kitap aydınlık okura geÇen ulaŞtik bu daha başlangıç · rıda kesilen yaşar nuri Öztürk...
TRANSCRIPT
Aydınlık21 Haziran2013 Cuma
Yıl: 2 Sayı: 69
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidirKITA P.
Bu daha başlangıçHıfzı Topuz
Ahmet CemalAtaol Behramoğlu
Behiç AkCüneyt ÜlseverFeridun AndaçHakan GündayHüseyin Haydar
İnci Aral Leyla Erbil
Mustafa KözMuzaffer İzgü
Öner CiravoğluPınar Kür
Tarık Günerselve Yücel Erten’denGezi Parkı notları
GEÇEN HAFTA
OKURAULAŞTIK
88.273
21 HAZ�RAN 2013 CUMA 3Aydınlık KİTAP
İÇİNDEKİLER
Özdemir İnce s. 4
Sadece güç değil, daha fazla hakimiyet! s. 5
s. 6
Yatcaz kalkcaz sevişcez s. 7
s. 8-9
s. 10
s. 11
Bu dünyadan bir Kafka geçmiş! s. 16-17
Yeni çıkanlar s. 18-19
Çocuk-Genç s. 20
Yalnız(ca) s. 21
Düşmeden Koşabilme’nin sırrı s. 22
Sadece karanlığa mektuplar! s. 23
Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu/ İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04
Faks: 0212 252 51 22
Genel Müdür YardımcısıSaynur Okuroğlu
[email protected] Müdürü
Kamile Karakadı[email protected]
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
SahibiAnadolum Gazetecilik Basım Yayın
San. ve Tic. A.Ş. Genel Müdür Yalçın Büyükdağlı
Genel Yayın YönetmeniMustafa İlker Yücel
Sorumlu MüdürMehmet BozkurtTüzel Kişi Temsilcisi
Metin Aktaş
Aydınlık
KITA P.
Sayfa Sekreteri Alev Özgenç
Editör Pınar Akkoç[email protected]
Yazıişleri İrem Halıç, Cenk Özdağ
Yazıişleri Müdürü Damla Yazıcı[email protected]
Yayın Yönetmeni Haldun Çubukç[email protected]
Bu daha başlangıç
Reklam Servisi
KAPAK: Güzel günler görüyoruz
Gökkuşağının hangi rengini
reddetmek elimizde?
Her yer Taksim, tüm Türkiye
tek meydan, istifa et Başbakan
Aydında halk isyanları
ve efe cumhuriyetleri
MEDYA: Bugünlerde
birinci gücün bir diğer adı
HALDUN ÇUBUKÇU
Türkiye’nin Haziran Ayaklanması’nda zulme
karşı başkaldırmış kitlelerinin her yerde attığı slo-
ganlardan biriydi: “Bu daha başlangıç, müca-
deleye devam...”
Bunu Türkiye’nin aydın birikimi, edebi-
yatçıları da netlikle saptadı. Ulaşabildiğimiz-
den düşüncelerini aldık. Bu hafta ve gelecek
hafta sayfalarımızda okuyacaksınız.
Hepsine gönülden teşekkürlerimizle.
***
Türk basınının ve düşünce yaşamının anıt-
sal adlarından İlhan Selçuk’u 21 Haziran 2010’da
yitirmiştik. Onu 12 Eylül zorbalarına karşı yaz-
dığı 21 Ekim 1982 tarihli Cumhuriyet’teki nefis
bir yazısıyla anıyoruz.
Eskiden Anadolu’nun yoksul kasabalarınailkyazla birlikte gezginci cambazların akını baş-lardı.
O dönemlerde ne sinema yaygındı ne detelevizyon vardı. Gezginci tiyatro kumpanya-ları bile büyükçe kasabaları yeğler; köy azma-nı ilçelere uğramazlardı.
Cambazlar alçak gönüllüydüler; her yerdegösteri yaparlardı. Soğuk kış gecelerini pi-nekleyerek geçiren, güneşsiz günleri saya sayabitiremeyen kasaba halkı için cambaz, yeşerendoğayla birlikte yazın habercisi sayılırdı. Ka-sabaya gelen cambaz kumpanyanm reklâmı-nı yapmak için iki insan boyunda tahta ayak-lar takar, üstüne upuzun bir kırmızı pantolongeçirir, eline bir boru alıp sokak sokak dolaş-maya başlardı. Çocuklar cambazın ardında gü-rültülü çığlıkları ve dinmeyen gülüşmeleriylesevinçli bir kalabalık oluştururlardı.
•Çocukken ben de cambazları çok severdim.Kimsenin yapamadıklarını yapan kişilerdi
onlar.İp üstünde yürümek olağanüstü bir iş de-
ğil miydi? Numaralar yapan cambaza ağzı açıkbakar; çadırların çevresinde dolanırdım. Hiçunutmam, aksaçlı bir cambazdan duyduğumözdeyişi:
— Cambaz gevşek ipte yürüyemez.Kulağıma küpe oldu bu söz.Cambazın sermayesi neydi? İki uzun ka-
zıkla bir gergin ip, bir de kocaman sopa...İp gergin olmalıydı. Kazıklar derine çakıl-
malıydı. Sopa elde bulunacaktı.İple kazık, kazıkla sopa arasında ilginç bir
bağıntı vardı. Kazıklar ne denli derine kakılırsaip o ölçüde gerilebilirdi; ipin gerilimiyle elde-ki sopa cambazda bir güvence duygusu yara-tıyordu.
Ama cambaz olağanüstü numaralarınıtek başına yapmıyordu. Yardakçıları yardım-cıları vardı. Kimi cambaz kumpanyasında bircazbant davulu, bir klarnet bile bulunurdu.Cambaz ip üstünde yürürken coşku vericimüzik izleyicileri etkileyebilirdi.
Herkes cambaza bakarken kimi yankesi-ciler halkın arasında dolaşıp para çarpmaya ça-lışırlar, cambazın yardımcıları da para topla-maya çıkarlardı.
Cambaz, belki on bin kez yaptığı bir nu-marayı ip üstünde yinelerken gerilim yaratmakiçin arada sırada aşağıya düşer gibi tökezler-di. Herkesin yüreği ağzına gelirdi.
•Aradan yıllar geçti. Aksaçlı, şişkin pazılı, be-
yaz atlet fanilalı ip cambazının özdeyişiniunutmadım:
— Cambaz gevşek ipte yürüyemez.İpler, kazıklar, sopalar cambazın sabit ser-
mayesiydiler; gerilim işletme sermayesini oluş-turuyordu. Cambazın numaraları birbirinebenzese de tekdüze olsa da izleyiciler ağzı açıkbakıyorlardı. Kimi zaman halk arasından birisiçıkıp olayın püf noktasını açıklamaya kalkar-sa, yanıt hazırdı:
— Aldırma cambaza bak:Cambaz, ya yüksek ipin üstünde bir ileri bir
geri gidiyordu; ya da tahta ayaklarının üstün-de yükseliyordu; ama ayaklarını toprağa bas-tığı zaman senin benim gibi bir kimse oluve-riyordu.
•Ben cambazları severim, çocukluğumdan
bu yana nice cambaz gördüm; bilirim ki necambaz hep ip üstünde kalabilir; ne de ip hepgergin durabilir; her cambaz eninde sonundaayaklarını toprağa basacaktır.
İLHAN SELÇUK
İp cambazı gevşek ipte yürüyemez...
s. 12-13
s. 14-15
21 HAZ�RAN 2013 CUMA4 Aydınlık KİTAP
Kaçık Bilge’nin Gözlemleri, VIII.Köylüler! Yıldızları saat olarak kullanırlar, yıldızlara bakıp yola çıkarlar.
Ben yıldızlara bakarakhiç zamanında varamadım hiçbir yereyeniyetmeliğimde, güvenemedim kendime,
geç kalmamak için hep erken gittimvarmam gereken menzile.
Tıpkı tren istasyonuna köydenbir gün önce giden Rus köylüler gibiSovyet Devrimi’nden önce.
Tohumu ekip kış uykusuna dalar köylüler,yüksek fırını tarla sanırlar sanayideocağı kömürle doldurup uykuya yatarlar önünde.
Devrim kurşuna dizmiştir bu köylüleribu yüzden, sabotajcı niyetine.
Ama işçi-köylü ne bilsin ki saati…***
Soğuk gözlerle bakar GletkinRoubachof’a bir ünlü romanda2,
“Size ilk saatinizi ne zaman verdiler?” diye sorar,“Sekiz ya da dokuz yaşımda” diye yanıtlar Roubachof,
“Ben bir saatte 60 dakika olduğunuöğrendiğimde 16 yaşındaydım” der Gletkin.Saati öğrenmeden işçi olamaz köylü arkadaş!
Bir saatin 60 dakika olduğunu ben fakiryedi yaşında öğrendim ilkokul birinci sınıftazembereği, akrep ile yelkovanı,
güneş saatini de öğrendim duvarda.
İlk saatimi 27 yaşında taktım kolumaSeul olimpiyatları yılında,Seiko sporsmatic, kendi kendine kurulurdu
kolun hareketiyle, sol kolumda.
Saat ve radyo yoktu bizim evde,saat olarak kullanırdık fabrikanın kampanasını,işçileri uyandırıcılar uyandırırdı
mahalle mahalle, sokak sokak, kapı kapı!
Bütün mahalleyi inletirdi komşunun radyosu.
Şimdi kalkmış “Her şeyi ben yaptım!” diyorRTE marka adlı, elmas saatli, nankör Başbakan.
Peki ne yaptı, ne yaptı peki,vardiya saatlerinde köylü-işçileri uyandıran uyandırıcılar?
Köylüden işçiyi Cumhuriyet yarattı!
1- “Uzaktan Daha Uzak Yakından Daha Yakın” adlı yenikitaptan
2- Arthur Koestler, Le Zero el I’nfini (Darkness atNoon) Livre de Peche s. 238
Kaçık Bilge’nin Görüleri, XI.Ölmek kolay, kolay olmasına kolay dabir daha Gürlevik’i3 göremeyeceğimDalda Bir Elması yiyemeyeceğim bizim Efrenk’te.4
Ölmek kolay da hiçbir anlamı yok ölmeninherkes eceliyle ölürken benim yaşımda.
Recep Tayyip Bey de ölecek ama sakın ölmesinölümün kendinde hiçbir anlamı kalmaz o zaman.
Ah! Öteki dünyada da bana rahat yok!
Yannis Ritsos öldü beni bekliyor öteki dünyadaAllen Ginsberg öldü Tahtalı Köy’de beni bekliyoruzun bir sohbetimiz yarım kalmıştı bu yakada.
Denise Levertov’la gene votka içebiliriz uzun uzunöteki dünyanın Moskva Park Hotel’inde Sofya’da,Nâzım’la ilk kez dertleşebilirim.
Büyük dedem Nasreddin Çakır’ı görebilirimHaçlılar zamanının Musul valisisorabilirim kendisine, gerçekten dedem mi?
Ama RTE hiç ölmemeli, gelmesin öteki dünyaya!
3- Mersin Toroslarında, Demirışık Köyü yakınlarında birsu kaynağı.
4- Toroslarda Arslanköy’ün eski adı.
ÖZDEMİR İNCE İSİMSİZ AYİN’DEN İKİ ŞİİR1
5Aydınlık KİTAP
Sadece güç değil, daha fazla hakimiyet!
Yazar, günümüz dünyas�n�n büyük bir tehlike ile kar��kar��ya oldu�unu belirtirken bu fa�ist dalgan�n önünegeçmenin gereklili�i üzerinde duruyor. Ona göre bunu
ba�arabilmenin tek yolu sorgulayan bir kitle olu�turmak,kendimizi ve ba�kalar�n� do�ru �ekilde e�itmek
Nedir demokrasi? Teorik bir açıklama
yapmak gerekirse; ilk olarak M.Ö. 5. yüz-
yılda tartışılmış, 20. yüzyıl içinde hızla ya-
yılmış, yayılırken de birçok farklı tanımı
beraberinde getirmiş bir düşüncedir. Bu
farklı yorumların içinde Lincoln’un tanımı
geçerliliğini hâlâ koruyor ve bu kavramı
çok net bir şekilde açıklıyor: “Halkın, halk
tarafından, halk için yönetimi”. Bu tanı-
mı biraz açıklayacak olursak, demokra-
tik bir devlette iktidarın kaynağı yöneti-
lenlerde bulunurken yönetilenler yöne-
ticilerini denetleme ve sorumlu tutmaya
yarayacak etkili araçlara sahip olmalıdır,
diye bir sonuca ulaşmak mümkün.
Halkın egemenliği maalesef en “de-
mokratik” ülkelerde bile tam manasıyla
söz konusu olamıyor. İnsanlar kendi ül-
kelerinde fikirlerini rahatça ifade ede-
miyor, özgürlükler kısıtlı, halk sadece ken-
disine dayatılan düşünceleri benimse-
mek, ödevleri yerine getirmek zorunda.
Bir de halkın iradesinin söz konusu bile
olmadığı diktatörlükle yönetilen ülkeler
var. İkinci Dünya Savaşı’ndan beri Batı-
lı güçlerin bu ülkelere de-
mokrasi ihraç etmek için
“onurlu ve saygın” bir
mücadele verdiği söyle-
niyor. Bu yanılgının önü-
ne geçmenin tek yolu ise
emperyalizmin dünya ça-
pında açtığı zararları kav-
ramaktır.
“Emperyalizmin En
Ölümcül Silahı Demok-
rasi Yalanı” bu doğrultu-
da kaleme alınmış bir eser.
William Blum Ameri-
ka’nın dünyaya egemen
olma tutkusunun daha
adil bir dünya, ileri de-
mokrasi düşüncesi ya da
özgürlük, yoksulluk ve şid-
detin son bulması kısacası
gerçekten rahat yaşanabi-
lecek bir dünya için değil ta-
mamen ekonomik ve ideolojik nedenle-
re dayandığını açıklıyor. Amaç sadece
güçlü olmak değil dünyaya daha fazla hâ-
kim olmak.
Amerikan dış politikası konusunda uz-
man olan yazar, çalışmasını genel olarak dün-
yaya karşı ABD politikası, 11 Eylül 2011 sal-
dırılarından sonraki terörizme karşı ABD
politikası, öne çıkan liderler, vatandaşlık hak-
ları ile ilgili düzenlemeler, komplolar,
ABD’nin sürekli ilişki içinde olduğu ülkeler,
WikiLeaks belgeleri, soğuk savaş ve komü-
nizm karşıtlığı, kapitalizmin sorunları, med-
ya, vatanseverlik olgusu, Amerika’daki uyuş-
mazlık ve direniş, dini
düşünceler gibi konular
çerçevesinde oluştur-
muştur. Blum, günümüz
dünyasının büyük bir teh-
like ile karşı karşıya ol-
duğunu belirtirken bu
faşist dalganın önüne
geçmenin gerekliliği üze-
rinde duruyor. Ona göre
bunu başarabilmenin tek
yolu sorgulayan bir kitle
oluşturmak, kendimizi
ve başkalarını doğru şe-
kilde eğitmek.
“Emperyalizmin
En Ölümcül Silahı De-
mokrasi Yalanı” in-
sanların hak ve özgür-
lükler için mücadele
etme gerekliliğine dik-
kat çekiyor. Maalesef
bu, tarih boyunca böyle olagelmiştir. İn-
sanlar kendi iradeleri ile birtakım şeylere
sahip olmayı başarmış, hiçbir şey hazır
sunulmamıştır. Demokrasi “ihraç et-
mek” diye bir şey asla söz konusu ola-
maz. İşte bu “büyük yalan” bu kitapla su
yüzüne çıkıyor.
SELCAN KARABULUT
Emperyalizmin En ÖlümcülSilah� Demokrasi Yalan�,
William Blum, Say Yay�nlar�,Çev: Ekin Duru, 408 s.
21 HAZ�RAN 2013 CUMA6 Aydınlık KİTAP
Ülkemizde 28 Mayıs’tan bu yana de-
vam eden süreçte, özellikle de 31 Mayıs
ve sonrasında yeniden gücü ve önemi
hissedilen bir şey var; medya!
Hele 31 Mayıs akşamı ve 1 Haziran
günü yaşananları izlemek için televiz-
yon kanallarına, radyolara ve internet
sitelerine yöneldiğimizde bu gerçeği ve
bu gerçeklik içerisinde insanı isyan et-
tiren bir durumu bütün çıplaklığıyla
yaşadık.
Ortaya çıkan adı konmamış “san-
sür” manzarası medyamızın tamamına
yakınına hakimdi.
Bu sansür duvarını ağırlıklı olarak sı-
nırlı imkânlarla yayın yapan Ulusal Ka-
nal ve Halk TV yıktı. Bu kanalları Cem
TV, TV EM, Kanal B, İMC TV, Hayat
TV direnişe verdikleri yerle, izledi.
Hazır değinmişken sosyal medyanın
ne denli önemli olduğunu da vurgula-
yalım. Ve direnişçilerin yine kendi im-
kânlarıyla yayını sürdürdükleri radyo,
Çapul TV, Gezi TV ve günlük yayınla-
dıkları Gezi Postası gazetesinden söz
etmeden geçmeyelim.
Diğer yüzlerce kanalda ise üç may-
mun programından
“bin penguen” dizisine
geçildi.
Ana akım ya da
merkez medya her za-
manki gibi iktidardan
yana tutumunu yine
gösterdi. “Otosansür”
mekanizmasını gerçek-
ten de iyi işletti!
İç meselemizi za-
man zaman dış basın-
dan takip ederken aklı-
mıza şu iki soru takıldı:
“Ya sosyal medya ol-
masaydı. Ya sayısı bir
elin parmağını geçme-
yen özgür medyamız
olmasaydı?”
Ulusal Kanal’a, Halk
TV’ye verilen para ceza-
ları, Cem TV ile TV
EM’e verilen para cezala-
rı, Hayat TV’ye verilen ve sonradan yü-
rütmesi durdurulan yayın durdurma ce-
zası, Karadeniz TV’ye İhsan Eliaçık’ın
program yapmaması için kılıfına uydu-
rularak verilen kapatma cezası...
Bu liste öylesine uzun ki!
Sonra işten çıkarılan gazeteciler,
çektiği görüntüleri yayınlanmayan, ha-
berleri “kontrol”den geçtikten sonra
tersten okunan haberciler, programı ya-
rıda kesilen Yaşar Nuri Öztürk gibi
isimler, TMSF tarafından el konduğu
andan itibaren otomatik olarak yandaş-
laşan Sky Türk ve Show TV... Zorunlu
izne gönderilen Ali Kırca ve ekibi...
Polisin saldırısından nasibini alan
gazeteciler... Plastik
mermi isabet eden eli
kanarken halâ fotoğraf
çekmek için mücadele
veren Soner Bahadır
gibi genç, mesleğine
âşık gazeteciler... Üzer-
lerine TOMA’lardan
kimyasallı su sıkılan,
yaka paça dövülerek
gözaltına alınan, tehdit
edilen gazeteciler...
Görevi başında zaman
zaman aynı radyoya peş
peşe bağlandığımız
Gökhan Biçici’nin darp
edilmesi. Gaz maskesi,
kaskı kırılanlar...
Bütün bunlar hafta-
lardır hepimizin önünde
cereyan etmekte olan
olaylar...
PROPAGANDA VE ALGI…Kamuoyu oluşturma, propaganda,
bilgi kirliliği ve algı... Özellikle de
“algı”! İletişimciler bunun içindir ki;
“algı gerçektir” derler.
Başbakan Erdoğan’ın bütün konuş-
malarında ve mitinglerinde tekrarladığı
“türbanlılara saldırdı-
lar”, “camide içki iç-
tiler” vb. yalanları da
hep bir algıyı yarat-
mak için. Bu söylem-
ler üzerinden “ey-
lemciler dinimize sal-
dırıyor” propaganda-
sını yayarak “din düş-
manları” algısı yarat-
ma çabası bunlar.
İşte dördüncü
kuvvet (bugünlerde
birinci kuvvet desek
herhalde yanılmayız)
medya, bu kamuoyu-
nu yönlendirmede ve
fikirleri kitlelere ince
ince işlemede devreye
giriyor.
Taksim Gezi direnişinin başladığı
günden bu yana Erdoğan’ın sürdürdü-
ğü sistemli çalışma budur. Renk tonu
zaman zaman koyulaşan bu yöntem bi-
lindik bir yöntemdir.
Noam Chomsky, “Medyanın Ka-
muoyu İmalatı: Medyanın Tekelleşme-
si, Kitlelerin Yönlendirilişi ve Zorunlu
İtaat” adlı kitabında ABD’nin I. Dünya
Savaşı’ndaki tutumunu ve propaganda
ile kamuoyunun savaşa bakışının nasıl
değiştiğini ortaya koymaktadır.
BASIN TAR�H�: BASKI VE ZOR TAR�H�
Ülkemizde basın tarihi için çoğun-
lukla baskının ve iktidar gücüyle uygu-
lanan zorun tarihidir diyebiliriz. Kitle
iletişim araçları ve bunun içerisinde çok
önemli bir yer teşkil eden yazılı, görsel,
işitsel basın yani kısacası medya birçok
dönemde denetim altında tutulmaya
çalışılmıştır. Sahipleri çıkarılan kanun-
larla, kapatma ve yayın durdurmayla,
mali baskıyla, kâğıt “sopa”sıyla yola ge-
tirilmek istenmiş, çalışanlar da işten
atma, hapis ve para cezaları, tehdit ve
saldırılarla sindirilmeye çalışılmıştır.
Bu ve buna benzer olaylar günü-
müzde de yaşanmaktadır. Yüze yakın
gazeteci hâlâ cezaevinde bulunmakta-
dır.
RTÜK kafasını kaldırıp yaşananları
söyleme ve yazma gayretindeki medya
kuruluşlarına adeta bir “sopa” gibi in-
mektedir.
Yaşananlar Adnan Menderes’in
Demokrat Parti (DP) dönemini andır-
maktadır. 14 Mayıs
1950’de basının da büyük
desteğiyle iktidara gelen
DP, ikinci kez seçimi kaza-
nığı 1954 yılından itibaren
“balayı” dönemini sona
erdirerek; eleştirilere karşı
tahammülsüz bir hale gel-
miştir. 1954-57 döneminde
başta Hüseyin Cahit Yal-
çın, Metin Toker, Şinasi
Nahit, Bedii Faik olmak
üzere birçok gazeteci ce-
zaevine girmiş ya da hapis
cezasıyla yargılanmıştır.
1960 yılına kadar basın
üzerindeki bu baskılar de-
vam etmiştir.
AKP dönemi tıpkı DP
dönemini andırmaktadır.
2002’de iktidara geldiğin-
de çizilmeye çalışılan “de-
mokrat” ve “özgürlükçü” tablo 2007’de
ikinci kez iktidara geldiğinde tamamen
değişmiş, makyajın altındaki yüz ortaya
çıkmıştır.
İşte böylesi bir ortamda SKY
Türk’teki işinden hükümet baskısıyla
kovulan Serdar Akinan medyanın arka
yüzünü anlattığı kitabını yayımladı.
“Sahi Beni Neden Almadılar? - Medya-
nın Hakikatle İmtihanı” adlı kitabında,
başından geçenleri ve Türkiye’de olup
bitenleri toplayıp işlemiş. Yine RTÜK
eski Başkanı Nuri Kayış’ın derlediği
“İşten Kovduran Yazılar” da bu bağ-
lamda ele alınabilecek bir kitap. Muha-
lif olmanın bedelini ödeyen kalemleri
ve yazılarını inceleyerek dönemin tab-
losunu ortaya koyan bir çalışma olma
özelliğinde...
MEDYA: Bugünlerde birinci gücün bir diğer adı
ŞENOL Ç[email protected]
Sahi Beni Neden Almad�lar?,Serdar Akinan,
K�rm�z� Kedi Yay�nevi, 236 s.
��ten Kovduran Yaz�lar, Nuri Kay��,
Tanyeri Kitap, 272 s.
7Aydınlık KİTAP
Yatcaz kalkcazsevişcez
Özkök’ün �araba dair damak tad� me�hurdur.Bilirsiniz, y�lland�kça güzelle�ir namussuz. Fakat
y�lland�kça güzelle�ecek �araplar özel olarakkurulurlar. Yani birey olabilmi� kad�n y�lland�kça
“K�rk7” tad� verir.
Medya, “medyatik isimler” doğurur. Do-
ğan isimler, entelektüel birikimlerine göre
ya kalıcı olurlar, ya da sabun köpüğü, siga-
ra dumanı. Her şeyin bir bedeli vardır kli-
şesi elbette doğrudur ve medyatik kalabil-
menin bedeli de sadece bilgi ve birikimle
değildir. Bazen sansasyonel olabilmek,
bazen de dokunulmamış konuların kapa-
ğını açabilmek gerekir. Öyleyse, “Kırk7”
ve Ertuğrul Özkök diyelim.
“Kırk7”nin içeriği, 40’lı yaşlarını ya-
şayan kadının bedensel ve ruhsal farkın-
dalığı. Özkök, entelektüel birikimini ko-
nuşturmuş. Ve daha ilk sayfada anlıyoruz
ki kendisi 66 yaşında.
Nasıl da şeytanın sayısı-
na benziyor. Kitap da
baştan sona şeytan tüyü
zaten. Kışkırtan, düşün-
düren, “Hımmm…” de-
dirten şeytanlık ve hın-
zırlık… Bir çeşit, “Azı-
yorum, azdım, azaca-
ğım,” hali yaratıyor satır-
lar. Partneri olanlar ya-
şadı! Olmayanlar? Erica
Jong yahut da Bukowski
okuyacaklar artık.
Özkök’ün şaraba
dair damak tadı meşhur-
dur. Bilirsiniz, yıllandık-
ça güzelleşir namussuz.
Fakat yıllandıkça güzelle-
şecek şaraplar özel olarak
kurulurlar. Yani birey olabilmiş kadın
yıllandıkça “Kırk7” tadı verir. Sokaktan
tuttuğun herhangi bir kadın değildir o.
Yoksa ha “köpek öldüren,” ha “çalçene”
komşu kadın. İkisi de öldürür maazal-
lah. Asıl “Kırk7” iyi eğitimli, kendine
saygısı olandır. Davranışlara yansıyan bir
değerler bütününe ve baş kaldırabilme
gücüne sahiptir. Akıllıdır. Seçicidir. Öz-
kök’ün “Kırk7”sindeki kadın da odur. O
da bilir, hangi dudakların kendi tadın-
dan anlayacağını.
K�TAP HANG� KADINI NASIL KI�KIRTIR?
Dokunduğumuz her hayatta parmak
izimiz kalır algısı ile ele alarak: Kitap oku-
mayan yüzdelik dilimi bir kenara yığdık-
tan sonra (ki yığınlar halindedirler), oku-
yan kırklı yaşların profiline bakalım. “Ne-
rede akşam orada sabah” tarzı kadınlara
göre bu kitap hafif kalır. Çünkü onlar za-
ten kışkırtılmanın birkaç adım ötesinde
olabilirler. Zira Ertuğrul Özkök, sıra dışı
kadın örnekleri vermiş olsa da toplumsal
değerlere özen gösteriyor. Diğer okurlar-
sa, mahallemizdeki kadınlar. Evli ve eşiy-
le hiçbir sorunu olmayanlar, keyifle oku-
yup gülümseyecekler. Sorunları olanlar,
“Boşarım len bunu! Boşar ve hayatımı ya-
şarım,” demeye cesaret bulacaklar. Olası-
lıkla boşanma nedeniyle bekar olanlar,
yeni bir aşk bulmak için kolları sıvayacak-
lar. Aynen Özkök’ün eşi gibi; karşısında
soyunmaktan haz duya-
cağı, kendisine iyi damı-
tılmış şarap muamelesi
yapacak adamı arayacak-
lar. Ve bu arayış sürecin-
de muhtemelen yaşaya-
cakları tek gecelik yahut
da kısa sürelik ilişkiler-
den ötürü kendilerini asla
suçlamayacaklar.
Hiç evlenmemiş be-
karlar? Hemen söyleye-
yim: Onlara pek bir etkisi
olmaz “Kırk7”nin. Kendi
kendilerine bir iç sesle
geçiştirirler: “Ay kız, mil-
let neler yapmış! Acaba
ben de denesem mi?” O
kadar.
SEV��EL�MGÜZELLE�EL�M
“Kırk7”nin dimağda bıraktığı tadı da
şarapla ifade etmek mümkün. “Tatlı” an-
latım, “dömisek” mizah ve “sek” birikim
var satırlarda. 47 yaş, dünya insanı olan
Ertuğrul Özkök farkıyla görülmeli. Kısaca
sevişelim güzelleşelim. Ah pardon, öyle
değildi o. İçelim güzelleşelim’di. Özkök’e buradan bir sorum var:
“Kırk7”nin kışkırtmasıyla gaza gelip;“Bas bas paraları Osman’a, bir daha mıgelicez dünyaya?” diyen kadın kimle se-vişecek? Bir yanda beden ve ruh farkın-dalığı yüksek, üst üste orgazm olabilmeyeteneğini keşfetmiş kadın, öte yandaortalama 1,5 dakika sevişebilen erkek?Vah vah (!)
EMİNE SUPÇİ[email protected]
K�rk7, Ertu�rul Özkök, Destek Yay�nlar�, 239 s.
21 HAZ�RAN 2013 CUMA8 Aydınlık KİTAP ARAKABLO
Taksim Gezi ayaklanmasının sivil itaatsizlik
olarak belirip maruz kaldığı şiddetle doğru
orantılı biçimde boyun eğmez bir inat ve ıs-
rara, sonra da kararlı bir duruşa yönelmesiyle
birlikte, iktidarın olguyu en kolay ve kestirme
yollarla biçimlendirme ve sonuçlandırma
arayışları her defasında geri tepiyor. İktidar
ve ona bağlı yönetim birimleri, günlerdir art
arda acze düşmenin verdiği yetersizlik duy-
gusuyla her türlü provokasyona başvurarak
şiddeti her gün artırmak zorunda kalışlarını
mazur göstermeye çalışıyor, arada sözüm ona
diyalog ve çözüm arayışlarıyla gerçekte sal-
dırganlığı en gözü kara devlet terörüne baş-
vurarak pekiştirme niyetini artık iyice belli edi-
yor. Ne ki, her türlü yalan ve şarlatanlık, kit-
lelerin isyancı yöneliminin kararlı biçimde bü-
yüyüp yaygınlaşmasından başka sonuç ver-
mezken, şaşkınlık içindeki iktidar şiddetle bes-
lenmeyi tek çıkış olarak görmekte, sürekli
daha fazlasına ihtiyaç duyarak şiddete sarıl-
dıkça kendi iç kanamasını hızlandırmaktadır.
Çare diye başvurduğu şiddet, halkı değil
kendisini sarsınca, şiddete maruz kaldığı
yaygarasını koparmaktadır.
YALANLARIN EFEND�S�Üç beş tavuk işletmesinin çıkarı için kuş
gribi palavrasıyla milyonlarca kuşa açtığı sa-
vaşta çocukların yüreklerini ağızlarına ge-
tiren iktidar, merdivenlerini yalanla döşe-
diği cehennemine yol alırken, o günlerden
beri azgınca başvurduğu daha nice yalanın
er geç gerçeğe de hamile kalarak Yalanla-
rın Efendisi’ne karşı çığ halinde büyüye-
ceğini görmüş olmalıydı. Yalanın binini bir
paraya pazarlayan bir iktidarca sürekli ya-
lanlarla kuşatılmış olan, yalanlarla aşağı-
lanan ve kendi geleceği boğulacak nokta-
ya gelen bir toplumun bir noktada, taşıran
damla örneği, yalanlara isyanından doğal bir
şey yoktur. Kaldı ki çıkarları Efendi’nin ya-
lanlarıyla büyüyenler, yani hempaları bile
yalanla beslenmekten kusma noktasına
gelebilir. Çıldırtıcı yalanlar, sonunda bütün
bir toplumu, itaat ve isyan geriliminde, nes-
nel bir zorlayışla, önce yavaş yavaş, sonra
hızlanarak tahterevallinin bir ucundan
öbür ucuna, artık sürekli itmektedir.
Nedense hiçbir zorba iktidar, gücün şid-
det ışıldaklarının dönüp arkasındaki kişiye,
yani kendisine, kör edici ışıklarla saldırarak
çemberi tamamlayacağını bir türlü göremez.
Nitekim yalan ve gözdağıyla attığı her adım-
da onu gitgide sıradan bir silah olarak kul-
lanmaya başladığında, şiddet, korkutucu
bir yöntem olmaktan çıkmış, Efendi’nin
korkusunu kusan bir araca dönmüştür. Ay-
dınlanma çağının da gösterdiği gibi, bir
yerde, yalanlarını gizleyen en büyük yalan
olarak Allah sözcüğü bile sığınak işlevini gö-
remez; tersine, Pandora’nın kutusu misali,
tüm yalanların dışarı sökün etmesini doğu-
rur. İmamın reddetmesine rağmen, caminin
eylemcilerce baskına uğradığı yalanını her ko-
nuştuğu yerde cani emeller için zırvalama-
sı da bundandır.
Shakespeare’in Macbeth’te bütün bo-
yutlarıyla sergilediği gibi, tarih, her türlü şid-
detin en sonunda efendisini korkudan ölü-
me sürüklediğinin kanıtlarıyla doludur. Bu-
gün alanlardaki Toma ve zehirli gazlar, işte
kendi etini yiyen efendinin bunaltı ve korku
kusmuklarından başka şey değildir. Şiddet,
sürekli büyüyen bir korku olarak dönüp sa-
hibini vuruyor.
ONUR VE S�V�L �TAATS�ZL�K Amerikalı birey hakları felsefecisi Tho-
reau, kitlelerin aldatılması üzerine kurulu si-
yasal iktidarlara karşı itaatsiz davranmayı te-
mel hak ve özgürlük olarak kabul eder. Ya-
şamı boyunca (1817-1862) savunduğu gö-
rüşleriyle Thoreau, liberal demokrasinin salt
seçme ve seçilme hakkına sıkıştırılarak san-
dığa kilitlenmesinin boyun eğilemez bir zor-
balığa varışını daha 170 yıl önce ortaya koy-
du. Ona göre, özgüveni zayıflatılmış kişiler-
den oluşan kitlelerin basit vaatlerle alınan oy-
larıyla seçilmiş baskıcı kişi ve hükümetler, bu
oyların verdiğini varsaydıkları yasal güçle, bi-
reysel onur ve vicdana yönelik her türlü sal-
dırıya kolayca başvurabilir. Thoreau, her
türlü seçim sonucunda, bireysel öznenin
kendi vicdani gerçeğinden koparak hakika-
te uzak düştüğünü, benliğinden yabancılaşıp
kendini olumsuzladığını belirtir; bu nedenle,
seçimleri bir şans oyununa benzetir: “Her tür-
lü oy kullanma eylemi, dama ya da tavla gibi
bir oyun, dahası kumardır. ... Bir azınlık, ço-
ğunluğa boyun eğdiği zaman güçsüz kalır; ar-
tık bir azınlık bile değildir.”
Thoreau, bireyi onurlu ve insan kılan tu-
tumun yasayı ve iktidarı özgürce reddetme
hakkı olduğunu savunur. Karşı çıkış gerekçesi
vicdani doğruluk ve özgürlüğe yaslandığı
sürece, bireyin şiddete baş-
vurmaksızın sivil itaatsizlik
etme hakkı vardır. Devlet ve
iktidar, bu hakkı tanımadığı
takdirde şiddetin temsilcisi
olacak, bireyin vicdani hak
ve özgürlüğünü çiğnemeyi,
bilerek seçecektir:
“Devlet bir insanın dü-
şünsel ya da ahlaki kavra-
yışıyla asla ‘kasten’ karşı
karşıya gelmez, yalnızca
bedenine, duyularına karşı durur. Silahları, [bi-
reyinkinden] daha üstün zekâ veya doğruluk
değil, daha üstün fiziksel güçtür. ... Beni
kendileri gibi olmaya zorluyorlar. İnsanların
kitleler [ve onların güç aygıtı olan devlet ve
iktidar] tarafından şu ya bu biçimde yaşamaya
zorlanmasını kabul etmiyorum.”
VERG�LER VE DEVLETAslında çok sade bir yaşamı olan, öğret-
menlikten emekli, felsefe ve hukuka tutkun,
resim meraklısı, azla yetinen bir insan olarak
Thoreau, topladığı vergileri yurttaşların çı-
karları dışında ve karşısında kullanan devle-
te vergi ödemeyi reddederek sivil itaatsizlik
eyleminde bulunur. Ortada tam bir kara mi-
zah vardır: 100 dolarlık bir vergi borcunu öde-
memekle devlete tek başına hangi zararı ve-
rebilir? Ama yasayı kasten çiğneyerek temel
hak ve özgürlüklere uyulması zorunluluğunu
ilke olarak tüm yurttaşlarına önermesi, özel-
likle kriz dönemlerinde, hükümetler için
köklü bir tehdit oluşturur.
Vergi borcu yüzünden tutuklanıp hapse
atılışını şu sözle karşılar: “Bana yalnızca ki-
lit altına atılacak bir et ve kemik yığınıymışım
gibi muamele eden bu kurumun akılsızlığına
şaşmaktan kendimi alamadım.”
Thoreau’ya göre, kişi, bireysel yetkinliği-
ni gerçekliği edinme süreçlerinde oluşturur.
Köleliği ya da iktidara boyun eğen kitleden
biri olmayı kabullenmenin özgürlüğe aykırı
niteliğini vurgular, topluma uyma adına öz-
gürlüğünden edilmeyi insan için erdem de-
ğil, kendini yıkma girişimi olarak görür. Bu sü-
reçte çetin içsel çatışmalardan geçerek dışa-
rıya karşı yürüttüğü vicdani savaşla doğrulu-
ğu yakalama sırrına erişir: “Hakikati ayırt ede-
bilen kişi, atama belgesini dünya üzerindeki
–yalnızca kanunları ayırt
edebilen– en yüksek yar-
gıçtan bile yüksek bir mer-
tebeden alır.”
Çağdaş birey hukuku-
nun özünü oluşturan görüş-
lerinin vicdani yükümlülük ve
yasal sorumluluk arasında
yarattığı gerilimi açık uçlu
düşünsel belirlemelerle tar-
tışmaya açan Henry David
Thoreau, insanlara şu soruyu
sorar: “Başkaları öyle istiyor
diye, içinizdeki ışığa karşı gel-
meye, kendinizle anlaşmazlı-
ğa düşmeye ne hakkınız var?”
OSMANLI’DAN B�R ÖRNEKFatih Sultan Mehmet, Karamanoğlu’nu
tepeleyip Karadeniz’den Rumeli’ye kadar her
yöne dağıttıktan sonra, yörük ve abdallara ver-
gi ve yükümlülükler getirir. Mesele üç beş ko-
yun ya da asker gönderme meselesi değildir;
Fatih, bu halkı ötekileştirerek yaşam tarzına
müdahale etmek istemiştir. Yörük ve abdal-
ların sözcülüğünü üstlenen Otman Baba, Fa-
tih’in bu tutumundaki haksızlığı yüzüne vur-
mak üzere uç boylarından yola çıkarak İs-
tanbul’a yönelir. Babaeski’de halk onu ve yol-
daşlarını kurbanlar keserek karşılar. Ama İs-
tanbul’da bu asileri topluca idam etmek için
At Meydanı’nda kazıklar ve çengeller hazır-
lanmıştır.
Ulema, bu Kızılbaş isyancısının asılacak
olmasından duyduğu keyifle idamları bek-
lerken, Fatih, yürekli Türkmen kocasını öl-
dürmekle iktidarına bir güç katmak yerine, iş-
leyeceği zulümle kendisine duyulan güveni za-
Gökkuşağının hangi renginireddetmek elimizde?
Ayaklanma ve eylemler, sivil itaatsizli�in felsefi özü gere�i, sürekli kitlesel büyüme ve uluslararas�yay�lma tehdidiyle birlikte, sinir bozucu bir gelgitle zorbaya pes dedirtmeyi amaçl�yor
SEYYİT NEZİ[email protected]
Thoreau
21 HAZ�RAN 2013 CUMA 9Aydınlık KİTAP
yıflatacağı kaygısına kapılır. Zaten bütün İs-
tanbul çalkalanmaktadır. Fatih, hiçbir şey ol-
mamış gibi, onu ve yoldaşlarını serbest bı-
rakmalarını emreder.
Hiçbir şiddete başvurmaksızın, yalnızca
sultana meydan okumak için gelen bu Türk-
men kocası, ABD’den 400 yıl önce haksız ver-
gilerden ötürü Osmanlı’ya kafa tutmuş ilk si-
vil itaatsizdir. Başbakan azıcık tarihini bilse,
tarihine saygı duysa, yurttaşlarını hain ilan et-
mek yerine onlarla gurur duyardı.
GAND�’YLE VARILAN A�AMASivil itaatsizliği bireysel düzeyde tanım-
layıp çağdaş hukuka ve toplumsal savaşıma
kazandıran Thoreau’yu izleyen Gandi, kav-
rama yeni bir içerik ve kitlesel biçim ka-
zandırır: İktidarın dayandığı dışında, iktidarla
her türlü çoban ve sürü ilişkisini çözüp da-
ğıtıcı “karşıkitle”yi oluşturmak üzere kuru-
lan barışçı direnme hakkı... Siyasal demo-
kratik bir kitlesel faaliyet olarak sivil itaat-
sizlik, Gandi’nin 1913’te başlayıp otuz yıl son-
ra çok güçlü kitlesel kazanımları izleyen bir
devrimle sonuçlanır.
Günümüzde, Alman Yeşiller hareketinin
temel mücadele biçimi olarak gelişen sivil ita-
atsizlik, iletişim teknolojisinin de sağladığı ola-
naklarla, kurucu demokratik siyasal etkinlik ni-
teliğinde bir toplumsal ayaklanma biçimine
yükselmiştir. Toplumbilim ve hukuk felsefesi
uzmanlarının tanımlarına göre, devrime giden
yoldaki sürecin belirleyici yığınsal mücadele
yöntemi olarak sivil itaatsizlik, “yasaların ya da
hükümet politikalarının değiştirilmesi hede-
fine yönelik, kamu önünde açıkça yürütülen,
şiddete dayanmayan, vicdani, ancak yasal ol-
mayan kitlesel eylemler” boyutu kazanmıştır.
Ülkesine ve halkına ihanet içinde bulunan ik-
tidar sahiplerini durdurmak üzere oturma grev-
leri, kitlesel ölüm oruçları, imza toplamalar, ya-
saklanmış gösteri yürüyüşleri, yaşam alanlarını
savunan işgaller, sivil itaatsizliğin etkili araç ve
biçimleri olarak sonuç alıcı olanaklar niteli-
ğindedir; günümüz demokrasilerinde diren-
me hakkının barışçı biçimleri olarak anaya-
salarda yer alır.
90 KU�A�I DE��L,GÖKKU�A�I
Kimi aydınlar ve bilim adamları, çözüm-
leyici çalışmalarla, dördüncü haftasın süren
ayaklanma olgusunun toplumsal psikolojik ne-
denlerini saptamaya girişirken tarihsel biri-
kimden tümüyle habersiz görünüyorlar. Türk
toplumunun günümüze uzanan gelenekleri-
ni, Yeni Osmanlılardan bugüne gelen 150 yıl-
lık birikimi, Jöntürk Devrimi’nin mirasını,
Cumhuriyet’in ve 27 Mayıs sonrasının sava-
şım ve kazanımlarını görmezden gelerek
ayaklanmanın gökten zembille indiğini söy-
lemeye çalışıyorlar. Yanı sıra, isyancıların yay-
gın kitlesine bakarak, doğdukları yıllardan ha-
reketle, yazılı ve görsel basında, 90 Kuşağı te-
rimini yerli yersiz kullanıyorlar. Bu belirle-
medeki dil yanlışı giderilmedikçe, çözümle-
me ve yargılarda doğru sonuçlara ulaşmak
zorlaşacak, tarihsel geleneği göz ardı edecek,
en önemlisi, gerçekliğe saptırılmış yönelim-
lerle el atma çabaları bir devrimci süreklili-
ğin arifesinde yanılgıları büyütme sonucuna
varabilecektir.
Her türlü toplumsal ve sanatsal hareke-
tin özelliklerinin belirleniminde ve adının ve-
rilmesinde, mensupları yaklaşık olarak aynı
yıllarda doğmuş olsa bile, kuşağın yönelimi-
ne ya da ortaya çıktığı yıla göre adlandırma
yapılır. Toplumsal hareket bağlamında, Ata-
türk’ün ölüm acısını yaşayarak ya da yaşa-
yanlardan dinleyerek duyumsamış olan 27
Mayıs Kuşağı, Menderes’in zorbalığını ve
onun 27 Mayıs’ta yıkılışını yaşayan 68 Kuşa-
ğı, ara kuşak olarak 78 Kuşağı toplumsal be-
lirlemelere göre yapılmış adlandırmaları be-
lirtir. Edebiyat hareketi olarak 40 Kuşağı, 70
Kuşağı da, hareketin çıkış ve yayılma süreci-
ne göre adlarının verilmiş olduğunu gösteri-
yor. 68 Kuşağı’nı doğum tarihine göre ad-
landırmak isteyenler, 47’liler demekle gerçeği
sadece bir de öbür yüzünden anlatmış olu-
yordu.
27 Mayıs gecesi polis saldırısıyla uç ve-
rerek Haziran başında bütün ülkeye yayılan
Taksim Gezi İsyanı, tarihsel bir belirlemey-
le anlatılmak istenirse, 90 Kuşağı olarak ad-
landırılamaz. Çünkü kuşağın özelliğini taşı-
yan ilk sivil itaatsizlik eylemi, 1990’larda de-
ğil, 2010’larda belirmiş, en geniş yaşam alan-
larından birinde, Galatasaray Futbol Kulü-
bü’nün yeni stadı TT Arena’nın kutlama tö-
reninde, Başbakan Erdoğan’ın ıslıklanması,
yuhalanmasıyla uç vermiş; sürekli protesto
sonrasında Başbakan, heyeti ve koruma or-
dusuyla stadı terk etmek zorunda kalmıştır.
Daha sonra özellikle 2012’de 19 Mayıs ve 29
Ekim Yürüyüşleriyle patlamış, 27 Mayıs’tan
beri bütün ülkeye yayılarak isyana dönüşm-
üştür. Ama doğum yılları vurgulanarak bu ku-
şağa, halk türküsündeki onbeşliler benzeri,
90’lılar denebilir elbette...
GÖLGES�N� SATAMAYINCAA�ACI KESMEK
Hareketin yurtsever emek karakteri, iş-
gücünü satmak zorunda olanların ortak eyle-
mi olarak teknoloji donanımlı bir gençliği işa-
ret etmektedir. Bununla birlikte, daha önce-
ki devrimci kuşakların birikim ve katkılarıyla,
politik dayanışmasıyla yönünü bulmakta, ken-
dini dışa vururken ivedi yönelimlerden ka-
çınmaktadır. Yine de süreç, omurgasını,
“Mustafa Kemal’in Askerleriyiz”, “Birleşe
birleşe kazanacağız”, “Faşizme karşı omuz
omuza”, “Tayyip istifa” sloganlarıyla oluştu-
rurken, evrensel özüne uygun biçimde, her tür-
lü gurup yönelişini ya da bireysel zenginliği iç-
selleştirmeye yatkındır. Bunu, “Dünyayı Sar-
san 10 Gün” adlı Aydınlık DİRENİŞ ekinin
sayfalarında zengin örnekleriyle gördük...
Sarı kırmızısı biraz daha fırlayan böylesi bir
gökkuşağının hangi rengini reddetmek eli-
mizde? Devrim, her türlü eleştiri ve özeleşti-
risinin tohumunu ironik bir çağrıda dışa vu-
ruyor: “Revolution Party! Tüm halkımız da-
vetlidir (pilavlı).” Marx’ın adını ve tavrını
ayaklanmanın merkezine oturtabiliyor: “Ka-
pitalizm, gölgesini satamadığı ağacı keser.”
Şu gerçeği görmek zorundayız: Refe-
randum olayından beri, toplumun her kesi-
mi, her yerde tek tek ve birbirinden kopuk di-
renişler gösteriyordu. Dağın zirvesinde, sis-
lerle kaplı bir bölgede, devireceği tahtı arıyor;
bu arada tahtta keyif çatan kişi tehlikeyi gö-
rerek, yaklaşan en küçük karaltıya basıyordu
tekmeyi. Bir küçük ışık ve geçit gerekiyordu.
Taksim Gezi eylemine yapılan saldırı, bir anda
ışığın önünü açarak sisin dağılmasını ve ge-
çidin görülmesini sağladı. Şimdi tahtı üstün-
de taşıyan kayanın yerinden oynatılarak aşa-
ğı yuvarlanacağı günleri yaşıyoruz.
BEDEN�ME DOKUNMA!Yaşama alanlarının öznel ve nesnel bağ-
lamda bireysel merkezi olarak beden, hare-
ketin etkin savaşçı gücü olan genç kuşak için,
yaşamın dokunulmazlığının ilk sınırlarını
oluşturuyor. Fikirlerine ve yaşam tarzlarına
iktidardan gelen yasağın bedenlerde yara açıp
zarar verme saldırısıyla sür-
dürülmesini gerzeklik olarak
görüyor, bağışlamıyorlar. Be-
denlerine ve yaşama alanları-
na yönelik her saldırı, gençler
için insan onurunu yok edici
zorbalıktan başka bir şey de-
ğildir, isyanı büyütmekten ve
ona süreklilik kazandırmaktan
başka sonuç vermez. Bu tutum
gençliğin kör coşkuyla dışa çıkan
saldırgan eğilimlerden uzak du-
rarak, kendisi için gözettiği il-
keleri zorba için de geçerli sayı-
şının göstergesi olarak okun-
malıdır. Bu, sivil itaatsizliğin fel-
sefi boyutunu oluşturuyor. Eylemler, sürek-
li kitlesel büyüme ve uluslararası yayılma teh-
didiyle birlikte, sinir bozucu bir gelgitle zor-
baya pes dedirtmeyi amaçlıyor.
Gençliğin yanı sıra, isyanın her kuşaktan
birey ve gurupları içeriyor oluşu, Fouca-
ult’nun ayaklanmanın koşulu ilkesini anım-
satıyor: Bir insanın itaat etmenin güvenliği-
ne karşı ölüm riskini göze alabilmesi için ta-
rihin akışını ve uzun neden zincirlerini ke-
sintiye uğratacak türde kökünden sökülme-
si gerekir. Gerçekten de, ayaklanma safla-
rında, tarihinden koparılma duygusu ve bilinci,
her sınıf ve kuşaktan bireyin derin kaygısını
yansıtıyor. Yine bu kaygı, pespaye yalanların
saldırısını sarakaya alarak bumeranga dön-
üştüren mizah gerillalarınca cephanelik ola-
rak başarıyla kullanılıyor.
HOUSTON’DAN AB�M GELD�Efendi’nin başta gelen yalanlarından biri
de, isyanın dış kaynaklı oluşu... Kendisi önceABD’den, AB’den, Arabistan’ın petrol zen-ginlerinden on yıldır aldığı dış desteği şimdi
Fas, Tunus, Cezayir’den alamamış olmalı ki,liseli gençlerin Amerika’dan İnternet’le yön-lendirildiği yalanına başvurarak, ailelerini kor-kutarak isyanı bastırmayı umuyor. Ailelerinyaptığıysa hiçbir hesabı tutmayan Başba-
kan’ı büsbütün çıldırtıyor; yürekli, tertemiz ço-cuklarını bağrına basan aileleri, bu ülkenin birtek ağacını kesip sökmemiş, memleketin tek
karışını emperyalizme pazarlayıp satmamışyurtsever halkını ihanetle suçlayacak kadarkendinden geçiyor.
Gençlerin yanıtı ise çok sade: Hous-
ton’dan abim geldi, adı Twitter...
Gandi
21 HAZ�RAN 2013 CUMA10 Aydınlık KİTAP GÜLDEN TERAZİ
Sevgi Soysal, “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti”
adlı romanında Ankara’da, Kızılay’da “günü
dolmuş”, özsuyunu tümüyle tüketip kurumuş
bir kavak ağacının itfaiye ekiplerince yıkılışı
etrafında toplumdaki değişim, eskinin içinde
yerini almaya başlamış bulunan yeninin, yeni
insan, yeni toplum, yeni ekonomik ilişkilerin
bir eskizini çıkarmaktadır. İtfaiyecilerin yık-
maya çalıştığı kavak ağacı, değişip dönüşmekte
olan toplum yapısında eskiyi temsil eden bir
simgedir.
“Sanki büyük bir gürültüyle devrile-
cekmişçesine sallandı kavak,” der Sevgi Soy-
sal, “O her an oluşan, değişen şeyleri gör-
meyenler sezmediler bunu. Öğlendi. Kızı-
lay semtinin en civcivli, gürültülü, servisi en
çabuk, en ayakaltı yeri olan Piknik’in ora-
ya akıyordu kalabalık”.
Piknik’e akan kalabalık orada bir kavak
ağacının yıkıldığını görmez bile…
ARTIK TÜRK�YE TEK B�R MEYDAN
Romandan başımızı kaldırıp baktığımız
bugünkü gerçek Kızılay, meydanı geçiş yeri ya-
pan o her zamanki şekilsiz kalabalık değil, ne
istediğini bilen halktır.
Ve bu halk, 20 gündür her akşam biber
ve portakal gazına, asitli ve tazyikli suya, plas-
tik ve gerçek mermiye meydan okuya oku-
ya, içlerinden bir evladını da kurban vere-
rek Kızılay Meydanı’na pikniğe değil, Tak-
sim’e, Gezi Parkı’nda kesilmek istenen
asırlık çınar ağaçlarını koruyanlara destek
vermeye gidiyor. Yakın tarihimizdeki halk
hareketlerinin en başında gelen simge mey-
danlarımızdan biri olan Kızılay’ın bir başka
simge meydanımızla Taksim’le birleşerek tek
bir meydan haline gelmesi, tüm Türkiye’yi
de meydanlaştırmıştır. Çağlayan, Abide-i
Hürriyet, Beyazıt, Hürriyet, Sultanahmet,
Gündoğdu, Konak, Orhangazi başta olmak
üzere tüm şehir, kasaba ve köylerimizdeki
meydanlarımız bu büyük meydanın içinde-
dir. Şimdi her yer Taksim ve tüm Türkiye tek
bir meydandır. Yüzlerce meydandan oluşan
tek bir meydan, milyonlarca kalbin tek bir
yürekte attığı nabızdır.
DO�AYI SEVMEYEN �NSANI SEVEMEZ
Ağaç sevgisinin tüm Tür-
kiye’yi birleştirmesi ancak bize,
bizim toplumumuza özgüdür.
Ağacın kutsal olduğuna inanı-
rız çünkü biz. Tüm türeyiş des-
tanlarımızda ağacın ve ağaç
kültünün çok önemli bir yeri
vardır. Anamızdır ağaç, ata-
mızdır. Canı vardır, ruhu var-
dır. Yaş ağaca çivi çakılmaz
canı yanar diye. Yunus’un bos-
tan dolabını anlattığı şiiri kim
bilmez! Atatürk’ün, dalları
çatısına değen çınar ağacını
kestirmemek için altına raylar
döşenerek kaydırılmasını sağ-
ladığı Yalova’daki ahşap köşk
yaygın bir örnek… Pek az bi-
linse de, şehirlerimizin bir
ağacı kesmemek için ona ya-
şayabileceği anlamlı boşluk-
lar bırakılan yapılarla dolu ol-
duğu bir gerçek. Anadolu
yakasındaki banliyö hattı
üzerinde hattın iki yanında-
ki bu türden eski yapıları ise
bilen bilir…
Ardıçın, kayının, söğüdün, kavağın, çı-
narın, göknarın, cevizin, akasyanın, çamın, çe-
şit çeşit meyva ağacının her birinin ayrı bir kül-
tü, ayrı bir miti, ayrı bir anlamı olması top-
lumsal genlerimize yer etmiş, bize doğduğu-
muz andan itibaren verilmeye başlanan doğa
sevgisinin bir sonucu. Doğayı sevmeyen insanı
sevebilir mi?
Bir ay önce kesmek üzere ekipler yolla-
dığı çınarları korumak için direnen parkı, ar-
kasında dördü direnişçi, ikisi polis beş insan,
yüzlerce kedi köpek, kaplumbağa ve kuş
ölüsü, binlerce yaralı (TBB’nin verdiği ra-
kamlara göre 7 binden fazla) insan bıraktık-
tan sonra, polis zoruyla, zulümle boşalttığı par-
ka bir gecede diktirdiği onca ağacın sahi ol-
duğuna kim inanır?
“YA� KESEN BA� KESER”“Yaş kesen baş keser”…
Mezarlıklarımızla gökdelenlerin, avm’le-
rin, tatil sitelerinin yerden pıtırak gibi bittiği
göz alabildiğine geniş topraklar, bu sözü
doğrularcasına kesilen yaş ve başlarla dolu.
Taksim’de çınar ağaçlarını kesmekte inat eden
diktatör zihniyet, uyguladığı zulmü baş kes-
meye kadar götürmüştür. 20 günde dört ölü,
yüzlerce yaralı, onlarca gözaltı, sıkılan binlerce
ton asit katılmış tazyikli su, portakal ve biber
gazı, binlerce plastik mermi, kamu maliye-
sinden karşılanarak mitinglere taşınan yan-
daşların milyonlarca lira tutan yevmiyeleri, bu
zulmün gayri safi milli hasılaya eklenecek ra-
kamlarıdır.
YALANIN D�B�Bu rakamlara eklenecek, sayılarını
saptayabilecek hiçbir hesap makinasının
bulunmadığı üst üste söylenmiş yalanlar var
bir de…
On yılda söylenebilecek kadar çok yala-
nı 20 güne sığdırmak, çok büyük bir dezen-
formasyon başarısıdır. 20 günde yalan lite-
ratürümüze yıllarca unutulmayacak yalanlar
eklendi. Yalan ne kadar büyükse kuyruğu da
o kadar uzun.
Bunlardan biri temizlikle
ilgili olanı. On binlerce insanın
kendi gözleriyle görmeseler
belki de inanabilecekleri bu ya-
lanı oraya hiç gitmemiş Neca-
ti Şaşmaz ile Hasan Kaçan
gibi yandaş zenaat erbabına
söyletmek moda deyimle yala-
nın dibidir!..
Gezi parkında her sabah
6’da uyanıp ellerine geçirdikle-
ri eldivenlerle binlerce ziyaret-
çinin sigara izmaritini toplayan
o sabi sübyana, Gezi’de kurulan
barışcı, eşitlikçi, paranın hük-
münün geçmediği kardeşlik dü-
zenine yapılan bu haksızlığa alet
olmak ancak vicdanı olanın içi-
ni sızlatır. Ağzı kokanın diş te-
mizliğinden söz etmesi ne kadar
abes ise, abesi muktebes yapan-
lardan da bunu beklemek ha-
yaldir kuşkusuz: mizah diye Türk-
çenin içine edenlerin ağzından ya-
landan başka ne çıkabilir?
Temizlikten söz edenlerin na-
sıl bir temizlik anlayışı olduğunu
en iyi gösteren fotoğraf; Erdo-
ğan’ın agresif, hakaretlerle dolu, tehdit ve şid-
det içeren, içine, ne kadar doğa sever ve çev-
reci olduklarına ilişkin gerçek dışı rakamlar da
sıkıştırarak konuşmalar yaptığı meydanların mi-
tinglerden sonraki halidir. Yevmiyelerini kamu
maliyesinin ödediği taşımalı kalabalık çekil-
diğinde o meydanları b.k götürüyor…
DÖNÜLMEZ AK�AMIN UFKU“Yenişehir’de Bir Öğle Vakti”nde kuru
bir kavağın sökülmesini seyreden roman ki-
şileriyle romandan başımızı kaldırarak bak-
tığımızda gördüğümüz gerçek insanlar ara-
sındaki tavır ve bilinç farkı, bize geldiğimiz
aşamayı da göstermektedir… Bir kafiye tar-
tışmasından modern bir edebiyatın, bir
edebiyat akımının, Edebiyat-ı Cedide’nin
doğduğu Türkiye, ağaçların bile ayağa kalk-
tığı bir ülkedir artık.
Yahya Kemal’in, “Rindlerin Akşamı”
şiirinde dediği gibi “dönülmez akşamın uf-
kundayız”.
İstifa et Başbakan!
“YENİŞEHİR’DE BİR ÖĞLE VAKTİ”NDEN, TAKSİM’DE BİR UFKUN DÖNÜLMEZ AKŞAMINA…
Her yer Taksim, tüm Türkiyetek meydan, istifa et BaşbakanÇa�layan, Abide-i Hürriyet, Beyaz�t, Hürriyet, Sultanahmet, Gündo�du, Konak, Orhangazi ba�ta olmak üzere tüm �ehir,
kasaba ve köylerimizdeki meydanlar�m�z bu büyük meydan�n içindedir. �imdi her yer Taksim ve tüm Türkiye tek birmeydand�r. Yüzlerce meydandan olu�an tek bir meydan, milyonlarca kalbin tek bir yürekte att��� nab�zd�r
MECİT Ü[email protected]
21 HAZ�RAN 2013 CUMA 11Aydınlık KİTAP
1829’da Aydın’ın Kuyucak ilçesinde,
Atçalı Kel Mehmet Efe önderliğinde
Osmanlı’ya karşı başlatılan ayaklanma
bir halk devrimi niteliğindedir. Ayak-
lanma halkta karşılığını bulmuş, Kü-
tahya, Manisa, Burdur, Denizli’yi de
içine alarak Ege coğrafyasının önemli
bir kesitinde halk tarafından sevilerek
kabul görmüştür. Ayaklanmanın bu
denli onay görmesinin nedenleri ara-
sında Atçalı Kel Mehmet’in, Osman-
lı’nın girdiği savaşlarda, savaş giderle-
rini karşılayabilmek için aldığı resmi
salma vergileri başta olmak üzere,
adalet duygusunun ortadan kalkması
ve soyguncuların türemesi ile birlikte
mültezimlerin, zabitlerin keyfi olarak
halktan aldıkları vergileri kaldırılması
talebi gösterilebilir.
Atçalı Kel Mehmet Efe, halkı so-
yan, tecavüze yeltenen eşkıya tarzı
efeler için yörede kullanılan terimle:
“çalı kakıcı” değil, halkı koruyan, gö-
zeten, bozulan adaleti yeniden kendi
gücü ile gerçekleştirmeye çalışan bir
halk kahramanı efedir. Etem Oruç,
“Atçalı Kel ve Yağdereli Sinanoğlu
Efe” adlı kitabında Atçalı Kel Meh-
met’i masalların “Keloğlan”ına benze-
tir. Masal tekerlemelerindeki gibi “ev-
vel zaman içinde, kalbur zaman için-
de, deve tellal iken, pire berber iken”
elindeki avucundakini ayanlara, beyle-
re, paşalara kaptıran mazlumlar Atça-
lı Kel Mehmet’i, Yağdereli Sinanoğ-
lu’nu, Çakırcalı Mehmet Efe gibi halk
kahramanlarını zalimlere karşı kendi-
lerine siper etmişlerdir. Atçalı Kel
Mehmet’in Keloğlan’la özdeşleştiril-
mesi bu yüzdendir. Atçalı Kel Meh-
met de kendisine inanan halkı yanılt-
mamıştır. Onlar için “vali-i vilayet, ha-
deme-i devlet” olmuştur. Atçalı imza-
ladığı fermanlarda kendisini her ne
kadar vali olarak nitelendirse de, aynı
anda devletin hademesi unvanını layık
görmüştür. Büyüklenmesi, böbürlen-
mesi yoktur Atçalı’nın.
�SYANINTALEPLER�
Osmanlı’dan ticare-
tin güvenilir biçimde ve
özgürlük içerisinde ya-
pılması, köylünün ko-
runması, tarımın gelişti-
rilmesi, yasaların adil ve
eşitlikçi uygulanması,
askerliğin halkın ve
devletin esenliği için
yeni, adil ve herkes için
hakkaniyetli yasalarla
geliştirilmesi istenilmiş-
tir. Yönetimindeki tu-
tarlığı ve halkçılığı Kü-
tahya, Manisa, Burdur,
Denizli gibi geniş bir ege
coğrafyasında yaşayan
halkın da kendiliğinden
Atçalı’ya katılması ile “halk ihtilâli” ni-
teliğini doğrular. Osmanlı’dan daha adil-
dir Atçalı Cumhuriyet’i. İlk kalkışmasın-
da Aydın mütesellimi’nin silahlı adamla-
rı ile girdiği çatışmayı dikkate almazsak,
diğer kasabalardan hiçbirinde Atçalı’ya
silah çevrilmemiş, kurşun atılmamıştır.
Halk kendiliğinde Atçalı’nın safında yer
almıştır. Atçalı da işgalci gibi değil, kur-
tarıcı gibi davranmış, idaresi altına aldığı
yerlerde halkın malına, canına, ırzına
dokunmamış, gezi özgürlüğü başta ol-
mak üzere, onlara geniş özgürlükler ta-
nımıştır. Atçalı’nın gerçekleştirdiği re-
formlar II. Mahmut ve Tanzimat Refor-
mu’nun öncülü sayılabilir.
Antepli Karayılan gibi, çok korkak
bir çocuktan, Osmanlı’nın korktuğu bir
kahramana dönüşümün kişisel diyalek-
tiğini görürüz Atçalı’nın hikayesinde.
Köy kahvesindeki insanların aralarında
yaptıkları konuşmalardan, devlet tara-
fından sömürülüşlerini, çektikleri acıla-
rı dinleyerek çaresizliklerine üzülen At-
çalı, üç güçlü ve iri köpeğin cılız bir kö-
peği sıkıştırıp saldırmalarına tanık olur.
Hasımlarının saldırıları ile yaralanan
cılız köpek çareyi bir çıkmaz sokağa sı-
ğınmakta bulur. Kaçacak yeri olmayan
köpek sırtını duvara verir, yapabileceği
hiçbir şey kalmadığın-
dan, ardından gelen üç
köpeğe can havliyle sal-
dırır ve köpekleri kaçı-
rır. Atçalı bu köpekle
özdeşleştirir kendini ve
köylülerini. Sırtını duva-
ra verip, kendilerine sal-
dıran güce karşı çıkmak-
tan, boyun eğmemek-
ten, baş kaldırmaktan
başka bir kurtuluş yolu
olmadığını o tanıklığın-
da anlar.
Kurduğu ve daha dı-
şarıdan nir adlandırmay-
la “Aydın Cumhuriyeti”
Osmanlı’nın askerlerini,
yerel güç odaklarının
nice tertiplerini bozarak
bir süre yaşar. Ancak,
Osmanlı 1830’da Atçalı’yı pusuya düşü-
rür ve öldürür. Ardından ağıt yakarlar
Atçalı’ya Egeliler:
“Atçalı’nın aman aman zeybekleriefem de oynasın
Atçalı’yı vuran aman gençliğineefem de doymasın
Kör olası aman aman müfrezeciefem de onmasın”
YA�DEREL� S�NANO�LUYağdereli Sinanoğlu Efe’yi, Atça-
lı’nın ardılı gibi düşünmekte sakınca
yoktur. Sinanoğlu Efe de Atçalı gibi
ayaklanmış, Aydın’ı ele geçirmiş ve At-
çalı’nın yapamadığını yaparak beş yıl bo-
yunca yönetmiştir. Sinanoğlu da Atçalı
“Kel”in çıktığı coğrafyadan çıkmıştır, o
da Atça’nın Yağdere köyündendir.
Onun zulme tanıklığı da “kırılma
noktası” olarak başkaldırısını hazırlar.
Yirmi bir yaşındayken, vergi toplama-
ya gelenler, köylülere işkence yapmaya
başlarlar, aralarında Sinanoğlu’nun
babası da vardır. Sinanoğlu dayanamaz
yapılanlara, işkencecileri vurarak dağa
çıkar. Zaman içinde dağlarda sürdür-
düğü direnişi, kendisine katılan kızan-
larının artan sayı ve güçlerini halkın
çağrılarıyla da bütünleştirerek Aydın’ı
ele geçirir. 1850-1854 yılları arasında
Aydın’da hüküm sürer. Sinanoğlu vali
konağının önünde şunları söyler halka:
“Aydınlılar! Biz neden dağa çıktık
biliyor musunuz? Bütün memleketi
beş on derebeyi almış, ırz, namus teh-
likeye düşmüştür. Halkı padişah adına
haraca kesiyorlar. Vergiyi onlar toplu-
yorlar. Fakat ne yaptıklarını kimse bil-
mez. Savaş olur, kimi esnaftır diye,
kimi ulemadır, hocadır diye savaşa git-
mez. Giden hep zavallı ahalidir. Onlar
baklava börek yer, halk kuru ekmek.
Hâkim de kadı da onlara köledir. Ba-
lık baştan kokar anladınız mı? Baştaki-
ler ziftlendikçe halkı soydukça, kendi
adamlarını kayırdıkça, bu memleket
adam olmaz!”
Osmanlı’nın Sinanoğlu’nu ortadan
kaldırmak için gönderdiği kuvvetler
Sinanoğlu’nun önünde dayanamamış,
Sinanoğlu sekiz bin kişilik bir kuvvetle
İzmir’e yürümüş, bu kez Arnavutlar-
dan oluşturulan “Vezir Tahir” komuta-
sındaki birliklere yenilmiştir. Yaralı
olarak Çine-Milas Köyüne çekilmişse
de ele geçirilmiş ve eski Nazilli-Aydın
karayolu üzerindeki Tabanlı Çeşme-
si’nin elli metre doğusunda asılarak
idam edilmiştir. Onun için de yakılan
türkü de şöyledir:
“ Sinanoğlu iner gelir iniştenHer yanları görünmüyor gümüştenSinanoğlu kale yapar taşınanGözlerim doldu efem kanlı yaşınan”Halk, kendisi için canını verenleri
unutmamıştır. Türkülerde yaşatır on-
ları.
Etem Oruç, “Atçalı Kel ve Yağde-
reli Sinanoğlu Efe”de halkın sevgisini
kazanmış, ilginç iktidar deneyimlerinin
kurulmasına önderlik etmiş bu iki ef-
saneyi yeniden güncelleştirerek, bir
kez daha anımsatıyor. Atçalı Kel Meh-
met için filmler çevrilmiş, kitaplar ya-
zılmıştır ancak Yağdereli Sinanoğlu
Efe ile ilgili bilgiler çok azdır. Oruç,
Osmanlı kaynaklarını da inceleyerek
Atçalı Kel Mehmet’i yeniden, çok az
bilinen Yağdereli Sinanoğlu Efe’yi de
ilk kez kitaplaştırıyor.
Aydında halk isyanlarıve efe cumhuriyetleri
ETEM ORUÇ’TAN ATÇALI KEL MEMET VE YAĞDERELİ SİNANOĞLU EFELER HAKKINDA BİR KİTAP
Biz neden da�a ç�kt�k biliyor musunuz? Bütün memleketi be� on derebeyi alm��, �rz, namustehlikeye dü�mü�tür. Halk� padi�ah ad�na haraca kesiyorlar. Vergiyi onlar topluyorlar. Sava�olur, kimi esnaft�r diye, kimi ulemad�r, hocad�r diye sava�a gitmez. Giden hep zavall� ahalidir.
Onlar baklava börek yer, halk kuru ekmek. Hâkim de kad� da onlara köledir
HALİT PAYZA
Atçal� Kel ve Ya�dereliSinano�lu Efe, Etem Oruç,
Berfin Yay�nlar�, 237 s.
21 HAZ�RAN 2013 CUMA12 Aydınlık KİTAP KAPAK
GÜZEL GÜNLER GÖRÜYORUZ
Türkiye yak�n tarihine ‘28 May�s Gezi Direni�i’ olarak geçece�ini öngördü�ümüz dönem olaylar�n�nas�l de�erlendiriyorsunuz? Bir ba�ka deyi�le neler oluyor ve bu puslu ortamda yar�nlara ili�kin ne
söyleyebilirsiniz, nas�l görüyorsunuz? Sizin bir ayd�n olarak duru�unuz, söyleminiz ne olacak?
NALÂN ÖZÜ[email protected]
Türkiye’nin dev-rimci ve aydınlıkgençleri 19 gün-den beri dünyadevrim tarihineşanlı bir sayfa ya-zıyor. Böyle birolay şimdiye ka-dar ne dünyadagörüldü ne deTürkiye’de.
Dünyada bu tür direniş ve başkaldı-rı olaylarında gençler genelde ya araba-ları yakar ya vitrinleri parçalar ya ağaçla-rı kesip barikat yaparlar. 1968’deki ParisGençlik Olayları’nda da böyle olmuştu.Ama bizde ne bir araba yakıldı ne bir vit-rin parçalandı. Gençlerimiz, ellerinde nebir molotof kokteyli ne bir silah ne de birsopa, dünyanın en olgun ve barışçı in-sanları gibi davrandılar. Onlara anlayışlabakmak gerekirdi.
Gençler neden başkaldırdılar? Ata-türkçülüğü, devrimleri, laik düzeni ve eği-timi, özgürlükleri, insan haklarını, Tür-kiye’nin bağımsızlığını ve barışı savunmakiçin... Türkiye’nin onurunu kurtarmak için,adaletin bağımsızlığını korumak için, be-lediyelere yapılan saldırıları önlemekiçin, Silivri’de yıllardan beri adalet bek-
leyen suçsuzların özgürlüğe kavuşmalarıiçin... Özgür bir iletişim düzeni için, sos-yal medyaya yapılan baskıların önlenmesi
için, Devlet Tiyatroları’nın yaşaması için...Benim 90 yaşında bir gazeteci-yazar
olarak içim sızlıyor. Yıllar boyu UNES-CO’da Özgür Haber Dolaşımı bölümü-nü yönetmiş bir kişi olarak ülkemdeki bu
manzarayı görünce sonsuz acılar duyu-yorum. Ama ok yaydan çıktı artık. Yenikuşakların bu başkaldırısını hiçbir güç ön-
leyemez. Kurşun gibi ağır hava dağılacakve elbet sabah olacaktır.
Yaşasın yeni kuşakların devrim giri-şimi!
Hıfzı Topuz: Dünya Yazarlar Birliği PEN Türkiye Mer-
kezi yıllardır Türkiye’deki süreçleri laiklik
ve demokratikleşme yönünde etkilemeye ça-
lışırken, bir yandan da dünya kamuoyuna
gerçekleri anlatmaya çalışıyor.
Barışçıl çevreci ve demokrasi yanlısı
Gezi Direnişi sürecini baştan beri doğru,
haklı buluyor, içinde yer alıyor ve özellikle
uluslararası kamuoyunun aydınlatılmasına
katkıda bulunuyoruz.
Doktorlar, avukatlar tutuklanıyor, çoluk
çocuk demeden polisin gazlı coplu saldır-
ması emri veriliyor, satılmış medya bütün şe-
refsizliğiyle ya suskun kalıyor ya da tahrif
ederek yayın yapıyor.
Erdoğan’ın yanlış bilgilendirme ve kış-
kırtmaları vahim. Bu cümleleri yazarken şu
haberi aldım: Kandırdığı bazı yandaşları cep-
lerinde taşlarla motosiklete binip gaz mas-
keli kişilere rastlayınca şiddet kullanıyormuş.
İşte bu süreci daha da kritik bir noktaya ta-
şıyor.
Laik demokratik Türkiye Cumhuriye-
ti. Kanımca artan sayıda insan bu amaç çev-
resinde birleşiyor. Pek çok kurumda yer alan
yazarlar, çevirmenler, yayıncılar insan hak-
larına saygının egemen olduğu bir ülkede
yaşayabilmek için bu süreçte katkı sahibi.
Çeşitliliğin demokratik yollardan görüşülüp
insanca adımlar atılması yönünde dene-
yimler hızla çoğalıyor.
Direniş ve diriliş acılara rağmen umut
verici.
Kültür mirasımızda imece geleneği var.
Özgürleşme talebi ile birleşince böyle dün-
ya tarihi için de saygın bir hamleler dizisi baş-
lıyor.
Engelli bir maratonun ilk yüz metresi
şanlı koşuldu. Yolumuz açık olsun. Olma-
dığı noktalarda ise açarız, barışçıl güç bir-
liğiyle. Dünya kamuoyu vicdanı bizimle. Tür-
kiye’de de belirleyici ve sayısal çoğunluk laik
demokratik Türkiye Cumhuriyeti ideali
yanında. Erdoğan’ın yüzde ellisinin yarısı git-
ti bile. AKP bölünürse şaşmam.
Türkiye Yazarlar Sendikası Genel Başkanı Mustafa Köz:
İlk gün Taksim Meydanı’nda iki genç kızı ekip
arabasına yaka paça bindirmeye çalışırlarken
anladım ki “cadı avı” başlayacak. Onları
kurtarmaya gücüm yetmedi. Üç dört sivil, et-
rafımı sardı, beni de gözaltına almaya çalış-
tılar, kurtuldum.
Son gün de öyle oldu. Arada geçen on beş
günü anlatmaya gerek yok. Hepiniz gördü-
nüz. Ne diyordu Lorca öldürdüğünde İs-
panyol şair Antonio Machado:”Cinayet Gra-
nada’da işlendi. Bunu bilsin insanlar-zavallı
Granada’da!-Onun Granadasında.”
Cinayet Taksim’de, Ankara’da, İzmir’de,
Antakya’da, Eskişehir’de… Cinayet tüm ül-
kede işlendi. Zavallı Türkiye’de, bizim Tür-
kiye’mizde. Valisiyle, emniyet müdürleriyle,
belediye başkanlarıyla, başbakanıyla, polisiyle
acımasızdı iktidar.
Şimdi de bu vandallık ve yalan, başba-
kanın dilinden İstanbul valisinin ve medya
maymunlarının dillerine bulaştı. Yalan söy-
lüyorlar. Gezi’yi temizlediler ama vicdanla-
rını asla temizleyemeyecekler. Çünkü genç-
lere yalan söylemek, “vicdan karartması”dır.
Bombalar patlarken, Gezi Parkı sis du-
man içindeyken oradaydım. Gezi’deki Ci-
nayeti gördüm. O toz dumanda babasını ara-
yan o satıcı küçük kızın gözyaşları bu ülkenin
korkusunun tanığıdır. Kimse o küçük kıza ve
gençlere yalanlarından diktikleri giysileri
giydiremeyecek.
On altı gün ülkenin üzerine örtülen kara
şal, bizim giysimiz değildir. Gezi Parkı’nda eşit-
lik, özgürlük isteğiyle kurulan o küçük ülke,
iktidarların da bir gün özeneceği bir yer ola-
na kadar gençliğin direnişi sürecektir. Ney-
le mi? Bilimle, sanatla, kitaplarla ve kalple-
riyle… İktidarın zulmüne karşı silahları bun-
lardır. Kimse taş, molotof, bilye, sapan ara-
masın.
Park temizlenirken bulacakları silahlar,
molotoflar da bu kanlı tezgâhın, yalanın
parçası olacaktır. Park temizlendikten sonra
da oradaydım. Gençlerin kurduğu kütüpha-
ne yerle birdi, kitaplar toplanıp İnönü Sta-
dı’nın yanında bir çöp dağına atılmıştı. Genç-
lerin çadırlarıyla ve anılarıyla… Hitler’in
Propaganda Bakanı Joseph Goebbels’in ku-
lakları çınlasın!
Ne diyordu Kazlıçeşme ve Sincan mi-
tingleri öncesinde AKP: “Oyunu bozacağız!”
En iyi yaptıkları, oyun bozmaktır. Mahalle-
nin acımasız, kaba, kavgacı, ağzı bozuk büyük
ağabeyleri gibi… Çocukların Gezi Par-
kı’ndaki güzel oyunlarını, kurdukları düş ül-
keyi de kanla, gazla, asitli suyla bozdular. Za-
limin bildiği de budur.
Yine ne diyordu Başbakan, Beşar Esad’ı
anarak: “Halkına zulmeden iktidar meşrui-
yetini yitirmiştir.” Bu sözü de Türkçeye siz çe-
virin.
Ya�as�n yeni ku�aklar�ndevrim giri�imi
Ac�lara ra�men umut
Cinayet Türkiye’de i�lendi
Dünya Yazarlar Birliği PEN Türkiye Merkezi Başkanı Tarık Günersel:
21 HAZ�RAN 2013 CUMA 13KAPAK Aydınlık KİTAP
Gezi Parkı direnişin başından beri için-
de olmak onurunu taşıyorum.
9 Haziran Pazar günü TGB çadı-
rı önünde iki konuşma yaptım.
Söylediklerim özetle şunlardı:
Direniş, günümüz Türkiye baş-
bakanının adıyla özdeşleşen rant ve
yağma ekonomisine ve bu yağmayı giz-
lemeye çalışan baskıya ve despotluğa
karşıdır.
Düşmandan özür dilemesini bek-
lemek boşunadır.
Düşmandan özür beklenmez,
düşman mağlup edilir. Düşmana diz
çöktürülür.
Söz konusu kişi sanki bu konuş-
mayı duymuşçasına, ertesi gün şöyle di-
yordu:
“Ne yani, diz mi çökeceğiz?”
Tayyip Erdoğan, Türkiye Cum-
huriyeti’nin, Türk aydınlanmasının
bütün temel değerlerine düşmandır.
O bir aydınlanma düşmanıdır.
Bu nedenle de Türk aydınlan-
masının önderi Mustafa Kemal Ata-
türk’ten nefret etmektedir.
Gelmiş geçmiş Türk büyüklerini
sayarken Necip Fazıl’ın, Saidi Nursi’nin
adlarını en başta anar. Fakat onun ağ-
zından Namık Kemal’in, Tevfik Fi-
kret’in, Ziya Gökalp’in adlarını işite-
mezsiniz.
Bu kişi Türkiye Cumhuriyetinin
yeminli düşmanıdır.
Yine bir yazımdaki sözlerimle, o
kafatasının içinde Ortaçağ’a ait bir be-
yin taşımaktadır.
Tayyip Erdoğan, Türkiye
siyaset sahnesinden silindi-
ğinde Türkiye geniş bir ne-
fes alacak.
Karanlıkçı dünya görü-
şü, baskıcı kişiliği, ülke in-
sanını birbirine kışkırtıcı sözleri ve uy-
gulamalarıyla Türkiye’yi bir uçurumun
tam kıyısına getirmiştir.
Milyonlarca insan onu artık baş-
bakan olarak görmek istemediği gibi,
kişiliğine ve uygulamalarına duyulan
nefreti alanlarda yüksek sesle dile
getiriyor.
Onurlu bir siyasetçi milyonların bu
nefret söylemi karşısında tası tarağı
toplar ve siyaset sahnesinden çekip gi-
derdi.
Tayyip Erdoğan bunu kendi ira-
desiyle yapmıyorsa ve bunun ne-
denlerinden biri kendisine vehmetti-
ği misyon ise bir öteki korku olsa ge-
rek...
Fakat korkunun ecele faydası yok-
tur. Gezi Parkı’nda bu kişinin keyfi uy-
gulamalarına karşı başlayan çevreci ha-
reket kısa sürede bir çığ gibi büyüye-
rek polis devletinin temellerine yö-
neldi.
Tayyip Erdoğan’ın bu ülkeye ya-
pabileceği en büyük iyilik, bir iç sava-
şa dönüşme yönelimi gösteren olay-
larda kışkırtıcılığa, yalana, ülke insa-
nını birbirine düşürücü akıl almaz
sorumsuzluğuna son vererek başba-
kanlıktan ayrılması, partisinin yöneti-
mini daha sağduyulu ellere bırakma-
sıdır.
Ülke için olduğu gibi, kendi par-
tisi için de hayırlısı budur.
Gezi Parkı direnişi çoğumuzun za-
ten bildiği bu gerçekleri bütün halkın
gözleri önüne seren bir aydınlanma-
nın kıvılcımı oldu.
Bu direniş ve isyan aynı zamanda
aydınlık Türkiye’yi, gerçek Türkiye’yi,
kalbinde ve bilincinde Atatürk ay-
dınlanmasının ışığını ve sevgisini taşı-
yan asıl Türkiye’yi dünyaya tanıttı.
Dünyanın gözünden bir perde
kalktı.
Şimdi uygar dünya, diktatörün
kimliğini de çağdaş Türkiye insanının
ne istediğini de yakından tanıyıp gö-
rüyor...
Tayyip Erdoğan’ın ülke içinde ve
dışında birçok yalan ve yanlış bilgiyle
şişirilmiş karizması yaşanmakta olan
bu direniş ve isyan süreçlerinde yerle
bir olmuş, bir daha asla onarılamaya-
cak biçimde param parça edilmiştir.
Türkiye kendisine çok yakışacak
aydınlık günlerin eşiğindedir.
Ataol Behramoğlu:
Ayd�nl�k günlerin e�i�inde
Gençler Gezi Parkı’na girdikten
sonra her gün onlara destek ver-
dim, kitaplarımı götürdüm, kü-
tüphaneye verdim. Hiç kimse
böyle bir saldırı beklemiyordu.
Gayet sakin oturuyorlar, oku-
yorlar, şarkı söylüyorlardı. Bu sal-
dırı insanlık dışı bir saldırı. Na-
sıl yalanlarla süslüyorlarsa an-
laşılır gibi değil. Vali çıkıyor,
başbakan çıkıyor kalabalıklara,
dünyaya yalanlar söylüyor. Herkesin gözü önünde olup
bitiyor her şey, sizin gibi sayılı Türk TV kanalları, CNN
Int’l., El Cezire televizyon kanalları veriyor. Ayrıca ben
gözümle görüyorum. Divan Oteli’ne gaz sıktıklarını ben
gördüm, benim evimin içine kadar girdi. Ne denilebi-
lir ki bu duruma? Elbette hükümetin ve polisin yap-
tıklarının kabul edilemezliği bir yana dünya çapında ya-
pılan bir felaket olarak nitelendiriyorum. Bunun bir an
önce son bulması lazım. Bir başbakan kendi halkıyla sa-
vaşa giremez. Girdi fakat girmemesi lazım. Bir an önce
bunu birilerinin durdurması gerekir.
Pınar Kür:
Dünyaya yalanlarsöylüyorlarDünyaya yalanlarsöylüyorlarDünyaya yalanlarsöylüyorlarDünyaya yalanlarsöylüyorlarDünyaya yalanlarsöylüyorlarDünyaya yalanlarsöylüyorlar
Şöyle başlayabilir-
dim:
Her ne kadar,
Gezi Parkı eylem-
lerinin mevcut de-
mokratik işleyişe
ilişkin toplumsal
birçok nedeni bu-
lunsa da konunun merkezinde, Anayasa’nın 34.
maddesiyle güvence altına alınmış, “Toplantı ve Göste-
ri Yürüyüşü Düzenleme Hakkına”, aynı madde ve ilgili
kanunlarda getirilmiş olan sınırlamaların, kendisine yö-
nelik eleştiri ve taleplerin yaygınlaşmasını önlemek ama-
cıyla, yürütme tarafından, aşırı devletçi ve dar biçimde yo-
rumlanmasına duyulan tepki yatmaktadır.
Şu şekilde devam edebilirdim:
Tamamen bireyin ifade özgürlüğüne ilişkin olan bu
durum, sadece bir defaya özgü gelişmiş ve çözümlenmesi
gereken, bir “kamusal düzen sorunu” olarak ele alınmakta
ve olayların gerçek kaynağıyla ilgili herhangi bir düzelt-
me yapılmaksızın, salt kolluk gücüyle sonlandırılmak is-
tenmektedir. Oysa çevre duyarlılığıyla yola çıkmış olsa da
polis şiddetine karşı bir protestoya dönüşmüş olan bu ha-
reket, yine polis şiddetiyle bastırılmak istendikçe, daha da
genişlemiştir.
Ve böyle bitirebilirdim:
Dolayısıyla yapılması gerekenler, toplumsal talep ve
şikayetlerin protesto eylemleri yoluyla dile getirilmesi öz-
gürlüğünün, evrensel demokrasi kriterleri çerçevesinde,
protestocuların lehine geliştirilmesi ve kolluk gücünün,
konunun çözümünde bir araç olarak kullanımına derhal
son verilmesidir.
Eğer bir işe yarayacağını bilseydim…
Hakan Günday:
Bu yaz� yok asl�nda
Çok üzgünüm ve heyecanlıyım;
Bir seçimle gelmiş bir hükümet,
halkına bu kadar düşman olabilir
mi, diye üzülüyorum çünkü düş-
man güçlerinin saldırısına uğra-
mış gibi halka karşı duruyorlar.
En ufacık bir şefkat, anlayış, ada-
let duygusu yok bu duruşta. Ta-
mamen kendi çıkarları söz konusu
gibi. Ne olup biteceği konusunda
kaygılıyım ama öte yandan artık
böyle bir yönetimin iş başında ka-
lamayacağını da düşünüyorum.
Bugün yarın bu yönetim gidicidir
ve Türkiye’nin önü daha aydınlık
olacaktır.
Benim en büyük kaygım bu sü-
reçte çok fazla zarar görmek yo-
lunda, bir başka deyişle daha fazla
zarar görmekten korkuyorum. Can
kayıplarının fazla olmasından kor-
kuyorum, telafi edilemeyecek veya
telafisi zor sorunlar
doğmasından korkuyo-
rum. Örneğin sıkıyöne-
tim ilanı bir felaket
olur. Bu kadar ayağa
kalkmış bir halkla po-
lis gücünün baş etmesi
kolay değil. Bir süre
sonra bu yetersiz kala-
caktır, o durumda, sı-
kıyönetim ilanı daha
da kötü bir yerlere götürecektir
bizi. Diliyorum ki uyansınlar ve bir
an önce kendilerini istemeyen bu
halkın arzusuna uyum göstersinler
ve görevi bıraksınlar. Halk kendi
çözümlerini bulacaktır, bu defa
çok kararlı ve topluca artık isteme-
diklerini belli ediyorlar.
Burada tabii ben bu kişilerin
yapıp ettiklerini sayıp dökmek is-
temiyorum bunları herkes biliyor
ama wson zamanda daha da keyfi
bir tutum takınmışlardı ve ‘ben
yaptım oldu’ durumuna girmişti
her eylemleri. Tabii bardağı taşı-
ran birçok damla oldu ama artık
bu noktadan sonra tekrar geri dö-
nüp bu hükümetle Türkiye’nin
devam etmesinin mümkün olama-
yacağını, bu kişilerin gidici olaca-
ğını düşünüyorum.
İnci Aral:
Bu hükümetle devam mümkün de�il
t
21 HAZ�RAN 2013 CUMA14 Aydınlık KİTAP
Neoliberal dönemin çok ilginç bir
özelliği vardı, insanları ulusalcı, islamcı,
futbolcu gibi kutulara koyuyordu.
Kendi yeni kamusal alanını da böyle
oluşturdu. Ekonomik çelişkileri, sınıf
farklarını, çevre sorunlarını, tarımın
şirketleşmesinin doğurduğu etkileri,
büyük şirket medyalarının haber alma
özgürlüğünü kısıtlaması, emekçi so-
runları vb. gibi hakiki tartışmaları
hep bunun dışında tuttu.
Kamusal alanı özelleştirdi.
Şehirde bunun yansıması ise kor-
kunç oldu. Şehirdeki kamu alanları
“torba yasalarla” kamunun, halkın,
“public”in elinden alınarak, özel şir-
ketlere verildi. Hatta 5366 sayılı ya-
sayla “kamu”nun yanında “özel”
alanlar bile özelleştirildi. Yani küçük
mülk sahiplerinin elinden mülklerinin
alınmasının ve büyük şirketlere veril-
mesinin yolu açıldı. Tarlabaşı, Sulukule
gibi anti demokratik projeler bu ya-
saya dayanarak yapıldı.
Liberal aydınların okumadan ka-
bul ettikleri Anayasa da “bir torba ya-
saydı”.
Torba yasalar “toplum yararını sa-
vunan” hukuki kanun maddelerinin
arasına “birtakım çıkar gruplarına
sınırsız olanaklar sağlayan” hukuk
dışı normları barındıran maddelerin
yerleştirilmesiydi.
Bazen tek bir madde için yeni bir
kanun yazılarak işe başlandı. Bu ka-
nunların toplum yararını gözetiyormuş
gibi görünen harika isimleri vardı.
Ormanları imara açan yasanın
isminin, “Tabiatı ve Biyolojik çeşitli-
liği koruma kanunu” olduğu göz
önünde bulundurulursa ne demek is-
tediğim daha iyi anlaşılır.
Kamusal alanın anayasa ve diğer
yasalarla özelleştirilmesi, toplumun ya-
şam alanlarını iyice daralttı.
Şehir topraklarının, meydan, park
ve sokakların arsalaştırılmasında in-
sanlar bunları birebir yaşadı. AKP yö-
netimi bunları yaparken insanlardan
şunu istedi; bu topraklar değer ka-
zanıyor, mutlu olun, şehrimizi mar-
kalaştırıyoruz... Bu, bir mahkumdan
kaldığı hapishane arazisi değerleni-
yor diye sevinmesini istemeye benzi-
yordu.
İlk önce insanlar bunu fark et-
medi. Televizyondaki tartışmalarda
kültürel kimlik tartışmalarına takıla-
rak, “demokrasi keyfini’ yaşamakla ye-
tindiler ama şehirdeki yaşam alanla-
rının iyice daralmaya başladığını his-
settikleri zaman isyan ettiler.
Hapsedildikleri kutulardan çıktı-
lar ve yıkılmaya çalışılan Taksim Gezi
Parkı’na sahip çıktılar ve parkı geri ka-
zandılar.
Çok kısa bir süre için de olsa, 10-
15 gün için bile olsa yeni ve hakiki bir
kamusal alan yarattılar.
Türkiye’nin bu alana ihtiyacı var-
dı. İnsanların da sıkıştırıldıkları ku-
tulardan çıkmaya...
İktidar olayı anlamak yerine şid-
det kullanarak parkı boşalttı. Böyle-
ce çok da hayırlı bir işe vesile oldu. Bu
yeni kamusal alanın “bir muhalefet
bloku” oluşturmasına neden oldu.
Gezi Olayları’yla birlikte Türki-
ye’de artık bir “muhalefet bloku” var
ve bu blok yeni bir kamusal alan
oluşturabileceğinin ilk sinyalini verdi.
Behiç Ak:
Hakiki bir kamusal alan olu�turdularSonsuza doğru baktığımızda ne
kadar gülünç bir gerilikte birbi-
rimize düşürüldüğümüzü fark
ediyorum. Bunun çeşitli ne-
denleri arasında elindeki gücü
bitirmemek için ülkeyi bilerek
karıştıran baş çapulcu var.
Leyla Erbil:
Kar��t�ran ba� çapulcu
Bu bir başlangıçtı.
Biz çocuklarımızı,
gençlerimizi çok se-
veriz ama hiç saygı
göstermeyiz. Bunu
birçok örnekle açık-
layabilirim. 90’dan
sonra yetiştirilen
çocuklar anne babalarından saygı görmeye başladılar.
O anne babalar onları saygıyla, saygıya doğru eğitil-
diler. Şimdi karşılığını istiyorlar, saygı istiyorlar. ‘Be-
nim yediğime, içtiğime, özgürlüğüme, davranışıma, ina-
nışlarıma karışma,’ diyorlar. Böyle başladı ama bir de
baktık her kesimden onlara karşı ilgi duyuldu, des-
teklendi.
Bu aslında iktidarın baskıcı, hukuksuz, dayatma-
cı, tek adam olma fikridir. Plebisitler bile Hitler za-
manında yapılmıştır, ‘ben iktidarsam her şeyi yapa-
bilirim’. Bakınız, görünüz yapamayacaklar. Bir söz var,
cin şişeden çıktı ama ben onu cin olarak kabul etmi-
yorum, o özgürlük, haklarını geri isteme, korkuyu üze-
rinden fırlatıp atma, görünüz bakınız hiçbir zaman bu
direniş bitmeyecek. Yasal, hukuklar çerçevesinde
sonuca ulaşıncaya kadar sürecek.
Muzaffer İzgü:
Bu direni� bitmez
Olan bitenin özeti elbet-
te orantısız güç…
O gücü kullananlar,
onlara emir verenler şunu
iyi bilsinler: Bugünün za-
ferinin kime ait olduğu
çok önemli değil. Asıl
zafer yarınlara ait. O ne-
denle tutuklanmayı, tek-
melenmeyi göze alıyor-
lar.
O çocuklar tasarım-
larıyla, ironileriyle bi-
zim yarınımız.
Bu ders Türkiye’ye yeter…
Beni en çok hüzünlendiren görüntülerden birisi de
uzman bir gönüllü doktorun beyaz eldivenleriyle el-
lerinin arkadan kelepçelenmesi…
Yazıklar olsun!
Öner Ciravoğlu:
As�l zafer yar�nlara ait
Gezi Kalkışması toplumsal bir olaydır.
Oraya yansıyan bir sonuçtur yalnızca.
Bunu oluşturan süreçleri iyi okumak ge-
rekiyor. Salt “kurumsal otoriteye is-
yan” deyip de çıkamayız. Evet, Türki-
ye’de siyasetin yaban dili, ayrıştırma po-
litikaları hatta giderek ötekileştirme
çabaları ve sivil hayatın her alanına
müdahale…1930’ların İspanyası’nda
benzer dili/söylemi kullanan mevcut
iktidarın yaptıklarının gölgesinde Kit-
lelerin Ayaklanması’nı yazan José Or-
tega y Gasset şunları söylüyordu:
“Devletin bireyin, grubun özgürlü-
ğünü ezerek, geleceği hepten tüketme-
sinden korkmayalım de ne yapalım?”
Bu kitlesel eylemin öncüsü gençle-
rin sahneye çıkması bizlere şunu öğret-
ti; bu siyasetin dili tükenmiştir, “yeni Tür-
kiye” başka bir güne doğmaktadır.
Bu bağlamda şunları da söyleyebi-
lirim: Gezi Kalkışması doğaçlama gelişse
de kitlelerin siyasetin yaban diline, yağ-
ma zihniyetine bir tepkidir. Kendilerini
siyasetin vazgeçilmezi kılanların kur-
dukları hegemonya, ülkede çatışma/ay-
rıştırma kültürünü de yarattı. Bir yanda
rövanş zihniyeti, ötede
ise yağma…
Yaratılan kaos or-
tamında siyasal iktida-
rın hiçbir payı olmadı-
ğı düşünülebilir mi?
Bunu komplo teorile-
riyle açıklamak boşu-
na bir çabadır. Türki-
ye artık böyle bir siya-
setin diliyle yönetil-
mek istememektedir.
Hazır kıtaları alanlara çıkararak siyaset
yapma çağı kapanmıştır.
Bu iktidar kendinden olanı seviyor,
kendi inanç/yaşam tarzını da dayatıyor
sürekli. Oysa görmüyor ki, böyle bir söy-
lem mütedeyyin kesimi de rahatsız edi-
yor. Mevcut iktidarın siyasal yönelimi si-
yasal kültürü besleyen, zenginleştiren,
yeni açılımlarla bunu geleceğe taşıyan bir
debi oluşturamadığı gibi, sürekli ye-
ren/aşağılayan yaban bir dili kullan-
maktadır. Varoluşu komplolarla ger-
çekleştiği için, sürekli diken üstünde du-
rup her eylemi/düşünceyi kendisine
karşı duruş olarak alıp hatta yıkıcı gö-
rüp korku imparatorluğu
yaratma çabası bu sonuçla-
rı doğurmuştur.
Kendi seçkinlerini, yan-
daşlarını yaratmak gibi bir
misyonu olduğu kesin bu
iktidarın. Kendisine karşı
yükselen hiçbir sese taham-
mülü de yok. Ama bugün,
küresel dünyada siyaset artık
böyle hamaset edebiyatıyla,
dini siyasete araç kılarak ya-
pılmıyor. Küresel aktörler değişti. Bu-
gün İran bile değişim dedi, reform
dedi… Bu anlamda Türkiye yeni bir dö-
neme giriyor ve siyasetin ibresi/rotası de-
ğişeceği gibi aktörleri de değişecektir.
Mevcut iktidarın bunu görmesi/okuması
mümkün olmadığı gibi; Gezi Kalkış-
ması’nı indirgeyici bir bakışla hafife al-
ması sanırım yozlaşan bir iktidarın güç
sarhoşluğunun bir sonucudur olsa olsa…
Evet, illüzyon sona erdi; yeni Tür-
kiye’nin yeni insanları bunu bize çoktan
gösterdi… Evet evet, cin şişeden çıktı!
Birilerinin uykularının kaçması da bu
yüzden!
Feridun Andaç:
Yeni Türkiye ba�ka bir güne do�makta
21 HAZ�RAN 2013 CUMA 15Aydınlık KİTAP
AKP hükümeti 2002 - 2007 arasında ikti-
dar olma mücadelesi verdi 2007 - 2011’den
sonra artık iktidar olduğuna kendi de ka-
naat getirdi, 2011’den sonra da kendi reji-
mini dayatmaya başladı. Bu rejim kendisi-
ne oy vermeyen yüzde ellinin kendilerine
seçtiği hayat tarzının inkarı üzerine kuru-
luydu ve bunu giderek en ufak detaya ka-
dar indirdi. Sonunda bu iş geldi, örneğin iç-
kiye kadar dayandı. Bu rejim giderek ta-
mamen otokratın kendisinin uygun gördüğü
bir hayat tarzının herkes tarafından ya-
şanmasını dayatmaya dönüştü. Tam biz bu
yüzde elli mağlubiyeti kabul etti artık bu re-
jim geri dönülmez bir yere gelmiştir derken
önümüze Gezi Parkı diye çoğumuzun akıl
bile edemediği bir enerji çıktı ve bu ener-
ji otokrata "Hayır sen bize dayatamazsın,"
diyerek karşı koydu. Gençlerin başını çek-
tiği bu enerji giderek diğer yüzde elliyi de
sarmaya ve onları motive etmeye başladı.
Bugün artık otokrata "Biz senin dayattığın
hayat tarzına itiraz ediyoruz,"diyerek açık
tavır koymaya başladılar. Buna karşı da oto-
krat bunu kendi iktidarına bir darbe olarak
gördü ve batının yeni diktatör diye tarif et-
tiği, otokrasiyle de yetinmeyen bir istibdat
rejimine doğru yönelmeye başladı.
Bu arada otokrat, Ortadoğu’da ittifak
yaptığı batılı güçler karşısında da direten,
kendi dediğini dayatan hale gelmeye
başladı. Şimdi zamanlama olarak iç di-
namikle beraber dış dinamik de belki de
Gezi Parkı’nı da kullanarak otokratın dik-
tatöryasını ilan edip Ortadoğu’nun bur-
nunu sürtmeye çalışıyorlar.
Benim ileriye dönük tahminim; ar-
tık 2014’te Cumhurbaşkanlığına aday bile
olabileceğini düşünmüyorum, bir sene
içinde çok önemli ölçüde bir ‘u dönüş’ yap-
madığı müddetçe artık milletin yarısını
temsil etmeyen, Ortadoğu’da bütün öz-
gürlük önderi imajını yitirmiş bir kişi TC
Cumhurbaşkanlığı’na aday olmayacaktır
diye düşünüyorum. Recep Tayyip Erdoğan
bence kendi sonunu 31 Mayıs’ta kazmaya
başlamışsa şimdi pekiştiriyor.
Cüneyt Ülsever:
Ak�l bile edemedi�imiz bir enerji ç�kt�
Türkiye sathına yayılan, Taksim Gezi
Parkı odaklı bu eylemler, hiç kuşkusuz
Türk milletinin büyük kurtuluş müca-
delesinin bir parçasıdır. Ancak bu kez
hareket, klasik direniş biçimlerinden
farklılıklar gösteriyor... Bu başkaldırıyı,
bu isyanı ben 21. yüzyılın yeni nesil dev-
rimlerinin ayak sesi olarak görüyorum.
Bugünün teknolojik olanaklarıyla do-
nanmış,sınıfların yeni yapılanmalarıyla
şekillenen yeni nesil devrimler. Bu isyan
hareketi bütün boyutlarıyla incelen-
melidir. Direniş eşiği aşılmıştır artık gi-
derek tırmanan bir taarruzdan söz ede-
biliriz… Bu biçim uluslararası ve ulusal
etkilere sonuna dek açık. En önemlisi
devrim, kendi bayrağını bulmuştur: Ay
yıldızlı albayrak. Devrimin değişme-
yen yüzyıllık özü bu kez kendine özgü
biçimini yaratıyor. Dün milli devrimle-
ri gerçekleştiren milletler nasıl toplam
zekalarını, toplam varlıklarını ortaya
koydularsa, bugün de Türk milleti bü-
tün varlığını ortaya koymaktadır. Türk-
çe bütün varlığıyla, gençlik bütün ze-
kasıyla ve en önemlisi geçmişin biriki-
mini taşıyan öncüler bütün deneyimle-
riyle bu hareketin merkezindedir. Ne ka-
dar, çok cepheli siyasal yapılardan, si-
yaset üstülüklerden söz edilirse edilsin,
giderek birlik, birleşme yaşayacağımız
kesindir. Devrim pratiği konusunda
katılaşmış bilgilerimizi bir kez daha
gözden geçirelim… Anlayışımızı 21.
yüzyılın Yeni Nesil Devrimlerinin sürp-
rizlerine açık tutalım.
Hüseyin Haydar:
Yeni nesil devrimlerinin ayak sesi
Yücel Erten:
Organize olmuş cehalet 10 yılı
aşkın iktidarda. İktidardaki ce-
halet, zafer duygusuyla gitgide
sarhoşladı, torkalıyor. Ne ol-
dum delisi olmuş kendini padi-
şah sanıyor, oraya buraya çar-
pıyor, kırıp döküyor, çalıyor,
çırpıyor. Halkın gözüne, kula-
ğına, burun deliğine parmağı-
nı sokuyor. Sarhoşluk o radde-
de ki, kendi halkına terörist diyor. Yalanla, iftirayla, dindar-
lık kisvesiyle, sarhoş demagojisiyle kendi halkına hakaret edi-
yor. Copla, gazla, kimyasal katılmış tazyikli suyla, kask num-
arası kapatılmış hırpanîlerle, halkına savaş açıyor. Savaşta bile
olmayacak şekilde, insanî ve hukukî çerçeveyi terk etmiş, ilan
edilmemiş bir sıkıyönetim, bir olağanüstü hal uyguluyor. "Ana-
yasa tanımam ‘anayasak’ var," diyor.
Ama kendi sonunu hızlandırıyor. Çağın ve toplumun de-
mokratik birikimi, bu saldırganlığı barışçı direnişiyle püs-
kürtecektir.
Bar��ç� direni�kazanacak
Buket Uzuner:
21. yy Türkiye Tarihi’ne ‘Gezi Par-
kı Direnişi’ veya Olayı olarak ge-
çecek sivil hareket, benim içinde ol-
duğum 78 gençlik hareketlerin-
den farklı olarak her sınıftan ve si-
yasi görüşten hatta görüşsüzlükten-
apolitik gençlerin plansız, örgütsüz
inisiyatifi olarak önemli bir halk ha-
reketidir. Türkiye Cumhuriyeti va-
tandaşı olan herkes bu ülkede
halktır ve düşüncelerini beğen-
memek onların halk olduğu ger-
çeğini değiştiremez. Bu bakım-
dan Osmanlı dahil, bizim tarihi-
mizin en sivil ve en demokratik
halk hareketidir.
‘Gezi Parkı Direnişi’ bir ağaç-
çevre bilinciyle başlayan ancak as-
lında bir düşünce ve ifade özgür-
lüğü hareketidir. Soru(n) basittir:
Türkiye, düşündüklerini ifade et-
tiğinde başına geleceklerden çe-
kinerek oto sansürle yaşayanların
mı yoksa şiddet ve hakaret içer-
meyen her fikrin korkmadan ifade
edildiği özgür bir ülke mi olacak-
tır? Bu aslında bir temel ‘olmak ya
da olmamak’ sorunudur ve insan-
lıkla yaşıttır.
Kişisel olarak, bu gençlerin fi-
kirlerini beğenmeyenlerin bile on-
ların, haklarını arayacak kadar ce-
sur, onurlu ve başkalarına saygılı ol-
malarıyla gurur duyacaklarını um-
mak isterim. 90 yıllık- 4 kuşaklık
Cumhuriyet hayatımızın böyle öz-
gürlükten demokrasiye evrensel,
kandilinden türküsüne milli de-
ğerlere sahip gençler yetiştirmeye
vesile olması aslında hepimizin
başarısıdır. Gönül isterdi ki bu ül-
kenin her vatandaşı aynı değerde
eşit kabul edilsin ve gençlerin ta-
lepleri anlayışla karşılansın. Ol-
madı. Şimdi gençlere düşen ‘Gezi
Parkı’nda tabanı bütün Türkiye’yi
kapsadığı anlaşılan bu farklı ol-
manın eşit vatandaşlık özgürlü-
ğüne dayalı bir siyasi oluşum veya
parti kurmak yolunda çalışmaktır.
Bunu başaracak kültür ve bilgi
altyapısına sahipler. Deneyim ve
destek de bulacaklardır. Böylece
gelecekte, şimdi kendilerine karşı
çıkanların çocuk ve torunları da
düşünce ve ifade özgürlüğü mira-
sından yararlanabilecektir.
Tarihimizin en demokratik halk hareketi
21 HAZ�RAN 2013 CUMA16 Aydınlık KİTAP
Franz Kafka adı düşünmeye meyilli
her insanın hayatına bir şekilde gir-
miştir. Varoluşla ilgili düşüncelerin
sonuçlarının hep tekdüze kaldığı ya-
nılgısı yine her insana Kafka’dan ar-
mağandır. Karamsarlık mı? Umut-
suzluk mu? Direniş mi? Yoksa vaz-
geçiş mi? Dik duruş mu, eğilip bü-
külmek mi? Birbiriyle dirsek temas
halindeki bu konular kendine ve
topluma yabancılaşmış insanın ma-
gazinsel bakışından kurtulamamıştır.
Konularla birlikte Kafka’da popüler
kültürün aracı haline gelmekten kur-
tulamamıştır. Kurtulamayıp sıkışan
Kafkaesk düşünce sıkılmış ruhların
içine yerleşmiş, günümüze kadar ev-
rilerek gelmiştir.
Reiner Stach dünyanın sayılı
Kafka uzmanlarından. Yazdığı iki
ciltlik Kafka biyografisi Sel Yayınla-
rı’ndan çıktığında Kafka severler
daha doğrusu Kafka’yı içinde yaşa-
tanlar heyecanlandılar. Akabinde
heyecanları korkuya dönüşmüş ola-
bilir çünkü bende oldu. Nasıl yani,
Kafka’nın o bildik kısa özgeçmişinin
dışında sayfalar dolusu hayatını mı
okuyacaktım? O derin düşüncelerin
sarsılmasından korktum açıkçası. Bu
hacimli kitaplara başlayıp bitirdiğim-
de Kafka’nın aslında doğduğunu, ya-
şadığını ve öldüğünü anladım. Basit
gerçekler nasıl bir bulutun içindeydi
de görmemiştim? Soru sorduran ki-
tap bitmemiştir. Kafka’nın derin tes-
pitleri sarsılmanın tersine daha sağ-
lam bir şekilde içimde yer etti. Sesi-
ne kavuştu. Alıntıların kıyısında ka-
lan metinler yanlış anlaşılmalardan
kurtulup içime süzüldü.
Biyografilerden anekdot ayıkla-
mak adetim değildir. Yine de sevdi-
ğim yazarların hayatlarındaki ilginç
anları bilmek, o anlardan işaretler
toplamak hoşuma gider. Stach’in
araştırıp kaleme aldığı kitaplarda bu
tip işaretler çokça var. Kafka ete ke-
miğe büründükçe romanları flulaşır
diye çekindiğimden biyografiyi okur-
ken onları yanımda bulundurdum.
“Dönüşüm”, “Dava”, “Şato” yanım-
daydı ve yeni Kafka git gide belirgin-
leştikçe eski Kafka’ya dönüp baktım.
Tek bir Kafka, tek bir insan, bütün-
leşen anlam ve ölümsüzlüğün verdiği
eskilikten sıyrılan yepyeni bir yazar:
Kafka. Romanları ve öyküleriyle bir-
leşen Stach’in Kafka biyografisi va-
roluş akımını bir adım yukarı taşıyor.
KAFKA’DAK� MUHAL�F�GÖRMEK
“Düz bir yolda yürüyor olsaydın,tüm ilerleme isteğine rağmen halagerisin geriye gitseydin, o zaman buçaresiz bir durum olurdu; ama sendik, senin de aşağıdan gördüğün gibidik bir yamacı tırmandığına göre,adımlarının geriye doğru kayması,bulunduğun yerin durumundan ilerigelebilir, o zaman da umutsuzluğakapılmana gerek yoktur.”
“Karar Yılları” ve “Kavrama Yıl-
ları” olarak basılan kitapların önü-
müzde açtığı ufuk Kafka’yı metinle-
rinin esaretinden kurtarıyor. Kaf-
ka’nın içe dönük metinleri ilk bakış-
ta veya ilk okuyuşta okuyucuya
umutsuzluk hissi veriyor. Derinleme-
sine çözümleme için günümüz insa-
nının çokça vaktinin olmadığını dü-
şünürsek bu ilk deneyim genel kanı-
ya dönüşmüş durumda. Kemikleşen
umutsuzluk yaftasını Kafka’nın üze-
rinden atmak için biyografisini oku-
mak şart. Öyle ki Kafka ile ilgili
ürünler bile yazarı umutsuz vaka gibi
göstermek üzerine tasarlanmışken
“Dünya zaten böyle berbat bir yer”
demek yerine mücadele etmeyi ter-
cih edebiliriz Kafka sayesinde. Cıvıl
cıvıl bir insan olduğu iddaa edilemez
belki ama “böcek” vurgusundan
uzak bir hayat sürdüğü de kesin Kaf-
ka’nın. Yaratıcı metinlerinde yazdığı
dünyayı Kafka’nın birebir hayatı ola-
rak algılamak her yazarda olduğu
gibi çok yanlış. Bundan muzdarip
olan yazarlar kendilerini açıklamak
için çoğu zaman ayrı birer kitap yazı-
yorlar. Kafka’nın talihsizliği buna
Bu dünyadan bir Kafka geçmiş!
Romanlar�, hikâyeleri ve mektuplar�yla varolu�çu edebiyat�n temellerini atan Kafka asl�ndasa�lam bir muhalif dü�üncenin temellerini atm�� olabilir. Biyografinin içinde ilerledikçe sisteme,
güncel olaylar�n olumsuz etkilerine alttan alta bir kar�� koyu�u gözlemleyebiliriz
ERDEM GEZGİNCİ[email protected]
21 HAZ�RAN 2013 CUMA 17Aydınlık KİTAP
vaktinin olmamış olması. Ondan sonra
yazılan biyografileri onun kadar ilgi
çekmeyi başaramadığı için Kafka’yı
hep at gözlüğüyle okuduğumuzu söyle-
mek yanlış olmaz. Neyse ki Stach’ın
kapsamlı çalışması konuya yeni bir bo-
yut katacak.
Romanları, hikâyeleri ve mektup-
larıyla varoluşçu edebiyatın temelleri-
ni atan Kafka aslında sağlam bir mu-
halif düşüncenin temellerini atmış ola-
bilir. Biyografinin içinde ilerledikçe
sisteme, güncel olayların olumsuz et-
kilerine alttan alta bir karşı koyuşu
gözlemleyebiliriz. Romanlarında içi-
mize ayna tutmayı tercih etmesinin
nedeni belki de bu isyanı özümseme-
mizi istemesidir. Birçok yoldan bilince
davet edilen insanlar Kafka’nın kendi-
ne has yöntemi günümüzde bile anla-
yabilmiş değil. Felsefe kitaplarında,
bildirilerde gözümüze sokulan parmak
Kafka’nın eserlerinde belli belirsiz
dürtüyor bizi. Edebi açıdan tartışıla-
maz olan Kafka bu yüzden eleştirilere
maruz kalıyor, daha doğrusu kalıyor-
du. İnsanlardan kopuk kendi dünya-
sında bir münzeviden daha fazlası ol-
duğunu Stach’ın kitaplarında görüyo-
ruz.
“Dünyayla arandaki savaşında
dünyanın yanında ol.”
Kafka’yla tanıştığım günden bu ki-
tapları okuduğum güne kadar kafam-
daki Kafka resmi beni eyleme karşı tu-
tan bir bilge şeklindeydi. Evet ben de
düzenin çarkları arasındaydım, evet
ben de ailemden başlayarak toplumun
mekanizmalarıyla sürtüşüyordum, evet
ben de adaletsizliği sorguluyordum…
Bütün bunları Kafka’nın çarpıcı ro-
manlarından okumak içimdeki yalnız-
lık hissine iyi geliyordu. Sıradanlığın
parçası olduğumu, insanların sıradanlı-
ğın parçası olduğunu ve olacağını öğ-
renmek iyi hissettiriyordu. Bu resmin
içindeki Kafka her şeyi yerli yerinde
gören, karanlığın içinden seslenen, sır-
tımızı sıvazlayıp varoluşumuzu besle-
yen bir figürdü. Tanrılaştırılan bu gö-
rüntü onun edebi başarısının eseriydi
ancak her tanrı gibi zamanla bulutların
arkasına saklandığı için garip bir kibir
duygusu da veriyor. Tam da burada
Kafka’nın hayatını bir nebze de olsa
bilmek önemli. Bulutların arasından
inip nefes almaya başlayan yazar duru-
şunu bozmadan bize salt anlamı vere-
bilir. “Karar Yılları” ve “Kavrama Yıl-
ları”nı okuduktan sonra kafamdaki
Kafka resmi hareketlendi. Durağan
umutsuzluğun her halini çizen Kafka
için tek eksik defterin sayfalarını hızlı-
ca serbest bırakmakmış. Art arda ge-
len resimler can bulup eyleme geçtik-
lerinde aslında gerçekten var olurlar.
Kafka’nın bütün kitapları birer resim
onun biyografisi ise o resimleri oyna-
tan sihirli el. Çocukluğumdan kalan
defter kenarı animasyon yöntemi Kaf-
ka’nın biyografisiyle buluşmamı tam
olarak anlatıyor. Eksik kalan eylem bu
kitaplarda. Belki de kitaplar bittiğinde
içinizde peydahlanan yas duygusu Kaf-
ka’yı özgürleştirir.
KEL�MELERLE KAFKA KOLAJI
Biyografi, araştırma, belgesel gibi
nitelemeler okuyucunun bir an durak-
samasına sebep olabilir. Bir şeyleri ka-
nıtlama isteği, belgeleri sunmanın ka-
tılığı ve araştırmayı yapanın edebi ek-
siklikleri metni aksatır. Kurşun gibi
ağırlaşan kitap kitlelere ulaşamadan
tozlu raflara mahkum olur.
Reiner Stach’in araştırmasını film
görselliğinde bizlere ulaştırması bu
açıdan şanslı olduğumuzu gösteriyor.
Ayrıca Sezer Duru’ya da emeği ve dili-
mize kazandırdığı Kafka başyapıtı için
teşekkür etmek isterim.
Aile albümü karıştırıyormuş gibi
Kafka’nın halleri gözümüzde canlan-
dıkça kapaktaki donuk Kafka fotoğra-
fının tabuları yıkılıyor. O artık durgun,
içine kapanık, sorgulayıcı ve sıkılgan
bir aile üyesi, bir bilge ve büyük bir ya-
zar olarak yanıbaşımızda beliriyor.
Cildin arasındaki ipi çok da kullanma-
yacağınız bir anlatımla yazılmış kitap.
Dünyayı etkileyen Kafka’yla henüz
tanışmayanlar için bu iki cilt adeta
çağrı yapıyor.
“Güneş, bu coğrafyanın imzasıdır,
mührüdür”
İstanbul Rehberler Odası Yöne-
tim Kurulu Üyesi ve aynı birliğin
Mardin Çalışma Komisyonu kuru-
cusu ve başkanı Nükhet Everi,
“Mardin” kitabıyla binlerce yıllık
bir geçmişe sahip Mardin’de bizi,
sokak sokak bir yolculuğa çıkarıyor.
Mardin’i yalnızca önemli tarihi
eserleriyle değil, ye-
rel kültürü ve insan-
larıyla da tanıtıp, ye-
mek ve alışveriş
önerileriyle geziye
renk katıyor.
Kitabı elinize
alıp, şöyle bir göz
attığınızda, Mar-
din’in yazar Nükhet
Everi için gerçekten
bir aşk olduğunu gö-
rüyorsunuz, tutkuy-
la yoğunlaşan bir
aşk… Zaten kendisi
de Mardin’e “sevgi-
lim” diyecek kadar
aşık. “Bir şehirle bu
kadar özdeşleşebil-
mek, o şehrin seni
bağrına basması… Evet, bu çok hoş
bir duygu” diyerek özetliyor duygu-
larını Everi ve bu aşkı ölümsüzleş-
tirmek adına da bu kitap fikri doğu-
yor, büyüyor, zenginleşiyor, derinle-
şiyor ve bize ulaşıyor.
Adı neden Güneş Ülkesi? Bunu
da şu satırlarla özetliyor yazar;
“Güneş aslında Mezopotamya’dır.
Güneş bu topraklara can verir, ka-
ranlıktan sonraki ışıktır, iyinin kötü-
ye galibiyetinin simgesidir, yol gös-
terir, renkleri getirir, toprağın bağ-
rını cayır cayır yakarken bereketi de
getirir.”
Nükhet Everi, kitabında önce
Mardin’in tarihi, kültürü, Mardin
isminin nereden geldiği, inançlar,
konuşulan diller ve Mardin mutfağı
hakkında bilgi veriyor. Kitapta önce
Mardin’e dair tüm güzellikler göz-
ler önüne seriliyor; Mardin Ulu Ca-
mii, Şehidiye Camii Medresesi, Ka-
sımiye Medresesi, Gazipaşa İlköğ-
retim Okulu, Zinciriye Medresesi
gibi pek çok görkemli yapının yanı-
sıra, Mardin Metropolitlik Kilisesi
durumundaki Kırklar Kilisesi ve
eski bir tapınağın üzerine kurulmuş
Deyrülzafaran Ma-
nastırı şehrin önemli
yapıları.
Mardin’in yanısı-
ra civarı da son dere-
ce detaylı bir şekilde
tanıtılmış, Midyat,
Savur, Kızıltepe, Nu-
saybin, Dara, Hasan-
keyf…
Everi’ye göre
Midyat’ın taş işçiliği-
ni mutlaka yerinde
görmek gerek, Mid-
yat çarşısı, Devlet
Konuk Evi ve civar
köylerin de mutlaka
görülmesi gerektiği-
nin altını çiziyor ya-
zar.
Kitabın arkasında, belki otelini-
ze döndüğünüzde okuyabileceğiniz,
ilginç olabilecek ve Mardin’de mut-
laka bahsedilmesi gereken birkaç
konuyu okuma parçası şeklinde bu-
lacaksınız; Süryaniler, Yezidiler, Ar-
tuklu Devleti Tarihi, İsa Bey-Ti-
murlenk ve Artuklu Hükümdarlı-
ğı’nın Sonu, Tarih Sahnesinde Mar-
din ve Şahmeran. Bunların dışında
okuyucu için olası yabancı terimleri
içeren bir sözlük de bulacaksınız.
Kadim uygarlıkların beşiği bu
zarif taş şehir sizin tarafınızdan tek-
rar keşfedilmeyi bekliyor, yeniden,
tüm güzellikleriyle…
Kafka - Karar Y�llar� Cilt: 1, Kafka - Kavrama Y�llar� Cilt: 2, Reiner Stach, Sel Yay�nc�l�k, Çev: Sezer Duru, 660 s. 720 s.
Mardin - Güne� Ülkesi, Nükhet Evleri, E Yay�nlar�, 296 s.
MELTEM BOSTANCI
Zarif taş şehir
21 HAZ�RAN 2013 CUMA18 Aydınlık KİTAP YENİ ÇIKANLAR
Cennette Ya�amak
Lütfi Kaleli, Berfin Yay�nlar�, 190 s.
Bir dağ köyünde çobanlık yapan eği-
timsiz Osman ile Ömer, bir gün adla-
rı değiştirerek Haso Ağa ile Şeyh Şe-
rif Efendi’nin cemaatine katılırlar. Bu
cemaatteki Kuran kursunda, ayetlere
dayalı olarak iyi bir mücahit olup din
adına cihat eder, kâfirleri öldürür ve
kendileri de şehit olurlarsa eğer, cen-
nete gidecekleri; orada birbirinden
güzel gencecik hurilerle hiç yaşlanma-
dan sonsuza dek mutlu yaşayacakları
inancıyla beslenirler... Ve gün gelir yaş-
lı genç demeden kendilerine göre ma-
sum insanları bombalayarak öldürür-
ler... O ara güvenlik güçleriyle çıkan ça-
tışmada kendileri de ölerek muratlarına
ermiş olurlar...
Var�� Çizgisi
Paola Zannoner, Alt�n Kitaplar,Çev: Almila Ayd�n, 152 s.
Başlama çizgisinde yerini almadan
önce, Leo’ya yeniden bir bakış attı,
çünkü Viola için en önemli yarış
oydu. Babası tarafından küçüklü-
ğünden beri futbol oynamaya yön-
lendirilen Leo, büyük bir takıma gi-
rebilmesi için yapılacak olan seçme-
lerden sonra bir motosiklet kazası ge-
çirir ve belden aşağısı felç olur. Leo ar-
tık babasının gözünde hiç değeri ol-
madığını, annesinin ise yıkıldığını his-
seder. Antrenörünün ve arkadaşları-
nın gösterdiği yakınlığı reddeder.
Onun yanında olmak için inat eden
tek kişi Viola’dır; engelli koşu şam-
piyonu olmak isteyen sınıf arkadaşı...
İkisi için de hiçbir şey kolay değildir.
Gece Gelen
Ula� I��klar, Geoturka Yay�mc�l�k, 276 s.
Kurbanlar güzelliğe ya da korkuya ve-
rilir. 7 kan tayfı, 7 kadim. Yıl 1648. Ge-
miyle osmanlı topraklarına doğru yola
çıkan “Kayıp Yedinci Kıtanın En Yü-
cesi”, Gece’nin Yıldızı...
Ulaş Işıklar, “Gece Gelen”de, 17.
yüzyılda Balkanlar’da başlayan olayların,
Osmanlı topraklarındaki Smyrna’ya
uzanışını ve oradan da günümüz İz-
mir’inde kendi halinde yaşayan gazete-
ci bir genç kadının hayatını nasıl değiş-
tirdiğini çarpıcı bir dille anlatıyor. Tari-
hi bir dokudan modern şehir hayatına ev-
rilen olaylar zincirinde, kendilerine müj-
delenen kayıp bir kıtayı bulmak için dün-
yadaki tüm kıtalara yayılmış Nokturno
klanlarının mitolojisini inşa ediyor.
Bahtabakan
Sevgi Özel, Cumhuriyet Kitaplar�, 200 s.
Kimi kez kitaplarla filmler, “Burada
anlatılanların gerçek kişi ve kurumlarla
uzak yakın ilgisi yoktur” diye başlar. Bu
romandaki kişi ve kurumların gerçekle
ilgisi var mı, yok mu? Buna okur karar
verecek. Gerçek aydınların kendilerini
sorgulamaları gereken dönemlerde sus-
kun kalması... Suskun kalmayanın başı-
na kirli, kara çoraplar örülmesi... Ka-
dınlarla çocukların aşağılık yalanlarla
kandırılıp kullanılması... Karadüzen da-
vaları için, herkese batabilecek sivri mi
sivri ortaçağ mahkemeleri kurulması...
Koskoca bir ülkeyi, sonu karanlık bir yola
sürüklemek... Edebiyatın işlevlerinden
biri yaşananları duymak, görmek, unut-
turmamaksa, Sevgi Özel’in yaptığı bu...
Gümü� Ku�u
Benjamin Black, K�rm�z� KediYay�nevi, Çev: Levent Göktem, 286 s.
Dublin’in seçkinler dünyasına uzanan
karanlık bir şebekenin üzerindeki ör-
tüyü kaldırmasının üzerinden henüz
kısa bir zaman geçmişken, Patalog Dr.
Quirke kendini genç bir kadının inti-
harını araştırırken bulur.
Bir önceki fırtınanın yol açtığı ha-
sarları atlatmaya çalışırken şantaj,
uyuşturucu bağımlılığı, cinsel tutkularla
örülü bir entrikanın ortasında kalan
Quirke, bu kez ailesini bu işin dışında
tutmayı başarabilecek mi?
Booker Ödüllü İrlandalı yazar John
Banville’in takma adla yazdığı polisi-
ye/gerilim serisinin ikinci kitabı “Gümüş
Kuğu” özellikle dili ve karakter zen-
ginliğiyle göze çarpıyor.
Babam� Beklerken
Burak Bilge, Pelin �nar,Kaynak Yay�nlar�, 224 s.
E. Org. Ergin Saygun kızı Ece’ye yazdı-
ğı duygu dolu mektubunda, “İnsan ha-
yatının en fırtınalı döneminde; gençlik
çağlarında kızım ne yapıyordu acaba?
Arkadaşları kimdi? Aşık oldu mu, oldu
ise nasıl biri idi? Sıkıntılarını, dertlerini
kiminle paylaşıyor?” diye soruyor.
E. Tuğa. Cem Aziz Çakmak,
“Özür diliyorum”Sevgimin büyük bölümünüMesleğimle paylaştığımGecelerimi, gündüzlerimiBahriyeye adadığım, dünyaya geli-
şinizde dahi yanınızda bulunamadı-ğım için Özür diliyorum...” diye sevgi-
li kızı Gülümseyenim’e duygularını di-
zelere döküyor.
Paradan Haber Ver!
Esteve Calzada, NTV Yay�nlar�,Çev: Temel Bal Ekim, 208 s.
“Paradan Haber Ver!” bir kulüp, bir tur-
nuva, bir federasyon hatta bireysel se-
viyede sporcu için futbol üzerinden na-
sıl gelir elde edilebileceğini keşfeden bir
pazarlama kitabı.
FC Barcelona’da pazarlama grup
başkanı olarak geçirdiği yıllardan sonra
spor danışmanlığı firması Prime Time
Sport’un kuruculuğu ve CEO’luğunu üst-
lenen Esteve Calzada, deneyim ve ger-
çek örneklerle dolu, doğrudan ve ol-
dukça öğretici bir üslupla, medyada var
olmayı, taraftar kazanmayı; tesislerin,
sponsorların, televizyon haklarının; spor-
cu imajı ve lisanslı ürünlerin yöneti-
minden nasıl gelir elde edilebileceğini de-
taylı bir şekilde gözler önüne seriyor.
Leyla ile Mecnun
Nizâmîyi Gencevî, Say Yay�nlar�Çev: A. Naci Tokmak 280 s.
İlk defa Nizâmî tarafından müstakil bir
kitap halinde yazıya geçirilmiş olan bu
eser, Nizâmî’den sonra gerek Fars Ede-
biyatında gerekse Türk Edebiyatında bü-
yük ilgi görmüş ve birçok şair tarafından
yeniden kaleme alınmıştır. Fars Edebi-
yatının en önemli klasiklerinden biri olan,
Nizâmîyi Gencevî’nin 1188 yılında ka-
leme aldığı “Leylâ ile Mecnun”, Prof. Dr.
A. Naci Tokmak çevirisiyle Farsça as-
lından çeviri yazısı ile beraber, manzum
olarak edebiyat dünyasında yerini alıyor.
“Bir şeyin peşinden koşar herkes,Kendisi için iyi olanı bilmez herkes.Gayb âleminin ucu, bucağı bilinmez.Kilit bir bakarsın anahtardır, bilin-
mez.”
21 HAZ�RAN 2013 CUMA 19Aydınlık KİTAPYENİ ÇIKANLAR
Kurt Totemi
Jiang Rong, Do�an Kitap,Çev: Avi Pardo, 458 s.
Çin Kültür Devrimi’nin tüm hızıyla
sürdüğü 1960’lı yılların sonlarında
“halktan öğrenmesi” için İç Moğo-
listan’daki göçmen Moğolların ara-
sına gönderilen Çinli öğrencilerden
biri olan Chen Zhen’in öyküsü, uçsuz
bucaksız bozkırı paylaştığı diğer tüm
canlılarla iç içe geçiyor “Kurt Tote-
mi”nde.
Başta kurtlar olmak üzere, atla-
rın, ceylanların, köpeklerin, koyun-
ların ve kuğuların, doğayla uyum
içinde yaşayan bu halk üzerindeki ya-
şamsal etkisini fark eden Chen, Mo-
ğol kültürünü ve kurtlara odaklanan
inanç sistemini yakından tanır.
Dahiler (Kutulu)
Jack Challoner, �� Bankas� KültürYay�nlar�, Çev: Erdal Alova, 63 s.
Bu etkileyici kitap modern dünyayı şe-
killendiren büyük bilginlerin zihinlerine
ve yaşamlarına emsalsiz bir yaklaşımla
ışık tutuyor. Dâhiler kitabı okuyucuları
teknoloji tarihinin en heyecanlı ve çığır
açıcı anlarını paylaşmak üzere zaman
içinde yolculuğa çıkarıyor.
İsimleri tarihe mal olmuş yirmi se-
kiz dehanın yaşam öyküleri, Johannes
Gutenberg’in baskı makinesi, James
Watt’ın buhar makinesi, George East-
man’ın Kodak fotoğraf makinesi ve
Alan Turing’in bilgisayarı gibi icatlar-
la birlikte anlatılmıştır. Baştan sona et-
kileyici görsellerle süslenen kitapta on
adet nadir belgenin tıpkıbasımlarına yer
verilmiştir.
Kavga
Gürkan Zengin, �nk�lâp Kitabevi, 296 s.
Türkiye’nin verdiği kavga kendi coğraf-
yasının kaderine o coğrafyanın insanla-
rıyla birlikte sahip çıkmanın kavgasıdır.
Türkiye’nin Mısır’da Hüsnü Mübarek’e
“halkın taleplerine cevap ver ve yöneti-
mi bırak” çağrısı yapmasının da, Suriye’de
Beşşar Esed’e “bizi kendinle halkın ara-
sında tercihe zorlama, seni değil Suriye
halkını tercih ederiz” demesinin de sebebi
budur. Bu kavga aynı zamanda 1914-1918
arasında kaybedilmiş bir mücadelenin
yüzyıl sonraki hesaplaşmasıdır. Türkiye bu
“kavga”ya girmek zorundaydı ve girmiş-
tir. Eğer büyük hatalar yapılmazsa kuv-
vetle muhtemel bu kavgadan galip de çı-
kacaktır. Zira öyle görünüyor ki, tarihin
akışı bu kavgada Türkiye’nin yanındadır.
Yaz �övalyesi
Jim Butcher, �thaki Yay�nlar�,Çev: Ula� Apak, 456 s.
Kız arkadaşı yeni edindiği kana susa-
mışlıkla baş etmek için Chicago’yu
terk ettiğinden beri Harry Dresden bit-
kin ve çökmüş bir hâldeydi. Kirasını
ödeyemiyordu. Dostlarından uzakla-
şıyordu. Telefon rehberindeki tek pro-
fesyonel büyücü umutsuz bir adama dö-
nüşmüştü. Tam işler bundan daha
kötü gidemezmiş gibi göründüğü sıra-
da Perilerin Kış Kraliçesi çıkageldi.
Harry’nin reddedemeyeceği bir tekli-
fi vardı. Tabii eğer vaftiz Peri Annesi’nin
kendisi üzerindeki doğaüstü bağların-
dan ve kötü talihinden kurtulmak isti-
yorsa... Tek yapması gereken Yaz Kra-
liçesi’nin sağ kolunu, yani Yaz Şöval-
yesi’ni kimin öldürdüğünü bulmaktı.
Yeralt�na Mektuplar
Murat Yalç�n, Yap� Kredi Yay�nlar�, 336 s.
Murat Yalçın’ın hazırladığı “Yeraltına
Mektuplar” kitabına 59 yazar hayatta ol-
mayan yazarlara yazdıkları mektuplarla
katıldı. Yalçın, kitabın sunuşunda şunla-
rı söylüyor: “Sonraki projen Yeraltından
Mektuplar olur herhalde’ diyen muzip
dostlara, ‘Kim bilir!’ demekle yetindim.
Ama şimdi düşünüyorum da, bu mek-
tupları okuyanlar o yazarların yanıtları-
nı da okur gibi olacaklar; her mektubun
böğründe başka mektuplar var...”
“Yeraltına Mektuplar” mektup ya-
zınımıza yepyeni soluklar kazandıran,
yazarların adeta birbirleriyle dertleştik-
leri, hem özel yaşamlarından kesitler
sunan, hem birbirinden ilginç sırlar ba-
rındıran bir ortak yapıt.
Onlar�n SadeceTürküleri Var
I��l Özgentürk, Aya Kitap, 208 s.
Zor bir kitap elinizdeki. Zor çünkü, gör-
mekten çekindiğiniz, yanıbaşından usul-
ca geçtiğiniz tüm hayatlar burada. Ya-
şamın kıyısında kalmış insanların gerçek
hikayeleri: Mapustakiler, Alamancılar,
üniversiteliler, Güneydoğu’da yaşayan-
lar, kadınlar...
Hepsinin yaşamlarına acı dokunmuş.
Hepsinin yaşamlarına sevinç dokunmuş.
Aşk dokunmuş, inanç dokunmuş. Işıl Öz-
gentürk, çarpıcı bir çalışmayla karşınızda.
Yaşanan ama görülmeyen hayatları tek tek
bulup çıkarmış, konuşmuş, onları dinler-
ken boğazı düğümlenmiş; ama, yazar so-
rumluluğunu unutmayıp onları tek tek dil-
lendirmiş, dinlediği, gördüğü, duyduğu
yaşamları yeniden yaratmış.
MetedolojikBireycili�in Ele�tirisi
Vefa Sayg�n Ö�ütle, Ayr�nt� Yay�nlar�, 416 s.
Elinizdeki çalışma öncelikle, bu tar-
tışmanın en önemli kavşak noktala-
rında karşımıza çıkan üç teorisyenin
(Max Weber, Karl Popper ve Jon Els-
ter) metodolojik bireycilik savunula-
rının ayrıntılı bir eleştirel analizini
içeriyor.
Bu analizin neticesinde metodo-
lojik bireycilikten sosyolojiye giden yo-
lun kapalı olduğu metateorik sonu-
cuna varan yazar, metodolojik birey-
ci konumlanmanın sadece metodolo-
jik değil sosyal olanın neliğine dair on-
tolojik içerimler barındırdığını sergi-
liyor ve bunun ardından ayrıntılı ve öz-
gün bir ontoloji ve sosyal ontoloji tar-
tışması sunuyor.
Filozoflardan Seksi �eyler
Emine Supçin, Destek Yay�nlar�, 168 s.
“Elinde keser sapı ile sap gibi ortada kal-
mak istemiyorsan, sevişmenin altın ku-
rallarını bileceksin!”
-Zeus-
“Erkeklerin sevişebilme süresi, or-
talama bir buçuk dakikadır.”
-Afrodit-
“Yıllanmış şarap nasıl damakta lez-
zet, ruhta şehvet uyandırırsa; yıllanmış
sevgili de yatakta şerbet, dudakta lezzet,
ruhta ebediyettir.”
-Ömer Hayyam-
“Bir kadına gidiyorsan, yanına kam-
çını almayı unutma.”
-Nietzsche-
“Cinsel eğilimlerin temeli hazdır.”
-Freud-
21 HAZ�RAN 2013 CUMA20 Aydınlık KİTAP ÇOCUK - GENÇ
“Üç Küçük Robinson”un yazarın-
dan ilginç bir macera...
Denizci bir aileden gelen
Ralph’ın tek düşü dünyayı dolaş-
mak ve serüvenlere atılmaktı. Bu
serüvenlerin başında da Mercan
Adaları geliyordu.
15 yaşına basar basmaz kahra-
manımız Büyük Okyanus’a açılan
bir gemide iş buldu. Ancak asıl se-
rüven iş bulduğu geminin fırtınada
batmasıyla başladı...
7 yaş üstü çocukları için dünya
çocuk klasiklerinden bir başyapıt
daha...
Robert Michael Ballantyne,Remzi Kitabevi,
Çev: Barlas Çevikus, 184 s.
Mercan Adas�
Kambur bir dayının çocuklu-
ğundan, gençliğinden ve orta yaş-
larından hazine değerindeki, güçlü
anların sislerden arınıp aydınlığa
kavuştuğu öykülerde, kederden
neşeye, çaresizlikten umuda her
renkten duygu can buluyor.
Tosuner’in kelimelerinde, be-
deninin acılarından sıyrılıp özgür-
leşmeye çalışan bir dayının iç sesi-
ni, uçan balonunun ardından ba-
kakalan bir yeğenin hüznünü ve
yaşamın kenarına köşesine sakla-
nan daha birçok sesi duymak
mümkün.
Necati Tosuner, Gün����� Kitapl���,
88 s.
Day�m Balon Olmu�
Mezuniyetine bir hafta kala, köpek
eğitim merkezinden kaçmayı başaran
Biber için hayat yeniden başlıyordur.
Demir tellerin sınırlayamadığı uç-
suz bucaksız özgür bir yaşam tüm
renkleriyle onu çağırıyor.
Arkadaş canlısı olduğu için so-
kaklarda pek yalnız kalacak gibi de
görünmüyor.
Nitekim, Kurtuluş Parkı’nın kü-
peli köpek sakinleri de sanki onu yıl-
lardır tanıyormuş gibi aralarına al-
maktan hiç çekinmediler.
Başlarda her şey yolunda gitse de,
kısa bir süre sonra Biber’in kanı yeni-
den fokurdamaya başlar.
Miyase Sertbarut, Tudem Yay�nlar�,
104 s.
Kaçak Köpek Biber
Bu harika kitapla, ilginç kaya havuzla-
rını inceleyecek, rengârenk mercan
kayalıklarında dolaşacak ve gizemli
gemi batıklarını keşfedeceksin. Üste-
lik denizlerde ve okyanuslarda yaşa-
yan büyüleyici canlılarla tanışacaksın.
Rengarenk, çok heyecanlı ve canlı
sahnelerle dolu bu kitap, çocukları se-
vecekleri konulara çekiyor, onlara çok
zengin ve değerli bilgiler sunuyor.
Kolay anlaşılır ve sıcak bir dille yazıl-
mış, büyüleyici gerçeklerle dolu olan
“Kâşifler”, araştırmaya meraklı kü-
çükler için yeni ve eğlenceli bir baş-
vuru kitapları dizisi...
Stephen Savage, TÜB�TAK Yay�nlar�,
Çev: Ali Bahad�r O�uz, 32 s.
Kâ�ifler - Denizlerve Okyanuslar
21 HAZ�RAN 2013 CUMA 21Aydınlık KİTAPBABİL BALIĞI
“Rüya gördüğümüz gibi yaşarız - yal-nız…”
Joseph Conrad, Karanlığın Yüreği
Son haftalarda elbette ne kadar müm-
künse o kadar okuyabildiğim kitapların
içerisinden, okur olarak karşıma çıkan
en cana ve kana yakın sürpriz, Filiz Öz-
dem’in yeni romanı “Rüya Bekleyen
Adam” oldu. Daha önce “Yalan Surele-
ri”, “Düş Hırkası”, “Korku Benim Sahi-
bim” romanlarını, şiirlerini ve çevirileri-
ni okuduğumuz yazarın, yeni romanı,
gözden kaçabilecek oldukça ilginç de-
ğerleri barındırıyordu. Bu nedenle kişi-
sel bir okuma macerası olarak anlatmayı
daha uygun buluyorum. Samimiyetle iti-
raf etmem gerekir ki romanın beni çe-
ken ilk ve en büyük özelliği işlediği ana
konuya karşı, okur olarak doyumsuzlu-
ğum oldu; yani “yalnızlık.” Temelde,
“Rüya Bekleyen Adam” bir “yalnızlık,”
daha da çokluk ve bereketle bir “yalnız
adam” öyküsüdür. Öncelikli olarak bu-
rada -sıkça tekrarlanan bir hata oldu-
ğundan ve kavramın tuhaf kullanımları-
nın yaratabileceği farklı algı sebebiyle-
kitleleştirmek üzere ıssızlaştırılan, üre-
tim adamlarla yalnız adamın karıştırıl-
mamasını rica ederim. Yalnızlaşma ve
yalnız olmak içeriden dışarıya doğru açı-
lan bir şeydir, sıkça ve şekilcilikle ucuz
kurguların sığındığı dışarıdan bireyin içi-
ne zorla tıkılmaya çalışılan bir bez par-
çası değildir. Ve yine aynı ucuz kurgular-
da bireysel yolculukların içine hapsedil-
diği haliyle boğazdan, anlatıldığı kadar
da kolay çekilip çıkarılan veya öz-yıkı-
mın fitili görevinden öteye geçemeyen
bir bez parçası da değildir. Hıçkırıktır,
evet, ama kutsanmadır da… Bir arpa
boyu uzaktan bakıldığında, ne kadar an-
latırsan anlat, ne kadar öznelersen ne
kadar zarflarsan zarfla, pulu yapıştıktan
sonra öykünün gerçekte gideceği tek bir
adres vardır; yalnızlık seçim değil yazgı-
dır. “Rüya Bekleyen Adam”ın en sami-
mi yanı da burada başlar. Birinci tekile
sığmakta güçlük çeken kahramanı, ayır-
tına çoğunlukla varamadığı bir yazgının
içinde çırpınmaktadır. Dağınık gitmek-
teyiz, farkındayım.
KAÇIRIR GÖZLER�N�Yalnız adama duyduğum okur açlığı-
nı, kısmi pasajlarıyla en son dizginleyebi-
len roman, Roman Graff’ın “Bay
Blanc”ıydı (Ayrıntı Yayınları, 2012). Şunu
fark etmiştim ki yalnızlık ne kadar evren-
sel bir kavram olsa da özellikle batılı ya-
zarların kalemine yansıyan “yalnız adam”
kavramı, bütüncül veya kısmi pasajlarda
bireyin hem içine hem de dışına yönelik
bir keşfetme yolculuğunu barındırıyordu.
Genelleyici, tepeden inme bir buyruk gibi
işaret etmem imkânsız olacaktır fakat
şahsi görüşüm, özellikle
doğuya özgü “yalnız
adam” figüründe ise bu
şekilde bir yolculuğun
gerçekçi bir karşılığı ne
yazık ki yoktur. Yalnız
adamı bizlerde –tabi o
da olursa- yola düşüren,
arayıştan çok buluştur.
Kaçma ve bakınma değil,
çoktan keşfetmiş olma
halidir. Bu nedenle dışın-
da omurgası düz, içinde
ise kambur yalnız adam
figürü, bizlerin daha sık
gözlemleyebileceği dışın-
da kambur, içinde ise
naif bir öfkeyi taşıyan
yalnız adamımıza esasında
pek de benzememektedir.
Filiz Özdem’in, bu yaraya
ilaç gibi gelen romanında dikkatimi çeken
bir başka unsur, pek de üzerine konuşma-
yı sevmediğim edebi kalemin cinsiyet ren-
gi üzerinedir. Hemcinslerimin, yalnız
adam üzerine edebi doygunluğa ulaşma-
mış kurgularında gezinirken, hiç aklıma
gelmeyen nokta şuydu: yalnız adamın öy-
küsü, en güzel haliyle ancak bir kadının
kaleminden aktarılabilirdi. Nedenlerini
görmek de çok kolaydı üstelik. Yalnız
adam öykülerinde, sıklıkla öykünün taba-
nıyla bağdaştıramadığım “adam sen de”
dercesine, inatla, şairin diş fırçasını şairin
gözüne sürter gibi, ahmakça ve el yetene-
ğinden yoksun şekilde
kayan, kurguya sokulup
bulamaç edilen erk ve er-
kek öfkesinden, bir taşın
altına saklanılmaya çalışı-
lan fil misali sırıtan, yaza-
rın kıskançlık ve hınç
alma dürtülerinden arın-
dırarak, mesele özünde
başka türlü tutulamazdı.
Ricam şudur ki yalnız
adam öykülerini bir kez
daha dikkatle gözden ge-
çiriniz. Pek çok yazarın,
yalnız adamı anlatmak
yerine, bizlere kadınları
anlatma gayretine hap-
solduğunu ve bunu da bi-
lincinin üstüyle değil altıy-
la kustuğunu göreceksi-
niz. Kayıptır çünkü. Ben
varım, ben varım, ben, ben, ben, ben, der
ve fütursuzca ezerek kadınları anlatır yal-
nız adamın üzerinden. Genelleme yaptı-
ğımın da aksini kanıtlayan ender örnekle-
rin de farkındayım, üzülmeyiniz.
RÜYALARAFiliz Özdem’in kaleminde yalnızlı-
ğın bütünleştirici rolü de gözden kaç-
mamaktadır. Bireyleri bir araya getir-
mekte yalnızlığın rolü üzerine ayrımsa-
maların yapılacağı katmanda yazar, ilk
gördüğü imgeye sarılan ucuz şair kıva-
mında hatırlatmalar yapmak yerine,
ihaleyi beylik laflara yıkmayarak, mese-
leyi, içinde kambur bırakılmış yalnız
adamın kaçırdığı gözlerinden okutur.
Bir araya getiren yalnızlığın yokluğun-
da, sanki birleşmek, bir olmak için ara-
da bir neden de kalmayacakmış gibi ku-
caklanması mı? Bireylerin bireyler üze-
rine yalnızlığı dayatması ve nihayet(!)
tükürürcesine yüzüne, zorla yalnızlaştı-
rılması mı? Karar verilir elbette de yal-
nızın haberi olmaz bundan, olamaz…
Ve böylece yedisinden yetmişine rüya-
larının içinde bulacağı huzuru, heyeca-
nı ve kaçışı bekler yalnız adam. Rüyala-
rı gibi, gerçek hayatında uzaklaştığı yal-
nızlığı da anlıktır. Yaz yağmuru. “Yüre-
ğimize ne güzel dokundun,” derken ya-
zara, öyküden bir de Harput türküsü
geçer… Ah, Elazığ… Yalnızlığınla ne
yapmaktasın kim bilir? Birinci tekil su-
sar, kitap kapanır, yalnız yalnızlığına,
çoğul çoğulluğuna karışır, “Rüya Bek-
leyen Adam” üzerine yazmak için otu-
rulur belki ve sessiz bir gecede hatırla-
nır elden ele uzatılan Fransızca bir şar-
kının güç bela hatırlanan nakaratı:
“Ben yalnızlığımla asla yalnız değilim.”
Şifa niyetine…
Haftaya görüşmek dileğiyle…
Yalnız(ca)M. SALİH [email protected]
Rüya Bekleyen Adam, Filiz Özdem,
Yap� Kredi Yay�nlar�, 132 s.
21 HAZ�RAN 2013 CUMA22 Aydınlık KİTAP
BULMACASOLDAN SA�A1. Çabucak gönderme, acele
yollama - Eski, büyük bir davul türü
2. Bir uyar� arac� -
Bir yerle�im birimi3. Ayakkab� kal�b�n�n çap�4. Cinsiyet -
Uygun bulma, tasdik5. Bir kan grubu - Radyum’un
simgesi - At ayakl��� - Bir nota6. Bir ilimiz - Özel gezinti gemisi7. �ikar - Bilgiçlik taslayan,
çokbilmi�8. Bir hayret ünlemi -
Göz - Nefes, ruh9. Bir geyik türü - Cami, mescit,
vb. yerlerde Kur’an’dan, hadikitaplar�ndan örnek vererekdini konu�malar yapan kimse
10. K�zg�n, yak�c� - �tilerek,yedekte çekilerek ya dagemiye yüklenerek götürülen yük ta��mayayönelik genellikle motorsuztekne - �lgi eki
11. Deniz teknelerinin iç yanlar� -Bir Azeri çalg�s�
12. �srail kuzusu da denilentav�an irili�inde bir memelihayvan - Eklembacakl�lardanzehirli bir hayvan
YUKARIDAN A�A�IYA1. “O�uz ...” (yazar) - S�n�r, uç2. Berilyum’un simgesi -
Amerikan pamu�u3. Kiloamper (k�sa) - Çölde
bulunan i�aret ta��4. Resimdeki yazar�n bir eseri -
Baryum’un simgesi5. Boru sesi - �ehir - Resimdeki
yazar�n bir eseri6. �ki yan� a�açl�, do�rusal, geni�
yaya caddesi - “Isodara ...”(Amerikal� dansç�)
7. Hareketli - Metal üzerinekaz�da ya da ah�ap tornas�ndakullan�lan çelik kalem
8. Bulut - Akany�ld�z, a�ma,�ahap - Y�rt�k, yar�k
9. Omza al�nan geni� ve uzun e�arp - Bulgaristan’�npara birimi
10. Sosyolojide “boy” - Kanun - Bir cetvel türü
11. Karaci�erin salg�lad���sindirime yard�mc� bir salg�,safra - Japonya’da budarahibesi - Küp, kesme
12. Resimdeki �air
GE
ÇE
N H
AFTA
NIN
ÇÖ
ZÜ
MÜ
Bir özürle başlıyorum. Özrün muhatabı
Ahmet Nergiz ne yazık ki aramızda değil ar-
tık, geçenlerde yitirdik. İmzaladığı kitabında
sıcak birkaç satır ve 2011 tarihi yeralıyor.
Bugün yarın derken, aradan iki yıl geçti…
Tek bir kelime etmedi, hiç hatırlatma yap-
madı masamda duran kitap. Nergiz işte…
“Marifetin iltifata tabi olması” ona göre çok
Osmanlı kalıyordu. O “sonsuza esen rüz-
garlara” takılıyordu..
AHMET NERG�Z’�N ÇA�RISIYakın tarihi yazmak hem kolay hem
zordur.
Kolaydır, malzemelerin büyük çoğunlu-
ğu el altındadır. Kolayca ulaşılabilir, Canlı ta-
nıklar hayattadır, yakınlardadır. Kimi zaman
el-kol mesafesindedir.
Zordur, çünkü yaşananlar henüz sıcaktır.
Öfkeler, heyecanlar, hayaller vb… Olaylar du-
rulup oturmamıştır. Hata yapma riski artar.
Ahmet Nergiz riski almış:
“40’lı yıllardan 80’lere kadar yaşanmış-
ları… Yalansız, riyasız, sansürsüz, Dorba
dobra" anlatma vaadiyle başlıyor kitap.
“Gelecek güzel günleri yakalama uğraşında…Koşalım hep beraber türküler söyleyerek, ve Şartlar ne olursa olsun düşmeyerek” çağrısıy-
la sürüp gidiyor.
AHMET NERG�Z’�N TANIKLI�INergiz’in kitabı, kendi deyişiyle bir bi-
yografi. Kitabın sonunu birinci cilt diye bi-
tirdiğine, önsözde “40’lı-80’li yıllar” dan sö-
zettiğine göre ikinci bir kitabı da tasarlamış
olmalı. Birinci cilt, Anadolu’nun çeşitli yö-
relerinden, Gerze’den, Çorum Öğretmen
Okulu’ndan, Ankara Gazi Eğitim’den, 68’li
yıllardan, Mamak Cezaevinden ve genel ola-
rak 70’lı yıllardan, anılarla süslediği kesitler
sunuyor. Pek çok ayrıntı var akılda kalan:
Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın Yoz-
gat’ta düzenlemeye çalıştığı mitingi engel-
lemeye çalışan, halkı “komünistlere” karşı kış-
tırtan kişinin günümüzün “saygın” Meclis baş-
kanı, o zamanın MHP’lisi Cemil Çiçek ol-
duğunu öğreniyoruz.
Kayınpederi Balkan göçmeni kundura-
cı İsmail Hakkı’nın Kocamustafapaşa’daki
dükkanına gelen Ülkücüler müşteri kadına
zorla takvim satmaya çalışıyor. Kızan İsmail
Hakkı usta Ülkücüleri dükkanından kovu-
yor. Birkaç akşam sonra, bir köşede kuru-
lan pusu sonucu öldürülüyor. Hey gidi İsmail
Hakkı usta hey…(Devrimci adamın kayın-
babası da devrimci olurmuş)
Buna benzer pek çok anı…Ankara Yük-
sek Öğretim Derneği’nde (AYÖD)
Öcalan’la görüşmeden ünlü 1 Mayıs mi-
tingine kadar… “Kırmızı-Beyaz Aydınlık” bö-
lünmesinden 9 Martçılara kadar….
Bu satırların yazarı Nergiz’i Mamak’tan
tanıyor, 40 küsur yıl olmuş.
Ağırbaşlı, az konuşan, ilgili, sorumlu,
kararlı, halkın öğrencisi ve öğretmeni dev-
rimci. Böyle birinin tanıklığı altın değerin-
de. Yarın-öbür gün 68’in tarihini yazmaya kal-
kışacaklara önemle duyurulur.
Koşmak ve düşmek
Nergiz, “düşmeden koşabilmek”e tak-
mış. Abartmış, diye geçti aklımdan. Bu
kadarı da bir tür “idealizm” olmalı. “ Düşe
kalka da olsa, koşmak koşmaktır” öyle de-
ğil mi Nergiz?
“Başı dolu başı boş / koş makkkk….” Kitaba önsöz yazan Hüseyin Yalvaç mü-
dahale etti: “Düşmeden koşmak”la yarı yolda
kalanları kastediyor. Öyleyse, Nergiz haklı.
Nergiz başkadır.
Mis gibi kokar, baharı müjdeler. Umut-
ları yeşerten baharı.
CÜNEYT AKALIN
Düşmeden Koşabilme’nin sırrı
Ahmet Nergiz
21 HAZ�RAN 2013 CUMA 23Aydınlık KİTAP
Saygıdeğer okur, bugüne değin yazılarımı
hep aynı sesleniş ile bitirdim: “Çünkü ki-
tap karanlığa gönderilmiş mektuptur!”
Bir kitabın saman kağıtları arasından, zih-
nin dehlizlerine fısıldanan her kelime, her
satır; büyük karanlığımıza tutulan fener-
dir diye düşündüğümden… Tıpkı Divan
şairi Necati’nin o beyitindeki gibi:
Görünen yıldız değil yer yer delinmiştir felek Gün yüzünün hasretiyle tir-i ahımdan be-nim.
Gel gelelim ufkumuzu saran uğursuz-
luğun tonu, gitgide zifirileşiyor. Çağlar
öncesinden büyük alimlerin, edebiyatçıla-
rın, şairlerin sökün eden sözcükleri dahi
önümüzü görmemize yetmiyor. Barikatlar
önünden dizeler okunuyor karanlık
adamlara. Şimdi kulakları sağır eden bir
sessizliğe ihtiyacımız var; dönüp yeniden
kitaplarımıza dalmaya… Kelimeler eşele-
meye… Zira kitaplardan gayrı silahımız
yok!
Kadın, çocuk, haklı, haksız ayırt et-
meksizin; yüreğimizdeki vatan sevdasının,
evlat sevdasının ateşine tazyikli sular sıkı-
lırken, evlerimize, yatak odalarımıza, dört
duvar arasındaki mukaddeslerimize ze-
hirli gazlar sızarken; sizleri de bu sığına-
ğa, kelimelerin ardındaki o mamur, güven
dolu dünyaya çağırıyorum. Çünkü, keli-
meler açığa verir insanı…
Misalen; marjinal kelimesi… Kütüp-
hanemdeki 1992 yılı basımlı Türk Dil Ku-
rumu Sözlüğü’nde yeri ol-
mamakla beraber; dile “aykırı” anlamı ile
postu sermiş bir kelime marjinal… Başka
bir deyişle, genel kabullere uymayan…
Henüz ağzı süt kokan bir çocukken, baba-
annemin ılık sesinden “güzel efendimiz”
diye ruhuma akan bir nidaydı Hz. Mu-
hammed (S.A.V); bana bahse konu keli-
meyi çağrıştıran bir önder. Yaşadığı top-
lumda, kelimenin tam manasıyla marji-
naldi. Etrafını saran cehaleti kırmak için
attığı her adım, alışılagelmiş itikatlara, ko-
kuşmuş safsatalara
uymuyordu.
“Zengin tacir
ve tefecilerin gücü,
onları Kabe’nin
putlarına iyice ya-
pıştırmıştı. Çünkü
bu putlara sarıl-
dıkça servet ve
zenginliklerini ar-
tırıyorlardı. Putlar
onları korudukları
gibi her yıl üç ay
Yarımada Arapla-
rını Hac için kendilerine
çekiyorlardı. Bu hacılar, putlara yani on-
ların sözcüsü Mekkeliler’e çeşitli hediye-
ler, mallar ve nişanlar sunuyorlardı. Zen-
ginlerin, yoksullar, işçiler, köleler ve yolda
kalmışlar üzerindeki zorbalıklarının kay-
nağı da yine bu putlardı. Muham med,
bütün bunlara karşı çıkarak putların, açık
bir sapıklık olduğunu ilan etti. Bunlar hiç-
bir işe yaramayan, kimseye fayda veya za-
rar verme gücü olmayan basit heykelcik-
lerden ibaretti. Oysa gerçekte her şey,
Tek olan İlah’ın elindeydi. Onun nazarın-
da, soyluyla köle, zenginle yoksul, kadınla
erkek insan olarak eşitti.” (Abdurrahman
Şarkavi, Özgürlük Peygamberi Hz. Mu-
hammed, Profil Yayıncılık, Çev: Muhar-
rem Tan, s. 80)
Düşünülesi…
Girizgahı marjinal kelimesiyle yapma-
mızın, son günlerin moda tabiri olmasının
yanı sıra; tanıtacağımız kitapla da ilgisi
var. Zira kitabın yazarı İzzet Yasar da
marjinal bir şair! İzzet Yasar, 1982 yılında
yayımlanan “Ölü Kitap” tan sonra, 15 yıl
şiiri bırakıyor. Bu uzun susuşun ardından,
“Ölü Kitap” 2013 yılında 160.Kilometre
Yayınevi tarafından yeniden basılıyor.
Kitap, iktidarın diline şiirle mukabele
etme gayesi taşıyor. Bu uzun sessizliğin
kitabı, belki de aynı zamanda; güncelliğini
hiç yitirmeyecek bir çığlığın dizelere dö-
külmüş hali oluyor. “Babamızdır kuşu
vardır, sormadan girer” diyen İzzet Yasar;
kendi alanını korumaya çalışan çe-
kingen bir çocuk tasviriyle bir
halkın iktidar karşısındaki du-
rumunu imliyor. “Size yollar
yaptık, viyadükler yaptık daha
ne istiyorsunuz!” diyen bir ik-
tidarın belki de…
İzzet Yasar’ ın kendine has
üslubu ve şiir ikliminden, bir
parmak bal daha:
Şair Tacirtek kalacak son bacağımlaedebiyatı seke seke yazdımben dili bütünruhum ne var ne yokhangimiz kusursuzuz – ama da-yanamadım gittimiçimdeki yırtılan ince zar sesinde
kayıp düştüm
şimdi gel kaymak tabakam dikilen dolu göz uçlarımlaboşanayım ve sana açlığımdan boşalayım
(sayfa:28)
Saygıdeğer okur, her iki haftada bir
sizlere muhtelif kitap önerileri yapıyo-
rum. Ancak şunu da söylemeden geçeme-
yeceğim; sanırım bu coğrafyada okumaya
en fazla iktidar sahiplerinin, siyasilerin ih-
tiyacı var! İzzet Yasar’ın kitabının adı
“Ölü Kitap”…
Çünkü o parkta kitaplar öldü!
Sadece karanlığamektuplar!
“Ölü Kitap”, güncelli�ini hiç yitirmeyecek bir ç��l���n dizelere dökülmü� hali oluyor. “Babam�zd�rku�u vard�r, sormadan girer” diyen �zzet Yasar; kendi alan�n� korumaya çal��an çekingen bir
çocuk tasviriyle bir halk�n iktidar kar��s�ndaki durumunu imliyor
DAĞHAN DÖ[email protected]
Ölü Kitap, �zzet Yasar,160. Kilometre Yay�nlar�, 31 s.