geÇen hafta en az okura ulaŞtik kitap aydınlık...len. kadınlar da buna uyar ve hep daha...
TRANSCRIPT
Aydınlık
8 Mart 2013 Cuma / Yıl: 2 / Sayı: 54KITAP.GEÇEN HAFTA en az 67,296 OKURA ULAŞTIK
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Kadının cesaret okulu:
Edebiyat
Röportajlarıyla
PINAR KÜR
İNCİ ARAL
FEYZA HEPÇİLİNGİRLER
Nezihe Bükülmez:
Türkiye’de ilk 1 Mayıs şiirini yazan
kadın şairimiz. Şiir ilk defa
dönemin Aydınlık’ında yayımlanmıştır.
Kadınlar
Günü
ÖZEL
8 MART 2013 CUMA 3Aydınlık KİTAP
[email protected]@aydinlikgazete.comBaskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.
Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
Genel Müdür YardımcısıSaynur Okuroğlu
Müşteri TemsilcisiKamile Karakadılar
Reklam Servisi
Yönetim Yeriİstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbulTel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04
Faks: 0212 252 51 22
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş.
adına sahibi:Mehmet Sabuncu
Genel Yayın Yönetmeni:Serhan Bolluk
Sorumlu Müdür:Mehmet Bozkurt
Aydınlık
KITAP.
Sayfa Sekreteri Ebru Baysan
Editör Pınar Akkoç[email protected]
Yazıişleriİrem Halıç, Deniz Antepoğlu
Cenk Özdağ
Yazıişleri Müdürü Damla Yazıcı[email protected]
Sadece hayatın içine adım atmaya değil, yazma-ya, yazar olmaya da devrimle başladı kadın.
Devrim kadını özgürleştirdi, kadın da erkeği.Devrim dişildir, doğurgandır, kahramandır ve fe-
dakârdır.* * *
Dünya literatüründe “Jön Türk Devrimi” olarakbilinen 1908 Devrimi’yle kadınlarımız artık “görün-meye” başlıyor. Görünür oluyorlar, görüyorlar ve gös-teriyorlar. Yazılmaktan çıkıp, yazmaya başlıyorlar. Yaz-mak da bir devrim meselesidir.
Sayfalarımızda Mecit Ünal’dan okuyacaksınız:“Türk Kadını’nın Cesaret Okulu” yazısında.
Ama ancak bir girizgâh niteliğindedir 1908 Dev-rimi’yle kadının hayata açılışı.
Onu eğnine fırtınaları daha da giyinmiş olarak“Ateşten Günlerde” göreceğiz.
İşgal günleridir. Halide Edip Hanım’ın Sulta-nahmet’te “Medeni Dünyayı” mahkum ettiği o ilk“Cumhuriyet Mitingi”nden gelip, çarşafını çıka-rıp,avcı ceket, külot pantolonunu, çizmesini giyip, atı-na atlayıp Sakarya Savaşı’ndan muzaffer süngülerinşavkında İzmir’e uzanışı.
Büyük bir tarihte, büyük bir coğrafyada kadın ogüne değin görülmemiş ölçüde özgürleşmiş olarak ha-yatı özgürleştirmeye koyulmuştur.
Genç cumhuriyetin “şehrayin” günleridir.Kara kuşatılmışlığını, kara bahtını yenmektedir ka-
dın. Yürümekte, yüzmekte ve uçmaktadır..Evet, artık kadınlar vardır, silah tutan, il yöneten,
saylav olan, çarşafına kapatılamayan, saçını rüzgâr-da özgürlüğün bayrağı olarak dalgalandıran...
Hayatın her alanındadır artık; meclisten okula, si-yasetten fabrikaya kadar.
İşte o fabrikada olanlardan Nezihe Bükülmez ilkkez AYDINLIK’ta ve ilk kez Türkçede yazılmış 1Mayıs şiiriyle görünür.
“Boynundan esaret bağını parçala, kes, at!Kuvvetedir hak. Hakkını haksızlara anlat.” Nezihe Bükülmez kadının kurtuluşunun devrim
ve iktidar meselesi olduğunu anlamıştır. Anlamaklakalmamış, anlatmak derdindedir.
Kapağımızı da Nezihe Bükülmez’in pozuyla KA-
DINLAR DÜNYASI dergisi süslüyor. * * *
27 Mayıs... “Gökyüzünün rengi mor menekşe”Fakültelerinden alay alay yürüyüş kolları kurmuş
genç kadınlar. Onları Demokrat Parti polisine ezdir-memeye kararlı üniversite semtlerinin kadınları, ba-şaörtülü, eşarplı, yazmalı, saçları rüzgâr kadınlar...
Yalçın Küçük’ün tanımıyla “Muhteşem 60’lar”Sevgi Soysal, Adalet Ağaoğlu, Füruzan, Pınar Kür,
Feyza Hepçilingirler, İnci Aral, Erendiz Atasü...Her ad anış unutuş ve eksiklikle maluldur... Ama
hepsinin adı kuşkusuz aynı cesaret, özgürlük ve ba-ğımsızlık tutkusunda daha da çok çiçeklenmiş ka-dınlar.
Varlıklarını devrime, devrimciliğe borçlu olduğu-muz kadınlar.
Adlarıyla Türk Edebiyatı’nı, Türk dilini boyut-landırmış, soluklandırmış kadınlar...
Daha da soluk katacak, boyut katacak nicesi için...* * *
Bu sayımız bütün kadınlar, bütün kadınlarımız için.Onlara saygı duruşumuz, bir dal kırmızı karanfil
sunuşumuz olsun.Gökyüzünün yarısını her zaman, kimi zaman ço-
ğunu omuzlayankadınlar, gününüzkutlu olsun.
Bu sayımızdasize çocuk sayfala-rından sorumlu edi-törümüz İrem Ha-lıç’ı tanıtıyoruz:
İrem İstan-bul’da doğdu, bü-yüdü. İstanbul Üni-versitesi’nde Siya-set Bilimi ve Uluslararası İlişkiler okudu. Şimdi aynıüniversitede İstanbul Araştırmaları Anabilim Dalı’ndayüksek lisans yapıyor. İngilizce ve Almanca biliyor. Çi-zimler yapıyor. Para biriktirince alet edavat alıp tek-nik çizimler yapacak.
* * *Esen kalın. HALDUN ÇUBUKÇU
İÇİNDEKİLER SUNU
Kuvvetedir hak, hakkını haksızlara anlatÖyküler neden hep Kadın? s. 5
Türk kadınının cesaret okulu s. 6-7
Dul kadının öyküsü s. 4
“Afişe çıkmak”da unutulan tarihimiz s. 10-11
Pınar Kür: Edebiyatçıların korkmasını anlayamıyorum s. 12-13
Kadının hayatı değiştirme gücü var s. 14
Muteber kurgu s. 9
Kadınlarla öykü arasında bir yapı uyuşması var ama! s. 15
Kendini mağdur hissetmek tehlikeli s. 16
Çalıştıkça kendini bulan kadınlar s. 17
Yeni çıkanlar s. 18
Bir Türk dünyayı kurtarabilir mi? s. 19
Haydi çocuklar
kitap okuma yarışmasına! s.20
Ateş var ayaklarının altında s.21
Alıntı Test-Bulmaca s.22
Şiirde ‘Keşfedilmemiş ülke’ye yolculuk s. 8
İrem Halıç
8 MART 2013 CUMA4 Aydınlık KİTAP
Kadın; bütün yaşadıklarına ve bütün
başardıklarına rağmen yine de gelip gidip
kendini, yaşadığı aşk ve beraber olduğu
adam üzerinden tanımlıyor. Bütün o ha-
yatı gözden geçirmeler biten bir aşkın, gi-
den bir adamın ardından oluyor. Bu ay-
rılık bazen neden uzaklaştığını anlaya-
madığı sevgiliden olur bazen
de zamansız bir ölümle başına
gelir. Değişmeyen şey kalanın
hep kadın olmasıdır. Kalır ve
bütün dünyaya karşı yeni bir du-
ruş kazanmaya çalışır.
Joyce Carol Oates, Ameri-
ka’nın en ünlü ve en verimli ya-
zarlarından. Elliden fazla ro-
manı, yüzlerce kısa öyküsü ve şii-
ri var. Cinsel şiddet, gerilim,
kötülük ve cinayet gibi riskli ko-
nularda bile oldukça başarılı
eserleri bulunuyor. “Dul Kadının
Öyküsü”nde ise eşini kaybetme-
sinin ardından yaşadıklarını an-
latmış. Yazdığı kitapların, üniversitede ver-
diği derslerin ve bütün kariyerinin orta-
sında kendini nasıl boşlukta, yapayalnız
ve kör hissettiğini, çaresiz kaldığını, inti-
har saplantısı ile boğuştuğunu inanılmaz
bir yalınlık ve gerçeklikle dile getiriyor.
ACININ BO�LUKSUZANLATIMI
Akademik hayatını kesintisiz sürdü-
rürken evde tek başına kaldığında düştüğü
açmazı adeta boşluksuz bize yansıtmış. Bir
yandan “Ray’in bedeni artık kül oldu. Ar-
tık çok geç. Bu tuhaf konuşma! Ray için
nasıl böyle şeyler söyleyebiliriz, diyorum
içimden – Ray yalnızca bedenden iba-
retmiş gibi,” diyerek hala eşinin ölümü-
nü kabullenmekte yaşadığı güçlüğü bir
yandan da “Bay Smith yok ki artık Bayan
Smith olsun” isyanı ile kendini kocası ol-
madan tanımlamakta yaşadığı sıkıntıyı an-
latıyor.
Oates, eşi ile 1961’de evlenmiş, evli-
liğinden bahsederken saflık diye nitelen-
dirmesine rağmen kocasıyla sadece iyi şey-
leri paylaştığını söylüyor. Sevdiği birini acı
ya da üzüntü içinde görmek istemediği
için başkasına kötü haber vermekten hep
kaçındığını, üstelik yazarlık yaşamı ile ko-
casının arasına da sert bir duvar çektiği-
ni söylüyor. Eşinin de kendince rahatsız
olacağını düşündüğü konuları ona aç-
madığını belirten Oates, birbirlerini sı-
kıntılı konulardan korunma yöntemleri-
nin istemeden birbirlerinden kaçmaya da
sebep olabileceğinin özeleştirisini de ve-
riyor bir yandan.
Başkalarının hayatlarına dair incelik-
le yaptığı gözlemleri ve nesnelliği kendi
çaresizliğini anlatırken de yitirmiyor.
“Benim yaşamım bir kadın olarak
yaşamım demek, ‘insan’ olarak yaşamım
diyebiliriz ve ‘insan’ olarak yaşamımı da
başka insanlar belirliyor;
sürekli gelgitli bir deniz, bir
dalga, başkalarının duygu-
larının etkisi; başkalarının
sabitleyemeyeceğimiz dü-
şünce akışları, tıpkı varo-
luşu da sabitleyemediği-
miz gibi,” derken kendi
hayatını başkalarının elin-
de hissettiğini hiç tered-
dütsüz dile getirmiş.
İnsanın nerede ise bir
ömür geçirdiği kişinin ar-
dından sadece onun yok-
luğu ile baş etmek bile ye-
terince ağırken kocasını
yeni baştan tanımanın ve keşfet-
menin zorluklarını da ince ince bizimle
paylaşmış. Erkeklerin kadınlardan ken-
dilerini sakladığını ve ehlileştirilmeleri ge-
rektiğini, kadının ise ehlileşmenin ta ken-
disi olduğunu söyleyen yazar, kadınlığı ile
barışamadığı ve kendini pasif hissettiği
noktaları da çekincesiz ortaya koymuş.
D�RENGEN VE SESS�Z OL!Üzerinde “Evet kocam öldü/ Evet
çok üzgünüm/ Evet başsağlığı dilemeniz
büyük incelik/ Artık konuyu değiştirebi-
lir miyiz?” yazan bir tişört yaptırmak is-
tediğini söyleyecek kadar bıkkınlık duy-
sa da arkadaşlarına telefon etmekten, on-
ların ilgisini suistimal etmekten, gereksiz
bir şey yapmaktan korkuyor. Yazarın bu
tedirginliği belki de bize sosyal konumu
ne olursa olsun her şartta kadının en ka-
çınılmaz yazgılarından birinin sessiz kal-
mak olduğunu hatırlatıyor.
Açıkça dile getirilmese de bütün top-
lumlarda her zaman için kadının daha
güçlü olması beklenir. Daha direngen,
daha dirayetli ve bütün bunlara rağmen
daha sessiz ve vakur olmasıdır talep edi-
len. Kadınlar da buna uyar ve hep daha
güçlü dururlar. İçe dönünce ise küçük bir
ayrıntı bile insanı altüst edebilir. Her
gün posta kutusundaki gazetenin görül-
mesi bile eşinin sabah okumalarını ha-
tırlattığı için öldüğü ilk hafta otuz yıllık
New York Times aboneliğini iptal ettirir.
“Dul kadının unutmaması gereken şey,
kocasının ölümü onun değil kocasının ba-
şına gelen bir şeydi,” dese de “Şimdi ne
olacak?” sorusundan ve yaşayanların ha-
yatlarına devam ederek ihanet etmediği
duygusundan biraz olsun kurtulması an-
cak kocasının birinci ölüm yıldönümün-
de olur ve yine söyleyebildiği ancak “Ha-
yatta kalabildim” dir.
İnsanın sevdiği kişinin ölümü ile yüz-
leşmesi hiç şüphesiz başlı başına zor bir
durum. Oates buna rağmen ölümün ve ay-
rılığın bütün sıkıntılarını içimizi karart-
madan anlatmış.
“Dul Kadının Öyküsü”, kitap boyun-
ca insanı sorularla, içe dönüşlerle, şaş-
kınlıkla bırakıyor. Çok sevdiğimiz birinin
kaybetmenin acısını her an duymanın ne
demek olduğunu en ince ayrıntısına ka-
dar tanıyorsunuz. Bir yandan da bir tür-
lü baş edilmez sandığımız o yalnızlık ve ça-
resizlik duygusunun altından kalkmanın
yolunu gösteriyor.
Bana göre kitabın en güzel yanı ise hiç
tereddütsüz kadın yalnızlığına çare olu-
yor. İçinden çıkılmaz sandığınız hallerin
bir sizin başınıza gelmediğini ve eninde so-
nunda tünelin ucunda ışık olduğunu ha-
tırlatıyor.
Oates’un, Nietzsche’den çok sevdiği
alıntıdaki gibi, “Sevgi adına yapılan her şey
her zaman iyi ile kötünün ötesinde bir yer-
dedir.”
Dul Kad�n�n Öyküsü
Joyce Carol Oates
K�rm�z� Kedi Yay�nlar�,
Çev: Alev K. Bulut 416 s.
Dul kadının öyküsüAç�kça dile getirilmese de bütün toplumlarda her zaman için kad�n�n daha güçlü olmas�beklenir. Daha direngen, daha dirayetli ve bütün bunlara ra�men daha sessiz ve vakur
olmas�d�r talep edilen. Kad�nlar da buna uyar ve hep daha güçlü dururlar. �çe dönünce iseküçük bir ayr�nt� bile insan� altüst edebilir
GÖKÇE KALE
5Aydınlık KİTAP
Türkiye’de yaşayankadınların, kadınınen gerçek hikâyesibu kitapta. Bu kitabı44 yazar yazmadı,
yaşadı...
Öyküler nedenhep kadın?
Öyküler nedenhep kadın?
“Kadın Yazarlardan Kadın Öyküleri”,
kadının yeryüzüne indiği andan itibaren
karşılaştığı tüm sorunlara cevap ve karşı-
lıktan öte; ses olan bir kitap. Bu derle-
menin kadın yazarlarının, kadın cinayet-
lerine her gün bir yenisi daha eklenirken
kadınlarımıza kalemleriyle destek olduk-
larını düşünmek istiyorum. Çünkü yazının
gücüne dair iyimserlik-
lerin de farkındayız ço-
ğumuz. Yine de bu iyim-
ser bakışın yeni ve “kim-
seden izin alınmadan ya-
yımlanmış” öykülerle or-
taya çıkması bugün için
ülkemizde büyük bir ge-
lişme.
GÖRDÜKLER�N�YAZDILAR
Kırktan fazla usta, çağ-
daş ve amatör yazar, kim-
seye anlatamadıkları, yaşa-
dıkları ama inandıramadıkları
hikâyelerini bu kitaba yazdı-
lar, çünkü bu hikayelere şahit
oldular.
Hikâyelerin hiçbiri acının merkezle-
rinden seçilmiş, alınmış değil; çoğu kez
olumlu, mutlu gibi görünen sahnelerin ar-
kasındaki gerçek dramları da anlatmak için
dünyanın görece sevimli yüzünden yola
çıkmak gerektiğini bilen bu yazarlar ölüm-
den doğum sancısına, aşktan aldatılmaya
birçok konu ve düzlemle “kadın sesleri”ni
öykülere çevirdiler.
Kadını kadın yapan birçok özelliğin dı-
şında kimliği tamamlanmamış kadınlar da
vardır çok yakınlarımızda belki de. Kadın
olmak değil de, kendini kadın gibi hisset-
menin, erkek gibi hissetmekten daha ağır
olduğu bir ülkedeyiz, belki de bir dünya-
da.
“Kadın Yazarlardan Kadın Öyküle-
ri”nde, erkek egemen toplumun körlük
depreminin artçı ve arka sarsıntılarını ya-
şayacaksınız.
Tüm tabulardan sıyrılarak da yazıldı bu
öyküler. Çoğu da gerçek yaşanmış hikâ-
yeler…
Kadınlar bu hikayelerde hem kahra-
man hem figürandı ve hem de dublördü-
ler. Ve kimileriyse sadece o so-
kaktan geçiyordu.
Her kadının üzerinde hnfbir
el var. Yasakları kollayan bir el.
Bu kimi zaman bir baba, bir
anne, bir abi, bir koca ya da bir
erkek evlat olabilir.
Öğretilenlerin ötesine geç-
miş kadınlar var, öğretilenlerin
dışına çıkamayan kadınlar ve
bir de her ikisi de olamayan
kadınlar. Türkiye’de öğreti-
lenlerin dayatılanların dışına
çıkamayan kadın sayısı daha
yüksek. Bu kitapta da bu ka-
dınların hikayeleri yazınsal
istatistiklerle karşımıza çıkı-
yor.
EDEB�YATIN EKS�KTABLOLARI
Görmenin, gözlemin de ötesinde top-
lumların bütün erklerinin, zayıfların hika-
yelerini sosyal planların en arkasına atma
eğilimi yüzünden dünyanın gözlemevleri
olan yazarların da bu eğilimin yarattığı ek-
sik tabloları sadece konu edinmeleri, on-
ları da zayıf bir duruma düşürüyor kuş-
kusuz. Bu yönüyle “Kadın Yazarlardan Ka-
dın Öyküleri”, tabloyu gerçek anlamına ka-
vuşturarak, insan durumlarımızı ihtiyacı ol-
duğu hakikatle buluşturuyor...
Öyküler hep kadın, çünkü yaşanan da
anlatılmayan da o...
GÜLSER ERÇEL
Kad�n Yazarlardan Kad�n Öyküleri
KolektifKafe Kültür Yay�nc�l�k, 380 s.
Divan Edebiyatı mazmunlarının an-
lam katmanlarının altında kirpikleri oka,
kaşları yaya, saçı kafire, beni putperes-
te, endamı serviye benzeyen hilkat gari-
besi sevgili imgesinin hayatta herhangi bir
karşılığı yoktu. Kadını anlattığı da çok
kuşkulu bu metinlerde gerçeklik duygu-
su 18. yüzyılın ilk çeyreğinde Nedim’le
başladı.
Türk edebiyatına, hayatta şöyle ya da
böyle bir karşılığı olan kadın, Tanzi-
mat’tan sonra girdi. “Taaşşuk-u Talat ve
Fitnat”, “Araba Sevdası”, “Sergüzeşt”
veya “İntibah”daki kadınlar, henüz ya-
zarlarının imgeleminden çıkıp kendi eti
ve kemiğine bürünmüş değildiler. Tan-
zimat kuşağı yazarlarının kadını pek ta-
nımamaları, iç dünyasını hiç merak et-
memeleri, kadının bu romanlarda ya-
bancı mürebbiyeler, cariyeler, yakın ak-
raba kadınlar ya da bir anlık görmeye da-
yalı çehreler olarak belirmesi -“Talat ve
Fitnat’ın Aşkı”nda Talat, Fitnat’ı evle-
rinin cumbasında görüp aşık olur! Zaten
Fitnat da Talat’ı cumbadan görüp aşık ol-
muştur- toplum hayatının haremlik ve se-
lamlık olarak tam ortasından ikiye bö-
lünmüş bulunmasının bir sonucuydu.
(“Sergüzeşt”in Dilber’i ile “İntibah”ın Di-
lâşub’u cariye, “İntibah”ın Mehpeyker’i
ile “Araba Sevdası”nın Periveş’i fahişe-
dirler.)
�LK KEZ ZEHRA’DAKadın, ilk kez “Zehra”da kimi ka-
dınlık özellikleriyle belirirse de, Halit Zi-
ya’nın romanlarına kadar Türk edebi-
yatında kadın, henüz tüm toplumsal ve
gerçek yönüyle ele alınamamıştır.
Türk edebiyatında kadının kadınsal
yönleriyle birlikte ele alınabilmesi için,
kadın roman ve öykücülerini, onların
içinde de Fatma Aliye ve Nezihe Mu-
hiddin ile Halide Edip’i beklememe-
miz gerekmiştir. Romanın Türkiye’ye gi-
rişinden itibaren aşağı yukarı 30-40 yıl-
lık bir süreç demektir bu da.
(24 Şubat/Nabizade Nazım… Ede-
biyatımıza “Karabibik” adlı ilk gerçekçi
köy romanını kazandıran bu “hakikiy-
yun”cunun “Zehra”da kadının iç dün-
yasına yaklaşmayı önemli ölçüde başar-
mış olmasında mutsuz bir evlilik yaşa-
masının etkisi nedir acaba? Edebiyatı-
mızın ilk psikolojik roman denemesi
olan bu romanda yazar, toplum hayatı-
na dönük gerçekçi gözlemleri, büyük bir
kısmı okulda ve görevde geçen kısacık ya-
şamının hangi diliminde edinmiş? Ayraç
içinde ayraç: Asker kökenli şair ve ya-
zarlarımızın başında gelen Nabizade,
30 yaşında kemik vereminden ölme-
se…)
� � �
Şunu gördüm, Halk Edebiyatı’nda ka-
dın ozan çok daha fazla Divan Edebi-
yatı’ndaki kadın şairlere oranla… Divan
Edebiyatı’nın iyi bir eğitim gerektirdiği
açık; ancak, şuara tezkirelerindeki Zey-
nep, Mihri, Ayşe Hubba, Leyla, Şeref ile
“Hanımefendi Hazretleri” veya “Şairler
Kraliçesi” namıyla anılan Fıtnat (Şerife
Zübeyde) gibi kadın şairler dışında da -
az da olsalar- Divan Edebiyatı’nda ka-
dınlar hep varlar.
(25 Şubat/ Gerçi çok dîvâneler cânâ
Kays ile Ferhad-veş/Vâdî-i aşk içre ammâ
Fıtnat-ı gam-hâr bir/ Ey sevgili! Kays ve
Ferhat gibi deli divane aşıklar çok. Ama
aşk vadisinde gam çeken Fıtnat tek.)
� � �
ÇA�IN SINIRLARINIZORLAYAN KADIN
Erkek meşrepli mazmunların şiire
egemen olduğu bir çağda, aynı kalıpla-
rı kullansa da, Fıtnat’ın bu beyitinin bu-
lunduğu gazel, divan şiirinde kadının, aşkı
kadınsal duyuşuyla anlatması yönünde
önemli bir dönemeç. Bu şiirden de bel-
li ki, “Hanımefendi Hazretleri”, çağın
hemcinslerine çizdiği sınırları zorlayan bir
kadındı. Bu, onun, Koca Ragıp Paşa’nın,
konağında düzenlediği edebi toplantıla-
ra katılması dışında paşa ve Haşmet’le
olan muhaverelerinin -paşayla araların-
da duygusal bir yakınlığın bulunduğu da
ileri sürülmüştür- epeyce dedikoduya
neden olmasından da anlaşılabilir. Hak-
kındaki çeşitli söylentilerin yanı sıra şa-
irliğiyle de meşhur olup şiirleri elden ele
dolaşan “Şairler Kraliçesi”nin, divan şii-
rinin en güçlü kadın şairi kabul edilme-
si de boşuna değil. Demek ki Fıtnat, ken-
disiyle tam ters bir mizaca sahip Rume-
li Kazaskeri Derviş Mehmet’le evli ol-
masına karşın, aklı ve fikri özgür, eskilerin
dedikleri gibi tam bir “Osmanlı ka-
dın”ıydı. Fıtnat’ı edebiyatımızı kadınla-
ra açan bir şair olarak nitelemek ve
6 Aydınlık KİTAP
Türk kadınınıncesaret okulu
MEC�T Ü[email protected]
GÜLDEN TERAZİ
Fatma Aliye
7Aydınlık KİTAP
daha fazla hemcinsinin kalemi eline ala-
cağı Tanzimat dönemi kadınlarını haber
verdiğini ileri sürmek yanlış olmaz.
� � �
B�R KADININ YAZDI�I �LKROMAN
Tanzimat döneminde bu soy kadının
çok daha donanımlısını, Türkiye’nin onu
yaygın olarak 50 liralık banknotların
arka yüzündeki resmiyle tanıdığı Fatma
Aliye Hanım’da görüyoruz. “Şairler Kra-
liçesi”nin hayatının ayrıntılarını pek bil-
miyoruz, ama olası ki, Fıtnat da, hak-
kında dedikodulara yol açan “özgürlüğü”
-nitekim, Derviş Mehmet’le evliliği kısa
sürmüştür- tırnaklarıyla söküp aldı. Ama
Fatma Aliye’nin onu ilk kadın romancı-
mız, ilk kadın felsefecimiz yapan bu öz-
gürlüğü bin bir meşakkatle elde ettiği de
bir gerçek.
(27 Şubat/Bu kadınlardan biri de, Za-
fer Hanım… 1877’de yayımladığı “Aşk-
ı Vatan” adlı romanı Türkiye’de bir ka-
dın tarafından yazılmış ilk roman. Zeh-
ra Hanım’ın, Kırım Savaşı’nda şehit ve
esir düşen askerlerin ailelerine yardım
amacıyla yazdığı “Aşk-ı Vatan”, “Kabu-
li Paşa haremi Zafer Hanım’ın eser-i ha-
mesidir” imzasıyla yayımlanmıştır. Ka-
dının peçe ve yaşmağı yırtıp atması, an-
cak bütün bir topluma başkaldırma ce-
saretini kazanmasıyla mümkün olabil-
miştir. Edebiyat, Türk kadınının cesaret
kazandığı bir okuldur.)
� � �
FATMA AL�YE HANIMDönemin önemli devlet adamların-
dan A. Cevdet Paşa’nın kızı olmak Fat-
ma Aliye Hanım için belki bir olanak idi,
ama ne var ki, Osmanlı toplum yapısın-
da bir kadının evlendikten sonraki bütün
hayatı, burjuva/aristokrat sınıfa da men-
sup olsa, kocasının iki dudağı arasından
çıkacak söze bağlıydı. Fransızcayı söz ge-
limi, doğrudan ders alarak değil de,
ağabeyine verilen derse kulak misafiri
olarak öğrenmesi, onun ilk kadın ro-
mancımız olabilmesinde çektiği meşak-
katin küçücük belki de sadece “hoş” bir
parçası.
Georges Ohnet’in Fransızcadan çe-
virdiği romanı “Volonté” (Meram)ı ken-
di adı yerine ancak “Bir Hanım” imza-
sıyla yayımlayabilen -Ahmet Mithat
Efendi’yle yazdığı “Hayal ve Hakikat”te
de imzası “Bir Hanım”dır,- “Muhada-
rat”a kadar da her çevirisinin altına an-
cak “Mütercime-i Meram”(Meram’ın
Çevirmeni) mahlasını koyan Fatma Ali-
ye, doğrudan kendi adıyla roman ya-
yımlayan ilk kadın romancımız, aynı za-
manda ilk kadın felsefecimizdir.
� � �
A�IKOLUNACAKKADINLAR
Kadınlar ın
toplum hayatına,
siyasete ve ede-
biyata yoğun ola-
rak girişleri asıl
1908 devrimin-
den sonra. Sadece 1908-1914 arasında-
ki dört yılda faaliyet gösteren kadın der-
nekleri ile yayımlanan kadın dergi ve ga-
zetelerinin çokluğu şaşırtıcıdır. Yine de
Halide Edip’e kadar yetkin kadın ede-
biyatçılardan söz etmek zordur. Kadın,
bir edib(e) olarak, edebiyatımıza Halide
Edip’le girer asıl. Halide Edip, Nezihe
Muhiddin, ressam Mihri Müşfik gibi
kadınlar, mücadeleleri ve kişiliklerine aşık
olunacak kadınlar kuşağının önde gelen
isimleridir.
(1 Mart/ Tanzimat’tan 1970’lere ka-
dar geçen 130 yılda kadınların edebiyat
alanında şiirle değil de romanla haşır ne-
şir olmaları, zorunluluk bir yerde. Kadın,
kendisini, toplumdaki konumunu ve ka-
dınlık durumunu anlatmanın en etkili yo-
lunu düzyazıda ve öykülemede buldu.
Hayatın her alanında edebiyatta olduğu
kadar siyasette de, evde olduğu kadar sa-
vaşta ve sürgünde de en etkin biçimde var
olmuş bir Halide Edip ise, bu kadınlar
kuşağının her zaman en başındaki isim-
dir.)
Nezihe Muhiddin
Halide Edip
Bir hayatın kitabını tutuyorum elim-
de şu an. Yirmi dört yılı da şiire yansıtıl-
mış bir hayatın kitabını. Ne bir eksik, ne
bir fazla, aynı bu sözlerde anlatıldığı
gibi: “Gerçek şair, yaşadığının farkına va-
ran insandır, halis şiir yaşamak sevincinin
bir tezahüründen başka bir şey değildir.”
Neler konu olmuş bu hayata? Yağ-
mur, bahar, kenar mahalleler… Sabah
uyanınca, gözümüzü açtığımız gün bo-
yunca, bize eşlik eden tüm nesneleler. Bir
güzele, güzelliğini aynalar-
dan önce söyleme arzusu. Ya
da bir çiçekçi kızın sattığı çi-
çeklerden güzel olduğu ger-
çeği. Unutmak için içilen her
kadehte yeniden beliren “sarı
saçlı” sultan. Ömrün geçtiği
yerler: Balık pazarı, Mersin ve
İstanbul. Hayatın kaçınılmaz
gerçeği ölüm ve onun ölü-
münün özel sebebi, mendilini
bulayan kan. Ve deniz: “İn-
sanları yorulmadan, sokakla-
rı yorulan bu küçük şehirde, bir
kelime.”
���R� GÖKTEN YERE�ND�RMEK
Uslu’nun şiiri hayattır, demiştik yu-
karıda. Onun şiirinin zevki, yaşamak
için çalışmaya ihtiyaç duymayan ve azın-
lıkta olan yüksek sınıfın zevki değildir. Bu-
günkü dünyayı oluşturan çoğu insanın, ya-
şama hakkını sürekli bir didişmenin so-
nunda bulduğunun bilincindedir. Ve tıp-
kı Garip manifestosunda belirtildiği gibi
“Her şey gibi şiir de onların hakkıdır ve
onların zevkine hitap edecektir.” Bu an-
layış şiirlerinin oluşumunda büyük etki
göstermiştir.
Şiir kitabının kaleme alınış yılı göz
önüne getirildiğinde, o dönemde büyük
bir yankı uyandıran Garip akımının ortaya
çıkış tarihiyle aralarında bir paralellik ol-
duğu fark edilmektedir. Gerçekten de Us-
lu’nun “Zamanımızın şairi, şiiri gökten
yere indirmek gibi bir davanın peşinde-
dir. Birçok kimsenin yeni şiiri yadırga-
masının sebebini, her şeyden evvel şiiri
gökte ararken yerde bulmanın verdiği şaş-
kınlıkta aramak lazımdır,” sözü, bu savı
doğrular niteliktedir.
B�LMECE HÂL�NDENKURTULAN ���R
Günlük dilin basit ve anlaşılır anla-
tımları, Uslu’nun şiirine de yansımaktadır.
Aslında Uslu, doğal olanın kendini açık-
larkenki rahatlığını, şiirde özlemle anar.
Örneğin; ‘Erik Ağacı ve Kelimeler’ adlı şii-
rinde, “Ne güzel erik ağacı/ Anlatmak için
derdini/ Muhtaç değilsin kelimelerin yar-
dımına/ Biz zavallı/ Zavallı in-
sanlar gibi” dizelerinde bu öz-
lem kendisini gösterir.
Şiirde söz sanatlarının,
özellikle de teşbihin; başlan-
gıçta düşünceleri berraklaştı-
racağına inanılarak, faydacı
bir anlayışla kullanıldığını;
sonraları ise anlamı berrak-
laştırmaktan çok bulandır-
maya başladığını ve şiiri bil-
mece hâline getirdiğini be-
lirtir. İnsanın, ilk bakışta an-
layamadığı bir şeyi, örne-
ğin bir bilmeceyi, anladığı
zaman memnun olduğunu
hatırlatarak, bu memnuniyeti anlaşılmaz
sanılan eserin başarısı olarak addetmenin
doğru bir anlayış olmadığını savunur. İşte
bu doğrultuda da şiir, bilmece hâlinden
kurtulmalıdır.
“KE�FED�LMEM�� ÜLKE”YE YOLCULUK
Kuşkusuz her şey gibi, şiir de sürek-
li bir değişim ve ilerleme sürecindedir.
Uslu da bu meseleye “Sosyal ve ekono-
mik alanda görülen bütün değişmeler, bir
gün kendilerini sanat ve edebiyat âlemi-
mizde de gösterecektir.” diyerek, bilim-
sel nitelikte bir saptamayla, durumu or-
taya koymuştur. Ona göre her şair ve or-
taya koyduğu her hakikat, bir ülkedir.
Yeni şairin görevi ise, yeni bir hakikat bul-
mak için “keşfedilmemiş ülke”ye yol al-
maktır. Çünkü sözlerinde de belirttiği gibi
“Sanatkâr, orijinalitesini yapmak için,
her şeyi yeni baştan öğrenmek ve inşa et-
mek zorundadır. Sanatkâr için mükem-
meliyet gibi ezbercilik de yoktur!”
EL�F SEDEF ÇEL�K
8 Aydınlık KİTAP
Onun �iirinin zevki, ya�amak için çal��maya ihtiyaçduymayan ve az�nl�kta olan yüksek s�n�f�n zevki de�ildir
Şiirde“Keşfedilmemişülke”ye yolculuk
�imdilikMuzaffer Tayyip Uslu
Yap� Kredi Yay�nlar�, 80 s.
MUZAFFER TAYYİP USLU
“Kurgu, gerçekliğin örtbas ettiği hakika-ti açığa çıkarır.”
Jessamyn West1975 yılının yaz aylarında, 21 yaşında-
ki Maximilian Ponder, benzeri görülmemiş
bir projeye başlama kararı alır. 21 yıllık ha-
yatı boyunca hatırladığı her şeyi yazacak ve
böylelikle kendi beynini dizinleyerek tam
bir kataloğunu oluşturacaktır. O güne ka-
darki deneyimlerini kirletmemesi amacıyla
yeni tecrübelerden uzak duracak, bu uğur-
da dünyadan elini ve ayağını tamamen çe-
kecektir. Bu projesinde, çocukluğundan iti-
baren en yakın arkadaşı olan Adam Last,
kişisel yardımcısı görevini üstlenecektir. Ha-
yalini kurduğu şey ise, kataloğunu ta-
mamladıktan sonra, uzmanların, beyniyle
kataloğunu karşılaştırarak nihayetinde in-
san beyninin sırlarını açığa çıkarmalarıdır.
John W. Ironmonger’in yayımlandığı ta-
rihten bu yana (2012) azınlıkta kalan bir
okuyucu kitlesi dışında pek keşfedileme-
miş değerli romanı, “Maximilian Pon-
der’in Muteber Beyni,” az önce anlattığım
“eşsiz” addedilebilecek kurgu çatısının
içinde geçiyor. Roman, 30 yıl sonra, Pon-
der’ın cansız bedeni bir masadayken, ka-
taloğu tamamlanmış, etrafı ciltler dolusu
yazısıyla doluyken, arkadaşı ve yardımcı-
sı Adam Last’in polisi aramadan ve son kor-
kunç görevini yerine getirmeden önceki ha-
liyle başlıyor. Roman boyunca hem arka-
daşı Last’ın geçmişe yönelik anlatıları,
hem de araya konuyla ilgi-
li Maximilian Ponder’in ka-
taloğa yazdıkları ile iki ta-
banda hikâyeyi okuyoruz.
Birbirini tamamlayan bu iki
anlatı, soruların birini ce-
vaplamadan bir başka soru-
yu daha ortaya çıkarmakta
oldukça kullanışlı bir hal alı-
yor ve kitabın sonuna kadar,
belki başka türlü anlatılsa
zaman zaman okuyucuyu sı-
kabilecek, Max’ın takıntılı
olduğu haliyle oldukça fazla
detayı içeren bir öyküde en
ufak bir tempo kaybının ya-
şanmamasını sağlıyor. Bunun
ötesinde, detayları daha da
ilgi çekici ve romanın kurgu-
sundaki gerçekliği artırıcı bir
görev de üstleniyor. Ponder’in 30 yıl bo-
yunca, dünyadaki gelişmelerden bihaber,
zaman zaman nostaljiye öykünen, sıklıkla
üzücü hikâyesinin yanında Last’ın dostlu-
ğu ve gözlemlerine dayalı geçmiş zaman öy-
külerinin akıcılığıyla seyreden önerme-
ler, farklı katmanlarda pek çok soruyu oku-
yucuya sordurmaya muktedir oluyor. Anı-
larımızın ve bildiklerimizin tamamını ya-
zıp kaydetmemiz mümkün müdür? Hatı-
ralarımızın ne kadarı gerçektir? Ne oldu-
ğumuza dair bilgilerimizin ve felsefemizin
değeri nedir? Ek olarak, kitabın pek çok
incelemesinde üstünde pek durulmayan,
esasında her kurgucunun ve yazarın da (is-
ter hayal ister gerçek, yazıp kaydetme, unut-
mamak için notlar alma alışkanlığıyla bir-
likte elbette) bir miktar Maximilian Pon-
der olduğuna dair izlenim ve kitaba bu yön-
den yaklaşarak yapılacak ikinci okuma için
de güzel bir seçenek sunuyor. “Yazmak ha-
tırlamaktır,” diyen değerli hocam, yazar, Fe-
ridun Andaç’ı hatırladım birden.
�NSAN BEYN�N�N HAR�TASISordurduğu soruların yanında roman,
aynı zamanda hayat, dostluk ve hatırlamak
üzerine düşüncelerin serpildiği bir yapıya
da bürünüyor. Ponder’in beyninin patolo-
jik yönü üzerine daha fazla gidilse ve söz-
gelimi, kurgulanan Adam Last karakteri de
bu konuda uzmanlaşmış bir karakter ol-
saydı, romanın rahatlıkla bir bilim-kurgu
romanı olduğu da söylenebilirdi. Çünkü ha-
zırda, hayatı ve hatırayı sorgulamakta bi-
lim-kurgu yazınının izleklerinin izlerine
rastlamak da mümkün. Romanın daha ge-
niş çerçeveden bakan yönünün de elbette
katkısıyla, yazınını bu kadar sevmemdeki
bir başka etken de yazarının deneyim ve
araştırmasının şüphe götürmez olduğu
yerlere parmak basmaya ve bu baskı etra-
fında bir set oluşturmaya gösterdiği özen
olacaktır. Doğu Afrika’da doğup büyüyen
ve aslen bir zoolog olan ya-
zarın, gerek bölge gerek
hayvanbilimi üzerine de-
neyimlerini, Max’ın detay-
cı zihninden ve Last’ın an-
latısından fışkırmasına sık-
ça rastlıyoruz. Karakterle-
rinin etrafına ardı ardına
yığdığı detaylarla kurgu-
nun inanılabilirliğini sağ-
lamlaştırdığını, Max’ın ka-
talog yazıları ile metnin al-
tına yerleştirilen gizli alay-
cılık ile her an üstkur-
macaya (metafiction) ka-
çabilme riski taşıyan met-
ni, sabit ve dengeli bir hi-
zada tutabilmeyi başar-
dığını gözlemliyoruz. Ki-
tabı, babasını kaybettik-
ten sonra kaleme alan, yazdıktan sonra ise
kimsenin böyle bir kitabı okumayı iste-
meyeceğini düşünerek çekmecesine kal-
dıran yazar Ironmonger, daha sonra oğ-
lunun verdiği destekle şansını dener ve ki-
tabı yayıncılardan beklemediği bir ilgi gö-
rür. “Kitabın adı dışında hiçbir şeyi değiş-
tirmediler,” diyor Ironmonger. Kitap için
asıl düşündüğü isim “Interesting Brain Of
Maximilan Ponder”ken, “görünen o ki en-
teresan (interesting) kelimesi yeterince
enteresan değilmiş, bu nedenle muteber
(notable) kelimesiyle değiştirdiler ve ‘muk-
tedir olmayan’ (not able) anlamını da
çağrıştırdığı ve bu yolla Max’ın hasarlı ak-
lına işaret ettiği için ben de bu kelimeden
memnunum,” diye ekliyor.
Eğer internet üzerinde belirtilen ta-
rihlerde tutarlı davranılırsa, kitap, siz bu ya-
zıyı okurken, yaklaşık bir gündür raflarda
Kolektif Kitap etiketiyle bulunuyor olacak.
Kitabı raflara sunmadan haftalar önce
okuma kopyasını ulaştırarak, bu anlamda
şu an için sadece birkaç yayınevinin gös-
terdiği bu titizliğin, diğer yayınevlerine de
örnek olması umudunu taşıyoruz. Kitabın
tercümesini ise geçen hafta Ray Bradbury
tercümesiyle karşılaştığımız Elif Ersavcı üst-
lenmiş ve oldukça başarılı olduğunu da be-
lirtelim.
G�ZEML� B�R VAKAYazarın bu kitabı dışında henüz ter-
cümesi bulunmayan “The Coincidence
Authority” (2013) ve “Daughters of Ar-
temis” adında iki kitabı daha bulunuyor.
Özellikle ilgi çekici olan “Daughters of Ar-
temis” (2002) kitabının kurgu çatısı, aynı
yıl başlayan, Eisner ödüllü ve yazarlığını
Brian K. Vaughn’ın yaptığı çizgi-roman se-
risi “Y – The Last Man” ile inanılmaz ben-
zerlikler taşıyor. Bu durum, birbirinden ba-
ğımsız iki yazarın aynı tarihlerde, birbir-
lerinden etkilenmeden, aynı hayallerden
yola çıkarak eserler ortaya koyabileceği-
ne dair de ilginç bir örnek teşkil ediyor.
Ancak bunun yanında, yazarın 2002 tarihli
bu kitabını pek çok kaynaktaki biyogra-
fisinden özenle uzak tutup ilk romanı ola-
rak ısrarla “Maximilian Ponder’in Mute-
ber Beyni”nin anılması bir yandan akıl-
larda soru işaretleri oluşturuyor. Çünkü
“Maximilian Ponder’in Muteber Beyni”
aynı zamanda 2012 yılı Costa İlk Roman
Ödülü’nün adayları arasında da bulunu-
yordu.
Yazarın diğer eserlerini de dilimizde
görmek umuduyla ve haftaya görüşmek di-
leğiyle…
8 MART 2013 CUMA 9Aydınlık KİTAPBABİL BALIĞI
M. SAL�H [email protected]
Muteber kurgu
Maximilian Ponder’�n MuteberBeyni
J. W. IronmongerKolektif Kitap
Çev: Elif Ersavc�, 308 s.
John W. Ironmonger
Grafik tasarımcısı Yılmaz Aysan’ın
“Afişe Çıkmak” kitabı henüz elime geç-
memişti gerçi, ama gazetelerin pazar ve
kitap eklerinde kitapla ilgili bol övgülü
yazıların tümünü okumuştum. Bu ha-
berlerde kullanılan afişlere bakarak bir
yorumda bulunmak doğru değildi, ama
tercih edilen afişlerde bir eksiklik his-
sediliyordu.
N�HAYET K�TAP GELD�1963-1980 zaman diliminde solun
yaşadığı “serüvene”
katılmış ve hâlâ o
“serüvenin” içinde
olan bir devrimci
olarak heyecanla ka-
rıştırdım kitabı.
Abidin Di-
no’nun, Türkiye İşçi
Partisi’nin (TİP)
yayın organı “Sosyal
Adalet” için yaptığı
kapaklardan başlaya-
rak, Sait Maden,
Sadık ve Gülsün Ka-
ramustafa, Ferit Erk-
man, Bülent Erkmen,
Tonguç Yaşar, Selçuk
Demirel, Orhan Tay-
lan ve diğer değerli sa-
natçılarımızın ürettiği
kitap ve dergi kapaklarını, sinema ti-
yatro afişlerini, çeşitli siyasal parti ve
örgüt afişlerini, desenleri, çeşitli grafik-
leri topluca görmek, o yılları yeniden
anımsamak gerçekten çok keyif verici.
Sol rüzgarın çok güçlü estiği bir dö-
nemde kültür sanat hayatındaki muaz-
zam patlamayı göstermesi açısından da
çok öğretici.
Ancak…
Aysan’ın kitabı, kapsadığı 18 yıllık
zaman dilimi açısından “Solun görsel
serüveni” değil. Solun bir parçasının
görsel tarihi. Çok önemli bir kesim ise
unutulmuş, yok sayılmış!
Elbette, “falanca afiş niye yok?” de-
miyoruz. “Türkiye sosyalist hareketinin
çok önemli bir kesimini neden görmez-
den geldiniz?” diye soruyoruz. Okurun
bunu sormaya hakkı var.
Aysan, kendisiyle yapılan bir söyle-
şide “bulabildiğim şeyleri bulmaya ça-
lıştım,” diyor. Aysan’ın bulamadıklarını,
492 sayfalık kitapta olmayanları biz ha-
tırlatalım.
UNUTULAN DEVR�MC� AKIMSadece “Afişe Çıkmak”a konu olan
1963-1980 döneminde değil, Türkiye
sosyalist hareketinin yarım yüzyılı aşan
yakın tarihindeki en önemli ideolojik
saflaşma, “Sosyalist Devrim (SD) -
Milli Demokratik Devrim
MDD” ayrışmasıdır. Sonraki
dönemde, devrimci sosyalizmi
savunan ve aralarında önemli
ayrılıklar olsa da, sosyalizmi
emekçiler içinde bir güç yap-
maya çalışan bütün sol akım-
lar MDD’yi savunan
kesimden çıkmıştır. “Sosya-
list devrim” diyenlerin çok
büyük bir bölümü ise şimdi
Batıcı liberal bir çizgidedir.
“AF��E ÇIKMAK” M�LL�DEMOKRAT�KDEVR�MC�LER�GÖRMÜYOR!
Yayın hayatına 17
Kasım 1967 tarihinde baş-
layan ve 14 Nisan 1970’te, 126. sa-
yıda kapanan “Türk Solu”nun en
önemli görüşü, Türkiye’nin MDD aşa-
masında olduğunu savunması ve TİP’in
“sosyalist devrim” programına karşı
çıkmasıydı. 1960’lı yılların devrimci, en-
telektüel birikimi Türk Solu’nda top-
lanmıştı. Türk Solu’nun yazarları
arasında Mihri Belli, Hikmet Kıvılcımlı,
Suphi Karaman, Rasih Nuri İleri, Aslan
Başer Kafaoğlu, Erdoğan Berktay (Er-
doğan Başar imzasını kullandı), İlhan
Selçuk, Haydar Tunçkanat, Mucip
Ataklı, Doğu Perinçek, Rıfat Ilgaz, İl-
hami Soysal, Fikret Otyam, Sami
Küçük, Niyazi Ağırnaslı, Muzaffer Er-
dost gibi isimler bulunuyordu.
“Afişe Çıkmak” Türk Solu’nun 126
kapağını da görmezden gelmiş.
Gene MDD’yi savunan o dönemin
en önemli teorik organı Aydınlık’ın
(Aydınlık Sosyalist Dergi ve Proleter
Devrimci Aydınlık) kitapta adı bile geç-
memektedir.
Dönemin en çok satan kitle gazetesi
İşçi - Köylü, Aysan’ın “unuttukları” ara-
sındadır.
Doğan Avcıoğlu’nun “Yön”ü vardır,
fakat onun devamı olan “Devrim” yok-
tur.
“Kurşun delikli kitap”lardan şimdi
Batıcı liberal bir çizgiye gelen Özgü-
denler’in “Ant”ı dergi ve kitaplarıyla
sayfalar dolusu vardır. Fakat birkaç ku-
şağa Bilimsel Sosyalizmin temel kitap-
larını sunan Sol Yayınları (Muzaffer
İlhan Erdost) yoktur. Bilim ve Sosya-
lizm Yayınları’nın (Süleyman Ege) unu-
tulmaz kitap kapakları da yoklar
arasındadır.
Dönemin en büyük kitle örgütü,
Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın
(TÖS) devrimci öğretmenleri hiç mi
afişe çıkmamışlardır?
1960’lı yıllarda Ankara’da solcu öğ-
rencilerin uğrak yeri Sergi Kitabevi’nin
unutulmaz afiş - ambalaj kağıtları da
unutulmuş. (Kitabevinin yöneticisi
Erdal Öz, 12 Mart döneminde bu ka-
ğıtlardan yargılandı!)
Ankara Sanat Tiyatrosu (AST) var,
Devrimci Ankara Sanat Tiyatrosu
(Erkan Yücel) yok.
‘68 BAHARI YOK!“Afişe Çıkmak”da “68 Baharı” yok-
tur!
Türkiye tarihinin en kitlesel ve en
etkili gençlik eylemlerine ilişkin tek bir
8 MART 2013 CUMA10 Aydınlık KİTAP
“Afişe Çıkmak”da unutulan tarihimiz
Kitap “Solun görsel serüveni” de�il. Solun bir parças�n�n görsel tarihi. Çokönemli bir kesim ise yok say�lm��! Elbette, “falanca afi� niye yok?” demiyoruz.
“Türkiye sosyalist hareketinin çok önemli bir kesimini neden görmezdengeldiniz?” diye soruyoruz. Okurun bunu sormaya hakk� var
H�KMET Ç�ÇEK
Afi�e �kmak / 1963-1980
Solun Görsel Serüveni Y�lmaz Aysan
�leti�im Yay�nc�l�k, 496 s.
8 MART 2013 CUMA 11Aydınlık KİTAP
görsel malzeme bu kitapta yoktur.
Olmayanları sayalım.
14-19 Mayıs 1968’de İstanbul FKF’nin
başında bulunduğu 17 örgüt “NATO’ya
Hayır” haftası yaptı. İstanbul, “Emperyaliz-
min Sömürge Aracı NATO’ya Hayır” afişle-
riyle donatıldı. Kitapta yok!
10 Haziran’dan 25 Haziran 1968’e kadar
süren tarihi üniversite işgallerine ilişkin hiç
mi görsel malzeme yoktu?
Temmuz-Ağustos 1968’de İstanbul, An-
kara ve İzmir’de 6. Filo’ya karşı eylemlere
ilişkin afişler de yok!
Deniz Gezmiş, Türkiye devriminin can
damarını yakaladığı için Deniz Gezmiş oldu:
Bağımsızlık. Deniz Gezmiş’in en önemli ey-
lemlerinden birisi, Samsun’dan Ankara’ya
“Tam Bağımsız Türkiye İçin Mustafa Kemal
Yürüyüşü”dür. Bu yürüyüş hakkında “Afişe
Çıkmak”da hiçbir görsel malzeme bulamaz-
sınız.
İTÜ’nün “milli petrol”, “milli maden”,
“özel okullar yürüyüşü” gibi önemli etkinlik-
lerinin hiç mi afişi yoktu?
Sahi bu eylemlerde hiç mi Türk bayrağı
yoktu!
Yılmaz Aysan, 68’liler Birliği Vakfı’na
başvurmayı hiç düşünmemiş mi?
“Afişe Çıkmak” şu ya da bu afişi değil,
emperyalizme karşı mücadeleyi ve bir tarihi
yok saymış!
Yok, yok, yok
Aysan’ın kitabı TİP- TKP eksenli bir ça-
lışma.
Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (TSİP) var-
dır, Türkiye İşçi Köylü Partisi (TİKP) yoktur.
“Halkın Kurtuluşu” (sadece iki sayfa)
vardır. Halkın Sesi, Halkın Yolu, Halkın Bir-
liği yoktur.
Yılmaz Aysan bunları bilmesi gereken bir
yaşta. (1953 d.) Solun tarihine daha dürüst
bir yaklaşım gerekmez mi? Aysan kitabında
göstermedi diye hakikat hakikat olmaktan
çıkmaz ama yapılan iş de ahlaklı olmaz.
18 yıllık bir tarih parçasının en önemli
görsel zenginliği Aysan’ın kitabında bulun-
muyor.
Afişler evde unutulmuş!
Pınar Kür ile 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’ne özel
“kadın olmak” ve gündem üzerine konuşmak için bu-
luştuk. Pınar Kür bizi öğretim üyeliği yaptığı Bilgi
Üniversitesi’ndeki odasında ağırladı. Öğrencilerine üç
saat anlattığı dersin ardından bir saat de biz konuştur-
duk onu. “Asılacak Kadın”ın cesur yaratıcısı Kür’ün soh-
betinin doğallığı ve içten üslubu gerçekten etkileyici. Tür-
kiye’nin ve dünyanın gidişatına dair itirazları olan Pınar
Kür sözünü sakınmaksızın önemli açıklamalar yaptı. Sin-
dirilmemiş bir yazar ile sohbet etmenin tadına vardığı-
mız röportaj sizlerle...
Dünya Kadınlar Günü gibi günlerin toplum bilin-ci açısından önemli olduğunu düşünür müsünüz, yok-sa sadece giderek temsili günler olmanın ötesine geçe-memeye mi başladı?
Biraz öyle oldu, yani Kadınlar Günü’nün, anneler
günü, sevgililer günü gibi bir şeye dönüşmesinden kor-
kuyorum evet. Biliyorsunuz emekçi kadınlar günü. 8
Mart’ın anlamı da bildiğiniz gibi New York’ta yanan ka-
dın işçileri temsil ediyor. Fakat işte bu ticarileşme ola-
yı her konuya yansıdığı gibi buna da adım atmaya baş-
ladı. İçi boşalma yolunda. Bizim gibi memleketlerde daha
da tehlikeli bu. Batı’da ne kadar kapitalist olursa olsunlar
kadınlar için durum bizde olduğu kadar vahim değil.
Gene Batı’da da eşit ücret için hala savaşıyorlar ama sos-
yal ve cinsel hayatta kadın orada daha özgür, aktif ve
daha eşit bir konumda olabiliyor. Ama Türkiye’de, ça-
lışan kadınlar dahi, gelmeleri gereken yerde değiller ve
toplum içinde kimliklerini hiç bir zaman tam olarak bul-
muş sayılamazlar. En başarılı iş kadını ya da tiyatroda,
edebiyatta başarılar kazanmış kadınlar bile toplumda ge-
reken saygıyı
görmüyor.
Onun için,
dünya kadın-
lar gününü
kutlasak ne,
kutlamasak
ne yazar bu
haliyle. Çün-
kü bir deği-
şiklik olmu-
yor bizim ül-
kemizde. Bir
türlü kadına
bakan o zih-
niyet, kadına
bakış açısı
değişmiyor ne yaparsak yapalım. Ben kitap yazdım, ki-
misi Tüsiad’ın başına geçiyor, ötekisi Sabancı’nın başı-
na geçiyor her ne ise ama netice itibarı ile kadına bakış
açısı değişmiyor.
Kadının ne kadar sorumlu olduğunu söyleyebilirizbu tabloda?
Kadın da sorumlu tabii ki, ama sanıyorum coğrafya
önemli bu noktada. Ortadoğu coğrafyası belki de böy-
le, sadece Türkiye değil. Ortadoğu coğrafyası ile kuzeyle
güney, batı ile doğu arasındaki bir takım farklardan ola-
bilir. İtalyan kadını da İtalyan erkeğiyle tam anlamıyla
eşit pozisyonda değil belki ama durum bizimki kadar ya-
hut da Ortadoğu kadar vahim değil gibime geliyor.
Devlet hangi noktada duruyor?Devletin yapacağı çeşitli şeyler var -yapmadığı-, ör-
neğin “töre” cinayetlerinin zanlılarını salıveriyorlar
işte kadını öldürmüşler, kanun tahrik var diyor, tecavüze
uğrayanlar suçlu duruma düşüyor bu ülkede. Cezaları
da arttırmıyorlar ya da hakim indirim veriyor. Bunların
cezai konumları düzeltilip ağırlaştırılabilir bir önlem ola-
rak; ama asıl kafa değişmedikten sonra bir sonuç alı-
namaz. Neden? Çünkü kadın ikinci sınıf vatandaş. Bu
bütün dinlerde böyle. Hristiyanlıkta da böyle, Hinduda
da böyle, ki kadını ölen kocasıyla birlikte yakarlar ora-
da, bizden daha beteri de var yani! Bütün dinlerde ka-
dın şeytandır, ortaçağda yakılan cadılardır kadınlar. Ka-
dın her zaman için bir korku nesnesi, bir tehlike olarak
görülmüş. Bu yüzyıllardır böyle sürdüğü için ve buna her
karşı çıkan da “pis feminist,” diye bir kenara itildiği için,
ki kadınlar bile “valla ben feminist değilim ama...” diye
lafa başlıyorlar. Dolayısıyla bunun üstesinden gelmek çok
zor. Bizim coğrafyamızda daha da zor.
�U ANDA SATAN EDEB�YAT Edebiyat burada kadının özgürleşmesinde nerede ko-
numlanabilir?Şimdi bakın, en çok satan kitap ne? “Grinin Elli
Tonu”. Diyorum ki, bugün artık ne kaldı, Marquis de Sa-
de’dan beri kadın cinselliği üzerine kurulmadık fante-
zi kalmadı, “nedir bu kitabın özelliği” dedim. Çoğu kişi
okumamış bile, kimsenin Maquis de Sade’den haberi yok
bu dönemde. Onda en azından edebiyat unsuru vardı,
bunda o da yok. Neyse kitaptaki baş karakter o kadar
ezik bir tip ki okuyan kadınlar onunla çok çabuk öz-
deşleşiyorlar ve de o ezik haliyle en esaslı adamı yaka-
ladığı için ilgi çekiyor. Yani edebiyat, şu anda satan ede-
biyat, okunan edebiyat bu. Ben üniversitede edebiyat der-
si veren bir hoca olarak da bunu söylüyorum; ben ders-
te “Anna Karenina”yı okuttuğum zaman sıkıntıdan pat-
lıyorlar ama “Grinin Elli Tonu”nu okuyorlar. İkisi de aşk
hikayesi sonuçta ama biri edebiyat, biri sadece ürün. Ede-
biyat her zaman sınırlı olmuştur. Edebiyat; eleştiriyi, soru
sormayı öğretir ama bir müzik kadar etkili değil. Okur-
sun ve düşünürsün ama bir şarkı gibi dinleyip sokağa çık-
mazsın burada. Önceleri politik tiyatro zamanında da
öyleydi. Ben hatırlarım o zamanki eşim Halk Oyuncu-
ları diye bir tiyatro grubunda oynuyordu. Millet tiyat-
rodan çıkar Çankaya’ya kadar yürüyüşe geçerdi. Öyle
küt diye etkisi olan bir şey değil edebiyat. Onun için ya-
vaş yavaş dönüştüren bir şey. Daha medenileştirir insanı.
Aşama aşama sağlar bunu birden bire harekete geçir-
mez insanı.
Ama bu dediğim kitapları yazanların da “kadın” ol-
duğunu düşünürseniz, aşağılamanın derecesine bakın
yani.
Bu noktada tabii ki yazarların toplumun sorunla-rını dile getirmede atılımcı olması gerekiyor. Gerçi siz“Asılacak Kadın”da bunu yaptınız ama yasaklamaylakarşılaştınız...
Evet yasaklandı, yasaklanma nedeni ahlaka aykırı ol-
ması. Herhangi bir gazeteyi açın bakın, yazdığım şeyin
aynısı sürekli oluyor. Böyle bir şey yazdığın zaman da ta-
bii, yazarlar korkutmayla karşılaşıyorlar. Ellerinden
gelen en kötü şekilde cezalandırmaya çalışıyorlar bizi.
Yazarları sindirme durumu var yani ortada?Tabii tabii. Genellikle yazarları sindirme politikası
var ama bu politika sadece bugün olan bir şey değil. Os-
manlıdan beri olan bir şey. Bu politika bazen daha ha-
fif bazen daha ağır, bazen askerler tarafından bazen si-
viller tarafından uygulanan bir şey. Siz hatırlamazsınız
yaşınız gereği fakat 12 Eylül döneminde televizyonlar-
da bir yanda kitaplar durur, bir yanda silahlar durur ve
bilmem hangi baskında ele geçirilmiştir diye haber ve-
DAMLA [email protected]
12 13Aydınlık KİTAPKAPAK KAPAK
rilirdi. Silahlar ve kitaplar yan yana du-
ruyor. Yani kitap silah kadar tehlike-
li görülüyordu. Şiddet içermiyor falan
dense de palavra, her zaman yazıdan
korkmuştur bizim yöneticilerimiz. On-
lara göre ne kadar az okursa bir halk
o kadar az düşünür, az düşünürse de
yönetilmesi o kadar koyunlar gibi ko-
lay olur.
DÜMEN SUYUNDA YAZMAK��LER�NE GEL�YOR
Taşın altına elini koyan ve tepki veren yazar-ların sayısı giderek azaldı mı? Güçlüyle paralel birgidişten bahsetmek mümkün mü? Örneğin pek çokyazar “din”e daha sık yer verir oldu kitaplarında,neye bağlıyorsunuz?
Evet benim gençliğimde olan türden cesur ya-
zar bu dönemde pek göremiyorum. Ben kendim için
söylemiyorum genel hava olarak bunu gözlemledim.
Bizim dönemde ben de vardım, Erdal Öz de var-
dı, Sevgi Sosyal vardı, bir sürü insan vardı, hapse gi-
ren, kitapları toplatılan... Şimdi bugüne baktığımızda
korku mudur, menfaat midir bilemiyorum. Neticede
bir kere “aman ne yapsam zaten kimse dinlemiyor,
bir işe yaramıyor” görüşü var, bana da hakim olan
görüş bu, son zamanlarda beni de yazmaktan alı ko-
yan şey bu. Bir tür öğrenilmiş ya da öğretilmiş ça-
resizlik. Bir de muhafazakarlığa doğru dönen bu dö-
nemi, kendi çıkarı için kullanmak diye bir şey var.
“Millet bunu istiyor, ben de bunu yazayım o zaman,”
demek var. Bu bir edebiyatçı için çok tehlikeli. Ben
hep söylüyorum edebiyat hayata şu veya
bu biçimde itirazı olan insanların işidir.
O itiraz olmazsa, hep dümen suyunda gi-
diyorsanız o zaman yazmanın bir anla-
mı yok. Benim de gördüğüm, şimdi bu
pankart açan çocukları falan da atıyor-
lar içeri. Söylüyorum bu kadar korka-
cakları, tehlikeli bir şey değil yazmak. O
çocukların korkmalarını anlıyorum ama
kocaman edebiyatçılarınkini anlaya-
mıyorum. Koskoca insansın, artık bil-
diğini yazmak konumundasın. Ama neden yaz-
mıyorlar onu bilemiyorum. Demek dümen suyuna
yazmak işlerine geliyor. Açıkçası hiçbir dönemde
ben bu kadar iktidara yanaşma çabasında olan bir
yazar grubu görmedim.
Cumhuriyet pek çok yönden hep kadınlar üze-rinden ilerledi. Modernizm, eşitlik hep kadın üze-rinden ele alındı aslında. Peki gelinen noktayı na-sıl görüyorsunuz?
Şimdi gelinen nokta cumhuriyetin bütün ka-
zanımlarını yok etme çabası. Şimdi bunun kadın
üzerinden işleyen bir ayağı var. Demin itiraz ol-
gusundan bahsettim. Kadın en çok hakkı yenen ve
itirazı olan varlık. Bu devran böyle devam etse er-
kek için bir şey değişmez ama kadınlar için durum
farklı. Cumhuriyetin kadın üzerinden ilerlemesi-
nin nedeni, ezilen kadınların başkaldırmalarıdır.
Cumhuriyet’te ne gelişme olduysa kadınlar yü-
zünden ve kadınlar sayesinde oldu. Fakat şimdi baş-
bakanın da dediği gibi üç çocuk yetmez beş çocuk
yapın noktasına geldik. Ne demek bu, oturun evi-
nizde çocuk doğurun, anne olmaktan başka işiniz
ve işleviniz olmasın toplumda demek. Kadın ku-
luçka makinası olsun görüşü bu. Ne oluyor sonra,
doğan kız çocukları da aynı mantıkla ilerliyor. Şim-
di bu yeni çıkan 4+ 4 + 4 eğitim sistemiyle o ka-
fada çocuklar yetiştirecek. Sürekli olarak cumhu-
riyetin kazanımlarını yok ederek adım adım iler-
liyorlar.
OLANLAR BEN� YAZMAKTANSO�UTTU
Medya bu konuda nasıl bir işlev üstleniyor?Hepsi birbirine bağlı bunların. Yazar yazmak ko-
nusunda tereddüt ediyorsa medya, işin içinde
daha çok para olduğu için daha çok tereddüt edi-
yor tabii. Medya da lüzumundan fazla iktidarı des-
tekliyor. Burada insan durup dururken kendini pa-
dişah ilan etmez. Kabul görürse olur bu. Taksim
Platformu’nun imza kampanyasını 17 milyonluk İs-
tanbul’da 70 bin kişi imzalamış. Düşünebiliyor mu-
sunuz! Ama 150 bin kişi yürüseydi orada Taksim’i
öyle kazamazlardı. Halkımız biraz kendine zul-
medeni tepeye çıkarıyor.
Sizin kadın kahramanınız kimdir?Çocukluğumda Kleopatra olmak isterdim(gü-
lüyor)
Belki annenizdir?Annem güçlü bir insandı ve bana güçlü olma-
yı çok telkin etmiş bir insandı. Ama güçlü olduk da
ne olduk? Gene cezalandırılan biz oluyoruz so-
nunda. Şimdi gene bakanlardan bir tanesi Hürrem’i
örnek alın, bakın nasıl kocasını idare ediyor alttan
alarak, öyle yukarıdan şunu yapma demiyor da
“şunu yapar mısınız hakanım, padişahım” diye ida-
re ediyor diyor. Yani burada örnek kadın olarak
Hürrem Sultan’ın gösterildiği bir dönemde yaşı-
yoruz! (gülüyor)
Kadınlar toplumun onlara biçimlendirdiğikonumdan mıdır bilinmez bazen “dünyaya birdaha gelsem aman kadın olmayayım” derler. Si-zin dediğiniz oldu mu?
Ben reenkarnasyona inanıyorum diyelim, inan-
mak istiyorum. Herhalde diyorum geçen gelişte çok
kötü ve günahkar bir erkekmişim. Ceza olarak bu
sefer, kadın olarak, sadece kadın olarak da değil
“Türkiye’ye” kadın olarak gönderilmişim. Bu ha-
yatta cezamı çekersem eğer bir dahaki hayatta daha
mutlu olurum diye düşünüyorum (gülüyor)
Son olarak şunu soralım, uzun zamandır kitapyayımlamadınız. Yakın zamanda bir kitap proje-si var mı önünüzde?
Aklımda iki tane kitap var aslında ama bir tür-
lü içime sinip de oturup yazamıyorum. Çevremde
olanlardan, Türkiye’nin içinde olduğu durum ol-
sun dünyanın içinde olduğu durum olsun mutlu
edemiyor beni. Hevesim kırık yani açıkçası. Çok so-
ğuttu beni bu ortam. Yani kitap fikri var ama ca-
nım istemiyor yazmak. Sadece Türkiye değil dün-
yanın gidişatı da kötü zaten. Bakalım, bilemiyorum
belki tekrar bir heves gelir.
PINAR KÜR İLE KADINLAR GÜNÜ’NE ÖZEL BİR SÖYLEŞİ
“İktidarın dümen suyunda yazmak işlerine geliyor”Bütün dinlerde kad�n �eytand�r, ortaça�da yak�lancad�lard�r kad�nlar. Kad�n her zaman için bir korku
nesnesi, bir tehlike olarak görülmü�. Bu yüzy�llard�rböyle sürdü�ü için ve buna her kar�� ç�kan da “pis
feminist,” diye bir kenara itildi�i için, ki kad�nlar bile“valla ben feminist de�ilim ama...” diye lafa ba�l�yorlar
Şu an çoksatan kitaptakibaş karakter okadar ezik birtip ki okuyan
kadınlaronunla çok
çabuközdeşleşiyorlar
ve de o ezikhaliyle en
esaslı adamıyakaladığı için
ilgi çekiyor. Okunan
edebiyat bu!
Cumhuriyetin kad�n üzerinden ilerlemesinin nedeni, ezilen kad�nlar�n ba�kald�rmalar�d�r. Cumhuriyet’te ne geli�me olduysa kad�nlar yüzünden ve kad�nlar sayesinde oldu
8 MART 2013 CUMA12 8 MART 2013 CUMA 13
Kitapları ile hayata, geçmişe ve geleceğe
içeriden bakan, en ağır toplumsal olayların
bireye yansımasını anlatırken bile şaşırtıcı
bir yalınlıkla bizi kendimizle yüzleştiren, bir-
birinden çok farklı yaşam öykülerinde ka-
dın olmanın bütün hallerini ve bütün de-
rinliklerini önümüze seren edebiyatımızın
güçlü kalemi İnci Aral ile 8 Mart dolayısıyla
“Kadın Olmak” ve “Kadının Dünyası”
üzerine konuştuk.
�MKANSIZI YENEN SAYISIZKADIN
“Özel olan politiktir” sözünden hare-ket edersek aslında yaşadığımız her şey,günlük hayattaki sıradan davranışları-mız bile sizin de romanlarınızda vurgula-dığınız gibi politik ve ekonomik düzleminbir yansıması. Peki sizce hayatın kadınadaha çok dokunması toplumun dayattığıbir şey mi, yoksa kadının yaşamla daha çokbütünleşme isteği ile bağlı olan kendi ter-cihi bir durum mu?
Bugün, birçok ülkede kadınlar sosyal
yaşamdan soyutlanmış olarak yaşıyorlar.
Daha korkunç olanı kadını bir nesne, bir
alet konumuna indirgeyen zihniyet. Kadın
hayatla ister istemez bütünleşmiştir. Top-
lumsal çalkantının, gelir eşitsizliğinin yo-
ğun yaşandığı her yerde, savaşlar, yıkımlar,
toplumsal şiddet ve karmaşada en çok za-
rar görenler kadınlardır. Kadın sorununu
toplumun öteki yapısal sorunlarından ayrı
görmek, yalınkat kavramak olur. Yaşadı-
ğımız her şey o kadar iç içe ve birbiriyle bağ-
lantılı ki tek bir insana bakarken bile olgu
ve etkileşimlerin tümünü bir arada görmek,
anlamak zorunluluğu var. İnsanlığın yaşa-
dığı ve halen yaşamakta olduğu uzun ka-
dınlık -ya da kölelik - tarihi utanç vericidir.
Bu erkek egemen tarih, kadınların düşün-
mesini, insanlık katına yükselmesini baskı
ve hile ile engellemeye çalışmanın karan-
lık tarihidir.
Aslında romanlarınızda ustalıkla an-lattığınız/yaşattığınız bir şey ama yine desormak istiyorum. Neden hep bizi üzece-ği baştan belli olan adamlara aşık oluyo-ruz?
Onlar boyalı kuşlara benzerler. Yakışıklı,
tatlı dilli, hayalci, girişken, bir kadının ho-
şuna gidecek ve aklını başından alacak her
türlü çekiciliğe sahiptirler. Böylelerinin ta-
libi de çoktur elbette. Daldan dala konar-
lar. Pek çok kadın bile bile, kendisini üze-
cek, aldatacak hatta mahvedebilecek bu tür
erkeklere kapılır çünkü onunla daha renk-
li, heyecanlı, aşk dolu bir hayat hayal eder.
Düşünün, ciddi, sıradan, az konuşan, donuk,
sosyal yanı pek gelişmemiş, ilginç bir yaşam
ve macera duygusu vaat etmeyen bir erke-
ği kim neden ister ki!
KEND�N� A�KLA TANIMLAMAÇABASININ NEDEN� DAHADER�N OLMALI
Kadın kendini hep yaşadığı aşk üze-rinden tanımlıyor, bir aşkın ardından ha-yatını gözden geçiriyor. Bunun sebebi siz-ce ne? Kadın, bütün başardıklarına rağmenkendi kimliğini/ruhunu en çok aşkta mıgösterdiğini düşünüyor?
Bazı kadınlar öyle olduğunu sanıyorlar
ama aşk geçici bir duygu. Aşka tutunma,
kendini aşkla tamamlama çabasının nede-
ni daha derin olmalı. Kadınlar kendilerini
keşfetme ve varlık bilincine varmada yalnız
başlarına yol alıyorlar. Yaşamlarını, dü-
şüncelerini hatta düşlerini biçimleyen mev-
cut kadınlık anlayışlarının etkisinden kur-
tulmak için el yordamıyla ilerliyorlar. Bu yol-
culuk çoğu kez uzun sürüyor. Bazen aynı
yollardan yenilmiş, mutsuz geri dönülüyor,
kimi zaman da düz ve kolay görünen baş-
ka yanlış yerlere sapılıyor. Ne olursa olsun,
bir kadının aşkı ve erkeği hayatının dışın-
da tutması kolay değil. Yalnız kalan kadı-
nın işi daha zor. Onun özgürleşebilmesi,
kendi cinsi ile ilgili yerleşik değer yargıla-
rının kısıtlayıcı, hatta yok edici çemberin-
den kurtulabilmesi için direnme inadı,
kendini geçindirecek parası, onur duygusu
ve ödenecek bazı bedelleri göze alabilme-
si gerekiyor.
KADININ MUTLU OLMADI�IYERDE ERKEK DE MUTSUZOLACAKTIR
Romanlarınızda çok farklı kadın kim-liklerini aynı derinlikte yaşatıyorsunuz. Bukadar birbirinden farklı kimlik ve ruhuniçine girmeyi nasıl başarıyorsunuz?
Öncelikle kadınım ve iyi bir gözlemci-
yim. Sonra, kırk yıldır edebiyatla yoğrulu-
yorum. Yazar başkalarının hayatını ödünç
alan, geçici olarak onların yerine geçen ki-
şidir, bunu yapıyorum. Yalnız kadınların de-
ğil, erkeklerin durumu da beni yazar ola-
rak ilgilendiriyor, onları da anlamayı ve dile
getirmeyi önemsiyorum. Kahramanları-
mın durdukları yerle birlikte içsel ya da so-
mut gidiş gelişlerini, kendi sınırlarını yok-
lama ve nereye kadar ilerleyebileceklerini
anlama isteğini, cesaret ve korkularını in-
sani temelde ele alıyorum. Biliyorum ki ka-
dının mutlu olmadığı yerde erkek de mut-
suz olacaktır. Ya da tersi.
Anlatılarınızda politik olduğu kadargüçlü olan ezoterik bir alt yapı da var. Bubazen renkler bazen isimlerle bazen de ör-neğin tanıdıklık hissi ile karşımıza çıkıyor.Kadının sezgiyi hayatında daha ön plan-da tutmasının nedeni nedir size?
Elbette insan salt akıl değil. Sezgiler ha-
yatımızda önemli yer tutuyor. Sezgi gücü-
nün kadınlarda daha yoğun olduğu bilinir.
Kadın, hayatı tanımlama kendini kollama
ve gerektiğinde başkaldırma gücünün yet-
mediği yerde yitirdiği iç sesin yerine ken-
dince bir savunma dili ve biçimi geliştir. Bu
dil ezilenlerin dilidir. Sezgi ve içgüdüleri öne
alır. Havayı koklar, ortamı algılar, oyunlar
kurar. Rüyalara, işaret ve sembollere tür-
lü anlam yükler. Bunlar onun oyuncakla-
rıdır. Kendi seçimi ve eseri olmayan bir boş-
luğa ve yalnızlığa böyle dayanmaya çalışır.
Kadınların hayatlarına dair ilk fark et-meleri ve yapmaları gereken şey nedirsizce?
Kadının hayatı değiştirme gücü vardır.
Yeter ki farkına varabilsin. Ayrıca onlara
kendini gerçekleştirmek için elinde olan ya
da olmayan bütün olanakları kullanmayı
öneririm. Bunu yapan, imkansızı yenen sa-
yısız kadın var. Onların hikâyelerini anlat-
mayı seviyorum. Bir kadın, her şeyden
önce hayatı sımsıkı tutmalı, dünyayı kav-
ramayı esas almalı ve hem kendisiyle hem
de her şeyle ilgili sorular sormaktan asla vaz-
geçmemelidir.
Ya�ad���m�z her �ey o kadar iç içe ve birbiriyle ba�lant�l� ki tek bir insana bakarkenbile olgu ve etkile�imlerin tümünü bir arada görmek, anlamak zorunlulu�u var
Kadının hayatı değiştirmegücü var
ARZU AKGÜN
Aydınlık KİTAP 8 MART 2013 CUMA14
İnci Aralİnci Aral
8 MART 2013 CUMA 15Aydınlık KİTAP
Bu haftaki kapak dosyamız 8 Mart
Dünya Emekçi Kadınlar Günü… Kadın ya-
zarlarımıza konuk oluyoruz. Bu yazarları-
mızdan birisi de dilbilimci, öyküleri, ro-
manları ve eleştiri yazılarıyla tanıdığımız
Feyza Hepçilingirler. Feyza hocamızla ül-
kemizde ve dünyada kadın yazarlara ba-
kışından yazarlığın erkeklere atfedilip
edilmediğine, dil ve dil kullanımının gü-
nümüz Türkiye’sinde nasıl bir kadın algı-
sı yarattığına dek birçok konuyu konuştuk.
Ülkemizde ve dünyada kadın yazarla-rı nasıl konumlandırıyorsunuz?
Kadın, yazar da olsa kadınlık görevle-
rinin hiçbirinden kurtulamaz. Anne olması,
ona çocukları ile ilgili hemen bütün so-
rumlulukları yükler. Günümüz koşulları dü-
şünülürse yazarlık ile maddi kazanç elde
edemeyeceği için dışarıda bir işte de çalı-
şıyordur. Bir erkeğin yalnızca bunu yaptı-
ğını, eve ekmek getirdiği için kendisini evle
ilgili işlerin tümünden uzak tutmayı ba-
şardığını düşünürsek buraya kadar zaten iki
kişinin yapacağı işi yüklenmek zorundadır.
Bunların üzerine bir de yazma uğraşının ek-
lenmesi, insanüstü bir çabayı gerektirmi-
yor mu? Ben erkek yazarların evdeki lük-
süne, konforuna hep imrenmişimdir. Çayı,
kahvesi ayağına gelir. Rahat çalışabilmesi
için evde sessiz bir huzur ortamı sağlanır.
Bir yazar arkadaşım 12 saat odasından hiç
çıkmadan çalıştığını, sonunda karısının
ona acıyarak zorla odasından çıkardığını,
ne kadar çok çalıştığının örneği olarak an-
latmıştı. Kadının böyle bir lüksü var mı? Bu
yüzden kadın yazarların başarısının, erkek
yazarlarınkinden daha önemli olduğunu
düşünürüm. Kadın yazarların sayıca erkek
yazarlardan az olmasına hayıflanırken
bunların da hesaba katılması gerek.
“ERKE��N YAZMASI �Ç�NGEREKL� ORTAMI KADINOLU�TURUYOR”
Dille uğraşmak aslında biraz da ka-dınlara özgü bir şey diyebilir miyiz? Fa-kültelerin filoloji bölümlerine bakıncabüyük çoğunluğun kadın olduğunu görü-yoruz. Ama yine de yazarlık erkeklere at-fediliyor gibi... Bu konuda neler söylemek
istersiniz?Efendim, erkek, babadan Y kromozo-
mu aldığı için beyninde testosteron düze-
yi çok yüksek olurmuş. Kadında ise tes-
tosteron olmadığında beynin dil ile ilgili bö-
lümleri daha çok gelişirmiş. Kaynaklarda
kekemeliğin erkeklerde daha sık rastlanan
bir sorun olduğuna dikkat çekilirken ka-
dınların yabancı dili erkeklerden daha
kolay öğrendiği ve anadillerini daha rahat
kullandığı belirtiliyor. Erkekler matematik
becerilerinin kadınlardan üstün olduğuy-
la övünürler; ama sözel alanda kadınların
üstünlüğünden söz etmeyi genellikle unu-
turlar. Matematik becerisi erkeklerin daha
çok kullandığı beynin sol yanıyla ilgiliyken
kadınlar, beynin iki yarıküresini çok daha
dengeli biçimde kullanırmış. Ayrıca ka-
dınların duyguları kullanmada ve empati
kurmada erkeklerden daha yetenekli ol-
dukları da bilimsel olarak saptanmış. Dil
becerisinin yanına bunları da koyarsanız as-
lında yazarlıkta kadınların daha başarılı ol-
maları gerektiği gerçeği çıkar karşınıza.
Peki, neden yazarlık erkeklere atfediliyor?
Çünkü arkalarında hayatlarını düzenleyen,
onlara yazmak için gerekli ortamı ve ko-
şulları oluşturan kadınlar var. “Bir kadının
bütün erkekleri anlaması için tek bir erkeği
tanıması yeterli olurken bir erkek bütün ka-
dınları tanısa da hiçbirini anlayamaz.” Bu
söz, Helen Rowland’ın. Ama kadınların
empati kurma yeteneğini pek güzel özet-
lediği için buraya alınmayı hak ediyor
bence.
“ KADIN SÖZCÜ�ÜNEC�NAYET�N BA�INDANBA�KA YERDERASTLANMIYOR”
Dilbilim asıl uğraşınız. Etimoloji biryana söylem üzerine çalışmalar var şim-di. Dil ve gerçeklik bağı sorgulanıyor. Dilve dil kullanımı günümüz Türkiye’sindenasıl bir kadın algısı yaratıyor ve bundadilin nasıl rolü var?
Kadın olmak utanılacak bir şeymiş
gibi “kadın” olmaktan çıkarılıp “bayan” ya-
pıldı ya, “kadın” sözcüğüne artık cinayetin
başından başka yerde pek rastlanmıyor.
Şimdi en çok “kadın cinayetleri” diye yeni
türeyen bir kavramın içinde geçiyor kadın
sözcüğü. Bu yeni kavram da gazete ve tele-
vizyon haberlerinde kullanıla kullanıla
aşınır ve yadırganmaz duruma gelirse şaş-
mamalı. Erkekler hamamının nasıl bir yer
olduğu kimseyi ilgilendirmez ama bir or-
tamda sesler yükselip birbirini bastırmaya
başlayınca orası “kadınlar hamamı”na dö-
ner. “Karı” sözcüğü uzun bir süreden beri,
anlam kötülemesi dediğimiz olayı yaşadı.
Bir benzetme öğesi olarak “koca gibi” den-
diğini hiç duymayız ama erkeğin, korkak,
dönek, adi bir insan olduğunu anlatmak
için “karı gibi” denmeye devam edilir.
Çocuğu olmayan kadın “katır karı” olma-
yı sürdürürken dedikoduyu seven adam,
“karı ağızlı” diye aşağılanır. Lohusaları boğ-
duğu rivayet edilen bir hayali yaratığın adı
“alkarısı”, bir başka hayali yaratık “çar-
şamba karısı”dır. Mahallenin adamı, erkeği,
beyi vb. yoktur da “mahalle karısı” vardır.
Dil, zaten kadın, karı, hatun vb. sözcüklerle
kadını belli bir yerde konumlandırıyor; ba-
sın da bu algıyı yaygınlaştırıp güçlendiriyor.
“ÖYKÜ SABIR VE �NCE��Ç�L�K GEREKT�R�R”
Çeşitli türlerde eserler verseniz deesasında bir öykücüsünüz. Kimilerinegöre öykü daha dişil bir olay olarak de-ğerlendiriliyor. Bir kadın öykücü olaraksiz nasıl bakıyorsunuz bu duruma ve öy-küye?
Öykü sabır ve ince işçilik gerektirir.
Kadın yaradılışı bu istekleri yanıtlayacak
niteliktedir. Sabır da ince işçilik de ka-
dınlarda fazlasıyla var. El kadar bebeği sa-
bırla besleyip büyütüp koca adam ya-
panlar onlar. İncecik ipliklerle oyalar, dan-
teller örüp koca koca masa örtüleri, ya-
tak örtüleri üretenler de onlar. Kısacası
kadınlarla öykü arasında bir yapı uyuşması
var ama asıl neden, romanın daha özgür
ve daha geniş bir zaman gerektirmesi. Ka-
dınların ise zamanları her zaman kıt,
genellikle de kendilerine ait değil. Hali-
karnas Balıkçısı, “Öykü tek oturumluk-
tur” derken okunmasını kastetmiş olsa da
yazılırken de öyledir öykü. Daha sonra üs-
tünde çok oynayacak olsanız da bir otu-
ruşta yazabilirsiniz öyküyü. Romanın is-
tediği yoğunlaşmayı gerektirmeyebilir.
Öykünün dişil bir tür olması sanırım
bunlardan kaynaklanıyor.
Kadınlarla öykü arasında biryapı uyuşması var ama!
Kad�nlar�n duygular� kullanmada ve empati kurmada erkeklerden daha yetenekliolduklar� da bilimsel olarak saptanm��. Dil becerisinin yan�na bunlar� da koyarsan�zasl�nda yazarl�kta kad�nlar�n daha ba�ar�l� olmalar� gerekti�i gerçe�i ç�kar kar��n�za.
Peki, neden yazarl�k erkeklere atfediliyor?ŞENOL Ç[email protected]
Çoğumuz 2003 yılında, Yapı Kredi
Yayınları’ndan çıkan ilk kitabı “Beş Se-
vim Apartmanı – Rüya Tabirli Cinperi
Yalanları” sayesinde tanıdık onu. Sıradan
insanların sıradan hikâyelerini büyülü bir
masal gibi anlatışına hayran kaldık. Üs-
tüne üstlük, olmayacak şeylere inandır-
dı bizi. Ardından “Kırmızı Zaman” ve di-
ğerleri geldi. Daha da sevdik kocaman
gözlü kadını. Konu “8 Mart” olunca da
söyleşmeye karar verdik onunla. Cinsi-
yetçilikten girdik, iktidara gelip dayandık.
İyisi mi, ben susayım, siz söyleşimizi
okuyun.
İster eğitimde eşitsizlikten diyelim, is-ter toplumun cinsiyetçi yapısından; ede-biyatın bir erkek alanı olduğu su götür-mez bir gerçek. Erkek egemen edebiyatilk bakışta kadın yazarlar için elverişsizbir ortam gibi görünüyor. Ancak bu du-rumun kadınlara sağladığı kazanımlarda var muhakkak: Edebiyatta yepyeni birkadın dili yaratma olanağı gibi. Göz ala-bildiğine uzanan bir alanda erkek dili hâ-kim, sürekli kendini yineleyen, yenile-nemeyen. Sizce, kadınlar erkek etkisin-den kurtulup yepyeni bir düşün dünya-sı yaratabilir mi?
Yazma ve yaratma alanında “erkek
egemenliği” diye dile getirdiğiniz şeyi ben
tek başına “iktidar” olarak tanımlama-
yı tercih ederim. Ve edebiyatın tabiatı ge-
reği “iktidar” karşıtı olması gerektiğini
düşünürüm. Sanatçı zaten her açıdan
kendi alternatif dilini yaratmakla yü-
kümlüdür ve benim için herhangi bir cin-
siyeti yoktur. Ama içerik olarak her tür-
lü sorunu kendine dert edinebileceği
gibi kadınlarla ilgili sorunları da hedefi-
ne koyabilir. Açıkçası cinsel ayrımcılık-
la ilgili bir meselede adaletsiz tarafı “er-
kek” olarak tanımladığımız zaman, kar-
şısına “kadın”ı koymaktan yana değilim.
Cinsiyet sadece cinsellikle ilgili konularda,
üremede, sevişmede bir tanım, bir işaret
olarak anlam taşır. Yoksa toplumsal rol-
ler ya da sorunlar içinde cinsiyeti belir-
leyici olarak almak bizi meseleyi çöz-
mekten uzaklaştır. Yani kadınların “er-
kek etkisinden kurtulup yepyeni bir dü-
şün dünyası kurması” diye bir hedef be-
nim için bir anlam taşımıyor. Ancak
topyekün, kadını, erkeği, eşcinseli, asek-
süeli farketmez, edebiyatçının mevcut ik-
tidarlara kafa tutması gerekir. Edebiyat
yılan dillidir. Hiçbir koşulda evcilleşme-
melidir.
Kadınların edebiyat alanında yara-
tıcı ve üretken olmaları için neler yapı-labilir? “Kendilerine ait bir oda” yeter-li mi?
Mağduriyet üzerine yazmak önemli,
ama “kendini mağdur hissetmek” tehli-
keli. Herkesin içinde yolunu sadece
kendisinin bildiği bir “oda” zaten var ve
o oda kimse tarafından ona lütfedilme-
miş. Yazarın, cinsiyeti ne olursa olsun al-
ternatif de olsa politik söylemlerin ha-
masetine kapılmadan içindeki o “ger-
çekten” kendine ait odaya varan yolu bul-
ması yaratıcılık için yeterli sanırım.
Romanlarınızda “iktidar”a karşı çı-kıyorsunuz, ancak her satırda hissedilenbir çaresizlik de yok değil. Bu bir yanıl-sama mı, yoksa gelecekten çok şey bek-lememeli miyiz?
Sezdiğiniz o “çaresizlik” bir sonuç de-
ğil sadece mevcut durumun vehameti.
Ben iktidara karşı çıkmak için öncelikle
iktidarın gözünden nasıl göründüğümü-
zü fark etmemiz gerektiğini düşünüyo-
rum. Mevcut ideolojinin marifeti, insa-
nı şuursuzlaştırmak. Bağımlı birey akıl-
cı düşünemez. Medya yoluyla en ince da-
marlarımıza kadar şırınga edilen tüketim
bağımlılığı bizim tüm ama tüm tercihle-
rimizi belirlerken bir “umut”tan bahset-
mek komik oluyor. O yüzden, bir an önce
şuurumuzu yeniden kazanmalı ve ne
halde olduğumuzu tüm çıplaklığıyla gör-
meliyiz ki isyan edebilelim. Bir iktidara
başkaldırmak için önce ona öfkelenmek
gerekir. Yazdıklarımla “kabullenme”yi
önermiyorum; aksine yüzleşmenin üze-
rine giderek bir öfke, bir itiraz yaratma-
yı hayal ediyorum. “Gelecekten çok şey
beklememeli miyiz,” dediniz ya, inadı-
na, gelecekten “çok” şey beklemeliyiz.
Yarattığınız karakterler arasında ençok ilgi çeken Madam Arthur Bey olmalı.Madam Arthur Bey, sizin deyiminizle bir“kadınadam”. Bizde çağrıştırdıklarınındışında bir anlamı olmalı, nedir bu ka-dınadam?
Madam Arthur Bey bir iktidar tarifi.
Çift cinsiyeti ve ölçüsüz kötücüllüğüyle te-
kinsiz olan iktidarı; onun gücü algılayı-
şını ve kullanışını simgeliyor.
Son olarak, genç yazarlara -özellik-le genç kadınlara ve yazmak isteyip debundan kaçınanlara- bir tavsiyeniz varmı?
Bana göre, yaratıcılığa giden yol tav-
siyelerden ziyade, bağımsızlıktan ve öz-
günlükten geçiyor. Herkes kendisinin
tanrısıdır. Dediğim gibi size bir oda bah-
şedilmesini beklemeyin. O oda her ko-
şulda var zaten. Siz o odanın yolunu bu-
lun yeter. Marifet bahane tanımaz.
8 MART 2013 CUMA16 Aydınlık KİTAP
Kendini mağdur hissetmek tehlikeli
MİNE SÖĞÜT İLE CİNSİYETÇİLİK VE İKTİDAR ÜZERİNE
Bir iktidara ba�kald�rmak için önce ona öfkelenmek gerekir. Yazd�klar�mla “kabullenme”yi önermiyorum; aksine yüzle�menin
üzerine giderek bir öfke, bir itiraz yaratmay� hayal ediyorum
MELİS YALÇ[email protected]
8 MART 2013 CUMA 17Aydınlık KİTAP
Türkiye’de kadın sorunu denildiğin-
de kadının yaşadığı baskı ve fiziksel şid-
det algılanır. Oysa kadın sadece aile
içerisinde yaşamıyor. Çalışma hayatın-
daki kadın da sadece bürolarda masa ba-
şında çalışmıyor. Kadınlar aynı zaman-
da çalışma hayatının kayıp işçileridir. Bel-
kıs Kümbetoğlu, İnci User ve Aylin Ak-
pınar’ın, kayıtdışı çalışmaya dair yap-
tıkları ve kitaplaştırdıkları kadın istih-
damına yönelik alan araştırması, çalışma
hayatındaki kayıp işçi kadını ortaya ko-
yuyor.
Kitap üç akademisyenin öğrencile-
riyle birlikte yaptıkları bir alan araştır-
masına dayanıyor. Araştırma kapsa-
mında İstanbul, Kocae-
li, Bursa, Sakarya ve
Düzce illerinde tekstil,
gıda ve hizmet sektörle-
rinde kayıtdışı olarak ça-
lışan kadın işçilerle gö-
rüşmeler yapılmış ve bu
çalışma biçiminin iç yüzü
işçilerin anlatımıyla or-
taya koyulmuş. Araştır-
macılar kadın istihdamı-
na ilişkin sayısal veriler
elde etmeyi değil, kadın-
ların kendi çalışma serü-
venlerini nasıl deneyim-
lediklerini ve anlamlan-
dırdıklarını görmeyi he-
deflemişlerdir. Bulgular iktisadi anlamı
iyi bilinen kayıtdışı çalışmanın kadınla-
ra ne gibi koşullar dayattığını ayrıntılı bi-
çimde sergiliyor. Araştırmaya katılan
213 kadın çoğunlukla çocuk yaşta çalış-
maya başlamış, birçok iş değiştirerek ve
arada uzun dönemler işsiz kalarak bu-
günlere gelmiş.
ÖRGÜTSÜZLÜK VE GÜVENCES�ZL�K
Son derece elverişsiz ortamlarda,
asgari ücretin altında ücretlerle, uzun ça-
lışma saatleri boyunca ve çalışan hakla-
rının hemen tamamından yoksun olarak
çalışan bu kadınlar işte ve aile ortamın-
da yaşadıkları güçlükleri, yoksullukları,
şiddeti açıkça ifade etmiş, örgütsüzlük ve
güvencesizliğin kişinin yaşamını ne hale
getirdiğini anlatmışlar.
Sistemin görünmez kıldığı, kayıp işçi
kadınlar haklarını savunabilecek, bu
haklar için seslerini yükseltebilecek her-
hangi bir olanağa sahip değil. Sağlık gü-
vencesi, emeklilik, sendika etkinliği, on-
lardan çok uzak ve geleceklerinden
umutlu değiller. Gene de yükselen işsizlik
karşısında çalışmaktan hoşnut ve ücret-
ten tatile, düzenli mesai saatlerinden,
hastalık iznine tüm haklarını sınırlayan
işverenlerine müteşekkirler.
Araştırmacılar, çalışmanın bu ka-
dınları özgür, bağımsız ve güçlü kılma-
dığını, onlara sadece boğaz tokluğu te-
min ettiğini, buna karşılık onlar için
birçok rahatsızlık, eziyet ve aşağılanma
anlamına geldiğini vurguluyor.
“Türkiye’de kadın istihdamı ve ka-
yıtdışılık” başlıklı bölümde,
kadınların istihdama erkekle-
re oranla çok düşük katıldığı
ve çalışma koşullarının er-
keklerden farklı olduğu be-
lirtiliyor. Kadın istihdamı ağır-
lıklı olarak tekstil, gıda ve hiz-
met sektörlerinde görülüyor.
Araştırmaya göre hizmet sek-
törü giderek daha fazla ka-
dının istihdam edildiği bir
alan olmaya başladı. Tekstil
imalat sanayinin bir alt kolu
olarak kadınların en azından
erkeklere yakın bir oranda
istihdamının gerçekleştiği
sektör olsa da kadınların
işgücüne katılım oranları o
kadar düşük ki, bu sektörlerdeki görece
yüksek oranlar genel resmi değiştiremi-
yor.
SAHTEKÂRLI�A HEBA ED�LEN EMEK
Kadınların kayıtdışı çalışmasını in-
celeyen üç kadın akademisyen, kitapta
kadın işçilerle yaptıkları görüşmeleri
de ifadelere hiç dokunmadan veriyorlar.
Kadınlar bu görüşmelerde neden çalış-
maya başladıklarını, nasıl iş buldukları-
nı ve hangi şartlarda çalıştıklarını net bir
şekilde anlatıyor. Araştırmada kadınla-
ra nasıl çalışmaya başladınız sorusu yö-
neltiliyor. İşte birkaç yanıt: “Oturduğum
muhitte bi tekstil firmasının olduğunu öğ-
rendim oraya başvurdum, ütücü olarak
işe alındım, maaş söylenmedi yalnız.
Maaş ay sonunda işe gösterilen perfor-
mansa göre verilecek dendi. Sigorta da
ona göre yapılıp yapılmayacağı karar-
laştırılacak dendi. Ben de var gücümle
çalıştım; kendimi kanıtlayayım dedim.
Ütü en zor işmiş tekstilde, onu öğrendim
bu arada. 29 gün falan çalıştım işte.
Yani limitlerin çok üzerinde çalıştım.
...orda limit 700 parçaymış, 1100 parça
ütüledim ben günde. (Bu sigortaya baş-
layabilmek için mi?) o seçilecek ele-
manların, ordakilerin arasında olabilmek
için gayret gösterdim. Meğer sahtekar-
mış, yalancıymış adam. Bi sabah gittik ki
kapılar kapalı, her şey akşamdan taşın-
mış, alınmış, kaçmış.”
TÜRK�YE’DE ÇOCUK��Ç�L���
Araştırma kayıp işçi kadınlara ilişkin
çarpıcı hikayeler kadar çalışma haya-
tındaki kuralsızlığı da ortaya koyuyor. Es-
nek çalışma biçimlerinin bu kuralsızlık-
ların önemli sebeplerinden biri olduğu
gerçeğinin de araştırmayla birlikte bir
kere daha altı çiziliyor. Kayıtdışı çalışma
kadın istihdamında da çocuk yaşlarda
başlıyor. Araştırmada çocuk işçiliğine iliş-
kin de geniş yer veriliyor. “Türkiye’de Ço-
cuk İşçiliği, Şiddet, Ekonomik Şiddet ve
Çocuk İşçiliği, Araştırmanın Çocuk Yaş-
ta Çalışmaya İlişkin Bulguları, Tarımda
Çocuk İşçiliği” başlıkları altında sorun ya-
şanan örneklerlerle anlatılıyor.
Küçük yaşta çalışma hayatına başla-
yanlar, her türlü zorlukla karşılaşıyor. İş
kazalarının yanı sıra işyerinde baskı,
şiddet ve tacize kadar varan olumsuz-
luklar yine araştırmada kişilerin kendi an-
latımlarıyla karşımıza çıkıyor.
11 bölümden oluşan ve anket yönte-
miyle yapılan görüşmelerle yapılan araş-
tırmaların yer aldığı kitap, sadece kadı-
nın çalışma hayatı içindeki yerini de-
ğerlendirmiyor. Kadın için de çalışma ha-
yatını, sağlığı ve güvenliği sorguluyor.
Araştırmaya katılan kadınların sağlık ta-
nımları, sağlık hakları ve para ile sağlık
ilişkisi de araştırmanın konuları arasın-
da yer alıyor.
Kadının çalışması hem yasal olarak
hem de toplumsal olarak kocanın izni-
ne bağlı. Özellikle de işçi kadınlarda bu
durum daha da baskın. Araştırmacılar bu
konuyu da çalışmaya karşı eşlerin, ak-
rabaların ve çevrenin tutumu başlığıyla
ele alıyor.
ÇALI�MA VE ÖZGÜVEN�L��K�S�
Çalışma hayatının kayıp işçisi kadınla-
rına ilişkin araştırmanın yer aldığı 323
sayfalık kitaptaki en önemli tespit yine ki-
tabın içinde yapılıyor. Araştırma tüm yasal
denetimsizlikleri, boşlukları, görmezden
gelmeleri ve sömürüyü ortaya koyuyor.
Ama bütün bunlara karşın, kadın için
çalışmanın ne anlama geldiği şu belirle-
melerle açığa çıkartılmış oluyor: “Ev dı-
şında çalışma yaşamına başladıktan son-
ra kendi emeklerinin değerinin farkına
varan kadınlar, ‘özgüven’ kazandıkları-
nı söylemektedir. Kadının bir birey ola-
rak kentte yeni sosyal ilişkiler kurabil-
mesi, ailesinin yanı sıra çevresine, için-
de yaşadığı topluma farklı şekillerde
hizmet ettiğini hissetmesi, özsaygısının
kendi gözünde artmasına neden ol-
maktadır. Bu bağlamda çalışmanın do-
laylı yoldan da olsa kadınlarda güçlen-
Son derece elveri�siz ortamlarda, asgari ücretin alt�nda, haklar�ndan yoksun çocukya�ta çal��maya ba�layan 213 kad�n i�çi, i�te ve aile ortam�nda ya�ad�klar� güçlükleri,
yoksulluklar�, �iddeti akademisyenlerin ortak çal��mas�nda anlat�yorlar
Çalıştıkça kendini bulan kadınlar
ESİN TURHAN
Kay�p ��çi Kad�nlar, �nci
User, Belk�s Kümbeto�lu,
Ba�lam Yay�nlar�, 324 s.
Hafif Metro Günleri
“Antik Mısır tanrıları tüm diğer
pantheon’ları yenerler ve yeryüzün-
de hakimiyet kurarak farklı tanrıla-
ra inanan toplumları birbirleriyle
savaşmaya sevk ederler. Britanyalı
Teğmen David Westwynter tanrı
hakimiyetinden uzak kalabilmiş tek
yer olan Hürmısır’da kendini bulur.
Orada insanoğlunu tanrısal ta-
hakkümden kurtarmaya ant içmiş
Işıkgetiren adlı humanist önderin ta-
kipçileriyle karşılaşır. Dünya kıya-
meti andıracak bir savaşa doğru
ilerlerken bu özgürlük savaşçısının
göründüğünden fazlasına sahip ol-
duğu ortaya çıkacaktır...”
Ra Ça��
Uluslararası bir ilaç şirketinin ile-
tişim departmanında çalışmakta olan
Rüya, elitist, şekilci bir iş hayatı ve es-
kimeye yüz tutan bir evliliğin içinde bo-
ğulmak üzereyken, gençlik hayallerini,
umutlarını canlandıran, heyecan veri-
ci bir yol ayrımına gelir. Bambaşka dün-
yalara açılan bir kapının eşiğindedir.
“Ofistekiler” bireyi ezen, yırtıcı iş
yaşamını bütün çıplaklığıyla anlatırken
ezilmekten yakınan çalışanları da sert
biçimde sorguluyor, modern zaman-
ların iş hayatını çok yönlü olarak ortaya
koyuyor; iletişim ve reklam dünyasına
ait detayları, kadın-erkek ilişkilerini ve
bugünün yaşantı biçimlerini mercek al-
tına alıyor.
Ofistekiler
Asıl işi edebiyat olan şair ve yazar
Tahir Abacı’nın Radikal İki, Milliyet
Sanat, Kaçak Yayın gibi gazete ve der-
gilerde yayımlanmış “memleketin
şarkısı türküsü üstüne yazılar”ını
toplayan bu kitap bizi o gramofonlu
kahvehanelerin atmosferine götü-
rüyor. Şarkıların evreni, türkülerin
yeri yurdu, şiir ile şarkının kesişme
noktaları, plakların serüveni, Anadolu
şehir müziği...
Müziğin keyifle okunan “hikâye
tarafı”nı anlatırken, geniş bir alanda
dolaşan, müzik ekseninde ülkenin
toplumsal serencamına da tanıklık
eden, belleğe katkı yaparken ipuçla-
rı da veren denemeler toplamı...
Gramofonlu Kahvehane
Ellerin her an kana bulanabilir.
Bu seni soğukkanlı bir katil mi ya-
par? Her an sevdiğin kadına savaş
ilan edebilir, düşmanınla sıkı dost
olabilirsin. Böyle yaşamak karak-
terini yitirdiğini mi gösterir?
Her an ölebilirsin; yolda yürür-
ken, banyo yaparken ya da bir baş-
kasını öldürmeyi planlarken.. Yine
de bu kitabın son satırını sen yaza-
caksın...
“Raul Montanari cinayet ro-
manlarının önyargılarından uzakta
kendi şiirselliğini keşfetmeye devam
ediyor ve hayata karşı direnen bir
aşkı anlatıyor.”
-Feltrinelli-
Hiçbirimiz Masum De�iliz
Shakespeare, “Vicdanım binler-
ce dilden konuşur/ Ve her dil bir
öykü anlatır” diyor. Vicdan-dil-öykü
üçleminde gerçekleştirdiği (kurgu-
sal) denemelerinde Emin Özdemir
öyle bir evrensel iç içelik yaratıyor ki,
orada insanın, ülkenin sınırlarının ye-
rini evrenselliğin sınırları alıyor.
Orada, Shakespeare’in, “binlerce
dilden konuşan dil”i, vicdan denen
o sonsuz evrensellikle bütünleşiyor.
Vicdan; yazar, sanatçı, bilimci... O
bütünleşme insanlar arasında öyle
bir iç içelik yaratıyor ki, Llosa Var-
gas da, Emin Özdemir de aynı dilden
konuşuyor.
-Adnan Binyazar-
Sözcüklerin Vicdan�
Tarih boyunca “Doğu” ile “Batı”,
Müslümanlar ile Hıristiyanlar, Türk-
ler ile Avrupalılar, “uygarlıklar çatış-
ması”nın tarafları olarak görüldü-
ler. Ve aralarında aşılması olanaksız
bir uçurum bulunduğu fikri, tarih
boyunca geniş kesimler tarafından ka-
bul gördü. Ian Almond, “İki Din, Tek
Bayrak”ta bu uçurumun tarihte de-
falarca aşıldığını ve içinde Müslü-
manların bulunmadığı bir Avrupa
tarihinden bahsedilemeyeceğini yet-
kin bir araştırmayla ortaya koyuyor.
Ian Almond, çeşitli Müslüman-Hı-
ristiyan askeri ittifaklarını inceleyerek
iki tarafın da tarihi belleğinden silin-
miş işbirliği örneklerini ele alıyor.
�ki Din Tek Bayrak
Thomas Hobbes, insanın da do-
ğadaki diğer nesneler gibi sadece
madde ve hareketin kurallarına tabi
olduğu, din konusunun ise ancak ki-
şisel inanç meselesi olarak görülebi-
leceği görüşü nedeniyle ateist diye
damgalanmaktan korkmuş ancak bu
uğurda büyük bir fikir mücadelesine
girişmekten geri durmamıştır.
Hobbes uzmanı A.P. Martinich, bu
büyük düşünürün çağının siyasi ve top-
lumsal olayları içinde nasıl şekillen-
diğini ve yüzyılları aşarak günümüze
nasıl ulaştığını incelerken bir yan-
dan da zamanımızın kültürel, bilimsel,
siyasal ve felsefi temellerinin atıldığı
bir dönemin nabzını tutuyor.
Thomas Hobbes
Murat Yalç�n, Can Yay�nlar�, 106 s.
“Karanlıkta yol alan hikâye ka-
ranlıkta son bulur” demesi ne, Bor-
ges’in sevdalısı? Esin perileri kurşuna
dizilirken, kalemin kurşunlarında can
verirken. Gecenin sessizliği bozulunca
perdeleri açmak, ışığı kapamak iste-
miyorum. Güneşin doğuşundan bana
ne?”
“Hafif Metro Günleri”, anlatıcısı-
nın zihninde ayrıntı avına çıkmış bir
metin. “Tanımlanmayan” anlatıcıysa
yaşamı da, tüm anlatıları da bir gös-
tergeler kuyusu olarak görmeye baş-
lamış, bu nedenle çevresinde gördüğü
her şeyi durmaksızın yorumlayan, bu
yorumlardan sonuçlar çıkaran, öfkeli
ve alaycı bir kent gezgini.
Lale Erol Uluta�, Minval Yay�nevi, 288 s.
James Lovegrove, KassandraYay�nlar�, Çev: Selvi Ayd�n, 360 s.
Tahir Abac�,�karos Yay�nlar�, 232 s.
Raul Montanari,Sonsuz Kitap Yay�nlar�,
Çev: Güliz Akyüz Yold�r�m, 320s.
Ian Almond, Do�an Kitap, Çev: Gül Ça�al� Güven, 268 s.
Aloysius P. Martinich, �� Bankas� Kültür Yay�nlar�,
Çev: Ak�n Terzi, 460 s.
Emin Özdemir,Bilgi Yay�nevi, 376 s.
8 MART 2013 CUMA18 Aydınlık KİTAP YENİ ÇIKANLAR
Macera romanı ve polisiye roman de-
nildiğinde, Türk okuyucusunun hemen
yabancı yazarlara yöneldiğini söylersek
bu çok da yanlış olmaz. Ülkemizde bu
roman türü daha çok Amerikan ve
Fransız yazarların tekelinde varlığını
sürdürmekte. Öyle ki birçok genç ya-
yınevi, çeviri aksiyon ro-
manlarından oluşan geniş
bir yayın portföyüne sa-
hip.
Hâl böyleyken, Türk
edebiyatında bu işe soyu-
nan (ya da cesaret edebi-
len) bir yazar bulmak pek
kolay değil. Ben yine de bu
arayışımı içten içe sürdür-
müş ve geçtiğimiz hafta-
larda, genç yazarlarımız-
dan olduğunu gördüğüm
Cenk Kayakuş’un geçen
sene yayınlanan “Saplantı”
adlı romanına denk gelmiş-
tim. Eseri bitirmemin ardın-
dan söyleyebilirim ki yerli piyasamızda,
şaşaalı çeviri isimlerin gölgesinde kalan
güzel romanlar gerçekten de var. “Sap-
lantı”, dört yüz sayfanın üzerinde ol-
masına rağmen, kurgusu, anlatımı ve sü-
rükleyiciliği ile beklediğimden fazlasını
verdi bana.
YEN� JAMES BONDGeçtiğimiz hafta da, yazarın yeni çı-
kan bir romanı gözüme çarptı; “Kara Gü-
neş”. Kapağında yazan “Bir Hakan Geda
Macerası” ibaresi, “Saplantı” romanın-
da tanıştığım bu karakterin yeni bir James
Bond ya da Hercule Poirot olma yolun-
da hızla ilerlediğini gösteriyor aslında.
Cenk Kayakuş’un, eski bir özel bir-
lik askeri ve arkeolog olan karakteri Ha-
kan Geda, tarihi olaylarla ilişkili son de-
rece karmaşık durumların içinde kendini
bulmasıyla tam bir anti-kahraman as-
lında. Başına gelenlere rağmen güçlü ve
soğukkanlı duruşu, olayları çözüm ye-
teneği ve beklenmedik, çılgın kararlarıyla
tanıyoruz Hakan’ı iki romanda da. Kü-
für etmekten kaçınmayan ve zıpır ta-
vırlarıyla öne çıkan ortağı Semih ile bir-
birlerini son derece iyi tamamlıyorlar.
Hikâye, II. Dünya Savaşı dönemle-
rinden kesitlerle, günümüzle paralel
bir şekilde ilerliyor “Kara Güneş”te.
Hakan, İstanbul sokaklarında bir Neo-
Nazi örgütüyle kıyasıya savaşırken, bir
yandan da Almanların II. Dünya Sava-
şı’nda Yahudilere uyguladıkları insanlık
dışı politikanın bilinmeyen yönlerine
bir Yahudi gencinin gözünden bakma-
mızı sağlıyor. Bu yönüyle çok katmanlı
bir macera romanı diyebiliriz “Kara
Güneş” için. Üstelik roma-
nın sayfalarını çevirdikçe,
Nazilerin savaş boyunca
sürdürdükleri gizli araştır-
ma seyahatlerine, akıl dışı
genetik operasyonlara, vah-
şetin bin bir türlüsünün
yaşandığı toplama kamp-
larına ve “Thule” gibi mis-
tik bazı topluluklara kadar
bir sürü şeyle sarıp sar-
malanıyorsunuz. Konuyla
ilgili hayli araştırma ya-
pıldığı belli. Öte yanda
yazarın, yabancı mes-
lektaşlarının etkisinde
kaldığı bazı noktalar da
yok değil tabii. Bu durum yer yer, ka-
rakterlerin diyaloglarında kendini belli
ediyor. Sokak ağzından uzak konuşma-
lar biraz havada kalıyor sanki. Ama
kurgu öyle akıcı ki, yerel ağza pek uy-
mayan bu diyalogları fark etmeniz çok
zor diyebilirim. Öyle ki yazar, romanın
son bölümlerinde işin içine bir miktar bi-
limkurgu bile serpiştirmiş ve okuyucunun
zihnine imkânsızlık diye bir şey olmadı-
ğının tohumlarını bırakmış.
Yarattığı, gerçekle iç içe olan bu
kapsamlı evrenin farkında olan yazar, ki-
tabın sonuna okuyucuların kurguyla ger-
çeği ayırt etmelerini sağlayacak ve ro-
mandan öğrendiklerini de kuşkuya yer bı-
rakmayacak şekilde sağlamlaştıracak
birkaç sayfalık bir bölüm eklemiş. Bu dü-
şünceyi de ayrıca takdir ettiğimi söyle-
yebilirim, çünkü kitabı kapatmadan önce
nelerin gerçekten yaşanmış olduğunu
öğrenmek ve yazarın hayal dünyasını ya-
kından tanımak gerçekten iyi oluyor.
Son olarak macera tutkunlarına diyece-
ğim o ki, eğer Grange’dan ya da Harlan
Coben’den daha farklı bir tat arıyorsanız
ve dünyanın bir kez de bir Türk kahra-
manın ellerine emanet edilmesi gerekti-
ğini düşünüyorsanız, Cenk Kayakuş ve
“Kara Güneş” tam size göre.
AYŞEGÜL YILMAZ
Yasmina Khadra,K�rm�z� Kedi Yay�nevi,
Çev: Alev Özgüner, 152 s.
Do�u Bat� Mimesis
“Her acı bir gün anı olacak” di-
yor şair. Hayat gerçekten de inişle-
ri ve çıkışlarıyla uzun bir yolculuk.
Kendini çıkmazda hissettiği bir anda
bu sözü hatırlamak insana güç verir
kuşkusuz.
Hiçbir acının sonsuza dek sür-
mediğini bilmek içimizi rahatlatır.
Yine de bazen kendimizi öyle derin
bir karanlığın içinde buluruz ki söz-
ler işe yaramaz. Seçeneksiz olduğu-
muz duygusuna kapılırız. Sanki her
şeyin sonuna gelmişizdir.
İşte bu anlarda aslında seçenek-
siz olmadığımızı bize hatırlatacak bi-
rilerine ihtiyacımız olabilir.
Var Olmak Cesaret �ster
İstanbulun etnik yapısı üzerine
birçok çalışma yapılsa da bunların
yeterli olduğu söylenemez.
Bu eksikliği kısmen gidermeye
çalışan İstanbul’un 72 Milleti, on bin
yılı aşan tarihi ile dünyanın en eski
kent yerleşimlerinden biri olan İs-
tanbulda yaşamış, yaşayan, bir şe-
kilde temas etmiş ulusları, halkları,
kavimleri dinsel ve etnik grupları kı-
saca size tanıtmayı; onların köken-
lerini, tarihlerini, yaşama biçimle-
rini, dinlerini, dillerini, kültürlerini
kitabın boyutları ölçüsünde ele alır-
ken yeni araştırmacılara da kapıyı
aralamayı hedefliyor.
�stanbul’un 72 Milleti
Taliban yönetimi altındaki Kâ-
bil’de, savaşların ve baskının kol gezdiği
sokaklarda, sadece binalar değil ya-
şantılar da yıkıntıların altında kalmış:
Bir zamanların refahı içinde ve modern
koşullarında yaşamaya alışmış burjuva
bir çift ve Taliban’ın hizmetinde ölüm
servis eden bir zindancıyla biçare eşi...
Dört unutulmaz karakterin karanlıktan
çıkmak için aşkın aydınlığına sığınma
çabası... Kadınların dar alanlara sıkış-
tırılmaya çalışıldığı koşullarda özgürlük
için nasıl uğraştıklarının mucizevi an-
latısı... “Kâbil’in Kırlangıçları”, kitap-
ları 34 dile çevrilen ödüllü yazar Yas-
mina Khadra’nın, Afgan toplumunun
açmazlarını kaleme aldığı bir labirent.
Kabil’in K�rlang�çlar�
Kader Konuk, Metis Yay�nlar�,Çev: Can Evren, 320 s.
Kader Konuk, kışkırtıcı bir sav or-
taya atıyor: Modern Türk kimliğinin
yalnızca Kemalist kadrolar tarafından
kurulmadığını, Nazi zulmünden kaçıp
ülkeye gelen Alman-Yahudi sığın-
macıların bu kimliğin inşasında önem-
li bir rol oynadığını öne sürüyor.
Mimesis’in Türkiye’nin hümanist
reform hareketini bir tür kültürel
mimesis çerçevesinde anlamamızı
sağlayacak. Edebiyat eleştirisi kav-
ramlarını verimli ve yaratıcı bir bi-
çimde kullanarak Türkiye’nin kültü-
rel tarihini kavramamızı sağlayan bu
kitap, Doğu-Batı ilişkilerine dair in-
celemelere de yepyeni bir yaklaşım
getiriyor.
A.Kadir Özer, Remzi Kitabevi, 216 s.
Hasan Öztoprak,Kafekültür, 256 s.
8 MART 2013 CUMA 19Aydınlık KİTAPYENİ ÇIKANLAR
Hollywood filmleri yap�mc�lar� ve Amerikal�romanc�lar, bu yetenek sadece kendi
ellerindeymi� gibi davran�yorlar. Peki ya birTürk bunu yapamaz m�?
Bir Türk dünyayıkurtarabilir mi?
Saplant�Cenk Kayaku�
Alt�n Bilek Yay�nlar�, 431 s.
8 MART 2013 CUMA20 Aydınlık KİTAP ÇOCUK-GENÇ
Son yıllarda çeşitli kurum ve kuru-
luşların ve okulların kitap okuma alış-
kanlığını artırmak amacıyla yaptığı ya-
rışmalar dikkat çekiyor. Bu Yayınevi
de “kitaplar okunsun, öğrenciler oku-
sun” diye kitap okuma yarışması dü-
zenliyor.
Yayınevi, toplum olarak çocukları-
mıza kitap okuma alışkanlığı kazandı-
ramadığımızı belirterek okuduğunu
anlamayan bireyler yarattığımızı söylü-
yor. Son yılın Türkçe sınavlarında so-
rulan 40 soruya ortalama 17 civarında
doğru yanıt verildiğini gözler önüne
seren yayınevi, çocuklarımızın sade-
ce boş zamanlarında değil, her za-
man, her yerde kitap okuyan bireyler
olması gerektiğini ifade ediyor. Başa-
rının ancak o zaman gerçekleşebile-
ceğini vurguluyor.
Kısaca amaç, doğal, yaşama dair
bir sınava hazırlık ve öğrencilere an-
layarak soru çözme becerisi kazandır-
mak. Bu doğru sözlere ne diyelim!
Yayınevi kolları sıvamış. 2. sınıftan
8. sınıf kadar Türkçe derslerinde işle-
nen temalara göre kitaplar belirlemiş:
2. SINIF Salkım Söğütteki Orkestra (Nermin Şenol Kalyoncu)
Şarkı Söyleyen Kayalar (Zeliha Akçagüner)
Kuşlar Ölmesin (Aziz Sivaslıoğlu)
Saksı ile Çekirdek
(Hamdullah Kö-
seoğlu)
Bilge Köstebek 1(Funda Bahçeci)
3. SINIFSonsuzluk Sirki(Hande
Barutçuoğlu)
Mavi Top (Pürnur
Soğangöz)
Yaramaz Kiko (Nazire Kutsal)
Kardan Çocuk Küçük Kara Köpek
(İsmet Kür)
Babil’in AsmaBahçeleri (Yasemin
Yücesoy
Gündoğan)
4. SINIFGülün İçindekiSes (Tülin Tan-
kut)
Elveda Kumru(Mustafa Tuncel)
Büyükada’nın Küçük Dedektifleri(Ayşegül Çetiner)
İskenderiye Feneri (Yasemin Yücesoy Gündoğan)
Güneşin Anahtarı 1 (Ayşe Yamaç)
5. SINIFBaşrol Benim Olsa
(Zeynep Oktuğ)
Ver Elini Avrupa (Tülin Tankut)
Güneş Gezegeni Serisi 1 (Meltem Erinçmen Kanoğ-
lu)
Teşekkür Ederiz Atam Ses-sizce (Melike Funda Kaynak)
Burcu’nun Öyküleri (Mehmet Erdoğan)
6.SINIFBisikletliler (İncila Çalışkan)
Eşeğin Keyfi Yerinde (Tülin Tankut)
Ormandaki Tehlike (Mahmut Tunaboylu)
Takım Ruhu (Ülker Kurtcan)
Bir Mutsuz Kaplumbağa (Ayşegül Aktürk)
7. SINIFYaz Gülü (Ayşegül Ya-
maç)
Nilüfer Diye Bir Kız (Meral Babacan Erbil)
Tomris (Nazire Kutsal)
Yalı Çapkını Çobanaldatanı Arıyor(Zeliha Akçagüner)
Ana Tanrıça (Mehmet Erdoğan)
8. SINIFMihrican’ın Vurduğu (Ayşe Yamaç)
Kardelen (Hamdullah Köseoğlu)
Dönüm Noktası (Gözde Kerman)
Mesajımı Bekle (Filiz Tosyalı)
Suda Kurudu Kökler Mustafa Tuncel)
Uygulama nasıl mı ger-
çekleşecek? Öncelikle her
sınıf için belirlenmiş olan
bu cıvıl cıvıl kitapları tüm öğrenciler
alacak. Belli bir sırayla, mantıklı bir
zaman dilimine yayılmış bu güzel ki-
tapları özümseye özümseye okuyacak.
Bir ders saatinde yayınevi tarafından
hazırlanan en az 40 adet çoktan seç-
meli paragraf sorusuyla öğretmen ta-
rafından değerlendirme yapılacak. Sı-
navda verilen optik form ve kitapçıkla-
ra öğrenciler soruları yanıtlayacak ve
formlar, öğretmen ya da okul müdürü
tarafından yayınevine ulaştırılacak. En
sonunda sonuçlar Bu Yayınla-
rı tarafından değerlendirile-
rek okula bildirilecek. İşte bu
kadar.
Ödülleri merak ettiğiniz
duyar gibiyim. Değerlendirme
sonunda okul genelinde 2,3 ve
4 ile 5,6,7. ve 8. sınıflar arasın-
da en yüksek puanı alan her iki
gruptan 3 öğrenci yayınevinin
sürpriz armağanlarıyla ödül-
lendirilecek.
Ne duruyorsunuz? Bu Yayınları
“Biz rengârenk, içi dopdolu kitaplar
bastık; siz de okuyun,” diyor.
Haydi çocuklarkitap okuma yarışmasına!
Kelebe�ini Arayan Ay�e
Ayşe, kelebeğini bulmak için uzun bir yolculuğa
çıkıyor. Meraklı gezginlerimiz bu sefer de Ayşe ile
dünyanın dört bir yanına seyahat edecekler!
Henüz bir tırtılken tanıştığımız, sonra pencereleri
açıp özgürlüğünü bulan kelebeğimiz serinin üçüncü
kitabında kayıplara karışmıştır. Onu arayıp bulmak
Ayşe’ye düşer. Kelebeğinin başına bir şey gelmesin
diye endişelenen Ayşe, dürbününü alıp kelebeğini ara-
maya başlar.
“Meraklı Gezginler Serisi”nin üçüncü kitabında
Ayşe ile önce çöllere gidip develerle konuşuyor, son-
ra okyanusların altına bakıyoruz; buz gibi kutuplar-
da gezdikten sonra da yemyeşil yağmur ormanların-
da buluyoruz kendimizi. Yana açılan sayfalarla dört
farklı dürbünden bakarak, birbirinden renkli hay-
vanlar ve bitkilerle tanışıyoruz.
Kral Lear ve Othello
Shakespeare yüzyıllar boyunca etkiledi dün-
ya sanatını. Ne mutlu ki artık çocuklar da okuyacak
bu ölümsüz eserleri. Küçük yaşta öğrenecekler na-
sıl olurmuş bir edebiyat şaheseri...
“Kral Lear”, kızlarına düşkünlüğü ile bilinirdi.
Bir gün canı övülmek istedi. Kendisini en çok se-
ven kızına mirasından en büyük payı verecek-
ti. Büyük ve ortanca kız, büyük büyük sözlerle
sevgilerini dile getirdi. Küçük kızın sözleri ise
kralı hiç de memnun etmedi. Sevgide sözler mi,
yoksa yaşananlar mı önemliydi?
“Othello”, bir Venedik soylusunun kızına kaptırdı kalbini. Kız da onu se-
vince, iki genç herkesten gizli evlendi. İlk görüşte aşktı hissettikleri... Peki, iyi
tanıyorlar mıydı birbirlerini? Yalanlar, iftiralar karşısında koruyabilecekler mi
sevgilerini?
William Shakespeare, Çizmeli Kedi Yay�nlar�, Çev: Esin Çiftçi Birincibubar, 64 s.
Tülin Koziko�lu,Redhouse
Yay�nlar�, 48 s.
Görülmemiş bir şişinmeyle söylediği
söz, kim söylerse söylesin, sahibine ayak-
larını basacağı toprak bırakmıyor: “Biz her
türlü milliyetçiliği ayaklarının altına almış
bir iktidarız.”
Dilden düşürmediği Mehmet Âkif,
daha “memleketi pazarlama” girişimi sı-
rasında kulaklarını çınlatarak onu uyar-
mıştı: “Bastığın yerleri toprak diyerek geç-
me, tanı! / Düşün altındaki binlerce ke-
fensiz yatanı. / Sen şehîd oğlusun, incit-
me yazıktır atanı / Verme, dünyaları alsan
da bu cennet vatanı.”
Necmettin Halil Onan, “minareler
süngümüz” dediği günden beri her aya-
ğını kaldırışında ona yalvar yakar oldu:
“Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın / Bu
toprak bir devrin battığı yerdir. / Eğil de
kulak ver, bu sessiz yığın / Bir vatan kal-
binin attığı yerdir.”
DAHA K�MLER YOK K�En güzellerini, “Dört nala gelip uzak
Asya’dan / Akdeniz’e bir kısrak başı gibi
uzanan / bu memleket bizim” encamıyla
Nâzım Hikmet söyledi ki, Namık Ke-
mal’den Yahya Kemal’e, kime dönse ne
şiirler kulağına küpe olur. Hele şu beyit:
“Ölmek kaderde var, bize ürküntü ver-
miyor; / Lâkin vatandan ayrılışın ıstırâbı
zor.”
Nâzım şöyle diyor bu dizelerin şairi
için: “Büyük bir Türk şairi, Türk şiirine o
devir için yeni bir şiir dili ve anlayışı ge-
tiren Yahya Kemal [...] teknik bakımından,
Türk diline yaptığı hizmet bakımından fi-
lan hakikaten usta şairdir. ... Hocalarım-
dandı da. Hem de çok şey öğrendiğim ho-
calarımdan... Yahya Kemal gençliğimdi bi-
raz da. Büyük şair, usta...”
Milliyetçiliği, millî zevk, millî his, mil-
lî ruh, millî görüş laflarını yaldızlı cüm-
lelerle dilinden düşürmeyenlerin gerçek
yurtseverlik söz konusu olduğunda nice
bezirgânlığına tanık olan Tanpınar vur-
gulamaktan kendini alamamıştı: “Asıl
milliyetçi Yahya Kemal’le benim.”
Mithat Cemal Kuntay, milliyetçiliğini
maddeci ve hümanist bir içerikle tek di-
zede ölümsüzleştirdi: “Vatan için ölmek
de var fakat borcun yaşamaktır.” Nâzım,
Şinasi’nin Fikret’le sürüp gelen, “Vatanım
rû-yi zemîn, milletim nev-i beşer” dizesini
içselleştirmiş bir şair olarak bu borcu da
evrensel ölçülerle tanımlamış, Türklerin
ulusal gururuna engin ufuklar açmıştı:
“Büyük Türk halkı nasıl bugün dünya
halkları gibi yaratıcıdır ve nasıl sevilme-
ye, hayran olunmaya değer ve uğrunda ge-
bermek en ehemmiyetsiz iştir. Çalışmak
lazım, yaşamak ve çalışmak ve dövüş-
mek...”
Bütün bu vurgulardaki modern ulus
ve yurt anlayışına, “Bir gün gelecek ki yeni
bir Türklük, yeni bir Türk ruhu ta karşı-
dan seçilecek.” cümlesinde işaret eden
Yahya Kemal, ulus cellatlarını “Yeni
Türk Ruhu” yazısında mahkûm etmişti:
“ESK� TÜRK RUHU NASILDIR?”Yahya Kemal, önce, Türklük deyince
akıllarına Osmanlılık gelenlerin kafasın-
da yer etmiş olanı, “Türklerin eski
ruhu”nu sergiliyor: “... felsefede: Allah’a
hudutsuz tevekkülüyle, dünyadan bez-
ginliğiyle, uhrevî zevkleriyle, faniliğe ka-
naatiyle, bekada yeşil ve sulak bir cennet
tesellisiyle; sonra şiirde: kâh derin bir ser-
mestlikle, kâh ince nüktelerle, eski Şark
kumaşları gibi zengin bir şîveyle, gergin
vezinler ve mükerrer kafiyelerle; sonra mi-
marîde: Minareler, kubbeler, şadırvanlar,
sebiller, hamamlarla; sonra kıyafette:
Yüksek destardan yassı pabuca kadar bol
ve ipekli kisvelerle; sonra ulûmda: Metin
bir anane-perestlikle, kelli felli bir bela-
gat-füruşlukla [söz tüccarı], geniş bir kır-
kambar azametiyle; sonra şevk ü tarabda
[eğlence]: Ağyârın giremediği kapalı bir
meclisin hür neşesiyle, içki ile ikiz doğmuş
bir musıkiyle, zil ve raksın nihayete erdi-
remediği gecelerle; sonra âdâpta, ahlak-
ta, yaşayışta: küçükten büyüğe mütesel-
sil bir hürmetle diz çöktüren, el öptüren,
ağız açtırmaksızın dinleten bir tevazu
ile, hatır-nevazlık [gözetme] ve kadirşi-
naslık, irsî bir ağırbaşlılıkla; hâsılı bütün
bundan mürekkep bir manzara olarak gö-
rünür. İşte onlara göre Türklük ruhu bu
manzaradır.”
“YEN� B�R TÜRK RUHU VAR MI?”
Şair, yazının ilerleyen dilimlerinde,
Balkan, Çanakkale, Sarıkamış faciaları-
nın yıkmak şöyle dursun, İstiklâl Har-
bi’ne uladığı direnci ve Kemallerin taşı-
dığı ateşten yeni ruhu betimliyor: “Ben
bu satırlarda, ‘Yeni Türk ruhu’ derken,
Namık Kemal’den Mustafa Kemal’e ka-
dar, elli senelik bir hadiseyi görüyo-
rum: Bir hadise ki edebî bir coşkunluk-
ken yavaş yavaş sârî bir aşk olmuş, ıstı-
raplı ve uzun bir macera, müphem bir in-
kılap olmuş, en sonra büsbütün belire-
rek mukaddes bir facia olmuş.”
Tanzimat Edebiyatı yazar, şair ve
düşünürlerinin kaleminde beliren bu
ruhu “yoğuran iki sima”yı ise özellikle
vurgular: “Tevfik Fikret ve Halit Ziya.
Türk teceddüdü bunların elinde bariz bir
şekil alır. O kadar ki, âlemlerine giren in-
san, maziyi silinmiş bir ufuk halinde
görür. Millî zevke, millî hisse, millî ruha
karşı bîgânelikle itham edilen bu iki
büyük adamın gördükleri işi henüz nâ-
fiz [etkili] bir nazarla tefrik edemiyoruz.
Fakat ileride Türk teceddüdünü tahlil
edecek olan münekkitler ve müverrihler,
bu iki adamı bizden çok farklı bir nazarla
görecekler.”
Sonra bir büyük yapıtı çeyrek yüzyıl
önceden haber verir: “Yeni Türk ruhu bir
mevzudur ki, bir ehlinin eline düşse, yeni
Türk edebiyatının en güzel eseri olur.”
Bu eser, modern şiirin yatağını düzyazı-
ya taşıran devasa tasarımın romana açıl-
dığı “Memleketimden İnsan Manzara-
ları”dır.
BOYNU D�K, V�CDANI ÖZGÜRNâzım, yeni ruhun dil mimarı Yahya
Kemal’in bayraklaştırdığı Tevfik Fik-
ret’in farkındadır çünkü: “Türk şiirine
Avrupalı insanı ilk getiren odur, insanı
veren en uygun şekillerin Türk şiirine gir-
mesi onunla başlar.” “Rübâb-ı Şikes-
te”nin (Kırık Saz) sunuş dörtlüğünden al-
dığı şu iki dizeyi, sırasını değiştirerek an-
ması da bundandır: “İnhina tavk-ı esa-
retten girandır boynuma / Kendi cevvim,
kendi eflâkimde kendim tâirim”. Dört-
lüğün tümü, günümüz Türkçesiyle şöy-
ledir: “Kimseden yardım ummam, kol
kanat dilenmem, / Kendi gök boşlu-
ğumda, kendi göklerimde kendim uça-
rım; / Eğilmek tutsaklık boyunduru-
ğundan ağırdır boynuma; / Düşüncesi öz-
gür, bilgisi özgür, vicdanı özgür bir şai-
rim.” (diliçi çeviri: Asım Bezirci)
Tanpınar, mayasını Yahya Kemal’in
kattığı yeni ruhun romanda hal hamur
oluşuna yalın bir işaret koyar: “Halit Ziya
ile biz birçok şey gördük, bazı nüansla-
rın farkına vardık. Eseri içinde birkaç kü-
çük parça, dikkatini hayata toplayınca ne-
relere varabileceğini gösterir. Roman sa-
natında, en azından bile olsa, ‘beşerî’ de-
diğimiz değere onunla eriştiğimizi unut-
mamalıyız.”
Tarih diyor ki: Şimdi hangi densiz,
ayaklar altına almış olabilir ki bunları?
Basamaz; ateş var ayaklarının altında...
Üstad boşuna söylememiş: “Ölmek
değildir ömrümüzün en fecî işi, / Müşkül
budur ki ölmeden evvel ölür kişi.”
8 MART 2013 CUMA 21Aydınlık KİTAPARAKABLO
“Bir gün gelecek ki yeni bir Türklük, yeni bir Türk ruhu ta kar��dan seçilecek.” diyen Yahya Kemal ulus cellatlar�n� yüz y�l önce mahkûm etmi�ti
Ateş var ayaklarının altında
SEYYİT NEZİ[email protected]
Yahya Kemal Beyatlı
Soldan sa€a1. Resimdeki yazar - Saç› olmayan
2. Kuruntuya düflürme - Yabanc› -
‹lk say› - Verme, ödeme
3. Suçsuz, günahs›z - Toparlak ke-
mik ucu - Dökme demir - Alamet,
niflan
4. Lantan'›n simgesi - Delil veya
tan›k göstererek bir fleyin
do€rulu€unu ortaya ç›kartma - Yar›m
kilograml›k bir a€›rl›k ölçüsü birimi
5. Tavlada “üç” say›s› - Hitit - Kü-
çük çocuk - Evcil bir geyik türü
6. Eski Çin felsefesinde, evrenin
birli€ini sa€layan düzen ilkesi -
Ayr›t›larla ilgili, ayr›nt› niteli€inde
olan - Tavlada “iki” say›s›
7. Bir ifli, bir görevi yerine getirme
- Fas'ta bir ›rmak - ‹slam hukuku ile
ilgili bir sorunun dini hukuk kural-
lar›na göre çözümünü aç›klayan,
müftü taraf›ndan verilen belge
8. Üstün nitelikli ya da üstün ye-
tenekli - Saz›n en kal›n teli ya da ki-
rifli - Gezegenimizin uydusu
9. Bir ifli yapmaya haz›r - ‹sim
10. Piflirilerek haz›rlanm›fl yemek
- Çöl - Tantal'›n simgesi - Kutsal
say›lan bir fley üzerine kutsal say›lan
bir varl›k tan›k gösterilerek verilen
söz, edilen yemin
11. Çimen - K›sa, düz ve ensiz k›l›ç
- Japon pirinç rak›s›
12. “... Ayhan” (flair) - Avuç içi -
‹nan›l›r, güvenilir - Baryum'un sim-
gesi
13. Padiflah ya da vezir kavuk-
lar›nda bulunan tül ya da püskül bi-
çimindeki sorguç -”... Gündüz Kut-
bay” (ney üstad›) - Afl›r› dereceye va-
ran al›flkanl›klar
14. Belli bir anlam› olan iz, iflaret
- Parlak, saydam k›rm›z› renkte
de€erli bir tafl - Müslüman olma-
yanlar, kafirler
15.( BURASI TEK‹N … ) Re-
simdeki yazar›n bir eseri - Katma
De€er Vergisi (k›sa)
Yukar›dan afla€›ya1. ‹fllemelerde kullan›lan, gümüfl
görünümünde parlak s›rma ya da
metal tel iplik - Sebep - Divit, yaz›
hokkas› - Terbiyum'un simgesi
2. Bir iflin istekliler aras›ndan en el-
veriflli teklifi yapan kimseye veril-
mesi - Foto€raf çekiminde ›fl›k yeterli
olmad›€›nda bir görüntüyü net almak
için kullan›lan çok k›sa süreli ve güç-
lü par›lt› - Kobalt'›n simgesi
3. ABD Havac›l›k ve Uzay Daire-
si - Yemek, yiyecek - ‹fllemeli, büyük
boyutlu mendil
4. Koflucu devekuflu - Sümerler'de
su tanr›s› - Dul kalan kad›n›n sada-
katini göstermek üzere kendini kur-
ban etmesi fleklinde bir Hindu gele-
ne€i - Japonya'da buda rahibesi
5. Hücre bölünmesi - Beyin
6. Bir nota - Bir nota - Bunama, bu-
nakl›k - Su k›y›s›nda yap›lm›fl büyük,
görkemli ev
7. Lamba karpuzu - Fas'›n plakas›
- Bir binek hayvan›
8. Paraguay çay› - Bir ‹ngiliz biras›
9. Niyobyum'un simgesi - Genel-
likle uluslararas› karayolu
tafl›mac›l›€›nda kullan›lan büyük kam-
yon - Çekoslovakya halk›ndan olan
10. ‹nce urgan - Çok eski ve bilin-
meyen bir tarihi anlatan bir söz - Ak-
deniz bitki örtüsü
11. Ortasulardaki küçük kabuklu-
lar›n yo€un hayvan planktonlar›yla
oluflturdu€u popülasyon - Bir nota -
‹syankar - Genifllik
12. ‹lgi eki - Bir damla gözyafl› -
Haflin, kaba
13. Lityum'un simgesi - Kesintisiz
para - Anadolu'da kullan›lan bir döv-
me türü - Arnavutluk'un para birimi
14. Dikiflte kullan›lan pamuk ipli€i
- Voltamper (k›sa) - Savafl, mücade-
le
15. Resimdeki yazar›n bir eseri -
Alaz, yal›m
BULMACA
ALINTI-TEST
8 MART 2013 CUMA22 Aydınlık KİTAP
Dostum, senin mantık yürütme biçimin fikirlerinkadar yanlış. Lütfen biraz daha doğru dayanaklarlakonuş ya da bırak şurada huzur içinde öleyim. Ya-ratıcı sözünden ne anlıyorsun sen, bozulmuş doğaderken ne demek istiyorsun?
a)
b)
c)
d)
e)
Spinoza - Ethica
Paul Ricoeur - Hafıza, Tarih, Unutuş
Herman Hesse - Boncuk Oyunu
Philippe Djian - Erojen Bölge
Marquis de Sade -
a)
b)
c)
d)
e)
Bella Habip - Kuram ile Klinik Buluşunca
Eugenio Borgna - Ruhun Yalnızlığı
Taylan Altuğ - Son Bakışta Sanat
Pascal Bonitzer - Bakış ve Ses
Paul Ricoeur - Yoruma Dair Freud ve Felsefe
a)
b)
c)
d)
e)
Georges Perec - Paralı Asker
Jonathan Franzen - Özgürlük
Tom Robbins - Parfümün Dansı
Elliot Engel - Oscar Nasıl Wilde Oldu
Elias Canetti - Soylu Sınıfın Sonbaharı
Bu haftan�n do�ru yan�tlar�: 1-(e) 2-(b) 3-(c)
GE
ÇE
N H
AFTA
NIN
ÇÖ
ZÜ
MÜ
GE
ÇE
N H
AFTA
NIN
ÇÖ
ZÜ
MÜ
1Tecrit şeklinde olmayan yalnızlık, hayatın mihenktaşlarından biridir ve her yalnızlık deneyiminin, ken-disine has zamansal bir açılımı vardır: Bu yalnızlıkherhalükarda gelecek zamana, istikbale, bekleyiş-lere ve umuda açıktır.
2Pancardan almamız gereken esas ders şudur:
İnsan, yanağındaki ilahi renge, içindeki doğal pem-peliğe sarılmalı; yoksa kahverengiye dönüşür. Kah-verengi olmak da, insanın masmavi keskinliğininresmidir. Çivit kadar mavi. Onun da ne anlama gel-diğini bilirsiniz.Çivit. Çivitiyor. Çivitti.
3Okuyaca��n�z bölümler hangi yazar�n hangi kitab�ndan al�nt�lanm��t�r?
Can Çekişen Ateist ile Papazın Konuşması