İncir Çekirdeği 6. sayi

46
Eylül 2014 Sayı: 6 dil, edebiyat, kültür, sanat 2014 UNESCO İsmail GASPIRALI Yılı SUNAY AKIN SÖYLEŞİSİ Shakespeare “Dahi Hırsız” İlk Tiyatromuz: Şair Evlenmesi Şinasi ve

Upload: incir-cekirdegi-dergisi

Post on 03-Apr-2016

260 views

Category:

Documents


10 download

DESCRIPTION

İncir Çekirdeği Dergisi Eylül 2014 sayısı

TRANSCRIPT

Page 1: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül 2014 Sayı: 6 dil, edebiyat, kültür, sanat

2014 UNESCO

İsmail GASPIRALI

Yılı

SUNAY

AKIN SÖYLEŞİSİ

Shakespeare “Dahi Hırsız”

İlk Tiyatromuz: Şair Evlenmesi

Şinasi ve

Page 2: İncir Çekirdeği 6. SAYI

İncir Çekirdeği

Dergisi

Genel Yayın Yönetmeni

Ayşe Bengisu Akdağ

Yazı İşleri Müdürü

Sırdem Kemiksiz

Editörler

Sultan Demirtaş

Kübra Tarakçı

Yazarlar

Afra Nur Akkayalı

Beyza Arı

Busenur Aslan

Hatice Türk

Hilal Akarslan

Işık Selin Orhuntaş

Mehmet Altınova

Merve Başol

Sema Keser

Süleyman Erkut

Tuğçe Erkol

İletişim

[email protected]

facebook.com/incircekirdegidergisi

https://twitter.com/IncirCekirdegiD

EDİTÖRDEN...

Sevgili İncir Çekirdeği okuyucuları...

Beş ayı gerimizde bırakarak sizlere altıncı sayımızı sunuyor

olmamızın haklı sevincini yaşıyoruz. Bu zaman diliminde

edebiyat adına çıktığımız serüvende bizlere eşlik eden ve

aramıza yeni katılarak dergimize farklı renkler sunan

arkadaşlarıma minnetlerimi sunarım. Hiç yılmadan bu dergiyi

çıkartmamıza sebep olan siz değerli okuyucularımıza göstermiş

olduğunuz ilgiden dolayı teşekkürü bir borç bilirim.

Bu ay yine sizlere edebiyat zevkini yaşatacak güzel bir sayıyla

karşınızdayız. Öncelikle UNESCO’nun 2014 yılını ‘’İsmail

Gaspıralı’’ yılı ilan ettiğini hatırlatarak başlamak istiyorum.

Gaspıralı’nın yaşamını ve mücadelesini sizlere dosya konumuz

olarak kendi de Kırımlı bir büyükdedenin torunu olan ‘’Ayşe

Bengisu Akdağ’’ anlatıyor. Söyleşi serimiz ise ‘’Sunay Akın’’ ile

devam etmekte. Onun hayatını ve ‘’Oyuncak Müzesi’’nin

kapılarını bize bu ay ‘’Işık Selin Orhuntaş’’ açıyor. Shakespeare’in

bilinmeyenlerini bizlere ‘’Tuğçe Erkol’’ sunuyor. “Sultan

Demirtaş’’ tiyatro köşesinde bizlere ölüm yıl dönümünde

Şinasi’nin tiyatroculuğunu anlatıyor. İlk bölümünden itibaren

merak uyandıran ‘’Ardından’’ yazı serisi üçüncü bölümüyle

okunmayı bekliyor. Ve son olarak İncir Çekirdeği Dergisi ailesi

olarak tatlı bir hüzünle Avrupa’ya yolcu ettiğimiz ‘’Kübra

Tarakçı’’nın ‘’Bir Erasmuslu’nun Güncesi’’ yazı serisi sizleri

bekliyor.

Dergimizi siz okuyucuların zevkine sunar, büyük bir heyecanla

beklediğimiz yeni eğitim öğretim yılının güzel anılar bırakarak

geçmesini temenni ederim…

Sırdem Kemiksiz

Yazı İşleri Müdürü

Page 3: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Havadis

Şiir / Bekir Sıtkı Erdoğan

Ölüm / Emre Koç

Gelmedim Davi İçin / Hatice Türk

Dört Güzelin Masalı / Busenur Aslan

Ardından – 3. Bölüm / Sırdem Kemiksiz

Şiir – Papatya / Süleyman Erkut

Mavi Yolculuk / Hilal Akarslan

Dilde, İşte, Fikirde: Gaspıralı– A. Bengisu Akdağ

Gaspıralı / Şiir

Gaspıralı’dan Mehmed Emin Yurdakul’a Mektup

Sunay Akın’la Söyleşi / Işık Selin Orhuntaş

Şiir – “İçimin Şiirine Hoş geldin Çocuk” / Hatice Türk

Shakespeare Olmak Ya da Olmamak / Tuğçe Erkol

Eylül’dü / Cemal Süreya

Bir Erasmus’lunun Güncesi / Kübra Tarakçı

Osmanlı ve Bizans’ın Tarihi Mirasına Yolculuk / Mehmet Altınova

Şiir / Hüseyin Arda Salkaya

Fotoğraf / Aybige Akdağ

Şinasi’den Şair Evlenmesi / Sultan Demirtaş

Düşler Sokağı / Işık Selin Orhuntaş

Arka Kapak / Merve Başol

Beyaz Perde’den / Afra Nur Akkayalı

İçindekiler

Page 4: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

HA

DİS

Prof. Dr. Bilge

Seyidoğlu Vefat

Etti Halk bilimine, Erzurum halk

edebiyatına büyük

katkılarda bulunmuş,

ömrünün büyük bir kısmını

Erzurum için adamış olan;

Prof.Dr.Bilge Palandöken

Seyidoğlu vefat etti.

Cenaze namazı 13 Ağustos

günü öğle namazının

ardından Levent Camii'nde

kılınan Hocamıza Allah'tan

rahmet; ailesine,

öğrencilerine ve sevenlerine

başsağlığı diliyoruz...

III. Uluslararası

Kaşgarlı Mahmut

Öykü Yarışması

düzenleniyor

Avrasya Yazarlar Birliği

tarafından düzenlenen 3.

Uluslararası Kaşgarlı

Mahmud Hikâye

Yarışması’na başvurular 30

Eylül’e kadar devam ediyor.

Türk dünyasının tek ortak

edebi yarışması olarak

tanımlanan yarışmanın ödül

töreni ise Bakü’de

gerçekleştirilecek.

Melih Cevdet

Anday Şiir Ödülü

Ülkü Tamer’e

verildi

Türkiye Yazarlar Sendikası

(TYS) ve Milas Belediyesi’nin

işbirliğiyle düzenlenen

“Melih Cevdet Anday Şiir

Günleri” etkinliğinde Melih

Cevdet Anday Şiir Ödülü

Ülkü Tamer’e verildi. Ülkü

Tamer, “Bir Adın

Yolculuktu” kitabıyla ödüle

değer görüldü.

33. Uluslararası

İstanbul Kitap

Fuarı Yaklaşıyor

Bu yıl 8-16 Kasım tarihleri

arasında gerçekleştirilecek

olan TÜYAP 33. Uluslararası

İstanbul Kitap Fuarı’nın onur

konuğu Macaristan. Modern

Macar edebiyatının önde

gelen yazarlarının konuk

olacağı fuarda Macar

edebiyatının güncel ve klasik

örneklerine yer verilecek.

Page 5: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bekir Sıtkı

Erdoğan vefat

etti

"Hancı" ve "Kışlada Bahar"

isimli şiirleriyle tanınan Şair

Bekir Sıtkı Erdoğan, 88

yaşında vefat etti.

Cumhuriyet dönemi Türk

şiirinin önemli isimlerinden

Erdoğan, Ankara

Üniversitesi Dil, Tarih ve

Coğrafya Fakültesini de

bitiren Edoğan, Heybeliada

Deniz Lisesi, İstanbul Alman

Lisesi ve Marmara Koleji'nde

edebiyat öğretmenliği yaptı.

Aruz, hece ve serbest

vezinle şiirler yazan

Erdoğan'ın şiirlerinden

bazıları bestelenirken, rubai

türündeki şiirleri birçok

dergide yayımlandı.

Türkiye Çin'de

Otağ Kurdu

21. Pekin Uluslararası Kitap

Fuarı’yla birlikte Türkiye’nin

ulusal standı da açıldı.

Türkiye’ye ayrılan üç alanın

ana bölümünde yapılan

açılışa Türkiye’den Kültür ve

Turizm Bakan Yardımcısı

Abdurrahman Arıcı

başkanlığındaki heyetle Çin

Halk Cumhuriyeti’nden

Medya Bakanı WuShangli

katıldı. WuShangli ise geçen

yıl Çin’in onur konuğu

olduğu İstanbul Kitap

Fuarı’nda çekilen

fotoğraflardan oluşan albüm

armağanıyla jest yaptı.

İstanbul'da 5.

Kültürlerarası

Sanat Diyalogları

Başladı

Beyoğlu Belediyesi ile Yunus

Emre Enstitüsü işbirliğiyle

düzenlenen "5'inci

Kültürlerarası Sanat

Diyalogları", törenle başladı.

İstanbul'da 5 gün sürecek

program kapsamında 12

ülkeden 113 sanatçının

katılımıyla sergi, konser,

tiyatro ve dans gösterileri

gerçekleştirilecek. Yunus

Emre Enstitüsü Başkanı

Hayati Develi, açılışın

yapıldığı Beyoğlu Belediyesi

Tepebaşı Otoparkı'ndaki

konuşmasında, Türk

kültürünü dünyada tanıtmak

için çalıştıklarını söyledi.

Türk Dünyası

Tataristan'da

Buluştu

'TÜRKSOY Müzeler Birliği'

kuruluşunun

gerçekleştirildiği 2013 Bursa

buluşmasından sonraki

‘TÜRKSOY Müzeler Birliği II.

Buluşması’, Türk Dünyası’nı

Tataristan’ın başkenti

Kazan’da bir araya getirdi.

Tarihi Kentler Birliği

Danışma Kurulu Başkanı

Prof. Dr. Metin Sözen,

konuşmasında, geçen yıl

Bursa’da yapılan toplantı ile

kurulumu gerçekleştirilen

Türksoy Müzeler Birliği’nin

geç kalınmış bir oluşum

olmasına karşın oldukça hızlı

bir yapılanma süreci ile

etkin bir konuma geçmeye

başladığını söyleyerek,

sevincini dile getirdi.

Page 6: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Kara gözlüm, efkarlanma gül gayri!

İbibikler, öter ötmez ordayım.

Mektubunda diyorsun ki: 'Gel Gayri!'

Sütler kaymak tutar tutmaz ordayım.

Ah çekerim resmine her bakışta!

Bir mahzunluk var o boyun büküşte.

Emin ol ki, her sigara yakışta,

Sanki, duman tüter tütmez ordayım...

Mor dağlara, karargahlar kurulur;

Eteğinde bölük bölük durulur...

On dakika istirahat verilir;

Tüfekleri çatar çatmaz ordayım!..

Dağlar taşlar bu hasretlik derdinde;

Sabır, sebat etmez gönül yurdunda!

Akşam olur, tepelerin ardında,

Daha güneş batar batmaz ordayım...

Aramıza dağlar girmiş koskoca!

Meraklanma, gönlüm dağlardan yüce...

Bir gün değil, beş gün değil, her gece,

Yatağıma yatar yatmaz ordayım...

Bahar geldi; koyun, kuzu koklaştı,

İki aşık, senelerdir bekleşti...

Kara gözlum, düğün dernek yaklaştı;

Vatan borcu biter bitmez ordayım!

Kışlada Bahar

Bekir Sıtkı Erdoğan

1926-2014

Usta Şairi Rahmetle Anıyoruz...

Page 7: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ÖlümKalabalık bir sokakta ölümün korkusunu yaşayan tenha bir bedenin sahibi gibi bağıra bağıra

anlatıyordu ölümü. Saçı sakalı bir birine karışmış orta yaşta bir adam neden bu kadar ölümden

korkabilirdi ki? Ya da ölümün yapmasına izin vermeyeceği kaç tane planı vardı? Kaç kişiden nefret

ediyor, kaç kişiye âşıktı? Bazıları ayyaş deyip geçiyor bazıları bir âlim gibi dinliyordu ama adam

bağırıyordu. Yaklaştım iyice yanına, ceketinin cebinde şiir kitabı, elinde vesikalık bir fotoğraf. Güzel bir

kadın vardı siyah beyaz fotoğrafta ve kelimeleri güzel kılan bir şairin kitabı vardı ceketinin yan

cebinde. Sanki tüm serveti bunlarmış gibi yokluyordu eliyle şiir kitabını, gözleriyle vesikalık fotoğrafı.

‘‘Son bir şey söyleyeceğim size ölümü uzak sanan, ama daha yaşarken ruhunu toprağa gömen

insanlar! Son bir şey söyleyeceğim size.’’ diyerek cebindeki şiir kitabını çıkarttı. Bir elinde kitap,

diğerinde siyah beyaz fotoğraf; iki elide alabildiğine havada, gözleri acırcasına bakarken insanlara:

‘‘ Eğer bu denli güzel kadınları severseniz, bu şiirlerin neden yazıldığını anlarsınız. Eğer bu şiirleri

severseniz, bir kadının, yaşayan bir adamı gidişiyle nasıl öldürdüğünü de anlarsınız. Ben ikisini de

sevdim ve ben bu hayatta iki kez öleceğim.’’ dedikten sonra usul adımlarla indi sokağın kıyısındaki

birkaç merdiven basamağından.

Emre Koç

Page 8: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

GELMEDİM DAVİ İÇİN

Tefekkür etmek, bir diğer adıyla düşünmek,

bilim insanlarınca insanı hayvandan ayıran

yegâne özelliktir. Hepimiz, aksini ispat edecek

bir veriye sahip değilsek, bunu kabul ederiz.

Ancak şöyle bir etrafımıza bakınca kaçımız bu

fiiliyatı hakkıyla uygulayıp, insan olmanın

tadına varıyor, meçhul!

Kur'an-ı Kerim'in on sekiz yerinde bizzat fiil

olarak geçen ve bilimin bizi hayvandan ayırıcı

olarak nitelediği düşünmekten kasıt bizce;

yemek yiyeceğin, ders çalışacağın, uyku

uyuyacağın, gezmeye gideceğin vakti tayin

etmekle sınırlı bir şey olmasa gerek.

Düşünmek, en alt seviyesiyle dinlemenin

hakkını vermektir. Ağzından çıkan sözü

dinlemek, aklını dinlemek, kalbini dinlemek,

arkadaşını dinlemek, öğretmenini dinlemek,

bir sabah vakti kuşları dinlemek, eteğini

çekiştiren bir küçüğü dinlemek, yolun kenarına

oturup araba gürültüleriyle çevrelenmiş

hayatın süratli akışını dinlemek... Bunların

hepsi de kulak verildiği takdirde insanı

düşünmeye sevk eder. Düşünmek, insanı

özgür kılar. Belki bu yüzden şairler şiirlerini en

çok zindanda, sürgünde yazar. Belki bu yüzden

romanlarda pek çok karakter sokakta

dilediğince gezer.

İslam da üstüne kondurulmuş bağnazlık(!)

söylemlerinin aksine düşünmeyi övmüştür.

Zira, "Akıl sahipleri için bunda ibretler vardır.

"Akıllı ve düşünen insan, dünyanın hükmettiği

insan olmaktan sıyrılıp, dünyanın onun emrine

sunulmuş olduğu bilincine varıp hayatına ve

hayatından sonraya yön verecektir.

Hz. İbrahim mağarasından ilk çıktığında

rabbini aramıştı, tefekkür etmiş ve " Ben

batanları sevmem." diyerek aydan, güneşten,

yıldızlardan vazgeçmişti.

Tefekkür edip kimliğini, kişiliğini, amacını,

varoluş nedenini kavramıştı.

Abdülkadir Geylani daha çocuk yaşta,

babasını kaybettiğinde ilk kez öküzlerle çift

sürmeye gider. Tam işe başlar, arkasından bir

ses işitir. " Ya Abdülkadir, sen bunun için mi

yaratıldın?" Sesin geldiği tarafa bakar ve ne

görsün, öküz konuşmakta. Çok korkar ve

yorulmuş olduğunu düşünerek bir kenara

oturup dinlenmeye koyulur. O esnada

gökyüzünde "Lebbeyk!" sesleriyle tavaf eden

hacıları görür. Koşarak annesine gider ve ilim

tahsil etmek istediğini söyleyip evden ayrılır.

Bu kararı, dinleyip düşünüp uygulaması, onu

Abdülkadir-i Geylani Hazretleri haline getirir.

Rabbi ona yaratılış nedenini sorgulamasını bir

öküz vasıtasıyla bildirmiştir.

Tasavvuf, düşünmeyi öğreten bir okuldur.

Mevlana Celâleddin'in "Her gün bir yerden

göçmek ne iyi, her gün bir yere konmak ne

güzel." düsturunu ölçü edinip, dünü dünde

bırakmayı, daima vaktin çocuğu olup daima

yenilenmeyi öğreten bir okul. Dervişlik ise bu

okula öğrenci olmaktır. Derviş, cahilliğini

bilmeyen cahilden cahilliğinin farkına varan

erdemli sınıfına terfii etmiştir. Diğer insanların

aksine o öğrenmeyi seçmiştir.

Tasavvuf yolunda eğitilen derviş yalnızca

batıni ilimleri öğrenmez, bunların yanında

pozitif bilimlerde de fikir sahibi olur. Gerek

kitapla kalemle gerekse ilm-i ledünle. O hem

dünya hem ahiret için çalışır. Ancak dünya

nimetlerini Allah yolunda koşmak için ister.

Ahireti ise cehennemden azat olmak için değil,

rabbine kavuşmak için ister. Bu isteği onu,

düşünen, çalışan, etrafına ve kendine faydalı

bir birey haline getirir. Bu bağlamda

düşünülürse dervişlik; aklı başından atmak

değil, aklı başına almaktır.

Hatice Türk

Page 9: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Evet o, sol tarafındaki kalbine vurgundur; ancak sağ kolu da

düşünmesini sağlayarak onu rabbiyle tanıştıran, dünyanın ve

ahiretin anlamını kavratan aklıdır. Üstat Mustafa Özbağ

Beyefendinin deyimiyle " Derviş kalbini dinler, ona 'Sen

benim kıymetlimsin.' der. Aklına da döner der ki 'Sen

bana lazımsın, benim için önemlisin.' " Zira sufiler

yürüdükleri yolda tefekküre önem vermiş, akıllarıyla bu

dünya için, kalpleriyle dünyadan sonraki hayat için

yaratılış hikmetinin gayesiyle koşmuşlardır,

koşmaktadırlar.

Aklımız hayallere dalmadan, masallara karışmadan

sakinin yanına varıp can şarabından içmek ümidiyle sizleri

bir ömür boyu sürecek tefekküre davet ediyorum.

Bakın ne diyor şair:

“Sanman taleb-i devlet ü cah etmeye geldik

Biz âleme bir yar için ah etmeye geldik”

Resim kaynak: Harun Yıldırım

Page 10: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bir varmış, bir yokmuş. Gökte yıldız çokmuş.

Güneş, parıl parıl ateşini gönderip parlatmış

yıldızları. Yağmur, suyunun ferahlığını

göndermiş, huzur versinler diye. Toprak,

gizemini göndermiş, merakla seyredilsinler

diye. Ve rüzgar, alıp bu yıldızlardan birini

süzüle süzüle, periler hanı Ay Hanım’ın

başına kondurmuş.

Upuzun selvilerin, rüzgarla dans edip,

saçlarını gölün dingin sularında yıkadığı bir

yer varmış. Bütün doğanın, canlıların, hatta

görünmez yaratıkların bile huzur bulduğu bir

yer. Öyle ki hiçbir yaratık birbirinden

korkmaz ve hepsi büyük küçük her birine

sevgi duyarmış. Huzurun, mutluluğun, sevginin

başkentiymiş bu yer. İç içe geçen hayaller ve biri olmazsa diğerinin de olamayacağı harikalar diyarı…

Bu masal diyarında, dört prenses yaşarmış. Dört güzel ve efsunlu prenses. Bu güzel prensesler, her yıl

bütün dileklerin kabul edildiği, içinde sonsuz güzellikleri barındıran bir koruda toplanır sohbet

edermiş. Her biri en güzel elbiselerini giyip, yılda sadece bir gün gerçekleşen bu toplantı için

hazırlanırmış. İşte, yılın o günü bir kez daha gelip kapıyı çalmış. Prenseslerin her biri heyecan

içerisinde bu gün için hazırlanmışlar yine. Su, ayaklarına kadar akan saçlarına ışıklar kondurmuş. Ateş,

parıldayan yüzüne bütün canlılığını doldurmuş.Hava, etrafında neşeyle dans eden yapraklarla,

elbisesini süslemiş. Toprak, bütün dinginliğini takınmış ve çiçeklerinin hoş kokusunu sürünmüş

üzerine. Hepsi, bu toplantıya bütün ihtişamlarıyla hazırmışlar artık. Süzüle süzüle gelmiş Su. Dans

ederek yanaşmış Hava. Bütün heyecanıyla birden ortaya çıkmış Ateş. Bütün sakinliğiyle yavaş yavaş

katılmış aralarına Toprak. Güzelce selamlaşmış ve özlemlerini gidermiş, bu dört güzel ve efsunlu

prenses. Bir çok konudan bahsetmişler. Bir çok türkü söylemişler. Dönmüşler dolaşmışlar ve bir

konuda bir türlü karara varamamışlar. Hepsi de kendisinin en önemli olduğunu iddia etmiş ve

başlamışlar sırayla anlatmaya. İlk olarak Su söz almış ve demiş ki;

- Hiçbir şey yokken, ben vardım. Yaratılan ilk varlık benim. Bütün hayat, benimle can buluyor. Adımın

anlamını, nereden geldiğini hiçbir insanoğlu öğrenemedi. İçimdeki her bir parça, onlar için bir giz.

Ruslar, su anamdır dedi benim için. Latinler, su meditasyondur dedi. Çiçekler, benimle canlanıyor.

Bensiz kalan her canlı

soluksuz kalıyor. Bütün bu güzellikler, bütün bu doğa ve yaşam benimle var. Hayat ile ölümü, rahmet

ile gazabı, tenezzül ile kederi aynı anda içimde barındırıyorum. Zıtlıkların birleştiği o eşsiz yer benim.

İnsanlar beni üzmemek için hep güzel hediyeler sundular bana. Yüzüme doğru hiç kötü söz

söylemediler beni kızdırmamak için. Tükürmediler asla hiçbir gölüme, kirletmediler ve bunu küfür

saydılar. Bana daima hürmet gösterdiler. İşte, görüyorsunuz ya içinizde en değerli olan benim. Hem

gazabım büyüktür hem de nimetim.

Hava, Su’yun sözlerini dinledikten sonra, usul usul esip söze girmiş.

DÖRT GÜZELİN MASALI Busenur Aslan

Page 11: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

- Yer ve gök benim hükümdarlığım. Ulaşamadığım çok fazla yer yok. Zaten, elimin değmediği hiçbir

noktada hayat yok, canlılık yok. Yaşam, neşe, endişe hep benimle birlik. Sevincim herkese neşe,

azabım sonsuz yıkım. Hem çok seviliyorum hem de her canlı biraz korkuyor benden. Bu hayatın

devamlılığı, benimle var. Varlığım, sonsuz. O kadar değerliyim ki insanoğlunun benden aldığı nefes

bile sayılı. Ben onun ruhuna bir hayat mekanıyım aynı zamanda maddi hayatının süresini de ben

belirliyorum. Sesimi, rüzgarla duyuruyorum insanlara. Sayfalarca düzdükleri şiirlerin her biri hava. Ben

hem sanatım hem duygu. Bakın, en değerli olan benim işte.

Parıl parıl gözlerindeki neşesiyle Ateş’e gelmiş söz sırası. Heyecanlı yapısından olsa gerek çabucak

başlamış söze;

- Hepinizden bir parça var bende. Biraz toprak, biraz rüzgar, biraz da su. Bütün bunlar, üstün tutar

beni size. Her bir şeyi değiştirebilirim ben. Katı olanı sıvı yaparım, sıvı olanı buhar. Yaktığım ağaç,

toprağa dönüşür. İnsanlar, hep saygı ve sevgi beslemişlerdir bana. Hayretle seyretmişlerdir

güzelliğimi. Korkmuş ve hürmet göstermişlerdir bana. Aslında biraz anlaşmazlıklarımız olduğu

doğrudur. Zira, ne benimle yaşayabiliyorlar ne bensiz. İkarus, beni tanrıların evinden çalıp insanlığa

verdi, insanlık var olmaya devam edebilsin diye. Sonra, bir çok insan beni İlah kabul etti ve bana

tapındı. Daima hürmet gördüm. Sizlerden hiç biri, yalnız başına bana karşı çıkamadı. Söyleyiniz, birlik

olmadan beni durdurabildiniz mi hiç? Şu gördüğünüz en büyük yıldız bile benden ibaret.Gazabım

bütün canlılığın sonu olur. Bu saydıklarımdan sonra benden başka kim daha önemli olabilir ki ?

Sükun içinde diğer prensesleri dinleyen Toprak’taymış artık sıra. Usul usul şunları söylemiş;

- Sizin gibi değilim ben. İnsanlar benden korkmadı öyle. Daima huzur buldular üzerimde. Hayat,

daima benim içime saldı köklerini. Dev çınarların da minik papatyaların da köklerinin tutunduğu ip

benim. Hem hayatım, hem ölüm. Hem gözyaşını döker insanlar bana hem de sonsuz huzura bende

ulaşırlar. Ebediyen uyuyor işte her birinin bedeni içimde. Ateş’in kor alevlerini tutsam da içimde, hiç

birini hissettirmem onlara. Daima bir anne gibi severim onları. Benden beslenirler, benimle hayat

bulurlar. Öyle çok büyük iddialarım yok benim. Fakat, ben çok değerliyim. Her mevsim farklı hediyeler

veririm onlara. Biliyorsunuz değil mi ? Her birinin mayası, hamuru benden yoğruldu. Onlar benim bir

parçam ben de onların bir parçasıyım. Bütün insanlar, benim, sudan sonra var edildiğimi düşündü.

Oysa ben, onunla beraber hep oradaydım. Gün yüzüne çıkmam, Tanrının emriyle oldu. İnsanlara kibri

değil, tevazuyu öğütledim daima. Şimdi de bunun dışına çıkamam ama biliyorum ki bende sizler kadar

değerliyim.

Bu konuşmalar böylece sürüp gitmiş. Aralarında bir karar varmışlar. Sadece bir güne mahsus olmak

üzere hepsi bir köşeye çekilmiş. Hava, çekmiş kendini, bundan dolayı Ateş yok olmaya yüz tutmuş,

suyun pek sevdiği canlılar, balıklar hepsi hayatlarına veda etmiş. Toprak’ın, o pek sevdiği rengarenk

çiçekleri sararıp solmuş. Sonra, Ateş çekmiş kendini ve Su, buz tutmuş, hareket edemez olmuş.

Toprak, kaskatı kesilmiş, içindeki koru sönmüş ve içindeki hiçbir tohum yeşerememiş. Hava, insanlara

verdiği nefesi veremez olmuş. Onun, o ılık şarkıları bile donmuş. Sıra, Toprak’ın gidişine gelmiş. Su,

koskoca dünyada yapayalnız kalmış bu yüzden. Hava,rüzgar olup, o kadar hızlı esmiş ki durduramamış

kendini. Çünkü artık onu tutan heybetli dağlar yokmuş. Ve ondan bir parça taşıyan Ateş’te eskisi gibi

yanamaz olmuş, sönmüş. Hava’da, tutmuş gidiş yolunu. O, gittiği zaman bütün canlılık, sonsuz

uykuya dalmış. Toprak, heybetli çınarlarının yıkılışına şahit olmuş. Kahrolmuş. Ateş, yine önemli bir

parçasını kaybetmiş olmuş ve sönmüş. Su ise, olduğu yerde kalakalmış, hareket edemez olmuş.

Dört prenses, bu korkunç günden sonra bir daha üstünlük yarışına girmemiş. Daima, el ele, kol kola

olmuşlar. Anlamışlar ki, onlar beraber var olabiliyorlarmış. Ve ne zaman içlerinden biri, içinde kibir

tohumu filizlenmeye başlasa, bu günü düşünüp onu, havasız, susuz, topraksız ve ateşsiz bırakmış.

Page 12: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ARDINDAN

Teyzemin aldatılışını üzülerek bir kez daha dinledim. Üstünden uzun

yıllar geçmesine rağmen hala üzerinden atamıyor olmalıydı. Ama hala

neyden kaçtığını anlatmıyordu. Yüzüme baktı, gözleri dolmuştu.

Ellerimi avuçlarına aldı ve :

-Dinle. Anlatacaklarımdan hiç şüphen olmasın ki benim hiçbir suçum

yok. Kötü tesadüfler her zamanki gibi bu yaşlı teyzeni buldu. Aradan

onca yıl geçti ve emin ol intikam almak isteseydim bu kadar

beklemezdim.

Sonunda teyzem beni buraya kadar sürüklediği o müthiş gizemi

anlatıyordu. Tamam dercesine gözlerimi yumdum ve onu dinlemeye başladım.

Teyzemin Ertan Eniştemle evliliğinden bir çocuğu olmamıştı. Anlattığına göre evliliğinin ilk yıllarında

bu durum ona ağır psikolojik sıkıntılar getirmişti. Onun o anaç tavrı tabi ki anneliği en çok onun hak

ettiğine işaretti ancak enişteme göre nasip olmamıştı. Eniştem ona hep destek olmuş ve çocuk sahibi

olmadan da pekala mutlu olabileceklerini ona göstermeye çalışmıştı. Hatta bu çiçekçi dükkanı bunun

üzerine açılmış, teyzem mutlu olsun diye ne istiyorsa yapılmıştı. Firuze Hanım’ın ortaya çıkışıyla her

şey birden bire alt üst olmuştu. Boşanmalarının ardından eniştemin o kadınla evlendiğini ve bir de

oğullarının olduğunu öğrendik. Eniştemin artık bir çocuk sahibi olduğunu öğrenen zavallı teyzeciğimin

kalbi tahmin ediyorum ki bin parçaya bölünmüştü. Belki de bu yüzden o bana hep kızı ben de ona

annemmiş gibi davrandım. Onu annemden hiçbir zaman ayrı tutamazdım. O,kollanmaya

muhtaç,dünya tatlısı bir insandı.

Teyzem kendisini tam toparlamıştı ki avukatından onu çok sinirlendirecek bir haber daha geldi.

Teyzeme ait olan bir üzüm bağı eniştem tarafından onlar boşanmadan önce keşfedilmiş ve bir şekilde

teyzem kandırılarak o arsanın bir kısmı eniştemin üzerine geçmişti. Ancak şimdi bu arsa devlet

tarafından kamulaştırılacaktı ve teyzemin bu konuyla acilen ilgilenmesi gerekiyordu. O zamana kadar

varlığı unutulmuş bir arsanın ayyuka çıkışı ve üstüne üstelik buna eniştem tarafından el konuluşu

teyzemi bir kez daha üzmüştü. Üzüm bağını görmek için gittiğinde bağın yerini tamamen adeta bir

botanik bahçesinin kapladığını gören teyzem bu kez hiç şaşırmamıştı. Ertan Eniştem her yerde izlerini

bırakmayı seven bir insandı. Teyzem bahçeye girdiğinde genç bir delikanlının bağırışlarını duymuştu.

Merak edip tamamen içeri girdiğinde gencin elindeki silahı yaşlı bir kadının alnına dayadığını

görmüştü. Teyzem kadını alnındaki et beninden ve o gökyüzü mavisi gözlerinden tanımıştı; “Firuze’’.

Tetiği sıkmasıyla kadının yere yığılması bir olmuştu. Teyzem , gözlerinin önünde kadın ölürken kaçan

gencin yüzünü tam olarak görememişti.Gözü yere düşen silaha takışmıştı.Bu enişteme ait bir silahtı,

emin olmak için yere eğilip silahı eline aldığında yaptığı yanlışı fark etti.Üstelik ölen kadının Firuze

Hanım oluşu tabi ki her şeyi üzerine çekecekti.Silahı çantasına alıp arkasına bakmadan oradan

çıkmıştı. Şimdi bunu nasıl atlacaktı?...

Sırdem Kemiksiz

Bölüm -3-

Devamı gelecek…

Page 13: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Başla nasıl başlarsan,

Olmaz her şeyi taşlarsan.

Susarsan anlatamazsın.

İç ve konuş, sual et.

Her lafz bir hitabet.

Bu kalem ne ham ne pişmiş,

Sadece ortasından yetişmiş.

Gül ve gonca açmış,

Papatyalar sararmış.

Bir tarafta bereket,

Diğer yerde kuraklık.

Elimde bir sen tutuyorum

Bak bir de papatya.

Oku ve anla.

Sonrası muamma.

Buraya kadar ne anladın?

Vakit geçti saymadın.

Zaman seni ekip biçiyor,

Fark etmeden sinsice seçiyor.

Miskinliği bırak toparlan.

Mistik bir şiir için odaklan.

Ahali durgun, ahvalim yorgun.

Zaman bir papatya,

An ise gül ve gonca.

Bırak papatya sararsın,

Gül ve gonca kurumadıkça.

Sen içini ferah tut.

Kısa bir not şunu sakın unutma.

Her dakikan bir lütuf,

Yağmur öncesi bir bulut.

Elbet sel ve taşkın gelecek,

Toprak hepsini çekip süpürecek.

Karanlık biter bulutlar gider sonra

Güneş açar saçar bereket.

PAPATYA

Süleyman Erkut

Page 14: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

-Mavi, kırmızı, yeşil, sarı… Bütün renklerde

uçurtmamız var ufaklık, sen hangi rengi

beğendin söyle bana hemen indirip

vereyim.İstemiyor musun yoksa beğenmedin

mi? Bence sen kırmızıyı beğendin,hayır mı?

Sen söyle o zaman,cevap vermeyecek misin?

Anlayamadım ki ben seni, yüzüme öylece

bakıyorsun.Alacak mısın yoksa sadece bakıyor

musun? Benim de işlerim var ama beş tane

uçurtma daha yapacağım, oyalıyorsun beni.

Hadi git git kapatma kapının önünü müşteri

gelmiyor sonra. Allah’ım nedir benim çektiğim

şu çocuklardan…

Kapı eşiğinde gri atletli çocuğun uçurtmaya

bakışlarına anlam veremedi Akif. Sanki yeni

çıkmış bir çizgi filmi izliyor gibiydi çocuk. Akif

uçurtmaların karşısına geçip gözleriyle mavi

olanı seçti,o çocuk gibi gözlerini kısarak mavi

uçurtmaya baktı,baktı ve gözlerini uçurtmadan

çekmeyerek babasına:

-Baba,bence demin gelen çocuk maviyi

beğenmişti,gözü hep ondaydı,sanki hayalinde

uçurtmayı göklere salmış,uçurtmanın rüzgarla

olan yarışını izliyordu.

-Bu uçurtmalar bakmalık değil bunu sende

biliyorsun evladım,hem uçurtmaları satmalıyız

ki okul kıyafetini alabilelim,sen galiba eski okul

önlüğünü giymek istiyorsun?

Ben elbette eski okul önlüğümü giymek

istemiyorum ama hani şu çocuk vardı ya

gözleri yeşil,toprak rengi gibi teni

vardı,parmakları ayağındaki terliklerden dışarı

taşmış olan,üstünde gri atlet gibi bir şey vardı

galiba, adını bilmiyorum,işte o çocuk

uçurtmalara o kadar şaşkınlıkla ve hayranlıkla

baktı ki… Daha önce dükkana gelen çocuklar

hiç böyle bakmamıştı.Genelde benim

yaşlarımda- on ya da on bir yaşlarındaki-

çocuklar babalarının ellerinden çekiştirerek

dükkana girerler. Gözleri o kadar hızlı bir

şekilde uçurtmaları tarar ki hangi ara baktı da

bu uçurtmayı istiyorum dedi anlayamazsınız.

Babalarına bu uçurtmayı istiyorum demeleri

yetiyordu. Hangisini istiyorsa hemen alınır ve

gidilirdi. Bizim uçurtmalarımız bu kadar

bakılmaya, incelenmeye alışkın değildir.

-Baba biraz dışarıya çıkabilir miyim? Belki

arkadaşlarımı görürüm, olur mu baba?

-İyi bakalım çık ama yarın dükkandan dışarıya

çıkmak yok, kalıp bana yardım edeceksin

tamam mı?

-Tamam baba, tamam.

Acaba koşsam yakalayabilir miyim çocuğu? Adı

neydi acaba, keşke sorsaydım ama hiç

konuşmadı ki nasıl soracaktım. Koş Akif koş…

Hadi fazla uzaklaşmış olamaz öyle değil mi?

Uçurtmalara neden öyle baktı bilmeliyim. Belki

gizli bir uçurma tekniği bulmuştur onu

düşünüyordur, koş, daha hızlı… …

-Nefes nefese kaldım seni bulacağım diye, ne

kadar hızlı geldin buraya,neyse boş ver. Benim

adım Akif uçurtmacının oğluyum ben,

uçurtmacı Nedim’in oğluyum. Daha demin

oradaydın, gördün orada beni dimi, hah işte

Mavi Yolculuk

Hilal Akarslan

Page 15: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ben o çocuğum. Ben adımı söyledim hadi

sende söyle tanışalım artık.

-Benim adım, Ömer.

-Ömer, Ömer… Tamam, memnun oldum.

Ömer diye hiç arkadaşım yok zaten adını

unutmam anlayacağın.Ömer sana bir şey

sormam lazım,uçurtmalara neden öyle baktın?

Bak ikimizde arkadaş olduk dimi, artık

arkadaşız hatta dost bile olabiliriz, gerekirse

şurada kırık şişeler var ya bak gideyim bir cam

parçası alayım parmağımızı kesip kan kardeş

olalım,ister misin?İstemez misin,tamam

korkma Ömer,sadece arkadaşın olmak

istiyorum ve uçurtmalara neden öyle derin

derin baktığını bilmek…

Ömer biraz şaşırmıştı, şaşırması da gayet

normaldi aslında. Suriye’den geldiği için herkes

ona yabancı gözlerle bakıyordu ama çocuk bu

hem de savaş çocuğu üzülüyordu elbet.

Ömer, Akif’in kahverengi gözlerindeki o

merakı geri çevirmek istemedi.Bugün babası

onu dükkanın önünden kovsa da ne babasına

ne de Ömer’e kızabilmişti. İçinde en ufak bir

kırgınlık yoktu, tabii sadece onlara karşı, yoksa

Ömer çok kırgındı onu toprağından ayıranlara,

dayısından ayıranlara,evinden,arkadaşlarından

ayıranlara çok kırgındı ve bu kırgınlık hiç

geçmeyecekti.Ömer gözlerini duvarlarının

sıvası çatlamış,bahçesinin tüm çiçeklerin

dolduğu eve bakarak konuştu:

-Ben, annem ve bir de ufak kız kardeşimle

birlikte Suriye’den savaştan kaçtık. Bizi kendi

toprağımızdan kaçmaya mahkûm ettiler.

İnsanlar çok kötü Akif arkadaş, insanlar çok

kötü… Suriye adını duydun mu hiç?

-Evet duydum, sen bizim komşu ülkemizde

oturuyordun demek, eee anlat hadi?

-İlk başlarda gece uyuyabiliyorduk ama sonra

gecede uyuyamaz olduk atılan bombalardan

dolayı. Babam esmer bir adamdı, uzun boyu

vardı, senin babandan bir parmak kadar daha

uzundu. Her pazar günü ailecek piknik

yapmaya giderdik. Bu bombalardan, ateş

açılan silahlardan dolayı uzun zamandır

gidemiyorduk pikniğe. Sabah yola çıkmadan

radyosunu aldı babam frekansı ayarlamakla

uğraşıyordu. Annem ise güzel çörekler

yapmıştı yine mis gibi kokuyordu evin içi… İlk

defa babam beni uyandırmadan uyanmıştım o

gün, çöreklerin mis kokusundan uyanmamak

mümkün değildi. Hep beraber hazırlanıp yola

koyulduk. Bugün aslında uzun zamandır atılan

bombaların sessizliğine aldanarak çıkmıştık

yola, sessizlik aldatıcıdır arkadaşım, biz

sessizliğe aldandık ve düştük piknik yollarına…

Pikniğe giderken arabada satılan uçurtmaları

gördüm. Renkleri aynı sizinkiler gibiydi

mavi,kırmızı,yeşil ,sarı… Babamla biz en çok

maviyi severdik,mavi erkek adam

rengidir,derdi babam.Benim ısrarım sonucu

cebindeki son paranın yarısını mavi uçurtmaya

verdi.Yine gittik her zamanki yerimize,aynı

ağacın altına piknik örtümüzü

serdik.Çöreklerimizi yedik sonra annem

uyuyan kardeşimin üstünü entarisinin ucuyla

örttü,biz de babamla uçurtmayı

havalandırmaya çalışıyorduk. Babam; ‘sen

uçurtmayı tut ben de ipini tutup dengesini

sağlayacağım, hadi aslan parçası koş…’arkamı

dönüp koşmaya başladım, babamdan gittikçe

uzaklaştım, koştum koştum… Tam duracağım

anda bir gürültü koptu ki kulaklarını sağır eder,

inan hayatında bomba sesi hiç duymadıysan

kulaklarını sağır eder… Arkamı dönmemle

uçurtmanın ipinin elimden düşmesi bir

oldu,arkamı dönmemle babamın uçurtma olup

uçması bir oldu… Benim babamı uçurtma

uçururken bizden aldılar, özgürlüğe uçarken

kanadını ateşe verdiler. Aslında ben dükkânda

sizin mavi uçurtmanıza bakmıyordum, mavi

uçurtmadaki babama bakıyordum, arkadaş.

Page 16: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

“Doğmuşum ben Avcıköy’de bin sekiz yüz elli birde

Mekânımdır Bahçesaray mezarım kim bilir nerde”

Gaspıralı İsmail

Takvimler 1851’in Mart ayını gösteriyordu. Hem Kırım Türkleri hem de Rus

Çarlığının işgali altında yaşayan Türk ve Müslüman halkların en karanlık

dönemleriydi. 20 Mart günü bir güneş doğdu Kırım’da. Güneşin sarısı işledi bütün

Kırım’a, bütün Türk coğrafyasına... Güneşin adı Gaspıralı İsmail’di...

Henüz on yaşındayken Akmescit Lisesi’ne gönderilen Gaspıralı İsmail milli hissi,

milli şuuru ilk önce kendine hep yabancı hissettiği Rus Askeri İdadisi’ndeyken

duymaya başladı. Pazar günleri evlerinde misafir bulunan kimselerle,

milliyetperver Rus aileleriyle geçen sohbetler, Pan-islavistlerin liderlerinden

Katkov’un Girit Savaşı’yla ilgili Türkler aleyhine yazdığı makaleler onda etkili

olmaya başladı. Henüz 14-15 yaşlarındaydı. Katkov’un makaleleri o kadar

coşturdu ki Gaspıralı’yı, 1867 yazında Girit’teki Türklere yardım etmek için Girit’e

gitmeye karar verdi ve bir arkadaşıyla beraber yola çıktılar ancak pasaportsuz

vapura binmek üzereyken jandarmalar tarafından yakalanarak ailelerine iade

edildiler.

Bu maceradan sonra İsmail Bey bir daha Moskovo’ya, Askeri İdadi’ye dönmedi. Kırım’da kaldı ve medresede

Rusça muallimi oldu. Burada geçirdiği yıllar içerisinde bilgi birikimini iyice artıran Gaspıralı, zihninde teşekkül

eden yenilikçi fikirleri ilk olarak tayin edildiği Zincirli Medresesi’nde uygulamaya çalıştı. Öğrencilerine Rusça

öğretirken bir yandan da “usul-i cedid” (modern metod) uygulayarak Türkçe dersleri vermeye ve

medreselerdeki skolastik eğitim tarzını eleştirmeye başladı. Ancak böyle yeniliklere hazır olmayan halk

tarafından kısa zamanda tepkiyle karşılanan Gaspıralı ölümle tehdit edilince medreseden ayrılmak zorunda

kaldı...

Tarihler 1872 sonbaharını gösterdiğinde Gaspıralı Paris’e gitti. Burada Batı medeni hayatını, güzelliğiyle

çirkinliğiyle, iyisiyle kötüsüyle öğrenme şansını buldu. Paris yıllarında henüz 21-22 yaşlarında olan İsmail Bey,

ancak iki yıl burada yaşadıktan sonra 1874’te İstanbul’a geldi. Memuriyete uğraştı, muallimliğe tayin edilme işi

uzadı ve ancak bir yıl kadar İstanbul’da bulunabildi. Bu süre zarfında İstanbul’da Osmanlı Devleti’nin idare

usullerini, devletlerarası vaziyetlerini, Türkiye’yi incelemiş oldu ve Gaspıralı nihayet yine memleketi Kırım’a

döndü.

Kırım’ dönen Gaspıralı 1878’de Bahçesaray belediye başkanlığına seçilinceye kadar başka hiçbir işle

uğraşmadı, sadece okudu ve milletinin hayatını inceledi. “Milleti gerçek anlamda tanımadıkça, hizmetin

mümkün olmayacağını” düşündü.

Gaspıralı, 1878’de Bahçesaray belediye başkanlığına seçildiğinde yenilikler gerçekleştirebileceğini ümit etse

de önüne yeni engeller çıkartıldı. Belediye başkanı olarak görevlerini bütün imkansızlıklara rağmen yerine

getirmeye çalışırken “milletine yayın yoluyla hizmet etmek” isteyen Gaspıralı çeşitli gazetelere yazılar,

makaleler gönderdi. Ne var ki Rus sansürü çabuk uyandı, bu risalelerin yayınını adları başka olsa da gazete

hüviyeti taşıdıkları gerekçesiyle yasakladı.

Gaspıralı İsmail Bey'in Tercüman için biraz daha zamana ihtiyacı vardı...

Dilde, Fikirde, İşte: Gaspıralı Ayşe Bengisu Akdağ

Page 17: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Yıllar birbirini kovaladı... Yoğun faaliyetlerin içinde çalışmalarına devam eden

Gaspıralı’nın kapısını bu kez romantik bir aşk macerası çaldı. Kazan eşrafından zengin bir

iş adamı olan İsfendiyar Bey’in kızı Zühre Hanım çok kültürlü bir genç kızdı ve yazılarını

okuduğu İsmail Bey’e karşı büyük bir saygı ve sevgi duyuyordu. Zühre Hanım’la

Bahçesaray’ın tarihi yerlerini gezerken tanışan Gaspıralı daha sonra Yalta’ya giden Zühre

Hanım’ı orada da ziyaretlere gitti. Ona fikirlerinden, ideallerinden bahsettiği gibi

duygularını da açtı. Aynı yılın sonlarına doğru İsmail Bey, İsfendiyar Bey’i malikanesinde

ziyaret edip kızını istedi. Ancak Zühre Hanım’ın gururlu bir aristokrat olan zengin

fabrikatör babası tarafından kovuldu. Fakat iki genç her şeyi göze almıştı. İsmail Bey, bir

gece Zühre Hanım’ı kaçırdı. Gizlice nikahlarını kıydılar ve Bahçesaray’a döndüler...

Ve tarih 1883 senesi Nisanının onuncu gününü gösteriyordu... “Bahar güneşi ile dünya

dirilip çiçeklendiği günlerde, uzun yıllardan beri karlı kefenlerle örtünüp ölü gibi

uyuklayan Kuzey Türklerinin de ilk beyaz bahar çiçeği, ‘Tercüman’ açıldı.”

“Tercüman”ın en önemli konusu millete kendi dilinde ilim vermekti. Hatta ondan

önce bu yolda çıkardığı yayınların hepsinde Gaspıralı İsmail, “Dil” meselesine çok

önem vermişti. Türk dilinin zenginliğine, bu dile yabancı kelimeler karıştırmanın

lüzumsuzluğuna, Türk dilinin varlığına dair birçok makaleler yazdı.

Tercüman Rusya’da çıkan ilk Türk gazetesi değildi ama yaygınlığı ve oynadığı rol

bakımından en önemlisiydi. Tam 33 yıl yaşayan dergi 1916 yılında kapandı. “Osmanlı

ülkesinde yakından takip edilen Tercüman, Kahire’den Kaşgar’a, Kazan’dan

Hindistan’a kadar yayılmış, tesirleri de o derece güçlü olmuştu.”

Yazar, aynı fikirleri Tercüman’dan önce duyurduğu “Tonguç”un ilk baskısının

önsözünde milletine şöyle hitap etmişti:

“ Milletimizin eseri olan lisanımız, edebiyatça işlenmemiş ise de eğitime ve

kaidelere gelecek lisandır. Gayet nazik Tatar türkülerinden, Nogay cönklerinden,

Kırgız ve Türkmen cırlarından anlaşılır ki eğer lisanımız usta bulup işlenirse

şimdikine göre çok dereceler parlak ve kullanışlı olur. Muradımız lisanımızı

ilerletmektir.”

Kırım yazarlarından Hasan Sabri Ayvazaof, Gaspıralı ile çalıştığı uzun yılları

anlatırken onun nasıl bu işe aşık olduğunu şöyle anlatmıştı:

“ Sıhhati yerinde olduğu zamanlar her gün birkaç saat matbaada otururdu.

Sabahları odasından çıktığında matbaadaki motörlü makinaların sesini işitmezse

rahatsızlanırdı. Makinenin ne için işlemediğini sorar anlardı. Bir gün matbaada

uzun saatler oturduğunu görüp kendisine ‘Efendim, bu makine gürültüleri ve boya

kokuları içinde niye bu kadar çok oturuyorsunuz?’ denildiğinde gülerek: ‘Matbaa makinaının gürültüsü benim

için en güzel bir musiki olduğu gibi boya kokuları da en latif çiçeklerin rayihasından hoştur. Saatlerce

matbaada kalsam ne makinanın gürültüsünden usanırım, ne de boya kokusundan’ cevabını vermişti.”

Gaspıralı’nın prensiplerinden biri de Türk kadınına hürriyet ve erkeklerle eşitlik oluşturmak gereğiydi. Ona

göre “milletin anaları, milletin birinci eğitimcileri kadınlardı ve kadınlar hayatı anlamayacak olursa çocuklarını

hayata kabiliyetli olarak yetiştiremezlerdi.” Milletin yarısı kadınlardı. Eğer kadınlar hayattan uzak kalırsa milletin

hayatı ve çalışması da yarım kalırdı”. Kadın konusuyla ilgili bu düşüncelere sahip Gaspıralı’nın bu konudaki en

önemli eseri şüphesiz yazdığı “Kadınlar Ülkesi”ydi...

“Hayatının

sonuna kadar

Gaspıralı’nın

ideallerinde en

büyük destekçisi

olan ve ona dört

çocuk veren Zühre

Hanım, kocası

Tercüman’ı

çıkarmaya karar

verdiğinde hiç

tereddüt etmeden

bütün altınlarını

ve mücevherlerini

ortaya

koymuştu.”

Page 18: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İsmail Bey, gittikçe gelişen ve olgunlaşan fikirlerini yaymak için yalnız yazıya başvurmuyordu hemen her sene

Türk dünyasının bir yerine seyahat ederek oradaki Türklerle bir araya geliyor, fikir alışverişi yapıyor, Türk-İslam

aydınlarıyla haberleşiyordu.

Rusya’ya 1905 senesi geldiğinde ihtilal ilan edilince Gaspıralı da basın hürriyete kavuşmuştu ve bütün Türk

milletinin, büyük milletler arasındaki hayat kavgasında “mağlub, mahkur ve nabud” olmaması için bulduğu

çarelerin özetini bir prensip halinde “Tercüman”ın başına ilave etti:

“Dilde, fikirde, işte birlik!”

Gaspıralı, “dilde birlik” idealinin gerçekleşmesi için Türkçeden mümkün

olduğunca yabancı kelime ve kuralları çıkarmayı ve yerli kelimeleri Osmanlı-Türk

alfabesine uydurarak kullanmayı öngörüyordu. Bunda esas hedefi İstanbul

Türkçesiydi. “Sonunda öyle bir dil kurulmalıydı ki, Mehmed Emin’e yazdığı

mektupta da söylediği gibi, Türkistan steplerindeki Türk devecileriyle

İstanbul’daki kayıkçılar ve hamallar bile rahatça anlayabilsin”. Ona göre Türkçe

konuşan dünyanın kaderi, herkes için geçerli bir haberleşme aracının, yani ortak

dilin tesirine bağlıydı. Bu da eğitimle mümkündü.

Gaspıralı 1903’te çok sevdiği eşi Zühre Hanım’ı kaybetmesine rağmen ideallerini

gerçekleştirme yolundaki azminden hiçbir şey kaybetmedi. İslam âlemini

harekete geçirmek için diyar diyar dolandı, konferanslar tertip etti. “Hasta

adam” tabirine karşı çıktı her zaman. Diyordu ki “ Hele zincirler bir koparılsın,

görün nasıl sağlam ve hoş bir yiğit çıkacak!”

Ve takvimden yapraklar koparıla koparıla 1914 yılının Eylül ayına gelinmişti.

Gaspıralı İsmail, 9 Eylül sabahı ailesini başına toparladı, fısıltıyla gücünün

yettiğince konuşmaya çalıştı:

“Söyleyeceklerime dikkat ediniz. Dünden beri kendimi fena ve ağırca hissediyorum. Bu halin neticesi

bugünlerde anlaşılacaktır... Madem ki doğduk bir gün elbet öleceğiz... Sözlerimden müteessir olmayın...

Şayet ölürsem Tercüman gayri kabili taksimdir. Hiç taksim edilemez. Evlatlarım çalışsınlar, iradından istifade

etsinler. Tercüman’ı söndürmezler ümidindeyim...”

Eylül 11’de sabah saat 7yi gösteriyordu... Gözleri yarı açık bulunuyordu. İsmail Bey son nefesini verirken

gözlerini bir daha açıp etrafına bakındı ve ebedi olarak gözlerini yumdu...

“ Büyük Allahım! Altmış üç buçuk sene yaşadım. Bu hayatın otuz beş senesini

Müslümanların uyanması, terakkisi, talisi ve tekamülü uğrunda sarfettim.

Milletimin selamet ve saadeti için elimden her ne geldiyse hepsini yaptım.

Yarabbi!...Artık ne varsa hepsi senin, her şey senin elindedir Allahım!...”

Gaspıralı İsmail

“Sonunda öyle bir

dil kurulmalıydı ki,

Mehmed Emin’e

yazdığı mektupta

da söylediği gibi,

Türkistan

steplerindeki Türk

devecileriyle

İstanbul’daki

kayıkçılar ve

hamallar bile

rahatça

anlayabilsin”

Kaynaklar: Gaspıralı İsmail Bey/ Cafer Seydahmet Kırımer

Yeni Türk Devletinin Öncüleri/ Yusuf Akçura

Bahçesaray Dergisi Nisan 2004

“Türk Dünyasının Büyük Düşünür ve Reformisti Gaspıralı İsmail Bey” B. Ayvazoğlu Türk Edebiyatı Dergisi Nisan 2014

Page 19: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

“Ey vatan kardaşı, sen gel gayrete

Her hizmete bir hüner muradı haliktır.

Al hemen kalemle kitabı gel himmete,

Bin hayvana bir insan hünerle galiptir.

Çünkü farz olmuştur ilim bu ümmete,

Kimge tâbi olmayan kitaba tâbidir.

Hünersizlik yakışmaz bizim millete,

Bin kılıçka bir kalem daim galiptir.”

Gaspıralı İsmail

Page 20: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İsmail Gaspıralı’dan Mehmed Emin Yurdakul’a

İsmail Gaspıralı Mehmet Emin Yurdakul’un gönderdiği mektuba cevaben 12 Mart 1889’da

kaleme aldığı mektubunda, sade Türkçeyle yazılan şiirlerinden duyduğu memnuniyeti bu

satırlarla açıklamıştır:

“Şiirlerinizin dilinden başka, fikirleri de İstanbul’un "ay yüzlü"ve ‘kara saç ile mavi göz’den ibaret şiir

eserlerinin hepsinden üstündür. Cübbeleri kıyamet olan efendilerin; bastonları, ceketleri alamet olan

şık beylerin tarzına zıt, sade ve kaba(!) Türkçe’yle yazmak büyük cesarettir. Mensur ve manzum

eserler arasına böyle sistemli bir eser kazandırmak, Türk âlemine büyük bir hizmettir. En içten

tebriklerimi sunuyorum. Türk âlemine dediğim abartı sanılmasın. Abartmayı ne severim, ne de

ederim. Çünkü şiirlerinizi Edirne, Bursa, Ankara, Konya, Erzurum Türkleri anlayıp lezzetle

okuyabilecekleri gibi; Tiflis, Tebriz, Şirvan, Horasan, Türkistan, Kâşgar, Deşt-i Kıpçak, Sibirya, Kazan ve

Kırım Türkleri de okuyacaktır ki, bu şerefe Fuzûlî ve Nâbî bile nail olamadılar. 40-50 milyonluk ve 30

asırlık âleme ilk kez bir kaşık oğul balını yediren siz oldunuz ki,bu sizin için bir şeref, bizim içinse bir

saadettir! Tekrar tebrik ediyorum. Tercüman gazetesinin çabası da bu yolda hizmettir. Sade ve kaba(!)

Türk dilidir ki, Dersaâdet’in hamal ve kayıkçılarına, Doğu Türkistan’daki Türk devecilerine ve

çobanlarına gazeteyi tanıtmıştır. Kazan ve Sibirya’da olduğu gibi, Tebriz ve Horasan’da da Bahçesaray

dilini öğrenmeye meyil doğurmuştur. İstanbul edebiyatının sistemsiz devamından ve dudu kuşu

dilinden usanmış, kararmıştım. Şiirleriniz büyük teselli oldu. Bunun için Allah sizden razı olsun. Size

kardeşçesine gazetemi takdim ediyorum.”

Gaspıralı İsmail Tercüman Gazetesi’nde çalışmalarında...

Page 21: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Gaspıralı İsmail dostu Yusuf Akçura ile Birlikte...

Gaspıralı İsmail ve ailesi

1890 yılına ait bu fotoğrafta, soldan: Zühre

Hanım, Gaspıralı İsmail Bey ve Fatma Hanım ile

Rıfat ve Şefika Gaspıralı...

Prof. Akçoraoğlu Yusuf'un «Türk Yurdu» dergisindeki

«Muallime Dair» başlıklı yazısından:

«İsmail Bey iyi bir muallim, mahir bir gazeteci, mümtaz bir

muharrir, içtimaî ve siyasî bir mütefekkir ve faal bir

cemaat hadimiydi. Lâkin bütün bu sıfatlar İsmail Beyi

tanıtamaz. Türk ve İslâm âleminin son yarım asırlık

âleminde, saydığımız evsafı haiz olabilecek yirmi - otuz kişi

sayılabilir, fakat İsmail Bey tekdir, onun bir eşini daha,

değil yalnız geçen elli yılın içinden, hattâ bir kaç asırlık

İslâm ve Türk hayatından bulup çıkarmak zordur. Bence

İsmail Bey'i hakkile tarif edebilecek bir sıfat vardır ki, o da

ulemayı nasaranın hazreti İsa'dan bahsederken

kullandıkları «muallim» tâbiridir. İsmail Bey «Muallim» di;

o bir kısım beşeriyetin dünyaya ve hayata nazarlarını

değiştirmeğe muvaffak oldu: Şimal Türklerinin hayatı

fikriye ve içtimaiyelerinde azim bir inkılâbın husulüne fikrî

menba, İsmail Gaspirinski'nin dimağı olmuştu. Bu noktayı

nazardan İsmail Bey bir «inkılâpçı» ve medeniyeti

garbiyenin «reformatör» kelimesine ithal ettiği mefhum

murat olunmak üzere" bir «müceddit»tir.

Page 22: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’2014 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Işık-Öncelikle bizimle röportaj yapmayı kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Oyuncak Müzesi’nin

sizin uzun zaman hayalini kurduğunuz bir şey olduğunu ve bu hayalin nasıl gerçekleştiğini az çok

biliyoruz. Bu hayali gerçekleştirirken neler yaşadınız ?Bir hayali gerçekleştirmek nasıl bir duygu ?

-Bunun iki yolu var. Bir çok güzel, ikincisi çok kötü.

-Işık :Kötüden başlayalım

-Peki kötüden başlayalım Kötü çünkü ülkemizde özel müzeciliğin gelişme ve oluşma koşulları ne

yazık ki olgunlaşmadı. Bizde özel müzeleri holding sahibi olanlar açıyor; Koç, Sabancı, Eczacıbaşı gibi ki

onlar çok büyük hizmette bulundular. Yani müze açmak bir zengin uğraşı olarak algılanıyor. Oysa

dünyadaki müzeleri kişiler şahıslar açar. Bunların zengin olmasına gerek yok. Çoğu da koleksiyonerdir.

Bizde müzecilik bir zengin uğraşı görüldüğü için ne yazık gerekli koşullar oluşturulmadı. Kurulduğumuz

ilk günden bugüne ne yazık ki vergi ödüyoruz. Müzeler ticarethane değildir. Müzeler para kazanmak

için açılmazlar. Kütüphaneler de öyle. Ama müzeler toplumların hafızasıdır, belleğidir. Müzeleri olan

toplumlarda demokrasi gelişir. Ben bu düşünceyle İstanbul Oyuncak Müzesi’ni kurdum. Aradan 10 yıl

geçti ama ne yazık ki hala vergi ödüyoruz. Müzeler devlet desteği ile ayakta durur. Ben destek

istemiyorum; köstek olmasınlar yeter diyorum. Bu ne yazık ki olumsuz koşullar. Bu konularda iyileşme

yok. Güzel olan tarafı ise, toplumunuz adına bilgi toplumu olmakta, aydınlanmakta çok önemli ve

büyük bir adım atıyorsunuz. Bu taraf beni daha çok ilgilendiriyor.

Ben şikayetçi değilim bu olumsuzluklardan. Bunları bilerek yola çıktım. Ama düzelmediği için de

üzülüyorum. Çünkü 10 yılda bazı şeyler değişmez mi ? Gerekli yasal düzenlemeler yapılmaz mı ? Ne

yazık ki yapılmıyor, önemsenmiyor. Demokrasi o ülkenin müzeciliğinin gelişmesiyle mümkündür.

Çünkü müzeler bilgi mabedleridir. Bilgi toplumlarında müzelerden söz edilir. Aydınlanma yolunda yeni

bir kale kazandı toplumumuz, güzel olan tarafı bu. Oyuncak Müzesi’yle bir farkındalık yarattık.

Ailenin,çocuğun,hayallerin tarihini anlattık.

Işık-Oyuncak Müzesi farklı bir müze...

Evet,bu konuda bir ilki gerçekleştirdik.

Sunay AKIN İLE SÖYLEŞİ Işık Selin Orhuntaş

``Berlin’den tekerlekli, oyuncak beyaz atı kendim için almıştım.Bir

edebiyat arkeologu gibi oyuncağın izini sürüyor yalnızca yazılı

metinlerle sınırlı kalmıyor sözü edilen oyuncakları da görme arzum

giderek alevleniyordu.Sayfaları eski oyuncak kokusuyla dolan kitabı

hazırlarken tekerlekli beyaz atın yanına ikinci bir oyuncak koydum ve

o an verdim kararımı; bir oyuncak müzesi kuracaktım.

Kırdığımız Oyuncaklar’dan

Page 23: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’2014 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Işık- İnsanlar müze deyince geri adım atar,sıkılırlar…

-Ne yazık ki bizde öyle. Bizde müzecilik depoculukla bir tutuluyor. Toplumun bu konuda ilgi

göstermemesinde haklı olduğu yerler var. Çünkü bizde müzecilik toprak altı-arkeolojik eserlerin

sergilendiği yerler olarak biliniyor. Hayır! Artık müzecilik çok farklı bir yerde dünyada. Biz çağdaş

müzecilikten, müzeciliğin yeni akımlarından haberdar değiliz. Biz bunları anlatmaya çalışıyoruz

Türkiye’ye.

Işık: Bu konuda Oyuncak Müzesi gerçekten önemli bir adım. Peki, edebiyatı bir oyuncağa

benzetseniz, neye benzetirdiniz ?

-Edebiyat, tamamıyla oyuncak. Çünkü, edebiyat dediğimiz bir hayal dünyası. Hayal dünyasında çocuk

dediğimiz neyse edebiyatta da sözcükler odur. Edebiyat bir oyun dünyasıdır, oyuncağın yerini

sözcükler alır. Sözcüklerle oynuyorsunuz bu sefer.

Işık:Çok hoş bir benzetme oldu. Bir röportajınızda ‘’İnsanlığın tarihini hiçbir şey oyuncaklar kadar iyi

anlatamaz.’’ demişsiniz. Bizim oyuncaklarımızla yurtdışında üretilmiş oyuncaklar çok farklı. Bizim

kitaplardan veya sanattan uzak yetişmemizin altında oyuncakların rolü ne kadar ?

-Bakın, bir ülkenin geleceği o ülkenin politikacılarının vaadlerinde değil, çocuklarının oyunlarında ve

hayallerindedir. Bizde ne yazık ki oyuncak kültürü hiç gelişmedi. Bizde aileler oyuncakları çocuklar

oyalansın diye alıyor. Oysa oyuncak, çocukların hayal dünyasını geliştiren en önemli objedir.Kız

çocuklarına oyuncak bebek; erkek çocuklarına oyuncak tabanca alınır. Şu anda biz bu röportajı

yaparken kız çocukları evcilik oynuyor, erkek çocukları da savaşçılık oynuyor, birbirlerine ateş

ediyorlar. Ve gazetelerde, televizyonlarda, internette şöyle haberleri çokça görüyoruz : ‘’Kadın

Cinayetleri’’. Bunda şaşılacak bir şey yok. Bugün tabancayla oynayan çocuk büyüdüğünde bebekle

oynayan kızı vuracak. Buna niye şaşırıyoruz ki ? Çocuğun önüne ne koyuyorsan gelecek odur. Genç

olan bize yeniyi ve doğruyu getirecek. Aslolan gelecektir çünkü.

Işık-Bir şiirinizde Red Kitt’in yalnızlığını kullanmıştınız. Çizgi filmlerle aranız nasıl ?

-Çizgi fimleri çok seviyorum. Hayal kahramanları, çizgi romanları çok seviyorum. Şu anda yeni bir kitap

yazıyorum. Hayal karahmanları, çizgi roman kahramanları üzerine yeni bir kitap. Bu yüzden dünyada

yazılmış hayal kahramanları ve çizgi romanlar hakkında yazılmış pek çok kitap okuyorum, çalışıyorum.

Benim yazacağım onlara farklı bir şey katmalı. Red Kitt de bunlardan biri tabii. Onu çok seviyorum,

onun çizgi filmlerinde kimse ölmez. Silahlar ateşlersiniz ama kimse ölmez.

Işık : Kitaplardan söz edelim biraz. Türkiye’nin ilk

okuma haritası çıkartılmış. 26 ilde yapılan

araştırmanın sonuçları şöyle;

*Hakkari ve İstanbul aşk,

*Güneydoğu psikoloji,

*Türkiye geneli de macera okuyormuş.

*Düzenli okunan yazar yok.

En fazla 30 dk kitap okunuyor.

*Genel olarak kitapların pahalı olmasından yakınılıyor.

Page 24: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’2014 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

-Bu konuda Ferhat Özen hocamız çok bilimsel, uzun yıllara dayanan çalışmalar yapıyor. Kültür

Bakanlığı ve Kadıköy Belediyesi kitaplarını yayınladı. Bu tarz konularda gazete haberlerine pek

güvenmiyorum. Onlardan ziyade Ferhat Özen gibi hocalarımızın çalışmalarını esas alıyorum. Dünya ile

karşılaştırıyor. Ve ben bunları sık sık anlatıyorum. Gelişmiş ülkelerde bir yıl içerisinde kişiye düşen

kitap sayısı konuşulurken bizde bir yıl içerisinde bir kitaba düşen kişi sayısı konuşuluyor. Okumayan

bir toplum olduğumuz gazete haberlerinde gözler önüne seriliyor. Ne yazık ki bir çatışma toplumu bir

nefret toplumu oluşturuldu. Farklı kültürlerin beraber yaşadığı, birbirinden beslendiği bir toplum

değiliz. Bunun nedeni de okumamaktır. Bu yüzden nerede ne okunduğundan ziyade bir gazeteyi

alalım,ön sayfasındaki haberlere bakalım,o ülkede kitap okunup okunmadığını anlayalım.Bunun için

ankete bile gerek yok. Aydın bir insan gazete haberlerinden o ülkenin kitap okuma konusunda nerede

olduğunu çok rahat anlayabilir.

Işık: Okuduğunuz ilk kitabı hatırlıyor musunuz ?

-Tabii ki. Japon Halk Masalları.

Işık: İlginç. Benim ciddi anlamda ilk kitabım Aziz Nesin’e aitti. Çocukluk dönemimde Hidayet

Karakuş ve Muzaffer İzgü vardı bir de. ‘’Japon Halk Masalları’’ beklemiyordum.

-Altı yaşındaydım. Daha okula bile başlamamıştım. Ben kendi kendime okuma-yazmayı söktüm.

Andersen okudum. Benim kuşağımda bir de Kemalettin Tuğcu vardı ve Rıfat Ilgaz. Aziz Nesin’le çok

sonra tanıştım. İlkokul beşinci sınıftı galiba. O da bir yakınımızın kızları sayesinde. Ben ilkokula

gidiyorum. Liseye giden iki kız kardeşti ve Aziz Nesin okuyorlardı. Hiç unutmam, ilk onlar Aziz Nesin

kitabını vermişlerdi.

Işık-Başucu kitabınız var mı ? Ya da bu kavrama nasıl bakıyorsunuz.

-Her zaman var ama sürekli değişir. Başucu kitabından kastım,ben bir kitap okuru değilim. Ben kendi

çalışmaları için okuyan bir insanım. Artık buna dönüştü. Yani,bir kitap okurken başka bir kitap

açıyorum.Bir orkestra gibi. Bir sürü kitap açıyorum. Çünkü ben yazıyorum. Okurken yazıyorum. O

yüzden klasik anlamda kitap okuru değilim. Benim için kitap atölyemin bir avadanlığı.

Işık: Okuduğunuz,takip ettiğiniz çağdaş yazarlar var mı ?

-Var, çağdaş yazarları takip ediyorum. En çok merak ettiğim Mehmet Zaman Saçlıoğlu. Bir isim

verdim, aslında isim vermek çok yanlış.Ötekilere haksızlık oluyor ama illa bir isim vermemi istiyorsan

Mehmet Zaman Saçlıoğlu.

Işık -Hayatınızdaki önemli beş şairi sıralarsak,şiirlerini okumaktan zevk aldığınız… Kitaplarınızda

Nazım Hikmet var Orhan Veli var. En çok bu isimler dikkatimi çekti. Özellikle Orhan Veli’den ‘’rakı

şişesinde balık olsam’’.

-Cemal Süreya,Atilla İlhan… o kadar çok ki beşinciyi söylemeyeyim.

Işık : İstanbul’un Nazım Planı’nda ‘’ilk defa Kız Kulesi’ni çay tabağında bir de sende gördüm’’diye

yazmışsınız. 1992’de bir kere yüzüyorsunuz ama askerler geri çeviriyor.

-Hayır, daha önce 92’den önce. İstanbul’a taşındığımızda, ilkokul beşinci sınıftaydım. Çocukluk

arkadaşım Ömercik’ti. Türk Sinemasının önemli isimlerinden biri Ömercik benim İstanbul’daki ilk

Page 25: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’2014 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

arkadaşımdı. Onunla ve birkaç arkadaşla beraber yüzmüştük. Ve asker çıkmamıza izin vermedi, biz de

kayalıklarda dinlendik. Sonra Ömercik’I tanıdılar, onun torpili sayesinde kayalıklarda biraz oturduk

ama adaya çıkmamıza izin vermediler. O zaman donanmaya ait bir bölgeydi Kız Kulesi.

Işık: Sonra tekrar kuleye çıkılıyor. ‘’Şiir Cumhuriyeti ‘’ ilan ediliyor. İlk anayasa da ‘’Yaşamak bir

ağaç gibi tek ve hür’’

-92 yılında ben şunu gördüm, İstanbul’un tarihi eserleri, doğası, ağaçları katledilecek. 92 yılında bunu

görüp ilk direnişi başlattım Kız Kulesi’nde. O gün bu gündür, sivil toplum örgütleriyle İstanbul’un

doğasının kaybolmaması için mücadele veriyoruz. Kız Kulesi bir müze olsun istedim ben, bu yüzden

orayı Şiir Cumhuriyeti ilan ettim. Orada sanat etkinlikleri düzenledik, şiir akşamları, konserler, resim

ve karikatür sergisi düzenledik. Bir müze bir kültür merkezi gibi yaşasın istedik. Ama bugün orası

lokanta oldu. Oysa, bir kentin tarihi eserleri müze olmalı. Bilgi toplumu olma konusunda,tarihi eserleri

müze olarak değerlendirmeliyiz. Bugün Haydarpaşa Garı müze olmalı. Orasını ya otel ya da kongre

merkezi olmalı. Oysa orası müze olmalı. Anadolu’nun gardırobu gibi. Neden orası müze olmasın ?

Neden orada Anadolu’nun tarihini anlatmayalım?

Işık: Peki bu Nazım sevgisi nereden geliyor ?

-Nazım Hikmet, sadece bizim edebiyatımız için değil dünya edebiyatında da çok saygı

duyulan,saygınlığını Kabul ettirmiş bir isim.

Işık: Sanırım sizin için Nazım’ın özel bir yeri var. Bu sevgi nasıl doğdu, nasıl gelişti ?

-Tamamiyle sanat eserlerinden gelişti. Onun hayata, dünyaya,insana bakışından gelişti. Onun anti-

emperyalist oluşu, her türlü köleliğe karşı oluşu,özgürlükçü oluşu,vatan sevgisi,memleket sevgisinden

gelişti. Nazım Hikmet, evet sosyal düşünceli bir insan ama son derece büyük bir vatansever. Türkçe’yi

çok iyi kullanan bir şair. Ben dünyada pek çok üniversiteye davet ediliyorum. Ve bizim sanatımız

denildiğinde, Türk Edebiyatı denildiğinde söz dönüp dolaşıp Nazım Hikmet’e geliyor. Dünya haberdar.

Işık: Nasıl araştırma yapıyorsunuz peki ? Nasıl başlıyor bu iş ? Kitaplarınızda çok derin araştırma

sonucu ulaşabileceğimiz nadide bilgiler var.

-Ben bir kere konuya araştırma olarak bakmıyorum. Bir hayatım var,ben okuyorum,ben merak

ediyorum,ben serüvenci bir yazarım. Keşfetmeyi seviyorum. Keşfetme duygusu galiba, öyle

açıklayabilirim.

Işık: Mesela kitapları nasıl eliyorsunuz ?

Hiç bilmiyorum. Artık öyle bir noktaya geldim. Benim hayatımın en mutlu anları sahaflarda,

kitapçılarda, müzelerde geçti. Binlerce müze, kütüphane gezdim. Hala da sahaflarda, antikacılarda iz

sürüyorum. Mesela araştırmacı karar verir, gider araştırır ve toplar. Hayır, ben öyle değilim. Ben

mutlu olduğum yerlerde yaşıyorum hayatımı.

Işık: Kırdığımız Oyuncaklar’ı okurken dikkatimi çekti; orada Memet Fuat’ın A’dan Z’ye Nazım

Hikmet kitabında eksik bilgiler olduğunu söylemişsiniz. Uzun zamandır kütüphanemde ve gayet

kalın bir kitap. İster istemez bu soruyu sordum.

Page 26: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’2014 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

-Artık bayağı derinlere daldık galiba.En derinlere dalmışım.Fena da değilim anlaşılan.

Işık: ‘Fena değilim’diyerek içinden çıkılacak bir durum değildi bence.

-Gidebildiğim kadar ,inebildiğim kadar dibe inmeye çalışıyoruz işte.

Işık: Kırdığımız Oyuncaklar’da uzun zamandır hayatımda olan, çok da sevdiğim şairlerin farklı

dünyasını keşfettim. Hatta Aşiyan Mezarlığı’nda Orhan Veli, Onat Kutlar ve Turgut Uyar’ın

mezarları birbirine yakın ama onlara birbirlerinden daha yakın olan ayıcıklı mezar taşı olan bir

mezar.

-Emre İyimen’in mezar taşı. Çok ilginç değil mi ? İşte dedim ya,ben bir kaşifim. Zaten edebiyat ve

sanat keşfetmektir.Serüvencilik duygusudur bu. Sanatçılarda vardır,onlarda yaşar. Keşifler çağı

bitmedi. Bizde devam ediyor herhalde. Çocukluğumda Kaptan Kusto’yu çok severdim,hala da çok

severim. Biraz da benim kuşağım onlarla büyüdü. Bizim önümüzde televizyonda izleyeceğimiz

belgesel olarak, program olarak Kaptan Kusto’nun hayatı vardı. Keşfetmeyi ve araştırmayı onlardan

aldık.

Işık: Son olarak bizlere neler söylemek istersiniz ?

-Söylemek istediğim son söz, Eski Grek Edebiyatı’ndan iki dize :

‘’Bir taşı delen bir suyun gücü değil

Damlaların sürekliliğidir.’’

Gençler her zaman yeniyi, en güzeli, doğruyu bize getirecektir.

İstanbul Oyuncak Müzesi / 2014

Page 27: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Korkma bakıp da karanlığa Sizin oradaki gibi bir karartma değil Hüzünden gölgeler yalnızca Baktıkça büyüdüler Sizin oralara atılan bombaların aydınlığına Korkma Burada çalkalanır deniz ama seni boğmaz Hem biz seninle biriz Fırtınalar eser sel basar çığ düşer Senin güzel gözlerin farkına bile varmaz Gözlerin çocuk Anneciğinin öptüğü yerden vurdular seni Bir önceki gün de sarıldığın yerden anneciğini Duydum almışlar oyun arkadaşını,kardeşini aldıkları gibi ondan da sevdiği sevmediği her şeyi okulunu sınıftaki Ayşeyi Korkma etmezler burada seni annenden babandan Vuramazlar burada seni memleketinin bağrından Korkma O küçük bedenine örtmedikleri toprak onların gözlerine dolacak Mazlumun ahı yerde kalmayacak Korkma çocuk Mahşer yakın. Hesap çetin olacak!

İçimin

Şiirine

Hoş

geldin

Çocuk Hatice Türk

Page 28: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Son birkaç aydır elimi attığım her kitaptan

Shakespeare’nin çıkıyor oluşuydu belki de beni

bu konuda yazmaya teşvik eden. Ama

sonradan asıl amacımı Shakespeare hakkında

var olan iki görüşten en az bilineni yani

Shakespeare’nin aslında Shakespeare olmadığı

görüşünün daha fazla bilinmesini de

istemedim değil.

William Shakespeare’nin tam doğum tarihi

bilinmemekle beraber 26 Nisan 1564’te vaftiz

edildiği kayıt altına alınan 16. yüzyılın ve 17.

yüzyılın il çeyreğine damgasını vuran bir şair

olmuştu Shakespeare’ın hayatı hakkında çok

fazla bilgi elimizde bulunmamakla birlikte 18

yaşında Anne Hathaway ile evlendiğini, üç

çocuğunun olduğunu ve bunlardan son ikisinin

ikiz olduğu elimizde bulunan ona ait ilk

bilgilerdir. 1585-1592 yılları arasında da aktör

yazar ve bir tiyatro şirketinin sahibi olarak

kariyerine başlamıştı.

Shakespeare hakkında ikinci planda tutulan

gerçekleri meydana çıkaran ilk kişi Amerikalı

yazar Mark Twain’dir. Twain’in ilk baskıları

orjinal, sonraki baskıları sansürlenmiş olan

Otobiyografilerim adlı eserindeki

“Shakespeare Öldü Mü?”bölümünde Twain

onu şeytanla kıyaslamış ve ardından da

Shakespeare’ın hayatı boyunca tek bir oyun

bile yazmadığını ilk defa dile getirmiştir.

Üstelik Shakespeare ile ünlenen soneler de

ona ait değildir. Shakespeare herkesin

kanıtlayabileceği gibi sadece tek bir şiir

yazmıştır.

Bu yazdığı şiirin mezar taşına yazılmasını

vasiyet etmişti Shakespeare. Tüm mal

varlığının dağılımının harfiyen kendi istediği

gibi yapılmasını vasiyet ettiği gibi. Ancak bu

kadar büyük bir şairin vasiyetinde hiçbir

eserinin geçmiyor oluşu Twain’in dikkatini

çekmişti ve Shakespeare’ın vasiyetnamesinin

SHAKESPEARE

OLMAK Ya da

OLMAMAK

Tuğçe Erkol

“Kadim dost, İsa adına,

Dağıtma bu mezarın tozunu.

Bu mezar taşını koruyanı Tanrı

korusun.

Ve kemiklerimi yerinden oynatana

lanet olsun!”

Page 29: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

bir şaire değil bir tüccara ait olduğunu

söylemekten geri durmamıştı.

Shakespeare’ın eserlerini tek tek ele alan

Shakespeare araştırmacıları tiyatrolarının yanı

sıra sonelerini de incelemiştir. 29. sonedeki

kelimeler tek tek incelendiğinde ortaya

sürgündeki bir adamın söylemleri çıkıyordu.

Üstelik şiir tamamen birinci ağızdan yazılmıştı.

Halbuki Shakespeare hiçbir zaman sürgün

edilmemişti. Ve hatta İngiltere’nin dışına

çıkmış olabileceği bile meçhuldü. Dönemin

kraliçesi Bakire Elizabet (I. Elizabeth, VIII.

Henry Tudor ve Anne Boleyn’in kızı)

döneminde tarih yazıcılığına ve yaşanan her

olayın kaydına çok büyük önem verilmişti.

Herhalde Shakespeare gibi büyük bir yazar

sürgün edilse ya da İngiltere’den çıkıp İtalya’ya

gitse Tudor Hanedanı’nın muhakkak haberi

olurdu. Hem acaba hiç İtalya’yı görmeyen

birinin otuzlarında Verona’yı, Floransa’yı bu

kadar yakinen anlatması olanaklı mıydı?

Peki, ortada yazarın hayatı ile ilgili bu kadar

çok çelişki varken acaba bu eserleri kim

vermişti ya da neden vermişti?

Shakespeare ile aynı yıl doğan bir yazar daha

vardı İngiltere’de. Tıpkı Shakespeare gibi o da

Stratford-Upon-Avon’da doğmuştu. Aynı

okullara gitmişlerdi. İkisinin de babası işçiydi.

Aynı sosyal sınıfa aitlerdi. Bu yazar Christopher

Marlowe’den başkası değildi tabi ki. Marlowe

oldukça başarılı bir yazar. Dr. Faustus gibi bir

oyunun yazarı ki bu oyun İngiliz trajedisinin

başlangıcı kabul edilir. Buna rağmen

İngiltere’nin kurbanı oldu genç yaşında.

Hem Marlowe hem de Shakespeare

ellerinden geldiğince Stratford-Upon-Avon’da

okudular. Ama küçük bir kasabada

alabilecekleri eğitim sınırlıydı. İşte bu

noktadan sonra Marlowe eğitimine devam

edip Cambridge Üniversitesi’ne kadar

yükselmişti; ama Shakespeare okumayı

bırakmıştı.

Marlowe aldığı eğitimin gereklerini

yeteneğiyle de birleştirip yerine getiriyordu.

Ovid’den çeviriler yapıyordu, ilk kafiyesiz

şiirleri veriyordu, II. Edward oyunuyla

eşcinsellere yapılan zulmü anlatan ilk tarihi

oyunu yazıyordu. Ne yazık ki Marlowe

hayatına devam ederken eserlerinde var olan

sapkınlıktan suçlandı ve Star Chamber’e

çıkarıldı. Star Chamber’de yargılanmasından

sonra da idam edildi genç şair. Kendisinin

idamından bir gün önce idam edilen John

Penry’nin cesedi, Marlowe’nin idam edildiği

gün ortadan kayboldu.

Marlowe’nin ölümünden iki ay sonra tüm

İngiltere’ye nam salacak olan bir yazar çıktı

ortaya. İlk şiiri olan Venüs ve Adonis’i

sanatının mirasçısı olarak tanıtan kişi

Shakespeare’den başkası değildi. Ancak eserin

yazara ait olduğuna dair en ufak bir kayıt

olmamakla beraber ne el yazısı ne de var 6

imzası birbirini tutmaktaydı.

Günümüzde hala daha tartışılan Shakespeare

ile ilgili yapılan çalışmalarda çok değişik bir

bilgiye daha rastlanmıştı. Shakespeare’ın

bilinen tek tablosu da aslında ona ait değildi.

Lillian Schwartz bunu kanıtlamakla beraber asıl

ilginci tablonun orjinalinin de kime ait

olduğunu kanıtlamıştı. Tablo dönemin kraliçesi

Elizabeth’e aitti.

Page 30: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

1902 yılında Mendenhall adlı bir profesörün

Ohio’da yaptığı çalışmada yazarların farkında

olmadan kullandıkları kelimelerin, cümle

yapılarının, cümledeki kelime uzunluğunun ve

kelime dağarcığının bir tablosunu çıkarmaya

başlamıştı.

Tesadüf eseri Bacon’un eserlerini ona ait

olduğu kanıtlansın diye bu teste sokmak

isteyen bir kişinin isteği üzerine çalışmaya

başlayan profesör karşılaştıracağı 20 yazarın

içine Marlowe ve Shakespeare’ı da koymuştu.

Testten çıkan sonuç eserlerin Bacon’a ait

olmasından daha enteresandı. Çünkü Marlowe

ve Shakespeare’ın tüm sonuçları bire bir

örtüşüyordu.

Tüm bunlar yaşanırken, Shakespeare

İngiltere’yi yeteneğiyle kasıp kavururken,

Marlowe’nin başarısının tadını çıkarırken daha

doğrusu peki Marlowe ne yapıyordu?

Marlowe’nin sözde idam edildiği gün ortadan

kaybolan John Penry’nin cesedi Marlowe’nin

cesedi olmuştu. Peki ya Marlowe kayıtlara bu

kadar önem verilen dönemde nasıl dışarı

çıkmıştı acaba? Star Chamber gibi suçsuzların

idamlarının icat edildiği, insanların Protestanlık

adına katledildiği bir mahkemeden Marlowe

kolay kolay sıyrılamazdı. Bunun bedelini de

kimliğinden kurtularak ödemek zorunda

kalmıştı. Kraliçenin en sevdiği oyun yazarı

Christopher Marlowe idam edildiği gecenin

sabahında birden Kraliçe’nin İtalya’da yaşayan

en sevdiği ajanı Monsenyör Le Doux’a

dönüşüvermişti.

Ölmüş Marlowe’nin İngiltere’den çıkması da

kolaylaşmışken Marlove yani Monsenyör

İtalya’nın yolunu tutmuştu bile. Üstelik hiçbir

engele takılmadan. Tabi Monsenyör’ün

İtalya’da ajanlık yapmasının da Shakespeare’ın

eserlerine nasıl yansıdığı herhalde

anlaşılmıştır...

Page 31: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Eylül’dü.

Dalından kopan yaprakların

Sararan yanlarına yazdım adını

Sahte bir gülüşten ibarettin oysa.

Ve hiç bilmedin ellerimin soğuğunu.

Eylül’dü.

Di 'li geçmiş bir zamandı yaşadığımız

Adımlarımızın kısalığı bundandı

Bundandı gözlerimin durgunluğu.

Sarı sıcak cümlelerde sözün kadar yalan,

Ellerin kadar ıssız,

Sen kadar zamansız molalar veriyordum

Ve çocuksu bir bencillikti hüznümüz.

Eylül'dü.

İzlerini çizdiği zaman ansızın gidişin,

Şimdi yoktu bir anlamı suskunluğun.

Çırılçıplak kalakaldım sessizliğin orta yerinde.

Sonra sesime yankı vermeyen uçurumlar kıyısında yürüdüm bir zaman

En çok sesini aradım.

Gözlerinse asılı bıraktığın yerdeydiler hala.

Gözlerini sildi zaman...

Dedim ya... Eylül'dü.

Savruluşu bundandı kimsesizliğimin.

EYLÜL’DÜ

Cemal Süreya

Page 32: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Letonya'dan selamlar İncir

Çekirdeği okuyucuları!

İlk heyecanlar

İşte büyük gün gelmişti. Sonunda gecikmeli

de olsa Letonya yolları benim için taştandı.

Biletimi alırken “bussiness” da kampanya

olduğu için bussiness'dan biletimi aldım.

Bagaj için bayağı sıra bekledim sıra bana

gelince görevli “Siz bussiness sınıfından bilet

almışsınız bu kadar sıra beklemenize gerek yoktu” dedi. Tabi nereden bileyim? Cahillik başa bela

gençler. Daha sonra pasaport kontrolü için başka bir yere gittim. Bu sefer önceliğimi kullandım. Ve

uçak havalandı. Çok karışık, değişik bir duyguydu.

Letonya’ya Varış ve İlk Saatler

Saat 14.40 gibi Letonya'ya indik. Artık hayal değil gerçekti. Sonunda bir "Erasmus Öğrencisi"ydim.

Havaalanında Türkiye'de tanıştığım bir arkadaşım karşıladı. Onunla yurda gittik. Bir bayan vardı.

Konuşmaya başladığımda fark ettim ki kadın İngilizce bilmiyor; o beni anlamıyor ben de onu. Beni bir

odaya çıkardı. O an küçük bir kalp krizi geçirdim sanki. Odanın hali içler acısıydı. Bir kızı çağırdı kıza

derdimi anlattım. O da kadına çeviri yaptı kendi dillerinde. Yarını beklemem gerektiğini, müdürün

geleceğini söyledi.

İlk İzlenimler

Eşyalarımızı bırakıp “Turkskebap” diye bir yere yemeğe gittik. Bizim Türkiye'deki kebap ya da dürümle

uzaktan yakından alakası yok aslında ama aç kalmamak için mecburen yedik.

Daha sonra şehri gezmeye başladık. “Old Town” diye kendi başına şehrin merkezinden ayrı bir

yerleşim yeri gibi adeta. Asırlık binaları, kiliseleri... Her detayı o kadar büyüleyici ki gerçekten

görülmeye değer. Tarih ve modernin karışımı bir yerdi. Tek sıkıntısı tabelaların yalnızca Letonca

olması. İngilizce yok. O yüzden gezdik ama “tam olarak nereyi gezdin” derseniz maalesef şu anda

bilemiyorum ama en yakın zamanda alışacağımı umuyorum. Daha çok gençler İngilizce biliyor. O

yüzden yolunuz bir gün buraya düşerse soru sormak için gençlere danışmanızı tavsiye ederim.

Tehlikeli bir şehirmiş. Her an her şey başınıza gelebilirmiş. Bir kıza durağı sorduğumuzda 2

seçeneğimiz olduğunu ama bir tanesinin tehlikeli olduğunu söyledi. Bu konuda da çok yardımcı

oluyorlar.

Küresel ısınma buraya da vurmuş sanırım. Sağınızda şort, tişört giymiş birisini gördüğünüzde sol

tarafınızda kazak, kaban, bot giymiş birisini görebilirsiniz. Su sıkıntısı var tabi bir de. Her yerde öyle

normal su bulamıyorsunuz. Ama Türk'ün azmi ile sonunda saf suyu buldum.

ERASMUS’lunun Güncesi Kübra Tarakçı

Page 33: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Ve bu sabah yani Ağustos’un 25'i. Sabahtan

beri durmaksızın yağmur yağışı var ve hava

soğuk. Türkiye'deyken sıcaklıktan şikâyet

etmiştim; ama bir anda soğuğun ortasına

düşmek de hiç iyi değilmiş.

Okulun ilk haftası uyum haftası gibi. Her gün

bir etkinlik vardı bizim için. Cuma günü “Euro

Dinner” adıyla bir gece düzenlendi. Her

öğrenci kendi ülkesinin yöresel yemek ve

içeceklerini tanıttı. Bizim masamızda kısır,

pişmaniye, baklava, Kemalpaşa tatlısı, fındık,

lokum vardı. Yiyeceklerden ilk kez tadanların

sevinci gerçekten görmeye değerdi. Çinliler ve

Koreliler pirinci çok sevdiklerinden olsa gerek

kısıra bayıldılar. Pişmaniyeyi nasıl yiyeceklerini

şaşırdılar. Çok tuhaflarına gitti. Bu güzellikleri

maalesef diğer ülkelerin yiyecekleri için

söylemek çok güç. Çok farklı tatları var. Benim

favorilerim arasında Çek Cumhuriyeti'nin

kurabiyesi ve Gürcistan'ın sosu var.

Son olarak; yurtta ilerlerken her an bir "Hello"

sesi ile karşılaşmak çok güzel. Her milletten

insan var fakat ortak alanları bilmediğin

insanlarla paylaşmak pek hoş değil. Zamanla

alışırım umarım.

Bu ay böyle bir giriş yeterli sanırım. Gelecek ay

yine

ERASMULU'NUN GÜNCESİ ile sizinle

olacağım. Esen kalın...

Kısa Kısa Letonya:

Nerede? Kuzey Avrupa’da. Estonya, Litvanya, Rusya ve Belarus’la komşu.

Letonlar kimdir, nedir? Günümüzdeki Letonlar ve Litvanlar MÖ 2500 civarında Baltık Denizi civarında yerleşen Hint-

Avrupa halklarının torunlarıdır. 12. yüzyılda bölgeye önce ticaret amacıyla gelen Cermenler Letonları zor kullanarak

Hıristiyanlaştırmışlar, 1201 yılında Letonya'nın başkenti olan Riga'yı kurmuşlardır.

Ülke nüfusu ne kadar? Nüfus: 2.274.735

Dili nedir? Letonya'da resmi dil Letonca'dır. Günümüzde bu dil, sadece güney komşusu olan Litvanya ile akrabalık ilişkisi

vardır. Yok olan Prusya dili ile de akrabalık bağı vardır. Baltık dili ailesine bağlı olan bu dil Hint-Avrupa dillerindendir.

Nüfusunun yarıya yakını Rus olan Letonya'da Rusça da yaygın olarak kullanılmaktadır

Page 34: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İstanbul, Bizans ve Osmanlı devletlerinin kültür mirası ile yoğrulmuş ve her iki devlete de payitahtlık yapmış eşi

benzeri görülmeyen mekânlarıyla dolu, birçok devletin almaya çalıştığı fakat kuşatmakla yetindikleri,

Peygamberimizin ağzından orası için sözler söylenmiş bir şehirdir.

İstanbul şehri Bizans'a ve Osmanlı devletine başkent olmuş bir şehirdir. Her iki devlet zamanında bu

özelliğinden dolayı birçok imarethane, ibadethane, saray ve diğer kültür abidelerini dikmişlerdir. Özellikle

İstanbul'un Suriçi denilen kısmı bu eserlerden nasibini almış yegane bölgedir. Ben bu yazımda size daha çok bu

Suriçinin tarihi kokusuyla miraslar hakkında, kısa süreliğine yaptığım turizm rehberliğinden edindiğim bilgilerimi

sunacağım.

Bana en ilginç gelen basit bir taştan bahsedeceğim size. Bu taş IV.yy zamanında dikilmiş. Yerebatan

sarnıcının yanı başında , boyu yaklaşık bir metre olan , sanki bir kısmı daha varmış da özenle kesilmiş biçimine

benzeyen bir taş. Adı "Milyon sütunu/Milyon Taşı" .Bu taş tahminimce isimi kadar yıldan beri bilinen bir yanlışın

abidesidir. Çünkü bu taşın dikilme nedeni dikili olduğu yerin, "Dünya'nın Merkezi"nin oranın olduğu

sanılmasıdır. Tabii ki bu çok doğal bir hipotezdir. Çünkü o günün Avrupa'sında Rönesans hareketleri

başlamamıştı ve bu nedenle skolastik düşünce nedeniyle bilimden yoksundular. Biz bugün biliyoruz ki dünyanın

merkezi meridyenler ile ekvatorun kesiştiği noktadadır.

Yerebatan sarnıcı demişken ondan bahsetmemek olmaz. Yerebatan sarnıcı 542 yılında Bizans

imparatoru I. Justinyen tarafından inşası için emredilmiştir. İstanbul'un en yüksek noktasına inşa edilen bu

sarnıcın amacı Ayasofya'nın - Bizans İmpatorluğunun sarayı- su ihtiyacını karşılamaktır. Ayasofya'dan sonra bu

sarnıç İstanbul'un bütün yerlerinin su ihtiyacını karşılamak için kullanılmıştır.. Su deposu derken bugünkü

anlamda basit bir mekan olarak söylersek yanlış tasvir etmiş oluruz. Yaklaşık 9800 m2

alanına sahiptir. Bugün

müze olarak kullanılan mekana dönemin bir bekçisi tarafından balıklar atılmıştır. Normal şartlarda yaşamaması

gereken balıklar ortama adaptasyon sağlayarak yaşamlarını sürdürmüştür. Sularını ise Belgrat ormanlarından

alır. İçerisinde 336 kolonu bulunan sarnıcın iki adet de Medusa heykeli vardır. Rivayete göre Medusa tam bir

güzellik abidesidir. Özellikle saçları ona ayrı bir güzellik katmıştır. Bu güzellik , Zeus'un oğlu Perseus'a aşıktır.

Fakat Athene de Medusa'ya aşıktır. En nihayet Athene Medusa'dan beklediği ilgiyi göremeyince Medusa'yı taşa

çevirir. Saçlarını yılan yapar. Ona bakan herkes taş kesilir. Hatta bir rivayete göre de Medusa'ya bakanların taş

kesilmesinden dolayı onun başını kesip savaşlara götürüp düşmanların bakmasını sağlar böylece savaşın galibi

olurmuş.

İçerisinde Ayasofya'nın , Yerebatan Sarnıcı'nın ,Million taşının, Obeliks -Dikili Taş'ın- bulunduğu

meydana adını veren padişah kendi adıyla anılacak bir cami yapmak ister. Camiye de bir sefer sırasında

kazandığı yerdeki türbeden Peygamber efendimizin ayak izini oraya koymak istemektedir. O dönemin

mimarbaşısı Sedefkâr Mehmet Ağa cami'nin planını yapar ve kısa süre içerisinde inşasına başlatır. 1609 yılında

OSMANLI'NIN ve BİZANS'IN TARİHİ MİRASLARINA YOLCULUK

Mehmet Altınova

Page 35: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

başlanan bu cami süre dursun biz Sultan Ahmet'in rüyasına gidelim. Sultan Ahmet bir gece rüya görür.

Rüyasında bir kurultayın içindedir ve geçmişteki bütün müslüman devletlerin başındaki adamlar komutanlar

oradadır ve nur yüzlü birisinden " ben savaşa gideceğim ordumda yardımcı ol- , "ben kale fethedeceğim yardım

et- , "halkım yardımcı muhtaç , yardım et- , "şefaat et" - gibi isteklerde bulunur. Arka sıralarda bir adamın

isteğini sorduğunda "Bu adam var ya - Sultan Ahmet- benim türbemin başından sizin güzel ayak izinizi aldı ,

bunun için benim türbeme kimse gelmez oldu , cami değerli olsun diye sizin ayak izinizi gören kişilerden de

sevap almak için onu benim başımdan aldı kendi camisine koymak istiyor , ben bu adamdan şikayetçiyim." der.

Uyandıktan sonra dönemin rüya tabircileri , remelcilerini tez bir vakitte çağırttırır. Durumu onlara izah eder.

Adamlar , "Hünkârım , derhal bu ayak izini götürüp aldığınız türbeye iade etmelisiniz , aksi takdirde

durumunuzun vay haline." deyince Sultan Ahmet ertesi gün onu iade eder. Şuanda da Sultan Ahmet Cami'sinin

içerisine girdiğiniz vakit peygamber efendimizin ayak izinin bulunacağı -fakat kısmet olmadı- yerde mermer

sütun vardır.

Sultan Ahmet Camisinin bu hikâyesinden sonra içerisi hakkında biraz bilgi vermek gerekir. İçerisinde

20.000 taneden fazla çini bulunan cami renklerinin mavi olmasından dolayı yabancılar tarafından " Blue

Mosque" denilmektedir. Gerçektende bu adı alacak kadar zengin bir çini dizinine sahip olan cami klasik Osmanlı

mimarisine sahiptir. İçerisinde bütün Osmanlı camilerinde bulunduğu gibi bir çeşme de vardır. 1609 yılında

yapımına başlanılan cami 1616 yılında bitmiştir. 4608m2

sahip olan cami Osmanlı'nın 6 minareli ilk camisidir.

Fakat o dönemde bu özelliğinden dolayı tartışma çıkmıştır. Çıkış amacı 6 minarenin o dönem Kâbe'de de

olmasındandır. Bunun çözümünü Sultan Ahmet Kâbe'ye bir minare daha yaptırmakta bulur. Avizeleri ise

devekuşu yumurtasının örümcekleri önlediğinden mütevellit devekuşu yumurtaları ile boyanmış böyle ağ

yapmaları önlenmiştir. Seyid Kâsım Gubarî tarafından da camini hatları yapılmış ayrı bir renk katmıştır. Kolonlar

arası yine Türk mimarisine uygun " Türk Üçgeni" bulunur. Caminin önem kazanmasının bir nedeni de mermerin

oyularak açılması ve işlenmesidir.

Gelelim , Osmanlı Devleti'ne 400 yıllık payitahtlık yapmış , nice zaferler için görüşülmüş , devletin idare

merkezinin yapısına. Topkapı sarayı, 1465 yılında İstanbul'un Fatihi II.Mehmet tarafından yaptırılmıştır. Birun

,Enderun,Harem. Birun, sarayın dış kısmıdır. Enderun kısmında Arz Odası , Hazine Odası gibi bir takım odalar

vardır. Divanlar burada görüşülür karara bağlanır. Divan'ın yapıldığı oda şark odaları gibi minderler vardır ve

tepesinde dönemin hükümdarı tarafından izlenmesi için kafes misali pencere vardır. Bu pencereden , padişah

katılmadığı kurultayda aleyhine karar alınmaması için izler. Sarayın dışında kalan Babüsselam kapısında ebced

hesabıyla toplandığında 1478 tarihini -Topkapı Sarayı'nın bitiş tarihi- veren kitabe yazılıdır. Bu nedenle de kapısı

bile şiir biçimiyle yazılmıştır. Zaten,Avnî mahlasıyla şiir yazan Fatih Sultan Mehmet'e de böylesi yakışırdı.

Mustafa Reşid Paşa tarafından okunan ve edebiyatımızda da devrime yol açacak olan Gülhane-yi Hatt-ı

Hümâyun'nun okunduğu Gülhane Bahçesi de bu sarayın bahçesidir. Bahçenin içerisinde tarihi ağaçlar ve Türk

İslam Sanatları Müzesi bulunur. Saraya geri döndüğümüzde Osmanlı klasik sanat mimarisini burada da

görüyoruz. Avrupa'nın sarayları gibi halkına yukarıdan bakan bir mimari değil daha çok reayaya yakın alçak

mimari belirir.Saray aslında çok fazla büyük değil idi. Yeni topraklar alındığı zaman eklemeler yapılmıştır - Revan

Köşkü gibi.-. Sarayın içerisinde, kılıçlar , miğferler , heybetli kaftanlar , en büyük elmas olarak bilinen Kaşıkçı

Elması , Hz. Ali'nin kılıcı olan Zülfirkar kılıcı bulunmaktadır. Peygamber Efendimiz, Hz. Ali'ye , "Bu kılıcı ben

öldükten sonra asla kullanma." demiştir. Bunun üzerine Hz. Ali , Peygamber efendimiz vefat ettikten sonra Ser-

deste adında bir sopa kullanmış , kılıcı da Necef deryasına atmıştır. Ardından bu abdalların kullandığı sopaya da

bu ad verilmiştir.

Obeliks ya da diğer bir adla Dikili taş , Hipodrom'da -Sultan Ahmet Meydanı - dikilidir. Mısır firevunu ,

III.Tutmasis, bu taşı M.Ö XV. yüzyılda Karnak tapınağına dikmiştir. Daha sonra II.Costantinious bu taşı tahta

bulunuşunun 20. yılı şerefine 357 tarihinde Nil nehri üzerinden İskenderiye şehrine getirmiştir. 390 yılında

I.Theodesius bugünkü yerine getirmiştir. Yazılar Grekçe ve Latince'dir. Bizim Orhun yazıtlarımız gibi tarihi bir

öneme sahiptir. Dört köşesi de Firevun’un yaptığı faaliyetleri anlatır.

Umarım siz de bu tarihi güzellikleri görür ve tarihi kokuyla dimağınıza hoş bir esinlik gözünüze hoş bir

hayal koyarsınız. Vesselam

Page 36: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ŞİİR

Hüseyin Arda SALKAYA

Ne bakarsam kârdır gözlerine,

Ne seversem kârdır.

Ne öpersem kutsalımdan,

Farzdır dilime dudağıma.

Anlayamadığım kadar hızlı dönüyor dünya.

Geç anlıyor insan!

Kayınca o yumuşak el avucundan,

Lüzumlu olan o iki göz olmuyor yanında.

Kadı feneri gibi yanıp duruyorsun sonra.

Ve son içime çektiğim nefesim olursun diye,

Yüreğimi her sana getirişimde,

İçime çekiyor güzelliğinden.

Çivilendi mi kapı üzerine,

O her delikten giren sevgi

Giremiyor içine.

ÜŞÜYEN BAHAR

Sema Keser

Nezaket gösterir bu mevsimde güneş yağmura

Yağmur bir an önce kavuşmak ister savrulmuş tohuma

Tohum yerleşene kadar avare gezer çernezyomdan savana

Yaprak deniz misali dalga dalga kurulur ormana

Karıncalar meşgul bereketin son damlalarını taşırlar sırtlarında

sığınağa

Yaşayan hiyerarşinin sorgulamayan ağır işçileri olarak devam ederler

hayata

Hayatsa üşümeye başlar sorgusuzca,

Fısıltıyla ıslık arası derdini anlatmaya çalışır buğulu camlara

Bir matem çöker yavaşça dağlardan esip kurumaya başlayan

yaprağa

Önce yeşil sarı kahverengi ve sona doğru küller dönüşür siyaha

Sürüler kapanır, ahıra konar kestane palamudu dededen kalma

sobaya

Fırından çıkmış ekmek pay edilir, kokuyu duyana duymayana

Ay ışığı sipahileri haber salar titreyen dallardan sokak lambasına

Sokak lambası kovalar fütursuz aydınlığı uzar gamlı akşamlar

Elveda der bu sarımtırak bahara güneşe sevdalı göçmen kuşlar

Page 37: İncir Çekirdeği 6. SAYI

fotoğraf Aybige Akdağ

“Oysa ben aksam olmuşum

yapraklarım dökülüyor

usul usul

adım sonbahar.” Atilla İlhan

Page 38: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İbrahim Şinasi İstanbul’un Cihangir semtinde dünyaya

gelir. Doğum tarihi tam olarak bilinmemekle birlikte elde

bulunan belge niteliğindeki iki kaynak 1826 yılını

göstermektedir. Babası, topçu yüzbaşı Mehmet Ağa, annesi

ise Esma Hanım'dır. Şinasi, babasının 1828 yılında Rusya ile

yapılan savaşta şehit düşmesiyle henüz iki yaşındayken yetim

kalır. 1832'de Mahalle Mektebi’ne gider. Ardından Tophane

Müşiriyeti Mektubî Kalemi'ne kâtip adayı olarak girer. Memur

İbrahim Efendi'den Arapça ve Farsça öğrenir. Yine başka bir

memur Reşat Bey'den Fransızca dersi alır. Bu görevi

sonrasında önce memurluk sonra hulefalık derecesine

yükselir.

Şinasi’nin Avrupa hayatı 1849 yılında maliye alanında eğitim alması için devlet tarafından Paris'e

gönderilmesi ile başlar fakat burada edebiyat ve dil konularındaki çalışmaları başlamış olur.

Oryantalist De Sacy Ailesi ile dostluk kurar. Ernest Renan'la tanışır, Alphonse de Lamartine'in

toplantılarını izler. Oryantalist Pavet de Courteille'e çalışmalarında yardım eder. Ünlü dilbilimci Paul

Emile Littré ile tanışır. 1851'de Société Asiatique'e üye seçilir.

1854 yılında Paris’ten dönen Şinasi çeşitli

devlet kademelerinde görev alır. 1860

yılında Agâh Efendi ile birlikte Tercüman-ı

Ahvâl Gazetesi'ni çıkarır. Altı ay sonra Tasvir-

i Efkâr adlı bir başka gazeteyi tek başına

yönetmeye başlar. 1865 yılında Fransa'ya

gider. Orada sözlük çalışmalarına yönelir.

Tanzimat sanatçıları arasında yaptığı

çalışmalar ve edebiyatımıza getirdiği

yenilikler açısından baktığımız zaman Şinasi

ön plana çıkmıştır. Gazetelerde yazdığı

makalelerle, Fransızcadan yaptığı şiir

çevirileriyle, edebi ve toplumsal eleştirileriyle ve kullandığı yalın, halkın anlayabileceği arı dille

edebiyatta batılılaşmanın ilk adımlarını atan Şinasi 13 Eylül 1971 yılında vefat etmiştir.

Fransız Tiyatrosu'nu yerinde görüp batı tiyatrosunu yakından tanıyan Şinasi, edebiyatımızda yazılı

ilk tiyatro oyununu kaleme almıştır. "Bir Perdelik Komedi" denilen ve öyle bilinen "Şair Evlenmesi", ilk

önce iki perde olarak yazılmış, Tercüman-ı Ahvâl'in 2-3-4 ve 5. sayılarında bir perde olarak

yayınlanmıştır. 1860 tarihli basılı metinde Şinasi'nin şöyle bir hatırlatması yer alır. "Bu oyun iki fasıl

olarak 1275 tarihinde tiyatro için tertip olunmuştu. Sonradan birinci faslının kaldırılması lazım geldi."

Batı tarzında yazılmasına karşın Geleneksel Türk Tiyatrosu'nun da etkisini taşıyan Şair Evlenmesi, eski

ile yeni, doğu ile batı arasında bir köprü olma niteliğine sahiptir. Ayrıca noktalama işaretleri ilk defa

bu eserde kullanılmış ve tiyatro terimleri hakkında da Türkçe karşılıklar kullanılmıştır.

ŞİNASİ’DEN ŞAİR EVLENMESİ

Page 39: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Şair Evlenmesi görücü usulüyle evliliğin

sakıncalarını konu almaktadır. Batılı tutum ve

davranışı, kılık ve kıyafetiyle pek sevilmeyen,

eğitimli olmasına rağmen saf bir yapıya sahip

Şair Müştak Bey, sevdiği Kumru Hanım'la,

kılavuz ve yenge hanımlar aracılığıyla evlenmek

ister. İmamın kıydığı nikâh sonrasında kendisiyle

evlendirilen kişinin, Kumru Hanım'ın çirkin ve

yaşlı ablası Sakine Hanım olduğunu görünce

önce bayılır sonra itiraz eder. Mahallelinin de işe

karışmasıyla başına gelenleri kabul etme

mecburiyetinde kalır. Müştak Bey'in imdadına

arkadaşı Hikmet Bey yetişir. Hikmet Bey'in

mahalle imamına verdiği rüşvetle olay çözülür.

İmam yaş olarak büyük olanı değil de boy olarak

büyük olanı nikâhladığını söyler ve yapılan hile sonuçsuz kalır. Şair Evlenmesi’nin konusuna

baktığımız zaman oyun töre komedisi olarak nitelendirilir. Görücü usulü evliliği, halk diliyle ve yine

toplumdan seçilmiş karakterlerle eleştirel boyutta incelemiş olan Şinasi’nin bu açıdan bakınca batı

tiyatrosunu sadece teknik açıdan örnek aldığını görürüz. Şair Evlenmesi, geleneksel Türk tiyatrosunun

aksine serim-düğüm-çözüm kısımları bulunan bir olay dizisi üzerine kurulmuştur.

Oyunun malzemesi, döneme göre oldukça güncel, yerel ve

gerçektir. Şinasi halktan seçtiği oyun kişilerini halkın diliyle

konuşturarak Türk toplumuna ait töresel bir uygulamanın

eleştirisini yapar. Kişiler arasındaki konuşmalar da dikkat

çekicidir. Kelime oyunları, söz komikleri ve konuşma

yanlışlarıyla desteklendiği, her oyun kişisine de kendi tipine

uygun bir konuşma dili verildiği görülür. Oyunun sade dili ve

anlatımın akıcılığı, Şinasi'nin dildeki ustalığını gösterecek

niteliktedir.

Şair Evlenmesi oyununun, daha sonra yazılacak olan oyunlar

için bir örnek teşkil ettiğini düşünürsek dönemin cesur

hareketlerine önayak olmuştur ve Türk tiyatrosu için önemi

oldukça büyüktür diyebiliriz.

Sultan Demirtaş

Page 40: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

‘’Sunay Akın’ı sünnetten önce Trabzon’da bir

fotoğrafçıya götürürler. Fotoğrafçı,5 yaşındaki

çocuğun eline süs olarak bir oyuncak gemi

tutuşturur. Gemiyi sünnet armağanı zanneden

Sunay’ın oyuncaktan ayrılması kolay olmaz.

Ama 37 yıl sonra ‘’Neptune’’ adındaki oyuncak

gemiyi, Almanya’daki bir antikacıda bulur.

Gemi yeniden Sunay Akın’ın kollarındadır.’’

Müzenin kurulma hikayesi burdan başlıyor.

Neptun adlı oyuncaktan. O gün başlar içindeki

bitmeyen oyuncak sevgisi. Yıllar geçer,nereye

giderse gitsin oyuncak peşinde koşar. Onları

toplar,biriktirir ve 2005 yılında ailesine ait

köşkte bizlerle paylaşır. Milyonlarca oyuncağı

olan bir çocuk Sunay Akın. Asla bencil değil

aksine sizi düşündüğü için paylaşıyor. Her katı

her odayı farklı bir konseptle döşüyor. Girişte

Türk oyuncaklar var. Fatoş Oyuncakları’nın

imalatı hepsi. Adile Naşit ve Müjdat Gezen

bebekleri bile var. Fatoş Oyuncakları’nın

hikayesi de ilginç. Fatma Hanım, çocuğunun

oyuncak hayvanlardan korkmaması için onun

sevebileceği tarzda oyuncak üretmeye

başlıyor. Ve 70 nesli Fatoş Oyuncakları’yla

büyüyor. Kızılderili oyuncaklarına ayrılmış

odayı gezerken, bir zamanlar pazar

sabahlarımı işgal eden Kızılderili filmlerinin

müziğini duyuyorum. "Aa bende bu küçük

askerlerden vardı. Benim kız kardeşim de bu

bebeğin gözünü oyup şaşı yapmıştı. AAa bak

biz bu havaya atılıp döne döne yere inen şeyle

ne çok oynardık değil mi? Hep istedim, annem

almamıştı bu futbol takımından bana. Bu

kuzenimin oyuncağıydı, şapkasını koparmıştım

ben, saçını yolmuştum sonra. Ben bu arabayı

kaybetmiştim yaa, çok severdim." Hatıralar

müzeyi gezerken size eşlik ediyor.

Gönül isterdi ki her odayı en ufak ayrıntısına

kadar ballandıra ballandıra anlatayım.

Anlatamam ,anlatılmaz çünkü. Anlatılmaz

yaşanır. Porselen bebeklerin hakimiyetindeki

odaya girince gözlerim doluyor. Küçükken bir

sürü bebeğim vardı. Ama içlerinden sadece

şişko bez bebeğim Gülenay’ı severdim. Bir de

misafirliğe gittiğim evlerde gördüğüm porselen

bebekleri. ‘’Ama bu haksızlık’’ diye bağırmak

istiyorum. Çünkü çok güzeller.Çünkü bebek

evleri bugün piyasada olanlardan daha

yaratıcı,daha orjinal. 1920 yılında Almanya’da

üretilmiş. Kütüphaneli evi görünce

kıskanıyorum. Bizim hiç böyle oyuncaklarımız

yoktu. Hiçbir oyuncağımda kitap yoktu.

Kitapların gerçekleriyle oynardım. 90’lı yıllarda

bizim evde olan siyah kitaplık 1920 yılında

Almanya’daymış. Sınıfta ders işleyen

öğretmeni ve öğrencileri görünce hemen hayal

kurmaya başlıyorum. Dokunabilsem oynarım.

Dalga geçebilirsiniz belki ama oraya gidince

hak verecekseniz bana. Daha kapıdan

girdiğinizde çocuğuna oyuncaklarla ilgili anısını

anlatan bir evebeyn görünce (mutlaka bir

anne ya da babaya rastlarsınız) müzeyi

gezerken ‘çocuk’ olacağınızı anlayacaksınız

zaten. İstemeye istemeye ayrılıyorum oradan.

Oyuncakçı dükkanının önünden geçiyorum.

Sunay Akın’ın "her akşamüstü oyuncakçı,

camekanından çocuk ellerinin izlerini siler...’’

sözü geliyor aklıma.

‘’Haydarpaşa’dan Pendik’e kalkan treni / Bir

oğlan çocuğu gördü / Benzetti oyuncağına /

Güldü’’ Oktay Rıfat

Geçmişe yaptığımız yolcukta T.C.D.D’nin

odasında devam ediyoruz. Bavullar raflara

konulmuş. Koltuk yolculuk için hazırlanmış.

Camdan sarkmanın yasak olduğunu uyarı

yazısında görüyoruz. Üç vitrin de tren

oyuncaklarıyla dolu. Şarkıdaki gibi ‘İstasyon

insanları burdalar tesadüfen aynı rüyayı görüp

ayrı yerlere giden.’ İstasyon insanlarını odada

bırakıyorum. Diğer odaları gezmeye devam

ediyorum. Masal kahramanlarının

oyuncaklarını görüyorum. Kitaplardan fırlamış

gibi yedi cüceler, kötü kalpli cadılar ve diger

kahramanlar. Walt Disney’in sevimli faresi

Düşler Sokağı: Oyuncak Müzesi Işık Selin Orhuntaş

Page 41: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

aslında bir oyuncak ve camdan size

gülümsüyor. Şarlo 100. Yılında dünyadaki tek

oyuncağı ile İstanbul’da. 100 yaşındaki bu

oyuncağın hikayesini projeksiyondan yansıyan

Sunay Akın’dan dinliyoruz. Siyah beyaz

filmlerin kahramanı bile burada. Düşler

Sokağı’nın içinde. Uzay gemisinin, silahsız

askerlerin, RedKitt’in, Daltonların, veresiye

defteri önünde açık bakkal amcanın, Mona

Lisa’nın bile olduğu bir yer. Benim için

cennetten farksız orası. Bir hayal ürünü.

Gerçekleşmiş bir hayalin örneği. Hayat çok

garip. Sizin için ütopya olan herhangi bir şey

hiç beklemediğiniz bir gün gerçek olabiliyor.

Çocukluk kahramanınız ile karşılıklı

oturabilirsiniz bir gün. En sevdiğiniz yazar canlı

kanlı karşınıza geçip size hayallerinizden

vazgeçmeyin diyebilir.

Oyuncak Müzesi, sadece bir müze değil.

Gerçekleşmiş bir hayal. Muhafaza edilmiş bir

çocukluk. Kendinizi kötü hissettiğinizde terapi

gibi gelecek bir yer. Kafesinde oturup mutlu

olunacak bir yer. Çünkü orası kovulduğumuz

cennetimiz;çocukluğumuz.

‘’Bir çoşkudur cocukluk, bir umuttur en

tazesinden, bir sevgidir saf, dahası bir aşktır en

sakınılasından. İster sokakta,ister sıcak,büyük

ve güvenli bir aile ortamında geçsin,küçücük

mutlulukların cennetidir çocukluk.Kiminde bir

çikolataya,kiminde bir oyuncağa,kimindeyse

yalnızca bir kucaklamaya bakar,yüzlerine

yayılan eşsiz kocaman gülümseyiş.Bir renktir

çocukluk. Her çocukluk başka bir renk

dünyada… Ve bir oyundur çocukluk. Bir oyun

çocukluk.’’*

*1998 yılında İzmir’de yayımlanan Kötü Tüccarlar

dergisi,D.Ayça Ergün’ün yazısından alıntı.

**Gitmek isteyenler için Söğütlüçeşme metrobüs

durağının önünden minibüsler geçiyor. Oyuncak

Müzesi’ne gitmek istediğinizi söylediğiniz takdirde

size uygun yerde bırakıyorlar. Erenköy Kız Lisesi’nin

iki alt sokağında. Liseyi bulduktan sonra tabelaları

takip ederek ulaşabilirsiniz.

Page 42: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Arka Kapak bu ay da Türk edebiyatından Dünya edebiyatına birbirinden değerli üç kitapla karşınızda.

İşte sizler için derlediğimiz eserler...

KİTAP: DAVA

YAZAR: FRANZ KAFKA

KONU: Dava, bir sabah uyandığında kendisini sebebini anlamadığı

bir suç nedeniyle dava edilmiş bulan Josef K. adlı kahramanın absürt

durumunun anlatıldığı bir Franz Kafka romanıdır. Gerçekdışı niteliğiyle

Kafka'nın şaşırtıcı yapıtları arasında çok önemli bir yeri olan Dava;

tamamlanmamış bölümleriyle birlikte yazarın ölümünden iki yıl sonra,

yakın arkadaşı Max Brod'un katkılarıyla, 1925'de yayımlanmıştır. Roman 1962'de Orson Welles tarafından filme uyarlanmıştır.

Bir sabah ansızın tutuklandığını; ama normal yaşamına devam

edebileceğini öğrenen Josef K., neyle suçlandığı bildirilmediği için önce

bunu bir şaka sansa da, kısa sürede durumun ciddiyetini kavrar. Ancak

ne mahkemeye çıkarılır ne de savcılarla görüşebilir. Çalıştığı bankada,

kaldığı pansiyonda, gittiği yerlerde herkes, anlaşılmaz bir biçimde bu

davadan haberdardır. Kaderin bir tür oyunuyla sürüklenir durur,

savunma gücü yoktur, bir hiçtir o.

Yavaş yavaş bir saplantı haline getirdiği davasıyla arasında hiçbir aracı bulunmadığını, kaçınılmaz bir

biçimde bu davanın tam merkezinde kendisinin yer aldığını anladığında ise, cezasını beklemeye

başlar.

Aslında ortada gerçek bir dava da yoktur. Kafka'nın burada anlatmak istediği Bay K. zaten yaşam ya da

dünya tarafından tutuklanmış ; fakat bunun bilincine hiçbir zaman varamamış olmasıdır.

ARKA KAPAK

Merve Başol

Page 43: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Kitap: YAŞAR NE YAŞAR NE YAŞAMAZ

YAZAR: AZİZ NESİN

KONU: Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz, Aziz Nesin'in ilk kez 1977 yılında

yayımlanan romanıdır. Aziz Nesin bu eseriyle 1978 yılında Madaralı

Roman Ödülü'nü almıştır.

Yaşar Yaşamaz adlı karakter hapse girmesinin ardından mahkûm

arkadaşlarına hayat hikâyesini anlatır. Devlet, Yaşar Yaşamaz'ın nüfus

kayıtlarına göre bir ölü olduğunu düşünmektedir ama yine de askerlik

görevini yerine getirir. Yaşar nüfus kâğıdı çıkaramaz ve olaylar hem

güldürü hem de düşündürücü şekilde gelişir.

Kitabın giriş yazısını kaleme alan Meral Çelen bu büyük ilgiyi Yaşar

Yaşamaz’ın ağzından şöyle açıklıyor:

“...Ünümün bu kadar yaygınlaşmasına, beni bu kadar sevmenize ilk

zamanlar akıl erdiremiyordum ama, şimdi biliyorum artık... Nasıl

hepimizde biraz Don Kişot’luk varsa, demek biraz da Yaşar Yaşamaz’lık

varmış... Başıma gelenler yabancınız olsaydı, sever miydiniz beni, arar mıydınız?”

KİTAP: ÇİÇEKLER BÜYÜR

YAZAR: EMİNE IŞINSU

İlay-Mehmet Ali aşkı etrafında Bulgaristan’da yaşayan Türk

vatandaşlarına, Rusya etkisiyle Bulgar Hükümetleri’nin uyguladığı,

insanlık utancının ve kanlı baskıların anlatıldığı; gerçekleri, acıları

yüzümüze vuran roman: Çiçekler Büyür... Emine Işınsu, yaşanan

bu drama kayıtsız kalamayan kalemiyle, gelecek kuşaklara çok

önemli bir eser bıraktı. Unutmayalım, unutturmayalım diye...

“1976'lardan bu yana, Bulgaristan'da yaşayan millettaşlarımıza,

Bulgar Hükûmetleri'nin uyguladığı, insanlık utancı politikalar ve

kanlı baskılar... İlay, bir küçük kadın, bunlara nasıl karşı koyabilir?

... Gerçi tabancasında tek kurşun kalmıştır ama, silahı kendisine

çevirmek, İlay'ın karakterine çok ters bir tutumdur. Oysa

bedenler, beyinler ve sevdalar, bu toprağa gübre olabilir, iş ki

çiçekler, her yıl yeniden büyüyebilsin...”

Page 44: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Değerli okuyucularımız sizin de bildiğiniz gibi geçtiğimiz günlerde beyaz perdenin en çok

sevilen isimlerden biri olan Robin Williams’ı kaybettik. İncir Çekirdeği ekibi olarak sanat dünyasındaki

bu kayıp bizi de çok üzdü. Bu yüzden bu ay sizlerle onun en güzel filmlerini paylaşmaya karar verdik.

Ölü Ozanlar Derneği

1959 yılında geçen film, John Keating (Robin Williams) adlı çok

başarılı ve bir o kadar da farklı olan edebiyat öğretmeninin çok

disiplinli bir erkek okulu olan Welton Academy'de (takma adı Hell-

ton) öğretmenlik yapmaya geldiğinde başlar. Bay Keating, çoğu

baskı altında olan öğrencileri edebiyat ve şiirin bambaşka dünyasıyla

tanıştırır. Onlara özgürlüğü, hayatı yeniden anlamayı, dünyaya farklı

açılardan bakmayı öğretir. Ancak Welton Akademisinin felsefesine

tam örtüşmeyen bu ders anlatımı akademi yönetimi tarafından da

gözden kaçmayacaktır. Okul müdürü Bay Nolan, yeni edebiyat

öğretmenini, öğrencilerinden birinin intiharı üzerine, sorumlu

görmüştür. Bunu bahane ederek edebiyat öğretmeni Bay Keating'i

okuldan ayrılmaya zorlamıştır, fakat bu ayrılığa onu anlayan

öğrencilerinin verdiği tepki Bay Nolan'ı hayatı boyunca yaşadığı

belki de en utanç duyacağı anına sürükler.

Can Dostum

Will Hunting (Matt Damon) Massachuset üniversitesinde çalışan bir

hademedir. Aynı zamanda çok zeki ve öğrenmeyi seven biridir. En yakın

çocukluk arkadaşları ile bilikte zaman zaman Mahalledeki diğer genç

gruplar ile kavgaya ederler. bu yüzden başı kanunla derttedir ve son

yaptığı kavgadan dolayı hapise gönderilir. Daha önce Will'in yeteneğini

fark edip araştıran üniversite profesörü bir şartla Will'e kefil olup

hapishaneden çıkarılmasını sağlar. Tek şart Will'in bir terapist tarafından

tedavi edilip içindeki öfkenin dindirilp iyileşmesini sağlamak. Will terapist

Robin Williams ile birlikte hayatını yeniden yönlendirmeye başlayacak, en

yakın arkadaşı Ben Affleck ve yeni tanıştığı kız arkadaşı bu konuda ona

destek olacaklar.

BEYAZ PERDE’DEN

Afra Nur Akkayalı

Page 45: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Müthiş Dadı

Çizgi filmlerde veya reklam filmlerinde dublaj yapan Daniel Hillard (Robin

Williams) işini bir gün aniden işsiz kaldığını öğreniyor. Bir de üstüne üstlük

karısı Miranda (Sally Field) birdenbire boşanmak istediğini söyleyince

Daniel'in hayatı bir anda altüst oluyor. Boşanma sırasında çocukların velayeti

Miranda'nın üzerine kalıyor ve Daniel çocuklarını sadece haftada bir gün

görebiliyor. Oysa bu, çocuklarına çok düşkün olan Daniel için yeterli değildir.

Böylece bir çözüm ararken aklına İskoçyalı yaşlı ve anlayışlı bir bayan olan

Mrs. Doubtfire fikri gelir. Daniel babaları olarak çocuklarını göremez ama

üstün makyaj tekniklerinin de yardımıylas dadıları olarak vaktinin çoğunu

onların yanında geçirebilir.

Günaydın Vietnam

1987 yapımı Amerikan sinema filmi. Kara mizah türünün örneği olan

filmin yönetmenliğini Barry Levinson yapmış, başrollerinde Robin

Williams ve Forest Whitaker oynamıştır. Ünlü bir DJ olan Adrian

Cronauer, ordu tarafından sabahın erken saatlerinde yayınlanan bir

radyo şovu için getirtilir. Cronauer, önceki ciddi ve sıkıcı havadalgalarını,

mizah ve hippi nağmeleriyle dolu yaylım ateşiyle yok eder. Askerler

tarafından çok sevilir, ancak üst yönetim içinde öfke uyandırır.

Bilmeceler, inanılmaz eğlenceli fıkra bombardımanları ve 60’ların

hitleriyle dopdolu film, Cronauer’in sıkı Saigon macerasının ortasında bir

dünyanın nasıl deliye döndüğünü gösteriyor. Cronauer Vietnam Savaşı

sırasında askere yollanır ve Saygon'daki Amerikan radyosunu kendine

özgü yayınlarıyla tam bir show'a çevirir. Film, savaşın dehşetine,

komedinin ve iyimserliğin çerçevesinden bakıyor.

Patch Adams

9 Nisan 1999. ABD yapımı olan, duygusal ve didaktik öğeler taşıyan filmin

yönetmeni Tom Shadyac Senaryosu ise Hunter Doherty Adams ve Maureen

Mylander'in kitaplarından Steve Oederkerk tarafından oluşturulmuş olup

komedi dalındadır. Yaşanmış bir hayat hikâyesinden alınmıştır. İntihar eğilimli

biri olarak girdiği akıl hastanesinde gördüklerinden sonra Hunter "Patch" Adams

(Robin Williams), çıktıktan sonra tıp fakültesine öğrenci olarak girer. Okulda

başarılı bir öğrenci olmasına karşın, ideallerinden dolayı hocalarından tepki

görür. Amacı "hayata renk katarak" mizah yoluyla tedaviye katkıda bulunmaktır.

Daha sonra yoksul hastalar için kendi parası ve bağışlarla özel bir klinik açmaya kadar

girişimlerini sürdüren Adams, film sürecinde sevgilisi Carin Fisher'in (Monica Potter)

öldürülmesiyle ve lisanssız klinik açmakla darbeler yese de, tedavi hizmetlerinde

yaptıklarıyla ünü ülke çapına yayılır ve bir anlamda amacına ulaşır.

Page 46: İncir Çekirdeği 6. SAYI

Uludağlı Edebiyatçıların Sesi, İncir Çekirdeği...