aydınlık gazetesi’nin ücretsiz ekidir yazmak, içmek ve ... · diksiyon dersleri verdi. 1964...

24
Aydınlık BU SAYIDA 19 KİTAP TANITILIYOR 23 Kasım 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 39 Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir KITAP . Toplam: 1293 Yazmak, içmek ve hayatta kalmak Soykırım ve Post-Travma Şaşaalı 20’ler Hilafet neydi, niçin kaldırıldı? Köylü çocuğundan seçkin bilim adamına “Bir yazarın asıl görevi çağına tanıklık etmektir” Halk geleneğini yaşatan usta öykücü Osman Şahin:

Upload: others

Post on 28-Feb-2020

3 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yazmak, içmek ve ... · diksiyon dersleri verdi. 1964 ile 1969 yılla-rı arasında TRT’de yönetim kurulu üyeliği, 1979 ile 1980 yılları

AydınlıkBU SAYIDA

19KİTAP

TANITILIYOR

23 Kasım 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 39

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

KITAP.

Toplam: 1293

Yazmak, içmek vehayatta kalmak

Soykırım vePost-Travma

Şaşaalı 20’ler

Hilafet neydi, niçinkaldırıldı?

Köylü çocuğundanseçkin bilim adamına

“Bir yazarın asıl görevi çağına tanıklık etmektir”

Halk geleneğini yaşatan usta öykücü Osman Şahin:

Page 2: Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yazmak, içmek ve ... · diksiyon dersleri verdi. 1964 ile 1969 yılla-rı arasında TRT’de yönetim kurulu üyeliği, 1979 ile 1980 yılları
Page 3: Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yazmak, içmek ve ... · diksiyon dersleri verdi. 1964 ile 1969 yılla-rı arasında TRT’de yönetim kurulu üyeliği, 1979 ile 1980 yılları

23 KASIM 2012 CUMA 3Aydınlık KİTAP

Çok önceden belliydi aslında İstanbul Kitap Fuarı’nın bu yılki konusununçocuk ve gençlik edebiyatı üzerine olacağı. “Çocukluğum Yurdumdur” slo-ganı da çok geçmeden ilân edildi. Buna rağmen bu kadar şenlikli ve ger-çekten çocukların damga vurduğu bir fuar göreceğimizi hesap edememiş-tik doğrusu. Çocuk ve gençlik edebiyatı alanında uzmanlaşmış yayınevle-rini görmek sevindiriciydi. Zengin kitaplığıyla yetişkin okuru aydınlatan bazıyayınevlerinin çocuk kitapları konusunda zayıf kalmış olmaları ise uyarı-cı. TÜYAP, alanında iyi işler çıkaran yayınevlerinin çocuk edebiyatına dael atmalarına vesile olur belki.

Fuardan aktarabileceğimiz bir diğer haber ise ilginin çok yoğun oluşuydu.Kitap ekimiz baskıya girerken resmi rakamlar henüz açıklanmamıştı fakatziyaretçi sayısının geçen senelerden daha yüksek olduğunu kestirmek zor de-ğil.

TÜYAP Beylikdüzü’nde yapıldığından bu yana farklı salonlarda farklıkurum ve kuruluşlar da yerlerini alıyordu. Bu yeni sayılmaz. Sahafların bu-lunduğu salon ise son yenilik. Okurlar yeni kitaplarda arayıp bulamadı-ğını sahaflarda bulmayı denedi. Sahaflar, fuar indirimlerine rağmen fiyat-lardan yakınanlar içinse bulunmaz bir fırsat oldu.

Fiyatlardan bahsetmişken; gelelim fuarın olumsuz yönlerine. Kitap fi-yatları bilindiği gibi oldukça yüksek. Kitapseverler fuara genelde uzun sü-redir almayı bekledikleri kitapları indirimli fiyattan alma ümidiyle gelirler.Bu yıl çoğu yayınevinin fuar indirimi ise oldukça yetersizdi. Örneğin kitabeviolan yayıncıların fiyatlarının kendi kitabevlerindekiyle aynı olduğunu söy-lemeden edemeyeceğiz.

Bir diğer mesele ise dillere destan ulaşım sorunu. Her ne kadar metro-büs TÜYAP’a kadar hizmete girmiş olsa da sorun çözülmüş sayılmaz. Bukez de aşırı kalabalık metrobüsleri neredeyse kullanılmaz hale getirdi. Ön-ceki yıllarda şehrin çeşitli yerlerinden servisler kaldırılırdı. Bunların sayısıda çoğu kez yetersiz kalsa da nihayetinde ücretsiz ulaşım sağlanıyordu.

Bütün gününü kitaplarla iç içe geçirmek isteyen kitap sevdalıları içingün boyu açlık yine kaçınılmazlardan biriydi. Yiyecek içecek fiyatların-daki astronomik rakamlarda bir değişiklik yoktu; kapının önündeki pi-lavcıları saymazsak.

Uzun lafın kısası sorunların çözümü ancak köklü değişimlerle olacak;belli.

Her şeye rağmen milyonlarca insanı, genciyle yaşlısıyla, kadınıyla erke-ğiyle “kitap” ortak paydasında buluşturması açısından fuar, önemini bir kezdaha kanıtladı.

Haftaya buluşmak dileğiyle...

Fuar notları

SUNU

[email protected]

Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34

Yönetim Yeriİstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbulTel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04

Faks: 0212 252 51 22

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş.

adına sahibi:Mehmet Sabuncu

Genel Yayın Yönetmeni:Serhan Bolluk

Sorumlu Müdür:Mehmet Bozkurt

Genel Müdür Yardımcısı (Reklam):Saynur Okuroğlu

Aydınlık

KITAP.

Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç

Editör: Pınar Akkoç

Yazıişleri: İrem Halıç, Deniz Antepoğlu, Cenk Özdağ

Yazıişleri Müdürü: Damla Yazıcı

HAFTANIN PORTRES�

Ünlü şair, oyun yazarı Melih Cevdet An-

day, 1915 yılında İstanbul Kadıköy’de doğdu.

Çocukluğu Kadıköy’de geçen şair, liseyi An-

kara’da okudu. Lise eğitimi esnasında Oktay

Rifat ve Orhan Veli ile tanıştı. Liseyi bitir-

dikten sonra kısa süre hukuk eğitimine de-

vam etti, yarıda bırakarak Ankara Üniver-

sitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ne kay-

doldu. Memuriyeti sebebiyle eğitimine devam

edemedi, anak çalıştığı kurum sosyoloji eği-

timi alması için onu Belçika’ya gönderdi.

1936 yılında Varlık dergisinde “Ukde”

isimli ilk şiiri yayımlandı. Daha sonra şiirle-

ri Ses, Yaprak, Yeditepe, Papirüs, Yeni Ufuk-

lar, Yeni Dergi, Soyut, Ataç, Dönem, Yön gibi

çeşitli dergilerde yayımlandı. 1941 yılında ise

Orhan Veli ve Oktay Rifat ile “Garip” isim-

li şiir kitabını çıkardılar. “Kolları Bağlı Odys-

seus” isimli eseri ile kendine özgü felsefi şiir

akımını başlatmış ve Garip Akımı’ndan ay-

rılmıştır. 1946’ya kadar Hasan Âli Yücel’in

tavsiyesi ile Milli Eğitim Bakanlığı Neşriyat

Müdürlüğü’ne memur olarak atandı.

1953-1954 yılları arasında Akşam gaze-

tesinin edebiyat ve sanat sayfasını hazırla-

dı. Fikirleri sebebiyle işten çıkarıldı. Doğan

Kardeş Yayınları’na geçti ve çeviriler yap-

tı. Yine fikirleri sebebiyle buradaki işinden

de ayrılmak zorunda kaldı. 1958’den itiba-

ren Tercüman, Büyük Gazete, Yeni Tanin

ve İkdam’da denemeler ve makaleler yaz-

dı, tefrika romanlar yayımladı. 1956’da ya-

yımladığı “Yanyana” isimli şiir kitabı 1964

yılında yasaklandı. Gerek şiir kitaplarıyla ge-

rek tiyatro oyunları ve romanlarıyla pek çok

ödül aldı.

1960’ta Nadir Nadi’nin desteğiyle Cum-

huriyet’te köşe yazıları yazmaya başladı ve

1997’ye kadar yazmayı sürdürdü. İstanbul

Belediye Konservatuarı Tiyatro Bölümü’nde

diksiyon dersleri verdi. 1964 ile 1969 yılla-

rı arasında TRT’de yönetim kurulu üyeliği,

1979 ile 1980 yılları arasında Paris’te eğitim

müşavirliği görevlerini yürüttü.

28 Kasım 2002’de vefat eden şairi, şiir-

lerinden biriyle anmak yerinde olacaktır:

TELGRAFHANEUyumayacaksınMemleketinin haliSeni seslerle uyandıracakOturup yazacaksınÇünkü sen artık o sen değilsinSen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisinDurmadan sesler alacakSesler vereceksinUyuyamayacaksınDüzelmeden memleketin haliDüzelmeden dünyanın haliGözüne uyku giremez ki...UyumayacaksınBir sis çanı gibi gecenin içindeTa gün ışıyıncaya kadarVakur metin sadeÇalacaksın.

Melih Cevdet Anday(13 MART 1915 – 28 KASIM 2002)

1941 y�l�nda OrhanVeli ve Oktay Rifat ile“Garip” isimli �iirkitab�n� ç�kard�lar.“Kollar� Ba�l�Odysseus” isimlieseri ile kendineözgü felsefi �iirak�m�n� ba�latm�� veGarip Ak�m�’ndanayr�lm��t�r

Page 4: Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yazmak, içmek ve ... · diksiyon dersleri verdi. 1964 ile 1969 yılla-rı arasında TRT’de yönetim kurulu üyeliği, 1979 ile 1980 yılları

23 KASIM 2012 CUMA4 Aydınlık KİTAP

Say Yayınları 2012-2013 yayın döne-

minde “Doğu Bilgeliği” isimli yeni bir di-

zinin yayımına başlamış. Sunuş yazısından

anlaşıldığı kadarıyla bu dizi içerisinde bir

yandan Doğu öğretileri üzerine yazılmış in-

celeme, araştırma ve yorumlar, bir yandan

da, “çevirisi mümkün olduğu ölçüde, bu öğ-

retilerin yer aldığı kaynak metinlerin çevi-

rileri” yayımlanacakmış. Dizinin bu ilk ki-

tabının ise bir yandan “bu çevirilerin güç-

lüğüne işaret etmeyi”, bir yandan da “bu çe-

virilerden kaynaklanan yanlış anlamalar ve

bunların yol açtıkları kötü sonuçlara temas

etmeyi” hedeflediği söyleniyor. Böylece

kısmen bu yanlış anlamalardan kısmen

başka sebeplerden kaynaklanan Doğu öğ-

retilerinin “vulgarizasyon”u meselesine ve

özellikle “Amerikan pragmatizmi ve pa-

zarlamacılık zihniyeti ile buluştuğunda or-

taya çıkmış olan tehlikelere” dikkat çekil-

mesi hedeflenmektedir.

Okunup bitirildiğinde doğrusu kitabın

hedeflediklerinin büyük bölümünü ger-

çekleştirdiği görülmektedir. Ve her sayfa-

sı ele aldığı konulara dair yeni bir şeyler öğ-

renilerek çevrilmektedir. Dahası ışık tuttuğu

meselelerle ilgili yeni ufuklar açmakta,

daha önce dikkatimizi çekmemiş, hatta var-

lığından habersiz olduğumuz konularda or-

taya kafa yorulmaya değer yeni sorular at-

maktadır.

YEN� GERÇEKLEREULA�MAK

Belki biraz bundan biraz da ele aldığı

meselelere pek aşina olmadığımız tarzda

yaklaşmasının bir sonucu olarak birkaç

sayfada bir kendi kendimize herhangi bir

gerçeğe yeni aymış olmanın şaşkınlığıyla

“demek işin bir de bu yanı varmış, bu ya-

nını da düşünmek gerekiyormuş” dediği-

mize tanık oluyoruz. Mesela “bilme”nin ve

“olma”nın bir ve aynı şeyler olduğunu bu-

rada apayrı bir ışık altında ve sarhoş edici

bir derinlik içinde görüyoruz. Biraz ileride

“sınıf meselesi”nin de bu aynı birlik içinde

görülebileceği görmezden gelinemeyecek

bir ihtimal olarak ortaya çıktığında nasıl

olup da bunun daha önce hiç aklımıza gel-

memiş olduğuna şaşırıyoruz. Ve eğer bugün

“kapitalizm” denilen ve aslında muhteva-

sı bu kavramla ifade edilmek isteneni kat

kat aşan “ucube” tüm insanlığın can düş-

manı ve hasımlarının en başta geleniyse

onunla yapılan mücadelenin neden yeter-

siz ve sonuçsuz kaldığı sorusunun bu defa

aklımızı bir başka kurcaladığını görüyoruz.

Ve cumhuriyetin başlarındaki, sonuçlarıy-

la değil de daha çok hedefledikleriyle yar-

gılanması gereken “seçkincilik” tecrübesi-

nin, bilhassa bugünkü “vandalizm”i ve

onun taş üstünde taş bırakmayan çapul-

culuğunu gördükten sonra hiç de yabana

atılmaması gereken bir tecrübe olduğunu

düşünmeye başlıyoruz.

Bu zamanda bir kitap için bunlar doğ-

rusu az bulunur meziyetler. Bunlar, hatta

daha azı için okunmayı fazlasıyla hak edi-

yor. Ama kitap yayımlan-

dığı bugünlerde bambaş-

ka bir sebepten ötürü

okunmayı hak ediyor.

Kitabın 1915’te kale-

me alınmış “Hindistan’ın

İnsanlığa Katkısı” başlık-

lı dördüncü bölümünde şu

satırlara rastlıyoruz:

“Asya’nın çöküşü kıs-

men iç zorunluluk sebe-

biyle, kısmen de sanayici-

lerin yıkıcı sömürüsünün

sonucu olarak hızlanıyor.

Ama gördüklerimizi yo-

rumlamada acele etme-

yelim. Önce Hindistan’da

gördüğümüz şeyin çöküş halinde olan iş-

birliğine dayalı bir toplum olduğunu anla-

yalım. Batı toplumu hiçbir zaman bu kadar

yüksek teşkilatlanma seviyesine ulaşama-

dı fakat teşkilatlandığı kadar çözülüp da-

ğılması Hindistan’da gördüğümüzden çok

daha büyük bir hızla olup bitti.

Sınai rekabetin içine en başta gömül-

düğü için Avrupa’nın onun

içinden en önce çıkacağını

umut edebiliriz… Ama eğer

Avrupa’nın yapıcı / onarıcı dü-

şüncesi ya bilgisizlik sebebiyle

veya Asya’yı küçümsediği için

Doğulu düşünürlerin işbirliği-

ni aramayı ihmal ederse sana-

yicilikle mücadele etmek için

Avrupa’nın yetersiz kalacağı

bir zaman gelecektir; çünkü bu

düşman Asya’ya da yerleşme-

ye başlamıştır ve onun düşü-

şünü süratle hızlandırmaktadır.

…Eğer Asya Avrupa ile

olmazsa ona karşı olacaktır ve

o zaman idealist Avrupa ile

maddeci bir Asya arasında korkunç bir ik-

tisadi, hatta silahlı çatışma ortaya çıkabilir.”

(A. K. Coomaraswamy, 1915.)

Artık iyice görüyoruz ki bugün bizi

bekleyen, “silahlı çatışma” tehlikesinden çok

daha büyük bir tehlikedir. Ve bildik dış po-

litika manevraları ve istihbarat oyunlarıy-

la bu tehlikenin önüne geçemeyeceğimiz or-

tada.

“ZOR”LA AYAKTA DURANDÜNYA DÜZEN�

Şunu artık aklı olan herkes teslim edi-

yor: Bir zamanlar “demokrasi”, “eşitlik”,

“özgürlük” teraneleriyle tesis edilen dün-

ya düzeni bugün artık sırf “zor”la ayakta du-

ruyor. Ve zor bir düzenin en nazik, en kı-

rılgan evresidir. Bunu kendileri de biliyor,

ama ellerinden zora başvurmaktan başka-

sı gelmiyor. Ve sonunda bir gün zor artık o

noktaya gelecek ki “oyun bozulacak”.

Belli ki o oyunbozan oyun sahasını

kola kolay terk etmeyecek. Elindeki bütün

imkânları ayakta kalabilmek için seferber

ederek dünyayı bir yangın yerine çevirecek.

Ve öte yanda kendi kökleriyle bağlarını ko-

parıp her bakımdan Batı’yı taklit ederek

şimdi ona kafa tutmaya kalkan Doğu. Bir

gün bu ikisi karşı karşıya gelecek. Setin ne-

reye çekildiğini işte o zaman anlayacağız.

Peki, o oyun bozulduğunda biz nerede

olacağız?

Vaktiyle eşine az rastlanır bir basiret-

sizlik yüzünden dünyanın ve olayların sey-

rini doğru okuyamadığımız için birilerinin

dümen soyuna takıldık ve koca bir impa-

ratorluğu batırdık. O zaman başımıza ge-

lenlerden zerrece ders çıkarmamış olarak

bu defa, sırf zorla ayakta kalmaya çabala-

yan bir gücün dümen suyuna takılıyoruz ve

“derinlik” adı altında sığlığın en koyusuy-

la o imparatorluktan kalan son bakiyenin

eriyişine, “son kale”nin düşüşüne seyirci

oluyoruz.

Artık bu sığlıktan kurtulmanın zamanı.

Bu defaki basiretsizlik bizi son yurt topra-

ğından edebilir ve şimdilerde manen tat-

maya başladığımız yurtsuzluğu o zaman

madden yaşamak zorunda kalabiliriz. Bu-

nun tek yolu içinde debelenip durduğumuz

bu sığlıktan ve darlıktan, bu bağnazlıktan

ve yobazlıktan bir an evvel kurtulmaktır.

Bu zamana kadar merak saikiyle dahi

kulak vermediğimiz Doğu’nun engin bil-

geliğine anlaşılan bundan sonra fayda sai-

kiyle dönüp bakmak zorunda kalacağız. An-

cak böyle bir zoraki bakış ondan öğren-

memiz gerekenleri öğrenmeye belli ki yet-

meyecek.

Sunuş yazısından öğrendiklerimize göre:

İşte bu ilk kitap “Doğu Bilgeliği”nden ya-

yınlanacak bir dizi kitaptan verimli bir öğ-

renme süreci için “kılavuz” olmayı amaçlıyor.

(Doğu Bilgeliği- Kılavuz Kitap,A. K. Coomaraswamy, R. Guenon,

S. Dasgupta, Say Yayınları,Çev.: A. Aydoğan, 152 s.)

Bir kitabın düşündürdükleriBelli ki o oyunbozan oyun sahas�n� kola kolay terk etmeyecek. Elindeki bütün imkânlar� ayakta kalabilmek

için seferber ederek dünyay� bir yang�n yerine çevirecek. Ve öte yanda kendi kökleriyle ba�lar�n� kopar�p herbak�mdan Bat�’y� taklit ederek �imdi ona kafa tutmaya kalkan Do�u. Bir gün bu ikisi kar�� kar��ya gelecek.

M. ŞADİ ERKILIÇ

Page 5: Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yazmak, içmek ve ... · diksiyon dersleri verdi. 1964 ile 1969 yılla-rı arasında TRT’de yönetim kurulu üyeliği, 1979 ile 1980 yılları
Page 6: Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yazmak, içmek ve ... · diksiyon dersleri verdi. 1964 ile 1969 yılla-rı arasında TRT’de yönetim kurulu üyeliği, 1979 ile 1980 yılları

23 KASIM 2012 CUMA6 Aydınlık KİTAP

Loş ışığın sahte huzurunda, bir

sığınma evi gibiydi bu otel odası. Ya-

tağın üzerine rasgele bırakılmış eş-

yalarımın şaşkınlığı, gözle görülü-

yordu. Alışkın olmadıkları bir sav-

rukluktu bu. O bilindik, çekmece dü-

zeni yoktu artık. Eşyaların hali, tav-

rı; fazla kalınmayacağının, bir kök-

süzlüğün habercisiydi. Odanın tam

ortasında, kendi haline bırakılmış

sandalyeye oturdum. Kibritin yanı-

şıyla, yüz çizgilerim saklandıkları

yerden çıktılar. Her çizginin bir hi-

kâyesi vardı. Çizgilerin hikâyesi ses-

sizce karıştı, odanın hikâyesine.

Ayak sesleri işitiyordum. Gözlerim,

bu sese bir beden arıyordu. Kimse-

ler yoktu, ürperiyordum. Zamanın

sinsi yürüyüşü müydü bu yoksa?

Yaşlanmak, bu odadaki tek eyle-

mim… Oysa ne çok hayat gizli, kir-

li sarı dört duvar arasında… Uzak

sevinçler, umutlar, yastığa bulaşan

gözyaşları… Birden hepsini duyar

gibi oluyordum. Kendimi, anıların o

gürültülü akıntısına bırakıyordum.

Yine eşyalar rehberlik ediyordu

bana. Çünkü duvarların dili vardır.

Yalnızca, biz anlamayız onların li-

sanını. Tıpkı karıncaları, saka ku-

şunu, hanımeli çiçek-

lerini anlayamadığı-

mız gibi… Çünkü eş-

yalar konuşurlar; tiz fı-

sıltılar halinde. Bir-

den elektrikler, siren-

ler kesilecek olsa,

uğultulu bir kentin gö-

beğinde, onları duyar

gibi oluruz. İrkiliriz!

Doğrusu eşyalara

anlam yükleyen, ruh

üfleyen insan duyarlı-

ğıdır. Aynı duyarlık,

bir kentin de soluğunu

hissedebilir. İnsan ya-

şadığı çevreyi, nesne-

lerden başlayıp; tüm şehre varana

dek, kendi gözleriyle biçimlendirir.

Bazen anılar şekil verir bir eşyanın

yarattığı çağrışıma; bazen eşyalar ya-

şanan ana değer katar. Maddi değeri

olmayan, küçük bir taş kimi zaman

büyük bir sevginin nişanı olabilir;

şans getirdiğine inanılır bazen bir

kolyenin… Kimi zaman, kötü bir

günü hatırlattığından giyilmez hat-

ta kaldırıp, atılır giysiler… Belki

bazen sokaklara, şehirlere gidilmez,

anıların şiddetinden… Bazen de

şehirler peşimizden gelir. Tıpkı Yu-

nanlı şair Kavafis’in dediği gibi…

“Yüzümü nereye çevirsem, ne-

reye baksam, kara yıkıntılarını gö-

rüyorum ömrümün, boşuna bunca

yıl tükettiğim bu ülkede. Yeni bir

ülke bulamazsın, başka bir deniz bu-

lamazsın. Bu şehir arkandan gele-

cektir. Sen gene aynı sokaklarda

dolaşacaksın, aynı mahallede koca-

yacaksın; aynı evlerde kır düşecek

saçlarına. Dönüp dolaşıp bu şehre

geleceksin sonunda. Başka bir şey

umma, ömrünü nasıl tükettiysen

burada, bu köşecikte, öyle tükettin

demektir bütün yeryüzünde de.”

E�YALARLA YAZARIN BA�IBana bu satırları yazdıran, Kır-

mızı Kedi Yayınevi'nden çıkan “Pro-

ust’un Paltosu” adlı kitaptı. Tatlı bir

tesadüf eseri, evimden uzak bir otel

odasında almıştım kitabı elime.

Bambaşka bir yatakta gözlerimi aç-

tığım, her sabah uyandığımda ko-

modini, dolabı, uyandığım yatağı,

yorganın kısalığını algılamaya ve

anlamlandırmaya çalıştığım 512 nu-

maralı otel odasında… Kavafis’in de-

diği gibi içimde getirdiğim şehir,

evim ve eşyalarım, odadaki eşyala-

rın kaderine ka-

rışmıştı. Proust da

“Kayıp Zamanın

İzinde” adlı ese-

rinde bana bu çağ-

rışımı yaptıran şu

satırları kaleme

alıyordu:

“Çevremizde-

ki nesnelerin du-

rağanlığı, bu nes-

nelerin başka nes-

neler değil de on-

lar olduklarından

emin olmamızın,

yani düşüncemizin

onların karşısında

durağan olmasının zorunlu bir so-

nucudur belki de. Ne olursa olsun,

şurası bir gerçek ki, bu şekilde uyan-

dığım zamanlar, zihnim nerede ol-

duğumu anlayabilmek için boş yere

çırpınır, nesneler, ülkeler, yıllar, her

şey etrafımdaki karanlığın içinde

döner dururdu. (…) Bu fırıl fırıl dö-

nen, karışık hatıralar en fazla birkaç

saniye sürerdi daima; çoğunlukla bu-

lunduğum yer konusundaki kısa te-

reddüdüm sırasında, tıpkı koşan bir

atı izlerken, kinetoskopun bize gös-

terdiği, birbirini izleyen pozisyonla-

rı tek tek ayıramayışımız gibi bu be-

lirsizliği oluşturan çeşitli tahminle-

ri birbirinden ayıramazdım. Ama ha-

yatım boyunca yattığım odaların

kah birini kah başkasını görmüş

olur; uyandıktan sonra daldığım

uzun tahayyüllerde de tek tek bütün

odaları hatırlardım.”

Lorenza Foschini’nin yazdığı,

Eren Yücesan Cendey’in dilimize

kazandırdığı “Proust’un Paltosu”

da, eşyalar üzerinden bir yazarla ve

onun gizemli dünyası ile kurulan tut-

kulu bir ilişkiyi anlatıyor. Bir ente-

lektüel, bir bibliyofil ve aynı za-

manda d’Orsay Parfümerisi’nin sa-

hibi olan Jacgues Guerin’in, adım

adım Proust’un izlerini sürdüğü, ai-

lesine, teneffüs ettiği havaya karış-

tığı ve nihayetinde kendini “özel

bir görevli” gibi addettiği serüveni

kaleme alır yazar Foschini. Guerin,

kendine bu yakıştırmayı yapmakta

haklıdır da. Zira Marcel Proust’un

kardeşinin eşi Marthe, Marcel’in

ölümünden sonra birçok el yazma-

sını yakmış; şahsi eşyalarını da ora-

ya buraya savurmaya başlamıştır:

“Jacgues, Marthe’nin sözleriyle

altüst olur; bir dahinin anılarını ve ta-

nıklıklarını yok eden alevlerin, şim-

di yanındaki şömineden çıktığını ve

onu da yaktığını, tutuşturduğunu his-

seder. Sarsılmış ve duyduklarına ina-

namamış halde salondan çıkar; bir

yandan da yakıp yıkmak için savaş-

lara, ihtilallere gerek olmadığını

düşünür. Bunun için varisler, aileler

yetiyormuş diye geçirir içinden avun-

tusuz; böyle küstah kişiler değerli iz-

leri ve tanıklıkları silme hakkını

kendinde bulabiliyormuş demek

ki!” ( Prosut’un Paltosu, s.37 )

PROUST’U YEN�DEN KE�FETMEK

Proust’a tutkun Guerin’in, bu yı-

kımdan sonra, iz sürme ve toplama

iştahı artarak devam etmiştir. Kita-

ba da adını veren “Proust’un Palto-

su” bu yolculuğun son noktası ola-

caktır. Ancak siyah palto, şu an bu-

lunduğu yere; Carnavelet Müze-

si’nin deposunda pelür kağıtlar ara-

sındaki kutuya ulaşana dek, bir öy-

küye de hayat verecektir. Bu ba-

kımdan ilginç bir kitaptır; Foschi-

ni’nin kaleme aldığı “Proust’un Pal-

tosu”… Hem Proust hayranları için

belgesel niteliğinde bir çalışma, hem

de daha çok kentler, evler ve bilhassa

eşyalar üzerinden bir yazarla kuru-

lan ilişkiyi anlatan biyografik bir

roman…Bazı kitapları bilerek ağır-

dan alırsınız, bitmesini istemediği-

nizden. Benim açımdan, Kırmızı

Kedi Yayınlarından dilimize kazan-

dırılan kitap; bu sınıfta yer alıyor. Bil-

hassa, kitapta Guerin’in ahbabı ola-

rak adı geçen müzisyen Erik Sa-

tie’nin parçalarının fonda yürüdüğü

bir gecede okumak, daha da keyif ve-

rici… İşin tüyosu…

Saygıdeğer okuyucu, benzer bir

duyguyu geçenlerde Taksim Sırasel-

viler Caddesinin karşı sokağında yer

alan Attila İlhan Vakfı’na gittiğimde

yaşadım. Burada, Attila İlhan’ın viş-

ne rengi oturma koltuklarını, çalışma

masasını ve kütüphanesini görmek

mümkün…Okuduğu hatta not aldı-

ğı kitapları masanın üzerinde ilk gör-

düğümde, insiyaki olarak dokunma-

dığımı fark ettim. Kutsal bir emane-

te duyulan saygıydı bu bir nevi. Neden

sonra kitapları elime aldım, sayfalar

arasında gezindim. Beni karşılayan,

vakfın gönüllüsü ve sağlığında kap-

tanın tabir-i caizse, çantasını taşıyan

gençlerden biri olan İsmail Bey ile sa-

atlerce Attila İlhan’dan bahsettik.

Meraklısına duyurulur!

Dipnot: “Işığın gölgesinde kalan…

Gatsby!” başlıklı yazıma yaptığı yorumda,

Can Yücel çevirisi ile ilgisi değerli çalış-

masını benimle paylaşan çevirmen Hasan

Fehmi Nemli’ye teşekkür ederim.

(Proust’un Paltosu, LorenzaFoschini, Kırmızı Kedi Yay.,

Çev: Eren Yücel Cendey, 103 s.)

Kayıp Palto’nun izindeProust’a tutkun Guerin’in, y�k�mdan sonra, iz sürme ve toplama i�tah�artarak devam etmi�tir. Kitaba da ad�n� veren “Proust’un Paltosu” buyolculu�un son noktas� olacakt�r. Ancak siyah palto, �uan bulundu�u

yere; Carnavelet Müzesi’nin deposunda pelür ka��tlar aras�ndakikutuya ula�ana dek, bir öyküye de hayat verecektir

DAĞHAN DÖ[email protected]

Bazı kitaplarıbilerek ağırdan

alırsınız,bitmesini

istemediğinizden.Benim açımdan,

Kırmızı KediYayınları’ndan

dilimizekazandırılan

kitap; bu sınıftayer alıyor.

Bilhassa, kitaptaGuerin’in ahbabıolarak adı geçen

müzisyen ErikSatie’nin

parçalarınınfonda yürüdüğü

bir gecedeokumak, daha da

keyif verici… İşin tüyosu…

Lorenza Foschini

Page 7: Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yazmak, içmek ve ... · diksiyon dersleri verdi. 1964 ile 1969 yılla-rı arasında TRT’de yönetim kurulu üyeliği, 1979 ile 1980 yılları

7Aydınlık KİTAP

Dan Fante Altıkırkbeş Yayınları tara-

fından ilk kez Türkçede. Her ne kadar yazar

Dan Fante kendisini sıklıkla yaşlı adam ola-

rak andığı babası üzerinden tanımlamasa da

Fante ailesi geleneklerini sıkı sıkıya takip et-

tiğini söyleyebiliriz: Yazmak, içmek ve hayatta

kalmak. John Fante “Üzümün Kardeşli-

ği”nde babasını anlattı, “Hayat Dolu”da ise

oğlunun aileye katılmasını... Dan Fante an-

nesinin karnındayken babası onun hakkında

şöyle diyordu:

“Ev büyüktü, çünkü planlarımız büyük-

tü. Birincisi yoldaydı bile, karnında bir yum-

ru; alev gibi hareket eden, bir yılan kümesi gibi

kaygan ve kıpır kıpır bir şey.

Gece yarısının sessizliğinde

kulağımı karnındaki pınara

dayayıp su seslerini çağlama-

ları ve emişleri dinlerdim”

Yıllar sonra Roma’da 17

yaşındaki oğlunun mektubu-

na şöyle cevap veriyordu:

“Çok güzel bir mektup yaz-

mışsın, temiz, berrak ifadeler,

doğrudan ve isabetli. Belki

sen de bir yazarsın, benim

gibi. Düşün bunu.” Tabi ki

Daniel aile geleneğinden ka-

çabileceğini düşündü ve babasını dinleme-

di. 1966 yılında New York’a gitti. Karnaval

çığırtkanlığı, zarf dolduruculuğu, taksi şo-

förlüğü gibi pek çok kötü işte çalıştı, uzun za-

man bir alkolik ve müptela olarak yaşadı.

“Bir Taksicinin Los Angeles Hikayele-

ri” Dan Fante’nin kısa hikayelerinden olu-

şan bir kitap. Bir anlamda Fante -Bukows-

ki, tanrı- yazar geleneğini sürdürdüğü söy-

lenebilir. Nasıl ki Arturo Bandini karakteri

Baba John Fante’nin edebi kimliği, Henry

Chinaski Charles Bukowski’nin edebi kah-

ramanı ise Bruno Dante de Dan Fante’nin

pek çok kitabındaki ana karakteridir. Yazar

bir röportajında:

“Bruno ile ilgili pek çok şey otobiyogra-

fiktir. Kitaplarda kronoloji farklı olabilir fa-

kat hissiyat ve deneyim gerçek. Bruno sıklıkla

kontrolünü kaybeden bir alkolikti. Kendim

hakkında doğruyu söylemek, eserlerimi oku-

yanlarla aramda kurduğum bağ. İlk romanı-

ma üç yıl ayık kaldıktan sonra başladım. Eski

bir acıyı içimden atmak, kusmak için yazdım.”

Sahiden de babasının dediği gibi Dan Fan-

te harika bir yeraltı edebiyatı yazarı. Direkt

ve meselenin özüne ilerleyen, samimi, basit

bir anlatımı var. Beni bir kez daha “bu kadar

kocaman bir ağrıyı, nasıl bu kadar basitçe ama

dehşete düşürecek kadar da doğru ifade

edebiliyor” dedirten yazarlar-

dan biri oldu, bilhassa hikaye-

lerin orjinal dilde yazılmış kop-

yalarına göz atma fırsatı bu-

lunca. Nitekim çeviride bir kı-

sım anlam ve duygu kayıpları-

nın kurbanı olmuş, çeviri me-

tinlerin en büyük problemi,

bu kitapta da peşimizi bırak-

mıyor. Fakat yine de bu kitabı

Türkçe okumamızı sağlayan

herkese Altıkırkbeş nezdinde

teşekkür boynumuzun borcu.

Yazarlara yazarlardan git-

meyi, yazarlardan kitaplara gitmeyi, yazarların

edebi besinlerine en azından bir göz atmayı

siz de benim kadar seviyorsanız: İşte Dan Fan-

te’ninkiler: “Selby en büyük ilham kayna-

ğımdı. Ayrıca John Fante ve Eugene O'Ne-

ill- oyunlar yazmayı seviyorum- ve Tennessee

Williams ve Shakespeare. Ayrıca genç ölen

müthiş bir Amerikan yazar Edward Lewis

Wallent. Bazı işleri dahiyane. Ve tabi ki J.P

Donleavy. Kendi hakkında ve insanlığın hali

hakkında doğruyu söyleyenler, bana büyük bir

hediyeydi ve devam etmemi sağladı”.

(Bir Taksicinin Los AngelesHikayeleri, Dan Fante, Altıkırkbeş

Yayınları, Çev: Feyyaz Şahin, 160 s.)

DİLAN ÖZTÜ[email protected]

Dan Fante

Yazmak, içmek vehayatta kalmak

Yazmak, içmek vehayatta kalmak

Yazmak, içmek vehayatta kalmak

Yazmak, içmek vehayatta kalmak

Yazmak, içmek vehayatta kalmak

Yazmak, içmek vehayatta kalmak

Yazmak, içmek vehayatta kalmak

K�TAPTAN“Si.tir!Taksicilik mesleğine sıkışıp kalmaktan nefret ediyordum. İşe yeniden başladı-

ğımdan beri yaşamım bütünüyle anlamsızlaşmıştı. Taksi şoförlüğü bir erkeğin ya-şamsal sıvılarını haftada altı gün, günde on saat boyunca yok eder. Los Angeles’tataksi sürmek hiç faydalı bir iş değildir. Bir yığın onursuz serseriyi bir plastik fast foodmuhitinden diğerine götürebilmek için, insanlığınızı bir kenara bırakmanız gerekir.”

Page 8: Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yazmak, içmek ve ... · diksiyon dersleri verdi. 1964 ile 1969 yılla-rı arasında TRT’de yönetim kurulu üyeliği, 1979 ile 1980 yılları

Orhan Duru’nunardından Duru’nun seçme yaz�lar�ndanderlenen “Roman Medya’danÖnce Gelir”de bir devrin edebiyatve sanat dünyas�nda yolculu�aç�kacaks�n�z. Yar�m yüzy�ll�k birevrede sanat ve edebiyatdünyas�n�n hangi a�amalardangeçti�ine tan�kl�k edeceksiniz

8 Aydınlık KİTAP

Derleme kitaplar ya da anı kitapları de-

nildiğinde ilk tepkiniz nasıldır. Veya yaşa-

ma veda etmiş bir yazarın kitaplaşmamış ya-

zılarına ilgi duyar mısınız?

Eğer sözü edilen kişi bir döneme tanıklık

etmiş, o dönemin önemli isimlerinden bi-

riyse sizi bilemem ama ben bu soruya “el-

bette” yanıtı verebilirim. Hele de yarım yüz-

yılı aşkın yazınla geçen bir yaşamsa…

İşte böyle bir ismin, basınımızın ve

edebiyat tarihimizin usta kalemlerinden Or-

han Duru’nun 1950’li yıllardan 2000’li yıl-

lara kadar gazete ve dergilerdeki seçme ya-

zıları “Roman Medya’dan Önce Gelir”

adıyla kitaplaştırıldı.

Kitabı yayıma Duru’nun son anına ka-

dar yanında olan Burak Fidan hazırladı.

Çalışmada, Duru’nun gençlik yıllarında

Pazar Postası’nda yayımlanan yazıların-

dan gezi notlarına, kitap eleştirilerinden

portrelere değin pek çok yazısına rastlamak

mümkün.

Fidan, sunu bölümünde Orhan Du-

ru’nun son anlarına ilişkin şu bilgileri ak-

tarıyor: “Ölümü beklediği söylenemezdi, ha-

yır; yanından hiç ayırmadığı o küçük not def-

terlerinden biri vardı elinde, gene bir öy-

künün peşindeydi: ‘Bir Uçuş Hazırlığı’.

İlaçlar, hastane koridorları, kontrol için sü-

rekli gelip giden doktorları kollarına takı-

lan serumlar, hasta ziyaretçilerinin tuhaf pa-

niği… Gerçekler bunlardı. Oysa o bir uçuş

hazırlığı içinde, bir uzay mekiğiyle sonsuz

boşluğa fırlatılacakmış gibi yazıyordu öy-

küsünü…”

B�L�M KURGUNUN BABASIÇalışma, Duru’nun 1950’li yılların or-

talarında, ilk gençlik yıllarındaki yazılarıy-

la başlıyor. “El Yordamıyla Yürüyen Sanat”

başlığı altında toplanan ve Pazar Postası,

Yeni Ufuklar, Soyut ve Değişim gibi yayın

organlarında yer alan yazılarından seçme-

lerle oluşturulan bu bölümde Duru, 1950’li

yılların sanat ve edebiyatına dair görüşleri

ve değerlendirmeleri yer alıyor. Kimler

yok ki; Cemal Süreya, Ferit Edgü, İlhan Sel-

çuk, Cevdet Kudret, Demir Özlü, İlhan

Berk, Metin And…

Sonra ilk gezi notlarına rastlıyoruz ki-

tapta; İtalya, Roma, Venedik, sergi notla-

rı ve daha birçok not. Öykülerle didişirken,

bilim kurgu gezegeninde buluyoruz ken-

dimizi.

Bu arada hatırlatalım; 1950 kuşağı öy-

kücülerinden olan Orhan Duru’nun bilim

kurgu öyküleri yeni bir çizginin başlangıcı

olarak da nitelendirilir. Duru, aynı za-

manda “bilim kurgu” adının da babasıdır.

Ardından “Kişiler, Kişilikler” bölümü

geliyor. Burada da Ferit Edgü’den Oktay

Akbal’a, Vedat Günyol’dan Sabahattin

Eyüboğlu’na, Attila İlhan’dan Salâh Birsel’e,

Aziz Nesin’den Doğan Hızlan’a ve Mina

Urgan’a, Yüksel Arslan, Cihat Burak, Ner-

min Menemencioğlu, Zeki Müren, Allen

Ginsberg, John Ashbery gibi birçok isme

dair Milliyet Sanat’ta yayımlanan yazılara

ve anlatımlara rastlamak mümkün.

Çalışmanın son bölümünde ise “Ki-

taplar’dan İzlenimler” yer alıyor.

GEN�� KÜLL�YATİlk öykü kitabı “Bırakılmış Biri” yirmi

altı yaşında (1959 yılında), Muzaffer Er-

dost’un yönettiği Açık Oturum Yayınla-

rı’ndan çıkan Duru, 2009 yılı başında ara-

mızdan ayrıldı.

Sivas katliamında yakılarak katledilen

Asım Bezirci, O’nun için; “Gerçekçiliğimize

yeni yollar, hikâyeciliğimize yeni olanaklar,

dilimize yeni deyişler getiren bir yazar” ifa-

desini kullanıyor.

Doğan Hızlan da, Duru’nun öykü ev-

renine bakarken, belirgin olan şu yönünü

vurguladığını görüyoruz: “Orhan Duru bir

üslupçudur. Mizahi, geleneksel tatları mo-

dernleştiren kıvamdadır.”

Ardında öykülerden denemelere, gazete

yazılarından çevirilere, tiyatro uyarlama-

larına kadar geniş bir külliyat bıraktı.

Duru’nun seçme yazılarından derle-

nen “Roman Medya’dan Önce Gelir”de bir

devrin edebiyat ve sanat dünyasında yol-

culuğa çıkacaksınız. Yarım yüzyıllık bir ev-

rede sanat ve edebiyat dünyasının hangi aşa-

malardan geçtiğine, nerelerden nerelere gel-

diğine tanıklık edeceksiniz. O dönemin isim-

lerini tanıyarak hem de…

Tanıtım metninde de belirtildiği gibi, ya-

rım yüzyılı geçen bir yazı serüveninde so-

rumluluğunu iliklerine kadar hissedip sa-

hiciliği hiçbir zaman kaleminden düşür-

meyen usta bir yazarın öykü dünyasının ar-

dındaki birikimi ve çabayı ortaya koyan bir

kitap. Adeta bir hiza-yoklama denemesi.

(Roman Medyadan Önce Gelir,Orhan Duru, Yapı Kredi Yayınları, 354 s.)

ŞENOL Ç[email protected]

Page 9: Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yazmak, içmek ve ... · diksiyon dersleri verdi. 1964 ile 1969 yılla-rı arasında TRT’de yönetim kurulu üyeliği, 1979 ile 1980 yılları

23 KASIM 2012 CUMA 9BABİL BALIĞI Aydınlık KİTAP

“Her kelime, sessizlik ve hiçlik üzerinde gereksiz bir leke gibidir.”

Samuel Beckett

Daha önce de değindiğimiz üzere ül-

kemizde çizgi-roman yayıncılığının yeni-

den, geç de olsa hareketlendiği bir döne-

me giriyoruz. Dağıtımından, yayın ve

okur adedine kadar türlü sorunlar hala

mevcut bulunsa da her ne kadar istediği-

miz hız ve adette raflarda göremesek de

hiç olmazsa klasik ve kült çizgi-roman eser-

lerinin tercümelerinin birer birer raflar-

daki yerlerini almaları sevindirici bir ge-

lişme. Ülkemizde en az her sanat dalı ka-

dar ve daha da fazlası öteleme ve itele-

meyle karşılaşan bu sanat ve öykü dalını

gönül ister ki bütün dünya ile aynı anda,

güncel olarak takip edebilelim, sadece yurt

dışında yapılanları değil, ülkemizde de üre-

tilenleri her hafta bol bol işleyebilelim. Gö-

rünen o ki oraya daha çok var. Türk çiz-

gi-roman okuru olarak şu an hiç olmaz-

sa nadiren raflarda yer bulan eserleri

kucaklamak ve sahiplenmekten başka

yapabileceğimiz bir şey yok. Elbette ya-

bancı dili olanlar için, ne yazık ki birkaç

adetle sınırlı olan, sadece çizgi-roman sa-

tışına yönelik noktalardan, yabancı çizgi-

romanları, o da ancak sipariş edebildik-

leri kadarı ile takip etmeniz mümkün. Ge-

nel gelir durumu göz önüne alındığında,

yerleşmiş bir fan, takas, kütüphane kültürü

de olmadığından -ki çizgi-roman için bu

daha da vahim boyutlardadır- okurun

büyük çoğunluğu için güncel olarak çizgi-

romanı takip edebilmek ne yazık ki hala

lüks sayılabilir. Bu durumda okurun bü-

yük çoğunluğunun da internet üzerinden

korsan olarak yabancı çizgi-romanları

edinmeye itildiğini söylemek haksızlık

olmaz. Bu nedenle bir başka sorun olarak;

uzunca süre yerli yayıncıların bıraktığı boş-

lukta internetten dosya paylaşımına yö-

nelen okurların, tekrar raflara yönelme-

si de zaman alacaktır. Bu açıdan çizgi-

roman klasiklerinin ve türün en güzel ör-

neklerinin tercümelerinin özenle ve ive-

dilikle, belki yayınevleri adına bir müddet

daha kâr oranı gütmeden raflara taşınması

bu süreci kolaylaştıracaktır. Birkaç hafta

evvel Jason Lutes’un “Berlin” üçlemesi-

nin ilk iki cildinin dilimize kazandırıldığını

bu sayfadan duyurmuştuk. Bu hafta da İle-

tişim Yayınevi’nin dilimize kazandırdığı,

olabilecek her türlü çizgi-roman ödülünün

yanı sıra, 1992 yılında Pulitzer Ödülü’nü

de kazanan, Art Spiegelman’ın “Maus”un-

dan bahsedeceğiz.

�ZG�-ROMANA �LKAKADEM�K �LG�

Art Spiegelman (asıl adı Arthur Spie-

gelman), 1948 İsveç doğumlu ve Polonyalı

Yahudi bir ailenin çocuğu. Ailesiyle Ame-

rika’ya göç ettikten sonra, ailesi her ne ka-

dar onun diş hekimi olmasını istese de sa-

nat ve felsefe eğitimi aldıktan sonra çiz-

gi-roman üzerine çalışmaya başlar. Çizgi-

roman türünün önemli savunucularından

biridir. 1970’lerde ekol halindeki bağım-

sız Underground Comix ekolüne giriş

yapar. Bu dönemdeki çalışmaları nispeten

kısa ve kısmen otobiyografik temalara da-

yalıdır. Bu dönemdeki ça-

lışmaları 1977’de bir araya

toplandıktan sonra Spie-

gelman, daha uzun bir çiz-

gi-roman üzerinde çalış-

mayı kafasına koyar. Soy-

kırımı ilk elden gören ve

yaşayan babasının anıla-

rından yola çıkarak

“Maus”u şekillendirmeye

başlar. Tamamlanması

1980 yılından 1991 yılına

kadar, 11 yıl süren çizgi-

roman, soykırımı ele alış

şekli, tarihi detayları, gör-

sel imgeleri ve derinlikli

yazını sayesinde bir hayli ses getirir ve ona

ödül üzerine ödül kazandırır. Şüphesiz bu

ödüllerin en büyüğü 1992 yılında aldığı Pu-

litzer’dir. Bu açıdan “Maus”un çizgi-ro-

man tarihi açısından bir başka önemi,

“Maus” ile birlikte ilk kez bir çizgi-romana

gösterilen akademik ilgidir. Dolayısıyla da

çizgi-roman türünün saygı görmesine ve

daha geniş kitlelere ulaşmasında önemli

katkıları olmuştur. “Maus”un dışında “In

The Shadow Of No Towers”, “Break-

down”, “Be A Nose” dışında çocuklar için

yarattığı “Open Me I’m A Dog” çalış-

maları bulunur. Yine aynı şekilde pek çok

çizgi derlemesinde de katılımı ve katkısı

bulunan Spiegelman’ın çarpıcı çalışma-

larından biri de Paul Auster’ın “New

York” üçlemesinin çizgi-roman versiyo-

nuna yaptığı katılımdır.

YAHUD�LER FARE, NAZ�LER KED�Çizgi-romanlarında genel olarak me-

tinlerinin çizgilerinin önüne sıklıkla çık-

tığı görülür. Diyalog yaratımında çoğun-

lukla bir öykücüden ziyade bir

romancı gibi davranır. Çizgi-

romanlarının getirdiği ses ve

oluşturduğu drama faktöründe

de bu diyaloglar oldukça yük-

lü bir hacim kaplar. İmgeledi-

ği karakterlerinin aksine, say-

falarında sessizliğe adeta düş-

mandır, öyle ki sürekli olarak

düşüncüleri anılar, gerçek söy-

lenceler ve tarihle yoğurmak-

la meşguldür. “Maus”, Spie-

gelman’ın babasının anıların-

dan yola çıkarak Nazilerin ya-

rattığı dehşetin ve soykırımın

hem öncesini, hem soykırım yıl-

larını hem de sonrasını ele alır.

Dönemin sorularını ve sorun-

larını üç ana katmanda birleş-

tirir. Her bölümün içerisinde

bir başka tarihi süreç aniden sayfalara çı-

karak örtüşmeye neden olabilir. Barın-

dırdığı ciddi konuyla anlatıdaki hiyerarşiyi,

kültürel sıralamayı bir açıdan tepetaklak

ettiğini gözlemleyebiliriz. Babadan oğla

aktarılan bir öyküyü, bir şahitliği yeni bir

formla okuma şansına kavuşuruz. Döne-

min normlarını tersine

çevirerek, Nazilerin ve

dönemin savaş dünyasının

tek tipleştirdiği ve aynı

kalıba soktuğu, kartonlaş-

tırdığı karakterlerini, bu

korkutucu gerçekliğin içe-

risinde aynı tek tipleştirme

modeli ile Freud’un psika-

nalizine bağımlı yeni bir

okumaya dönüşümüne ta-

nık oluruz. Yahudileri fare,

Nazileri kedi şeklinde tek

tipleştirerek sürüklenilen

dehşete ilk elden tanıklığı

kuvvetlendirmeye ve karşı-

toleransı gittikçe azalan dö-

nemin depresyonunu gerçek kılar. Bilinç-

li şekilde gerçekleştirilen bu minyatür-

leştirme aynı zamanda soykırıma yönelik

bilinç içi ve dışı yanıtların da basitleştiril-

miş, küçük izlerini rahatlıkla taşımasına yol

açar. Bu açıdan Spiegelman’ın post-mo-

dern yazının da aracı bir örneğini sergi-

lediğini söylemek mümkün olduğu gibi,

post-modern bir melankoliyi çizgi-ro-

manda ilk olarak yaratan sanatçı olduğunu

söylemek de mümkündür.

NEFES ALIP VEREN B�R KLAS�K“Maus”u yaratım süreciyle ilgili bir söy-

leşisinde Spiegelman, “ölümleri ve cina-

yetleri çizmek karşılaştığım zorluklardan

biriydi. Çünkü çizgi-romanlardaki ölüm-

ler genellikle canlı değildir. Ölümün ger-

çekliğini yansıtmazlar,” der ve soykırımın

şiddetini aktarmakta geri durmak iste-

mediğini, ancak bu şiddeti yansıtırken de

panelleri kullanarak, lisanı ve anlatıyı ön

plana çıkardığını anlatır. Okuduğumuz

sayfa boyutlarında basıldığında daha iyi gö-

rüneceğini ve detayları eklemekte kolay-

lık sağlayacağından çizgi-romanı oldu-

ğundan daha büyük boyutta çizdiğini an-

latır. “Maus”un tarih dersi vermek gibi bir

amacı olmamasına karşın, bu alanda da bir

kullanımının mümkün olduğunu, olan

şeylerin tarihi gerçekliğe ve belgelere tu-

tarlılıkla anlatıldığını savunur. Bu detay-

lar arasında okurken aklınıza kazınacak

çok fazla küçük ayrıntı olacağını söyle-

meliyim. Özellikle post-travma dönemi-

ni içeren anlatıların, okuyucuya travma

günlerinin gerçekliğini yansıtmasındaki

yardımcı rolü yadsınamayacak öneme

sahip. Klasik, tanıktan aktarmanın can-

landırılmasıyla şekillendirilen anlatıya

çeşitli katmanlarda farklı etmenlerin dâ-

hil olduğunu da gözlemliyoruz; aile arşi-

vinden gerçek fotoğraflar, bir kremator-

yumun detaylı planı, bir ayakkabı tamiri

kılavuzu vb. Bütün bu kullanılan detaylarla

okurun tarihi olgulardaki pozisyonu da ruh

hali gibi dalgalanır. Adım adım her şey git-

tikçe insani bir gerçekliğe bürünür. Oku-

mayı bitirdiğinizde karşılaştığınız bütün bu

dehşetin artmasına neden olan da sanırım

bütün bu ayakları yere basan insani öykü

katmanları olacaktır. Bir başka dikkat çe-

kici nokta da okurken, Spiegelman’ın bu

anlatıdaki yerini düşünmenin, ikinci veya

üçüncü okumaya katacaklarıdır. Elinize

ikinci kez, bu sefer babasının anlatılarını

dinleyerek kendi kökenlerini arayan bir

gencin öyküsü olarak ve Spiegelman’ın bu

öyküyü toparlama, kâğıda dökme mace-

rası olarak aldığınızda bir başka katman-

la karşılaşırız. “Maus”u zannediyorum ki

nefes alıp veren canlı bir klasik haline ge-

tiren, bu birbirinden ayrılamayan okuma

katmanları. Kolay kolay elden ve akıldan

düşmeyecek bu anlatıyı, ister çizgi roman

sevin, ister sevmeyin tavsiye ediyorum.

Önümüzdeki hafta görüşmek dileğiyle…

(Hayatta Kalanın Öyküsü – Maus,Art Spiegelman, İletişim Yayınevi,Çev: Ali Cevat Akkoyunlu, 303 s.)

M. SALİH [email protected]

Soykırım ve Post-Travma

Art Spiegelman

Page 10: Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yazmak, içmek ve ... · diksiyon dersleri verdi. 1964 ile 1969 yılla-rı arasında TRT’de yönetim kurulu üyeliği, 1979 ile 1980 yılları

Chaplin’in Modern Zamanlar fil-

mindeki iş bantlarını, dönen çarkları ve

bu çarklar arasında sıkışıp kalmış, yö-

nettiğini düşündüğü zamanın çarkları

arasında kalmış işçinin modern za-

manın tüm insanlarını temsilen kendini

içinde bulduğu dram yaklaşık 200 yıl-

dır insanlığın gündeminde. Özellikle de

20. yüzyılın ilk çeyreğinde Fordist üre-

tim adıyla anılan üretim biçiminin ege-

menliğini görebiliyoruz. Ne var ki bu

üretim biçimi hakimiyetini yeni bir bi-

çimi devretmiş durumda. Elbette bu de-

vir öyle çok da sancısız gerçekleşmedi.

1980’lere gelirken ilan edilen Neoliberal

programlar eşliğinde insanlık yeni bir

üretim ortamında buldu kendini.

YEN� EKONOM�’DENSAVA� EKONOM�S�’NE

Lenin’in “Emperyalizm KapitalizminEn Yüksek Aşaması” adlı çalışmasında

ortaya koyduğu kapitalizmin yeni biçimi

olan emperyalizm bu yeni süreçte daha

da üst bir aşamaya vardı. Önceleri

emek-sermaye çelişmesinin hakim ol-

duğu kapitalist sistemi, ezen ve ezilen

milletler arasındaki çelişmenin merkezi

çelişme haline geldiği

emperyalist sistem iz-

ledi. 1980’lerden itiba-

ren insanlığın biriktir-

diği tüm diğer çelişme-

lerin (kadın-erkek, kafa

emeği-kol emeği, ser-

maye-emek) yanı sıra

ezen ve ezilen milletler

arası çelişmeyle üretim

ve üretimden büyük öl-

çüde bağımsızlaşmış fi-

nans arasındaki çelişme

de merkezi bir konum al-

mıştır. Sözünü ettiğimiz

yeni çelişmenin kendini

gösterdiği en uğrak mekanı borsadır.

Borsadaki dalgalanmalar ve hareket ise

geçmişteki gibi üretimin bir yansıma-

sından ziyade iktidarın çevresinde kü-

melenmiş grupların iletişimsel eylem-

lerine dayanmaktadır. Bu iletişimsel ey-

lemleri, dilsel edimleri, sermayeyle

ilişkilendiren Christian Marazzi bu yıl

Ahmet Ergenç tarafından çevrilip Ay-

rıntı Yayınları tarafından basılan “Ser-maye ve Dil - Yeni Ekonomi’den SavaşEkonomisi’ne” başlıklı çalışmasında

önemli saptamalarda bulunuyor.

Esere yazdığı önsözde, Michael

Hardt “Sermaye ve Dil’in merkezi tezi

şu: Dil çağdaş kapitalist ekonominin iş-

leyişini ve krizlerini anlamak için bir

model sunmaktadır.” (s. 8) demektedir.

İçinde bulunduğumuz ekonomik sis-

temin hakimi olan finansın temel ka-

rakteri ve emekçilerin geleceğini gasp

etmesi Hardt tarafından şöyle ortaya

konuyor: “Finansın kendine has özel-

liği emeğin gelecekteki değerini ve

gelecekteki üretkenliğini temsil etme-

ye kalkışmasıdır.” (s. 9). Finansın geli-

şim yolunu ve karşılaştığı sorunları

aşma yöntemini, finans hakimlerinin

dilsel becerileri oluşturuyor. Dolayısıyla,

dil ve dilsel eleştiri finansın, ve dahası

yeni ekonominin, durumu çözümle-

mede başat bir konuma oturuyor.

YEN� EKONOM� VEMAFYOKRAS�

Dr. Doğu Perinçek’in Kaynak Ya-

yınları tarafından çıkan “Mafyokrasi” adlı

çalışmasında dile getirdiği gibi mevcut

ekonomi mafyatik bir yapıda ve tefeci-

lerin egemenliğindedir. Egemenler söy-

lemleri (ve söylemlerinin kitlelerin zih-

nine nüfus etmesine yarayan medya) ve

söylemlerini reel bir güç haline getiren

örtülü savaş kabiliyetleri aracılığıyla ha-

raçlarını garanti altına alı-

yorlar. Bu haraç ekono-

misi bir anlamda gelece-

ğin sömürülmesini içeri-

yor. Gelecek mali spe-

külasyonlar ve borsaya

dair söylemlerle yönlen-

dirilip yaratılıyor ve bir

yandan da haraç verme-

yenler emperyalizmin

tetikçileriyle sindiriliyor.

ABD merkezli sistemin

dünya piyasalarını ha-

raca bağlaması ancak

büyük bir kaynak ak-

tardığı savaş ekonomisiyle mümkün

olabiliyor. Kurulan onlarca denetim

mekanizmasına rağmen baş kaldıranlar

savaş ekonomisinin yarattığı profesyonel

ordularla içeriden ve dışarıdan kuşatılı-

yor. Marazzi bu konuda şunları söyle-

mektedir: “... ABD tarafından teröriz-

me karşı yürütülen savaş, Yeni Ekono-mi’nin başka yollarla sürdürülmesinitemsil etmektedir. Yeni Ekonomi

SSCB’nin sona erişinin damgasını vur-

duğu uluslararası bir bağlamda şekillendi

ki bu bağlam bilgi-teknoloji devrimi eş-

liğinde, dünya yönetiminin biçiminin

ne olacağı sorununu ortaya koydu. Bu da

kutupsuzlaşma sürecinden ve uluslararası

dengenin ikili biçiminin üstesinden ge-

linmesinden kaynaklanan küresel siya-

si-askeri düzenlemeleri tanımlamak için

İmparatorluk kavramının kullanılması-

na neden oldu” (s. 125). Yazar bu söz-

leriyle ortaya koyduğu tezi Negri ve

Hardt’ın “İmparatorluk” adlı çalışmala-

rında yer verdikleri ABD çözümlemesine

bağlamaktadır.

BÜTÜN B�R HAYAT ��EKO�ULUYOR

Perinçek’in tezi Marazzi’nin çalış-

masında birçok açıdan doğrulanmak-

la kalmıyor, Marazzi’nin çalışma yaşa-

mının yeni niteliğine ilişkin saptama-

larıyla da destekleniyor: “Çalışmanın

doğası temel olduğuna inandığım iki

yönden değişmektedir: Artan özerkli-

ği, yeni-serbest-mesleğin artan strate-

jik önemi ve iletişimsel-ilişkisel, tabiri

caizse, dilsel karakteri. Gittikçe daha

fazla bir şekilde çalışmak demek, ile-

tişim kurmak demek ve sermaye ve iş-

gücü arasındaki ilişki günden güne

maaştan arındırılıyor (iş olmaktan çı-karma olgusu).”(s. 42). Marx ve Engels

“Komünist Parti Manifestosu”nu ya-

zarken hedefledikleri çalışma zamanı-

nı 8 saate indirme çabası, günümüzdeki

sorunu çözmede artık yetersiz kalmış-

tır. Çalışma zamanı sözüm ona azal-

mıştır. Fakat “günümüzde çalışmaya

dair yapılan kapitalist düzenleme bu ay-

rımı ortadan kaldırmayı, iş ve işçiyi içiçe geçirmeyi, işçilerin bütün hayatları-nı işe sürmeyi hedeflemektedir. Pro-

fesyonel niteliklerden çok beceriler

ve bunlarla birlikte de işçilerin bütün

duyguları, hisleri ve mesai sonrası ha-

yatları; yani dilsel topluluğun bütün

hayatı işe sürülüyor”(s. 43). Bu ger-

çekler ışığında özetlersek, “otomasyo-

nun manüel işler için harcanan zaman

ve çabayı ciddi ölçüde azalttığı ve diğer

faaliyetler için daha fazla uygun zamanı

özgür kılabileceği doğru; fakat şu da eşit

derecede doğru ki maddi üretim için aci-len gerekli olan çalışma süresi artık ge-nel anlamda üretici faaliyetin temel öğe-si değil.”(s. 46).

YARATILAN GERÇEKL���NHEGEMONYASI

Gerçekleşen siyasi olayların borsayı

alt üst edeceği safsatası salt bir kurgu-

dan ibaret olsa, egemenler tek bir

günde yıkılırlardı. Ancak durum bun-

dan daha karmaşık. Daha karmaşık

çünkü borsanın işleyişindeki rasyonal-

lik yaratılan bir gerçekliğe ve bu ger-

çekliğin inkarına karşı kurulmuş güç-

lü bir iktidar mekanizmasına dayanıyor.

Bütün bunlarsa emekçilerin tasarruf-

larının egemenlerin eline geçmesi ve

dahası geleceklerinin belirlenmesi için

gereklidir. “Doğrusunu söylemek ge-

rekirse, finansallaşma düzgün işleye-

bilmek için taklitçi mantığa, bireysel ya-

tırımcıların bilgi açlığına dayanan bir

nevi sürü davranışına ihtiyaç duyar”(s.

20). Bu ihtiyacı, medyanın ve iktidar sa-

hiplerinin söylemleri üzerinden yara-

tılan gerçekliğe dahil olmuş yatırımcı-

ların sürü davranışı karşılar. Bu amaç-

la “davranışsal finans teorisyenleri psi-kolojik açıdan insan davranışını ka-

rakterize edebilecek bazı öğeleri için içi-

ne katmaya çalışıyor”(s. 21). Çarpıtıl-

mış gerçeğin belirleyiciliğini örnekle-

mek açısından Marazzi şunları söylü-

yor: “Hiçbir enflasyon tehlikesi olma-

dığından yüzde yüz emin olabilirim ama

Merkez Bankası Başkanı, örneğin iş-

gücü piyasasının zayıfladığını söylerse

onun “kehanetini” (“ücretler artacak

ve dolayısıyla da fiyatlar da artacak...”)

kabul ederim. Eğer hisselerimin değer

kaybetmesini istemiyorsam, Greens-

pan’in deklarasyonuna, hisslerimi müm-

kün olan en kısa sürede satarak karşı-

lık vermeliyim; çünkü herkes, gele-

neksel olarak tahmin edilebilir trend-

ler etrafındaki marjinal dalgalanmalar

üzerinde spekülasyonda bulunan şüp-

heciler ve piyasaya karşı, yerleşik akla

karşı spekülasyonda bulunan karşıtçı-lar hariç, “herkes” aynı şeyi yapacaktır.

Kar etmek için ya da para kaybetme-

mek için doğru görüşe sahip olmanız

değil, piyasanın nasıl hareket edeceği-

ni tahmin etmekte başarılı olmanız ge-

rekiyor”(ss. 23-24).

Senaryoları bozabilecek güçlerin za-

feri için sistemin çözümlenmesinde

önemli katkılarda bulunan bu eserin

teorik tartışmaların canlanması açı-

sından layık olduğu konumu kazanması

kaçınılmazdır.

(Sermaye ve Dil, ChristianMarazzi, Ayrıntı Yayınları,Çev: Ahmet Ergenç, 144 s.)

23 KASIM 2012 CUMA10 Aydınlık KİTAP

“Do�rusunu söylemek gerekirse, finansalla�ma düzgüni�leyebilmek için taklitçi mant��a, bireysel yat�r�mc�lar�n bilgiaçl���na dayanan bir nevi sürü davran���na ihtiyaç duyar”CENK ÖZDAĞozdagcenk@hotmail

Borsadakidalgalanmalarve hareket ise

geçmişteki gibiüretimin bir

yansımasındanziyade

iktidarınçevresinde

kümelenmişgruplarıniletişimsel

eylemlerinedayanmaktadır. Bu iletişimsel

eylemleri,dilsel edimleri,

sermayeyleilişkilendiren

ChristianMaraz önemlisaptamalarda

bulunuyor

Silahların bekçiliğindeyaratılan finansal “GERÇEK”

Christian Marazzi

Page 11: Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yazmak, içmek ve ... · diksiyon dersleri verdi. 1964 ile 1969 yılla-rı arasında TRT’de yönetim kurulu üyeliği, 1979 ile 1980 yılları
Page 12: Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yazmak, içmek ve ... · diksiyon dersleri verdi. 1964 ile 1969 yılla-rı arasında TRT’de yönetim kurulu üyeliği, 1979 ile 1980 yılları
Page 13: Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yazmak, içmek ve ... · diksiyon dersleri verdi. 1964 ile 1969 yılla-rı arasında TRT’de yönetim kurulu üyeliği, 1979 ile 1980 yılları
Page 14: Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yazmak, içmek ve ... · diksiyon dersleri verdi. 1964 ile 1969 yılla-rı arasında TRT’de yönetim kurulu üyeliği, 1979 ile 1980 yılları

23 KASIM 2012 CUMA14 Aydınlık KİTAP KAPAK

“MASAL ANA”LARDAN BESLENEREK HALK GELENEĞİNİ YAŞATAN USTA ÖYKÜ YAZARI OSMAN ŞAHİN:

Yoksulluk onu bilen tarafından

anlatılırsa masal olmaktan çıkar.

Yazar Osman Şahin’in Kırmızı

Kedi Yayınevi’nden çıkan son kita-

bı “Ölümün Süt Dişleri” yazarın

çocukluğundan okuyucuya bir pen-

cere açıyor ve bizi gerçek yoksullukla

karşı karşıya getiriyor.

Osman Şahin yazarlığını ağır

başlılıkla ve çok güçlü etkiler bıra-

karak sürdürmeyi başarmış edebi-

yatçılardan. Ezilenlerin yanında ol-

mak ve bütün ezici güçlerin üstün-

lüğüne rağmen “hala” ezilenin, yok-

sulun sesini duyurabilmek bir yaza-

rı aydın yapar. Osman Şahin ile

yaptığım sohbette şunu anlıyorum

ki; yazar Torosların gözü kapalı

ilerlenemeyecek çakıllı yollarından

geçerek toplumuyla bütünleşmiş-

tir. “O yolda ağzında yılan taşıyan bir

karga ile karşılaşırsınız” diyor Os-

man Şahin. Oysa asfalt yolda gözü-

nüzü kapatıp yürümek kolaydır; ne

yılan ne çıyan.

Folklorcü, “masal ana”lardan

dinlediği hikayelerle halk geleneği-

ni yaşatan usta öykü yazarı Osman

Şahin ile son kitabı ve son dönem-

deki gelişmeler üzerine bir sohbet

gerçekleştirdik.

Son kitabınız “Ölü-münüm Süt Diş-leri”ndeki öykü-ler çocukluğu-nuzla ilgili. Öyküyazmak nedir siz-ce? Osman Şahinöyküleri için ne-lerden beslenir?

Öykü yazmak

bir yaşam biçimi-

dir. Yaşamdan

bambaşka yaşam-

lar çıkarmaktır.

Baştan başa bir

kurgu ve ayrıntıdır

öykü. Anlatıda yer

alan her sözcüğü aklınızdan,yüre-

ğinizden geçirmek zorundasınız.

Ancak o zaman okurların yüreğine

ulaşabilirsiniz.

Toroslarda doğan her çocuk bir

doğa bilginidir. Bitki türlerini, kuş

türlerini, mantar türlerini, yılanı, çi-

yanı, kurdu, ayıyı, domuzu adı gibi

bilir, tanır, görür. Yörüklüğün şaş-

maz yazgısıdır bu. Ünlü romancımız

Yaşar Kemal: “Yörüklük büyük bir

doğa ve bitki birikimidir” der. Bu

ortamda her yaşlı yörük kadını bir

“masal anası”dır. Ben bu masal

analarından üçünü “Darağacı Avı”

adlı öykü kitabımda enine boyuna

anlattım. Masal anaları sözlü halk

anlatım geleneği dediğimiz gele-

nekten beslenen insanlardı, şimdi

hiçbiri kalmadı.

“HAK GEÇT� HAK GEÇT�!”

Çocukluğunuzu yazmak, 60-62yıl gerilere sarkmak, çocukluğu-nuzun dibine inmek biraz zor olsagerek. Niçin yazdınız?

Kırsal kesimlerde yaşayan ku-

şağıma II. Dünya Savaşı sırasında

“kıran artığı” derlerdi. Yüzbinler-

ce yoksul köylü çocuğu adına ken-

di çocukluğumu eksen alarak yaz-

maya çalıştım. Bir yazarın asıl gör-

evi çağına tanıklık etmektir.

Akılalmaz bir açlık ve sefalet

çektiğimi söylemeliyim. Açlığı, üşü-

meyi belimize kalın kuşaklar gibi

sardığımız yıllar. Baharda her yaş-

tan insan kırlara kızılbacak otları

toplamaya çıkardık. Otları pişirir

yerdik. Tanesiz mısır koçanını taş di-

beklerde dövdüğümüzü, tuzlanarak

el değirmenlerinde öğüttüğümüzü

ve yediğimizi anımsıyorum. “Kır-

langıç Uşağı” adlı öy-

küde anlattım: 13 kar-

deşimle çorba kara-

vanasının başına top-

lanır iki kişiye bir dü-

şen kaşıklarımızı de-

ğişimli olarak kulla-

nır, çorbamızı içme-

ye çalışırdık. Kaşığı-

mı paylaştığım kar-

deşim bir kaşık daha

almak için kaşığını

çorbaya daldırdı-

ğında ben bağırır-

dım “hak geçti, hak

geçti” diye. Yıllar

sonra köy enstitüsünde

ekmek ve kitapla tanışıp, ufkum açı-

lınca ülkemde ve dünyada ne büyük

hakların geçtiğini, dozer kepçele-

riyle banka kasalarının boşaltıldığını

gördüm. Son on yılda ülkemiz top-

raklarının yüzde onunun satıldığı-

nı hepimiz yaşıyoruz.

Siz Köy Enstitüleri’nde oku-muş aydınlarımızdansınız. KöyEnstitüleri’nin önemi sizce neydi?

Mehmet Başaran ağabeyimin

yazdığı gibi Köy Enstitüleri ulusal

Kurtuluş Savaşı’nın, Atatürk dev-

rimlerinin içerdeki devamıydı. “San-

dık demokrasi”ne kurban edildiği

için Kurtuluş Savaşımız ve devrim-

ler tamamlanamamıştır ve bu yüz-

den mütareke koşullarına geri dö-

nülmüştür.

Köy Enstitüleri, Atatürk’ün,

Hasan Ali Yücel’in, İsmail Hakkı

Tonguç’un yarattığı, dünya eğitim

sistemine armağan ettikleri en par-

lak, yaratıcı eğitim kuruluşlarıdır.

Kimsesizlerin kimsesizlerine ku-

cak açan, fırsat eşitliğine dayanan,

ezbercilikten uzak, yaparak ve ya-

şayarak üreten, ekmekle kitabı bir

tutan okullardı. Binlerce köye göz

ve kalem aşılarını, modern arıcılı-

ğı, gübre kullanmayı Köy Enstitü-

lü öğretmenler götürmüşlerdir.

Enstitüler kapatılmamış olsay-

dı sayıları 60’a çıkacaktı. 1960 yı-

lında ülkemizde okuma yazma bil-

meyen yurttaş kalmayacaktı. Bugün

2012 yılında 7 milyona yakın seç-

men parmak basarak oy kullan-

maktadır. Gerçek demokrasi, eği-

tilmiş toplumların işidir. Eğitilme-

miş toplumlarda demokrasi geliş-

mez ve tek kişinin yönetimine dö-

nüşür. Milletvekilleri sözde vardır-

lar ama “parmak milletvekille-

ri”dirler, ülkemizde olduğu gibi.

“E�R� OKLA DO�RUN��AN VURULMAZ!”

AKP hükümeti, Atatürk’ün 3Mart 1921 tarihinde çıkardığı eği-tim birliği yasasını ortadan kal-dırdı. Yerine 4+4+4 yasasını ge-tirdi. Aydın, yazar ve eğitimci ola-rak bu konuda neler söyleyeceksi-niz?

Her şeyi bölen, ayrıştıran, kıldığı

namazlığın altıntaki toprakları, ma-

denleri, limanları satan, Atatürk’e,

devrimlerine, ordusuna karşı çı-

“Bir yazarın asıl göreviçağına tanıklık etmektir”

DAMLA [email protected]

Kırsal kesimlerdeyaşayan

kuşağıma II.Dünya Savaşı

sırasında “kıranartığı” derlerdi.

Yüzbinlerceyoksul köylü

çocuğu adınakendi

çocukluğumueksen alarak

yazmaya çalıştım

Osman �ahin

Öykü yazmak bir ya�am biçimidir. Ya�amdanbamba�ka ya�amlar ç�karmakt�r. Ba�tan ba�a bir

kurgu ve ayr�nt�d�r öykü. Anlat�da yer alan her sözcü�üakl�n�zdan,yüre�inizden geçirmek zorundas�n�z. Ancak

o zaman okurlar�n yüre�ine ula�abilirsiniz

Page 15: Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yazmak, içmek ve ... · diksiyon dersleri verdi. 1964 ile 1969 yılla-rı arasında TRT’de yönetim kurulu üyeliği, 1979 ile 1980 yılları

23 KASIM 2012 CUMA 15KAPAK Aydınlık KİTAP

kan, vatan hainlerine, 2. cumhuriyetçile-

re, tarikatçılara, bölücülere “beri beri” di-

yen, yurtseverlere ise “geri geri” diyen bir

yönetim var başımızda. Devletin yağma-

landığı, dev kuruluşların satıldığı, leş ba-

şında kavga eden kargaların alkışlandığı bir

dönemdir bu. 43 milyon euro parayı sö-

zümona yok eden deniz feneri davasını dü-

şünürseniz ne demek istediğimi anlarsınız.

Eğitimdeki 4+4+4 sitemi 200 yıl ön-

ceki eğitim sistemidir. Kara tahta yerine

rahle, kuran kursları ile Araplaştırma

programıdır. Vatandaş yaşadığı dünyaya

göre değil öbür dünyaya göre ayarlana-

caktır. Biat kültürü aşılanacaktır. Nerede

cennet cehennem, nerede tarikat şeyhi var-

sa bunların kuyruğuna yapışılacaktır. Se-

çim günü gelince de oy kağıtlarının on ye-

rine on parmağının mürekkebini basa-

caktır. Üfürükçülüktür bu sistemin adı.

“Kurban olduğum Allah verdikçe veriyor”

diyorlar ya; Allah aslında onların çıkarla-

rıdır. Bu böyle sürmeyecektir. Ünlü halk

ozanımız Seyrani, 19. yüzyılda söylemiştir

bu gerçeği: “Eğri okla doğru nişan vurul-

maz!”

ADALET A�AO�LU'NAELE�T�R�

5 Kasım 2012 tarihli Hürriyet gazete-sinde ünlü yazar Adalet Ağaoğlu ile ya-pılan bir röportaj yayımlandı. AdaletAğaoğlu: “Ha İnce Memet ha PKK” dedi.Siz bu konuda ne diyorsunuz?

Adalet Ağaoğlu’nun o röportajını ben

de okudum ve doğrusunu söylemem ge-

rekirse çok üzüldüm. Ağaoğlu’na göre

“İnce Memet” ile PKK arasında pek fark

yoktur. Ağaoğlu'nun mantığına biraz kat-

kıda bulunmak istiyorum. O zaman Yörük

Ali Efe, Çakırcalı, Nene Hatun, Antepli

Şahin Bey ve İzmir’de ilk kurşunu sıkan

Hasan Tahsin’i de rahatlıkla PKK’lı sa-

yabiliriz.

Ağaoğlu ya PKK’yı bilmiyor ya da

“İnce Memet” romanını. “İnce Memet”

romanı Toroslarda topraksız Değirme-

noluk köylülerini ezen Abdi Ağa ile İnce

Memet’in mücadelesini destansı bir dille

anlatır. İnce Memet sonunda Abdi Ağa'yı

öldürecek topraklarını da köylülere dağı-

tacaktır. Kemal Tahir’in “İnce Memet” ro-

manı için: “Yaşar Kemal, eşkiyaya toprak

reformu yaptırıyor” dediğini anımsıyo-

rum. PKK ise sayıları 175’i bulan Kürt top-

rak ağlarını korumak için dağlara çıkmış-

tır. Yüzbinlerce dönüm toprağı olan, soyu

sopu ağ olan Ahmet Türk gibilerini ko-

rumak için kentleri molotof kokteyli ile

bombalıyorlar, yakıyorlar, çoluk çocuk

kanı döküyorlar. Kürt köylüsünü aç ve iş-

siz bırakanlar toprak ağalarıdır. Ağaoğlu:

“PKK’lılar da geçmişin öcünü almaya ben

de varım demeye getiriyorlar” diyor. PKK’lı-

lar ve Kürtler hangi devletleri kurmuşlar-

dı da biz Türkler onların devletlerini yık-

tık, zorla herşeylerine el koyduk sayın

Ağaoğlu? Sultan Alparslan bu toprakları

Bizanslıların elinden almamış mıydı?

Ve Ağaoğlu konuşmaya devam ediyor:

“Türkiye’nin temel sorunu devamlı ‘tek

adam’ aranıyor olmasıdır. Bu arayış, bu

ulusalcılık bence pek olumlu yol değil.” di-

yor. Kürt militancılığını, Kürt militarizmini,

Kürt ulusalcılığını göklere çıkar sıra dili-

ni kullanarak romanlar yazdığın Türklere

gelince olumsuzlaşıyorsunuz sayın Ağa-

oğlu.

Ülkemiz için parçalanma haritaları

yayımlanıyor. Mütareke döneminin ko-

şullarına gelmiş dayanmış olan halkımızın

tekrar Atatürk’ü aramasına niçin kızıyor-

sunuz?

“Başbakana inandım ama umudum

kesildi” diyorsunuz. Başbakanın nesine

inanmıştınız, açıklar mısınız? Dünya ça-

pındaki bilim adamımız milletvekili Prof.

Mehmet Haberal, İşçi Partisi genel başkanı

değerli yazar gazeteci Doğu Perinçek,

milletvekili Mustafa Balbay, genelkur-

may başkanı, ordu komutanları,milletve-

kili Alan paşa yıllardır tutukludurlar.

CIA’nın Ankara şefi Henry Barkey AKP

sayesinde Türk ordusunu kafesledik diye

demeç vereli aylar oldu. Bunlar size bir şey-

ler anımsatmıyor mu? Devlet içeri attığı in-

sana suçunun ne olduğunu söylemek zo-

rundadır.

Kışın, Hürriyet gazetesinin pazar ekin-

de Buket Şahin’in New York’ta yaşayan

Paul Auster ile yaptığı bir röportajı ya-

yımlandı ve 10 gün ülkemizde kıyamet kop-

tu. Paul Auster, Türkiye'de 100'ün üstün-

de gazetecinin tutuklandığını, davet edi-

lirse Türküye’ye asla gelmeyeceğini, 20 bin

km öteden söyledi ama siz sayın Ağaoğlu

bu ülkede yaşıyorsunuz ve burnunuzun di-

bindeki ağır kokuyu, ağır insan hakları ih-

lallerini görmüyorsunuz. Paul Auster’den

öğreneceğiniz çok şeyler olmalı.

Günümüz Türkiyesinde 4,5 milyon

13-14 yaş altı gelin çocuklar olduğunu ga-

zeteler yazıyor. Geçenlerde Diyarbakır

Devlet Hastanesi başhekimi açıkladı: “Son

bir yılda 13 yaş altı 1853 çocuk gelin do-

ğum yaptı” diye.

Bir aydın, bir kadın yazar olarak bütün

bu olan bitenler ilginizi çekmiyor mu sa-

yın Ağaoğlu?

“POSTMODERN�N ÖZÜSÖZCÜ�Ü ÇÜRÜTMEK”

Son 15-20 yıl adına postmodern ede-biyat dediğimiz Batı eksenli bir edebiyatanlayışı pek çok yazarımızı etkiledi. Bu ko-nuda toplumcu gerçekçi bir edebiyatçı ola-rak bu etkiye nasıl bakıyorsunuz?

Dün olduğu gibi bugün de emperyalist

tehlike, sömürü, haksızlık büyük boyut-

larda sürüyor. Bu sürdükçe toplumcu ger-

çekçi edebiyatta var olacaktır.

Postmodern edebiyat anlayışının özü

sözcüğü çürütmektir. Başa dönelim; in-

sansoyu sözcüğü birbirine bir şey anlatmak

için bulmuştur. En eski kutsal kitaplarda,

örneğin Tevrat'ta: “İlkin söz var idi. Söz

Tanrı'ydı, söz insandı.” diye başlar. İncil ve

Kuran da böyle başlar. Söz kutsaldır, insana

aittir ve insan soyu var oldukça “söz” de

olacaktır.

Edebiyat bir söz sanatıdır diyoruz. Fa-

kat bazı yazarlarımız “madem edebiyat bir

söz sanatıdır, al sana güzel söz sanatı” diye

çok güzel sözcüklerden oluşmuş bir kitap

yayımlıyor ama özünde hiçbir şey anlat-

mıyor aslında.

Eskiden köylüler harman savururlardı,

harman niçin savrulur? Rüzgarda tane ile

samanı birbirinden ayırmak için. Bu tür ya-

zarlar tanesiz harman savuruyorlar. Bir

başka örnek vereyim; şık mağazalarda

aslı gibi güzel plastik çiçekler vardır, fakat

arı konmaz, çiçek açmaz, tohum vermez.

Onlar üretimi olmayan çiçeklerdir. İnsa-

nı doğru anlatmayan söz sanatı diyerek sö-

zün içini boşaltan yapıtlar kalıcı olmamıştır.

Sizin bir dönem Türk sinemasını bes-leyen yurtiçinde ve yurtdışında büyüködüller kazanan (23 film ve 35’in üzerin-de ödül: Kibar Feyzo, Züğürt Ağa, Keriz,Kurbağalar vb.) gibi yapıtlarınız olduğunubiliyoruz. Çok önemli büyük yönetmen-lerimizle ve oyuncularımızla çalıştığınızıda biliyoruz. Sinemada yeni bir çalışma-nız var mı?

Türk Sineması’nın büyük “Sultan”ı

Türkan Şoray’la benim “Mor Cepken” adlı

baştan sona kadınlarımızın sorunlarını

anlatan eserimin senaryolaşması üzerine

çalışıyoruz.

Page 16: Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yazmak, içmek ve ... · diksiyon dersleri verdi. 1964 ile 1969 yılla-rı arasında TRT’de yönetim kurulu üyeliği, 1979 ile 1980 yılları

23 KASIM 2012 CUMA16 Aydınlık KİTAP

Oyunlar sadece çocukluğumuzda

mı kaldı? Onların saflığı değil belki,

ama oyun oynama içgüdümüzün ger-

çeklik ve sahtelik arasında tüm yaşa-

mımıza yansımadığını inkar edebilir

miyiz? Yazar Filiz Elasu, haziran

ayında Destek Yayınevi’nden çıkan

“Oyun” adlı romanında; hayatımız-

daki oyunlara 90’lar Türkiyesi’ndeki

bir kumarhaneden bakmamızı sağlı-

yor. 90’lı yıllar nelere kadir değildi ki?

Filiz Elasu anlattı.

Kitabın adı neden “Oyun” ?“Oyun”, Türkçede bir dolu anla-

mı olan ilginç bir kelime. TDK’ya ba-

karsanız 9-10 anlamı var. Bir dolu

atasözü var içinde “oyun” olan. Ama

en önemlisi kitabın girişinde kısa bir

metin var. “Oyun”, uzun yıllar önce

yazdığım o metne verdiğim addı.

Romanı da geçici olarak “Oyun”

diye adlandırdım. Tüm arayış ve fikir

değişikliklerime rağmen bir türlü

“oyun”dan kopamadım.

HA KUMARHANE HAHAYATIMIZDAK� OYUNLAR

Romanın ana mekanı olan ku-marhaneyi (Casino) düşünerek son-radan başka anlamlar yükledinizmi bu ada?

“Casino”, aynı zamanda birta-

kım şeylerin de metaforu, sadece in-

sanların kumar oynadığı bir yer değil.

Öyle olunca kumar, kişilerin seçimleri,

hikâye örgüsüyle gelişen çeşitli oyun-

lar, ilişkilerdeki oyunlar bir şekilde

kendini daha çok göstermeye başla-

dı. Hepsi bir tür senfoni gibi birbiri-

ne eklemlendi.

Romanda Semra, Melahat veUğur çok belirleyici karakterler. Bir-çok okur için ro-man bir kadın hi-kâyesi gibi görüne-bilir ama Uğur buşartlanmayı kırı-yor. İnsanın seçim-lerinde sınıfsal vecinsel kimliklerinetkisi belirginleşi-yor sanki.

Üçü de farklı sı-

nıflardalar, farklı

cinsiyetteler. Bu an-

lamda evet, sadece

bir kadın romanı

değil. Kadının ko-

numunu bir şekilde irdeliyor ama o in-

sanların seçimlerini de irdeliyor. Bu-

rada farklı cinsiyetlerin birbirleriyle

olan etkileşimleri de var. Aynı za-

manda toplumsal, sınıfsal konumla-

rından kaynaklanan bir seçimleri var.

90’LARDA TÜRK�YEDE����YOR

Tam bu noktada, romanın za-manı bilinçli bir tercih miydi? Neden90’lar Türkiyesi?

Bilinçli tabii, çünkü 90’lar Türki-

ye’si çok önemli bir dönem. Bugün

edebiyatta ağırlıkla 80 öncesi ve o dö-

nem insanların başına gelenler be-

timleniyor. 1980 sonrasını bu şekilde

işleyen pek yok gibi. Oysa 90’lar da,

çok önemli Türkiye için.

Turgut Özal’la başlayan serbest pi-

yasa ekonomisinin insanların yaşamını,

seçim ve değerlerini yavaş yavaş et-

kilemeye ve bunun artık görünür ol-

maya başladığı bir dönem. Türki-

ye’nin liberal ekonomiye ciddi an-

lamda eklendiği bir dönem. Bunun so-

nucunda yaşanan bir dolu politik

olay... 80 döneminde içeriye atılmış

sola, ayrıca entelijansiya ve gençliğe

çok büyük bir darbe var. Bu arada ka-

dın hareketleri de var. Sola inen ve ona

travma yaşatan darbe, bir şekilde ka-

dın hareketlerine bir boşluk bırakmıştı.

Liberalleşmeyle de beraber bir pa-

lazlanma var o alanda. Tabii bunun ar-

kasında aslında kadının ekonomik

hayata katılımının artmasının da payı

var. Bu, kadın erkek ilişkilerini de et-

kiledi. Ayrıca özel televizyonlar var.

Kadının özgürleşmesiyle birlikte vü-

cudunun, görünümünün, özgürlüğü-

nün nesneleştirilmesi de söz konusu.

“TOPAL”LAR YA DA �Y�OYUNCULAR TÜRK�YES�

Ayrıca o yıllarda bizim kuşak şunu

duyar oldu: “Aman ha, uslu durun. Gö-

rüyorsunuz sizden önce dayı, amca ya

da ağabeyleriniz şunu

yaptı, başlarına neler

geldi. Sakın politikaya

yanaşmayın. Siz sadece

kendi işinizi yapın!”

Sonra üniversitedeyken

“Sadece derslerini öğ-

ren, diplomanı al, haya-

tını kurtar” dediler. Ser-

best piyasa ekonomisiy-

le ve Özal’la birlikte bir-

çok değerde değişim de

başladı. “Gemisini kur-

taran kaptan”, “Köşeyi

dönmek”, “Benim me-

murum işini bilir”,

“Oyunu kuralına göre oynayacaksın”,

“İşini bileceksin” anlayışı işte bu! Bu

zihniyet dönüşümü ve bireycilik kapi-

talizmle birlikte hayatımızı etkileme-

ye başladı. Bir yandan 28 Şubat var ta-

bii. Refah-Yol hükümetinden sonra ce-

maatleşmenin ciddi anlamda başladı-

ğı da bir dönem. Zaten o zamanların

karşı hareketiyle bugünleri yaşıyoruz.

Bu roman, o yüzden hem o dönemi

hem de bugünleri kapsıyor. Özellikle

romanda Topal karakterinin ortaya çı-

kışıyla gelişen bölümler bugünlerin

bir işareti.

“Topal” çok simgesel bir karak-ter. Yavaş yavaş vücuda eren biri. Odönem için insanın aklına “Kumar-haneler Kralı” geliyor. “Topal” adı-nı özellikle mi seçtiniz?

O da, bilinçli bir seçimdi, evet.Ömer Lütfü Topal’ın “Kumarhane-ler Kralı” olduğunu biliyordum. To-pal, aynı zamanda Türk edebiyatın-da da çok kullanılan bir lakap. Heryerde, tüm köy ve kasabalarda bir to-pal vardır. Bir prototiptir. “Topal”,hem o prototipe hem de o dönemdeyaşananlara metaforik olarak gön-derme yapıyor.

KADINLAR ED�LGEN VEMUTSUZ; PEK� YAERKEKLER?

Peki az önce sözünü ettiğiniz zih-niyet değişimi ve 90’lar kadının varoluş mücadelesini nasıl etkiledi? Sı-nıfsal kimliği belirleyici değil miydi?

Türkiye’de Tanzimat’tan beri mo-

dernleşme meselesi var. Bu da yüzü-

müzün Batı’ya dönük olmasıyla ad-

landırılıp biçimlendirilmiş. Politik bir

seçim tabii ki. Türkiye’yi modernleş-

tirme hep kadın üzerinden konuşulup

tartışılıyor. Kadının modernleşmesi,

özgürleşmesi, liberalleşmesi sanki bu

modernleşmeyi sağlayacakmış gibi.

Cumhuriyetin gelmesi bile tam olarak

değiştirmiyor bunu. Kadın; doktor, öğ-

retmen oluyor ama yine evine gidiyor,

eşine, akrabalarına hizmet ediyor.

Muhafazakâr kesimlerdeki gibi sa-

dece “iyi eş”, “iyi anne” olmakla sınırlı

değil aynı zamanda çalışıyor. Bu an-

lamda gerçekten liberalleşmiyor ka-

dın. Cinsel anlamda da bu böyle,

hâlâ bir dolu tabu var. Kadın hep edil-

gen, etken değil. Güç sahibi olan

hep erkek olmuş bu toplumda.

“KUMARIN SONUNDAHEP CAS�NO KAZANIR”

Hayatı bir kumar masası gibidüşünsek, Filiz Elasu bu masadabaşında yapacağı seçimlerde neyedikkat ediyor? Bir kumar masası mı-dır hayat ona göre?

(Uzun uzun gülüyoruz) Bazı ya-

zarlar bol bol satir yapar. İnsanları gül-

düren şeyler yazarlar. Onların se-

çimleridir. Ama gerçek hayatta çok

ciddi insanlar olabilirler. Kitabımın adı

“Oyun”. İçinde insanların hayatındaki

oyunlara dair hikayeler var. Kumar

var, o bir oyun. Bu beni mi yansıtıyor,

benim seçimlerim mi? Hayır, bunu

söyleyemem. Sonuçta o karakterlerin

hem hepsiyim hem hiçbiriyim. Hayatı

bir oyun olarak mı görüyorum? Ha-

yır (Gülüyor). Belki de, aksine haya-

tı çok ciddiye aldığım için böyle bir ki-

tap yazdım. Ancak ciddiye aldığımız

bu hayatın içinde bizim dışımızda, bi-

zim plan ya da çabalarımız dışında da

birtakım şeyler oluyor. Rastlantılar

oluyor, halk arasında “kaderin cilve-

si” denir hani... Bazen bu tür esnek-

likleri de ya da sapmaları da; aşırı cid-

diye almadan, daha yapıcı bir gözle

görebilmemiz gerekebiliyor.

Zarı attığınızda kaç kaç gelece-ğindeki şans payı ile o masada uy-guladığınız matematik gibi mi?

Evet (gülüyor). Kumarın sonun-

da hep Casino kazanır ama!

(Oyun, Filiz Elasu,Destek Yayınevi, 331 s.)

90’lar Türkiyesinin kadın veerkeğine bir bakış : “Oyun”

SEZA ÖZDEMİ[email protected]

“Casino”, aynızamanda

birtakım şeylerinde metaforu,

sadece insanlarınkumar oynadığı

bir yer değil.Öyle olunca

kumar, kişilerinseçimleri, hikayeörgüsüyle gelişen

çeşitli oyunlar,ilişkilerdekioyunlar bir

şekilde kendinidaha çok

göstermeyebaşladı

Filiz Elasu

HAYATINIZDAKİ OYUNLARA YETERİNCE HAKİM MİSİNİZ?

Kad�n�n ve erke�in,bireyin ve toplumunhayat�nda oyunlar nekadar yer tutar? YazarFiliz Elasu, “Oyun”adl� roman�ndahayat�m�zdakioyunlara 90’larTürkiyesinden birkumarhane ilebak�yor

Page 17: Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yazmak, içmek ve ... · diksiyon dersleri verdi. 1964 ile 1969 yılla-rı arasında TRT’de yönetim kurulu üyeliği, 1979 ile 1980 yılları

Everest Yayınları’nın, geçen yıl başlat-

tığı F. Scott Fitzgerald serisinin ikinci kita-

bı “Uçarı Kızlar ve Filozoflar” raflardaki ye-

rini aldı. Daha evvel “Muhteşem Gatsby”

romanı ile seriye başlanmıştı, bu sefer

okuyucuyla buluşan, yazarın öykü kitabı

oldu. Yazar, esas olarak “Muhteşem

Gatsby” romanıyla tanınıyor olsa da, geçi-

mini dergilerde yayımlanan öyküleriyle

sağlamaya çalışmıştır. Bu sebeple öyküle-

rinin de edebiyatta yeri başkadır.

“CAZ ÇA�I” YAZARI Yazardan bahsetmek gerekirse Fitz-

gerald, Birinci Dünya Savaşı’nda savaşa ka-

tılmış ve savaş sonrası “Caz Çağı” olarak ta-

nımladığı buhran öncesi burjuvanın yük-

selişini ve geliştirdiği yeni yaşam tarzını eleş-

tirel bir dille eserlerinde irdelemiştir.

1920’lerin şatafatlı yıllarının gerisinde, buh-

ranın ayak seslerini duy-

mak da eserlerin de müm-

kündür. Zira bir yandan

hiçbir şeyi umursamayan

partilerden partilere ko-

şan, sınırsızca “özgür-

lük”lerini yaşayan güzel

kızlar ve yakışıklı oğlanla-

rın zenginlik içinde sür-

dürdüğü şaşaalı hayatlar

vardır, bir yandan ise tıpkı

yazar gibi geçim derdine

düşmüş sıradan insanlar…

“Uçarı Kızlar ve Filo-

zoflar” kitabında da 1920’ler

gözler önüne serilmektedir. Her iki uç ya-

şamdan insanları öykülerde bulmak müm-

kün. Özellikle değişen burjuvanın kadınları

kitapta ayrı bir yer tutuyor. Kadının değişi-

mi öykülerin ana karakterlerinde hayat bu-

luyor. Yeni Amerikan kadını sigara içen, saç-

larını kısa kestiren, cinsel hayatını rahatça ya-

şayan -yazarın tanımıyla- “uçarı kızlar”dan

oluşmaktadır. İki dünya savaşı arasında ge-

lişen hayatın her türlü zevklerinden fayda-

lanmaya dayanan, hatta daha sonra “savaş-

ma seviş”e uzanacak bu temel görüş, öykü-

lere sinmiş durumda. Yazarın da alttan alta

eleştirdiği, savaş yorgunu insanların özellik-

le de zenginlerin böyle bir lükse sahipken, ge-

çimini sağlama derdindeki insanlar için sa-

vaşın her gün her saniye devam ediyor olması.

�K�L�L�K HAK�M�YET�Öykülerin ana karakterleri genelde zen-

gin ve güzel kızlarla, yakışıklı oğlanlar…

Gençliğini doludizgin, umursamaz şekilde ya-

şayan uçarı kızların tek amaçları partilere ka-

tılmak, erkeklerle eğlenceli vakitler geçirmek

ve erken yaşta evlenmek. Uçarı kızları bu şe-

kilde tanıtan yazar, filozofları ise yine yer yer

aynı karakterlerde bütünleştiriyor. Kızların

temel felsefesi asilik, aileye ve alışkanlıkla-

rın tümüne başkaldırmak… Bazen sigara içe-

rek, bazen babasına bağırarak… Öykülerde

dikkat çeken bir diğer unsur ise Kuzey ile

Güney eyaletler arası farklılıklar. Öyküler-

den anladığımız kadarıyla iki farklı kültüre

sahipler ve bir ikililik söz konusu: Halkın bir-

birini küçümseyebileceği ve uyum sağlayıp

beraber yaşayamayacağı kadar…

Ancak öykülerde sistem

eleştirisini yoğun şekilde his-

sedemiyorsunuz. Yazar top-

lumda gelişen yeni sınıfı ve

getirdiği yaşam algısını eleş-

tirdiğini en başından kitabın

ismiyle dahi belli ediyor. Ka-

rakterlerin uçarılığı hariç, öy-

külerin konusu ve gidişatı

sistem eleştirisine dönüşmü-

yor. Aksine her seferinde şa-

şırtıcı gelişmelerle gayet sı-

radan olaylar okuyorsunuz.

Dilinin akıcılığı ve öyküye

anında dahil oluşunuz kuş-

kusuz yazarın en büyük başarısı. Bahsetti-

ğimiz eleştiriye dair ise çevirenin ön sözün-

de bu öykülerin geçim kazanmak amacıyla

“sıradan” okuyucular için yazıldığı ve der-

gilerde yayımlandığı belirtiliyor. Yani yaza-

rın geçimini sağlamak için orta yolu buldu-

ğu anlaşılabilir.

Sonuç olarak, salt eleştirmeye odaklı öy-

külerden oluşmasa da yazar orta yolu bu-

lup eleştirilerini hissettirmeyi başarabiliyor.

1920’leri hissedebilmek ve o yılların Ame-

rikan yaşamını anlayabilmek için okunmaya

değer öyküler…

( Uçarı Kızlar ve Filozoflar, F. ScottFitzgerald, Everest Yayınları,

Çev.: Ülker İnce, 239 s.)

17Aydınlık KİTAP

DENİZ ANTEPOĞ[email protected]

Gençli�ini doludizgin,umursamaz �ekildeya�ayan uçar� k�zlar�n tekamaçlar� partilerekat�lmak, erkeklerlee�lenceli vakitlergeçirmek ve erken ya�taevlenmek. Uçar� k�zlar� bu�ekilde tan�tan yazar,filozoflar� ise yine yer yerayn� karakterlerdebütünle�tiriyor

Şaşaalı 20’ler

F. Scott Fitzgerald

Page 18: Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yazmak, içmek ve ... · diksiyon dersleri verdi. 1964 ile 1969 yılla-rı arasında TRT’de yönetim kurulu üyeliği, 1979 ile 1980 yılları

Hilafet neydi,niçin kaldırıldı?

Mahmut Goloğlu, Milli Mücadele ve

Cumhuriyet tarihi konusundaki çalışma-

larıyla bilinir. 1950 – 1960 arasında De-

mokrat Parti Trabzon Milletvekili olarak

TBMM’de bulunmuş, 27 Mayıs sonra-

sında Yassıada’da yargılanıp, aklanmıştır.

Hukuk eğitimi alan, gümrük ve tekel ba-

kanlığında müfettişlik yapan Goloğlu,

tüm bu vasıflarının yanında asıl tarihçili-

ği, araştırmacılığı ve üretkenliğiyle bilinir.

Devrim Tarihi derslerini de yaşamının

sonuna dek sürdürmüştür.

“Halifelik” adlı çalışması, 10 yıl bo-

yunca DP milletvekilliği yapan, yani sağ-

cı bir siyasetçi olan, yani DP milletvekil-

lerine “Siz isterseniz hilafeti bile geri ge-

tirebilirsiniz” diye seslenen Adnan Men-

deres’in partisinin bir mebusu Goloğ-

lu’nun, Türk Devrimi konusunda kafasının

ne kadar berrak olduğunu gösteren eser-

lerinden biridir. Bu nedenle, saltanat me-

raklılarının öne çıktığı, halkın başkanlık sis-

temi öneren başbakanı “sultan, padişah”

yazılı dövizlerle karşıladığı günümüzde

özellikle günceldir. İktidarın “derin” ta-

rihçilerinin, resmi tarihçilerinin, vaka-

nüvislerinin alternatif tarih yazmaya ko-

yuldukları bir ortamda önemlidir. Kimi

“AK-ademisyenlerin”, hilafetin geri gel-

mesini istediği bir dönemde, öğreticidir.

Goloğlu, halifeliğin ne olduğunu, na-

sıl alındığını, niçin kaldırıldığını anlattığı

çalışmasında, şu önemli saptamayı yapar:

“Osmanlı padişahları sadece egemenlikleri

altındaki insanların hükümdarı oldukları

gibi, sadece kendi ülkelerindeki Müslü-

manların halifesi idiler. Bütün dünya Müs-

lümanlarının halifesi değildiler”.

Kitabına hilafet makamının kısa ta-

rihçesini vererek başlayan, işin dini ol-

maktan ziyade siyasi yönü olduğuna vur-

gu yapan Goloğlu, Milli Mücadele döne-

minde Atatürk’ün konuya nasıl yaklaştığını

İkinci bölümde anlatır. Gazi’nin, “Hilafet

makamında oturacak kimseyi hiçbir zaman

millete efendi yapmak söz konusu değil-

dir” sözlerine yer verir. TBMM Zabıt Ce-

ridelerini kaynak olarak kullanarak, diğer

mebusların görüşlerinden de alıntılar ya-

par. Çalışmanın üçüncü bölümünde sal-

tanatın kaldırılmasını ve hilafeti ele alır,

dördüncü bölümde Sultan Vahdettin’in ka-

çışını ve Abdülmecid’in halife oluşunu an-

latır. Mustafa Kemal Atatürk ile Halife Ab-

dülmecit arasındaki ilişkilere, Atatürk’ün

evliliği nedeniyle halifenin çektiği telgra-

fa ve Atatürk’ün verdiği yanıta yer verir.

Atatürk’ün halifeye yeni bir takım yetki-

ler tanıyıp, onu tekrar bir sultan durumu-

na getirmek isteyenlere nasıl karşı çıktığını

anlatır.

Beşinci bölümde Cumhuriyetin ilanı ve

hilafet konusunu işleyen Goloğlu, Kurtuluş

Savaşı’nı birlikte yapan kadroların araları-

nın açılmasında hilafete ilişkin düşüncele-

rinin de büyük payı olduğunu ifade eder.

Özellikle Rauf Bey ve arkadaşlarına bu

konuda kuşkuyla bakıldığını vurgular. Altıncı

bölümde halifeliğin kaldırılması öncesindeki

ön hazırlıkları işleyen Goloğlu, Gazi’nin ko-

nuyu nasıl ayrıntılı olarak ele aldığını, ilgili

tüm tarafları dinlediğini, bilim insanlarından

görüşler aldığını aktarır. Diyanet İşleri Baş-

kanlığı’nın kuruluş sürecine ilişkin bilgiler ve-

rir. Yedinci bölümde hilafetin kaldırılması-

nı içeren kanun tasarısı üzerindeki görüş-

melerde söz alan vekillerin açıklamaları

vardır. Meselenin siyasi, idari, dini, tarihi, top-

lumsal boyutları üzerinde yapılan tartış-

maların düzeyi, günümüzle kıyaslanamaya-

cak kadar yetkindir ve ileridir. Sekizinci bö-

lüm Adalet Bakanı Seyit Bey’in konuşmasına

ayrılır. Dokuzuncu bölümde ise halifeliğin

kaldırılmasının oylanması anlatılır.

Goloğlu’nun meclis tutanaklarını ve ko-

nuşmaları sadeleştirerek aktardığı kitabı-

nın sonunda ek olarak verdiği Fetva-yı Şe-

rife ile Hükümet bildirisi önemlidir. Hü-

kümet bildirisi Cumhuriyet önderliğinin ta-

rih bilincinin, aydınlanmacı karakterinin ve

devrimci iradesinin parlak bir örneğidir.

Özetle Goloğlu’nun “Halifelik” adlı ese-

ri, konuya ilgi duyan herkesin kütüpha-

nesinde bulunması gereken özgün, önem-

li bir çalışmadır.

(Halifelik, Mamut Goloğlu,Tarihçi Kitabevi, 181 s.)

Golo�lu, halifeli�in neoldu�unu, nas�l al�nd���n�, niçin

kald�r�ld���n� anlatt���çal��mas�nda, �u önemli

saptamay� yapar: “Osmanl�padi�ahlar� sadece

egemenlikleri alt�ndakiinsanlar�n hükümdar� olduklar�

gibi, sadece kendi ülkelerindekiMüslümanlar�n halifesi idiler.

Bütün dünya Müslümanlar�n�nhalifesi de�ildiler”

BARIŞ DOSTER

18 Aydınlık KİTAP

Page 19: Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yazmak, içmek ve ... · diksiyon dersleri verdi. 1964 ile 1969 yılla-rı arasında TRT’de yönetim kurulu üyeliği, 1979 ile 1980 yılları

Köylü çocuğundanseçkin bilim adamına

Türkiye’nin önde gelen bilim insanla-

rından Coşkun Özdemir anılarını kitap ha-

line getirdi. Kaynak Yayınları’nın “İz Bıra-

kanlar” serisinin üçüncü kitabı olarak ya-

yımlanan çalışmasında Özdemir hayatını

anlatırken aslında Türkiye’nin yakın tarihinine

ayna tutuyor. Yine hayatı boyunca rastladı-

ğı, yan yana gelme fırsatı bulduğu önemli şah-

siyetleri farklı yönleriyle tanıtıyor. Bugün hala

bilimin yol göstericiliği için mücadele veren

Özdemir, yıllardır Kas Hastalıkları Derneği

çatısı altında bilimin ulaştığı noktaları halka

aktarmaya çalışıyor. Bu değerli bilim insanıyla

yeni kitabı ve bu kitabı yazmasına vesile olan-

ları konuştuk...

Gerici çevreler CumhuriyetDevrimi’nin halkta bir travmayarattığını ve toplumsal geliş-meye zarar verdiğini belirti-yorlar. Siz ise kitabınızın baş-lığını Urfa’dan Harvard’a koy-muşsunuz. Bunu biraz açar mı-sınız?

“Urfa’dan Harvard’a” baş-

lıklı kitabımda 83 yıllık yaşam öy-

kümü yazdım. Dünyaya gözümü

Cumhuriyetin kuruluşunun al-

tıncı yılında açtım. O yıllarda ül-

kede Atatürk ve Cumhuriyet Ay-

dınlanması yaşanıyordu. Ben, iki Cumhuriyet

öğretmeninin çocuğu olarak bu aydınlanma-

yı doyasıya yaşadım. Cumhuriyet Aydınlan-

ması hayatımızda öylesine etkiliydi ki binler-

ce köylü çocuğu köyünden alınmış ve birer seç-

kin bilim adamı, yazar ve sanatçı yapılmıştı. Bu

Aydınlanma devrimi, benim gibi Urfalı bir ço-

cuğu da almış ta Harvard’a okumaya gön-

dermişti. İşte ben, isim babası Arslan Kılıç olan

bu kitabımda bütün bu Aydınlanma sürecini

anlattım.

Kurtuluş savaşımızın önderi Mustafa

Kemal Atatürk, büyük zorluklar ve engelle-

re karşın Cumhuriyeti kurmuştu ve adı ile anı-

lan devrimleri birbiri ardı sıra gerçekleştiri-

yordu. Bunların içinde bence en önemlisi dog-

malardan kurtulmayı, aklı ve bilimi egemen

kılmayı amaçlayan Aydınlanma devrimiydi.

Devrimlerin yoksullara bir şey kazan-dırmadığı öteden beri iddia edilir, bu dev-

rimlere bizzat tanıklık etmiş biri olarak, sizbunu nasıl yaşadınız?

Köy Enstitüleri bu yolda girişilmiş bir eği-

tim devrimiydi. Ama karşı devrimciler, 1945-

46 da başlayan çok partili düzeni fırsat bildiler

ve sahneye çıktılar. Politikacıların desteği ile

binlerce köylü gencinin yetiştiği bu eşsiz eği-

tim yuvalarını ve onun gibi bir başka aydın-

lanma ocağı olan Halkevleri’ni yok ettiler.

Benim sandık demokrasisi adını verdiğim

göstermelik 60 yıllık demokrasi döneminde

hiçbir iktidar emekten ve aydınlanmadan,

akıldan ve bilimden Atatürk’ün amaçladığı bi-

lim toplumundan yana olma-

dılar. Atatürk emperyalizm

denilen yedi düvele karşı çık-

mış ve bağımsız bir Türkiye ya-

ratabilmişti. Emperyalizm de

elbette bizim karşı devrimci-

lerimiz gibi boş durmayacak,

iç ve dış işlerimize karışmak

için fırsat kollayacaktı. Bu fır-

satı politikacılarımız yarat-

maktan geri durmadılar.

Devrimlerimizi baltalamak

için çok sistemli çalıştılar.

Yurdumuzdaki halkın din-

darlık ve muhafazakarlı-

ğından yaralanmak yolunu seçerek “green

belt” (yeşil kuşak) teorisini geliştirdiler. Ki-

tabımda tanık olduğum bu olayları ve bunların

üniversitelere yansımasını anlattım. Demirel,

Özal, Çiller ve Yılmaz iktidarlarını ve tabii ki

12 Eylül darbesini ve bunların toplumda ya-

rattıkları tahribatı anlattım.

Nihayet AKP iktidarı ile nasıl bir toplumsal

dönüşümün gerçekleştirildiğini Cumhuriyet

ilkeleri ve kuruluş felsefesinden nasıl uzak-

laştığımızı, ülkede laiklik ilkesinin nasıl yok

edildiğini, ülkenin çok sayıda yurt sever in-

sanının öğrencilerinin, ordu mensuplarının

hapse tıkılışını anlattım. Bütün bunlardan bir

Cumhuriyetçi bir aydınlanmacı olarak duy-

duğum kaygıları ve yaşadığım düş kırıklığını

anlattım. Daha güzel günlere ulaşacağımız

umudunu koruduğumu vurgulayarak, sevdi-

ğim birkaç şiiri ekleyerek bitirdim kitabımı.

(Urfa’dan Harvard’a, ÇoşkunÖzdemir, Kaynak Yayınları, 360 s.)

19Aydınlık KİTAP

EMEL TELCİ

CUMHURİYET AYDINLANMASI URFA’DA

Çoşkun Özdemir bu kitapta anlattıklarını şöyle özetliyor:

Doğma büyüme Urfalıyım. 60 yıllık he-

kimim. Urfa’da başlayan eğitimim Har-

vard’a kadar uzandı. Doğru, “Urfa’da Ox-

ford yoktu”, ama Cumhuriyet Devriminin

Urfa’sı, Oxford’da, Harvard'da okuyan

halk çocukları yetiştirmişti. Bu kitapta ben

işte o Urfa’yı yazdım.

Kurtuluş Savaşı kahramanı enişte-

miz Kazım Karabekir’i yazdım.

Hastalarım Ruhi Su, T. Zafer Tuna-

ya, Bahri Savcı, Sakıp Sabancı ve diğer-

lerini yazdım.

İhsan Doğramacı’yı YÖK’ten atmak

isteyen Turgut Özal’ın beni alıp göl turuna

götürmesini yazdım. 50 yıl süreyle “des-

tanını yazacağım” dediği Cumhuriyeti

bir sabah kalkıp “zulüm düzeni” ilan

eden 40 yıllık arkadaşım Yaşar Kemal’i

yazdım.

Dostlarım İlhan Selçuk, Melih Cevdet

Anday, Aziz Nesin, Oktay Akbal, Türkan

Saylan, Azra Erhat, Selahattin Eyüboğlu,

Halet Çambel, Attila İlhan, Server Tanilli,

Gazi Yaşargil, Demirtaş Ceyhun, Talip

Apaydın, Adnan Binyazar, Ataol Behra-

moğlu, Erdal Atabek, Bedri Baykam,

Orhan Bursalı ile hemşehrilerim Mehmet

Faraç ve İbrahim Tatlıses’i anlattım.

Page 20: Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yazmak, içmek ve ... · diksiyon dersleri verdi. 1964 ile 1969 yılla-rı arasında TRT’de yönetim kurulu üyeliği, 1979 ile 1980 yılları

23 KASIM 2012 CUMA20 Aydınlık KİTAP

Günışığı Kitaplığı’ndan çıkan se-vilen gençlik romanınız “Ay De-niz’le Buluşunca”dan sonra ilk kez“Gece Güneşi” ile küçükler içinyazdınız. Yetişkinler ile kıyaslanın-ca sizce çocuklar ve gençler içinyazmak ayrı bir yazarlık yeteneği ge-rektirir mi?

Çocuk kitabı yazmak tabi daha

farklı ve bir yazar için aslında çok eği-

tici, öğretici bir yanı var. İçine gir-

mediğiniz sürece ve genel algı gere-

ği eskiden şöyle bir yaklaşım vardı;

sanki çocuk edebiyatı, edebiyatın

bir alt kademesiymiş gibi. Şimdiler-

de aslında ne kadar özel, ayrı ve çok

prestijli bir alan olduğu ortaya çıktı

ve bir başına bir dünya olduğu anla-

şıldı. Yani yetişkin edebiyatından

çok ayrı öneme haiz bir alan ki zaten

bu seneki fuarın temasının başlığı da

bu önemi gösteriyor. Benim için ço-

cuk edebiyatında kitap yazma süre-

ci yetişkin edebiyatında olmadığı

kadar öğretici oldu. Çünkü editoryal

bir çalışma oluyor, bir metnin üze-

rinde birden fazla kez gidip geliyor-

sunuz, diyaloglarınızın sahici olma-

sı, kurgunun yeterince sürükleyici ol-

ması, çocuğun haki-

kat duygusuna uy-

gun bir yapıda ol-

ması gerekiyor. Bü-

tün bunların sonra-

sında ise okur buluş-

malarında çocuklar-

la ve gençlerle bu-

luşmak yetişkinlerle

buluşmaktan daha

çok tercih edilir. Çok

renkliler, samimiler,

dürüstler, sorgulayı-

cılar, çok şey öğreti-

yorlar dolayısıyla.

“Gece Güneşi”nde iki kardeşinsıcak dostluğu ve aile içi iletişiminönemini anlatıyorsunuz. Sizin içinkardeşlik ve aile nedir?

Kardeş ve aileye dair böyle “-

meli, -malı” kalıplı klişeler vardır. As-

lında ailede de her şey olur. Kar-

deşlerle de her şey her zaman güllük

gülistanlık değildir, en kanlı savaşlar

verilir. Ama orada da yine sahicilik

gereği aslında şöyle sahneler de ya-

şanır: Kavga edersiniz, anne araya gi-

rer , kardeşinize kızar ve siz kavga et-

tiğiniz kardeşinizi annenize karşı sa-

vunurken bulursunuz kendinizi. Kar-

deşliğin özerk bir alanı vardır. Kav-

galar o iki kişi arasında kalır. Ben tek

çocuğum maalesef, o yüzden kardeş

konusunda çok hassasım. “Gece

Güneşi”ndeki Arda ve Arya kar-

deşler, çok yakın bir arkadaşımın ço-

cuklarından esinlenerek yazdığım

karakterler. Yani hakikat kısmı ora-

dan, kurgusu da benim hayal gü-

cümden. Ama onları gözlemleye-

bildiğim için, onların hayatından ge-

çebildiğim için hem çok şanslı saydım

kendimi, hem de bu şansı, zenginli-

ği paylaşmak istedim. “Gece Güne-

şi” gerek çocuk edebiyatındaki gerek

yetişkin edebiyatındaki herhalde en

çok seveceğim kitap olarak kala-

cak. Çünkü en mutlu kitabım. Şirin

Dağtekin Yenen resimledi. İlk kez bir

yazar olarak benim kitabıma dışarı-

dan biri emek verdi. Sıcacık bir kitap

oldu. Normalde ben kitaplarımı çok

elime almam, yazarım koyarım ke-

nara. Ama bunu her açtığımda bana

da armağanmış gibi geliyor, beni de

mutlu ediyor.

Sizce çocuk edebiyatının en acilihtiyaç duyduğu şey nedir?

Yaratıcılık ve hayal gücü. Eskiden

benim zamanında bir hayli didaktik,

buyurgan bir dille mesajlar veren ki-

taplar vardı. Çocuğun dünyasına hiç

geçmezdi. Şimdi hayal

gücünü çok geliştiren,

sürekli sorgulayan, soru

sorduran, yanıt aratan,

çocuğa hayata dair her

şeyi veren ama ondan

umudu almayan ki-

taplar çıktı. En büyük

ağırlık herhalde bu.

Çocuk edebiyatı sa-

mimiyet gerektirir. Sa-

mimiyet çok tatlı ve

çok özel bir sınav. Sa-

mimi olmayınca da

yeterince yaratıcı olu-

namıyor, çocukla bu-

luşulamıyor.

“Ay Denizle Buluşunca” kitabıbir gençlik kitabı. Fuarda çocuk vegençlik edebiyatı teması işlenmesi-ne rağmen “çocuk” hep ön plandaolup “gençlik edebiyatı” biraz arkayaitiliyor sanki. Siz bu konuda ne dü-şünüyorsunuz ?

Gençlik çok zor bir hadise. Gen-

ci yakalamak çocuğu yakalamaktan

da zor. Çünkü genç dediğimiz yaşta,

yani 12-13 sonrası dönem, hiçbiri-

mizin bu dönemde önceliği kitaplar

değildir. Haşinlikler, hoyratlıklar,

hayal kırıklıkları, kavgalar, sevinçler,

ilk aşklar vardır, ama kitap yoktur

açıkçası. Bir de şimdinin gençleri çok

zor sınavlardan geçiyorlar. Hayatla-

rı zorunlu olarak okumaları gereken

kitaplar üzerinden gidiyor. Dolayı-

sıyla gence ulaşmak alabildiğine zor.

O yüzden çocuk edebiyatına kıyasla

geride kalmış hissi uyandırıyor. Şim-

di yayınevleri bu alana doğru ham-

le yapıyorlar, iyi de yapıyorlar. “Ki-

tap okumak faydalıdır” üst başlı-

ğıyla genç okuru yakalamak mümkün

değildir. Gençlerle iletişim mizahtan

geçiyor, kendinle dalga geçebilmeyi,

açık ve samimi olmayı gerektiriyor.

Aslında onlardan bir şeyler öğren-

meye de hazır olmayı gerektiriyor.

Sürekli “ben yetişkinim, her şeyi bi-

lirim” gibi düşüncelerle nutuk çe-

kerek iyi bir iletişim kurma söz ko-

nusu değil.

“Yetişkinler çocuklarla nedenkitap okumalı” başlığıyla bir pane-liniz vardı bu sene Tüyap’ta. Panelbaşlığındaki soruyu okurlarımıziçin sormak isterim.Yetişkinler ne-den çocuklarla kitap okumalıdır?

Kesinlikle yararlı olduğu için de-

ğil bir kere. Basbayağı çocukla kitap

okuyan yetişkinin bundan zevk ala-

cağını söyleyebiliriz. Çünkü orada bir

paylaşım var. Çocukla birebir ilişki

kuruyorsun, çok mahrem, çok özel

bir an. Sadece bir oyuncak almakla,

bir kitap almakla bitmiyor iş. Önem-

li olan paylaşım. İkincisi, çocuk ki-

tapları yetişkin kitaplarından çok

daha renkli ve iyi, neden bu zevkten

kendimizi mahrum bırakalım ki?

Çocuklu olsun ya da olmasın her ye-

tişkinin böyle renkli ve yaratıcı ki-

taplar okuyarak ufuklarını genişle-

tebileceğini söyleyebiliriz. Klasikle-

ri düşünelim, bir “Küçük Prens” ye-

tişkin kitabıdır aynı zamanda, her-

kesin kalbinin kilitlerini açar. Seni

daha iyi bir insan kılar. Sonra bir sü-

reklilik hikâyesi var aynı zamanda.

Bize de kitap okuyan bir anneanne,

anne, baba olmuştur muhakkak, bizi

kitapla tanıştıran biri. Sonra bu dön-

güyü başka çocuklara teslim ederler.

Bu geleneği sürdürmekte bile haya-

tın sürekliliğine dair bir güzellik var.

İstanbul Kitap Fuarı’nın bu yıl-ki temasının Çocuk ve Gençlik Ede-biyatı olmasıyla ilgili düşüncelerinizialabilir miyiz?

Aslında Tüyap çok arkadan gel-

di. Bir süredir çocuk ve gençlik ede-

biyatı fazlasıyla profesyonelleşti.

Hatta keşke yetişkin edebiyatı bu ka-

liteye gelse. Bu sene Tüyap’ta başlık

“çocuk” oldu diye daha kaliteli bir

şeyler görecek değiliz, zaten yeterince

kaliteli oldu. Çocuk edebiyatında

çocuğa çocuk muamelesi yapmıyor-

sun, birey gibi davranıyorsun. Sesini

onun sesine benzeterek “bıdıbıdı” ya-

parsan sadece komik duruma dü-

şersin. Çocukla bir birey gibi konuş-

tuğunda zaten seni anlayacaktır. Sen

ona bir şey öğretmiyorsun, sadece ile-

tişim kuruyorsun. Bütün bu iktidar

ilişkileri değişirse başka bir ülke

olma şansımız bile olur belki.

Peki Karin Karakaşlı çocuklar vegençler için yazmaya devam edecekmi?

Çok istiyorum. Çünkü dediğim

gibi, çocuk ya da gençlik kitabı yaz-

dıktan sonra, okurla buluşulan bir

arka plan var. Sadece yazdığınla kal-

mıyorsun. Dolayısıyla hayatına ço-

cuklar ve gençler dahil oluyor. Bu

enerjiyi çok seviyorum. Bir de sana

mücadeleyi, denemen gerekenleri, sı-

nırlarını gösteriyor. O açıdan da di-

ğer kitaplarıma da etkisi oluyor. Bu-

rada sade dili keşfettiğinde artık

orada da “edebiyat parçalamıyor-

sun”. Daha yalın, daha duru yazma-

yı, kendini böyle ifade edebilmeyi öğ-

reniyorsun.

DAMLA [email protected]

“Kitap okumakfaydalıdır” üstbaşlığıyla genç

okuru yakalamakmümkündeğildir.

Gençlerle iletişimmizahtan geçiyor,

kendinle dalgageçebilmeyi, açıkve samimi olmayı

gerektiriyor.Aslında onlardan

bir şeyleröğrenmeye dehazır olmayıgerektiriyor

ÇOCUK-GENÇ

YAZAR KARİN KARAKAŞLI İLE ÇOCUK VE GENÇLİK EDEBİYATI ÜZERİNE KONUŞTUK:

“Çocuk edebiyatısamimiyet gerektirir”

Damla Yaz�c�, Karin Karaka�l� ile birlikte

Page 21: Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yazmak, içmek ve ... · diksiyon dersleri verdi. 1964 ile 1969 yılla-rı arasında TRT’de yönetim kurulu üyeliği, 1979 ile 1980 yılları

23 KASIM 2012 CUMA 21Aydınlık KİTAPSAHAF

Yaşadığı çağ her bakımdan onu

kışkırtıcı bir çağdı. Dünyanın eşitlik şia-

rına dayanan ilk devrimi başarılmış, ül-

kemizde ise yaygın deyişle “yedi dü-

vel”e karşı Kurtuluş Savaşı’mız kaza-

nılmıştı.

Fakat böylesi dönemlerin şairi ve

yazarı olabilenlerin de yine kendi se-

çimleri önemli değil midir? Maya-

kovski, Gorki, Şolohov böylesi örnek-

ler değil midir?

Uzağa gitmeye ne gerek var, Nazım

Hikmet kendi çağını okuyarak seçimini

yapan dünya ölçeğindeki yegâne şai-

rimiz değil midir?

Enver Gökçe de seçimini devrim-

den yana yapanlardan oldu ve ömrü-

nü devrime adadı.

Tabii ki filmin sonunu göreme-

yenlerdendir.

1980 Eylül’ünden sonra Seyran-

bağları’nda bir huzurevinde kaldığını

biliyorum. 19 Kasım 1981’de öldü-

ğünde de hâlâ bu huzurevindeydi. Bu

demektir ki halk istemlerinin panzer-

lerle ezildiği, devrimcilerin bir bir kat-

ledildiği, katledilmeyenlerin işkence-

lere çekildiği, tabutluklara atıldığı ve bir

kısmının da idam edildiği, idam edil-

meyenlere ise yıllarca tutsaklık haya-

tı yaşatıldığı bir dönemin tanığı ol-

muştur.

Onun devrimciliği seçtiği, halk-

tan yana tavır sergile-

diği 1940’lı yılların da

kuşkusuz kendine özgü

baskı uygulamaları var-

dır. 1943’te üyesi oldu-

ğu Türkiye Gençler

Derneği’nin faaliyetle-

rinden dolayı üç ay tu-

tuklu kalması bunlar-

dan bir tanesidir. Dev-

rimcilerin parmakla sa-

yıldığı bu dönemde po-

lisler tek tek onları iz-

liyordu. Ve onlar kos-

koca bir toplum içinde

vebalı muamelesi gö-

rüyordu.

Enver Gökçe’ye, edebiyat tarihi-

mizde “1940 Kuşağı” olarak adlandı-

rılan şairler grubu içinde yer veriliyor.

Bu kuşak içinde Mehmet Kemal, Ni-

yazi Akıncıoğlu, Arif Damar, Cey-

hun Atıf Kansu, Ahmet Arif, Şükran

Kurdakul gibi isimler bulunuyor. Şah-

sım adına ben Enver Gökçe’nin bu ku-

şağın en özgün ve en yetkin şairi ol-

duğuna inanırım.

Kendi kuşağı içindeki şairlerden,

bildiğim kadarıyla 1951 Türkiye Ko-

münist Partisi Tevkifatı’nda o ve Ah-

met Arif bulunmaktadır.

Şairimiz, duruşmalarda kendisini

bir avukatın savunmasını istememiştir.

İstese sonuç değişir miydi bilmiyoruz.

Ama yedi yıl hüküm giydiğini biliyoruz.

Haricen de iki yıl sürgün veriliyor.

İki yılı İstanbul’da geçen hapislik

hayatını Adana’nın bitli hapishane-

sinde tamamladıktan sonra Çorum’un

Sungurlu ilçesine sürgüne gidiyor. İş-

siz, güçsüz, parasız halde geçirdiği

onca sürgünlük günlerinden sonra

naklini iş bulabileceğini umduğu An-

kara’ya yaptırıyor. Bu Enver Gök-

çe’nin ilk sürgünlüğü değildir. 27 Ma-

yıs devriminin arifesinde tekrar tu-

tuklanır ve yeniden sürgünlük yolları

görünür. Bu sefer yerini kendisi belir-

lemiştir. Doğduğu köye bir sürgün

olarak dönecektir.

Devrimci önderlerimizden Doğu

Perinçek’in kendi soyağacı ile ilgi ya-

zısından Kemaliye’nin Çit köyünü ata-

larının kurduğunu öğrendiğimde En-

ver Gökçe sevgim nedeniyle çok he-

yecanlanmıştım. Akrabalıkları var mı-

dır, bilemiyorum.

Enver Gökçe’nin doğduğu top-

raklarda yaşadığı ikinci sürgünlük ha-

yatı 27 Mayıs devrimiyle son bulunca

şairimiz kendisini geçim kavgası için-

de bulur. Çeşitli gazetelerde düzelt-

menlik yapar. Bir

yandan Pablo Neru-

da çevirilerini sürdü-

rür. Ankara’dan İs-

tanbul’a gelir, Mey-

dan Larus’ta çalışır.

Bir dönem de kışları

köyüne gider, yazları

Ankara ya da İstan-

bul’a gelir.

Enver Gökçe

Sovyet devriminden

üç yıl sonra, Kurtuluş

Savaş’ımızın ise içine,

1920’de doğmuştur.

Ankara’ya, ailesinin göç etmesi sonu-

cu on yaşında iken gelmiştir. Anka-

ra’nın o dönem ünlü olan Gazi Lise-

si’nden mezun oldu. Yüksek öğreni-

mini Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde

yaptı. Bu dönemde Halkevinin Ahmet

Kutsi Tecer yönetiminde çıkarttığı

Ülkü dergisinde çalışmaya başladı.

Ülkü dergisinde “Köylerim” ve “Dost

Dost İlle Kavga” şiirleri yayımlandı.

Dergiye zaman zaman uğrayan Nu-

rullah Ataç, Ahmet Hamdi Tanpınar

gibi önde gelen yazar ve şairlerle de bu

dönemde tanışma fırsatı oldu.

Enver Gökçe’in ilk şiiri Anka-

ra’da çıkan Yurt ve Dünya dergisin-

de1943 yılında yayımlanmıştır. Bu ta-

rihte şairimiz yirmi yaşındadır. İlk ki-

tabı “Dost Dost İlle Kavga”nın basım

tarihi 1973, “Panzerler Üstümüze

Kalkar”ın ise 1977’dir. Şiirlerinin ki-

taplaşması için geçen otuz yıllık süre

şansızlıkların, denk düşmemelerin fi-

lan ve her şeyin ötesinde bir şairin ken-

dine olan has güveninin ifadesi değil

midir? Bir şairin mayasında olması ge-

reken iki özelliği buradan çıkarabili-

riz: Özgüven ve sabır.

Enver Gökçe sözcük ekonomisi ve

anlam yoğunluğu üzerine kurduğu ve

tek temsilcisinin kendisi olduğu şiir tar-

zında ilk şiirinden son şiirine dek hiç-

bir acemilik belirtisi göstermez.

Bu demektir ki matbaaya gitmeden

önce çok ciddi bir hazırlık evresi ge-

çirmiştir.

Halk dilini ve halk duyarlığını

Marksist felsefeyle bütünleştirmede

gösterdiği başarı Yunus Emre’nin ta-

savvufun karmaşık dünyasını halkın an-

layabileceği bir sadeliğe taşımasına

benzer.

Ahmet Kutsi Tecer ve Tahsin Ban-

guoğlu Enver Gökçe’nin hocalarıdır.

Aynı zamanda şairimiz Nurullah Ataç,

Ahmet Hamdi Tanpınar gibi dönemin

önde gelen ve etkileme gücü olan ki-

şileriyle de irtibat içindedir. Her şeyden

önce onun böylesi vaat edici bir ideo-

lojik atmosferden sosyalizmin sözcü-

sü olarak yükselmeyi başarabilmesi her

türlü övgüye layıktır.

Daha önemlisi o, sosyalizmin es-

tetiğini halk dili üzerine inşa etti, sos-

yalizmin estetiğiyle sokağın duyarlığı-

nı birleştirmeyi başardı.

“Başlangıç” şiiri, Enver Gökçe

için bütün şiirlerine açılan ve bütün şi-

irlerini belirleyen özellikleri içinde ta-

şır. Adı üzerinde, o bir başlangıçtır.

“Zaman akar, zaman geçer,

Zaman zindan içinde;

Biz mapusta gürül gürül yatardık

Yılan çıyan içinde.

Getirdiler ite kaka bir yiğit,

Ayak çıplak

Ak bir mintan içinde.

Zaman zaman içinde

Işık duman içinde.”

Şiirin ilk bölümündeki sade ve

günlük konuşma özellikleri gösteren

dil, ikinci bölümünde halk lisanı eda-

sını yitirmese de ağırlaşıp ağdalaşır:

“Ve râviyan-ı ahbar

Ve muhaddisan-ı rüzgâr

Şöyle rivayet

Ve hikâyet ederler kim:

Beni âdem zor bezirgân içinde

Vardı bir Balaban”

Şiirin dil bakımından gösterdiği bu

farklılık aslında Enver Gökçe’nin kül-

türel beslenme kaynaklarına da işaret

etmektedir. O halk edebiyatından ol-

duğu kadar divan edebiyatından da

beslenmiştir. Bu kültürel kaynakları

maddeci Marksist bir dünya görüşü an-

layışıyla bütünleştirerek devrimci bir es-

tetik oluşturması tabii ki onun ustalı-

ğıdır. Onun şiiri insanın, emeğin ya-

şamla sınanmışlığından, bireyin yaşa-

ma duyarlı tanıklığından damıtılmıştır.

Böyle olduğu için de dizelerinde ne bir

sözcük eksikliği hissedilir ne de bir söz-

cük fazlalık olarak durur. Estetik temeli

bu denli matematiksel ve sağlamdır.

Ölümünün otuz birinci yılında bel-

ki de en güzeli onu bir başka ustanın,

Can Yücel’in dizeleriyle anmaktır:

“Sene 1966 Kayınvaldenin evinde oturuyoruz Kınalı’da Gözü yaşlı bir sonbahar günü Güler, sökük dikiyor pencerenin önünde Ben odanın gerisinde masa başında Hatırımda kalmamış kimden Çeviri yapıyorum harıl harıl Telifini parça buçuk alacağımı bilebile… Yau diye seslendi Güler Bir adam geçti önümüzden Tam bir eski tüfek… Bu kadar olur ama! Demeye kalmadı zır kapı! Gittim açtım Karşımda bizim Enver!”

Enver Gökçe sözcük ekonomisi ve anlam yo�unlu�u üzerine kurdu�u ve tek temsilcisininkendisi oldu�u �iir tarz�nda ilk �iirinden son �iirine dek hiçbir acemilik belirtisi göstermez

Enver Gökçe: Emeği ve hürriyeti yazan şair

CAFER YILDIRIM [email protected]

Halk dilini vehalk duyarlığını

Marksistfelsefeyle

bütünleştirmedegösterdiği başarıYunus Emre’nin

tasavvufunkarmaşıkdünyasını

halkınanlayabileceği

bir sadeliğetaşımasına

benzer

Enver Gökçe

Page 22: Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yazmak, içmek ve ... · diksiyon dersleri verdi. 1964 ile 1969 yılla-rı arasında TRT’de yönetim kurulu üyeliği, 1979 ile 1980 yılları

23 KASIM 2012 CUMA Aydınlık KİTAP22

Yand� �çim

Milyonları sokağa döken olay 24

Ocak 1993 Pazar günü, saat tam

13:25’te yaşandı. Ülkemizde araştırmacı

gazeteciliğin öncüsü; Atatürkçü, laik,

cumhuriyetçi, demokrat bir Türki-

ye’nin yılmaz savunucusu Uğur Mum-

cu, arabasına konan bir bomba ile

inandığı değerler uğruna öldürüldü. Eşi

Güldal Mumcu, o günü ve o günden

sonra yaşadıklarını “İçimden Geçen Za-

man” adlı kitabında anlatıyor. Suikas-

tın karanlıkta kalmış pek çok ayrıntısını

gün ışığına çıkarıyor, yalın anlatımıyla

sarsıyor. “Uğur’u sonsuzluğa uğurla-

dığımız günün ertesinde kar her tara-

fı kaplamıştı. Beyaz bir sessizlik şehri

sarmıştı sanki. Pencerenin önündeki

bordo koltuğa oturdum. Şehrin karla

kaplı sessizliğine baktım. Hayatımda

yeni bir dönem başlıyordu.”

�çimden Geçen Zaman

Will Self bu kitapta, farklı çevreler-

den tiplemeleri, karakterleri ve bu çev-

relerdeki yaşamı kendine has bir kıv-

raklıkla yansıtıyor. Self’in kara mizahı, li-

beral hümanizmin ve modern hayatın

“kutsal inekleri” konusunda çok acı-

masız. “Sert Çocuklara Sert Oyuncak-

lar”, crack kokain ticaretinden, çağdaş

psikolojinin bayağılıklarından, kendi-

lerini, bir davette yakalanmak isteme-

yeceğiniz kişiler olarak niteleyen bir

yerli kabileden, bir babanın çocuklarına

bakmak için talihsiz girişimlerden, öl-

dükten sonra Kuzey Londra’da yaşa-

maya devam eden bir anneden, bir ko-

ğuştan ya da bir evdeki böceklerden söz

ederken, tartışılmaz inançlarınız ya da

gizli önyargılarınız ne olursa olsun, sizi

telaşa düşürecek, hayran bırakacak,

kahkahayla güldürecek bir kitap.

Sert ÇocuklaraSert Oyuncaklar

Dilek Yıldırım Akgün, iş dünyasının

çeşitli alanlarında görev alan yönetici-

lerle kurduğu koç-danışan ilişkisinin

röntgenini çekiyor. İş dünyasının sıkın-

tıları ayrı bir özen gerektiriyor. Diğer yö-

neticilerle ve çalışanlarla nasıl ilişki ku-

racağınızı daha da önemlisi kendinizle

nasıl ilişki kuracağınızı öğrenmek için ya-

şanmış koçluk hikâyelerinden çıkarıla-

cak çok ders var.

“Bu kitap iyi geliyor okuyucusuna.

Gerçekten bağ kurup kendine çıka-

rımlar yapıyor; okurken dönüşüp dü-

şünebiliyor insan. Kitap içindeki öykü-

lerden çok sevdiklerim oldu, çoğunun

sonrasını, şimdisini merak ettim, en

güzeli gülümsedim, umutlandım ha-

yattan ve hepimizden yana.” (Canan Er-

can Çelik, Borusan Holding Kurumsal

Fonksiyonlar Grup Başkanı)

Biri Beni Dinliyor

Türkan Şoray’ın 60’lı yılların me-

lodramlarından 70’li yılların toplumsal

gerçekçi filmlerine evrilen, ardından

gelen sinemadaki büyük krizi atlatıp ka-

dının özgürleşmesinin sembolü olacak

filmlere uzanan sinema hayatı, aynı za-

manda Türk sinemasının tarihine de ışık

tutan birinci elden tanıklık özelliği taşı-

yor. Sinemada canlandırdığı 200’ün

üzerinde kadın karakterle Anadolu in-

sanının sanki “aileden biri” olarak gör-

düğü, erkeğiyle, kadınıyla bağrına bas-

tığı Şoray, bu yanıyla hiç kuşkusuz biz-

lerin hayatında bir “sinema yıldızı”ndan

çok daha fazla şeyi temsil ediyor. “Si-

nemam ve Ben”, büyük yıldızın sadece

sinema hayatı değil; “Türkan Şoray im-

gesi”nin gerisindeki insanı, dertlerine, za-

aflarına, sevinçlerine, pişmanlıklarına ka-

dar tanıyacağımız açık sözlü bir anlatım...

Sinemam ve Ben

Hasan Özkılıç’ın ilk romanını

okurlarımızın dikkatine sunuyoruz.

“Zahit”, 80 sonrasının, bir yanıyla

acılı, kasvetli, bir yanıyla cümbüşlü bir

manzarasını çiziyor. Siyasal dalgalan-

ma, ekonomik sıkıntılar ve Türkiye’yi

kaosa sürükleyen iç göç dalgası... Ro-

manın kahramanı “Zahit”, köyleri

boşaltılınca Doğu’dan Batı’ya göçen bir

aileden geliyor. Dağılmış, kimlik ara-

yışı içinde, her bir bireyi ayrı bir yolu

seçmiş bu ailenin öyküsünü okurken

kendimizi başarıyla çizilmiş bir Türkiye

panoramasının içinde buluyoruz. Ro-

manın odak noktası siyasal baskılar ne-

deniyle 90’larda başlatılan ve ölümlerle

sonuçlanan açlık grevleri olsa da, çok

parçalı, çok karakterli, okuru olup

bitenleri düşünmeye, sorgulamaya

iten bir roman “Zahit”.

Zahit

Harte ve Gold aileleri on sekiz yıl bo-

yunca yan yana evlerde yaşadı. Aile pik-

niklerinden en mahrem sırlara kadar her

şeyi paylaştılar. Çocukları Chris ve

Emily’nin yakınlaşması da bu nedenle

sürpriz olmadı, hatta arzu edildi. Birbi-

rini neredeyse doğdukları günden beri ta-

nıyan, hiç ayrılmayan liseli iki genç, ai-

lelerinin gurur tablosunda el ele gü-

lümsüyordu; ikisi de başarılı, ikisi de po-

püler, ikisi de pırıl pırıl. Ama bir gece ya-

rısı çalan telefonla her şey degişti; Emily

başından vurulmuştu, Chris olay yerin-

deki tek kişiydi ve silahta kendisi için de

bir kurşun olduğunu söylüyordu... İngi-

lizce öğretmenliği yaptığı sıralar sınıfın-

daki bir kız öğrencinin intihara teşebbüs

etmesiyle aklına derin izler kazınan Pi-

coult ergenlik döneminde yaşanan inti-

har girişimleri üzerine yazmaya başlamış.

Anla�ma

Pek çok gizemli masal Kafdağı’nın

ardında başlar ve kim bilir nerede son

bulur? Orası, gerçekle hayalin, umutla

çaresizliğin, aşkla nefretin, kavgayla sü-

kûnetin bir arada harmanlandığı ger-

çeküstü bir diyardır. Bizim masalımız

Kafdağı’nın kıyısında başlayan yüzlerce

yıl sürecek bir lanetin kadere karşı çaresiz

kıldığı âşıkların izini sürüyor. Meh-

met’in kalbi de tıpkı büyük atası Rostom

gibi ancak aşkıyla dolu olduğunda çar-

pabiliyor. Bu masalda bazen keskin ger-

çeklerle baş edemeyecek kadar naif, de-

rin, duyarlı ve savunmasız insanlarla ta-

nışıyoruz. Yıllar süren hayatlarda her-

kesin anlattığı masallar vardır elbet,

ama “Kış Masalları” onu okuyan her-

kesin kalbinin bir köşesinde iz bırakacak,

gizemli ve olağanüstü öyküsüyle ruhla-

rımıza nüfuz edecek.

K�� Masallar�

Hasan Özk�l�ç,Can Yay�nlar�, 288 s.

Muazzez �lmiye ��,Kaynak Yay�nlar�, 188 s.

Muazzez İlmiye Çığ, 1914’ten bu

yana bir asırlık yaşamındaki tanıklıkla-

rını, içini burkan, her vatandaşın rahat-

sızlık duyacağı olayları dizelere dökü-

yor. “Emekli olduğum 1973 yılından

sonra patlayan acı olaylar, yeni doğan to-

runumu bekleyen tehlikeler, farkında ol-

madan dizelere döküldü. ‘Vatandaşlık

Tepkilerim’ adıyla içimin yanışını mek-

tuplara geçirmiştim. En son ‘İçim Yanı-

yor’ adıyla kaleme aldığım dizeleri, so-

num gelmeden henüz yaşarken payla-

şılmasını isteyen ve yayımlayan Kaynak

Yayınları’na sonsuz teşekkürler”. Sü-

mer ve Hitit kültürlerine dair çok önem-

li araştırmalar yapan ve dünyanın en iyi

Sümerologlarından biri olan usta tarih-

çi ve yazar Muazzez İlmiye Çığ’ın son ki-

tabı “Yandı İçim”, Türkiye’nin gerçek-

lerini gözler önüne seriyor.

Will Self, Sel Yay�nc�l�k,Çev: Süha Sertabibo�lu, 485 s.

Murat Atabarut,Alt�n Kitaplar, 312 s.

Güldal Mumcu,um:ag Yay�nlar�, 232 s.

Dilek Y�ld�r�m Akgün,Optimist Yay�n Da��t�m, 195 s.

Türkan �oray,NTV Yay�nlar�, 388 s.

Jodi Picoult, April Yay�nc�l�k,Çev: Cihat Ta�ç�o�lu, 528 s.

YENİ ÇIKANLAR

Page 23: Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yazmak, içmek ve ... · diksiyon dersleri verdi. 1964 ile 1969 yılla-rı arasında TRT’de yönetim kurulu üyeliği, 1979 ile 1980 yılları
Page 24: Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yazmak, içmek ve ... · diksiyon dersleri verdi. 1964 ile 1969 yılla-rı arasında TRT’de yönetim kurulu üyeliği, 1979 ile 1980 yılları