İncir Çekirdeği dergisi sayı:12
DESCRIPTION
İncir Çekirdeği Mart 2015 SayısıTRANSCRIPT
E
İncir Çekirdeği
Dergisi
Genel Yayın Yönetmeni
Ayşe Bengisu Akdağ
Yazı İşleri Müdürü
Sırdem Kemiksiz
Editörler
Sultan Demirtaş
Kübra Tarakçı
Yazarlar
Afra Nur Akkayalı
Aziz Nadir
Busenur Aslan
Hatice Türk
Hilal Akarslan
Işık Selin Orhuntaş
Mehmet Altınova
Merve Başol
Sema Keser
Süleyman Erkut
Tuğçe Erkol
Zeynep Tosun
Misafir
Begüm Çalışkan
Akif Kemal Koç
Tasarım
Ayşe Bengisu Akdağ
İletişim
facebook.com/incircekirdegidergisi
https://twitter.com/IncirCekirdegiD
EDİTÖRDEN...
Yeni sayımızdan herkese merhaba...
Aslında bu merhaba biraz buruk biraz da acı. Geçtiğimiz ay o kadar
çok üzücü olaylar yaşadık ki gerçekten hiç bitmeyeceğini sandım. Kim
bilir belki ben bu satırları yazarken bir yerlerde yine istenmeyen olaylar
yaşanıyordur. Herkes gibi bizim de İncir Çekirdeği ailesi olarak
temennimiz bu acıların son bulması ve tekrarlanmaması.
Acıların büyüğü küçüğü olmaz ama en yürek dağlayan, geleceğimiz
olan gençlerimizin acımasızca katledilmesi. Geçmişten bugüne o
kadar çok buna benzer olay yaşandı ki... Özgecan ve Fırat bunlardan
sadece ikisi. İkisinin de yaşamı çok ama çok farklıydı. Dünyaları,
hayata bakışları, giyimleri hatta cinsiyetleri... Ama ne olursa olsun bu
iki genç ölümü hak etmemişti. Çok şeyler yazılıp çizildi, insanlar çok
şey söylediler. İlk önce Özgecan olayıyla sallandı ülke. Acımasızca
bir cinayete kurban gitmişti. Katilleri ne kadar da kolay anlatmıştı
işledikleri cinayeti. Kimi “idam edilsin, sallandırsanlar herkese ibret-i
alem olsun” dedi kimisi de “hadım edilsin hatta işkence edilsin” dedi.
Ama biri vardı ki söylediği sözler yürekleri dağladı. “Başka anne ve
babaların canları acımasın. Adalet yerini bulsun. Hak ettiği cezayı
çeksin” Kim miydi o? Gencecik yaşta öldürülen Özgecan'ın babası.
Ateş gerçekten düştüğü yeri yakıyor. Kim ne derse desin o anne-
babanın içindeki acıyı hiçbir şey söndüremiyor. Bir diğer genç; Fırat
Çakıroğlu... İnsanlar Fırat için de çok şey söyledi. Şucuymus
bucuymuş, sadece okuluna gidip gelseymiş ve daha birçok şey. Hayat
görüşü ne olursa olsun hiç kimse ölümü hak etmemeli. Fırat
Çakıroğlu'ndan sonra ise geriye annesinin şu sözleri kaldı. " ‘Anne,
ben üzerimi değiştireceğim, merak etme sen' diyordu. Böyle
konuşuyorduk ama ölümüyle değiştireceğini hiç düşünmemiştim...”
Söylenecek çok bir şey yok aslında tek temennimiz ileride bu denli kan
donduracak ölümlerin gerçekleşmemesi.
İçinizden sevginin ve saygının eksilmemesi dileğiyle,
incirin küçük çekirdeklerinden Kübra....
Kübra Tarakçı
Editör
Mart’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Göklerin Üstünde Tutulan Çiçek /
Busenur Aslan
Bir Kadının Yazarlık Mücadelesi:
Fatma Aliye / Bengisu Akdağ
Türk Edebiyatının Zaman Tünelinde
Kadınlar / Işık Selin Orhuntaş
Cinayetler Kraliçesi: Agatha Christie
/ Tuğçe Erkol
İşte O Fedai: Afife Jale / Sultan
Demirtaş
Çağdaş İran Edebiyatının Yenici
Şairesi: Furuğ-ı Ferruzad / Mehmet
Altıova
Ve Her Yıl Çiçekler Yeniden Büyür /
Bengisu Akdağ
Şiir: Nesliyâr / Süleyman Erkut
Şiir: Bir Kadın / Necip Fazıl
Kısakürek
Virginia Woolf’un Kendine Ait
Odasında / Işık Selin Orhuntaş
Şiir: Ben Ölüyorum / Aziz Nadir
Şiir: Geceden Sesler / Begüm
Çalışkan
Fotoğraf / Aybige Akdağ
Bir Erasmuslunun Güncesi: İtalya /
Kübra Tarakçı
Cadı Avı / Işık Selin Orhuntaş &
Tuğçe Erkol
Huysuz ve Tatlı Kadın / Tuğçe Erkol
Hikaye: “Hançer” / Yaşar Kemal
İnleyen Mısralar / Hilal Akarslan
Ardından / Sırdem Kemiksiz
Deneme / Akif Kemal Koç
İçindekiler
Özgecan
Bu yazımı tamamen bir erkek olarak utancımdan sizlerle paylaşıyorum;
Kelimelerin tükendiği noktadayız aslında. 9 ay yük olduğum, beni beslemiş, büyütmüş bir kadının evlenmeden
önceki soyadını ismimde taşıyan bir erkeğim ben. Bir kraliçenin ellerinde büyüdüm. Dünyadaki en kutsal
makama sahip olan annem bana sevgiyi öğretti, saygıyı öğretti, kadının değerini öğretti. Babam bana bir
kadına nasıl davranmam gerektiğini, bir erkeğin nasıl ADAM olabileceğini, ahlak sahibi, karakter sahibi olmayı
öğretti.
Şu an 21 yaşımın içinde bir erkeğim ben. Bir baba düşünün ki çocuğuyla en mide bulandırıcı işe karışmış olsun.
Hem de kendisi bir eşe, o çocuk bir anneye sahipken. Benim yaşıtım olan, dünyalar güzeli kardeşim Özgecan
Aslan’ın o tertemiz bedeni yakılıp bir köşeye bırakıldı. Bugün babamın öğrettiği ahlak ile annemin öğrettiği
sevgi ve saygı ile bu insan müsveddelerinin soğuduğu havayı solumaktan utanıyorum. O genç kardeşimin
naaşına erkeklerin ellerini sürdürmeyen annelerimizden, kız kardeşlerimizden, utanıyorum. Bu hayattaki en
büyük hayali bir kız çocuk sahibi olmak isteyen ben; bu dünyada yaşadığım için utanıyorum!
Artık sözün sonuna geldik, gözyaşlarımız, vicdanımız konuşacak. Eğer gerçekten bir hukuk devleti ise bu ülke;
mahkemelerimiz gerçekten milletin vicdanı ise tüm kararlar ona göre alınsın. Yoksa ben okuduğum tüm hukuk
kitaplarını yakayım... Bu devletin erkanı , ettiği tüm yeminleri bozsun, profesörlerimiz bize hukuk masalları
anlatmaktan vazgeçsin. Aksi halde bu topraklarda yaşayan tüm ırklar tüm dinler tüm insanlar bu şeref
yoksunlarına gereken cezayı vermeyi kendine bir borç bilecektir.
Paramparça olan yüreğimle...
Özcan DENİZ
Aslan
Bu suç tek başına o lanet olası adamın değil, o ve onun gibi yüzlercesini erkeklik duygusunu
pohpohlayarak, yaptığı her şeye elinin kiri deyip sırtını sıvazlayarak büyüten anaların suçu,
kadını sürekli aciz, eli hamurda, saçı uzun aklı kısa diye tanımlayan dar kafaların suçu, kadınları
açık, kapalı, dul, evde kalmış, çocuğu olmamış kategorilerine ayıranların suçu,
'sizin en hayırlınız hanımlarınıza karşı en iyi davrananlarınızdır' diyen Peygamberin dininden olup
da karnından sıpayı sırtından sopayı eksik etmeyeceksin diyen zihniyetin suçu,
yaşadığım şehirde okuduğum okulda vahşice öldürülen kızı konuşurken 'ee o da HAKETMİŞTİ!!'
diyen kızın suçu,
yıllarca Türk filmlerinden eksik olmayan tokat yiyen, tecavüz edilen kadın senaryolarını yazanların,
kadını sürekli görsel obje olarak gösteren reklamların suçu,
genel afların, iyi hallerin suçu...
Bu suç bir toplum meselesi... Her sene bir kaç isim ekleniyor canavarca öldürülenler listesine ve
yüzlercesi töre cinayeti listesine...
ÖzgecanAslan 20yıllık ömrün ve masumiyetinle mekanın cennet olsun, tesellimiz ilahi adalet.
Aybige AKDAĞ
Mart’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Büyüklerimiz pek anlatırdı. Vakti
zamanında en büyük yüce dağların
tepelerinde, el değmemiş bir çiçek varmış.
Her bir yaprağı ayrı bir renkteymiş bu
çiçeğin. Elini uzatmaya kalksan, kolun taş
olurmuş. Kimse incitemezmiş bu çiçeği. O
kadar ulaşılmaz ve yüceymiş ki çiçek göğün
yedinci katında olduğu düşünülürmüş.
Hatta Tanrı, sırf bu çiçeğin güzelliğinden
ilham aldığı için yaratmış insanları. Adına
‘’Kadın’’ demiş bilgeler. Ellerin üstünde,
göklerin üstünde, Ademoğlundan daha
yüce tutulmuş…
Bizler vakti zamanında bu çiçeği el
üstünde tutmuşuz. Ailenin ocağını,
dayanağını, direğini hep bu efsunlu çiçek
saymışız. Ademoğlunun yanında Kadın’ı
daima yoldaş olarak saymışız. Öyle bir
görev vermişiz ki çiçeğe, o çocuklarımızın
anası olmuş. Evin bütün yükü onun
kuvvetli kollarında taşınmış. Çiçeğe
Kadın’dan sonra bir de Bereket adını
vermişiz. Her bir sembolde bu çiçeği
bereketi anlatacak şekilde kullanmışız.
Öyle yüce bir mertebedeymiş ki
çiçek, gözümüzde hanlarımız,
cengaverlerimiz önünde saygıyla
eğilirlermiş. Çiçeğe hürmetlerini her
zaman gösterirlermiş.
Bütün destanlarımıza ve
tarihi kaynaklarımızda yer
etmiş, adına kadın denen bu çiçek,
ilahi bir varlık olarak resmedilmiş.
Öyle anlatılmış ki kimse
dokunamazmış, koklayamazmış
hatta göremezmiş bu çiçeği. İnsan
duyularıyla algılanabilir mi hiç bu denli
yüce bir varlık? Oğuz Kağan Destanı’nda
malum olunduğu üzere Oğuz Kağan’a iki
ayrı çiçek hediye edilmiş. Bu çiçeklerden
bir tanesi gök mavisi bir ışık huzmesi içinde
inmiş yanına. Bir diğeri ise, suların içinde
bir ışık huzmesinden çıkıp gelmiş. Bu iki
çiçek de insanüstü güçlere sahipmiş. Yine
bir başka destan olan Yaradılış Destanı’nda
ise Tanrı İnsanı ‘’Gök Ana’’ adlı bir yüce
çiçekten ilham alarak yaratmış. Tarih
boyunca biz bu çiçeği daima üstün görmüş
ve kollamışız. Onu başımızın üstünde,
gökyüzünün en tepesinde tutmuşuz.
Kadın adını alan çiçek sanmayın öyle
naif, kırılgan düşünülüp, ipeklerle sarılıp
sarmalanmıştır. Yeri gelmiş kılıç kuşanıp
savaşlara katılmış, komutanlık yapmış.
Gücüne denk görmediği Ademoğluna
varmamış. Tıpkı Dedem Korkut’taki Banu
Göklerin Üstünde Tutulan Çiçek
Busenur ASLAN
Mart’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Çiçek gibi cenk edip sırtını yere devirene
vermiş elini. Kırgızların o büyük destanı
Manas’ta Kadın evin koruyucusu ve
namusu sayılmış. Öyle anlamlar yüklenmiş
ki bu çiçeğe, en büyük zenginlik olarak
onun adı anılmış. Eğer bir savaşta kadın
kaçırılmışsa bu büyük bir utanç olarak
sayılmış. Demem o ki kadın yücelerin
yücesi gibiymiş.
Ademoğlunun tamamlayıcısıymış kadın
ve o olmadan asla bir iş yapılmazmış. Eski
Türklerde, eğer bir ferman Hakan
buyuruyor ki diye başlıyorsa kabul
görmezmiş. Hatun’un bir işte rızası yoksa o
iş kabul edilmezmiş. Beyler bir iş için önce
Hatundan izin alırlarmış. Devletin her
kademesinde muhakkak Hatunun sözü
geçermiş. Hatta bir rivayete göre Hun
imparatoru Atilla, bir gün askerlerini
yanına toplayıp ‘’Bakın ben sizin hanınızım
değil mi ?’’ diye sormuş ve ardından eşini
göstererek ‘’ İşte bu da benim hanım.’’
demiş. Yani bu yüce çiçeğin kendinden
üstün olduğunu ve devlet işlerinde söz
sahibi olmasını istediğini söylemiş. Bugün
kadınlar için kullanılan ‘’hanım’’ ifadesinin
de buradan geldiği söylenmiş.
Bizler, daima yücelik atfettiğimiz bu
çiçeği daima özenle korumuş, kollamış ve
kutsiyet yüklediğimiz bu müstesna varlığa
bakmaya bile kıyamamışız. Ona asla kötü
bir söz etmemişiz. Zira yüce bir varlığa
kötü söz edilir miymiş hiç? Fakat, cahiliye
devri Arapları, diri diri gömmüşler çiçeği.
Aynı dönemin Çin’i bizim ipeklere
sardığımız çiçeği sırf kadın adını aldığı için
bez parçalarına sarmış. Hatta yüce
gönlüyle bize gösterilen Buda bile dinine
kabul etmemiş başta. Bizse Altay’ın en
yüksek dağına ‘’Kadınbaşı’’ adını vermişiz
geleceğe iletilecek bir ileti gibi.
Bugün durup düşünsek, acaba
ileri gideceğimize geri mi gidiyoruz?
O zamanlarda yaşamadığımız
cahiliye devrini şimdi mi yaşıyoruz?
Dokunanın kolu kesilecek kadar
yüce olan bir varlığa bunca
kötülüğü edecek kadar nasıl
düştük? Sizler, sizlere sesleniyorum
yüce olana dokunmayı kendinde
hak sayan taşlaşmış yürekli
canavarlar! Bizim göklere
konduramadığımız çiçeğimize
uzatmaktan sakının elinizi. Yoksa,
Oğuz Kağan’dan, Dedem
Korkut’tan, hanlar hanı Atilla’dan
daha mı korkusuz ve mert sanırsınız
kendinizi? Nasıl ki Kur’an baş tacıdır
ve yüksekte tutulur, biz tarih
boyunca çiçeğimizi de hep öyle
yüksekte tuttuk. Çekin ellerinizi
çiçeğimizden!
Biz Altay’ın en
yüksek dağına
‘’Kadınbaşı’’ adını
vermişiz geleceğe
iletilecek bir ileti
gibi.
Mart’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Ortaokul, lise yıllarımızdan beri
öğrenir, ezberleriz Türk edebiyatının
ilk roman yazarını, ilk romanını, ilk
gazetesini, ilk realist romanını, ilk
şusunu, ilk busunu... Ama hiçbir
edebiyat ders kitabında veya çalışma
kitabında görmemiştik ilk kadın
yazarın adını, kitabını. İtiraf edelim
yıllardır çoğumuzun dikkatini de
çekmemişti, gelmemişti aklına. Ta ki
bir gün cebimize elli Türk lirası girene
kadar...
Elli Türk lirasının arkasındaki uzaklara bakan
fotoğrafıyla tanıdığımız, Cevdet Paşa’nın kızı
ve ilk kadın romancımız olan Fatma Aliye,
esasında “ilk kadın romancımız” sıfatını
kazanana kadar uzun mücadeleler vermiştir. 1862’de dünyaya gelen Fatma Aliye henüz on
yedi yaşındayken 1879’da II. Abdülhamit’in yaverlerinden Kolağası Faik Bey ile evlendirilir.
Faik Bey ile Fatma Aliye Hanım arasındaki bilgi ve kültür farkı ve kocasının kendisine karşı
olan tutumu evliliğinin ilk yıllarının mutsuzluk içinde geçmesine neden olur. Fatma Aliye
bilimsel araştırma ve öğrenime koyulmayı düşünürken hayal kırıklığına uğrar. Kocası
romanlar okumasından rahatsız olur. Hatta elindeki romanı alıp yırtar. Fatma Aliye kocasının
davranışlarına tepki göstermez, itaat eder. Durumun düzeleceğini ümit ederek sabreder. Bir
müddet sonra yaşadığı hayattan sıkılmaya başlayan Fatma
Aliye yazma isteği duyar. Ancak bir kadının eşinden ya da
babasından izin almadan yazı yayınlamasının olanaksız
olduğunun farkında değildir.
Faik Paşa, görevli olarak Konya’ya gönderilince Fatma Aliye
fırsatı değerlendirip dergi ve gazeteler okur. Tekrar romanlar
okumaya başlar. Konya’dan döndükten sonra zamanla kocası
da tutumunu değiştirmeye başlar. Fatma Aliye George
Ohnet’in Volonte adlı romanını “Meram” adıyla Türkçeye
çevirir. Babasının da beğenisini alan çevirinin bir örneği de
Ahmet Mithat’a gönderilir. Ve “Meram” 1890 yılında “Bir
Kadın” imzasıyla yayımlanır. Eser kısa sürede meşhur olur.
1892 yılında ise “Muhadarat” adlı ilk romanını kendi adıyla
yayımlar. Yazar, bu romanında bir kadının ilk aşkını
unutamayacağı inancını çürütmeye çalışır. 1893 yılında ise
Ahmet Mithat Efendi tarafından yazılan Bir Osmanlı Kadın
Yazarın Doğuşu (Bir Muharrire-i Osmaniye'nin Neşeti) adlı
Bir Kadının Yazarlık Mücadelesi: Fatma Aliye
Ayşe Bengisu Akdağ
"Bir Hanım"'ın
gösterdiği çabalar,
ünlü yazar Ahmed
Mithat Efendi
tarafından
Tercüman-ı Hakikat
gazetesinde övülür
ve Ahmet Mithat
Fatma Aliye’yi
manevi kızı olarak
kabul eder.
Mart’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
kitap ününü iyice arttırır. "Bir Hanım"'ın gösterdiği çabalar, ünlü yazar Ahmed Mithat Efendi
tarafından Tercüman-ı Hakikat gazetesinde övülür ve Ahmet Mithat Fatma Aliye’yi manevi
kızı olarak kabul eder. Ancak bu güzel gelişmeler devam ederken Fatma Aliye birden hayatın
en büyük acılarını art arda yaşar. 1895 yılında babasını, 1897’de ise annesini kaybeder.
Kendini yazın hayatına daha çok vermeye çalışsa da
çeşitli eserler verse de 1924 yılından itibaren bozulan
sağlığı sebebiyle yazın hayatından yavaş yavaş çekilir.
Hayatının son yılları yalnız ve mutsuz geçer. Küçük kızı
Zübeyde İsmet’in 1927 yılında birden ortadan kaybolması
ise onu iyice harab eder. Uzun süre kızını arar. Uzun
zaman sonra kızının Fransa’ya gittiğini ve Hristiyan
olduğu haberini alan Fatma Aliye ölene kadar kızını
göremez. Bir yalnızlık ve unutulma içinde hapsolan
Fatma Aliye, 1936 yılında yaşama veda eder.
Fatma Aliye’nin yaşamı, bir kadının yazar olabilme
yolunda çektiği sıkıntıların, yaşadığı korkuların, verdiği
tavizlerin öyküsüdür. Belki Fatma Aliye’nin evlenmeden
“kendine ait bir oda”sı olabilseydi, ya da bu düşünceleri
kabullenecek bir eşi olsaydı çok daha başarılı romanlar
yazabilirdi. Fatma Aliye bir kadın yazar olarak, yazarlık
korkusunu çok fazla hissetmişti. Ahmet Mithat’ın verdiği
bilgiye göre, Fatma Aliye “Meram” tercümesi ile ilgili bir
mektubunda, yaptığı tercümeyi gören babasının kendisini övdüğünü ve bu yeteneği bugüne
kadar niye gizlediğini sorduğunu söyledikten sonra şöyle der:
“...Ben bu sözün sıhhat ve ciddiyetini anlamayarak hayrette kaldım. Kendimden bir
ümidim var ise o da Fransızcayı iyi anlayabilmekten ibaretti. Yoksa Türkçe yazdığım
şeylerin iyi olabilecekleri hatırımdan bile geçmiyordu. Yaptığım tercümenin tashih ve
tezyin eyleyeceği ricasındaydım. Peder, “Sakın ha! Buna el sürülmez” dedi. Tuhaf şey,
rüya mı görüyorum diye düşündüm...”
Zafer Hanım'ın 1877 yılında yayımladığı Aşk-ı Vatan adlı bir roman mevcutsa da tek romanı
olduğu için Zafer Hanım yerine beş roman yayımlayarak ilk romancı ünvanını alan Fatma
Aliye, döneminde ses getirmiş ve kadın hakları konusunda düşüncelerini beyan etmiş bir
isimdi. Kadın haklarına İslami bir çerçeveden bakan Fatma Aliye, bir feminist olarak kabul
görmese de kadın hakları konusunda dönemine göre ilerici bir tutum sergilemişti.
Fatma Aliye bilimsel
araştırma ve
öğrenime koyulmayı
düşünürken hayal
kırıklığına uğrar.
Kocası romanlar
okumasından
rahatsız olur. Hatta
elindeki romanı alıp
yırtar.
Mart’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
“Dünya Kadınlar Günü” sebebiyle kadınlara geniş yer verdiğimiz bu sayıda bir değişiklik
yapıp Türk Edebiyatı’ndaki kadınları ve edebiyata katkılarını sıralayalım istedik. Ancak
istediğimiz kadar kolay olmadı. Başlarda yaklaşık 80 isim varken çeşitli kısıtlamalarla içimiz
yana yana azaltma yoluna gittik. Kimler neler yapmış buyurun. Nobel ödülüne aday
gösterilenden romanı yasaklanana , “Son Sümer Kraliçesi”nden ilk ödüllü kadın yazara…
Dahası için buyurun zaman tünelimize:
Türk Edebiyatının Zaman Tünelinde KADINLAR
Amasyalı
Zeynep Hanım -
15.YY Divan
Şairesi
Mihri Hanım -
15. YY Divan
Şairesi
Tuti Hanım -
15.YY Divan
Şairesi
Hubbi Hanım -
16.YY Divan
Şairesi
Sıtki Hanım -
17. YY Divan
Şairesi Adile Sultan -
19.yy Divan
Şairesi
Ani Fatma
Hanım - 18.
YY Divan
Şairesi
Leyla Hanım -
19.YY Divan
Şairesi
Sırrı Hanım -
19.YY Şairesi
Şeref Hanım -
19.YY Şairesi
Nigar Hanım -
19.YY Şairesi
Makbule
Leman Fatma -
19. YY Şairesi
Saffet Hanım -
20. YY Şairesi
Selma Rıza :
İlk Feminist
roman yazarı :
Uhuvvet (1892)
Güzide Sabri Aygün :
İlk kadın Karasevda
romanı yazarı
(popüler aşk romanı)
: Münevver (1899)
Halide Edip Adıvar :
Robert Lisesi’nden
diploma alan ilk
Müslüman Türk kadını
: Sinekli Bakkal (1935)
- Handan (1912)
Müfide Ferit Tek:
Türkçülük akımının
roman türündeki ilk
temsilcilerinden.:
Aydemir (1918)
Şukufe Nihal:
Darülfünündan mezun
ilk Türk kadınından
kadının sesini duyuran
şiir : Hazan
Rüzgarları(1927)
Kerime Nadir :
Popüler aşk romanı
yazan kadın :
Hıçkırık (1953)
Samiha Ayverdi :
Batılılaşma
değişimi ve aile
hayatındaki
etkilerini kaleme
alır. : Aşk Budur
(1938)
Ümran Nazif Yiğiter:
1932 - 1933 yıllarında
toplumsal bozukluklar
ve toplumsal
psikolojiyi öykülerine
taşıdı.: Kara Kasketli
Amele (1933)
IŞIK SELİN ORHUNTAŞ
Mart’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Nezihe Meriç : ‘’kadın
öyküsü’’nü yeniden
şekillendirir.
Bozbulanık (1953)
Sevgi Soysal :
Toplumun kadına
yüklediği sorumluluklar
ve bunlarla mücadelesi:
Tante Rosa (1968)
Emine Işınsu : Miliyetçi
bakış açısı psikolojik
derinlik kazanır : Azap
Toprakları (1970)
Tomris Uyar : Başarılı
bir çevirmen. İkinci
Yeni Dönemi’nde
insanlığa eleştirel
bakan öyküler. İpek ve
Bakır (1971)
Füruzan : Sait Faik Hikaye
Ödüllü ilk kadın yazar.
Parasız Yatılı (1971)
Sevinç Çokum :
Edebiyat akımlarını
erkek egemenliğinden
alır. “Hisarcılar” Akımı.
Eğik Ağaçlar (1972)
Adalet Ağaoğlu :
Toplumsal ve bireysel
bunalımlar romanda :
Ölmeye yatmak (1973)
Nazlı Eray : Fantastik
Türk öyküsü hayal
gücünün ürünüdür :
Ah Bayım Ah (1975)
Tezer Özlü : ‘’Anlatı’’
tekniği ve Kafkaesk :
(Bir İntiharın İzinde)
Yaşamın Ucuna
Yolculuk (1983)
Pınar Kür : Kadın
cinselliğini açık işlediği
kitapları yasaklanır. :
Asılacak Kadın (1979)
Halide Nusret Zorlutuna
: ‘’Kadın yazarların
annesi’’ : Bir Devrin
Romanı ( 1978)
Gülten Akın : Şiire
folklorik ögeler katarak
Tük Şiiri’ni
zenginleştirir : Şiiri
Düzde Kuşatmak (1983)
Duygu Asena : Kadın erkek
eşitsizliğine değindiği roman
mahkeme kararıyla
yasaklanmıştırHer yıl 19
Nisan’da adına roman ödülü
verilmektedir. : Kadının Adı
Yok (1987)
Nilgün Marmara : Dış
dünyadan soyutlanmak
intihar,ölüm düşüncesi şiirde
kendine yer bulur.: Daktiloya
Çekilmiş Şiirler (1988)
Peride Celal : Bol ödüllü
romanlara sahip olsa da pek
tanınmaz.:Kurtlar (1990)
Ayfer Tunç : Türk öykücülüğüne yeni bir
soluk Bir Deliler evinin yalan yanlış anlatılan
kısa tarihi (2009) : Yeşil Peri Gecesi ( 2010)
Ayla Kutlu : Psikolojik olaylar
romanda eritilmeye başlanır
:romandan sinemaya: Sen de
Gitme Triyandafilis (1990),Kadın
Destanı (1994)
Aslı Erdoğan:Zıtlıklar kendini renklere
bürür :Kırmızı Pelerinli Kent (1998)
Lale Müldür :Türk Şiiri’ni imgelerden sıyırıp
farklı kültürler üzerine inşa eder. Eserleri
İbranice’ye ve Fransızca’ya çevrilmiştir. :
Divan - ı Lügatit Türk (şiir-1998) Anne , Ben
Barbar Mıyım ? (deneme-1998)
Alev Alatlı : Fantastik Edebiyat -Ütopya -
Distopya : Scrödinger’in Kedisi : Kabus (
1999) ; Rüya (2001)
Elif Şafak : Lohusalık psikolojisi anne-yazar
kahramanı üzerinden işlenir: Siyah Süt (2007)
Mart’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
1890 yılının 15 Eylül gününde Torquay'da
ailesinin üçüncü çocuğu olarak doğdu.
Babası Frederick Alvah Miller'i çok küçük
yaşında kaybetti. Evde kardeşleriyle
beraber annesi ve dadısı tarafından
eğitildi.
Onun çocukluğu oldukça yalnız geçmiştir.
Bu yalnızlık anlarında yalnızlığını kendisine
arkadaş edinmiştir. Hayal gücünün
gelişmesi ve özellikle fantastik-mistik
olaylara ilgisi bu yalnızlık sırasında ortaya
çıktı.
Ailesinin sosyal konumu sebebiyle
evlenecek yaşa geldiğinde sosyetenin
gözde genç kızlarından biriydi. Bu genç
bayanın etrafında da kendisi gibi birçok
genç adam vardı, ancak genç kız bu
adayların hepsinden uzak duruyor,
"denizden gelecek bir adam"ın kendisini
kurtaracağını söylüyordu. Buna rağmen
Reggie adında bir gençle
özellikle annesinin baskıları
sonucunda nişanlandı.
Ancak kısa süre sonra
Archibald Christie adlı biriyle
tanışıp, aşık oldu ve
nişanlısından ayrılıp Archie
demeyi sevdiği genç albayla
1914 yılında evlendi.
Agatha Christie'nin ilk edebi
denemeleri de bu dönemde ortaya
çıkıyor. Mary Westmacott takma
adıyla yazdığı 6 adet duygusal
romanı onun edebiyata
atılışıdır. Yazdığı duygusal
romanları için yazar, "Özel
hayatımın çalkantılı bir
döneminde sahte bir isimle
aşk romanı yazmışlığım
doğrudur." demektedir.
Muhtemeldir ki, Reggie ile
isteksizce nişanlanıp sonradan
aşık olduğu Archie'si arasında
ne yapmaya karar verdiği bir
Cinayetler Kraliçesi Agatha Mary Clarissa Miller Christie Mollowan
(Agatha Christie)
Tuğçe ERKOL
Mart’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
dönemde ortaya çıkmıştır bu eserler.
Evliliğinin ardından Paris'e giden yazar,
dislektik olmasına rağmen okumalarını
sıklaştırdı. Burada dedektiflik roman ve
öykülerini fazlasıyla okudu. Ablasıyla
metuplaşmaları sırasında okuduklarından
daha iyisini yazabileceğini söyleyen
Agatha Christie, buna dair bir iddiaya
tutuştu. Bunun üzerine çalışmalara
başlayan yazar ilk polisiye romanını yazdı:
Styles'daki Esrarengiz Olay. Eser birçok
yayınevine gönderildi ve defalarca geri
çevrildi. 1920'de Bodley Head Yayınevi
tarafından kabul edildi ve Agatha
Christie'nin ilk romanı aynı zamanda ilk
Hercule Poirot'lu romanı yayımlandı.
1926 yılına gelene kadar eserlerini
vermeye devam eden Agatha Christie
kendi parasını kazanmaya başlayınca
kocasının onu çekemediği söylenir.
Özellikle aldatılmasının sebebi olarak da
bu gösterilir. Agatha, aldatıldığını
öğrendikten sonra 11 gün ortadan
kaybolur. Bu 11 günlük kayıp sırasında
aslında Agatha'nın nerede olduğunu bilen
kimse yoktur. Herkes Agatha ortaya
çıktıktan sonra bununla ilgili farklı
efsaneler uydurdu. Çünkü döndüğünde,
kesinlikle nerede ve ne halde olduğunu
bilmiyordu, hafızasını kaybetmişti.
11 gün boyunca eşi ve tüm yakınları
Agatha'yı arar. Ancak Agatha'nın izine
hiçbir yerde rastlanmaz. Ona dair bulunan
tek iz arabasının göl kenarında ağaçlara
çarpmış ve içindeki bavulları dağılmış bir
halde oluşudur. Bu görünümün amacı
aşikardır ki Agatha'nın göle düştüğü ve
kaybolduğu izlenimini vermektir.
Agatha'nın kayıp olduğu bu 11 güne dair
birden çok efsane olmasına rağmen en
bilineni Doğu Ekspresi'yle İstanbul'a gelip
Pera Palas'ın 411 numaralı odasında
kalmış oluşudur. Hatta bu efsanenin
devamı olarak bir de ardından bir anahtar
bıraktığı bu anahtar bulunduğu taktirde
Agatha'nın 11 günlük kayboluş sırrının
çözüleceği düşünülür. Bunun dışında
aldatılmış kadın rolüne bürünen
Agatha'nın kocasının metresini o sırada
öldürdüğü de düşünülmektedir. Üstelik
bunu kuvvetlendiren kendisine dair bir
söylem de vardır. Bir gazeteye verdiği
röportajında gazetecinin "Tüm bu
cinayetleri işlemeden nasıl
yazabiliyorsunuz?" sorusuna "İşlemediğimi
nereden biliyorsunuz?" cevabını vermesi
bu ihtimali de kuvvetlendirdi.
Bu evlilikten bir kızı olan Agatha aldatıldığı
ortaya çıktıktan sonra bu evliliği bitirir.
Uzun süre kendi ayakları üstünde duran
Agatha 40 yaşına geldiğinde kendisinden
14 yaş küçük bir arkeologla evlenir. Bu
evlilik o dönem için büyük yankı uyandırır.
Daha önce evlenip boşanmış bir kadının
yeniden evlenmesi, üstelik kendinden 14
yaş küçük biriyle bunu yapması fazla dikkat
Mart’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
çekti. Verdiği bir röportajda bu evlilikle
ilgili "Mesleği gereği ben yaşlandıkça bana
daha çok değer verecek." demiştir.
Eşinin mesleği gereğince sürekli olarak
doğu ülkelerine giden ve orada eşiyle
birlikte kazı çalışmalarında bulunan Agatha
Christie, bu dönemi romanlarında kullanır.
Kendi yaşadığı dönemden 4000 yıl önce
Mısır'da yaşanan cinayeti anlattığı bir
roman yazan Christie'den etkilenerek
Ahmet Ümit, Ninatta'nın Bileziği'ni yazdı.
Zaten Ahmet Ümit, Agatha Christie'den
etkilendiğini, onu severek okuduğunu
söyleyip, yazdığı bir kitabını ona ithaf
etmiştir. Hem de Agatha Christie'nin
Hercule Patriot ve Jane Marple üzerinden
devam eden romanları gibi Başkomiser
Nevzat üzerinden ilerleyen romanlar
yazarı. 411
numaralı odanın
esararı
aydınlanamadı
belki; ama
dünyanın önemli
değerlerdinden biri
olan Agatha
Christie'ye 410
numaralı odanın
kendisine ithaf
edilmesiyle Ahmet Ümit komşu oldu.
Üstelik Ahmet Ümit bu esrarla ilgili bir de
roman yazdı: Agatha'nın Anahtarı.
Eserlerinin yanı sıra tiyatro oyunları da
yazmış olan Agatha Christie, dönemin
kraliçesi için yazdığı Mousetrap isimli
oyunutiyatro tarihinde en çok sahnelenen
ve izlenen oyunlar sıralamasına girmiştir.
Ayrıca yazdığı romanlar İncil ve
Shakespeare'den sonra en çok okunan ve
satılan kitaplar arasındadır.
Agatha Christie hayatını
eserlerine az çok
yansıtmayı seven bir
yazardır. Eşinin kazı
çalışmalarının onu
etkilediği gibi savaşta
hemşirelik yaptığı
dönemlerde öğrendiği ilaç
yapma teknikleri de
romanlarındaki zehirlenme
olaylarının gerçekçiliğinin
bir kanıtı gibidir.
Agatha Christie'nin
yarattığı karakterler
genellikle oldukça zeki
dedektif tiplemeleridir.
Bunlara gerçekte pek sık
rastlayamayız. Ama eserde
bulunan diğer kişiler günlük
hayatta bol miktarda
karşımıza çıkabilirler. Sadık
uşak, dedikoducu hizmetçi,
zalim zengin adam, isterik
zengin kadın, beceriksiz
polisle gibi tiplerdir bunlar.
Bu karakterlere günlük
hayatta fazlasıyla
rastalayabiliyor olsak da
eserlerde onların günlük
hayatlarına rastlayamayız.
Bunlar günlük hayatlarıyla
değil de cinayet
çevresindeki hayatlarıyla
yer alır kitaplarında.
Onunla neredeyse
özdeşleşmiş olan Hercule
Pairot tiplemesini ise ilk
göz ağrısı olması nedeniyle
ayrı bir yere koyar. Onu
eserlerinde sürekli över.
"... Pek çok ortak
yanımız var. Ve
birbirimizi de çok
iyi tanıyoruz.
Aslında bu çok
uzun süre önce
başladı. Böyle
olunca insan
kendini güvende
hissediyor. Öyle
değil mi?"
Bay Sattertwaite,
"Bu kesin." diye
cevap verdi. "Ama
deneyimlerimin
sonucu insanın
bir başkasını iyice
tanımasının
imkansız
olduğunu da
öğrendim."
Agatha Christie
- Ölümün Tam
Zamanı
Mart’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Zekidir, asildir, prensiplidir diye övgü
yağmuruna tutar. Bu nedenle ne kadar
doğru olduğu bilinmez kendi yarattığı
karaktere aşık olduğunu dahi söyleyenler
vardır.
Oldukça iyi bir gözlemcidir. Bu gözlemcilik
yeteneği ona sadece dönemini ve içinde
bulunduğu mekanı iyi bir şekilde
betimleme şansını sunmakla kalmaz, bir
kadın olarak bir erkek karakter yaratma ve
bunda başarıya ulaşma fırsatını da verir.
1971 yılında İngiltere, Agatha Christie'ye
Britanya İmparatorluğu Kadın Komutanı
ünvanını verir. Bundan sonra da Ölüm
Düşesi ünvanını almıştır. Ancak kendisine
verilen ikinci ünvanı da tıpkı ilk ünvanı gibi
aristokratik bir yaklaşım olarak
düşünmüştür.
12 Ocak 1976'da ölen Agatha Christie,
Türkiye'de de en çok okunan
yazarlardandır. Hala daha kitabevlerinin
raflarında kitapları baş köşelerde satışa
sunulmaktadır. O hiçbir zaman "Ben
büyüyünce yazar olacağım." demediği gibi
yazar olduktan sonra bile yazar olduğunu
kabul etmeyen bir kadındır.
Türkiye'de ilk defa Altın Yayınları'ndan
çıkan kitaplarının ilk baskıları yapılırken
yayınevi tarafından tercümanlara 150
sayfa sınırı konmuş. O yüzden kitaplar
kesilmiş, biçilmiş bir hal almıştır. İlk
okuyucular, bu yüzden yazar hakkında pek
de iyi şeyler düşünmeyenlerdendir. Ancak
şu an raflarda bulunan halleri tam
metinlerdir.
Yazarın çıkan 76 romanı, 3 kısa öyküsü, ve
tiyatro oyunları hala daha aynı etkiyle
okunmakta. Bunun yanı sıra bir de
otobiyografisi Otobiyografi: Hayatım adıyla
raflarda bulunmaktadır.
Agatha'nın ölümünün üzerinden uzun bir
zaman geçmiş olmasına rağmen Hercule
Patriot hala daha yaşamını sürdürüyor.
Üstelik yepyeni bir macerayla. Agatha'nın
en büyük hayranı olduğu iddiasıyla Sophie
Hannah, Monogram Cinayetleri adlı bir
Hercule Patriot romanı yayımladı. Sophie
Hannah sadece kendi adına şükran
sunmakla kalmayıp tüm okuyucusu ve
sevenleri için Agatha Christie'ye
şükranlarını sunuyor...
Mart’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Afife Jale 1902 yılında İstanbul’da
dünyaya geldi. O zamanlar sahne,
gayrimüslimlerin egemenliğindeydi. Sanatçı
olmak Müslümanlara yakıştırılmazdı. Afife
sanayi mektebinde okurken seyirci olarak
temsillere dâhil olurdu. Tiyatroya olan ilgisi
günden güne artmaktaydı. Fakat sahne
Müslüman kadınlar için tam bir yasak bölge
idi. Sahneye çıkamayacağını bile bile 1918
yılında stajyer oyuncu olarak Darülbedayi’ye
yazıldı. Ailesi bu kararına şiddetle karşı çıksa
da, babası ona düşmüş gözle bakıp
evlatlıktan reddetse de Afife bu kararından
vazgeçmedi.
Sabırla beklediği iki yılın ardından 22
Nisan 1920 yılında Apollon Tiyatrosu’nda
sahnelenecek olan Hüseyin Suat’ın
“Yamalar” adlı oyununda izleyiciyle
buluşabildi. Emel adlı rolü oynayan Eliza
Benemenciyan, yurt dışına gittiği için, Jale
takma adıyla, üzerinde kırmızı bir elbise ile
sahneye çıkan ilk Müslüman Türk kadın oyuncu oldu Afife. Bir yasağı çiğnemişti artık Afife
Jale, peşini hiç bırakmayan bir illete de bu yol uğruna bağlanmıştı.
Afife ilk temsilinin ardından yaşadıklarını Refik Ahmet Sevengil’e şu cümlelerle anlattı:
“Hayatımda mesut olduğum ilk gece. Sanatın ruhuma verdiği güzel bir
sarhoşluk içindeyim. O piyeste güzel bir sahne vardı. Orada taşkın bir saadetle
ağladım, ağladım, ağladım… Sahiden ağladım. Alkış, alkış, alkış… Perde
kapandı bana çiçekler getirdiler. Hüseyin Suat Bey kuliste bekliyormuş. Ben
çıkarken durdurdu, alnımdan öptü: ‘ Bizim sahnemize bir sanat fedaisi lazımdı,
sen işte o fedaisin.’ dedi.”
Sahneye çıktığı ilk gece tiyatroya gelen polis, yöneticilere Müslüman oyuncu
oynatmamaları konusunda uyarıda bulunmuştu. Buna rağmen yöneticilerin de isteği ile Afife
Jale bir hafta sonra “Tatlı” Sır adlı bir başka oyun ile tekrar sahneye çıktı. Polis ikinci bir
vakanın ardından Afife Jale’yi tutuklamak istese de pek başarılı olamadı. Afife Jale oyuncu
bir arkadaşının yardımı ile kulisten kaçmayı başardı. Temsillere çıkmaya devam ediyordu
Afife Jale ve üçüncü oyunu “Odalık” ile tekrar sahneye çıktı. Tiyatro salonunu basan polis
çözümü Darülbedayi yöneticileri Celal Sahir ve Hüseyin Suat'ı tutuklamakta buldu.
İŞTE O FEDAİ: AFİFE JALE Sultan DEMİRTAŞ
Mart’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Dâhiliye Nezareti'nin (İçişleri Bakanlığı) 1921 yılında 204 sayılı
bildirisiyle Müslüman kadınların sahneye çıkmaları kanunen yasaklandı.
Afife Jale, Darülbedayi Yönetim Kurulu'na gönderilen bu bildiri ile
Darülbedayi kadrosundan çıkarıldı. Hayatının en büyük idealinden
hırpalanarak uzaklaştırılmıştı Afife Jale. Çeşitli kumpanyalar ve turnelerle
tutunmaya çalışsa da bu idealine ellerinden kayıp gitmişti her seferinde.
1929 yılında sanatçı, bestekâr Selahattin Pınar ile evlendi. Aklı hâlâ
sahnelerde olan Afife Jale bir türlü mutlu olamıyordu. Selahattin Pınar
desteğini hiç esirgemese de Afife Jale şiddetli baş ağrılarından bir türlü
kurtulamadı, yatağa düşüp ilaçlara sığındı. Artık sığınacağı tek liman
morfinler olmuştu. Peşini bırakmayan bu illet evliliğini bitirdi, yavaş yavaş
onu da tüketti. 1941 yılında Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları
Hastanesi'nde henüz otuz dokuz yaşında iken yaşamı son buldu.
Evet, Afife bir fedaiydi. Sonu yıkımla bitmeye mahkûm olan bir takım
acı maceraları göğüsleyebilecek kadar cesurdu. Onun açtığı yolda
ilerleyen kadınlar, Müslüman Türk kadınlar sahneye hiç korkusuz
çıkabildilerse bunu Afife’ye borçlu idiler.
1918 yılında
stajyer oyuncu
olarak
Darülbedayi’ye
yazıldı. Ailesi
bu kararına
şiddetle karşı
çıksa da,
babası ona
düşmüş gözle
bakıp
evlatlıktan
reddetse de
Afife bu
kararından
vazgeçmedi.
Mart’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
"Varmak nedir bilmiyorum, ama
kuşkusuz tüm varlığımın ona
doğru aktığı bir maksat vardır."
Yukarıdaki sözün sahibi İran
edebiyatının modern şairesi Furuğ
Ferruhzad'dır. Bilindiği üzere İran edebiyatı,
onun da evveliyatında Pers edebiyatı, şiire
dayalı bir edebiyattır. Nesir daha sonra çıkmış,
şiirin ve mananın ön plana çıkması sözü
kullananlara, "şair" vasfını eklemesini
sağlamıştır.
İran'ın sosyolojik açıdan kadınlara göre
kapalı bir devlet olması her konuda olduğu gibi
sanatta da kendini göstermiştir. Bu nedendir ki
İran'da sanat yapan kadına rastlamak çok
güçtür. O devirde bir kadının haykırarak şiir
söylemesi sanata meydan okumaktır ki bunun
anlamı, "Biz de sözde ustayız!" demektir.
Edebiyatımızda İran'dan etkilenmeler olduysa
da bununlar birlikte Tanzimat'tan sonra Batı'ya
yöneldiysek de bu hususta bizdeki şaireler her
iki bölgeden de fazladır.
Furuğ-ı Ferruhzad,1935'te Tahran'da
doğdu. Güzel Sanatlar okulunu bitirdi. İlk şiir
mecmuası Esîr adıyla 1942'de basıldı. Yirmi üç
yaşındayken Dîvâr (Duvar) ve ardından üçüncü
şiir kitabı İsyân yayımlandı. Sinemaya da
yöneldi ve birçok filmde rol aldı. Zaman zaman
dublaj da yaptı. İngilitere,Fransa ,Almanya ve
İtalya'ya gitti. Orada kendini geliştirip şanını
yaydı.1964 yılında dördüncü şiir kitabı olan
Tevellud-i Dîğer'i yayımladı. Şiirlerini
anlamadan önce onun hayatına biraz daha
derinlemesine girmekte fayda görüyorum.
Binbaşı Mohammed Ferruhzad,
rütbesinden de anlayacağınız üzere askeri
kökenli bir babada büyümüştür. Askeriyeyi eve
taşımasıyla baskıcı bir ailede büyümesi onun
sanat anlayışına da yansıyacaktır. Kocası,Perviz
Şapur'dan ayrılmasıyla o döneme bir
başkaldırış göstergesi olmuştur. Bu eylem bir
boşanmanın ötesine geçmiş ve bunu oğlunu
görememe bedeliyle ödemiştir. Bunun içindir
ki sürekli bir keder, hayattan bıkma
hissiyatlarıyla şiirlerini kaleme almıştır. Belki
de bu yaşadığı bedellere karşı oluşturduğu
şiirler sayesinde İran edebiyatının en önemli
simalarından biri haline gelme ödülünü İran ve
dünya toplumu ona vermiştir. Bir annenin
yahut kadının en tabii olan ve dokuz ay
karnında taşıdığı çocuğunu görememenin
denkliğini şiirlerde bulmuştur. Buna karşılık,
"Kendi varlığımın sesi olayım dedim yazık
kadındım..." serzenişiyle adaletsizliğe
haykırmakla eşitsizliğine haykırıyordu. Hikâye
yazarlığıyla tanınan İbrahim Golestan'dan
etkilenmesiyle şiirde müzikali de katmıştır.
1966 yılında arkadaşının kullandığı bir
araba kazansında hayatını kaybetti.
Furuğ'un hayatından başka önemli
olan bir husus şiirde getirdiği yeniliklerdir.
Çağdaş İran Edebiyâtının Yenici Şairesi:
Furuğ-ı Ferruhzad Mehmet Altınova
Mart’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bizdeki Garipçiler, İkinci Yeniciler gibi şiirdeki
yenilik fikirlerini gerçekleştirmeyi adeta tek
başına üstlenmiştir. Zaten başlı başına İran'da
bir kadının sanata bu denli önem vermesi bir
baş kaldırıştır. Özellikle bunu şiirde yapıyorsa
kökten gelen bir baş kaldırışın simgesidir.
Nesirdeki Sadık Hidayet'i şiire taşımış,
toplumsal problemlere değinmiş ve cinselliği
şiire adapte etmiştir. Bunu yaparken de dildeki
akıcılığa ve sadeliğe önem vermiş, yaşanılan
dünyayı anlatmıştır. Kendisinden sonra gelen
Fars şairlerini bu yönüyle etkilemeyi
başarmıştır. Fars şiirinde son yarım yüzyılın en
etkili kadın ismi, bütün cinsiyetlerinden
bakarsak da en eklili isimlerinden biri olmayı
başarmıştır.
Şiirlerinden örnekler;
BAK1
Gözlerimin derinlerindeki gama bak
nasıl da eriyor damla damla.
Nasıl tutsak düşüyor güneşe
serkeş karaltım
Bak bir
harap oluyor tüm varlığım
Bir kıvılcım içine çekiyor
ağdırıyor yükseklere
çekiyor ağına beni
Bak bir
yıldız doluyor gökyüzü
bir baştan
bir başa
Uzaklardan geldin sen
çok uzaklardan
Itırlar ve nurlar ülkesinden
Şimdi bir sandala bindirdin beni
fildişinden
billurdan
Götür beni yüreğimi okşayan umut
şiirler
coşkunlar şehrine götür
1 İran Şiir Antolojisi, Hazırlayan ve Çev.: Mehmet
Kanar,say. 181,YKY,2014
ESİR
Seni istiyorum ve biliyorum ki asla
Muradımca kucaklayamayacağım seni
Sensin o saf,aydınlık gökyüzü
Ben şu kafesin köşesinde esir bir kuşum
Soğuk, karanlık demirlerin arkasında
Hasret dolu bakışlarım hayrandır yüzüne
...
YABANCI
Yine bir kalp düştü ayaklarıma
Yine bir göz takıldı yüzüme
Yine bir savaşın kargaşası içinde
Benim aşkım soğuk bir kalbe baskın çıktı
Yine dudaklarımın pınarından
Susamış bir içti kana kana,
Yine koynumun yatağında
Bir yolcu uykuya daldı, uykuya daldı.
...
Mart’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
İyi bir okurun,
gerçek bir
edebiyatseverin
hayatında sık
sık karşılaştığı
iki soru vardır.
Bunlardan ilki
“Seni en çok
etkileyen kitap
hangisi?” , diğeri
de “Bana bir
kitap önerir
misin?”
şeklindedir. Ve
çoğu zaman bu
iki sorunun cevabı da aynıdır. Benim için
de bu soruların iki kelimelik tek cevabı var:
“Çiçekler Büyür”
“Çiçekler Büyür”, Halide Nusret
Zorlutuna’nın kızı Emine Işınsu’nun
1978’de yayımladığı romanı. Roman, arka
kapağındaki ilk satırlarla okuru kendine
çekmeyi başarıyor:
“1976'lardan bu yana, Bulgaristan'da
yaşayan millettaşlarımıza, Bulgar
Hükûmetleri'nin uyguladığı, insanlık
utancı politikalar ve kanlı baskılar...
İlay, bir küçük kadın, bunlara nasıl karşı
koyabilir?...”
İlay, bir küçük kadın... Kitap
yayınlandıktan sonraki tarihlere bakılacak
olursa İlay/İlayda isimlerinin yaygınlaştığını
görürüz. Etrafınızdaki İlay/İlayda’lara
sorduğunuzda da çoğu, adının “bir
roman”dan geldiğini söyleyecektir. Bir nesli
böylesine etkileyen bir romandır “Çiçekler
Büyür”. Ailelerin evlatlarının adına koyarak
yaşatmayı istedikleri büyük bir yüreği
vardır çünkü İlay’ın.
Ortaokul birinci sınıfta, 12 yaşında,
Bulgaristan’ın Deliorman Köyü’nde
yaşayan bir Türk ailenin kızı olan İlay’ın
hatıralarından okuruz romanı. Bembeyaz
narin ama dik başlı bir akçabardaktır İlay
ve sevmekten vazgeçemediği bir “hayırsız”
oğlandır adeta Mehmet Ali...
Bulgaristan'daki Rus düşünme ve yönetim
biçimlerinin etkisiyle insanların makine gibi
yetiştirildiği, çalıştırıldığı ve düzendeki
çarkın dönmesi için her türlü baskıyla
kullanıldığı o acı yılları İlay'ın anılarıyla
anlatır bize Emine Işınsu. Bu acıların
ortasında yeşeren, şiddetli rüzgarlarda
tutunmaya çalışan bir aşk hikayesidir
onlarınki... Mehmet Ali- İlay aşkının
etrafında Bulgaristan’daki Türk
vatandaşlarının nasıl eziyet gördüğünü,
nasıl yok edilmeye çalışıldığını, yapılan
eziyetleri, işkenceleri satır satır yaşatır
yazar. Bunu son derece başarılı bir
kurguyla bireysel ve toplumsal “ateşten
gömlek”in mücadelesi şeklinde sunar
okuyucuya. Aşk, nefret, acı, milliyetçilik,
vatan mücadelesi ve tüm bunların
ortasında çaresizlik iliklerimize kadar işler
roman boyunca.
Romanda aşk hikayesiyle birlikte
sürükleyiciliği sağlamlaştırılan esas mesaj
olan Bulgar zulmünün çeşitli örnekleri en
acı şekilde vurulur yüzümüze. Örneğin,
Bulgaristan’daki Türklere komünist-Bulgar
olmaları için baskı yapılır ve bunu kabul
edenlere devlet tarafından pek çok imkân
tanınır. Türklüğü savunan İlay ile sevgilisi
Mehmet Ali arasında geçen şu konuşma
bu durumu ortaya koymaktadır:
Çiçekler Büyür Ve Her Yıl Ayşe Bengisu AKDAĞ
Mart’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
“(…) Kendimi Bulgar kabul etmek İlay,
yok başka çare, yok! Canı cehenneme
milliyetin bilmem neyin! Bana
Bulgar’sın diyorlar, tamam mı, kabul
ediyorum; çünkü bana fayda
sağlayacak olan Bulgar görünmektir,
aslında hiçbiri umurumda değil! (…)
Bak ben sana Bulgar olmanın yüzlerce
faydasını sayabilirim, ama sen bana
Türk olmanın tek faydasını
söyleyebilseydin…”
Türklerden sosyalist düzene uygun
şekilde yetişmeleri istenir. Onlara, ille de
bir dine tabi olmaları gerekiyorsa bunun
BulgarOrtodoks dini olacağı söylenir:
“Eğer din seçmek gerekiyorsa, Bulgar-
Ortodoks dini seçilmeli. Türklerin
cenazesi Bulgar papazlar nezaretinde
gömülmeli.”. Bunların yanı sıra
İslamiyet’te yenmesi haram olan domuz
etinin Müslüman Türklere yedirilmesi de
dayatılan şeyler arasında sayılır:
“Hayvanlar arasında fark yoktur, bu
yüzden domuz eti mutlaka yenmeli.
Yakın zamanda, Türk köylerine yalnız
domuz eti sevk edilecektir. Evlerinde
tavuk, koyun besleyenler bunları, yakın
zamanda domuzla değiştireceklerdir.”
Çocukların sünnet ettirilmesi de Bulgar
devletince sağlık açısından uygun
görülmediği gerekçesiyle yasaklanmıştır.
448 Sayfalık kitabı (Ötüken Yay. 2001), kaos
dolu sayfaları bir çırpıda bitirirsiniz. Ama
kapağını kapattığınız anda derin bir iç
sızısı kaplar yüreğinizi. Uzaklara bakarak
dalarsınız. “İlayy” diye fısıldamaya
çalışırsınız ama sesinizin çıkamadığını
fark edersiniz.
Bulgaristan’daki Türklerin devlet eliyle
asimile edilmeye çalışılması, buna direnen
insanlara yapılan zulüm, imparatorluktan o
topraklarda geriye kalan insanların
kendileri olarak var olma mücadelesi bir
daha asla unutulmamak üzere kazınmıştır
zihninize.
“Bir gün bir kitap okudum ve bütün bir
hayatım değişti” dedirten eserin tüyleri
diken diken eden sonunda sorularınız
tükenir. Ve bildiğiniz tek şey şudur:
“Bedenler, beyinler ve
sevdalar, bu toprağa gübre
olabilir ve her yıl çiçekler
yeniden büyür!”
“Seni çok seviyorum
Mehmet Ali!”Gürültüden
sonra kulağıma çarpan bu
sakin ses, benim sesimdi…
Derken… hafızamın bir
köşesine gömülüp kalmış
bir hatıra kımıldayıp,
canlandı…”
Mart’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
NESLİYÂR
Derin tevazu, çorak arazi
Düşler seni bir gece vakti.
Yücelerden geçip gelsen beri
Anlatsam seni bir seher demi.
Güneş gibi asl-ı surette,
Düşünce bellidir bidayette.
Sevmişim seni ta bezm-i elestte.
Sana gönderilen gül deste deste.
Ey yârimin nesli yahut Nesliyâr
Besliyor beni bu yer yahut Şehriyar.
Yüce gönüllü özlü sözlü gül yüzlü…
Beni mest eden bir çift pare gözdü.
Bil ki nehrim, ilham pınarım sana akar,
Bil ki kalemim, kelamım sade sana bakar.
Sana dökülür bu okyanustan inciler,
Sade seni anlatır iç içe geçmiş zincirler.
Birbirine sıkıca bağlanmış kenetlenmişler.
Dünya sırat-ı müstakim ipi ince dizmişler.
Sen varsan kimse gelmesin uğramasın,
Yârimin gönlünün kentine.
Sen yoksan eğer kimse karışmasın,
Boynumun kementine.
Varlıkta yokluk hangisi?
Yoklukta varlık benimkisi.
Derme çatma bir gemi,
Bir lütuftan ibaret bu fani.
Şiir mısralarına ilhamdır gözlerinin ahengi.
Seni anlatamaz mevsimin hiç bir rengi.
Dengi olmayan bu deryada bir büyük
gemi,
Her dem seninle açılacak bu berzah âlemi.
Çalabım bana lütuf u kerem eylemiş.
İlhamı intisab eyleyip kalbe gizlemiş.
Ervah-ı âlemde özün miske bezenmiş.
Sözüm Şah’a bizi bize ne hoş lütfetmiş.
Süleyman Erkut
Mart’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Teyzemin sesiyle uyandım. Yavaşça başımı sağa
çevirdiğimde otogara girmiş olduğumuzu fark
ettim.Önümde açık duran servisi koltuğa doğru
kapattım ve çantamı hemen boynumdan geçirip inmeye
hazırlandım.Teyzemde her hangi bir duygunun
ifadesini göremiyordum.O sanki bir ziyarete gelmişiz
gibi hatta ondan bile daha heyecansız ve meraksız boş
gözlerle bakıyordu.Otobüs durur durmaz aşağı
fırladım.Bir kamyonun taşıması gerektiği eşyalarımızı
bir an önce diğer insanları mağdur etmeden
almalıydım.Aslında onlara iyilik yapıyordum ama beni
bir türlü anlamak istemediler ve çoğu kez eşyalarımı
almama mani oldular.Büyük bir savaşın sonunda
Mırnav’ı da kurtararak kalabalıktan sıyrılmayı başardık.Çantamdan defterimi çıkarıp
gideceğimiz adrese baktım.Çekirge’de küçük bir otele yerleşecektik bir
haftalığına.Hemen bir taksi bulup bindik.Yolculuğumuz boyunca da teyzem hiç
konuşmadı.Aklından neler geçirdiğini,neleri kıyasladığını çok merak
ediyordum.Mesela ben Bursa’ya iner inmez nefes aldığımı hissettim.İzmir’le ne kadar
kıyaslanır bilemem ama bu şehrin tarihi,mistik havası henüz onu keşfetmeden içine
çekmişti beni.Burada bilmediğim bir şey vardı.Hiç almadığım bir koku,hiç görmedim
şeyler…Şimdilik anlatamıyorum ama bir gün,burayı benimsediğim ilk gün ırmak olup
taşacağını hissediyorum kalbimin derinliklerinde.Hiçbir zaman tesadüflere
inanmamıştım.Teyzemin başına gelenler,öğrendiğim şeyler,hiçbir sebep bile
gösteremeden buraya gelişimiz…Hepsi bir şey içindi.Bunu ne ben ne teyzem ne de
siz biliyorsunuz. Bunun cevabını vereceğim günü sabırsızlıkla bekliyorum.
İçimde bir takım hesaplamalar yaparken taksicinin ‘’geldik’’ demesiyle irkildim. Hep
böyle oluyordu. Bıraksalar saatlerce giderdim. Eşyalarımızı alıp yerleşmek için otele
yöneldik. Kuş seslerini duyuyordum. Gözüme aşağılarda ‘’termal hamam’’ tabelaları
ilişti.Çevrede bir sürü büyük küçük otel vardı.Eğlenceli günler geçirebiliriz diye
düşündüm.Buranın tarihi dokusuna şimdiden hayran kalmıştım.
Otele girdik ve ‘’303’’ numaralı anahtarı elimize alıp odamıza yöneldik. Kapıyı
açtığımız an yere kadar inmiş bir camın ardında Bursa karşıladı bizi. Odanın
duvarlarında antika çerçevelerden levhalar asılıydı.Vavlar Elifler güzel işlenmiş
vaziyette duvarları süslüyordu.Osmanlı’ya payitahtlık eden bu şehir beni cezbetmeye
devam ediyordu.Kulağımda ve ayaklarımda bir sıcaklık hissetmeye başlamıştım.O an
oracıkta bayılıvermiştim.
ARDINDAN Sırdem Kemiksiz
Bölüm -9-
Devamı gelecek…
Mart’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Woolf'ün en bilinen
eseri. Günümüzde özellikle
kadın hareketlerinin el
kitabı niteliğinde. Bir nevi
kutsal kitap. Neden peki ?
Feminist edebiyatın temel
taşlarından bir yazardır
Wirginia Woolf.
Feministlik 17.YY ' da
Fransa'da Olympe de
Gouges'ın “Eğer
kadının idam
sehpasına mahkûm
olma hakkı varsa, tribünden izleme hakkına
da sahip olmalıdır.” sözüyle tarih akışı içinde
yer almaya başlar. Bu olgunun amacı "ataerkil"
sistemden kurtulup kadının eşit toplum içinde
yer almasıdır. Bu kaba tabiri tabii. Ve bu
tanımla çok basit kalıyor. Ama öyle değil...
16.YY -hatta daha eskiden beri- kadının
toplumda yeri yoktu. (Günümüzde de bu
anlayış yok olmuş değil) Bir kadının kitap
yazması bir yana alışveriş haricinde evinden
dışarı çıkması imkansızdı. Kadına biçilen görev
buydu. 19.yy 'da bir kadının çıkıp "Kendine Ait
Bir Oda" adıyla kitap yazması devrimle eşit
sayılabilir. Kitabın içi boş olsa bile... Kadın ve
aitlik kavramlarının yan yana gelmesi yazarın
kitabında izlerini sürdüğü "kadın ve edebiyat"
kavramlarının yan yana gelmesi kadar
olanaksız.
Bilinç akışı tekniği ile yazdığı kitabın ana
konusu kadın ve edebiyattır. Giriş kısmında
kendisinden önce eser vermiş kadın yazarların
ismini -kendince onlara selam gönderir gibi -
sayıyor. Jane Austen , Bronte Kardeşler , Fanny
Burney vb. Ne yazık ki bir elin parmaklarını
geçmiyor bu sayı. Ha 17 ha 19 sayılar değişse
de gerçekler değişmiyor. Sahneler çabuk
değişiyor takip etmek çoğu zaman güç
olabiliyor. Woolf ,kütüphaneye gidiyor.
Raflarda geziniyor. Profesörlerin yazdıklarında
görmek istediği gerçeği arıyor. Fakat görüşler
o kadar kesin çizilmiş ki mümkün değil. Bir
kadının kurmaca metin yaratmış olması
imkansızla eşdeğer. Bir köpeğin arka ayakları
üzerinde yürümesine benzer yarattıkları.
İkinci soru kemiriyor beynini "Kadınlardan
neden Shakespeare gibi bir deha çıkmadı ?"
Bu soruyu cevaplamak için girdiği kurgu
Wirginia Woolf'ün zekasına hayran bırakıyor.
" Shakespeare ' in bir kız kardeşi olsaydı ve o
da bir şeyler yazsaydı akıbeti ne olurdu "
düşüncesi üzerine kurgulamaya gidiyor. -Sonuç
gerçekten iç burkuyor. - "Olası senaryonun
tahayyül edilmesi çok da zor değildir:
Shakespeare eğitiminde ilerleyip tiyatro ve
yazın dünyasında kendine bir yer edinirken
Judith okula gönderilmez. Ailesi tarafından
evlendirilmek istendiğinde yeteneğinin
peşinden giderek kaçar. Shakespeare gibi
hayallerini gerçekleştirmek üzere bir tiyatroya
başvurduğunda hiçbir kadının tiyatrocu
olamayacağı cevabıyla yüzleşmek zorunda
kalır. En sonunda kendisine acıyan bir
menajerden hamile kalır. Kadın bedenine
kıstırılmış şair ruhunu daha fazla taşıyamaz ve
intihar eder!"
Edebiyat tarihini önümüze sererken biz
kadınlara sesleniyor : "
"Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda
ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler
ne der diye düşünmeden yazın!"
Kadınlar “çocuk sahibi olmakla; para,
kütüphane, şarap mahzeni ve şiir sahibi olmak
arasında bir seçim” yapmak durumundadırlar.
(Froula, 2005: 192) Yeterince paraya sahip
Virginia WOOLF’un Kendine Ait Odasında
Işık Selin ORHUNTAŞ
Mart’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
olmayan kadının kendisi için en iyi adamla
evlenip çocuk sahibi olmaktan başka bir
seçeneği yoktur. ( Kendi özgür iradesiyle
yapacağı tercih olmadığı için seçenek demek
pek de doğru değildir. )
Kendine Ait Bir Oda Ne Demek ?
Bir kadının kendine ait odası olması kendini
özgür hissedebileceği bir yer olması demektir.
Bu özgürlük alanında ise yazı deneyimini
yaşayacak ve bir şeyler üretecektir. Bir şeyler
üretmek deyimi akıllara ekonomik özgürlüğü
getirir. Ekonomik özgürlük beraberinde diğer
özgürlükleri de getirir. Böylece toplumun
kadına sunduğu seçenekler arasında tercih
hakkı olabilir. Woolf, şiddetle yazmayı önerir
okuyucularına. Ne yazmak , nasıl yazmak
isterlerse yazmalarını ; başkalarının
düşüncelerine aldırmadan özgürlükleri için
mücadele etmelerini söyler.
“Yazmak istediklerinizi yazdığınız sürece
önemli olan tek şey budur; bunun
yüzyıllarca mı yoksa yalnızca saatlerce mi
önemli kalacağını kimse söyleyemez. Ama
kafanızda yarattığınız dünyanın tek bir
telini, elinde gümüş bir kupa tutan bir
başöğretmenin ya da bir ölçü defteri
tutan profesörün sözüne uymak için
gözden çıkarmak en aşağılık ihanettir ve
eskiden insanların başına gelebilecek en
büyük felaketler arasında sayılan
bekaretin ve servetin gözden çıkarılması
bunun yanında yalnızca bir pire ısırığı gibi
kalır.” (Woolf, 1992: 120)
Woolf'un kendine ait bir odası var mıydı diye
düşünüp bir yandan satırların arasında
gezinirken yazmayı delilik ve intiharla bir
tuttuğunu anlıyorum. Yazı için araştırma
yaparken tesadüfen görüyorum - söylentiden
ibaret - ceplerine taş doldurup denize
atlamasına neden olan zihinsel bozukluk
ailesinde dört kuşaktır
görülen bir
rahatsızlıkmış.
Kocasına bıraktığı
son mektupta
ruhsal hezeyanlara
daha fazla
dayanamayacağını
söyler.28 Mart
1941'de intihar eder.
Ölüm yıldönümü
bahanesiyle anmış olduk
kendisini. Her ne kadar Ursula K.
LeGuin yazmak için "kendine ait bir oda"
gereksinimine karşı çıkmış olsa da bir akım
başlatmıştır. Ve umarım huzurla ölmüştür.
Kaynakça :
Christine Froula, Virginia Woolf and the Bloomsbury
Avant-garde: War, Civilization, Modernity (New York:
Columbia University Press, 2005).
Virginia Woolf , Kendine Ait Bir Oda ( İletişim , 2003)
"Para kazanın,
kendinize ait ayrı bir
oda ve boş zaman
yaratın. Ve yazın,
erkekler ne der diye
düşünmeden yazın!"
Mart’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
BEN ÖLÜYORUM
Nasıl anlatsam bilmiyorum
Ansızın bir fırtına başlıyor
Her şey öylece kalıyor, donuyor her şey
Sanırsın ki kıyamet kopuyor
Rüzgâr seni bana sürüklüyor
Karşımda duruyorsun
Sanki dokunsam sen varsın
Böyle nefes alamıyorum
Gözlerim kısılıyor
Ah bir bilsen nasıl yanıyor canim
Kalbim çığlık çığlığa
Ve sen karşımda gülümsüyorsun
Birden bir orkestra oluyorsun
O acımasız şarkını söylüyorsun
Hayır duymak istemiyorum
Susmuyorsun
Sesini içime fırlatıyorsun
O birkaç nota dilinden dökülen
Bana neler ediyor sen bilmiyorsun
Sen karşımda gülümsüyorsun
O beyaz yüzün senin
Beni siyah ölümlere çağırıyor
İçime hasret salıyor, acı veriyor
Üşüyorum buzdan daha buz kesiyorum
Sana hayran kalbim beni sana
kurban ediyor Ne mutlu sana
Ben oluyorum
Karşımda gülümsüyorsun
BEGÜM ÇALIŞKAN
GECEDEN SESLER Bir keşkeler yığınından sesleniyorum;
İşitenler, işitmeyenlerden
İtina ile saklasın.
Bugün; ahir günüdür
Gecenin enkazından sıyrılıp
Lambada oturan yamalı hayallerimin.
Nasıl tipik rastlantılardan
Farklıysa bu ecel,
Öyle başkadır lüzumsuz insan
gürültüsünden
Uykusuzluğuma refakat eden cinlerin
fısıltısı.
Parlak ay, kırılmaz karanlık, ölü gökyüzü...
Takvimden düşen gün,
Göz kapaklarımla tavanı
Birbirine düşman bırakır.
Kadın sıçrar uyanır halimden habersiz,
Karabasan bilir.
Çıksak da sabaha açmazda kalırız.
Derinlere batıyor sözleri;
Bağır delmeye gayet müsait
Cisimler gibi.
Mesafe anlatıyor gözleri;
En ırak memleketlere ait
İsimler gibi.
Benim gözlerim Azrail telkiniyle yumulur,
Kavuşmak yok ama bir parça rikkatin
umulur.
Aziz NADİR
Mart’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Sıradaki ülkemiz aşk şehri İtalya'ydı. Her köşesi tarih, sanat ve aşk kokan bir ülke... İlk önce Venedik'e gittik. Tabi gider gitmez bir olay yaşamadık değil. Venedik'e vardığımızda sabah saat 6'ydı. İner inmez kalacağımız hostelin adresini sorduk. Bir kadın burası Venedik değil demez mi ! O an ne yapacağımızı şaşırdık. Sanırım erasmus dönemimin en korkulu dakikalarıydık. Sabahın erken saati olduğu için hiç bir
ulaşım aracı yoktu. Ama gittiğimiz yerin Venedik olması gerekiyordu. En sonunda polise gitmeye karar verdik. Polise gitmemizle rahatlamamız bir oldu. Meğer kalacağımız yer 15 dk uzaklıktaymış. Venedik is ada olduğu için otobüslerin oraya girmesi zaten yasakmış. Cahilliğimiz fena halde korkmamıza neden olmuştu. Venedik denilince akla ilk gelen kanallarıdır sanırım. Gerçekten de şehirde çok fazla
BİR ERASMUSLUNUN GÜNCESİ Kübra TARAKÇI
Yine ben, yine yeni bir macera daha. Erasmus bitti ama anlatacaklar biter mi? Bitmez...
Mart’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
kanal var. Otobüs, metro, araba görmeden huzurlu bir gün geçirmek mümkün. Venedik'in en önemli bölgesi San Marco Meydanı'dır. Bir yanında Dükler Sarayı, bir köşesinde San Marco Bazilikası, uç tarafında Carrer Müzesi, Çan kulesi, Gondol iskeleleri derken Venedik'te olmanın büyüsünü hissetmeye başlayacağınız yer. Torre dell'Orologio yani Çan Kulesi Venedik'in vazgeçilmezlerinden. Venedik'in daracık sokaklarında gezerken tabi ki her zaman olduğu gibi mutluluktan ölüyorduk adeta. Bu mutluluğumuz sonraki rotamız olan Floransa bilet fiyatlarını öğrenene kadardı. Tura çıkmadan önce herkesin söylediği bir söz vardı. Biletlerinizi önceden almayın anı yaşayın birazcık. O an, hayatımız boyunca unutamayacağımız bir an olmuştu. Çünkü normalde 10 veya 20 Euro'ya alınabilecek biletleri Fashion Week nedeniyle biz 42 Euro'ya almıştık. İçimize 42 Euro bir oturdu ki sormayın :)
El-mahkûm aldığımız biletlerle diğer gün Michelangelo'nun şehri Floransa'ya gittik. Rönesans’ın beşiği, Duomo’nun ana vatanı, Toskana’nın başkenti, UNESCO’nun yani Dünya’nın Kültür Mirası Floransa. Burda da yine bir hostel krizi yaşadık. 3 4 saat süren hostel arayışımızdan sonra sığınacak bir liman bulduk. Tabi yine moda haftasından dolayı hostele de normal fiyatın 2 katını ödedik. Hostelde dinlendikten sonra şehri gezmeye başladık. Floransa’ya gidip de kuş bakışı bu şehrin güzelliğine şahit olmamak olmaz. Bunun için en doğru adres tüm Floransa’yı ayaklarınızın altına seren 1869 yılında inşa edilen Piazzale Michelangelo. Michelangelo’nun
çeşitli eserlerinin bulunduğu ve bir zamanlar buraya Michelangelo’ya özel müze yapılması planlandığı için bu adı alan meydan Floransa’nın görülmesi gereken yerlerinden birisi.
Floransa'da 2 gün kaldıktan sonra rotamızı Pisa'ya çevirdik. Pisa şehrinde görülmeye değer tek yer Pisa Kulesi. Kulenin bulunduğu yere gittiğinizde görebileceğiniz tek şey eller sanırım. Elini kuleye dayamış gibi yapan fotoğraf çektiriyor. Pisa'da bir gün konakladıktan sonra tarihin şehri Roma'ya geçtik. Roma'da bu sefer hostel arayışına girmedik çünkü gitmeden önce rezervasyon yaptırmıştık. Ama bu sefer de hostelin adresini bulamadık :) Roma denilince akla ilk olarak Kolezyum gelir sanırım. Dünyanın 7 harikasından birisi. Gerçekten de mükemmel ve devasa bir yapıt.
Bir diğer önemli anıt II. Victor Emmanuel 'dir. Daha sonra yolunuz İspanyol Merdivenleri'ne çıkıyor. Eğer merdivenleri
Mart’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
üşenmeden çıkarsanız muhteşem bir manzara yine karşınıza çıkıyor. Pantheon ise bir diğer tarihi eser. Pantheon tüm tanrıların tapınağı anlamına gelmekteymiş. Bir diğer ayrıntı ise Ayasofya yapılana kadar tek parça en büyük kubbe Pantheon’un kubbesi olması. Veee Aşıklar Çeşmesi :) Ama bizim bahtsızlığımızın göstergesi. Sen o kadar yoldan gel, belki, bir umut, hani bir kısmet bulurum diye; ama çeşme tadilatta olsun. Kaderimize boyun eğip uzaktan öylece baktık maalesef :(
Castel Sant Angelo ise Melekler ve Şeytanlar filmini izleyenlerin hemen hatırlayacağı önemli bir yapıt. Köprünün korkuluklarını, İsa'nın çarmıha gerilişini simgeleyen on melek heykeli bulunur. Ve Vatikan şehri. Şehir deniyor çünkü Roma'dan ayrı bambaşka eşsiz bir şehir. İlk olarak karşınıza San Pietro Bazilikası çıkıyor. San Pietro Bazilikasına ismini veren San Pietro, İsa'nın 12 Havarisinden biri ve ilk Papa. Burası ayrıca dünyanın en büyük Katolik kilisesi olma özelliğine de sahip. İçeride görülmesi gereken önemli birkaç şey var. Bunlardan bir tanesi Pieta. Pieta, Michelangelo tarafından yapılmış, Meryem Ana'nın kucağında çarmıhtan indirilen Hz.
İsa'yı taşıdığı bir heykel. Uzak bir cam bölmede sergilendiği için doğrulayamadık fakat Meryem Ana'nın kemerinde Michelangelo'nun imzası olduğu söyleniyor ve bu imzaladığı tek eseriymiş. Ayrıca Michelangelo bu mermer heykeli tamamladığında sadece 25 yaşındaymış. Kiliseyi gezip bitirdikten sonra görülmesi gereken ikinci yer Kubbe. Kubbeye çıkış eğer asansörle çıkıyorsanız 7, asansör kullanmayacaksanız 4 euro. Biz en fazla ne kadar çıkabiliriz ki diye düşünerek asansör kullanmadık, kullanmadık ama yolda ufak çaplı bir kalp krizi geçirmek üzereydik. Normalde asansörden sonra 300 basamağın olduğunu sonradan öğrendik. Biz ise yaklaşık 600 basamak çıktık sanırım. Ama o kubbeye çıktığınızda gördüğünüz manzara tek kelime ile mükemmel.
İşte İtalya serüvenimiz böyle son buldu. Gönül tekrar gitmeyi ister... Gelecek ay görüşmek üzere, bol gezmeli günleriniz olsun...
Mart’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Müziğin iyileştirici gücüne inanmışımdır hep
bir de şiirlerin. Bu ikisi yanyana gelince
muazzam bir şey çıkar ortaya. Asıl iyileştirici
güç oradadır. Bir şairin kaleminden çıkıp bir
sanatçının sesine oradan da evrene ulaşır o
güç.
Her şarkı sözü bir şiirdir. Şiir de edebiyatın en
güçlü silahıdır. Bu silah iyi de kullanılabilir kötü
de…
Şiirlerin müzikle buluşması eskiden beri vardır.
Gerek ağıt olsun gerek ilahi. Zamanın en
büyük tanığı olarak Türk Edebiyatı’nda bir
şekilde yer etmiştir.
Kadın ozan günümüzde çok az. Var olanlar da
popüler değil. Mesela Aşık Şahturna’yı kimse
tanımaz. Görme engeline rağmen müziğini icra
eder. Sayısız eser verir , Türk Halk Şiiri’ni
yurtdışına taşır. Ama Sezen Aksu’yu hepimiz
tanırız , biliriz. Popüler kültürün kadın ozanıdır
çünkü. Enstürman çalmak dışında ozan olma
şartlarına uyar. Benim için Sezen Aksu
önemlidir bu noktada. Mart ayında bu satırlara
taşıyacak kadar neden önemli ?
Özel sebepleri de var tabii bu durumun. En
yakın arkadaşımın Mart ayında doğması ve
koyu bir Sezenci olması ilk sebeplerden. Asıl
sebep ise …
Popüler kültürden söz ettim az önce. Son
birkaç yılda şiirleri bestelemek pek moda oldu.
Kimisi gerçek bir saygı duruşu kimisi tam bir
felaket… Sezen Aksu tam da bu noktada
ayrılıyor. Gerçek saygı duruşunu yapanlardan.
Kendine özgü bir tarzla. Bu kendine özgü
tarzdan söz edeceğim önce kendisini tanıyalım
:
Fatma Sezen Yıldırım’ın hikayesi 13 Temmuz
1954 yılında Denizli’de başlar. İzmir’de devam
eder. 1970 yılında Hafta Sonu dergisinin açtığı
, ‘ Altın Ses ‘ yarışmasında altıncı olur. Ünlü
olması 1975 yılında çıkardığı Yaşanmamış
Yıllar / Kusura Bakma kırkbeşliği ile oldu. 1976
yılında çıkarttığı 45’lik ile uzun süre listelerde
bir numara olarak kalmayı başardı. Ardından
müzik piyasasına adını silinmeyecek biçimde
yazmış oldu.
‘’Şarkıcı olarak meşhur olduysan filmin de
olmalı ‘’ yazısız kuralına uyarak 1979 yılında
Bulut Aras’la başrolünü paylaştığı bir Atıf
Yılmaz filmi olan ‘’Minik Serçe’’ de yer aldı.
1982 yılında ‘’Sezen Aksu Aile Gazinosu’’
gösteriminde Adile Naşit, Şener Şen, Ayşen
Gruda ve Altan Erbulak ile aynı oyunu
paylaşan Aksu, sahnede yedi farklı karakteri
canlandırdı.
Buradan sonrası albüm – konser –
albüm şeklinde gitmiyor tabii ki.
Edebiyatla ilgisine geliyoruz.
‘’ Eksik Şiir ‘’ kitabı edebiyat ile alakalı kısmı.
Şarkı sözlerinin müzikten ayrı düştüğü için
eksildiğini düşünen Aksu eksik der şiirlerine.
Ama her iyi şiir de olduğu gibi kendi ritmini
buluyor. Bu çalışmanın bir Murathan Mungan
çeşidi mevcuttur. ‘’ Söz vermiş şarkılar ‘’
aradaki fark şu : Mungan ‘ın kaleminden şiir
olarak dökülüyor. İçlerinden müziğe en yatkın
olanları kimi müzisyenler tarafından
besteleniyor. Yeni Türkü ‘ yle beraber avaz
avaz söylediğimiz ‘’Olmasa Mektubun ‘’
mükemmelliği yakalamış söz vermiş şarkılar
CADI AVI-4 Işık Selin Orhuntaş
Mart’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
arasında. Aksu’nun kitabında bulunan 197
şiirin kimisi bestelenmiş kimisi
bestelenmemiştir. NTV’nin haberine göre de
satış rekorları kırmıştır. Şiirlerde kimi zaman
kavgacı aşık kadın vardır kimi zaman da
İzmir’in sokakları gözümüzün önüne serilir.
Raflarda yerini alan kimilerini gülümseten kitap
2006 yılında Metis Yayınları tarafından
basılmıştır. Hatta Kocaeli Üniversitesi 1.
Ulusal Şiir Kongresi’nde Yelda Karataş bu
konu hakkında bildiri sunmuştur.
Bu şarkı sözleri sayesinde Meral Okay’ın da
kaleminin sadece senaryo yazımı için değil
şarkı sözü yazımı için de uygun olduğunu
görüyoruz. Bu cadılarda marifet bitmez !
Filmlerin şarkısı mı şarkıların
filmleri mi ?
Aralık 2007 ‘ de vizyona ‘’O Kadın ‘’ filmi girdi.
Başrollerini Selin Demiratar , Tardu Flordun ,
Erol Günaydın , Burak Hakkı ve Şebnem
Dönmez ‘in paylaştığı bu film bir deneme
filmiydi. Nasıl mı ? Ana karakterler arasında (
Yeşim ve Okan ) hiçbir diyaloga yer verilmez.
Yazarın asistanına hikayeyi anlattığı sahneler
dışında diyalog yoktur. Konusu , bir romanın
kahramanları Yeşim (Selin Demiratar) ile Okan
(Tardu Flordun) farklı hayat tarzlarına rağmen
birbirlerinden etkilenmişler ve aşık olmuşlardır.
Okan'ın tipi, hayat tarzı, yaşadığı hayat ve
içinde bulunduğu durumu babası ile
özdeşleştiren Yeşim, bu imkansız aşkı
başlamadan bitirir. Ancak sevdiği adam ölür.
Sevdiği adamın cenazesine gider. Orada üç
kadın vardır. Okan'ın eşi, kızı ve Yeşim yani "o
kadın". Babasının cenazesinde gördüğü "o
kadın" şimdi ona daha tanıdık gelmeye
başlamıştır. Özenle seçilmiş 17 Sezen Aksu
şarkısı filme eşlik eder.
Her önemli sahnenin arka fonunda bir şarkı yer
alır. Aslında Sezen Aksu şarkılarının, hiç
konuşmadan bir ilişkiye, bir ayrılığa, bir
sevdaya söz olabileceğini gösterilmek
istenmiştir.
Ne kadar başarılı olunmuştur bilinmez. Belki
bizi düşündürecek olan şey filmlerin şarkıları
olur da şarkıların filmleri olmaz mı ? Olabilir ,
belki.
Şiirlerin bestelenmesi meselesine gelince…
Her ne kadar popüler kültür sanatçısı olsa da
bu lakabın altına sığınıp popüler şiirleri
bestelememesi , şiire gerçek bir saygı duruşu
bana kalırsa. Onat Kutlar’ı , Metin Altıok’u ,
Gülten Akın’ı tanır mısınız ? Çoğumuz hayır
diyecektir bu soruya. Tanımıyoruz. Oysa
Sezen Aksu’nun çoğu albümünde en güzel
şarkılar o şiirlerdir. Turgut Uyar’a selam
göndermek için ‘’Göğe Bakma Durağı’’ yerine
‘’Denge’’şiirini seçmesi gülümsetti doğrusu.
Bunlarla sınırlı değil tabii ki anlatacaklarım.
Kendi web sitesinde Sezen’den bölümünde
yaptığı tavsiye ile hayranlarını yeni bir cadıyla
tanıştırmıştır : Birhan Keskin. Tavsiyede
bulunduğu zaman şiir henüz sokakta değildi ve
sosyal medya sadece şiirden ibaret gibi
gözükmüyordu.
Aslında bütün yazı boyunca
anlatmak istediğim şey , edebiyatın
sadece yazınsal anlatıdan ibaret
olmadığı , olmaması gerektiğiydi.
Edebiyatın derinlerine indikçe
karşılaştığımız sinema ve müzikle bunu
anlatabilirdim. Kurban olarak Sezen
Aksu’yu seçmem ise sanatın neredeyse
her alanına hizmet eden bir cadı
olmasıydı.
Sezen'in Şiir Defteri Tuğçe Erkol Sezen Aksu deyince sizin aklınıza ne geliyor bilmem ama benim aklıma her şeyden önce çok yetenekli bir kadın geliyor. Girdiği her işin altından kalkan bir kadın... En sevmiyorum diyen insan en az bir tane Sezen şarkısı bilir. İstediği kadar sevmiyorum desin. Sezen söylemez, sözünü yazar, müziğini yapar ya da hem sözünü yazar hem müziğini yapar ama başkası söyler. Bizde adettir büyük çoğunluğumuz sadece şarkıyı söyleyeni biliriz, sözünü kim yazmış, müziğini kim yapmış bilmeyiz. Bu yüzden gene sever Sezen'i, onun yazdığı şarkı sözleriyle. Bilmez çünkü şarkıyı kimin yazdığını. Oysa her şarkı sözü aynı zamanda şiir değil midir?
Mart’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bana göre Sezen'i Sezen yapan şeylerden biri de budur. O tam anlamıyla bir halk şairidir. Halkını çok iyi tanıyan, bilen biridir. Onların acısını, sevincini, hüznünü, mutluluğunu, aşkını, ayrılığını, hasretini bilen ve bunları her insan gibi yaşayan biridir. Onun şarkılarında vardır bu duygular. Dinlediğiniz zaman ya da 2006 yılında çıkardığı Eksik Şiir adlı kitabından okuduğunuzda tanırsınız hemen, hissedersiniz o duyguyu, içinize işler. Kendinizle özdeşleştirirsiniz. "Benim şarkım bu olsun." dersiniz, "Bu şarkı bizim olsun." dersiniz. Sezen sadece bir müzisyen değildir, bir şairdir de bu yüzden. Hem de şiiri, edebiyatı iyi bilen bir şair. Onun diskografisine bakıldığı zaman şarkıların bir kısmının söz yazarlarını tanırsınız. Orhan Seyfi Orhon vardır, Ümit Yaşar Oğuzcan da. Sabahattin Ali de görürsünüz, Metin Altıok da Melih Cevdet de...
Şimdi gözlerinizi kapatın ve Sezen'in sesini
duymaya çalışın. En güzel şairlerin en özel
şiirlerini ne kadar da güzel yorumladığını
göreceksiniz.
"Tanrım tek başına koyma kulların Yalnızlığa ancak sen dayanırsın Eşsiz dostsuz kalanın zordur halleri Yalnızlığa ancak sen dayanırsın"
Sevgi Sanlı, Tanrım "Bir gün kadrim bilinirse, İsmim ağza alınırsa, Yerim soran bulunursa: Benim meskenim dağlardır"
Sabahattin Ali, Dağlar "Şimdi, şiir, bence senin yüzündü. Şimdi benim tahtım, senin dizindir. Sevgilim, saadet ikimizindir, Göklerden gelen bir yadigar gibi."
Sabahattin Ali, Çocuklar Gibi "Bedenim üşür, yüreğim sızlar. Ah kavaklar, kavaklar... Beni hoyrat bir makasla Eski bir fotoğraftan oydular. Orda kaldı yanağımın yarısı, Kendini boşlukla tamamlar. Omuzumda bir kesik el, Ki durmadan kanar. Ah kavaklar, kavaklar... Acı düştü peşime ardımdan ıslık çalar."
Metin Altıok, Kavaklar
"Estirir de ada yeli estirir Seni sevindirir beni küstürür Lüküs kamarada kimler oturur Şinanay da şinanay."
M. Cevdet Anday, Şinanay "Dokun bana, bana dokun ne olur hasretinden öldüm. Kopar zincirleri yeniden gel, durmadan gel, hep gel"
Onat Kutlar, Tutsak "Yağmur yağar, akasyalar ıslanır. Bulutlar uçuşur geceleyin. Ben yağmura deli, buluta deli. Bir büyük oyun yaşamak dediğin. Beni ya sevmeli ya öldürmeli!"
Gülten Akın, Deli Kızın Türküsü "Ben tam kendime göre, Ben tam dünyaya göre. Ama sizin adınız ne? Benim dengemi bozmayınız."
Turgut Uyar, Denge "Hani şarkılar bizi bu kadar incitmezken, Hani körkütük sarhoşken gençliğimizden, Daha biz kimseye küsmemiş, Daha kimse ölmemişken, Eskidendi, çok eskiden."
M. Mungan, Eskidendi Çok Eskiden
Geldi değil mi böyle sayınca gözünüzün önüne
şiirler ve şairler? Ya da Sezen'in sesi
kulağınıza geldi değil mi?
Tabi ki bu kadarla bitmiyor onun şiir defteri.
Daha kimler var kimler... Bekir Sıtkı Erdoğan'ın
Zelzele şiiri var. Düzce'deki depremden
sonraki gözlemlerini anlattığı bir şiir. Çiğdem
Talu'dan Keşke var. Faruk Nafiz Çamlıbel var,
Ali. Selim İleri, Yıllar Sonra. Kemal Burkay'ın
Gülümse'si. Nazım Hikmet'in Tenna'sı. Ümit
Yaşar'ın Namus'u. Mevlana var, Yeniliğe
Doğru. Ne Ağlarsın var Aşık Daimi'den. La
İlahe İllallah var Yunus Emre'den. Cemal
Süreyya'nın Sayım'ı var ki Öptüm diye biliriz
biz onu.
Sezen'in şiir defteri böyle uzar gider.
Gelecek bize ne gösterir bilemeyiz. Ama
Sezen hayatını sürdürdüğü sürece hep
böyle var olacak. Şarkılarıyla, şiirleriyle ve
besteleyerek fark ettirmeden de olsa
insanlara aşıladığı şiirleriyle.
Var ol Minik Serçe!
Mart’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Ah huysuz ve tatlı kadın... Senelerce söyledin bu şarkıyı. Ama adın duyulduğu zaman daha neşenle, dev sesinle tanındın sen Cumhuriyet Divası! 1918 yılında Bursa'nın Keles ilçesinin Gököz Köyü'nde doğan Müzeyyen Senar'ın sesi çok küçük yaşlarda keşfedildi. Dönemin önemli ses sanatçılarından dersler aldı. Sahneye çıkmaya başladı. Gazinolarda ve müzikhollerde şarkılarını söyledi sevenleri için. 1933'de ilk defa dönemin önemli gazinolarından birinin yıldızlar programına katıldı ve namı büyük bir Türk Sanat Müziği severi olan Mustafa Kemal Atatürk'e kadar ulaştı. Atatürk'ün özel meclislerine ses sanatçısı olarak davet edilip onun sevdiği şarkıları onun için söyledi ve Atatürk de Senar'ı dinlerken keyifle yudumladı çok sevdiği rakısını... Bir de rivayet vardır ikisiyle ilgili. Gazi Paşa'nın huzurunda birkaç defa şarkı söyledi Senar. Birlikte aynı sofraya oturdular. Sohbet ettiler. Dostlukları ilerleyince de Senar'a bir öneride bulundu. Upuzun saçlarını kısacık kestirirse hem daha modern hem de o güzel yüzüne daha çok yakışacağını söyledi ve Müzeyyen Senar bunu bir emir telakki ederek hayatının sonuna kadar uzatmadı saçını.
Yıllar sonra Safiye Ayla ile bir araya gelip hem geçmiş günleri yad etmek için hem de Ata'nın bir de müziksever birisi olarak anılması için bir albüm çıkardılar: Atatürk'ün Sevdiği Şarkılar. Yeni kurulan Ankara Radyosu 1938 yılında ilk yayını yaptı ve bu yayına katılan isimlerden birisi Müzeyyen Senar oldu. Özel radyo kanallarında, müzikhollerde, dönemin tek kanalı olan TRT'de ve daha sonra özel kanallarda defalarca sevenleri için sahneye çıktı. Sadece sahnenin önündekiler eğlenmedi onun sahne aldığı gecelerde, kulisinden rakısını eksik etmeyip en çok da kendisi için söylediği şarkılarıyla kendisi de eğlendi. Müzeyyen Senar, 1983 yılında son defa para kazanmak için çıktı sahneye. Ondan sonrakileri hep hayır geceleri, özel geceler ve dost meclisleri oldu. 1998 yılında dönemin önemli sanatçılarıyla Bir Ömür Böyle Geçti adını verdiği bir albüm çıkardı. Bu albüm Tarkan, Sezen Aksu, Nükhet Duru, Ajda Pekkan, Nilüfer, Şebnem Ferah gibi sanatçılarla yaptığı sanat müziği düetlerinden oluşuyordu. 1998'de devlet sanatçısı seçildi. 2004 yılında Sezen Aksu'nun düzenlediği bir geceyle 73. sanat yılını kutladı.
Huysuz ve Tatlı Kadın... Tuğçe ERKOL
Mart’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Tüm sanatçı dostları o gece oradaydı. Herkes onun şarkılarını söyledi. Herkes çok eğlendi. Gecenin sonunda tüm dostları ellerindeki rakı kadehlerini Müzeyyen Senar'ın 73. sanat yılının şerefine kaldırdı. 2006 yılında rahatsızlığı ortaya çıkınca kendisini istirahate aldı. 2009 yılında öğrencisi kendisi gibi sanat müziği ses sanatçısı olan Bülent Ersoy onun için bir sergi düzenledi: Cumhuriyetin Divası Müzeyyen Senar. Ve maalesef ki hastalığı yaşlılıkla da birleştiği için bir daha iyileşemedi Müzeyyen Senar, adına Feraye türküsünü sevgiyle söylediği kızı Feraye ile beraber İzmir'de yaşamaya başladı ve 8 Şubat 2015'de hayata gözlerini yumdu. Müzeyyen Senar bu hayata gözlerini yummuş olabilir; ama arkasında onu asla unutmayacak yüz binler var. Müzeyyen Senar denilince gözleri dolacak, belki bir kadeh de onun için içecek olan var. Canlı izleme şansına nail olanlar o geceyi hatırlayacaklar. "Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime." dedikçe gözleri dolacak olan, "Bursalı mısın kadifeli gelin çaydan mı geçtin?" derken kollarını kaldırıp oynamaya başlayacak olanlar da olacaktır. Ya da rakısına meze ettiği elmayı elleriyle ortadan ikiye bölüşünü, rakı kadehini başının üstünde bir döndürüp, rakısını tek seferde içip kadehi geriye doğru atışını hatırlayacaklar vardır belki. Bilemeyiz... Herkesin Müzeyyen Senar'ı kendisine olacaktır. Bursalı sanatçının Gököz Köyü'ndeki doğduğu ev, hala daha yerinde durmakta. Ama evi maalesef ki koruma altına alınmış durumda değil. Oysa ki Müzeyyen Senar gibi bir kadının evinin müze olması, hiç olmazsa biraz düzgün bir durumda olması gerekmez mi? Ama hiç şaşılacak bir şey değil bu durum. Çünkü bizim ülkemiz müzeyi de sevmez, kurulana da saygı duymaz, illa bir kulp bulur. O ev, o eski Bursa evi orada talan bir halde dururken Bursa Kent Müzesi, Müzeyyen Senar'a, Bursa'nın yetiştirdiği en büyük değerlerinden birine, yer verdi. Sahnede giydiği kostümlerin bir kısmını,
ayakkabılarını, taş plaklarını sergiledi. Ona ayrılan köşenin duvarlarında boydan boya Müzeyyen Senar fotoğrafları kapladı. Ayrıca oraya koydukları bir cihazla da ziyaretçilerine Müzeyyen Senar şarkılarını dinleme fırsatı sundu. Bu arada aynı şey Zeki Müren için de yapıldı. 1991 yılında onun hayranlarından olan bir yazar Müzeyyen Senar için şöyle yazdı: "Son 40-50 yıllık evre içinde yek doğurgan ses Müzeyyen Senar'dır. Anaç, mırıltılı, daha çok mırlama sözcüğüyle tanımlanabilir bir ses. Renginden değil, kıvamından söz edilebilir. Söyleve karşı haz cephesini açar. Yavaşça sağına sağına, soluna soluna dönen; noktalama işaretlerini kaldıran; sessizliği de kendi hanesine yazan bir ses." Bu cümlelerin sahibi Cemal Süreya'dan başkası değildi.O da çok sevdiği sigarasını rakısına meze ederken sanat müziğini Müzeyyen Senar gibi isimlerden dinleyip zevke gelenlerdendi... Türk Sanat Müziği ya da Klasik Türk Müziği içinde yapılan binlerce şarkı olmuştur şimdiye kadar. Çok değerli üstadlarımız var bu konuda. Beste yapan, güfte yazan onlarca insan. Müzeyyen Senar bu güftekar ve bestakarlardan olamadı ama bunları en güzel icra edenlerden oldu. Şarkılar Seni Söyler derdin o kocaman sesinle, şimdi senin söylediğin şarkılar, seni söyleyecek asıl: Kırmızı Gülün Alı Var, Sevmekten Kim Usanır, Agora Meyhanesi, Akşam Oldu Hüzünlendim Ben Yine, Karadır Kaşların Ferman Yazdırır, Feraye, Vardar Ovası, Fikrimin İnce Gülü, Elbet Birgün Buluşacağız, Benzemez Kimse Sana, Duydum Ki Unutmuşsun Gözlerimin Rengini... Ve daha onlarcasını...
Benzemez kimse sana Müzeyyen Senar, şarkılar hep seni söyleyecek. Ömrümüz seni sevmekle nihayet bulacak...
Mart’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
“Hançer” (1922) Yaşar Kemal
Tepedeki kızgın güneş, gölgesini ayaklarının
dibine, koyu bir yuvarlak halinde düşürüyor,
her bastıkça ayakları bileklerine kadar, yolun
kızgın tozları içine gömülüyordu. Üstbaşı toz
içinde kalmış, boynundan, yüzünden süzülen
terler tozla karışıp çamur olmuştu. Başına
bağladığı mendilin bir ucunu dişleri arasına
almış çiğniyor, eliyle de bir iki yanına işaretler
yapıyor, kendi kendine konuşuyordu. Öne
doğru yumulmuş, tozları dört bir yanına
fışkırtarak hızla yürürken birden durdu.
Ağzındaki mendil ucunu hırsla ısırdı.
Tükürecek oldu, ağzı kurumuş, dili damağına
yapışmıştı.''Ben'', dedi, ''gösteririm ona. Ben
hırsızlık yapacak adam mıyım be? İşin ucunda
ölüm var.'' Daha hızlı yürümeye başladı.
Ayaklarını yakan tozun farkında bile değildi.
Sonra, nedense, yoldan çıkıp tarlalara saptı.
Ekin sapları ayaklarının altında çatırdıyordu.
Uzakta gürültüyle bir harman makinesi
çalışıyor, ırgatların küfürleri duyuluyordu.
Harman makinesinin farkında olmadan,
önünden geçip gitti. Gözleri kısılmış, küçücük
yüzü biraz daha küçülüp kararmıştı. Alnının
kırışıklıklarını da çamur doldurmuştu.
Yürüdüğü toprak yarılmış, yarıklar örümcek ağı
gibi dal dal her tarafa yayılmıştı. Ayağının biri
bir yarığa girip burkuldu. Müthiş acıdı. Acıdan
olduğu yere çöküverdi. Toprak, etini kızgın
demir gibi dağladı. Sıcağın acısı... Toprağın
acısı... Birden hopladı... Bir zaman şaşkın
bakındı. Sonra yerden bir tutam kuru ekin sapı
alıp çiğnemeye başladı. Çiğnedikçe sap ağızını
kurutuyor, buruyordu. Ağzındakini tükürdü.
Sonra bir tutam daha aldı. Bir de yorulmuştu
ki... Sallanıyor, yanına yönüne yalpa
vuruyordu. Zınk diye durdu. Afalladı. Ne oluyor,
nereye gidiyordu? Hemencecik hatırladı:
''Namussuz, alçak'' dedi kinle, ''sana yaparsam
yaparım. Bil ki, ulan, bu işin ucunda ölüm var.
Ben hırsızlık yapacak adam mıyım? Bunca yıl
Çukurova’dayım, namusumla çalıştım.''Sonra,
gene daldı. Güneş tepesini kaynatıyordu. O
gün, ikindiye kadar, karşıki yoldan geçenler,
tarlaların ortasında, güneşin alnında, dümdüz,
pırıltılı bir hasır gibi alabildiğine uzanmış ovada
biraz önce doğru eğilmiş adamı kıpırdamadan
dururken gördüler. Adamın gözleri kapalı... Bir
ceviz ağacının altında üç yaşında, dişleri
bembeyaz, gülen, emekleyen bir çocuk...
1923-2015
Mart’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Çocuk neşe ile anasının boynuna atılır. Çocuk
ter içindedir... Yüzünden gözünden terler
süzülür. Çocuğun gömleği yırtılmış, çocuk
ağlar... Nedense hep ağlar. Sonra genç kadın
tarladan döner. Dudakları yarılmış... İhtiyar
ana, ak saçlı... Belini tuta tuta, bir şeyler
söyler... Kurumuş elleri ananın... Kurumuş
eller... Eller, Çukurova'nın bin bir pırıltıyla
dönen sıcağının içinden uzanır. Var gücüyle
dişlerini sıktı. ''Namussuz... Sana gösteririm...
Ben hırsızlık yapmışım ha! Gece yarısı
Muharrem Ağa'nın pamuğunu çalmışım, öyle
mi? Beni attırır mısın işten?'' Garbi yeli efil efil
esmeye başladı. Gölgesi, doğuya doğru bir
adam boyu uzamıştı. Ta güneyde, Akdeniz'in
üstünden parça parça ak bulutlar yükseliyordu.
Biraz kımıldadı. Sonra bir adım atıp durdu.
Sonra hızla yürümeye başladı. Tarlalardan
tozlu yola saptı... Önünden biri gidiyordu.
Gözlerini kısıp baktı. Karanlık da yavaş yavaş
çöktüğü için, önden gideni bir türlü fark
edemiyordu. Adamlarını açtı. Önden gidene
yetişip, ''Hişt lan!..'' dedi.Öteki döndü. Beriki
sevindi: ''Ali lan... sen misin?'' Ali durdu.''Bu işi
iyi yapmadın, Hüseyin,'' dedi. Hüseyin: ''Ben,''
dedi, ''elcinin inadına yaptım o işi.'' Ali: ''Senin
arkandan bir attı tuttu... Demediğini komadı.
Hırsız, dedi. Namussuz, dedi. Irgat milletinin
şerefini bu adamlardır beş paralık eden, dedi.
Ne bileyim ben... dedi oğlu dedi. Sen bu işi
yapıy rezil olmamalıydın.'' Hüseyin: ''Sövdü
mü?'' dedi. Ali: ''Bırak benim yakamı.. Ben
bilmem orasını...'' ''Nasıl bilmezsin?..'
'''Bilmem..'' ''Sövmedi mi?'' ''Bilmem.'' ''Daha ne
dedi?'' ''Bilmem...'' ''Ben onun karısıyla yattım,
dedi. Öyle mi?'' ''Bilmem amma, o çok
namussuz adam.'' ''Yani yattım, dedi!'' ''O çok
namussuz bir adam.'' ''Demek yüz kişinin
içinde böyle dedi?'' ''Alçağın biridir o.'' ''Vay
anasını, avradını. Böyle ha.'' Ali:''Bütün
Çukurova'da ondan namussuz adam
bulunmaz. Elci değil, ırgat celladı. Ağaların iti,
ırgatların düşmanı... Senin bir çuval pamuğu
onca ırgadın içinde Ağaya gösterip seni rezil
kepaze etmeseydi olmaz mıydı? Herkese
yapar kötülük, bir haklayan çıkmadı. Yapamaz
bunu önünde görse erkek adam. Bir de...''
Hüseyin, Alinin kolundan tutup durdurdu. Kan
çanağına dönmüş gözlerini delercesine
gözlerinin içine dikti.''De lan,'' dedi, ''karısıyla
yattım dedi mi?''Ali omuz silkti: ''Bilmem...''
Hüseyin’in elinde birden hançer parladı.''De
lan,'' dedi. ''De lan!''Ali dudak büktü:''Bu
hançeri bana çekeceğine...'' Hüseyin Ali’yi
hınçla itip gerisin geri döndü. Koşuyordu.
Tarlalardan, çalılıklardan geçiyor, soluğu
kesilip duruyor, sonra tekrar koşuyordu.
Bacakları kan içinde kalmıştı... Arada bir ayın
üstünü bir bulut parçası kapatıyor, her bulut
gelişte Hüseyin’in yüreği hop ediyordu.
Hüseyin, ağzı aşağı bir kara çalının karanlığına
yatmış, elindeki hançerini sıkıyor, tir tir titriyor,
olanca gücüyle geriniyordu. Ay batıdaki
dağlara doğru indi. Hüseyin’in gözü karşı
karanlık dağlarda, gökteki kocaman ayda. Ay,
bir türlü batmak bilmiyor. Biraz ileride, harman
yerindeki ırgatlar çoktandır uyumuşlar.
Irgatların ötesinde, harman yerinin sağında,
elcinin cibinliği de rüzgârda usul usul
sallanıyor. Ay, dağların tepesine oturdu kaldı.
Hüseyin, hançerin kabzasını yakalamış...
Uçacak gibi...Ay iniyor...Derken ay batıverdi..
Hüseyin bir telaş, bir titreme... Hüseyin sürüne
sürüne cibinliğe doğru gidiyor. Soluk bile
almıyor. Usulcana cibinliğin yanına yattı.
Cibinliğin içindeki rahat rahat horluyor. Sonra
sayıklıyor.Hüseyin, cibinliğin karanlığına boylu
boyunca uzanmış... Öteki horlayıp yatakta
dönüyor... Hüseyin’in hançeri tutan eline,
bileğinde bir sızı... Bilek düşecekmiş gibi...
Yüreğinin sesi gürültü. Hüseyin gürültüden
ürktü. Az ilerde kımıldayan bir gölge... Hüseyin
hışımla hançeri toprağa çakıp, fırladı. Düşe
kalka, köye doğru koşuyordu.
Ustaya Saygıyla...
Mart’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Hangimiz daha akıllıyız, hangimiz daha deliyiz daha hastayız? Akıllı olup bir kalem dahi
tutmayı beceremeyen narin ellerimiz mi daha becerikli yoksa deli denildiği halde kelimelere
bir ünlü şairden bile daha iyi hükmeden, şiir yazan Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıklarında
yatan, hayatı önemsemeyen, dilediği gibi konuşan o güzelim insanlar mı?
Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıklarında bir dönem oradaki personele okuma yazma eğitimi
veren Bedia Tuncer, bir taraftan da akıl hastalarıyla arkadaşlık kurmuş ve onlarla da
ilgilenmiştir. Zamanının çoğunu burada geçiren Bedia Tuncer akıl hastalarının yazdıkları
şiirleri derleyerek, bir şiir kitabının oluşmasına ve yayınlamasına katkı sağlamıştır.
1964 yılında Matbaa Teknisyenleri Basımevince İstanbul’da basılan bu “Akıl Hastalarının
Yazdıkları Şiirler-İNİLTİ” adlı kitap belki de dünyada tek örnek olarak bulunmaktadır.
Bu kitaptaki şiirleri okudukça aslında akıllı bir insanın düşünemeyeceği kelimelere yer veren,
cümleler kuran bu güzelim insanların mı akıllı, yoksa kalemi zorla eline alan biz insanlar mı
daha akıllı diye durup bir düşünmek gerekiyor ve şu soruyu sormadan geçemiyorsunuz: Şiir
akıllı işi mi?
Şiir yazmak akıllı işi mi yoksa deli işi mi bu çok uzun tartışılması gereken bir konu olup
ülkemizde Bedia Tuncer gibi daha birçok insan olduğuna içtenlikle inanıyorum. Bu çalışma
akıl hastanelerinde çalışan insanlara örnek olmalı ve hastaların içindeki nasırlaşmış,
küflenmiş kelimeleri, cümleleri, onların hayal dünyalarını kağıda dökmelerinde yardımcı
olunacak çalışmalar yapılmalıdır. Belki de bir çok kişi bu çalışmalar sayesinde kâbuslarından
kurtulacaktır. Düşünceleri hapsolmuş bu insanları mutlu etmek, iyileştirmek için sanata
yönlendirilmeleri gerektiğini düşünüyorum.
Çünkü bilirsiniz; sanat iyileştirir.
İNLEYEN MISRALAR Hilal Akarslan
Mart’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
“Non ha l'ottimo artista alcun concetto”
“En iyi sanatçının bütün düşünceleri tek bir
mermerin içindedir”
'There is a house …”
Benim de bir evim var. Üstelik ben de
oraya yükselen güneş ismini hiç
çekinmeden verdim. Onu bulduğumda
sahip olduğu o korkmuşluğundan ve
yalnızlığından ileri gelen korkunçluğu artık
yok. Bana her seferinde hem çok uzak,
hem de çok yakın geliyor içinde uyumak.
Nerede olduğunu kimseye söyleyemem.
Söylemeyeceğim de. Karşıma çıktığında
ya da kaderim beni ona sürüklediğinde
keskin çam dalları beni kanatıyordu ve o
da en az benim kadar ( benden daha fazla
olduğu kesin, nitekim bir çam ormanının
içinde meşe ağacından bir kulübe bulmak
şimdilerde zor. Onu terk eden uzun süre
önce terk etmiş olmalı.) benim kadar terk
edilmişti. Hiç bir zaman çatısına çıkıp
delikleri kapatacak kadar acımasız
olmadım. Hiç o kadar cesur da olamadım.
Hem sonra belli ki o da yağmuru benim
kadar çok seviyordu. Hiç su almayan ufak
bir bölümüne yatağımı ve o eski
inanışımdan kalma hatıralarımı
koruyorum. Eski tahtalarının bir çıkıntısının
hemen altında kalan boşlukta da büyük bir
poşetin içerisine özenle koyulmuş el
yazmalarımı saklıyorum. Sabahlar hep
erken geliyor burada, kulübemi bazı
ziyaretlerimde çok yağmur yağar ve bazen
de hiç. Her sabah uyandığımda iki
kilometre uzaktaki gölden getirdiğim su ile
yüzümü yıkar, sonra da o eski yarısından
özenle kesilmiş gibi duran yarısı runik
işlemeli aynamı tutturduğum kovuğun
önüne gider sakallarımı tararım. Ordu malı
konserveler geç bozuluyorlar, bu yüzden
olabildiğince fazla konserve getiriyorum.
Biten konservelerden de ufak tefek eşyalar
yapıyorum. Kapı zili mesela. Ama ellerim
çiziklerle dolu, bazen sızlıyorlar. Aslında
Mart’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
bu gizli mabedi kimsenin ziyaret etmesini
de istemiyorum.
Gece çöktüğünde pencereden ve
çatlaklardan sızan ışığı gören bir uğursuz
gelir diye endişeleniyorum bazen. Bazen
yağmur yağarken çıkan ses ve ateşin
çıtırtısı birleşiyor kulaklarımda. Kendime
bir hayal seçiyor ve sırt üstü uzanıyorum.
Ufak bir kütükten sehpamı mumlarla
donatıyorum. Yüzümün mum ışığında
neye benzediğini çok merak ediyorum.
Evime sıklıkla gelemiyorum. Zor oluyor
hem ne kadar büyük bir ateş yakarsam
yakayım çoğunlukla üşüyorum. Bir aralık
koca bir varili beraberimde getirip soba
yapmayı düşündüm kendime. Ama iki
günlük yol boyunca onu taşımak benim
için çok zor. Kahraman bir adam değilim,
hiç ciddi bir mücadelem olmadı, güzel
taşlar ve eski insanlar gibi ağaç kabukları
biriktirir, evimin içini güzel koksun diye
yosunlarla süslerim. Barışçıl bir adam
değilim. İki bıçağım ve bir de kılıcım var.
İnsanlardan kaçmıyorum. Sadece benim
diyebileceğim ne bir yerim ne de bir
yatağım olmadı hiç burayı bulana kadar.
Hem burada asık suratım ve ürkünç
hikayelerimle hiç kimseyi de üzmüyorum.
Büyük İskender gibi kılıcımı yastığımın
altında saklıyor ve Kartacalı Kral Hanibal
gibi bıçaklarımı ellerimde çapraz tutarak
uyuyorum. Ama dediğim gibi, ben bir
kahraman değilim.
Artık dağlara çıkışlarımda farklı yerler
keşfetmek istemiyorum. Bacaklarım daha
az ağrıyor ve şelaleler altında daha hızlı
ıslanıyorum. Her gidişimde hayallerim de
farklılaşıyor suretim de. Benim bir evim var
ve o benim ruhum kadar yaşlı. Çam
ağaçları çatısının üzerine ölüyorlar ve ben
uyuyorum…
Artık dağlara çıkışlarımda farklı
yerler keşfetmek istemiyorum, bacaklarım
daha az ağrıyor ve şelaleler altında daha
hızlı ıslanıyorum. Artık her gidişimde farklı
hayaller kuruyorum. Benim bir evim var ve
o benim ruhum kadar yaşlı. Çam ağaçları
çatısında ölüyorlar, ama o bir şekilde
yaşıyor. Eğer talihsiz Asterion gibi
öleceksem orası benim sonsuz dehlizlerim
olacak. Demokritos gibi ancak gözlerimi
burada kör edebilirim. Lakin bunun için
daha çok erken. Burada yapacak çok işim
ve okuyacak çok kitabım var. Aenisin ilk
sayfalarını burada yeniden araladım ve
kaderimi düşündüm yeniden. Kaderimin bir
kokusu olsaydı eğer kahve gibi kokardı
oysa evim yosun gibi kokuyor. Bir
denizcinin rutubetli hayaleti geziyor
ateşimin etrafında ve ben üşüyorum.
Burayı başka birisiyle paylaşmaktan
korkuyorum. Zira eski ve yeni olan her şey
burada birleşiyor önümde… yıldızları
seyrederken sadece neye aitsem onun
olmayı düşlüyorum. Sakallarım yine ıslak,
şafak söktüğünde onları taramalıyım.
Sakallarımı gözyaşlarımla ıslattığım için
utanmıyorum. Ancak bir savaşçının
sakalları gözyaşlarıyla ıslanır. Ama ben bir
savaşçı da değilim. Bu beni üşütüyor,
sıcaklığa rağmen manen üşüyorum.
“There is a house in New Orleans, And
they call the rising sun.”
Akif Kemal KOÇ