliothèque Na-
tionale’de aynı salonda, kitap okur
buluyorduk.
CHP’N�N FA��ST �LANETT��� B�R ADAMIM
Bana gelince, aşağı yukarı bu gö-
rüşlerin izinde, o dönemde her iki
yana kol kucak açarak yaptığım ho-
calığımla yönetimdeki CHP’li kad-
rolarının “faşist” ilan ettiği (Cum-
huriyet, 13 Mayıs 1978) bir adamım.
Tanpınar’ın 27 Mayıs’tan sonra-
ki yazıları üzerine üç yazı yazdım:
“Ahmet Hamdi Tanpınar”, Evren-
sel Kültür, Şubat 2009; “Bir İç
Dinginliği”, Evrensel Kültür, Hazi-
ran 2011; “Suçüstü”, Evrensel Kül-
tür, Haziran 2012. Kitabımda da
(Ahmet Hamdi Tanpınar: Bir Kül-
tür, Bir İnsan, İletişim Y., İstanbul
2001, s. 60-61, 64) atlanan öbür ya-
zılarla birlikte, bu yazıların ya-
yımlanması gerektiğine değindim.
Kitaplık’taki söyleşimde de konu
üzerinde durduğumuzu anımsıyo-
rum. Benim görüşüm, Tanpınar’ın
ölümünden sonraki yayınlarda ese-
ri üzerine serilen örtü, günlükleri
çevresinde kişiliğini hedef alan söy-
lemler, şairin ölümünden önceki bir
yıl içinde yaşadıklarının günümüze
uzanan gölgeleri olduğudur.
Ben, yayımcı hakları dolayısı ile
ve ailesinden de bir istek gelmedi-
ğinden Tanpınar’ın herhangi bir ya-
zısını kitabıma almamam gerektiği
düşüncesi ile, yazarın eseri dışında
kalmış ve benimle birlikte yitip gi-
decek düşüncelerine dayalı bir Tan-
pınar monografisi ortaya koymaya
çalıştım. Kitabımı bu düşünceye
göre tasarladım. Necip Fazıl Kısa-
kürek’in ve Tanpınar’ın ortak öğ-
rencileri [olan] bir arkadaşım gaze-
tesinde yayımlamasa idi, bugün böy-
le bir kitap da olmayacaktı: Tanpı-
nar’ın bir kitabının hazırlıkları do-
layısıyla bürosuna birçok kez gitti-
ğim, bir zamanlar pek güler yüzlü bir
yayımcımızın, Tanpınar’ın ölümün-
den sonra, bilmediğim bir sebeple
kapıyı yüzüme kapattığını bir çevre
karakteri olarak anmak isterim. Bu
sebeple, kimsenin bana: “Neden
bunları yapmadın?” deme hakkı ol-
duğunu sanmıyorum. Saygılarımla ve
değerli eleştirileriniz için tekrar te-
şekkürlerimle.
“Cumhuriyet Halk Partili idi. Gizlenmek de�il, yok say�lmak istenen de, Tanp�nar’�n bu yönü idi.”
“Tanpınar, 27 Mayısçılara,Atatürk’ü örnek almalarını söyler”
SEYY�T NEZ�R
ARAKABLO
28 ARALIK 2012 CUMA16 Aydınlık KİTAP
“Kürsünün üstünde bir resim:Gözleri denizlerden maviBakışları güneşlerden sıcak,Dört mevsim.Kürsünün üstünde :Atatürk’ün arkasında al bayrak,Kollarını kavuşturmuş göğsünde.Bu resimle başlar bizim günümüz,Karşımızda Atatürk’ü gördükçeKıvançla dolar, taşar gönlümüz.Öğretmenimizin kürsüdeVerdiği dersiDinler bizimle birlikteAtatürk’ün resmi.”
İncecik kollarımızla taşıdığımız
odunlarla ısıtılan, birkaç sınıfın bir
arada bulunduğu ilkokullarımızda,
o ilkokul yıllarımızda “Resim” şiiriyle
yaşamımıza girmiş, daha sonra baş-
ka şiirleri ve bambaşka duyarlıkla-
rıyla bizimle yol arkadaşlığını sür-
dürmüş ender şairlerimizdendir
Behçet Necatigil.
Yaşı artık elliye dayanmış olan-
ların çocukluk anılarında sımsıcak bir
yer edinmiş olması, onun şiir dün-
yasına girebilmemiz, şairlik kimliği-
ni anlamamız için de kuşkusuz anah-
tar değerinde bir olgudur.
“���R� YÜKSEKL�KKORKUSU YA�AR.”
İlhan Berk’e aittir bu söz. Aslında
bir dizedir, İlhan Berk’in Behçet Ne-
catigil için yazdığı “Behçet Necati-
gil” şiirinde geçen. Ve her dize gibi
tabii ki yorum alanı içindedir.
Şöyle mi anlamalıyız? Behçet
Necatigil’in şiiri büyük davaların, sar-
sıcı tarihsel olayların, dramatik top-
lumsal serüvenlerin, alt üst olmuş ha-
yatların şiiri değildir.
Kuşkusuz başka türlü anlama ve
anlamlandırmalar da mümkündür.
Gerçekte Necatigil şiiri öğret-
menlik yaşamına paralel bir sakin-
lik halinde ve denge içinde akar, ne-
reye giderse gitsin aynı sakinlik için-
de ve sükûnetle ilerler.
“Şimdi siz söyleyinNe zaman ve nasılKolay mı görmekÖnce bazı şeyleri”(Karışık Tarife)Necatigil önemsenmeyenleri, sı-
radanlık içinde atlananları hatta
üzerine basılıp geçilenleri, yani gö-
rülmesi kolay olmayanları gören bir
şairdir. Ve bu manada onun şiiri ke-
nar duyguların, tenhalıklardaki dü-
şüncelerin, tekrar tekrar yaşandığı
halde kimsenin farkına varmadığı ya
da üzerinde durmadığı, es geçtiği
güncel hallerin, hislenişlerin şiiridir.
Behçet Necatigil okurunu sık
sık uyarır. Bu uyarı aslında yaşama,
yaşamı özenli yaşamaya dönük bir
davettir.
“Serviler evet evetSallanır sevince sayEksilir sayılarAltı, beş, dört, … üçe say!” (Çömlek)Gerçekte sıradan dünyalılar ola-
rak yaşamımız sınırlıdır ve bu dün-
yanın gerçek sıradan insanları
olarak bu sınırın farkında
olmamız gerekir. Az
olanı ayrıca kendi
kusurlar ımız la
azaltmak, bir ba-
kıma yaşamımı-
zı eksiltmektir.
Aynı şekilde du-
yarsızlıklarımız,
özensizliklerimiz
de bir başka hayat-
ta yankısını bulmakta
ve o başka hayatları bi-
zim hiç aklımıza gelmeyen
biçimlerde incitmekte, örselemek-
tedir. Bakın şu içtenliğe. Bu içtenlik
aynı zamanda yüzümüze tutulmuş
bir aynadır en hasından:
“Bendim geçen önünüzdenNe sandal ne denizBir çiçek güneşsizAlmak istemediniz.Sakınarak avucumun içindeBir ateş böceğiGöresinizGörmek istemediniz.Neler olduğu dışarıdanGörülmeyen dükkânlarSilin biraz şu camlarıSilmediniz!”Necatigil’in şiiri yeni ekonominin,
yani kapitalist ilişkiler alanına dâhil
edilmiş yerel ekonominin kentin sos-
yal hayatı ve insan ilişkileri üzerinde
yarattığı çözülmenin bir ağıtıdır.
Şairimizin ağıtı kaybolan insan-
lık ve insanlık değerleri üzerinedir.
Tabii ki bu ağıtın edası fısıltıdır.
Bu süreçte yeniye uyum sağlayan-
larla sağlayamayanlar arasındaki
çelişkiler de fısıltı halinde söylenen
ağıtın bir parçası olmuştur.
Behçet Necatigil dersini çalışmış
bir öğrenci olarak sunum yaparken
gösterişten uzak, çığırtkanlığa prim
vermeyen, halk avcılığına yönelme-
yen bir anlatımı tercih etmiştir. Bu
tercih gerçekte şair olmakla “şairim
demek” arasındaki bir tercihtir ve
günümüzde şiir jürilerinin birinci öl-
çütünün bu olması gerekir.
Kolay değildir ayrıntıların izini
sürmek. Toplumun bütün bireyleri
adına sanatçılar omuzluyor bu işi. Ta-
bii ki her sanatçının hassasiyet dere-
cesi, hassasiyet alanı farklı farklı. Bu
çok normal ve doğal da bir durum.
Şiir ve Behçet Necatigil söz ko-
nusu olduğuna göre şairimizin bi-
zim adımıza böylesi bir
yükümlülüğe talip ol-
duğunu söylememiz
gerekiyor. O mut-
fakların sıcaklı-
ğını, sokaklara
ait saygıyı, insan
ilişkilerindeki in-
celiğin değerini,
hoyratlığın yine
insan ruhunda aç-
tığı gizli yaraları, içki
masalarındaki sohbet-
lerin mecalini, iç âlemini, ko-
puşların incinişini ve daha neleri ne-
leri bizim adımıza takip etmiş ve bu-
nunla yetinmeyerek ayrıca estetik bir
formda kayda geçirmiştir.
Görevini layıkıyla yerine getir-
diğini biliyoruz.
Behçet Necatigil’in şiirinde sev-
gi, sevmenin erdemi, kırılganlık,
uzaklaşma, aile içi duygu atmosferi,
sokağın ahlakı, sokak kültürü, eş-
yalarla kurulan duygusal bağlar, pa-
ranın parasızların ruhundaki etkileri
ve benzer biçimde sayabileceğim
birçok temadan, tematik açılımdan
söz edebilirim. Ama onun şiirinde
bütün bu söz edilişlerin altında bir
dip sızısı, bir derinlik tasası ve gide-
rek billurlaşan bir kaygı olarak ölüm
duygusu sürekli varlığını hissettirir.
O yaşanmış ama değeri bilin-
memiş günlere, sevinçlere, kırılışla-
ra, farkına varılmadan işlenmiş ka-
bahatlere hatta umut etmelere ve
umut kesmelere sürekli olarak işa-
ret parmağını yöneltirken aslında
“hayatın bir gün son bulacağı” ger-
çeğine dikkatimizi çekmek iste-
mektedir. Demektedir ki sonunda
yaşadıklarımız kalacaktır geriye.
Hayatın sonlu olduğuna sürekli
vurgu yapması, bir bakıma yaşamın
doğru yaşanmasına bir vurgudur.
Yaşamın geçiciliğinden söz eden
bir şairin tabii ki zaman kavramını
görmezden gelmesini bekleyemeyiz.
Hayatın faniliği sonuçta zamanla
ilgili bir gerçekliktir. Zaman geçiyor
ve insan ömrünün mümkün sınırla-
rına ulaşıyor. Sonrası ise ölümdür.
Orta sınıf insanın gündelik ha-
yatındaki ayrıntıları zaman ve ölüm
kavramlarıyla bağlantılı ve bütünlük
içinde kavrayan Behçet Necatigil bu
düzlem üzerinden aslında genel in-
sanlık değerlerini de gözler önüne
sermektedir.
16 Nisan 1916’da İstanbul’da baş-
layıp 19 Aralık 1979’da yine İstan-
bul’da son bulan altmış üç yıllık ya-
şamının kırk dört yılını şiire adamış bir
şiir işçisi olmanın yanında Behçet
Necatigil, deneme ve sözlük alanın-
daki çalışmalarıyla da seçkinliğini
ortaya koymuş bir edebiyatçıdır.
Hikmet Burcunun Şairi:Behçet Necatigil
Necatigil’in �iiri yeni ekonominin, yani kapitalist ili�kiler alan�na dâhil edilmi� yerel ekonomininkentin sosyal hayat� ve insan ili�kileri üzerinde yaratt��� çözülmenin bir a��t�d�r
CAFER YILDIRIM [email protected]
Onun şiirikenar
duyguların,tenhalıklardaki
düşüncelerin,tekrar tekrar
yaşandığı haldekimsenin
farkınavarmadığı ya
da üzerindedurmadığı, esgeçtiği güncel
hallerin,hislenişlerin
şiiridir
Behçet Necatigil
Necatigilönemsenmeyenleri,
s�radanl�k içindeatlananlar� hatta üzerinebas�l�p geçilenleri, yani
görülmesi kolayolmayanlar� gören
bir �airdir
28 ARALIK 2012 CUMA 17Aydınlık KİTAP
“Ayvalık’tan başladık, kapata kapata
buraya kadar geldik” diyor Mengeneci
Cemil Usta… İki genç işçinin doldurup dol-
durup üst üste dizdikleri hamur dolu tor-
balar konuldukları teknede yükseldikçe
ağırlaşıyor, ağırlaştıkça da gözeneklerden
önce damla damla süzülen, sonra giderek
minik bir şelale halinde akmaya başlayan
ürünün ilk yağı birikiyor. Zeytin çiftçisi bu
ilk yağa hiç su verilmeden kendi ağırlığıy-
la sızdığı için çiğ yağ diyor. Daha sonra zey-
tin hamuru dolu bu çuvalların hidrolik pres-
te sıkılmasıyla elde edilecek ikinci kısım
yağ, bu amaçla yapılmış bir havuza yolla-
nıyor. Son işlem, çuvalların içine sıcak su
verilerek yeniden sıkılması. Bu şekilde
elde edilen yağdan kalan pirina, katı yakıt
olarak kullanılan bir posa.
MENGENEDEN KONT�NÜYE70 yaşlarındaki Cemil Usta işte bu
presleme işinin erbabı. Her yıl bu zaman-
lar Balıkesir-İvrindi’den bir ekiple gelip yüz-
lerce ton zeytin sıkıyor. 40-50 yıl öncesine
kadar zeytin taş değirmenlerde halhamur
edilip, büyük mengenelerde sıkılırmış. Şim-
dilerde ne taş değirmen var ne de menge-
ne. Zamanla taş değirmenin yerini metal kı-
rıcılar, yıkılan mengenelerin yerini de bü-
yük hidrolik presler almış. Ama artık onlar
da yok denecek kadar azalmış durumda.
Sulu baskının yerini her yerde “konti-
nü”denilen, zeytinin dane olarak girip el
değmeden yağ, kara su ve pirina olarak çık-
tığı bir sistem almakta. Ayvalık’tan Ça-
nakkale’ye bu çeşit sadece iki fabrika var.
Yine de zeytinci, alışkanlıkla mengene de-
meyi sürdürüyor zeytinyağı fabrikalarına.
B�R 19. YÜZYIL ROMANINDA...Makinaların uğultusu ile yağlı, sarı ve
kısık bir aydınlık karşılıyor ilkin. Birbirine
karışmış keskin bir zeytin, zeytinyağı, kara
su kokusu ve buğu; Bir 19. yüzyıl roma-
nında, hikâyenin başındasınız sanki. Kim
kimdir, ne nedir, belli değil; önünüz ka-
ranlık, yer kaygan. Ne var ki, ilk sayfalar-
daki tedirgin el yordamıyla ilerleyiş yerini
daha emin adımlara bırakacak; az sonra da
insanın gözü karanlığa nasıl alışırsa, bur-
nu ve kulağı da bu koku, buğu ve uğultu ka-
rışımına öyle alışacak. Zaman geçip de zin-
cirin her bir halkasını; presten çıkan yağ-
la karışık suyun havuzlara doluşunu, burada
dinlenip üste çıkan yağın tabakçı ustası ta-
rafından tabakla toplanarak ayrıştırıcıya ko-
nuluşunu ve ayrıştırıcının bir yanından
karasuyun bir yanından yemyeşil zeytin-
yağının akışını görüp kavradıkça o ilk algı
kayboluyor…
Kayboluyor belki ama, anısı capcanlı:
İşte, çamur içindeki fabrikanın bahçesi zey-
tin çuvalları yüklü atlar ve arabalarla dolu.
Bir köşede yanan ateşin başında biriken ır-
gatlar aralarında bir şeyler konuşup gülü-
şüyorlar. Bir başka köşede zeytin çuvalla-
rının arasında birbirlerine sokulmuş uyu-
yanların üzerinden geçen yosun kokulu ha-
fif rüzgâr, yamaçlardaki zeytin ağaçlarının
arasında kaybolurken fabrikanın bahçesi-
ne akşam iniyor.
Mengenenin yüz yıl öncesine götüren
havasından belki, belki makinaların es-
kiliğinden (artık çalıştırıl-
mayan bir seperatör yenisi-
nin yanında mahzun bir hal-
de) zihnim, Tanzimat dö-
nemi edebiyatına çalışırken
okuduğum romanlarla fab-
rikada gördüklerim arasında
anlaşılmaz bağlar kuruyor.
Cebimde “Araba Sevdası”yla
bahçeye çıktığımda kapıda
bir traktör yerine gayet süslü
ve yeni bir lando görürsem şa-
şırmayacağımı sanmam da
herhalde bu yüzden.
�LK ROMANINYÜKLEND��� ÖZVER�
Şemseddin Sami’nin “Taaşşuk-ı Talât
ve Fitnat” adlı romanı yayımlandığından bu
yana aşağı yukarı 140 yıl geçmiş. 140 yılda
tütünü, buğdayı, pamuğu, demiri ve kö-
mürü anlatmış da romancılarımız; zeytin ve
mengene işçisine uzaktan bakmış her ne-
dense…
“Taaşşuk-ı Talât ve Fitnat” ilk Türk ro-
manıdır ve elbet ilk olmanın bu ve başka
tüm kusurlarını taşıma özverisini de yük-
lenmiştir sessizce. İlk roman örneklerinin
hemen hepsi bu özverinin bir kısmını or-
taklaşa üstlenmişlerdir.
Kapı Yayınları bir süredir, Tanzimat dö-
nemi edebiyatımızın roman alanındaki bu
ilk örnekleri yayımlıyor. Şemseddin Sa-
mi’nin “Taaşşuk-ı Talât ve Fitnat”ı bun-
lardan biriydi. Namık Kemal’in “İntibah”,
Nabizade Nâzım’ın “Zehra”, Recaizade
Mahmud Ekrem’in “Araba Sevdası” adlı
romanları yayınevinin yayımladığı diğer ilk
örnek romanlar. Bu romanlar ve daha
başkaları -Ahmet Mithat Efendi’nin “Fe-
lâtun Bey ile Râkım Efendi”, Samipaşazade
Sezai’nin “Sergüzeşt”, Mizancı Mehmet
Murat’ın “Turfanda mı Turfa mı” adlı ro-
manları- birçok eksiklikleri, kurgu yanlış-
ları ve basitliklerine rağmen klasik ro-
manlarımızın en başında gelirler.
�LK GERÇEKÇ� ROMAN1889’da yazılmış olmasına karşın, ancak
1896’da Servet-i Fünun’da tefrika edil-
dikten sonra kitap olarak yayımlanabilen
“Araba Sevdası”nı bu romanlardan ayıran
en önemli özellik, Bihruz Bey’in başına ge-
len traji-komik olayların gerçekçi bir an-
layışla yazılmış olmasıdır. Roman, o yıl-
lardaki romantizm-realizm
tartışmasının üzerine gel-
miş, tartışmanın realizm
tarafında yer almıştır. Re-
caizade Mahmud Ekrem,
roman kitap olarak ilk
defa yayımlandığında “Er-
bab-ı Mütalâya” başlığı
altında yazdığı önsözde
de vurgular bunu:
“İnsanlığa ilişkin ola-
rak akıp gitmekte olan
ibret verici olay ve du-
rumlara şiir ve hikmetle
karışık bir gözle bakılırsa
hepsi az çok hazin görü-
nür. Bunlardan birtakımının üzüntülü
gözyaşlarıyla, bir kısmının da garipseyen gü-
lümseyişlerle karşılanmasındaki fark, olup
bitenlerin kendisindeki trajikliğe değil algı-
lanışına ilişkindir. Gerçeklik ve olabilirlik çer-
çevesinde kurgulanıp betimlenme koşuluna
bağlı olan büyük, küçük hikâyeler ise in-
sanlığa ilişkin olay ve durumların birer ibret
verici aynasıdır.” (Araba Sevdası, Recaiza-
de Mahmud Ekrem, Kapı Yayınları, İstan-
bul, Eylül 2012, sf. 2).
ALAFRANGALIK HASTALI�IAraba Sevdası’nın bir diğer özelliği
ise, romanın cahil, müsrif, gösteriş meraklısı
ve hayalci bir genç olan Bihruz Bey’in şah-
sında alafranga meraklısı köksüz tiplerle
alay etmesidir. Ahmet Mithat Efendi’nin
“Felâtun Bey ile Râkım Efendi”si de Batı
hayranı böyle bir tipi anlatmaktadır; ancak,
Recaizade, alaycı bir dille anlattığı bir
mirasyediden başka bir şey olmayan bu
alafranga tipe gerçekçi bir görünüm ve ka-
rakter vermiştir.
Yazar, alafranga meraklılığını romanın
ilerleyen bölümlerinde Bihruz Bey’in iş ar-
kadaşı Keşfi Bey’i anlatırken genelleştire-
rek toplumsal bir hastalık olarak niteler:
“Araba Sevdası”nın konu ettiği olay-
ların geçtiği zamandan “yirmi beş, otuz
sene önceleri Avrupa görmüş bazı genç-
lerden, önce incelikten hoşlanan kibar
çocuklarına ve sonraları durumu ve gelir
düzeyleri ikinci derecede bulunan me-
mur çocuklarına bulaşan alafrangalık has-
talığı”dır bu. “Frenk tarzında süslü gezmek,
Fransızca okumak, ‘bonjur! bonsuvar! vu-
zalle biyen?’ demek için Beyoğlu’nda
adam aramak, Türkçe söylerken araya
Fransızca sözler katmak, koltuğunun al-
tında roman taşımak, israf ve sefahate, borç
etmeye özenmek ve Türkçeyi edebiyatsız,
kaba bir dil sayıp bu dilin cahili bilinmek-
le övünmek gibi alafrangalığın o zamanca
ve belki hâlâ bile kural ve gereklerinden sa-
yılan düşünce, davranış ve bilgide, kısaca-
sı ulusal geleneklerden olabildiğince sıy-
rılmak” bu tipin belli başlı marifetlerin-
dendir. (S. 159-160).
ALAFRANGA ZÜPPEL���NTAR�H�NE YOLCULUK
Araba Sevdası’nın başkişisi Bihruz Bey
bu alafranga züppe tipinin en süzülmüşü-
dür. Paşa babasının ölümüyle büyük bir ser-
vete konan az okumuş Bihruz Bey, döne-
min modasına uyarak kendisine bir Fran-
sızca hocası tutar, gösterişli bir araba alır,
bir de süslü bir arma yaptırır. MB; yani
Monsieur Bihruz. Vaktiyle babasının yer-
leştirdiği devlet dairesine arada bir uğra-
yan Bihruz Bey, zamanını daha çok berber
veya terzide geçirir. Birçok kitap alır ancak
hiçbirini okumaz. Şık giyinmek, gösterişli
arabasıyla eğlence yerlerinde dolaşmak en
büyük eğlencesidir. Yeni açılan Çamlıca
Halk Bahçesi’ne gittiği bir gün tüm dünyası
değişecek, hayalci ve romantik Bihruz
Bey, gerçekte ahlakça düşkün bir kadın ol-
duğunu bilmediği Periveş adlı bir kadına
aşık olacak, babadan kalan tüm serveti de
bu arada kar gibi eriyip gidecektir.
Romanın 1889’da yazıldığını hatırlar-
sak, “Araba Sevdası”, bizi “alafranga züp-
pe” tipinin tarihsel geçmişine götüren bir
nitelik de taşıyor bugün. O zamandan bu-
güne birçok değişiklikler geçirerek gelen
alafranga züppe tipi, bugün de var çünkü
ve en çok da aydınlar arasında…
(Konuyu haftaya da sürdüreceğiz).
Araba Sevdası: “AlafrangaZüppe”liğin geçmişine yolculuk
Fabrikan�n yüz y�l öncesine götüren havas�ndan belki, belki makinalar�n eskili�inden zihnim,Tanzimat dönemi edebiyat�na çal���rken okudu�um romanlarla fabrikada gördüklerim aras�ndaanla��lmaz ba�lar kuruyor. Cebimde “Araba Sevdas�”yla bahçeye ç�kt���mda gösteri�li bir lando
görürsem �a��rmayaca��m� sanmam da herhalde bu yüzdenMECİT Ü[email protected]
CAHİL, MÜSRİF, GÖSTERİŞ MERAKLISI, KÖKSÜZ VE HAYALCİ…
GÜLDEN TERAZİ
28 ARALIK 2012 CUMA18 Aydınlık KİTAP YENİ ÇIKANLAR
Esrar Üzerine
Dünü ve yarını unutup bugünde
yaşayacaksınız...
İçsel amacınız uyanmak.
İşte bu kadar basit.
Bu amacı gezegendeki bütün in-
sanlarla paylaşıyorsunuz.
İçsel amacınız, evrenin ve bütünün
önemli bir parçası.
Sizi siz yapan ve insanlığı birleşti-
ren tek güç.
Dışsal amacınız ise zamanla deği-
şebilir.
İnsandan insana farklılık göstere-
bilir.
Dışsal amacınıza ulaşmanın te-
melinde içsel amacınızı bulmak ve
onunla uyum içinde yaşamak yatar.
Gerçek başarının sırrı budur.
Hayatla Bütünle�mek
Bulaşıcı salaklık; zihinsel işlevlerde
bozulmaya yol açan, hastanın ve hasta
grubunun doğal ve kültürel çevre için-
de yaşamını sürdürme ve geliştirme
yeteneğinin azalması ve yitimiyle de so-
nuçlanabilen, kültürel temas yoluyla
bulaşan, memetik kaynaklı ilerleyici bir
zihin hastalığıdır. Çağımızda bu hasta-
lık öncelikle insanlar tarafından biçim-
lendirilmiş ortamların ve yine insanlar
tarafından çizilmiş sınırların içine yer-
leşmiş bulunmaktadır. Her türlü sınır çiz-
me girişiminin doğasında bu hastalık et-
kenin rüşeym halinde bulunduğu tahmin
edilmektedir. Salaklıktan korunmanın
birinci kuralı birinci kural üzerine dü-
şünmektir. Tarihçi Fevzi Demir cici, uslu
ve edepli bir bilim, toplumbilim ve tarih
yazımına ve anlatımına mizah yoluyla iti-
raz etmeye kalkışmış.
Bula��c� Salakl�k
On beş yıl sonra karşılaştılar... İkieski sevgili Keira ve Adrian. İkisi deayrı yollardan aynı hedefe yürüyen ikibiliminsanıydı. Evrenin bilinmeyen-lerini keşfetmek, bilinenleri tersyüzederek çok ötelere ulaşmak... Biri ilkgüne, biri ilk insana... Uzun bir serü-ven başladı; ölüm, her adımda onlarınyolunu gözlüyordu... “Yaptığınız ke-şifleri açıklayacak olursanız, ilk gün,dördüncü dünya ülkelerinde yüz bin-lerce insan ölecek, ilk hafta içinde deüçüncü dünya ülkelerinde milyonlar-ca insan ölecek. Ertesi hafta, dünyanıngöreceği en büyük göç dalgası başla-yacak. Bir milyar aç insan, kendilerin-de olmayana el koymak amacıyla kı-taları aşmak için denizlere açılacak.Herkes gelecek için ayırdığı biriki-miyle günü kurtarmaya çalışacak. Be-şinci hafta, ilk gece başlamış olacak.”
�lk Gece
“Petrol Değil Toprak”, ekoloji, fe-
minizm ve küreselleşme hakkında en
ilham verici metinleri kaleme alan
Hintli yazar ve aktivist Vandana Shi-
va’nın en son eseri. Vandana Shiva,
sürdürülebilir olmayan, indirmegeci
ve mekanik dünya görüşünün bizi sü-
rüklediği noktayı vurgularken, ik-
lim, enerji ve gıdada yaşanan üçlü kri-
ze dikkat çekiyor. “Büyüme ve kal-
kınma ilüzyonuna kapılarak çıktığı-
mız yolculuğun bir geleceği yok. Şu
an çok kritik bir dönemeçteyiz: Yı-
kım, çözülme ve imha süreçlerinin
böylece sürüp gitmesine izin verebi-
lir ya da yaratıcı enerjilerimizle sis-
tematik bir değişim yaratıp, insan türü
olarak, gezegenin bir parçası olarak
geleceğimizi yeniden kazanabiliriz.
Artık uyanma vakti.”
Petrol De�il Toprak
Unutulmaz bir dramın romanı:
“Siyah Sardunyalar”. Nilgün Şimşek
o etkileyici hikâye kitabından sonra,
şimdi de çok emek verildiği her ha-
liyle belli olan bir romanla çıkıyor
karşımıza.
Burada insanın içine dokunan
bir duygu tarihi nefes alıp veriyor.
Sabırla işlenmiş bir dil, çarpıcı bir
kurgu. “Son paralel, son nokta! Ne
fark eder? Sözden dönmenin yükü
her yerde aynı Şafak! Kötü biten bir
kahramanlık oyunu, sıfırı tüketmiş
anneler, babalar, telef olmuş çocuk-
lar, çiçek bahçesinde uyuyan bir gü-
zel, masal kahramanlarının derdine
düştüğü rüyalarda. Rüyaları gerçek
olsa. Gerçek bir zehir.
Ne demişti? ‘Dürüstlük ve sevgi
ne kadar yalnız kelimeler...”
Siyah Sardunyalar
Bu derlemede, hayalle hakikatin
arasında gidip gelerek, kurulmuş ya-
pıları bozan, yeni dünyalar kuran Pi-
ranesi var. Bir gezginin düşsel kentle-
re pusulasız yolculuklarını anlatan Ita-
lo Calvino ile göçebeler için geçici, de-
ğişken, kurmaca kent temsilleri üreten
Constant var. Onların kurguladığı son-
suz labirentler var. Babil Kulesi ile
Yeni Babil var. Mimarlığın sabit anla-
tılarının yerine ötekiliği, başkalaşımı, ke-
sintisiz bir oluş halini koyan Derrida var;
Deleuze ve Guattari var. Mimarlığı düş
imgeleri olarak gören sürrealistler;
onu “hayatı dönüştürmenin bin yolu
üzerine deney yapmanın aracı” haline
getiren sitüasyonistler var. Bir nadire
kabinesi, bir hafıza sarayı, bir özerklik
abidesi, “erotik ıstırap katedrali” ile
Kurt Schwitters var.
Arzu Mimarl���
Üç öğe etrafında örülmüş tam yir-
mi öykü, yirmi farklı hikâye. Kimi
uzun kimi kısa ama birbirine hiç ben-
zemeyen bu öykülerin her biri sizi ya-
zarının hayal gücüyle dokunmuş alı-
şılmadık dünyalara, farklı olaylara, tu-
haf insanlara götürecek. Kâh bir oto-
büste bir suça tanık olacaksınız kâh aşk
yüzünden işlenen bir cinayete; kâh
sevdiğinizi öldüreceksiniz kâh bir ro-
manın içinde cinayet işleyip katil ola-
caksınız ya da çocuk katiller görecek-
siniz. Fantastik dünyalara götüreni de
var, çamlar altında romantik bir orta-
ma da. Ama hepsinde kar yağıyor,
hepsinde cinayet işleniyor, ister istemez.
Eski bir yüzyılda geçeni de var, rüya-
larda işleneni de bu cinayetlerin. Yağan
karın romantikliğine ya da donduran
soğuğa kanın kırmızısı karışıyor hep.
Kar �zleri Örttü
Walter Benjamin, �mge KitabeviYay�nlar�, Çev: Suat Kemal Ang�,
204 s.
Şiirin izlerini takip eden “bu sıra
dışı ve büyüleyici metin”, “edineceği
bilginin hatırına” “kontrollü bir uyuş-
turucu yolculuğu”na çıkan Walter
Benjamin’in esrar ve diğer uyuşturu-
cular üzerine tüm yazdıklarını bir
araya getiriyor.
“Gerçekten istisnai” bir çalışma
olarak tanımlasa da, bu malzemenin
çok az bölümü Benjamin hayattayken
yayımlanmıştır. Bu kitabın gövdesi,
1927 ile 1934 yılları arasında Berlin’de,
Marsilya’da ve İbiza’da gerçekleştiri-
len bir dizi uyuşturucu deneyi sırasında
“ya da sonrasında” kaleme alınan
Uyuşturucu Deneylerinin Tutanakla-
rı’ndan oluşmaktadır.
Bu kayıtlar, esrarın etkisi altında
Benjamin ve arkadaşları tarafından tu-
tulan notlardır.
Fevzi Demir,Phoenix Yay�nevi, 168 s.
Kolektif, K�rm�z� Kedi Yay�nevi,300 s.
Eckhart Tolle,Artemis Yay�nlar�, 184 s.
Marc Levy, Can Yay�nlar�,Çev: Aykut Derman, 432 s.
Vandana Shiva, Sinek SekizYay�nevi, Çev: Özge Olcay, 208 s.
Nur Alt�ny�ld�z Artun, RoysiOjalvo, �leti�im Yay�nevi, 319 s.
Nilgün �im�ek,Yitik Ülke Yay�nlar�, 350 s.
28 ARALIK 2012 CUMA 19Aydınlık KİTAPYENİ ÇIKANLAR
Gazzali
Bu yapıtta okuyacağınız “Edebi-
yat ve İnsan” adlı yazısının bir yerin-
de şöyle der, Korkut Köseoğlu.
“Burjuvazi, bireyi koruma yala-
nıyla insanı iyice insansızlaştırdı”.
Doğru bir saptamadır bu.
Ama ben bu saptamayı değil de,
bu doğruyu görebilmeyi önemsiyo-
rum. Korkut Köseoğlu doğruyu gö-
rebilen gerçekçi bir yazardır.
Böyle dönemlerde gerçekçiliğe,
ekmek kadar, su kadar, gereksinme-
miz var.
Korkut Köseoğlu, bu yapıtıyla
gerçekçiliği gösteriyor.
Gerçekçiliğin elini tutuyor, bir
anlamda sizin, insanın elini tutuyor.
Yalnız değilsiniz.
Ben varım, biz varız.
Dünyay� DevirenKentler
Dolunayın ışığında bir köy me-
zarlığı... Mezarlığın duvarına çarpan bir
cip. Issız köyün ortasında kocaman bir
cem evi. Konuğunu yitirmiş bir mezar.
Cem töreninde arınmayı bekleyen bir
ölü. Bu olanların sessiz tanığı, bir
araştırma görevlisi. Yıkılan idealle-
riyle, sürüp giden yaşamı arasında sı-
kışıp kalmış bir adam. Alevi inancına
farklı bir bakış. Mistik bir gerilim ro-
manı... Ülkenin en kararlı, en özveri-
li, en iyimser çocukları. Sert, acımasız,
zalim günler. Zor günlere inat gü-
lümsemelerini korumaya çalışan genç-
ler. Demokrasi ateşini, diktatörlüğün
en karanlık döneminde yakmaya çalı-
şanların serüveni. 12 Eylül darbesine
direnen insanların gerçek yaşamla-
rından çarpıcı öyküler.
Yapı Kredi Yayınları tarafından ya-
yımlanan “Sen Bana Bakma, Ben Senin
Baktığın Yönde Olurum” kitabı ve bu
kitapla birlikte verilen CD, Özdemir
Asaf’ın kızı Seda Arun’un babasının se-
sini kaydettiği kayıtlarından oluşuyor. Bu
kayıtlarda Özdemir Asaf’ın kendi se-
sinden dinleyeceğimiz şiirleri ve bir de
İstanbul Radyosu’nda yapılan röportajı
bulunuyor. Kitabın önsözlerinden biri-
ni yazan gazeteci Doğan Hızlan ise ki-
tap ve şairin ses kayıtlarının bulunduğu
CD için “Şimdiye kadar birçok şiiri, şai-
rin kendi sesinden dinlediyseniz, Öz-
demir Asaf’ın ne kadar iyi bir şiir ses-
lendiricisi, okuyucusu olduğunu anla-
yacak ve onun şiirlerine, sesine bir kere
daha hayran kalıp, ayrı bir gözle de-
ğerlendireceksiniz” yorumunu yapıyor.
Sen Bana Bakma, Ben SeninBakt���n Yönde Olurum
Osmanlı’nın son dönemi ile Cum-
huriyet’in hemen öncesinde kurulan ilk
sosyalist partiler, Osmanlı Sosyalist Fır-
kası ve ardından aynı çevrenin kurdu-
ğu Türkiye Sosyalist Fırkası’dır. Bu
partiler, 1910-1922 yılları arasında İs-
tanbul’da faaliyet göstermiş; dönemin
bütün ideolojik ve siyasi rüzgârlarından
etkilenmiş, hem İttihatçı diktatörlüğü-
ne direnmiş hem de işgal ordularının de-
netimindeki İstanbul’da sosyalizmin
“Osmanlı amele sınıfıyla” buluşmasına
öncülük etmiş özgürlükçü hareketlerdir.
Bu araştırma, Osmanlı Sosyalist Fırka-
sı ve Türkiye Sosyalist Fırkası’nın var ol-
duğu tarihsel dönem içinde; hareketin
faaliyetlerini, programlarını, diğer par-
tilerle ilişkilerini o günün belgelerine
başvurarak ele almaktadır.
Osmanlı topraklarında üstünlük,
etki ve çıkar sağlamak için yarışan ve
çatışan yayılmacı devletler, Büyük Sa-
vaş’tan yenik çıkan İstanbul Hükü-
meti’ne Mondros Bırakışması’nı da-
yatmışlardı.
Amaç Anadolu’nun işgali ve
Türklerin geldikleri bölgeye, Orta As-
ya’ya sürülmesiydi.
Sevr Antlaşması’yla ise can çeki-
şen Osmanlı Devleti’ne son darbenin
vurulması planlanmıştı.
Ancak Türk ulusal güçleri, kor-
kunç bir tehdit oluşturan bu oldu-
bittiye karşı halkı coşturarak direni-
şi başlatacaktı.
Anadolu’da yaşanan bu kaygılı yıl-
ları, gizli İngiliz belgelerine dayana-
rak ele alan Salâhi Sonyel’in yeni araş-
tırması, yakın tarihimize ışık tutuyor.
Kayg�l� Y�llar
Türkiye tarihinin kırılma noktala-
rından biri olan II. Meşrutiyet (1908)
ekonomik ve toplumsal birçok değişim
ve dönüşüme sahne oldu. İttihat ve Te-
rakki yönetimi iktisadi ve toplumsal
alanda aktif rol oynadı. Milli iktisat,
hem Müslüman bir orta sınıfın yara-
tılması, hem de savaş ekonomisi için-
de ülkenin iaşe sorununu, para politi-
kasını, sanayileşmesini çözmeye yönelik
bir çözüm olarak gündeme geldi. Za-
fer Toprak, bu kapsamlı çalışmasında
dönemin iktisat politikasını, birincil el
kaynaklarla ve ayrıntıyla ele alıyor.
Osmanlı’nın son döneminde bankacı-
lık, para politikası, millî şirketler, ka-
pitülasyonlar gibi temel konular çer-
çevesinde dönemin iktisat tarihini in-
celiyor. Basında çıkan tartışmalarda za-
manın ruhunu ortaya koyuyor.
Türkiye’de Milli �ktisat
Eski Yunanlar için Prometheus’un
salıveriliş miti ilkel bir varoluş yasası-
nı ve insanoğlunun kaderini yansıt-
maktadır.
Carl Kerenyi, Prometheus’un öy-
küsünü ve bu bağlamda ilk işlevini or-
taya koymaya çalıştığı mit yaratımı sü-
recini incelemekte; ilk olarak Yunan
imgeleminde sonra da Batı geleneğinin
romantik şiirinde bu ilkel öykünün
nasıl evrensel bir kader anlayışıyla do-
natıldığını bulma arayışındadır.
Kerenyi, bu evrim geçiren mitin eski
Yunan’da Hesiodos ve Aischylos’tan
başlayarak Batı destan geleneğinde
nasıl işlendiğini görmek için Goethe ve
Shelley’e kadar izini sürmekte, daha
sonra miti insan cüretkârlığının bir ar-
ketipi olarak Jungçu psikoloji pers-
pektifinden ele almaktadır.
Prometheus
Salahi R. Sonyel,Remzi Kitabevi, 480 s.
Hasan Ayd�n, Bilim ve GelecekKitapl���, 432 s.
Kitap birbiriyle ilintili üç temel
amacı gerçekleştirmeyi hedeflemek-
tedir. Bunlardan ilki, Gazzâlî’nin Tan-
rı’ya, Tanrı-evren ilişkisine, insana ve
topluma yönelik düşüncelerini gelişti-
rirken kullandığı argümanlarını bilgi-
kuramsal ve varlıkbilimsel temelleri
ışığında ortaya koymaktır.
İkincisi, klasik dönem İslam düşün-
cesine nüfuz ederek, Tanrı’ya, insana,
topluma ve bir bütün olarak evrene iliş-
kin temel düşünsel çerçevenin görül-
mesine analitik bir katkı sağlamaktır.
Üçüncü amaç ise, Gazzâlî’de en sis-
tematik ifadesini bulan, klasik İslam dü-
şüncesinin günümüze yansıyan yönle-
rinin izlerini sürmektir. Bu çaba, İslam
düşünürlerinin moderne yönelirken
takındıkları tavrın tarihsel kökenlerini
görme açısından oldukça hayatidir.
Carl Kerenyi, Pinhan Yay�nc�l�k,Çev: Tac�baht Türel, 176 s.
Korkut Köseo�lu,�nsanc�l Yay�nlar�, 152 s.
Kolektif,Yap� Kredi Yay�nlar�, 120 s.
Hamit Erdem,Sel Yay�nlar�, 342 s.
Zafer Toprak,Do�an Kitap, 800 s.
Osmanl� SosyalistF�rkas� ve ��tirakçi Hilmi
Bir Ses Böler Geceyi -Ç�plak Ayakl�yd� Gece
Ahmet Ümit,Everest Yay�nlar�, 376 s.
“Çocuk çocukkenKollarını sallayarak yürürdüDerenin ırmak olmasını isterdiIrmağın da selVe su birikintisinin de deniz olmasınıÇocuk çocukkenÇocuk olduğunu bilmezdiBağdaş kurup otururduSonra koşmaya başlardıSaçının bir tutamı hiç yatmazdıVe fotoğraf çektirirken poz vermezdi”
Peter Handke - Çocukluk Şarkısı
Remzi Kitabevi’nden kocaman bir ki-
tap var elimde bu hafta. Kitabın yazarı Sim-
la Sunay, 1976’da İstanbul’da doğmuş.
Babasının mesleği gereği Anadolu’yu ge-
zerek büyümüş. Öğrenimi-
ne Erzurum’da başlayıp,
İstanbul’da devam etmiş.
1995 yılında ilk çocuk öy-
küleri yayımlanmaya baş-
lamış. Ardından 2006 yı-
lında benim de çok sevdi-
ğim “Güneşten Sarı Bal-
dan Tatlı” adlı çocuk ro-
manını yazmış. Remzi Ki-
tabevi’ndeki biyografi-
sinde yazarın anneanne-
sinin hâlâ bu kitabın bir
yemek kitabı olduğunu
zannettiği yazıyor. Varlık, Kırmızı Fare, İyi
Kitap gibi dergilerde öyküleri ve kitap ta-
nıtımları yayımlanan yazar, şu an Remzi Ki-
tap gazetesinde “Güneşli Kütüphane” adlı
çocuk sayfasını hazırlıyor. Asıl mesleği
mimarlık olduğu için, çocuklara kent ve çev-
re bilinci aşılamak amacıyla birçok proje ha-
zırlamış. Elimdeki kitaptan başka, “Dağ
Kaşındı”, “Yürüyen Çınar”, “Kafrika’nın
Gölgeleri” gibi ilginç konulara ve kurgulara
sahip kitapları var Simla Sunay’ın.
K�M BU ÇE�ME?Çizimleri Reha Barış’a ait olan “Çeşme
ve Rüzgâr”ın konusuna gelince; kahra-
manımız Rüzgâr, küçüklüğünden beri ma-
hallenin orta yerindeki lahana başlı çeşmeyi
“boy ölçme taşı” zannederken, bu tarihi çeş-
me “yorulunca yaslanma taşı”, “ayakkabı
bağcığı bağlama taşı”, “poz verme taşı” gibi
hallere giriyor. Farklı görevlerde rol alırken
aslında her insana farklı şeyler anımsatıyor,
çeşmeye bakan herkes, bir zamanlar bu çeş-
meyle paylaştıkları anları hatırlıyor. Rüz-
gar’ın dedesi, arkadaşlarıyla oynadıktan
sonra yüzünü yıkadığı, babası çift kale maç-
tan sonra kana kana su içtiği, babaannesi
kömür taşırken kararan ellerini yıkadığı, çi-
çekçi amca küçükken babasıyla çiçek ko-
valarına su doldurduğu çeşme olarak anım-
sıyor onu. Herkes için özel olsa da Rüzgâr
için yeri bambaşka. Rüyalarına kadar giren
bu çeşme onun için aslında bir “boy ölçme
taşı”, yani Rüzgâr’la birlikte adım adım o
da büyüyor. Ve bir gün Rüzgâr’ın gökyü-
züne uzaması gibi, çeşme de gökyüzünün
derinliklerine yükselip gidiyor.
“Her hikâyenin bir resmi olduğuna ve
her resmin bir dili olduğuna inanıyorsan
aramıza katılmalısın” sloganıyla başlattığı
resim ve öykü atölyesinde, 6-12 yaş arası ço-
cuklara çizgiler ile öyküler arasında bağ
kurmayı öğretiyormuş Simla Sunay. Atöl-
yesinin internet sitesinde programları hak-
kında detayları bulabilirsiniz. Ben birbi-
rinden güzel çocukların fotoğraflarına
bakmaya doyamadım. Kullandıkları mal-
zemeleri sıralarken kul-
lanmadıkları malzeme
olarak silgiyi göstermiş
yazar. “Silgi çocuğu ya-
ratıcılıktan uzaklaştırı-
yor” diyor. Atölyede her
hafta farklı bir etkinlik
düzenliyorlar, öyküler,
minyatürler, çizimler,
yerli ve yabancı ressam-
larla ilgili araştırmalar,
heykeller, eşya tasarım-
ları, kent mimarisi gibi bir
sürü farklı çalışma.
Bu atölyeye katılan
güzelcecik çocukların yazdığı öykülerden
çok hoşuma giden bir tanesi:
S�NEK VE YA�LI MUC�T DEDE“Bir zamanlar bir dede varmış ve etra-
fında sürekli aynı sinek dolaşırmış. O sinek
öyle inatçıymış ki dedeyi geceleri hiç uyut-
mazmış. Bir gün dede arabasıyla dolaşırken
bu sorun ile ilgili aklına bir çözüm gelmiş.
Sineğin en hoşlanmadığı şey alkış sesiymiş.
Bunu bilen dede kendisi sürekli alkışla-
maktan yorulduğu için ellerini çırpabilen
bir robot icat etmiş. İnatçı sinek geceleri ro-
bot yüzünden gerçekten kaçışıp duruyor de-
deye yaklaşamıyormuş. Ne var ki mucit
dede bu sefer de alkış sesinden geceleri
uyuyamaz olmuş. Buna bir çare bulmak için
sadece sineklerin duyabileceği alkış sesle-
ri çıkarabilen yeni küçük bir robot yapmış.
Gerçekten de işe yaramış. Sinek gelmez ol-
muş. Derken bu icadı çok ilgi görmüş.
Dede, zamanla herkesin tanıdığı bir mucit
olmuş. Gündüzleri kapısı insan kaynıyor-
muş. Ancak bu sefer de yaşlı mucit dede ge-
celeri sessizlikte uyuyamaz olmuş.”
Yazanlar: Kuzgun (7), Emek (7), Zey-
nep (8), Simge (8)
(Çeşme ve Rüzgâr, Simla Sunay,Remzi Kitabevi, 40 s.)
28 ARALIK 2012 CUMA20 Aydınlık KİTAP ÇOCUK - GENÇ
İREM HALIÇ[email protected]
Gölgelerin Hükümdar�
Vampirler diyarındaki nefes kesici ma-
cera tüm hızıyla devam ediyor! Korku ede-
biyatının büyük ustası Darren Shan’ın
“Saga” olarak adlandırdığı on iki kitaplık
vampir serisinin sabırsızlıkla beklenen on bi-
rinci kitabı “Gölgelerin Hükümdarı” raf-
lardaki yerini alıyor. Tüm dünyada milyon-
larca hayranı bulunan, onlarca farklı dile çev-
rilen ve 2009 yılında beyazperdeye uyarla-
narak tüm dikkatleri üzerine çeken “Ucu-
beler Sirki” serisinin on birinci kitabıyla bü-
yük finale sadece bir adım kala, tüyler ür-
pertici yepyeni bir serüven, dizinin ritmini
doruk noktasına taşıyor.
Darren Shan sıradan bir öğrenciydi; ta
ki yakın arkadaşı Steve’le birlikte Ucubeler
Sirki’ne gidip orada bir vampirle karşılaşa-
na kadar... Hayatları sonsuza dek değişecekti
çünkü aynı gece Darren, “karanlığın çocuğu” olarak yeniden doğmuştu... Se-
rinin ilk altı kitabı, Darren’ın Vampir Prensi’ne dönüşmeden önceki hayatın-
dan kesitler sunarken, dizinin diğer kitapları ise bir prens olan Darren’ın ha-
yatla ve Vampanez Lordu’yla olan amansız mücadelesini anlatıyor. Darren Shan
yıllar sonra evine dönüyor; dünyası da cehenneme... Eski düşmanlar pusuda bek-
liyor. Zaman hesaplaşma zamanı. Kaderinin onu yok edeceği kesin gibi; Göl-
gelerin Hükümdarı ise dünyayı mahvetmeye geliyor... Gölgelerin Hükümdarı
dünyayı cehenneme çevirmek için kollarını sıvadı...Gölgelerin Hükümdarı’nın
gazabından artık kimse kurtulamayacak! Zaman hesaplaşma zamanı: Kaderi,
Darren’ı yok edebilir mi? Kız kardeşi Annie’nin oğlu Darius aslında kim? Dar-
ren Shan, Vampenez Lordu’nun alçakça tuzaklarından hem kendini hem ge-
leceği kurtarabilecek mi?.. Heyecan dolu bir maceraya hazır olun! Vampir Pren-
si Darren Shan’ı dehşet dolu bir dünyada ölümcül bir sınav daha bekliyor.
Kay�p �ey
ALMA ve Hugo ödüllü yazar Shaun Tan’ın
“Kayıp Şey” kitabı, kendini arayan bir çocuğun hi-
kâyesi...
Bir gün isimsiz bir çocuk sahilde şişe kapağı
toplarken tuhaf görünüşlü bir yaratıkla karşılaşır.
Çocuk gündelik hayatta kimsenin önemsemedi-
ği ve hatta farkına bile varmadığı bu “kayıp” ya-
ratığın nereye ait olduğunu bulmaya çalışır...
Pek çok ülkede yayımlanan ve çocuklar kadar bü-
yüklerin de ilgisini çeken bu başyapıt en temel fel-
sefi sorulardan birini soruyor: Biz kimiz ve bu dün-
yada ait olduğumuz bir yer var mı?
Son Çocuklar
Çocuklara kıymayın efendiler! Yolculuk
her zamanki gibi başladı. Gökyüzü berraktı,
muhteşem bir yaz havası… Her şey yolunda der-
ken, önce bir alev topunu andıran bir ışık ve ar-
dından gelen fırtına ile herkesin hayatı birden-
bire, saniyeler içinde değişti.Gördüklerinin bir
atom bombası olduğunu anlamaları uzun sür-
medi. Lakin peşi sıra kendilerini nasıl bir hayatın
beklediğini asla bilmiyorlardı. Açlıkla, yoksun-
lukla ve hepsinden önemlisi radyoaktif zehir-
lenme ile mücadele ettiler. Her şeye rağmen güç-
lü olmalıydılar.
“Son Çocuklar” anlayış, hoşgörü, barış için-
de yaşayan bir nesil yetiştirmenin erdemi üze-
rine, çocuk edebiyatının modern klasikleri ara-
sında yer alan bir roman...
Darren Shan, TudemYay�nlar�, Çev: Arif Cem
Ünver, 184 s.
Gudrun Pausewang,Çizmeli Kedi
Yay�nevi, 184 s.
Shaun Tan, �thakiYay�nlar�,
Çev: Sinan Okan,32 s.
“Her hikâyenin bir resmi oldu�una ve her resmin bir dilioldu�una inan�yorsan aram�za kat�lmal�s�n” slogan�yla
ba�latt��� resim ve öykü atölyesinde, 6-12 ya� aras�çocuklara çizgiler ile öyküler aras�nda ba� kurmay�
ö�retiyor Simla Sunay
Boy ölçme taşı
28 ARALIK 2012 CUMA 21Aydınlık KİTAPSAHAF
Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’u, 27
Aralık 1936 günü İstanbul’da kaybettik. 63
yaşındaydı. Hep de o yaşta ölmek istiyor-
du. Çünkü Peygamberimiz de o yaşta
ölmüştü... Dindardı ama asla gerici değil-
di. Vatanseverdi. Çanakkale ve İstiklâl
Marşları bir destandır. Onlar gerçekten bir
daha yazılmaz. Zaten İstiklâl Marşı’nı
“milletin malıdır” diyerek Safahat adlı
eserine almamıştır. İstanbul’un miskin ha-
vasından, Ankara’nın direnişçi havasına sı-
ğınarak kurtulmuştur. İşgale ilk bayrak
açanlardandır. Eylemcidir. Anadolu’yu
gezip halkı Mustafa Kemal Paşa’nın etra-
fında toplamaya çalışmıştır. Yaptığı ko-
nuşmalarla heyecan yaratmıştır. Kasta-
monu konuşması muazzamdır. “Bolşevik-
lerle ittifakı” bile dile getirmiştir. Sade ya-
şamı vardı. 1922’deki zaferden sonra İs-
tanbul’a sessizce gelmiş ve Mısır’a da ses-
sizce gitmiştir. 1936’da geldiğinde ise -o da
biliyordu ki- vatan toprağına ölmeye gel-
mişti. “Biraz daha kalsaydım delirecektim”
sözleriyle her şeyi anlatmıştır. Biz de “keş-
ke hiç getmeseydi de, çok istediği ‘devrimin
de marşını’ yazsaydı!” diyoruz...
�SYAN BAYRA�INI �LKAÇANLARDANDI
Bir yarısı Arnavut, bir yarısı da Kırım
Türkü bir ailenin çocuğu olarak İstanbul
Fatih’te dünyaya geldi. Dini semtin mis-
tizmiyle büyüdü, ancak akılcılıktan da
uzaklaşmadı. Baytar Mektebi’ni bitirdi. Pas-
teur’un resmini öpüp yatanlardandı. Bili-
me de inanmıştı. Devrimci bir ruha sahipti.
Edirne’de Talat Paşa’yla tanıştı. İttihatçı
oldu. Abdülhamit ve
Vahdettin’den nefret
etti. Mustafa Kemal
Paşa’nın yanına gel-
diğinde kendini buldu.
Tarihe mal olan eyle-
me öncülük yapanlar-
dandı. Mısır’da tam
manasıyla “gönüllü
sürgün” hayatı yaşadı.
Onu kimse gönderme-
mişti. 1925’in havasın-
dan ürkmüştü... Çünkü
dergisi kapanmış; ar-
kadaşı Eşref Edip tutuklanmıştı. Orada
hem sağlığını hem de sanatını kaybetti de-
sek yanlış olmaz. Kur’an çevirisiyle uğraş-
tı; onu da teslim etmeden öldü. Onunla
harcanan vaktini şiire adasaydı nice güzel
şiirlere imza atardı.
BU K�TAPLAR OKUNMADANAK�F ANLA�ILMAZ
Bu hafta istedik ki Mehmet Akif me-
raklılarına, onu en iyi anlatan kitapları ta-
nıtalım. Birincisi hemen ardından yazılan;
35 yıllık arkadaşı şair Mithat Cemal’in
“Mehmet Akif” isimli kitabı.
Semih Lütfi Kitabevi tara-
fından 1939 yılında basılmış.
(Sanırım yeni baskısı da ya-
pıldı.) Harika bir kitap. Akif’i
çok iyi anlatıyor. İkinci kita-
bımız Akif’in arkadaşı Hasan
Basri Çantay’ın 1966 yılında
basılan “Akifnâme (Mehmed
Âkif)” isimli kitabı. Bu eser
Erguvan Yayınevi tarafından
2008 yılında tekrar basıldı.
Yine Akif’in arkadaşı Eşref
Edip’in yazdığı “Mehmet Akif
Hayatı Eserleri ve Yetmiş Mu-
harririn Yazıları” isimli kitap. Bu da Be-
yan Yayınları tarafından 2010 yılında
Fahrettin Gün’ün hazırlamasıyla
basıldı. Akif üzerine en iyi araş-
tırma eser ise hiç kuşkusuz değerli
araştırmacı Zeki Sarıhan’ın “Meh-
met Akif” isimli Kaynak Yayın-
ları’ndan 1996 yılında çıkan kita-
bı. Son eserimiz ise Mehmet Akif
Ersoy Üniversitesi tarafından ha-
zırlanan “Mehmet Akif Ersoy’un
Aile Mektupları” isimli eser. İs-
minden de anlaşılığı gibi, bugü-
ne kadar bilinmeyen mektupla-
rı gün yüzüne çıktı. İçinde çok il-
ginç bilgiler var. Akif’in Mı-
sır’daki günlerini aydınlatı-
yor. Eseri Dr. Nihat Karaer
hazırlamış ve 2010 yılında
basmış. Tabi ünlü eseri “Sa-
fahat”. Bunu da bir çok ya-
yınevi bastı basıyor... Kitap-
lardan önemli satırlar:
ÖLECEKSEKB�RL�KTE ÖLEL�M
Ankara’da Burdur vekili
iken bir ara bakanlık teklifi
edilir. O ise “daha fazla üs-
tüme gelmeyin bunu da
bırakırım” diyerek geri
çevirir. Halkçı karakterli
Mehmet Akif, Anka-
ra’nın soğuğunda üstüne
giyecek bir paltosu bile
yokken Milli Marş ya-
rışmasına para ödülü ne-
deniyle katılmaz. Zorla
ikna edilir ve bir çırpıda
marşı yazar. Verilen ödü-
lü ise yoksul kadınlara ve
çocuklara örme işleri
öğretmek üzere açılan
Darülmesai’ye verir.
Can yoldaşı Hasan Basri Bey’in
kitapta aktardığına göre, Yunan
ordusu Ankara kapılarına da-
yandığında istifini hiç bozmaz
ve etrafına hep moral verir. Ai-
lesini birçok kişi gibi Kayseri’ye
gönderir ancak oğlu Emin’i ise
yanında alıkoyar. “Öleceksek
birlikte ölelim” der.
TOPLUMCU AK�FHasan Basri, Akif’in karak-
terini ise şu satırlarla anlatıyor:
“Akif hayatında bir kere bile
kendisini düşünmedi, hep ce-
miyeti için yaşadı, insaniyet ve milleti için
yaşadı. Şiirlerini de bu doğ-
rultuda yazdı. Onun en çok
sinirlendiği şey vatan, mil-
let gibi mukaddesatına söv-
mekten ibarettir. Bu saha-
da affı yoktur. Müthiş bir
kış günündeyiz. Akif’i kır
bir ceketle görüyoruz.
Üşüyor. Hissettirmemeye
çalışıyor. Tahkik ettim;
paltosunu evinin kapısı-
na gelen çıplak bir fakire
giydirmiş!”
GER�C�LER� NASIL KOVDUHasan Basri Bey’e göre Akif’in en bü-
yük düşmanı riyakârlık ve din adına ya-
pılan maskaralıklardır. Ankara’da iken bir
gün “Cemiyet-i Diniye” namı altında bir
teşekkül kurmak isteyenlerden birisi, fa-
kirhanesinin kapısını çalar. O, bu teklifi
duyar duymaz yerinden fırlar ve “Ana-
dolu’da da bir 31 Mart mı çıkartmak is-
tiyorsunuz? Böyle bir teşebbüs halinde
karşınızda evvela Akif’i bulursunuz! Hay-
di defol şuradan!” der. (Çantay, s.40)
(Âkifnâme, Hasan Basri Çantay,
Erguvan Yayınları, İstanbul, 2008,
510 sayfa)
ÇIKARDI�I DERG�RUSYA’YI RAHATSIZ ETT�
Meşruti Devrim sonrası Mehmet Akif
Bey de arkadaşı Eşref Edip Bey’le birlik-
te Sırat-ı Müstakim isimli haftalık dergiyi
27 Ağustos 1908 günü çıkardı. Akif baş-
yazardı. Dönemim önemli isimleri de ya-
zılar yazmaya başladı. Dergi siyasi dedi-
kodudan çok, ilmi yazılara yer veriyordu.
Akif de ilk nüshasında “Fatih Camii”
isimli şiirini yayımladı. Büyük ilgi gören der-
gi Rusya’ya bile gönderildi. Çarlık Rusya-
sı, Türkler üzerindeki etkisinden rahatsız
oldu ve derginin girişini yasakladı. Akif’in
dergisi, ünlü Türkçüler Yusuf Akçura,
Gaspıralı İsmail, Ayaz İshaki ve Ağaoğlu
Ahmet Beylerin ilgisini çekiyor; onların
gönderdikleri yazıları da yayımlıyordu.
İstanbul’a geldiklerinde
de Akif’in yanından ay-
rılmadılar... (Eşref Edip,
Mehmet Akif, Beyan
Yayınları, 2010, s.65, 110,
120, 123)
31 MARTHAD�SES�NDEDERG�S�KAPANDI
İlginçtir özgürlük
havasında çıkan der-
gi, “31 Mart” 1909 ir-
tica hadisesinde İstanbul’un yakılıp yı-
kılması sırasında baskına uğradı. Ancak
3 Mayıs 1909 günü tekrar yayımlana bil-
di. Bu sayıda irticai eylem hakkında uzun
bir yazı yayımlandı. Meşruti devrim sa-
vunuldu. Akif’in dergisi daha sonra ismini
Sebülürreşad olarak değiştirdi ve uzun yıl-
lar bu isimle yayınına devam etti. Müta-
reke yıllarında Milli Mücadele’nin sesi
oldu. İstanbul’un havası çekilmez olunca
da 10 Nisan 1920 günü oğlu Emin’i de ya-
nına alarak Ankara’nın yolunu tuttu.
Mustafa Kemal Meclis kapısında “İman
cephemizi kuvvetlendirdiniz” diyerek
karşıladı. (Eşref Edip, s.67)
ERCAN DOLAPÇI
Mehmet Akif kitaplarıMilli �air Mehmet Akif’i anlamak için, onun en yak�n arkada�lar� ve ara�t�rmac�lar�n eserlerini
mutlaka okumak gerekiyor. Mithat Cemal Kuntay, E�ref Edip, Hasan Basri Çantay ve ZekiSar�han’�n eserleri bunlardan birkaç�...
Mehmet Akif yazar ve �air arkada�lar� ile yemekte...
BULMACA
ALINTI-TEST
Okuyaca��n�z bölümler hangi yazar�n hangi kitab�ndan al�nt�lanm��t�r?
SOLDAN SA�A1. Resimdeki yazar - Peru’nun plakas�2. �ehzade e�itmeni - Kiloamper (k�sa) - Serbestlikten yana olan3. Verme, ödeme - “Art�” kar��t� - Galyum’un simgesi - Burun4. Dan��ma kurulu - “... Farrow” (aktris) - Fizik kondisyonu
iyile�tirmeyi amaçlayan etkinlikler5. Yücelme, yüksek bir dereceye ula�ma -
Hava bas�nc� birimi - Saç� olmayan6. Vilayet - Sorumluluk - Bilinen en eski atalardan ya�ayan
torunlara kadar aile s�ras�7. San Marino’nun plakas� - Bir haber ajans� -
Numara (k�sa) - Bir bilgiyi temsil eden semboller sistemi8. Tanzanya’n�n plakas� - Mezopotamya panteonunda tüm
tanr�lar�n babas� ve kral� olan gök tanr�s� - Germanyum’un simgesi
9. Erba� s�ralamas�n�n ilk basama�� - Milimetre (k�sa)10. Ko�ucu deveku�u - Yunan mitolojisinde “bar�� tanr�ças�”11. Dar ve kal�nca kesilmi� tahta - Kuruntuya dü�ürme -
Bir bulunma hali eki - Yabanc�12. �lkel bir silah - Yanl��l�k - T�rnak boyas� - Ba����kl�k sa�lamak
için vücuda verilen, ilgili hastal���n mikrobuyla haz�rlanm��eriyik, telkih
13. Mahalle (k�sa) - Tantal’�n simgesi - “... Güler” (foto�rafç�) -Stanislaw Lem'in bir eseri
14. �eytani, ifritçe niyet, kötü dü�ünce - Haber veren, haberci15. Bir kimsenin ölümünden sonra yap�lmas�n� istedi�i �ey -
Sanca��, yelkeni ya da sereni a�a�� alma - Berkelyum’un simgesi
YUKARIDAN A�A�IYA1. Büyük süzgeç, kevgir - Resimdeki yazar�n bir eseri2. Motor güç birimi - Düzgün konu�an -
“... Gündüz Kutbay” (ney üstad�)3. Eyere al��t�r�lmam�� binek hayvan� - �badethane, tap�nak -
Özgü, mahsus4. Sodyum’un simgesi - Erdemleri bak�m�ndan çok büyük -
Açgözlülük - Çok eski ve bilinmeyen bir tarihi anlatan bir söz5. Ürdün Bat� �eria’da 1967’den beri �srai i�gali alt�nda olan kent -
Bir i�aret s�fat� - “O�uz ...” (yazar)6. Eski bir a��rl�k ölçüsü birimi - Çocuk bak�c�s� kad�n -
Çabucak gönderme, acele yollama7. Dogma, inak - Berilyum’un simgesi - Bir gayret ünlemi -
M�s�r’�n plakas�8. Dolayl� anlat�m - Bir binek hayvan�9. Arnavutluk’un plakas� - Kar� ile kocadan her biri - �nci Aral'�n
“Orhan Kemal Roman Ödülü”ne lay�k görülmü� kitab�10. Letonya’n�n ba�kenti - Tövbe etme - Avrupa resim sanat�nda
günlük ya�am�, ev ya�am�n�, festivalleri ya da içki sahnelerinbetimleyen yap�tlara verilen ad
11. Göçebelerin konaklad��� yer - Genetik olarak birbirinin ayn�olan canl�lar - Fikir, dü�ünce - Gezegenimizin uydusu
12. Bir ba�laç - Sada - Hac mevsiminin d���nda Kabe’yi ve Mekke’nin mübarek yerlerini ziyaret etme - Yünden dövülerek yap�lan kaba ve kal�n kuma�
13. Oyuncunun, sözü kar��s�ndakine b�rak�rken söyledi�i son söz- Kuzu sesi - Baya��, s�radan
14. Üzerine not, tan�tma ka��tlar�, vb. tutturmak için haz�rlananlevha - Ta� silindir -Sevinç
15. Michael Haneke taraf�ndan filme al�nm�� “Piyanist” adl� eserinAvusturyal� yazar�
28 ARALIK 2012 CUMA22 Aydınlık KİTAP
Sıradan olmayan bir iş yaptığında, şeyle-rin her günkü görünüşü biraz değişebilir.Şeyler sana daha önce olduğundan farklıgörünebilir. Ben bu tecrübeyi yaşadım.Ama görünüşün seni aldatmasına izinverme. Her zaman sadece tek bir gerçek-lik vardır.
1 Ey kör! Aç gözünü de düşlerden uyan. Simurg’ugöremesen de bari küçük bir serçeyi gör. Kaf Da-ğına varamasan bile hiç olmazsa evinden çıkıp kır-lara açıl; böcekleri, kuşları, çiçekleri ve tepeleriseyret. Bırak dünyanın haritasını yapmayı! Dahahayattayken bir taşı bir taşın üstüne koy. Gülleri vebülbülleri göremeyip gün boyu evinde oturan adamdünyanın kendisini hiç görebilir mi?
Tanrı’nın huzurunda kurumuş bir çeşme,delik bir kova gibi duruyorum. Kaç defakendimi yerlere atıp başının üstündekigöğün tunç gibi kaskatı durduğu ve top-rakların susuzluktan çatladığı zamanlaryağmur isteyen bir çiftçi gibi Tanrı’yabana gözyaşı vermesi için yalvardım.
3
a) Kazuo Ishiguro - Beni Asla Bırakma
b) Yukio Mişima - Yaz Ortasında Ölüm
c) Cuniçiro Tanizaki - Anahtar
d) Haruki Murakami - 1Q84
e) Pai Kit Fai - Cariyenin Kızı
a) Tahsin Yücel - Peygamberin Son Beş Günü
b) İhsan Oktay Anar - Puslu Kıtalar Atlası
c) Amin Maalouf - Doğunun Limanları
d) Kemal Tahir - Kurt Kanunu
e) Nabizade Nazım - Karabibik
a) Goethe - Genç Werther’in Acıları
b) Stephen Zweig - Satranç
c) Tolstoy - Savaş ve Barış
d) Alexandre Dumas - Monte Cristo Kontu
e) Dostoyevski - Beyaz Geceler
2
Bu haftan�n do�ru yan�tlar�: 1-(d) 2-(b) 3-(a)
GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ