geÇen hafta en az kitap aydınlık · 2015-02-25 · yoruz. onları tanımanızda yarar var....
TRANSCRIPT
AydınlıkBU SAYIDA
34KİTAP
TANITILIYOR
15 Şubat 2013 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 51
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
KITAP.
Toplam: 1693
Osman �ahin:Dostu, sinema
dehas�Y�lmaz
Güney’i yazd�
Syf 6-7
Ferit Edgü’den“Giden Bir
KedininArd�ndan”
Seza Özdemir yazd�
Syf 11
Seyyit Nezir:
Do�u Perinçek’in“Og’dan O�ur’a”
kitab� üzerineyazd�
Syf 21
GEÇEN HAFTA en az 62,589 OKURA ULAŞTIKGEÇEN HAFTA en az 62,589 OKURA ULAŞTIK
‘Masal, öykününatasıdır’
FARUK DUMAN:FARUK DUMAN:FARUK DUMAN:FARUK DUMAN:FARUK DUMAN:FARUK DUMAN:FARUK DUMAN:
15 �UBAT 2013 CUMA 3Aydınlık KİTAP
Kitapçılar kendinize en yakın, en bilgili, fikrine başvuracağınız iki “esnaf” türünden biriydi. Diğeri ec-zacılar. Eczacılar yüksek eğitimli olup, hekimle ve sağlık kurumuyla dolayımda ilk basamağı oluşturur-ken, kitapçılar da bilgi, genel kültür, edebiyat yaşamına dahil olmanın ilk aşamasıydı.
Kitapçının düşünce dünyası vitrinini, tezgahlarını ve müşterisini belirlerdi. Kentlerin büyük ve her kesime hitap eden ışıltılı ve görece lüks kitapçılarının yanında, o yan sokaklar-
da, lise yakınlarında, pasaj içlerindeki alçakgönüllü kitapçıların “dükkanları” kendilerine biçtikleri gö-revin niteliğini yansıtır bir kültür odağı, bir irfan yuvası oluştururlardı. Tabii en çok devrimcilerin aydınlanma ve aydınlatma etkinliği içinde yer alan kitapçılardı onlar ve kuş-
kusuz çok önemli işlevler görmüşlerdir. Genellikle adları devrim, halk, çağdaş, özgür, dost vb. gibi, genel-likle öğretmenlikten emekli yılmaz karakterli, kitaplarla ilişkinin yüklediği bir özellikten midir, hepsi dahailk anda güven verici insanların sahibi olduğu mekanlar...Sonra dini görüşlerin yayın dünyasında yaygınlaşmasıyla açılan akabe, islam, hakikat, nur kitabevleri...
Daha az olmakla birlikte ülkücülerin bozkurt, ülkü,töre gibi adlara sahip kitabevleri... Derken, solun bölünmesine koşut yeniden düzenlenen ve adlar alan solcu kitabevleri...Artık büyük çoğunluğu görülmez oldular. Tutunamadılar. Önce kitabı suç oalarak gösterip, sergileyen
ve yasaklayan darbe yönetimleri, sonra da Yeni Dünya Düzeni sayesinde...Kitapçılar öldü. Öldürülüyor...“Marketing” zincirleri ve e-satış alıyor yerlerini. Avm tarzı “market” mekanlarında kitap okuru-alıcısı değil, kredi kartınızın sunduğu miktar kadar müş-
terisinizdir.Her şey ışıl ışıl, pırıltılı, çekici...
Ama o, kitapların ruhunu, içeriğini bilen, üzerlerinde hararetle tartışan, öne-ren, uğramışken size illa çay ısmarlayan insanlar yok ya da gittikçe yok oluyorlar.
Onların yok olmasıyla birlikte, sahici değerleri oluşturan kitaplar da daha azsatar oluyor.
Dostoyevski’yi, Aziz Nesin’i, Ziya Gökalp’i, Cemil Meriç’i öneren kitapçıla-rın yerini magazin sayfalarının, metro panolarının, tvlerin ve kapkaranlık bir sis-temin önerdiği yazarlar, kitaplar alıyor...
Okumaya dair seçimlerin bunca kötü oluşunun bir nedeni de bu.Yine, “çözüm”ü bulun diye dayatan o soru: Ne yapmalı, o zaman?
� � �Kitap Eki’mizi çok değerli, yetenekli genç editörlerden oluşan bir ekiple çıkarı-
yoruz. Onları tanımanızda yarar var. “Ekip başı” Pınar Akkoç 1985 Almanya do-ğumlu. İlk, orta ve lise öğrenimini Almanya’da tamamladı. Almanya’nın Müns-
ter kentinde bir yıl üniversite (Wilhelmsuniversitaet) okuduktan sonra öğrenimine Türkiye’de devam etme-ye karar verdi. İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümüne girdi. Buradan mezun olduktan son-ra yine İstanbul Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı bölümünde yüksek lisans programına kaydoldu. Şuanda tez aşamasında. İleri seviyede Almanca ve İngilizce biliyor. Hiç kuşkusuz bir kitap kurdu.
� � �Geçen hafta Aydınlık, dolayısıyla Kitap Eki en az 62 bin 589 okura ulaştı. Aydınlık’ın tirajı abartılmış,
şişirilmiş, bayilerden toptan alım ya da “aboneler” dahil bir tiraj değil. Bayi satışlarından oluşan gerçekbir tiraj. Elbetteki elden satışlarla daha da fazlası var. Ama Kitap Eki’miz ve Aydınlık’ımız için çok dahabüyük hedefler duruyor önümüzde... Ulaşacağız.
� � �52. Sayımızda görüşmek üzere bol kitaplı ve esen kalın.
İÇİNDEKİLER SUNUSUNU
Haftanın Portresi: Tezer Özlü
Doğamızın karanlık tarafına tutulan ayna
‘Hayatın kendisi, yaşananlardan üstündür’
Antik çağı keşfeden hümanistler
Ölümü anlamak üzerine
Bir kedinin ardından tüm insanlara
Kapak:
Metristepe’den Metrestepe’ye
Attila İlhan ve fena halde aşk
Ya zılgıtlar susarsa!
Gezginlerden dört yeni kitap
Yeni Çıkanlar
Çocuk: Merhaba çocuklar,
merhaba cümleten
Devlet ve kavmin oluşmasında
Türkçenin önceliği
Alıntı Test-Bulmaca
s. 4
s. 5
s. 6
s. 8
s. 9
s. 10
s. 11
s. 12-13
s. 14
s. 15
s. 16
s. 17
s. 18-19
s. 20
s. 21
s. 22
Kitabevleri yaşamalı
[email protected]@aydinlikgazete.comBaskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.
Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
Genel Müdür YardımcısıSaynur Okuroğlu
Müşteri TemsilcisiKamile Karakadı[email protected]
Reklam Servisi
Yönetim Yeriİstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbulTel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04
Faks: 0212 252 51 22
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş.
adına sahibi:Mehmet Sabuncu
Genel Yayın Yönetmeni:Serhan Bolluk
Sorumlu Müdür:Mehmet Bozkurt
Aydınlık
KITAP.
Sayfa Sekreteri Ebru Baysan
Editör Pınar Akkoç[email protected]
Yayın Yönetmeni Haldun Çubukçu
Yazıişleri İrem Halıç, Deniz AntepoğluCenk Özdağ
Yazıişleri Müdürü Damla Yazıcı[email protected]
Haldun Çubukçu
P�nar Akkoç
Bilimdışılık bilimin
kahramanlarıyla yenilecek
Kapak: Faruk Duman’la kitabı
“Baykuş Virane Sever” üzerine söyleşi
Çocuk: Merhaba çocuklar,
merhaba cümleten
Devlet ve kavmin oluşmasında
Türkçenin önceliği
4 Aydınlık KİTAP
“Benim hikâyem, bir tek kişiyi bile
adalet aramaya yüreklendirirse, bu kitap
amacına ulaşmış demektir.”
En üstte, genç yaşta intihar eden bir
adamın fotoğrafı -nedeni bilinmiyor- ha-
ber iki satırla geçiştirilmiş. Altta, sobadan
zehirlenen aileyle ilgili komşuların söy-
lediklerine yer verilmiş; onun yanında,
hasta yakınları tarafından öldürülen dok-
torun gülümseyen gençlik fotoğrafı. Sı-
radan insanların sıradan olmayan ama ar-
tık sıradanlaşmış ölümleriyle dolu üçün-
cü sayfa haberleri.
Son yıllarda bu haberlere babası, am-
cası, ağabeyi ya da üst kat komşusu ta-
rafından dövülen, tecavüz edilen, öldü-
rülen küçük çocukların haberleri eklen-
di ve beraberinde korkunç ista-
tistikler: Türkiye’de
her yıl 150 bin çocuk
cinsel istismara uğru-
yor, istismara uğra-
yanların yüzde 70'i 11
yaşın altında ve yüzde
60'ı ise kız çocuğu.
Kuşkusuz bu son
birkaç yılın meselesi
değil, çocuklar ve ka-
dınlar zayıf oldukları;
bırakıldıkları için ta-
rihler boyunca sömü-
rüldü, istismar edildi.
Toplumsal çöküşlerin
yaşandığı dönemler ah-
laki çöküşü beraberinde
getirdi ve istismar ayyu-
ka çıktı. Ne yazıktır, yine
öyle bir dönemden geçiyoruz.
��DDET VE TAC�ZLE GEÇENÇOCUKLUK
Ankara’da “çok seslilik ve çok renk-
lilik” şiarıyla kurulan Trend Yayınevi, ül-
kemizde sıklıkla yaşanan çocuk istisma-
rına dikkat çekmek amacıyla ikinci kita-
bı “Şeytanın Çocuğu”nu yayımladı. Ki-
tapta, henüz üç aylıkken ebeveynleri ta-
rafından Poor Sisters of Nazareth mez-
hebine bağlı Katolik rahibeler tarafından
işletilen bir bakımevine bırakılan Jerry
Coyne’un şiddet ve tacizle geçen çocuk-
luğu anlatılıyor.
Bakımevindeki ilk dört yıl, henüz bir
bebek olan, Jerry için keyifli geçer. “Son-
ra, çocukların yaşadığı bölüme yeni bir ra-
hibe geldi ve her şey değişti.” Sert ve acı-
masız cezalar günlük hayatın birer parçası
haline gelir. “ ‘Ben şeytanın çocuğu-
yum,’ diye fısıldadım. Rahibe Dominic sır-
tıma bir yumruk atıp, ‘Yüksek sesle!’ dedi.
‘Daha yüksek sesle söyle.’ ‘Ben şeytanın
çocuğuyum,’ dedim tekrar. Bu kelimele-
rin ne anlama geldiğini bilmiyordum,
ama gözyaşlarım yanaklarımdan aşağı sü-
zülürken içim korkuyla doldu, çünkü bir
şekilde, korkunç bir itirafta bulunduğu-
mu biliyordum.”
HUKUK MÜCADELES�NEYÖNEL��
Rahibeler küçük ço-
cuğun “içindeki şeytan”ı
dayakla çıkarmaya çalı-
şırken Jerry korkuyu
yenmek için kötü dav-
ranışlarının arkasına
saklanmaya çalışır. 12
yaşındayken, bu tavır-
ları yüzünden, davra-
nış bozukluğu olan ço-
cukların gittiği bir yatılı
okula yollanır. Burada
Jerry için hayat daha
da zorlaşır. İşkence-
nin ve tacizin bittiği
ilerleyen yıllarda bile
suçluluk duygusuyla
baş edemez ve kendi-
ni asmaya kalkışır. İşte
bu hikâyemizin dönüm noktası olur. Yeni
bir hayata başlamak isteyen Jerry Coyne,
Avukat Mark Keeley ile tanışır ve hukuk
mücadelesi başlar.
Nottingham’da yaşayan bir duvar us-
tası olan Jerry Coyne’un bu muazzam ve
ilham verici hikâyeyi anlatmasına birçok
kişi destek vermiş. En önemlisi ise kita-
bın gölge yazarı olan Jane Smith. (Kitap,
yurt dışında sıklıkla uygulanan gölge ya-
zarlık tekniğiyle kaleme alınmış.)
“Benim hikâyem, bir tek kişiyi bile
adalet aramaya yüreklendirirse, bu kitap
amacına ulaşmış demektir.”
(Şeytanın Çocuğu, Jerry Coyne, TrendKitap, Çev: Asuman Sayıner, 256 s.)
“Benim hikâyem, bir tek ki�iyi bile adalet aramayayüreklendirirse, bu kitap amac�na ula�m�� demektir.”
Şeytan bununneresinde?
MELİS YALÇ[email protected]
HAFTANIN PORTRES�
Tezer Özlü(10 EYLÜL 1943 - 18 ŞUBAT 1986)
Mülkiyet ve aidiyet kavramlar�na kar�� tavr�eserlerinde ön plana ç�kar. Öte yandan romanlar�nda
varolu�çuluk izleri de bulmak mümkündür
Kısa yaşamına az ama önemli kitap-
lar sığdırmış yazar, Kütahya’nın Simav il-
çesinde doğdu. Çocukluğu ana babasının
görevi nedeniyle Simav, Ödemiş ve Ge-
rede’de geçti. On yaşındayken İstan-
bul’a geldi ve Avusturya Kız Lisesi’ne git-
ti. Ancak mezun olamadı.
1961 yılında yurtdışına çıktı ve 1962
ile 1963 yılları arasında otostopla Avru-
pa’yı dolaştı. Tiyatrocu ve yazar Güner
Sümer’le Paris’te tanıştı ve 1964 yılında
evlendi. Ankara’ya taşındılar ve bu dönem
de Tezer Özlü Almanca çevirilerle ilgi-
lendi. Ayrıca Sümer’in yönettiği “Gizli
Oyun” isimli oyununda rol aldı. Daha
sonra Sümer’den ayrılarak İstanbul’a
yerleşti ve psikolojik rahatsızlıkları ne-
deniyle 1967-1972 yılları arasında çeşit-
li kliniklerde tedavi gördü.
Özlü’nün ilk kitabı esasen 1963’ten
beri çeşitli dergilerde yayımlanmış öy-
külerinin derlendiği “Eski Bahçe”dir.
Kitap, 1978 yılında yayımlandı. 1980 yı-
lında ise ilk romanı “Çocukluğun Soğuk
Geceleri” basıldı. Bu romanında çocuk-
luğundan itibaren yaşadığı sorunları ve
klinikte yaşadıklarını irdeledi.
Özlü’yü en çok etkileyen yazarlar
Kafka, Svevo ve Pavese olmuştur. 1983’te
yayımlanan “Auf den Spuren eines
Selbstmords (Bir İntiharın İzinde)” ro-
manında bu üç yazardan izler görmek
mümkündür. Roman, 1983 Marburg
Yazın Ödülü’nü kazandı. Özlü 1984 yı-
lında kitabını “Yaşamın Ucuna Yolculuk”
adıyla Türkçeleştirdi ve bir anlamda ki-
tap yeniden yazıldı.Günlüklerinden ve
anılarından oluşan “Kalanlar” kitabı ise
1990’da yayımlandı. Özlü’nün sağlığında
yayımlanmamış senaryosu “Zaman Dışı
Yaşam” ise 1993 yılında kitaplaştırıldı. Öz-
lü’nün mektupları da “Tezer Özlü’den
Leyla Erbil’e Mektuplar” ismiyle 1995 yı-
lında okuyucuyla buluşmuştur. 2010 yı-
lında ise Ferit Edgü ile mektupları kitap
haline getirilmiştir. 1986 yılında kanser ne-
deniyle vefat etmiştir. Sağlığında yayım-
lanan sadece üç kitabı vardır.
Özlü’nün eserlerinde melankoli dik-
kat çeker. Geçirdiği ruhsal hastalıkların
ve kliniklerdeki tedavilerinin etkisi eser-
lerinde hissedilir. Kitapları özgündür.
Mülkiyet ve aidiyet kavramlarına karşı
tavrı eserlerinde ön plana çıkar. Öte yan-
dan romanlarında varoluşçuluk izleri
de bulmak mümkündür. Edebiyatımız-
da postmodern akıma bağlı yazarlar-
dandır.
15 �UBAT 2013 CUMA
Altay Öktem’in yayın yönetmenli-
ğinde Marjinal Kitaplar, yeraltı edebiya-
tına yeni ve “yerli” bir soluk katmak için
kolları sıvadı. Yayınevi geçtiğimiz gün-
lerde dört kitaplık ilk yeraltı dalgasını
okurlarla buluşturdu. Bu ilk dalgada il-
ginç kapağıyla “Cinbaz” adlı bir öykü ki-
tabı hayli dikkat çekiyordu. Böylece,
1995’ten beri medyada çeşitli pozisyon-
larda görev yapmış, sinema yazarlığının
yanı sıra spor yazarlığı, koleksiyonerlik
gibi birçok özelliği bulunan, alternatif
pop-kültür blogu tersninja.com’un yayın
editörü Ege Görgün, farklı bir tarafıyla;
fantastik öykücülüğüyle de yazın dünya-
sının karşısına çıkmış oldu.
“Cinbaz”, Görgün’ün yaklaşık on beş
yıllık bir süre içinde yazdığı öykülerin bir
toplamı. Dolayısıyla bazı öykülerin yayım
tarihleri 90’ların başına değin uzanıyor.
Dikkatle okunacak olursa; Görgün’ün dil-
deki ustalaşma aşamalarını da adım adım
takip etmek mümkün. Keşke öykülerin
yazıldığı tarihler de not olarak düşülsey-
miş bir kenara.
ÖYKÜLER�NS�NEMATOGRAF�K TADI
Sinema yazarlığında Agah Özgüç’ün
ardılı olarak tanımlayabileceğimiz Gör-
gün, öykücülük-
teyse günümüzün
en iyi alacakaran-
lık kuşağı yazar-
larından Sadık
Yemni’nin çizgi-
sinde bir üslup be-
nimsemiş kendine. En çok etkilendiği ki-
tap ise Sadık Yemni’nin “Muska” adlı ro-
manı imiş. Bunun yanında Stephan King,
Jules Verne, Edgar Allan Poe gibi isim-
lerden etkilenmiş yazar. Okumaya baş-
ladığınızdaysa ilk duyumsadığınız şey,
öykülerin sinematografik tadı oluyor.
Görgün’ün esin kaynakları arasında si-
nemanın önemli bir yer teşkil ettiği o ka-
dar belli ki.
Görgün, öykünün yürekten süzülüp
gelirkenki kendiliğinden akışına, çoğu öy-
kücü gibi müdahale etmemiş. Mükem-
meliyetçi güdü ile gerçekleşen bir mü-
dahalenin paramparça edebileceği sı-
cakkanlı doku bütün doğallığı ile oku-
yucuya sunulmuş.
GÜNÜMÜZ �NSANINTRAJED�S�
Farklı biçim denemeleri de yok değil
“Cinbaz”da. Özellikle “Küçük Kırmızı
Balık”, yarı-günce, yarı-anlatı biçimiyle
beni oldukça şaşırttı. Daha önce böyle bir
biçimi deneyen oldu mu yazınımızda bil-
miyorum açıkçası. Problemli bir çocuğun
satın aldığı sıra dışı cinsteki balığa yavaş
yavaş bütün ailesini yedirmesini konu alan
dehşetengiz öykü, günümüz insan doğa-
sının çocukluktan itibaren içinde büyü-
meye başlayan karanlık tarafına da tu-
tulan bir ayna niteliğinde.
Bazen toplama kamplarının görün-
mez köşelerine dalan Görgün; bazen de
en esrarlı tetikçilerin dolandığı karanlık
sokaklara sapmış. Karabasandan beter
masal sirklerinden geçip, oradan kapita-
list yabancılaşmanın post-apokaliptik bir
kıyıya götürüp bıraktığı günümüz yara-
tığının trajedisine uzanmış. “Cinbaz”,
şimdiden çokça konuşulmaya başlandı,
gelecekte de fantastik yazınımızda söz
açıldığında adı anılmadan geçilmeyecek
gibi görünüyor.
5Aydınlık KİTAP
Okumaya ba�lad���n�zdaysa ilkduyumsad���n�z �ey, öykülerin
sinematografik tad� oluyor
Doğamızınkaranlık tarafınatutulan ayna
ERCAN DALKILIÇ [email protected]
(Cinbaz, Ege Görgün, Marjinal Kitaplar, 168 s.)
Ege Görgün
Kırk iki yıl önce. 1971 yılı. Nisan ayı
başında Cumhuriyet gazetesinin sanat
sayfasında, benim o yıl TRT Öykü Büyük
Ödülü’nü kazanan “Kırmızı Yel” ya-
yımlandı. Büyük ilgi gördü. Aynı yıl
ekim ayında, Adana Altın Koza Film Fes-
tivali’nde Yılmaz Güney en iyi film, en iyi
yönetmen, en iyi oyuncu ve en iyi senar-
yo ödüllerini kazandı. Sanatının, ününün
doruğuna çıktı.
İzmit Ticaret Lisesi’nde beden eğiti-
mi öğretmeniyken, Yılmaz Güney’den bir
telgraf aldım: “Güney Film’e gelin, gö-
rüşelim” diye. Ertesi gün, İstiklal Caddesi,
Ağa camii arkasındaki Güney Film’de al-
dım soluğu. Yılmaz Güney’i ilk kez gö-
rüyordum. Yaşım yirmi dokuzdu. Koyu
lacivert kadife saçlı ve yakışıklıydı. Gü-
ney Film’in genel müdürü rahmetli Mah-
mut Tali Öngören de oradaydı.
Telgrafı göstererek tanıttım kendimi.
Yılmaz Güney o kadar içten ve sıcaktı ki,
“Nasılsın babam? Hoş geldin,” diyerek
kucakladı beni. İnsanın içine işleyen bir
sesi vardı. Çayımı içerken Güney ko-
nuşmaya başladı.
“Babam ‘Kırmızı Yel’ adlı kitabını
okudum. Çok etkilendim. Bir romanlık
konuyu üç dört sayfada anlatmışsın. Her
sözcüğün görüntü veriyor. Öykülerin
beş duyuma hitap ediyor. Müthiş detay-
lar, fotoğraflar veriyorsun. Kamerayı eli-
me alıp, öykülerini senaryosuz çekeceğim
geliyor. Sen aslında sinemacısın babam.
İşin güzel yanı da bunun farkında olma-
man. Sakın saflığını bozma, sinemacı
olduğunun farkına varma!” demişti.
Güney’in yanında çenelerinin ucun-
da sakalları olan, “entel” görünümlü iki
üç genç vardı. Londra Kraliyet Akademisi
Edebiyat Bölümü mezunuymuşlar.
İçlerinden biri, “ Stendal’ı okudunuz
mu?” diye sordu.
Okumadığımı söyledim. “Peki Bal-
zac’ı okudunuz mu?”
“Hayır onu da okumadım” deyince,
“Peki ‘Kırmızı Yel’deki öyküleri nasıl yaz-
dınız?” diye sordu.
Ben de görüp yaşadıklarımı yazdım
deyince, Yımaz Güney:
“Aldınız mı cevabınızı lan? Bak adam
gördüğümü yaşadığımı yazdım diyor.
Hayatı kitaplardan öğrenmedim, gördüm,
yaşadım diyor. Unutmayın hayatın ken-
disi yaşananlardan üstündür,” diyerek bir
ders verdi onlara. Sonra bana dönerek
“Kırmızı Yel” ile ilgili tasarılarından söz
etti.
42 YIL ÖNCEDEN GÖRDÜ�ÜTEHL�KE
“Öykünü satın alacağım. Filmi dört
mevsimde çekeceğim. Avrupa’dan ses
mühendisleri getirterek filmi
sesli çekeceğim. Kırkı çık-
mamış oğlum Yılmaz’ı har-
manın ortasında namaz kılıp
kurban edeceğim. Bu filmle,
ülkemizin gelecekte başına
bela olacak dinci – şeriatçı teh-
likeye dikkat çekeceğim,”
dedi. Yımaz Güney bugünle-
ri kırk iki yıl önce görmüştü.
Ne yazık ki Güney, “Kır-
mızı Yel”i çekemedi. “Endişe”
filmini çekerken, Yumurtalık
olayı nedeniyle hapse atıldı.
“Kırmızı Yel”i yıllar sonra Atıf
Yılmaz, “Adak” adıyla çekti.
Değerli oyuncumuz Tarık
Akan filmde büyük başarı gös-
terdi.
Yılmaz Güney hapishane-
lerde de ürün verdi.
Zeki Ökten’in ba-
şarıyla çektiği
“Sürü” filmi ile Şe-
rif Gören’in büyük
filmi “Yol”un se-
naryolarını yazdı.
“Sürü” filmi, Lo-
carno(İsviçre) ,
“Yol” filmi ise
Cannes Film Fes-
tivali’nin en büyük
ödüllerini kazan-
dı.
Ünlü Yunan yönetmen Costa Gavras
ile Yılmaz Güney’in sanatlarını birbir-
lerine benzetirim. Gavras’ın, Çek yazar
Arthur London’un “İtiraf” romanından
uyarladığı “İtiraf” filmi ile, Yunna yazar
Vassili Vasilikos’un “Z” romanından
uyarladığı “Z” filmi, Yılmaz Güney’in
“Yol” filmi ile Fransa’da çektiği “Duvar”
filmlerini, politik sinema filmleri olarak
görürüm.
Yılmaz Güney benim öykülerimin de-
rinliğindeki sinemayı ilk gören, beni si-
OSMAN ŞAHİN
‘Hayatın kendisi,yaşananlardan üstündür’
SİNEMA DEHASI: YILMAZ GÜNEY
Timsah�n di�leri aras�ndaki le� k�r�nt�lar�n� yiyen kürdan ku�u ile timsah aras�ndaki uyumülkemiz medyas�nda y�llardan beri bütün h�z�yla sürmektedir. Beyinleri c�lk olmu� gazeteciler,
ayd�nlar, kürdan ku�lar�na ta� ç�kartan bir beceriyle görevlerini yapmaktad�rlar
6 Aydınlık KİTAP15 �UBAT 2013 CUMA
(İnsan Yılmaz Güney, M. Şehmus Güzel,
Kaynak Yayınları, 312 s.)
nemaya kazandıran ilk insandır. Çalış-
malarımızda edebiyatın anlatım aracı
sözcüklerle, sinemanın anlatım aracı gö-
rüntü arasındaki farkları, sözcüğün şiiri
ile görüntünün şiiri arasındaki farkları, se-
naryo inceliklerini ilk ondan öğrenmi-
şimdir. Yıllar sonra 1999 yılı, 36. Antal-
ya Altın Portakal Film Festivali’nde, üç
bin kişilik cam piramit salonlarında,
bana, “Yaşam Boyu Altın Portakal Onur
Ödülü” olarak altın heykelcik verilir-
ken, “Beni buralara getiren, sinemamızın
dehası Yılmaz Güney’i saygıyla anıyorum
ve selamlıyorum,” diye ba-
ğırdığımda üç bin seçkin in-
sanın Yılmaz Güney’i ayak-
ta alkışladıklarına tanık ol-
dum. Ve çok mutlu oldum.
KÜRDAN KU�LARI Televizyon belgeselinde
izlemiştim; timsah, dev leşi
yuttuktan sonra nehirden çık-
tı, kumsala uzandı. İnce ba-
caklı, sivri gagalı, martıya
benzeyen, martıdan küçük
bir kuş belirdi timsahın ağzı-
nın önünde. Timsah, kuşu gö-
rünce açtı ağzını. İnce bacak-
lı, sivri gagalı kuş, timsahın ağ-
zına girdi. Timsahın dişleri
arasındaki leş kırıntılarını yemeye başladı.
“Kürdan kuşu” diyorlardı adına. Timsah,
dişlerinin bakımının yapıldığından emin,
zevkle yumdu gözlerini. Kürdan kuşu ile
aralarındaki uyuma diyecek söz yoktu.
Kürdan kuşu ile timsah arasındaki bu
uyum, ülkemiz medyasında yıllardan
beri bütün hızıyla sürmektedir. Beyinle-
ri cılk olmuş gazeteciler, dalgaların önün-
de çıkarları için gide gele yamyassı sahil
taşlarından farksız olmuş kaygan aydın-
lar, kürdan kuşlarına taş çıkartan bir
beceriyle görevlerini yapmaktadırlar.
Görevlerini yapmadıkları an, timsah haz-
retleri, ağzını kapatarak, küçücük lok-
malar halinde onları yutacaktır. Ve on-
lardan arta kalan artıkları da bir başka
kürdan kuşuna temizletecektir.
Yılmaz Güney öldükten yıllar sonra,
Engin Ardıç Star gazetesinde,“Yılmaz
Güney, bedeniyle ve sinemasıyla ölmüş-
tür. Yılmaz Güney birkaç komünist es-
kisinin nostalji muhabbetinden başka
bir şey değildir” derken, yine aynı yıl için-
de Hürriyet’te Fatih Altaylı “Yılmaz
Güney, kadın döven, entelektüel yönü za-
yıf, maço bir adam aslında. Kadın döven
bir katilden bir mit yaratmak için ger-
çekler saptırılıyor. Benim için Yılmaz Gü-
ney Türkiye’nin Avrupa’daki imajını yer-
le bir eden, bunu da kendi menfaatleri
için yapan bir katildir. Bugün hâlâ Av-
rupa’da Yılmaz Güney’in mirasıdır ba-
şımıza bela olan,” diye yazmıştır.
Büyük romancı Dostoyevski “İnsan-
ları işledikleri suçlara, günahlarına ba-
karak yargılamayın. Onun asıl yapmak is-
tediği yüce değerlere, kutsal şeylere ba-
karak yargılayın,” diyor.
Tolstoy’a “Kardeşiniz de roman ya-
zıyor” demişler. Tolstoy “Hayır, o roman
yazamaz. Çünkü acıyı bilmiyor. Acı çek-
meyen sanat yapamaz” diyor.
Tolstoy’un “acı çeken sanatçı” tanı-
mına Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali,
Orhan Kemal gibi pek çok yazarımızın ya-
nında Yılmaz Güney de uyuyor. Bin tür-
lü yoksulluğun, acının içinden çıkarak,
kendi sanatını yaratmıştır. Yılmaz Güney
hapiste iken, 1975 yılında, Cannes Film
Festivali’nde ilk kez filmlerinin toplu gös-
terisi yapıldı. Uluslararası büyük yönet-
menler, sinema yazarları “ Yılmaz Güney
hangi sinema oku-
lundan mezun?”
diye soruyorlar. Bi-
zimkiler “Bizde si-
nema okulu yok,
Yılmaz Güney pa-
muk tarlalarından
geliyor,” dedikle-
rinde şaşkınlıkla-
rından ne diyecek-
lerini bilemiyorlar.
Yılmaz Güney
bir kişiliktir, başka-
sının eyerini kendi
atına vurmayan bir
kişilik... Çok yön-
lüdür. Yönetmen-
dir, senaristtir, çok
iyi bir oyuncudur. Sinemamızda yakın plan
çekimlerinde yüzüyle oyun veren ender sa-
natçılarımızdan biridir. Romancıdır. “Boy-
nu Bükük Öldüler” romanı ile Orhan Ke-
mal Roman Ödülü’nü kazanmıştır.
Yılmaz Güney’in sanatında, acı çe-
kenler, özünde gelişmeye, büyümeye
dair hasretler çeken, eleştiren, başkaldı-
ran insanların maceraları anlatılır. Seyyit
Han, Acı Ağıt, Umut, Umutsuzlar, En-
dişe, Yol, Sürü ve Duvar gibi eserleri ile
gerçekçi sinemamızın baş yapıtlarına
imza atan bir sinema dehasıdır.
Y�lmaz Güney’in filmle�tiremedi�i,Osman �ahin’in “K�rm�z� Yel” adl�öyküsünü y�llar sonra At�f Y�lmaz
“Adak” ad�yla çekti.
7Aydınlık KİTAP
Bir şiirin, unutulduğu tozlu
raflardan gün yüzüne çıkarıl-
masıyla dünyanın değişmesi
mümkün mü? Kitapların her
zaman, gericilikle savaşması ve
kaybetse de yüzyıllar sonra bir
şekilde yeniden dirilmesi müm-
kün mü? Eğer her ikisinde de ce-
vabınız umuttan yanaysa “Sapma
(Medeniyetin Seyrini Değişti-
ren Keşfin Öyküsü)” sizi kitap-
ların, kitap avcılarının ve dü-
şünmeyi unutan insanların dün-
yasına davet
ediyor. Can Ya-
yınları’ndan çı-
kan kitap, 2012
Pulitzer Ödü-
lü’ne sahip. 2010
yılında “Shakes-
peare Olmak”
isimli kitabıyla ta-
nıdığımız Step-
hen Greenblatt,
son kitabıyla özel-
likle tarihseverle-
rin ilgisini çeke-
ceğe benziyor.
Kitap, Roma
döneminde yaşa-
mış Epikür taraf-
tarı şair Lucretius’un “Evrenin
Yapısı” isimli şiirinin kitap avcı-
sı Poggio Bracciolini tarafından
yeniden keşfedilmesinin öyküsü.
Antikçağ’ı keşfetmeye çalışan
hümanistleri temel alıyor. Pek
çok yazara, düşünüre, bilim ada-
mına kaynaklık edecek ve il-
ham verecek bu şiir Batı mede-
niyetinin kendini yeniden kut-
samasının da öyküsü bir yandan.
Sadece bir şiirin keşfinden
daha fazla şey vaat ediyor “Sap-
ma”: kitaplar, kütüphaneler, fel-
sefe, Yunan ve Roma dönemine
dair derinlemesine bilgi. Tarihi
okumayı basitleştiriyor ve salt ta-
rih okumasına bağlı kılmıyor
okuyucusunu. Roman havası ve-
rilmiş dili sayesinde ders kitabı
niteliğinden çıkıveriyor.
K�TAP AVIYLA GELEN“TEHL�KEL�”DÜ�ÜNCELER
Kitapların kopya edilmesi,
ciltlenmesi, papirüslerden kâğı-
da geçiş hatta kitap kurtları hak-
kında bilgiler
“ S a p m a ” d a
mevcut. Bunla-
rın yanı sıra kü-
tüphaneciliğin
gelişimi, özel-
likle halk kü-
tüphanelerin-
den belli sınıf-
ların tekeline
geçen kütüp-
hanelerin de-
ğişimini yine
kitapta bul-
mak müm-
kün. Felsefi
ve tarihi bil-
gilerin yanı
sıra kitap avcıları ve kitaplar
eserin temel konusu ve bunlara
dair ayrıntılı bilgi edinmeniz de
kitabın diğer olumlu özellikler-
den.
Kitabın titiz bir araştırmanın
ürünü olduğu kesin ve sonundaki
kaynakça okuyucuyu tatmin ede-
cek genişlikte. Yazar sadece ki-
tap avcısını ve keşfini incele-
mekle yetinmiyor. Yorum yap-
maktan da geri durmuyor ve ki-
tabını basitleştirmekten de ka-
çınmıyor. Şiirin keşfinden sonra
maddeler halinde açıklıyor “Ev-
renin Yapısı”nı. Lucretius’un te-
mel felsefesini irdeliyor ve son-
rasında kimlere etki ettiğini yo-
rumlamaya başlıyor.
Lucretius’un temel felsefesi
Epikür’e dayanıyor. Hedonizm
yani hazcılık diye bilinen felsefi
akıma bağlı Lucretius. “Evrenin
Yapısı” ise hazcılığı ele aldığı La-
tince bir şiir. Bracciolini’nin keş-
finin önemi ise kilisenin görü-
şüyle tamamen zıt ve insanlığı
dünyevi hayata, atomlara, tan-
rısızlığa, ölüm sonrası yaşamın
yokluğuna inanmaya davet eden,
Pagan kültürüne dair öğeler içe-
ren şiiri gün yüzüne çıkarması.
Yani kilisenin hâkimiyetini te-
melden sarsabilecek ve insanla-
ra yeniden düşünmeyi hatırlata-
bilecek nitelikte bir eser. Hatta
kısa bir süre sonra matbaanın çı-
kışı ile şiirin yayılması ve günü-
müze kadar ulaşması mümkün
hale gelecek.
Kimlere etki ettiği meselesi-
ne gelince, liste kabarık: Sha-
kespeare, Machiavelli, Thomas
More, Montaigne, Einstein, Fre-
ud, Darwin, Thomas Jefferson,
Leonardo Da Vinci. Yazar, bir
kısmının eserlerinde “Evrenin
Yapısı”nın açıkça hissedildiğini
(Montaigne, Leonardo Da Vin-
ci, More gibi), kimisinde ise
doğrudan şiir nedeniyle olmasa
da temel de şiirin savunduğu
düşünceler doğrultusunda şe-
killendiğini (Darwin, Einstein
gibi) savunuyor. Yani kitap, Batı
medeniyetinin gelişmesinde -
hatta belki de kendini yeniden
bulmasında- özellikle kilise ege-
menliğinin kırılmasında her dö-
neme “Evrenin Yapısı”nın dam-
gasını vurduğunu belirtiyor.
GERÇEKTE NEYEH�ZMET ED�YOR?
Kitabın yetkinliğini ve kali-
tesini bir yana bırakırsak tarihe
dair bir okumadan öte amacını,
daha doğrusu neye hizmet etti-
ğini de düşünmek gerektiği ka-
nısındayım. Kitapta ilk hissedi-
len her dönem gö-
rülen gericiliğe
karşı kitapların
daima savunmasız
kalması ve karan-
lığa gömülmek zo-
runda kalışı. Her
dönem aynı şeyle-
rin yaşandığını
görmek bir yan-
dan üzerken bir
yandan kitap avcı-
larının keşifleri sa-
yesinde umut aşı-
lıyor. Öte yandan
kitap, modern Ba-
tı’nın kuruluşunun
ve yükselişinin An-
tikçağ’daki biriki-
me yeniden kavu-
şulmasıyla sağlan-
dığını ifade ediyor. Yani kökle-
rini Roma’da ve esasında Antik
Yunan’da yeniden buluyor. Ba-
tı’nın kendini yeniden kutsama-
sından, medeniyetin beşiği ola-
rak görmesinden ve her zaman
dayatılan bu düşüncenin pekiş-
tirilmesinden öteye gitmeyen
bir görüşün ürünü olarak da dü-
şünebilirsiniz. Her iki yönüyle de
“Sapma” okuyucusunu bekliyor.
8 Aydınlık KİTAP
Antik çağı keşfeden hümanistlerKitapta ilk hissedilen gericilik
dönemlerinde kitaplar�n daimasavunmas�z kalmas� ve karanl��a
gömülmek zorunda kal���. Herdönem ayn� �eylerin ya�and���n�
görmek bir yandan üzerken biryandan kitap avc�lar�n�n ke�ifleri
sayesinde umut a��l�yor
DENİZ ANTEPOĞ[email protected]
15 �UBAT 2013 CUMA
(Sapma- Medeniyetin SeyriniDeğiştiren Keşfin Öyküsü,
Stephen Greenblatt, Can Yayın-ları, Çev: Suat Ertüzün, 264 s.)
Stephen Greenblatt
Boticelli’nin “Venüs’ünDo�u�u” adl� tablosu
9Aydınlık KİTAPBABİL BALIĞI
“Bir okur, ölmeden önce binlerce ha-yat yaşar,” dedi Jojen, “hiç okumayan in-sansa sadece bir hayat.”
George R. R. MartinA Dance With Dragons
Ülkemizde, okur olarak her ne ka-
dar küçük bir kitlesi bulunsa da esasın-
da oldukça köklü ve gelişmiş bir araş-
tırma, inceleme ve derleme yazını ge-
leneği bulunmaktadır. Elbette ki sayıca
her zaman yetersiz bulunacaklardır,
çünkü araştırmanın bir sınırı olmadığı
gibi bilgiye olan insani açlığı doyurma-
nın da bir yolu yoktur.
Ancak bütün bu köklü
geleneğimize karşın, be-
lirli unsurlar söz konusu
olduğunda, yazılmış pek
fazla esere ulaşmak zi-
yadesiyle güçtür. Belirli
unsurlar diyerek geçiştir-
diğim “şeyler” çok fazla
alana ve türe yayıldığın-
dan, hepsini sayfalar do-
lusu yazmak yerine, ortak
yönünü yazmak, ayrımsa-
mayı daha anlamlı kıla-
caktır. Özetle, kendi araş-
tırma ve inceleme yazını tarihimizde en
fazla açlığını duyduğumuz eserler, in-
celeme için birden fazla disipline ge-
reksinim duyan konularda yazılmış eser-
lerdir. Bu hafta Gülay Er Pasin’in Ayrıntı
Yayınları’ndan çıkan, disiplinlerarası
yaklaşımın güzel bir örneği, “Vampirin
Kültür Tarihi,” kitabını ele alacağız.
MARX’IN VAMP�R METAFORU Vampir, tarih boyunca varlığı çeşit-
li şekillere bürünmüş bir karakterdir. Son
olarak ucuz aşk kurguları içinde pespaye
hale getirilmesinin (Twilight) öncesin-
de de dönemsel olarak başkalaşımlar ge-
çirmiş, kültürler arasında farklılıklarla
ele alınmıştır. Farklılıkları bir yana, ge-
nel özetlemeyle vampir, yaşayan bir
ölüdür. Canlılar gibi hareket eder ancak
içinde ölü, sonsuza kadar yaşamayla la-
netli, yaşaması için de başkalarının ka-
nıyla beslenmek zorunda olan bir ka-
rakterdir (kanın yerini ruhani faktörle-
rin aldığı söylence ve kurgular gibi,
farklı pek çok çeşitlemelere de rastlanır).
Metaforları çeşitlidir; içinde ölü olma-
nın ayrımsamaları içtimai olabileceği
gibi, felsefi ve hayati de olabilir. Çok bi-
linen örnek olarak Marx, emekçinin sö-
mürülmesini vampir metaforuyla açık-
lar; sermaye ve sistem de vampir gibi
özünde ölüdür ve yaşaması için emek-
çiden emdiği artı-değere muhtaçtır.
BENZER�NDEN ÜSTÜN,ZENG�N KAYNAKÇA
Kitap elime ilk ulaştığında, aklımda
bazı ön yargılar vardı: vampirin tarihçesi
hakkında yazılmış pek çok yabancı eser
mevcuttu, bunların pek çoğu Türkçeye
henüz tercüme edilmemişti ve yazarın
konuyla alakalı bize yeni ne sunacağını
merak ediyordum. Vampir mitinin fark-
lı kültürlerde ortaya çıkışını takiben
yarı-kronolojik bir kitapla
karşılaşmayı bekliyorken,
açıkça ifade etmeliyim ki
beklentilerimin çok üs-
tünde, araştırma ve ko-
nuyu ele alma sıralaması
pek çok benzerinden üs-
tün, zengin kaynakçası
(bu kaynakçaya değine-
ceğiz) ile fark yaratan
bir kitapla karşılaştım.
Sonuç olarak da kendi
alanında, oldukça özen-
le hazırlanmış bir kitap
ile karşı karşıyayız. 8
ana başlığa ayırdığı incelemesi boyunca
yazar, vampir mitlerinin ortaya çıktığı ilk
tarihler yerine, vampir mitinin çıkması-
na yol açan bir kültür tarihinin izini sü-
rerek anlatısına başlıyor. İnsanoğlunun,
ölümlülüğüne karşı çaresizce geliştirdi-
ği anlamlandırma ve korunma metot-
larının izinde, meydana getirdiği söy-
lence, mit ve inanışları takip ederek vam-
pir karakterinin nasıl geliştirildiğini ma-
saya yatırıyor. Bu yönden yazarın du-
ruşunun, Paul Barber’ın “Vampires,
Burial and Death” (1988) kitabından bir
hayli izler taşıdığını söylemek mümkün.
Barber özetle kitabında, vampirlere
olan inancın, endüstri devrimi öncesi
toplumlarında, onlar için o an anlaşılmaz
görülen ölüm sürecini açıklama gayret-
leri sonucunda ortaya çıktığını anlatıyor.
Yazar da bu düşünce etrafında her şeyi
başından alıyor.
İlk bölüm “Ölüm Algısı” ile yola çı-
karak farklı kültür, dönem ve toplum-
larda, insanların ölüme bakışlarından ör-
neklerle incelemesine başlıyor (kendi
kültür tarihimizden verileri de kitap
boyunca eklemesi oldukça değerli). Ta-
kip eden bölümlerde “Ölümsüzlüğün
Peşine Düşen İnsan,” “Yeniden Do-
ğum,” “Ölümlü İnsan,” “Ruhun Ölüm-
süzlüğü ve Öte Dünya İnancı,” başlık-
ları altında incelemeyi geliştiriyor. “Kötü
Ruhlar, Dirilen Ölüler” başlığına ge-
lindiğinde farklı kültürlerdeki dirilen ölü-
ler ve vampir söylencelerine ulaşıyor ve
tarihteki gelişimine tanıklık ediyoruz. Ta-
kip eden bölümde modern vampir ka-
rakterinin oluşumunda, esinlenilen ta-
rihi kişiliklere bir bakışın ardından
“Vampirin Sanat Hayatı” başlığı altın-
da, edebiyat ve sinemadaki izdüşümle-
rinde geziniyoruz. Yazar, detaylı ve
özenli incelemesinin haricinde, konuyu
akıcı şekilde taşımaya ve derlemeye
gösterdiği gayreti, bunun yanında söy-
lence, mit ve inanışlara tarafsız ve bi-
limsel bir pencereden bakışıyla da öv-
güyü hak ediyor. Kitabındaki alıntılanan
pasajların, hangi kaynağa denk geldiği-
ne dair dipnotları da eksik etmemesi de-
ğer katıyor.
‘ARTI’ OKUMALARVampirin, kitapta kısmen bulunan
edebiyat tarihçesini biraz dağınık bul-
dum ancak kitabın temel amacı düşü-
nüldüğünde bunun pek bir eksiklik ol-
duğunu söylemek olanaksız. Zira ince-
lemede, kitabın sonunda da bulunan
zengin bir kaynakça bulunuyor (100’den
fazla kitabı, makaleleri, elektronik kay-
nakları ve filmleri içeriyor) ve konu
hakkında başka okumalar yapmak için
de harika bir olanak sağlıyor. Kendi adı-
ma, kaynakçada rastladığım ve kitaplı-
ğımda bulunmayan dört kitabı da edin-
mek için sabırsızlanıyorum. Kaynakça-
daki kitaplara ek olarak, “artı” okuma-
lar için konuya ilişkin önerebileceğim ki-
taplar ise şunlar olacaktır: kaynakçada
başka bir kitabı da bulunan Jan Louis
Perkowski’den “The Darkling, A Trea-
tise on Vampiric Slavisim,” Thomas
Aylesworth’tan “Vampires and Other
Ghosts,” yine bir başka kitabı kaynak-
çada bulunan Bob Curran’dan “Vam-
pires: A Field Guide to the Creatures
that Stalk the Night,” Katherine Ram-
sland’ten “The Science of Vampires,”
Norine Dresser’dan “American Vam-
pires,” J. Gordon Melton’dan “The
Vampire Book: The Encyclopedia of the
Undead” ve son olarak Alan Dun-
des’ten “The Vampire: A Casebook.”
Bu özenli incelemeyi hazırladığı ve
bizlere sunduğu için Gülay Er Pasin’i se-
lamlıyor ve tebrik ediyorum.
Haftaya görüşmek dileğiyle…
(Vampirin Kültür Tarihi, Gülay ErPasin, Ayrıntı Yayınları, 480 s.)
M. SALİH [email protected]
Ölümü anlamak üzerine
15 �UBAT 2013 CUMA
Üniversitelerimizin yabancı
üniversitelere uyumlu kılınma sü-
recinde Türkçe bilimsel yayınlar ve
biliminsanlarımızın Türkçe popü-
ler yayınları giderek azalmaktadır.
Ülkemizde yayımlanan popüler
bilim kitaplarının
birçoğunun yabancı
yazarların eserleri-
nin çevirileri olduğu
günümüzde, insanın
aklına “bu ülkede
Türkçe yazacak bili-
minsanı yok mudur
acaba” türünden so-
rular takılmaktadır.
Bu olumsuz iklimde,
çeşitli odaklarda kü-
melenen Türk bili-
minsanlarımızın eser-
ler verdiğini de gör-
müyor değiliz. Bu odaklar arasın-
da Bilim ve Ütopya, Bilim ve Ge-
lecek, Düşünbil gibi dergileri sa-
yabiliriz. Ancak ne yazık ki bu ya-
yınlar yeterli değildir.
Ö�RENC�KONGRES�NDEEVR�MSEL B�YOLOJ�
Tüm bu olumsuzluklara karşın
bazı sevindirici gelişmelere de ta-
nıklık edebiliyoruz. Bilim ile bi-
limdışı arasındaki savaşta bilim
cephesi kahramanlar kazanmaya
devam ediyor. Saygın üniversite-
lerimizdeki akademik yayınların
yanı sıra çeşitli konferans ve kong-
reler kamuya açılır. Bu kamuya aç-
manın güzel bir örneğini konu
edineceğiz. Hacettepe Üniversitesi
Biyoloji Bölümü öğrencilerinin
Ergi Deniz Özsoy'un danışmanlı-
ğında 4-5 Mayıs 2011 tarihinde dü-
zenlemiş oldukları Evrimsel Bi-
yoloji Öğrenci
Kongresi için ha-
zırlanmış sunum-
lar “Evrimsel Bi-
yoloji Yazıları”
adlı bir kitapta
Ergi Deniz Öz-
soy tarafından
derlenmiş. Bil-
geSu Yayıncı-
lık’ın 2012 yılın-
da yayımladığı
kitaba katkı su-
nan genç bili-
m i n s a n l a r ı :
Özge Selin Batur, Duygu Akdo-
ğanbulut, Meltem Yorgancı, Ayşe
Cantaş, Pınar Güler, Can Koşuk-
çu, Dilara Şimşek, Duygu Pempe
Öksüz, Başak Şentürk, Burcu Da-
şer, Nazlı Ayhan, Yiğit Şener, Öz-
gül Yahyaoğlu, A. Bengisu Gel-
mez, Ece Köken, Ezgi Köse, Ey-
lül Dizdaroğlu, Pınar Uğurcan,
Egemen Budak.
Kitaba bir önsöz bir de “Ev-
rim'i Kavramanın Önemi ve Ya-
ratılışçılık” başlıklı bir yazıyla kat-
kı sunan Ergi Deniz Özsoy, çeşit-
li ortamlarda (TV, Bilim ve Gele-
cek yazıları, vb.) evrimin anlaşıl-
ması için uğraş veren değerli bir
akademisyendir. Özsoy'un danış-
manlığıyla gerçekleşen öğrenci
kongresi ve kongrenin içeriğin-
den derlenmiş yazılar genç bili-
minsanlarının, bilimin yeni nefer-
lerinin meydana çıkması açısından
önemli bir adım.
B�L�M �LE B�L�MDI�ININMÜCADELES�N�NCEPHELER�
Bilimin bilimdışına karşı sa-
vaşında kahramanlarımız çoğal-
dıkça, ürünler verdikçe zafere
yaklaşıyoruz. Söz konusu zafer, salt
bilimsel üretimle varılabilecek bir
sonuç olmaktan öte bilimsel dü-
şünüş ve üretimin durmaksızın
artması ve nitelikçe gelişmesiyle iz-
lenecek bir süreçtir. Bu süreç fi-
kirler ekseninde gerçekleşmiyor
yalnızca. Bilimin karşısına dikilen
bilimdışı dünya görüşü ve bakış açı-
sı ideolojik – siyasi düzlemde ya-
şayan ve dahası en çok da orada
güç bulan bir düşmandır. Düş-
manı yenebilmek için savaşın do-
ğası gereği bilim cephesindeki
güçleri de birleştirmek, arttırmak
gerekmektedir. Savaşın cepheleri
arasında üniversitelerin yönetsel ve
akademik durumu, halkın bilimle
ilişkisi (bilimin yol göstericiliği ya
da kenara atılması), bilimin odak-
larını ele geçirmeye çalışan sınıf-
lar arası mücadele ve tikel bilim-
sel gelişmeleri genel bir açıdan ele
alabilecek bilim felsefesi alanındaki
mücadele bulunmaktadır.
B�L�M CEPHES�N�NGÜÇLÜ VE ZAYIF YANI
Bu savaşta bilimin zaafı gibi gö-
rülen çeşitli olgularla karşı karşı-
yayız: bilimin anlatılması, sunul-
ması sırasında halkla iletişim so-
runu (bilimsel gerçeklerin halka
ulaştırılmasında karşılaşılan kav-
ramsal ve pedagojik sorunlar);
cephede savaşacak biliminsanla-
rının emek-zaman yönetimi; bili-
min çeşitli alanlarında donanımsal
gereksinimleri elde etme ve bilim
için kullanma sorunu. Tüm bu
eksikliklere karşı bilimin en güçlü
yanından söz etmeden geçmeye-
lim: Bilim gerçeğin ve dolayısıyla
geniş halk yığınlarının safındadır.
İşte bu yan, gereksinimini duydu-
ğumuz biliminsanı malzemesini,
halkla iletişim zeminini sağlama-
nın kaynağıdır. Donanımsal ge-
reksinimlere ve emek-zamanının
yönetimine gelince bunlar için ik-
tidarın ele geçirilmesi gerekmek-
tedir. Bilim, sınıfla buluştuğunda
iktidarın ele geçirilmesi zamansal
bir sorun olacaktır yalnızca. Do-
layısıyla, bilim cephesinin zayıf
yanı, bilimi sınıfla buluşmaya zor-
layan yan olduğu için aslında bili-
min gelişmesinin dayanağıdır.
Daha yakın bir zamanda, ulus ve
milliyet tartışmalarına boğuldu-
ğumuz şu günlerde, önyargılarımızı
aşmamızda, soruna sağlıklı bir şe-
kilde yaklaşmada bilimden başka
dostumuz var mı? İnsanlığın çağın
hastalığı kanserle mücadelesine
desteğin yeni bulunan kanser aşı-
sıyla Küba'dan geldiği günlerde, bi-
limin ve bilimsel gelişmenin kitle-
lerle ilişkisi sorununu görebilmek
çok mu zor?
B�L�M�N �K� YÖNLÜKE�F�: EVR�M
Evrimsiz bir biyoloji bilimi
düşünülemeyeceği artık genel ge-
çer bir kabul olma yönünde
önemli adımlar katetti. Ancak
sistemin çeşitli unsurları, bilerek
veya bilmeyerek, bilimin evrimi
keşfini toplumsal olayları neoli-
beral düzene uydurmada olduk-
ça başarılı. Pozitivizmin ve “bi-
limsel materyalizm”in diyalektik
materyalizm karşısındaki saldırı-
ları buna iyi bir örnek. Yukarıda
sözünü ettiğimiz kitapta, Özsoy,
bu konuda da net bir tutum alıyor
ve kendini diyalektik materya-
lizmin safında konumlandırıyor.
Neoliberal düzenin varsayımları-
nı desteklemek için kullanılan
evrim kuramını yeniden kitlelere
sunarak onu kitlelerin eline bir si-
lah olarak veren ve bu sunuşta ola-
bildiğince açık ve net bir biçeme
başvuran bilimin genç kahra-
manlarını kutluyoruz.
CENK ÖZDAĞ[email protected]
10 Aydınlık KİTAP
Bilimdışılık biliminkahramanlarıyla yenilecek
Bilimin bilimd���na kar�� sava��nda kahramanlar�m�z ço�ald�kça, ürünler verdikçe zafereyakla��yoruz. Söz konusu zafer, salt bilimsel üretimle var�labilecek bir sonuç olmaktan öte
bilimsel dü�ünü� ve üretimin durmaks�z�n artmas� ve nitelikçe geli�mesiyle izlenecek bir süreçtir
Hacettepe Üniversitesi, 56Biyoloji Bölümü ö�rencilerinin düzenlemi�olduklar� Evrimsel Biyoloji Ö�renci Kongresi için haz�rlanm��sunumlar “Evrimsel Biyoloji Yaz�lar�” adl� bir kitapta Ergi DenizÖzsoy taraf�ndan derlenmi�. BilgeSu Yay�nc�l�k’�n 2012 y�l�ndayay�mlad��� kitaba katk� sunan genç biliminsanlar� bilimin bilimd���nakar�� sava��nda kahramanlar�m�zdan bir bölümüdür. Onlarço�ald�kça, ürünler verdikçe zafere yakla��yoruz.
15 �UBAT 2013 CUMA
(Evrimsel Biyoloji Yazıları, Ergi Deniz Özsoy,
BilgeSu Yayıncılık, 146 s.)
“... her kişinin bir başka yolu, bir baş-
ka yöntemi olmak gerektir.
Denizde de, karada da hep buna
inandım. Ve öyle yaşadım.
Benim burada sana sunduğum hari-
ta ve pusula binlercesinden, yüzbinler-
cesinden biri.”
Ferit Edgü, böyle diyordu “Hakkâ-
ri’de Bir Mevsim”de ve biz O’nun bir
mevsimini okumuştuk. Edgü yine ve hala
insanın türlü ‘hal’lerini ve ‘gerçeklik’le-
rini anlatmaya devam ediyor. Ancak bu
kez ustanın sağlam yapılı öyküleri hü-
zünle sarıyor içinizi. En çok da kitaba adı-
nı veren “Giden Bir Kedinin Ardın-
dan”da söylediği ve söylemek istedikle-
rini ayrı ayrı sorgularsanız...
FAZLALIKLARDANKURTULMANINDAYANILMAZ HAF�FL���
“Çok satan”ların, reklam dünyası-
nın ve romanın hâkimiyetinin arasında
onun öykülerine kavuşmak, kısa süren
ama susuzluğunuzu gideren bir seraba ka-
vuşmak gibi. Notos Kitap’tan çıkan
“Giden Bir Kedinin Ardından” adlı yeni
öykü kitabı, bu anların ne bir eksik ne de
bir fazlası. Usta yazar yine tam tadında
bırakıyor!
Edgü, kitaptaki öykülerini dört bö-
lümde toplamış. Barok Öyküler’i deyim
yerindeyse bir solukta tamamlayıp, son-
ra “olmadı baştan” deyip, ilk öykü “De-
nizde” ile yeniden çıkabilirsiniz o Barok
yolculuğa. Belli bir ritmi ve uyumu ba-
rındıran, birbirine kılcal damarlarla ek-
lemlenen bu küçük anlatılar; yazarın
imge gücünü en kısa, en etkili, en yoğun
kullandığı öyküler. Edgü insan hallerini
ve gerçekliklerini; artık onunla bütünle-
şen minimalist öykü tarzında, fazlalıkla-
rından arınmış kurgu ve anlatımla su-
nuyor.
Ç�FTE GERÇEKL�KTEN�RON�YE
Bu öykülerde yabancılaşma, terk
ediş, iletişimsizlik, pes ediş, toplumdan
uzaklaşma gibi ana izlekler kullanılmış.
Bunlara ölüm-yaşam, düş-gerçek, geç-
miş(hatıra)-bugün, inanmak-inanma-
mak, tekil-çoğul (birey-toplum) gibi kar-
şıtlıklar da eşlik ediyor. Edgü böylece çift
taraflı bir gerçeklik sunuyor okura. “De-
nizde” ile başlayan bu çift bakışa, “Fira-
ri”de evi terk eden oğulla babanın ara-
sındaki son sözler ve “Tartışma”daki
hoca ile öğrencisinin diyalogları örnek ve-
rilebilir. “İn” ve “Çadır” öykülerinde
ise bu kez tekil halleri, biraz da ironiy-
le gözler önüne seriyor. Kendine her tür-
lü yaşamadan, tehditten, kor-
kudan uzakta bir ‘in’ ya da
‘çadır’ yaratanların gerçek-
likleri de belli bir ironi barın-
dırıyor elbette.
GERÇEKLE DÜ� B�RARADA
“Onları Tanıyordum”,
“Garip Hayvan ve İnsan Öy-
küleri”, “Urfalı Mateos’un
Yazgısı” ve kitaba adını veren
“Giden Bir Kedinin Ardın-
dan” adlı bölümlerdeki öykü-
lerde ise bu temel karşıtlıkların
yerini daha çok koşul ve insana
bağlı haller alıyor. Bunlara kimi zaman
“Baba” ve “Dostoyevski’nin Oğlu Os-
man”daki gibi fantestik, düşsel unsurlar
da katılıyor. “Garip Hayvan Öyküleri” ise
yazarın yerleşmiş yargıları nasıl farklı ele
aldığını görmek için birebir. (Edgü; an-
tik hikayeleri ters yüz edip yeniden an-
latma ya da onlardan farklı unsurları öne
çıkarmayı daha önce de yapmıştı.)
G�DEN�N ARDINDAK� �NCE SIZI
Ferit Edgü’nün çoğu öyküsü hallere
ya da olgulara odaklanır. Çoğu kez zaman
ve mekân unsurunu açıktan vermez. Bu
unsurları bazen bir deneyimin dile geti-
rilmesinden (“… Paris işgal altında” /
Ressam Dayı) çıkarırsınız. Kuşkusuz
bunlar, öykü üzerine kafa yormanızı sağ-
lar. Yazar bu tutumunu
burada da sürdürüyor.
Ancak kitabın son öykü-
sü “Giden Kedinin Ar-
dından”da bu unsurlar
daha belirgin. 1980 Ha-
ziran’ının Bodrum’unda
başlayan bir kedi ve yal-
nız bir adam arasındaki
hikâye, darbe sonrası Al-
manya’ya gidişle yoğun-
luk kazanıyor. Bu arada
12 Eylül’ü de, Berlin
Duvarı’nın varlığını da
son derece açık du-
yumsatıyor okura. Ada-
mın kaldığı evde daha
önce Tezer Özlü’nün kaldığı gibi bilgiler
ve bazı kişisel paylaşımlar öyküyü biyo-
grafik kılıyor okurun gözünde. Bu yüzden
de özellikle “Giden Kedinin Ardından”
öyküsüyle Edgü’nün ne anlattığı ve ne an-
latmak istediği ayrı ayrı sorgulanabilir.
Kediyi mi soruyorsunuz? Kedi, bu
“gitmek” eyleminin yarı gerçek yarı düş-
sel tanığı gibi. Her ne kadar öykünün ana
SEZA ÖZDEMİ[email protected]
11Aydınlık KİTAP
Bir kedinin ardındantüm insanlara
Çok satanlar�n, reklam dünyas�n�n ve roman�n hâkimiyetinin aras�nda onun öykülerine kavu�mak,susuzlu�unuzu gideren bir seraba kavu�mak gibi. Ferit Edgü yine tam tad�nda b�rak�yor!
15 �UBAT 2013 CUMA
Ferit Edgükarakteri gibi dursa da, adamın ve hat-
ta yazarın yerine bile geçebilir.
OKURUNU ÇALI�TIRANYAZAR
1950’lerde öykünün dünyasına giren
Ferit Edgü, insanın iç dünyasına dair öy-
külerden sonra Doğu anlatılarına geçti.
Yeni bir dil, yeni bir gerçeklik aradı
hep. “Hakkâri’de Bir Mevsim” (“O”) ya-
zarın en bilinen yapıtı oldu. Okurken dağ
başındaki bir köydeki öğretmen ve ora-
nın insanları arasındaki gerçeklik uçu-
rumundan düşmüştük. (Çince ve Ja-
ponca dâhil çeşitli dillere çevrilen bu ya-
pıt, beyazperdeye de taşınmış ve Berlin
Film Festivali’nde Gümüş Ayı’yı almış-
tı.) Ardından “Doğu Öyküleri” ve di-
ğerleri geldi.. Deneyselliği seven yazarın
denemelerinin tadı da başka. “Yazmak
Eylemi” adlı ünlü çeşitlemesi yazar aday-
ları ve dil öğrencilerinin başucu kitapla-
rından biridir sanıyorum.
Edgü, tıpkı yazımızın başına alıntıla-
dığımız gibi, “…her kişinin bir başka yolu,
bir başka yöntemi olmak gerektir” diye-
rek uyarmıştı okuru hep. Ondan mı oku-
ra bu kadar açık uçlu anlam dizgeleri sun-
ması? Sanki “Siz seçin, siz tamamlayın
asıl öyküyü” demesi bundan.
G�TMEK VE HÜZÜNBüyük usta, yeni öyküleriyle yine
gerçekliğe, varoluşa, insanın hallerine
odaklanıyor. Ancak bu kez “yeni”nin
heyecanını değil, daha çok ustanın “hüz-
nü”nü bırakıyor okura. Ondan mı “Gi-
den Bir Kedinin Ardından”?
Türkçesi, yalın, duru ve çokanlamlı-
lığa kapı açan öykü dünyasına bir de usta
bir “hâl ve gerçeklik anlatıcısı”nı ekleyin,
karşınızda nitelikli edebiyatın yaşayan ka-
lemini bulacaksınız. Daha uzun yıllar bi-
zimle olması dileğiyle…
NOT: İçerik kadar sunuşa da çok
önem verdiğini bildiğimiz, Notos Ki-
tap’ın yaratıcısı Semih Gümüş “Giden Bir
Kedinin Ardından” için acaba neden böy-
le bir kapak tasarımı seçti? Bu bizim için
samimi bir merak. Edgü okurlarından ge-
lebilecek yorumları ya da bizzat Gü-
müş’ün yanıtını duyabilmeyi çok isterdik.
(Giden Bir Kedinin Ardından, Ferit Edgü, Notos Kitap, 110 s.)
12 KAPAK
Edebiyatta kendine has diliyle, imgesel
dünyasıyla ama gerçeklikten kopmadan
fark yaratmış ve okuyucusunu sağlamlaş-
tırmış bir yazar Faruk Duman. En son
2009’da öykü kitabı yayımlanan Duman, bu
dört yıl içinde roman, deneme gibi türlerle
okurla buluştu. Geçtiğimiz hafta yayımlanan
“Baykuş Virane Sever” kitabı bize yeniden
öykülerinin dünyasına girme fırsatı verdi. Fa-
ruk Duman ile editörlük yaptığı Can Ya-
yınları’ndaki ofisinde bir söyleşi yaptık.
Öykü ile başladınız ama son yıllardadaha çok roman ile okuyucunun karşısınaçıktınız (hatta bir deneme ki-tabı ile de) “Baykuş Virane Se-ver” adlı öykü kitabınız bu haf-ta okuyucuyla buluştu. Öykü-yü terketmediğinizi mi göste-riyor bu kitap?
Dört yıl aslında bir öykü ki-
tabı için fazla değil. Öykü, okun-
ması da yazılması da çok emek
isteyen bir tür. Ben de eski yıllara
göre daha korkarak yazıyorum.
Biraz daha özendiğimi düşünü-
yorum. Kendi yazdıklarıma kar-
şı biraz daha acımasız olduğumu
düşünüyorum. Her yazdığımı
yayınlamak istemiyorum. O yüz-
den de iki yılda bir kitabım olsun gibi bir dü-
şüncem yok, baştan beri de olmadı. Acele-
si olan bir şey değil öykü, yani şimdi son yıl-
larda duyuyoruz, çok öykü yazılıyor, çok öykü
kitabı yayımlanıyor diye ama, benim için her
türde olduğu gibi öyküde de şu önemli: Ni-
telik. Yani yazar kendi öykülerini yayımlamak
konusunda ince eleyip sık dokumuşsa, eleş-
tirel bir bakış açısı ve seçiciliği varsa, o zaman
zaten bu kadar imitasyon olmaz, gerçekten
daha lezzetli kitaplar okuruz.
Üretken bir yazarsınız aslında, hemenhemen her sene deneme, roman ya da öyküçıkardınız.
Ben çok çalışıyorum. Aynı anda birkaç
defter üzerinde çalışıyorum, notlar alıyorum.
Onlar tabii olgunlaşınca kimi zaman peş peşe
denk geliyor yayımlanması. Kimi zaman öy-
küde olduğu gibi araya biraz zaman giriyor.
Ama oturup masada çalışarak yazmayı se-
ven bir insanım, o yüzden verimli olduğum
söylenebilir.
Öykülerinizde kural yıkıcı bir dilkullanımı var. Bu bilinçli bir tercih
midir? Neden böyle bir kullanım?
Bu her yöne çekilebilir aslında. Tabii ki
bilinçli. Ben bir okur olarak da birbirine çok
benzeyen metinleri tekrar tekrar okumak is-
temeyen biriyim. Yazar olarak da okunma-
sı keyifli türden şeyler yazmaktan hoşlanı-
yorum. O yüzden birbirini destekliyor bu.
Okurken bir kitapta ne görmek istiyorsam,
yazarken de ona yöneliyorum. Bir bilimsel
çalışma gibi, teknik çalışma gibi olmuyor ta-
bii. Aslında yazarken kendi sesimi duy-
mak, kendi gitmek istediğim atmosferi ya-
kalamak isteyen, yazının sonunda ortaya ne
çıkacağını düşünmekten ziyade yazarken
bana ne kadar keyif verdiğiyle ilgilenen bir
yazarım. Böyle olunca
da bu türde bir dil or-
taya çıkıyor. Aslında
uzaktan bakınca dili
bozmaya yönelik ka-
sıtlı bir eylem gibi gö-
rünebilir ama öyle
değil. Bu benim iç
sesimin, bana ait üs-
lubun bir yansıması
olabilir ki ben şuna
da inanıyorum, as-
lında kendi sesiyle
yazmaya çabalayan
herkeste bu tür dilsel
özellikler vardır. Za-
ten edebiyatı da bu-
nun için seviyoruz. Herkes kendi diliyle, ken-
di üslubuyla yazsın, söylesin diye. Dolayısıyla
bilinçli bir kullanım. Teknik yönü de var ama,
daha çok ben memur gibi çalışmayı sevme-
diğim için, duygusal, sezinsel yönü daha ağır
galiba bu dilin.
Belki de o yüzden iğreti durmuyor.Çünkü pek çok yazarın yeni bir dil arayışıvar ve bazen çok yapay olduğu o kadar bel-li oluyor ki. Sizde o yok.
Evet çünkü o bahsettiğiniz tehlikeden
uzağım ben. Aman şunu amaçlayayım da,
şunu yazayım diye yazmıyorum. Hem dil ola-
rak hem içerik olarak böyle bir şeye bulaş-
tığınız zaman okur bunu hemen hissediyor
ve okuru itiyor bu tip metinler. Aslında en
doğalı galiba yazarın kendinde bulunan
sesle, dil anlayışıyla yazması ve biraz da ta-
bii sezgilere kulak vermesi, akademik he-
veslere değil de, sezgilerin peşinden gitme-
si onu inandırıcı kılıyor.
ETRAFIMIZI V�RANEYEÇEV�RENLER
Kitabın adı “ Baykuş Virane Sever”.
“Ölüm” var kitapta sıkça. Kitabın adıyla birbağ kurabilir miyiz? Baykuş ölümdür.
Kitabın adı, öykülerden birinde de geçen
Yunus Emre’nin bir şiirinin dizesinden ge-
liyor. Aslında ölümü işlemek değildi amacım,
uzun süredir aklımda olan bir dizeydi bu. Bu
dizede "virane" sözcüğü önemli. Yaşamı-
mızda hep uğradığımız yoksulluklar, ölüm-
ler, etrafımızı viraneye çeviren şeyler, bu ol-
gudan beslenen toplumsal gelişmeler ve ki-
şilerle dolu. Bütün çevremizde, bütün hi-
kayelerimizde aslında bundan içten içe zevk
alan bir dünyamız var. Ben Yunus Emre’nin
de bunu bu algıyla söylediğine inanıyorum.
Zaten baykuş imgesinin de biraz bu top-
lumsal kökenden çıktığını düşünüyorum
açıkçası. Artık deyime dönüşmüş bu özlü sö-
zün de böyle bir kökeni var diye düşünüyo-
rum.
“Öykü roman yazmanın ön hazırlığı”gibi bir görüş var ülkemizde. Burada bir si-tem duyacak mıyız sizden? Neden öyküylebaşlayıp romana geçiş yapıyor yazarlar? Ro-mana bu ilgi neden? Öykü neden terk edi-liyor, satmıyor mu?
Roman ticari. Tabii bu onun sanat yö-
nünü azaltmaz, ama somut olarak öyle.
Fakat öykü ve şiir edebiyatın bana göre te-
mel türleri. Destanı, romanı atası saymıyo-
rum ama, masalları öykünün atası sayıyorum.
Esasında hiçbir zaman edebiyat algısından
da, anlatıp dinleme kültüründen de uzak kal-
mış bir tür değil öykü. Fakat tabii öykünün
romanın ön safhası olduğu görüşü yeni bir
görüş. 1900’lerden sonra, biz yeni yeni mo-
dern öykü yazmaya başladığımız zaman
ortaya atılmış bir bakış açısı. Öykünün kısa
bir olayı anlatan, esasında kısalığa dayanan
bir metin olarak yorumlanmasından kay-
naklanıyor biraz da bu. Oysa öykünün temel
özelliği kısa olması veya bir olayı anlatma-
sı değil. Yani bize edebiyat derslerinde öğ-
retilen şeyler pek doğru değil. Bu yüzden za-
man içinde, yani Türkiye’de olsun, dünya-
da olsun, en az Türkiye’deki kadar çok ya-
zılan Amerika’da olsun, öykünün bu son yüz-
yılda çok karakteristik özellikler kazandığı-
nı görüyoruz. Ne yapıyor mesela, kahra-
manını değiştiriyor, aktarma biçimini de-
ğiştiriyor, daha spontane, daha belirtilere da-
yanan bir metne dayandırıyor. Romandan
alıştığımız klasik anlatım yöntemlerini, öykü
kendi içerisinde şiire yaklaştırıyor. Son elli
senede öykünün biraz daha yoğunlaştığını,
biraz daha sıkı ve imgelere dayalı bir met-
ne dönüştüğünü görüyoruz. Yani kendi içe-
risindeki o gelişimi bile bu algıları çürütüyor.
Sorunuzu göz önüne alırsak, ben tabi öyle
FARUK DUMAN’LA SON KİTABI “BAYKUŞ VİRANE SEVER” ÜZERİNE
Viranelikten içten içezevk alan bir dünyamız var
DAMLA [email protected]
Aydınlık KİTAP15 �UBAT 2013 CUMA
Foto
�raf
lar:
Tu�ç
e Y�
ld�z
Aydınlık KİTAP 13KAPAK
düşünmüyorum. Öykünün edebiyatın esas
malzemelerinden, esas yordamlarından biri
olduğunu söylemek istiyorum.
Geçen sene öyküdeki gelişmeler çokdikkatimizi çekti. Oldukça fazla öykü kita-bı yayımlandı.
Son yıllarda çok arttı gerçekten. Çok da
iyi kitaplar yazılıyor. Romana göre öyküde
daha başarılı olduğumuzu düşünüyorum
açıkçası.
Simgelerin dilin kullanımıyla oluştur-duğu bütünlük ve giderek yetkinlik özel birkonum kazandırırken size, öte yandan söy-leyeceğini kendi içine gömen metinler ya-ratmıyor musunuz?
Bu konu aslında benim çok üzerinde bir
şey söyleyebileceğim bir durum değil. Aslında
ben yazarın kendi elinden geleni yazması ge-
rektiğine inanıyorum. Ve kendi yazdığı sırada
yakaladığı bir denge vardır, bir metnin bi-
tebilmesi, tamamlanabilmesi için, kendi
içerisinde kurduğu bir dengeden söz ede-
biliriz. Yani bu öyküyü artık yayınlayabilirim
demek için bu dengeye ihtiyacınız var.
Okurlar da eleştirmenler de bizden çok fark-
lı yorumlar yapabilirler, dolayısıyla onlar as-
lında bizim için faydalı yorumlar ama neti-
cede öyküyü biz yazıyoruz. Ben okurlardan
da şunu çok duyuyorum, öyküyle ilgili hiç ak-
lımda olmayan durumlar çıkarıyorlar, bu hoş
bir şey, öyküyü onlarla beraber yazdığımız
anlamına da geliyor. Ama içe kapanma
meselesi şudur, insanlar içe kapanır, metinler
ya kapalı olurlar, onları açmak görevi de oku-
ra kalır, ya da açık olurlar, bu da yazarın ter-
cihidir, söylediğinin daha çok yüzdesinin oku-
ra geçmesini isterler. Ben biraz çalışkan oku-
ru, biraz yorum yapan ve metin dışına çık-
mayı da seven okuru seviyorum galiba.
‘KÜTÜPHANE BÜTÜNHAYATIMA MUSALLAT OLDU’
Kütüphanecilik bölümünden mezunoldunuz. Kütüphanecilik de yaptınız. Ki-tabın ilk öyküsündeki kütüphaneyle tanışançocuk siz olabilir misiniz? O öyküde sizdenizler var mıdır?
Var, çok var. Demiryolu mahalleleri
var, bizim yaşadığımız lojmanlarla ilgili.
Doğa unsurları var, hem çocukluğumda
görüp yaşadığım, hem sevdiğim, o kütüphane
var. Aslında en çok bu kitapta kendi yaşa-
dıklarım var, anısal şeyler var, ama tabii yine
büyük bir bölümü de kurgu. Fakat o öykü-
yü yazarken fark ettim, kütüphane gerçek-
ten de hayatımda çok yer alıyor; ilkokul yıl-
ları, sonrasında kütüphanecilik, yayıncılık, as-
kerde de kütüphane de görev almıştım.
Yani kütüphane bütün hayatıma musallat
oldu diyebilirim. (gülüyor)
Severek isteyerek seçtiniz sanırım bu bö-lümü üniversitede, öyle mi?
Şöyle oldu, ben hiçbir zaman hukuk, tıp
veya gazetecilik ki bunlar yazılırdı tercihlerde
en başa, ben okulu ve ders çalışmayı sev-
mediğim için, üstüne üstlük memuriyeti de
sevmediğim için, şeye karar verdim, o zaman
tabii ailem de hiçbir zaman o yönde baskı
yapmadı ama, bütün çevremiz çocuklarını
bunlara yönlendiriyordu. Ama ben reddet-
tim. Hem sevdiğim işi yapabileceğim, ki-
taplarla buluşabilece-
ğim, kolay okuyabile-
ceğimi düşündüğüm
bir bölüm yazmak is-
tedim. En başa yaz-
dım, hemen girdim,
okudum bitirdim.
Yazma nedeni ne-dir Faruk Duman’ın?
Onu ben de merak
ediyorum. Belki kay-
betmiş olabilirim ama
ilkokul üçüncü sınıfta
yazdığım hikayeler var.
Geri dönüp baktığım
zaman büyük ihtimal
evdeki kitaplara özen-
miş olabilirim. Ama o
özenme nereden geli-
yor, onu bilemiyoruz.
Bu çok evrensel bir
soru. Fakat gerçekten
o kitaplara özenip bir
şeyler yapmış olabili-
rim, çünkü kuklalar
yapmayı, ağaçtan bir
şeyler yontmayı, Ka-
ragöz oynatmayı falan
da seviyordum. Kitabı
da aslında yazı olarak
değil de, bir nesne ola-
rak görüyordum o dö-
nemde. Çünkü kapak-
larını boyuyordum,
sayfalarını dikişle bir
şeyler yapıyordum fa-
lan. Yani bu yöntem-
lerle ulaştığım oyunlarla bir bağlantısı ola-
bileceğini düşünüyorum. Böyle de çok psi-
kolojik oldu ama... (gülüyor) Gerçekten
daha sonra yazma eylemine dönüştü. Yaz-
ma esnasındaki o kağıdın hışırtısı, kalemi tut-
mak filan. Bunlar gerçekten benim için bir
tutkuya dönüştü diyebilirim.
Nerede büyüdünüz? Ankara’da.
Ankara tam yazacak yer, sakin.Bizim zamanımızda yazmaya daha mü-
saitti. Demiryolları lojmanları vardı. Ma-
hallemiz ağaçlık içindeydi. Hepimizin kazı,
tavuğu, horozu vardı. Hepimizin babaları eşit
koşullarda demiryollarında işçiydi. Çok gü-
zel arkadaşlıklar vardı. Yaz geceleri sabaha
kadar birbirimize korku hikayeleri anlatır-
dık. O yüzden tam fantastik bir çocukluk
oldu benimkisi. Böyle ağaç tepelerinde ev
yapmalara kadar varan bir çılgınlıktı yani.
Zaten genelde öykülerinizde hep orta sı-nıf var. Neden zenginler yok bu öykülerde?
E bilmediğimi yazamıyorum tabii ki. (gü-
lüyor)
“KLAS�KLER H�ÇB�R ZAMANDE�ER�N� KAYBETMED�”
Ustalarınız kimlerdir?Şimdiye kadar çok cevapladım bu so-
ruyu. Fakat zamanla şunu gördüm, böyle bir
soru sorulduğunda herkes aynı isimleri
söylüyor. Ama kimin okuduğunu kimin oku-
madığını bilmiyorum. Fakat her zaman kla-
siklerden büyük zevk aldım. Klasikler be-
nim açımdan, edebi olarak da, okuma
keyfi olarak da, hiçbir zaman değerini
kaybetmedi. Şimdi de böyle uygun koşul-
lar bulduğumda, çayımı alıp, okumaya uy-
gun yerlerde, pencerenin karşısına oturup
klasikleri okumaya devam ederim. Hatta ye-
niden yeniden okurum. Herhalde “Kara-
mazov Kardeşler”i dört kere filan okumu-
şumdur. O yüzden onları söyleyeyim. Bizim
edebiyatımızın da çok etkilendiğim, tekrar
tekrar okumak istediğim yazarları var tabii.
Edebiyatçının güncel gelişmelerin büyükçalkantılara dönüştüğü zamanlarda tavırkoyma zorunluluğu var mıdır? Bu konudane düşünüyorsunuz?
Kitapları zaten hiçbir zaman kendimiz
için yazmayız. Daha doğrusu biz istesek bile
böyle olmaz. Çünkü kitap bir nesnedir. Ki-
tap satılır, insanlar okur. Okuyanları de-
ğiştirir, iyi yönde veya kötü yönde. O yüz-
den bizim dışımızdaki bir şey bu. Yazarın
yazmak üzere seçtiği konular, seçtiği çev-
reler, az önce sizin dediğiniz gibi bağlı bu-
lunduğu sınıfla ilgili gözlemleri filan, bun-
lar her şeyi yönlendiriyor, metnin oluşma-
sını sağlayıp, okura metinden giden tüm al-
gıları yönlendiriyor. Fakat o dediğiniz top-
lumsal yaşamla ilgili yazarın tavır alması bi-
raz sanırım kitabın dışında bir şey. Yani ben
kitapla fikir belirtme amacını sevmiyo-
rum, yazarın kendini kitapla mesaj verme
zorunda hissetmesini sevmiyorum. Çünkü
o zaman kitap bir araca dönüşüyor. Ben
açıkçası toplumsal konularda, felsefi ko-
nularda fikrimi kendim söylemeyi tercih
ederim. Çünkü zaten onun amacı söyle-
mektir. Onun amacı romanı kullanarak söy-
lemek değildir. Kaldı ki yazarın belli bir
amacı olmasa bile her kitap mutlaka bir me-
saj verir. Çok kapalı metinler yazan bir ya-
zar beni, okuduğum zaman isyan duygu-
suyla doldurabilir. Belki onun böyle bir ama-
cı yoktur, ama oluşan metin okurda pek çok
şeye yol açar. O nedenle edebiyatçı top-
lumda üzerine düşen görevi yerine getirmeli
ama, yapıt başka bir şey. Yapıtı bu amaçla
yaralamamalı. İyi bir yapıt yazarın içinde-
ki meseleleri zaten okura aktaracaktır.
(Baykuş Virane Sever, Faruk Duman,
Can Yayınları, 112 s.)
15 �UBAT 2013 CUMA
Üstün Dökmen, Ankara
Üniversitesi Eğitim Bilimleri
Fakültesi profesörlerinden, psi-
kolog, televizyon programcısı,
şair, yazar. Sosyal bilimlere ilgi
duymasına karşın, Hacettepe
Üniversitesi Fizik Bölümünde
okudu, üçüncü sınıfa geldiğinde
yanlış seçim yaptığının bilincine
vardı. Fizik okumak istemiyor-
du. Yaşamını yeniden planladı,
bir kez daha üniversite sınavla-
rına girdi. Hacettepe Üniversi-
tesi Psikoloji Bölümü’nü bitirdi.
Aynı bölümde Uygulamalı Psi-
koloji –Klinik Psikoloji- yük-
sek lisansını yaptı. 1986’da Psi-
kolojik Danışma ve Rehberlik
alanında doktorasını bitirdi,
1988’de önce doçent, 1995’te
profesörlük derecesini aldı.
TRT’de dört ciltlik “Küçük Şey-
ler” kitabına da adını veren
aynı adı taşıyan bir program
hazırladı, sundu. İlk kitapları
eğitimini aldığı psikoloji ile ilgili
olanlar. Ancak Dökmen, yaşa-
mın her alanında kendini yine-
lemesini değil yenilemesini bil-
di, uzmanlık alanı ile ilgili ki-
taplar dışında şiir, tiyatro, ro-
man, kızı Selcan Dökmen’le
birlikte “İnsanın Korunakla-
rı/Mimari” üzerine kitap da
yazdı. “Küçük Şeyler”le 2008’de
Türkiye Yazarlar Birliği’nin de-
neme ödülünü aldı. “Metreste-
pe”, Üstün Dökmen’in son ro-
manı.
BÖYLE B�RDÖNÜ�ÜM
Metristepe’nin ilk adı Doruk
olarak geçer, köy daha sonra Er-
tuğrul Gazi’nin silah arkadaşı
Kamuran Gazi’nin ismiyle anı-
larak Kamuran Tekke, daha
sonra Doruktekke adını alır.
Köyün bulunduğu tepe, İnönü
muharebelerinin en stratejik
noktası olan Metristepe’dir. Köy
Metristepe adıyla 1997 yılına ka-
dar Söğüt İlçesine bağlıdır, bu
tarihten sonra Bozüyük ilçesine
bağlanır. Mustafa Kemal’in
1921’de İsmet Paşa’ya çektiği
telgrafta yazdı gibi, Metriste-
pe’de yalnız düşman değil, mil-
letin “makûs talihi” de yenil-
miştir.
Kitap, adını Üstün Dök-
men’in mekân olarak seçtiği
Bozüyük yakınlarında, Metris-
tepe’yi gören kurgusal villa kent-
ten alır. Bozüyük ve çevresin-
deki halk sözsüz bir uzlaşıyla bu
villalara Metrestepe Villaları
adını verir. Abdülrezzak Bey
ve ortağı Hilmi
Bey’in yapsatçı-
lığını üstlendik-
leri 80 villa, işlevi
nedeniyle adı de-
ğişecek, Metris-
tepe Villala-
rı’ndan Metreste-
pe villarına evri-
lecektir.
R o m a n ı n ı n
akışı da bu dönü-
şümü iki izlek üze-
rinden gösterir.
Kurgu Metriste-
pe’nin Metrestepe’ye dönüşü-
münü anlatır. Çanakkale’de,
Sarıkamış’ta, Balkanlar’da, Ulu-
sal Bağımsızlık Savaşında; Man-
gal Dağı’nda, Haymana’da,
Dumlupınar’da, Basritepe’de,
Metristepe ve ulusal bağımsız-
lık için verilen direnişin yaşan-
dığı nice cephede direnenler
kadınlarının, çocuklarının, kız-
larının namusu için savaşmışlar,
kanlarını dökmüşlerdir. Met-
restepe’de ise bir zamanlar
onurları ve namusları için dire-
nenlerin aksine başkalarının
kızlarının, kadınlarının, çocuk-
larının onurunu, namusunu hiçe
sayanların villaları
sıralanmaktadır.
Ulusal Bağım-
sızlık Savaşı’nda
yenilen milletin
“makûs talihi” bu
kez yıllar sonra
çarpık kentleşme
ve yabancılara
toprak satışı ile
yengi kazananla-
rın yenilgisi ile
yeni bir aşamaya
girmiş, yeni bir
cephe daha açıl-
mıştır. Metristepe’deki Met-
restepe Villaları aracı firma
olarak Güngerli İnşaat tarafın-
dan satın alınmışsa da, asıl alı-
cılar; Ulusal Bağımsızlık Sava-
şı’nda ulusun karşı karşıya gel-
diği, kanlı bir bağımsızlık sava-
şımı verdikleri uluslararası Yu-
nan ve onları silahla, parayla
destekleyen emperyalist İngiliz
firmalarıdır. Abdülrezzak Bey
her ne kadar Kalvinist ahlak an-
layışıyla küresel sermayenin ye-
nidünya düzeni, İslami/muha-
fazakâr burjuva düşüncesiyle
dinin para kazanmaya engel ol-
madığına inanmış, bu anlayışla
para kazanmak için her yolu
“mubah” görse de gerçeğin bi-
lincindedir. Dedelerinin sava-
şarak bağımsızlıklarını ve “na-
muslarını” koruyarak kazandı-
ğı toprakları, bu onuru, kızları-
nın, eşlerinin namuslarını ko-
rumak için savaştıklarına pa-
rayla satmaktadırlar.
D�NLER ARASIÇARPIK AHLAK
Kalvinist, İslami/muhafaza-
kâr/burjuva düşüncesinin Max
Weber’in “Endüstriyel Kapita-
lizm”iyle hiçbir ilgisi yoktur. We-
ber’e göre endüstriyel kapitalizmin
ana şartları, burjuvazinin ortaya
çıkması ile görülen kentleşme,
endüstriyel teknolojinin gelişme-
si ve rasyonel hukuktur. Endüs-
triyel karakteristik yapıyı Protes-
tan ahlak anlayışı oluşturur. İsla-
mi/ muhafazakâr/burjuva düşün-
cesinde Weber’in olmazsa olmaz
olarak gösterdiği zorunlu koşullar
yoktur. Ancak dinler arası ilişki bi-
çimine benzer bir çarpık ahlak an-
layışından söz edilebilir. Bu da ka-
pitalizmin dinsel referanslarla iç-
selleştirmesi olarak görülür.
“Metrestepe”de; evlilik ve ev-
lilik dışı ilişkiler sorgulanırken, ka-
pitalizmin ahlak anlayışı ile içsel-
leştirilmiş İslami/ muhafaza-
kâr/burjuva ahlak anlayışının sen-
tezi yapılıyor. Weber’in aksine
Protestan ahlak anlayışının, din-
selleştirilerek içselleştirmesi, Ab-
dülrezzak Bey ve “imam nikâhlı”
metresi Nurşen Hanım üzerinden
gösteriliyor.
Dökmen, “Metrestepe”nin
Kurtuluş Savaşı ile ilgili yazılanlar
dışında, kurgu olduğunu, Bozüyük
yakınlarında Metristepe’yi gören
en azından romanın yazıldığı ta-
rihte bir villa kent yapılmamış ol-
duğunu belirtiyor. Doğrudur,
“Metrestepe” kurgudur. İsla-
mi/muhafazakâr Kalvinist ahlak-
la, kapitalizmin ahlaksızlığını ah-
laksal gösteren çarpık algısıyla; ev-
lilik dışı ilişkiler, onu meşrulaştı-
rılma biçimi imam nikâhlı takiye
anlayışı kurgu da olsa gerçektir.
Hayal gerçek, kurgu yaşan-
mışlık olabilir.
(Üstün Dökmen, Metrestepe,
Remzi Kitabevi, 232 s.)
HALİT PAYZA
14 Aydınlık KİTAP
Metristepe’den Metrestepe’ye�slami/muhafazakâr
Kalvinist ahlakla,kapitalizmin
ahlaks�zl���n� ahlaksalgösteren çarp�k
alg�s�yla; evlilik d���ili�kiler, onu
me�rula�t�r�lmabiçimi imam nikâhl�
takiye anlay��� kurguda olsa gerçektir
15 �UBAT 2013 CUMA
Üstün Dökmen
15Aydınlık KİTAPKARANLIĞA MEKTUPLAR
İhtimal ki çoklarınız, mesaiye uyanılan
sabahın ilk ışıklarında; masanızda kırmızı
güller buldunuz. Kimilerinizin burnunda,
dünden kalma bir şarap kokusu… Bazıla-
rınız yalnızdı. Bazılarınızsa hayat gailesin-
de, umursamazdı! Ne şekilde olursa olsun,
14 Şubat’ı geride bıraktık. Kapitalist tüke-
tim toplumunun ritüelleri, birer birer ha-
yata geçtiler. Sevgililere şiirler yazıldı. Türk
şiirinin büyük ozanlarının dizeleri, sayfa-
larından çıkıp; sevgiliye fısıldanan aşk söz-
cüklerine dönüştüler. Veya çağa uygun
söylersek, iletilere! Buraya şimdilik bir
virgül!
�LK A�KA MEKTUPİzmir Karşıyaka’da, henüz 16 yaşında
gözleri parıltılı bir çocuk, okul gidişlerinde
penceresinin önünden geçtiği komşu kızı-
nı buğulu gözlerle süzer. Günler birbirini ko-
valadıkça, aralarında bakışlar aracılığıyla bir
bağ oluşuverir. Yine Karşıyaka Atatürk
Lisesi’nin yoluna düşülen bir günün saba-
hında, genç adam akşamdan yazdığı mek-
tubu kızın evinin merdivenlerine bırakır. Kız
mektubu eğilip alır ve çantasına koyar.
Aradan üç gün geçmiştir. Delikanlının
umutla, umutsuzluk arasında gidip gelen
duyguları nihayete erer. Cevap yazılmıştır
işte! Hem de aynı yere, yani merdivenlere
bırakılmıştır. Böylece iki genç aşığın mek-
tuplaşmaları başlar. Genç adam, kalem
sallamakta mahirdir. Nice duygu yüklü ke-
limeleri ardı ardına sıralar. Bir de şiir ilişti-
rir mektubuna… Büyük şair Nazım Hik-
met’in şiirini!
“Çürüksüz ve cam gibi berrak bir kış günüsımsıkı etini dişlemek sıhhatli,beyaz bir elmanın.Ey benim sevgilim, karlı bir çam ormanındanefes almanınbahtiyarlığına benzer seni sevmek...”
Sonrasında genç adam, bu satırlar se-
bebiyle Karşıyaka Karakolu’na götürülecek,
tahkikata uğrayacak ve iki yıl süreyle oku-
ma hakkını yitirecektir. Nazım’ın şiirini yaz-
mak dahi, fişlenmek için yeterli sebeptir. Bu
gözleri parıltılı çocuğun adı Attila İlhan, ola-
yın tarihi ise 14 Şubat 1941’dir! (Kaynak: Er-
kin Usman, Yeni Asır, Karşıyakalı Attila İl-
han) Tesadüfe bakın ki, Türk Edebiyatı Kül-
liyatında aşk şiirleri dendi mi, belki de akla
ilk gelen Attila İlhan’ın malum tarihle iliş-
kisi bu minval üzeredir. Sizi bilmem ama be-
nim için, yalnız bu sebepten önemlidir 14
Şubat… Virgülün, noktası!
Hangimizin ezberinde değildir o dizeler:
“Ne olur kim olduğunu bilsem pia’nın ellerini bir tutsam ölsem böyle uzak seslenmeseben bir şehre geldiğim vakito başka bir şehre gitmeseotelleri bomboş bulmasam…”
Attila İlhan, “Sisler Bulvarı” kitabının
“meraklısı için notlar” kısmında “pia” şii-
ri için şunları yazar: “Mecidiyeköy’deki evde
başlanmış, otobüste sürdürülmüş, Tak-
sim’e geldiğimde bitirilmiş bir şiir. Va-
tan’ın Sanat Yaprağı’nda yayımlandığını dü-
şünüyorum. İnanılmaz yaygınlıkta bir şiir-
dir. Pia adı sandallara, dolmuşlara, ağır kam-
yonlara konulmuştur. Şimdi düşünüyorum
da, yıllarca sonra “böyle bir sevmek”te tek-
rar döneceğim, bir türlü elde edilemeyen
hayaldeki sevgili theme’inin, şiiri bu dere-
ce etkili kıldığını daha iyi görüyorum.”
Belleklerle kazınan bu şiirler, gerek ken-
dine has melodisinden gerekse İlhan’ın söy-
lediği gibi; kavuşulamayan, elde edileme-
yen ve neticesinde yüceltilen, bir nevi des-
tansı boyuttaki aşkları vurguluyor oluşun-
dan bu denli etkin olmuştur. Zira Attila İl-
han şiirinde aşk, imkansız olandır. Nam-ı
diğer kaptan, muhatap olduğu “gerçek aşk
nedir?” sorusunu şöyle yanıtlıyor: “Gerçek
aşk, imkansız olandır. Bunu hep söylüyo-
rum. Çünkü bir aşk, normal sürecini, ge-
lişme aşamalarını yaşarsa bitmeye mah-
kumdur.” (Zeynep Aliye, Mavi Adam At-
tila İlhan’la Söyleşiler, Bilgi Yayınevi,
s:110) Günümüzde aşkın, tıpkı hayatın di-
ğer unsurları gibi; tüketilebilir bir meta ha-
line geldiği, ömrünün biçildiği ve nitelikten
yoksun; yalnızca nicelik olarak varlığını sür-
dürdüğü malumdur. İlhan şiirlerinde ise,
mutlak olan aşkın kendisidir. Doğası gereği,
tükenmeyen, dönüşmeyen… Sevgilinin
değil, sevgiliye duyulan aşkın, özlemin
ana unsur oluşu Divan şiirlerinin çağrışı-
mını yapar.
“Aşk mutlak hale geliyor. (Divan şi-
rinde) Aşk benim için çok iyi, bırak beni
öleyim diyor. Aşk bu kadar büyütülürse,
aşık olunan zirveye çıkmış oluyor. Onu ke-
narda bırakmış gibi görünse de, değil.
Her şeyi tayin edici o. Ona ulaşamıyorsun
bir türlü. Yani senin kafanda o, öyle bir yere
geliyor ki; o kendisi olmaktan da çıkıyor.
Bunu ben, çok usturuplu olarak verdiğimi
zannediyorum. O gelenek sürdü. Bunun
böyle olduğunun, kimse farkında değil.
Çünkü Divan Edebiyatının farkında değil.”
(Aynı eser, s:111)
ENGELLENEMEZ B�R A�IKAşkı, kişinin kendisiyle özdeşleştirir At-
tila İlhan. Sevgilinin uzakta olması dahi,
aşk atmosferinin oluşmasına engel taşı-
maz. “Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılırsa
yalnızlık olmaz” diyen Asaf’ın aksine,
“Yalnızlık mutlaka paylaşılacak, suç or-
tağı bir sevgiliyle” der. Birey, ikili bir iliş-
kinin ortasında olsa bile; yalnızlığını yi-
tirmez. Tıpkı ayrılıkların da sevdaya da-
hil olması gibi…
Çünkü ayrılık da sevdaya dahil çünkü ayrılanlar hala sevgilihiç bir anı tek başına yasayamazlarher an ötekisiyle birlikte her şey onunla ilgili…
Bu lirizm, bu dokunaklı dizeler, esasında
sarsılmaz bir fikirsel bütünlüğün parçala-
rıdır. Attila İlhan’ın, toplumsal hayatın di-
ğer safhalarında olduğu gibi, bireysel iliş-
kilerde de sistematikleştirdiği diyalektik
mantığın ta kendisidir! Zira o, iflah olmaz
bir tutarlıdır! Dizelerinin tersine, kimsenin
unutmayacağı bir metropol ozanı…
cenova’ya indiğim zaman seni katiyengöremezdim aklım başımda değildi küfür gibi huzur-suzdum herkes beni unutmuştu ben kimseyi unut-mamıştım zehra’yı unutmamıştım allahsız gözleriniunutmamıştım sol böğrüme sanki çıplak bir hançer sap-lamışlardı
Kaptan lakabıyla maruf bu büyük sa-
natçının, açık denizlerde seyreden fikir ve
şiir yolculuğunu Bilgi ve İş Bankası Yayın-
ları’ndan çıkan eserlerde bulabilirsiniz;
saygıdeğer okur…
Çünkü kitap, karanlığa gönderilmiş
mektuptur…
Attila �lhan’�n, toplumsal hayat�n di�er safhalar�nda oldu�u gibi, bireysel ili�kilerde desistematikle�tirdi�i diyalektik mant���n ta kendisidir!
Attila İlhan ve fena halde aşk
DAĞHAN DÖ[email protected]
15 �UBAT 2013 CUMA
Cezayirli yazar Asiye Cebbar
“Kimse başkasının yükünü taşı-
yamaz” diyor. Kuran’ın Yıldız
(Necm) suresinden alıntıladığı
bu ifade; bazı koşul, cinsel kim-
lik ya da sınıftan insanlar için ge-
çerlilik kazanan bir yargı çoğu
zaman. Yazarın Kırmızı Kedi
Yayınevi’nden ocak ayında Ay-
sel Bora çevirisiyle çıkan “Baba
Evinde Bana Yer Yok” adlı ro-
manına taşıdığı bu yargı; aynı za-
manda kendi olabilmek için,
cinsel kimliğindeki örtüden kur-
tulmak zorunda olan bir kadının
itirafı. Bunun için de önce “ken-
di” olarak bildiği kadının ço-
cukluğunu ve genç kızlığını par-
çalara ayırıyor. Zılgıt çeken ka-
dınların cesaretiyle!
“Zılgıt çeken kadınlar” im-
gesi; Batı için uzaktan şaşılası ve
anlam verilemeyen, hatta nere-
deyse bir tür ilkellik gibi görü-
nebilir. Oysa Doğu kültürünün
kadınları için zılgıt, bazen neşe ve
heyecanın, bazen de dayanılmaz
acının hayata salıverilmesi, bir tür
özgürlük hali olagelmiş. Sessiz-
liğin yıkılışı gibi… Cebbar, bu
“zılgıt” imgesini çocukluğunun
geçtiği Şerçel’deki kadınlar ha-
mamında somutlaştırmakla kal-
mıyor, anlatımı ve sesiyle tüm ro-
mana yayıyor. Öyle ki, romanı bi-
tirdiğinizde bunun aslında yaza-
rın kitabı yazarken yaşadığı hal
olduğuna bahse girebilirsiniz.
Peki, Cebbar’ın 71 yaşındayken
(Bugün 77 yaşında) çektiği bu
“zılgıt” ne için?
BABA EV�N�N‘�PEK’TEN ÖRTÜSÜ
Asiye Cebbar (asıl adı Fat-
ma-Zohra Imalayene); Fatma’yı
ve onu yetiştirenleri anlatırken,
Cezayir’in kıyı şeridinde yer
alan Şerçel kasabasındaki ço-
cukluğundan başkentteki genç
kızlığına değin geçen sürede ya-
şadıklarını ve benliğini çözüm-
lüyor. Bunu yaparken de zihni-
ne, algılarına ve hayata bakışına
“ipek”ten bir örtü gibi örtünen
“baba” figürünün bağlarını çö-
züyor. Baba evinden böylece
ayrılabiliyor.
Küçük bir kasabadaki oku-
lun tek “yerli” öğretmeni olan
“baba”, aynı zamanda demokrat
ve Fransız Devrimi’ne inanmış
bir figür. Peki bu yanına karşın
evde derin-
den sevip
saygı duy-
duğu eşine
ve büyük
kızına karşı
gösterdiği
“ h a r e m i n
sahibi” türü
tavır bir çe-
lişki değil
mi? İnandığı
devrimin il-
kelerine ters
bir şekilde,
başka bir ül-
keyi sömürgesi haline getiren
Fransa’dan fazla değil herhal-
de… Ancak küçük kız, bu çeliş-
kiyle sarsılacaktır, hele ki yıllar
boyu belleğinden atamadığı o
“bisiklet binme”yi öğrendiği sı-
rada gördüğü tepki karşında...
Yazar Cebbar’ın bir sömür-
gede büyürken yaşamak zorun-
da kaldığı kimlik sorunları yet-
miyormuş gibi; bir de zihninde
bir tür korku haline gelen “baba
hükmü” peşini bırakmayan bir
hale dönüşür. Öyle ki; gerçek
aşkı sandığı “nişanlı”nın silue-
tinde bile karşısına çıkar. Fatma
işte o an, denize koşmak, bir an
olsun “havalanmak” isteyecek-
tir. Bunu nasıl bir girişimle ya-
pacağını ise okurlara bıraka-
lım.
‘YAZMAK, SES�ÖLDÜRMEKT�R’
Dünyayı kitapları arasında
keşfeden bu küçük kız için
17’sinde yaşadığı o “nedensiz”
taşkınlık anından sonra sıra yaz-
maya gelir. Cebbar, bir şiirinde
“yazmak, sesi öldürmektir” de-
miş. Ancak bu kez yazmak “zıl-
gıt çekmek” demek onun için.
Yazar büyük anlatılar kurmak
yerine, “baba”nın yükünden sıy-
rılıp kendini arama demek olan
o ana ortak ediyor okuru.
Asiye Cebbar, 21 yaşında
yayımlanan ilk romanı “Susuz-
luk”tan bu yana onlarca roman,
öykü, oyun ve deneme yazdı, iki
film çekti. Bir Müslüman ve bir
Cezayirli olarak yaptıkları ülkesi
için pek çok ilki barındırıyor, Ce-
zayir’in kurtuluş savaşında ver-
diği mücadele dahil… Aynı za-
manda Kuzey Afrika ve bütün
dünyada kadın haklarının yılmaz
savunucusu olarak tanınıyor ve
Fransız Akademisi'ne alınan be-
şinci kadın. Cebbar’ın Almanya,
Avusturya, Fas, Fransa ve son
olarak New York’ta yürüttüğü
akademik kariyerinden sonra
bile yırtmak istediği bir sessizlik,
çekmek istediği bir zılgıt olabi-
leceğine inanmıyor musunuz?
Peki ya, o zılgıtlar susarsa ne
olur, düşünebiliyor musunuz?
O KADINLARYANI BA�INIZDALAR
Böylesi kadınlardan çok var.
Onlardan biri; hayatı çocukla-
rıyla tek başına sırtlayan, hani şu
biraz aksi, biraz huysuz ama yü-
zünüze gülüveren çaycı ablanız
da olabilir, bahçesindeki iki ka-
rış toprağa fasulye dikiveren şu
orta yaşlı kadın da… Ya da kı-
rık bir aşkın ardından yarattığı
“kendi” çözümleriyle hayata ye-
niden başlayan şu genç kadın…
Onlara iyi bakın, dünyayı de-
ğiştiren o kadınlar…
Kitabı elimize ilk aldığımız-
da “mor kapaklı, feminist bir ro-
man” okuyacağımızı sandığımız
anın aksine, bittikten sonra ken-
dini arayan kadının dünyayı de-
ğiştirebilecek kadın olduğu ger-
çeği sarsıyor.
“Baba Evinde Bana Yer
Yok”, Cebbar’ın Türkçeye ka-
zandırılan üçüncü kitabı. “Me-
dine’den Uzakta”nın (1992- Cep
Kitaplar) baskısı bugün artık
yok. “Aşk ve Fantazya” (2003-
Can Yayınları) ise yazarın Ce-
zayir dörtlemesinin ilki olsa da,
Can Yayınları çevirilerin deva-
mını getirmemiş; belki Kırmızı
Kedi Yayınevi getirir diye umu-
yoruz.
(Baba Evinde Bana YerYok, Asiye Cebbar,
Kırmızı Kedi Yayınevi,Çev: Aysel Bora, 279 s.)
16 Aydınlık KİTAP
Ya zılgıtlar susarsa!Cezayirli yazar Asiye Cebbar, Cezayir’in kad�nlar�n� ve onlar�n baba evlerini Araf’ta bir
bak��la anlat�yor. Cebbar’�n gözünden görünen, ne sadece ülkesi ne de sadece Fransa…Onunki sürekli kendini arayan bir hal sanki
YASEMİN DEMİR
15 �UBAT 2013 CUMA
Asiye Cebbar
2013 yılı, gezginlerin notlarının okuyu-
cu ile buluşması açısından iyi bir başlangıç
oldu.
Alter Yayıncılık'tan çıkan, birisi iki cilt-
li, üç kitap bu yazının konusunu oluşturuyor.
Bu kitapların önemli bir özel-
liği tam 132 gezginin kalemin-
den çıkmış olması. Tabi bu
kadar çok kalemden çıkanların
editörlük sürecinin zorluğunu
ayrıca düşünmek ve takdir et-
mek gerekiyor. Bu kitapların
zorlu editörlük sürecini esas
aktörü sevgili Timur Özkan’ı yü-
rekten kutlamak gerekiyor.
Gelin kitaplara bir miktar
yakından bakalım. İlk kitabımız iki cilt ha-
linde yayınlanmış olan “Gezgin Gözüyle Tür-
kiye, I - II”
GEZG�N GÖZÜYLE TÜRK�YE 1
39 gezgin yazarın ortak eseri “Gezgin Gö-
züyle Türkiye 1”, Türkiye’nin Marmara,
Ege ve Akdeniz bölgelerinden derlenen 59
gezi yazısından oluşuyor. İstanbul, İzmir,
Muğla, Antalya, Bursa, Balıkesir, Çanakkale,
Denizli, Mersin vb. bazı kentlerin öne çıktı-
ğı ve bu üç bölgemizin tüm kentlerinin en az
bir yazıyla anlatıldığı kitapta; bu kentlerin ge-
zilecek görülecek yerlerinin yanı sıra tarihi
ve turistik özelliklerine ve yazarlarının ba-
şından geçen ilginç anı ve göz-
lemlere de yer veriliyor.
Kitapta ayrıca Mavi Yolcu-
luk, Likya Yolu ve Aziz Paul Yolu
gibi tematik rotalar da yer alıyor.
GEZG�N GÖZÜYLE TÜRK�YE 2
44 gezgin yazarın ortak ese-
ri “Gezgin Gözüyle Türkiye 2”,
Türkiye’nin Karadeniz, Orta,
Doğu ve Güneydoğu bölgelerinden derle-
nen 60 gezi yazısından oluşuyor. Eskişehir,
Kastamonu, Çorum, Tokat, Sivas, Erzurum
ve Mardin vb kentlerin öne çıktığı ve bu böl-
gelerimizin hemen hemen tüm kentlerinin
en az bir yazıyla anlatıldığı kitapta; yine
kentlerin gezilip, görülecek yerleri ile tarihi
ve turistik özelliklerine ayrıca da yazarla-
rının anı ve gözlemlerine de yer verilmiş.
Kitapta ayrıca Frig Vadisi ve Kaçkar-
lar gibi popüler tarih ve yürüyüş rotaları
da yer alıyor. Aynı adlı serinin ilk kitabı
ise Marmara, Ege ve Akdeniz bölgeleri-
mizi kapsıyor
GEZG�N GÖZÜYLE ANKARA49 gezgin yazarın ortak eseri “Gezgin Gö-
züyle Ankara”; geçtiğimiz yıllarda yayımla-
nan “Ankaralı Gezginler 3 - Ankara’dan
Gezi Yazıları” adlı kitaptan sonra Ankara’nın
gezgin gözüyle anlatıldığı ikinci kitap olarak
raflardaki yerini alıyor. Ankara’dan ve ilçe-
lerinden 56 gezi ve kent kültürü ya-
zısından oluşan kitapta; Ankara’nın
tarihinden kesitlerden Ankara adı-
nın kökenine, Ankara’nın sosyal
yaşamından türkülerine ve halk
oyunlarına, mutfağından cadde ve
sokaklarına, meydanlarına ve bu
cadde ve meydanları süsleyen hey-
kellerine kadar çeşitli başlıklar al-
tında başkentin bilinen ve bilin-
meyen tüm özellikleri toplanmış.
Ön sözünü Ankara araştırmacısı ve
uzman sanat tarihçisi Gökçe Günel’in yaz-dığı ve aynı zamanda Ankara’nın merkez veilçelerinde bulunan tarihi, doğal, turistik yer-lerin de anlatıldığı “Gezgin Gözüyle Anka-ra” “Ankara’nın gezilecek görülecek nere-si var ki” şeklindeki yanlış ezberi değiştirmeyeaday.
7 KITADANGezgin Gözüyle serisinin editörlüğünü
de yapan Timur Özkan’ın; “Gezmek Ya-şamaktır”, “Gezgince”, “4 Kıtadan”, “5 Kı-
tadan” ve “6 Kıtadan” adıyla yayımladığı
kişisel gezi kitaplarının sonuncusu olan “7Kıtadan” adından da anlaşılacağı gibidünyanın yedi kıtasından ve bu arada
Türkiye’den ve Ankara’dan da
çeşitli gezi yazılarından oluşuyor.Toplam 65 yazının yer aldığı ki-tapta; Avrupa’dan İzlanda, İs-
kandinav ve Baltık başkentleri ile
Varşova ve Krakov, Afrika’danMadagaskar ve Mauritius, As-ya’dan Abhazya, Erbil, Bah-
reyn, İran, Kabil, Cakarta, Bali
ve Doğu Timor, Okyanusya’danYeni Zelanda, Kuzey Ameri-
ka’dan Los A, San F, Las Vegas, Büyük
Kanyon, Route 66 ve Roue 1, San D ve
Hawaii, Güney Amerika’dan Sao Paula,Ushuaia ve Punta Arenas ile Antarktika ya-zıları okunabilir. “7 Kıtadan”ın Türkiye say-
falarında; Edirne, Balıkesir, Taraklı, Söğüt,
Sivrihisar, Frig Vadisi, Bolu, Akçakoca,Amasra, Niksar, Erzincan, Kırşehir, Niğ-
de ve Kaş ile Büyük Atatürk Yolu (Sam-sun, Amasya, Erzurum, Sivas, Kayseri, Ha-
cıbektaş ve Beynam), Ankara sayfaların-da ise Haymana, Gölbaşı, Keçiören, Ha-
mamönü ve Ulucanlar ile Ankara’nın ya-
kın çevresinden 10 hafta sonu seçeneğiniözetleyen yazılara yer verilmiş.
YENİ ÇIKAN- 17Aydınlık KİTAP
Gezginlerdendört yeni kitap
SERDAR ŞAHİ[email protected]
Sevgiliye Veda
Chinua Achebe’nin Afrika üçle-mesinin en son kitabı “TanrınınOku”, 1920’lerde İngiliz sömürgesi al-tında olan Nijerya’da geçmektedir.Igbo halkının yaşadığı Umuaro’nunaltı köyünün en yüksek mertebeye sa-hip rahibi Ezeulu’nun hikâyesidir.Geniş bir aileye sahip olan Ezeulu,oğullarından birisini “gözü ve kulağı”olması, beyaz adamın dininde olangelişmelerden haberdar olması içinyerel Hıristiyan kilisesine gönderir.Erdemleriyle beyaz adam dahil olmaküzere herkes tarafından saygı göste-rilen Ezeulu’nun gururu zaman za-man yanlış kararlar almasına, halkınona olan inancını zaman içinde kay-betmesine neden olur.
Tanr�n�n Oku
Eski İstanbul gravürleri dendi-ğinde ilk akla gelen isim olan ThomasAllom’un gravürleri ilk kez aslınasadık bir bütün olarak yayımlandı.1834-38 yılları arasında İstanbul’uve Batı Anadolu’yu resimleyen Tho-mas Allom’un gravürlerinden oluşan;boyutuyla, özel kâğıdıyla, arkası boşbırakılan gravürleriyle ilk baskısını ya-kından takip eden kitap, günümüzokuyucuları için notlandırıldı.
Allom’un gravürleri 175 yıl ön-ceki İstanbul’un sarayları, camileri,çarşı pazarları, sokakları, Boğazi-çi’si ve Adaları’ndan Rumeli’yle BatıAnadolu’ya uzanan kaybolmuş birdünyada benzersiz bir seyahate çık-mak için...
�stanbul Manzaralar�
Slavoj Zizek’le birlikte Slovenpsikanaliz okulunun kurucularındanolan Mladen Dolar son yıllarda, Der-rida’nın “sesmerkezcilik” teorisiylebirlikte felsefenin gündemine taşınantartışmaya psikanaliz cephesindenson derece özgün ve ufuk açıcı bir kat-kıda bulunuyor. Lacan’ın, “ses psi-kanalitik nesnenin (yani objeta’nın) enönde gelen cisimlenişlerinden biridir,”demesine rağmen, aslında psikana-lizde de bakış’a kıyasla hep gölgedekalmış bir meseleyi, ses’i önplanagetiriyor.
Dolar, nesne olarak sesi farklıbirçok düzeyde ele alarak kapsamlıbir ses teorisi geliştiriyor.
Sahibinin Sesi
“Türk Sinema Tarihi” Türk si-nemasına yıllarını vermiş usta bir sa-natçının 50 yıllık belge birikimininsonucunda ortaya çıkmıştır.
Yokluklar içinde doğup büyü-yen, serpilirken aldığı yaraları birtürlü saramayan ama acısıyla tatlı-sıyla geçip giden ve bambaşka birşekle bürünen Yeşilçam’ın öyküsü-nü bu kitapta fazlasıyla bulacaksınız.Yeşilçam’dan bugüne açılan per-denin büyüsünden, sahiciliğindenkendinizi kurtaramayacaksınız. Fik-ret Hakan tanıklarının, kahraman-larının ağzından Yeşilçam’ın acı, tat-lı bazen çalkantılı ve fırtınalı, bazende yaratıcı ve komik ama hep yalnızhikâyesini anlatıyor.
Türk Sinema Tarihi
“Koyun ağılında doğdum. Oğlan ol-duğum için, kartal tüyü ile gözüme karasürme çektiler. Kız olsaydım, sürmeyigüvercin tüyü ile çekeceklerdi gözüme.Kalabalık bir aileydik. On üç kardeştik.Anamla babamı da katınca, üç odalıevde, on beş nüfuslu bir aşirete dönü-şürdük, hayatlarımız birbirine karışır-dı. Göçebeydik. At, eşek sırtları, kıl ça-dır altları yurdum oldu. Yalınayak, ba-şım çıplaktı. Duyduğum korkularınçoğu açlık ve üşümek üzerineydi. Ençok duyduğum ses, çan sesiydi. Or-manda kaybolmayayım diye boynumabir oğlak çanı takmışlardı. (...) Ba-bam, öğretmenle anlaşarak aynı yılıngüzünde ilkokula yazdırdı beni. Yineayağım yalın, başım çıplaktı. Kalemimiiple boynuma bağlamışlardı.”
Öykücülü�ümüzün TorosZirvesi Osman �ahin
Unutulmakta olan klasikleri, bu-günün büyük yazarlarının yardımıyla ço-cuklarla buluşturmak. İşte Hepsi SanaMiras serisinin amacı bu. Ünlü İtalyanyazar Alessandro Baricco’nun dünya-nın dört yanındaki yazar dostlarınıyardıma çağırması ile ortaya çıkmış bir“kurtarma botu”. Umberto Eco’dan Jo-nathan Coeya, Dave Eggerstan Nobelödüllü Mario Vargas Llosaa, günü-müzün önemli yazarları birer klasik se-çip, bunları sanki kendi çocuklarına an-latırmış gibi, etkileyici ama kolay anla-şılır bir dille yeniden hikayelendirdi. Üs-telik zaman zaman kendi hayal güçle-riyle zenginleştirmekten de kaçınma-yarak. Ve yine günümüzün önemli çi-zerleri bu metinleri resimlediler.
G�lgam��
Nesiller boyu süregelen bilin-meyenlerin sır dolu geçitlerinde or-taya çıkan gerçekler, açıklanamayan,açıklanmak istenmeyen efsaneninperdelerini bir kez daha araladı.Atlantis ve Mu... Diğerleri gibi on-lar sadece görünendi... Tarih sayfa-larına sığdırılması gereken hakikat,kimi medeniyetlerce masallara sı-ğındırılmakla yetindi. Oysa gerçekbambaşkaydı. Görünenlerin ötesinegeçmek, bilinmeyenlerin de cevabı-nı birlikte getirdi.
Dünyanın gözleri önünde ger-çekleşen bir diriliş, bilinmeyenlerin ce-vabını da birlikte getirdi. Cevaplaryükseldikçe, Tanrı’nın yüce adale-tiyle birleşti. Adalet hangi medeni-yetlerde yanlış ellere teslim edildi?
Semboller
Francisco Goldman, KolektifKitap, Çev: Sevinç Kay�r, 360 s.
Francisco Goldman, Aura Estra-da’yla evliliklerinin ikinci yılında ge-cikmiş balayılarını kutladıkları sırada,genç eşi sörf yaparken boynunu kırarakhayatını kaybeder. Aura’nın ailesi kız-larının ölümünden Goldman’ı sorum-lu tutar. Suçluluk duygusuna yenik dü-şen yazar da ölmek ister. Ne var ki son-ra büyük aşkını, tarifsiz kaybını, saf aş-kın yerini alan o korkunç kederi anla-tacağı “Sevgiliye Veda”yı yazmaya ka-rar verir ve hayatının aşkını adeta ye-niden hayata döndür. “Kaderinde yazılıolmak... Acaba benim Aura’nın haya-tına girmem de kaderinde yazılı mıydı,yoksa bana ait olmayan bir alana izin-siz girerek onun önceden belirlenmiş yo-lunu mu değiştirmiştim?”
Thomas Allom, �� Bankas� KültürYay., Çev: �eniz Türkömer, 352 s.
F. Zen, Destek Yay�nlar�, 200 s.
Chinua Achebe, �thaki Yay�nlar�,Çev: Nazan Ar�ba� Erbil, 288 s.
Mladen Dolar, Metis Yay�nlar�,Çev: Bar�� Engin Aksoy, 200 s.Fikret Hakan, �nk�lâp Kitabevi, 528 s.
M. �ehmus Güzel, KaynakYay�nlar�, 208 s.
18 Aydınlık KİTAP YENİ ÇIKANLAR15 �UBAT 2013 CUMA
Yiyun Li, Domingo Yay., Çev: DuyguAk�n, Resimler : Marco Lorenzetti, 96 s.
Elveda
“Cennet Çıkmazı”, çalkantılarladolu bir dönemde bile düş kurabilen er-demli ve hırs dolu insanların ülke, çağve dünya değişirken nasıl savruldukla-rını hiçbir gündelik ayrıntıdan ödün ver-meden, kahramanının sempatizanlıktanmilitanlığa geçişi öyküsü eşliğinde ak-tarırken, öte yandan da kimsenin bil-mediği bir özel tarihi fısıldıyor kulak-larımıza... Romanın kahramanı SelimKadıoğlu belki de bu yüzden günlük tut-maya başlıyor. Herkesten gizlediği budefterin tam da ölümüne yakın bir za-manda ortaya çıkmasıyla sürüyor hikâyeve kendi kahramanlık tarihini yazma-yı uman birinin yenilgilerinin dökü-münden ibaret günlüğü bazen şaşkınaçeviriyor insanı, bazen hüzünlendiriyor,bazen de gülümsetiyor.
Cennet �kmaz�
Yapay ve mesafeli bir üslupla ya-zılmış giriş kitapları karşısında önem-li bir alternatif oluşturan “Minerva’nınBaykuşu”, siyaset kuramını Platon’unmağarasından çıkarıp ışığa kavuştur-mada kendi payına düşeni fazlasıyla ye-rine getiren bir çalışma olarak sivriliyor.Yazar, Batı siyasi düşünce geleneğinedamgasını vuran filozofları Platon’danJohn Rawls’a uzanan o büyük kanonkapsamında incelerken, güncel ve çağ-daş -kimi zaman eğlenceli- örneklerinde yardımıyla siyasetin aslında top-lumsal evrimi tepeden tırnağa belirle-yen, insan yaşamını her alanda kuşatanve bizi zorlu tercihlerde bulunmaya zor-layan bir olgu olduğunu vurguluyor.
Minerva’n�n Bayku�u
Eski Yunan uygarlığının zenginedebiyat, mitoloji ve arkeoloji mal-zemelerinden yararlanan Kerenyi,mitsel öğenin birleştirici niteliği-nin daima altını çizerek Dionysos di-nini ortaya koyar.
Çalışmanın içinde Attika ve di-ğer bölgelerdeki kadınların gizemkültleri, Delfi’daki mistik ayin ala-nı, Atina’da düzenlenen Büyük Di-onysia şenlikleriyle ilgili bilgiler deyer alır. Önce Atina sonra da tümeski Yunan halkının tragedyayı veonun ayrılmaz parçası Dionysos’ukabul edip benimsemeleri tüm kül-tür tarihinin en büyük mucizesi ola-rak görülür.
Dionysos
Mary Lindemann tıp tarihinibir ilerleme hikâyesi olarak görmeyiyadsıyor; bu yöntemin doğasındakiyanlışlara işaret ediyor. “Tıp veToplum”un özelliklerinden birisitoplumsal ve kültürel tarih üzerin-de kuvvetle durmasıdır. Dolayısıy-la hekimler kadar hastalara da ilgigösteriyor, tıp doktorları kadar “ge-nel” şifa yöntemlerini uygulayandiğer pratisyenlerle de ilgileniyor;sadece üniversite tedrisatına değiltüm tıp eğitimi biçimlerine eğiliyor;din gibi başka sistemlerin öneminive bunların tıp üzerindeki etkisiniihmal etmiyor.
Erken Modern Avrupa’daT�p ve Toplum
Chan, omuzlarını silkti. “Fark et-mez. Parmak izleriyle öbür teknik iş-lemler teoride iyidir ama gerçek hayattao kadar değil. Tecrübelerim bana in-sanoğlu üzerinde derin derin düşün-memi söylüyor. İnsan ihtirasları. Bir ci-nayetin ardında yatan nedir? Nefret, in-tikam, maktulü susturma isteği. Belkide para hırsı. Her zaman insanoğlunuincelemek gerekiyor.”
“Kulağa mantıklı geliyor,” dediJohn Quincy.
“Çoğunlukla öyledir,” dedi Chan,emin bir ifadeyle. “Elimizdeki ipuçla-rını sayıyorum: Bir sayfası eksik konukdefteri, eldiven düğmesi, telgrafla gön-derilmiş bir mesaj...”
Anahtars�z Ev
Nedim Gürsel de edebiyat ve aşkilişkisi üzerinden gitmiş ve ortaya in-sanı kendinden geçiren denemelerdenoluşan “Aşk Kırgınları” çıkmış. Dün-ya edebiyatına damgasına vuran Tho-mas Mann, Louis Aragon, ErnestHemingway, Alfred de Musset, Ge-orge Sanda ve Marcel Proust da bu de-nemelerin baş kahramanları olmuşlar,Venedik’in yanı sıra.
Nedim Gürsel, “Aşk Kırgınla-rı”nda bu edebiyatçılar için kimi za-man aşkın beşiği kimi zaman damezarı olan Venedik’i anlatıyor. Ya-zar, gondol üzerinde çekilen ro-mantik fotoğrafların çok ötesine ta-şıyor şehri, farklı bir Venedik port-resi çiziyor.
A�k K�rg�nlar� K�sa Felsefe Tarihi
�krami Özturan, Bilgi Yay�nevi,520 s.
Bu kitap Balyoz Davası’ndan Has-
dal’da tutuklu bulunan İkrami Özturan
tarafından; yüreği halen vatan, bayrak,
millet sevgisiyle çarpan duyarlı vatan-
daşlara, 11 Şubat 2011 günü topluca tu-
tuklanan, elbirliğiyle vatanında esir
düşürülen askerlere, Hasdal’da, Siliv-
ri’de, Maltepe’de ve Hadımköy’de öz-
gürlük ve onur mücadelesi veren Bal-
yoz Davası tutuklularına, vicdan sahi-
bi ve Allah korkusu olanlara, gölgesin-
den korkanlara, onurları için intihar
eden merhum subaylara, biz hukuk
gazilerine, bizler Hasdal’da iken, ba-
baları tutukluyken buruk evlilikler ya-
pan çocuklarımıza, biz tutukluyken 21.
yüzyıl Türkiye’sine merhaba diyen be-
beklere yazılmıştır...
Jeffrey Abramson, Dipnot Yay�nlar�,Çev: �brahim Y�ld�z, 456 s.
Roger-Pol Droit, Say Yay�nlar�,Çev: �smail Yerguz, 256 s.
Özer Eltugay, Alt�n Kitaplar, 392 s. Carl Kerenyi, Pinhan Yay�nc�l�k,Çev: Bahar Çetiner, 484 s.
Mary Lindemann, Bo�aziçiÜniversitesi Yay�nevi, Çev: Mehmet
Do�an, 360 s.
Nedim Gürsel, Do�an Kitap,144 s.
Earl Derr Biggers, LabirentYay�nlar�, Çev: Özgün Dede, 250 s.
1915 �UBAT 2013 CUMAAydınlık KİTAPYENİ ÇIKANLAR
Hakikat nerede? Bilimde mi,
dinde mi, sanatta mı? İnsan aklın-
da mı, Tanrı kelamında mı? Haki-
kat tek midir yoksa birçok hakikat
mi vardır? Gerçekten hakikat diye
bir şey var mıdır yoksa bir hayal mi-
dir bu? Bir masalsa eğer, hangi ih-
tiyaca cevap veriyor?
Filozoflar sürekli bu soruları sor-
muşlardır. Bu nedenle bu sorular, Pla-
ton’dan günümüze, düşünce yolcu-
luğunun ipuçlarıdır. “Kısa Felsefe
Tarihi”, hakikatin bu maceralarını yir-
mi bölümde, açık seçik ve eğlenceli bir
biçimde anlatıyor... Epikuros, Mac-
hiavelli, Descartes, Spinoza, Voltaire,
Rousseau, Kant, Marx, Nietzsche...
20 Aydınlık KİTAP ÇOCUK - GENÇ
17. yüzyılın en ünlü Fransız şairi La Fon-
taine’nin meşhur ahlak masalları, hemen
hemen her dilde değişik üsluplarda anlatıla-
gelmiş. İnsanoğlunun bencilliğini, acımasız-
lığını ve daha nice kötü huyunu hicvetmek ve
topluma ahlak dersi vermek için manzum ola-
rak kaleme aldığı fabllar tüm dünyaya yayıl-
mış, Ezop’la başlayan hayvanlar diyarının ma-
salları geleneği La Fontaine’le devam etmiştir.
La Fontaine’i kendi dilinde okumadım,
ama bilinen şu ki; masallarında canlılık, incelik
ve nükte dolu bir anlatımı var. Bilinenler doğ-
ruysa, bugüne kadar yapılmış Türkçe çeviri-
lerinde kullanılan dilin doğru olmadığını
düşünüyordum. Çünkü buram buram nasi-
hat kokan bu masallar
bugüne kadar beni do-
yurmamıştı açıkçası.
Verilmek istenenin
pata küte verildiği ki-
tapları çoğu okur gibi
ben de sevmem. Hele
ki La Fontaine ma-
sallarının, sonu “evet
çocuklar, demek
ki…” diye biten çevi-
rilerine bile maruz kaldım ben. Bir gün,
Tunca Arslan bize “La Fontaine’i bir de Nâ-
zım Hikmet’ten okuyun” demişti. O zaman
henüz Yapı Kredi Yayınları bu kitabı bas-
mamıştı.
Nâzım Hikmet’i Nazım Hikmet yapan
kuşkusuz şiirleridir, fakat biliyoruz ki O, mü-
zikten tiyatroya, sanatın her dalı üzerine
kafa yormuş, üretmiştir. Aynı şekilde çeviri ala-
nında da 1930-1940 yılları arasında edebiya-
ta yeni bir soluk getirmiştir. Hikâyeleri ve ma-
salları Nâzım Hikmet’in daha az bilinen
“güldürü ustası” yönünü ortaya çıkarıyor. Zen-
gin bir anlatı dünyasının hakim olduğu La
Fontaine masalları çevirisi de bu eserlerinden
biri.
1949’da cezaevindeyken Ahmet Oğuz Sa-
ruhan takma adıyla yapmış Nâzım Hikmet bu
çevirileri. Kendi ifadesiyle “okunduğunda
hece vezniyle yazıldığı intibaı uyandıracak,
hece veznine stilize edilmiş serbest vezinle”
tercüme etmiş. Ahmet Halit Kitabevi’nin bas-
tığı bu çeviri yapıt dışında 29 yıl Nâzım Hik-
met’in hiçbir kitabı Türkiye’de basılmamış.
Yine kendi deyimiyle; “Yapıtlarım otuz kırk
dilde basılır, Türkiye’mde Türkçemle ya-
sak…”
Her ne kadar edebiyata stilizasyonu,
yani çeviride asla sadık kalıp, üslup yansıtma
yöntemini kazandırsa da, aslından güzel yaz-
dığına inandığım, şiir gibi akıp giden bu çe-
viri eseri, dünya şairi Nazım Hikmet’in ev-
rensel çocuk kitaplığına kazandırdığı eski-
meyecek kitaplardan biri.
İyi okumalar diliyoruz.
Merhaba, çocuklar. Bir geniş bir büyük «Merhaba» demek, sonra bitirmeden sözümü yüzünüze bakıp gülerek - kurnaz ve bahtiyar - kırpmak gözümü... Biz ne mükemmel dostlarız ki kelimesiz ve yazısız anlaşırız... Merhaba, çocuklar, merhaba cümleten... - Nâzım Hikmet
(La Fontaine’den Masallar, NâzımHikmet, Yapı Kredi Yayınları, 192 s.)
İREM HALIÇ[email protected]
Hikâyeleri ve masallar� Nâz�m Hikmet’in daha az bilinen “güldürü ustas�” yönünü ortaya ç�kar�yor.Zengin bir anlat� dünyas�n�n hakim oldu�u La Fontaine masallar� çevirisi de bu eserlerinden biri
Merhaba çocuklar,merhaba cümleten
Benim Bir Kar���m
Mizah ustası Behiç Ak'ın, meraklı Memo ve ar-
kadaşı Tombiş'in öykülerini anlattığı “Tombiş Ki-
taplar” minik okurlarıyla yeniden buluşuyor! Her ka-
rışta yeni bir cevap, her karışta farklı bir dünya! Her
yaştan kitapseverin zevkle okuduğu “Gülümseten Öy-
küler” dizisinin yaratıcısı, mizah ustası Behiç Ak ya-
zıp resimlediği “Tombiş Kitaplar” dizisinin ilk kita-
bıyla bu kez minik okurlarıyla buluşuyor. Yaşadığı-
mız zamana kendine özgü çizgileri ve öyküleriyle ha-
yat veren sanatçı, meraklı Memo ve arkadaşı Tom-
biş'in bu ilk öyküsünde, bir karışın kaç farklı anlama
gelebildiğini ilgi çekici bir kurguyla anlatıyor. Ço-
cukların kendi sorularını sormaları, kendi öyküleri-
ni yaratmaları için esin kaynağı olan Behiç Ak, ki-
tabında onları fikir ve anlam üretmeye özendirirken,
gelecekteki felsefe okumalarının da yolunu açıyor.
Olga
Sıradan günlere renk katmak Olga’nın işi! Ol-
ga’nın maceraları iki eğlenceli öyküyle başlıyor!
Olga iki çocuklu bir ailenin küçük kızı. Esther
adında bir ablası var. Bir pazar sabahı ailece ev-
deler. Bildiğiniz tatil günü işte. Az didişme, bi-
raz can sıkıntısı, biraz oyun, biraz okul hazırlı-
ğıyla geçecek... zannettiyseniz yanıldınız! Olga
hiç durur mu, aklına gelenleri bir bir uyguluyor,
bu sıradan günü kendince renklendirmeye çalı-
şıyor!
İkinci öyküde Olga’yla ailesi kar tatiline gi-
diyor. Kayak yapacaklar. Ama tatil daha başın-
dan sarpa sarıyor. Eziyetli bir yolculuğun ar-
dından vardıkları kayak merkezinde Olga’yı hiç
ummadığı maceralar bekliyor. Ee, Olga’ya göre
hayat dediğin maceralı, eğlenceli olmalı zaten!
Genevieve Brisac,Hayykitap, Çev: Ece
Nahum, 96 s.
15 �UBAT 2013 CUMA
Behiç Ak, Gün�����Kitapl���, 68 s.
21Aydınlık KİTAPARAKABLO 15 �UBAT 2013 CUMA
Barış Pîrhasan, “Tarih Kötüdür” şii-
rinde, “Çocukken yazdıklarım beni yü-
reklendiriyor” diyordu. Toplumların ço-
cukluğuna dönüp bakmadıkça bugünü ve
geleceği üstüne içten ve gözü kara giri-
şimlerde bulunma cesaretini göster-
mekte zorlanırız. Bizi geleceğin delta-
sında bugünün korku ve özlemleriyle bı-
rakıverdiğinde, tarihin cesedine dönüp
bakmaksızın ne korkuyu ne de özlemi ta-
nımlayabiliriz. Kimi şarlatan önderler, ce-
setten ürettikleri korkuyu sürekli taze-
leyip pompalayarak kitleleri yitik gele-
ceğin çatal ağzında boş özlemlerle al-
datmayı becerebiliyorsa, bu aldatma-
cada onlara asıl gücü sağlayan olgu,
halkın tarih bilincinin olmayışının yanı
sıra gerçek önderlerinin de “geçmişe
mazi derler” yaklaşımıyla tarihe dudak
bükmesidir.
GÜNCEL�N TAR�HSELBA�LAMI
Doğu Perinçek; ülkemizde emek
güçlerinin mücadelesini üstlenen ön-
derler içinde en uzun soluklusu olarak
halâ savaşı sürdürüyor olmakla kalma-
yıp 12 Eylül zindanlarından çıktıktan son-
ra da otuz yıldır çalışkanlığı ve üretken-
liğiyle olduğu kadar, zamanın bükülme-
leri karşısında omurgasını koruyarak
esnek davranmayı, mücadeleyi içerik
ve biçim yönünden sürekli yenilemeyi,
gençleştirmeyi başarmasıyla, kişiliğinin
entelektüel boyutunu sürekli derinleş-
tirmesiyle öne çıktı. Bunda, ta başından
beri, yeteneğinin bireysel ve örgütsel iş-
leyişini tarihsel bağlamlarından kopar-
maksızın toplumsal mücadelenin bileşeni
olarak algılama ve dönüştürme bilinci-
nin, birikime yaslanma tutumunun payı
başta geliyor.
Doğu Perinçek’in her güncel girişim
ve yöneliminde tarihsel bağlam yalnızca
yakın zamanla ve sıcak mücadele orta-
mıyla sınırlı kalmıyor, kurgusunun kap-
sama alanı çok eskilere, Osmanlıya, Sel-
çukluya ve daha öncelere, Oğuzlara,
Hunlara kadar gidiyor. Bu durum “Os-
manlı Toplum Düzeni”, “Bozkurt Efsa-
neleri ve Gerçek”, “Orta Asya Uygarlı-
ğı” kitaplarında ismiyle müsemmâ ci-
simleşirken, kitaplarının hemen tü-
münde, cümlelerin anlam ve ses doku-
suna sinmiş olarak karşımıza çıkıyor.
“Og’dan Oğur’a: Devletin Oluşması Sü-
recinin Türkçedeki İzleri” adlı son ki-
tabında (Kaynak Y., Kasım 2012) ise bu
kapsama alanı yeni bir tarihsel dalga bo-
yutu kazanıyor.
TÜRKÇEN�N TÜRK’EÖNCEL���
Doğu Perinçek, bu yapıtında, Türk-
lerin bir kavim oluş ve devlet kuruş sü-
recini Türkçe üzerinde araştırarak bu-
güne dair çarpıcı tanımlara ulaşıyor.
Çabasının niteliğini, kitabın Giriş’inde-
ki ilk cümlelerde veriyor: “Bu çalışma-
da bostana girildiği düşünülebilir. Bir ba-
kıma doğru; tarihçilerin ve dilbilimcile-
rin alanına girilmiştir. Ancak çalışmanın
asıl alanı devlet teorisidir.” (s. 9) Gerek
bu tanım, gerekse işin kendisi, Türk’e
özgü tutumun tipik yansıması...
Yazar, devletin oluşum sürecinin
Türkçenin yapısal evrimiyle koşutluğu üs-
tüne çarpıcı saptama ve açıklamalar ge-
tiriyor. Tanrı ve Türk sözcüklerinin “to”
kökünden türeyişine ilişkin kanıtlar,
bana, İsmet Özel’in, “Türklere Tan-
rı’nın yeryüzünde çok özel bir görev
yüklediği” savını çağrıştırdı. Nitekim
Perinçek de, Özel’den farklı yaklaşım açı-
sıyla bile olsa, aynı düzlemde konuşuyor:
“Dünyada Asya ile Ön Asya ve Avrupa
uygarlıkları arasında köprü işlevi gören
başlıca halk, hatta tek halk, denebilir ki
Türklerdir.” (s. 143)
Yazar, Türkçenin Tanrı ve Türk söz-
cüklerinden önce gelişini kanıtladıktan
sonra (s. 135), şu sonuca geliyor: “Türk,
Türkçe konuşandır. Bu tanımı Türklerin
kendisi de yapmıştır. Tarihte Türkler,
kendilerini ırkla değil, dille ve kültürle
tanımlamışlardır. Etnik ölçütü öne çı-
kardığınız zaman Azerî, Türkmen, Kıp-
çak, Kırgız, Kazak, Uygur, Özbek vb. var-
dır. Dili öne çıkardığınız zaman, Türk
kavmi vardır. ... Bu kültür, başka ka-
vimleri özümleme yeteneği yanında
özümlenme seçeneğini de içerir.” (s.
143 - 144)
TÜRKÇEN�N YAPISALBEL�RLEY�C�L���
Doğu Perinçek, “Türk” sözcüğünün
“to” kökünden türeyişini açıklarken,
anlam bağının “töre” kavramıyla mı,
“türe” fiiliyle mi akrabalık kurduğu tar-
tışmasını da sonuçlandırıyor: “Töre” ve
“türe” sözcüklerinin yaşamdaki “ku-
rumlaşma ve üreme” diyalektiğinin sıkı
bağlantısını yansıttığını, ses ve anlamca
aynı kökten geldiğini kanıtlıyor (s. 90).
Yıllarca önce Teori’de Nâzım’la ilgili
bir yazımda Türkçenin toplum kurucu ve
biçimleyici yapısal özelliği üstünde dur-
muş, daha sonra Eski’de “Türkçenin Uç-
ları” başlıklı yazımda konuya tekrar dö-
nerek (Temmuz 2005), olguyu sözcük ve
cümle düzeyinde örneklemiştim:
Kül Tigin Yazıtı’nda, “kişi oglı qop öl-
geli törümüş” (Kişi oğlu hep ölümlü tü-
remiş / yaratılmış) cümlesindeki “törü”
eyleminden “törük>türük>Türk” adı
türetilirken, sözcük töreye uygunluk an-
lamını da yüklenmiştir. Çünkü “törü”,
hem eylem hem ad olarak kullanılan kök-
teş sözcüktür, ayrıca zaten “öd tengri ya-
sar” (Zaman tanrı yasar / sınırlar;
yas/mak eylemi Yunus Emre’de de var-
dır). Türk’ün yürüyen / türeyen kişiliği,
zamanın / öm-
rün yasa ve tö-
releriyle bağ-
lıdır... Perin-
çek’in kitabı
sonrasında,
yazıdaki bu tür belirlemelerin haklılığı-
nı gördüm.
‘�LK KEZ’ M�?Doğu Perinçek’in yapıtı, “devletin
oluşması sürecinin Türkçedeki izleri”ni
vermekle kalmıyor, daha önemlisi, bu sü-
reçte dilin belirleyici oluşunun kanıtla-
rını sunuyor. Yine de, “Türklerde dev-
letin oluşum süreci, bütün bu alanlarda
yapılan çalışmaların verilerine dayanı-
larak, özellikle de dilbilimin verileri öne
çıkarılarak ilk kez incelenmektedir” (s.
10) yargısının bir açıklamaya gereksini-
mi olduğunu düşünüyorum. Ümit Has-
san’ın “Eski Türk Toplumu Üzerine İn-
celemeler” (Alan Y., 2000; I. bs: Kaynak
Y., 1985) kitabında kimi bölümler yer yer
bu meseleyi irdelemektedir. Sencer Di-
vitçioğlu’nun “Kök Türkler” (Ada Y.,
1987) kitabı, en çok da “Devlet ve Ste-
pokrasi” başlıklı bölümüyle (s. 266 -
280) bu konuyu tartışıyor. Çalışmasını ce-
zaevinde hazırladığı için bu kadı kızı ku-
sur yüzünden yazarı eleştirme hakkını
kendimde görmüyorum; ama böylesine
çaplı bir çalışmada, asistan ve editörle-
rinin daha titiz olmaları gerektiğini
anımsatmayı da yazara ve okurlarına kar-
şı bir görev kabul ediyorum.
Yazarın vardığı benzersiz sonuçlarla
yönlendirici bir yapıt oluşturduğunu
ikircimsiz belirliyoruz.
(Og’dan Oğur’a, Doğu Perinçek,Kaynak Yayınları, 184 s.)
Tarihte Türkler, kendilerini �rkla de�il, dille ve kültürle tan�mlam��lard�r.Bu kültür, ba�ka kavimleri özümleme yetene�i yan�nda özümlenme
seçene�ini de içerirSEYİT NEZİ[email protected]
Devlet ve kavmin oluşmasındaTürkçenin önceliği
Soldan sa€a1. Resimdeki yazar - Bölüm2. Dul kalan kad›n›n sadaka-
tini göstermek üzere kendini kur-ban etmesi fleklinde bir Hindu ge-lene€i - Bir soru sözü - ‹nceliktenyoksun, terbiyesi, görgüsü k›t, ne-zaketsiz
3. Bir sinir hastal›€› türü, epi-lepsi - Bir tür tatl› çörek - Bir türcila
4. S›n›r niflan› - Otlar - Bir Or-tado€u tanr›s› - Tavlada "iki" say›s›
5. Kurçatovyum'un simgesi -
Küçük ma€ara - ‹nci Aral'›n "Or-han Kemal Roman Ödülü"nelay›k görülmüfl kitab› - Afrika'dabir nehir
6. Burçlar kufla€› - Dervifl se-lam› - Bir Afrika a€ac›
7. S›k gözlü bir bal›k a€› türü- Alt›n'›n simgesi - Bir fleye karfl›l›kolarak al›nan veya verilen fley
8. Bir kan grubu - Üzme,s›k›nt› verme - Efli benzeri olma-yan, mükemmel bir fleyi icat eden
9. ‹nfla - Tavlada "üç" say›s› -Toparlak kemik ucu
10. Hitit - Tak›m (k›sa) -Koflucu devekuflu
11. Çimen - K›zg›n, yak›c› -Y›rt›c› bir kufl türü
12. Bir binek hayvan› - ‹randevletinin resmi dili, Farsça - Vi-layet - Birbirinin ayn› olan, birbi-rini tamamlayan iki fleyden her biri
13. Lefl - Çocu€u olan kad›n -Türk Mal› (k›sa) - Gelecek
14. Geri; pefl - Dikiflte kul-lan›lan pamuk ipli€i - Eflek sesi
15. Aday - Resimdeki yazar›nbir eseri
Yukar›dan afla€›ya1. Resimdeki yazar›n bir ese-
ri2. Ak›l - Rutenyum'un simge-
si - Kimononun üstüne tak›lan, bi-çimi ve boyutu cinsiyete, yafla,mevkiye ve bölgeye göre de€iflen,bir dü€ümle birlefltirilen geniflipek kuflak - Verme, ödeme
3. H›rvatistan'da bir limankenti - Zirkonyum'un simgesi -Rutubet - Suriye'nin baflkenti
4. Cet - Jüpiter'in bir uydusu- Tanzanya'n›n plakas› - "... ç›kar-mak" (satrançta acemi oyuncuyakarfl› vezirsiz oynamak)
5. Hamarat, elinden ifl gelen -Bir haber ajans› - Bir cetvel türü
6. Bir yüzölçümü birimi -Çin'in para birimi - "... Güler"(foto€rafç›)
7. fiöhret - Japonya'da buda ra-hibesi - Dünya zevklerini hoflgö-ren, dünyaya önem vermeyen,kalender
8. Arnavutluk'un para birimi -‹lkel bir silah - Sebep
9. Bulut - ‹lgi eki - Radyum'unsimgesi
10. Eski bir a€›rl›k ölçüsü bi-rimi - Uyku - Tantal'›n simgesi -M›s›r'›n ünlü kentlerinden biri
11. Bir hayret ünlemi - Mezo-potamya panteonunda tümtanr›lar›n babas› ve kral› olan göktanr›s› - 2 kifli aras›nda k›l›çlayap›lan bir spor türü
12. "Hay hay", "olur" an-lam›nda bir sözcük - Fikir, düflün-ce - Türk liras› (k›sa) - Favori
13. Saz›n en kal›n teli ya da ki-rifli - Bir resmi suland›r›lm›fl renk-lerle boyama ya da gölgeleme bi-çimi - Sümerler'de su tanr›s› - Ai-lesinin geçimini sa€layan
14. ‹sim - Kiloamper (k›sa) -Yumurta, peynir, domates, vb. ilehaz›rlanan yemek
15. Resimdeki yazar›n bir ese-ri - Belgi, niflan
BULMACA
ALINTI-TEST
Okuyaca��n�z bölümler hangi yazar�n hangi kitab�ndan al�nt�lanm��t�r?
22 Aydınlık KİTAP
Seni düşünüyorum ve yağmur yağıyor. Odamın
camından dışarı bakıyorum, soğuk hava ve rüzgar,
ağaçları zorluyor. Tam karşımdaki göl de donmuş
sanki... O gölün üzerinde yürümek isterdim senin-
le. Bunu sana söylemiştim bir gün. İşte, düşsel çiz-
giler bırakarak ardımızda, iç içe daireler ve hele-
zonun ortasında incecik bir ışık: Senin gözlerin.
1 Bebekliklerinden itibaren güzel-
liğin bir kadının hayaleti olduğu öğ-
retilen zihin, kendisini bedenine göre
şekillendirip bedenin yaldızlı kafesi
çevresine sarınarak yalnızca hapis-
hanesini süslemeyi düşünür.
Yıllar sonra bunları yeniden düşündükçe, bazen ki-
milerinin kullanmış oldukları sözcükleri ve bizzat o kişileri
yeniden yakalayabilmek mümkün olsa keşke diyesi geliyor
insanın, bize tam olarak ne demek istemiş olduklarını sor-
mak için... Ama giden gitmiştir... Kimse onlar hakkında bir
şey bilmiyor artık. Bu durumda gecenin içindeki yolculu-
nuzu tek başınıza sürdürmekten başka çare kalmıyor.
32
Bu haftan�n do�ru yan�tlar�: 1-(a) 2-(b) 3-(a)
GE
ÇE
N H
AFTA
NIN
ÇÖ
ZÜ
MÜ
GE
ÇE
N H
AFTA
NIN
ÇÖ
ZÜ
MÜ
15 �UBAT 2013 CUMA
a)
b)
c)
d)
e)
Kadir Aydemir - Aşksız Gölgeler
Neil Jordan - Gölge
Uwe Timm - Yarı Gölge
P. F. Thomese - Gölge Çocuk
John Sandford - Gölge Avı
a)
b)
c)
d)
e)
Muhibbe Darga - Anadolu'da Kadın
Margaret Walters - Feminizm
Peter Handke - Solak Kadın
Jeanne Achterberg - Kadın Şifacılar
Richard Brautigan - Talihsiz Kadın
a)
b)
c)
d)
e)
Louis Ferdinand Celine - Gecenin Sonuna Yolculuk
Michelangelo Antonioni - Gece
Kurt Vonnegut - Gece Ana
E. T. A Hoffmann - Gece Tabloları
Stephen King - Zifiri Karanlık Yıldızsız Gece