İncir Çekirdeği dergisi sayı:11

56
Halide Edip Şubat 2015 Sayı: 11 dil, edebiyat, kültür, sanat Ateşten Gömlek Giyen Bir Kadın : Meksikadan Esen Bir Rüzgar: Sırça Fanus’ta iki isim: Sylvia Plath Tezer Özlü Kırgız Çadırı: BOZÜY Bir “HOCALI” Hikayesi: “Ben Bir Nöbetçiyim” FRIDA KAHLO

Upload: incir-cekirdegi-dergisi

Post on 07-Apr-2016

265 views

Category:

Documents


9 download

DESCRIPTION

İncir Çekirdeği Dergisi Şubat 2015 Sayısı

TRANSCRIPT

Page 1: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Halide Edip

Şubat 2015 Sayı: 11 dil, edebiyat, kültür, sanat

Ateşten Gömlek Giyen Bir Kadın :

Meksika’dan Esen

Bir Rüzgar:

Sırça Fanus’ta

iki isim:

Sylvia Plath

Tezer Özlü

Kırgız Çadırı:

BOZÜY Bir

“HOCALI”

Hikayesi:

“Ben Bir

Nöbetçiyim”

FRIDA KAHLO

Page 2: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

E

İncir Çekirdeği

Dergisi

Genel Yayın Yönetmeni

Ayşe Bengisu Akdağ

Yazı İşleri Müdürü

Sırdem Kemiksiz

Editörler

Sultan Demirtaş

Kübra Tarakçı

Yazarlar

Afra Nur Akkayalı

Aziz Nadir

Beyza Arı

Busenur Aslan

Hatice Türk

Hilal Akarslan

Işık Selin Orhuntaş

Mehmet Altınova

Merve Başol

Sema Keser

Süleyman Erkut

Tuğçe Erkol

Zeynep Tosun

Misafirler

Haskız Yıldırım

Erdi Yeşilağaç

Serpil Südüpak

Salih Özışık

Hüseyin Arda Salkaya

Tasarım

Ayşe Bengisu Akdağ

İletişim

[email protected]

facebook.com/incircekirdegidergisi

https://twitter.com/IncirCekirdegiD

EDİTÖRDEN...

Sevgili İncir Çekirdeği okuyucuları…

Yeni ve yine dopdolu bir sayı ile sizlerle buluşabildiğimiz

için her zamanki gibi mutlu ve bir o kadar da heyecanlıyız.

Bu ay dergimizde sizleri neler bekliyor, neler okuyacağız

bir göz atalım.

Dergimizin bu ayki dosya konusu Halide Edip Adıvar oldu.

Hayatıyla, eserleriyle Halide Edip siz okuyucularımızla

buluşacak. Işık Selin Orhuntaş Sylvia Plath ile Cadı Avı’na

devam ediyor. Tuğçe Erkol James Joyce ve Uleysses’i sizler

için yazdı. Mehmet Altınova Hocalı Katliamını bir öykü ile

anlatıyor. “Ardından” yazı serisi Sırdem Kemiksiz’in

kaleminden yine sizler için devam ediyor. Editörümüz

Kübra Tarakçı’nın Berlin, Prag ve Viyana turu, güncesinde

okumanız için sizleri bekliyor.

Dergimizin sinema, tiyatro ve kitap köşeleri bu ay da

tanıtımlara devam ederken okuyucularımızdan gelenler de

misafir köşesinde yine yerini aldı.

Artık sizleri yeni sayımızla baş başa bırakıyor ve iyi

okumalar diliyorum.

Esen kalın.

Sultan DEMİRTAŞ

Editör

Page 3: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Havadis

Halide Edip’in Kronolojik Hayatı

“Ölüm”- Şiir / Halide Edip Adıvar

“Handan” – İnceleme / Işık Selin

Orhuntaş

Halide Edip Adıvar’ın Sultanahmet Mitingi

Konuşması

Bir Kurt, Üç İsim / Ayşe Bengisu Akdağ

“İstanbul” – Şiir / Halide Edip Adıvar

Handan Handan’a Karşı / Tuğçe Erkol

“Mor Salkımlı Ev” Eserinin Tahlili /

Mehmet Altınova

“Kent ve Ben” – Şiir / Aziz Nadir

“Çizilmiş Yol” – Şiir / Serpil Südüpak

Muhteşem Bir Yapı: Bozüy / Busenur

Aslan

Cadı Avı-3 Sylvia Plath / Işık Selin

Orhuntaş

“Gökyüzü Aldatmaz Beni” – Şiir / Erdi

Yeşilağaç

Korkunun Hikayesi / Zeynep Tosun

“Ben Bir Nöbetçiyim” – Hikaye / Mehmet

Altınova

“Gidiş” – “Genç Bir Zaman” – Şiirler /

Sema Keser

Ardından – 8. Bölüm / Sırdem Kemiksiz

Bir Erasmuslunun Güncesi / Kübra Tarakçı

“Kalemime” – Şiir / Haskız Yıldırım

İlm-i Kelam – Şiir / Süleyman Erkut

“ULU SES”: James Joyce / Tuğçe Erkol

Ali Şir Nevai’den Gazel

Fotoğraf / Aybige Akdağ

Meksika’dan Esen Bir Rüzgar: Frida Kahlo

/ Hilal Akarslan

“Tekzip Et” – Şiir / Hüseyin Arda Salkaya

“Kara Kız” – Şiir / M. Salih Özışık

Alternatif Tiyatro: Bavul / Sultan

Demirtaş

Beyaz Perde’den / Afra Nur Akkayalı

Arka Kapak / Merve Başol

İçindekiler

Page 4: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

HA

DİS İsmail

Gaspıralı’yı en iyi

ifade eden

öğrenciler

ödüllerini aldı

İsmail Gaspıralı, yoğun bir

katılımla Bursa ve

dışarıdan öğrencilerin

yüzlerce eserle katılımıyla

ele alındı. Yarışmaya dahil

olan eserler, 7

akademisyen tarafından

değerlendirildi. Eski

Eğitim Araçları Dede

Efendi Salonu’nda

meydana gelen mükafat

töreninde Bursa Devlet

Klasik Türk Müziği Korosu

da bir konser verdi.

Koronun seslendirdiği

eserlerle katılımcılar

keyifli dakikalar yaşadı.

Kompozisyon

yarışmasında üniversite

seviyesinde Uludağ

Üniversitesi Türk dili ve

Edebiyatı bölümü çifte

sevinç yaşadı. Bölüm

öğrencilerinden Adem

Kaçar 1. olurken, Genel

Yayın Yönetmenimiz Ayşe

Bengisu Akdağ ikinci oldu.

ATAOL

BEHRAMOĞLU

BURSA’DA

KONFERANS

VERDİ

Türk edebiyatının önemli

isimlerini halkla

buluşturan Nilüfer

Belediyesi, şiir

tutkunlarını usta kalem

Ataoğlu Behramoğlu ile

bir araya getirdi.

Ataol Behramoğlu, Nilüfer

Belediyesi Kütüphane

Müdürlüğü’nün

düzenlediği “Şairin Şiir

Evreni” söyleşine katıldı.

Şiir Kütüphanesi’nde

düzenlenen ve Akif

Oktay’ın yönettiği yaptığı

söyleşi ilgi gördü. Salonun

tıklım tıklım dolduğu

söyleşide usta şair, şiir

hakkında görüşlerini dile

getirdi. Edebiyatçının sırf

piyasa için üretmesinin

çok kötü olduğunu

söyleyen Behramoğlu,

“Şairler bunu istese de

yapamaz. Şiir hemen

tüketilecek bir şey değil,

çileli bir iş. Şiir yazmak

ancak sevgiyle olur, para

kazanmak için şiir

yazılmaz” diye konuştu.

Edebiyat bilgesi

MEHMET

KAPLAN 100

yaşında

Hocaların Hocası, Türk

edebiyatının

unutulmayan bilgini

merhum Prof. Dr.

Mehmet Kaplan,

Page 5: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

doğumunun 100. yılında

ESKADER (Edebiyat Sanat

Kültür Araştırmaları

Derneği) tarafından

anıldı. Cağaloğlu

semtindeki Timaş Kitap

Kahve’de gerçekleşen

anma toplantısında

konuşmacı ise, Aydın

Üniversitesi öğretim

üyesi, eski Milli Eğitim

Bakanlığı Müsteşarı Prof.

Dr. Necat Birinci oldu.

Prof. Birinci, Mehmet

Kaplan’dan ilgi çekici

hâtıraları dinleyicilerle

paylaştı. Kaplan’ın çalışma

hayatını, fikirlerini,

eserlerini, çalışma

disiplinini ve

öğrencileriyle

münasebetlerini anlattı.

"Bülbülü

Öldürmek"

romanının

devamı geliyor

ABD'li ünlü romancı

Harper Lee, tek eseri olan

"Bülbülü Öldürmek"ten

50 yıl sonra ikinci bir kitap

basacağını açıkladı. O

kitap, ünlü romanın

devamı niteliğinde olacak.

Yeni romanın ismi: "Git

Bekçiyi Ayarla"

Hayal

Kurmaktan Uzak

Çocuklar İçin

Çocuk Edebiyatı

Sempozyumu

Edebiyat alanına

çocukların ve gençlerin

dikkatini çekmek,

yaratıcılıklarını artırmak

amacıyla Üsküdar

Üniversitesi ev

sahipliğinde 1.

Uluslararası Marmara

Çocuk ve Gençlik

Edebiyatı Sempozyumu

düzenlenecek. İnternetle

birlikte hayal kurmayan

ve düşünmeyen bir nesille

karşı karşıya olunduğuna

dikkat çeken Prof. Dr.

Nevzat Tarhan,

sempozyumun bu

kapsamda çok önemli

olduğuna vurgu yaptı.

Arnavut yazar Kadare’ye Kudüs Edebiyat Ödülü Arnavut şair ve yazar

İsmail Kadare işlediği

temaların evrensel

değere sahip olması

nedeniyle 2015 yılı Kudüs

Edebiyat Ödülü’ne layık

görüldü. Kadare ödülünü

şubat ayında

gerçekleşecek Kudüs

Uluslararası Kitap

Fuarı’nda alacak.

Kudüs Edebiyat Ödülü’ne

layık görülen Arnavut

yazar İsmail Kadare, açılışı

8 Şubat’ta gerçekleşecek

Kudüs Uluslararası Kitap

Fuarı’nda düzenlenecek

özel bir törenle ödülünü

alacak. Yapılan

açıklamada, bu ödülün

kişinin toplum içindeki

özgürlük hakkını en iyi

ifade eden yazara

verilmekte olduğu

bildirildi. Kadare,

çalışmalarında Arnavutluk

tarihine ve toplumuna

odaklanan konuları,

özgürlük ve insan hakları

temalarını işlemekte.

Ülkesini ve totaliter rejimi

eleştirmesi ile de sivrilen

79 yaşındaki Kadare,

Arnavutluk’un en ünlü

yazarlarındandır

Page 6: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Halide Edip Adıvar’ın

Kronolojik Hayatı

Page 7: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Halide Edip Adıvar 1884 yılında Beşiktaş,

İstanbul'da doğdu.

Annesini küçük yaşta veremden kaybetti.

Evde özel dersler alarak ilköğrenimini tamamladı.

İngilizce öğrenirken çevirdiği kitap 1897’de basıldı.

Bu, Amerikalı çocuk kitapları yazarı Jacob

Abbott'un "Ana" adlı eseri idi.

1899 yılında bu çeviri nedeniyle II. Abdülhamit

tarafından Şefkat Nişanı ile ödüllendirildi.

Robert Kolej'den diploma alan ilk Müslüman kadın

oldu.

Kolejin son sınıfında iken matematik öğretmeni

olan Salih Zeki Bey ile okuldan mezun olduğu yıl

evlendi.

Birkaç Sherlock Holmes hikayesinin çevirisini yaptı.

Fransız yazar Emile Zola’nın yapıtlarına büyük ilgi

duymaya başladı. Daha sonra ilgisi Shakespeare’e

yöneldi ve Hamlet adlı yapıtının çevirisini yaptı.

1903 yılında ilk oğlu Ayetullah, bundan on altı ay

sonra da ikinci oğlu Hasan Hikmetullah Togo

dünyaya geldi.

1905 yılında gerçekleşen Japon-Rus savaşında batı

uygarlığının bir parçası sayılan Rusya'yı Japonların

yenmesinin verdiği sevinçle oğluna Japon Deniz

Kuvvetleri Komutanı Amiral Togo Heihachiro'nun

ismini vermişti.

1908'de gazetelerde kadın haklarıyla ilgili yazılar

yazmaya başladı. İlk yazısı Tevfik Fikret'in çıkardığı

Tanin'de yayımlandı.

31 Mart Ayaklanması sırasında öldürülme

endişesiyle kısa süre için iki oğluyla Mısır'a gitti.

Oradan İngiltere’ye geçti.

1909'da İstanbul'a geri döndü; siyasi içerikli

yazıların yanı sıra edebi yazılar da yayımlamaya

başladı.

1910 yılında eşinden boşandı ve artık yazılarında

Halide Salih yerine Halide Edip adını kullanmaya

başladı.

Halide Edip, 1911 yılında ikinci kez İngiltere'ye gitti,

kısa bir süre kaldı. Yurda döndüğünde Balkan

Savaşı başlamıştı.

1911'de Harap Mabetler ve Handan isimli

romanları yayımlandı.

1916'da Cemal Paşa'nın daveti üzerine okul açmak

üzere Lübnan ve Suriye'ye gitti.

Bursa’da, aile doktorları Adnan Adıvar ile nikahları

kıyıldı.

Türk ordularının Lübnan ve Suriye'yi boşaltması

üzerine 4 Mart 1918’de İstanbul'a döndü. Yazar,

hayatının buraya kadar olan bölümünü Mor

Salkımlı Ev adlı kitabında anlatmıştır.

İzmir'in işgalinden sonra "milli mücadele" en

önemli işi haline geldi. Karakol adlı gizli örgüte

girerek Anadolu’ya silah kaçırma işinde rol aldı.

Halide Edip Refik Halit, Ahmet Emin, Yunus Nadi

gibi aydınlarla 14 Ocak 1919'da Wilson Prensipleri

Cemiyeti'nin kurucuları arasında yer aldı.

Yıllar sonra Halide Edip Türkiye'ye geri döndüğünde

verdiği bir röportajında Milli Mücadele için ,

"Mustafa Kemal Paşa haklıymış !" demiştir.

İzmir’i Yunanlıların işgal etmesi üzerine

İstanbul’da, iyi bir hatip olan Halide Edip, 19 Mayıs

1919 günü kadın hatiplerin de konuşmacı olduğu ilk

açık hava mitingi olan Fatih Mitingi’nde kürsüye

çıkan ilk konuşmacıydı.

Attığı nutuk ile belleklerde büyük iz bıraktı.

20 Mayıs’ta Üsküdar mitingi, 22 Mayıs’ta Kadıköy

mitingine katıldı. Bunları Halide Edip’in

başkahramanı haline geldiği Sultanahmet mitingi

izledi. Önceden hazırlanmadan ve yazmadan

yaptığı konuşmada sarf ettiği “Milletler dostumuz,

hükümetler düşmanımızdır.” cümlesi bir vecize

halini aldı.

İngilizler İstanbul’u 16 Mart 1920’de işgal ettiler.

Hakkında idam emri çıkardıkları ilk kişiler arasında

Halide Edip ve eşi Dr. Adnan da vardır.

Çocuklarını İstanbul’da yatılı okulda bırakarak 19

Mart 1920 günü Adnan Bey ile at sırtında yola

çıkan Halide Hanım, Geyve’ye ulaştıktan sonra

Page 8: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

buluştukları Yunus Nadi Bey ile birlikte trene binip

Ankara’ya gitmiş ve 2 Nisan 1920 günü Ankara’ya

varmıştı.

1921’de Ankara Kızılay başkanı oldu. Aynı yılın

Haziran ayında Eskişehir Kızılay’da hastabakıcılık

yaptı. Sakarya Savaşı sırasında onbaşı oldu.

Yunanlıların halka verdiği zararları incelemek ve

raporlamakla sorumlu Tetkik-i Mezalim

Komisyonu’nda görevlendirildi.

Vurun Kahpeye adlı romanının konusu bu

dönemde oluştu. Türk'ün Ateşle İmtihanı(1922)

adlı anı kitabı, Ateşten Gömlek(1922),Kalp Ağrısı

(1924),

Savaş boyunca cephe karargahında görev yapan

Halide Edip, Dumlupınar Meydan Muharebesi’nden

sonra ordu ile İzmir’e gitti. İzmir’e yürüyüş

sırasında rütbesi başçavuşluğa yükseldi. Savaştaki

yararlılıklarından ötürü İstiklal Madalyası ile

ödüllendirildi.

Halide Edip, cumhuriyetin ilanından sonra Akşam,

Vakit ve İkdam gazetelerinde yazdı. Bu arada

Cumhuriyet Halk Fırkası ve Mustafa Kemal Atatürk

ile siyasi fikir ayrılıkları yaşadı.

kocası Adnan Adıvar ile birlikte Türkiye'den

ayrılmak zorunda kalarak İngiltere'ye gitti. 1939

yılına kadar 14 yıl boyunca yurtdışında yaşadı. Bu

sürenin 4 yılı İngiltere'de, 10 yılı da Fransa'da geçti.

Halide Edip, yurtdışında yaşadığı dönemde kitap

yazmayı sürdürdüğü gibi Türk kültürünü dünya

kamuoyuna tanıtmak amacıyla pek çok yere

konferanslar verdi.

1928 yılında ABD'ye ilk gidişinde Williamstown

Siyaset Enstitüsü'nde yuvarlak masa konferansına

başkanlık yapan ilk kadın olarak büyük ilgi çekti.

1932 yılında Columbia Üniversitesi Bernard

Kolej'den gelen çağrı üzerine ikinci kez ABD'ye gitti

ve ilk gidişindeki gibi seri konferanslarla ülkeyi

dolaştı.

1935 yılında İslam üniversitesi Jamia Milia'yı

kurmak için açılan kampanyaya katılmak üzere

Hindistan'a çağırıldığında Delhi, Kalküta, Benares,

Haydarabad, Aligar, Lahor ve Peşaver

Üniversitelerinde dersler verdi. Konferanslarını bir

kitapta topladı, ayrıca Hindistan izlenimlerini içeren

bir kitap yazdı.

1936 yılında en ünlü eseri olan Sinekli Bakkal’ın

İngilizce orijnali "The Daughter of the Clown"

yayımladı. Roman aynı yıl Türkçe olarak Haber

Gazetesi'nde tefrika edildi. Bu eser 1943 yılında

CHP Ödülü’nü aldı ve Türkiye’de en çok baskı yapan

roman oldu.

1939'da İstanbul'a döndü ve 1940 yılında İstanbul

Üniversitesi'nde İngiliz Filolojisi kürsüsünü

kurmakla görevlendirildi ve 10 yıl kürsü başkanlığını

yürüttü. Shakespeare hakkında verdiği açılış dersi

büyük yankı uyandırdı. Bu süreçte İngilizce yazılmış

incelemeleri oldu.

1950 yılında Demokrat Parti listesinden İzmir

milletvekili olarak TBMM'ye girdi ve bağımsız

milletvekili olarak görev aldı.

5 Ocak 1954 günü Cumhuriyet Gazetesi'nde Siyasi

Vedaname başlıklı bir yazı yayımlayarak bu

görevinden ayrıldı ve tekrar üniversitede görev

aldı.

1955'te eşi Adnan Bey'in kaybı ile sarsıldı.

Halide Edip Adıvar, 9 Ocak 1964 yılında İstanbul'da

80 yaşındayken böbrek yetmezliği nedeniyle

yaşamını yitirdi. Cenazesi, Merkezefendi

Mezarlığı’na defnedildi.

Page 9: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ÖLÜM

Yapraklar üşürken dökülür;

Ağaçlar kışa soyunurken ölür.

Nedir acelesi ecelin?

Daha bitmeden yaşama sevincim.

Neden bu kadar soğuk ellerim?

Gözlerim aynı noktada donuk.

Nedir bu sonsuz karanlık?

Ve bu bitmeyen yalnızlık.

Nereden çıktı bu tabut?

Ne işim var benim içinde?

Ve bu kalabalık.

Yüzler; bu yüzler hep tanıdık.

Herkes bırakıp gitmiş.

Geceye sessizlik çökmüş.

Gözlerim hâlâ açık,

Ve bitmeyen yalnızlık.

Halide Edip Adıvar

Page 10: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

‘’Ben artık zelil ve sefil bir günahkâr oldum. Ben artık tarihin en melun

çehresi Yehuda 'ya bir nazire oldum. Yehuda nasıl dünyanın pek muazzez bir

simasını, efendisini birkaç dinar için sattı ise ben de dünyanın beni en çok

sevmiş bir ruhunu, o ruhun hududu olmayan emniyetini, muhitini sattım,

dünyada en çok sevdiği bir şeyin kalbini ondan çaldım. ‘’

Günümüzde Halide Edib’in

diğer eserlerine nazaran az

bilinen romanı. 1912 yılında

Tanin gazetesinde dizi olarak

yayımlanır. Karakterlerin

kendi arasında

mektuplaşmalarından oluşur.

Ana karakter Handan’dır.

Genç bir kadının aşkını,

sevgisini ve sıkıntılarını işler.

Yani II. Meşrutiyet

dönemindeki kadınların iç

dünyasına yolculuk yapılır.

Böylece Türk Edebiyatı’na

kadın psikolojisi Halide Edip

ile girer.

Handan’ın aşk hikayesi

konu edinilir romanda. Büyük

aşkı Nazım’dır ama Nazım

sosyalisttir. Nazım’ın önceliklerinin farklı

olduğunu düşündüğünden ondan gelen

evlenme teklifini ret eder. Handan içindeki

vicdan azabıyla birlikte yeni bir evlilik yapar.

Kadınlığını yaşayabileceğini düşündüğü Hüsnü

Paşa ile evlenir. Aşkını kalbine gömer.

Handan’ın çekeceği acılar yeni başlar. Bu

evlilik Nazım’ı intihara sürükler ve geride

ölümünden Handan’ı suçlayan bir mektup

bırakır. Hüsnü Paşa ile yapılan evlilik yolunda

gitmez. Metresleriyle düşüp kalkan Paşa

yaşadıklarını Handan’a anlatmaktan hiç

çekinmez. Bir zaman sonra Handan, kuzeni

Neriman ve eşi Refik Cemal’in yanına

Londra’ya gider. Bu ziyaret esnasında Hüsnü

Paşa ile araları iyice bozulur, yavaş yavaş

depresyona girer ve hafızasını kaybeder.

Tedavisi için Sicilya’ya gitmesi gereken

Handan’a yolculukta Refik Cemal eşlik eder.

Mecburi seyahat aralarında aşk doğmasına

H

A

N

D

A

N

Işık Selin ORHUNTAŞ

Page 11: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

sebep olur. Handan’ın asıl trajedisi burada

başlar. Ancak söz konusu aşk çok sevdiği

kuzenine ihanet anlamına gelir, yaşadığı

vicdan azabı onu ölüme sürükler.

Halide Edip, Handan’ı yazarken kuşkusuz

malzeme olarak kendi yaşamından kullanır.

İdeal kadın tipi çizer Handan’la. Günümüzde

kadına çizilen tablodan çok farklıdır. Üç çocuğu

ile eve tıkılmış Tanzimat dönemi romanları

misali köle değildir kadın. Sosyal hayatın

içindedir, insanları zekasıyla kendine hayran

bırakır. Gerektiği yerde kendi ayakları üzerinde

de durabilir. Onurludur aynı zamanda. Vicdan

azabından ölebilecek kadar onurlu.

Eşinin onu aldattığı dönemlerde yazılan

otobiyografik roman sadece ideal kadın

tipinden söz etmez. Fark ettirmeden nasıl

sevmemiz gerektiğini de öğretir; Nazım’ın

Handan’ı sevdiği gibi. Dış güzelliğe önem

vermeden klasik tabirle iç güzelliğine tutulur

onun. Mükemmele yakın kadının karşısına

mükemmele yakın bir erkek konur. Nazım’ın

mükemmel olamayışındaki sebep ise (

Handan’a göre ) ülkü peşinde olmasıdır. Çünkü

Nazım, Handan’ı ülküsü kadar sevemeyecektir.

Kedine eş değil yoldaş aradığını düşünmesi

yüzden evlilik teklifine içi yanarak olumsuz

cevap verir. Dışarıdan baktığımızda bu

düşünce de Handan’ın – çok güzel olamayışı

dışında – mükemmel olamamasının sebebi gibi

gelir. O kadar kusur Halide Edib romanlarında

bile olur değil mi ?

Söz konusu roman genellikle lise çağlarında

okunur. Handan ve Handan’ın hayatındaki üç

erkek okuyucuyu içine çeker. Eğer duygusal

biriyseniz kitabın ilk sayfalarında ağlamaya

başlarsınız. Nazım’ın Handan’a yazdığı

mektuplarda kendinizi kimin yerine

koyduğunuzu anlayamadan gözyaşlarınız

dökülmeye başlar. Bu dediklerim duygusal

insanlar için geçerli. Su götürmez bir gerçek

var ki o da Handan ile beraber

olgunlaşacağınız ve kendinizi bulacağınızdır.

Handan’la beraber büyürsünüz. Ona

imrenirsiniz, yerinde olmak istersiniz neticede

kahramandır; hatalar yapıp onuruyla ölebilen

bir kahraman!

Kavgası yüzünden birleşemeyen aşıklar sadece

Halide Edib romanında yoktur. Nazım

Hikmet’in şiirinde de vardır. ‘’Mavi gözlü dev

minnacık kadın ve hanımelleri ‘’ şiiri de bize

kavuşamayan aşıkları anımsatır. Bir rivayete

göre Hikmet bu şiiri hayalleri, idealleri,

düşünceleri farklı olduğu için Nüzhet Berkin’i

Türkiye’ye geri göndermesi üzerine yazmıştır.

Handan hem dönemin kadın-erkek ilişkilerini

yorumlamak hem de okunduktan sonra

yazarın hayatına farklı bir gözle bakmak için

önemli bir eser.

Ölümünün 51. Yılında Halide Edib‘e ve

bahaneyle anımsatmış olduğumuz mavi

gözlü deve sevgiyle…

‘’ O mavi gözlü bir devdi.

Minnacık bir kadın sevdi.

Mini minnacıktı kadın.

Rahata acıktı kadın

yoruldu devin büyük yolunda.

Ve elveda! deyip mavi gözlü deve,

girdi zengin bir cücenin kolunda

bahçesinde ebruliiii

hanımeli

açan eve. ‘’

Page 12: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

“Hanımlar, bugün elimizde top, tüfenk

denilen alet yok, fakat ondan büyük,

ondan kuvvetli bir silahımız var: Hak ve

Allah var (Alkışlar). Tüfek ve top düşer,

hak ve Allah bakidir. Topun yüzüne

tükürecek kadar evlatlar, analar,

kalbimizde aşk ve iman, milliyet

duygusu var. Biz dünyada millet sınıfına

layık bir millet olduğumuzu, erkek,

kadın ve çocuklarımıza kadar ispat

ettik.

Bugün memleketimiz taksim tehlikesi

karşısında adım adım, adeden kendi

durumumuzdaki milletleri başımıza

efendi yapmak istiyorlar. Bugün İzmir,

yarın Konya, öbür gün İstanbul, sonra

Müslüman dünyasının başı olan Türk

susturulmuş olacaktır. Buna karşı ne

silahımız var? Kurşun, top, bomba... Bir

top bebeklerimizi öldürebilir. Bizim

bundan da kavi silahlarımız var.

Sesimizi mutlak dünya işitecektir.

İşitmek ve işittirmek için bugün kuvvetli ve metin bir millet halinde bulunmalıyız.

Arkadaşlar, Müslümanlar, Türkler, bugün buraya toplanan şu halk kütlesinin bir tek isteği var. O da en

tabii haklarının kendisinden alınmamasıdır. İsteyeceğimiz basit, yüksek ve ulvi bir haktır. Bizim

sözümüzü onlar dinlemeyebilirler, fakat biz padişahımızdan bize babalık etmesini rica ederiz. Biz

erkeklerimizle beraber milletin kalbinden gelen en kuvvetli, en akıllı, en cesur, milleti en çok temsil

edecek bir kabine isteriz. Padişahımıza halkın hissiyatını tebliğ eder ve deriz ki: İşte kara bir gün

yaşıyoruz, bugün herkes susmuştur. Bugün Türk

ve Müslüman, padişahın etrafında toplanmıştır.

Hanımlar, efendiler, bugün bunun beş bini

kadar bir miting de yapmış olsak bir semeresini

göremeyiz. Fakat yarın var, çocuklarımız var.

Buradaki Müslüman aleminin kalbidir. Siz

düştüğünüz zaman birçok şeyler düşecektir.

Kadınlar silahsız ve zayıf, fakat kalbi gayet

metindir. Bütün alem-i İslam hep kardeşimizdir.

Halide Edip ve SULTANAHMET Konuşması

Page 13: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bundan dönen Türk kadını değildir.

Ya Rabbi, hakkın ve milletlerin bir mahşeri, bir mahkeme-i kübrası hazırlanıyor. Bu mahkemeye

millet ve hakkı çiğneyen zalimler gelecektir. Ve bu zalimleri en evvel kendi milletleri mahkum

edecektir. Milletlerin ruhunda her vakit ilahi bir hak ve büyüklük vardır.

Dinleyiniz! Sizin iki dostunuz var: Bugünkü Müslüman alemi, öteki millet hakkı için bağıracak milletler;

Birini kazandınız, ötekini bugünkü açtığınız davanın hak ve ulviyeti kazanacaktır.

Hükümetler düşmanınız, milletler dostunuz, kalbinizde isyan kuvvetinizdir.

Böyle muazzam bir günü Osmanlı tarihi, Osmanlı toprağında bir defa daha idrak edemeyecektir.

Bugün size haber verdiğim milletlerin hak günü uzak değildir. O gün gelirse içimizden bugün burada

bulunanlardan bazıları bu dava yolunda ölmüş olursa, onun mezarı üstüne istiklal bayrağınızla geliniz

ve o günü müjdeleyin. Şimdi yemin ediniz ve benimle tekrar ediniz:

Milletlerin ilahi hakkı ilan olunacağı güne kadar kalbimizde heyecanımız kalacak, eksilmeyecektir.

Yedi yüz senenin en asil ve büyük mirası olan vakarımızı, adalet ve terbiyemizi unutmayacağız.

Yemin ediniz! Yedi yüz senenin tarihini, ağlayan minareler altında yemin ediniz:

Bayrağımıza, ecdadımızın namusuna hıyanet etmeyeceğiz.”

(Kaplan ve diğerleri, 1992 95-96; Adıvar, 1987: 34-35; Arıburnu 1951: 43-44.)

Page 14: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Yahya Kemal “Eğil Dağlar”* eserinin içinde yer alan 4 Mayıs 1912 tarihini düştüğü “Kurdun Dişisi

ve Yavruları”** başlıklı yazısında Fransız mekteplerinde çocuklara okutulan, şair Alfred de Vigny'nin

“Kurdun Ölümü” isimli meşhur bir şiirinin hikayesini anlatır.

1797-1863 yılları arasında yaşamış Fransız şair, oyun ve roman yazarı olan Vigny edebiyatla

uğraşmak adına subaylıktan ayrılmış bir romantik. Tıpkı Bekir Sıtkı Erdoğan, Nazım Hikmet, Turgut

Uyar gibi. Vigny’nin bu şiirini dinleyen Fransız çocukların gözleri dolar, gönüllerinde saf bir dağ rüzgârı

esermiş. Fikirlerini hürriyet ve istiklâl sevdası alırmış. Fransa'da o yıllarda şiirleri, bizim “Orda Bir Köy

Var Uzakta” gibi, “Dağ Başını Duman Almış” gibi okutulurmuş.

Yahya Kemal’in anlattığı, şiirin hikayesine göre; Aralarında şairin de bulunduğu avcılar, gece,

tüfeklerinin beyaz parıltılarını gizleyerek gördükleri taze ayak izlerini takip etmekte, ağaç dallarını

ayırarak yavaş yavaş ilerlemektedirler. Bir ara avcıların üçü duraklar. Vigny, onların ne gördüklerini

merak edip aranırken ansızın karşısında alev saçan iki göz görür: Kurt! Yavruları biraz ötede sessiz

sessiz oynamakta; fakat içgüdüleriyle, düşmanlarının yakında, pusuda beklediğini bilmektedirler.

Dişi kurt tehlike karşısında sessiz ve hareketsizdir. Erkek kurt ise bütün kaçış yollarının kapalı

olduğunu anlayınca, önce ön ayaklarını kumluğa saplayarak çömelir, sonra üzerine saldıran

köpeklerden en cüretlisini seçer ve bütün gücüyle gırtlağına sarılır. Avcılar açtıkları ateşle erkek kurdu

delik deşik eder, bıçaklarını gövdesine üşürürler. Ne var ki o, demir gibi çenesini açmaz ve sonunda

köpeği öldürür. Başını çevirip avcılara bakar, ağzından akan kanları diliyle yalar, avcılara bir daha

baktıktan sonra, nasıl öldürüldüğünü bilmeye tenezzül etmeksizin, ailesini korumuş olmanın iç

huzuruyla iri gözlerini kapatır.

Bir Kurt, Üç İsim: Alfred de Vigny, Yahya Kemal ve Halide Edip

Ayşe Bengisu AKDAĞ

*Yahya Kemal, Eğil Dağlar-İstiklal Harbi Yazıları, 1975, İstanbul Fetih Cemiyeti

**a.g.e. s.91

Page 15: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bu maceradan sonra, Vigny, başını tüfeğinin namlusuna dayayarak şöyle der: "Eğer bu iki yavru

olmasaydı o güzel ve kederli dul, erkeğini bu büyük imtihanda yalnız bırakmazdı! Lakin bir vazifesi

vardı. O iki yavruyu dağlara kaçırmak, onlara orada açlığa tahammül etmeyi ve şehirlerde, bir

lokma ekmeğe ve bir yatacak yere mukabil insanın önünde av avlayan zelil hayvanların insanla

akdettiği ittifaknameye hiçbir zaman dahil olmamayı öğretmekti!"

Şair Vigny devam eder : "Hayattan ve bütün ıstıraplardan nasıl feragat edilir? Şu ulvî hayvanlar,

yalnız siz biliyorsunuz!'' Yeryüzünde ne olduğumuzu ve arkamızdan ne bıraktığımızı bir kere iyice

hesap ettikten sonra anlaşılır ki ulvî olan ancak sükûttur, maadası zaaftır." Şair, kurdun o son

bakışında ne demek istediğini anlar. Asil hayvan, o son bakışıyla demek ister ki: "İnlemek, ağlamak,

yalvarmak hepsi zillettir. Kaderinin seni sevk ettiği yolda uzun ve ağır vazifeni dişini sıkarak ifa et!

Sonra da benim gibi hiç ses çıkarmaksızın ıstırap çek ve öl!”

Yahya Kemal’in eserinde hikayesini anlattığı bu şiirden kısa zamanda birçok kişi etkilenir. Bunlardan

biri de Halide Edip’tir. Aradan yaklaşık on yıl geçtikten sonra Halide Edip, Kurtuluş Savaşı’nı, Milli

Mücadele’yi, Türk’ün yeniden doğuşunu kendi gözlemlerinden hareketle anlattığı hikaye kitabına

“Dağa Çıkan Kurt” adını verir. Vigny’nin kurdundan etkilenen Halide Edip başka bir kurt hikayesiyle

karşımıza çıkar.

Bu hikayede;

Bir gün ormanda tüm hayvanlar derin öfke ve homurtularla toplanırlar. Aslanların kükremeleri,

kaplanların ışıldayan gözlerle her an bir şeyin üzerine atlayacakmışçasına tavırları, ayıların iniltileri,

çakalların uluyuşları ortalığı kaplar, kurtlar da bu sırada inlerinden fırlarlar ve büyük bir kavga kopar.

Isıran, parçalayan, koparan, kemiren, pençeleyen hayvanlar her yeri kan ırmakları ve hayvan parçaları

haline getirirler. Ortada ne sağlam bir in ne de durgun bir pınar kalır.

Page 16: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Uzun bir süreden sonra hayvanlar tekrar ırmak kenarında toplanırlar. Hepsinin bir yanı sakatlanmış

halde acılarını birbirinden çıkarmak istercesine homurdanırlar. Ormandaki düzen tıpkı Birinci Dünya

Savaşı sonrası geriye kalan Avrupa gibi tamamen bozulmuştur. En büyük hayvan olan fil, Amerika’nın

savaştan sonra yaptığı gibi artık hayvan dünyasında savaşın, hilenin, avlamanın yapılmayacağını

anlatır. Küçük hayvanlar, büyük olanlar tarafından ne haraca kesilecek ne de besinleri alınacaktır ve

fil öyle etkileyici ve güçlü bir sesle bağırır ki bundan tüm hayvanlar etkilenir.

Bu kararla ortalık bir savaş sonrası sessizliğine bürünür. En son olarak çalıların arkasında duran

köpekler, İngilizlerin Avrupa ülkelerini üzerimize kışkırtması gibi birden bire ortalığı ayağa kaldırırlar.

Bu uysallığın ve sessizliğin tek bir cins hayvanın yemlik ve av diye feda etmekle sağlanacağını

düşünürler. Sonunda ormanda hep birden daima korku gölgesi gibi dolaşan bir hayal hepsinin gözü

önüne belirir ve haykırırlar :

-Kurtlar, Kurtlar…

1914 ‘te bütün Avrupa ülkelerinin toplanıp yüzyıllardır baş edemedikleri, içlerinde onlar için hep

korku olarak kalan, savaşta yıkamayıp ancak masa başında yıkmayı başarabildikleri Türk milletini bir

av, sömürülecek bir yem olarak seçerler.

Bu olayın ormandaki hayvanların işine gelmesi, kurtları çaresiz ve yalnız bırakır. Bunun üzerine bize

ve soyumuza kurtlara, yani Türklere, hayat boyu hüküm giydirirler. Alınan karar aşamasında kurtların

inleri çiğnenir, kurt yavruları çalınır, dişileri parçalanır, erkek kurtlar avlanır. Her şeyle kurt soyuna

saldırılır. Bu eşi görülmemiş bozgun ve yıkım karşısında inlerinden, ormanından, av ve tuzak

yerlerinden yaralı, bahtsız bir şekilde çıkarılan kurtlar, soyun öc adını ulumak için dağlara çıkarlar.

Benzeri Birinci Dünya Savaşı sonrası olduğu gibi tüm İtilaf Devletleri, savaştan biçare kalkmış Türk

milletinin topraklarına saldırırlar. Topraklar yağmalanır, yakılır, yıkılır, Türk erkekleri tek tek öldürülür,

çocuklar kaçırılır, kadınlarımız kötü davranışlara maruz kalır. Bir fiil işgal edilen topraklarımızda

yapacak herhangi bir şeyi kalmayan milletimiz tekrar birlik olup vatan topraklarını ele geçirmek için

dağlarda Kuvay-i Milliye adında toplanır. Ta ki Türk milletine eski refah ve barış dolu yıllarını getirene

kadar oradan inmemeye and içerler.

Bundan sonra dağlardan, ufuklardan, korkunç bir uluma, bütün ormandaki kurtların uluması her

yere bir anda korku salarak yayılır. İşte bu Türk’ ün sesidir.

Page 17: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Ateşten Gömlek, Halide Edip Adıvar

Page 18: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

2014 yılının Ekim ayında kitapçıların raflarında

yeni bir Handan romanı yerini aldı. Kısa

zamanda birçok okuyucuya ulaştı. En başta

Ayşe Kulin'in kemikleşmiş okuyucusuna,

ardından da yavaş yavaş Halide Edib

hayranlarına...

Ayşe Kulin sevdiği, hayran olduğu ya da bir

şekilde örnek aldığı kişileri eserlerine konuk

etmeyi seviyor. Daha önce İçimde Kızıl Bir Gül

Gibi ‘de Nazım Hikmet'i; Türkan'da Türkan

Seylan’ı; Piraye'de de tıpkı Handan'da olduğu

gibi Piraye adlı karakteriyle benzerlik gösteren

Nazım'ın kızıl saçlı bacısı Piraye'yi ele almıştı.

Şimdiyse Handan'da, Halide Edib' in ölümsüz

kahramanı Handan'ı ele alıyor.

Ayşe Kulin Gizli Anların Yolcusu'yla başladığı

serisine Bora'nın Kitabı ve Dönüş ile devam

etmişti ki bu seriye şimdi de Handan eklendi.

Handan'dan sonra bu dört eserdeki diğer

karakterler üzerinden devam eder mi bilmem

ama Handan kesinlikle bu dörtlünün içinde

ayrı bir yerde olmalı. Çünkü Handan her

şeyden önce hem edebiyatımız hem de

geçmişimiz için oldukça önemli bir kişi. Lise

bilgilerinden de ezbere bildiğimiz kalıp bir

ifade ile söyleyecek olursak “Handan, kadın

ruhunu yansıtan ilk kadın karakter”dir ve

sene henüz 1912'dir. Yani ortada ne Milli

Mücadele var ne de Cumhuriyet!

Handan, Handan'a Karşı Tuğçe ERKOL

Page 19: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bu kalıp ifadeyi bir kenara bırakmak gerekirse

Handan modern kadının en güçlü

temsilcilerinden biri. Eğitimiyle, zekasıyla güçlü

bir kadın. Üstelik o sadece toplumun ona

dayattığı görevlerle değil duygularıyla,

hisleriyle, kadın ruhuyla ve psikolojisiyle tam

bir kadın olarak çıkıyor karşımıza.

"Modern Türkiye'nin çağdaş ve kişilikli kadını,

hayata karşı dik duran, siyasi fikirleri, vizyonu

olan bir kadın Handan!" diyor kitabında Ayşe

Kulin, Handan için.

Ayşe Kulin' in Handan'ı yaşadığı aşkları,

evliliği, ayrılığı, aldatma ve aldanmayı, kardeş

kaybını yaşarken hep yalnız, daha doğrusu

yalnız sayılabilecek bir kadın. Yeni Handan'ın

babaannesi "Bak kızım, bir roman okuyorum,

kahramanı öyle zarif, öyle güzel ve akıllı bir

kadın ki, herkesi büyülüyor, tesiri altına

alıyor. Koskoca Halide Edip onca isim

arasından başkahramanı için boşuna

seçmemiş bu adı, lügate baktım, meğer

Handan, şen ve neşeli demekmiş." diyerek

kimseye itiraz hakkı tanımadan torununun

adını Handan koymuş. Böylece yeni Handan'ın

yolu eski Handan'la ilk defa böylece çakışmış.

Yeni Handan'ın ölüm ve yaşam arasındaki

seçimi sırasında yalnızlıktan çıldırdığını

düşünürken başucunda duran bir kitapla önce

kendini toparlıyor. Ardından da hayatını

yeniden düzene koyarken o kitabın kadın

karakteriyle yoluna devam ediyor. Elbette ki o

kitap Halide Edib' in kaleminden çıkan

Handan'dan başkası değil. Halide Edib' in

bizzat kendisinin geçmişte verdiği savaşlarda

kurtardığı kadınlarımız gibi yazdığı eserleriyle

bir kadının daha hayatını kurtarıyor.

Ayşe Kulin' in Handan romanında yeri

geliyor geçmişteki Türk kadınıyla günümüzdeki

Türk kadınının çatışmalarına rastlıyoruz. Yeri

geliyor geçmiş ve günümüz acılarının

ortaklığına şahit oluyoruz. Yeri geliyor

birbirinden zaman açısından farklı olan bu iki

kadına gülüyoruz. Eski Handan teknoloji

karşısında bocalıyor, yeni Handan eski

kelimeler karşısında düşük not alıyor. Handan,

Handan'a karşı oluyor yani yeri gelince.

İki eser hakkında da söylenecekler bitmez

ve bana kalırsa her iki eserin de okunması

gerek. Birinde Osmanlı Devleti'nin son

zamanlarındaki bitmiş halini görüyoruz, o

zamanın İstanbul'unda yaşanan sosyal, siyasal

ve duygusal hayatı; diğerindeyse Türkiye

Cumhuriyeti'nin siyasal ortamı çevresinde

kalan bir kadının sosyal ve duygusal ilişkilerini

okuyoruz.

Her iki eseri de göz önünde bulundurarak

son söz olarak söylemek gerekirse, Ayşe Kulin

en büyük ustalarından biri olarak gördüğü

Halide Edib' in bu eseri üzerinden tüm özgür

ve eşit Müslüman Türk kadını adına

şükranlarını sunmuş Halide Edib' e.

Onunla beraber mücadele eden kahraman

arkadaşları önce vatanımızı kurtarıp ardından

da kadının hakkını savunmasaydı sadece Türk

kadını değil, Türk erkeği de onların bize hediye

ettiği Cumhuriyet'te fikri hür, irfanı hür

yaşayamazdı. Yaşayamazdık!

Sonsuz şükranlarımızı bir borç biliriz...

Page 20: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Halide Edip, 1882′de Mehmet Edip Bey’in kızı

olarak Beşiktaş’ta Mor Salkımlı Ev’de dünyaya

gelmiştir. Aile, çeşitli sebeplerle ara ara bu evden

ayrılmakla birlikte her defasında mor salkımlı eve

geri döner. Halide’nin annesi o küçük yaşta iken

veremden ölmüştür. Halide, onu çok az ve silik

hatırlamaktadır.

Halide’nin hayatında, mor salkımlı evde

‘Haminne’ diye hitap ettiği anneannesinin büyük

yeri olmuştur. Eyüp Sultanlı Nakiye Hanım

(Haminnesi), Mevlevi, aşırı derecede merhametli,

cömert, elindeki her şeyi yoksullara dağıtmaya

çabalayan bir insandır. Haminne’siyle birlikte

Çingene olduğu söylenen sütninesi Hatice ile de

çok iyi anlaşmaktadır. Bunların dışında Halide’nin

annesinin ilk evliliğinden olan Mahmure ablası

onun çocukluk yıllarındaki en büyük arkadaşıdır.

Halide Edip’in zihninde, babası Mehmed Edip

Bey’in de büyük bir yeri vardır. Mehmed Edip Bey,

işi gereği bazı geceler sarayda kalmaktadır. Halide,

annesinin ölümünden sonra çok hassaslaştığı için

babasının sarayda kaldığı bir gece evde ‘Babamı

isterim!’ diye sinir krizi geçirmiş, ev halkı mecburen

küçük kızı saraya babasının yanına götürmüştür.

Bir süre sonra, Mehmed Edip Bey, bir

başkasıyla evlenerek Yıldız’da bir ev tutar. Halide

yeni üvey annesi ile tanışmak zorunda kalır. Önce

üvey annesine ısınsa da eve ve muhite alışamaz.

Mor salkımlı evi ve oradaki yakınlarını özler. Babası

Mehmed Edip Bey, katı bir İngiliz terbiye usulü be-

nimsemiştir. Halide, buna dayanamaz. Kış

günlerinde, kollarını, bacaklarını açıkta bırakan

lacivert ve kısa elbiseleri, yazın beyaz kıyafetleri

giymekten hiç hoşlanmaz. O, sokaktaki küçük kızlar

gibi renkli elbiseler giymek ister. Beslenmesi de katı

İngiliz terbiye metoduna göre düzenlendiğinden

şekerleme yemesine izin verilmez.Halide,

bugünlerde kendini çok yalnız hisseder.

Küçük Halide, KiriaEleni adlı bir Rum kadının

işlettiği bir çocuk yuvasına verilir. Halide, buradaki

tek Türk çocuğudur. Halide, KiriaEleni’yi çok sever

ve buraca bir sıcaklık hisseder. Fakat babasının

evinde çektiği sıkıntı ve yalnızlık onun

hastalanmasına neden olur ve babası mecburen

onu mor salkımlı eve gönderir.

Mor salkımlı evde, kalabalık bir aile içinde

Halide, içe kapanık bir çocuk olur. Saraylı Hanım

teyzesi ona Afrika Seyahatnamesi adlı bir kitap

verir. Halide, okuma zevkine ilk olarak bu kitapta

ulaşır. Daha beş yaşında olmasına rağmen babası,

ondaki okuma arzusunu görerek özel hoca tutar.

Halide’nin bu günlerde arka arkaya iki kız kardeşi

dünyaya gelir: Nilüfer ve Nigâr. Bir süre sonra

Halide’nin dayısı ve büyük babası mor salkımlı evde

vefat edince aile Üsküdar’daki İbrahim Efendi

Konağı’na taşınır. Halide bu evde piyano dersleri de

almaya başlar. Fakat müzikte çok başarılı değildir.

Ancak müziği derinden sevmektedir. Konağa gelen

Mor Salkımlı Ev Adlı Eserin İncelenmesi

Mehmet Altınova

Page 21: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ve Halide’yi etkileyen kişilerden biri de Ahmet

Ağa’dır. Üç yıl boyunca onlarla kalan Ahmet Ağa,

Halide’ye okuması için Battal Gazi, Ebu Müslim gibi

eserler verir. Halide’nin hayal gücüne büyük tesiri

olur bu eserlerin. Ahmet Ağa, onu Karagöz’le de

tanıştırır.

Halide’nin hayatında bir değişiklik

meydana gelir. Saraylı Hanım teyzesi ile babası

evlenir. Eski üvey annesi bu durumdan çok rahatsız

olur. Bu karmaşayı ve hüznü yakından gören Halide

ömrü boyunca çok evlilikten nefret eder. Babası

huzursuzluğa son vermek için iki eşini ayrı yerlere

yerleştirir ve Halide tekrar mor salkımlı evde

yaşamaya başlar.

Halide yaşı büyütülerek Üsküdar Amerikan

Kız Kolej’ine gönderilir. Bu okulda çok şey öğrenen

Halide evinde Rıza Tevfik’ten de ders almaktadır.

Rıza Tevfik, ona mistisizmi ve folkloru tanıtmıştır.

1899′da tekrar Amerikan Kız Kolej’ine devam eder.

Burada din üzerine düşünmeye başlar ve kolejin

kütüphanesinde Hristiyanlığı araştırır. Sonuçta

Hristiyanlığın çok tahrip olduğu kanısına varır.

1900′de matematik dersinde yetersiz

olduğunu fark e-den Halide, babasından özel hoca

tutmasını ister. Dönemin ünlü matematikçi ve

pozitivisti Salih Zeki Aktay hocası olur. Salih Zeki,

Halide’nin fikir dünyasına çok tesir eder. 1901′de

ilk Türk kızı olarak koleji bitiren Halide kendisinden

yaşça büyük Salih Zeki ile evlenir. Mutlu bir

evlilikleri olur. Birlikte çalışmalar yapmaktadırlar.

1903′de ilk oğlu, on altı ay sonra da ikinci oğlu

dünyaya gelir. Halide Edip, çocukları ile ilgilenirken

çalışmalarına devam etmektedir.

1908′de Meşrutiyetin ilanı onu derinden

etkiler. İstanbul’a iner ve Tevfik Fikret’in

başyazarlığını yaptığı Tanin gazetesinde yazmaya

başlar. Meşrutiyet’in rahat dönemi bitmeye

başlayınca Halide Edip, serbest kadın fikirleri

yüzünden tehdit edilir. Ama o, farklı dergilerde

kadın haklan ile ilgili fikirlerini yazmaya devam

eder. Bu arada İngiliz gazeteci İsa-bel Fry ile tanışır.

1909′un 31 Mart’ında siyasi karışıklık son

haddine varır. Tanin matbaası basılarak tahrip

edilmiştir. Halide Edip de kara listededir. Bu yüzden

bir süre Amerikan Kız Koleji’nde saklanmak

zorunda kalır. Tehlike artınca iki oğlu ile birlikte

zorlu bir vapur yolculuğu ile Mısır’a gider.

IsabelFry’in daveti üzerine İngiltere’ye gider. Orada

entelektüel bir çevre tarafından takip edildiğini ve

tanındığını görünce çok sevinir.

1909′da İstanbul’a döndükten sonra

roman çalışmalarına devam eder ve Heyula,

Raik’inAnnesini, yayınlar. Pedagojik mevzularla

ilgilenmektedir. Darülmuallimat’da ve İdadi’de beş

yıl öğretmenlik yapar.

1910′da onu üzen bir olay olur. Kocası Salih Zeki bir

kadınla daha evlenmek istemektedir. Halide buna

müsaade etmez. Dokuz senelik evlilikleri bu yüzden

sona erer. Babasının Fazlı paşa Yokuşu’nda tuttuğu

eve gider. Orada uzun bir hastalık geçirir. Bu

hastalık süresince manevi hisleri artar.

1910-1912 yılları arasında Türk Ocağı’na

girer. Milliyetçilik fikirlerinden etkilenir. Bazı

farklılıklar dolayısıyla bir süre sonra Ziya Gökalp ile

yollan ayrılır. 1912′de Balkan Muharebesi patlak

verince Halide, Teali-i Nisvan Cemiyeti’nin faaliyet-

lerine katılır. Bir hastanede gönüllü olarak çalışır.

Memleketi yakından tanıma fırsatı bulur. 1913′de

Balkan Savaşı son bulur.

Halide Edip, öğretmenlikten istifa eder. Kız

Mektepleri Umumi Müfettişliğine getirilir. Bu

görevi dolayısıyla İstanbul’un arka mahallerindeki

fakir insanların hayatını yakından görme fırsatı elde

eder. 1914′de I. Dünya Savaşı çıktığında aynı görevi

sürdürmektedir. 1916′da Cemal Paşa’nın daveti

üzerine maarifçi olarak Lübnan’a gider. Buralarda

mektep açma faaliyetlerini üstlenmesi için

görevlendirilmiştir. Günde 16 saat çalışmaktadır.

1917′de Adnan Adıvar’la evlenir. Tatil için

Türkiye’ye gelirler. Lübnan’a tekrar döndüklerinde

orada Kenan Çobanlarını yayınlar. Bu eser

bestelenerek opera şeklinde defalarca temsil edilir.

Mart ayında okullar kapanınca Halide Edip tekrar

İstanbul’a döner.

Mor Salkımlı Ev, Halide Edip Adıvar’ın

çocukluk günlerinden 1918 yılına kadar anılarını

anlattığı kitaptır. Bu yüzden o dönemler içerisinden

o dönemde ki siyasal ve ruhsal olayları, zihniyeti

yani toplum yapısını öğrenebiliriz. Öyküleyici

anlatım türü kullanılmıştır çünkü Halide Edip

Adıvar’ın hayatını anlatmaktadır. Bunları anlatırken

sade bir dil kullanmayı ihmal etmemiştir. İki

bölümden oluşan bu eser, dönem, yazar, gelenek

görenek ve sosyal çevre bakımından bilgi veren

nadireserlerdendir.

Page 22: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

KENT ve BEN

Bir dert var bu kentte;

İlacı yokmuş yağmurdan başka.

Derler ki;

Yerde bitkiler yetiştirir yağmur

Her gelişinde huzur getirir yağmur

Derdi de melâli de bitirir yağmur.

Kuraklık mı oldu bilmem,

Yağmur mu yaramadı kente

Hala içinde gezersin

Benden çok uzakta.

Yıprandı kent

Çünkü

Kavuşmamız ulu çınarlardan

Daha çok yakışırdı ona

Bu dert hep saklı kaldı böylece onda.

Bir dert var bende,

Sen gibi sultan dururken

Resmi makamlara arz olunmaz.

Dediler ki;

Bir âşık varmış, ayrılık görüp korkak olmuş,

Dert tekmiş, bendeymiş, kent gelmiş ve ortak olmuş.

Bir kuytu var bu kentte,

Ben kentte değilim kent değil bende.

Şimdi ben o karanlık, dipsiz kuytudayım,

Çıkar tülbendini, sarkıt da kurtulayım.

AZİZ NADİR

Page 23: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Çizilmiş Yol

Tepeleme yığılmış iyi kötü anlarım,

Sanma kirden arınmış az olsa da yıllarım.

Biçare ki zamandan boşa geçen bir andan,

Galibi değer veren, asıl darbeler ondan

Sessizce bir hilalin aydınlattığı karanlık,

Çehremin çamurunu örtbas eden bataklık,

Ruh suretle kavgalı, yalnız huzurda rahat.

Bahsedilenler sağlam, ürettikleri sakat

Kapsam dışı çosturlar, su altı yılanları

Kestirme yol sandılar , batık gemi malları

Çağır meclisi danış fikrini, kalk ve yol al.

Kin dolu küplerim sevgi bağımla kırıldı,

Gül, diken saçarken gözlerime takıldı.

İçimi karartan duman; gurur, kibir ve yalan,

Keskin bakışlarımla yediklerim kuru bir saman,

Zaman rüzgarı esiyor; kansız bedenime

Sonsuzluk yolu kefeni hazırladım kendime.

Gayretime karşılık, adım kalsın köşede

Alsak artık helallik dönmeden bir cesede

Çakal sürüleri toplanın, gün büyük gündür

Çizdiğiniz yol benim hesapsız ölümümdür...

Serpil Südüpak

Page 24: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Türkler, bilindiği üzere tarih öncesi

devirlerden itibaren hayvancılıkla

uğraşmışlardır. Hayvancılığın bir getirisi olarak

konar-göçer olarak yaşamlarını uzun bir süre

sürdürmüşlerdir. Kışları geniş ovalara, yazları

ise yayla denilen alanlara göçmüşlerdir. Yeme-

içme davranışları, doğumları, barınakları bu

yaşam tarzına uygun hale gelmiştir. Takdir

edersininiz ki konar-göçer yaşam şeklinde

yerleşim kolay değildir. Belli bir alan yurt

olarak tayin edilmediği için insanlar, barınak

ihtiyacını karşılamak için bugün kullandığımız

yapılardan daha farklı bir yöntem tercih

etmişlerdir. Bu tercihleri, kolayca sökülüp

kurulabilen çadırlardan yana olmuştur.

Yazımızın konusunu, bu çadırlardan UNESCO

Somut Olmayan Kültürel Miraslar

Listesi’ne dahil edilen, Kırgızlara ait olan

Bozüy (Boz-ev) adlı çadırlar olarak belirledik.

Ev denilince hepimizin aklına gelen ilk

kelime ‘’yuva’’dır elbette. Yuva demek,

sıcaklık, huzur, samimiyet demektir. Kimimiz

bu kelimenin anlamını apartman dairelerinde

kimimiz ise müstakil evlerde buluyoruz.

Kırgızlar ise bu kelimenin manasını Bozüylerde

buluyor. Bu evler hakan çadırı şeklindedirler.

Keçeden yapılırlar ve yağmura, kara ve yazın

sıcak havalarına karşı korunaklıdırlar. İçi kışta

sıcak, yazda serindir. Tam bir mühendislik

harikası olan, çadır-ev şeklinde oluşan

Bozüyler bir evde ihtiyacımız olan her şeye

sahiptir. Kolay bir şekilde kurulup

sökülebilmesi sayesinde de göçmen halk için

büyük bir kolaylık sağlamaktadır. Göz alıcı bir

şekle sahip olan bu çadırlar Kırgızistan’da bir

çok yerde karşımıza çıkabilirler.

Bozüyün ana malzemeleri; kasnak kısmını

oluşturan ağaç sırıkları, keçe ve iptir. Ağaç

sırıkları genellikle kayın ağacından elde

edilmektedir. Bozüyler, zamana karşı da çok

dayanıklıdırlar. Günümüzde kullanılan diğer

yapılar kısa sürede yıkılmakta veya

çökmektedir. Fakat Bozüyler varlıklarını çeyrek

asır kadar bir süre devam ettirebilecek kadar

dayanıklıdırlar. Her biri farklı bir büyüklüğe

sahiptir. Büyüklüklerine göre; dört kanat, sekiz

kanat, on iki kanat olabilirler. Bozüylerin

kubbe kısmını oluşturan kısıma ‘’uuk’’ adı

Muhteşem Bir Yapı: BOZÜY Busenur ASLAN

Page 25: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

verilmektedir. Bu kısmı oluşturan sırıklara göre

de ‘’ 50, 70, 80, 100 başlı ‘’ olarak da

adlandırılmaktadır Bozüyler. Bu yapılarda,

kubbe bölgesindeki eğrilmiş sırıklardan yere

kadar olan eğri ağaç duvarlar bulunur. Bu

duvarlara, ‘’kerege’’ adı verilmektedir. Uuk ve

kerege bu sıcacık yuvanın kaburgasını

oluşturur. Nasıl binaların sağlam temelleri

varsa Bozüylerin de sağlam bir kaburga

kısımları mevcuttur.

Geleneğin getirisi olan Bozüylerin kurulma

aşaması da gelenekseldir denilebilir. Çünkü

öyle ki geleneğe göre, Bozüyleri kadınlar

kurmaktadır. Bu bize ‘’Yuvayı dişi kuş yapar.‘’

deyimini hatırlatmaktadır. Yalnız Bozüylerin

‘’tündük’’ adı verilen ve çatı kısmında bulunan

pencere kısmının yapımında, erkekler yardımcı

olmaktadır. Bu kısım aynı zamanda, baca

görevini de üstlenmektedir. Öyle muhteşem

bir şekilde oluşturulmuştur ki bu kısım hem

pencere hem bacadır ve gündüzleri bu sıcacık

yuvanın ışığını sağlamaktadır. Aynı zamanda

havanın devinimi için de önemlidir. Çünkü

içeriye hava girmesini de sağlamaktadır.

Tündük kısmı tekerlek şeklindedir. Bu şekil

Kırgızistan bayrağının da ilham kaynağı

olmuştur.

Görünüşüyle ve sahip olduğu özellikleriyle

bizi bizden alan bu muhteşem yapının içine

girelim artık. Eşik denilen giriş kısmını

geçtikten sonra, sağ ve sol kısım olmak üzere

karşımıza iki kısım çıkar. Sağ kısımda mutfak

bulunmaktadır. Bu kısım genellikle kadınların

bulunduğu kısımdır. Sol kısımda ise oturma

yerleri bulunmaktadır. Bu kısım ise daha çok

erkeklere aittir. Evin ocağı olan kadına haliyle

ocağın içinde olduğu mutfak kısmı verilmiştir.

Bir de İki kısmın arasında bulunan kısım vardır.

Burada da genellikle misafirler

ağırlanmaktadır. Gördüğünüz gibi bu

muhteşem yapılar bugün barınmakta

olduğumuz ve lüks adı altında anılan evlerde

bulunan birçok özelliğe de sahiptir.

Günümüzde Bozüyler daha çok, turistik

amaçlı kullanılmaktadır. Kültüre ait olan bu

kadar harika bir şekilde tasarlanmış olan

yapılar haliyle birçok insanın dikkatini

çekmektedir. Bu amaçla Bozüyler, genellikle

yol kenarlarına kurulmaktadır. Dinlenmek,

kültürü tanıtmak, birbirinden lezzetli Kırgız

yemeklerinin tadına bakmak ve Türklerin

daima şifahi bir özellik kattıkları kımızı içmek

için ideal birer mekan halini almışlardır.

Dünyaca tanınan Bozüyler artık Kırgızistan’ın

sembolü olmuşlardır.

Muhteşem bir zekanın ve mimarinin ürünü

Bozüyler, Kırgızların hem yuvası hem geçim

kaynağı hem de sembolleri olmuştur. Bu

yapılar tarih boyunca bugünkü kadar ilgi odağı

olacaklardır ve daima eşsizliklerini

koruyacaklardır. Kırgızların zekasının ve

kültürünü önemli sembolü olmaya devam

edeceklerdir.

Page 26: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Sırça Fanus’unun içinde ölen Tezer

Özlü ve Sylvia Plath hatırasına

saygıyla…

-Yolculuk nereye ?

- Yaşamın ucuna…

Yaşamın Ucuna Yolculuk yaparken Tezer Özlü

yanında Svevo , Kafka ve Paves’i alır,tek tek

mezarlarına gider. Bense Sylvia Plath’i. Aynı onun

gibi intihar düşüncesiyle dolup taşan şair,yazar ve

bir anne ; Sırça Fanus’unun içinde.

Kadınların en bilindik özelliği duygusal olmalarıdır.

Bunu yaşama sevinciyle birlikte ölüme giden

kadınların şiirlerinde çok rahat görebiliriz. Sadece

duygusallığı değil , bambaşka duyguları da…

Alman bir babanın kızı Plath. Almanca’yı zorla

öğrenmesi ilk yaralardan. Çünkü buna zorlayan

babası. İlk şiirini sekiz yaşında yazar Plath. Yoğun

nefreti hissetmemek imkansız.

‘’ dikenli tellere takıldı kaldı

ich, ich, ich, ich

güçlükle konuşurdum

her alman'ı sen sanırdım

hele o yüz kızartıcı dilin

baba, babacığım, alçak herif,

seninle işim bitti. ‘’

İlk şiirini babasının ölümü üzerine yazar. Saplandığı

boşluktan hayatı boyunca kurtulamaz. ‘’ İçinde

susturamadığı bir ses olduğu için yazdığını’’ çok

sonra Sırça Fanus’ta söyler. Şiirler yazmaya devam

eder.

İlk intiharını on yaşında dener. Bulunmak

isteyenlerden değildir o. Sonsuz ışığa sonsuz

sessizliğe kavuşacağını düşünür. Başarısız olur.

Gizdökümcü şiirler onunla başlar. Plath itiraflarını

şiirlere dökerken Özlü ise anlatılarında yoğurur.

Bursla gittiği okulda ikinci intiharına kalkışı başarısız

olur.

Daha sonra yine bursla Cambridge Üniversitesi'ne

gider.

Susturamadığı ses yazıya dökülmeye devam eder.

Onun gibi şair olan Ted Hughes'la evlenir. Mutlu

evlilik zamanla kabusa dönüşür. Plath’in kıskançlık

krizleri Hughes’ı bıktırır. Bu krizler yersiz değildir

çünkü Hughes onu aldatır.

Önce evliliklerini düzeltmek için çocuk sahibi

olmaya karar verirler. Bu plan da pek işe yaramaz.

Başarısız evliliğin Plath üzerindeki kötü etkisi

büyüktür. Evlendikten sonra yaratıcılığının

sınırlandığını, gerilediğini düşünür.

Yaşamına pek çok şiir ve pek çok kitap sığdırır.

Yetenekli ve zeki kadın zaferini 11 Şubat 1963 günü

kazanır. Sabah kalkar, çocuklarına süt ve

bisküvilerini hazırlayıp odalarına götürür. Kapıyı

sıkıca kapatır. Hatta bant, battaniye vb şeylerle

kapının bütün boşluklarını kapatır. Mutfağa gider

kafasını fırının içine sokarak intihar eder. 30 yıl

boyunca yanında taşıdığı ölüm gün yüzüne çıkmıştır

artık. Üçüncü intihar girişimi başarılı olur.

Şiirlerinde kalkıştığı intihar girişimleriyle gurur

duyar. Her şeyin yanında bir kadın olarak ölüme

giderken bile çocuklarını düşünür. Gazdan

etkilenmemeleri için önlem alır. Ne kadar naif bir

düşünce…

"Yola düşen gölgemin, yorgun yol arkadaşıdır

ömrüm."

CADI AVI -3 Işık Selin Orhuntaş

Page 27: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Plath öldükten sonra kocası Günlükler ‘i yayımlar.

Bu kitaba yazdığı önsöz yüzünden Sylvia hayranları

ondan nefret eder. Önsözde güncelerin bazılarını

imha ettiğini söyler. Sebebi de çocuklarının rahatsız

olabileceğidir. Bu saygısızlık şu soruyu akla getirir:

Kendi bencilliği çocuklara olan sevgisizliğinin önüne

mi geçti? Çocuklar sadece Sylvia’nın mı? Bu sorular

doğru kadının ( Sylvia’nın ) hayatı boyunca yanlış

adam için çabaladığı gerçeğini değiştirmiyor.

Sırça Fanus ( The Bell Jar ) Ocak 1963’te Victoria

Lucas takma adıyla yayımlanır. Güzel başlayıp kötü

süren yaşamın kağıda dökülmesidir. Otobiyografik

bir kitaptır. Plath kendi yaşamını yazmıştır.

Kahramanların isimleri farklıdır sadece, yaşananlar

aynıdır. New York ‘ da bir moda dergisinde çalışan

kahraman zamanla yaşamdan soyutlanmaya başlar

, bunalıma girer. Gördüğü tedaviler , yaşadıkları ,

hissetikleri ve adım adım ölüme yaklaşımı yazılıdır.

Ölür yeniden dirilir yazarak. Hayatla kavgası

sessizlik içinde sürüp gider. O yüzdendir ki kitapta

sessizlik her sayfada vardır. Sırça Fanus ’ un içine

hapis olmuş durumdadır. Normal bir yaşam

sürebilmek için her şeyi yapmıştır oysa ki... Fildişi

kulede yaşamak yetmez bu yüzden Sırça Fanus ‘ a

tırmanır. Yazarın kullandığı kelimeler ve

benzetmeler çok çarpıcıdır.

"Sessizlik bunaltıyor beni. Sessizliğin sessizliği

değil bu. Benim kendi sessizliğimdi. Çok iyi

biliyordum ki otomobiller gürültü yapıyordu.

Otomobillerin ve yapıların aydınlık pencerelerinin

gerisindeki insanlar da gürültü yapıyordu. Nehir

de gürültü yapıyordu. Ama ben hiçbir şey

duyamıyordum. Kent ışıldayarak, göz kırparak, bir

afiş gibi yamyassı asılmış duruyordu penceremde.

"

Pür dikkat okunduğu zaman altını çizecek tekrar

tekrar okunduğunda huzursuz edecek cümle çok.

Ariel ‘ de toplanır şiirleri:

‘’Ölmek,

Her şey gibi bir sanattır,

Bu konuda yoktur üstüme. ‘’

Yaşamın saçmalığına katlanamayan anne

şair/yazarlar geride özel hayatlarına girmemiz için

günlük bırakırlar. Sylvia Plath ‘ in günlükleri bana

Tezer Özlü’ yü hatırlatır. Aslında ikisini ayıramam.

Her ne kadar Türk Edebiyatı’nda Plath hayranlığını

açık açık söyleyen Nilgün Marmara olsa da Özlü’ yü

ayırmak haksızlık gibi geliyor bana. İkisi de yaşamla

savaşır; yaşama karşı ölümü savunurlar. Baba

sevgisizliğinin kurbanı kız çocuklarıdırlar.

Yaşamın ucuna gidişlerinin yıldönümlerinde

özlemle anıyoruz…

Son olarak;

Türkçeye pek az eseri çevrilmiştir. Merak eder de

okumak isterseniz Kırmızı Kedi Kitapevi’nin

çevirilerini tercih edin.

2003 yılında yazarın hayatı Oscarlı oyuncu

Gwyneth Paltrow ’un ünlü şairi canlandırdığı

“Sylvia” filmine de aktarıldı.

Nilgün Marmara Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı

Bağlamında Analizi adıyla İngilizce tez yazmıştır.

Yazıldıktan 20 yıl sonra Türkçe’ye çevrilmiştir.

The Bell Jar ‘ın yayımlanmaması için Plath ‘in

annesi uzun uğraşlar vermiştir. Lakin bu uğraşlar

eseri Amerikan’ın ilk feminist romanı olmasını

engelleyememiştir.

Page 28: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Akşamüstü ağaçlarla,

Çok düşünmüştüm ben

Çok saftı güneşle sema,

Yıldızlar sanki ben gibiydi...

Ne zaman baksam,

Ellerimden tutarlardı,

Pandora bir an gözüme ilişirdi...

İkinci bir şans yeni doğmuştu,

Güneş batınca,

Görüntüsü beni götürmüştü...

Siyah dalgalar gelse de yüreğime,

Bir ağaç akıtmıştı zehri.

Yıldızlar ve gezegenler semada

paralanıyordu, Bir rüzgar aklımı

alıyordu.

Gece ne kadar da karanlık olsa,

Gökyüzü aldatmazdı beni

biliyordum...

Unutuyorum birden şehri ve

dünyayı, Tepemdeki taze hayale

bakıyorum, Belki de

bir gün bir yıldız çıkacak,

Beni alıp götürecek...

Gönlüm, bahtım kara ama

biliyordum, Gökyüzü aldatmaz

beni...

Gökyüzü Aldatmaz Beni

Erdi YEŞİLAĞAÇ

Page 29: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Siyah arabadan indi. Kırmızı şort ve tişört vardı üzerinde. Kafasındaki kocaman şapkası, gözlüğünün

yetmediği yerde güneşten koruyordu onu. İner inmez kendisini siyah takımlı, kulağında kulaklık ve

mikrofon taşıyan sert görünümlü bir sürü adamın ortasında buldu. Şaşkın değildi. Sonuçta kendi

korumalarıydı. Fakat korumalar tuhaf davranıyordu o gün.

Siyah arabadan inen kırmızı şortlu adamı umursamamış, duruşlarını bozmamışlardı. Patronlarını

bekliyorlardı belli ki. Patronları gayet resmi bir adamdı. Takım elbisesi olmadan asla işe gelmez,

konuşmalarında ciddiyeti hiç bir zaman elden bırakmazdı. Çalışanlarına iyi davranır, çalışanları da onu

severdi. Yalnız rakip şirketlerle her zaman sorun yaşardı. Bir kaç gün önce haberini almıştı;

rakiplerinden biri, bu rekabeti ebediyen sonlandırmaya karar vermişti.

Duydukları onu korkutmuş, elini ayağına dolaştırmıştı. En yakın arkadaşıyla uzun süren

konuşmalarının ardından karar vermişti: O gün işe kılık değiştirerek gidecekti. Zaten korumaları onu

kapıda karşılardı, tanınmayacağı bir kılıkta gitmek, neredeyse her açıdan güvenliydi.

Nihayet o gün gelmişti. Tıpkı karar verdiği gibi takım elbisesini giyinmedi. Havanın sıcaklığını da

göz önünde bulundurarak kırmızı şort ve onu tamamlayan bir tişört seçti kendine. Kocaman

gözlüklerini de kocaman şapkası tamamladığına göre, artık hazırdı. Çalışanları onu tanıyamayabilirdi

belki ama bunu sorun etmedi. Son anda aklına gelen bir fikirle arabasını da değiştirdi. Şuan kullandığı

arabası onu mutlaka ele verecekti çünkü. Bu yüzden daha küçük ve sade görünümlü, siyah bir araba

seçti kendine ve şirkete kadar kendisi kullandı.

Yol boyunca etrafı izledi, kılık değiştirmiş olmasına rağmen kendini korkudan geri alamıyordu.

Nihayet vardığında korumalarına yakın bir yere arabayı park etti ve indi. Üzerindeki kırmızı şortuna

rağmen korumaların dikkati dağılmamıştı. Birer heykel edasıyla öylece durarak patronlarını

bekliyorlardı. Kırmızı şortlu adamı umursamadılar. Kırmızı şortlu adam, korumaların beklediği kişinin

kendisi olduğunu göstermek için şapkasını çıkarmaya yeltendi, tam o sırada şirketinin yanında

bulunan binanın camında, elinde büyükçe bir silahı olan adamı gördü. Yanında aşağı yukarı on

yaşlarında bir çocuk vardı. Adam bu manzara karşısında dilini yuttu ve sendeleyerek yola doğru

yürümeye başladı. Geriye doğru yürüyor ancak gözünü camdaki adamdan ayıramıyor, bir kaçış yolu

arıyordu. Adeta kilitlenmişti. Korkusu, kalp atışıyla paralel hızda artıyordu. Dikkatsizce geriye doğru

yürürken hızla gelen otobüsü fark etmedi. Otobüs şoförü direksiyonu farklı yöne kıracak zamanı

bulamadı... Oğluna henüz aldığı kocaman su tabancasını ona nasıl kullanacağını öğretmeye çalışan

camdaki adam, kaza sesiyle birlikte oğlunu içeri alarak camı ve perdeyi kapattı. Cadde

kalabalıklaşıyor, ambulans vakit kaybediyor, korumalar hala patronlarını bekliyorlardı.

Korkunun Hikayesi Zeynep Tosun

Page 30: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Ben bir gazeteciyim. İşim dışarıdan bakıldığında çok

kolay gibi gözükür. Olayları yaşamayan biri gibi

görünürüm bazen benden nefret ederler; olayları

yaşamayıp empati yeteneği gelişmemiş insan

olarak algılanırım. Sanki her gece başımı yastığa

koyduğumda elimin kaleme gittiği anda o olayı

yaşayan ben değilmişim gibi... Belki de haklıdırlar.

Çünkü bilemezler benim ne hissettiğimi onların acı

ya da mutlu olduğu anlarda. Bu yüzden onlara

kızmıyorum, zaten kızamam da buna hakkım yok.

Yukarıda da sözünü ettiğim gibi ben bir

gazeteciyim. Yılın her günü benim için anlamlıdır.

İnsanların özel tarihleri olur, bunlar; doğum günü,

ölüm günü , savaş günü , evlilik günü diye araya

boşluklar koyup sonsuza kadar uzatabiliriz kısacık

anı. Ama benim için bazı günler var ki matem gün

olarak adlandırırım bu günleri. Bu anlarda

yazacağım konu bellidir. O matemimi anlatırım ve

acımı kağıdım ve kalemim gibi zararsız dostlarımla

paylaşırım. Bu artık bende alışılagelmiş bir hal oldu.

25 şubat… Bu tarihte yazım daima beni

1992 yılına çeker çünkü bir sonraki gün benim için

önemlidir. O gün yaşanan olayları tıpkı şöyle

yaşarım :

Bir gece yarısı düşünün. Öyle bir gece

yarısı olsun ki herkes derin bir uykudayken ani bir

baskınla sizi öldürmeye kalksınlar. Kadın, çocuk,

yaşlı ,genç, sağlam sakat demeden sizi öldürsünler.

Bunun yapılmasındaki sebep de sizin olan toprak

parçasını almak olsun. Öyle bir düşman düşünün ki

postalları kirlenmesin diye çocukları dereye

,çamura atıp onun üzerinden geçen ,dünyaya

gelmeyen çocukları öldüren ,onların organlarını

alan ,çocukların saçından tutup sürükleyen

,kadınların ırzına geçen bir düşman var karşınızda…

Bu eylemleri yapan hatta benim daha fazla yazmak

istemediğim, daha doğrusu tahammül edemediğim

hatırlayınca "Bu kadar da olur mu ?"dediğim

Ben Bir Nöbetçiyim

Mehmet Altınova

HİKAYE

Page 31: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

eylemleri böyle bir düşman askeri tarafından

yapılmış şekilde yaşarım. Bu eyleme karşılık veren

insanlar diri diri yakılmış , üzerlerinde bilim

adamları deneyler yapmış,öldürülmüş ve onlara

daha fazlasını yapılmış gibi hissederim. İşte ben

böyle bir matemin içinde kaybolurum her yanı

Hocalı köyü olan dünya gibi bir yerde.

Benim empati kuramadığımı söyleyen

insanları suçlayamam. Her yıl olduğu gibi yazımın

konusu bellidir. Hocalı Katliamı. Geçen gün

rüyamda yaşadım bu olayı. Gerçekten beni etkiledi

bu rüya. Açıkçası konuyu ilk kimden dinlediğimi de

bilmiyorum ama anlatan kişi o kadar iyi anlatmış

olacak ki bende derin bir iz bırakmış. Yazımı

yazdıktan sonra uykuya daldım. Aklımda yine

Hocalı köyünün sakinleri vardı elbet. Rüya hep

ilginç gelmiştir bana ve hep araştırmışımdır.

Psikologların ve bu konuda uzman kişilerin

rüyaların nelerden etkilenip oluştuğu ve oluşum

süreci hakkındaki çalışmaları bende hep merak

uyandırmıştır. Bu konu beni çok etkilediğinden

olacak ki o gece rüya görmüşüm.

Rüya şu şekildeydi: Bir kaledeydim. Koruma sırası

bana gelmişti. Altı yüz kişinin canı bana emanetti o

gece. Hocalı köyünü koruyacaktım. Sakin bir geceye

benziyordu. Tabiri caizse çıt çıkmıyordu etrafta.

Hava zifiri karanlık , tek tük aydınlatma vardı

çevrede. Elimde tüfeğim, yanımda çayım, gazetemi

okuyordum. Sanki bir yandan işimi yapıyordum

rüyamda belki de bu olayı yazıyordum daha

yaşamadan… Ağır ağır şiddeti yükselen bir sesle

beraber uzaklardan gelen birçok insan gördüm.

Zaman azıcık ilerleyince sayıları çoğaldı. Bu normal

bir duruma benzemiyor hissi beynime yer etmiş ki

ben bunun olağandışı bir hareket olduğunu

anlamıştım. O da ne öyle ? Birkaç tane tank da mı

var orada ? Şaşırmıştım ama yapımın ve görevimin

bana sağladığı dürtülerle çabuk kendime geldim.

Düşman askerleri olduklarından şüphem yoktu ama

hangi ülkenin askerleriydi bu kişiler, bunu

kestirmeyi amaçlıyordum. Artık yanıma geldiklerini

hissettim onların soluklarıyla, şah damarımın az

ötesindeydiler. Elimdeki tüfeğimle ateş etmek

istedim. Amacım birkaç askeri öldürmek ve uykusu

ağır olanları -gerçi bu sesi sağırlar bile duyar-

uyandırmak için uyarı ateşi açmaktı. Ama tüfek ateş

etmiyordu. İçinin dolu olduğundan adım kadar

emindim. Ama etmiyor işte, lanet olsun ki etmiyor

ateş! Rüyada olduğumun farkına vardım ama bu

savaşı kazanmak zorundaydım, şimdi uyanıp onları

yalnız bırakamaz idim. Rüya, insanları derinden

etkileyen olayların kendi yorumladığı ya da

yorumlamak istediği hayal ürünlerinin bir

parçasıdır. Fakat ben hayal gücüme hakim olamıyor

düşman askerlerini öldüremiyordum. Elimden

geleni yapıyordum, beynime hakim olabilmek için

ama sanki kaderim böyle olmasını istiyormuşçasına

Page 32: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

yönetemiyordum onu. Düşman askerleri bana

nispet yaparcasına sanki hareket kabiliyetimi almış

gibi hunharca, iki kat koruduğum kişileri

öldürüyorlar; beni de adeta hiçbir şey

yapamamanın verdiği vicdan azabıyla öldürüyordu.

Savaşı bu sayede iki kez kazanıyorlardı...

Bir düşman askeri hamile kadının saçını

tutmuş çekiyordu. Kadın korkuyla bebeğini

düşürdü. O anı görmemek için kapalı olan gözlerimi

daha sıkı yumdum. Belki de benim göremediğim

ama onların yapmış olduğu başka eylemler de

vardır. Bunları yaptıklarına göre benim

göremediğim halde yapmış olabilir dediklerim

arasında şu eylem yoktur desem yalan söylemiş

olurum: Yavrusunu emziren anne köpeği öldüren

düşman. Evet acımasız ama bu kadar acımasız

düşman askeri niçin bunu da yapmamış olsun diye

düşünüyorum işin açıkçası.

“Bu savaş tamamıyla insanlık suçudur.”

diye haykırdım. Uluslararası insanlık suçu nerede?

Nerede İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi! Nerede

Avrupa'daki Adalet Bakanları, Komisyonları?

Nerede bunları imzalayan diğer devletler? ...

Nerede... Nerede ...?

Beyaz önlüklü birkaç kişi değişik yaş ve

cinsiyet guruplarından insanların saçından

sürükleyerek bir yere çekiyordu. İp gerilmiş ve

zincire vurulmuş vaziyette elbisesini soydular.

Çekilen kişiler “Biznen ne istirsiniz ?" (bizden ne

istiyorsunuz?) "Bu muxarebe nedi?" (Bu

savaş/muharebe ne?) diyordu. Aralarından biri de “

mama”(anne) diye sayıklıyordu daha doğrusu çığlık

atıyordu. Ama bu yapılanlar da ne ? Beyaz önlük

giymiş adamlar çevrede dolanıyorlardı. Bir an için

çaresiz düşmüş, zavallı insanlara yardım

edeceklerini düşündüm, yanılmışım.O götürdükleri

insanların derilerini soyuyor. Evet yanlış

okumadınız derilerini soyuyorlardı. Ama

endişelenmeyin bilim için yapıyorlar(!) Deneyi

anlattığımda bu kadar da olmaz diyeceğinizden

eminim ama bu olayın 26 Şubat 1992 yılında

yaşanmış bir hadise olduğunu söylemeliyim. Niçin

mi yapıyorlar bu deneyi ? “ İnsanlar acıya kaç

saniye dayanır?”onu hesaplamak ve bu bilginin

beyinlerinde yer edebilmesi için... Mamafih sadece

onlar değil, saklanan çocukları da bulup onları sırf

bu vahşetten kurtulmayı umdukları için iki kat

eziyet çektiriyorlardı. Savaş epeyce bir vakit sürdü.

Zaten şu anda da sürmüyor mu sanki ? Her 26

Şubatta yıl kaçı gösterirse göstersin hepimizin içi

kan ağlamıyor mu ?

Evet... Bu söylediklerim yaşandı; en fazla

yedi saniye sürebilecek rüyamda. Bu olayları

naklettim size. Nice zaferler kazandı bu millet.

Çanakkale savaşını kazandık , donarak şehit düştük

Page 33: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

, kaburgalarımız kırılıncaya kadar mermi taşıdık ,

elbiselerimiz bitlendi karıncalar yesin diye yollara

serdik , aç idik , susuz idik ama bizde düşman

askerlerinde olmayan bir husus vardı. Biz Türküz ,

Azerilerimiz , Türkistan'ımız her bir köşe bucak da

dünya denilen mekanda dört bir yana dağılmış

köktaşlarımız vardı. Aliyev'in dediği gibi biz "İki

devlet tek millet" idik ve onların kaybı bizim de

kaybımız idi. Albert Coumus'un dediği gibi 20.yüzyıl

cinayetler yüzyılıydı. Nasıl olmasın ki ? Dünya

savaşları , Hocalı katliamı ve diğer savaşlar cinayet

değil de neydi..? Kendi topraklarını düşmanlara -

Ermenilere- vermemek için canlarını ortaya koyup

onların kötü amellerine maruz kaldılar. Orada

ölenler yalnızca Azeri kardeşlerimiz değildi,biz de

oradaydık tıpkı onların bizimle daima oldukları gibi.

Ne mi oldu rüyanın sonunda? Ben onları bütün

arzumla ve irademle çekmek istedim dünyaya ama

gözümü açtığımda ben dünyada idim onlar hâlâ

orada savaş içerisindeydiler. İnsan en fazla

gölgesini götürürmüş yanında. Uyandığımda

gölgem yanımda etten örülmüş vücudum ise

oradaydı... Onları geri getiremedim , çok istedim

ama olmadı...

Page 34: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

GİDİŞ

Gözlerimin rengini güneşe benzetenler,

Bu bozkır sarısına bilemem ki ne derler?

“Paçavralardan arınıp yürüyorsun gerçeğe

Sırtında ki anılarla yıllanacak mahzene”

Pazartesi yağmurları, bu aralar kulak verse

sesime,

Yağmazlardı böyle hızlı, dinlerlerdi sessizce.

Seyyah güvercinlerden haber aldım evvelce,

Birkaç güne kalmadan, ağıtlar yakılır tepemde.

Çaputlar bağlasınlar dilek ağaçlarına benim

vekilliğimde,

Ateşler yansın nevruzda yeşil bir tekerleklide

gidenlerin yerine.

Çırılçıplak toprağı vücuduma giyeceğim,

Hayat ipliklerini koparıp, aldığıma teslim

ettiğimde.

Sema Keser

GENÇ BİR ZAMAN

Karanlıklarda uçan yarasalar gibiydik biz;

Elimizde erimiş kar taneleri,

Dilimizde arka sokak kedileri,

Gönlümüzde Bağdadın Babil’e açılan renkleri,

Aklımızda Beatles’ın aykırı sözleri.

Başımızdaydı elbet gençliğin pervasız halleri.

Gözlerime gizlenmişti mutluluğun sembolleri.

Her daim korkusuzduk,

Ölüm’e meydan okuyan Firavun misali.

Sema Keser

Page 35: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bilgisayar başında geçirdiğim berbat bir gün daha… Bir

yandan İzmir’den kaçıp hangi şehre yerleşsek diye açtığım

Türkiye haritasına bakıyor bir yandan da acaba teyzemi

kliniğe yatırmaya nasıl ikna edebilirim diye düşünüyordum.

Haritadan yer beğeniyorum diye gülmeyin sakın. Kabul

ediyorum, tercih listesini dolduran memur adayı gibiyim bu

durumda ama teyzeme iyi gelecek bir şehir arıyordum. Bir an

gözüm masanın ucunda duran Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş

Şehir’ine takıldı.’’Sudan ibaret Bursa…’’ İhtiyacımız olan şey

suydu. Thales de evrenin ilk maddesini su olarak

tanımlıyordu. Bizim de ihtiyacımız olan şey belki biraz su

biraz yeşillikti. Ellerimi çırpa çırpa aşağıya indim.’’Buldum,

buldum’’ diye bağırıyordum. Duyan, Arşimet olup suyu

buldum sanacak ama olsun. Bizim için bir çıkış yolu bulduğum

söylenebilirdi. Teyzeme Bursa’ya yerleşme fikrini söylediğimde tahmin ettiğimden de çok

sevindi. Artık bavulları tozlanmış yerlerinden indirme vakti gelmişti…

Teyzem eşyalarını toplarken ben de biletlerimizi aldım. İçim içime sığmıyordu. Genellikle bir

şeyin sonunu getirmeyi beceremediğim için onu hiç yaşanmamış sayıp yeni şeylere başlamaya

bayılırım. Bu sebeple şu an tek düşündüğüm ‘’yeni olan her şey heyecanlandırır’’ düşüncesiydi.

Benim hazırlanmam çok uzun sürmedi. Tek bir valizle geldiğim için saniyeler içinde

toparlandım ancak bir sorun vardı. Mırnav hanım valizimin içine girmiş öylece bana

bakıyordu. Bu kediler neden daracık kutularda, valizlerde çok mutlu oluyorlar bilmiyorum.

Üstelik girince çıkmak da bilmiyorlar. Bir dergide bu tip yerlerde kendilerini güvende

hissettiklerini okumuştum. Mırnav’ı kandırmak için ona ödül mamasından verdim. Garibim

hemen kandı da ben de tüy içinde kalmış valizimi kapatabildim.

Mırnav’ı kafesine koyup yolculuğa hazırlamak benim görevimdi. Çünkü teyzem adeta

sırtında evi taşıyordu. Teyzemi beklerken annemi aradım. Eve dönmediğim için bana hayli

kızgındı ama teyzemi bırakamazdım. Üstelik anlattığı şeyde gerçeklik payı varsa teyzemin

tedavi olması gerekiyordu ve ben bu aşamada onu yalnız bırakamazdım. Anneme Bursa’ya

gideceğimizi söyledim. Orada hiçbir akrabamız yoktu. Bu durum teyzem için bir avantajdı. Her

ne kadar şu an aklımdan geçeni bilmese de tedavi olduğu süre içerisinde çevresinde gerekli

gereksiz bir sürü insanın olmaması çok güzel bir şeydi. Gerçi benim birkaç arkadaşım orada

yaşıyordu ama onların da bize sadece yararı olabilirdi.

Teyzem elindeki valizi evden çıkarmaya çalışırken ağlıyordu. Valizi bahçe kapısına bıraktı ve

bahçesine döndü. Begonyalarını, kamelyalarını öptü. Yeniden valizini aldı ve bahçe kapısını

kapattı. Nazar boncuklu kapı numarasını da okşadıktan sonra ‘’gidebiliriz’’ dedi ve sıcak bir

İzmir akşamında birlikte ‘’elveda İzmir’’ dedik…

ARDINDAN Sırdem Kemiksiz

Bölüm -8-

Devamı gelecek…

Page 36: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Kübra'nın yolu bu sefer Avusturya'ya düştü. Osmanlı İmparatorluğu'nun geldiği ama alamadığı, Viyana Kuşatması'nın

yapıldığı o meşhur şehir Viyana... Viyana'yı Avrupa'nın kültür ve sanat başkenti olarak nitelesek yalan olmaz sanırım. Baktığınız her yerde her köşede sanatsal bir obje görmeniz mümkün. Klasik Batı Müziği'nin buradan gelişip yayılması Viyana'yı aynı zamanda müziğin

kenti de yapmaktadır. Freud ve Kafka gibi adından hala söz edilen önemli kişileri yetiştiren bu şehir caddeleri,

sokakları, eğitim seviyesi, yaşam kalitesi ile Avrupa'nın önde gelen şehirlerindendir. Gezi için kış mevsimi gerçekten kötü bir seçim ama ne yazık ki başka seçeneğimiz yoktu. Dondurucu soğuğun altında şehri gezmeye çalıştık. Öncelikle Viyana'da ulaşım diğer ülkelere oranla çok daha pahalı bu yüzden biz de birkaç defa kaçak olarak tramvay ve otobüs kullandık ama şunu da itiraf etmeliyim ki bu çok tehlikeli. Çünkü eğer kontrole denk gelirseniz cezası 100 Euro civarı. Seçim size kalmış.

İlk durağımız Schönbrunn Sarayı yani Kraliyet Sarayı oldu. Devasa büyüklükte bir arazi üzerine kurulan bu saray Viyana'nın en önemli yapıtı sanırım. İçinde imparator ve imparatoçilere ait eşyalar bulmanız mümkün ama biz maalesef içeri giremedik. Burada Avrupa'nın en eski hayvanat bahçesini , bitkilerle oluşturulmuş bir labirenti, onlarca ufak çiçek bahçesini, havuzları, spor yapan insanları yani kısacası burda bir çok şeyi bir arada görmeniz mümkün

İkinci durağımız Aziz Stephan Katedrali. Katedral 1365 yılında inşa edilmiş. Daha sonra şehirde Hofburg Sarayı'nı ziyaret ettik. Saray başta Habsburg hanedanlığı olmak üzere Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun birçok yöneticisine ve hanedanına ev sahipliği yapmış. Ayrıca Hitler de, İkinci Dünya Savaşı zamanlarında bu sarayın

balkonundan bir konuşma yapmış. Sonraki durağımız Rathaus (Hükümet Binası). Bu bina Gotik tarzda inşa edilmiş ve ününde yılın belli zamanlarında çeşitli festivaller düzenlenmektedir.

BİR ERASMUSLUNUN GÜNCESİ Kübra TARAKÇI

Page 37: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Ve Türkler için en önemli yer Kahlenberg Tepesi. Burası, Polonya Kralı Jan III. Sobieski'nin İkinci Viyana Kuşatması sırasında Osmanlı ordularını durdurduğu yer. Yani Osmanlı askerinin ve padişahın gelebildiği son nokta. Acı olan şu ki Osmanlı'ya dair ne bir anıt ne bir yazı olması. Zamanında devlet tarafından her şey yok edilmiş. Bu tepe geniş bir Tuna Nehri ve Viyana manzarasına sahip. Stefaniewarte adındaki 165 metrelik radyo ve televizyon kulesi de burada yer alıyor. Almanya'dan Ukrayna'ya kadar on ülkenin içinden geçen; türkülere, marşlara konu olan Tuna Nehri'nin bir bölümü de Viyana içerisinde akmaktadır. Son olarak Viyana'ya gitmişken Schnitzel ve Sacher Torte'yi tatmanızı öneririm.

Türkçe'nin İngilizce'den daha geçerli olduğu sıradaki şehrimiz Berlin. Hitler'in Berlin’i...

Görülmesi gereken yerlerden ilki Brandenburg Kapısı. Bu kapı tam anlamıyla Berlin'in

simgesidir. Reichstag; aslında parlamento binasıdır. Bu binayı ilginç yapan özelliklerden bir tanesi de Hitler'in buraya hiç ayak basmamasıdır.

Checkpoint Charlie; Checkpoint Charlie, Doğu Berlin ve Batı Berlin arasındaki ana geçiş noktasıymış. Savaş yıllarında, aradaki geçişlerin

engellenmesi açısından bir zamanlar bu noktada Amerikan ve Sovyet askerleri nöbet tutuyormuş.

Holocaust Memorial; savaşta hayatını kaybeden Yahudilere adanmış bir anıt. Yaklaşık 19.000 metrekarelik devasa bir alana yayılmıştır. Mezarlık misali ancak hiçbir isim bulunmayan 2711 bloktan oluşmuştur. Genel olarak Berlin'i çok sevdiğimi söyleyemeyeceğim maalesef Berlin'de beni

etkileyen tek yer Sachsenhausen Nazi Toplama Kampı idi. Kampı gezerken geçmişte yaşanan o acı olayları iliklerinize kadar hissetmeniz mümkün.

Ve masal şehri Prag... Prag, katedralleri, sivri kuleleri, köprüleri ve tarih kokan sokaklarıyla her sahnesinden ayrı bir kartpostal çıkaracak güzellikte.

Prag'ın kalbi Old Town. Burda Astronomik saat Kulesi'nden tutun birçok tarihi yapıyı bulabileceğiniz bir yer. Astronomik Saat Kulesi gerçekten görülmesi gereken en önemli yerlerden birisi. Gitmişken her saat başında gerçekleşen performansı da izleyebilirsiniz. Bu performansta ölüm figürü çanı çalar ve 12 Havari belirir.

Prag Kalesi: Guinness rekorlar kitabının da onayıyla dünyanın en büyük tarihi

kalesi. Şehre tepeden bakan kalede şehrin etkileyici manzaralarını yakalamak mümkün. Çevresindeki St. Vitus Katedrali, saraylar ve Royal Garden bulunmaktadır. Yahudi Mahallesi (Josefov): Avrupa’nın en eski aktif sinagogu

The Old New Synagogue‘un da bulunduğu mahallede birçok sinagog,

Avrupa’nın en eski Yahudi Mezarlığı ve Kafka’nın Evi bulunmaktadır. Prag'da gezilmesi gereken yerler i liste yapsak sonu gelmez sanırım. O kadar zengin bir

sanata sahip ki. Para birimleri farklı olduğu için hesap işleri biraz karışmıştı. Parayı ilk çevirdiğimizde “Aa zengin olduk!” dedik ama bu mutluluk gecenin sonuna kadar

sürdü. Çünkü gecenin sonunda bütün paramız neredeyse bitmişti.

Page 38: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Ayın 9 unda gece saat 3 de otobüsümüz vardı. Bizde hostele para vermektense geceyi otobüs terminalinde geçirmeye karar verdik. Ama nerden bilelim otobüs terminalinin gece 12'de kapanacağını. O gece gerçekten unutamayacağım anılar arasına girdi. Kışın o ayaz soğuğunda 3 kız sokakta kalmıştık! Gerçekten bir başkentte otobüs terminalinin gece kapanması çok tuhaf. Bu ay da böyleydi işte... Yavaş yavaş Erasmusun sonlarına yaklaşıyorum. İçimde bir burukluk... Erasmus şansınız varsa gerçekten bunun için ne yapmanız gerekiyorsa yapın hatta döneminizi uzatmayı bile göze alın derim. Çünkü hayatınızda geçiremeyeceğiniz kadar güzel günleriniz olacağına eminim. Edebiyatla kalın...

“Slavya Kahvesinde oturan dostum tavfer'le, vıltava suyuna karşı oturup, tatlı tatlı yarenliği severim hele sabahları hele baharda. hele sabahları hele baharda konuşurken dalar dalar gideriz bir yitirir bir buluruz birbirimizi. hele sabahları hele baharda. prağ şehri yaldızlı bir dumandır ve kızıl, kocaman bir elma gibi. nezval geçer taze çıkmış kabrinden param parça yüreği de elinde ve orhan veli'yle karşılaşırlar urumeli hisarından gelir o ve telli kavağa benzer orhanım yüreciği delik deşik onun da. biz de aynı loncadanız biliriz tavfer zanaatların en kanlısı şairlik sırların sırrını öğrenmek için yüreğini yiyeceksin, yedireceksin. pırağ şehri yaldızlı bir dumandır vıltava suyunun köpüklerine martı kuşlarıyla gelir istanbul... lejyonerler köprüsüne gidelim tavfer martı kuşlarına ekmek verelim.” Nazım Hikmet

Page 39: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BERLİN

PRAG

Page 40: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

KALEMİME

Haskız YILDIRIM

Bir ben varım âlemde, bir de kalemim,

Garip birer seyyahıyız sanki bu âlemin.

Dur durak bilmeden uzar gider yolumuz,

Engin bir deryâda olmalı ancak sonumuz.

Bazen o lâl olur, bazen bende bin tasa,

İçimdeki elemler bir an gelse uyusa.

O yazmasa, çizmese baş kaldırsa bana,

Arar dururum bir kucak, sığınacak bir ana.

O nazlı bir gelin gibi süzülürken elimde,

Dünya bir türkü olur; susmaz benim dilim de.

O işler nakış nakış ayrılığı umudu,

Ben garip bir Kays idim o Leylâmı buldurdu.

Nice fermânlar yazdı, çoğunu çekti dara,

Âyet âyet işledi hizmet etti Kur'ân 'a.

Anladım gider bir gün şan, şöhret ve de yâr,

Sıkı sarıl kaleme; zirâ onda âlem var.

Page 41: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İLM-İ KELAM

Gecenin karanlığında ay,

Güneş ışığı misali ilmi yay.

Benim kelamım iki nesneden ibaret

Ok ve yay gerisi gizem ve keramet...

İlham perimin nefesi Haktan,

Susuz açmaz çiçek topraktan.

Ezelden ebede bâki kalsın,

Şiirim özümdür adım dua ile anılsın.

Kelam kaleme düşsün yayılsın,

Gaflet uykusunda olanlar uyansın.

Sen ne bir şair ne bir ozan sade bir Süleymansın.

Araftayım belli değil ne sağ ne sol,

Sen doğru ol bulunur doğru yol.

Allah insi cinsi yaratmış Hû diye,

Şiirim nefestir okuyana olsun hediye...

Elbet şairdir şiir yazan ,

Bilemedim ki ben miyim ozan?

Muallakta kaldı aklım inan,

Elimdeki kalem değil mühr-ü Süleyman.

Yapacağım en basit iş bir iki kadeh söz yazmak,

Sözden kasıt bilimi bilip ilmi yaymak.

Unutmadan hatırlatmak hatırlatıp aydınlatmak.

Zaman avare, gönül divane,

Kim deli,kim veli bilinmez, zaman ahir...

Hikmet sahibi kim, kimdir arif?

Gel gör ki ne gerek acep

Dervişe bir hırka bir lokma...

Lokum gibi tatlı satırlar yazmış şair hatırla,

Her satırda bir hatıra vardır elbet unutma.

Düşmez kalkmaz bir Allah destur Bismillah,

Uyan artık uyan çok geç olmadan zaman.

Süleyman Erkut

Fotoğraf: Aybige Akdağ / Ulucami-Bursa

Page 42: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

James Augustine Aloysius Joyce, 2 Şubat

1882'de Dublin'de doğdu. İlk eğitimini

sonradan Hristiyan olmuş bir İspanyol askeri

olan de Loyalo'nun 16. yy'de kurduğu,

misyonerlik yaparak insanları eğitime

yönlendiren Cizvit Okulu'nda gördü.

Üniversiteye kadar öğrenim hayatı burada

geçti. Üniversiteyi Dublin'deki Universty

College'de felsefe ve modern diller üzerine

okudu. Joyce'nin edebiyata ve yazmaya atılışı

1900 yılında daha üniversitede öğrenciyken

Norveçli yazar Henrik İbsen'in “Biz Ölüler

Uyanınca” adlı son oyunu üzerine yazdığı uzun

bir yazının Fortnightly Review dergisinde

yayınlanmasıyla başladı. Aynı dönemde sırf

İbsen'den çok etkilendiği için İskandinavca da

“... Ama

bedenim bir

arp ve onun

sözleri ve

jestleri teller

arasında

gezinen

parmaklar

gibiydi.”

J.Joyce

Dublinliler

“ULU SES” Tuğçe ERKOL

Page 43: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

denen Norveçceyi öğrendi.

İbsen'le ilgili yazısının beğenilmesinin

ardından bu defa şiire merak saran Joyce lirik

şiirler yazmaya başladı. Şiirlerini daha

sonradan Oda Müziği adını verdiği kitabında

topladı.

1902'de Dublin'den ayrılıp Paris'e gitti. Amacı

tıp eğitimi almaktı. Ancak burada bir yıl

kaldıktan sonra annesinin ölüm döşeğinde

olduğunu öğrenip Dublin'e geri döndü. Aynı yıl

Dublin'de tanıştığı evlerinin köşesindeki

fırıncının kızı olan Nora Barnacle ile yaşamaya

başladı.

Barnacle, midyevari bir deniz canlısı anlamına

gelir. Joyce'nin babası bu birlikteliği öğrendiği

zaman değil evlenmelerine, birlikteliklerine

bile izin vermez. Üstelik oğluna Nora ile ilgili

"Bu kız sana bir midye gibi yapışacak ve

peşini bırakmayacak." der. Joyce ise evliliğe

karşı olduğu için biricik yabani çit çiçeği ile

başlangıçta evlenmez ama ondan da hiç

vazgeçmez. Yıllar sonra kızı ve torununun

isteği üzerine 1931'de Paris'te evlendiler.

1905'de Dublin'den ayrılıp İtalya'ya gelirler.

10 yıl Trieste'de yaşarlar. Ancak İtalya'ya

geldikleri ilk sene Joyce 9 ay için Roma'ya gidip

orada bankacılık yapar. Roma'da bir bankacı

olarak yaşamanın ona göre olmadığına karar

verince Trieste'ye geri döner ve burada özel

okullarda İngilizce öğretmenliği yapar.

1914'e geldiğimizde nihayet Joyce'yi Joyce

yapan eserlerden birisi Londra'da yayımlanır:

“Dublinliler”

Dublinliler içinde 15 öykü barındıran bir kitap.

Dublin'de yaşayan orta sınıf İrlandalılar'ın

yaşantısı, tüm İrlandalılar'ın kendi başlarına bir

millet olduklarını savundukları ve birleşmiş bir

İrlanda kurmaya dayandırdıkları İrlanda

milliyetçiliğinin en ateşli döneminin çevresinde

anlatılmıştır. Öykülerin kahramanları üzerinde

Joyce'nin epifani tekniğini kullanarak, kişilerin

aniden bir şeyleri kavradıklarını, olayın özünü

anladıklarını görürüz.

Dublinliler, karakterler üzerinden incelendiği

zaman ilk öykülerdeki kahramanlar gençtir,

sona doğru ilerledikçeyse karakterler

yaşlanmaktadır. Bu nokta Joyce'un eserini

çocukluk, ilk gençlik ve olgunluk şeklinde

kurgulamasına uyumludur. Ayrıca Joyce'un bu

eserindeki karakterleri daha sonra Ulysses'te

de görürüz.

Joyce hayatı boyunca tiyatroya önem

vermiştir ve yazıcılığını da desteklemiştir.

Ancak tek bir tane oyun yazar: “Sürgünler”

1915'de yazılan bu oyun Joyce'un hayatından

ve kişiliğinden izler taşır. Onun sanatçı ve

düşünür yanlarını ortaya koyarken

Hrıstiyanlık’ın belirlediği suçluluk ve

kuşkuculuk üzerinde de durur.

1916 yılına geldiğimizdeyse onun yarı

otobiyografik romanı olan “Sanatçının Bir

Genç Adam Olarak Portresi” yayımlanır.

Eserde Stephen Dedalus'un bir sanatçı

olabilme arzusuyla hayal gücünü boğan ve

Page 44: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

yaratıcılığın kabullenemeyen kiliseye, okula ve

topluma başkaldırısını anlatır. Ayrıca eser

henüz yetişkinliğine erişmemiş bir adamın

gözüyle dünyayı göstermesi ve bilinç akılı

yönteminin en yetkin ilk örneklerinden biri

olması nedeniyle önemlidir. Joyce yarı

otobiyografik eserinin yayımlanmasının

ardından Zürih'e taşınır.

Joyce deyince akla gelen ilk şey okunması zor

Ulysses'tir. Ulysses önce Mart 1918'de

ABD'deki The Little Rewiev dergisinde yazı

dizisi olarak yayımlanır. Bu yazı dizisi Aralık

1920'ye kadar devam eder. O yıl eserin

içeriğinden dolayı dergi mahkemeye verilir ve

yazı dizisi sekteye uğrar. Dava bittikten sonra

da bir daha dizi başlamaz.

Joyce, eserine olan güveninden olsa gerek

davadan sonra yazı dizisi kesilmiş olmasına

rağmen eseri üzerinde çalışmaya devam eder.

Eser bittikten sonra yazar önce Dublin'e gidip

orada eseri yayımlatmak ister. Ancak

Dublin'deki ayaklanmalar nedeniyle eser orada

basılamaz. Şansını Fransa'da denemek için

Paris'e gider ve Paris'te bir yayınevi tarafından

kabul edilir. Ancak ortaya bir takım problemler

çıkar. Eserin dilinin İngilizce olması, Joyce'nin

görme bozukluğunun oluşundan dolayı kağıt

düzeninin kötülüğü, Joyce'nin dağınıklığı ve

kötü yazısından dolayı eser ilk baskısına 3000'e

yakın hatayla ve yayınevinin bıraktığı bol

miktardaki boşluklarla girer.

Ulysses, Homeros'un Odysseia'sının üzerine

kurulmuştur ve 16 Haziran 1904 gününde

Dublin'de geçer. Bu tarih Joyce için çok

önemlidir. Çünkü biricik eşi Nora ile ilk

randevusunu o tarihte gerçekleştirmiştir.

Eserin konusu özünde oldukça sadedir.

Öğrenci Stephen Dedalus ile Leopold

Bloom'un birbiriyle karşılaştırılmasıdır. Ancak

eserin derinliklerine inildiğinde olayın bundan

daha yüksekte olduğu görülür. Çünkü Stephen

da, Bloom da birer simgedir. Stephen sanatın

doğasını, Bloom da bilimin doğasını

simgelemektedir. Üstelik Bloom için manevi

bir oğul olan Stephen, Joyce'nin gençliğini

simgelerken manevi baba Bloom da Joyce'nin

olgunluğunu simgeler.

Ulysses'ın ele alındığı 16 Haziran, tarihi eser

okuyucularına kavuştuğundan beri İrlanda'nın

en önemli edebiyat etkinliklerinden birisi

olarak, Bloomsday adıyla kutlanır. Her sene 16

Haziran'da kahvaltıyla başlayan etkinlikler

Joyce okumalarıyla devam eder. Kutlamalar

tam 24 saat sürer.

Ulysses'ı bu kadar büyük bir üne kavuşturan

şey kullanılan bilinç akışıdır. Bilinç akışı,

karakterin düşünme eylemini olduğu gibi

Ulysses'in ele alındığı 16

Haziran, tarihi eser

okuyucularına kavuştuğundan

beri İrlanda'nın en önemli

edebiyat etkinliklerinden biri

olarak, “Bloomsday” adıyla

kutlanır. Her sene 16 Haziran'da

kahvaltıyla başlayan etkinlikler

Joyce okumalarıyla devam eder.

Kutlamalar tam 24 saat sürer.

Page 45: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

aktarmaya çalışan edebi bir tekniktir. Genelde

kişinin içinden kendisiyle konuşması gibidir.

Yani iç diyalog şeklindedir. Bu teknik aslında

psikoloji ile ilgilidir. May Sinclair sayesinde

edebiyata girmiş ve modernist hareket

sayesinde yayılmıştır.

Ulysses, Türkiye'ye oldukça geç kazandırılmış

bir kitap. Senelerce tercüme edilsin diye

çalışıldı. Ancak bir bütün halinde tercüme

yapılamadığı gibi çevrilen parçalarda da

istenilen sonuç edilemedi. Bunun üzerine Yapı

Kredi Yayınları, Kazım Taşkent Klasik Yapıtlar

dizisini kurdu ve özellikle Ulysses tercümesi

için çalışmalar başlattı. Bir heyet kuruldu. Bu

heyet deyim yerindeyse bir Ulysses tercüme

yarışmasına başladı. Birçok farklı tercüme

incelendi ve sonunda Nevzat Erkmen'in

tercümesi seçilip 1996'da Erkmen'in tabiriyle

Joyce'nin “ulu sesi” nihayet Türkçedeydi.

Ulysses Türkiye'de yayımlandıktan kısa bir

süre sonra ilk baskı hızla tükendi ve ardından

üç baskı daha yaptı. Bunu duyan Selim İleri

olaya biraz nükteli bir şekilde yaklaşarak

durumu özetledi:

"Madem 3000 Joyce okuyucusu var, bu

Türkiye'nin hali nedir?"

Selim İleri bu söylemiyle eseri okumanın

zorluğundan ve diyelim ki okuduk bu sefer de

anlamanın zorluğu üzerinde durarak bunu

başarabilenlerin çağdaş medeniyetler

seviyesinde olduğunu vurgulamıştır ki kitap

okuyucularıyla buluştuktan kısa bir süre sonra

okuyucusundan şikayetler gelmeye

başlamıştır. Zaten Joyce da eserinin bu zor

okunma ve anlaşılma durumu için

söyleyeceğini söylemiştir:

"İçine o kadar çok bilmece, bulmaca ve zeka

oyunu koydum ki profesörler yüzyıllarca ne

demek istediğimi tartışacaklar; insanın

ölümsüzlüğünü garantilemesinin tek yolu da

budur."

Nevzat Erkmen, eserin tercümesinden sonra

ölümsüzlüğü zaten eline almıştı; ama bunu

garantilemek istiyor olacak ki okuyucuya

kolaylık olması için bir eser hazırladı: Ulysses

Sözlüğü.

Ulysses'in basılması için Paris'e gelip bir daha

dönmeyen Joyce iki savaş arası dönemi

Paris'te geçirdi. Burada torunu Stephen'e

göndermek için bir mektup yazdı. Bu mektuba

da Fransız halk masallarından kaynaklanan bir

hikaye ekledi ki bu Joyce'nin fazla bilinmeyen

bir yönü olup Türkiye'de Kedi ile Şeytan adıyla

yayımlandı.

Joyce'nin son romanı olan Finnegans Wake iki

savaş arasındaki dönemde Paris'te yazıldı.

Ancak eserin yazımı 15 yıldan fazla sürdü.

Oldukça ağır ve sembollerle dolu bir eserdir.

Bir aile üzerinden herkesin istediği ideal aile

düzeni anlatılırken tüm insanlık tarihini de

içine alır.

Joyce, Finnegans Wake'yi yazdıktan 2 yıl sonra

13 Ocak 1941'de Zürih'te ölür. Ancak Joyce

eserleri ve yazdıklarıyla zaten ölümsüzlüğü

çoktan garantilemiştir...

Page 46: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bahâr boldu vü gül meyli kalmadı könlüm

Açıldı gonce vü likin açılmadı könlüm

Yüzün hayâli bile vâlih irdi andak kim

Bahâr kelken ü kitkenni bilmedi könlüm

Yüzün nezâresi de mahv ü mest idi ya’ni

Ki gül çağıda zamâni ayılmadı könlüm

Nevai gonce tilep könlüm ağzın etti heves

Eğerçi tapmadı likin yanılmadı könlüm

Ali Şir NEVAİ

Page 47: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Fotoğraf Aybige Akdağ

Page 48: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Meksika’

dan

Esen

Bir

Rüzgar:

FRİDA

KAHLO

Hilal AKARSLAN

Page 49: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Yaşamı mücadele içinde geçen feminist,

komünist, aşık bir ressam; Frida KAHLO…

Ona olan hayranlığım lise yıllarımda Pera

Müzesi’n deki adı ‘Frida Kahlo ve Diego Rivara’

sergisine gitmemle başladı. Frida’nın

tablolarındaki karmaşaya, renklere bakarken

bir yandan da bu kadını anlamaya

çalışıyordum. Neden kendini çizmişti ve neden

kaşları ortadan birleşikti?

Bu sorulara cevap aradığım sırada resim

dersi hocamızın açıklamasıyla biraz olsun

aydınlığa kavuşsam da Frida Kahlo bendeki

merakı kamçılaşmıştı bir kere…

Resimlerine bakarken ‘Ah, Frida’ dediğim

20.yy’ın ekolu haline gelmiş, güçlü kadını

sizinle tanıştırmak istedim.

Öncelikle Frida, altı yaşındayken geçirdiği

çocuk felcinin sonucu olarak bir bacağı özürlü

kalmış, kendisine "Tahta Bacak Frida"

denmişti. Bu özrüyle baş etmesini bilen Frida,

gençliğini dönemin en iyi eğitimini veren

Ulusal Hazırlık Okulu’nda okudu. Bu okul, onu

sanat, edebiyat, felsefe gibi alanlara

yönlendirdi. İlerde Meksika’nın önemli isimleri

olarak anılacak Alejandro Gomez Arias , Jose

Gomez Robleda, Alfonso Villa okul arkadaşları

oldu. Okulda, anarşist bir edebiyat grubuna

dahil oldu; güçlü bir kişilik oluşturmaya

başladı. 19 yaşında geçirdiği bir trafik kazası

bütün hayatını değiştirdi.

17 Eylül 1925 okuldan eve dönerken bindiği

otobüsün tramvayla çarpışması sonucu çok

kişinin öldüğü kazada, trenin demir

çubuklarından birisi Frida’nın sol kalçasından

girip leğen kemiğinden çıkmıştı. Kazadan sonra

tüm hayatı korseler, hastaneler ve doktorlar

arasında geçecek; omurgası ve sağ bacağında

dinmeyen bir acıyla yaşayacak, 32 kez

ameliyat edilmişti.

Bu trafik kazasını Frida şöyle anlatır:

‘Önce başka bir otobüse binmiştik. Ama

küçük şemsiyemi unuttuğumu görünce,

aramak için indik. Beni harabe eden

otobüse böylece bindik. Kaza bir kavşakta

oldu… İnsanın çarpışmanın farkında

olduğu, ağladığı doğru değil. Gözümden

bir tek damla yaş akmadı ve demir çubuk

kılıcın boğayı delmesi gibi beni de deldi

geçti.’

Yazının başında da dediğim gibi güçlü bir

kadındı Frida. O kadar güçlüydü ki neredeyse

vücudunun yarısından fazlası alçı içindeyken

sanat icra edebilmişti. Üzerindeki alçıda resim

yapacağı bir yer kalmadığını gören anne ve

babası ona hediye tuval ve fırçalar almıştı ve

böylece yatağında geçirdiğini zamanı resim

yaparak geçirir olmuştu. Bir süre sonra

annesinin tavana astığı ayna ile ilk oto-

portresini çizmişti. İlk oto-portresinin adı,

‘Kadife Elbiseli Oto portre’dir. İlk resmini ilk

aşkı olan Alejandro’ya armağan etmiştir.

Resim yapmak onun için hayatını

tamamlamaktı. Resim yaparak yarım

kalmışlığı, hayallerini tamamlamaya

çalışıyordu. Frida artık iyileşmeye başlamıştı,

resim onu büyük motive etmişti. 1927 yılının

sonunda artık yürüyebiliyordu. Ayakları onu

aşkı Diego’ya götürecektir.

Page 50: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Frida hayatımın iki büyük kazası var der ve

birisi trafik kazası iken diğeri de Diego

Rivara’dır. Resim çalışmalarına iyileştikten

sonra da devam eden Frida ünlü ressam ile

tanışır ve ona aşık olur. Frida’nın ailesi

Diego’yu onaylamaz. Diego’yu şişko bir file ve

bu evliliklerini bir fille güvercinin evliliğine

benzetirler. Ailesi ve yakın çevresi ne kadar

karşı çıksa da Frida deliler gibi aşık olmuştur ve

inatçı yanını ortaya da koyarak 21 Ağustos

1929’ta evlenmişlerdir. Düğüne babasından

başka kimse gelmemiştir.

Evliliğin ilk yıllarında hamile kalan Frida

bebeğini düşürmesiyle ağır travmalar geçirir

ve o sıralarda çizdiği resimlerde acının

duygusunu görebilirsiniz. Çocuğu olmayacağını

öğrendikten sonra hayal dünyasında hayali

erkek bir çocuğa yer verir. Hayali oğlunun adı

Leonardo’dur ve hüznün ayı olan eylül ayında

doğmuştur. Leonardo için bir doğum belgesi

çıkarttığı bile söylenmektedir.

Frida Kahlo, Diego için büyük savaşlar

vermiştir. Evliliklerinin ilk yılları mükemmel

geçse de bazı sarsıntılarla temel de çatlaklar

oluşmuştur. Evliliklerinde üçüncü kişilerin yer

alması temeldeki çatlaklıkların genişlemesine

sebep olmuştur. Diego’nun Frida’nın ablası ile

olan ilişkisi onun için oldukça zor ve kabul

edilebilir bir durum değildi. Frida’nın da farklı

kadın ve erkeklerle dahası Meksika’da

sürgünde olan ve evlerinde misafir ettikleri

Troçki ile birlikte olduğu da yazar kaynaklarda.

Bir dönem boşanırlar ancak ayrılık aşklarını

bitiremez, yeniden evlenirler.

Bitmeyen aşkları ayrıldıkları zaman daha da

alevlenir, birbirlerine özlem duyarlar. Frida

onun için mektuplar yazar aşkını konuşturur.

Onlar birbirleri için dost, sevgili, eş, anne,

baba, meslektaş, sırdaş idiler. Birbirlerini hep

en iyi ressam olarak değerlendirirlerdi ve

bunun aksine asla iddia etmemişlerdir.

Frida’nın Diego için yazdığı birkaç satır ise

şöyle:

Page 51: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

‘‘Seni göğsüme bastırdım ve vücudunun

mucizesi parmak uçlarımdan bütün

bedenime işledi. Meşe özünün kokusu,

cevizin hatırası, kül ağacının yeşil nefesi.

Ufuk ve tarlalar, onları öpücüklerle takip

ettim. Sözlerin kayıtsızlığı kapalı

gözlerimizin bakışlarını anlatmak için bir

lisana dönüşecek. Sen elle tutulamaz

biçimde buradasın, odamın biçimine

sıkıştırdığım bütün evren, sensin.

Yokluğun saatlerin vuruşunu ve odamın

ışığını titretiyor, aynadan nefesini

duyuyorum. –‘’

“Başlangıç Diego. Yapıcı Diego. Çocuğum

Diego.

Ressam Diego. Babam Diego. Oğlum Diego.

Sevgilim Diego. Kocam Diego.

Dostum Diego. Anam Diego.

Ben Diego

Evren Diego”

Bu çalkantılı ve aşk dolu evlilikleri sürerken

aynı zaman da Frida, sergiler açmaktadır.

Hatta bir sergisine rahatsızlığından dolayı

gidememiş ve karyolasını sergi mekanına

taşıttırmış, kendi sergisinden geri kalmamıştır.

Sanatına yaptığı işe işte bu kadar aşıktı.

İlerleyen yıllarında rahatsızlıklarıyla mücadele

edecek takati kalmamıştı. Hayatı

mücadelelerle geçse de artık yorulmuş, çocuk

felci yüzünden bir bacağı kangren olmuş ve

kesilmişti. Frida Kahlo’nun son vasiyeti ise

,“Yatarak çok fazla vakit geçirdim. Yakın

sadece” diyerek yaşamın ölüm dahil tüm

trajedilerine gülebilen bir kadındı. 13 Temmuz

1954’te mücadelesi son buldu. Gömülmedi,

isteği üzerine yakıldı. Külleri şimdi müze olan

Mavi Ev’de sergileniyor.

Ve son olarak;

“Ama sevgilim, bir daha gelseydim

dünyaya yine seni severdim… Canlı canlı

çürüyeceğimi bilerek!”

Frida KAHLO

Page 52: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Tekzip Et Hadi tekzip et yokluğunu, İnandır bizi anılardan ibaret olmadığına. Birlikte kurulan bir düş var mıdır? Aynı göğün küçük bir bölümü altında Heyecanla yürünmüş bir sahil ya da bir orman, İlişir mi rüzgarla ruhumuza. Perdeleri çekili camlardan, Beni gözleyen bir suretin var mıdır hala? Yalanla haydi sana yazılan mektupları, Güvercinleri tanımam de. Ulaşmaz postalarıyla postacıları, Çıkar hayatımızdan. Bütün uzviyetimi kır geç. Mümkün mü? Elimde tutamadığım elinin sıcaklığı. Var mısın yani rüyalardan öte, Tekzip et yokluğunu. İnanacağım. Sessizliğine, suskunluğumuz diyeceğim. Kötü bir heyula gibi çekilip üstünüzden gideceğim. Bir sarnıç kadar temizim, doluyum. Kafi derecede de inançlıyım bugün. Hadi tekzip et. Varlığına inandığım kadar inandır bizi. Huzuruna çıkılmaz ayın yalnız. Hadi aynı kayan yıldıza bakışalım Var mıdır bir geleceğimiz. İspat et, tüm hislerimle aradığım. Yokluğun kafi derecede ağır. Hıçkırık mıydı o aramızdan akan ? Ağlamaksa, ona da varım. Yeter ki birlikte ağlayalım. Hadi tekzip et suskunluğunu, yokluğunu. Ömrümden silip atacağım bu boşluğu.

Hüseyin Arda Salkaya

Kara Kız

Sonbaharda güneşin kızıllığı

Boyu buğday başağı

Bakışları saman sarısı

Kaldırımda öbek öbek solgun yaprak

Hüzünle dökülür ağaçtan

Damarlarda gizli keder

Suskunluğum belki de bundan

Gecelerin gündüzlere karıştığı an

O efsunlu bakışlardan

Sessizce akar zaman

Menekşe kokan kitapların satırlarında

Saçların birer mısra

Sessizce seyrederken seni

Bütün şiirler dudaklarımda

Yüreğimde bir tükenmişlik

Sensizlik derin yara

Beni yakan gözlerindeki kara

M. Salih Özışık

Page 53: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Uludağ Üniversitesi öğrencileri farklı ve bir o kadar da yararlı uğraşlarla

karşımıza çıkmaya devam ediyor. Farklı bölümlerden bir araya gelen beş öğrenci

yepyeni bir tiyatro topluluğu ile Bursa seyircisi ile buluşmak için gün sayıyor.

Bavullarına fikirlerini, yaratıcılıklarını, hayallerini ve yüreklerini koyarak sanat

için çırpınan gençler bunlar. Kimler mi? Bavul Sahne tiyatro grubu… Bursa’da

bağımsız tiyatro yapmak için yola çıktılar. Oluşum sürecinin ardından iki oyunla

seyirci karşısına çıkmak için son hazırlıklarını yapıyorlar.

Bavul Sahne kendilerini şu cümlelerle anlatıyor: ‘’Bavul Sahne, üniversite

hayatlarında tiyatro ile uğraşmış beş arkadaşın, tiyatro maceralarını devam

ettirmek amacıyla Bursa’da bir alternatif tiyatro grubu kurmalarıyla gerçekleşen

oluşumdur. Bursa’da sağlam bir kültürü olmayan alternatif tiyatro kültürünü

güçlendirmek, Bursa halkını tiyatro ile daha çok buluşturmayı ve kendilerini bu serüvende daha çok geliştirmeyi

amaçlayan Bavul Sahne ekibi; öğrenmeye devam etmek ve daha da gelişmek için çıktıkları bu yolda başta

Görükle olmak üzere tüm Bursa halkıyla beraber yürümeyi amaçlıyor. Oyunlarını oynamak için belli bir mekânı

ya da sahnesi olmayan grup, imkân buldukları her yere bavullarını alıp, oyunlarını oynamak için gitmeyi

planlamaktadır. Bavul sürprizlerle doludur, içinde ne olduğunu bilemezsiniz."

Hiçbir kuruma bağlı olmayan, tamamen bağımsız olan Bavul Sahne’nin İlk

oyunları Dönemeç 21 Şubat günü, diğer oyunları 444 ise 27 Şubat günü

prömiyerini yapacak.

Tankred Dorst tarafından avangart bir üslupla yazılan Dönemeç adlı tek

perdelik oyun zamanın ve mekânın belli olmadığı bir dönemeçte yaşanıyor. İki

kardeş bu dönemeçte kaza yapan arabaları satarak para kazanıyor. Kaza yapan

arabalardan sağ çıkan olmadığı için kardeşlerden biri ölen kazazedeleri törenle

defnederken diğeri de arabaları tamir ediyor. Yirmi beşinci kazada ise bir ilk

gerçekleşiyor ve arabadan sağ çıkan bir adamla oyunun çatışması başlıyor. Artık

kendi yaşam döngülerini devam ettirmekle meşgul olan bu üç adam arasında

gelişen olaylarla oyunun gerilimi artıyor. Oyunda bürokrasi ve sistem eleştirisinin

yanında göze çarpan bir diğer nokta ise yazarın bu yola yüklediği anlam oluyor.

Oyun bize her insanın içinde sakladığı sorunları ele alarak yabancılaşma kavramı ile ilgili sorular soruyor.

Cevapları bulmanız dileği ile…

444 ise Yiğit Sertdemir’in kaleminden çıkan bir oyun. Bu oyun "Hatırlatma Merkezinin" şikâyet bölümünün

ofisinde geçiyor. Gece vardiyasında, biri uzun süredir çalışan diğeri ise işe yeni başlamış iki kişinin bulunduğu

bölümde hatlar karışmaya başlıyor. Bütün bir gece boyunca bu soruna kendilerince çözüm ararlarken

aralarındaki tansiyonun zaman zaman yükselmesine ve başlarına gelecek olan ilginç ve gülünç olayların

yaşanmasına da engel olamıyorlar. Ancak gecenin sonunda hiç beklenmedik bir gerçekle yüzleşmek durumunda

kalıyorlar. Bakalım bu gerçek ne imiş?

Takip Etmek için:

https://twitter.com/bavul_sahne

https://www.facebook.com/pages/B

avul-

Sahne/1551043078441984?fref=ts

http://instagram.com/bavul_sahne/

Alternatif TİYATRO Sultan Demirtaş

Page 54: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

TUTUNAMAYANLAR

YAZAR: OĞUZ ATAY

KONU:

Türk edebiyatının en önemli eserlerinden

biridir. Berna Moran, Oğuz Atay’ın bu ilk

romanını “hem söyledikleri hem de söyleyiş

biçimiyle bir başkaldırı “ olarak niteler. Moran

‘ a göre “Oğuz Atay’ın mizah gücü ve duyarlığı

ve kullandığı teknik incelikler,

Tutunamayanlar’ı büyük bir yeteneğin ürünü

yapmış, eserdeki bu yetkinlik Türk romanını

çağdaş roman anlayışıyla aynı hizaya getirmiş

ve ona çok şey kazandırmıştır”.

Küçük burjuva dünyasını ve değerlerini zekice

alaya alan Atay, “saldırısını tutunanların

anlamayacağı, reddedeceği türden bir

romanlar yapar”.

SİMYACI

YAZAR:

PAULO

COELHO

KONU:

Simyacı, 1988 yılından bu yana dünyanın dört bir

yanında kitap listelerini alt üst eden, aylarca liste

başından inmeyen, Brezilyalı eski şarkı sözü yazarı

Paulo Coelho’nun üçüncü romanı.

1996 yılından beri Türkiye’de de en çok satılan,

hakkında en çok yazılan, çok övülen, çok yerilen bir

kitap oldu Simyacı. Bir büyük Doğu klasiği olan

Mevlana’nın ünlü Mesnevi’sinde yer alan , bir

küçük öyküden yola çıkılarak yazılan bu roman,

yüreğinde, çocukluğunun çarpıntılarını taşıyan

okurlar içinde bir ‘klasik’ yapıt oldu. Simyacı,

İspanya’dan kalkıp Mısır Piramitlerinin eteklerinde

hazinesini aramaya giden Endülüslü çoban

Santiago’nun masalsı yaşamının felsefi öyküsü.

Sanki bir ‘nasihatname’: “Yazgına nasıl egemen

olacaksın ? Mutluluğu nasıl kuracaksın ?”

sorularına yanıt arayan bir yaşam ve ahlak kılavuzu.

Mistik bir peri masalına benzeyen bu romanın,

dünyanın dört bir yanında milyonlarca satılmasının

gizi, kuşkusuz, onun bu kılavuzluk niteliğinden

kaynaklanıyor. Simyacı’yı okumak, herkes daha

uykudayken güneşin doğuşunu izlemek için şafak

vakti uyanmaya benziyor.

ARKA KAPAK Merve BAŞOL

Page 55: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Şubat’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

E-Dergiciliğin Hakkını

Veriyoruz!

İncir

Çekirdeği Her Yerde!

Page 56: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:11

Uludağlı Edebiyatçıların Sesi, İncir Çekirdeği...