geçen hafta 67,797 okura ulaştık kitap aydınlık...hikmet kıvılcımlı ile eşi tarafından...

24
Aydınlık 5 Temmuz 2013 Cuma Yıl: 2 Sayı: 71 Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir KITAP . Ekonomide en hızlı gelişme planlı dönemlerde oldu Ekonomide en hızlı gelişme planlı dönemlerde oldu Ekonomide en hızlı gelişme planlı dönemlerde oldu Ekonomide en hızlı gelişme planlı dönemlerde oldu Ekonomide en hızlı gelişme planlı dönemlerde oldu Ekonomide en hızlı gelişme planlı dönemlerde oldu Ekonomide en hızlı gelişme planlı dönemlerde oldu Ekonomide en hızlı gelişme planlı dönemlerde oldu Geçen hafta 67,797 okura ulaştık Zulme isyan, Atçalı ve Aydın İhtilali ALI RIZA ÖZKAN Benim şairim Lyubomir Levçev ÖZDEMIR İNCE Şiir yeniden sokağa çıkacak VEYSEL ÇOLAK Miller, haz peşindeki filozof DAĞHAN DÖNMEZ Cahit Kayra:

Upload: others

Post on 23-Feb-2020

8 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Aydınlık5 Temmuz2013 Cuma

Yıl: 2 Sayı: 71

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidirKITA P.

Ekonomide en hızlı gelişme planlı dönemlerde oldu

Ekonomide en hızlı gelişme planlı dönemlerde oldu

Ekonomide en hızlı gelişme planlı dönemlerde oldu

Ekonomide en hızlı gelişme planlı dönemlerde oldu

Ekonomide en hızlı gelişme planlı dönemlerde oldu

Ekonomide en hızlı gelişme planlı dönemlerde oldu

Ekonomide en hızlı gelişme planlı dönemlerde oldu

Ekonomide en hızlı gelişme planlı dönemlerde oldu

Geçen hafta 67,797 okura ulaştık

Zulme isyan,Atçalı ve

Aydın İhtilali

ALI RIZA ÖZKAN

Benim şairimLyubomir

Levçev

ÖZDEMIR İNCE

Şiir yenidensokağa

çıkacak

VEYSEL ÇOLAK

Miller, haz peşindeki

filozof

DAĞHAN DÖNMEZ

Cahit Kayra:

5 TEMMUZ 2013 CUMA 3Aydınlık KİTAP

Çimento fabrikası... Ne gelir akla? Toz duman, kil, kireç kaplamış ortalığı. Çalıyı di-keni bile gömmüş. Boz yazıları, tam bir çöle dönüştürmüş!

Öyle değildi. Benim kentimin en yeşil yeriydi. Çimento fabrikasını kurarken devlet,onu kentin epeyce bir uzağına kurmakla da kalmamış, çamlarla, çiçeklerle, havuzlarlasüslü yeşil alan halinde tasarlamıştı. Toplumsal yaşam alanları ve sarı sarı sarı boyalılojmanlarıyla... Kuşkusuz demiryolu kıyısındadır.

Cumhuriyet kendini ve ülkeyi inşa ediyordu. Sivas’ta... Demiryolları fabrikası (CerAtölyesi) de öyleydi... Nazilli Basma fabrikası, Uşak Şeker Fabrikası, İzmit Seka Fab-rikası, Karabük Demir Çelik... İçindeki fabrikalarıyla Atatürk Orman Çiftliği... Bütüno sanayileşme çabası doğayı da kuşatıyor, Cumhuriyet yalnızca iktisadını oluşturmak-la yetinmiyor, insanını ve yaşama alanını da biçimliyordu.

Mecit Ünal’ın Edip Cansever’in o çok sevdiği dizesine bağlandığı gibiydi: “İnsan ya-şadığı yere benzer”

Cumhuriyet insanını yaşadığı yere benzetmeye çalışıyordu.Ve ama, insan kendine de benzetir yaşadığı yerleri... 1950’lerden sonra olduğu gibi.Kamu sektörünün insan algısıyla, özel sektördeki algının ne denli uçurumlar açtı-

ğını fabrikaları karşılaştırmak bile yeterli.Doç. Dr. Barış Doster’in, Cahit Kayra ile anıtsal yapıtı “1923-1950, Devletçilikı, Al-

tın Yıllar” üzerine son derece etkili söyleşisi bunları çağrıştırdı. Sizlere neler çağrıştırcakkim bilir!

Cahit Kayra 1917’de doğdu.1938’de Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’denmezun oldu. 1939’da Maliye Teftiş Kurulu’na girmiş, Maliye müfettişi olduktan son-ra 1948 yılında staj için bir yıl süreyle Londra’ya gönderilmiştir. 1950’de Gelirler Ge-nel Müdürlüğü Müşavirliğine atandı. Maliye bürokrasisinin en üst kademelerinde nicegörevden sonra, Maliye Tetkik Kurulu Başkanlığı’ndan 1972 ‘de emekli oldu.1973 yı-lında CHP Ankara Milletvekili seçidi ve 1974’te Ecevit Hükümeti’nde Enerji ve TabiiKaynaklar Bakanlığı yaptı.

Ama o, son yıllardaki yapıtlarıyla, özellikle liberalizmin, dolayısıyla gericiliğin Cum-huriyet’e saldırılarındaki ana ögelerden olan KİTler ve Devletçilik, Varlık Vergisi ko-nularında gerçeklere, tanıklıklara, rakamlara dayanan çalışmalarıyla halka hizmet et-meye devam etti. Özellikle “Savaş Türkiye ve Varlık Vergisi (2011)” kitabını anmak ge-rek. Basılı 34 kitabının arasında...

***Türkiye’nin isyan ve devrim geleneğinin en özellerinden birini, Atça İhtilali’ni, Ali

Rıza Özkan yazdı ve karşı tezlerle ana başlıklar halinde tartıştı. Yerel cumhuriyet de-neyimlerinden olan, Ege’nin aydınlık insanlarının genlerine işlemiş bu ihtilali, HaziranDirenişi’ni devrimle taçlandırma azminin soluklandığı şu dönemde anımsamak ilginiziçekecektir.

***Usta şair Veysel Çolak’la son şiir kitabı “O Zaman Bitti” üzerine Aslıhan Tüylüoğ-

lu söyleşti. Veysel Çolak şiirimiz ve şiire dahil olan nice şey üzerine çok önemli sapta-malarda bulunuyor. Aynı kanıdayız, yeni, hayata, sokağın içine dalan bir şiir doğacakönümüzdeki günlerde.

Ve bitirirken, edebiyatımızın büyük ustalarından Özdemir İnce, bir başka büyük us-tayı; Levçev’i sunuyor Aydınlık Kitap Eki okurlarına...

Zenginleşiyoruz.

İÇİNDEKİLER

Kerim Korcan’ın şiiri: Ey Gaziler s. 4

‘Siyasal İletişim’in el kitabı s. 5

Benim şairim Lyubomir Levçev s. 6

Ezberbozan polisiye: ‘Gümüş Kuğu’ s. 7

s. 8-9

s. 10-11

s. 12-13

Sovyetler Birliği’ne ne oldu? s. 14

Miller, haz peşindeki filozof s. 15

Bilinçle bilinçaltının kenetlendiği an s. 16

s. 17

Yeni çıkanlar s. 18-19

s. 20

Yitik zamana iz düşen roman s. 21

Bulmaca s. 22

[email protected]

Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34

Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu/ İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04

Faks: 0212 252 51 22

Genel Müdür YardımcısıSaynur Okuroğlu

[email protected] Müdürü

Kamile Karakadı[email protected]

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

SahibiAnadolum Gazetecilik Basım Yayın

San. ve Tic. A.Ş. Genel Müdür Yalçın Büyükdağlı

Genel Yayın YönetmeniMustafa İlker Yücel

Sorumlu MüdürMehmet BozkurtTüzel Kişi Temsilcisi

Metin Aktaş

Aydınlık

KITA P.

Sayfa Sekreteri Alev Özgenç

Editör Pınar Akkoç[email protected]

Yazıişleri İrem Halıç, Cenk Özdağ

Yazıişleri Müdürü Damla Yazıcı[email protected]

Yayın Yönetmeni Haldun Çubukç[email protected]

Yaşadığı yere benzesindiye insan...

Reklam Servisi

KAPAK: “Ekonomide kamunun

payı ve müdahalesi gerekir”

Zulme isyan geleneğinin yurdunda

Atçalı ve Aydın İhtilali

Şiir tarihin öznesi olanları ayakta

tutacak tek kültürel besindir

Seks üzerine büyük yalanlar

ve küçük gerçekler

Çocuk-Genç :

Masallar istediğim gibi bitmiyor!

HALDUN ÇUBUKÇU

5 TEMMUZ 2013 CUMA4 Aydınlık KİTAP

Attıkları her adım itina ile izlenen,

ömürleri polis takibinde geçen, düzme-

ce davalar sonucunda verilen hapis ce-

zalarıyla hayatları cehenneme çevrilen ilk

komünistlerdendir Kerim Korcan. 1938

yılında Donanma Davası’nda Nazım

Hikmet’le birlikte yargılanıp 12 yıl ağır

hapse mahkûm edildiğinde daha yirmi

yaşında bir gençtir.

Ilkokul dördüncü sınıfa kadar okuya-

bilmiş, daha sonrasında kahvelerde, don-

durmacı, berber ve köftecilerin yanında çı-

raklık yaparak ailesinin geçim mücadele-

sine katılmış olan bir gencin, dönemin en

önemli davalarından birinin aktörleri ara-

sında yer almasının temel nedeni ise oku-

ma tutkusu ve kitap sevgisidir.

1918 yılında Adapazarı’nda doğmuş

olan Kerim Korcan polisin kendisini

gözaltına aldığı dönemde İstanbul’dadır

ve saat tamircisi olan babasının yanında

çalışmaktadır.

Kerim Korcan bazı arkadaşlarıyla

birlikte Kitap Sevenler Derneği adıyla bir

dernek kurmuştur. Zaman zaman da, Dr.

Hikmet Kıvılcımlı ile eşi tarafından ku-

rulmuş olan Kıvılcım Kütüphanesi adlı

yayınevinden kitap almaktadır. Hikâye-

nin bundan sonrasını Kerim Korcan’la

aynı davada yargılanıp kendisi de 10 yıla

mahkûm edilen Seyfi Baba’dan dinle-

yelim:

“Terfim geldi üstçavuş oldum…

Arkadaşlardan biri, ‘Gemide, erlerin

birinde Marksist kitaplar var,’ dedi.

‘Kimde?’ dedim.

‘Haydar Korcan’da’ dedi.

‘Getirin kitapları da okuyalım’ dedim.

Kitaplar geldi… Haydar Korcan,

Kerim Korcan’ın ağabeyi imiş. Bizim do-

nanmada asker. Rütbe gözetmeksizin

ona yaklaştık. Bize kardeşi Kerim’i an-

lattı. Çok kitabı olan, durmadan okuyan

biriymiş Kerim. Evleri kitap doluymuş.

Mesleği saatçilikmiş. Küçükpazar’da ba-

basının yanında çalışırmış…

Bir akşam gemide biraz demlendik.

Çakırkeyifiz… Her şey güzel. Arkadaş-

lar kafa dengi, deniz pırıl pırıl, gökte ko-

caman bir ay. Kâğıt kalem istedim. Bir

mektup yazdım Kerim’e:

‘Aziz Kafadaşım,Tarih ve tesadüf bir gün bizi birleşti-

recektir. Nerde olursa olsun. Gözlerin-den öperim. Daha bir şeyler varsa gön-der…’

Mektubu eski harflerle yazmıştım.

Kerim’den istediğim sol içerikli ki-

taplardı.

Kerim’in evini didik didik aramışlar.

Yazdığım mektup, kitaplarının birisinin

arasından çıkmış.

Kuzunun suyu bulandırması baha-

neydi. Kurt, kuzuyu yiyecekti.

Böylece tevkifatım başladı. Arkam-

dan gelen gelene…

Dayandılar bize cezayı!..

Ben 10 yıl yedim. En çok ceza Nâ-

zım’a: 20 yıl… Harbiye Davası’nda ver-

dikleri 15 yılı da eklediler üstüne, toplam

30 yıl. O sırada Türkiye’de ortalama in-

san ömrü otuz beş yılın altındaydı.

Bizler asker kişiler, askerî hapisha-

nede kaldık. Tophane’de yani. Nâzım gibi

sivil olanları İstanbul Tevkifhanesi’ne yol-

ladılar. Altı ay kadar sonra bizleri de si-

vil hapishaneye gönderdiler. Böylece

aynı mapusanede bir araya gelmiş olduk.

Ancak birkaç ay bir arada kalabildik.

Bu kez de İstanbul Tevkifhanesi’nde

dağıtım başladı. Benim de içinde bu-

lunduğum bir kısım mahkûm Sinop’a,

meşhur Sinop Cezaevi’ne postalandı.

Nâzım, Kıvılcımlı, Kemal Tahir de Çan-

kırı Cezaevi’ne…

Sinop Hapishanesi’nde, yazmaya en

düşkün olanımız Kerim Korcan’dı. Sa-

bahın köründe kalkar, başlardı yazmaya.

‘Tatar Ramazan’ı filan orada yazdı. Ben

de öyküler karalıyor, şiirler yazıyordum.

Savcımız değişmişti. İyisi gitmiş, kötüsü

gelmişti. Bir gün arama yaptırdı ceza-

evinde. Aldılar gittiler yazdıklarımı. Gi-

diş o gidiş… Kerim’inkileri mi? O nasıl

kurtardı şimdi anımsayamayacağım.”

(Nâzım Nâzım, Aydın Aydemir, Broy Ya-

yınları, 1986)

Kerim Korcan’ın yirmi yaşında iken

üzerine kapanan demir kapı tam on yıl

sonra açılacaktır. O ise bu kapıdan de-

neyimle donanmış, bilinci pekişmiş, bi-

rikimi yükselmiş bir Kerim Korcan ola-

rak çıkacaktır. Bavulunda ise çalışkanlı-

ğıyla birlikte keskin gözlem gücü ve de-

rin halk sevgisinin ürünü olan “Linç”,

“Tatar Ramazan”, “İdamlıklar” gibi ro-

man ve hikâyeleri vardır.

Sıkıcı olmayan anlatımı, çelişkileri ko-

layca sergilemekteki becerisi, canlı ve sü-

rükleyici anlatımı, okuru zorlamayan

yalın diliyle Kerim Korcan yazarlık gü-

cünü asıl olarak roman, hikâye ve rö-

portajlarında göstermiştir.

“Tatar Ramazan”ın önce tiyatro oyu-

nu, daha sonra film ve dizi film hâline ge-

tirilmesi, yine “Linç”in film olarak çe-

kilmesi ve Kerim Korcan’ın edebî yara-

tımından görsel alana aktarılan bütün bu

üretimlerin ödüller alması onun anlatı

alanındaki ustalığın bir göstergesidir.

Kerim Korcan ustalığını anlatı ala-

nında göstermekle birlikte şiirler de

yazmıştır. Şiirlerini “Ey Gaziler” adıyla

kitaplaştırmıştır.

Onun şiirlerinde taş duvarlar içindeki

insanların sıkışmışlık duyguları, aşk,

umut ve gelecekle ilgili safiyane görüş ve

düşünceler, kendi hayatıyla ilgili anılar,

iç çelişkileri, hapislik dönemindeki ta-

nıklıkları ve bütün bunları kuşatan halk

sevgisi yer almaktadır. Korcan’ın şiiri şiir

kişisi ya da şiir kişileri üzerinden bir üre-

tim değildir ve büyük oranda kendi ya-

şamının izdüşümü hâlindedir. Böyle ol-

duğu için şairin bütüleşmiş olduğu da-

vanın hayatındaki her düzey ve türdeki

yansımaları aynı zamanda şiirinin de

var olduğu zemindir.

Sade ve doğrudandır Kerim Kor-

can’ın anlatımı. Yer yer coşku ifadesi olan

ünlemlere başvursa da aslında bir has-

bıhal havasının dışına pek çıkmaz. Bir-

çok toplumcu gerçekçi şair gibi onun an-

latımının temelinde de seslenme tarzı

vardır. Fakat onun sesi etrafında yankı-

lar bırakan, işitenleri sarsan bir gürlüğe

sahip değildir. Samimi bir inanmışlığın

güven verici, görmüş geçirmişliğin inan-

dırıcı edasını taşır. Bu bakımdan Kor-

can’ın şiirleri meydanları dalgalandıra-

cak, kitleleri harekete geçirecek söyleyiş

coşkusunu içermez. Hem söyleyiş hem

içerik bakımından onun şiiri daha çok sa-

bırla sınanmış bir bilincin telkin diline uy-

gunluk göstermektedir:

“HaramilerKesebilir

yolumuzu yarın göğüsKafesimizdeki kuşu

Arayabilir kapkara namlularEn iyi müdafaa

Taarruzdur gene biliyoruzUmudu zincire vurmak

Sevdasındalar bunu unutma!Kederli

Ve yorgunDönmüşsek o akşam evimize

Yaralıysak hattaVe son kurşunu da atmışsak

Tuttuğumuz siperlerDüşmüşse de teker teker

YıldızlıUzun bir geceden sonara

Güpgüzel günlerin doğacağını unutma!(“Unutma” şiirinden)

1990 yılında yitirdiğimiz Kerim Kor-

can’ın ne var ki şiir yüzünden de başı be-

laya girer. Bir parti toplantısında okudu-

ğu şiir ve “Tatar Ramazan” hikâyesi ne-

deniyle İstanbul İkinci Ağır Ceza Mah-

kemesi’nde yargılanır.1959’da beraat et-

mekle birlikte bu dava nedeniyle iki yıl tu-

tuklu kalmıştır. Erol Kılıç Kutalıa’nın

“Bir Ahbaz Yeğeni” adlı yazısındaki şu

cümleler yetkin yazarımızın yaşamının

dramatik bir özeti niteliğindedir: “Kerim

Korcan 72 yıllık ömrünün tam 14 yılını

mahkûm, tutuklu ve gözaltında olarak ge-

çirdi. Yani ömrünün yaklaşık 20’sinin

adresi Sansaryan Hanı, Sinop Cezaevi,

Sultanahmet Cezaevi oldu.” (29 Mart

2013, www.ahbazhaber.com)

Şunu da belirtmeden yazımı sonlan-

dırmak istemem: Toplumcu anlayış ve top-

lumsal duyarlıkla yazan bütün yazar ve şa-

irler gibi Kerim Korcan’ın yazdıkları da

zaman sınavını başarıyla geçtiği içindir ki

toplumsal düzeyde hâlâ karşılık bulmak-

tadır.

Kerim Korcan’ın şiiri:Ey Gaziler

CAFER [email protected]

5Aydınlık KİTAP

“Siyasal İletişim” Türk siyasi yaşamı

için yeni bir kavram. İletişimin gücünden

var olduğu günden itibaren yararlanan si-

yaset, siyasal iletişim sürecinin başlaması

ile birlikte toplum içinde daha modern

bir çizgide yayılmayı ve benimsenmeyi

sağlamaya çalışmaktadır.

Siyasal iletişim uygulamalarının ge-

lişimi, toplumların de-

mokratik yapısındaki ge-

lişime ve kitle iletişim

araçlarının gelişimine pa-

ralel bir şekilde seyret-

miştir.

Ülkemizde ise siyasal

iletişimin gelişim seyri,

daha yavaş gerçekleş-

miştir.

Genç akademisyen

Dr. Rafet Aykut Akay, si-

yasal iletişim uygulama-

larındaki gelişimi ve si-

yasal iletişimin daha doğ-

ru bir çizgide nasıl sey-

retmesi gerektiğine dair

görüşleri “Siyasal İletişim

Danışmanı” adlı çalışma-

sında topladı.

Aykut’un aynı zaman-

da doktora tez konusu

olan “Siyasal İletişim Danışmanı” kav-

ramı iletişim literatürüne de bir boyut ka-

zandırıyor. Nobel Yayıncılık’tan çıkan bu

çalışmada, konunun uzmanlarıyla yapı-

lan görüşmeler de yer alıyor.

KAYNAK K�TAPAykut, siyasal iletişimin sistemli, sür-

dürülebilir uygulama örneklerine çok az

rastlandığı ülkemizde, bilinen bazı yan-

lışların yıllarca tekrarı ve beraberinde ge-

tirdiği yanlış algıların 2000’li yıllara ka-

dar süregeldiğini belirtiyor. İşte tüm bu

yanlış uygulamaların tespit edilerek si-

yasal iletişimin daha doğru bir çizgide sey-

retmesi fikrinden yola çıkarak hazırlamış

çalışmasını.

Çok fazla ele alınmayan bir konuyu

işleyen Rafet Aykut Atay, bu durumu ise

şu sözlerle dile getiriyor: “Ülkemiz si-

yaseti içinde doğru tanımlanmamış, ken-

dine uygun doğru bir alan bulamamış

olan siyasal iletişim danışmanı anlayışı,

bu çalışma kapsamında

ele alınmış ve öne sürü-

len fikirleri güçlendir-

mek amacıyla Türki-

ye’den alanlarında uz-

man farklı isimlerin gö-

rüşleriyle daha doğru

tanımlanmaya ve bu

doğrultuda da daha uy-

gun bir konuma kavuş-

turulmaya çalışılmıştır.”

Siyasal İletişim, Si-

yasal İletişim Yöntemi,

Siyasal İletişim Danış-

manı ana başlıkları al-

tında hazırlanan çalış-

mada güncel Türk siya-

si yaşamında günümüz

Türkiyesi’nin siyasi at-

mosferi ve bu atmosferi

doğrudan etkileyen ak-

törlerin siyasal iletişime

olan yaklaşımı temel alınarak ortaya

konulmuş. Çalışma, bu yaklaşımların

doğru ve yanlış boyutları ile değerlendi-

rilmesi için ise mevcut “siyasal iletişim”

algısının yaratmış olduğu “siyasal iletişim

danışmanı” anlayışı anlatılarak gerçek-

leşmiştir.

Bu çalışma siyasal iletişim danışman-

lığına ilgi duyan, siyasal iletişimi araştıran,

uygulayanlar için yardımcı olacak bir kay-

nak kitap olma özelliğine sahip.

Türkiye’de Siyasetin �leti�imProfesyoneli-Siyasal �leti�im

Dan��man�, Dr. Rafet Aykut Akay,Nobel Kitap, 400 s.

ŞENOL Ç[email protected]

‘Siyasal İletişim’inel kitabı

5 TEMMUZ 2013 CUMA6 Aydınlık KİTAP

Alain Bosquet ölmeden önce ‘Benim Şair-

lerim’ adını vereceği, yaşayan şairlerden bir

dünya şiiri antolojisi yapmak istiyordu. An-

tolojiye on iki ya da yirmi dört şair girecekti.

Her iki durumda da Lyubomir Levçev bu an-

tolojide yer alıyordu.

Benden böyle bir antoloji yapmamı is-

teseler ben de Alain Bosquet’nin

izinden giderim. Lyubomir Levçev

(1935) yirminci yüzyılda doğmuş,

çağımızın en büyük ozanla-

rından biridir

1960’ların son yıllarında

Bulgar şiirinden çevirdiğim

şiirleri Dost dergisinde ya-

yınlamaya başlamıştım. Lev-

çev’in şiiriyle o yıllarda ta-

nıştım. Tarafımdan hazırla-

nan ve Türkçeye çevirilen, 12

Eylül darbesinden birkaç hafta

sonra, Nisan 1971’de yayınlanan

“Bulgar Şiiri Antolojisi”nin sondan bir

önceki şairidir.

Antolojide Levçev’i şöyle tanıtıyorum:

“Troyan’da doğdu. Sofya üniversitesinde

felsefe ve tarih öğrenimi yaptı. Toplumsal şi-

irde yeni değerler arayan genç kuşağa katıl-

dı. Hiç kuşkusuz bu kuşağın en iyi ozanla-

rından biridir. 1957-1966 arasında beş şiir ki-

tabı yayınlandı.”

Bugün, “Hiç kuşkusuz”la başlayan cüm-

leyi söyle yazarım: “Hiç kuşkusuz bu kuşağın

en iyi iki ozanından biridir.” Öteki şair bir oto-

mobil kazasında ölen Vladimir Başev idi.

Bulgar şiiri, bizim şiirde olduğu gibi zi-

hinsel ve yapısal devrimlerle, kopuşlarla ge-

lişmedi. XI yüzyılı başlangıç olarak alırsak ev-

rim geçirerek bugüne geldi. Sağlıklı bir şiir-

dir. Benim antoloji Hristo Botev ve İvan Va-

zof ile başlar. Lyubomir Levçev bu iki şaire de

bağlanır, onların devamıdır. Bu göbek bağı

“militan-ozan”ın en iyi temsilcileriyle (Geo

Milev, Nikola Vaptsarov ve Hristo Smir-

nenski) de vardır.

Hristo Botev Bulgar halkının özgürlüğü

için Osmanlıya başkaldırmıştı. 20 Mayıs

1876’da bir çarpışmada öldü. Geo Milev

polis fırınında diri diri yakıldı. Vaptsarov di-

renme hareketine katıldığı için kurşuna dizildi.

DEVR�MC�, �Y�MSER GELENEKGene benim antolojiden bir alıntı yapa-

cağım: “İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ge-

lişen yeni Bulgar şiiri de aynı geleneği sür-

dürmüş, birey ile toplum ve ülke, ülkenin yaz-

gısı ile evrensel yazgı arasında bir köprü kur-

maya çalışmış-

tır. Veselin Han-

çev, Vladimir Baş-

ve ve Lyubomir Lev-

çev bu şiirin en iyi ör-

neklerini veren ozanların

başında gelir.”

Nedir bu gelenek?

Devrimci atılış ve köklü iyimserliğe dayalı

bu gelenek, yarının bugünden daha iyi ola-

cağına inanmıştır. Bu tema

hemen hemen her ozanda,

bir dilek olarak değil, fakat

toplumsal hayatı değiştirip

geliştirmek için girişilen ça-

bada mantıksal ve inandırı-

cı bir öğe olarak bulunur.

Benim Bulgar şiirinin

bir tarihsel panoramasını

çizdiğimi düşünebilirsiniz

ama ben Lyubomir Lev-

çev’in şiirinden söz ediyo-

rum. Şair benim 1979 yılının

Nisan ayından bu yana ya-

kın arkadaşım. Dostum!

İkinci Dünya Savaşı’nı

ve Alman işgalini yaşadı.

Sosyalist düzen kurulurken

lise ve üniversite öğrenciy-

di. Sofya’da tanıştığımız za-

man o 44, ben 43 yaşımız-

daydık. O Bulgar Yazarlar

Birliği Başkanı ve Kültür Ba-

kan yardımcısıydı. Ünün ve gücün dorukla-

rındaydı, ama önce şair ve alçakgönüllü bir hü-

manist idi ve yirmili yaşlarda yazdığı şiirin de-

vamını yazıyordu. Antolojide yer alan “Gar-

cia Lorca’ya Ağıt”, “Ateş Çalan Adam” ve

“İlkbahar Sesleri”ni yazan genç şairin izinde

ve peşindeydi. Sosyalist düzenin yıkılışın-

dan sonra yazığı şiirler de yirmili-otuzlu yaş-

larındaki şairin, kırklı-ellili yaşlardaki şairin

yazdıklarının devamıdır. Aralarında bir çelişki,

red ve inkar ilişkisi bulunmamaktadır. Çün-

kü tabanda insan sevgisine, insanın varlığına

inanan, insanlık için iyi ve mutlu bir gelecek

kurmak isteyen, en azından bu türden er-

demler için kaygı duyan bir şair.

Elinizdeki kitap 1960’lı yıllardan başlayıp

2000’li yıllara kadar uzanan kırk yıllık bir dö-

nemi kapsıyor. Şiirlerdeki

ortak özellik: Sürekli ironi,

geleceğe olan iyimser gü-

ven, bireyin ve insanlığın

“manzarası”na karşı de-

rin bir tutku ve bir alt akın-

tı olarak derin bir lirizm.

UCU AÇIK B�R ���R

Her şiirin bir öyküsü

vardır. Bu öykü, anglo-sak-

son şiirinde ya da tipik

olarak Borges şiirinde gö-

rülen öyküsel öykü değil-

dir. Şiirsel bir öyküdür. Şii-

rin, soldan sağa yazılan

yüzey yapısında yer almaz,

öykü yukarıdan aşağıya

doğru yazılan derin yapı-

dadır. 1960’lı yıllarda yazdı-

ğı şiirlerde de vardır bu

özellik yetmişli yaşlarda yaz-

dıklarında da vardır. İşte bu sadece çağının

çağdaşı olabilmiş şairlerde görülebilen ve asla

eskimeyen bir niteliktir.

Tarih ve şairin bireysel hayatı Levçev’in

şiirinin temel taşlarını oluşturur. Sağlam bir

temel! Şair bir biçim kurmanın değil, fakat bir

anlam kurmanın peşindedir. Sözcüklerle,

söz dizimi ile oynamaz, onları yüksek bir amaç

için kullanır, keşfedilmemiş topraklara ulaşır.

Anlam gerçekten kurulmuşsa “biçim” özgün

bir yapı içinde kendini tekrarlamadan orta-

ya çıkar. Anglo-Sakson eleştirmenler onun şii-

ri ile “Beat Generation” şiiri arasında zorla-

ma bir ilişki kurmak eğilimindedir ama onun

şiirinin çok sağlam bir felsefi tutarlılığı vardır.

Levçev’in yapıtı bir karşı-kültür arayışının tep-

kisel yansımaları değildir, daha iyiyi, daha mut-

luyu arar. Yıkıcı değil yapıcıdır. Sadece ken-

di şiir ve kültür geleneğinden değil başka ge-

leneklerden de beslenir. Bu nedenle önü asla

tıkanmayan ucu açık bir şiirdir. Lorca’dan,

Aragon’dan, Neruda’dan, Nazım Hikmet’ten,

Yesenin’den, kendi şiir geleneğinden bes-

lendiği kadar beslenir. Bu nedenle yerel ol-

duğu kadar evrensel bir şiirdir.

Kadriye Cesur’un çevirisine gelince:

Kadriye, üniversite dahil bütün eğitim ve öğ-

renimini Bulgaristan’da yapmış, yirmi yıl

önce İstanbul’a göçmüş, çift dilli, çift kültürlü

bir şiir emekçisidir.Türkçeden Bulgarcaya,

Bulgarcadan Türkçeye herhangi bir dilsel tu-

zağa düşmesi neredeyse olanaksız. Üstelik

her iki yöne (yönde) de şair kumaşı var. Be-

nim şiirlerimi Bulgarcaya çevirdi, çeviriyor.

Lyubomir Levçev’ten yaptığı ve bu kitap-

ta yer alan şiirler onun çevirmenlik başarı-

sının inandırıcı bir örneği.

Elinizdeki kitapta yer alan ve benim çok

sevdiğim bir şiirin, “Yarının Ekmeği” (1999)

adlı şiirin son dizeleriyle sözü size bırakaca-

ğım:

Tanrım!

Niçin yaşıyorum!Niçin dolaşıyorum Rodoplar’da bir başıma?Niçin eğiliyorum şu kör kuyuların dibine?İnsanların kapattığı mağaraları niye eşeliyorum?Niçin akşam ediyorum,senin terk ettiğin onca sunak yerinde?

Ölmeyi unutmuşama ekmeğin tılsımını bilenson büyücünün sığınak yolunu arıyorum ben.Ancak bugün satılanekmeğin tılsımı değil derdim.Dünden kalmış atılacak ekmeğinki de de-ğil…Yarının ekmeğinin sırrı gerek bana.O öpülesi ekmeğin.Çocukları kolundan tuttuğu gibi,baba ocağına geri gönderenekmeğin gizi gerek bana!

Bütün yazdıklarına ek olarak: Oğlunu, ço-

cuklarını seven şair elbette benim şairimdir!

Benim şairimLyubomir Levçev

ÖZDEMİR İNCE

I��k Külü, Lyubomir Levçev,Kaynak Yay�nlar�,

Çev: Kadriye Cesur, 136 s.

Levçev�iirlerindekiortak özellik:

Sürekli ironi, gelece�eolan iyimser güven,bireyin ve insanl���n“manzaras�”na kar��derin bir tutku ve bir

alt ak�nt� olarak derin bir

lirizm

Lyubomir LevçevLyubomir LevçevLyubomir LevçevLyubomir LevçevLyubomir Levçev

7Aydınlık KİTAP

Ezberbozan polisiye:‘Gümüş Kuğu’

Berbat geçen çocukluk dönemlerinin

acısını masum kadınlardan çıkarmaya

çalışan katil profilleriyle pek sık karşı-

laşır olmuştuk. Hatta artık konuya o

kadar hakimdik ki, önümüze konulan

şüpheliler listesinden faili bir çırpıda

seçebiliyorduk. “Gümüş Kuğu”nun ba-

kır saçlı maktulü Deirdre Hunt, nam-ı

diğer Laura Swan kayalıklarda çırılçıp-

lak vaziyette ölü bulunduğunda, ister

istemez romanın gidişatı hakkında bazı

tahminlerde bulundum. Birkaç sayfa

sonra yine ebeveyn şiddetine maruz

kalmış bir şizofrenin polislerle oynadı-

ğı manasız oyunlarla uğraşmak duru-

munda kalacaktık. Beklediğim olmadı

ve vahşi bir cinayeti değil nedensiz bir

intiharı araştıran huzursuz doktor

Quirke ile böylece tanıştım. Şeytanın

ayrıntıda gizli olduğunu hatırlatma

görevi bu kez patolog Quirke düşmüş-

tü. Deirdre Hunt’un iş güç sahibi, evli

bir kadın olarak canına

kıyması zayıf bir olası-

lıktı. Sonuç olarak,

Quirke’nin içinden sö-

küp atamadığı o bir

şeyleri deşme, saklı ola-

nın kuytu köşelerine

inme isteği artık oku-

run da içini kıpır kıpır

ediyor, olayların içyü-

zünü bilme arzusu

onun da benliğini kap-

lıyordu.

Şüphelerim Quir-

ke’den karısının cesedi

üzerinde otopsi yapma-

masını rica eden Billy

Hunt üzerinde toplan-

dıysa da yeterli kanıta

ulaşamadım. Dünyadan

bihaber yaşayan Billy o

kadar zayıf ve saftı ki bırakın karısını

öldürmeyi ona otopsi yapılması fikrine

bile dayanamayacak haldeydi. Bakır

saçlı Deirdre hakkında daha fazla fikir

sahibi oldukça pes edip yazarın tüm

tahminlerimi boşa çıkaran kurgusuna

teslim olmayı seçtim.

“Gümüş Kuğu”nun polisiye okuyu-

cusunu birkaç yönden şaşırtmayı ba-

şardığını söylemek mümkün. Zengin

ve mutsuz kadınların dertlerine der-

man olmaya çalışan “ruhsal şifacı” Dr.

Kreutz, kadınlar üzerinde tuhaf etkiler

bırakan dolandırıcı Leslie White,

Quirke’nin sorunlu kızı Phoebe Griffin

ve her işte bir bit yeniği arayan ukala

müfettiş Hackett ustalıkla yaratılmış,

ete kemiğe bürünmüş karakterler. De-

irdre dahi romanın başında kayalıklar-

da bırakmamız gereken bir ölü olmak-

tan çok, çocukluğundan gençliğine ka-

dar duygu durumunu anlamaya çalıştı-

ğımız nefes alan bir kadın. “Gümüş

Kuğu”nun karanlık atmosferine, hu-

zursuz edici geçmişler, zaaflar ve ka-

ranlık sırlarla dolu başka hikayeler de

eşlik ediyor.

John Banville’nin

polisiye romanlarını

Benjamin Black adıyla

yazmasında, James

Joyce’tan sonra İrlan-

da’dan çıkan en iyi ya-

zar olarak nitelendiril-

mesinin etkisi olup ol-

madığını düşündüm.

Yazarın, “polisiye

olan” ve “olmayan” ya-

pıtlarının birbirinden

ayırması, “Deniz”

isimli romanıyla 2005

Man Booker ödülünü

almasıyla da ilişkili

olabilirdi. Ancak yaza-

rın “Gümüş Kuğu”

isimli ikinci polisiye ro-

manının ölü kahramanı

Deirdre Hunt da tıpkı yaratıcısı gibi

ikinci bir ada sahip: Laura Swan. Bu

haliyle okur, önce edebiyatçı John

Banville ve polisiyeci Benjamin

Black’i, sonra kendi halindeki ev hanı-

mı Deirdre Hunt’la, her türlü arzusu-

nun peşine takılan Laura Swan’ı birbi-

rinden ayırmaya sevk ediliyor.

“Gümüş Kuğu”, birbiriyle çatışan

karakterlerleri ve tedirgin edici atmos-

feriyle, perdenin arkasında aslında ne

yaşandığına dair sürükleyici bir roman.

ASLIHAN KOCABAL

Gümü� Ku�u, Benjamin Black,K�rm�z� Kedi Yay�nevi,

Çev: Levent Göktem, 286 s.

“Gümü� Ku�u”, birbiriyle çat��an karakterlerleri vetedirgin edici atmosferiyle, perdenin arkas�nda

asl�nda ne ya�and���na dair sürükleyici bir roman

JohnBanv�lle

5 TEMMUZ 2013 CUMA8 Aydınlık KİTAP

Anadolu büyük isyanlar geleneğinin

yurdudur. Osmanlı devletinin kurulu-

şundan sonra da süren bu geleneğin

merkezlerinden olan Ege’de her yüzyıl-

da bir büyük başkaldırı hareketlerinin

çıktığını görüyoruz. Her isyanın kendi

tarihsel ve maddi koşullarına bağlı bir

içeriği olacaktır. Ancak, özellikle Atçalı

Kel Mehmet Efe önderliğinde gelişen

isyanı, tüm topluma ilham vermesi ne-

deniyle, 1923 Cumhuriyet Devrimi’nin

öncülerinden biri olarak tanımlamak,

abartılı olmayacaktır.

1830’da başlayan ve “Aydın İhtilali”

olarak da bildiğimiz isyanın önderi Atça-

lı Kel Mehmet hakkında bilinenler sınır-

lıdır. Bu konuda küçük hacimli de olsa,

halâ en önemli kaynak olarak M. Çağa-

tay Uluçay’ın yazdığı “Atçalı Kel Meh-

met” kitabı isyanın lideri hakkında ilk bi-

yografik bilgileri içerir. 1970’de ölen M.

Çağatay Uluçay, ülkemizdeki yoğun ola-

rak karşılaştığımız hamaset edebiyatını

tarih olarak sunan kesimden farklı ola-

rak tarihsel materyalizmi eserlerinde te-

mel ilke olarak benimsemiş az sayıda ta-

rihçiden birisidir.

Uluçay, Atçalı Kel Mehmet Efe’nin

babasının Arpaz’da Osman Ağa’nın ya-

nında rençberlik yaparken öldüğünü ve

annesi ile birlikte oradan kovulunca

Atça’nın ağası ve ayanı Emir Hüseyin

Ağa’nın yanına sığındıklarını belirtir. Kü-

çük Mehmet Atça’da kır bekçiliği de de-

nilen koruculukla görevlendirilmiştir. Gö-

rev gereği, ateşli silah kullanmasını bilir.

İlk baskısı 1968’de yayınlanan “Atçalı

Kel Mehmet” çalışmasının yeni baskısı

Ötüken Neşriyat tarafından yapıldı. Altı

bölümden oluşan çalışmada Uluçay, ihti-

lali ve toplumsal etkisini incelerken va-

kanüvislerin aktarımlarına bel bağlamaz

ve çağdaş toplumsal ve siyasal koşulları

derinlemesine sorgulamaya tabi tutar.

Anadolu’da ortaya çıkan isyanlar ya

ideolojiktir ya da vergilerin düşürülmesi

vs. gibi somut taleplerin yerine getirilme-

si amacıyla yaşanan patlamalardır. Aydın

İhtilâli ise, sosyal ve ticari talepleri önce-

likli olarak gündeme taşıyan ama bunun

için “düzen” öngören bir isyandı. Diğer-

lerinden farkı, taleplerini tüm topluma

eşitlikçi bir perspektifle yaymayı düşün-

müş olmasıdır.

Çağatay’ın önemle üzerinde durduğu

ikinci nokta ise, Aydın’da kendisinden

önceki isyanlardan farklı olarak halkın

tarih sahnesine çıkmasıdır: “Kel Meh-

med’in liderliğinde Aydın İhtilâli bize

yeni bir şey daha öğretmiş oldu. Eski ta-

rihlere ve klâsik görüşlere göre Osmanlı

İmparatorluğu’ndaki bütün ihtilâlleri ye-

niçeriler ve ilmiye sınıfı yapmıştır. Halk

ihtilâli olmamıştır. Halbuki, Kel Meh-

med’in Aydın’daki eyleme geçirdiği ger-

çekten de bir halk ihtilâliydi. Bu ihtilâle

katılanlar ne zenginler, ne kişizadeler, ne

de aydınlardı. Bu ihtilâlde onunla aynı

hizada yürüyenler zeybekler, yörükler,

şehrin esnafıyla alt tabakadan oluşan

halktı.”

DEVR�MLER YÜZYILI19. yüzyılda bütün Avrupa’yı olduğu

gibi, Osmanlı devletini de saran isyan

ateşi temelde özgürlüklerin ve yurttaşlık

haklarının genişletilmesi ve hukuksal

eşitlik taleplerini içerir. Bu taleplerde

ifadesini bulan “cumhuriyet” olgusun-

dan beslenen ulus kavramı etrafında Av-

rupa devletleri milli birliklerini kurar.

Osmanlı ise, Avrupa’ya tezat olarak,

etnik temelde parçalanır. Bu açıdan ba-

kıldığında da, Aydın İhtilâli çağdaşların-

dan farklı bir başkaldırı hareketi olarak

anlam kazanır. Aydın İhtilâli sadece bir

kesime değil, toplumun bütününü kapsa-

yan talepleriyle milli birliği sağlayan, öz-

gürlük ve adaleti yaymaya çabalayan ey-

lemliliğiyle Avrupa’nın cumhuriyetçi

akımlarına koşut bir alandadır.

Aydın İhtilâli hakkında yerel idareci-

lerin yazışmalarını da inceleyen M. Ça-

ğatay Uluçay, ayrıca aynı dönemde gezi

anılarını yayınlayan Avrupalı soyluların

eserlerini de ortaya çıkarır. Bunlardan

George Thomas Keppel duyduklarıyla

yetinmeyerek, özel seyahat izni de alarak

bölgeye gitmiş, İzmir ve Aydın’da incele-

meler yaparak ihtilâlin nedenlerini sor-

gulamıştır.

Gene Aydın İhtilâli üzerine bilgileri

anılarında yazmış olan bir diğer kişi, İn-

giltere’nin İzmir Konsolosluğu görevini

de yürüten bir din adamı Francis Vyvyan

Jago Arundel’dir. Eğitimini papaz olarak

tamamlayan Arundel, İngiliz Büyükelçisi

Isaac Mourier’in damadı olması nede-

niyle, kolayca seyahat izinleri elde edebi-

liyordu. Bu yüzden 1822-1834 yılları ara-

sında İzmir ve çevresi hakkında ayrıntılı

bilgiler veren ilk İngiliz olmuştu.

AYDIN �HT�LÂL�’N�NNEDENLER�

Son günlerde tekrar hatırlatılan “ça-

pulcu” kavramı Osmanlı Sarayı’nın halk

hareketleri karşısındaki eski alışkanlıkla-

rına dayanıyor. 19. yüzyılda, Aydın’dan

başlayarak Ege bölgesini büyük ölçüde

etkisi altına alan halk ihtilalinin önderi

Atçalı Kel Mehmet de, Osmanlı yöneti-

mi tarafından “Kel Mehmed nam şaka-

vet–pişe” olarak nitelenmişti.

Ama isyan kısa zamanda bölge halkı

tarafından benimsenmekle kalmadı, üs-

telik Aydın dışındaki vilayet ve kazalar

da, 1830 yılı başlarında, Aydın-Güzelhi-

sarı, Kuyucak, Nazilli, Bayındır ile birlik-

te Tire, Turgutlu (Saruhan Sancağı), Sul-

tanhisarı, Karapınar (İncirliova), Arpaz,

Atça, Balyanbolu (Beydağı), Birgi, Boz-

doğan, Köşkderesi, Alaşehir (Saruhan

sancağı), Koçarlı, Buldan (Denizli),

Ödemiş, Salihli, Yenipazar, Yenişehir,

Kula (Kütahya) ve Eşme (Kütahya) gibi

Büyük ve Küçük Menderes havzalarında

yer alan birçok yerleşim yeri Kel Meh-

met’i sevinçle bağrına bastı.

Neredeyse bütün Ege’yi kapsayan ve

çoğunlukla tek bir mermi dahi atmadan,

halkın kendiliğinden katılımıyla yaygın-

laşan bu “ihtilâl”e yol açan nedenler in-

celendiğinde, olayı kavramak daha da

kolaylaşacaktır.

II. Mahmud dönemi her ne kadar

“ıslahat”, modernleşmenin başlangıcı

olarak anılsa da, aynı zamanda Osmanlı

devletinin en kanlı ve sarsıntılı yıllarına

da denk gelmektedir. Yönetim ve asker-

lik sisteminin değiştirilmesi, bir yandan

yabancı ülkeler ile ticaret artarken Müs-

lüman nüfusun bunun kazançlarından

yoksun bırakılması gibi nedenler top-

lumsal huzursuzluk için ortam oluşturu-

yordu.

Atçalı Kel Mehmet Efe isyanıyla ilgi-

lenen her iki İngiliz seyyahın da şaşırdığı

ve Türk yazarların da cevap bulmakta

zorluk çektiği konu, yetim, okur-yazarlığı

olmayan bir kır bekçisinin nasıl olup da,

aynı anda Avrupa’da gerçekleşmekte

olan Aydınlanma devrimlerinin en

ALİ RIZA ÖZKAN Ayd�n�htilâli, sosyal ve ticari

talepleri öncelikli olarak

gündeme ta��yan ama bunun için

“düzen” öngören bir isyand�.

Di�erlerinden fark�, taleplerini tüm

topluma e�itlikçi bir perspektifle

yaymay� dü�ünmü�olmas�d�r

Zulme isyan geleneğinin yurdunda Atçalı ve Aydın İhtilali

5 TEMMUZ 2013 CUMA 9Aydınlık KİTAP

önemli taleplerini programına

alabilmiş olduğudur. F.V.J. Arun-

del, gezi izlenimlerinde ticaret ve

seyahat özgürlüğü taleplerine

olan hayretini gizlemez. G.T.

Keppel de Kel Mehmet’in önder-

liğindeki ihtilâlcilerin vergi ver-

meyi reddetmesini önemli bir ta-

lep olarak kayda geçirir.

�HT�LÂL’�NÇAPULCULARI

Atçalı Kel Mehmet’in dağa

çıkması ile Aydın İhtilâli arasında

yaklaşık on yıl vardır. Atçalı bu

süre içerisinde hem “dağların ka-

nunu” ve hem de “ovanın düzeni”

hakkında bilgilenmiştir. Çevresin-

deki olaylara kayıtsız kalmamış,

bölgesel sorunlar hakkında bilgi

sahibi olmuştur.

Ülkenin ticarete konu en

önemli ürünleri arasında olan pa-

muk, incir, üzüm gibi ürünlerin

Müslüman köylüler tarafından

üretildiği halde, devletin koyduğu

yasaklar nedeniyle sadece Müslü-

man olmayan tebaanın aracılığı ile

yabancılara satılabilmesi ve arada

oluşan kayıp, elbette ki, köylülerin

ticaret özgürlüğü talebine dönüşe-

cekti. Esasen, bu talebin hayata

geçmesi için Ege köylüleri daha bir

yüz yıl bekleyecekti. Celal Bayar’ın İttihat

ve Terakki Sekreteri olarak İzmir’e gelmesi

ile çözülen bu sorun 1830’larda Müslüman

köylülerin büyük zararlara uğramasına ne-

den oluyordu.

“Yetim ve cahil” bir köylünün dağa

çıkması ve sonunda kendisini Aydın’a vali

olarak atayarak, Avrupa’daki benzer ta-

leplerle ihtilâl önderliğine soyunması pek

çok kişi tarafından “anlaşılmaz” bulunu-

yor. Orhan Asena Atçalı hakkında yazdığı

oyunda, bu “sorun”u, oyuna bir Rum ka-

rakter ekleyerek çözmek ister. Böylece,

“dışarıdan bilinç aktarımı” sorun çözülür.

Buna karşılık, “Haberci” adlı kitabında

aynı soruyla ilgilenen Yalçın Küçük daha

farklı bir yorum yapar: “… İlaveten, ‘On

Dokuzuncu Asır’daki meşhur Türk-İngiliz

ticaret anlaşmasından beş -on yıl önce orta-

ya çıkmış olan Kel Mehmet olayıdır. Sadece

Aydın çevrelerini etkisi altına alan ve kara

cahil birisi tarafından yönetilen bu “halk”

hareketinde sürülen istekler arasında ser-

best ticaretin yer alması oldukça düşündü-

rücüdür. Serbest ticaret emperyalizmin ye-

rel gericilikle eklemlenmesidir. Marx’ın ih-

mal ettiği noktalardan birisi telakki ediyo-

rum.” (Yalçın Küçük, Haberci, s. 56) Yalçın

Küçük için de, “kara cahil” birisinin serbest

ticaret talebi “gerçekçi” değildir.

Asena veya Küçük gibi aydınların top-

lumsal pratiğin ortaya çıkardığı bilinci ne-

den göz ardı ettiklerini yorumlamak bu ya-

zının konusunu aşar. Ancak, Müslüman

üretici köylünün elindeki ürünü Osmanlı

devletinin yasakları nedeniyle “özgürce”

satamayışı ve engelin gayri-müslim tebaa

için olmayışı nedeniyle oluşan çelişkinin

tek çözüm yolunun Müslümanlar adına

serbest ticaret talebi olacağı da açıktır.

Aynı şekilde, Osmanlı idare sisteminin

çatırdaması ile, ayanlık, voyvodalık, mülte-

zim ve mütesellimler eliyle ülkenin yöne-

tilmek istenmesi, halkı büyük mali baskı-

larla karşı karşıya bırakıyordu. Bu kişiler

yönetimini devraldıkları bölgede vergi

koymak ve toplamak yetkisi de alıyorlardı.

Bu durum, halkın çok sayıda vergi ile ağır

mali yükler altına girmesi demekti ki, bu

karışık ve ağır vergi sistemine karşı isyan,

“tek vergi” talebine dönüşecekti. Bu bilinç

için Avrupalı veya Rum bir “taşıyıcı”ya ge-

rek yoktur. Bilgi ile pratik arasındaki ilişki,

isyanın taleplerinin “yerelliğini” ve sahici-

liğini yeterince göstermektedir.

Üstelik, Kel Mehmet’in yanında devlet

yönetiminde uzun yıllara dayanan dene-

yim ve birikim sahibi Kuyucak ve Nazilli

naipleri (yönetici vekiller) gibi Atçalı’yı

bilgilendiren ve kentleri ele geçirmeye da-

vet eden yerel yöneticiler vardı. Atçalı Kel

Mehmet Efe’nin destekçisi olarak kendisi-

ne sığınan devlet yöneticileri zamanla

daha da artmış ve sanırım Osmanlı’ya kar-

şı iletilen taleplerin biçimlendirilmesinde

asıl rolü oynamışlardır. Nazilli naibi Kör

Müezzinzade Mustafa Kamil Efendi, At-

çalı’nın Kuyucak’ı ele geçirerek başlattığı

ihtilâlin “sekreteryası”nın başı konumun-

dadır. Gene ihtilâlin fikri önderi konu-

munda sayacağımız Harputlu İbrahim

Efendi ise Aydın’da başkatip olarak görev

yapmaktaydı.

Harputlu İbrahim Efendi’ye II. Mah-

mud da özel önem atfeder: “Şu habis

Kel’in yanında olan kâtibi Allah vere bir

tarafa savuşmayub olaydı bu habisde bu

fesada dair çok malûmat vardır.

Merkumun hayyen ele getirilip bu

tarafa gönderilmesine ihtimam ey-

lemeleri içün müşarünileyhe ve Sa-

ruhan mütesellimine suret-i irade-i

hümayunumuz beyaniyle tahrir ve

iş’ar kılınması…” (Hattı Hümayun

22820)

Bütün bu olguları alt alta dizen

M. Çağatay Uluçay ihtilâlin beyin

takımını da ortaya çıkarır.

KENTLER� HEDEF ALAN �HT�LAL

Aydın’ın ele geçirilmesi ile zir-

ve noktasına ulaşan ihtilâlin en

önemli etkilerinden birisi halka

hizmet etmeyen veya zulmeden

memurların azledilmesi oldu. Bu

değişim, büyük bir hoşnutluk ya-

rattı ve Atçalı önderliğindeki ihti-

lâlin benimsenip, yayılmasında

önemli bir etken oldu.

İkinci olarak, vergilerin azaltıl-

ması, daha doğru bir ifadeyle, sa-

dece İstanbul’a gönderilecek payın

toplanması o güne kadar halktan

alınan vergilerin yaklaşık onda bire

düşürülmesi, esnaf ve köylüde bü-

yük bir ihtilal taraftarlığına neden

oldu.

Osmanlı ile işbirliği yapan mü-

tegallibeden Hacı İlyas Ağa’nın

Aydınlıların ihtilâle karşı tavrını öğren-

meleri için gönderdiği adamları halkın

düşüncelerini şu şekilde aktarır: “Yani

ahali, vûcuhun hilâfına cevapları merkum

Zeybek Atçalı Mehmed’in bu veçhile mal

ve canımıza ve ırzımıza tasallutu olmayub

bu veçhile rizacuyane hareketinde cümle-

miz hoşnud ve razıyız.”

Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İb-

rahim Paşa ile anlaşan II. Mahmud, isyanı

bastırması karşılığında ona bölgenin yöne-

timini vaat eder. II. Mahmud aynı anda

Karaosmanoğlu Hacı Mehmed Ağa’ya da

benzer bir teklif yapar. Saruhan sancağı dı-

şında Muğla’ya kadar olan tüm bölge Ka-

raosmanoğullarına bırakılacaktır.

Aydın’ın kuşatıldığını anlayan Atçalı

Kel Mehmet kenti yanındaki savaşçı efe-

lerle birlikte terk eder. Amacı, halka karşı

olası bir katliamı önlemektir. Ancak, zul-

mü ile ünlü Karaosmanoğlu Hacı Meh-

med Ağa kenti yakar ve büyük bir katliam

yapar. Atçalı tekrar meskeni olan dağlara

döner. Kuvvetlerini yeteri miktarda birik-

tirdiğini düşünerek Aydın’a tekrar saldı-

rıp, ele geçirmeyi planlar. Ancak, Tepecik

köyü yakınlarında 10 Haziran 1830 tari-

hinde tuzağa düşürülür ve öldürülür. An-

cak, halka zulümle özdeşleşmiş Osman-

lı’ya karşı isyan geleneği Atçalı’nın öldü-

rülmesiyle bitmez. Etem Oruç’un “Atçalı

Kel ve Yağdereli Sinanoğlu Efe” kitabında

gün yüzüne çıkardığı gibi 20 yıl sonra, he-

men hemen aynı talepler, yöntemler ve

gerçeklik üzerinde Sinaoğlu Efe Aydın’ı

ele geçirir ve beş yıl yönetir. Dikkat çekici

bir olgu da, ihtilalcilerin kentleri ele geçi-

rip yönetme kararlılığıdır.

Toplu Oyunlar� 3 - Simavnal��eyh Bedreddin / Atçal� Kel

Mehmet / Tanr�lar ve �nsanlar(G�lgame�), Orhan Asena, Mitos

Boyut Yay�nlar�, 224 s.

Atçal� Kel Mehmed, M. Ça�atayUluçay, Ötüken Ne�riyat, 176 s.

Atçal� Kel ve Ya�dereliSinano�lu Efe, Etem Oruç, Berfin

Yay�nlar�, 237 s.

Atçal� Kel Mehmet’inAyd�n’daki heykeli

5 TEMMUZ 2013 CUMA10 Aydınlık KİTAP

Veysel Çolak, şiirde 40.ncı yılını geride bı-

rakırken “O Zaman Bitti” adlı kitabı da

yayımlandı.Çolak’la şiire, hayata ilişkin ko-

nuşmak için İzmir, Karşıyaka’da Ziya Gö-

kalp Kültür Merkezinde buluşuyoruz.

Ama o kendini anlatmayı sevmiyor. İn-

sanların şiirsel metinlerden beslenmek gibi

bir dertleri varsa; herkesin kendi şiirini ara-

yıp bulması gerektiğine inanıyor. Yazan

için şiir nasıl emek yoğunluğunun bir sonu-

cu ise, okuyucu için de öyle olması gerekti-

ğini düşünüyor. Çolak’a göre şairin hayatı,

aynı zamanda bir devrimcinin hayatı olmak

zorunda. Çünkü gerçek şiir, özü gereği, po-

tansiyel devrimci öğeler taşır ve şiir bir ya-

şam biçimidir. Egemen Berköz’ün bir dize-

sini anımsatıyor Çolak “Şiir yazmadan ya-

şamak kolay” diye.

Şiirlerin hayatı zorlaştırıp zorlaştır-madığını soruyoruz.

� Gerçek şairler bilirler. Özlenen

şiire varabilmek için çok şey bilmek gere-

kiyor. Ekonomi bileceksiniz. Felsefe, mi-

toloji, tarih, müzik, mimari bileceksiniz.

Balık kitapları, çiçek kitapları, sözlükler

okuyacaksınız. Hem kendi ülkenizin hem

de dünya şiir pratiğinin farkında olacak-

sınız. İşte öncelikle böylesine bir kültürel

birikiminiz olacak. Öte yandan bütün

gövdenizle bakacaksınız dünyaya; bütün

gövdeniz yürek olacak. Her şeyi doğru al-

gılayacaksınız Yaşananı kavrayıp yorum-

lamanız da yetmez. Bir biçimde muhalif

olunan ne varsa, onları değiştirme çaba-

sına katılacaksınız. Bütün bunların far-

kında olan şair için şiir yazmak kolay

olmasa gerek. Böylesine bir birikimle

üretilen şiir, elbette kendisi kolay ele ver-

mez. Okuyucusundan bir çaba bekler.

ATE� HATTINDAK� ���RVeysel Çolak ve kuşağının 12 Mart fa-

şizmiyle hesaplaşan bir şiir çizgisini geliş-tirdikleri bilinir. Söyleşimizin bir diğerbağlamını da bu oluşturuyor.

� 12 Mart’ın hemen sonrasında, genç-

lik hareketlerine paralel bir şiir yazılıyordu.

Şiir her yerdeydi o günlerde... Sokaktaydı,

varoşlardaydı, grev alanlarında, ateş hattın-

daydı hep. Daha çok coşkudan besleni-

yordu. En yaşlısından en gencine tüm

şairler, bu süreci bütünlüyordu. Emeğe,

emeğin tarihine saygı duyuluyordu. Silah

zoruyla gasp edilen özgürlükler geri alınsın

isteniyordu. Her şey insan onuru içindi;

temel haklar içindi. Şiir politikleşmişti.

Diyalektik bir yapı gereksinen şiir za-

ten politiktir. Kendiliğinden böyledir. Ama

o dönemde yazılan şiir, erdemlerinden bi-

raz soyunmuştur. Daha çıplaktır. Daha

doğrudan sorunların üstüne gitmektedir.

Bu, biçimsel ve estetik zaafları yer yer taşı-

dığı anlamına gelebilir. Ama öz itibarıyla

evrenseldir, insanidir çünkü. Bu bakımdan

yanlış yapmamış; bir zorunluluk olarak

yanlışın üstüne gitmiştir.

Bu hesaplaşmanın günümüzde de sü-rüyor muydu?

� Aynı hesaplaşma -gerekli olduğu

halde-günümüzde sürüyor denemez. 12

Eylül’le nispi demokratik ortam tamamen

yok olduktan sonra, şiirimiz geri çekildi.

Bir boşluk oldu. Bir arayış başladı.

12 Eylül kendi şairlerini de getirdi tabii.

Deneysel bir şiir yazılmaya başlandı. Birey-

sel temalara yaslanan değil, bireyci bir şiir

oldu bu. Hayat pratiğinin tamamen dışına

çıkan, sadece şairin gövdesiyle, onun be-

densel pratiğiyle sınırlı bir şiir oldu. Türk

şiirine bir şey kazandırmadı bu. Günümüz-

de şiirimizin konumu bu. Yani çıkmazda.

Fark edilmiş olacak ki bazı arayışların uç

verdiği gözlenebiliniyor. Sanıyorum önü-

müzdeki bir iki yıl içerisinde bir yalınlık an-

layışı gelişecek, gereksinilen şiir yeniden

sokağa çıkacak.

Çolak’a “Şair, şiiri kanıyla derisine ya-zan kişidir.” sözünü anımsatıyoruz bura-da. Şiirlerinde öne geçen aşk temasını, bu-nun politik savaşımla nasıl örtüştüğünüsoruyoruz:

� Şairin şiiri kanıyla derisine yazması,

70’li yıllarda sıkça kullandığım bir söy-

lemdi. Bugün de aynı şeyi söylüyorum. Şiir

yazmanın çok zor olduğunu söylerken

bunu açıklamış olmuyor muyum? Ancak

bu kadar değil. Ben buna politik bir anlam

da yüklüyorum tabii. Haklı olanların kav-

galarına sahip çıkmaktadır bu. Vaptsarov,

kurşuna dizilmeden önce kanıyla duvara

yazdığı şiir; onun tavrı, bana bunu öğretti.

Aşk konusuna gelince... burada şaşıra-

cak bir şey yok. Önemli olan aşk kavramı-

na içeriğe bağlı. Sadece cinsellikle sınırlar-

sanız, olmaz tabii. Çocuk sevgisi, yurt sevgi-

si, insanlık sevgisi, özgürlük sevgisi... diye

açarsanız; ve benim şiirlerime öyle bakar-

sanız bu boyutları görürsünüz. Aşk önemli.

Bir kadına duyulan aşk da önemli. Çünkü

faşizm bir tek gülümsemenizi alamaz eli-

nizden; bir de tüm hücrelerinizle yaşadığı-

nız aşkı. Az şey değil bu. İnsanı diri tutmak,

dirençli kılmak adına. Bir şey daha söyleye-

yim; bir yazı konusu etmiştim bunu. Aşka

öylesine inanıyorum ki en politik şiirlerin

aşk şiirleri olduğunu söylüyorum. Eğer bu

hesaplaşmayı barındırıyorsa; şiir politik

mücadeleyle örtüşüyor demektir.

TÜM DEVR�MC�LER B�RK���N�N ADINI VERD�

“O Zaman Bitti” adlı kitabında daaşk, ayrılık bağlamında kurulmuş şiirleriüzerine konuşuyoruz...

� Ne diyebilirim?1970’li yıllarda,

daha çok toplumcu gerçekçi bir şair oldu-

ğum söylendi. 1990’dan sonra da aşk şai-

rine çıktı adımız. Bu yaklaşımların

bütünüyle doğru olduğunu kabul etmem

olanaksız. Ne desem boş. Çünkü, algıları

değiştirmek o kadar kolay değil. Gene de

söylemiş olayım: hep, tarihsel, kültürel

derinliğini gözeterek yaşanılanın şiirini

yazmaya çalıştım. Günlük olanla, güncelle

ya da günü boşlayıp tarihsel olanla sınırla-

madım şiirimi. Zaten bu yapılmamalı.

Çünkü hayat, hayatın bütün değerleri

(kültür, politika, estetik…) artzamanlı ol-

duğu kadar, eşzamanlı bir işlerlik gösterir.

Benim şiir anlayışım, bu kavrayış üzerine

kurulmuştur. Poetikamın belirleyici öğesi-

dir bu. “Hayat kadar dağınık, hayat kadar

örgütlüdür.” Şiirimin izlekleri, hayattan

yalıtılmamıştır. Çünkü hiçbir şey diğer in-

sandan, ekonomiden, politikadan, estetik

anlayışlardan bağımsız değildir, olamaz

da. Kadını anlatarak ekonomiyi, siyasi ya-

pıyı, devlet ilişkilerini, tarihsel olanı da

anlatabilirsiniz. Benim yaptığım bu.

Bunun kavranması, şiirlerimin daha iyi

anlaşılmasını getirebilir. Ben kadında in-

sanı seviyorum, kadında insanı anlamaya

çalışıyorum. Kadında ekonomiyi, siyasi

olanı anlamaya ve yazmaya çalışıyorum.

Veysel Çolak’a göre, şiirin toplumlar,insanlar için taşıdığı önem ve gereklililiğineydi?

� Öncelikle; şiirsel besinden payını

alamamış bireyler ve toplumlar kesin-

likle; evet kesinlikle gelişemezler. Bütün

insanlık tarihi bu gerçeği gösterir. Birkaç

örnek vermek doğru olacak; Rusya’daki

1905 ayaklanmasında, yakalanan dev-

rimcilerin arkasında uzun süre örgüt

arandı. Ama örgüt yoktu. Tüm devrimci-

ler bir kişinin adını verdiler: Puşkin!

Evet sadece Puşkin. İşte şiirin böylesine

derinliğine bilinçlendirmesi gibi gizil bir

gücü vardır. Sonra, eski İsrail Savunma

Bakanı Moşe Dayan’ın, Filistinli şair

Fatva Tukan’ın her şiirini on gerillaya

bedel görmesi açıklayıcı olmalı bence.

Marks’ın “Kapitalizm sanata, özel-

likle şiire düşmandır” saptaması; gene

şiirin gücünü ortaya koymuyor mu?

Che, Bolivya’da sırt çantasında Dosto-

yevski taşıyordu ve şiir yazıyordu. Daha

yüzlerce örnek verilebilir... Sonuç ola-

rak, şu söylenebilir: Şiir tarihin öznesi

olanları ayakta tutacak tek kültürel be-

sindir. Bu yüzden vazgeçilmezdir.

Bir şairi tanıyabilmek için şiirleriniokumak yeterli midir?

� Her şiir, şairinden çok iz taşır. Bir

şiiri şair odaklı okuyup çözümlediğinizde; o

şairin ideolojisini, şiirbilgisini, psikolojisini,

kültürel derinliğini, evrensel tutumunu, dil

bilincini… açığa çıkartabilirsiniz. Bunları

bilmek, büyük oranda şairi tanımak olabi-

lir; ama onun şiirlerine yansımayan karak-

VEYSEL ÇOLAK VE “O ZAMAN BİTTİ” ÜZERİNE

Şiir tarihin öznesi olanları ayaktatutacak tek kültürel besindir

ASLIHAN TÜYLÜOĞLU

VeyselÇolak

11Aydınlık KİTAP

teristik özelliklerinin de ola-

bileceği göz ardı edilemez.

Bazı şairler, kendilerini şiir-

lerine katmaz. Bazıları kendi

kanıyla derisine yazar şiirle-

rini. Eğer şiirlerinizi kanı-

nızla kendi derinize

yazıyorsanız, şiirleriniz sizi

ele verebilir büyük oranda.

���R�NGEREKS�ND����KL�M

İnsanı ve geleceğini,Türk şiirini ve Türk şiiri-nin geleceğini gözeten or-taklaşa bir aranışın olma-dığını söylüyoruz VeyselÇolak’a. Hayatın ve şiiringereksindiği öznelerin kal-madığına ilişkin düşünce-lerini soruyoruz.

� Günümüz edebiya-

tında (şiirinde) bütünü ku-

caklayan dostluklardan söz

edilemez. Tam bir parçalan-

mışlık yaşanıyor. Kimse kim-

seyi sevmiyor. Gettolar oluşmuş. Dar,

şiire zarar ilişkilenmeler var sadece. Yazı-

lan kitap tanıtma yazılarına, yapılan söy-

leşilere bakmak bile her şeyi açıklamaya

yeter. Büyük çoğunluğu ısmarlamadır bu

yazı ve söyleşiler. Yan yana olanlar birbir-

leriyle konuşup, birbirlerinin kitabı hak-

kında yazıyor. Kimse şiiri günü gününe

izleyip tanımadığı, ama başarılı bulduğu,

bulabileceği bir kitabı gündeme taşımı-

yor. Okunmadığı halde, kıskançlık nede-

niyle, yeri geldikçe

bir kitabı, bir şiiri

kötülemekten de

geri kalınmıyor.

Açıklaması zor bir

zavallılık bu.

Nedense, hâlâ

şiirin, edebiyatın

bir iklim gereksin-

diği anlaşılmamış.

Dost- düşman,

bütün şairlerin bu

iklimi oluşturmak

gibi temel bir so-

runu olmalı oysa.

Yani herkesin ama-

cı ülke şiirine çalış-

mak olmalı. Çünkü bir dilde büyük şiirler

yazılabilmesi için gerekli bu. Herkes ba-

şarılı şiirler yazarsa, en yeteneklimiz daha

büyük şiirler yazabilir. Bir şey daha: şiir

çevresi, kendimizi korumak zorunda ol-

duğumuz bir çevre olmamalı.

Yenibütüncü şiir manifestosu yayım-lanalı 25 yıl oldu. Bunu anımsatıp mani-festonun bugün de geçerliliğini soruyo-ruz. “Her şiir öncekine ihtilal!” olduğugibi “Acaba her manifesto da bir önceki-ne ihtilâl midir?” diye de ekliyoruz.

� Yenibütüncü Manifesto hâlâ gün-

demde. Yani yeni yayımlanmış gibi. Or-

taya koyduğu sorunlar henüz giderilmiş

değil. şu kadarını söyleyebilirim: Kimse-

nin estetik, politik, ekonomik sorunlar

üzerine düşünmek gibi bir derdi yok.

Oysa bir şiir ağırlığının olabilmesi için,

bir düşünce ağırlığının olması gerekir.

Nedense bu anlaşılamıyor. Böyle olunca

da el yordamıyla yazılıyor şiirler. Analoji

yapılarak yazılıyor. Bu nedenlerden

ötürü de yazıldığı an ölen şiirler doldu-

ruyor ortalığı. Tarihsel, kültürel, insanî

derinliği olmayan şiirler. Cemal Sü-

reya’nın “Hepimiz Yenibütüncüyüz.”

demesinin ne-

denleri iyi düşü-

nülmeli

kansındayım.

Yoksa Türk şiiri

daha iyi bir yere

vardırılamaz.

Düşmanınız bile

yapsa, yapılan

doğruysa ona

sahip çıkmalı

kişi. Türkiye’de

böyle olmuyor.

İğrenç bir kıs-

kançlık var. Ye-

nibütün de bu

nedenle, iki yıl,

yoğun biçimde tartışılmasına karşın,

tam anlamıyla kitleleşemedi. Kaçırılmış

bir fırsat olduğunu düşünüyorum, ama

hâlâ geç değil! Her sanat manifesto,

yeni bir yaşam biçimi ve buna uygun bir

gelecek tasarımı getirir ve önerir. El-

bette bunun gereğini de yapar. Eğer ba-

şarır da ekonomik, politik, estetik

sorunların giderilmesini sağlarsa, o ma-

nifestonun da ömrü tamamlanmış olur.

Sorunlar varlığını sürdürdüğü kadardır

manifestoların ömrü.

Veysel Çolak’la günlerce söyleşiler

yapmak mümkün. Hayatını şiire gömmüş

bir şair o. Bir şiir fanatiği; ama buğdayın

şiirden yararlı olduğunu düşünüyor.

Veysel Çolak, O Zaman Bitti, Hayal y., 2013

5 TEMMUZ 2013 CUMA12 Aydınlık KİTAP KAPAK

İleri yaşına rağmen adeta tek başına bir ens-

titü gibi üretmeyi sürdüren Cahit Kay-

ra’nın 1923 - 1950 dönemi iktisat politika-

larını incelediği “Devletçilik” adlı çalışma-

sının ilk cildi hayli ses getirdi. Üç ciltte ta-

mamlanacak olan kitabı okuyanlar, ikinci ve

üçüncü cildi de merakla beklemeye başla-

dılar. Kayra’nın kitaplarını yayımlayan Ta-

rihçi Kitabevi’nde Kayra ile kitabını ve

Cumhuriyet’in ekonomi anlayışını konuştuk.

Böyle bir dönemde bu içerikte bir kitapyazmak nereden aklınıza geldi?

Bu konu öteden beri kafam-

da olan bir konuydu. Çünkü

yaşadığım dönemin özelliği

bu. Osmanlı Devleti

1920’de bütün temelle-

riyle çökmüştü. Fetihler

üzerine kurulu olan o

devlet mütemadiyen ye-

nilmişti. Bünyesinde iki

türlü hukuk vardı. Huku-

kun dinsel tarafı vardı. Pa-

dişah aynı zamanda halife idi.

İki türlü eğitim vardı. Bir an-

lamda ekonomisi de birkaç tür-

lüydü. Daha doğrusu ekonomisi zaten

yoktu. Yabancıların elindeydi. O bakımdan

birkaç türlü diyorum.

Osmanlı bir şey de üretmiyordu. Borç

alıyordu ve kendi değerlerini satıyordu.

Bir gün Cezayir, bir gün Midilli, bir gün bir

başka yer elden çıkıyordu. 1920’de bütün bu

temeller çöktü, hiçbiri kalmadı. Şimdi de-

niyor ki “Biz eskinin devamıyız”. Eskinin el-

bette belli ölçülerde devamıyız. Ama Cum-

huriyet’in kurduğu temellerin Osmanlı’nın

temelleriyle ilgisi yoktur. Çünkü Cumhuri-

yet laik devlet temelinde kurulmuştur. Tek

hukuk, tek öğretim sistemi getirmiştir. Eko-

nomisi de bunlara koşut olarak üretken bir

ekonomi olmuştur. Yani bu temeller Os-

manlının temellerinden çok farklıdır.

CUMHUR�YET’� SAVUNMA GÖREV�

Kitabınız, devletin elinde artık satacakbir şeyin kalmadığı, cari açığın büyüdüğü,Türkiye’nin üretim yapmayan, ekonomikkaynak anlamında dışarıya doğru kanayanbir ülke olduğu dönemde piyasaya çıktı. Da-hası Cumhuriyet’e ve Atatürk’e yöneliksaldırıların en üst düzeyde yapıldığı bir dö-neme denk düştü.

Çok doğru. Bugün çeşitli kesimlerin

Cumhuriyet’i de-

vamlı olarak,

adeta sistemli

bir şekilde

eleştirdikleri-

ni görüyoruz.

Ama kabul et-

mek gerekir ki

bugünkü dünya-

mız yukarıda sö-

zünü ettiğim temel-

ler üzerine kuruldu.

Ben de Cumhuriyet’e yöne-

lik bu eleştirilere karşı düşündüklerimi

açıklamayı bir görev olarak benimsedim. Bir

yerde o Cumhuriyet’in beni yetiştirmiş ol-

ması bağlamında bildiklerimi, gördüklerimi,

deneyimlerimi anlatmak istedim. Bunu bir

vazife olarak gördüm.

Atatürk’ün ekonomi anlayışının temelözelliği nedir?

Atatürk’ün ekonomi anlayışı büyük ön-

derin uzak görüşlülüğünü, ufkunun geniş-

liğini gösterir. Fakat O, aynı zamanda büyük

bir gerçekçidir. Uzak görüşlülüğüyle gele-

ceği değerlendirirken, o günkü durumu

da, nesnel koşulları da tahlil etmiştir. Ata-

türk’ün kafasındaki ekonomik sistem hem

devletçiliği hem de özel sektörü birlikte içe-

rir. Atatürk, yerine, zamanına, şartlarına göre

devletin ekonomiye müdahale etmesini

düşünmüştür.

1923 ile 1930 yılları arasında devletçilik

sözü edilmemiştir. Ama o dönemde yapılan

işler hep devlet eliyle yapılmıştır. Çünkü o

dönemde özel sektörün bu tür işleri yapa-

cak gücü yoktur. 1929 büyük bunalımında

da derhal devletçiliği tezgâha koymuştur

Atatürk. O günkü şartlar içinde en makul

olanı da budur.

Gazi’nin bu tercihinde ülkemizde ye-

terli sermaye birikiminin oluşmamasınında payı yok mudur?

Elbette vardır. O günkü Türkiye’ye ba-

kalım. Elde avuçta hangi sermaye vardı?

İstanbul’da kalan bir miktar yabancıda ve

azınlıkta vardı sermaye. Onun dışında

Anadolu’da birkaç çiftlik dışında hiçbir şey

yoktu. 1923’de Cumhuriyet ilan edildiğinde

adam başına gelir 45 liradır. Ne büyük bir

fakirlik olduğunu düşünebiliyor musu-

nuz? Böyle bir ülkede sermaye birikimi

mümkün olabilir miydi?

OLAYLARIN ADETARÖNTGEN�N� ÇEKERD�

Kendisini sosyalist sa-nan kimileri Atatürk’esosyalizmi getirmediği içinyüklenmeyi pek severler.En hızlı dönekler de bun-lar arasından çıkar za-ten. O günkü koşullardaTürkiye için sosyalist mo-deli tercih etmenin nesnelkoşulları var mıydı?

Atatürk sosyalizmi

getirmeyi düşünmüyor-

du. Ama daha da önem-

lisi Türkiye’nin sosyalist

bir gelişme modelini ter-

cih etmesinin nesnel ko-

şulları yoktu. Öte yandan

Türkiye – SSCB ilişkileri

gayet güzel, verimli bir şe-

kilde ilerliyordu. O günkü

şartlar içinde Türkiye’nin

sosyalist olup olamayaca-

ğı ayrıca tartışılabilir belki ama şunu hiç

akıldan çıkarmamak gerekir: Türkiye’nin

o dönemde sosyalist bir yönelime uygun

kadrosu da, insan malzemesi de, sanayi alt-

yapısı da yoktu. İktisat – maliye konusunda

elindeki kadro başlangıçta son derece

zayıftı. Zamanla gelişme oldu. Örneğin İz-

mir İktisat Kongresi’nde elindeki insan

malzemesi pek de nitelikli değildi.

Şunu hiç unutmamalıyız. Atatürk ken-

disini çok iyi geliştirmiş, eğitmiş, donatmıştır.

Çok kitap okumuştur. Okuduğu eserlerin

yanlarına notlar almış, yorumlar yapmıştır.

Atatürk’ün başkalarında olmayan bir diğer

özelliği de olayların adeta röntgenini çek-

mektir. Nitekim Atatürk’ün bu yönüyle il-

gili olarak İsmet Paşa şöyle demiştir: “Hiç-

birimiz Atatürk’ü anlamadık, ben inandım”.

İsmet Paşa’nın bu sözleri şunun kanı-

tıdır. Demek ki kurucu kadronun içinde yer

alan, Kurtuluş Savaşı’na katılan pek çok in-

san Atatürk’ü ne anlamıştır ne de yapa-

caklarına inanmıştır. Bu nedenle Türkiye

Cumhuriyeti’nin o dönemki ekonomi po-

litikasını da bu bakış açısıyla değerlendir-

mek gerekir.

Atatürk, bu kadro eksikliğine, sermayeyetersizliğine rağmen nasıl başarılı oldu?

Şöyle düşünelim. Cumhuriyet Osman-

lı İmparatorluğu’ndan iktisat bilen bir kad-

ro devralmadı. Fakat işbaşına geldikten

sonra önemli sorunlarla karşılaştı. Cum-

huriyet’i kuranlar bu sorunlarla karşılaştıkları

anda ilk yaptıkları iş, örneğin demiryolları-

nı millileştirmek oldu. Bu devletçilik poli-

tikasının da bir anlamda ilk adımları arasında

sayılabilir. Daha sonra

1929 büyük buhranı geldi.

Dünya çapındaki bu bu-

nalım, toplumun kendi ya-

ğıyla kavrulması zarureti-

ni ortaya çıkardı. Oradan

da devletçiliğin temelleri

atıldı.

Bir anlamda teorikaltyapıdan çok hayatınpratikleri kendi gerçeğiniyarattı ve dayattı diyebili-riz. Peki, KİT’ler hangikaynaklarla kuruldu? Ge-reken kaynak nerelerdenbulundu?

Önce rakamlara bak-

mak gerekir. O tarihlerdeki

GSMH’nın artış oranı ile

devlet bütçesinin artış ora-

nı arasında fark vardır. Dev-

let bütçesinin artış oranı

daha yüksektir. Bu demektir ki, ülkemizde

zorunlu tasarruf hareketi vardır. Kaldı ki bu

süreçte Türkiye’nin elini güçlendiren altı

önemli unsur vardır.

“Ekonomide kamunun payıve müdahalesi gerekir”

CAHİT KAYRA:

BARIŞ DOSTER

Cahit KayraOsmanl�Devleti muazzam bir

imparatorluktu, her �eyvard�, ama bir tek �eker

fabrikas� bile yoktu. Birinci Dünya

Sava��’na girildi�inde �stanbul

Avusturya’dan gelecek olan 4

vagon �ekeri bekliyordu. 600 y�l

üç k�tada hüküm sürmü� olan

bir imparatorlu�un durumu buydu

Cumhuriyet EkonomisininÖyküsü, 1. Cilt: 1923 - 1950 -Devletçilik: Alt�n Y�llar, Cahit

Kayra, Tarihçi Kitabevi, 456 s.

5 TEMMUZ 2013 CUMA 13KAPAK Aydınlık KİTAP

Bunlardan birincisi İngilizlerden alı-

nan demir – çelik fabrikasıdır. Bu çok

önemli bir hamledir. Zira o tarihte hiçbir az

gelişmiş ülkede demir çelik fabrikası yoktur.

Günümüzün parlak yıldızı olarak gösterilen

Güney Kore’de bile yoktur. Bir tek Türki-

ye’de vardır. Bunu başaran unsur Mustafa

Kemal Paşa’nın İngilizlerle yaptığı anlaş-

madaki diplomatik, stratejik ve ekonomik

dehasıdır.

Türkiye’nin o dönemdeki ikinci önem-

li kazanımı Sovyetler Birliği’nden aldığı-

mız büyük yardımdır. Planlı bir yardımdır

bu. Dokuma sanayi onlardan gelmiştir.

Kimya sanayi onlardan gelmiştir. Cam sa-

nayi onlardan gelmiştir. Petrol rafinerisi on-

lardan gelmiştir. Selüloz sanayi onlardan

gelmiştir. Bunların hepsi bizim için ya-

şamsal değerdedir.

Ekonomide elimizi kuvvetlendiren üçün-

cü unsur zorunlu tasarruf uygulamasıdır. Bil-

diğimiz gibi ağır vergiler azaltılmıştır. Aşar

kaldırılmıştır. Ama yerine bina ve arazi ver-

gileri konulmuştur. Dolaylı vergiler artırıl-

mıştır. Kazanç vergisi bir ölçüde düzeltil-

miştir. Vergilendirmede belirli düzeltmeler

yapılmıştır.

Dördüncü faktör devlet masraflarının as-

gari düzeye indirilmesi olmuştur. Bütçeye ba-

karsanız, cari masrafların azaldığını, yatırım

harcamalarının arttığını görürsünüz.

Ekonomideki beşinci büyük adım tüm

bu adımların planlı atılması, yatırımların

planlı yapılmasıdır. Şimdi olduğu gibi key-

fi, rastgele, gürültülü, popülist şeyler yap-

mamıştır Cumhuriyet’i kuranlar.

Ve altıncı büyük unsur da o tarihteki in-

sanların Kurtuluş Savaşı ve devrimlerden ge-

len büyük heyecanıdır. Etibank’ı, Maden

Tetkik Arama’yı kuran insanların coşkusu,

yurtseverliği, özverisi tüm bu işlerin yapıl-

masında ve de hesaplı biçimde yapılmasın-

da etkili olmuştur.

KAMU EKONOM�S�NDE SSCB KATKISI

Cumhuriyet KİT’leri ne zaman kurmayıdüşündü?

KİT’leri biz Sovyetler Birliği’nden öğ-rendik. 1932 yılında İsmet Paşa SSCB’ye git-ti. O dönemde Türkiye ekonomik olarak neyapacağının arayışı içindeydi. Dönüşte ora-da gördüğü kalkınma modelini anlattı.Sonrasında da Sovyetler Birliği’nden bu mü-nasebetle uzmanlar geldiler. O uzmanlarteknik bilgi, birikim, deneyim getirirkenSSCB de Türkiye’ye mali kaynak sağladı.Nazilli’de örnek bir site kuruldu. Tipik birörnektir. Eskişehir ve Turhal Şeker fabri-kaları yine o işbirliğinin ürünleridir.

Üzerinde durulması gereken önemli

bir nokta ise şudur. Osmanlı Devleti mu-

azzam bir imparatorluktu, her şey vardı, ama

bir tek şeker fabrikası bile yoktu. Birinci

Dünya Savaşı’na girildiğinde İstanbul Avus-

turya’dan gelecek olan 4 vagon şekeri bek-

liyordu. 600 yıl üç kıtada hüküm sürmüş olan

bir imparatorluğun durumu buydu. Cum-

huriyet ise 10 yıl içinde 4 tane şeker fabri-

kası kurmuştur. Bunun ne kadar önemli ol-

duğunu İkinci Dünya Savaşı sırasında gör-

dük. Birinci Cihan Harbi’nde askerimize

kuru üzüm verirlerdi. Türkiye İkinci Cihan

Harbi’nde ordumuzu o günkü koşullarda

çok güzel beslemiştir. Aynı durum dokuma

sanayi için de geçerlidir.

Kamu öncülüğünde ve KİT’lere daya-narak gelişme anlayışından ilk ödünlerikimler verdiler?

O anlayıştan ödün verilme arzusu 1950

yılında başladı. Ancak Adnan Menderes’in

ve Süleyman Demirel’in yatırımlarına ba-

kınca, hepsinde devletin izleri görülür. Bu

doğaldır da. Çünkü eğer sermayeniz yoksa,

sermaye birikmemişse, elbette gereken ya-

tırımlar devlet eliyle yapılır.

Biraz da o dönemin bütçelerinden bah-seder misiniz?

O dönemin bütçelerinde çok önemli bir

özellik düzgün ödeme yapılmasıdır. Osmanlı

İmparatorluğu son dönemlerinde memur-

larına ancak üç ayda bir maaş verebiliyor-

du. Bazen de maaşın ancak yarısını ödeye-

biliyordu. Cumhuriyet ise tam zamanda ve

eksiksiz ödemiştir maaşları. Denk bütçe ve

düzgün ödeme Cumhuriyet’in nasıl bir

devlet olduğunu gösterir. Çünkü memuru-

nun maaşını zamanında ve düzgün ödeye-

meyen bir devlet, ciddi bir devlet olamaz.

Teknik açıdan bakarsanız aslında denk

bütçe o kadar da mühim değildir. Bütçe

açık verebilir ve o açık kapatılır. Dahası,

bütçenin açık vermesi de gerekir. Açık ver-

mezseniz, hayatı durdurursunuz. O ne-

denle zamanla piyasaya ek satın almalar

aşılamak gerekir.

EN HIZLI GEL��ME PLANLIDÖNEMLERDE OLDU

Ben Cumhuriyet’i diğer vasıflarınınyanında, planlama ve kamuculuk olarak gö-renlerdenim. Türkiye’nin planlamadan vekamuculuktan vazgeçmesinin nelere mal ol-duğunu anlatır mısınız?

Planlı ekonomi kapsamında o günün çok

zor şartları altında Birinci Sanayi Planı ül-

kemize çok şey kazandırdı. İkinci Sanayi Pla-

nı da tamamlanamamakla birlikte, savaş yıl-

ları içinde yararlı oldu. Savaştan sonra ise

bizim planlama çabalarımız, yabancıların

yardım vaatlerinin etkisi altında kaldı ve ba-

şarılı olmadı. Demokrat Parti çok iyi niyet-

le, heyecanla yeni fabrikalar kurmak istedi.

Ancak planlı olmadığı için, o çabalar zaman,

emek ve para kaybıyla sonuçlandı.

1960’tan sonraki planlama dönemi çok

önemlidir. Her iki plan da, yani birinci ve

ikinci kalkınma planları da çok başarılı so-

nuçlar verdiler. Fakat sonrasında o olumlu

çabalar ve deneyimler, bir ucundan yenmeye,

hırpalanmaya başlandı. 1960’tan sonra da

sanayileşme hareketi devam etti, ama Av-

rupa Birliği ile olan anlaşmamız nedeniyle

gümrük indirimlerine girmek zorunda kal-

dık. Bu da planlamayı bir ucundan sakatladı.

Planlamaya en olumsuz bakan politi-kacılar kimlerdi?

1990’lardan sonra, özellikle Tansu Çil-

ler zamanında planlama anlayışı büsbütün

tahrip edildi. Ancak 1970’lerden Çiller’e ge-

lene kadar arada başka olumsuz aşamalar

da vardır. Bu olumsuz aşamaların en önem-

lisi 1980’de uygulamaya konulan istikrar

programlarıdır. Turgut Özal dönemindeki

bu istikrar programları sanayileşmeyi erte-

leme sonucunu verdi.

Ayrıca yine bu kapsamda 1978 yılında

Dünya Bankası’nın hazırladığı Türkiye

Raporu’nu da unutmamak gerekir. O ra-

por Türkiye’nin planlı kalkınma ve sana-

yileşme tercihine karşı çıkan bir rapordur.

O raporu yazan uzmanlar Sherman Ro-

binson ve Kemal Derviş’tir. Oysa o dö-

nemde dördüncü plan yapılmıştı. Bülent

Ecevit zamanında Bilsay Kuruç’un Devlet

Planlama Teşkilatı Müsteşarı olduğu tarihte

yapılmıştı o plan. Ciddi şekilde sanayileş-

meyi hedefliyordu. Robinson ve Derviş im-

zalı Dünya Bankası Türkiye Raporu’nda ise

planlı sanayileşme yolunun ertelenmesi gö-

rüşü savunuluyordu. Bu görüş daha sonra

Turgut Özal hükümetleri zamanında ya-

pılan istikrar programlarına aynen akset-

ti. Devlet eliyle kurulmuş olan bütün fab-

rikaların özelleştirilmesine gidildi. Bu özel-

leştirmeler 2000 yılından sonra çok etkin

şekil aldı. Sonuçta da değil ülkemizin sa-

nayileşmesi, tersine sanayileşmiş olanın da

bir ölçüde tasfiyesine gidildi.

Çin planlama sayesinde mucizeler ya-rattı. Son 30 yılda, yıllık ortalama yüzde 10büyüdü. Bu konuda Atatürk’ün ekonomi po-litikasını örnek aldıklarını söylüyorlar. Al-manya, Fransa, Avusturya gibi ülkelerdeekonomide ciddi ölçüde kamu ağırlığı var.Bizde ise liberaller, sürekli devleti küçült-tüler. Bu söylemler solda da etkili oldu. Eko-nomik anayasa yapmayı önerenler bileçıktı. ABD, iktisadi bunalım sonrasındakamu eliyle kurtarma paketlerini devreyesoktu. “Amerikan malı kullanın” kam-panyaları orada hiç eksik olmazken bizde“Yerli Malı ve Tutum Haftaları” unutuldu.Bu durumu nasıl açıklıyorsunuz?

Türkiye’de devletçilik belli bir dönem

sonunda kapatıldı. Ama gelmiş geçmiş bü-

tün başbakanlar, ilden ilde koşarak fabri-

ka temelleri atmışlardır. Bu fabrikaların

çok büyük kısmı devlet eliyle, devlet mü-

dahalesiyle kurulmuşlardır. Ve ortaya bir

eser çıkmıştır.

Şimdi gelinen noktada ise batının tel-

kiniyle, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ti-

caret Örgütü gibi kuruluşların telkiniyle,

yabancı devlet adamlarının telkiniyle Tür-

kiye’de kamu sektörünün yok edilmesi sağ-

lanmıştır. Bu telkinleri yapanlar bize ba-

tıdan; ABD’den, Almanya’dan, İngilte-

re’den, Fransa’dan gelen uzmanlardır.

Oysa o ülkelerde ekonominin büyük kıs-

mı kamunun elindedir. Nazari konuşma-

yalım, somut birkaç örnek verelim. Ör-

neğin ABD’de ihtiyaç halinde General

Motors gibi dev bir şirketi devlet satın aldı.

Bankacılık krizi çıktığı zaman kamu sek-

törü eliyle kapattılar açığı. Kurtarma pa-

ketleri devreye sokuldu. Fransa’da Rena-

ult şirketinin hisselerinin önemli bölümü

devletin elindedir. Avusturya’da ekono-

minin yarısına yakın kısmı yine devletin

elindedir. Çünkü bu bir zorunluluktur. Av-

rupa boş yere Keynesyen teoriyi icat edip

uygulamaya gitmedi. Yere, zamana ko-

şullara, döneme, konjonktüre göre devlet

müdahalesi zorunludur. Kamu müdahalesi

ve ekonomide kamunun yer alması çok

önemlidir.

Türkiye’de 1980 istikrar paketinden ve

özelikle 2000 yılından sonra tasarruf ora-

nında çok büyük bir düşme oldu. Türkiye

tehlikeli bir tüketim ekonomisi içinde borç-

lanarak ve mevcut değerlerini satarak öfo-

rik (insanın son anlarında kalkıp rahat bir

nefes alması ve sonra ölmesi) bir dönem ya-

şıyor. Bu dönemi aşmak için mutlaka ka-

munun müdahalesi gerekir.

Devletçiliğin yanında, Cumhuriyet halk-çılığın da en başarılı örneklerini vermişti.Atatürk’ün “Cumhuriyet bilhassa kimse-sizlerin kimsesidir” sözü özellikle eğitim-de hayata geçmişti. Şimdilerde Türkiye’ninçok başka yönelimleri olmasını nasıl açık-lıyorsunuz?

Halkçılık öncelikle halkın ihtiyaçlarınıgözetmektir. Eğitimde, sağlıkta, beslenme-de, istihdamda halk yararına, halkın çıkarınıönceleyen politikalar izlemektir. Ama ne ya-zık ki bu yapılmıyor. Siyasetin popülizm veoy avcılığı temelinde yapılmasının bedeliniTürkiye çok ağır ödüyor.

Cahit Kayra ile Orhan Kolo�lu

5 TEMMUZ 2013 CUMA14 Aydınlık KİTAP

Çin’in sosyalizmin tarihi üzerine en

önemli araştırmacılarından olan Li

Shenming’in iki ciltlik eseri “Sovyet

Sosyalizminin Dersleri” dünyanın ilk

sosyalist devleti Sovyetler Birliği’ni ve

93 yıllık çok önemli, tarih belirlemiş

bir komünist partisi-

nin neden dağıldığını

incelemekte. Kita-

bın 1. cildi, Çinli

araştırmacıların

SSCB ve komünist

partisi üzerine araş-

tırmalarını sunmak-

tadır. İkinci cilt ise

başta Rusya olmak

üzere Çin ve dünya-

daki diğer araştırma-

cıların görüşlerini

içermektedir. Şüphe-

siz bu incelemenin

amacı dünya sosyalist

akımının bu büyük

olaydan çıkarabilece-

ği derslerle ilgilidir.

Böylece kitap dünya

sosyalizminin tarihini

incelemek ve tartış-

mak isteyenler ve

Rus Marksistlerin de

görüşlerini bilmek

için çok zengin veri-

ler sunmaktadır.

Kitap aynı zaman-

da bugünkü Rusya

toplumundaki duru-

mu ve Sovyet tarihi-

nin nasıl değerlendi-

rildiği üzerinde dur-

maktadır. Bugün Rus

aydınlarının bu tarih

üzerine düşünceleri

büyük değişim göster-

mektedir. Kitap özel-

likle, Gorbaçov, Yelt-

sin ve Putin dönemi

arasındaki farklılıkla-

rı incelemekte, Putin

yönetiminin, ABD ve

NATO’dan gelen teh-

ditleri savuşturmak için ülke içinde al-

dığı önlemleri değerlendirmektedir.

Ç�N’DE SOVYETLER B�RL���ARA�TIRMALARI

Çinli Marksist araştırmacılar,

1970’lerin sonlarından itibaren Sovyet-

ler Birliği tarihi ve toplumu üzerine

araştırmalarda, önemli bir gelişme

kaydetmeye başlamıştır. Bu gelişme

Çin’in motoru olan Çin Komünist Par-

tisi’nin teorik inceleme araştırma ala-

nında özellikle “sol” çizginin aşılması

ile bağlantılıdır.

Çin’in bu alandaki en saygın eski

kuşak araştırmacısı olan Chen Zhi-

hua’ya göre dünyada üzerinde en fazla

duygusallığın ve önyargının bulunduğu

tarih Sovyetler Birliği tarihidir ve bu

yüzden Marksistlerin işi çok daha zor-

laşmaktadır. Batılı siyasi çevreler ve

çeşitli Sovyet liderleri

bu önyargıları oluş-

turmak için ellerin-

den gelen tüm çabayı

göstermişlerdir.

Çin’de hızla geli-

şen çalışmalarla, son

25 yıl içerisinde bu

alanda 200’e yakın

akademik kitap,

önemli Sovyet figür-

lerine ait monografi

türü kitap dâhil ol-

mak üzere 112 çeviri

kitap ve 611 bilimsel

makale yayınlanmış-

tır. Çinliler araştırma

sürecine oldukça geç

başlamalarına karşın

toplumsal ihtiyacın

zorlaması ile oldukça

sağlam bir temelde

yola koyulmuşlardır.

Araştırma kaynakları

zenginleşmiş, Batılı

ve Rus araştırmacıla-

rın görüşlerinden ya-

rarlanılmış, genelde

farklı ve zengin bakış

açılarını içeren bir di-

siplin oluşmuştur.

Yazar, Sovyet tari-

hinde dört figür ve

dört dönem ele alın-

dığında, sosyalizmin

inşasında en yaratıcı

teorik ve pratik çaba-

nın Lenin ve Stalin

döneminde yürütül-

düğü kanısına varıyor.

Buna karşın Kruşçev

ve Brejnev dönemleri-

ni ise teorik açıdan ge-

rileme, yapıbozum, pratikte ise başarı-

sız reformlar, var olanı tüketme döne-

mi olarak niteliyor. Brejnev dönemi

muhafazakâr istikrar ve ayrıcalıklı eli-

tin oluşum dönemidir. En yaratıcı teo-

rik ve pratik çabanın Lenin ve Stalin

döneminde olması bu dönemde ciddi

hataların ve sorunların bulunmadığı

anlamına da gelmiyor elbette. Kitapta

ayrıca Stalin üzerine yapılan önemli

araştırmalar bulunmaktadır.

DENİZ KIZILÇEÇ

Cilt 1: Sovyet Sosyalizmi ve Tarihin Dersi,

Canut Yay�nlar�

Cilt II: Sovyet Miras� ve SovyetSonras� Rusya΄da ToplumsalMücadeleler, Canut Yay�nlar�

Günlükler, kayıt altına aldıkları “saklı

yanlar”ın yanı sıra gayri-resmi tarihin tu-

tanakları olarak da oldukça önem ta-

şırlar. Söz konusu Susan Sontag gibi bü-

yük bir entelektüelin günlükleri

olunca, bu önem de kat be kat

artıyor doğal olarak. Son-

tag’ın yeniyetmelik yıl-

larından başlayarak

ölümünden birkaç

sene öncesine değin

tuttuğu bu günlük-

defterlerin ilk cildi

1947-1963 yılları ara-

sını kapsıyor. Günlük-

defterleri yayına hazır-

layan Sontag’ın oğlu David

Rieff, bu cilde, ilk defterlerden

birinin iç kapağına yazılmış bir cümle-

den yola çıkarak “Yeniden Doğan”

(Agora Kitaplığı, Haziran 2013) ismini

vermiş.

Sontag 1933 doğumlu olduğuna

göre, bu defterleri tutmaya başladığı sı-

rada 14 yaşında imiş. Mesela; bu yaş-

larda deyiş yerindeyse “deli gibi” Gide

okumuş Sontag. 19 Ara-

lık 1948 tarihli yazdık-

larına bakılırsa daha o

yaşta müthiş hırslı bir

okuyucu olduğu anlaşı-

lıyor yazarın: “Okumam

gereken öyle çok ro-

man, oyun, öykü var ki;

işte bazıları: “(…) cüm-

lesinin ardından -dip-

notta beş sayfa sürdüğü

ve yüzden fazla eserin

olduğu belirtilen- Fa-

ulkner’den Rimbaud’a

birçok ismin bulunduğu

bir okuma listesi hazır-

lamış kendine. Isaac Ba-

bel’in “her şeyi bilmeli-

sin” düsturu, Sontag’ın

da düsturu imiş bir nevi.

100 KÜSURDEFTER

“Yeniden Doğan”ı okurken yanı-

nızda mutlaka bir not defteri bulun-

durmalısınız. Zira, Sontag o kadar çok

eserden bahsediyor ki bu defterlerde,

birbiri ardına açılan kapılardan oluşan

büyülü bir evrene düşüyorsunuz. Salt

eserlerle de sınırlı değil bu evren; şe-

hirler, mekanlar, yazarın tanıdığı ya-

zar/şair/ressam’larla ilgili görüşleri ve en

önemlisi kendi özel hayatından kesitler.

Yazarın mahrem şeylerinin bulun-

duğu dolabında ölene dek muhafaza et-

tiği bu 100 küsur defteri, yayımlanma-

sını bir kenara bırakın en yakınlarıyla

bile paylaşmadığı biliniyor. Sontag, ge-

lecekte yayımlanacağını hesaba kat-

madığı için, ilkgençliğinde yaşadığı cin-

sel dönüşümden tutun da, ilk

cinsel tecrübesini hemcin-

siyle yaşamasına kadar

birçok özel anı aktar-

mış bu defterlere. Ri-

eff, annesinin yaşa-

dığı ne varsa hepsi-

ni ifşa etmiş kısaca

bu günlükleri ya-

yımlayarak; bunun

“mahremiyete müda-

hale” olduğunu kendisi

de dile getiriyor üstelik ön-

sözde.

Sontag’ın oğlu Rieff, günlükleri ya-

yına hazırlarken profesyonel bir editör

gibi davranmış. Bazı isimleri -Sontag’ın

California Üniversitesi’nde birinci sınıfta

tanıştığı, 57’de birlikte Paris’e taşındı-

ğı kişi için “H.” kullanmış örneğin.- giz-

leme gereği duymuş, çok uzun olduğu-

nu düşündüğü oku-

ma listelerini kısalt-

mış -keşke kısaltma-

saymış!-, gereksiz yi-

nelemeleri ve günün

saati saatine kayde-

dildiği bölümleri de

kesmiş. Bu editor-

yal dokunuşların

hepsini de ara-not-

larla bir bir belirtmiş.

Bir günlükten

çok fragmanlarla

örülmüş varoluşçu

bir edebi esere, ya-

hut da “Minima

Moralia” benzeri es-

tetik bir toplama

benziyor “Yeniden

Doğan” bana kalırsa;

tek farkı yapısının ko-

puk kopuk olması ve

zamansal sıçramalar yapması. Yıllarca

devam edecek olan, yani süreğen, san-

cılı ve bulantılı esrimelerle, adım adım

kendi estetiğini yarattığını görüyoruz

Sontag’ın. Tiyatrocu, sinemacı, roman-öykü-

oyun yazarı, eleştirmen vb. bir yığın kim-liği bünyesinde barındıran, büsbütün birentelektüel olan Sontag’ın günlükleriözellikle iyi bir düşünür/yazar olmak is-teyenler için başucu kitabı niteliğindeolacaktır.

Bir entelektüelinakıl defteri

Sovyetler Birliği’nene oldu?

ERCAN DALKILIÇ

Yeniden Do�an, Susan Sontag,Agora Kitapl���, Çev: Begüm

Kovulmaz, 336 s.

Birgünlükten çokfragmanlarla

örülmü� varolu�çu bir

edebi esere, yahut da

“Minima Moralia” benzeri

estetik bir toplama

benziyor “YenidenDo�an”

5 TEMMUZ 2013 CUMA 15Aydınlık KİTAP

Max Horkheimer ve Theodor Ador-

no’nun 1956 yılında yeni bir “Komünist

Manifesto” yazma niyetiyle gerçekleş-

tirdikleri, üç hafta süren tartışmaları bir

kitapta toplanmış ve bu yıl içerisinde

Metis Yayınları tarafından “Teori ve

Pratik Üzerine Bir Tartışma (1956)”

adıyla dilimize kazandı-

rılmıştır. İşte o kitabın

17-18. sayfalarında

Adorno şöyle der:

“…Çalışma ideoloji-

sine kapılmamamız ge-

rekir, ama bütün mutlu-

luğun çalışmaya göbek-

ten bağlı olduğunu da

inkar edemeyiz… İnsa-

nın hiçbir şey yapmadığı

hayvanlık evresine yeni-

den kavuşmak mümkün

değil.”

Horkheimer ise de-

vamını getirir:

“İnsanda doğallıktan

en uzak olan şey, gün

boyu uyanık kalıp gecele-

ri uyumasıdır. İnsan bün-

yesi aslında daha kısa

aralıklara uygundur… Mutluluk, artık

hayvanlıktan çıkmış olanın bakış açısın-

dan görülen bir hayvanlık hali olabilir.”

H�SS�ZL��� YOK EDEN KABALIK

Bahse konu hiçbir şey yapmama hali

ile mutluluk arasındaki kuşku dolu

bağıntı, Henry Miller’de somut

bir karşılık bulur. Paris’in gri

günlerinde, bilinçli bir bey-

hudeliktir onunkisi. Türk-

çeye “Clıchy’de Sessiz

Günler” olarak çevri-

len kitaba, “Düşünce-

lerimi havalandır-

mak için mahallede

bir tur atarken iki

kent (New York ve

Paris) arasındaki

muazzam çelişkiyi

düşünmeden ede-

medim” diyerek giriş

yapar. Tıpkı Yengeç

“Dönencesi”nde oldu-

ğu gibi, iki coğrafyanın

temsil ettiği yaşamlar

üzerinden yapılan simge-

sel bir karşılaştırmadır Mil-

ler’ın algısındaki. (“Ateşin or-

tasındaki yengeç”, 8 Haziran

2012, Aydınlık Kitap)

İnsan hayatını, makine çarklarından

biri olma konumuna indirgeyen, yalnızca

çalışarak varolunan Protestan ahlakı

reddeder Miller. Karşılığında bir alterna-

tif de üretmez. Modern köleler olarak

yaşayan ve kapitalizmin ruhsal yönden

kabalaştırdığı insana, başka bir mahal-

den; haz almak üzerine kurulu, porno-

grafik bir kabalıktan el sallar. Gel gele-

lim onun kabalığı, kapitalist bireyinkin-

den oldukça farklıdır. Miller, egosuna

yeni zaferler kazandır-

mak için değil; etrafını

saran hissizliği kırmak

için kabalaşır.

“Clıchy’de birlikte

yaşadığımız o dönem

bana Cennet’te bir ge-

zinti gibi geliyor şimdi.

Gerçek anlamda tek so-

runumuz vardı; o da ye-

mekti. Onun dışındaki

bütün dertler hayal

mahsulüydü. Bazen,

köle gibi yaşamaktan

yakındığında, ona da

söylerdim bunu. İflah

olmaz bir iyimser oldu-

ğumu iddia ederdi; fakat

iyimserlik değildi benim-

kisi, dünya kendi mezarı-

nı kazmakla meşgulken

hayatın tadını çıkarmak, eğlenmek ve

gamsız olmak için hala zamanımız oldu-

ğuna yönelik derin bir kavrayıştı sade-

ce.” (s. 30)

Hayatın tadını çıkarabildiği küçücük

bir an, bütün maddi karşılıklardan daha

yeğdir onun için. Tam bir hedonist dene-

mez bu sebepten, Miller’a. Ama elbette,

bir romantik de! Hikayenin muhtelif kı-

sımlarında şu ifadeyi görebilirsiniz:

“…ona üstümdeki bütün parayı kabul

etmesini ve hemen oracıkta vedalaşmayı

önerdim.” Ve cebindeki tüm parayı ver-

me ritüelinin, muhtemelen kapitalist tea-

müllerdeki gibi, dilde ıslanan parmak su-

retiyle para demetinin sayılması sonu-

cunda olmadığını kolayca anlayabi-

lirsiniz. Bu sahne zihnimde dai-

ma, paranın avuçlanıp takdim

edilmesi olarak görselleşir.

Paradan fazlasını veren in-

sanların el hareketi böy-

ledir! İşin bencesi…

MEDEN�YET�NFOYASIORTAYA ÇIKTI

“Maringan’a yak-

laştığımda hayli çekici

bir fahişe, canlı, tatlı

dilli, otoriter; koluma

girip benimle yürüme-

ye başladı. O zamanlar

bildiğim Fransızca söz-

cük sayısı onu bulmuyordu

ve bir yandan baş döndürü-

cü ışıklar, bir yandan ağaçların

bolluğu, havadaki bahar kokusu

ve içimdeki sıcak kor, beni bütünüy-

le çaresiz kılmıştı. Beni neyin beklediği-

ni biliyordum. Yolunacağımı da biliyor-

dum ama… Marignan’da hayat vardı,

insan kaynıyordu. Benimle kalabalığın

arasında durup tek kelimesini bile anla-

madığım bir şeyler söyleyerek paltomun

düğmelerini çözdü ve t.ş.klarımı kavra-

dı.” (s. 77)

Tıpkı “Yengeç Dönencesi” gibi,

“Clıchy’de Sessiz Günler” de Henry Mil-

ler’ın Paris yıllarının izlerini taşır. Serseri

bir hayatın hikayesi işlenir bu kitaplarda.

Nereye savrulacağı belli olmayan ama

savrulacağı yerin nasıl olacağının bilindi-

ği bir hayat… Kitabın çevirmeni Avi Par-

do, kitabın sonundaki yazısında şu ta-

nımlamayı yapar: “Başyapıtı 'Yengeç

Dönencesi'nin ilk sayfalarında şöyle hay-

kırır dünyaya: 'Parasızım, çaresizim,

umutsuzum. Dünyanın en mutlu adamı-

yım!' Kaybedecek hiçbir şeyi olmadan

yaşamanın kitabını yazmıştır Henry Mil-

ler ve medeniyet denen şeyin tüm foyası-

nı ortaya dökmüştür.”

Saygıdeğer okur, ben de ne zaman

bir Henry Miller kitabı okusam; belle-

ğimde Jack London’un o sözleri yankı-

lanır: (Yanılmıyorsam, “Yol” olarak

Türkçeye çevrilen kitabında.) “Bu yaşı-

ma kadar ağır işlerde çalıştım, yıpran-

dım ve sadece karnımı doyurabiliyor-

dum; bu yüzden artık çalışmamaya ka-

rar verdim, yapmam gereken tek şey

karnımı doyurmaktı.”

Çünkü kitap karanlığa gönderilmiş

mektuptur!

DAĞHAN DÖ[email protected]

Cl�chy’de Sessiz Günler, Henry Miller, Siren Yay�nlar�,

Çev: Avi Pardo, 109 s.

Miller, haz peşindeki filozof

Henry Miller

5 TEMMUZ 2013 CUMA16 Aydınlık KİTAP

Soylu bir İngiliz ailesinin ferdi olan Bertrand

Russell, yüz yıla yaklaşan hayatı sona erdiğinde

ardında onlarca eser bırakmıştı. Matematik-

ten felsefeye, mantıktan dilbilime, epistemo-

lojiden metafiziğe varana kadar çok çeşitli alan-

larda eserler veren ya da bu alanları etkileyen

bir düşünürdü. Önde gelen savaş karşıtların-

dandı, hatta I. Dünya Savaşı’na karşı çıktığı için

ülkesinde hapis bile yatmıştı. Kendisini kimi za-

man liberal, kimi zaman sosyalist, ama en çok

barışsever olarak tanımlamıştı.

Çok çeşitli konularda makaleler kaleme

alan Russell; açık, anlaşılır, çoğu zaman nük-

tedan bir dil kullanması nedeniyle daha ya-

şarken çok okunan ve tartışılan ender insan-

lardan biriydi. Tüm dünyada yaygın bir ilgi gö-

ren “Mutlu Olma Sanatı” da bu türden çalış-

maları arasında yer alıyor. Kitabın bu denli ilgi

görmesinin sebebi şüphesiz, insanlığın baş-

langıcından bu yana süren

mutluluk arayışı. Russell, ki-

tap için yazdığı önsözde oku-

ra sunduğu mutluluk reçete-

lerini kendi deneyimleri ve

gözlemleriyle doğruladığını,

bunlara uygun hareket etti-

ğinde mutluluğunun arttığını,

dolayısıyla mutsuzluk acısı çe-

ken kadın-erkek birçok kişinin

durumlarını anlayıp kurtulma

yollarını kitabında bulabile-

ceklerini düşündüğünü söy-

leyerek giriyor söze.

Mutsuzluğun nedenleri-

ni kabaca rekabet, can sıkıntısı

ya da heyecan, yorgunluk, çe-

kememezlik, günah duygusu,

işkence korkusu ve kamuoyu

korkusu olarak ele alıyor. Kendisinin de her-

kes gibi mutlu ya da mutsuz olarak doğmadı-

ğını, çocukken en sevdiği ilahinin “dünyasından

bezgin ve yüklü günahlarla” adını taşıdığını, ilk

gençliğinde yaşayacağı yılların dayanılmaz ola-

cağını düşündüğünü, sık sık kendini öldürme-

nin eşiğine geldiğini anlatıyor. “Kendimi öl-

dürmedimse” diyor, “matematik öğrenmeyi çok

istediğim içindi. Şimdi ise yaşamdan zevk alı-

yorum ve her geçen yıl aldığım zevk artıyor. Bu

da hayatta en çok neleri istediğimi keşfet-

memden ve birçoğunu ele geçirmemden kay-

naklanıyor.” Ayrıca yerine getirilmesi imkân-

sız bazı isteklerini bir yana bırakabilmeyi öğ-

renmiş olmasının mutluluğundaki payının çok

büyük olduğunu belirtiyor. Yine de en büyük

payın sadece kendisini düşünme huyundan vaz-

geçmesine ait olduğunu dile getiriyor.

Mutsuzluğun nedenleri arasında saydığı

“can sıkıntısı ve heyecan” başlıklı ilgi çekici bö-

lümde Russell, can sıkıntısına gereğinden az

önem verildiğini, oysa can sıkıntısının tarih bo-

yunca en önemli itici güç olduğunu belirtiyor.

Can sıkıntısına yol açan etmenlerden birinin,

şimdinin amaçsızlığı ya da çaresizliği nedeniyle

atıl durumdayken, kaçınılmaz olarak düşünülen

güzel anılarla bu durum arasındaki aykırılık,

diğerininse yeteneklerin tam olarak kullanı-

lamaması olduğunu anlatıyor. “Bizim ataları-

mızdan daha az canımız sıkılıyor ama can sı-

kıntısından daha fazla korkuyoruz. Biliyoruz

ki can sıkıntısı alın yazımız değildir ve yeterince

çaba gösterip heyecan peşinde koşarsak ondan

kaçınabiliriz. Yine de kişinin yaşam sermaye-

sini para harcar gibi harcaması belki akıllıca bir

şey değildir. Belki hayatta biraz da can sıkın-

tısı bulunması gerekir. Bunun da iki çeşidi var-

dır: Biri insanı verimli yapar, diğeri aptallaştı-

rır... Sonuç olarak mutlu bir yaşam sakin bir ya-

şamla mümkün olur, çünkü gerçek hoşnutluk

ancak sakin bir ortamda yeşerebilir.”

“Mutlu olmak hâlâ mümkün müdür?” baş-

lığını taşıyan bölümde çocukluğunda tanıdığı,

mutluluktan ağzı kulaklarına varan bir adam-

dan söz ediyor. Bu adamın işi kuyu kazmak.

Okuması yazması yok, parla-

mento diye bir şeyin varlığını oy

kullanması gerektiğinde öğ-

renmiş. Onun mutluluğu kül-

türel değil Russell’a göre; onun

mutluluğu bedensel çalışmaya,

yeterince çabalamaya, karşısı-

na çıkan kaya engellerini aş-

maya dayanıyor. Peki, bu Rus-

sell gibi okumuş yazmışlar için

yeterli mi? Yeterli değil savı

pek de geçerli değil Russell’ın

gözünde. Çünkü öğrenimden

ileri gelen fark, hazların elde

edilmesi için yapılan eylem-

lerdedir. Sonunda başarma

zevkinin elde edilmesi, başlan-

gıçta başarının kuşkulu bir du-

rum olmasını gerektirir ki bu

herkes için geçerlidir, eğitimli olsun olmasın.

İkinci bölümde ele aldığı mutluluğun ne-

denleri arasında ise keyif, aile, sevgi, iş, kişisel

olmayan ilgiler, çaba ve kabullenme yer alıyor.

Russell’a göre mutlu yaşam büyük ölçüde iyi

ve dürüst yaşam anlamına geliyor. “Her mut-

suzluk, şu ya da bu tür bir ayrılığa, bir uyuş-

mazlığa dayanır; bilinçle bilinçaltı arasındaki

uyum eksikliği benlikte uyuşmazlık oluşturur;

kişiyle toplumu birbirine kenetleyen nesnel il-

ginin ve bağların bulunmadığı durumlarda bu

ikisi arasında uyuşmazlık baş gösterir. Mutlu

insan bu birleşme başarısızlıklarının ikisinde de

acı çekmeyen, birliğe ulaşmış insandır; onun

benliği, ne kendi içinde birbiriyle uzlaşmaz kı-

sımlara bölünmüş, ne de dünyaya karşı bir si-

pere gömülmüştür. Böyle bir insan kendisini

evren vatandaşı olarak hisseder, evrenin ve haz-

ların bol bol tadını çıkarır, ölüm düşüncesiyle

tedirgin değildir, çünkü kendisini kendisinden

sonra geleceklerden ayrı saymaz. Böylesine bü-

yük bir içtenlikle hayat ırmağına dalarak haz-

ların en büyüğüne kavuşabilir.”

“Edebiyat nedir, nereye gitmektedir?”,

“Edebiyatın görevi nedir?”, “Edebiyat

ve toplumsal konular birbirini nasıl et-

kilemektedir?” gibi sorular yazının ede-

biyat olduğundan beri sorulageliyor

olsa gerek. Yer yer gerekli ve önemli olsa

da bu sorular, kimi zaman da edebiyat

sevdalılarının birbirini oyaladığı bir

muhabbetten öteye gitmiyor. Özellikle

edebiyatın “nereye gittiğini” konuşan

kimi yazılar “bu sene yüz yılın en soğuk

kışı yaşanacakmış” cümlesinden çok da

farklı bir tat bırakmıyorlar.

Bir de buna benzer konuşmaların,

daha geniş alanlarda, gençleri kapsayan

çeşitleri var. “Ne olacak

bu gençliğin hâli?” ile

“Şimdiki gençler bir ha-

rika!” arasında gidip ge-

len, gençlerin nereye

gittiğini sorup duran

laflar... Yahu gençliğin

bir yere gittiği yok, olsa

olsa sizin gibi olmaya,

yaşlanıp gençleri ko-

nuşmaya gidiyordurlar.

Uçarılıkları da aynı, bi-

linçleri de aynı, ukala-

lıkları da. Daha doğru-

su, aynıların farklı tadı.

Hâlâ ihtiyarların bil-

mediği bazı şeyleri biliyor,

onlara bunları anlatıyor,

sonra da her şeyi bilir

havalarıyla yürüyorlar.

Yazı da yazıyorlar, “deneme”leriyle

etrafa akıllar dağıtıyorlar. Zamanı ge-

liyor, devrim yapıyorlar, yeri geliyor sırt

üstü yatıyorlar. Ama hiçbir zaman çağ-

larını çatlak cümleleriyle anlatmaktan

geri durmuyorlar.

Geçenlerde genç bir yazarla, yaz-

mayı yaşamının temel gereksinimleri

arasına koymuş Aytuğ Akdoğan’la ta-

nıştım. Yazmayı öyle bir yere oturtmuş

ki hayatında, on yedi yaşında yazıp Er-

dal Eren’e ithaf ettiği “Ben Hep 17 Ya-

şındayım" kitabıyla parlayan edebiyat

sevdası onu yirmi iki yaşında üçüncü ki-

tabını yayımlamış bir yazar olmaya ta-

şımış. Tabii bu sevda onu bu yolda nice

karanlıklarla tanıştırmış. Öyle ya, ya-

zarlık yolu yazarı dünyanın her tadın-

dan birer numune almaya iten bir yol.

Ama belki de onu en çok yayım dün-

yasının çirkinlikleri şaşırtmış.

Öyle ki; “Ağladı ve Gözyaşlarını

Öptüm” adlı ikinci kitabı kimi eleştir-

menlerce sevilirken kimilerince topa tu-

tulmuş ve içeriği bu kitabı mahkeme-

ye ve toplatılmaya kadar götürmüş. An-

cak mahkemenin beraat kararıyla bir-

den gündeme oturan kitap aniden

“çok satan” oluvermiş. Ama bu durum

genç yazarı bozmamış ve ona “Ben,

Hiçbir Şey” isimli son kitabının öns-

özüne, “Bugüne dek dosyamı okuma-

ya tenezzül bile etmeyen, edebiyatla as-

lında hiçbir alakası olmayan, kapitalist

düşüncenin, arzu ve hırslarının kurba-

nı olmuş yayıncılara buradan, hala

böyle bir imkânım varken seslenmek is-

tiyorum: Hepinizin canı cehenneme! Si-

zin bu riyakârlığınız, düşüncesizliğiniz

beni ve metinlerimi dikkate almayışınız

kendimi kutsallaştırmaktan başka işe

yaramadı” yazdırmış.

Böylesi bir haykırış-

la başlayan kitap, öns-

özünden sonrasıyla da

algıları açmaya, okuru

sayfalara yapıştırmaya

devam ediyor. Sapır sa-

pır dökülen sistemi İs-

tanbul’un ara ve arka so-

kaklarından karanlık ya-

şantılarla gösteren yazar,

birden sıkılıyor -daha

doğrusu hep var olan

sıkıntısıyla patlıyor- ve

yönünü o çok beğenilen

Avrupa’ya, Avrupa ül-

kelerinin sokaklarına çe-

viriyor. Nereye giderse

gitsin kurtulamadığı beni,

yalnızlığı ve tiksinti duy-

duğu bencilliği oralarda da yaşıyor.

Barselona’dan Vatikan’a, Paris’ten Ro-

ma’ya taşıdığı yalnızlığı onu sonunda ka-

labalıktan, insanlardan tamamen ko-

paran bir yalnızlığa ve bambaşka bir

yola, hiç varmamak üzere varılan bir

yola, bir başka yolculuğa çekiyor...

Ara ara, yazarın kusurlu cümleleri

ve cızırtılı diyalogları yoruyor okuru.

Ancak o cümleler yazarın yaşına al-

dırmadan yaşadığı yüklü yaşantıyı, küf-

reden, kavga eden, ince, çok ince es-

priler patlatan ve bazense gizlice gö-

zünün yaşını silen sayfalarıyla anlatıyor.

Bu yüzden kitap bir solukta bitiyor.Böylece, yazarın nereye gideceğini

merak eden okur adeta bir falcı oluyor,toplumun kanayıp yerlere damlayan,oradan yeraltına sızıp orada kuruyan ya-ralarının falına bakıyor. Ve bu fal ede-biyatın ve gençliğin nerede durduğunuve nereye gideceğini anlatıyor.

Tabii yine de siz fala inanmayın,ama falsız da kalmayın.

Yolculuk nereyegençler?

Bilinçle bilinçaltınınkenetlendiği an

A�lad� ve Gözya�lar�n�Öptüm, Aytu� Akdo�an,

�kinci Adam Yay�nlar�, 142 s.

NURİYE BİLİCİ

MURAT HATUNOĞ[email protected]

Mutlu Olma Sanat�, BertrandRussell, Say Yay�nlar�,

Çev: Yunus Sa�lamtürk, 192 s.

5 TEMMUZ 2013 CUMA 17Aydınlık KİTAP

Aslında sözü dolandırmanın anlamı

yok, Emine Supçin, “Filozoflardan

Seksi Şeyler”i neden yazdığını önsözde

fıkra gibi açıklıyor; ilişkilerin bozuk

para gibi harcandığı ya da sevginin cin-

sellikle yozlaştırıldığı bir sürece itiraz

etmek. Üstelik cinselliği de elimize yü-

zümüze bulaştırmışken. Supçin, “Filo-

zoflardan Seksi Şeyler”in, sevişmeyi

beş dakika bile sürdüremeyen ama

yine de “sen ol da sabahlar olmasın”

diyen sevişme özürlülerine, “Len oğ-

lum madem beş dakika bile sürdüre-

miyorsun, sabahlara kadar tavla mı oy-

nayacaksın kızla?” diye, gülmecenin

de ardına sığınarak, cinselliği

sorguluyor.

Zamanın, baş tanrı

Zeus’un istemiyle dur-

durulduğu, dünya ni-

metlerinin, şarabın

ve rakının su gibi

tüketildiği, cinselli-

ğin konuşulduğu bir

mekanda, farklı

yerlerde ve zaman-

larda yaşamış seçkin

konukların, duran za-

mandaki cinsellik üzeri-

ne söyleşilerine tanık olu-

yoruz.

BU SOHPETTE K�MLER VAR

“Filozoflardan Seksi Şeyler”in ko-

nukları, elbette ki söyleşinin “modera-

tör”lüğünü yapan Yunan Mitolojisinin

baş tanrısı Zeus. Akdeniz’in beyaz ve

köpüklü dalgalarından yaratılan güzel-

lik tanrıçası Afrodit. İranlı, şair, filo-

zof, matematikçi ve astronom Ömer

Hayyam. İtalyalı hezârfen, düşünür,

mimar, mühendis, mucit, matematikçi,

anatomist, müzisyen, heykeltıraş, bota-

nist, jeolog, kartograf, yazar ve ressa-

mı Leonardo da Vinci. Taşlamalarıyla

bilinen, neyzen, şair, çeşitli taksimler

ve saz semailerinin bestecisi Neyzen

Tevfik. Amerikalı yazar ve şair Charles

Bukowski. Antik Yunan filozofu, Yu-

nan Felsefesinin kurucularından So-

krates. Psikanaliz öğretisini geliştirmiş

Avusturyalı nörolog, Psikoanalitik Ku-

ram’ın kurucusu Sigmund Freud. Ve-

nedikli maceracı, yazar ve çapkın Go-

vanni Giacomo Casanova. Varoluşçu

Alman filozofu Friedrich Wilhelm Ni-

etzsche. ABD’li sa-

rışın sinema

oyuncusu, şarkı-

cı, model, seks

sembolü, pop

ikonu Marilyn

Monroe ya da

nam-ı diğer

Norma Jeane

Mortenson.

Amerikalı yazar

Arthur Golden’in

ünlü “Bir Geyşanın

Anıları” kitabının kur-

maca olmayan Japonya’nın

en ünlü geyşası Sayuri. Birinci Payla-

şım Savaşı’nın Hollandalı dansçı ve

ünlü Alman casusu Mata Hari ya da

Malay dilinde Şafağın Özü, Hint dilin-

de Şafağın Gözbebeği anlamlarına ge-

len, asıl adıyla Margaretha Geertruida

Zelle. Romalı ünlü tarihçi Plutark-

hos’un “Sesi, istediği her titreşimi çı-

karıp, istediği her dili kullanabildiği

çok telli bir müzik aleti gibiydi” diye

tanımladığı, Romalıların bir numaralı

düşman ilan ettikleri, antik Mısır’ın

son Helenistik kraliçesi Cleopatra.

Lesbos’un, -bu günkü adıyla Midilli-

adasında doğmuş, ilk lezbiyen Antik

Yunan lirik şairi, Afrodit kültü rahibe-

si Sappho. Feminist yazar, gazeteci

Duygu Asena. Ve hiç kuşkusuz bu

önemli isimlerin yanında önemce on-

lardan aşağı kalamayan Karadenizli iki

fıkra kahramanı Temel ve Fadime.

Bu kadar önemli isim bir araya ge-

lince, özellikle de konu cinsellik olunca

ne olur? Hiç kuşkusuz popüler yazının

sevdiği dille “paparazzilik bir olay” olur.

Ne var ki, Emine Supçin’in, “Filo-

zoflardan Seksi Şeyler”i yalnızca cinsel

gevezeliklerin, belden aşağı geyik mu-

habbetlerinin konu edildiği bir kitap

değil. Supçin de belki bunun için ka-

pakta olmayan ama iç kapakta “Filo-

zoflardan Seksi Şeyler” dedikten sonra

“Aşkla Sevişmenin

Ruhsal ve Tensel Bo-

yutu” adını koyması

bundandır.

KADINA POZ�T�FAYRIMCILIK

Supçin, “En Güçlü

Afrodizyak Kadının

Bizzat Kendisidir” baş-

lığı altında yazdıkların-

da herkesin uzlaştığı bir

konudan, her iki cinsin

de konuşmayı sevdiği

seksten söz ediyor.

“Çünkü,” diyor Supçin,

“konuşurken perfor-

mans göstermen gerek-

mez. Doğru söylemen de

öyle. Atar tutarsın gere-

kirse. Sabahlara kadar

sevişebilir, marifetmiş

gibi defalarca boşalabilirsin. Çok güçlü-

sündür canım. Hareme girsen, tadına

bakılmadık kadın bırakmazsın hani. O

kadar isteklisindir işte.” Sonra sözü ka-

dına getiriyor ve onun da şöyle düşün-

düğünü yazıyor; “Kadınsan, adamı na-

sıl yalvarttığınla başlar hikaye. Kolay

kolay ‘he’ demezsin”

Supçin kadına yine de pozitif ay-

rımcılık yapmış, oysa erkek için söyle-

dikleri neyse, kadının düşündükleri ve

söyledikleri de odur. Hele de birkaç

huri bir araya gelmesin. “Sabahlar ol-

masın” kadın için de geçerlidir. Üste-

lik tavlanın bir yanında erkek varsa,

karşı tarafta da bir kadın vardır. Belki

de her ikisi birden zar tutar,. Sonuç ya

hep “Dü şeş”tir ya da “Hep yek.” Hiç

orta yol bulunmaz. Ya

hep, ya hiç!

Peki, bu kadar

önemli isim bir araya

gelince, özellikle de

konu cinsellik olunca

ne konuşulur?

Emine Supçin, “Fi-

lozoflardan Seksi Şey-

ler”de aşkla sevişme-

nin ruhsal ve tensel bo-

yutundan, kadın orgaz-

mına, ölüm orgazmın-

dan, kadın kadına aşk-

tan kadının erkeği ne-

den ve nasıl kendine

bağladığına kadar cin-

sellik üzerine dilimizde

gezdirdiğimiz konulara

ilişkin bütün limanlara

demir atıyor.

Her ne kadar kitabın

türü için “deneme” denmişse de ro-

man da denilebilir.

Fettan bir kadın Emine Supçin. Üs-

telik anlattıklarının “Filozoflardan Seksi

Şeyler”le de bitmeyeceğini fısıldıyor.

Anlıyoruz ki, Supçin’in cinsellikle ilgili

bize söyleyeceği başka şeyler var.

Kitabı okuyunca, yatmış kadar olu-

yorsunuz.

Yeter ki sabahlar olmasın!

Seks üzerine büyük yalanlar ve küçük gerçekler

HALİT PAYZA

Filozoflardan Seksi �eyler,Emine Supçin,

Destek Yay�nlar�, 168 s.

Cinselli�iya�amak ciddi

bir i�tir. Sevgi kadardonan�m da gerektirir.

Ya�anm�� ya daya�anmam�� cinsellikler

üzerine konu�mak ise daha çok mizah

zekas� ister. ��te bunu yap�yor

Supçin

5 TEMMUZ 2013 CUMA18 Aydınlık KİTAP YENİ ÇIKANLAR

Utanç

Salman Rushdie, Can Yay�nlar�,Çev: Asl� Biçen, 360 s.

Politik bir roman, “Utanç”. İktidar çıl-

gınlığına kapılmış politikacılar, ol-

gunlaşmamış gördükleri toplumun

vasiliğine kendilerini atayan hırslı,

“dini bütün” generaller, tepkisiz ka-

labalıklar, elbirliğiyle demokrasisi de-

lik deşik edilen bir ülke... Müthiş bir

ironi ve derin bir hüzünle anlatıyor

Rushdie bu ülkeyi politik romanların

sıklıkla başvurduğu basmakalıp çö-

zümlere rağbet etmeyen, zengin ka-

rakterlerle dolu bir alegori yaratarak

başarıyor bunu.

Utanmazlığın kişileşmiş hali Ömer

Hayyam Şakil ile öteki insanların his-

setmedikleri bütün utancı ruhunda ya-

şayan karısı Safiye Zeynep...

Neden Yanl�� Ya��yoruz

Hüseyin Nazl�kul, Alfa Yay�nc�l�k, 560 s.

“Neden Yanlış Yaşıyoruz” özellikle

temel sağlık açısından sindirim sistemi

hakkında bilmemiz gerekenler, kalp ra-

hatsızlıklarından korunma önerileri,

genç ve zinde kalmak için beslenme ve

nöralterapinin anti-agingde yeri ve

önemi, yüksek ve düşük tansiyonda bes-

lenme ve korunma yöntemlerine dair

kapsamlı bilgiler içermektedir. Günlük

yaşamımızın vazgeçilmez bir parçası

olan su ve tuzun öneminin ayrıntılı ola-

rak ele alındığı, son yıllarda sanki top-

lum olarak depresyondaymışız gibi

anti depresan tüketiminin had safhaya

çıktığı, oysa yan etkileri sıfıra yakın olan

bach çiçekleri hakkında önemli de-

ğerlendirmeler de verilmiştir.

Yücelme

Ahmet �nce, Raskol’un Baltas�, 304 s.

Hayat herkese cömert davranmaz. Cö-

mert davranmadığı zaman da insan, ha-

yatın hayhuyundan ve maddi dertle-

rinden uzaklaşıp yücelme ihtiyacı duyar.

Urfa’da başladığı cinayetlerle ken-

dine bir yücelme ve arınma arayan

Kadri Maraz’ın polisiye kılığına girmiş

psikolojik serüveni. Kendini bir adalet

savaşçısı olarak gören bir katilin hikâ-

yesi. “Yücelme”yi yazdığında Ahmet

İnce henüz “Suç ve Ceza”dan başka hiç-

bir kitap okumamıştı ve İgdaş’ta işçi ola-

rak çalışıyordu. İlk kez tanışacağınız Ah-

met İnce için bu ilk romanı, tıpkı kah-

ramanı Kadri Maraz gibi yaratıcılık

yoluyla elde edilen bir adaletin ve yü-

celmenin aracı olacaktı.

�yi ki Geldin

Debbie Macomber, EpsilonYay�nlar�, Çev: Nil Bosna, 440 s.

Libby Morgan’ın yıllardır tek bir haya-

li vardır: Büyük iş yükü altında çalıştığı

hukuk firmasına ortak olmak. Kariyeri

için arkadaşları, evliliği ve aile kurma şan-

sı da dahil olmak üzere her şeyden fe-

ragat etmiştir. Patronu onu ofisine ça-

ğırdığında, Libby en sonunda güzel ha-

beri alacağını zanneder, fakat sarsıcı ger-

çek onu beklemektedir: İşten çıkarıl-

mıştır ve tüm hayatını yeni baştan kur-

mak zorundadır. Libby eski arkadaşla-

rıyla tekrar bağlantı kurar ve öğleden

sonralarını da sıcacık bir yüncü dükkâ-

nı olan Bir Yumak Mutluluk’ta geçir-

meye başlar. “İyi ki Geldin”, yeni baş-

langıçların vaadi ve dostluğun ve aşkın

sonsuz keyifleriyle dolu bir roman. 

Stone Arabia

Dana Spiotta, Everest Yay�nlar�,Çev: Ye�im Seber, 265 s.

Nik her zaman bir sanatçıydı. Kendini

bildi bileli bir sanatçı olmuştu, bir an için

bile kendini sorgulamamıştı. Sanatıyla

onaylanmak, geniş kitlelere seslenmek

gibi bir amacın peşinde olmadı. Sadece

kendisi için üretiyor ve kendi alternatif

tarihini yazıyordu. Denişe ise her zaman

onun en tutkulu, en sadık ve bazen de tek

hayranı oldu. Arkadaşları ölürken, an-

neleri hafızasını kaybederken ve dünya

tekinsiz bir geleceğe doğru her gün bir

adım daha savrulurken, Denişe ve Nik’in

Tarihsel Kayıtlar’ı da kendi kaderlerini

tamamlamak için yazılıyordu. Dana

Spiotta, “Stone Arabia”da dünyanın

cümbüşü içinde kapanılan müzik dolu bir

mabedin kapılarını aralıyor.

Kitaplar ve Sigaralar

George Orwell (Eric Blair), SelYay�nc�l�k, Çev: Levent Konca, 118 s.

“Kitaplar ve Sigaralar”, eleştirmenlik

ve sahaflık da yapmış olan Orwell’ın

sansürden başlayıp eleştirmenliğin

çelişkilerine uzanan geniş bir yelpazede

edebiyat camiasına ilişkin gözlemle-

rinden oluşan makalelerini bir araya

getiriyor.

Orwell, yazar, eleştirmen ve okur-

ların panoramasını dönemin politik

atmosferi eşliğinde değerlendiriyor.

“Sahafta çalışırken beni en çok et-

kileyen şey gerçek kitapseverlerin az

bulunurluğu olmuştu. Örneğin 1897’de

çok hoş bir kitap okumuş olan, kendisi

için o kitabın bir nüshasını bulup bu-

lamayacağınızı soran sevgili yaşlı ha-

nımefendi...”

Sosyal BilimcilerinYazma Çilesi

Howard S. Becker, HeretikYay�nc�l�k, Çev: �erife Geni�, 240 s.

Becker, üniversitenin mahremine giri-

yor ve akademik yazımın örtük veya açık

kaidelerinin vasata prim veren, yaratıcı

düşünceye ise ket vuran etkilerinden bah-

sediyor. Özellikle lisansüstü öğrencilerin

karşılaştıkları yazım sorunlarının kişisel

yetersizliklerinden kaynaklanmadığını,

akademik hayatın örgütlenme biçimine

içkin olduğunu hatırlatıyor. Ve ekliyor:

“Bu kitabı okumak, yazmaya dair bütün

sorunlarınızı çözmeyecektir. Bu sorun-

lardan siz kurtulmak zorundasınız. Söy-

lediğim şeylerden bu sorunlarınızı nasıl

çözebileceğinize dair bazı fikirler edi-

nebilir ya da en azından bu sorunlarla uğ-

raşmaya başlayabilirsiniz....”

AKP Senin de Ba��naÇuval Geçirdi mi?

Vezir Ekinci, Sokak Kitaplar�Yay�nlar�, 171 s.

İletişimci Prof. İrfan Erdoğan; “Zen-

ginlik arttıkça fakirlik yaygınlaşır” diyor.

Bunun doğru olduğunu görmek için

bilim adamı olmaya gerek yoktur. Va-

roşlarda yapacağınız gözlemler, Sayın İr-

fan Erdoğan’ı doğrulamaktadır. Vahşi ka-

pitalizmin değişmez kuralı paranın bel-

li ellerde toplanması, yoksulların ise

zenginler gibi yaşama özenmeleri, so-

nucu ekonomik sıkıntıların hep kendi-

lerin çekeceği sonucunu doğurur. Biz her

ne kadar cellâdına âşık olan, kölesinin

zincirini sulamasına da benzetsek, top-

lumun gözünü boyamasının gerçek ne-

denlerini, bu sahte mutluluğun maske-

sini düşürüp deşifre edebilmeliyiz.

5 TEMMUZ 2013 CUMA 19Aydınlık KİTAPYENİ ÇIKANLAR

Bolluk

Peter H. Diamandis, StevenKotler, Optimist Yay�n Da��t�m,

Çev: Ümit �ensoy, 397 s.

Heyecan verici gelişmelerin yaşandığı bir

çağa tanıklık ediyoruz. Teknoloji, bilim,

mühendislik, sosyal eğilimler ve ekono-

mik kuvvetler dünyamızı hızla değiştiri-

yor. Önümüzdeki yirmi yılı da bu güçler

şekillendirecek. Yaşanan tüm gelişme ve

değişimler çok önemli bir soruyu da be-

raberinde getiriyor: Küresel bir bolluk

düzeni yaratmak mümkün mü? Bu ki-

tabın cevabı net: Evet! “Bolluk”ta, dün-

yanın önde gelen bilim insanlarıyla ha-

yal ile gerçeğin kesiştiği yere yolculuğa

çıkacaksınız. Teknoloji ve inovasyonun

gücü ile sosyal girişimin yaratıcılığı bir-

leştiğinde geleceğin bolluk düzeninin na-

sıl adım adım kurulacağını göreceksiniz.

Dünya Fatihi Cengiz Han

Leo De Hartog, Do�an Kitap,Çev: Mehmet Savan, 240 s.

Moğol İmparatorluğu’nun efsanevi ku-

rucusu Cengiz Han,  tüm zamanların en

büyük hükümdarlarından biri olarak ka-

bul edilir.  Orduları Çin Seddi’ni aşıp Pe-

kin’i ele geçirmiş, Orta Asya, Afganis-

tan, İran ve Güney Rusya’yı acımasız

katliamlar ve yağmayla egemenliği altına

almıştı. Akınlarının benzersiz sürati ve

ölçeği ile fethettiği ülkelerde yarattığı bü-

yük yıkım, Cengiz Han’ı tarihin unu-

tulmaz liderlerinden biri yapmıştır.

Leo de Hartog küçük bir kabileyi bü-

yük bir imparatorluğa dönüştüren Cen-

giz Han’ı büyük bir komutan, sezgile-

rinde yanılmayan güçlü bir devlet ada-

mı olarak ele alıp onun yaşamöyküsü

üzerinden Moğolların tarihini anlatıyor. 

Be�ikta�’ta S�rtlan Pususu

Mustafa Önsel, Kaynak Yay�nlar�, 448 s.

“Ey özgürlüğümü gasp eden haysiyet

cellatları! Sebebini tam bilmiyorum,

ama anlıyorum ki,  benden (bizden)

nefret ediyorsunuz...

Ama unutmayın! Kendi ordu-

sundan nefret edenler, gün gelir baş-

ka orduları beslerler.

Jandarma Kurmay Albay Musta-

fa Önseli ömrü dağlarda geçmiş bir

kahraman olarak görüyorum.

Şimdi hapiste... Suçunu, ne kendisi

biliyor  ne de başkaları. Mustafa Ön-

selin kitabını daha basılmadan, iki ge-

cede okuyup bitirdim. Mustafa Önsel,

ortaya gerçekten de dört dörtlük bir

kitap çıkarmış.”

-Emin Çölaşan-

Oaxaca Günlü�ü

Oliver Sacks, Yap� KrediYay�nlar�, Çev: Deniz Koç, 128 s.

Bir nörolog ve psikiyatr olan Oliver

Sacks, Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan

“Oaxaca Günlüğü” kitabında yaptığı

muhteşem iç yolculuklardan sonra bu

kez bir “dış” yolculuğa çıkıyor, okurunu

da bir dış yolculuğa çıkartıyor. Bu ara-

da Sacks’ın hiç bilinmeyen bir yanını da

öğreniyoruz. Çocukluğundan beri eğ-

reltiotlarına duyduğu ilgi ve sevgi…

Maya soyundan gelen yerli halkları, pa-

zaryerleri, yalnız bitkileri değil, kuşları ve

böcekleri, yol arkadaşlarının yer yer es-

prili portreleri, kısacası müthiş bir dün-

ya yer almakta bu kitapta. Odasında se-

yahat etmekten zevk alanlarla, Meksi-

ka’ya gitmeyi planlayanlar için ufuk açı-

cı bir kitap “Oaxaca Günlüğü”…

A�k, �iir ve Müzi�inCo�kusuyla

Vural Sava�, Bilgi Yay�nevi, 408 s.

Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Vural

Savaş’tan alışık olmadığımız türden bir

çalışma. “Dünyanın iki eli var sanki. Bi-

riyle taşıdığı kolaylıklar, incelikler, öte-

kiyle taşıdığı kabalık, kıyıcılık, yok edi-

cilik, ölüm. Bu ikinci el o kadar güçle sal-

dırır oldu ki, dünya kendini yok etme

aşamasına geldi. Elimizde düş gücü-

müzle, yeteneğimizle ürettiğimiz o ya-

zılar, şiirler var. Kitaplar var. Yazdıkla-

rımızda gerçek adına söylediklerimiz ne

olursa olsun, bir kıyıcığında umudu

saklı tutuyoruz. Metalik söylemler var-

sın kolaylıklarını sürdürsün. Ama bizler

yazınla, şiirle, sanatın her türüyle umu-

du var kılalım.” -Gültekin Akın-

Karacao�lanYa�am� ve �iirleri

Öner Ya�c�, CumhuriyetKitaplar�, 304 s.

Öner Yağcı’nın “dünü bugüne bu-

günü yarına bağlama” düşüncesi

ışığında hazırladığı bu yapıtta, Ana-

dolu’nun büyük ozanı Karacaoğlan

ile buluşacaksınız.

Kitapta Karacaoğlan’ı sazıyla,

sözüyle ve doğa sevgisiyle görecek,

Anadolu’daki insan sevgisinin ve

aşkın güzellemesinin destansı ör-

neklerini veren büyük ozanın yaşa-

mını okuyacak, onun yüzyılları aşıp

günümüze kadar gelen, ölümsüz

ozanlar arasında yerini almasını

sağlayan, türküleşen şiirleriyle ta-

nışacaksınız.

Yürüyen Kentler 3. Kitap -Cehennem Makineleri

Philip Reeve, On8 Kitap, Çev: Ali Ünal, 400 s.

Makineler diriliyor, anılar canlanıyor.

Yürüyen Kentlerin palet izlerinde

hesaplaşma vakti yakın!

Modern çağın Jules Verne’i İngi-

liz yazar ve çizer Philip Reeve, sıradı-

şı buluşlarla, çevre meselelerine, po-

litikaya, insana ve sevgiye dair derin bir

duyarlıkla yazdığı bol ödüllü bilim-

kurgu dizisinin 3. kitabında, savaşlar-

la tükenen dünyanın ve vahşiliği son

raddesine ulaşan insanın son döne-

mece giriş yolculuğunu anlatıyor. “Yü-

rüyen Kentler” dizisinin 3. kitabı “Ce-

hennem Makineleri” okurunu, gerilim

ve heyecan dolu yolculuğun sondan bir

önceki durağına davet ediyor.

Çapulcular�n SosyalMedya Payla��mlar�

Kolektif, Etki Yay�nlar�, 80 s.

Türk halkının kendi kendine başlattı-

ğı bu hareketin bir anda tüm ülkeye ya-

yılmasının nedeni, elbette hükümetin

sandığı gibi, üç-beş ağaç değil.

Direnişin temel direği olan Türk

gençlerinin dahiyane yaratıcılığı ile or-

taya çıkmış espriler bugün yurdun her

köşesinde dilden dile dolaşıyor.

Bu muhteşem esprilerin kaybol-

maması ve bu önemli günlerin de-

taylarının unutulmaması için yayın-

evimiz üzerine düşen bu sorumlulu-

ğun bilinciyle bu derlemeyi hazırladı.

Yazarı, sosyal medyada inanılmaz

paylaşımları gerçekleştiren gençleri-

mizdir…

Gezegenin için harekete geçmeye

hazır mısın? Keşfet, anla, dene-

yimle ve öğren! Ormanlar yaşamı-

mızın önemli bir parçasıdır. Ama

neredeyse yüzyıl-

dır insanoğlu on-

ları yok ediyor.

Bu kitap sana,

ormanların zen-

ginliğini, onları

nelerin tehdit et-

tiğini, ormanları

korumak için ko-

nulan yasaları

anlatacak. Or-

manları korumak

için sen de çok

şey yapabilirsin.

EmmanuelleGrundmann,

CarettaÇocuk, 32 s.

5 TEMMUZ 2013 CUMA20 Aydınlık KİTAP ÇOCUK - GENÇ

GezegenimiSeviyorum - Ormanlar

“Orman Kardeşin Mektubu”, çocuk-

larda çevre duyarlılığını geliştirdiği

gibi, insanlarla sağlıklı iletişimde bulu-

nabilme, belli durumlarla ve olaylarla

ilgili neden-sonuç ilişkisi kurabilme,

duygularını fark

edebilme, gözlem

yapabilme gibi ko-

nularda önemli

ipuçları barındırı-

yor. Çocukların

dostluk ve payla-

şım duygularını pe-

kiştiren kitap, aynı

zamanda çocukla-

rın Türkçeyi etkili

bir biçimde kullan-

malarını sağlıyor.

Aysel Korkut,Kök Yay�nevi,

87 s.

Orman Karde�inMektubu

Söz dinlemeyen büyükler çevrele-

rine zarar da veriyorlar. Hayvanla-

rı ve ağaçları bile rahatsız ediyor-

lar. Havayı, suyu kirletiyorlar.

Kim bu kötü ha-

vayı solumak, kir-

li suyu içmek is-

ter? Kim ister

yemyeşil ormanın

griye dönmesini?

Neyse ki, yaşlı ve

bilge defne ağacı

var. Acaba defne

ağacının önderli-

ğinde hep birlik-

te kirliliğe bir çö-

züm bulabilecek-

ler mi?

Ömer Faruk,Yap� KrediYay�nlar�,

52 s. 

Defne A�ac� veOrman Karde�li�i Doğaya ve hayvanlara dair birbirin-

den güzel 15 masal:

� Benekli Kurbağa ve Şarkı İksiri

� Ay, Yıldız ve Ben

� Sabah Yazdım Sabah Oldu

� Kırmızı Top

� Ateş Böceği ve El Feneri

� Bayan Leylek

� Uçan Balık

� Sevimli Cüceler

� Kedi ve Yıldızlar

�Renkli Kalemler ve Ben

� Hepimiz Seniniz

� Kayıp Çocuk

� Somurtkan

Kaplumbağa

� Şarkı Söyleyemeyen

Cırcır Böceği

� Mutlu

Kaplumbağa

Kolektif, ODTÜ

Yay�nc�l�k,Çev: Levent

Gönül, 480 s.

Çocuk Masallar� Seti

Masallardan memnun olmayan bir ço-

cuk var, dediğine göre dinlediği masalla-

rın sonları olması gerektiği gibi bitmiyor,

sanki bir şeyler hep eksik kalıyor. Bunu

söyleyen Duru Divriklioğlu şu an 10 ya-

şında ve iki adet masal kitabı yazdı! İlki-

ni yazdığında daha beş buçuğundaymış.

Okuması yok yazması yok, buna rağmen

şikâyet edip durmak yerine, “madem bu

masallarda ters giden bir şeyler var, ben

de kendi masallarımı yazarım” demiş ve

dediğini de yapmış. Helal olsun Du-

ru’ya.

Uyumadan önce annesinden masal-

lar dinleyen Duru, kimi masalları

yetersiz, kimi masalları yan-

lış, kimilerini fazla ger-

çeklikten uzak bulur-

muş. Mesela perile-

rin, cadıların, cüce-

lerin uçuşup kaçış-

tığı masallardan

hoşnut değilmiş.

Bunlar yerine

daha gerçekçi ve

yaşamın içinden

konular olmasını

tercih edermiş. Bir

örnek vermek gerekir-

se, babasının bir demeçte

belirttiği üzere, daha iki yaşın-

da bir hayali masal evi kurup kendi ken-

dine masallar anlatan Duru’nun anlattı-

ğı masallarda zenginlerle

fakirlerin arasındaki iliş-

kiler üzerinde durması

anne ve babasının ilgisi-

ni çekmiş. Bunun üzeri-

ne annesiyle bir karar

almışlar: Duru başlamış

masal anlatmaya, anne-

si de teybe kaydetmiş.

Sonra üzerinde hiçbir

düzeltme (bozma) yap-

madan olduğu gibi ya-

zıya dökmüşler:

“Büyük saat dur-

madan kendisini övü-

yordu. Kendisini över-

ken, kafası arkada, vücudu

önde yürürken gele

gele duvarın tam or-

tasına yüzü çat

diye çarptı. Saat

çat diye çarpınca

ve birdenbire

yere çakılınca

her yeri param-

parça kaldı. Pa-

ramparça kalın-

ca ev sahibi söy-

lendi kızına.”

(Gele gele!)

Bu alıntı Duru’nun

ilk masal kitabı olan “Ağaçlar

Yırtılmasın”dan. Doğayı ve hayvanları

çok önemseyen Duru’nun bu kitapta altı

tane eğlenceli, gerçekçi ve düşündürücü

masalı var. İkinci kitabını da geçtiğimiz

sene yazdı: “Ormanda Trafik Kuralları”.

Daha şimdiden yaşı kadar ödül sahibi

Duru. Bu ödüller arasında resim dalında

düzenlenen yarışmaların ödülleri de var,

çünkü yazdığı masalların resimlerini de

kendi çiziyor. Kibirli saatler, mutlu kar-

dan adamlar, yaya geçidinden geçmeye

çalışan baykuşlar, orman meclisinde

toplanan hayvanlar… Hele ikinci kitap-

ta profilden resmettiği insanları görse-

niz, dudağınız uçuklar. Demek istedi-

ğim, Duru Divriklioğlu 10 yaşında bir

sanatçı.

Ana teması Çocuk ve Gençlik Ede-

biyatı olan 31. Uluslararası İstanbul Ki-

tap Fuarı’nda her yaştan okur için kitap-

larını imzalayan Duru, fuarda kendisiyle

yapılan bir söyleşide, arkadaşlarının yaz-

dığı kitapları çok beğendiğini, masalları-

nın onları da yazmaya teşvik ettiğini ve

bu durumdan çok memnun olduğunu

söylemiş. Böyle arkadaşa can kurban.

Demem o ki; 10 yaşındaki bir yürek-

ten çıkan bu masum, tertemiz ve barışçıl

cümleleri hepiniz okuyun, içiniz ısınsın,

yüzünüz gülsün.

İyi okumalar diliyoruz.

İREM HALIÇ[email protected]

Masallar istediğim gibi bitmiyor!

Bunu söyleyen Duru Divriklio�lu �u an 10 ya��nda ve iki adet masal kitab� yazd�!

Ormanda Trafik Kurallar�, A�açlar Y�rt�lmas�n,

Duru Divriklio�lu, Aya Kitap

Duru

5 TEMMUZ 2013 CUMA 21Aydınlık KİTAP

Luan Starova 1941’de Arnavutluk’un

Pogradeci kentinde doğmuş. Babaan-

nesi Türk, babası Arif Ahmet Starova,

Türkiye’nin ilk başbakanlarından

(1925) Fethi Okyar’ın kuzenidir. Yazar

Luan Starova altı dil biliyor, yazın pro-

fesörü ve Makedonya’nın Paris’teki

Büyükelçisi. Luan Starova Fransa’da

1997 yılında “En iyi Yabancı Roman”

ödülünü kazanmıştır.

“Babamın Kitapları” romanında

1926-1976 yılları arasında, tam

yarım yüzyıl süren bir evlili-

ğin çevresinde, bir anne-

babanın çocuklarıyla

birlikte yaşama nasıl

sarıldıklarının öykü-

sünü anlatır. Üstelik

içinde bulundukları

dönem, yeni ulusla-

rın belirdiği, devlet-

lerin yıkılıp yerleri-

ne yenilerinin kurul-

duğu; ülke sınırları-

nın sürekli değiştiği bir

zaman kesitidir. Sonu

gelmeyen bu savaşlar zama-

nı, hele bir de çok dilli, çok

inançlı, çok kültürlü, çok çeşitli huru-

fatın aynı anda kullanıldığı Balkanlar

coğrafyasında yaşanıyorsa, varın düşü-

nün kıyameti. Sınırlar arasında taşın-

malar, yurdundan edilen kalabalıklar;

kısacası, dur-durak tanımayan devi-

nimlerin yol açtığı yitikler. Ayrılması

inanılmaz acı veren kişiler, nerede bı-

rakıldığı ya da düşürüldüğü anımsana-

mayan, geçmişteki mutlu anların sim-

gesi olmuş nesneler... Bütün bu ayrılık-

ların, ölümlerin, yitirmelerin kendi

başlarına bir önemi, dile getirilecek bi-

rer anlamları yoktu ki, hepsi de birer

ayrı serüvenin içinde yer alabilsinler.

Artık göçebe olan bu insanların elle-

rinden zorla alınan kendilerine ait, o

öznel zamanlarıydı. Bir sınırı aştıkla-

rında geride bıraktıkları yakadaki za-

man da yok oluyordu.

DO�U �LE BATININZAMANLARI

Romanın anlatıcılığını üstlenen,

sonradan yazar

olacak ortanca ço-

cuk, küçük bir oğlan.

Kitap kurdu babasının

kitaplığını karıştırmak

ona bir büyü gibi çekici bir ke-

yif veriyor. Aslında babasının kitapları

arasında, gizli ya da yasak bilimlere

ilişkin yayınlar da yok değildi. Çocuk

bazen bir iç sesle mırıldanır gibi, ço-

ğunlukla da büyük bir coşkuyla gürül-

deyerek anlatır; algılarıyla, çağrışımla-

rıyla varsıllaştırdığı öyküsünü. Küçü-

cük evlerinin neredeyse yarısını kapla-

yan, yüklüğe sakladıkları en değer ver-

dikleri belgelerlerle çeşitlenen kitapla-

rın arasında kendilerine yer bulan iki

şey vardı: Mavi ışıklı kadranıyla bir

radyo, her saat başında hiç yanılmadan

çalan bir de duvar saati.. Tito ile Stalin

yönetimleriyle, ilkeleriyle çelişen, bo-

calayan babanın, güncelliği radyo din-

leyerek yakaladığına tüm aile her gece

tanık oluyordu. Fransız, İtalyan radyo-

ları ve BBC evde en sık, ama ses düğ-

mesi iyice kısılarak dinlenen istasyon-

lardı. Saate gelince, yitirdikleri zama-

nın bekçisi gibiydi. Zamanı hiç aksat-

madan korur, yanılmadan doğruyu

gösterirdi. Bu saatin çarkının arasın-

dan çıkardığı katlanmış bir kâğıt par-

çasının üstündeki ar-

kaik Arap harflerini

babası hemen tanı-

mıştı. Okuyunca,

Doğu ile Batının za-

manının tanımlarının

yapıldığını söylemişti

babası. İyice yıpran-

mış bu kâğıdı, saatin

ayarı bozulmasın

diye, yine yerine yer-

leştirmişlerdi. Baba-

sını Bay K, adındaki

arkadaşı, eğitim için

Paris’e, baba ise İs-

tanbul’a gitmişti. Os-

manlıcayı çok iyi bi-

lirdi babaları. Bay K

da bir kitap tutkunu

olduğundan babalarıy-

la çok sağlam bir dost-

lukları vardı. Bu ilişki

ortak çeviriler yapa-

rak, birbirlerine kitaplar önererek

emeklilik günlerine değin sürmüştü.

Anneleri ise, bunca göçün aidiyetsizli-

ği içinde yüklükte sakladıkları bir va-

tandaşlık belgesindeki pulları söktü-

ğünden bu yana küçük oğluna hüzünlü

gözlerle bakar olmuştu. En son yerleş-

tikleri bu ülkenin nüfus müdürlüğün-

den bin bir güçlükle aldıkları o belge-

nin geçerliliğini yitirmesiyle yeniden

aidiyetleri olmayan kişiler durumuna

düşmüşlerdi.

‘HABENT SU AFATAL�BELL�!’

Yolculukları sırasında en özenle ta-

şınan şey babasının kitaplarıydı. Baba-

sının, annesinin ölümlerinden sonra

kardeşlerine ve ona kalan en değerli

şey de babasının kitaplarıydı. Gerek

kitaplığın düzenlenişi, Kitap-ı Mukad-

desin, Kur’an’ın, Talmut’un ve diğer

kutsal metinlerin en üst rafa yerleşti-

rilmeleri, hemen onların altında ideo-

lojik kitapların yer alması yaşama ba-

kış açısının ne olduğunu ortaya koyu-

yordu. İdeolojik metinlerin bir zaman

sonra kutsal metinler olarak benimse-

tilebileceği söyleyen babası onlara “Ki-

tapların da birer kaderi olduğu” anla-

mına gelen Latince deyişi sıklıkla yine-

lerdi:

“Habent su afata libelli!”

Savaşların gittikçe ka-

nıksandığı; petrolün, do-

ğal kaynakların ve para-

nın yeni tanrılar edinildi-

ği yeryüzünde barışın de-

ğerinin yeniden anımsan-

ması için okunması gere-

ken bir roman... Luan

Starova, yarattığı bir gös-

tergeler evreni içinde,

yaşama tutunmak için bir

annenin direncini de çok

büyük bir sevgi yoğunlu-

ğuyla anlatıyor.

Orhan Suda’nın çevi-

risi, yaşanan ortamın

canlandırılmasında öyle-

sine etkili ki, okudukça

konum değiştirdiğimi;

anlatıma girişen sesin bö-

lümler arasında çocuksu-

luğundan sıyrılarak olgun

bir yazarın (sanki Orhan

Suda’nın) tümcelerine dönüştüğünü

duyumsadım. Değerli kültür ve sanat

insanı Orhan Suda’yı, bundan dört yıl

önce, Kuşadası’nda paylaştığımız söy-

leşileri anımsayarak sanki yeniden kar-

şımda buldum.

Yitik zamana iz düşen roman

LUAN STAROVA’DAN ‘BABAMIN KİTAPLARI’

ZİYA GÜ[email protected]

Babam�n Kitaplar�,Luan Starova,

Yap� Kredi Yay�nlar�, Çev: Orhan Suda, 166 s.

Sava�lar�ngittikçe

kan�ksand���;petrolün, do�al

kaynaklar�n ve paran�n

yeni tanr�lar edinildi�iyeryüzünde bar���nde�erinin yenidenan�msanmas� içinokunmas� gereken

bir roman

Luan Starova

5 TEMMUZ 2013 CUMA22 Aydınlık KİTAP

BULMACASOLDAN SA�A1. Yarat�c� güç, bir dü�ünceyi

ortaya koyma niteli�i -Milimetre (k�sa)

2. Kimononun üstüne tak�lan,biçimi ve boyutu cinsiyete,

ya�a, mevkiye ve bölgeyegöre de�i�en, bir dü�ümlebirle�tirilen geni� ipek ku�ak -Çerkezlerin kendilerineverdikleri ad

3. Koyun, keçi gibi hayvanlar�n

boynuna tak�lan ç�ng�rak4. Kutup - Haber veren, haberci5. Tav�r, davran�� - Nedensel -

Baca��n kalça ile dizaras�ndaki bölümü

6. Çubuk biçimine getirilmi�

kömürden olu�an bir resimmalzemesi - Enerji

7. �srail’in plakas� -Prometyum’un simgesi -Yemi�lerin yenilen bölümü

8. Bir soru sözü - Kekli�inboynundaki siyah halka -Ba���lama, mazur görme -Kiloamper (k�sa)

9. Cana k�yan kimse - �ki y�ldabir yap�lan sanat etkinli�i

10. El - Boksta esas vekorunmaya haz�r duru� - Biryüzölçümü birimi

11. Favori - Gerçek, gerçeklik12. (DURDURAB�LMEK)

Resimdeki yazar�n bir eseri -“Ülkü ...” (Ünlü bir yazar)

YUKARIDAN A�A�IYA1. Ard�ç a�ac�n�n meyvesi - Bir

mevsim ad�2. Tavlada “iki” say�s� - “...

Ayhan” (�air)

3. Ö�ütücü di� - Erkek ki�i4. Direkler üzerine kurulmu�

zahire ambar� - �imdi, �u anda- Bir dilek �art eki

5. Bir kan grubu - Ak�ll�, zeki -Küme

6. Büyük devlet adamlar� - Ayak- Bal yapan böcek

7. Fiil, amel - Bir seslenme sözü8. K�zg�n, yak�c� - �ridyum’un

simgesi - Bir derne�e belirlisürelerde ödenen üyelikparas�

9. Stanislaw Lem’in bir eseri -Terazi gözü - Lantan’�nsimgesi

10. Hedefi vurma - Bolluktaya�ay��

11. Magnezyum’un simgesi - Birgösterme s�fat� - “... etmek”(d��lamak, uzakla�t�rmak)

12. Resimdeki yazar�m�z -Rütbesiz asker

GE

ÇE

N H

AFTA

NIN

ÇÖ

“Kıyı Köşe İstanbul”, adından da anla-

şılacağı üzere, okuyucuları, İstan-

bul’un kıyıda köşede kalmış güzellik-

leri de dahil olmak üzere, tüm güzel-

liklerini yeniden keşfetmeye davet edi-

yor. Profesyonel turist rehberi olan

Turgay Tuna, kırk yılı aşan meslek ha-

yatının birikimlerini bu kitapla İstan-

bulseverlerin beğenisine sunuyor. İs-

tanbul’a büyük bir tutkuyla bağlı olan

Tuna, yıllardır adım adım gezdiği ve

gezdirdiği kenti, yalnızca herkesin bil-

diği şaheserleriyle değil, kıyıda köşede

kalmış, kimileri unutulmuş, kimileri

ise hiç bilinmeyen yerleri, binaları, in-

sanları ve öyküleriyle İstanbulseverle-

re tanıtıyor. Okurları kah bir zaman

tünelinde, kah şimdiki zamanda kü-

çük, nostaljik İstanbul keşiflerine çı-

kartıyor.

İstanbul… Kitabın yazarı Tuna’nın

tarif ettiği İstanbul, “iki kıta, iki deniz

arasında uzanıp giden; yaşadıkları, giz-

ledikleri, çok sesliliği,

renkliliği, acıları, zafer-

leri ve de eşsiz tarihi ile

deryalar deryası ulu

kent. Şairlerin, bestekar-

ların, yazarların, ressam-

ların, sanatçıların vurul-

duğu, dizelerden tuvalle-

re, notalardan öykülere

işlenmiş yadigar şehir.”

“Kıyı Köşe İstanbul”u

okurken, gerçekten de İs-

tanbul’u kıyı köşe, dip bu-

cak, karış karış bir uçtan

bir uca gezmiş görmüş ka-

dar oluyorsunuz. İstan-

bul’un hangi güzelliğini

anlatmalı, bir yandan Eyüp

Sultan, Beykoz, Fenerbahçe, Çubuklu,

Kadıköy, Üsküdar, Yassıada, Kalamış,

Çengelköy, Florya gibi semtlerin tari-

hi özellikleri anlatılırken, diğer yan-

dan Fener Rum Pat-

rikhanesi, Cibali Kara-

kolu, Saint Joseph,

Akıl Hastanesi Müze-

si, Baruthane Kulesi,

Kapalıçarşı, Florya

Atatürk Köşkü, Top-

hane Çeşmesi, Kuşlu

Saray gibi tarihi gü-

zelliklere yer verili-

yor. Kısacası Turgay

Tuna’nın kaleme

aldığı “Kıyı Köşe

İstanbul”, gerçek-

ten de kıyı köşe İs-

tanbul’u tüm gü-

zellikleriyle gözler

önüne seriyor.

MELTEM BOSTANCI

K�y� Kö�e �stanbul, Turgay Tuna, E Yay�nlar�, 304 s.

Deryalar deryası ulu kent