İncir Çekirdeği sayı:5
DESCRIPTION
İncir Çekirdeği Dergisi Ağustos Sayısı.TRANSCRIPT
Ağustos 2014 Sayı: 5 dil, edebiyat, kültür, sanat
Osman
Çeviksoy İle
SÖYLEŞİ
“Türkçem, benim ses bayrağım” f.h. daglarca
DEDEM
KORKUT’un
izinde
Bülbül yuvası:
AŞİYAN
Kapanmayan
Perde:
Müşfik
KENTER
İncir Çekirdeği
Dergisi
Genel Yayın Yönetmeni
Ayşe Bengisu Akdağ
Yazı İşleri Müdürü
Sırdem Kemiksiz
Editörler
Sultan Demirtaş
Kübra Tarakçı
Yazarlar
Afra Nur Akkayalı
Beyza Arı
Busenur Aslan
Hatice Türk
Hilal Akarslan
Işık Selin Orhuntaş
Mehmet Altınova
Merve Başol
Sema Keser
Süleyman Erkut
Tuğçe Erkol
İletişim
facebook.com/incircekirdegidergisi
https://twitter.com/IncirCekirdegiD
EDİTÖRDEN...
Sevgili İncir Çekirdeği okuyucuları...
Dergimiz beş ayı geride bıraktı. Bu süre zarfında git gide
büyüdük, geliştik, adımızı daha çok kişiye duyurduk, aramıza
yeni çekirdekler dahil oldu ve bunun gibi bir çok güzel durumla
karşılaştık. Siz değerli okuyucularımızın olumlu eleştirileri,
fikirleri, mesajları bizi hep daha iyisini başarmaya azimlendiren
bir güç oldu. Uludağ Üniversitesindeki bir grup edebiyat
öğrencisi olarak çıktığımız bu yolda çok sayıda şehirden
edebiyatsevere ulaştık. Umarız dergimiz beklentilerinizi
karşılamaya, sizi her ay edebiyatla şiirle doyurmaya devam eder.
Bu dileklerle gelelim Ağustos sayımızda sizleri nelerin
beklediğine...
Türkçenin ses bayrağı Fazıl Hüsnü Dağlarca, 100. Doğum yıl
dönümünde dergimizin kapağında. Ünlü şairin hayatına,
şiirlerine, anılarına yer verdik.
Busenur Aslan söylemiş, görelim hanım ne söylemiş dedik ve
Atamız Dede Korkut’u andık.
Sırdem Kemiksiz’in ilk bölümünden merak uyandıran
“Ardından” ikinci bölümüyle devam ediyor. Bu arada Işık Selin
Orhuntaş Tevfik Fikret’in ölüm yıldönümünde sizleri Aşiyan’da
bir yolculuğa çıkarıyor. Sultan Demirtaş tiyatro köşemizde usta
oyuncu Müşfik Kenter’i anıyor. Söyleşi köşemizde ise günümüz
Türk edebiyatının önemli öykücülerinden Osman Çeviksoy
sizlerle. Değerli hocamızla yaptığımız keyifli söyleşi dergimizin
sayfalarında sizleri bekliyor. Bunların yanında her zamanki gibi
şiirlerimiz, hikayelerimiz, kitap ve film tanıtımlarımız da
sabırsızlıkla okunmayı bekliyor.
Sizleri yeni sayımızla baş başa bırakırken şunu da belirtmek
isteriz ki İncir Çekirdeğini sürdüren ve sürdürecek olan gerçek
birlik, gönüldaşlık, samimiyet, “özgünlük” ve en önemlisi
tevazudur. Bizler yazdıkça boynu kırılan, törpülenen kurşun
kalemleriz. Kendini tükenmez sanan ama tükenip kalemsiz
kalanlardan olmadık.
Dilimize, kültürümüze incir çekirdeği kadar bile olsa bir faydamız
olması ümidiyle...
Ayşe Bengisu Akdağ
Genel Yayın
Yönetmeni
Ağustos’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Havadis
Şiir - Cahit Külebi
Hikaye - Yarım Kalan Sevgi / Nevin Aksu
Dedem Korkut’un İzinde / Busenur Aslan
Ardından - 2. Bölüm / Sırdem Kemiksiz
Şiir – Öylesine Birkaç Satır / Süleyman Erkut
Liselerde Edebiyat Öğretiminde
Kitapların Niteliği Üzerine / Mehmet Altınova
Dağlarca – A. Bengisu Akdağ
Fazıl Hüsnü Dağlarca’dan Şiirler
Fazıl Hüsnü Dağlarca – “Şiire Başlangıç”
Osman Çeviksoy ile Söyleşi / A. Bengisu Akdağ
Şiir – Ağır Yolcu /Sema Keser
Aşiyan – Işık Selin Orhuntaş
Şiir – Küçük Bir Gezinti / Hasan Atacak
Hikaye- Talihsizlikler Serüveni / Kübra Tarakçı
Şiir - Bir Garip Masal – Sema Keser
Fotoğraf / Aybige Akdağ
Arka Kapak / Merve Başol
Bir Güzel Aşk: Müşfik Kenter / Sultan Demirtaş
Beyaz Perde’den / Afra Nur Akkayalı
Mucit Kadınlar ve İcatları / Sırdem Kemiksiz
İçindekiler
Ağustos’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
HA
VÂ
DİS
Bursa Nilüfer
Belediyesi’nin
Girişimiyle Yazı
Evi açıldı
Gölyazı’da 19. yüzyıla ait
Panteleimon Kilisesi ve
yanında bulunan yapıyı
yeniden restore eden
Nilüfer Belediyesi, Bursa’ya
iki önemli mekan daha
kazandırdı. Aslına uygun
olarak restore edilen Gölyazı
Aziz Panteleimon Kilisesi
kültürevi olarak hizmet
veriyor. Bu tarihi yapının
yanında bulunan ev ise
restore edilerek, yazar ve
çevirmenlerin hizmetine
sunuldu. Yazarları ev
ortamında ağırlayabilmek
için tasarlanan Göl Yazıevi,
misafirlerini ağırlamaya
başladı . Nilüfer Belediye
Başkanı Mustafa Bozbey,
Göl Yazıevi’nin, yazar ve
çevirmenler için uluslararası
ölçekte hizmet vereceğini
söyledi.
4. Uluslararası
Cengiz Aytmatov
Şiir Ödülü
Ünlü Kırgız yazar, çevirmen,
gazeteci, şair ve politikacı
CENGİZ AYTMATOV anısına
düzenlenen ‘’4. Uluslararası
Cengiz Aytmatov Şiir
Yarışması 2014 Etkinliği’’
tüm şiir severlerin katılımına
açıktır. BAŞVURU
TARİHLERİ: 15 TEMMUZ –
15 EYLÜL 2014
SONUÇLAR; 18 EKİM 2014
TARİHİNDE
AÇIKLANACAKTIR.
www.istanbulsiirakademisi.c
om
Mesnevi
Okumaları 1
Eylül'de
başlayacak!
Türkiye Yazarlar
Birliği'nde 15 yıldır devam
eden Mesnevi
Okumaları'na yaz
dönemine girilmesi
dolayısıyla ara verilmiştir.
Derslerin yeni dönemde
başlama tarihi 1 Eylül
Pazartesi olarak
belirlenmiştir.
İstanbul'a Has
Meşhur Deyimler
Kitaplaştırıldı
İstanbul Büyükşehir
Belediyesi Kültür AŞ,
masalların, efsanelerin,
tarihi olayların kaynaklık
ettiği, günlük konuşmalarda
sıklıkla kullanılan, dile
zenginlik katan 100 deyimin
ilginç hikayelerini derledi.
Ağustos’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
"İstanbul'un 100 Deyimi"
isimli kitap, İstanbul'da
yaşanmış olayların, tarihi
kişiliklerin konu olduğu
deyimlerin anlamlarını ve
ortaya çıkış hikayelerin
içeriyor. Günümüzde de
sıkça kullanılan "ağzınla kuş
tutsan nafile", "ateş pahası",
"Dingo'nun ahırı" ve
"Üsküdar'da sabah oldu"
gibi İstanbul'a has deyimler
tek kitapta toplandı.
9. İstanbul
Animasyon
Festivali'ne Doğru
9. İstanbul Animasyon
Festivali'ne (IAF) başvurular,
5 Eylül'e kadar kabul
edilecek. Festival, 18-23
Kasım tarihlerinde
gerçekleştirilecek.
Yarışmaya katılmak
isteyenler 5 Eylül Cuma
gününe kadar
başvurabilecek. Kabul edilen
filmler, 6 Ekim Pazartesi
günü açıklanacak.
Usta oyuncu
vefat etti
Sinema sanatçısı Sadri
Alışık'ın eşi usta oyuncu
Çolpan İlhan, hayata
gözlerini yumdu. Bir
döneme imza atan Çolpan
İlhan, merhum Sadri Alışık'ın
eşi, şair Attilâ İlhan'ın
kızkardeşiydi. Kültür
Bakanlığı tarafından 1998
yılında Devlet Sanatçısı
unvanı verilen İlhan, Sadri
Alışık Kültür Merkezi'nin de
kurucusuydu.
Güney Afrikalı
Nobel ödüllü yazar
öldü
Man Booker Ödülü'nü
1974'de, Nobel Edebiyat
Ödülü'nü de 1991'de
kazanan Gordimer, Güney
Afrika'daki Apartheid
rejiminin karşısında
durmuştu. Çok sayıda
makale, deneme ve söylev
kaleme almış ve eserleri
birçok dile çevrilmişti.
"100 Geleneksel
Sanatçı" kitabı
yayımlandı
Klasik Türk sanatında ekol
ve gelenek oluşturan 100
isim bir kitapta
toplandıKültür AŞ'den
yapılan açıklamaya göre,
Şeyh Hamdullah'tan Hamid
Aytaç'a, Baba Nakkaş'tan Ali
Üsküdari'ye, Süheyl
Ünver'den Çiçek Derman'a,
Rikkat Kunt'tan Faruk
Taşkale'ye, Siyah Kalem'den
Matratçı Nasuh'a, Levni'den
Niyazi Sayın'a 100 ismin yer
aldığı kitapta, sanatçıların,
hayatı, eğitimleri, hocaları,
sanatsal yaklaşımları,
önemli eserleri, hatıraları ve
öğütleri bulunuyor.
O kitap oyun
oluyor
80 Days, orijinal fikrini ünlü
yazar Jules Verne’in “Seksen
Günde Devr-i Alem”
romanından alıyor. iOS
platformuna çıkan oyunda
siz ve rakipleriniz seksen
günde dünyayı dolaşıp
başlangıç noktasına geri
dönmeye çalışıyorsunuz.
Ağustos’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Senin dudakların pembe
Ellerin beyaz,
Al tut ellerimi bebek
Tut biraz!
Benim doğduğum köylerde
Ceviz ağaçları yoktu,
Ben bu yüzden serinliğe hasretim
Okşa biraz!
Benim doğduğum köylerde
Buğday tarlaları yoktu,
Dağıt saçlarını bebek
Savur biraz!
Benim doğduğum köyleri
Akşamları eşkıyalar basardı.
Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem
Konuş biraz!
Benim doğduğum köylerde
İnsanlar gülmesini bilmezdi,
Ben bu yüzden böyle naçar kalmışım
Gül biraz!
Benim doğduğum köylerde
Kuzey rüzgârları eserdi,
Hep bu yüzden dudaklarım çatlaktır
Öp biraz!
Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin!
Benim doğduğum köyler de güzeldi
Sen de anlat doğduğun yerleri,
Anlat biraz!
Cahit KÜLEBİ
Hikaye
Ağustos’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Evimiz yemyeşil dağların, eteklerinde el ele
verdiği, sabahın ilk ışıklarıyla
kahkahalarımızın karıştığı küçük koruluğun
ortasına kurulmuş mavi pantolonlu afacan
bir çocuğu andırırdı. Yer yer lavanta
kokularının gezindiği odalarında
çocukluğumun en doyum olmaz günlerini
yaşadım. Annemlerin ikindi çaylarını
içmeye başladıkları küçük salon ahşap
yapının en güzel bölümüydü.
Pencerelerden çapkın edalarla girip tülleri
hareketlendiren rüzgar bile bu sıcacık
yuvadan ayrılmak istemez getirdiği güzel
kokulu esintisini eve yaymaya çalışırdı. Ben
her zaman pencerenin kafesine oturur, dut
ağacının hışırtısını ve gündüz bizimle coşup
gece bizimle uyuyan derenin sesini
dinlerdim. Bu öyle doyum olmaz bir zevkti
ki küçük kardeşimin eteklerimi çekiştirişini,
ablamların avluyu çınlatan kahkahalarını
bile fark etmez kendimden geçerdim.
Geceleri herkes yataklarına çekildiğinde ben
de yumuşacık yer yatağına uzanır
gökyüzündeki yıldızları sayardım.
Kulağımda uzaklardan dalga dalga gelen ud
sesleri sakin ve güzel bir gecenin
başlangıcını müjdeler ve tatlı rüyalarla dolu
bir uykunun beşiğinde sallardı. İşte bizim
bu neşeli dünyamıza bir gün Lütfiye Abla
da katıldı. Her şeyi kendine çeken, bütün
kalpleri ve fikirleri ister istemez aynı
düşünce etrafında birleştirirdi. O gün
batımında rüzgara doğru dalgalanan
buğday başakları gibi saçlarını, omuzlarına
kadar salar fakat o uzun beyaz boynu hep
açıkta bırakırdı. Sürekli durgun ve tehlikesiz
denizi andıran yeşil gözleri iri ve çok
güzeldi. Bu bakışların derinliğinden
kurtulabilirseniz, küçücük burnu ve her
zaman gülümseyen dudakları görebilirdiniz.
Onu penceremin kafesinden seyrederken
incecik vücudunu, yarım kollu sabahlığının
eteklerini toplayıp sıçrayışını ve arada bir
kaçamak bakışlarını görür, bir ceylanı
ürkütmemeye çalışan avcı sanırdım
kendimi. Fakat dayım benim gibi gizlenmez
bu minicik yüreği incitmeden elleri arasına
alabilirdi. Beraber dereye inen toprak yolda
yürürken ben de tepeden onları
seyrederdim. Sanki sevgi bu iki insanın
beraberliğinden doğmuş, bundan da büyük
bir gurur duymuştu. Bizim için birini
ötekisiz düşünmek imkansızdı. Gölgesine
oturup şarkı söyledikleri ceviz ağacı bile bu
iki kalpten dökülen sevgiyle beslenirdi.
Lütfiye Abla sık sık dayımlara gider Koca
Fatma Teyze’ye yardım ederdi. Fakat
neden bilmiyorum aralarında bir soğukluk
vardı ve bu herkesin terlediği bir yaz
gününde bile bizi üşütürdü. Koca Fatma
Teyze dayımı başka zengin bir kızla
evlendirmeye karar vermişti. Oğlunun
kumral başını sallayıp itiraz etmesine,
buğulu ela gözleriyle yalvarışlarına
aldırmadı. Bu işi o kadar kısa zamanda
halletti ki bizler bile nasıl olup bittiğini
anlayamadık. Düğün günü Lütfiye Abla’yı
görmedik. Gitmişti. Kimsesizliğinin acısını
ve yarım kalan sevgisini kalbine gömerek
gitmişti. Artık dereye inen toprak yol
bomboştu. Ceviz ağacının dibinden şarkı
sesleri gelmiyordu. Bizim de eski neşemiz
yok olmuştu. Durgun bir hal almıştık.
Dayım ise yarım bir elma gibi için için
çürüyordu. Bir süre sonra bu küçük koruluk
tamamen boşaldı. Fakat dayım hala o ceviz
ağacının dibinde ud seslerinin yankıları
arasındaki mezarında...
Yarım Kalan Sevgi Gerçek bir hikaye...
Nevin Aksu
Ağustos’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
‘’Hz. Resul (a.s.) zamanına yakın Bayat boyundan
Korkut Ata adında bir er çıktı. Oğuz’un o kişi tamam
bilicisiydi. Ne derse olurdu. Gaipten türlü haber söylerdi.
İlham-ı Rabbaniyle nice sözler söylerdi. Korkut Ata
söyledi: Ahir zamanda hanlık tekrar Kayı’ya değecek.
Kimse ellerinden almaya, ahir zaman olup kıyamet
kopuncaya kadar. Bu dediği Âli Osman neslidir, işte sürüp
gidiyor. Korkut Ata, Oğuz kavminin sıkıntısını çözerdi. Her
ne iş olursa olsun Korkut Ata’ya danışmadan yapmazlardı.
Her ne ki buyursa kabul ederlerdi. Sözünü tutup, tamam
ederlerdi.’’
Sözler vardır, geçmişe ışık tutar. Destanlar vardır,
geçmişten gelip geleceği sarar. İnsanlar vardır, hem dünü
hem bu günü aydınlatır. İşte, bütün o sözlerin ışık tuttuğu geçmiş, Dedem Korkut’un Kitabı’ndadır.
Geçmişten gelip bizi sarıp sarmalayan o destanlar da yine, Dedem Korkut’un Kitabı’ndadır.
Bilgeliğiyle, öğreticiliğiyle işte Dedem Korkut, hem gününü hem bu günü aydınlatır.
Bilenler bilir, bilmeyenler de şimdi öğrensin. On iki ayrı destanın anlatıldığı bir eserdir, Dede Korkut
Kitabı. Birbirinden ayrı, on iki destan. Birbirine sımsıkı bağlarla bağlanmış, on iki destan. Birbirinden o
kadar uzak ve birbiriyle o kadar iç içe, on iki destan. Son derece akıcı, güçlü ve soluksuz bir anlatımla
Türk Edebiyatı’nın en değerli ve ölümsüz eserlerinden biridir, Dede Korkut Kitabı. Bir arada yaşayan
Oğuzların, hem düşmanlarıyla hem de kendi aralarında yapmış olduğu savaşlar, olağanüstü
yaratıklara karşı verilen mücadelelerle harmanlanmış büyülü bir dünya.
İlk Dedem Korkut tanıtılır. Der ki hikâyeleri yazıya geçiren kişi, Dedem Korkut, Oğuz’un Kaya
boyundanmış. Ahalide sözü geçen bir bilge kişiymiş. Gelmişi geçmişi hep bilirmiş. Bilinmezden, haber
getirirmiş. Oğuz boyları içinde bir dediği ikiletilmezmiş. Her ne olursa ona sorulurmuş. O, ne derse o
olurmuş. Dedem Korkut’u tanıttıktan sonra, onun Oğuzlara verdiği öğütler söylenir. Türlü türlü
konuda Dedem Korkut’un söyledikleri, bir bir dile getirilir. Bunlardan sonra, ayrı ayrı hikâyeleri ve
kahramanlarıyla destanlara geçilir.
Farklı kahramanların, farklı hikâyeleri dile getirilir bu kitapta. İlk hikâye olan Dirse Han Oğlu Boğaç
Han’da ve son hikaye olan İç Oğuzun Dış Oğuza Asi Olup Beyrek’in Öldürülmesi’nde, Oğuzların kendi
aralarındaki mücadeleleri anlatılır. Hepimizin mutlaka duyduğu Duha Koca Oğlu Deli Dumrul ve
Basat’ın Tepegöz’ü öldürdüğü hikâyelerde ise, olağanüstü yaratıklara karşı verilen mücadeleler yer
alır. Diğer hikâyeler ise farklı boyların dış ülkelerle ve Müslüman olmayan kavimlerle yaptığı savaşlar
vardır. Bu savaşlarda, her bir boy kendi mücadelesini verir fakat diğer boyların beyleri hep yardıma
gelir. Birlikle düşman yenilir ve esirler kurtarılır. Bu hanların hanı, Bayındır Han’dır. Ondan sonra ise
Salur Kazan gelir. Her hanın, kendi divanı vardır. Bu divanlarda, Oğuz beyleri ağırlanır ve onlara yemek
tertip edilir. Her bir Oğuz beyi, kendi hanlığını kurabilmek için av avlamalı, kan akıtmalı veya bir
yiğitlik yapmalıdır. Bütün bu Oğuz beylerinin oğulları da bu yolla boydan ayrılıp kendi boylarını
kurarlar. Hatta kan akıtmayan çocuk isim alamaz ve ona kötü gözle bakılır.
DEDEM KORKUT’un
İzinde Busenur Aslan
Ağustos’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Dedem Korkut, yiğitler yiğididir. Onun yanındaki beyler de hep birer yiğittir. Bileği güçlü, yüreği
merttir hep bu Oğuz beylerinin. Bütün hikâyelere, destansılığı veren bu beylerdir. Her biri bir alp
tipidir. Yine Dedem Korkut’un yanında bulunan kadınlar, birer yiğittir. Elleri kılıç tutar. Eşlerinin başı
dara düşse, diğer beylerin yanında onlar da yardıma koşar. Hikâyelerin hiçbirinde yalancılık, iki
yüzlülük yoktur. Kadınların ve erkeklerin hepsi merttir. Hikâyelerde sadece, Yalancıoğlu Yaltacuk
yalana başvurur. Bamsı Beyrek hikâyesinde, kahramanın beşik kertmesi olan nişanlısıyla evlenebilmek
için yalan söyler. Oğuz beylerinin yanında üç yüz yiğit bulunur. Onların oğullarının yanında ise kırk
tane yiğit bulunur. Beylerin, daimi yardımcıları olan Hatunların yanlarında da kırk ince belli kız
bulunur. Anaya, ataya saygı ve sevgi vardır. Beylerin hepsi tek eşlidir. Yalnız Bamsı Beyrek, onun
kaleden kaçmasına yardımcı olan kızla da evlenir.
Dedelerin dedesi Dedem Korkut,
Müslümandır. Onun yanındaki bütün Oğuz
beyleri de Müslümandır. Savaşlara çıkmadan
önce ‘’arı su’’ ile abdest alırlar ve iki rekat
namaz kılarlar. Düşmana kaldırdıkları
kılıçlarını, salavatlarla indirirler. Her zaferden
sonra, düşmanın kilisesini yıkar yerine mescit
yaptırırlar. Fakat bu yiğitlerin her biri kımız
içer, Müslüman olmayan kızlardan, sakilik
beklerler. Anlaşılacağı üzere din, kuvvetli bir
olgu değildir.
Yüreği de bileği kadar kuvvetli olan Oğuz
beyleri, sadece düşmanlara karşı mücadele
vermezler. Zira iklim ve tabiat çok serttir.
Aman vermez yüce dağlar dikilmiştir
karşılarına. Rüzgâr, yüreğini dağlar bu
yiğitlerin. Hırçın ve canlı bir hava hâkimdir çünkü bozkırlara. Ozanın, yoluna şiirler dizdiği dağlar gibi
canlıdır dağlar. Kopuzun tınılarına karşılık veren sular yoldaştır bu Oğuz beylerine. Her şey efsunlu gibi
canlıdır adeta. Hem doğa hem anlatım hem de tasvirler canlıdır. Öyle bir canlılık ki tutup elinizden, sizi
adeta içine çeker.
Benim aynam, Dedem Korkut’un Kitabı’dır. Onda bulunur her bir geleneğim, göreneğim. Atam ne
sözler edermiş, hep onda yazar. Ağabeyimin düğünü nasıl olurmuş, hep onda söylenir. Ulular nasıl
düşünürmüş, nasıl yaşarmış, hep onda resmedilir. Geçmişe açılmış bir kapı gibidir Dedem Korkut’un
Kitabı. Adeta, bir zaman yolculuğuna çıkarır sizi. Aslında çok bilindik ama unutulmaya yüz tutmuş
âlemlere doğru…
Yiğitler, er meydanında yiğitliklerini ispat eder. Dedem Korkut Ata gelir duasını eder. Savaşlarda
gâvur beyleri yenilir, ulu dedem belirir. Tanrıdan Oğuz beylerinin varlıklarının, sonsuz olmasını diler ve
dünyanın gelip geçiciliğinden söyler. Destansı hikâyelerin her biri, destansı bir şekilde biter.
‘’Kanı ögdügümüz big erenler
Dünya menüm diyenler
Ecel aldı yir gizledi
Fani dünya kime kaldı
Gelimlü gidimlü dünya
Son uçı ölümlü dünya’’
Ağustos’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ARDINDAN Sırdem Kemiksiz
Ağustos’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
…
Mektubu birkaç kez daha okuyup katlayarak cebime attım. Sorun her neyse Ertan
Eniştem bunu bilmemeliydi. Teyzemin hayatta olduğunu bilmemin verdiği rahatlıkla
aşağıya indim. Ertan eniştem kapıdan çıkmak üzereydi. Bence, teyzemi sevdiği için
değil yalnızca vicdanını rahatlatmak için buradaydı. Üzülmüş gibi gözlerimin içine
bakıyordu. Bir şey olursa haber vereceğimi söyleyip onu yolcu ettim. Tabi ki
teyzemden ona tek bir haber bile vermeyecektim. Eşyalarımı bir an önce içeri alıp
teyzemin bahsettiği incir bahçesine gitmem gerekiyordu. Bir taksi çağırdım ve incir
bahçesinin yolunu tuttum. Mesafe uzundu. Bu nedenle her zaman olduğu gibi hayaller
kurmaktan geri kalmadım. Sıcak havaya rağmen buz gibi olan taksinin camına alnımı
koyup çocukluğumu düşündüm. Her yıl Ankara’dan buraya tatil yapmak ve teyzemi
ziyaret etmek için gelirdik. İncir bahçesiyse benim anneme kızıp kızıp onu korkutmak
için kaçtığım yerdi. Bir keresinde kulağım deniz suyundan mikrop kapmış ve denize
girmem yasaklanmıştı. Denizi olmayan Ankara’nın denizkızı olan ben, bu konuda ısrar
edince annem çığlıklarımdan bıkmış ve beni teyzemin evindeki bir odaya kilitlemişti.
Ben de odanın camına uzanan ağacın dallarından aşağı inmiş ve annemi korkutmak
için o incir bahçesine gitmiştim. Zavallı annem, çocukluğumdan hala yakınır ama ben
bitmek bilmeyen haylazlıklarımı düşündükçe çok eğlenirim.
-‘’İşte geldik’’ dedi taksici. Biri bu cümleyi kurmasa akşama kadar bu arabanın içinde
dolaşıp hayaller kurabilirdim. Elime katlanmış mektubumu alıp telaşla teyzemi
aramaya başladım. Sonuçta ne zaman geleceğimi tam olarak kestiremiyordu ve ona bir
şekilde kendimi göstermem gerekliydi. Teyzemle sadece ikimizin arasında olan bir ıslık
sesi vardı. Bu bir ıslıktan ziyade adeta ses telleri kopmak üzere olan bir kuşun ötmeye
çalışması gibi bozuk bir sesti ama bize aitti. Islığımızı defalarca çaldım ancak teyzemi
göremiyordum . O anda bahçenin kapısından kırmızı elbiseli kızıl saçlı bir kadın girdi.
Ben görmeyeli Dukan diyeti falan yapmış olmalıydı. Hatta hiç sevmediği kızıl rengini
saçlarında görüyorsam bu kadın teyzem görünümlü biri de olabilirdi. Kahkahalar
atarak boynuna sarıldım.
-Ahh Deniz, seni nasıl özledim bir bilsen!
-Ben de ben de minnoş teyzem!!
İncir ağaçlarından birinin altına oturduk. Sanki buraya beni teyzem çağırmamış, bir
terslik yokmuş gibi sürekli havadan sudan şeylerden konuşuyorduk. Bir türlü bu
gizemin sebebini anlatmıyordu. En sonunda dayanamayıp o mektubun anlamını
sordum. Gözlerini bir noktaya dikti ve anlatmaya başladı. Sanki o anı yaşıyordu.
Anlatırken gözleri büyüyor ve aynı noktaya bakmaya devam ediyordu.
Bölüm -2-
Ağustos’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Yaşadıkları korkunçtu. Olay aynen şöyleydi:
Ayla Teyzem eşi Ertan Enişteyle birlikte çiçeklere çok meraklıydılar. Ayla Teyzemin
Avrupa’dan özel sipariş ettiği çiçek tohumlarını bu işin meraklıları sıkı takip ediyordu.
Tohumların teslimini ve siparişleri ise Ertan Eniştem hallediyordu. Ertan Enişte Firuze
isimli bir bayandan sık sık özel tohumların siparişini alıyordu.Teyzem önce bu
durumdan oldukça memnundu. Hem büyük kâr ediyor hem de özel çiçekleri görme
fırsatı yakalıyordu. Ayrıca bunların birçok numunesini de bahçesine dikerek küçük bir
botanik bile oluşturmuştu. Firuze Hanım’ın bu ilgisi onu memnun etmişti.Bu nedenle
onun siparişlerine ayrı özen gösteriyor,Ertan Eniştemi sık sık Firuze Hanım’ın yanına
yolluyordu.Bir süre bu şekilde devam eden düzenleri Ertan Eniştenin zaman zaman
ortadan kaybolmasıyla bozuldu. Siparişleri teslim eden birinin olmayışının yanı sıra
eşinin bu gizemli halleri teyzemi kuşkulandırmıştı. En iyi müşterisini kaybetmekten
korktuğu için Firuze Hanım’ı kendi ziyaret etmeliydi. Onun beğeneceği birkaç tohum
ve yeni gelen bitki vitaminlerini alarak yola koyuldu. Eve vardığında bahçeye bakan
camın aralık olduğunu gördü.İçeride adeta kıyamet kopuyordu.Firuze Hanım elindeki
vazoyu önündeki adama fırlatıyor ve karısını boşaması için avazı çıktığı kadar
bağırıyordu. Adam cama doğru döndüğünde teyzemle göz göze geldi. Bu Ertan
Eniştemdi. Aylarca kendi elleriyle Firuze Hanım’a yolladığı adam meğer onu kandırmış,
aldatmıştı. Her şeyi oraya bırakarak eve koştu ve Ertan Eniştenin tüm eşyalarını kapının
önüne koydu. Sonrası tek bir celse ve boşandılar...
Devamı gelecek…
Ağustos’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Tanımak istiyorsan beni şiirlerimi oku.
Beni sana anlatır mısralarımdaki her doku.
Sizleri selamlıyor şair saygı ve hürmetle,
Yolun açık olsun derviş selametle…
Yine ilham geldi bak en derinden mürekkep aktı,
Yazdım sağlı sollu, kalktım yerimden ahvalime baktım.
Ne gam ne keder, ne elem ne hüzün
Yüzüm gözüne baka baka kararır açılır sözüm.
Bilmez misin ay yüzlü sensin benim gecem ve gündüzüm?
Bak yine etraf karanlık geceler ıssız,
Sana varmak istediğim yollar geçilmez ışıksız.
Ben uykusunda yazan adam henüz daha uyanmadım.
Yazdım çizdim sildim affettim ama unutmadım.
Bilirim ki iyi, kötü, yalan, gerçek
Gün gelecek hepsi bir gün bitecek.
Değer ver, değer gör, hakkı bil,
Kadir kıymet bilenlerden ol.
Sen doğru ol bulunur doğru yol.
Her yiğidin harcı değil şiiri şerbet eylemek,
Söze bal katıp kelamı gül gibi kalbe işlemek.
Satırlarıma son verirken dostlar selametle…
Bilimi bilip ilim ile amel edebilmek edebiyle…
Öylesine Birkaç Satır
Süleyman Erkut
Ağustos’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Edebiyatın öğretimi konusunda birçok bilimsel araştırma ve deneme yazılmıştır
sanıyorum. Üniversiteden arkadaşımla birlikte Bursa'nın tek sahafı diyebileceğim
kitapçıda kitap bakarken elime Agâh Sırrı Levend'in kitapları geldi. Biri en mükemmel
eserlerinden ve edebiyatımızın başyapıtlarından sayabileceğimiz “Türk Edebiyatı
Tarihi” diğeri de “Edebiyat Tarihi Dersleri Lise 1” adlarını taşıyordu.
Yazımın konusu olmasa da Türk Edebiyatı
Tarihi adlı yapıtından kısaca bahsetmek istiyorum. Bu
kitabı müellif, altı cilt olarak tasarlamışsa da geri kalan beş
cildi basıldı mı basılmadı mı bilmiyorum. Birçok kaynağa
bakmama rağmen basıldığına dair bir bilgi bulamadım. İlk
cilde ise, "Giriş" alt başlığı koymuş. Yaklaşık altı yüz sayfa
olan kitap da Arap ve Fars edebiyatı, tezkireler konusu,
edebiyatımızın kaynakları ve daha birçok bilgi yer
almaktadır.
Benim yazım daha çok ikinci söylediğim eserle
ilgili. Öğrendiğime göre ünlü edebiyatçımız liselerde
edebiyat dersleri vermiş. Kaynak sıkıntısı bulunduğundan
dolayı kendi kaynağını yazmış ve ortaya böyle muhteşem
diyebileceğimiz bir eser çıkmıştır. İçerisine baktığımızda
konu anlatımlarından ziyade öğrenciye konuyu kendi çıkaracak şiirlere yer vererek ilk
önce dimağlara tat verme yoluna gitmiş. Zaten edebiyatta öncelik olarak öğrencilerin
dimağlarına yeni tatlar vermektir. Çünkü tat unutulmazdır. Kitap çok kalın değildir bu
yüzden. Lise 1 için hazırlanmış olsa da üniversitede başvuru kaynağı olabilecek kadar -
şuanda da dikkat ederseniz edebiyat öğretimi için bir örnek teşkil ettiğine göre bu
söylediğime kanıt olarak sunulabilir- iyi bir eserdir.
Eleştiri noktam bugünkü edebiyat öğretiminde kullanılan kitaplar ile o
günün edebiyatının anlatımında kullanılan materyallerin mukayesesinde elde ettiğim
acınası sonuçtur. Dikkat ederseniz konum öğretilme tekniğine ya da öğretene değildir.
Öğretimde kullanılan materyaledir benim eleştirim. Çünkü bugünkü gerek lise birinci
sınıf gerekse son sınıf edebiyat kitaplarına baktığımızda edebiyata dair içerisinde hiçbir
bilgi bulunmamaktadır. Kitabı hazırlayanlar kesinlikle edebiyat mezunlarıdır ama
edebiyatçı mıdır? Tartışılır.
Edebiyatın değersizleştirilmesinde bu niteliksiz kitapların da payı olduğunu
düşünüyorum. Çünkü eğer yetenekli hocalar olmasa -her ders için böyle- edebiyattan
zerre kadar zevk almazdık sanıyorum. Çünkü lisedeki edebiyat kitaplarına göre
örneğin; deneme için: "Türkiye'de Nurullah Ataç, dünyada Montaigne'i bil, yeter."
Liselerde Edebiyat Öğretiminde Kitapların Niteliği Üzerine
Mehmet Altınova
Ağustos’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Günümüz edebiyat ders kitapları, "Bunlardan başka da
yazıyor ama onları bilmeseniz de olur." havasındadır.
Hocalarımız Allah'tan bunlardan başka bilgi veriyor da
ruhumuzu doyuruyorlar.
Örnek seçimi diyorum ama örneğin; bir şairin
şiirine örnek verecek müellif. Ama onu da rastgele
seçiyor. Şiir seçerken şairin yazarlık tekamülünü hiç
önemsememektedir.
Şunu da belirtmek istiyorum. Ben bir
edebiyatçı değilim ama geçmişteki edebiyattan zevk alan
kitle ile şimdiki kitle arasında bir farkın olduğu çok
kesindir. Sonuç olarak bunda edebiyattaki bu materyal
probleminden olduğunu düşünüyorum.
Teknolojinin gelişmesiyle bilgiye ulaşmada problemin
azaldığı dönemde önünde birçok örnek olup da nitelik
bakımından öncekilerden daha vasat ürünler çıkmasını
garipsiyorum. Bu konu bence önemlidir çünkü nitelikli
edebiyatın olmadığı ülkede bütün felaketler o millete
müstahaktır.Vesselam...
“Lisedeki
edebiyat
kitaplarına
göre örneğin,
deneme için:
‘Türkiye'de
Nurullah
Ataç, dünyada
Montaigne'i
bil, yeter.’
Günümüz
edebiyat ders
kitapları,
‘Bunlardan
başka da
yazılıyor ama
onları
bilmeseniz de
olur.’
havasındadır.”
Ağustos’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
1900lerin başı...
Bağdat valiliğindeki kötü yönetimden bunalan ve çok sert ve dürüst olan Hasan Hüsnü Bey
görevinden ayrılmak isteği için kalkar Payitaht’a gelir. Bu kez atandığı yer Dersaadet’tir, yani
İstanbul’dur. Aile Ortaköy’de “Taş Mektep Sokağı” diye anılan bir adrese yerleşir. 1914’ün 26 Ağustos
ise günü bu sokakta bir çocuk dünyaya gelir. Hasan Hüsnü Bey, oğluna yakın arkadaşı Dağıstanlı Fazıl
Paşa’nın adını verir. Küçük Fazıl, yıllar sonra bu topraklarda Fazıl Hüsnü Dağlarca olarak anılan
üstadın ta kendisiydi.
Şiire adanmış 94 yıllık koca bir ömür...
Fazıl Hüsnü, İlköğrenimini Konya, Kayseri, Adana ve
Kozan'da, ortaöğrenimini Tarsus ve Adana ortaokulundan
sonra girdiği Kuleli Askeri Lisesi'nde 1933 yılında tamamlar.
O yıllarda şiire olan ilgisiyle ilgili bir anısını şöyle anlatır:
“ Ben birçok derslerde, hocanın gözlerine baka baka şiir
yazardım. Fizik öğretmenimiz Gos Baba, çok iyi bir
öğretmendi. Onun bir dersinde yine işimi sürdürürken
sezinledi; geldi yanıma. Aldı defteri, baktı, “Ben böylesini
görmedim yahu! Sen not tutmuyormuşsun, sen beni aptal
yerine koyuyormuşsun.” Dedi. “Zeki bir öğrencisin, bu zeka
ile Türkçe şiir yazılamayacağını nasıl anlamadın? Diye
sordu. “Niye efendim?” dedim. Açıkladı: “Fransızların
seksen bin sözcüğü var. İngilizlerin yüz bin sözcüğü var.
Senin on bin sözcüğün var ne yazabilirsin ne
anlatabilirsin?” Be de ülkeme saldıran bir düşmandan
topraklarımı kurtarırcasına savunmaya geçtim:
“Sözcüklerin çokluğu bir şey kazandırmaz. Şiir dilbilgisiyle
yazılır. Bizim fiil çekimlerimiz Fransızca fiil çekimlerinden
çok.” Güldü bana, yerine giderken “Çalış bakalım” dedi. Bu
öğretmenimin dokunduğu sözcük konusunu hiç
unutmadım. İleriki çalışmalarımda da düşündüm durdum
bunu.”
Daha sonra şairin Aile, Ataç, Çağrı, Devrim, İnkılapçı Gençlik, Kültür Haftası, Türkçe, Türk Dili, Türk
Yurdu, Varlık, Vatan, Yeditepe, Yücel, Yenilik, Yön, gibi dergi ve gazetelerde şiirleri yayımlanır. Bir süre
sonra İstanbul Aksaray'da "Kitap" kitabevini açar ve yayıncılığa başlar. Ocak 1960-Temmuz 1964 yılları
arasında dört yıl Türkçe isimli aylık dergiyi çıkarır. İlk yazısı 1927'de Yeni Adana gazetesinde
yayınlanan bir hikâyedir, İstanbul dergisinde 1933'te çıkan "Yavaşlayan Ömür" adlı şiiriyle de adını
duyurmaya başlar.
DAĞLARCA A. Bengisu Akdağ
Ağustos’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Dilimize “Türkçem benim ses bayrağım” deyişini kazandıran
ozan yaşamını adeta Türkçenin arınmasına adar. Ona büyün
ün kazandıran “Çocuk ve Allah” 1940 yılında yayımlanır. Şair
bu kitabının daha sonraki bütün yapıtlarının çekirdeğini
oluşturduğunu ileri sürer.
Toplumsal sorunlar daha sonra en yoğun biçimde ozanın
“Karşı Duvar Dergileri”nde yer alır. Bu süreçte kırsal kesimin
yaşamında önemli değişiklikler oluşur. Köyden kente göçler ve
yurtdışına işçi göçleri yeni sorunlar doğurur. Dağlarca bu
dönemde ülkesinin yaşadığı neredeyse tüm sorunları şiirlerine
yansıtır. Toplumculuğunun temelinde insana ve insan
hayatına saygı yatan Dağlarca, bu yüzden hiçbir edebî akım ve
kişiden etkilenmeden kendi kozasını örer. Çok yazan ve üreten bir şair kimliğiyle, bağımsız kalarak
hiçbir şairden etkilenmemiş, hiçbir akımın etkisinde kalmayarak şiirlerini yazmıştır.
Şair, Türkçeye bakışını ise "Türkçem, benim ses bayrağım" diyerek Türkçe Katında Yaşamak adlı
şiirinde sergilemiştir.
“Seslenir seni bana "ova"m, "dağ"ım,
Nere gitsem bulur beni arınmış.
Bir çağ ki akar ötelere,
Bir ak... ki yüce atalar, bir al... ki ulu oğullar,
Türkçem, benim ses bayrağım...
O yaşamı boyunca Türkçe şiirler denizinde yüzgeç
vuran bir balık, şiir göklerine Türkçeyle kanat açan bir
kuştu... Ve Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın 94 yıllık şiir dolu
ömrü İstanbul’da, “Dolmuşun Boş Yeri” şiirinde andığı
o uçsuz bucaksız Karacaahmet Mezarlığının
yakınlarındaki bir hastanede sona erer:
“Servi sallanmakta
Karacaahmet’ten geçerken dolmuşlar
Biri indi mi,
Sürücüsü görmeden
Birileri oturur yerine.
O, ak boyalı evinin kapısından
Girmek ister.”
“Sanat eseri hem bir
saat gibi içinde
bulunduğumuz zamanı,
hem de bir pusula gibi
gidilmesi gereken yönü
işaret etmelidir.”
Ağustos’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
“Evimizdeki şiir havası, okuma yazma bilmezken bile beni etkilemişti. Çocukluğumun kendimi
bildiğim günlerinden beri şiirin varlığını duydum. Annem, babam, kardeşlerim gibi onun da “biri”
olduğunu sezmiştim. Anlatılan bir masalda kapıların açılırken “Buyurunuz Sultanım” diye ses verdiğini
bu sesin nasıl elde edildiğini düşünmüştüm, bulmuştum. Öyle diyebilirim ki benden önce kimse şiir
yazmasaydı, bunun denemelerini karalardım. Okuma yazma öğrenmeyi, şiir okumak, şiir yazmak için
istedim.”
Okuldaki derslerin hepsi masanın üzerinden geçerdi. Okuldaki şarkılar, resimler, edebiyat ödevleri
hep evde tartışılırdı. Okulumda bir gün öğretmenimiz ilk aruzu yazarken veznini yanlış söyledi. Elimi
kaldırıp düzelttim. Öğretmen şaşırdı...
Bizim evde Türkçe o kadar güzel konuşmaya çalışılırdı ki kimse yanlış yapmayı göze alamazdı. Yanlış
hemen bulunur, yüzüne çarpılırdı.
Şiire başladığım yıllarda, büyük bir açlıkla bütün yazınımızı gözden geçirdim. Divan şiirini ondan
sonraki evrelerini, Halk şiirini, Tekke şiirini okudum. Ozanların özelliklerini saptadım. Bütün vezinleri
ellerimden, parmaklarımdan geçirdim. Yazdıklarımı ayrı ayrı defterlerde topladım. Son defterimi- lise
son sınıfta yazdıklarımdır- o günlerin ünlü yazarlarına sundum. Elden ele dolaştı bu defter.
Bir gün Bahçeler adlı kalın defter-kitabımı yanıma alarak Cumhuriyet Gazetesi’ne gittim. Sordum
kapıcıya “Nerede oturur Peyami Safa Bey?”; “Filan yerde” dedi. Çıktım ikinci kata. Dediği odanın
kapısını açtım. İki köşede iki masa vardı, soldakinin iskemlesi boştu. Sağdakinde Yusuf Ziya Ortaç
oturuyordu. Resminden tanımıştım. Çıkmak istedim. O, palaskası pırıl pırıl parlayan, kafası usturayla
tıraş edilmiş bu Kuleli öğrencisini büyük nezaketle karşıladı, buyur etti. Niçin Peyami Safa Bey’i
aradığımı sordu. Ben sanki büyük bir yapıt ortaya koyacakmışım gibi, çok güvenli bir davranışla,
“Şiirlerimi bırakacaktım” dedim. “Bana bırakır mısınız, hem ben okurum hem ona veririm” dedi.
İstemeye istemeye “peki” dedim. İki gün sonra arkadaşım yanıma uğradı. Elinde bir Cumhuriyet
Gazetesi vardı. “Bak”, dedi, “Yusuf Ziya Bey senin için neler yazmış!” Yazının sonu şöyle bitiyordu:
“Türk şiiri şimdiye kadar bir taş bebekti, bu bebek şimdi gözlerini açmaya başlıyor”
Dağlarca’nın Kendi Kaleminden Şiire Başlangıcı
Ağustos’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bu Eller Miydi
Bu eller miydi masallar arasından
Rüyalara uzattığım bu eller miydi.
Arzu dolu, yaşamak dolu,
Bu eller miydi resimleri tutarken uyuyan.
Bilyaların aydınlık dünyacıkları
Bu eller miydi hayatı o dünyaların.
Altın bir oyun gibi eserdi
Altın tüylerinden mevsimin rüzgarı.
Topraktan evler yapan bu eller miydi
Ki şimdi değmekte toprak olan evlere.
El işi vazifelerin önünde
Tırnaklarını yiyerek düşünmek ne iyiydi.
Kaybolmuş o çizgilerden
Falcının saadet dedikleri.
O köylü çakısının kestiği yer
Söğüt dallarından düdük yaparken...
Bu eller miydi kesen mavi serçeyi
Birkaç damla kan ki zafer ve kahramanlık.
Yorganın altına saklanarak
Bu eller miydi sevmeyen geceyi.
Ayrılmış sevgili oyuncaklardan
Kırmış küçücük şişelerini.
Ve her şeyden ve her şeyden sonra
Bu eller miydi Allaha açılan !
Mehmetçik
AtıIdı Mehmetçik, büyüyü bozdu,
Bir düşman süngüsüne, göğsünden
Bu şehadetIe kayaIar yarıIdı sanki
Dip çik gürüItüsünden.
Soruyordu herkes birbirine:
"ParIayan şey bu mu?"
Muzaffer oIuyordu biIekIerimizde,
Tarihin iIk dip çik hücumu.
Hayran oIuyordu koca gökyüzü
GöğüsIerimizde büyüyen bahta
28 Mart günü bir Adsız-tepe’de
ÇeIiğe karşı tahta.
Büyümek
Büyür ağaçlar maviliklerde,
Bulutlar, aydınlıklar, uzaktan.
Büyür şehirlerin yatakları,
Mevsimlerin üstü, yaşamaktan.
Bir anne gibi genişleyen sabah aydınlığı,
Büyür kanatları yavru serçelerin.
Büyük şehirler ve şehirlerde,
Korkunç hayatı, gecelerin.
Büyür hatıralar gibi ihtiyarlar,
Yaşamayı hatırlarken.
Büyür güzellikleri, vücutları kısmetleri,
Çocuklar uyurken.
Vakit büyür habersiz,
Bir serinlik düşer her cama.
Çiftçiler bile anlamadan
Büyür topraklar daima.
Dağlarca’dan Şiirler
Ağustos’2014 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Osman Çeviksoy Kimdir?
1951 yılında Çorum’a bağlı Feruz Köyünde doğduAnkara Gazi Eğitim
Enstitüsü Türkçe Bölümü'nü 1979’da, Ankara Gazi Üniversitesi
Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü 1988’de bitirdi. Bir
çok ilde çeşitli liselerde edebiyat öğretmenliği yaptı. Talim ve Terbiye
Kurulu Başkanlığı bünyesinde oluşturulan Türk Dili ve Edebiyatı
program hazırlama ve kitap inceleme komisyonlarında (1990–1995)
çalıştı. İlk şiiri 1968’de Bab-ı Âli’de Sabah gazetesinde basıldı. Şiir,
roman ve hikâyelerini Çorum Ekspres (1968–1975), Yeni Tanin,
Eğitim Alanı, Yeni Devir (1975–1978), Gerçek, Hisar, Millî Kültür,
Divan, Millî Eğitim ve Kültür, Doğuş Edebiyat, Türk Edebiyatı, Töre,
Türk Yurdu, Dolunay, Oluş, İlkyaz, Türkiye ve başka birçok dergi ve
gazetede yayımladı. Türkiye Yazarlar Birliği, İLESAM ve Avrasya
Yazarlar Birliği üyesidir.
Sizi daha ziyade hikâye yazan bir yazar olarak tanıyoruz. Bu türü tercih etmenizin
nedeni nedir?
Aslında yazmaya şiirle başladım. Bir gün beni çok üzen bir trafik kazasını şiirle anlatmaya
çalıştım, olmadı. O günden sonra şiirin yanı sıra hikâye de yazmaya başladım. Epeyce bir
zaman şiirle hikâye birlikte yürüdü. Sonra şiiri tamamen bırakıp hikâye ve roman üzerinde
yoğunlaştım.
Ahmet Kabaklı Türk Edebiyatı’nın 5. Cildinde sizi “Yeni gelenekçi roman”
bölümüne dâhil ediyor. Siz bu tespiti nasıl buluyorsunuz? Bir yazar olarak
kendinizi nerede tanımlıyorsunuz?
Rahmetli Kabaklı Hocanın değerlendirmesine, tespit ve tasnifine saygı duyuyorum. Hem
gelenekçi, hem yeni olmak hiç de kötü değil… Ancak ben kendimi herhangi bir grubun,
cemaatin, siyasi ya da edebî oluşumun içinde görmüyorum. Hiçbir hikâyemi şurada ya da
burada görüneyim diye yazmadım. Türkçe yazıyorum. Türkçeyi bütün imkân ve incelikleriyle,
etkili ve güzel kullanmaya çalışıyorum. Her şeyden önce içinde yetiştiğim milletimin sesi
olmak arzusundayım. Evrenselliğe giden yolun da buradan geçtiğine inanıyorum. Kendimi
tanımlama açışından bu kadarı yeterli olur sanırım.
OSMAN ÇEVİKSOY İLE SÖYLEŞİ Ayşe Bengisu Akdağ
Ağustos’2014 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Yazma duygunuzu tetikleyen bir şehir, bir mekân, bir vakit var mıdır?
Yoktur… Sessizlik yeterli benim için. Bu nedenle –genellikle- geceleri yazıyorum. Bütün
kitaplarımı Ankara’da, evimin salonunda, oturma odasında, mutfağında, balkonunda yazdım.
Bu cümleden de anlaşılacağı gibi destursuz girilmeyen bir çalışma odam yok. Sessizlik varsa
her yerde çalışabilirim.
Ana sınıflarından itibaren İngilizcenin bir bombardıman gibi minik zihinlere
dayatıldığı milli eğitim sistemimizi, okullara Türkçe ders kitapları yazmış bir
öğretmen olarak nasıl değerlendirirsiniz?
Tek kelimeyle değerlendirmemi isteseydiniz “felaket” demek yeterli olacaktı. Dil öğrenmeye
karşı değilim. Öğrencilerim bu konudaki görüşlerimi bilirler. Onları, “Geleceğin dünyasında dil
bilmeyenin, hatta en az iki dil bilmeyenin yeri yoktur!” gibi sözlerle birden fazla yabancı dil
öğrenmeye teşvik etmişimdir. Fakat siz devlet olarak, dil öğreteceğim diye bir yabancı dili
eğitim dili olarak liselerinizde üniversitelerinizde anadilinizin yerine koyarsanız bu gerçekten
“felaket” olur. Maalesef biz bu felaketi uzun zamandır yaşıyoruz. Bunun sonucu olarak da,
kendi değerlerine inanmayan aşağılık kompleksli insanlar, aydınlar yetiştiriyoruz. Kendi
değerlerimizi aşağılayıp başkalarına ait olanı yüceltmeyi, başkalarına benzemeyi, teslim
olmayı ilerilik, çağdaşlık, gibi algılıyoruz.
Derine dalıp, örnekler vererek sözü uzatmak istemiyorum. Bu gün yeryüzünde, okullarında
yabancı bir dille eğitim yapan, bilim, sanat, kültür insanı yetiştirmeye çalışan, sömürge
ülkeleri ve Türkiye dışında başka bir ülke yoktur. Bu, en hafif ifadesiyle ayıptır…
Bir röportajınızda yazma sebebinizi en çok “güzele olan
özlem” olarak ifade ediyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Bu sözü, ne zaman hangi bağlamda söyledim, unuttum. Ancak
doğrudur. Bu gün de güzel olana duyduğum özlemle yazıyorum.
Çünkü insanı yaratan güzel yaratmıştır. İnsan güzeli sever, güzeli
özler. Kötülüklere bulaşmış insanın içinde bile güzele, güzelliklere
duyulan özlem vardır. Yazdıklarımda çirkin bir olayı anlatıyor olsam
da satır aralarına, kurulmamış cümlelerime bu özlemi mutlaka
yerleştiririm. Dikkatli okuyucum hangi güzelin, hangi güzelliklerin
özlemiyle yazdığımı hisseder.
Niçin yazdığıma dair daha büyük, daha parlak sözler söyleyebilirim,
ancak hoş olmaz. Sadece, “Doğru bir iş yaptığıma inandığım için
yazıyorum.” demekle yetineyim.
Ağustos’2014 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Düşüncelerin, duyguların birkaç kelime ve hareketle ifade edildiği günümüzde
dilimizin bu kadar kısır kullanılmasının sebebi sizce nedir?
Öncelikle test… Biz, ilkokullardan üniversiteye kadar düşünmeyi test uygulamalarıyla adeta
yasakladık. Hiç bilmediğiniz bir bilim dalında, beş seçenekli soruların yer aldığı bir testle sınava
alınsanız yüzde yirmi şansınız vardır. Her şey başkaları tarafından hazırlanmış, siz sadece tercih
ediyorsunuz, işaretliyorsunuz… Dizi seyreder gibi, zahmetsiz, külfetsiz… Kendi iradesiyle
düşünemeyen, seçemeyen, yorumlayamayan, karar veremeyen, tembelliğe alışmış insan, elbette
başkalarının dayattığı kısır kelimelerle iletişim kurmaya çalışacaktır. “Terör örgütlerinden nefret
ediyorum!” demek yerine “Terör, nefret!” demeyi yeterli bulacaktır. Tek çare seviyeli edebi eserlerle
duygu, düşünce ve hayal dünyamızı geliştirmektir. Bunu yapamayan insan; biraz kör, biraz sağır, biraz
dilsiz kalır.
Biz geleceğin edebiyat öğretmenlerine
öğütleriniz neler olur?
Bu mesleği seçmiş olmanızdan dolayı öncelikle sizleri
kutluyorum. Dünyanın en güzel, en özgür mesleği edebiyat
öğretmenliğidir. Çünkü edebiyatın konusu insan ve insanı
ilgilendiren her şeydir… Böylesine geniş, evreni bütünüyle
kucaklayan bir alanda kendini yetiştirmiş bir öğretmenin
başarısız olma ihtimali yoktur.
Bir edebiyat öğretmeninin öğrencilerine yapabileceği en
büyük iyilik, onlara hiçbir zaman vazgeçemeyecekleri güzel
bir okuma alışkanlığı kazandırmak olacaktır. Bu alışkanlık,
onları ömür boyu olumlu yönde etkileyecektir. Her alanda daha etkili daha başarılı olmalarını
sağlayacaktır. Çevrelerinde itibarlarını artıracaktır. Onları sıradan, sürüden, herhangi biri olmaktan
çıkarıp sıra dışı insanlar haline getirecektir. Çünkü okuyan insan; sürekli kendini yenileyen, dolu dolu
yaşayan, hayatı diğerlerine oranla bin kez daha anlamlı kılan insan demektir.
Son olarak okurlarınızı bekleyen, üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var
mıdır? Ayrıca sizi Bursa’da kitap fuarlarında da görme şansımız olacak mıdır?
Bursa kitap fuarında katılmayı, oradaki okurlarımla buluşmayı ben de isterim. Şartlar uygun olur mu
bilmiyorum. Kitap fuarlarına katılım, fuarı düzenleyenlerle yayınevlerinin gayret ve planlamalarıyla
gerçekleşiyor. Kitaplarımı basan dağıtan Akçağ’ın katılacağını sanıyorum. Bizi de içine alan bir
planlama yaparlar mı, bilemiyorum.
Baskıya verilmiş yeni bir hikâye kitabım var. Adına “Sen Ağlarsan” dedik. Duygusal hikâyelerin
çoğunlukta olduğu bir kitap… Sevilerek okunacağını umuyorum.
Sayın hocam değerli vaktinizi ayırdığınız için çok teşekkür ederiz...
Yaptığınız işten dolayı seni ve arkadaşlarını kutluyorum ve kolaylıklar diliyorum. Sağlık ve
başarı dileklerimle...
Ağustos’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
VAGONUN BİRİNDE BİR HENGÂME,
ÇIĞLIĞI BASIYOR ALTI AYLIK BEBE
BU SEFERİ DEHLİZDE .
SABAH RÜZGARINDAN BERİ YOL
ALIYOR BOZKIRIN İÇİNDE.
YOLCULAR İSTİFLENMİŞ
UYKULU BİR HALDE,
GÜNEŞİN KAVURDUĞU DA
MAHRUM BIRAKTIĞI DA AYNI
YERDE.
KULAĞA GELEN FISILTILAR
YAVAŞLIYOR AKŞAMIN ESİNTİSİYLE.
PENCERENİN DIŞINDA SERSERİ BİR
RÜZGAR,
CAMA VURUYOR DELİCE.
BİR IŞIK SEÇİLİYOR ARAFDAN ,
MAĞRUR BİR ŞEKİLDE.
BİR İSTASYON GÖRÜLÜYOR UZAKTAN,
HER TARAFI VİRANE.
YOLCULAR TRENDEN İNİYOR ,
NEFES ALIŞ VERİŞLERİ KESİKÇE...,
UYUŞUK BİR SOĞUK KOL GEZİYOR
ETRAFTA AVARE
MOLA BİTİMİNDE ARKADA BİR DAĞ YAĞMURU
YAĞIYOR SESSİZCE.
YOL ALIYOR TREN,
YİNE BİR SARDALYE SAKİNLİĞİNDE .
EGZOS DUMANIN ARDINDAN
ÖZLEM ÇEKTİĞİ ISIRGAN KOKULU BELDEYE
ağır yolcu
Sema Keser
Ağustos’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Eğer “Kültür-Sanat meraklısıyım, müze gezmeyi seviyorum” diyorsanız size müze tavsiyem olacak:
Aşiyan Müzesi.
Müze gezisine başlamadan önce Tevfik Fikret’i hatırlamakta yarar var.
Osmanlı imparatorluğunun dağılma sürecine eşlik eden Edebiyat-ı Cedide topluluğunun üyesi.
Galatasaray Sultaniyesi’nde okudu. Bu okulda Recaizade Ekrem ve Muallim Naci gibi devrin önemli
edebiyat isimlerinden ders aldı. Şiire başlayışı bu yıllara denk geldi. İlk şiiri Tercüman-ı Hakikat
Gazetesi’nde yayımlandı. Liseyi birincilikte bitirdi. Robert Kolej başta olmak üzere çeşitli okullarda
ders verdi. 1895 yılında Servet-I Fünun hayatı başladı. Dergide ‘’ Tevfik Fikret’’ imzasıyla yazdı.
Zamanla derginin etrafında yenilikçi bir grup toplandı.Bu grup sanat ve edebiyatta yeni atılımlar
yapmayı düşünen,ağdalı dil ve karamsarlığı ile tanındı. 1900’lü yılların başında Servet-i Fünun
kapandı, baskılı yöntem canını sıktı. Bu şartlar altında Fikret bütün suçu İstanbul’a atan ‘’SİS’’ şiirini
yazdı, Aşiyan’da inzivaya çekildi. Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte yeniden kavgaya katıldı. Rahatsızlık
duyduğu durumlar karşısında sesini yükseltmekten geri kalmadı. Milleti bilgisiyle aydınlatacak bir
kahraman olarak yetiştirdiği oğlu Haluk’un üzerinden Türk gençlerine itafen şiirler yazdı. Son yıllarını
çocuk şiirleri yazarak geçirdi. Yalın bir dil,basit ifadeler ve hece ölçüsüyle yazdığı şiirleri ‘’Şermin’’adlı
kitabında topladı. 19 Ağustos 1915 yılında Aşiyan’da hayata veda etti.
AŞİYAN MÜZESİ
Aşiyan Müzesi, şair Tevfik Fikret'in yaşamının son yıllarında kapandığı
ev. Boğaz manzaralı bol yeşillikli bu köşkte, Tevfik Fikret'in de
mensubu bulunduğu Edebiyat-ı Cedide (Servet-i Fünun) Topluluğu'na
ait özel eşyalar sergilenmekte. Tevfik Fikret ve eşi Nazime Hanım'ın
oturduğu ev 1940 yılında İstanbul Belediyesi tarafından satın
alınmıştır. 1945 yılından beri Edebiyat-ı Cedide Müzesi olarak
ziyarete açıktır. Şairin daha önce Eyüp Mezarlığı'nda bulunan naaşı
1961 yılında bu bahçeye nakledilmiş ve bu tarihten sonra ev "Aşiyan
Müzesi" adını almıştır.
Müze 3 katlı. Evin kapısında Fikret’in büstü yer alıyor. Girişte bozuk
para karşılığında galoş alıyorsunuz ve Farsça "yuva" anlamına gelen
Aşiyan Müzesi'nde gezmeye başlıyorsunuz. Kapıdan girer girmez sizi
o dönemin modası olan koltuklar, halılar, duvar döşemeleri ve
sanatçılığın simgesi tablolar karşılıyor. Tabloların çoğu Tevfik Fikret'in fırçasından çıkma.
Ağustos’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Şairimiz ressam kimliği ile de tanınmakta. Ama asıl sürpriz sol tarafta koltuğuna oturmuş bacak bacak
üstüne atmış, ziyaretçilerini yüzünde donuk bir tebessüm ve o eşsiz bıyıklarıyla karşılayan şairimizin
bal mumu heykeli.
Ne yalan söyleyeyim görünce bir an korktum :)
Koca bir avizenin aydınlattığı bu salon şairimizin misafirlerini ağırladığı yer. Heykelin yanında bir tablo
göze çarpıyor. Bu tablo,onu bir nevi asıl ününe kavuşturan "Sis" şiirinden esinlendiği bilinen Halife
Abdülmecit Efendi'nin "Sis" tablosudur. Modern kültürün simgesi şömine karşı duvardan sizi
selamlıyor. Gösterişli hayatın en sade yeri şömineli kısımda Fikret’in babasının hatıralırına yer
verilmiş. Ardına kadar açılmış iki kapı var.
Balmumu heykele yeniden göz atıp hemen yanındaki kapıya yöneliyoruz.Şairimizin dinlenme odasına
giriyoruz. "Edebiyat-ı Cedide Odası"adı verilmiş buraya. İsminden topluluğa ait bir oda olduğu
anlaşılıyor. Ama odada Halife Abdülmecit Efendi tarafından yapılmış bir başka şair/yazar Recaizade
Mahmut Ekrem'in yağlıboya portresinin yanında topluluğun diğer sanatçılarının resimleriyle
yetinilmiş. Edebiyat-ı Cedide odasında daha fazla ‘özel eşya’ olsaymış isminin hakkını verirmiş. Olsun.
Gelelim bir diğer odaya: ABDÜLHAK HAMİT TARHAN BÖLÜMÜ
İtiraf etmeliyim ki müzeye gidiş sebebim Can Dündar'ın "Lüsyen" romanıydı. Döneminde 'Şair-i Azam'
olarak anılan Abdülhak Hamit'i ve büyük aşkı Lüsyen'in anlatıldığı kitapta harika ikilinin fotoğraflarının
aslını müzede olduğunu öğrendim. Ardından yanıma meraklı bir arkadaşımı da alarak yollara düştüm.
Aşiyan yokuşunu çıkarken(ki o yokuşu çıkarken vazgeçmeyi bile düşündüm) o atmosfer için sadece
Lüsyen önemliydi. İçerisini gördükten sonra fikrim değişti tabi. Sadece edebiyat turizmi için değil, bir
dönem boyunca Pazartesi günlerimi dolduran,isminin geçtiği her makaleyi merakla okuduğum insanın
yuvasını görmek için de oradaydım. Binbir merakla girdiğim yer Hamit'e ayrılmış durumda. Kuzey
kanadındaki bu odada görenleri kendine hayran bırakan bir Abdülhak Hamit Tarhan tablosu mevcut.
Abdülmecit'in fırçasından çıkmış tablo. Çapkın Şair-i Azam'ın eşlerinin fotoğrafları da yer alıyor. Kitap
kapağı olan Lüsyen portresi diğer duvarda şairin eski eşlerine doğru bakıyor. Neyse ki araya şairin
şıklığı ile dikkat çeken takım elbise sergisi giriyor. İkinci odada ise Şair-i Azam'ın aldığı nişanlar ve aile
büyüklerinin resimleri yer alıyor. Sergilenen bir adet takım
elbise bir adet diplomat üniforması onun hem şair kimliğini
hem de diplomat kimliğini çağrıştırıyor.
Zemin kattan ayrılıp ahşap merdivenleri tırmandıktan sonra
Fikret'in özel hayatına geri dönüyoruz. Bu kez çalışma
odasına giriyoruz. Odanın tasarımı şairin kendisine ait.
Burada ressam olarak da gayet başarılı olduğunu açıkça
gösteren tablolar, öğretmenin düzenli çalışma masası,
kitaplar mevcut. Bir de Robert Kolej’in kestirme yoluna açılan
kapı.
'Yatak Odası'na gıeldiğimizde onu sonsuzluğa uğurluyoruz. Şairimiz 19 Ağustos 1915'te henüz 48
yaşındayken bu odada hayata gözlerini yummuş. Odanın sadeliği dışında dikkat çeken şey başucunda
asılı bir mask olması. Bu mask Tevfik Fikret'in yüz maskıdır. Ölüm maskı geleneğinin Türkiye'deki ilk
örneği olan çalışma büyük şairin yüz kalıbı İlk kadın ressamımız Mihri Müşfik tarafından Fikret'in
Ağustos’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ölümünden hemen sonra şairin yüzünden alınmıştır.(Daha sonra aynı işlem Abdülhak Hamit için de
uygulanmıştır.)
Banyoya şöyle bir göz attıktan sonra ahşap merdivenleri bodrum kata inmek için kullanıyoruz.
Bodrum katta yemek odası, mutfak ve çamaşır odası yer alıyor. Yemek odasında Fikret'in ailesinin
kullandığı yemek takımları Boğaz'a bakan masası üzerindedir. Duvarda asılı olan natürmortlar
Fikret'in fırçasına aittir. Duvarda Fikret’in Aşiyan yolunu çıkarken yolda kendi izlerinden başka izlerin
olmayışı üzerine yazdığı çerçevelenmiş şiir dikkati çekiyor.
"Yürürdüm biraz güç,biraz bî-huzûr
Dikenlik,çetin,taşlı bie sâhadan;
Önüm bir yokuş fakat ben muannid,sabûr.
...
Geçerdim basıp birtakım izlere;
Eğildim biraz dikkat ettim yere!
O izler benim,hep benim izlerimdi."
TevfikFikret 21 Şubat 1317
Yemek odasının yanında Şair Nigar Hanım bölümü bulunmaktadır. Şair Nigar Hanım'ın eşyaları
yakınları tarafından 1959 yılında müzeye bağışlanmıştır.
Bu odaya gelince kendinizi 1950'li yıllarda düşünün. Bir salı akşamı Nigar Hanım'ın evinde yemeğe
davetlisiniz. Sizinle birlikte dönemin edebiyat akımını yakından takip edenler de var. Sohbetinin
tadına doyum olmuyor ve bu güzelliğe Şair Nigar Hanım'ın eşşsiz piyanosu eşlik ediyor...
İşte böyle bir yer Aşiyan Müzesi Bir yandan bir dönemin hatıraları içinde gezerken bir yandan boğaz
manzarası sizi zamandan soyutluyor. Evden çıkar çıkmaz İstanbul’un şiirler yazdıran güzelliği Boğaz
manzarası ayaklarınızın altına seriliyor. Bize de Tevfik Fikret’in 99. ölüm yıldönümü için bu yazıyla onu
anmak düşüyor.
Müzeye gitmek isteyenler için ;
Giriş ücretsiz,müze saat 16.00'da kapanıyor,İçeride fotoğraf çekmek yasak. Pazartesi ve Pazar günü
kapalı. Dilerseniz ufak bir ücret karşılığında sesli rehberi edinebilirsiniz Kabataş'tan geçen 22 numaralı
otobüs Aşiyan Mezarlığı'nda indiriyor. Size de o ölümcül yokuşu çıkıp cennete ulaşmak kalıyor.
Işık Selin Orhuntaş
Ağustos’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Hayatında her şey iyiyken
Küçük bir bıçak bütün kalbini parçalar.
Değiştirdiğin yepyeni hayat,
Hep eskileri aratır ama eskilerden daha yenidir.
Ve bir koca çanta elinde,
Sorarlar hayırdır nereye ?
Bakarsın usul usul ve dersin:
Küçük bir gezinti...
Oysa o kadar alışmışsındır ki her şeye,
Ve tuttuğun dal kırılır elinde.
Ama sen hayata üçlenirsin.
Hatta bileklerin kalınlaşır,
Yumrukların sert olur.
Kayayı bile ikiye bölen
Gözyaşların görünmez olur.
Hayatı boşveren
Sevmelerin anlamsız olur.
Yalnızlığa kafa tutan
Ve dertlerin inceltir ipini.
Yepyeni göreve atanan bir öğretmen gibi,
Acemi olur gidişlerin.
Anlamazlar seni.
Hayırdır nereye?
Küçük bir gezinti...
Küçük bir
gezinti
Hasan ATACAK
Ağustos’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Otobüs muavini kendi kendine söylenerek
bagaja yanlış koyulmuş bavullarla
uğraşıyordu. Bir yandan da mesleğinin
zorluklarından yakınıyordu. "Ah!" diyordu.
"Bir gün ben de bu otobüste çalışmak için
değil, keyifle seyahat etmek için
bulunacağım.
Muavin tam bagajı kapatırken arkasından
bir çığlık koptu. Yaşlı bir kadın, genç bir kız
ve bir manavcı birbirine girmişti. Muavin o
yöne doğru adım attı ve ayağına bir
portakal geldi. Her yer ezilmiş portakallarla
doluydu. Yaşlı kadın kırılan gözlüğünün
hesabını soruyordu. Genç kızın özürleri
arasına manavın gür sesi karışmıştı. Etrafta
olanları izleyen insan kalabalığını
otobüslerin kalkışını bildiren anons sesi
dağıttı. Bir an muavin kendi otobüsünün
kalkış saatinin geldiğini hatırladı ve
otobüsüne doğru yöneldi. O sırada elinde
kocaman tekerlekli bavuluyla koşturan
kızın sesinin duydu. Bu acelesinden dolayı
bir portakal tezgâhını devirip, yaşlı kadının
gözlüğünün kırılmasına sebep olan kızdı.
-Bavulumu bagaja koyabilir misiniz?
Aynı anda şoför muavine seslendi.
-Geciktiğinin farkında mısın? Beş dakikadır
seni bekliyorum!
-Şuradaki bavulu koyup geliyorum.
-Neden bavullar zamanında
yerleştirilmiyor?
-Ahmet Ağabey!
-Bavulumu artık koyabilir misiniz?
-Eeeh, yetti artık! Ben gidiyorum.
Muavin çok bile dayandığını düşünerek
çekip gitmişti. Genç kız ve Şoför birbirlerine
bakıp kaldılar bir süre. Ön koltuktaki
yolcular da durum hakkında yorum
yapıyordu. Kimi muavini, kimi şoförü haklı
buluyordu.
Şoför hiç bir şey söylemeden, ama çatılmış
kaşlarla otobüsten indi ve kızın bavulunu
bagaja koydu. Kız otobüse döndü. Şoför
yolculara gecikme olacağını söyledi ve
büroların olduğu tarafa gitti. Genç kız
büyük bir moral bozukluğuyla biletinden
numarayı kontrol ederek yerini buldu.
Pencere tarafı olması gereken yerinde bir
başkası oturuyordu. Koridor tarafı ise
boştu.
-Affedersiniz! Orası benim yerim.
-O tarafa otursan olmaz mı?
-Hayır!
-Kalkayım mı?
-Yani!
Kız yerine oturdu ve ne düşüneceğini
bilmeden başını cama dayadı. Evden
çıktığından beri başına gelmeyen
kalmamıştı. Bu talihsizlik serüveni ondan mı
kaynaklanıyordu yoksa kaderin bir cilvesi
miydi? Yetişmek için çabalarken bir sürü
hasarlara yol açtığı otobüs şimdi kalkmak
bilmiyordu. Evde annesinin ona yapacağı
yemekleri düşünmeye çalıştı. Ama hayır! Bu
kadar olay üstüne düşünemiyordu. Morali
bozulduğu anlarda” browni” yerdi; ama bu
sefer ona öyle geliyordu ki çikolata bile
yetmeyecekti moralinin düzelmesine.
Yanına oturan kadının sevimli, çocuksu bir
yüzü vardı. Ancak saları yüzüyle tam bir
zıtlık içerisindeydi. Onlar daha çok agresif
birisine ait olabilirdi diye geçirdi içinden
genç kız. Normal bir günde tanışsalardı onu
sevebilirdi belki; ama böyle bir günde...
Talihsizlikler
Serüveni Bölüm 1/2
Ağustos’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Kız kafasını koridor tarafına çevirdi ve
birden yanında oturan kadınla yüz yüze
geldi. Kadın çekingen bir tavırla:
-Şey... Ben bu televizyonu bir türlü
açamadım. Bir de sen dener misin acaba?
Kız hiçbir şey demeden bir çırpıda
televizyonu açtı.
-Sağ ol kızım.
-Rica ederim.
Kız kafasını tekrar cama dayamaya yeltendi
ki kadın:
-Çok sık yolculuk ediyorsun galiba? Okuyor
musun?
-Evet
-Sakarya'da mı Bursa'da mı?
-Bursa'da okuyorum.
-Ailen Sakarya'da o zaman.
Kız konuşmak istemediğini belli edercesine
kısa cevaplar veriyordu; ama kadın bir
türlü susmuyordu. Konuşturmaya niyetli bir
havası vardı.
-Adın neydi?
-Kübra.
-Benim de Melahat.
Kübra dayanamayarak gülümsedi. "Tam da
ismine uygun bir kişiliği varmış" diye
düşündü.
-Hah şoför nihayet geldi.
Kübra da şoförün gelmesine sevinmişti.
Tabi bu buruk bir sevinçti. Çünkü
gecikmeye sebep olan yine kendisiydi.
Şoför yanında yeni bir muavinle dönmüştü.
Yarım saatlik bir gecikme tüm yolcuların
canını sıkmıştı. Herkes şoför içeriye girer
girmez homurdanmaya başlamıştı. Kübra
içinden sadece şunu geçiriyordu. "Beş
saatlik yolculukta ben bu kadınla ne
yapacağım?"
Yolculuk başlamıştı. Muavin herkese tek tek
nerede ineceklerini soruyordu. Melahat
Hanımın İzmit'te ineceğini öğrendiği anda
5 saatten iyidir diye düşündü.
-Ah, ahh...
İşte yine başlıyordu kadın. Bu "ah" ile
başlayan cümlelerin sonunu mahalledeki
komşulardan öğrenmişti. Hayat hikâyesinin
başlangıcıydı muhtemelen bu cümle...
-Benim de senin gibi bir kızım vardı. Eve
gelirken trafik kazası geçirdi.
-!!!?
Kübra'nın bir an içi ürpermişti. Kadın onu
öyle bir noktasından yakalamıştı ki kulak
vermemek elde değildi. Başını kadından
yana çevirdi.
-Çok üzüldüm. Allah rahmet eylesin, dedi.
...
Ağustos’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ÜŞÜYEN GÖZLERİM VAR BENİM,
KARANLIĞA MAHKUM OLAN .
KAR TANESİ HAYALLERİM,.
ERİMEKTEN YAĞMUR OLAN
GÜNEŞE AÇ BİR BEDENİM,
ÜZERİNDE FIRTINA OVALARI OLAN.
SABANIN BİLE TİTRETEMEDİĞİ FİKİRLERİM,
SONSUZLUK DENİZİNDE BİLETİ OLAN.
KADER ÇÖLLERİNDE YÜRÜYEN İNANCIM,
KUM TANELERİNE YOLDAŞ OLAN.
YILDIZLAR MİSALİ BİRİKTİRDİKLERİM VAR,
İÇİNDE GÖKKUŞAĞININ RENKLERİ OLAN .
TERTEMİZ BİR DÜNYAM VAR,
İSTAVRİT PULU ŞEFFAFLIĞINDA OLAN.
FESLEĞEN KÖKÜNÜN BİLE KONUŞTUĞU BİR CENNETİM VAR,
İÇİNDE YALNIZLIK ADINDA BİR DÜŞMAN OLMAYAN.
Bir Garip Masal Sema Keser
fotoğraf Aybige Akdağ
“Akşam, yine akşam, yine akşam Bir sırma kemerdir suya baksam; Akşam, yine akşam, yine akşam Göllerde bu dem bir kamış olsam!”
Abant
2014
Ağustos’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Arka Kapak bu ay da Türk edebiyatından Dünya edebiyatına birbirinden değerli üç kitapla
karşınızda. İşte sizler için derlediğimiz eserler...
ELVEDA GÜLSARI
YAZAR: CENGİZ AYTMATOV
Cins ve ünlü bir yorga olan Gülsarı adındaki atın doğumundan,
yaşlanarak ölümüne kadar geçen fırtınalı hayat macerası, romanın
ana konusu gibi görünür. Ama atın sahibi Tanabay'ın ve Tanabay
gibi devrime inanmış Kırgız gençlerinin hayatı, daha az çalkantılı,
daha az çileli geçmemiştir. Bunu, Tanabay'ın, can çekişen sevgili
atının başında, yüreği üzüntülerle dolu olarak geçirdiği bir kaç
saatlik süre içinde kendisiyle, geçmişiyle hesaplaşmasından
anlıyoruz. Tanabay, o birkaç saatlik süre içinde kendi çocukluğunu,
gençliğini ve yaşlılığını, sevinç ve açılarıyla, umut ve
umutsuzluklarıyla, sevap ve günahlarıyla yeniden yaşıyormuş gibi
hayalinde canlandırıyor.
Aytmatov, kendine özgü anlatım biçimi ve gücü ile, Kırgız - Kazak ellerinin doğasını, Kırgız -
Kazak Türklerinin töresini ve folklorunu da pek canlı olarak gözler önüne seriyor. Aşk ve
heyecan, çarpıcı örneklerle eleştiri, okur için derin edebî haz, yazarın bu eserinde de yoğun
olarak vardır. Bir şey daha var: Tanabay'ın o çok özverili ama çileli hayatını okurken, onun
gençliğinde yürekten bağlandığı bir siyasî rejimin, komünizmin, can çekiştiğini, bugünkü
dağılma ya da çöküşün kaçınılmazlığını da görüyoruz.
ALEMDAĞDA VAR BİR YILAN
YAZAR: SAİT FAİK ABASIYANIK
Sait Faik Abasıyanık'ın sağlığındayken yayımlanan son kitabı olma
özelliğini taşıyan Alemdağ'da Var Bir Yılan, yazarın milyonlar
içindeki yalnızlığını etkileyici bir dille anlatıyor. Bu kitapla hikâye
anlayışına ve anlatımına yenilikler getiren yazar; topluma,
doğaya, hayata yepyeni açılardan bakarak, birtakım duygularını
apaçık ortaya koyması açısından önem taşıyor. Yazarın bu
öykülerde anlatmak istediğini söyleyebilmek için hikâyelerinin
ARKA KAPAK
Merve Başol
Ağustos’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
biçimini değiştirdiği gözlemlenir. Artık somut anlatımı bir tarafa bırakmış, soyut anlatıma
geçmiştir.
Yazarın, son dönem hikâyelerinin kahramanı olan Panco'ya da ilk kez bu kitapta rastlanır.
Yazar, kitapta yer alan Bir Hastalık ve Rıza Milyoner gibi öykülerde toplum eleştirisi yapmıştır.
Sarmaşıklı Ev ise Abasıyanık'ın daha önce de denediği tarzda bir gizemli atmosfer hikâyesidir.
Dolapdere röportaj şeklinde yazılmışken, Hişt Hişt! ise yazarın yalnızlığının yok olmasını
dilediği, yaşama bağlılığını gösteren bir öyküsüdür.
FARELER VE İNSANLAR
YAZAR: JOHN STEİNBECK
Pulitzer ve Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan John
Steinbeck'in çağımızın toplumsal ve insani meselelerini
ustalıkla resmettiği eserleri modern dünya edebiyatının
başyapıtları arasında yer alır. Steinbeck romanlarında yalın
ve keskin bir gerçeklik sunarken yine de her seferinde çarpıcı
bir öykü ile çıkar okurunun karşısına. Tarihin bir kesitindeki
dramı insani ayrıntıları kaçırmadan sergilerken, "tozpembe
olmayan gerçekçi bir umudun" türküsünü dillendirir. Bu
nedenle eserleri edebi değerleri kadar güncelliklerini de hiç
yitirmemiştir.
Fareler ve İnsanlar, birbirine zıt karakterdeki iki mevsimlik
tarım işçisinin, zeki George Milton ve onun güçlü kuvvetli ama akli dengesi bozuk yoldaşı
Lennie Small'un öyküsünü anlatır. Küçük bir toprak satın alıp insanca bir hayat yaşamanın
hayalini kuran bu ikilinin öyküsünde dostluk ve dayanışma duygusu önemli bir yer tutar.
Steinbeck insanın insanla ilişkisini anlatmakla kalmaz insanın doğayla ve toplumla kurduğu
ilişkileri de konu eder bu destansı romanında. Kitabın ismine ilham veren Robert Burns
şiirindeki gibi; "En iyi planları farelerin ve insanların / Sıkça ters gider..."
“Ben kendim de bayağı uzun bir süre göçmen işçiydim. Öykünün geçtiği yerlerde çalıştım.
Karakterler bir yere kadar, çeşitli insanların karışımıyla ortaya çıktı. Lennie ise gerçek
biriydi. Şu anda Kaliforniya'daki bir akıl hastanesinde. Onunla haftalar boyunca yan yana
çalıştım. Gerçek Lennie bir kızı değil, bir ustabaşını öldürdü. Kızgındı, çünkü patron
arkadaşını işten çıkarmıştı, Lennie dedirgeni karnına saplayıverdi. Bunu arka arkaya
defalarca yapışını izlediğimi anlatmaktan nefret ediyorum. Onu, çok geç olmadan
durdurmayı başaramadık.”
John Steinbeck, The New York Times röportajı, 1937
Ağustos’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
9 Eylül 1932 yılında dünyaya geldi Müşfik
Kenter. Babası bir diplomattı. Diplomat Ahmet
Naci Kenter bir partide İngiliz Olga Cynthia ile
tanıştı böylece bir aşk serüveni başladı. Bu
evlilikten olan çocuklardan biri Müşfik Kenter
İstanbul’da gözlerini açtı hayata. Hiç aklında
yokken birden kendini konservatuvarda buldu
ablası Yıldız Kenter’in teşvikiyle. 1947 yılında
Ankara Devlet Tiyatrosu Çocuk Bölümü’nde
tiyatroya başladı. 1955 yılında aklında bile
olmayan bu bölümü derece ile bitirdi ve
bununla tiyatroya nasıl bir aşk ile bağlı
olduğunun ilk resmi kanıtını göstermiş oldu.
Aynı yıl Devlet Tiyatrosu’na girdi ve dört yıllık
bir çalışmanın ardından buradaki işini bıraktı.
Müşfik Kenter için yeni kapıların açılacağı,
kendinin yeni kapılar inşa edeceği yıllar
İstanbul’a gitmesiyle başlayacaktı artık.
İstanbul’da ablası Yıldız Kenter ve Muhsin
Ertuğrul ile çalışmaya başladı. Bu dönemde
Şükran Güngör ve Kamuran Yüce ile tanıştı ve
beraber birçok başarılı işe imza attılar. 1961
yılında Site Tiyatrosu'nu kurdular. 1962'de ise
adını Kent Oyuncuları olarak değiştirdiler.
Yıldız Kenter ve Şükran Güngör ile birlikte
1968'de İstanbul'da Kenter Tiyatrosu'nun
binasının inşaatını tamamladı. Bu tiyatro için
ellerindeki tüm paralarını ortaya koydular.
Büyük bir turne düzenleyip Anadolu’yu
gezdiler. Üstelik koltuk satma kampanyası bile
düzenlediler. Her şey sanatları içindi. İçlerinde
yanan tiyatro yapma aşkı içindi.
Çalışmaları ve tiyatro hayatı Türkiye
sınırlarını da aşan Müşfik Kenter, İngiliz Kültür
Heyeti ve Rockefeller'den burslar alarak
Amerika ve İngiltere'de tiyatro araştırmaları
yaptı. İngiltere, ABD, Fransa, Almanya,
Yugoslavya, Kıbrıs gibi birçok ülkede oyunlar
sergiledi. Bir Garip Orhan Veli oldu senelerce.
Şiirleriyle birlikte ülkenin içinde oradan oraya
koşturdu. Bu oyun aynı oyuncuyla Türkiye'de
en uzun süreli sergilenen eserlerden biri oldu.
Tiyatro yapmakla yetinmedi. Başarılı bir
şekilde sinema oyunculuğu da yaptı.
Sevenlerinin karşısına başarılı işlerle çıktı.
Belgeseller seslendirdi, yerli, yabancı filmlerde
o etkileyici sesini duyurdu.
BİR GÜZEL AŞK
Ağustos’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Kimi zaman küçük bir rolle bile ne kadar çok şey anlatılabildiğini gösterdi bizlere.
1982 yılında Füruzan’ın yazdığı bir öykü, kısa bir dizi oluvermişti. Gecenin Öteki Yüzü Müşfik Kenter’in
sözleriyle akılda kaldı. Karşısında Zuhal Olcay ve o monolog akıllardan çıkmadı.
Bu ay ölüm yıl dönümü değerli sanatçının.
Müşfik Kenter 15 Ağustos 2012 tarihinde akciğer
kanseri nedeni ile tedavi gördüğü hastanede vefat
etti. Eşi Kadriye Kenter ile birlikte Aşk Mektupları
adlı oyunu sahneliyorlardı o yıl. Son oyunları oldu.
Yine aşk ile…
( Kadın denize atlamak üzeredir. Adam kadını görür,
ona yaklaşır ve sorar: )
— Ateşin var mı?
…
— Sigara içmez misin?
…
—Allah bilir rakı da içmezsin.
Konuşmasını da bilmezsin değil mi?
…
—Sen kuşları da sevmezsin, çiçekleri de.
Söyle öyle değil mi? Çocukları…
…
—Canın çekmez mi hiç keyif etmeyi?
Parayı sever misin parayı? Onu da mı!
Erkeklerden nefret ediyorsun ha! E sana da bu
yakışır.
At kendini denize ne duruyorsun. Benim yarı yaşım
kadar bile yoksun, güzelmişsin de.
Derdin mi çok, benden de mi çok?
At kendini şuradan denize seni o paklar.
(Kadın bir çakmak çıkartır ve adamın sigarasını
yakar.)
—Madem ateşin var ne duruyorsun karanlıkta.
Haydi, koş hayata.
Ve adam uzaklaşırken:
—Hey bre Karaca Ahmet! Kara mezarlık sana
gelmiyorum işte var mı bir diyeceğin?
Sultan Demirtaş
Ağustos’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Sevgili İncir Çekirdeği okuyucuları bu ay sizlerle birbirinden güzel
bulduğum animasyonları paylaşacağım. '' Çocuk filmleri mi paylaşacaksınız! ''
dediğinizi duyar gibiyim fakat bazı animasyonlar var ki bence çocuklardan ziyade yetişkinler izlemiştir.
İşte bunlardan seçtiklerimiz...
Belleville’de Randevu
Vizyon Tarihi 20 Şubat 2004 (1s 20dk)
Yönetmen: Sylvain Chomet
Oyuncular: Michel Robin, Jean-Claude Donda,
Monica Viegas
Tür: Animasyon , Komedi , Aile
Ülke: Fransa , Belçika , Kanada , İngiltere , Letonya
Öncelikle söylemek gerekir ki "Les Triplettes de
Belleville" gerçek bir eskiokul, "oldschool" bir
animasyon filmi. Son dönemlerde moda olan nu-
school çizgi filmler ile en ufak bir bağ taşımayan Les
Triplettes de Belleville-Belleville'de Randevu,
harikulade bir Fransız çizgi-sinema örneği olarak bir hayli
ses getirdi. Champion, babaannesi tarafından büyütülen bisiklet delisi bir çocuktur. Torunundaki
potansiyeli gören kadın, çocuğu dünyaca ünlü bisiklet yarışı Tour de France'a hazırlamaya başlar.
Fakat yarış esnasında iki gizemli siyahlar giyinmiş adam Champion'u kaçırır. Madame Souza ve sadık
köpeği Bruno onu kurtarmak için hazırlanırlar. Arayışlar onları okyanusın öbür ucundaki 'Belleville'
adındaki dev megapole götürür. Orada 1930'ların tuhaf müzikhol yıldızlarından "Belleville Üçlüsü"yle
karşılaşırlar, yıldızlar Souza ve Bruno'ya yardımcı olurlar.
Mary and Max
Yönetmen: Adam Elliot
Oyuncular: Toni Collette, Philip Seymour Hoffman, Eric
Bana.
Tür: Animasyon , Komedi , Dram
Ülke: Avustralya
Mary, Avustralya'nın kenar mahallerinden birinde
yaşayan, sorumsuz ve yoksul bir aileye sahip olan, sekiz
yaşındaki yalnız bir kız çocuğudur. Küçük kızın
konuşabildiği tek kişi mektuplaştığı Avustralyalı bir savaş
BEYAZ PERDE’DEN
Afra Nur Akkayalı
Ağustos’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
gazisidir. Postaneye gittiği bir gün şans eseri bir New York adres rehberi görür. Rehberi karıştıran
Mary, New York'ta yaşayan Max Jerry Horowitz isimli bir adama mektup yazmaya başlar. Max,
Manhattan'daki dairesinde yalnız yaşayan, ruhsal problemleri olan asosyal ve obez bir adamdır. 44
yaşındaki Max, Mary'nin mektubunu alır ve cevap yazmaya koyulur. Aralarında gelişen dostluk hayat
hakkında acı ve tatlı gerçeklikleri beyaz perdeye sevimli ve dokunaklı bir şekilde yansıtır.
Animasyon sinemasının en önemli eserlerinden biri olan Mary and Max, genç yönetmen Adam
Elliot'un ilk uzun metrajıdır.
Yürüyen Şato
Vizyon Tarihi: 9 Haziran 2006 (1s 59dk)
Yönetmen: Hayao Miyazaki
Oyuncular: Chieko Baisho, Takuya Kimura, Akihiro Miwa
Tür: Animasyon , Fantastik , Aile
Ülke: Japonya
Sıradan bir genç kız olan Sophie şeytani bir cadı tarafından büyüyle
doksan yaşında bir kadına dönüşür. Sophie artık fazlasıyla yaşlanmış
ve çevresi tarafından tanınmaz bir görünüme bürünmüştür. Bu
yüzden büyük bir umutsuzluğa kapılan ve yaşadığı yeri terk etmek
zorunda kalan Sophie, Howl isimli yürüyen bir şatoda yaşayan bir
büyücünün yanına yerleşir. Bu şatoda yaşayan cinlerden biri de
Sophie ile aynı kaderi paylaşmaktadır. Aynı amaç etrafında buluşan
ikili kendilerine yapılan kara büyünün etkisini yok etmeye
çalışacaklardır. Bu sırada şatonun dışında patlak veren savaş ülkenin
birlik ve beraberliğini tehdit etmektedir. İkili artık hem kendileri için hem de ülkeleri için canları
pahasına savaşmak zorunda kalacaktır.
Animasyon dehası Hayao Miyazaki imzalı olan film animasyon türünün en yaratıcı yapıtlarından biri.
Karmakarışık
Yayın tarihi: 24 Kasım 2010 (Kanada, ABD)
Yönetmenler: Nathan Greno, Byron Howard
Film müziği: I See The Light
Film müziğinin bestecisi: Alan Menken
Karmakarışık Walt Disney Animation Studios tarafından üretilen 2010
Amerikan animasyon fantastik-komedi filmi. Disney animasyon filmleri
listesinin 50. filmi. Konusu Alman peri masalı Rapunzel'e dayanır.
Ağustos’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Günümüz kadınları aklımızın alamayacağı
her meslekte yerlerini koruyorlar. Modern
yaşam ve ekonomik şartları kadınların da iş
hayatında yer almasına olanak sundu. Kadın
evinden çıkarak iş hayatına adım attı ve
kendisine orada bir yer bulma ve var olma
çabası içerisine girişti. Muhteşem
anneliklerinin yanı sıra iyi bir doktor, avukat,
öğretmen, ressam, mühendis vb birçok meslek
dallarında yerlerini korumayı sürdürüyorlar. Peki,
kadınların şu an işimizi kolaylaştıracak pek çok şeye imza attığını söylesek? Gelin bakalım kimler bize
bu iyiliği yapmış bir sıralayalım:
Marion Donovan: 1951 yılında icat ettiği bebek bezi günümüzde
hala pek çok ailenin kullandığı kurtarıcı bir buluştur. Donovan ayrıca
evde yaşamı kolaylaştırmak için, çoklu askı, diş ipi ve elbise
arkasındaki fermuarı kolay kapatma gerecini de içeren bir düzineyi
aşkın buluşun patentini alan üretken bir
mucittir.
Mary Anderson: Yağmurlu günlerde araba
kullanmaktan nefret eden Anderson bir tasarımcıyla birlikte araba sileceği
tasarladı ve 1903’te patentini aldı.
Josephine Cochran : Bulaşık makinasını icat etmiştir.
Marga Faultsch: Gözlük camı, bir kimyager olan Marga Faultsch tarafından
icat edilmiştir.
Ada Byron Lovelance: İlk bilgisayar programı
Lovelance’ye aittir.
Alice H. Parker: Merkezi
ısıtma sistemini geliştirmiştir.
Bunun için 1919’da patent için
başvuru yapmıştır. Bununla ısıyı
odalara eşit şekilde yaymayı
amaçlamıştır.
Mucit Kadınlar ve İcatları
Ağustos’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bette Nasmith Graham: Tükenmez kalemle yazarken
yaptığı yanlışlardan bıkan Graham,daksili icat etmiştir.
Helen Free: Şeker hastaları için evde
uygulanabilen diyabet testini bularak
hastaların yaşamını kolaylaştırmıştır.
Ida Forbes: Şu an neredeyse tüm mutfakta
adeta elimiz kolumuz olan su ısıtıcısının
mucididir.
Amanda Jones: Jones buzdolabının
mucididir.
Stephanie Kwolek: Stephanie,
kurşun geçirmez yeleği bulmuştur.
Listemize aldığımız 11 kadın mucidi andıktan sonra aslında her kadının bir mucit
olduğunu ve evlerinde her gün nice hayatları kolaylaştırdığını hatırlatarak keyifli
okumalar dilerim!
Sırdem Kemiksiz
Uludağlı Edebiyatçıların Sesi, İncir Çekirdeği...