İncir Çekirdeği dergisi sayı:27

62
Haziran 2016 Sayı: 27 “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.” “KUŞLAR DA GİTTİ”: YAŞAR KEMAL ALAGEYİK’İN PEŞİNDE: TÜRK MİTOLOJİSİ KIYAFETNÂMELER ÜZERİNE FUAD KÖPRÜLÜ Ölümünün 50. Yılında

Upload: incir-cekirdegi-dergisi

Post on 02-Aug-2016

252 views

Category:

Documents


13 download

DESCRIPTION

İncir Çekirdeği Dergisi Haziran 2016 Sayısı

TRANSCRIPT

Page 1: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran 2016 Sayı: 27 “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.”

“KUŞLAR DA GİTTİ”:

YAŞAR KEMAL

ALAGEYİK’İN PEŞİNDE:

TÜRK MİTOLOJİSİ

KIYAFETNÂMELER

ÜZERİNE

FUAD KÖPRÜLÜ

Ölümünün

50. Yılında

Page 2: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Sultan Demirtaş

Editör

Değerli okuyucularımız,

Bir sayımızda daha sizlerle buluşabildiğimiz için çok

mutluyuz. Biliyoruz ki aynı mutluluk sizlerde de var. Bu yola da

bu sayede beraber devam edebiliyoruz. Sizler okudukça biz yeni

sayılarımızı okurlarımızla buluşturabilmek için çabalıyoruz

elimizden geldiğince.

Geçen süre zarfında, kendimizi dergi dışında

ekranlardan da ifade etme şansı yakaladık. Geçtiğimiz ay hiç

unutmayacağımız bir deneyim yaşadık. Dergimizin Genel Yayın

Yönetmeni Ayşe Bengisu Akdağ, Yazı İşleri Müdürü Sırdem

Kemiksiz ve yazarlarından Mehmet Altınova ve Begüm Çalışkan

Bursa Tv’de Güne Başlarken programının konuğu oldu. İncir

Çekirdeği olarak dergimizin, serüvenimizin, içeriğimizin geniş

bir şekilde ele alındığı, konuşulduğu programda

heyecanlandığımız kadar eğlendik de. İzleyen, okuyan, destek

veren bütün okurlarımıza teşekkürü bir borç biliriz.

Gelelim Haziran sayımıza… Bu sayımızda dosya konusu

olarak çok değerli bir ilim insanını, bir Türkologu işledik:

Ölümünün 50. yılında Mehmet Fuad Köprülü. Yazarlarımızdan

Beyza Özkan Köprülü'nün edebiyat tarihçiliğini, Pınar Çaylak

Halk Bilimi araştırmacılığını yazarken, A. Bengisu Akdağ ise

daha farklı bir yönünü Tevfik Fikret üzerine düşüncelerini sizler

için yazdı. Hatice Türk de tekke ve tasavvuf edebiyatı

çerçevesinde Fuad Köprülü’yü ele aldı.

Mehmet Altınova Eski Türk şiirinin bugüne etkileriyle ilgili,

Sırdem Kemiksiz de Divan edebiyatında oldukça dikkat çeken

Kıyafetnamelerle ilgili bir yazı kaleme aldı. Bursa’daki kültür-

sanat etkinliklerinin detayları yine sayfalarımızda. Şairlerimiz

yine kalemlerini sizler için oynatıp güzel şiirlerini bu ay da

eksik etmedi. Misafir köşemizde de sizden gelen denemeler,

hikayeler okunmak için bekliyor.

İyi okumalar diliyorum. Esen kalın.

İncir Çekirdeği Dergisi

Genel Yayın Yönetmeni

Ayşe Bengisu Akdağ

Yazı İşleri Müdürü Sırdem Kemiksiz

Editörler

Sultan Demirtaş

Kübra Tarakçı

Yazarlar

Begüm Çalışkan

Beyza Özkan

Busenur Aslan

Hatice Türk

Hilal Akarslan

Işık Selin Orhuntaş

Mehmet Altınova

Muhammed Münzevî

Pınar Çaylak

Sema Keser

Süleyman Erkut

Tuğçe Erkol

Tasarım Ayşe Bengisu Akdağ

Misafir

Mustafa Işık

Habil Yashar

Muhammed Kırvar

İletişim

incircekirdegidergisi.weebly.com

[email protected]

facebook.com/incircekirdegidergisi

twitter.com/IncirCekirdegiD

instagram.com/incircekirdegi_dergisi/

“Rü'yâ gibi bir yazdı. Yarattın hevesinle, Her ânını, her rengini, her şi'rini hazdan. Hâlâ doludur bahçeler en tatlı sesinle! Bir gün, bir uzak hatıra özlersen o yazdan”

Yahya Kemal Beyatlı

Page 3: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Havadis / Beyza Özkan

Mitoloji Pusulası: Alageyik’in Peşinde / Busenur Aslan

Araf – Şiir / Sema Keser

Eski Türk Şiirinin Yeni Türk Şiirine Bıraktıkları / Mehmet Altınova

İntizar – Şiir / Muhammed Münzevi

Edebiyat Tarihinin Ordinaryüsü: Mehmet Fuad Köprülü / Beyza Özkan

Aşiyan’a Uzanan Köprü: Fuad Köprülü’nün Tevfik Fikret Üzerine Düşünceleri /

Ayşe Bengisu Akdağ

Köprülü ve Tekke Edebiyatı Çalışmalarına Dair / Hatice Türk

Fuad Köprülü’den…

Köprülü Hoca’ya Dair / Pınar Çaylak

Türk Tarih-i Dinîsi Üzerine Birkaç Söz / Ayşe Bengisu Akdağ

Nisyan – Şiir / Köprülüzade Mehmet Fuad

Düştü, düştüm – Şiir / Süleyman Erkut

Hoş geldin – Şiir / Merdümgiriz

Kıyafetnâmeler Üzerine / Sırdem Kemiksiz

Yaşar Kemal Anısına: Kuşlar da Gitti / Begüm Çalışkan

Zaman – Şiir / Pınar Çaylak

İlahi Dante / Tuğçe Erkol

Aynı Değil – Şiir / Sema Keser

Xəbər Al – Şiir / Habil Yashar

Bir Yasla Kocayanlar – Hikaye / Serhan Demir

Arka Kapak / Işık Selin Orhuntaş & Ayşe Bengisu Akdağ

Ev Üzerine Düşünceler / Muhammed Kırvar

Derviş Dirisi – Şiir / Mustafa Işık

Bir Bekleyiş – Şiir / Merdümgiriz

İhtilal - Şiir / Muhammed Münzevi

Fotoğraf / Aybige Akdağ

İçindekiler

Page 4: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

HA

DİS

62. SAİT FAİK

HİKÂYE

ARMAĞANI

Doğan Hızlan'ın

başkanlığında toplanan Jale

Parla, Metin Celal, Hilmi

Yavuz, Nursel Duruel, Beşir

Özmen ve Murat Gülsoy'dan

oluşan jüri kararıyla 62. Sait

Faik Hikaye Armağanı, yazar

Muzaffer Kale'nin "Güneş

Sepeti" adlı kitabına verildi.

Sait Faik Hikaye Armağanı

Jürisi, ödül gerekçesini şöyle

açıkladı:

“62. Sait Faik Hikaye

Armağanı’nın, kısa öykünün

olanaklarını başarıyla

kullanan ve varoluşun

yoğunluğunu yaşamın

ayrıntılarında yakalayan

Muzaffer Kale’nin Güneş

Sepeti adlı kitabına

verilmesi oy birliğiyle uygun

görülmüştür.”

1957 yılında doğan

Muzaffer Kale, Dicle

Üniversitesi Türk Dili ve

Edebiyatı bölüm mezunu.

1981’den beri çalışmaları

dergilerde yayınlanıyor.

İzmir’de yaşayan Kale,

öğretmenlik yapıyor.

SULTAN

ABDÜLAZİZ

LONDRA’DA

Osmanlı Padişahı Sultan

Abdülaziz’in eskizleri ile bu

eskizler temel alınarak

oluşturulan yağlı boya

tabloların yer aldığı

“Eskizlerden Tablolara

Sultan Abdülaziz Resim

Sergisi”, 18 Mayıs'ta Londra

Yunus Emre Enstitüsü Türk

Kültür Merkezi'nde

Londra’da ziyarete açıldı.

Yunus Emre Enstitüsü Türk

Kültür Merkezi’ndeki açılışa

katılan Türkiye’nin Londra

Büyükelçisi Abdurrahman

Bilgiç, Londra’dan önce Paris

ve Viyana’da açılan serginin,

her iki şehirde de

ziyaretçilerin övgüsüyle

karşılaştığını söyledi.

ATAOL

BEHRAMOĞ-

LU’NA

AVRUPA’DAN

ÖDÜL

Ünlü şair Ataol Behramoğlu,

Romanya'da düzenlenen

Uluslararası Şiir

Festivali'nde, Mihai

Eminescu Nişanı ve Opera

Omnia Ödülü'ne layık

görüldü. Romanya'nın

Craiova kentinde, Mihai

Eminescu Uluslararası

Akademisi tarafından

düzenlenen törende, ödül

gerekçesi, "Ataol

Behramoğlu'nun özlü bir

duyarlılıkla işlenmiş büyük

bir özgünlük ve moderniteye

sahip yazınsal yaratıcılığının

Avrupa şiirine kalıcı katkısı"

olarak açıklandı. Ödül

töreninde Türkiye'nin

Bükreş Büyükelçiliği'nce

gönderilen teşekkür mesajı

da okundu.

Beyza Özkan

Page 5: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

OSMANGAZİ

BELEDİYESİ-

NDEN

TANPINAR

ANISINA

SEMPOZYUM

Osmangazi Belediyesi, usta

edebiyatçı Ahmet Hamdi

Tanpınar anısına ‘Ahmet

Hamdi Tanpınar ve Bursa’

konulu sempozyum

düzenledi. Bu yıl ilk kez

düzenlenen ve geleneksel

hale getirilmesi planlanan

sempozyumda konuşmacı

olarak yer alan birbirinden

değerli edebiyatçılar,

Tanpınar’ın eserlerini,

edebiyatçı kişiliğini ve Türk

edebiyatına katkılarını ele

aldı.

Ördekli Kültür Merkezi’nde

düzenlenen sempozyuma

edebiyatseverlerin ilgisi

büyük oldu. Sempozyuma

konuşmacı olarak Ahmet

Hamdi Tanpınar’ın asistanı

Prof. Dr. Birol Emil’in yanı

sıra değerli edebiyatçılar

Mehmet Tekin, Abdullah

Uçman, Beşir Ayvazoğlu,

Alev Sınar, Metin

Mengüşoğlu, Şerif Esgin,

Sezai Coşkun, Ali Şükrü

Çoruk, Handan İnci, Ercan

Yılmaz, Cem Kalender ve

Murat Koç yer aldı.

KAVUĞUN YENİ

SAHİBİ:

ÖZTEKİN

Geleneksel Türk

tiyatrosunun son temsilcisi

İsmail Hakkı Dümbüllü’nün

kavuğu, Beyoğlu’ndaki Ses

Tiyatrosu’nda düzenlenen

törenle Ferhan Şensoy’dan

oyuncu Rasim Öztekin’e

devredildi. Öztekin, Hasan

Efendi'den günümüze gelen

ve 27 yıldır Şensoy’da olan

kavuğun beşinci sahibi oldu.

Orta oyunu ve Tulûat

(doğaçlama) sanatçısı İsmail

Hakkı Dümbüllü, ustası Kel

Hasan’dan devraldığı

kavuğu, 1968’de oyuncu

Münir Özkul’a devretmişti.

Münir Özkul tarafından

1989’da Ortaoyuncular

Tiyatro Topluluğu’nun

kurucusu Ferhan Şensoy’a

devredilmişti.

NAZIM HİKMET

NİLÜFER’DE

ANILDI

Nâzım Hikmet, ölümünün

53. yılında Nilüfer Belediyesi

ve Nilüfer Kent Konseyi

tarafından “Bu Kent Nâzım’ı

Sevdi” başlığıyla anıldı. İlk

tören Nâzım Hikmet

Çınarlığı’nda düzenlendi.

Karikatür ve resim atölyeleri

düzenlendi. Etkinlik

boyunca Nilüfer Belediyesi

Sanat Atölyeleri'nden

eğitmenler, usta şairi,

karikatürlere ve resimlere

yansıttı.

“En Sevdiğin Şiiri ile Nâzım'a

Ses Ver' etkinliğinde de

büyük küçük her yaştan

Nâzım dostu, ustanın en

sevdikleri şiirlerine ses

verdiler. Nâzım

Çınarlığı’ndaki etkinliğin

ardından büyük ustanın

adını taşıyan Nâzım Hikmet

Kültürevi’nde anma gecesi

düzenlendi.

Page 6: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Merak etmek ve bilme isteği beni daima ileri

götürmüştür. Bugün ellerimde tuttuğum gizem dolu

bu kitap ve pusula, beni çok büyük iki maceraya

götürdü. Evime dönüp yalnızlığıma gömüldüğüm o

birkaç dakikada, kitabımı ve pusulamı ne yapacağım

sorusu vardı aklımda. Onu bilim dünyası ve

insanlıkla paylaşmalı mıydım? Yoksa kendime mi

saklamalıydım? Elimdeki bu, büyülü dünyaya açılan

kapı, dedemin kütüphanesine gelene kadar kimlerin

elinden geçmişti? Dedeme nasıl ulaşmıştı? Bu

soruların cevabına elbet bir gün ulaşacaktım. Peki, o

âleme gitme dürtüsünden kurtulabilecek miydim?

Gözlerim tavana dikili bir şekilde uzandığım

yatağımda, düşüncelere dalıyorum. Boğulmama

ramak kalan düşünceler ırmağından kurtulmam

lazımdı artık. Elimle savurdum kafamdaki, içinde

hayaller dolaşan baloncuğu. Üzerinde dumanı tüten

bir çay doldurdum fincanıma. Artık çalışmalarıma

odaklanmam gerekiyordu. Masamın başında beni

bekleyen yığınla kitap, makale ve not vardı. Adeta

bir dağ vardı önümde. Birkaç saat zorladım kendimi

çalışmaya. Notlarımın arasında Ziyâ Gökalp’ı

gördüm. Aklıma çocukluğumdan kalma bir mısra

geldi. “Çocuktum, ufacıktım/Top oynadım,

acıktım…” Gökalp’ın özümüzü Türk mitolojisinde, en

eskimizde aramamız gerektiğini söyleyen sözleri

çınladı kulaklarımda. Öyle ya, Batı medeniyeti böyle

kurtarmıştı kendini karanlık çağdan. Bugün

kurdukları medeniyetin özünde kendi özlerine

dönmeleri vardı. Biz de dönebilirdik işte böyle

kendimize. Güç aldıkça özümüzden, yükselirdik ta

arşa kadar.

Alageyik’in Peşinde

Busenur Aslan

MİTOLOJİ PUSULASI

Page 7: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bardaklar dolusu çay içtim. Olmadı.

Yapamadım. Gitmek istedim. Şimdi aklımda, çoktan

unuttuğumuz “bizim âlemler” vardı. Bir yanda atlısıyla

koşturan ve asla durmayan Oğuz Kağan, diğer yanda

alageyik peşinde koşan genç. Ergenekon’dan dağları

delip çıkan Türk beyleri, kurttan türeyen Türk... Hepsi

aynı anda hücum etti aklıma. Ayaklarım aklımın değil,

kalbimin sözünü dinledi. Birden kalktım masanın

başından. Aceleyle değiştirdim kıyafetlerimi ve

dedemden bana kalan o masalsı kütüphaneye gittim.

Dedem bu evi kitaplarını koymak için almıştı ve

uçmağa giderken bana bırakmıştı. Her odasında ondan

bir anı, her kitapta ondan bir izlenim vardı. Burası,

sahip olabileceğim en büyük mirastı ve benimdi artık.

Mirasımın içinde, dünyalara bedel bir miras vardı. O

da kitabımla birlikte bulduğum pusulaydı. Koşar adım

girdim, kitap kokularının beni mest ettiği

kütüphaneme. Beni fanusun dışındaki büyüye

ulaştıran kitabı, aldım kitaplıktaki yerinden. Pusulayı

ise boynumda bir madalyon gibi kullanıyorum artık.

İkisi ayrı yerlerde, başkalarının bilgisinden uzak

kalıyordu böylece. Sonuçta pusula olmadan kitap,

koca bir boşluktan ibaretti. Yazısız kitap kollarımın

arasında, oturdum dedemin okumalarını yaparken

oturduğu koltuğuna. Pusulayı yerleştirdim kitabın

kapağındaki oyuğa. Birden açıldı kitap ve döndü

yapraklar. Alageyik’i görmek istiyordum. Onu takip

edip kurtuluşuna şahit olmak istiyordum. Oldu da.

Sayfalar dönmekten vazgeçip durunca gördüm altın

varaklarla yazılmış Alageyik başlığını. Elimi gezdirir

gezdirmez kabartmalarda, buldum kendimi o büyülü

ormanda.

Gökyüzünün huzuruyla doldu içim. Yine

süzülüyordum gökyüzünde, rüzgarla birlikte.

Bulutların içinden geçiyor, özgürlüğün doruklarına

varıyordum. Özendiğim o kuşlardan biriydim yine.

Böyle oyalanırken gördüm top oynayan çocuğu.

Gizliden onu izleyen bir alageyik vardı ağaçların

ardında. Çocuk bıraktı topu. Acıkmıştı işte ve buldu

yerde bir erik. Onu gözleyen alageyik kaptı elinden

eriği. Er ya bu, yiyeceğini kaptırmak olur muydu hiç?

Düştü peşine alageyiğin bir ak doğana binip. Dağ taş

aştı alageyiğin peşinden. Her şey büyük bir hız içinde

durmadan gerçekleşiyordu. Rüzgarı aldım arkama ve

ancak öyle takip edebildim onu. Doğan şaşırdı yolunu

ve masalların meşhur Kafdağı’nı bile aştı. Güçlüğü

yenip görünenin arkasına ulaştı. Sonra doğan göle attı

genç çocuğu. Bu sırada bir kahkaha duydum ardımda.

Heyecanla çevirdim kafamı ve gördüm onu. Daha önce

defalarca fotoğraflarını gördüğüm büyük Türk aydını.

İşte şimdi karşımda duruyordu, Türk mitolojisini

yeniden canlandıran Ziya Gökalp. Kafasını eğerek

selam verdi bana ve parmağıyla işaret etti gölden

çıkmakta olan genci. Genç, bir büyük çöle çıktı gölden.

Adeta, vahanın içindeki rüyadan çöle uyanmıştı genç.

İşte o anda gördü alageyiği. Bu sefer yakaladı

ayağından. Geyik büyük bir sevince uğradı. Onu

yakaladığı için ödül verdi gence. “Dinlenme, durma.

Dağdan yürü, kırdan git. Altınköşk’e çabuk yit. Seni

bekler ezeli, orada dünya güzeli… Bin yıllık çile doldu!”

dedi ve gözden kayboldu geyik. Eriğin çiğliği peşinde

koşan genç, elmanın olgunluğuyla buluştu. Bir ısırıktan

sonra, çiğliğin ve gençliğin perdesi kalktı gözünden. Bir

büyülü âlem serildi gözlerinin önüne. Masalsı bir

dünyaydı burası. Aksakallı cüceler, korkunç devler,

cinler, kesik başlar ve melekler. Bir de baktı genç,

melekler devlerin elinde ve mutsuz bir şekilde ağlıyor.

Kendi yolunu umursamadan çıkardı kınından kılıcını ve

kurtardı onları. Her biri teşekkür etti bu ere. Gökalp,

“Bak yolundaki acizlere yardım ediyor. Böyle bir genç

nasıl adalet dolu. Hep ben demiyor. Yüce gönüllü. İşte

Türk milletinin yıllar yılı olduğu gibi.” dedi.

Gülümsedim bu haklı sözlerine.

Genç dağları aşıyor, durmuyordu,

yorulmuyordu ve devam ediyordu. Atunköşk çıktı

sonunda karşısına. İki kapısı vardı köşkün. Biri açıktı

belli ki yıllar yılı. Ötekiyse kapalı. Kapalı kapıyı açtı

genç, açık olanı kapattı. Gökalp dedi ki; “Bak bu,

başkalarının isteklerine kulak vermektir. Onların bin

yıllık özlemini giderdi.”. İçeri giren çocuk bir köpek ve

at gördü. Atın önünde et vardı, köpeğin önünde ot.

İkisi de ağlıyordu. Genç ite eti verdi ata otu. “Bak!”

dedi büyük düşünür Gökalp “İşte bu adalettir. Genç

nasıl da adaletli davranıyor.” Çocukluğumda defalarca

okuduğum hatta ezberlediğim destanını hiç

düşünmemiştim bu açıdan. Genç de bu sırada girdi

dev şahının odasına. Dev, koca tahtında uyuyordu.

Fırsat bu fırsat dedi kesti devin başını. Sonra sordu “Ey

Page 8: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ifrit, hani nerede dünya güzeli?” Bir güzel ses duyuldu

tahtın ardından. “Elinde eli.” Ortaya çıktı güzel giyimli

bir Kırgız kızı. Meğer bizim Alageyik, büyünün

etkisindeki güzeller güzeli Kırgız kızıymış. Turan meleği

diye seslendi genç ona. İki ayrı Türk bir oldular. Turan

yoluna koyuldular. Dağları eritip kızı kurtarmaya

gelmişti genç. Tıpkı Ergenekon’daki gibi. Birlikte

çıktılar odadan. Köpeğin başını okşadılar. Gencin ot

verdiği ata atlayıp yola koyuldular. Dağ, tepe demeden

gittiler. Önlerine çıktı Demirkapı. Asırlardır açılmamış

kapıya “Açıl!” dediler açıldı. Ziya Gökalp dedi ki; “Bak

bu yüzyıllar sonra açılan Ergenekon’daki dağdır.” Yol

serilmişti önlerine. Burada bozkurt çıktı karşılarına.

Onları aldı, Kafdağı’ndan geçirdi ve Türk iline getirdi.

Böylece büyülü serüveni bitirdi.

Bembeyaz oldu her yer birden. Koskoca

aydınlıkta ben ve büyük düşünür Ziya Gökalp vardı.

Onu görmek şansını ancak böyle büyülü bir dünyada

yakalayabilirdim. Sordum ona; “Nasıl oldu bu olay?”.

Dedi; “Büyülü dünyanın sırrının sonu yok. Elinde

tuttuğun kitap ve pusula aynı zamanda benim elimde.

Türklüğü böylece döndürmeye çalıştım özüne. Şimdi

senden ricam, durma sen de gör öğren her şeyi. Özüne

dön de bir bak. Ne yapmış bu dedelerin.”. “Peki bir

daha görebilecek miyim sizi?” diye sordum. Nutkum

tutulmuştu heyecandan. İki dudağı üst üste gelmeyen

ben, dilsiz kesilmiştim adeta. “Kim bilir?” dedi. İçimde

yandı bir umut ışığı. Bu ışıkla kendimi serüvenden

önce oturduğum koltukta buldum.

Ben uçtum, ruh oldum. Alageyik kurtarıldı,

Turan oldu. Gökalp yazdı, destan oldu. Ben mest

olmuşken kalbim merakla doldu. Daha neler görecekti

bu gözler? Daha kimlere yol olmuştu bu pusula, bu

kitap?

Devam edecek…

Page 9: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ARAF

Beni, karşı ovadaki papatyalara sorun

Onlar anlatsın derdimin büyüklüğünü

Beni, kızıla çalan akşam güneşine sorun

Haykırsın dağlara özgürlüğümü

Beni, yoldaşım olan çiğ tanesine sorun

Anlatsın gün ışığındaki ibadetimi

Beni, hapsetttiğiniz prangalara sorun

Sorgulasın yelelerimin çektiği eziyeti

Sema Keser

Page 10: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

“Baki kalan bu kubbede

bir hoş sada imiş” İle

Attila İlhan’ın “An gelir

Attila İlhan ölür” dizeleri

arasında bir fark yoktur.

Aradan dört yüzyıl

geçtiyse de kullandığı şiir

tekniği aynıdır.

Geçici olarak öğretmenlik yaptığım

okulda öğrencilerin sürekli olarak Cumhuriyet

dönemi Türk şiirini işlememi istemeleri bana

aşağıda anlatacağım bu satırları yazdırdı.

Eski şiir, kendine has özelliklerini

yenileşen Türk şiirine miras bırakmış ve ortaya

“Çağdaş Türk Şiiri” çıkmıştır. Ben, bu yazıda

sizlere bu miras hakkında bilgi

vermeye çalışacağım.

Türk şiiri, hepimizin

bildiği üzere zıt

düşüncelerden vücuda

gelmiş ve edebiyatımıza

zenginlik katmıştır. Divan

şiirine zıt giden Tanzimat

şairleri yine de bu edebiyatın

kendine has biçimsel

özelliklerini kullanmaktan geri

kalamamıştır. Çünkü şiir, bir miras işidir ve

altı yüzyıllık tarih, şairlere o kültürü aşılamıştır.

Tanzimat döneminde “Hürriyet Kasidesi” buna

en önemli örnektir. Edebiyat-ı Cedide

döneminde ise Tanzimat’a zıt gidilmiş ve

Tanzimat döneminden daha ağdalı dil

kullanarak, Divan şiirinin özelliklerinden biri

kullanılmıştır. Yine bu dönemde, Servet-i Fünun

şairleri tıpkı Divan şiirinde olduğu gibi var olan

kelimelere yeni anlamlar eklemiş ve Divan

şiirinde bikr-i mazmun denilen orijinal kelimeler

elde etmeye çalışmıştır.

Servet-i Funun’un ahenk

unsuru ile Divan şiirinin ahenk

unsuru aynıdır. Bu durum Fecr-i

Ati dönemine de miras kalır.

Milli edebiyatta ise

İslamiyetten önceki Türk

edebiyatının etkisini

görmekteyiz. Ziya Gökalp,

Ömer Seyfettin de tıpkı

İslamiyet öncesi Türk şiirinde

olduğu gibi milli vezni kullanmıştır.

Cumhuriyet dönemi Türk şiirinde ilk

ayaklanma olan Garip akımında dahi eski Türk

şiirinden izler bulmak mümkündür. Gerek konu

gerekse işleyiş bakımından Türk şiirinden izler

vardır. Örneğin, Garipçilerin özelliklerinden biri

olarak söyleyebileceğimiz “folklorik unsurları

ESKİ TÜRK ŞİİRİNİN YENİ TÜRK ŞİİRİNE

BIRAKTIKLARI Mehmet Altınova

Page 11: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

kullanmama”yı bu dönemin şairleri kendi

şiirlerinde uygulayamamışlardır. Çünkü bir

kültürün içinde yetişen şairin kendi kültürünü

şiire aktarmaması olanaksızdır. Ziya Gökalp’ın

“hars” adını verdiği kültür ögelerini şair

şiirlerinde kullanmış ve bu durum kendisinden

sonra gelen örneğin Garipçiler’den Orhan

Veli’ye miras kalmıştır. Sözgelimi “Yol

Türküleri” adlı şiirinde Türk kültürüne ait

unsurlar vardır. Bu kültür meselesini şiirde

kullanan en iyi şair sanıyorum ki Bedri Rahmi

Eyüboğlu’dur. Çünkü o, şiirlerinde Türk

kültürüne ait masalları son derece iyi adapte

ederek kullanmayı başarmıştır.

Eski Türk şiirinin Cumhuriyet Türk

şiirine etkileri bunlarla sınırlı değildir elbette.

Örneğin, şiirde takma ad olarak adlandırdığımız

mahlaslar da modern Türk şiirinde

kullanılmaktadır. Gerek gerçek adını şiirin son

mısraında kullanma gerekse kendi adından

başka yeni bir ad alıp şair kimliğinde bunu

kullanma şeklinde görürüz. Asıl adı Hikmet

Süreyya Kanıpak olan kişinin şairlikteki adı

Süreyya Berfe olduğu gibi. Bana göre,

Özellikle Cumhuriyet döneminde ikinci

Yeni şiirinde gördüğümüz yoğun anlatım, Divan

şiirinin ileriye bıraktığı mirastan başka bir şey

değildir. Nitekim, Divan şiirinde de parça

güzelliği ve iki mısrada çok şey anlatma özelliği

kendini İkinci Yeni şiirinde de gösterir. Böylece,

aslında iki şiirin aralarında bu bakımdan

birbirlerine benzer olduğunu söyleyebiliriz.

Sözgelimi Fuzuli’nin Su Kasidesi ile Cemal

Süraya’nın Üvercinka’sı yoğun anlatıma sahip,

açıklanmaya ya da eskilerin ifadesiyle şerh

edilmeye muhtaç şiirlerdir.

Divan şairlerinin mazmun adını

verdikleri özel kalıpları vardır. Örneğin,

sevgilinin kaşları keman, gamzesi ok, kirpikleri

mızraktır. Bunlar, şiiri güzelleştirmek ve az önce

de ifade ettiğim yoğun anlam katmak için

kullanılmış ve hala kullanılan kelimelerdir.

Mazmunlar, bu isimle adlandırılmasalar da Türk

Page 12: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

şiiri içerisinde farklı dönemlerde kullanılmaya

devam etmiştir. Örneğin, “gül” kelimesi

sevgiliyi kasdediyorsa o aslında mazmundur.

Bunun dışında örneğin Yedi Meş’aleciler’in

kendilerinin “buluş” adını kattığı şey de

mazmundur. Bu yeni ifadeler Türk şiirinde

sıklıkla kullanılmış ve kullanılmaya devam

etmektedir. Bu durum da kuşkusuz Divan

şiirinin Yeni Türk Şiirine mirasıdır.

Bilindiği üzere şiir, söz sanatlarıyla

oluşur. Aslına bakacak olursak söz sanatları salt

şiir değil düz yazı için de geçerlidir. Fakat söz

sanatları kıyaslama yoluna gidecek olursak en

çok şiir üzerinde kendini gösterir. Bu bakımdan

İslamiyet öncesi Türk şiirinden, İslami dönem

Türk şiiri de dahil olmak üzere çağdaş Türk şiiri

de söz sanatlarını kullanarak kelimeleri

işlemiştir. Örneğin, İstifham-soru sorma-

sanatını İslamiyetten öncesi Türk şiirinden olan

Alp Er Tunga sagusunun ilk dizesinde, XVI.

Yüzyıl divan şairlerinden olan Fuzuli’nin su

redifli kasidesinin ikinci beyitinde, çağdaş Türk

şairlerinden olan İsmet Özel’in Yıkılma Sakın

adlı şiirinde görmekteyiz. Bu yüzden aslında söz

sanatları da İslamiyetten önce Türk

edebiyatının, Çağdaş Türk edebiyatına

mirasıdır.

Bu mirasların dışında doğrudan

aklımıza gelmeyen bir mirası daha satırlarımda

belirtmek istiyorum; günümüzün Türk şairleri

şiir kitaplarına adlar verirken Eski Türk şiirinden

ilham almışlardır. Örneğin, Ercan Yılmaz’ın,

“Nurusiyah”ı, Behçet Necatigil’in “Divançe”si

daha eskilere gidecek olursak Yahya Kemal’in

şiir kitaplarından olan “Eski Şiirin Rüzgarıyla”-

Bu kitabın adını N.Sami Banarlı vermiştir- bu

duruma örnek teşkil eder.

Sonuç olarak mümkün olduğu kadar

kısaca ele almaya çalıştığım bu yazıda siz

değerli okuyuculara ve öğrencilerime

günümüzün Türk şiirinin aslında geçmişten izler

taşıdığı yahut geçmişin gelenekleriyle devam

ettiğini açıklamaya çalıştım. “Değişerek devam

etmek, devam ederek değişmek.” sözü

sanıyorum ki Tanpınar’ın söylediği sözler

içerisinde Türk şiiri için söylenebileceklerin en

iyisidir.

Page 13: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İNTİZAR

Bu şehir neden sessiz, herkes uyuyor mu

Hiç kimse bu yangının farkında değil mi

Bu şehir sensiz de değil

Ama bu şehir neden sessiz

Damarlarımdaki sokaklarda beslediğim aşk tomurcukları

Hala uyuyorlar mı

Kan pıhtılarının altında kamufle mi olmuşlar

Yamalardaki yaraları da mı yolmuşlar

Bulmuşlar sanki şairin tesellisini

Nasıl dayanacak hecelerken ismini

Cebimde bir müsvedde olarak bekleyen intihar

Sen söyle, sevilmeyi hissedince

Sevmeyi unutmak mı var

Bozuk para gibi harcanan şiirlerle

Çekilir mi intizar

Ya sen

Sen söyle kırılmaya hazır cam kenarı

Ağlamayı da sen öğrettin ağlamamayı da

Otobüste bir rüya vardı

Sisler gitmişti yol açıktı

Şair yola çıktı

İnzivayı intizar etti

Ay ışığı bu gece ile bitti.

Muhammed Münzevi

Page 14: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

“ Edebiyat tarihine hevesli her

Türk genci, henüz inşâ

malzemesinden hiç biri hazır

bulunmayan bu büyük milli ve

ilmî âbide için, izah edilen

usuller dairesinde hiç olmazsa

birer taş getirmeye çalışmalıdır;

çünkü vücuda gelecek bu

muhteşem âbide, büyük ve şerefli

Türk milletinin asırlar boyunca

muhtelif muhitlerde geçirmiş

olduğu fikrî ve hissî safhaları ve o

muhtelif safhalarda kendini

gösteren Türk millî dehasının

vahdetini göstererek,

istikbaldeki nesilleri aynı vahdet

gayesine sevk edecektir. Türk

edebiyatı tarihçisi için bundan

daha asil ve mukaddes bir hedef

nasıl tasavvur olunabilir! ”

Page 15: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Ölümünün 50.

Yılında

MEHMET FUAD

KÖPRÜLÜ

Page 16: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Vatan şairi Namık Kemal’in “Tarihini

bilmeyen milletler yok olmaya mahkûmdur.

”sözleri adeta Fuad Köprülü’nün edebiyat

camiasına geleceğini haber vermekteydi. Ve bu

düşünce ordinaryüs Köprülü’nün ilmi

çalışmalarında düstur bellediği bir düşünce

oldu. Köprülü Hoca’yı tanımadan evvel onun bu

iklime nasıl girdiğine şöyle bir göz atmak

gerekecektir…

Mehmet Fuad Köprülü, edebiyat

hayatına 1909’da Fecr-i Âtî ile katıldı. Bu

toplulukta şiirler yazdı ve şiirleri “Mehasin”,

“Tanin” ve “Servet-i Fünûn” da yayımlandı. Bu

yıllarda cereyan eden Milli Edebiyat” ve “Yeni

Lisan” akımlarına karşıydı. 1910’dan sonra

İstanbul’un çeşitli okullarında Türkçe ve

edebiyat okuttu, liselerin edebiyat programını

düzenledi. Ziya Gökalp çevresine girdikten

sonra Milli Edebiyat akımının görüşlerini

benimsedi, Türk tarihinin ilk dönemlerine

kadar indi, ilk Türk topluluklarının tarih ve

edebiyatlarını inceledi. 1913’te, Halit Ziya

Uşaklıgil’den boşalan İstanbul Darülfünunu

Türk edebiyatı tarihi müderrisliğine getirildi.

Aynı yıl Bilgi dergisinde Türk edebiyatının hangi

yöntemle incelenmesi gerektiğini tartışan “Türk

Edebiyatı Tarihinde Usul” adlı yazısı çıktı.

Ahmet Yesevi ve Yunus Emre

hakkındaki incelemelerini anlatan, ilk büyük

yapıtı olan Türk Edebiyatı’nda İlk

Mutasavvıflar kitabını yayımlandı. 1923’te

Edebiyat Fakültesi dekanı oldu, ''Türkiye Tarihi''

adlı kitabını çıkardı. 1925’te Türkiyat

Mecmuası’nı çıkarmaya başladı, ünü giderek

dünyaya yayıldı, birçok uluslararası kongreye

Türkiye temsilcisi olarak katıldı. 1928’de Türk

Tarih Encümeni Başkanlığına seçildi. 1931’de

Türk Hukuk Tarihi Mecmuası’nı çıkarmaya

başladı; 1932-1934 arasında Divan Edebiyatı

Antolojisi’ni çıkardı. 1933’te ordinaryüs

profesör oldu, İstanbul Üniversitesi’nde birkaç

kez dekanlık yaptı. 1934’te siyasete atılarak

Edebiyat Tarihinin Ordinaryusu:

MEHMET FUAD KÖPRÜLÜ

Beyza Özkan

Page 17: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Köprülü’nün tarihçi

oluşundan gelen titiz,

gözlemci ve ciddi tavrı

onun edebiyatımız üzerine

daha sistemik bir şekilde

eğilmesini sağlamış ve

bugün kendisinden sonra

gelecek olan edebiyat

tarihi ekolünü açmıştır.

Kars milletvekili oldu. 1936-1941 arasında Dil

ve Tarih Coğrafya Fakültesi’yle Siyasal Bilgiler

Okulu’nda ders verdi. 1935’te, Paris’te Türk

Tetkikleri Merkezi’nde verdiği konferansların

toplamı olan Les Origines de L’Empire Otoman

(Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu) adlı

kitabı yayımlandı ve büyük yankı

uyandırdı. Heidelberg ve Atina Üniversiteleri ile

Sorbonne’da onursal doktorluk sanı verilen,

bilim kuruluşlarınca onur üyeliğine seçilen

Köprülü 1941’den sonra İslam Ansiklopedisi’nin

yayımına katıldı.

Bu verdiklerimizden hareketle Köprülü

hakkında genel bir bilgi sahibi olduktan sonra

onunla ilgili asıl konuya geçmekte

yarar vardır, diyerek Fuad

Köprülü’nün yazmış olduğu

edebiyat tarihlerinden

ve araştırmalarından

bahsedeceğim.

Bundan evvel

edebiyat tarihi nedir,

nasıl hazırlanır,

edebiyat tarihçisinin

edebiyat tarihi

hazırlarken takınacağı

tavır nasıl olmalıdır gibi

konulara değineceğim.

Edebiyat tarihi, edebiyat ile tarih

arasında bir yerde duran, tarihten ziyade

edebiyatla ilgilenen; edebiyat verimlerinin,

edebiyatçıların tarih içinde bir yere

oturtulmasını sağlayan, aynı zamanda bir

“sanat” olan edebiyat biliminin bir koludur.

Edebiyat tarihi hazırlamak sözlük hazırlamak,

antoloji hazırlamak, ansiklopedi hazırlamak

kadar ciddi ve dikkat isteyen bir iştir. Ciddiyet

ve dikkatin yanında yüksek bir gözlem ister.

Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi isimli

eserinde edebiyat tarihini şu şekilde

tanımlamaktadır:

“Edebiyat tarihi, umumiyetle tarihin -

daha açık bir ifade ile – medeniyet tarihinin en

mühim bir kısmıdır. Bir milletin uzun asırlar

esnasında geçirdiği fikri ve hissi gelişmeyi

belirten bütün kalem mahsullerini tetkik ile,

onun manevi hayatını, gerçekte olduğu gibi

tasvire çalışır. Bir milletin edebiyatı, milli ruhu

ve milli hayatı göstermek için en samimi bir

ayna sayılabilir. (...) Şu halde edebiyat tarihi, bir

milletin manevi ve maddi gelişmesini edebi

eserlerin menşûru arkasından gören ve

gösteren canlı bu tarih şubesidir.” 1.

Ordinaryüs Köprülü’nün dediği gibi

edebiyat tarihi, içine alacağı malzemeleri

“olduğu gibi “ almaya dikkat etmelidir. Zira

edebiyat tarihi tarafsız olmalıdır fakat

her edebiyat tarihi, yazarından

izler taşır. Bu nedenle edebiyat

tarihleri tarafsızlık

konusunda ince bir çizgide

durur.

Köprülü, eserine

edebiyat tarihinin tanımını

yaparak başladıktan sonra,

“diğer tarih şubeleri ile

münasebetleri” başlığı adı

altında edebiyat tarihinin dil ve

tarih üzerine bina edilmeden vücuda

getirilmeyeceğini, şair ve düşünürlerin yani

mütefekkirlerin hâl tercümelerini sıralayan

eserlerin “Edebiyat tarihi” olarak telakki

edilemeyeceğini söylemektedir. Eserinin

“büyük sanatkarlar ve şaheserler” bölümünde,

yukarıda sözünü ettiğim hâl tercümeleri ile

edebiyat tarihleri arasında “usul” ve “gaye”

farkının olduğunu söyleyerek eserinde takip

ettiği metodu bizlere söylemektedir. Zira bir

edebiyat tarihçisi, yazdığı tarihte takip edeceği

metodu bütün bir eser boyunca korumalıdır.

Köprülü de bu vazifesini ifa etmiş bir tarihçidir.

Nitekim onu izleyen “Edebiyat tarihi ve edebi

1 KÖPRÜLÜ, Mehmet Fuad, Türk Edebiyatı Tarihi, s.1, Ötüken

Yayınları, 1980

Page 18: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

tenkid” adını taşıyan bölümde edebi eserleri

incelemede kullandığı yöntemin ilkinin “âfâkî”

yani objektif, diğer yöntemin de “subjektif”

yani tenkitçi görüş olduğudur.

Edebiyat tarihleri, bünyelerinde pek

çok şeyi barındırır. Metin tahlili, tenkidi,

mukayeseli edebiyat, araştırma, inceleme vs.

Fuat Köprülü de bu de detayın farkındadır:

“Edebiyat tarihçisi, vazifesini her ne kadar

tarafsızlıkla yapmak isterse istesin, kendi

zamanı hakkındaki görüşlerinde nihayet bir

ciddi “münekkid” vaziyetindedir. “ 2

Köprülü’den vermiş olduğum bu

demeç, az evvel sözünü ettiğim tarafsızlık

konusunu somutlaştırmış olacağı gibi

bahsettiğimiz yargıyı destekler niteliktedir.

“Zümre Edebiyatları” bölümünde ise

Köprülü’nün edebiyat tarihinin derin yapılarda

hissedilen hatta yüzey yapıda da fark

edebildiğimiz bilimlerle ilişkisini

görebilmekteyiz. Bir edebiyat tarihinin,

edebiyat biliminin kollarıyla yani -tenkid,

mukayeseli edebiyat, edebiyat sosyolojisi vs.-

ilişkisi söz konusu olmalıdır. Bunun yanında

sosyoloji, psikoloji gibi pozitif bilimler de

edebiyat tarihinin sahasında yer almaktadır. Bu

bölümde Köprülü, çevrelerde görülen zevklerin,

duyuşların edebiyatımızın çehresini ne

derecede etkileyebileceğini kaydetmekle

birlikte Arap-Acem edebiyatının taşra kasabada

nasıl karşılanacağını gözler önüne sererek

edebiyat tarihinin sosyoloji ve halkiyat ile olan

ilişkisini derin yapıda da olsa hissettirmektedir.

Köprülü, “Edebiyat Tarihimizin

Meçhullüğü ve Bunun Sebepleri” bölümünde

ise edebiyatımızın sistemli bir şekilde

kaydedilemediğinden, “tezkire “ ve “hâl

tercümeleri” nin bir “Edebiyat tarihi” olarak

telakki edilmesinden ötürü edebiyat tarihimizin

2 KÖPRÜLÜ, Mehmet Fuad, a.g.e , s. 3

hazırlanırken usul ve gayeden yani amacının ve

yönteminin olmamasından dem vurmaktadır.

Buradan da şu sonuç çok rahat çıkarılabilir;

edebiyat tarihleri hazırlanırken bir amaç ve

yöntem doğrultusunda hazırlanmalıdır.

Edebiyat tarihleriyle ilgili birçok özelliğin

yanında bir de şu vardır ki önemlidir: “Tarihi

icablara riayet”3 . Bu doğrultuda Türk tarihini

bağlantılı oldukları toplumsal kurumlar

açısından üç devirde incelemiştir:

1. İslamiyetten evvel Türk edebiyatı

2. İslam medeniyeti tesiri altında Türk

Edebiyatı

3. Avrupa medeniyeti tesiri altındaki Türk

edebiyatı

Bugün edebiyat derslerinde bu sınıflandırma

kullanılmaktadır. Eserinin bu kısmında da

inceleme yöntemini şu şekilde açıklamaktadır:

“Birbirinden tamamen ayrı ve çok bariz

seciyelere malik olan bu üç büyük devrede,

3 KÖPRÜLÜ, Mehmet Fuad, a.g.e, s. 5

Page 19: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

çeşitli lehçeler edebiyatlarını, ayrı ayrı ve

“takvimî” bir sıra takip ederek gelişim

tarihlerine göre -umumi medeniyet tarihi

çerçevesi içinde vermeye çalıştık. Büyük edebi

şahsiyetler yahud bazı büyük tarihi cereyanlara

göre yaptığımız ikinci derecedeki taksimde de -

son derecede- indi bölünmelerden uzak

kalmaya, tarihi icaplara uymaya gayret ettik.

Keza, çeşitli lehçeler edebiyatları dahilinde

hususi bir gelişme hattı takip eden bazı zümre

edebiyatlarını da yine takvimi sıraya göre göz

önüne aldık ve edebiyatın umumi tekamülü

arasında onun hususi gelişme hattını da

müstakil olarak göstermek istedik. “ 4

Köprülü’nün “Edebiyat Araştırmaları” ,

günümüzde derlenip toparlanmış ve kitap

haline getirilmiştir. Edebiyat üzerine yaptığı

araştırmalar tıpkı hazırladığı edebiyat tarihleri,

Osmanlı tarihi ve hukuk tarihi gibi ciddi ve

titizdir. Bir tanesinden söz ederek ömrüne

sığmayan ordinaryüsle ilgili söyleyeceklerimi

sonlandıracağım.

İlk basımı 1966 yılında, müellifinin

vefatından az önce yapılan eserin yayınlanma

serüveni Fuad Köprülü’den öğrendiğimize göre

Türk Tarih Kurumu Yeni Çağ Kolu’nun 22 Kasım

1958 tarihindeki toplantısında aldığı “dağınık

ilmî makalelerin külliyat halinde basılması”

kararı ile başlamıştır. Bu kararın ardından

makaleleri üzerinde uzun uzun çalışma yapan

Köprülü, dört ana kısma1 ayırdığı

çalışmalarından oluşacak külliyatın ilkini

Edebiyat Tarihi olarak hazırlamıştır. Bu kararı

alırken ilk çalışmalarının bu alanda olmasının

etkili olduğunu ifade eden Köprülü, durumu

şöyle izah eder: “Evet, mademki ilk

araştırmalarım Türk edebiyatı sahasında idi ve

bu, hayatım boyunca da tetkiki zaruri diğer

yardımcı sahalar yanında esas olarak kalma

mevkiini kaybetmemişti, o halde işe bunlardan

4 KÖPRÜLÜ, Mehmet Fuad, a.g.e, s.5

başlamak doğru olacaktı!” (s. 20)

11 kısma ayrılan eser “Türk Edebiyatı

Tarihinde Usul” adlı makale ile başlamaktadır.

Sonra sırası ile “Türk Edebiyatının Menşe’i,

Ozan, Bahşı, V-XVI. Asırlarda Türk Şairleri, Saz

Şairleri: Dün ve Bugün, Türk Edebiyatında Âşık

Tarzının Menşe’i ve Tekamülü, Türk

Edebiyatının Ermeni Edebiyatı Üzerindeki

Tesirleri, Milli Edebiyat Cereyanının İlk

Mübeşşirleri, Aruz, Türklerde Halk

Hikâyeciliğine Ait Maddeler” başlıklı yazılar yer

almaktadır. Eser sonunda oldukça geniş bir

umumi indeks de bulunmaktadır.5

Fuad Köprülü’nün tarihçi oluşundan

gelen titiz, gözlemci ve ciddi tavrı onun

edebiyatımız üzerine daha sistemik bir şekilde

eğilmesini sağlamış ve bugün kendisinden

sonra gelecek olan edebiyat tarihi ekolünü

açmıştır. Edebiyatımızı en eski dönemlere

kadar inceleyişi, en eski dönemlerin

edebiyatına ayna tutuşu onun sistemli

dikkatinin bir timsali durumundadır. Yazdığı

Edebiyat Tarihi ile Ahmet Hamdi Tanpınar’a,

Nihat Sami Banarlı’ya ve edebiyat tarihi yazan

nice edebiyat tarihçilerine ışık tutmuştur.

Edebiyatımızın daha da sistemli ve

daha da yüksek bir disiplinle inceleneceği

dileğiyle değerli ordinaryüse rahmetle selam

olsun diyoruz.

5 http://www.yenimakale.com/mehmed-fuad-koprulu-edebiyat-

arastirmalari-1.html

Page 20: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Geçtiğimiz yıl Tevfik Fikret’e özel

hazırladığımız Ağustos sayımızda, “Aşiyan’ın

Yalnızlığı” başlıklı yazıma; “…O bir tezatlar

şairiydi ve onu açıklamaya sadece iki kelime

kâfiydi: Tevfik Fikret” diyerek başlamıştım.

Yaklaşık bir yıl geçti. Bu sefer Haziran sayımızı

Ölümünün 50. Yıl dönümünde büyük ilim

insanı Fuad Köprülü’ye ayırmaya karar verdik.

Köprülü Hoca’yı hangi yönüyle ele alsam, neyi

yazsam, nasıl anlatsam diye düşünürken

kütüphanemden Köprülü’den Seçmeler1

kitabını alıp incelemeye başladım. Fuad

Köprülü’nün Turan, Akşam, İkdam, Vatan,

Cumhuriyet gibi gazetelerde; Hayat ve Ülkü

gibi mecmualarda yayınlanan yazılarının bir

kısmının bir araya getirilmesinden oluşan

kitapta yazarın pek çok alandaki çeşitli

düşüncelerini okuyabiliyorsunuz. İçindekilere

göz atarken dikkatimi çeken ilk başlık “Tevfik

Fikret’e Dair” başlıklı yazı oldu. Ve yazarın da

Fikret’i bir zıtlıklar şairi olarak ele aldığını, hatta

kıyasıya eleştirdiğini, kimi yerlerdeyse eski

fikirlerinden vazgeçtiğini gördüm. Gördüm ve

şimdiye kadar, üstelik Fikret üzerine sayfalarca

okuduğunu düşünen(?) biri olarak Köprülü

Hoca’nın görüşlerinden bîhaber olmaktan

utandım.

Türk ilim ve tefekkür dünyasının önde

gelen isimlerinden Fuat Köprülü XX. yüzyılın ilk

yarısına her yönüyle damgasını vurmuş bir ilim

adamı. Tarihten edebiyata, sosyolojiden

hukuka pek çok sahada bilgi sahibi bir

ordinaryüs. Edebiyatı da toplum yapısıyla iç içe

araştıran Köprülü için bir zamanlar kendisinin

de yazarı olduğu hatta beyannamesine imza

attığı Servet-i Fünun mecmuası oldukça önemli.

“Servet-i Fünûn’da yayınladığı pek çok şiirinin

1 Orhan F. Köprülü, Köprülüden Seçmeler, MEB Yayınları, İstanbul

1990

yanı sıra Fecr-i Âtî topluluğunun açıkladığı

amaçlar doğrultusunda birçok batılı şair ve

yazar hakkında makaleler de neşreden”2

Köprülü Türk şiirinin de en önemli isimlerinden

biriyle ilgili yazılar kaleme almış. “Türk

edebiyatı tarihinde mizaç, karakter, ahlâk ve

hayat felsefesi üzerinde en çok konuşulmuş ve

münakaşa edilmiş bir şahsiyet”3 olan Tevfik

Fikret.

“Türk Edebiyatı’nın başlangıç

dönemlerine dair orijinal pek çok tespitte

bulunan Köprülü, Servet-i Fünun edebiyatının

ötesinde Türk edebiyatının söylemleri

bakımından en kompleks şairi üzerine önemli

2 Abdülkerim Asılsoy,“Türk Modernleşmesi Öncülerinden: Fuat

Köprülü Hayatı, Eserleri ve Fikirleri”, M.Ü., Türkiyat Arş. Ens., Doktora Tezi, İstanbul 2008 3 Mehmet Kaplan, Tevfik Fikret (Devir,Şahsiyet, Eser), Dergah

Yayınları

Aşiyan’a Uzanan Köprü Ayşe Bengisu AKDAĞ

Fuad Köprülü’nün Tevfik Fikret Üzerine Düşünceleri

Page 21: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Köprülü’nün eleştirileri

Fikret’le farklı siyasi

görüşlerde olmalarından

kaynaklanmaktadır ve

genel olarak Fikret

üzerindeki sanat

düşüncelerini belirleyen de

hep bu ayrılık olmuştur.

bir çalışma yapmıştır.” 4Köprülü, Fikret’in

şiirleri hakkındaki görüşlerini, Servet-i Fünun’da

yazdığı dönemlerden daha sonra, fikirleri

değiştikçe ve Fikret vefat ettikten sonra kaleme

almış. Köprülü’nün bu düşüncelerini şairin

ölüm yıldönümü dolayısıyla yazdığı “Tevfik

Fikret’e Dair” başlıklı kısa makalesinin yanında,

Haluk’un Defteri üzerine Servet‐i Fünun’da

yayımladığı üç makaleden ve Tevfik Fikret ve

Ahlakı adlı küçük boyutlu bir kitaptan

öğreniyoruz.

Köprülü, Tevfik Fikret ve Ahlakı adlı

kitabında şairi, şiirleri dışında, farklı bir açıdan

eleştirir. “Özellikle savaş yıllarının buhran

günlerinde, Tevfik Fikret’in gençler nezdinde bir

“ahlak mürşidi” ve “fazilet heykeli” haline

geldiğini belirten Köprülü, bu övgü

dolu ifadelerine rağmen, şairin

yaydığı ahlaki görüşlerin,

Türk milliyetperverleri

için uygun olmadığını

da vurgular.”5 Ancak,

daha sonraki “Tevfik

Fikret’e Dair” yazısında

bu eleştirisini geri alır

ve şairin fikirlerindeki

bazı kusurlara rağmen

ahlaki büyüklüğünün kabul

edilmesi gerektiğini söyler.

Köprülü’nün bu eleştirileri şüphesiz

Fikret’le aralarındaki farklı siyasi görüşlerde

olmalarından kaynaklanmaktadır ve genel

olarak Fikret üzerine sanat düşüncelerini

belirleyen de hep bu ayrılık olmuştur.

Fuad Köprülü’ye göre, Tevfik Fikret,

şiirlerinde, birbirleriyle uzlaşması mümkün

olmayacak ölçüde çelişkili fikirler öne sürmüş

ve özellikle de kendisini farklı ruh halleri içinde

ifade etmiştir. Bazı araştırmacılara göreyse,

şiirlerde şairin kendisini aramak ve farklı şiirlere

4 Fatih Arslan, “Tevfik Fikret Evreninde Gözden Kaçan Bir Küçük

Kitap: Fuad Köprülü’nün ‘Tevfik Fikret ve Ahlakı’” Turkish Studies, Volume 7/4, Fall 2012, p. 783-798 5 Alphan Akgül, “Fuad Köprülü’nün Tevfik Fikret Eleştirileri”,

Karadeniz Araştırmaları, Kış, 2013, Sayı 36, s. 277--‐286

göre şairin zıt davranışlar içinde olduğunu

belirtmek yanlıştır. Bu görüşe göre “edebiyat

eleştirisinde, yazar, ele alınan metin, ister

düzyazı ister şiir olsun, bir tasarımcı olarak

kabul edilir. Oysa şiirde konuşan kişi, şairin o

şiir için tasarladığı kurgusal bir kimlik, yani

yazardan farklı bir persona olarak tanımlanır”6.

Ancak söz konusu Fikret olduğunda,

şiirlerindekinin kendisinden başkası olduğunu

düşünmek olası mıdır? Bu tanımla bir

genelleme yapmak doğru mudur? - Bu soruları

burada kesip Fuad Köprülü’ye dönmek

istiyorum, yoksa kalemim Köprülü’den çıkıp

yine Fikret’in derinliklerinde bulacak kendini :)

Bu soruların cevapları ayrı bir yazının konusu

olarak beklesin.

Fuad Köprülü’nün şairle ilgili

görüşlerine geri dönersek, yazar

şairin gelgitli ruh hallerini

şiirlerinden örneklerle

açıklar. Şairin Rübab-ı

Şikeste’deki üslubunu terk

edip bir başka üsluba

geçmesini, bir “istihale-i

ruhiye” olarak yorumlar.

Bu konuyu şairin,

düşüncelerinin zamanla

değişmesi olarak değil, ruh

halinin, psikolojisinin değişmesine

bağlar. Ondaki değişimi bir “tekamül”

olarak görmez ve bu değişimi şu şekilde izah

eder:

“Çünkü, Rübab-ı Şikeste şairi, eskiden

beri muntazam ve mütevazin bir cümle-i efkara

sahip olamamıştır. Onun bütün şiirlerini

okuyunuz! Hayat ve insaniyet hakkında, gaye--

‐yi mevcudiyet hakkında nasıl tarz‐ı telakkiler

perverde ettiğini “nikbin” mi yoksa “bedbin” mi

olduğunu asla―kat‘i bir

surette―anlayamazsınız.”

Köprülü’ye göre, Tevfik Fikret, sabit bir

ruh haline ve fikri bütünlüğe sahip değildir ve

6 Alphan Akgül, agm

Page 22: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Köprülü, Fikret’in “iyimser”

olmaya çalışırken,

“kötümserliği”ni

bastırdığını, oysa

“kötümser” hislerinin,

zaman zaman gayr‐i ihtiyari

ortaya çıktığını söyler.

bu nedenle şairin “iyimser” mi yoksa

“kötümser” mi olduğu kesin bir şekilde

belirlenemez.7

Köprülü, Tevfik Fikret’in şiirlerinde fikri

bir bütünlük olmadığını Haluk’un Defteri

bağlamında da dile getirir. Yazar, bu kez, şair ile

eseri arasında bir fikri tutarsızlık olduğunu öne

sürer. Yani Tevfik Fikret’in şiirlerinde fikri

bütünlük olmadığı gibi, kendi şahsiyeti ile

şiirleri arasında da fikri bütünlük yoktur:

“Kemal‐i samimiyetle itiraf ediyorum ki

Haluk’un Defteri’ndeki efkar ve hissiyat hiçbir

vakit Fikret Bey’in efkar ve hissiyat‐ı samimiyesi

değildir”8

Yani buradan anlayacağımız; Köprülü,

Tevfik Fikret’in, “iyimser” olmadığı halde,

gençlere “iyimserlik” aşılamasını, şairin samimi

fikirlerini saklaması olarak görüyor. Bu noktada

Köprülü Hoca’nın bu düşüncesi doğru olsa dahi,

eleştirilecek bir konu mudur bilemiyorum.

Mehmed Akif’i düşünüyorum. Akif de

Anadolu’ya bakıyordu, vatana, toprağa,

gençlere bakıyordu ve üzülüyordu, endişe

duyuyordu, hatta korkuyordu belki

ama “Korkma” diyordu. Bunu

demeye mecburdu halka yol

gösteren bir aydın

mütefekkir olarak.

Fuad Köprülü

Fikret’e bu açıdan

yaklaşmanın üzerine

gitmiştir. Köprülü, Tevfik :

“Madem ki Tevfik

Fikret Bey, bu kadar nikbindir, o

halde Haluk’un Defteri’nde sık sık

tesadüf edilen sadalar kimin enfas‐ı samimisi

veya caliyetidir [yapmacıklığıdır]. Yok eğer bu

bedbin terennümler Fikret Bey’in kendi enfas-ı

samimiye‐i sanatı, evvelce yazdığım gibi

“saklamak istediği bedbinliğinin gayr‐i ihtiyari

7 Alphan Akgül, agm

8 Köprülü, “Haluk'un Defteri Münasebetiyle”, 1911, s. 198

tezahürat-ı maraziyesi ise” o halde sadedilane

denilecek kadar nikbinane olan şiirleri sahte ve

gayr‐i samimidir. Görülüyor ki herhangi surette

kabul olunursa olunsun, Fikret Bey’in efkar ve

hissiyatındaki caliyetin teslimi

zaruridir.”

Köprülü Hoca’nın

Tevfik Fikret’in

tutarsızlığı, şiirlerinde

çelişkiler olduğu

yönündeki düşünceleri

başka örneklerle diğer

yazılarında da devam

eder. Bu çelişki olduğu

düşüncesi doğru mudur?

Doğruysa da kusur mudur?

Türk şiirinde adeta trajedi

yaşamaya gönüllü olan Fikret;

değişim, yozlaşma, çelişki ve tutarsızlık

dünyasına sahip olsa da bunları şiirlerinde

yumuşatmaya çalışan samimi bir şairdir.

“Uğradığı sosyal, psikolojik, fiziksel ve statü

Page 23: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

bağlamındaki travmalarını mısralarına bütün

içtenliğiyle aktarmıştır.”9

Fuad Köprülü Tevfik Fikret’e ahlak ve

zıtlıklar açısından iki açıdan eleştiriler

getirmiştir. Ancak her ne kadar faklı

düşüncelere sahip olsa da zamanla

eleştirilerinin dozunu indirmiştir. Bu eleştirileri

yaparken yeri geldiğinde onun için “Fikret tam

bir sanatkar tahaddüsüyle Osmanlı nazmının

nasıl şekiller alması lazım geldiğini duyuyor,(…)

nazım lisanına yeni bir ses koyuyordu.”

açıklamalarında da bulunmuştur. Ve “Tevfik

Fikret’e Dair” yazısını şu satırlarla bitirmiştir:

“Fikirlerinde yanlış ve kusurlu

göreceğimiz birçok noktalar görünmesine

rağmen, ahlaki büyüklüğünü bilhassa ş u son

senelerin yarattığı meşum ahlak bozgunu

esnasında her zamandan daha fazla takdis

mecburiyetindeyiz.”

Ölüm yıldönümlerinde Köprülü Hoca’ya

ve Tevfik Fikret’e, rahmetle…

9 Fatih Arslan, agm.

Page 24: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Köprülü, Tarikatların

kendilerine mahsus bir

edebiyatlarının ve

musikilerinin mevcut

olduğunu, bu şairlerin aruzu

kusurlu kullandıkları halde

milli vezni ve milli şekilleri

tamamen Türk zevkine uygun

kullandıklarını belirtmiştir.

Mehmet Fuad Köprülü, Türk

edebiyatının önemli alanlarında gerek kendi

döneminde gerekse bugün adından övgüyle

bahsedilen çok kıymetli eserler vücuda

getirmiştir. Onun araştırma kollarının geniş bir

sahaya yayılması Türk medeniyetini bir bütün

halinde inceleme gayretinden

gelmektedir. Bunun yanı sıra

kendi lisanını, edebiyatını,

tarih ve coğrafyasını -en

azından genel hatlarıyla-

bilmeyen bir adamın

milletine faydalı

olamayacağı düşüncesi

onu çalıştığı konularda

üstün seviyede başarılı

kılmıştır.

Köprülü’nün

araştırmalarını yönelttiği ve

aydınlattığı alanlardan biri de

İslamiyet’in eski hars unsurlarımızla

kaynaşmasından meydana gelen ve Arap, Acem

yahut Avrupa edebiyatlarında benzerine

rastlanmayan tekke edebiyatımızdır. Bir gazete

yazısında tarikatların kendilerine mahsus bir

edebiyatlarının ve musikilerinin mevcut

olduğunu, bu şairlerin aruzu kusurlu

kullandıkları halde milli vezni ve milli şekilleri

tamamen Türk zevkine uygun kullandıklarını

belirterek bu alanda çeşitli makaleler yazmıştır.

Zamanın raflarında tozlanan tekke

edebiyatımızın aslen dipdiri ve yetkin

yapısının pasının silinmesi ve ona

gereken kıymetin gösterilmesi

gerektiği görüşündedir.

Köprülü, halk

edebiyatını öz Türk

Kültürü’nün temeli

saydığından âşık tarzı,

tasavvuf ve tekke edebiyatı

vb. konularda ve başlıca

temsilcilerinin biyografileri

üzerinde çalışmalar

yapmıştır.Tekke edebiyatımızı

derinlemesine inceleme çabası onu

13.yy’a, ta Yunus Emre’ye kadar götürmüştür.

Türk Yurdu Dergisi’nde yayımlanan Yunus Emre

makalesinde ve ardından yazdığı Yunus Emre:

Asarı makalesinde Yunus Emre’nin hayatını,

vefatını, mezarı hakkında bilgileri okuyucu ile

KÖPRÜLÜ ve TEKKE EDEBİYATI

Çalışmalarına Dair

Hatice TÜRK

Page 25: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Fuad Köprülü,

“Kadim” olanla

“yeni” olanı, güçlü

bir sentez içinde

inşa edebildi.

paylaşmış; onun Risaletü’n Nushiyye’si

üzerinde durarak “bizim Yunus”un halk

edebiyatı üzerindeki derin etkilerinden söz

etmiştir. Yine 13.yy’da yaşadığını tespit

ettiği Said Emre isimli şairimizi ilim alemine

tanıtmış ve onun Yunus Emre’den

etkilenen en eski şairlerimizden biri olduğu

kanaatine varmıştır. Bir yıl sonra ise Hoca

Ahmet Yesevi, Çağatay ve Osmanlı

Edebiyatları Üzerindeki Tesiri adlı

araştırmasını yayımlayarak Orta Asya ve

Anadolu Türklerinin ortak bir edebiyatları

olduğu tezini savunmuştur. Makalede

Yesevi’nin tarikatı ve dervişleri hakkında

bilgiler verir. Aynı yıl Süleyman Fakih,

Mevlid-i Şerif başlıklı gazete yazısında

devrin tasavvufi anlayışını yansıtan

mevlidin Türk halkı için öneminden

bahseder. Tekke edebiyatımızın eser

yönünden olmasa bile fikir yönünden

etkilendiği önemli kişilerinden biri olan

Hacı Bektaş-ı Veli’yi de Bektaşiliğin

Menşe’leri ve Mısır’da Bektaşilik

makaleleriyle tanıtmıştır.

Nihayet “İslamiyet’ten sonraki Türk

edebiyatında milli ruhu ve milli zevki

anlayabilmek için en çok incelenmeye layık bir

devir, halk lisanını ve halk veznini

kullanmak suretiyle geniş bir

kitleye hitap etmiş eserleri

asırlarca yaşamış büyük

mutasavvıflar devridir.”

diyerek görüşlerinin

somut bir delili olan,

yayımlandığı döneme

kadar yazdığı tasavvufla

ilgili araştırma ve

makalelerinden teşekkül “Avrupa

ilim alemine ilk temasım” diye nitelediği

Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar kitabını

hazırlamıştır. Ona göre eski zamanlarda Acem,

Tanzimat’tan sonra ise Avrupa tesiri altında

unutulan şahsiyetimiz, yani halk ile ilgili her şey

gibi tekke ve tasavvuf edebiyatımız da ihmal

edilmiştir. Bu ihmal, Türk edebiyatı tarihinin de

mükemmel bir şekilde yazımını engellemiştir.

Köprülüye göre Türk edebiyatı tarihimiz,

Türklerde tasavvuf ve tarikatların

incelenmesiyle tamam olacaktır ki

sözünü ettiğimiz eseri tam da bu

görüşlerinin bir ürünüdür.

Köprülü, iki kısma

ayırdığı bu eserinde İslamiyet

öncesi Türk edebiyatından

Ahmet Yesevi’ye kadarki

dönemde Türkler arasında

İslamiyet’in ve tasavvufun yayılışını,

sonrasında Ahmet Yesevi’nin menkıbevi

hayatını, halifelerini ve takipçilerini anlatarak

Doğu Türklerinde tekke edebiyatının tarihi

hakkında bilgi vermiş olur. Tekke edebiyatının

Batı Türklerindeki oluşum ve gelişimi,

Anadolu’nun manevi ve edebi hayatı hakkında

da bilgi vererek eseri sonlandırır.

Page 26: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar

yalnızca içeriği ile değil, konularının ele alınış

tarzıyla da yerli ve yabancı pek çok ilim insanını

hayrette bırakır. Jul Nemeth, “Köprülüzade bu

müşkil sahada öyle bir rehber vücuda

getirmiştir ki bu rehber birçok meseleyi

hallettiği gibi ileride yapılacak araştırmaları da

son derece kolaylaştıracaktır.” sözleriyle eserin

üstlendiği misyonu belirterek eserin yetersiz

bilgileri tamamlaması yönünden Avrupa

üniversitelerinde öğretilenleri aratmayacak

düzeyde yapısını takdir etmiştir.

Köprülü, hazırladığı bu mühim eserin

yanında tekke edebiyatı alanında yapılan

çalışmaların yalnız tasavvuf tarihini değil

tümüyle Türk tarihini alakadar ettiğini savunur

ve bu alanda yapılan çalışmaları da destekler,

onları büyük boşlukları doldurmaları yönünden

takdire şayan bulur.

Sonuç olarak; Fuat Köprülü edindiği

birikimi kendinden sonra gelen Cumhuriyet

nesline de başarıyla intikal ettirebildi. Hem

geleneksel “ilim” anlayışını hem de fen

ilimlerini içeren “bilim” anlayışını birlikte görme

fırsatını yakaladı; dolayısıyla “kadim” olanla

“yeni” olanı, güçlü bir sentez içinde inşa

edebildi.

İlmi çalışmalarında Türk medeniyetinin

her alanına ilgi duymuş olan Fuad Köprülü;

yorulmak bilmeyen şahsiyetiyle, geride bıraktığı

1500’ü aşkın pek çok türde ve formda eseriyle

ardından gelen nesle örnek olmuş, yöntem

tarifleriyle yolları aydınlatmıştır.

Page 27: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Memleketimizde ilmin lüzum ve faydaları,

şimdiye kadar, yalnız şekli bir surette anlaşılmış

ve hiçbir zaman o ihtiyaç hakiki bir surette

hissedilmemiştir. Halbuki bugün milliyetin feyiz

veren ve hayatla dolu cereyanı bizde de bir ilim

ihtiyacı doğurdu ki yarın bundan fikri bir hayat

uyanması ümit olunur ve muhakkaktır. Bugün

mefkûreci Türk genci görüyor ve duyuyor ki

asrımız milliyet asrıdır; fakat aynı zamanda şuna

da kanidir ki milliyetperverlik telakkisi menfi bir

histen ibaret kalamaz. İnsan milliyetperver

olabilmek için evvelâ kendi milliyetinin neden

ibaret olduğunu, yani tarihini, coğrafyasını,

içtimâiyatını, lisan ve edebiyatını bilmelidir.

Fuad KÖPRÜLÜ

Page 28: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Yazarken kelimeleri hep titizlikle

seçmeye çalışırım ama bu defa bir başka

heyecan var. Yalnız ben de değil kelimeler de

bir o kadar tereddüt içinde. Hele cümleler,

kurulurken bir yanlışlık yapmaktan korkar

gibiler. Haklılar elbet, Türk Edebiyatı’nı

araştırmak ve geliştirmek için hayatı boyunca

çabalayan durmadan çalışıp üreten nice

hocalar yetiştiren büyük hocayı anlatmak kolay

olmayacak. Elbet yolun da henüz çok

başındayım daha aşacağım çok yol var Türk

Dili’nin sonsuz vadisinde. Bu vadide bizlere yol

açan Fuad Köprülü hoca için birkaç kelam

etmeye çalışacağım izninizle.

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

öğrencilerinin birinci sınıftan başlayarak mezun

oldukları güne kadar adını hep duyacakları ve

yaptığı çalışmaları temel kaynak olarak

alacakları hocayı anlamak çalışmayı

gerektiriyor. Ben, Fuad Köprülü Hocanın

“Terazinin bir kefesine Dede Korkut’u koysalar

diğer kefesine ise yapılan bütün halk edebiyatı

çalışmalarını koysalar yine de Dede Korkut

Hikayeleri ağır basar.” sözünü okuduğumda

diğer çalışmalara haksızlık olarak algılamıştım.

İçten içe de böyle bir şeyin olamayacağına

inanmış olmalıyım bir süre. Ta ki Dede Korkut’u

gerçekten inceleyinceye ve içinde Türk Halk

Kültürü ile ilgili hemen her konuda bilgi

barındıran başucu kitabı olduğunu anlayana

kadar. O zamandan sonra hocaya olan

hayranlığımın bir kat daha artmaması pek de

mümkün değildi. Benim fikirlerim bir tarafa

hocanın yaptığı değerli çalışmalar herkes

tarafından kaynak alınmaktadır.

Hoca’nın yetmiş altı yıllık hayatındaki

bütün çalışmalarını tek yazıya sığdırmanın

mümkünatı olmayacaktır. Elbet ki bu alanlarda

başarılı pek çok çalışma yapmıştır. Onu, bırakın

sadece Türk Edebiyatının bir sahasında görmek,

tek bir ilim alanına ait görmek bile yeterli

değildir. Eski Türk Edebiyatından, Yeni Türk

Edebiyatına ve tabii ki Türk Halk Edebiyatına

bütün dallarda kıymetli çalışmalar yapmıştır.

1909’da Fecr-i Ati Topluluğuna katılan ve

Mehasin, Servet-i Fünun gibi dergilerde yazıları

yayımlanan hoca, başta “Yeni Lisan” hareketine

karşıydı. Ancak öğretmenlik yaptığı yıllarda

Ziya Gökalp’in etkisiyle pek çok Fecr-i Ati üyesi

gibi “Milli Edebiyat” görüşünü benimsemiştir.

Milli Edebiyat görüşünü benimsedikten sonra

Türk tarihini ve Türk dilini ilk dönemlerine

kadar inceledi. Bu zaman gerektiren değerli

Köprülü Hoca’ya Dair Pınar ÇAYLAK

Page 29: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bir ilim insanı, bir

siyaset adamı, bir

Türkolog, bir öğretmen,

bir araştırmacı ve

başarılı bir derleme

üstadı… Adının önüne

onlarca unvan

getirebileceğimiz büyük

bir Hoca…

çalışmalarının ardından Türk dilinin hangi

yöntemler ile incelenmesi gerektiğini gözler

önüne seren “ Türk Edebiyatında Usul” adlı

yazısı yayımlandı. Bunu: “Türk Edebiyatı’nda İlk

Mutasavvıflar “ ve ''Türkiye Tarihi'' adlı

kitapları izledi.

Köprülü, halk edebiyatını öz Türk

Kültürü’nün temeli saydığından âşık tarzı,

tasavvuf ve tekke edebiyatı vb. konularda

çalışmalarını sürdürdü ve başlıca temsilcilerinin

biyografileri üzerinde çalışmalar yaptı.

1929’dan itibaren bu sahada başladığı

çalışmalarını iki cilt halinde Türk Saz Şairleri

Antolojisi adıyla topladı. Ayrıca, Türk Halk

Edebiyatı Ansiklopedisi’nin birinci fasikülünü

neşrederek burada, Abdal ve Abdallar üzerine

yazılar yazdı.

Hoca’nın yazıları, araştırmaları ve

kitapları bizlere Türk dilini bir bilim olarak

incelemenin yolunu gösterirken şiirleri ise bu

zengin dilin duygularını yüreğimizde, en

derinlerde hissettiriyor. “Akıncı Türküleri”nden

şu mısraları her okuduğumda gurur ile

burukluğu iç içe yaşıyorum. Duyguların bu

derece harman oluşu elbette ki hocanın

kelimeleri ustaca kullanışından kaynaklanıyor.

Bu harmandan siz değerli okuyucuların da

payını alması taraftarıyım ve şiiri sizlerle

paylaşmadan bu yazı bitemez. :)

“Tuna boylarında sıra selviler,

Tan yeri estikçe sessiz ağlarmış;

Gül bahçelerinde baykuşlar öter;

Şu virânelikler eski bağlarmış.

Namazgâh bir otluk, kalmamış taşı;

Çeşmelerden akan, kanlı gözyaşı...

Orda bir güzel var, çatılmış kaşı;

Ak alnına kara çatkı bağlarmış...

Kırık minârelerden duyulmaz ezân...

Hep ocaklar sönmüş, devrilmiş kazan.

Bir inilti duydum, sandım bir ozan;

Sesime ses veren karlı dağlarmış.

Söğüt dallarında hasta serçeler

Eski akın destanını heceler.

Tuna ağlıyormuş bazı geceler;

Göğsünde kefensiz şehitler varmış.

Bozulan bağların üzümü acı;

Asi köle kesmiş eski haracı;

Yine yedi kral giymişler tacı,

Şahin yuvasını kargalar basmış.

Haydi eski ozan, al sazı ele,

Düşmanlar içine düşsün velvele;

De ki: Hor bakmayın bu durgun sele

O, yetmiş bir kavme akın çıkarmış...”

Şiiri okuduktan sonra yine derin

duygularda kaybolmadan hemen öce,

UNESCO’nun 2016-2017 yılını “Ahmet YESEVİ

ve M. Fuad KÖPRÜLÜ Yılı” olarak ilan edeceğini

hatırlatarak yazımı noktalıyorum. Türk Dili’nin

yolunu aydınlatan yüce insana sonsuz saygı ve

minnet ile.

Page 30: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Fuad Köprülü Hoca’nın çok

yönlülüğünü, Türk kültür sahasına katkılarını,

eserlerini bu ay dergimizde Hocanın ölümünün

50. Yılı münasebetiyle ele alıyoruz. Çok yönlü

bir ilim adamı olması dolayısıyla sosyal ilimlerin

muhtelif sahalarında kalem oynatan Fuad

Köprülü’nün sayısız katkısı, makalesi eseri

olduğu malum. Bunların hepsini, bu 50 55

sayfalık dergide ele almamız, sayfalara

sığdırmamız imkansız. Bizim yazılarımız Köprülü

Hoca için yazılanlar arasında incir çekirdeğini

doldurabilirse ne mutlu…

Bu çekirdeği bir nebze olsun doldurma

gayretiyle, biraz da Ramazan ayında olmamızın

verdiği ilgiyle Köprülü Hoca’nın “Türk Tarih-i

Dinîsi” kitabından bahsetmek istiyorum.

Tarihçi veya ilahiyatçı değilim bu sebeple

haddim olmayan satırlar, tahliller

yazmayacağım burada :) Sadece Türk kültür ve

tarihine ilgi duyan bir okurun bu kitapta neler

bulacağından bahsetmek amacım.

Söz konusu eser Hocanın talebeleri

tarafından tutulmuş notların bir araya

getirilmesiyle oluşturulmuş ve 1925’te taş

basma olarak basılmış. 19911 ve 19972

yıllarında da hakkında önemli tezler hazırlanan

bu eser, hocanın dinler tarihi ve özellikle de

Türk din tarihi üzerine çalışmalarının bir özeti,

sonucu niteliğinde. Aslında esere bakıldığında -

Metin Ergun’un deyimiyle- Fuad Köprülü’nün

daha sonra geniş bir şekilde ele almak istediği

bir Türk din tarihi kitabının taslağı biçiminde

olduğu da söylenebilir. Ancak Köprülü maalesef

bu eseri üzerinde bir daha duramamıştır.

1 Abdullah Aykın, Fuat Köprülünün Türk Tarih-i Dinîsi Adlı Eserinin Transliterasyonu ve Değerlendirilmesi, Erciyes Üniversitesi SBE, Yüksek Lisans Tezi, 1991. 2 Meryem Ertekin, Türk Tarih-i Dinisi (Transkribe Metin), İnönü Üniversitesi SBE, Yüksek Lisans, 1997.

Türk Tarih-i Dinîsi’nde yazar tarafından

başlangıcından 750 Hicrîye kadar olan

dönemdeki Türklerin yaşayışları, tarihleri, dinî

itikatları ve tarikat yapılanmaları ele alınmış.

Elimdeki Metin Ergun’un yayına hazırlamış

olduğu3 Köprülü’nün bu eser i“İslamiyet’ten

Evvel Türkler” ve “Kable’l İslam Türk

Medeniyeti” adında iki ana başlıktan oluşuyor.

Bu başlıkların da çok sayıda alt başlığı mevcut.

İlk kısma Köprülü, “Türklere uzun asırlar bir

faaliyet sahnesi olan Orta Asya yaylası,

Sibirya'nın cenûbundan Himalaya dağlarına,

Ural nehrinden Balkaş gölüne Hazar

Denizi'nden Çin'e kadar imtidâd eder.” dediği

“Orta Asya Yaylası” ile başlıyor. Coğrafyadan,

yaşamdan, yiyeceklerden haritalar da ekleyerek

bahseden Köprülü, Çinlilerin “Hiyong-nu

dedikleri “Kon: Koyun” Türkleri’nden ve onların

rakibi olduğunu belirttiği “Türk cinsinden

3 M. Fuad Köprülü, Türk Tarih-i Dinîsi, haz. Metin Ergun, Akçağ Yayınları, 1. bs., Ankara 2005

Türk Tarih-i Dinîsi Üzerine Birkaç Söz

Ayşe Bengisu Akdağ

Page 31: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Eserin, Köprülü’nün

daha sonra geniş bir

şekilde ele almak

istediği bir Türk din

tarihi kitabının taslağı

biçiminde olduğu da

söylenebilir.

olmaları pek ziyade me’mul olan Yüe-şiler”den

geniş bir şekilde bahsederek devam ediyor ilk

kısma: “Hiyong-nu Türkleri Çinlilerle asırlarca

muharebelerde bulundular. Mete nâmındaki

hükümdarları zamanında kuvvet ve şevketleri

en yüksek dereceye çıkarak Asya’nın en kuvvetli

devleti oldular.”4

Köprülü’nün kalemiyle, Orta Asya

yaylasında gezinmeye devam ediyoruz ve Attila

ve Hunların istilasına geliyor sıra. Sonra

Avrupa’ya uzanan Hunlar, diğer tarafta ise

bozkırda kalan Hazar ve Kuman Türkleri kısa

kısa anlatılıyor. Ve bahis konusu Orta Asya

olunca söz tabii ki beni heyecanlandıran kısma

geliyor: Orhun Kitabeleri.

“Türklerin en eski kitabeleri

olarak bildiğimiz ve Türk

lisanının en eski

numunesi olmak

itibariyle fevkalâde

kıymetli olan Orhon

kitabeleri (M. 764)’de

kat’iyyen inkıraz bulan bu

Şark Türklerine aittir.

(…)Tanıdığımız en eski Türk

harfleriyle yazılmış olan bu

kitabelerden biri, hakanın biraderi olup (m.

731)’de ölen kahraman Kül-Tigin namına

732’de, diğeri de 734’de ölen hükümdar Bilge

Hakan namına 735’te dikilmiştir.”5

İlk kısım yine çeşitli Türk kavimleriyle, -

Avarlar, Hazar Türkleri gibi- bunların özellikleri,

savaşları, adetleri, bir kısmının artık yavaş yavaş

İslamiyeti kabulleri ve benim anlamakta

zorlandığım üst düzey tarihi bilgilerle devam

ediyor :)

İkinci kısım biraz daha rahat ve zevkli

benim için. En azından daha aşina olduğum

bilgilerle karşılaşıyorum. Zaten eserin ağırlık

noktasını da bu bölüm oluşturuyor. Kable’l

4 M. Fuad Köprülü, age., s. 20 5 M. Fuad Köprülü, age., s.26

İslam Türk Medeniyeti başlıklı bu ikinci

bölümde Türklerin devletleşmesini, ahlak ve

adetleri, devlette ailenin yerini, önemini,

kadının ailedeki ve devletteki önemini, “Gök

Tanrı”yı, “Yağız Yer”i, küçükbaşlıklarla okuyoruz

ilk olarak:

“Türklerde bundan başka yukarıda “Mavi

Sema” ile aşağıda “Kara Yer” adlı iki dinî

“umde” daha vardır ki, gerek eski Hiyong-

nularda, gerek Tu-kiyularda buna rast

geliyoruz.”6

Devam eden bu kısımlar için Dede

Korkut’ta masal havasında okuduklarımızın ilmî

satırlara dökülmüş hali diyebiliriz. İkinci kısmın

bir diğer alt başlığı ise “Fikir Hayatı”.

Köprülü bu bölümde genel olarak

Türklerin ilim, sanat, şiir ve

edebiyat dünyalarından

bahsediyor. Söz yine “Eski Türk

hayat ve itikadâtının saf Türk

ruhunun bütün hususiyetlerini

tamâmen saklayan”7 Orhon

Kitabelerinden başlıyor, Uygur

yazısıyla devam ediyor. Devamında

ise resimden, dokumaya pek çok sanat

dalındaki izlerimizden ve sonunda tabii ki

şiirden ve ilk şairlerden bahsediliyor:

“İslâmiyetin takarrurundan sonra bile, kable’l-

İslâm zamanlardan kalma bir çok edebî

an’anelere ve şekillere tesâdüf olunmaktadır.

En eski Türk şairleri -Altay Türklerinin “kam,”

Kırgızların “baksı” Oğuzların “ozan” dedikleri-

“sâhir- şair”lerdir.”8

Fuad Köprülü bu kısımlarda yavaş yavaş

Türklerin İslamiyetle tanışmasına sözü

getiriyor. Araplarla münasebetler ve Abbasiler.

Abbasilerle birlikte İslamlaşan Türkler, ilk

Müslüman Türk devletleri ve “Türklerin

arasında İslâmiyetin intişarına ve

6 M. Fuad Köprülü, age., s. 40 7 M. Fuad Köprülü, age., s. 48 8 M. Fuad Köprülü, age., s. 53

Page 32: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Maveraünnehir'in kat’i surette Türkleşmesine

hizmet eden Hakaniyye Devleti”9 dediği

Karahanlılar. Sonraki başlık “Gazneviler” ve

devamında Anadolu’yla birlikte “Oğuz

Türkleri”. Fuad Köprülü Oğuzların da

lisanından, etimolojisinden, coğrafyasından,

İslamiyet’e girişlerinden bahseder:

“İslâmiyeti kabul eden Oğuzlara muahharan

Türkmen lâkabı verilmiştir. İslâm

memleketlerine bu Oğuz muhacereti hicri

dördüncü asırdan sonra büsbütün kuvvetlendi

ve İslâmiyet bu daimî temaslar ve muhaceretler

neticesinde onlar arasında kuvvetle taammüm

ve intişara başladı.”10

Sözünü“Bugünkü Oğuzlar” a bağlayarak

bu kısmı bitiren Köprülü Selçuklu

İmparatorluğu başlığıyla Selçuklulardan geniş

bir şekilde söz eder:

“ İşte cenub-i garbiye gelen bu Türk zümreleri,

Selçukî sülâlesine mensup bazı büyük

şahsiyetlerin etrafına toplandıklarından Türk

tarihinde eskiden beri görülen bir âdete tebaan

bu devlet Selçukî nâmını almış ve pek az zaman

zarfında Şarkî Türkistan'dan, Marmara ve

Akdeniz sahillerine, Kafkas dağlarından Bahr-i

Muhît-i Hindi ye kadar mümted muazzam bir

Türk-İslâm imparatorluğu şeklinde inkişîf

etmiştir.”11diyerek sözlerine başlayan Köprülü,

siyasi geçmişten, savaşlardan, istilalardan

bahsederek devam eder ve artık kitabın son

kısımlarına doğru görülen alt başlık “Anadolu

Fütûhâtmın Başlangıcı: Malazgirt Meydan

Muharebesi”dir.

Tabii ki söz konusu Orta Asya,

İslamiyet, Selçuklular olunca Tasavvufa ayrı bir

başlık açılması gerekir ki Fuad Köprülü de öyle

yapmıştır. “Menşelerinden Selçukîler Devrine

Kadar Tasavvuf Cereyanı” başlığıyla başlayan

kısımda Köprülü Hoca;

9 M. Fuad Köprülü, age., s. 92 10 M. Fuad Köprülü, age., s. 108 11 M. Fuad Köprülü, age., s. 114

“Türkler için hiç yabancı bir saha olmayan

Horasan, Sûfîlik cereyanının da başlıca

merkezlerinden biriydi. Binaenaleyh

Maveraünnehir İslâmlaştıktan sonra bu

cereyanın İslâmiyetin evvelce takip ettiği

yollardan Türkistan'a gireceği gayet tabii idi ve

öyle de oldu(...) Kendilerine İlâhîler, şiirler

okuyan, Allah rızası için iyilikte bulunan, cennet

ve saadet yollarını gösteren bu hayırkâr

dervişleri, Türkler, eskiden dinî bir kudsiyet

verdikleri ozanlara benzeterek hararetle kabul

ediyorlar, dediklerine inanıyorlardı.”12 şeklinde

açıklamalar yaptıktan sonra, sûfiliğin ortaya

çıkışından, ilk Türk sûfilerinden, Hoca Ahmed

Yesevî’den ve Kalenderîye gibi, Haydariye gibi

tarikatlardan bahseder.

Fuad Köprülü’nün “Türk Tarih-i Dinîsi”

kitabı bu bölümle sona erer. Köprülü hoca ilk

Türklerden, Totemizmden başlayıp Şamanizme,

ordan İslamiyet’e ve onun içinde tasavvufa

kadar uzanan dini coğrafyada Türklere ait olan

birçok kültürel unsura yer verir, izahlar getirir.

20. Yüzyılın Türklük Bilimi alanında

yetişmiş en büyük âlimi olan Fuad Köprülü’nün

bu eseri döneminde yazılmış en önemli, nitelikli

eserlerdendir. Eser ince olmasına karşın içerdiği

bilgilerin ağırlığıyla Türk tarihine, folklorüne,

Türk din tarihine ve edebiyatına ilgi duyanlar

için bir başucu kitabı niteliğindedir. Ben bu

yazımda Köprülü Hoca’nın bu büyük kaynağını

bir nebze olsa da tanıtabildiysem, okurlarda ilgi

uyandırabildiysem ne mutlu…

12 M. Fuad Köprülü, age., s. 146

Page 33: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

NİSYANi

Köprülüzade Mehmet Fuad

i Nisyan: unutma Hıyâbân: iki tarafı agaçlı yol Mübhem: belli olmayan, belirsiz makber-i mesir-i hâtırâtımdan: hatıralarımın gezinti kabirleri revayıh- hülya: hayallerin kokusu dest-i mesâ: akşamın eli zılâl ü ziyâ: gölge ve ışık leyle-i hayalât: hayallerin gecesi iltimâ’-ı harîrîsi: şiddetli parıldama nigâh: bakış melûl-ı tevekkül: razı olmaktan usanan acûl: aceleci ser-i melûl: sıkıntılı baş fevk-i haşyetinde: aşırı korkulu nefha-yı şi’riyle: şiirin nefesi Samût ü pür elem: suskun ve elem dolu İhtizâz-ı gusün: ağaç dallarının titreyişi Rükûd-ı şâmı: akşamın durgunluğunu hıyaban-ı şi’ri: şiirin ağaçlı yollarını

Güneş ufukta solarken, onunla kol kola biz

Dolaştık eski hıyâbân-ı aşkı hep sessiz.

Menekşe gölgelerin aks-i mübhemiyle dolan

Bu eski makber-i mesir-i hâtırâtımdan

Uçan revâyıh-ı hülyâyı, dest-i mesâ

Uzak ve gölgeli âfaaka yaydı.

Nazarlarında zılâl ü ziyâ ölen o kadın

- Bir eski gölde solan leyle-i hâyalâtın

Son iltimâ’-ı harîrîsi, son nigâhı gibi-

Biraz melûl-ı tevekkül, fakat acûl, asabî

Ve muhteşemdi. Ben öksüz emellerimle hazân

Ser-i melûlümüzün fevk-i haşyetinde uçan

Ölümlü nefha-yı şi’riyle, rûhumuz yorgun

Samût ü pür elem, ağlaştık. İhtizâz-ı gusün…

Menekşe gölgeler artık karardı, öldü mesâ.

Rükûd-ı şâmı sararken bu leyle-i hülyâ

Biraz elem-zede, yorgun, onunla kol kola biz

Dolaştık eski hıyaban-ı şi’ri hep sessiz…

Page 34: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Düştü, düştüm

Şarabın teşnesinde boşluğa gemi

Gidiyor yelkenler fora seyir alemi.

Kırdım kalemi akıl dile düştü, düştüm

Bir sustum, bu düştü bin düşündüm.

Kokusu burnumda güllerin nefesi

Ensemde meleğin karanlık kafesi

Aklım boşluğa düştü, dile düştüm

Gönüllerde yer içte boşluk matemi.

İçten bir ses dedi silkelen içim geçti

Var mıydım yok mu bir süleyman geçti

Kimdi neydi neciydi söze düştü,d üştüm

Düşündüm nedendir diye de düştü geçti

Düştüm kocaman bir boşluğun içine

Şiir eskiden sesimdi anlamsız biçime

Biçimsiz tarlalara verimsiz tohum düştü

Yazamadım kafamda yolluk şiir içime.

İşledim bu temi gördük ölümü matemi

Yokluğu bolluğu karanlık karartı geceyi

Yine geldi duvarın sesi de aklım düştü

Düştüm yerimden geçtim kırdım kalemi

Noldu ne hale geldi bu dert bu hale

Haleden geçmiş halsiz ne bilir hali

Halden anlamazlara gönlümüz düştü

Düştüm ses içine boşluğun ta kalbine

Takatim kalmadı bu dertnak dile şiire

Varamadım henüz kesretten vahdete

Sırrımı tek bir kişiye açtım içim düştü

Dün verdim sırrı mı boyun kementine

Bir engin denizdir şiirimiz der bilen

Sırrımız Allahta saklı kalır kalender

Kalemden verileni anlayan düştü

Düştüm yine pervasız kara kalemden.

Kışın son baharı mı bu solan yaprak

Talan olan bu kalp verimsiz çorak toprak

Torlak bile amansız bir mürşide düştü.

Düşünde görmek onu son durağa varmak

Kalmak öylece ölümsüz seslere nefes

Sessiz gemilere talim olan alime raz

Saz çalan bir dile anlamsız şiirler düştü

Düşlerde yaşayan Allahın mekanına raz

Isfahan makamında kalem ruhun hali

Şiir defterin şakağında vurduruyor dili

Eli kırık sağ yolcu solla yazar mı düşü

Bu halde bize ölmek susmak gitmek düştü...

Süleyman Erkut

Page 35: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

HOŞGELDİN

Bir kediymiş yahut bir kuş

Issız kalplerin dilinde

Hiç hatırlanmak istemezcesine

Bütün güllerini soldurmuş

Sorgulanmış hayatının hiçbir nüshasında

Atmamış kalbi

Ayrılıkların visali

Gece kaplı şiirler eder mi?

Ah elleri mısraya boyanmış

Gözleri bir ziyanın hülyasına dalmış adam

Deliliklerimin iplerine tutun da gel

Senin için yağmurlar yağdırayım.

Merdümgiriz

Page 36: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Yaşadığımız çağın belki de büyük bir

bölümünü oluşturan “insanları dış

görüntüsüne göre yargılama” algısı aslında

hayatımıza yeni girmiş bir şey değil. Üstelik şu

an kıyafet dediğimizde aklımıza gelenle

yüzyıllar öncesinde akla gelen şey de tam

manasıyla birbirini karşılamamaktadır.

İnsanlar 650.000 yıldır giyiniyorlar ve

bunu önce örtünme ihtiyacı doğrultusunda

gerçekleştiriyorlar. Günümüzde ise iyi bir

kıyafet bizler için çok iyi yazılmış bir tavsiye

mektubu yerine geçiyor adeta.Ancak “kıyafet”

kelimesi şu anki bilinen anlamından ziyade

başlangıçta “beden yapısı” için kullanılan bir

kelimeydi.Hatta kılık kıyafet dediğimizde yüz ve

beden yapısından bahsedilmektedir.

Meseleyi “kıyafetname”ler olarak ele

alacak olursak, Kıyâfet-nâme, kişilerin dış

görünüşlerinden ahlak ve karakter yapıları

hakkında çıkarılan yargıları konu alan eserlerin

genel adıdır. Dış yapıdan iç yapıyı anlamaya

çalışan bu ilme ‘’kıyâfet ilmi’’ ; bunu yapan

kişiye de “kâyif” veya “kıyâfetşinâs” denir.

Kıyâfet ilmi genel olarak kıyâfetü’l-isr

(ayak izlerini konu alır) ve kıyâfetü’l beşer

(bütün olarak insanı konu alır) olmak üzere

ikiye ayrılır. Kıyâfet-namelerin konusu ise daha

çok bu ikinci grupla ilgilidir. Araplar buna ilm-i

firâset derler.

Araplar arasında kıyâfet anlamında

kullanılan firâset kavramını şaban-ı Sivrihisârî

ise zeyreklik, yani zeki ve anlayışlı olmak diye

tarif eder. Taşköprizâde de ilimlerin tasnifini

yaptığı Mevzuatü‟l-ulûm’da firâseti, insanların

zahiri halinden, yani renginden ve azalarının

şeklinden deliller getirerek, onların ahlâklarını

bilmek; kısaca dış görünüşlerinden batıni

ahlâklarına deliller getirmek olarak tarif eder.

Beden yapısı ile insan kişiliği arasındaki

münasebetler çok eski dönemlerden itibaren

ilgi çekmiş ve 18.yy’a dek bu konuda çeşitli

araştırmalar yapılmıştır. İnsanı tiplere göre

ayırma işlemini ilk deneyen Hipokrat

olmuştur.(M.Ö 5. yy).Ardından

Eflâtun,Bokrat,Galien,İladus ve Aristo da bu

konuda araştırmalar yapmış ve hatta sonraki

dönemlerde İslam dünyasında da etkili

olmuşlardır.Yine Sasani hükümdarı

KIYAFETNÂMELER Sırdem KEMİKSİZ

Page 37: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Kıyâfet-nâme,

kişilerin dış

görünüşlerinden ahlak

ve karakter yapıları

hakkında çıkarılan

yargıları konu alan

eserlerin genel adıdır.

Nuşirevân’ın bir firâset kitabı yazdırarak

ülkesini buna göre yönettiği rivayet olunur.

Kıyafetnameler özellikle insanın

uzuvlarıyla ilgili hükümleri içeren manzum

eserlerdir. Kıyafetnameler edebî maksatla

yazılmamıştır. Ancak şekli ne olursa olsun asıl

dikkat edilmesi ve önem verilmesi gereken

husus bu kadim eserlerin içerdiği bilgilerdir.

Alimler kıyafetname ilmini açıklarken

ayet ve hadislerden de istifade etmişlerdir.

Kuran-ı Kerim’de geçen şu ayet önemli bir çıkış

noktası olmuştur: “Araftakiler, yüzlerinden

tanıdıkları kâfirlerden birtakım adamlara

seslenirler.”(Kuran-ı Kerim 7/48) Bu ayette

geçen “simalarından” kelimesi ile neyin

kastedildiği konusunda da bazı

görüşler ortaya konulmuştur.

Mesela İbn-i Abbas bunu

Müslüman bir insanın,

yüzünden belli olacağı

yaklaşımında

bulunarak şöyle izah

etmiştir. “Hz.

Osman(r.a) şöyle

buyurur: Her kim bir

sırrı gizlerse Allah onun

yüz hatlarından elinde

olmadan çıkıveren sözlerle

açığa çıkarır.” Hz. Ömer(r.a)’in,

her kim içini ıslah ederse Allah da onun

dışını düzeltir.” dediği rivayet olunur.”

Mevlana: “Bir insanın yaptığı işi ve sözü

onun gönlünün şahididir. Sen bu ikisine bak, o

kişinin içi nasıldır? Onlardan anla.” (Mevlana,

1997: 35)

Balizade Mustafa Efendi ise kıyafetnameler

hakkında olumsuz bir yargıya vararak şunları

beyan etmiştir: “Bu ilim zandır, zira zan bazen

hata bazen de isabettir.”(Balizade, Nr.4100)

Seyyidzade Mevlana Ömer şöyle der: “İnsan

türünün ahlak ve tabiatları birbirine yakın ve

birbirinden farklı oldukları için bir köle ve cariye

almak isteyince bunlardan iyilik ve kötülüğe

işaret eden özelliklerini bilmeye yarayacak

sağlam bir ölçütün bulunması önemli ve gerekli

olduğundan, bazı büyük insanların,

insanoğlunda bulunan özelliklerin delalet ettiği

hal ve durumları ayrıntılarıyla açıklamak

konusundadır.”

Osmanzade Taib, Ahlak-ı Ahmedi adlı eserinde

şöyle bir olay aktarır:

“Bir gün İmam Şafive İmam Muhamed

Haremişerif’te bir kişi gördü. Şafi, bu adamın

demirci olduğunu; Muhammed de marangoz

olduğunu söylediler. Sonunda adama sordular.

Adam da daha önce demirci olduğunu fakat

şimdi marangozluk yaptığını söyledi. Böylece

her ikisinin da firasetli hükümleri

doğrulanmış oldu.” Yine aynı eserde

şöyle bir rivayette mevcuttur:

“Nuşirevan, firaset ilminden

hareketle şikayet edilen

adamın boyunu posunu

sordu; kısa boylu olduğu

söylenince de tebessüm

edip gereği gibi ferman

etti.”(Osmanzade, Nr. 714)

Eflatun’un çehresini

gördüğü kişinin, kişiliği hakkında

tahminde bulunma olayı kaynakta şu

şekilde geçer: “Bir dağ tepesinde inzivada

bulunduğu sıralarda, buraya çıkan yolun başına

bir nakkaş koyup kendisiyle sohbete gelenlerin

resmini çizdirdiğini ve sohbete layık olup

olmadıkları konusunda fikir elde ettiği

belirtilir.”

Kıyafetname özelliklerini 11.yüzyılda

Kudatgu Bilig’de de görüyoruz. Yusuf Has Hacip

eserinde, gerek hükümdarın gerekse

hükümdarın yanında görev alan insanların,

karşılaştıkları kişilerin nasıl bir kişiliğe, ahlâka

sahip olduklarını dış görünüşlerinden hareketle

bilebilecek bir birikime sahip olmaları

gerektiğini söyler. Ona göre özellikle yönetici

Page 38: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

olarak görev yapan insanlar firaset ilmine sahip

olmalıdır. Yusuf, “Kapıcı-başı”nın görevlerinden

bahsederken onun, çok sadık ve bu hizmeti

canla başla benimseyen, usûl ve erkân bilen,

tabiatı, bütün tavır ve hareketleri mülayim biri

olmasının yanı sıra; kabul zamanı gelince bütün

takımını toplayarak, onların huzura lâyık olup

olmayanlarını gözden geçirmesi gerektiği;

hizmetkârlardan istikbâl vaat edenleri bir bir

hükümdara arz edip, onları yükseltmesi

gerektiği de ifade edilir. Yine Kapıcı-başı, sahip

olduğu engin anlayış ve tedbiriyle hükümdarın

başına kötü bir hadise, bir felâket gelmesini

önlemelidir. İtimat edilmeyecek kimseleri onun

yanından uzaklaştırmalı; şüpheli kimselere karşı

ihtiyat tedbirleri almalıdır.

“Hakan”dan bahsedilirken de onun, “İyi

tabiatlı, asil nesepli (b.108) olduğu, babası gibi

kendisinin de bey olduğu (b.1936) ifade edilir.

Yusuf, günümüzde kalıtım çerçevesinde dile

getirilen görüşlere yakın bir şekilde, ataların iyi

ya da kötü karakterlerinin gelecek nesillere

geçtiğine inanmaktadır ve bunu genel

hükümler olarak şöyle dile getirmektedir:

“Baba bey ise oğul bey doğar, o da babaları

gibi bey olur.”(b.1950) “Soyu iyi ise, insan iyi

olarak doğar ve iyi olduğu için başköşeye

geçer.”(b.1959) “Soyu iyi olan insan iyi olur; bu

iyi insan halk için de iyilik ister.”(b.2438) “Ulu

Hacib”den bahsederken de, “Soyu sopu temiz

ve tabiatı iyi olmalıdır.”(2437) der. Yusuf’a göre

insanın iyilik ya da kötülüğünü, karakterini dış

görünüşünden anlamak mümkündür; çünkü

insanın ahlâkî ve ruhsal durumu dışına

aksetmektedir. “Ulu Hacib”in, “yüzü ve kıyafeti

güzel, saçı sakalı düzgün, erkek sesli ve açık

sözlü olmalıdır.”(b.2458) “Yüzü ve kıyafetinin

güzelliği onu sevdirir; huzura girip çıkarken,

merdâne tavrı iyi tesir yapar.(b.2459) “Saçı

sakalı düzgün erkek haşmetli olur; insan temiz

olursa hareketi de temiz olur.”(b.2560) “Onun

yüzü göze güzel görünmelidir...”(b.2464) “Bu

güzel yüzü görünce insanın yüzü güler; içi açılır

ve canı zevk bulur.

Page 39: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Edebiyatımızdaki mevcut

kıyafetnamelerin genellikle mensur olduğunu

ve yabancı eserlerden tercüme yahut adapte

edilmiş eserler olduğunu söyleyebiliriz.

Bunların içerisinde telif denebilecek en mühim

eser Hamdullah Hamdi’nin Kıyafetnamesi’dir.

Amil Çelebi, Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın

Kıyafetnamesi’ni de telife çok yaklaşan bir eser

olarak zikretmiş olsa da bu eserin Hamdullah

Hamdi’den etkilenilerek yazıldığı Ali Çavuşoğlu

tarafından vurgulanmıştır.

Kıyafetnameler hakkındaki bu kısa

bilgilerin ardından sizler için kıyafetnamelerden

seçtiğimiz beyitleri şöyle sıralayabiliriz:

Başı büyük büzürg himmet olur / Başı büyük olanın himmeti büyük olur

Yassı ise fark-ı ser / Başın üst kısmı yassı ise

Sahibi çekmez keder / Bu kişi üzüntü çekmez

Kameti her kimün ki olsa uzun / kimin boyu uzun olursa

Olur ol sâfî-kâlb ü sâde-derün / kalbi saf ve içi temizdir

Kısa olursa kibr ü kîne olur / Kısa olursa kibirli ve kinli olur

Kim ki vasat boyludur / Orta boylu olanlar

Âkıl u hoş huyludur / Akıllı ve güzel huylu olurlar

Ger küçük olduysa el / Eğer el küçük olursa

Bî-bedel olur güzel / Güzellikte bedelsiz olur

Gözi büyügün ıssı kâhil olur / Gözü büyükler olgun olur

Küçük olsa hafif ü muhmîl olur / Küçük olanlar hafif ve ihmalcidir

Göz karası zekâ alametidir / Gözkarası zekaya işrettir

Çeşmi büyüktür zarîf / Büyük gözlü zarif ve narin olur

Gözleri gök eşkar ak / Gözleri gök, kızıl ve ak olsa

Olsa ol andan ırak / Ondan uzak dur

Kaş odur kim siyâh u ince ola / Siyah ve ince kaşlı olanın

Nâzı vü şîvesi yirince ola / Nazı ve şivesi de yerinde odur

Her ki kaşınun ince olsa ucı / Kaşının ucu ince olanın

Eksik olmaya fitnesi ve güci / İşi gücü fitne çıkarmaktır

Kaşta çok olan kılı /Kaşının kılları çok olanın

Mükesser olur gussalı / Üzüntüleri de çok olur

Page 40: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Page 41: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bursa Nilüfer Belediyesi 2016 senesini,

geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz Yaşar Kemal’e

adadı. Yıl boyunca yazar için etkinlikler yapıldı

ve yapılmaya devam ediliyor. Bu sayede hem

Türk Edebiyatı’nın Yaşar Kemal’e olan vefa

borcu bir nebze de olsa ödenmiş oluyor hem de

Bursa halkı kitap okumaya ve Yaşar Kemal’i

tanımaya teşvik ediliyor.

Mayıs ayı içerisinde Yaşar Kemal adına

düzenlenen iki etkinliğe katıldım. İlki adını

Yaşar Kemal’in kısa romanından alan “Kuşlar

Gitti” etkinliğiydi. Bu kapsamda Yaşar Kemal’in

eserinden hareketle Eskikaraağaç Köyü’ne

giderek bu uğraşıda uzmanlaşmış kişilerle

beraber kuş gözlem etkinliği yaptık. Bu köyde

yaşayan kuşlar hakkında, onların göçleri

hakkında birçok şey dinledik ve öğrendik. Daha

sonra doğa yürüyüşü ve kahvaltımızın ardından

“Kuşlar da Gitti” okumaları yaptık.

“ Kuşlar Da Gitti’’ romanı çok az

sayfaya sığdırılmış doğanın içinden taşan bir

roman. Genel olarak insanların manevi duygu

durumlarının körelmesini; doğaya olan

duyarsızlığı ve meta toplumlarının zamanla

nasıl da çırpınan kuş seslerine kayıtsız kaldığını

anlatıyor diyebilirim. Öyle ki romanda eskiden

Florya düzlüğünde özgürce uçuşan kuşlar

zamanla yükselen binalardan, insanların

doğaya dünyaya ya da toprağa sahip olma

çabasından kendilerine uçacak yer bulamazlar.

İnsanlar yüzyıllar boyunca kendilerine

gereksiz alanlar kurmak için doğanın

boğazına sarıldılar ‘’Kuşlar Da Gitti’’ bunun

bir çığlığı diyebiliriz belki de. Ve tabi ki

insanın olduğu yerde insan bile

barınamazken kuşlar da gider kuşlar da gitti

elbette...

‘’ ‘İnsanlık öldü mü?’ dedim.

‘Yok,’ dedi ‘ölmedi, ölmedi ama, bir şeyler oldu,

başka bir yerlerde sıkıştı kaldı herhalde?’

‘Nerede kaldı acaba?’

Mahmudun yüzü bir sevinç ışığında şakıldı.

İnsanlık belki Mahmudun bu ağız dolusu

gülüşünde, bu yürek dolusu sevincindedir, kim

bilir, belki…

‘Kuşlar da gitti,’ dedi Mahmut.

Sonra hiç konuşmadık. Kuşlar da gitti, kuşlarla

birlikte de… Ne olacak, kuşlar da gitti.’’1

Yaşar Kemal adına düzenlenen bir

başka etkinlik Nilüfer Akkılıç Kütüphanesi’nde

yapıldı. Bu etklinliğin konuşmacıları Erendiz

Atasü, Gürsel Korat ve Faruk Duman’dı. Bu üç

isim bizlerle Yaşar Kemal okuma notlarını ve

1 Yaşar Kemal, Kuşlar Da Gitti, YKY

Yaşar Kemal Etkinlikleri:

Kuşlar Da Gitti

Begüm ÇALIŞKAN

Page 42: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

yazar adına değerli görüşlerini paylaştılar. İlk

konuşmacı Erendiz Atasü idi. Atasü’nün Yaşar

Kemal adına söylediklerini özetleyecek olursak;

“Roman batılı bir türdür ve kökeni

İlyada’ya dayanır. Yaşar Kemal Homeros’a

Tolstoy’dan daha yakındır. Azra Erhat ona

“Homerosoğlu” der .Yaşar Kemal’in eserleri

Şolohov’un eserleriyle kıyaslanabilir çünkü

Tolstoy’da hareket eden bir kitle yoktur. Yaşar

Kemal doğayı işleme inceliği açısından dünya

çapında bir yazardır. O, destan çağının

insanıdır; destan doğuran bir zamanda

yaşamıştır. Eserlerinde çocukluğu önemli yer

tutar. Her ne kadar kendimi anlatmıyorum dese

de elbette her büyük yazar gibi kendini anlatır.

Yaşar Kemal korkuyu erken yaşta öğrenmiştir.

İnsanın temel duygusu da budur. Açgözlülüğün

altında yatan temel duygu korkudur. İnsan bir

şeylere tutunarak hayatta kalabileceğini

düşünür. İnsanı kötü yapan şey korkudur ve

Yaşar Kemal de insanı korkutan zalimlere isyan

edelim demiştir aslında. Öyle ki İnce Memed’te

toprak yağması anlatılır. İnce Memed’in

sonunda büyülü gerçekçilikle de karşılaşırız.

Şiirsel cümleler büyük yer tutar bu eserde.

Garip bir şekilde kitabın sonunda bir neşe

duyulur…’’

Erendiz Atasü’den sonra söz Gürsel

Korat’taydı. Yaşar Kemal izlenimlerini madde

madde ayırmıştı ve şunları söyledi;

“Yaşar Kemal anlatıcı sesi kullanır.

Seslenip de yazılan bir metnin yazıcısıdır, sözel

anlatıcı gibi. Destansı anlatım yazıya

geçmiştir diyebiliriz. O, köy edebiyatıyla

sınırlı kalmamıştır, modern ve modern

öncesi formun

başında doğmuştur. Türkiye modernizmiyle

yaşıt bir adamdır. Yaşar Kemal kitleleleri

anlatmıştır tıpkı Emile Zola gibi o da insanın iç

dünyasını görmez. Yaşar Kemal destanları

moderne aktarmış destanı yazılı kültüre

geçirmiştir. Başkaldırı edebiyatının ilk ismidir

diyebiliriz onun için. O her zaman yoksullara

yakın ve zulme düşman olmuştur. Kendi Robın

Hood’unu yaratmıştır. Yaşar Kemal halk

dilinden yükselip gelmiş bir dil kullanır, okur

onu kolayca anlar. Ben her zaman

edebiyatçıların bir dil yarattığına ve halkın o dili

kullandığına inanırım. Melih Cevdet’in

‘’Döneceğim’’ adında bir şiiri vardır. O şiir sanki

bu sabah yazılmış gibi tazedir. Sanırım bizler

Orhan Veli, Melih Cevdet’in konuştuğu dili

konuşuyoruz…’’

Son konuşmacı Faruk Duman;

“Yaşar Kemal edebiyatı masada

öğrenmiş bir yazar değildir. O hayatın içindedir

ki ona Homerosvari diyoruz. Bazı cümlelerinde

Dede Korkut’u andıran cümleler vardır. Okula

gitmemiş olması ve halkın arasında olması

kendiliğinden gelen bir edebiyatı doğurmuştur.

Onun yazdıkları halk masallarına elbette çok

yakındır ve kaynağı korkudur. Fakat onlara

masal demiyoruz çünkü ortada bir konu ve

karakter seçimi var…”

Şeklinde açıklamalarda bulundu. Son olarak

Nilüfer Belediyesi’ne edebiyata verdikleri

kıymet için teşekkür ediyor,

Bursa’nın bu etkinliklere ilgisiz

kalmamasını temenni

ediyorum.

Page 43: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ZAMAN

Zaman diyorum, hani biraz kalsa yanımda,

Bir kez de benden tarafa işlese günah mı olur?

Kim bilir belki yanlışlık benim olduğum tarafta,

Olamaz mı yani, olur hem de ne olmak…

Çok yoruldum, hem biraz soluklansam suç mu?

Belki bir masal da anlatır bana,

Ağaçların koluna salıncak kurmasa da olur.

Çocukluğumun o deliksiz uykularına dalarım yeniden

Aman uyandırmasın kimse ha, tek ses istemem!

Belki saatlerce denize de bakarım uzun uzun yeniden,

Fazla mı şey istedim şimdiden?

Hele bir soluklansın;

Yalan değil ya hiç bizden taraf değildi zaman,

Kucak dolusu yorgunluklar birikti omuzlarımda.

Hep de kötü şeyler olmadı elbet;

Papatyalar açtı mesela, bir de şiirler düştü mısralara,

Çay da öyle bir demini aldı ki dost meclislerinde sorma,

Hem de şu zamana karşı sabırla!

Üstelik güneş her geceye inat yeniden doğmakta…

PINAR ÇAYLAK

Page 44: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

1265 yılının Mayıs ayında mı yoksa

Haziran ayında mı doğduğu tam olarak

bilinmeyen ve asıl adı Duranta olan, bir

rivayete göre babası bu adı verdi diye adını

değiştiren yazar Dante, İtalya’nın ileri gelen

ailelerinden birine mensuptu. Ancak daha

sonra hayat şartları onu, bu aristokrasinin en

alt sınıfına kadar düşürecekti. Babası II.

Alighiero’nun mesleği hakkında kesin bir bilgi

yoktur, ancak devlet için çalıştığı ve Guelfo

partisine mensup olduğu kesindir. O zamanlar

Ghibellino Partisi hükümetteydi. Hükümetse

muhalifleri Floransa’dan sürüyordu. Bu

durumda II. Alighiero’nun da sürülmesi

gerekirken ailesiyle birlikte Floransa’da

yaşamaya devam etmiştir.

Dante, annesini çok küçük yaşta kaybeder.

Annesinin ölümünün ardından babasıyla baş

başa kalır ve babası ikinciye evlenince zaten

sevmediği babasından iyice soğur. Babasının

ona üvey anne getirmesi, annesinin

yokluğunda oğluna karşı kötü tavırları, silik

karakteri ve muhalif olmasına rağmen

Floransa’dan sürgün yememesindeki soru

işaretinden kaynaklanan kötü ünü, Dante’nin

babasını sevmemesindeki sebeplerdendir.

Dante’nin babasına olan nefreti, onun

eserlerine de yansır. Babasından hiç

bahsetmezken, var olan baba karakterlerini

kötü babalar olarak yazar. Zaten sevmediği

babası, Dante 18 yaşındayken ölür. Babası

öldü diye neredeyse sevinecekken, onun

ardında kalan üvey anne ve üvey

kardeşlerinden dolayı daha da öfkelenir

babasına. Dante’nin bu halinin Oidipus

Kompleksi’yle bir alakası var mı diye de -bu

baba-oğul ilişkisi düşünüldüğünde- rahatlıkla

sorulabilir.

Dante, ilk eğitimini bir çeşit papaz okulunda

alır. Ancak bu eğitimin ardından herhangi bir

okula gidemediği ya da gitmediği ki aristokrat

bir aileden geldiği düşünülürse gidemediği

değil de gitmediği demek daha doğru olacaktır,

eğitimini dışarıda tamamlamıştır. Herhangi bir

okul kaydı bulunmamakla beraber büyük bir

okuma ve araştırma ateşiyle yanan Dante,

kendini geliştirmek için elinden geleni yapar.

İtalyanca, Latince ve Yunanca eserleri okur.

İlahi DANTE Tuğçe ERKOL

Dante, Bea’yı hayatı boyunca

sadece iki defa görmüştür. İlk

görüşteki aşkın ardından Dante,

onu bir daha 18 yaşında

görecektir. Dante’nin bu tek

taraflı aşkı, edebiyat tarihine

damga vurmuştur. Bu aşk sadece

Dante’ye değil, tüm sanat

dünyasına ilham verir.

Page 45: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İçinde geçmişi barındıran Yunanca eserleri

okuyarak bir yerde Rönesans’ın tetikleyicisi

olmuştur.

Dante, annesini çok küçük yaşta

kaybettiğinden hayatında bir kadın isteği de

öncelikle anne hasretinden çıkmıştır. Üstelik,

babasının ikinci eşinden de pek haz etmiyordu.

Hayatındaki bu şefkat eksikliğini daha çocuk

yaşlarında, 9 yaşında, kendisinden bir yaş

küçük bir kıza aşık olarak tamamlamaya

çalışır. Beatrice Portinari... Floransalı bir

şövalyenin kızıdır, Bea. Dante’nin ailesiyle

beraber yaşadığı evin yakınlarında yaşar. Bu

yüzden şaşılacaktır ki, Dante, Bea’yı hayatı

boyunca sadece iki defa görmüştür. Üstelik ilk

görüşmelerinde Bea’ya aşık olmuştur. Ve bu ilk

görüşteki aşkın ardından Dante, onu bir daha

18 yaşında görecektir. Dante’nin bu tek taraflı

aşkı, edebiyat tarihine damga vurmuştur. Öyle

ki bu aşk sadece Dante’ye değil, tüm sanat

dünyasına ilham verir.

Dante, Komedya’yı, Bea’ya olan aşkından

yazar. Komedya’nın sonunda kavuştuğu

sevgilisini, olunabilecek en üst seviyeye

yerleştirir. Maddi aşkı, manevi bir hale getirir.

Hatta, Bea’nın ona Cennet’te sunacağı bir

kadeh şarabı içebilmek için eserde kendisini

bile öldürmüştür. Bu aşk hiçbir şekilde iki

tarafın da bildiği bir aşk değildir. Dante, Bea’ya

söyleyemez. Bu yüzden olacaktır ki, Bea,

1288’de babası gibi bir şövalyeye evlenir.

Bea’nın evliliğinden çok mutsuz olduğu, öyle ki

bu mutsuzluğa daha fazla dayanamayıp 2 yılda

hastalanarak öldüğü bile söylenir. Evet, Bea

evlendikten iki sene sonra ölmüştür, ama

ölümünün nedeni sadece hastalık olarak

belirtilmiştir.

Dante’yi Dante yapan Bea olmuştur. Onu

silkeleyip kendine getiren şey de Bea’nın

ölümü olmuştur. Çünkü deyim yerindeyse

Bea’nın ölümünün ardından manevi bir boşluğa

düşmüştür ve bu manevi boşluğu doldurmak

için önce politikayla ilgilenmeye başlamıştır,

politikadan sonra da şah eserini yazmaya

başlamıştır.

Komedya’nın dışında daha birçok eseri

olmasına rağmen Dante deyince akla ilk gelen

eseri Komedya’dır ki bunun nedeni aşktır. Ah,

aşk, insana her şeyi yaptırıyorsun! Dante,

Bea’yı yaşatmak ve onunla mutlu olduğu bir

yaşamın artık bu dünyada olamayacağının

farkındaydı. Bu yüzden de Bea’yla

yaşayabileceği bir öbür dünya tasarladı. Bunu

da Komedya’da okurlarına sundu.

İlk aşk deneyimini 9 yaşında yaşayan Dante,

evlilik yolundaki ilk adımını Bea’yla atmayı

planlarken ailesinin zoruyla 12 yaşında atmıştı.

Gemma de Manetto Donatti’yle nişanlanmıştır.

Bu nişanda gene iki ailenin aynı sosyal

statüden olup, birbirlerine denk olma durumları

esas alınmıştı. Bu nişandan önce ve sonra sık

sık görüşen zoraki çiftin arasında en ufak bir

sevgi tohumu filizlenmemiş, aksine Dante’nin

Bea’ya olan aşkı gün geçtikçe kuvvetlenmişti.

Bea’nın ölüm haberini aldıktan sonra beş yıl

boyunca derin bir üzüntü içinde yaşamış ve

evliliğin maneviyatının onu iyileştireceğine

inandığı için de nişanlısıyla evlenmişti. Dante,

tıpkı babası ve büyükbabasına yaptığı gibi

Gemma’yı hiç sevmedi, ama evliliğin

kutsallığından dolayı saygı duyarken ondan

eserlerinde hiç bahsetmedi. Bea’dan ise her

fırsatta bahsetti ve onu sevmekten asla

vazgeçmedi.

Dante dönemin siyasi ortamı içerisinde önce

çocukken babasından dolayı bulunmuş, daha

sonra da kendisi aktif siyaset hayatına girmişti.

Karısının ailesinin başı çektiği Siyahlar’ın

karşısında, Beyazlar’ın yanında olup reformist

düşünceyi savunmuştu. Beyazlar’la Siyahlar

arasındaki çatışma oldukça uzun bir süre

devam etmişti, ancak bu çatışmayı kazanacak

Dante, Bea’yla mutlu

olduğu bir yaşamın artık

bu dünyada

olamayacağının

farkındaydı. Bu yüzden

de Bea’yla yaşayabileceği

bir öbür dünya

tasarladı. Bunu da

Komedya’da okurlarına

sundu.

Page 46: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

kişi tabi ki papa destekli olan, reformist

düşünceye kapalı Siyahlar olacaktı.

Dante, dönemin Papa'sı VIII. Bonifatius’u, hiç

sevmezmiş. Bu siyasi çatışmanın haricinde de

babasıyla yakın ilişkileri olması onun bu

durumunun bir nedeni olabilir. Siyahlar,

Floransa’da hükmetmeye başlayınca Beyazlar,

cezaya çarptırıldı: İdam ve sürgün! Ama babası

bundan etkilenmemişti. Dante ise babası kadar

şanslı olamadı. Önce Floransa’dan sürgün

edildi. Ardından da Papa VIII. Bonifatius’un

özel emriyle bir de Dante için idam kararı

çıkarıldı: Görüldüğü yerde infazı

gerçekleştirilecektir!

Dante, adına çıkan ölüm kararından habersiz

bir şekilde Floransa’yı terk etti. Daha sonradan

bu ölüm haberini de alınca sürekli yer

değiştirerek yaşamaya devam etti. Çok sevdiği

Floransa’dan ayrılan Hayata karşı güveni iyice

azalan Dante kendi yalnızlığını dostlarıyla

doldurmak için eseri üzerine çalışmaya başlar:

Komedya!

Floransa’dan ayrıldıktan sonra Verona’ya

geldiği bilinen Dante’nin daha sonra ne yaptığı

bilinmez. Ancak bir daha karısını görmediği,

kendini araştırmalara ve yazmaya verdiği

bilinir. Dante, 1321’de henüz 56 yaşındayken

sıtma hastalığından dolayı öldüğünde

Ravenna’da olduğuna göre Verona’dan sonra

Ravenna’ya gittiğini söyleyebiliriz. Dante’nin

bedeni artık toprak olsa da gittiği yerde Bea’yla

umarım kavuşmuşlardır.

Dante'nin eserleri için yapılan en temel

sınıflandırma eserlerin dillerine göre olandır.

Latince Eserler ve İtalyanca Eserler olmak

üzere iki ana gruba ayrılır. En meşhur iki eseri

Yeni Hayat ve Komedya ise dönemin halk dili

olarak görülen Toscana İtalyancası ile

yazılmıştır.

Komedya'da Dante baş karakter olarak

kendisini çizer ve ölümden sonrası için

yapılabilecek bir yolculuğu anlatmaya başlar.

Yaptığı bu seyahat üç ana duraktan oluşur.

Eser de bununla doğru orantılı olarak üç ana

bölümden oluşur: Cehennem, Araf ve Cennet.

Eserin asıl ismi Komedya'dır. Ancak

Hristiyanlık'ın temel ögeleriyle fazla iç içe olan

bu eseri deyim yerindeyse Hristiyanlık'a mal

etmek ve biraz daha kutsal bir hale getirmek

için Boccacio tarafından Komedya adının

başına bir İlahi kelimesi eklenir. Eser, içerik

açısından incelendiği zaman zaten yeterince

kutsal bir içeriğe sahiptir. Yazılırken İncil'i

kendisine kaynak olarak almıştır Dante.

Bununla da yetinmeyip Kur'an-ı Kerim'den de

yararlandığı söylenir.

Komedya'nın en temel özelliklerinden birisi

sembolik olmasıdır. Eser boyunca gözümüze

çarpan her şey aslında kendisinin de içinde

bulunduğu siyasi dönemin bir alegorisi ve

çarpık bir eleştirisidir. Yani eserde bol miktarda

Guelfolar ve Ghibellinolar'a rastlanır.

Ayrıca Komedya yazıldığı dil açısından da

İtalya'nın kendi ulusal kimliği açısından önem

taşır. Eserler o dönemde kilisenin elinde olan

Latinceyle yazılıyordu ve halkın büyük bir kısmı

da bu eserleri okuyamıyordu. Dante, bu ikiliği

ortadan kaldırmak adına bir adım atmıştır ve

eserini halk dili olan Toscana İtalyancasıyla

yazmıştır. Böylece lehçenin halk dilinden,

edebiyat diline doğru da geçişi için bir adım

atılmış olur.

Komedya boyunca 3 rakamı gözler önüne

çarpar. Dante, dinine düşkün ve dinini iyi bilen

biriydi. O yüzdendir ki özellikle Rodolfo

Benini'ye göre bu 3 rakamının bol miktarda

kullanılması tamamen bilinçlidir. Kantoların 33

kıta olması Hz. İsa'nın öldüğü zamanki yaşını,

Kantoları oluşturan her bölümün 3 mısra

olması Teslis'i, eserin 3 bölüm olması gibi

örnekler çoğaltılabilir.

Dante bir daha vatanına

dönemeyecekti. Savunduğu

ideoloji çökmüştü. Adına bir

ölüm kararı çıkmıştı, tek

aşkı Bea, kavuşamadan

ölmüştü ve sevmediği bir

karısı vardı.

Page 47: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Eser boyunca kutsal hedefe ulaşmak için

ilerler Dante ve sonuçta kutsal hedefe

varacaktır. Onun bu seyahatinde son aşamaya

kadar yanında bir şair vardır. O şair Dante'nin

etkilendiği ve saygı duyduğu Vergillus'dan

başkası değildir. Vergillus, Agustus döneminde

yaşamış İtalyan bir şair, Aeneis adlı destanıyla

tanınır. Zaten Dante'nin yol boyunca

karşılaştığı mitolojik kahramanların çoğu da

Vergillus'un kaleminden çıkanlardır.

Dante, yolculuğun sonuna gelindiğinde artık

yanındaki rehberini geride bırakır ve kutsal

sebebine ulaşır. Onu Cennet'te Yeni Hayat'ta

da geçen Beatrice Portanari karşılayacaktır.

Nihayet Bea'ya kavuşan Dante onun sunduğu

bir kadeh şarabı içecektir önce ve ardından da

onun kolunda göğe yükselerek kutsal ışığın

kaynağına ulaşacaktır.

Her zaman geçerli olan bir şeydir ki bir eserin

sevenleri olduğu gibi sevmeyenleri de bir o

kadar vardır. Komedya dendiği zaman Batı'daki

insanlar hazır ola geçerler deyim yerindeyse.

Doğu kültüründe ise insanlar bununla ilgili iki

görüşe ayrılırlar. Bir görüş, Dante'nin Cennet'e

doğru yaptığı yolculukta, yedi ölümcül günah

için hazırladığı yedi katmanın en derininde Hz.

Muhammed'le karşılaşmasından dolayı eseri

yerin dibine sokar. Bu görüşte olanlar bir de

Dante'nin bunu yapma sebebi olarak

Hristiyanlık gibi bir din varken Hz.

Muhammed'in İslamiyet diniyle ortaya çıkıp en

büyük günahı işlediğini söylerler. Diğer görüş

ise tıpkı Dante'de olduğu gibi Cennet'e gitmek

için Hz. Muhammed'in de o yoldan gittiğini,

Cennet'e gidişiyle ilgili bir bilgi verilmediğini

savunur. Hatta bunu söyleyenler, Hz.

Muhammed'in Miraç'a yükselmesinden

etkilenerek Bea'yla beraber kutsal ışığın

kaynağına ulaştığını da söylerler.

Dante bu eseriyle kimi çevreceler alkışlandı

kimi çevrelerce de yuhlandı. Ama şu da bir

gerçektir ki Dante'nin bu eseri yuhlanmaktan

çok alkışlanmış, sadece kendi dönemine değil,

kendi döneminden sonraki dönemlerde kaynak

olmuştur. Özellikle heykel ve resim sanatında

Dante'nin bu eseri defalarca konu olmuştur.

Botticelli'nin tablolarında, Dore'nin

oymalarında, Mechellino'nun yağlı boya

çalışmalarında, Michelengelo'da, Rodin'in

meşhur Düşünen Adam Heykeli'nde, Dan

Brown'un Cehennem adlı son romanında ve

Cahit Sıtkı'nın dizelerinde...

"Yaş otuz beş yolun yarısı eder.

Dante gibi ortasındayız ömrün."

Dante'nin öldüğünde 56 yaşında olduğu

düşünülürse ömrünün yarısının 35 olmadığı

bariz şekilde ortaya çıkar. Ancak bunun için

Dante'nin, Komedya'yı yazdığı yaşının onun

hayatının yarısı olduğunu savunanlar olduğu

için bu yolun yarısı 35 olarak düşünülmüştür.

İtalya'nın yetiştirdiği en büyük şair olan Dante,

Shakespeare'le birlikte Batı Avrupa

Edebiyatı'nın en büyük dehalarından biri

olmuştur. Ortaçağ'da her şeyi tekelinde

bulunduran Roma Katolik Kilisesi'ne rağmen,

zorla Latinceyi benimsemek yerine halk diliyle

yazmıştır. Onun bu halk diliyle yazma çabası

İtalyancanın öneminin artması, İtalya'nın milli

bir hareket yaşamasıyla sınırlı kalmayıp

insanların Ortaçağ kilisesinden kurtulması için

de bir adım olmuştur.

Page 48: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

AYNI DEĞİL

Bu ara ekmeğin tadı da değişti

Sahi ortancalar da eskisi gibi değil

Hep denk geldiğim köşedeki çocuklar

Bu ara onlar bile aynı değil.

Musluk suları güzeldi eskiden

Şimdi, tükürük bohçası gibi

Güzeldi önceden İstanbul'un semtleri

Şimdi, o bile aynı değil.

Sema Keser

Page 49: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Xəbər Al

Sorursan ömrümdən nələrim gedib,

Nələrim olub ki, nələrim gedə.

Mənim bu taleyim qara yazılmış,

Çətin ki, zülmətim işığa dönə.

Mən kədər şairi, qəm şairiyəm,

Dərdləri özümə həmdərd bilmişəm.

Nə zaman sevinib, gülümsəsəmdə,

Mən dərd yaşamışam, dərd düşünmüşəm.

Soruşma dərdimi, soruşma dostum,

Sən bu dərdlərimi bilən deyilsən.

Mənim dərdlərimdə səadətimdir,

Sən bu səadətdən gülən deyilsən.

Heç kəsə, heç zaman arzulamaram,

Heç kəsin sevinci dərddən olmasın.

Bu dərdin sevinci ağırdır ancaq,

Olan mənə olsun, sizdən olmasın.

Mən sizə danışdım mən kiməm, nəyəm,

Mənim kimliyimi məndən xəbər al.

Mən bu yer üzündə bir divanəyəm,

Nələr çəkdiyimi qəmdən xəbər al.

Habil YASHAR

Bakü, Azerbaycan

Page 50: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BİR YASLA KOCAYANLAR

Hırkasını sırtına giydi ve oğlunun odasına

gitti. Kapıyı tıklattı. İçeriden usulca bir ses ‘’Gir’’

dedi. Salih Bey odaya girdi. Ali, pencerenin

önündeki koltukta oturmuş, kederli bir şekilde

dışarı bakıyordu. Salih Bey sakin bir sesle:

- Geç oldu oğlum hadi artık uyu! Yaşadığın

şey kolay değil anlıyorum. Ne desem seni teselli

etmeye yetmeyecek ama bizim hatrımız için artık

kendini bu kadar hırpalama’’ dedi.

Ardından bir cevap bekledi ancak odada

sessizlik hâkimdi. Salih Bey, daha fazla uzatıp

oğlunun canını sıkmak istemedi ve odasına dönüp

yattı.

Ali de duvarların soğuk ellerini boynunda

hisseder hissetmez ceketini alıp tekrar evden çıktı.

Saat altıydı. İş saatine daha iki saat vardı. Dün

akşam çok fazla alkol aldığı için hâlâ ayılmakta

güçlük çekiyordu. Küfrediyordu, isyan ediyordu. Bir

yıl evvel ölen nişanlısını onu bırakıp gitmekle

suçluyordu. Her şeye, herkese karşı inancını

yitirmeye başlamıştı. Yaşadığı acı gerçekten

büyüktü ama hiçbir acı karşısında küçüleceğimiz

kadar büyük olamazdı. Kendi ölümümüz hariç...

Ağır adımlarla sokakta yürümeye başladı.

Dünyadaki tek dertli insanın kendisi olduğunu

düşünerek, etrafındaki herkesin güllük gülistanlık

yaşadığını zannederek, şikâyet ve nefret dolu

gözyaşları dökerek ve yaşadıklarını bir türlü

kabullenemeyerek iki saat boyunca yürüdü.

İşe geldiğinde bitkin bir haldeydi. Banka

memurları birer ikişer gelmeye başlamışlardı.

Rozetini taktı, silahını beline koydu ve girişteki

yerini aldı. Girişte bir rakı kokusu hâkimdi ve öğleye

kadar devam etti. İşte yine aynı ihtiyar kapıda

gözüktü. İhtiyar bu bankanın müdavimiydi. Her

haftanın ilk günü öğle vakitlerinde gelir, kiraladığı

kasadaki emaneti -ki o emanet banka çalışanlarının

hakkında büyük efsaneler uydurduğu bir sırdır-

ziyaret eder ve giderdi. Ali ise senelerdir devam

eden bu ziyaretlerin farkına varalı çok olmamıştı.

Bu durum onun pek ilgisini çekmiyordu. O dertliydi

çünkü. (!) Ta ki ihtiyarı kasa odasından yürümekte

bile güçlük çekerek ve gözlerinden sağanak

sağanak yaşlar dökülerek çıktığını görene kadar...

Uzun zamandır gördüğü bu ihtiyarı ilk defa

kendisine bu kadar yakın hissetmişti, sebebini

bilmiyordu ama onu o halde görünce bir an kendi

dertlerinden soyunmuştu. Bu kıyafetin insanların

üzerinde ne kadar çirkin durduğunu uzun bir zaman

sonra ilk kez görebilmişti. İhtiyarı bir sandalyeye

oturttu, ellerine kolonya döktü, kendisine gelene

kadar başında durdu ve iyi olduğunda kapıya kadar

eşlik etti. İhtiyarın senelerdir gelip gittiği bankada

konuştuğu tek kişi olmayı başarmıştı. İhtiyar, Ali’ye

ismini lutf etti. Yardımı için teşekkür etti. Bu büyük

bir şeydi çünkü yıllardır bu bankada ihtiyarın sesini

dahi duyan yoktu. Dertlerinin yerini bu günden

itibaren biraz olsun merak almıştı. Bu Muhsin Amca

kimin nesiydi? Niçin her Pazartesi buraya

geliyordu? O kasada ne vardı? Bu gibi birçok soru

akın etmişti zihnine. Haftaya geldiğinde bu Muhsin

Amcanın sırrını öğrenmeliydi. Nasıl olsa onunla

Hikaye Serhan DEMİR

Page 51: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

konuşmuştu. Belki biraz daha yakınlaşsa, zorlasa

öğrenebilirdi. Acaba o kasanın içinde ne olabilirdi?

Günler geçti ve Pazartesi gelip çattı. Ali bir

haftadır fazla alkol almıyordu, işe pek geç

kalmıyordu. Zihnini meşgul edecek bir şey

bulmuştu nihayet ve biraz olsun dertlerini

unutmuştu. O gün işe tam vaktinde gitti. Girişte

rakı kokusu yoktu. Öğlen ise gelmek bilmiyordu.

Nihayet ihtiyar yine kapıda gözüktü yaşının

beraberinde getirdiği rahatsızlıklar sırtına binmiş

belini bükmüştü, geçen haftadan daha zor

yürüyordu, gözlerinde taşmayı bekleyen okyanuslar

vardı ama dudaklarındaki tebessüm denen o adayı

asla yutamazdı. Muhsin Amca bir haftada çok fazla

çökmüştü ama yine de buraya gelmeyi ihmal

etmemişti. Ali’ye başıyla selam verdi ve yürümeye

devam etti. Ali tam ardından gidecekti ki müdürü

çağırdı ve ‘Çıkışta konuşurum.’ diyerek müdürünün

yanına gitti. Müdürünün verdiği görevleri yapmış

tekrar girişteki yerini almıştı ancak ihtiyar bir saat

olmasına rağmen kasa odasından çıkmamıştı. Ali

biraz daha bekledi ancak yarım saat daha

geçmesine rağmen hâlâ yoktu. Gittikçe

endişelenmeye başladı ve yetkisi olmamasına

rağmen telaşla kasa odasının kapısını açtı ve içeri

girdi. İhtiyarın başı kasa odasının ortasındaki

masaya düşmüş, gözleri sımsıkı kapanmış ve son

anlarında gözlerinden süzülüp masada biriken

yaşları daha kurumamış, her şeye inat yüzünden

hiç eksik etmediği o tatlı tebessüm tazeliğini

kaybetmemiş, bir eli sandalyenin kenarından aşağı

düşmüş, diğer eli bir çerçeveyi sıkıca kavramıştı.

Çerçevede siyah-beyaz bir resim vardı. Resimde

üzerinde gelinliği olan güzel genç bir kız ve

damatlığıyla yakışıklı, fidan gibi bir delikanlı Muhsin

Amca vardı. Ali, gördüklerinin karşısında donup

kaldı.

Bir gün sonra Muhsin Amca defnedildi.

Cenazesinde huzurevindeki arkadaşlarından ve kız

kardeşinden başka kimse yoktu. Herkes dağıldıktan

sonra Ali, Muhsin Amcanın kız kardeşinden Muhsin

Amcanın neden o resmi kasada sakladığını, o

resimdeki kadına ne olduğunu, Muhsin Amcanın

neden kimsesiz meczup bir halde yaşadığını sordu

ve Zeynep Hanım anlatmaya başladı:

Muhsin 1962 yılında resimde gördüğün o

güzel kızla, yani Kadiriye Hanım ile evlendi. Kadiriye

Hanım sara hastasıydı. Düğünün ertesi günü hava

kararmaya başlayınca evdeki kandilleri yakmaya

başlamış, tam o sırada da sara nöbetine tutulmuş,

kriz sırasında elindeki kandil yere düşmüş ve alev

almış. Muhsin de iş çıkışı düğün günü çektirmiş

oldukları o resmi fotoğrafçıdan almış eve

dönüyormuş, mahalleye girdiğinde evinin etrafında

bir kalabalığın toplanmış olduğunu görüp telaşla

koşmuş, kalabalığı yarmış ancak her şey için çok

geçmiş… Ne Kadiriye Hanım’dan ne de birlikte

kurdukları o sıcacık yuvadan geriye bir şey kalmış.

Muhsin beyin güzel hanımından, evliliğinden,

mutluğundan kalan tek hatıra eve gelene kadar

özenle taşıdığı ve eşine göstermek için

sabırsızlandığı o evlilik fotoğraflarıymış. Muhsin

Bey resmin başına bir şey gelmesin diye yıllarca

onu o kasada tutmuş ve her pazartesi yani Kadiriye

Hanım’ın öldüğü gün onu görmeye gitmiş.

Ali duydukları karşısında gözyaşlarını

tutamamıştı. Hanımefendiye teşekkür etti ve

müsaade istedi. Yürümeye başladı. Artık bambaşka

biriydi. Muhsin Amcanın hayatı ona fazlasıyla tesir

etmişti ve kendi geçmişi ve geleceğiyle benzerlikler

taşıyordu. ‘’Zavallı Muhsin Amca’’ dedi, “Bir

yastıkta kocamayı hayal ederken bir yasla

kocamış”, benim gibi...

Page 52: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

PERDE GAZELLERİ / İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ

KÜLTÜR YAYINLARI

Bursa’da okumanın, yaşamanın yazısız kuralları vardır. Bunlardan biri, Bursa’da

doğan ve Türk Tiyatrosu’nun temel taşı sayılan Gölge Oyunu’nu nam-ı diğer

Karagöz ve Hacivat’ı tanımak. Karagöz ve Hacivat oyunun muhavere bölümü de

denilen giriş kısmında karşılıklı atışırlar ve Hacivat, perdeye gelerek, bu oyuna

özel olarak yazılmış şiirleri okur. Buna “Perde Gazeli” adi verilir. Ünver Oral' in

hazırladığı bu kitap da söz konusu perde gazellerini ele alıyor. Sadece perde

gazellerini değil, aynı zamanda gölge oyununun tarihçesini ve tasavvufla ilişkisini

de konu ediniyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları serisi içinde

çıkan bu kitap, bir kültürün tanıtılmasına hizmet ediyor.

Jean Christophe GRANGE / LEYLEKLERİN UÇUŞU

Leyleklerin Uçuşu, gerilim ve polisiyenin son dönemlerde isminden söz ettiren

yazarı Grange’ın ilk kitabı. Hayal gücü ve kusursuz kurgunun birleşimi Fransa’da

850.000 adet sattı ve ardından sekiz bölümlük bir TV dizi olarak izleyici karşısına

geçti. Nefes nefese okuyacağınız bu kitapta, leyleklerin göç yollarını araştırmaya

yardım etmek üzere, yanında işe başlayacağı profesörün öldürülmesiyle leylekleri

bırakıp, cinayeti araştırmaya başlayan Louise’ın hikayesi anlatılıyor. Grange’ ın

kalemiyle tanışmak için doğru kitap!

MURAT MERİÇ / 100 ŞARKIDA MEMLEKET TARİHİ

Tarih okullarda hep sıkıcı şekilde anlatıldı. Savaşlar , seferler , fetihler döngüsünde

sayılar ezberletildi bize. Ama memleket tarihinden bihaber kaldık. Müzik yazılarıyla

tanıdığımız Murat Meriç tarihe farklı pencereden bakıyor. Memleket tarihini

şarkılarla anlatıyor. 100 şarkı ile tarihi sınırlıyor. Kitabı İstiklal Marşı ile açıyor. Her

şarkının hikayesini ve ilişkilendirildiği olaylı anlatıyor. Ajda Pekkan’ın Petrol’ü ,

Duman’ın Eyvallah’ ı , aşk şarkıları içine gerçekleri koyan Fabrika Kızı ve daha

niceleri. Memleket tarihi gözünüzün önünden film şeridi gibi geçerken her yaştan

okuyucuya hitap edecek bir kitap.

ARKA KAPAK Işık Selin Orhuntaş

Page 53: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

STEFAN ZWEIG / SABIRSIZ YÜREK

Sabırsız Yürek, 17 yaşındayken okuduğum ve hâlâ daha "en çok etkilendiğim

yabancı kitap" listemin ilk sırasını muhafaza eden en kısa zamanda tekrar okumayı

istediğim bir dünya klasiği. Zweig'in tek romanı olan Sabırsız Yürek’in aslında olay

örgüsü alışık olmadığımız bir tarz değil. Hatta biraz biraz Servet-i funun, Halid Ziya

tarzı. Zengin bir baba, zavallı hasta kızı, kızın aşık olduğu karizmatik ama serseri

ruhlu asker ve acı son... Stefan Zweig'in kendi sonu gibi. Romanı özel yapan

Zweig'in senaryo dışındaki kalemi. Karakterlerin uyumu, iç muhasebeleri ve

tasvirlerin etkisiyle eser ruhunuzda derin bir etki bırakıyor. Ve bir kez daha idrak

ediyoruz ki "vicdan hatırladıkça hiçbir suç unutulmaz."

Kitaptan: "Yalnızca yardımcı olmak, bambaşka birine faydam dokunması fikri bile

içimde bambaşka bir sevinç uyandırıyordu. Kişi ancak başkaları için de bir değeri

olduğunu anladığında varlığının anlamını ve önemini kavrayabiliyordu"

NECİP FAZIL KISAKÜREK / O VE BEN

Necip Fazıl'ı "kaldırımlar şairi" olarak biliriz, "reis bey" olarak biliriz, "Sakarya"

olarak biliriz. Peki ya bu satırların ardındaki çocuk Necip, delikanlı Necip,

"değişen" Necip?

"O ve Ben" Necip Fazıl Kısakürek'in az sayıdaki nesir eserlerinden biri.

Anıları. Çocukluğundan başlayan, yetişkinliğine uzanan, O'nu tanımasıyla "tam

otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum" mısralarını yazdıran, değişen hayatı. Bu

kitapta üstad Necip Fazıl Kısakürek'i değil, Necip'i okuyorsunuz. Acısıyla,

sevinciyle, vicdan azaplarıyla kimi zamansa övünmelerle dolu Necip'i...

Kitaptan: "Bir daire, bir çizgi, bir nokta, bir hareket, bir fiil, bir mefhum, zaman,

mekan, ölüm, hayat etrafında, kuyruğundaki makaranın arkasından dönen, bir

kedi yavrusu gibi kıvranıp duruyorum. Bir iğneli fıçı ki bu, üstünden hayal uçsa

kanatları kana boyanır…"

ARKA KAPAK Ayşe Bengisu Akdağ

Page 54: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Evin yerine geçebilecek, ikâme edilebilecek

başka mekânlar veya varlıklı yollar var mıdır? Evsizlik

giderilmesi gereken, âciliyeti gelecekle ilgili bir

derttir çünkü. Aramanın devamı olsun isteriz.

İkâme sözcüğü tuhaf kaçabilir. Sonuçta birebir

karşılaması elbette olanaksızdır. Evimizin

olmamasının sonucu olarak yaşayabileceğimiz

olumsuzlukları telâfi edebilecek, yaşama bağlanma

isteğimize kapı açabilecek başka tutamaklar diyelim.

Bu tutamaklar ummadığımız kapılarda olabilir ve

gönlümüzün hüzünlerini otarıcı ufuklara açabilirler.

Ayrıca çağrısında olduğumuz o evin sedalarımıza

akislerle cevap vermeyeceği ne malum? Bu sorunun

cevabının olumsuz olması durumunda neler

olabileceğini, olduğunu bir düşünün. “Düşüncesi bile

korkutucu” denir ya, işte öyle olmalı.

Aksinde ise, düşüncelerimiz bütün

yönleriyle eksiksiz nesnel çıkarımlarda bulunamasa

da, sadece muştudan ibaret yol işaretleri bile

uzuvlarımızın gevşemesini bize hissettirebilir. Bu bile

tek başına, farklı bir iklime geçebileceğimizin işareti

olmalıdır. O yollar ile buluşamamak, karşılaşamamak

gibi bir talihsizlik savı, varlığın içerdiği canlılığa

bühtan değil midir? Doğrusu; evin yeri

doldurulamasa da, bahsi geçen eksikliklerimizin,

tercihlerimizle ve uygun gelişmeler olması koşulu ile

kısmen veya tamamen giderilebileceği zannı bende

gâliptir. En azından hayat sarmalını çözebilecek,

yaşanabilir kılacak kadar.

Adâlet beklentisi bu sanıya tutunmama

sebep olan birincil etkendir. Varlıklarda ve varlıklar

arasında cereyan eden olayların bünyesinde taşıdığı

ve biteviye yansıttığı hayat ve canlılık kubbesi

altındaki anlam bürüntüsü, sanat, bilgi, güç ve

düzenin boyutları ve aşkınlığı, her birinin diğerlerini

kendi içinde olgunlukla taşıması, birbirilerini

tamamlayıcı bir bütüncüllük örüntüsü, perdelerimize

akseden her görüntünün eksiksizliği, mükemmelliği

diğerleri gibi yani, anlam, sanat, bilgi, güç ve nizam

gibi adaleti de varlık yapısının vazgeçilmez bir parçası

kılıyor. Herhangi bir unsur diğerinin tamamlayıcısı

adeta. Eskilerin deyimi ile mütemmim cüz’ü. Biri

diğeri olmadan olamaz.

Ev Üzerine Düşünceler – III Muhammed Kırvar

Page 55: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bu durağan olmayan, sürekli doğuş ve

tazelenme hâlindeki, mütemâdi sahne değişmeleri

yaşayan varlık senfonisi, hem sahne aktörü hem de

seyirci konumunda olan bizlere zihnen ve manen

apışıp kalmaktan başka bir şık bırakmıyor ki. Rakip

olmanın kısa süren itkisi ile başka şıklara gidip-gelsek

de, nihayette eksiklikler arayan benliğimizin

samimiyetle buluşması halinde, rakip olmanın

sadece bir yansımadan ibaret olduğunu anlaması ile

tenkit oklarının bize yönelmesi bu inadî arayışın son

sahnesi olacaktır. Zaten, varlık, yapı gibi kelimelerin

bîzâtihî kendileri ipucu olmuyor mu?

Madem siz ve yeriniz sizin dışınızda

belirlenmiştir, eksikliklerinizi tamamlama imkânının

olması, görünen tablonun anlam bütünlüğünün

sağlanması bakımından zorunluluk değil midir?

Aksi halde kendi konumumuz hakkında hiçbir fikrimiz

olamayacağı gibi, anlamsızlık çemberlerinin ortasına

düşmemiz de kaçınılmaz olur. Tabi anlamsızlık

tasavvuru halinde çember nasıl olur? Ortasına nasıl

düşülür? Nasıl betimlenir? Anlamı olmayan insan bu

betimlemeyi hem de anlamlı kılarak nasıl

gerçekleştirebilir? Bu konular çok suyu kaldıramaz

bir hamur. Tek bilebildiğim; öznel olarak, kendimi

oldubittilerin eseri görmek bana çok ağır ve aşağılık

geliyor. Ben..! Tesadüflerin eseri olamam diyorum.

Hayatın her alanında olduğu gibi, varlığımız hakkında

da hüküm verirken yaşadıklarımız esas olmalı ve

kendimizi aldatmamalıyız. “Kendini aldatamayan hiç

kimseyi aldatamaz.” deyimi aldatmanın nerelere

kadar uzanabileceğini, daha doğrusu aldatmanın

zirvesini göstermek amaçlı olmalıdır herhalde.

Aldanmalarımızın sürekliliği sakın bu yüzden

olmasın?

Elbette bu bakış somut içerikli

bulunmayacaktır, zira soyutluk öznelliğimize en yakın

gerçektir. Zaten hem somutu hem de içeriği bir

başka arada, bir arada bulana aşk olsun. Öznemizin

rahata erdiği, hiçbir nesnelliğin veremediği hayat

hazlarını küçük bir dolaşımda elde ettiğimiz,

sınırlarını kimsenin sabitleyemediği bu hudutsuz

alanı sevmemek mümkün mü? Benliğimizin yüzdüğü

o deniz, varlığımızın yüzdüğü ıssız bucaksız suların

esamesi olsa gerek.

Somutlar herkesindir, ben ise her nesnede

bulduğum soyut yüzlerimle mutlu olurum. Beni ben

kılan onlardır, sadece ben değil. Mümkün olsa

insanın “Alın, hepsi sizin olsun.” diyesi gelir. Peki,

aynı varlık düzleminde bulunmak bizi kendimizden

vazgeçmeye mi götürmeli? Vazgeçmek ile özneler

arası uyum korosunun tınılarını gözetmek arasındaki

küçük görülen fark, insanoğlunun varacağı yeri ne de

çok birbirinden uzaklaştırmıştır.

Yukarıda geçtiği gibi, çıkış olmamasının

sonuçları çok vahim olacaktır. Ters odaklı bu bakış

dünyanın ve insanın dokusuna çok aykırı

görünmektedir ve çözümün olanaksız olmasını

vicdanımız başta olmak üzere hiçbir unsurumuz

kabul etmemektedir ve etmeyecektir. Bu çıkarımlar

ikna edici değilse, bu hususlara ilişkin enginlikleri

barındıran kadîm kaynaklar münacaat ihmal

edilmeden ayrıntıları ile tekrar tekrar

kurcalanmalıdır. Ben ancak, küçük tecrübelerle ve

enginliklerin kumsalında yaptığım kısacık

dolaşmalardan elde ettiğim his kırıntıları ile bu

zannın bende gâlip olmasını izah etmeye çalıştım.

Sadece ve yalnızca o kaynaklarla tecrübelerimin

çatışmayacağına ilişkin hislerimin epey kuvvetli

olduğunu söylemekle yetinebilirim.

Bu yollar neler olabilir? Sevgi bu yollardan

birisi olabilir mi? Yoksa var olan tek yol mudur?

Neleri sevebiliriz? Başta kendimiz olmak üzere

insanı, tabiatı veya bunların aşkınlığı mı, belki de

hepsini? Birine olan sevgimiz diğerlerinden

vazgeçmemizi gerektirmez herhalde? Varlıklar arası

tercihte bulunmak mümkün müdür? Bu, koskoca

sorular ülkesinde minicik ve muvakkat, geçici bir

evden ibaret, muhtar hükümdârı olarak atandığımız

nâdir soru adacıklarından, ülkeciklerinden birisidir.

Evet, sevmek, sevilecekleri görebilmeye çalışmak tek

yoldur ve başka yolların izleri bulunamamıştır.

Bulduğunu iddia edenlerin hepsine olmasa bile bir

kısmına baktığımı ve yeniden aramaya döndüğümü

belirtmeliyim. Bu yolun başlangıcını yakalamış

olmam bile hükmü vermeme yetti ve sevmeye

çalışmak bugüne kadar ki tek kazancım oldu. Zıddını

düşünmek, bizleri her bir varlık ile mücadeleye

götürecektir ki, buna hiç kimsenin gücünün

yeteceğini zannetmiyorum. Üstelik o varlık listesinin

en başında kendimizi bulacağımız da gün gibi âşikar

iken. Çok açık, sarahati tartışma götürmez bir tablo.

Peki, bu yolda sadece kendi benliğimizi sevip,

dışındakilere hisse vermemek olasılığı gibi bir tehlike

yok mu? Bence var ve olması gerek şart gibi. Pay

kelimesi bile ne kadar sivrilik arz ediyor fark ettiniz

Page 56: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

mi? Sanki bölümlenebilir. Hâlbuki bölünebilen

bitebilir. Kuşatmak kelimesini tercih etmek daha

yerinde ve söz konusu tehlikeyi bertaraf eder gibi.

Gerçekten sevginin hasredilmesi, alanının

daraltılması istilacı yapısına aykırı olsa gerek.

Hapsedilmeye kalkışılması başta teşebbüs sahibine

zarar verecektir. Darlığa maruz bırakılmasının

oluşturacağı manevi basıncın etrafındaki herkesi

yıkacak kuvvette olacağını bilmek kâhinlik olmasa

gerek.

İnsanla başlayalım. Varlık âleminin durduğu

yer bakımından en mükemmel örneği; insan,

hemcinsimiz. Farkındalığını sırf yaşamakla kalmayıp,

yaşadıklarının şuurunda, şuurunun da farkında olan

tek varlık ve yanı başımızda. İlk bakışta insanı sevmek

kolayımıza da gelebilir. Çünkü kendimizi ifade

edebilmekte, ifade edilenleri yorumlamakta bildik

vücut ve kalp dillerini kullanırız. Lisanlarımız farklı

değildir. Mesajları bunlarla alır ve veririz.

Muhatabımız bizden farklı değildir. Aramızda derece

farkları olsa da mahiyetimiz aynıdır. Kısacası,

sapmalara uğrama olasılığı en aza indirilmiş iletişimi

insanla, hemcinsimizle kurabiliriz. Kastından sapma

olasılığı iletişimin barındırdığı en büyük tehlikedir

zira. Evet, bu aynîlik varlıklar arasındaki seçimimizin

hemcinsimizden yana olmasında baskınlık sağlar.

Hemcinslerimiz arasında ise, tercihimizi genelde

kendimizde olmayanı bulunduran, arzuladıklarımızı

taşıyan, eksikliklerimizi tamamlayan, ihtiyaçlarımızı

karşılayan, taşıdığımızı düşündüğümüz zenginlikleri

gören ve gördüğünü hissettiren ve duygularımızı,

duygularını bize de yaşatabilen insanlardan yana

kullanırız. Bir dost, bir arkadaş, bir hayat ortağı, bir

varlık rehberi ancak bu arayıştaki cevaplar ile öne

çıkan insanlar arasından çıkacaktır. Bu arayış kendi

dar sınırlarımızdan çıkışımızın anahtarı olabilir. Belki

de, bu çıkışla ortak paydaşlara ulaşmak, ortak paydaş

bulma olasılığı yanında, paylaşmakla yükümüzü

hafifleştirme olanağına da kavuşmak ihtimali

belirecektir. Sonuçta, nasıl tandır başı soğuk kış

günlerinde kendisi merkezde olur ve insanları

ekseninde toplarsa, işte öylesine dairesel bir ihtiyaç

halkasından bahsediyoruz. O başkasına, biz ona, o

bize muhtaç. Bu ögeye erişmemize bazen sihirli bir

kelime barındıran bir cümle, küçük bir insanî eylem,

o an farkına vardığımız bir varlık tablosu, zihnimizi

efsunlayan cümleler içeren bir kitap vesile olabilir.

Her gün yeniden uyanmamız, havaya karışan her

soluğumuz, Güneş in her sabah doğması,

ıslatmasından kaçtığımız yağmurun toprakla bizi

gene yakalaması algılarımızdaki basit ve umarsız loş

köşelerinde unutulmuşken mucize oldukları

hatırlanabilir, bizi çocukluğumuza götürebilir,

olağanüstü konumlarına konuşlandırılabilir,

yerleştirilir. Anımsanamaz, çünkü hatırları vardır.

Kimi vakitler de, sadece kendimizin dinlediği

sessizliğimiz veya yürek acılarımızdan, sarıca

hüzünlerden örülmüş kafeslerimizden yükselen

mutluluğa ulaşma figanları aracı olabilir. Asıl olan,

hepsinin can kulağımızın ışıklarla gelmesini beklediği

terennümleri fısıldıyor olmalarıdır.

Kutsal metindeki “Vesileye sarılınız” emri

“Arayış” tercihinin insanın elinde olan ve bu nedenle

sonuçlarına katlanılmak zarureti içeren yegâne

eylem türü olduğunu sadece bu yüzden vurguluyor

olabilir. Her durumda, sosyal yapıları da eklenti

olarak içerebilen vesilelerin oluşturduğu veya bizim

var zannettiğimiz atmosfer bizi tedirginlikten

kurtararak emniyete kavuşturan, anlam

boşluklarınızı dolduran, efkârımızı sarsıcı dalgalardan

koruyan bir mendirek işlevi görebilir. Bu liman,

tasavvurumuzun eseri olabileceği gibi hakikatte de

bulunabilir. Varlık nedeni arayışımız olduğu sürece

bunun önemi değişmez. Tasavvurumuzun eseri

olması yokluğuna kanıt değildir, bilakis arayış

kuvvetimizin varlığı etkileme gücüne, varlığın var

edilmesi ile olan zorunluluk ilişkisine kanıt demektir.

Sürekli ya da geçici zihni varlık algımızın betimlemesi

olarak tanımlanabilecek o tasavvurun bize inşa

ettirdiği dayanaklar aynı zamanda tasavvurun

kendisine de payanda olacaktır. Beklenenin kül rengi

bulutlardan sıyrılmış olması ve çehre kazanması,

belirsizlikten kurtuluştur yaşamsal olan, gerisi

ayrıntıdan ibarettir. Unutmamamız gereken diğer bir

şey; bizi uçuran ve o limana ulaştıran kanatlarımızdır.

O kanatlar benlikten, tek olmak direncinden diğer bir

tanımlama ile varlık içindeki varlığımızın inkârından

vazgeçmek yolundaki samimi arayışımız ve

tercihimizdir. Uçulacak menzil, varılacak durak ve

uçuracak kanatlar bir bütündür, parçalanamaz, öne

geçebilen olamaz, arkada kalan hiç olamaz. Bu

tercihi yapabilmek, varlıkta görünür olan can

suyunun iksirvâri tadını duyumsamaya ve hayatın

sürekli ve mutlak kaynağına ilişkin benliğimizdeki

duvarları aşmamıza bağlıdır herhalde.

Veya tercihimiz bu yönde olduğu, olabildiği için

benlik duvarlarımızı aşmanın yolu bize açılacaktır.

Çok zor ulaşılabilecek bir yol görünümüne rağmen

Page 57: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ancak benliğimizin sıkıntılarının boyutları göz önüne

alınınca ve göze alınınca ve istekle az da olsa

yaşanınca çocukluk kuyularından çıkıp, varlığa

bürünen bir his hepimize yardımcı olacaktır. Varlık

diğer bir varlığın delilidir çünkü. Biri diğerinin

yokluğunda nasıl var olabilir ki? Zaten yokluğu kim,

nasıl tarif edebilir ki? Olmayanı. Varlık denizinde

yüzen, kuşatılmışlık atmosferinin benliğe diz

çöktürebilen havası genizlerimizi haykırışlarla

geçerek hücrelerimize yerleşme çabasında iken, var

ve varlık olarak yokluğu nasıl tarif edebiliriz ki? Biz

varlığın tarafında olmalıyız, başka taraf olursa elbette

onlarla da ilgilenebiliriz. Olursa. Olmayanlarla nasıl

ilgilenilir? Belki yokluğu, kaybetmekle, kaybolmakla

karıştırıyoruz. Evet, öyle olmalı. Çünkü o anda, o his

bizi ne kadar kuşatabiliyorsa ve kendisine manileri ne

kadar uzakta tutabiliyorsa biz o hissin duvarları

arasında ne kadar kalabiliyorsak o kadar çözüme

yaklaşıyoruz.

Diğer olasılık, bizi kuşatan kalın, içsel

duvarlarımızın kapısız ve ışıksız kalmasıdır denebilir.

İçeride kaldığımız süre uzadıkça, başkalarına açık

olma olasılığının azaldığı bu kalenin duvarları geçen

her zaman dilimi ile doğru orantılı olarak

kalınlaşacaktır. Kanatlarımızın olmadığı hâl ve

zamanlarda, aydınlıkların hiç birine vâsıl olma

olasılığının olmadığını bilmek bile tek başına,

ulaşacağımızı umduğumuz bilginin kıyısıdır. Bilmek

(Bilgi ile karıştırılmadan) bulmanın başlangıcıdır

herhalde.

Hâkimler; “Benliğin insanda ve insanlıkta

erimesi, onu varlığın her unsurunu çeken, karşı

konulmaz güç olma özelliğine kavuşturur ve her şeyi

yerli yerince içine alan devasa bir varlık havuzu

haline getirir, kıyılardan enginlere ulaştırır.”

demişler. Enginler bir rıza lokmasıdır denilmiştir ve

herkese nasip olmayışı bu sebepten olsa gerek. İşte

bu nedenle bu serinlik kaynakları az bulunur.

Uzaklardan da olsa o kaynakların esintilerini

hissedebilmek, her birimizin farklı boyutlarında

olduğu yolculuğun tatlı anlarındandır. İnsanla

başlayalım demiştik, bulunduğumuz sahilin kısalığı ve

sığlığı eskilerin “İnsan hepsine yetti ve zaten öz onda

saklıdır.” Deryası ile anlaşılsın ki bitirelim.

Page 58: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

DERVİŞ DİRİSİ

Abası yollara yorgunsa

ne yapsın derviş demir çarığı.

Sabahlar salasız

paslı kalemden akmazsa mürekkep

ve adına en çok Hızır yakışıyorsa

ne yazar,

kalbimin orta yerinde

annemin duası geçer.

Kaç ağıt duyulur sesinden gitmelere dair

kaç ayrılığa eş tartılır leyli yıldızdan ağırlığın,

geceleri alıp başını ansızın giden

mezarlık karanlığıyım

ıslatmaz beni yağmurların.

Kirli parmakların tenhasından

iz bıraktı şehrim,

sokak arşını tellal avazı sabrımı damıtır,

kuş kanadına takılı hazan yaprağı

gömleğimden düğmedir.

Kaf Dağı ardı / her gün

Ankasız masal diyardır bana

Kendimi çoğaltıyorum

çağdaş pazarların milyonluk som baharına.

Bir çözebilsem

asude iplere eş uykuları,

acemi yanlarıma dolanacak muştular

biliyorum / gölge gibi

sarmalayacak mahremliğimi

bir omuz bekleyen

cami avlundaki tabutlar.

hem hancıyım hem yolcu

dur da biraz solukla nefesimi..

abası yollara yakışan yolcu abbas

bir aba delisiyim işte

gel de benle eğlen biraz.

Mustafa IŞIK

Page 59: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BİR BEKLEYİŞ

Sanki biri gökyüzünün lambalarını açıp kapıyor

Dilimde Suzan Suzi

Güneş rakı burcuna girince sahi

Bir arada görmek ister mi bizi?

Gözlerim daldığında mı,

Yoksa dolduğunda mı gelir uzaklardaki?

Peki ya o nasıl sonları severdi?

Ardında bilinmezliğin yırtıcı sesi

Bir gün tan yerinin ortasında

Güneşi bekleriz belki.

Merdümgiriz

Page 60: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Haziran’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İHTİLAL

Küreselleşen şiirler var çantamda

Küreye tesir etmeyen

Yontulması gereken kurşunlarım var

Yontuldukça hüzne doyan

Yasak aşk değildi benimkisi

Yasaklanmış kelimeler kullanılmadan

Yasaklar çiğnendi

Pasaklanmış öpüşler

Son kullanma tarihi geçmiş gülüşler

Sana bakarken tutuklama beni

Çalkalanıyor kalbim

Sarmaşıklaşan karmaşık prangalarım

Paslanmaya yüz tutmuş

Gördüğüm her örtünün altında sen mi varsın

Serap mı görüyorum suretlerde

Harap mı olmuşum yoksa gurbetlerde

Benim çalar saatlerim terk edilmeye ayarlı

Benden giden benleri saymayı bıraktım

Beni sen bekle ey gavurluğu bırakmayan gece

Beni hak eden sensin ancak ve ancak

Seninle bir güzel sona varacağız mutlak

Ki dün batan güneşi ben batırdım

Batan güneşin şiirleri bunlar

Hoşça kal!

Muhammed Münzevî

Page 61: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27

Fotoğraf Aybige Akdağ

“Ovanın yeşili göğün mavisi Ve mimarîlerin en ilâhisi.” Ahmet Hamdi Tanpınar Ulu Camii, Bursa

Page 62: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:27