1453dergisi 12.sayi

164

Upload: 1453dergisi

Post on 24-Oct-2014

410 views

Category:

Documents


0 download

DESCRIPTION

İBB Kültür AŞ.'nin İstanbul tarih, sanat ve kültürü tanıtım dergisi

TRANSCRIPT

Page 1: 1453dergisi 12.sayi
Page 2: 1453dergisi 12.sayi
Page 3: 1453dergisi 12.sayi
Page 4: 1453dergisi 12.sayi

Baskı - Cilt / PrintingFSF Print House(0212) 690 89 89

Renk Ayrımı / CTPBeyaz Düş Matbaacılık

Dergide yayımlanan yazı, fotoğraf, çizim ve planlardan yasal olarak eser sahipleri sorumludur. Yazılardan kaynak belirterek tam veya özet alıntı yapılabilir.

Fotoğraflar izinsiz kullanılamaz.Writers are legally responsible for their articles, photographs are to be used upon permisson, drawings and plans.

Articles can be quated completely or as summery by indicating references. Photographs to be used are up on permission.

İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ KÜLTÜR A.Ş. YAYINLARIİSTANBUL METROPOLITAN MUNICIPALITY CULTURE CO. PUBLICATIONS

İstanbul Kültür ve Sanat Ürünleri Tic. A.Ş.Maltepe Mahallesi Topkapı Kültür Parkı Osmanlı Evleri

34010 Topkapı - Zeytinburnu / İSTANBUL / TURKEY

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü / Writing ResponsibleAlper ÇEKER

Yayın Kurulu / Publishing BoardYusuf ÇAĞLAR, İrfan DAĞDELEN, Salih DOĞAN, Nedret İŞLİ, İhsan KABİL, Metin ÖZTÜRK, Hüseyin SORGUN, M. Lütfi ŞEN, Ömer Faruk ŞERİFOĞLU,

Müjdat ULUÇAM, Altay ÜNALTAY, İbrahim Hakkı YİĞİT

Sanat Yönetmeni / Art DirectorAydın SÜLEYMAN

Grafik Tasarım / Graphic Design Şükran KUMRAL

Fotoğraflar / PhotographAlp ESİN, Mustafa KİRAZ, Bekir Baki AKSU

Reklam Koordinatörü / Advertising CoordinatorSedef TARHAN

Rezervasyon / 0212 467 07 67

İngilizce Çeviri / TranslationZeynep ZENITH

Halkla İlişkiler / Public RelationBetül EREN

e-mail:[email protected]

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Adına SahibiPublisher on Behalf of İstanbul Metropolitan Municipality Culture Co.

Ahmet SELAMET

Genel Yayın Yönetmeni / Publishing DirectorHarun MADEN

Yayın Danışma Kurulu / Publishing Advisor BoardProf. Dr. Halil İNALCIK, Prof. Dr. Semavi EYİCE, Prof. Dr. İlber ORTAYLI,

Prof. Dr. İskender PALA, Ahmet Faruk YANARDAĞ, Doç. Dr. Haluk DURSUN, Şevket DEDELİOĞLU

Yayın Koordinatörü / Administrative CoordinatorHasan IŞIK

SAYI / ISSUE 12 / 2011BU BİR SÜRELİ YAYINDIR / THIS IS A PERIODICAL JOURNAL

YAYIN / PUBLISHING

YÖNETİM / ADMINISTRATION

YAPIM / PRODUCTIONKÜLTÜR A.Ş.

1545

1937

31

EVLİYA ÇELEBİ, RASYONALİTE VE “MASAL UYDURMA İŞLEVİ” ÜZERİNE NOTLARNOTES ON EVLİYA ÇELEBİ, RATIONALITY AND “THE MYTH - MAKING FUNCTION”Hilmi YAVUZ

EVLİYA ÇELEBİ’NİN AYASOFYA’SI

EVLİYA ÇELEBİ’S HAGIA SOPHIA

A. Haluk DURSUN

EVLİYA ÇELEBİ’NİN BELGESEL İZLERİ:

THE DOCUMENTARY TRAIL OF EVLİYA ÇELEBİ

Nuran TEZCAN

EVLİYA ÇELEBİ’NİN RÜYASIEVLİYA ÇELEBİ’S DREAMBeşir AYVAZOĞLU

İSTANBUL’UN EĞLENCE HAYATINA KAYNAK NİTELİĞİYLE EVLİYA ÇELEBİTHE SEYAHATNAME OF EVLİYA ÇELEBİ AS A SOURCE OF INFORMATION ABOUT ENTERTAINMENT IN İSTANBULŞeyma GÜNGÖR

9

EVLİYA ÇELEBİ İLE EZBERLERİ BOZMAK

REHINKING EVLİYA ÇELEBİ Alper ÇEKER

Page 5: 1453dergisi 12.sayi

SON SARAY SANATÇISI: SEVAN BIÇAKÇI THE LAST COURT ARTIST: SEVAN BIÇAKÇISöyleşen - interview: Hüseyin SORGUN

MEHMET AKİF’İN ŞİİRLERİNDE ANLATTIĞI SOKAKLARDAN BİRKAÇITHE STREETS OF MEHMET AKİF’S POEMSSennur SEZER

MAVİ KAPLUMBAĞA: BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLUTHE BLUE TURTLE: BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLUBetül EREN

ERGUVAN CERCIS

Uğur AKTAŞ

SİNEMADA BİR ÖMÜR: NECİP SARICIA LIFE TIME IN CINEMA: NECİP SARICI İhsan KABİL

71 77 85

SFRANCİS’İN GERÇEK ESERİNE GÖRE XV.

YÜZYILIN İLK YARISINDA İSTANBUL

İSTANBUL IN THE FIRST HALF OF THE 15th

CENTURY ACCORDING TO THE ORIGINAL WORK BY

SFRANCISLevent KAYAPINAR

NEVZAT DİNDAR İLE İSTANBUL’UN

FAYTONLU YILLARITHE PHAETON YEARS

OF İSTANBUL WITH NEVZAT DİNDAR

Söyleşen - ınterview by: Hasan IŞIK

HASAN RIZA’DAN ZONARO’YA

FETİH TASVİRLERİ FROM HASAN RIZA TO ZONARO, DEPICTIONS

OF THE CONQUEST Ömer Faruk ŞERİFOĞLU

91 101

105

111

117

123

129

147

137

143

TÜRK PROJESİTürk Tarihini ,Kültür ve Medeniyetini Araştırma Projesi THE TÜRK PROJECT The Turkish History, Culture and Civilization Research Project Hasan Celal GÜZEL

BİLGİNİN ULU ÇINARI: BEYAZIT DEVLET KÜTÜPHANESİTHE GRAND SYCAMORE OF KNOWLEDGE: BEYAZIT STATE LIBRARYSelçuk AYDIN

159

160

LOCATION İSTANBUL MEKÂN

AJANDA GUIDE

MISIR VİLAYETİ’NDEN DERSAADET’E BİR ZÜRAFA HİKAYESİA GIRAFFE’S TALE:

FROM EGYPT TO SUBLIME PORTE

Yusuf ÇAĞLAR

NETAYİCÜ’L-EZHAR YAHUT LALE-NAME

NETAYİCÜ’L-EZHAR OR THE BOOK OF TULIP

İrfan DAĞDELEN

EVLİYA ÇELEBİ’NİN SEYAHATNAMESİNE GÖRE XVII. YÜZYILDA İSTANBUL’DAKİ İNANCA DAYALI ŞİFA YERLERİTHE PLACES THAT PROVIDE HEALING BASED ON FAITH IN ISTANBUL IN THE 17th CENTURY ACCORDING TO THE SEYAHATNAME OF EVLİYA ÇELEBİ Prof. Dr. Mehmet AYDIN

EVLİYA ÇELEBİ’NİN İSTANBUL HİKAYESİEVLİYA ÇELEBİ’S STORY OF İSTANBULYeliz ÖZAY

EVLİYA ÇELEBİ’NİN İSTANBUL SEÇKİSİA SELECTION OF EVLİYA ÇELEBİİskender PALA

57 6351

EVLİYA ÇELEBİ’NİN İZİNDE BİR ÖMÜR: YÜCEL DAĞLI

(1963 - 2009)A LIFETIME IN THE

FOOTSTEPS OF EVLİYA ÇELEBİ: YÜCEL DAĞLI

(1963 - 2009)Nedret İŞLİ

Page 6: 1453dergisi 12.sayi
Page 7: 1453dergisi 12.sayi

INTRODUCTION

In order to mark the 400th anniversary of the birth of Evliya Çelebi, a person who was one of the most important phenomena in Turkish cultural history, UNESCO declared 2011 as the “Year of Evliya Çelebi”. The Seyahatname, the sole work by this author to have reached us today, not only describes the places and pe-ople which Evliya Çelebi encountered during his travels, but also demonstrates all the characteristics of being a master piece, one of the prominent heritages of the Turkish language.

Here at the Istanbul Metropolitan Municipality we have carried out an in-depth, wide-ranging investigation into Evliya Çelebi’s Seyahatname; we have been hel-ped in this by contributions from important writers, which we have included in this issue of 1453 Istanbul Culture and Art Magazine. In these articles, many cha-racteristics of Evliya Çelebi that were previously unknown have come to the fore.

2011 is also the “Year of Mehmet Akif Ersoy”. Thus, during this year, articles abo-ut our national poet, the writer of the words to our national anthem, will conti-nue to be published in every issue. In addition to this, as always, interesting artic-les and interviews concerned with the history, art and literature of Istanbul awa-it our readers.

Before leaving you to read 1453 Istanbul Culture and Art Magazine, I would like to express my gratitude to the writers, researchers and all my fellow workers

who have contributed to this issue.

TAKDİM

2011 yılı, Türk kültür tarihinin en önemli fenomenlerinden olan Evliya Çelebi’nin doğumunun 400. yıldönümü nedeniyle UNESCO tarafından “Evliya Çelebi Yılı” ilan edildi. Bizlere ulaşmış tek eseri olan Seyahatname, Evliya Çelebi’nin gezdiği yerlerdeki mekânları ve insanları tasvir etmesinin yanında, Türkçe’nin önde ge-len dil yadigârlarından biri olması ile de bir başyapıt olma niteliği gösterir.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi olarak 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi’nin bu yeni sayısında, değerli yazarlarımızın katkılarıyla Evliya Çelebi’nin Seyahat-name’sini çok yönlü bir incelemeye tabi tuttuk. Bu bağlamda yayımladığımız ma-kalelerde Evliya Çelebi’nin bugüne kadar bilinmeyen birçok özelliği ortaya çıktı.

2011, aynı zamanda “Mehmet Akif Ersoy Yılı”. Bu nedenle yıl boyunca her sayı-mızda İstiklâl Marşı’nı kaleme alan milli şairimiz hakkında yazılarımız devam ede-cek. Bunların yanında İstanbul’un tarihini, sanatını, edebiyatını konu alan dikkat çekici makaleler ve söyleşiler de okuyucuların ilgisini bekliyor.

Sizleri 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi ile baş başa bırakırken, bu sayıya ça-lışmalarıyla katkıda bulunan yazar ve araştırmacılar ile yayında emeği geçen me-sai arkadaşlarıma teşekkürü borç bilirim.

Page 8: 1453dergisi 12.sayi
Page 9: 1453dergisi 12.sayi

PREFACE

UNESCO announced 2011 “the Evliya Çelebi Year” on the occasion of his 400th

birthday. The Seyahatname may contain colorful descriptions of regions from the

East and the West, yet the first three volumes concerning Istanbul, a city having

been capital of three empires, compose a precious source for those keen on this

city. It also enables us to virtually make an archeology of the city’s social life.

We, as the Culture Co. community, made Evliya Çelebi the cover story in this issue

of our “1453, the Istanbul Culture and Arts Journal”. Papers written in that con-

text not only present Evliya by his writings, but also by his biography, not much

known before. Fans of him will find an opportunity to access newly obtained infor-

mation by researchers in this “1453”, published for the first time . Among them,

Evliya’s notes, left in places he visited, as well as his map of Africa preserved in the

Vatican Archives, are really thrilling discoveries. We also remember Yücel Dağlı,

editor and publisher of a transcript and simplification of the Seyahatname, who

departed this life and left us in an early age.

Besides the Evliya cover story, different issues and interviews also await the

reader’s attention, as usually. When turning the pages of “1453”, you may track

of Istanbul’s streets in Mehmed Akif’s poems as well as make a magic voyage

through Istanbul’s antique book shops. Istanbul’s conquest in oil paintings of Ha-

san Rıza and Fausto Zonnaro, the pseudo-historiology on Yorgios Sfrancis and the

truths on the Conquest, the Istanbulite tulip culture, Necip Sarıcı and the Lale Film

Studio, and many others are in this issue.

As an end to this introduction of the 12th issue of “1453, the Istanbul Culture and

Arts Journal” to you, dear readers, I want to express my gratitude to our distin-

guished researchers, contributing with their papers, as well as my colleagues ha-

ving a part in the publishing.

SUNUŞ

UNESCO, doğumunun dört yüzüncü yıldönümü dolayısıyla 2011’i “Evliya Çelebi Yılı” ilan etti. Her ne kadar Evliya Çelebi’nin büyük eseri Seyahatname, Doğu’dan ve Batı’dan dünyanın birbirinden renkli iklimlerini içerse de İstanbul’u konu alan ilk cildi, üç imparatorluğa başkentlik etmiş olan bu şehri merak edenler için eşsiz bir kaynaktır. Bu sayede İstanbul sosyolojisinin arkeolojisi kolaylıkla yapılabilir.

Bizler de Kültür AŞ ailesi olarak 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi’nin yeni sa-yısında bir Evliya Çelebi dosyasına yer verdik. Bu bağlamda kaleme alınan yazılar-da Evliya Çelebi yalnızca yazdıkları ile değil, hakkında pek bir şey bilinmeyen ya-şam öyküsü ile de ele alındı. Konunun meraklıları, alanında usta araştırmacıların ulaştığı birçok yeni bilgiye ilk kez dergimizin bu sayısında ulaşma imkânı bulacak. Bunlar arasında Evliya Çelebi’nin gezdiği yerlerde bıraktığı notların tespiti ve Va-tikan arşivlerinde ortaya çıkan Afrika haritası gerçekten heyecan verici buluşlar. Ayrıca Seyahatname’nin çeviriyazısını ve sadeleştirilmiş baskısını yayına hazırla-yan, genç yaşta kaybettiğimiz Yücel Dağlı’yı da unutmadık.

Evliya Çelebi dosyasının yanı sıra farklı konularda dikkat çekici içeriklere sahip yazılar ve söyleşiler de her sayıda olduğu gibi okurların ilgisini bekliyor. Dergimi-zin sayfalarını çevirirken, Mehmet Akif Ersoy’un şiirlerindeki İstanbul sokakları-nın izini sürmek ya da Beyoğlu sahafları arasında büyüleyici bir gezintiye çıkmak mümkün. Hasan Rıza ve Fausto Zonaro’nun fırçalarından İstanbul’un fethinin tasvirleri, tarihçi Yorgios Sfrancis hakkındaki tarih saptırmacılığı ve fethin gerçek-leri, İstanbul’da lale kültürü, Necip Sarıcı ve Lale Film Stüdyosu… ve daha nicele-ri dergimizin yeni sayısında.

Siz değerli okurlara 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi’nin on ikinci sayısı-nı takdim etmek amacıyla kaleme aldığımız bu yazıyı noktalarken; makaleleri ile katkıda bulunan değerli araştırmacılara ve yayında emeği geçen mesai arkadaş-larıma teşekkürü borç bilirim.

Harun MADENKültür A.Ş. Genel Müdürü

Culture Co. General Manager

Page 10: 1453dergisi 12.sayi

EVLİYA ÇELEBİ400 YAŞINDA • 400 YEARS OLD

Page 11: 1453dergisi 12.sayi

EVLİYA ÇELEBİ İLE EZBERLERİ BOZMAKAlper ÇEKER

RETHINKING EVLİYA ÇELEBİ Alper ÇEKER

Page 12: 1453dergisi 12.sayi

EVLİYA ÇELEBİ İLE EZBERLERİ BOZMAK / RETHINKING EVLİYA ÇELEBİ

10

EVLİYA ÇELEBİ İLE EZBERLERİ BOZMAK

Alper ÇEKER*

Evliya Çelebi’nin doğumunun 400. yıldönümü olan 2011, UNESCO tarafından Ev-liya Çelebi Yılı ilan edildi. İnternet arama motoru Google’ın bile duyarsız kalma-dığı bu yıldaki etkinliklere İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı Kültür Müdürlüğü, bir Evliya Çelebi Sempozyumu düzenleyerek katkıda bulundu. Tabii ki 1453 dergisi olarak bizler de Türk kültürünün bu ulus-lararası üne sahip figürüne ilgisiz kalamazdık. Bu bağlamda sizler için birbirin-den değerli yazarların kaleminden çıkan yazılardan oluşan bir Evliya Çelebi dos-yası hazırladık.

Evliya Çelebi’ye getirilen eleştirilerden biri de, büyük eseri Seya-hatname’nin bi-çimler dünyası yerine sosyal ilişkiler dünyasını betimlemeyi tercih etmesidir. Seyahatname’nin geneli için bu eleştiri haklı olabilir; ancak bu metinde Ayasofya ile ilgili istisnai bir durum vardır.

Evliya Çelebi, Seyahatname’sinin İstanbul’u konu alan birinci cildinde Ayasofya’yı anlatırken, bu eleştirilen tarzın dışına çıkar ve yapının mimari biçimi, süslemeleri ve ölçüleri hakkında ayrıntılı bilgi verir.

Ayasofya’da Erjek Frenk adında üstad bir nakkaşın garip şe-killer, acayip sihirli melek ve insan resimleri yaptığını anlatan Evliya Çelebi, büyük kubbenin ayaklarının yukarı tabakasının bitiminde dört köşede birer melek resmi olduğundan söz eder. Bu melekler Cebrail, Mikail, İsrafil ve Azrail’dir. Ka-natları açık durmaktadırlar ve boyları ellişer arşın uzunluk-tadır. Hazreti Muhammed dünyaya geldiğinde bu melek resimleri göbeklerinde bulunan ağızlarından konuşmuş-lardır. Cebrail resmi Doğu’da olacakları bildirir, Mikail res-mi Batı’da “düşman ortaya çıkar ve kıtlık ve yokluk olur” diye haber verir, İsrafil resmi Kuzey’de olacaklardan ha-ber verir, Azrail resmi ise bütün dünyada çeşitli padişahla-rın ölüm haberini verir; Hazreti Muhammed’den sonra bu resimlerin tılsımları geçersiz olmuştur.1

Dört melekten Cebrail, İsrafil ve Mikail Kur’an’da geç-mektedir. Bir ölüm meleğinden bahsedilse de Azrail ismi Kur’an’da geçmez. Müslümanlar bu ismi Hıristiyan ve Yahudiler’den öğrenmişlerdir.2

Evliya Çelebi melekleri tasvir ederken, biçimlerinin yanın-da işlevlerinden de söz etmektedir. Meşkure Eren, Evliya Çelebi’nin Ayasofya hakkındaki bilgilerinin doğrudan ya da dolaylı yollardan Tacü’t-tevarih, Sahaifü’l-ahbar, Künhü’l ahbar ve Tevarih-i Ayasofya adlı eserlere dayandığını yazar.3 Bununla birlikte İs-lam kaynaklarının çok erken dönemde Ayasofya hakkında bilgi vermeye başla-dığını biliyoruz. Bu kaynakların başında Bizans’a esir düşen Araplar gelmektedir. Hatta Oleg Grabar, yedi ve sekizinci yüzyıllarda Doğu Hıristiyanlığının imgeler ko-nusundaki hünerini kendinden olmayanları kandırmak, yanına çekmek için kul-landığını yazar. İstanbul’a gelen Müslümanların gezilerinin doruk noktasını Aya-sofya oluşturmaktadır. İslam kaynakları, esir düşen Müslümanların kilisenin gör-kemi karşısında dinlerinden dönmediklerini, Hıristiyan kaynaklar ise tam tersi olarak din değiştirdiklerini anlatır.4

Stefanos Yerasimos, İstanbul ile ilgili erken dönem Arap kaynaklarının “tarih” ol-maktan uzak, “acaib” tarzında metinler olduğunu belirtir. Bu kitapların ilgi çeki-ci bir yanı, İstanbul’un tılsımlarından söz ediyor olmalarıdır. İstanbul’un tılsımla-rı, Seyahatname’nin birinci cildinin en dikkat çekici konusudur. Evliya Çelebi bu kaynakları mutlaka okumuş olmalıdır;5 çünkü Ayasofya’daki melek tasvirleri hak-kında Kur’an dışı pek çok bilgi vermektedir. Bu bilgiler geleneksel kaynaklardan

RETHINKING EVLİYA ÇELEBİ

Alper ÇEKER*

2011 has been declared the Evliya Çelebi Year by UNESCO to mark the 400th anniversary of his birth. Even the Internet search motor Google has not remained immune to the Evliya Çelebi phenomenon and the Cultural Director of the Istanbul Metropolitan City Council, Directorate of Culture and Social Affairs Department has made contributions by organizing an Evliya Çelebi Symposium. Naturally, here at 1453, we too are greatly interested in this figure of Turkish culture who has international fame. In this context, we have prepared an Evliya Çelebi cover story formed by articles from the pens of our esteemed authors.

One of the criticisms directed towards Evliya Çelebi is his preference to depict the world of social relationships instead of the world of forms (formal phenomena) in the Seyahatname. In general, this criticism of the Seyahatname is fair; however, there is one exception, that of Hagia Sophia.

Evliya Çelebi’s description of Hagia Sophia in the first volume of the Seyahatname, which is concerned with Istanbul, is exempt from this criticism. Detailed

information about the architectural style, decorations and measurements of the building is provided.

Evliya Çelebi, who describes the masterly decorations of a European master called Erjek, with their strange forms,

the peculiar magical angels and human depictions that were present in Hagia Sophia, speaks of the depiction of angels, one in each of the four corners; they were painted so that their feet were placed on the upper level of the large dome. These angels are Gabriel, Mikhael, Israfel and Azrael. With open wings they measure more than fifty arshin (Ottoman measure of length: 1 ar. = 68 cm.). When Prophet Muhammad came into the world these angels spoke from mouths that were located in the middle of their stomachs. Gabriel announced what would happen in the East, Mikhael gave news of “enemies appearing, famine and poverty” while Israfel gave news about what would happen in the North and Azrael gave news of the death of a variety of rulers throughout the world. After the birth of Prophet Muhammad the magical qualities of these pictures no longer existed.1

Of the four angels, the names of Gabriel, Israfel and Mikhael are found in the Qur’an. Even though an angel of death is mentioned, the name Azrael does not occur in the Qur’an. The Muslims learned this name from the Christians and Jews.2

When Evliya Çelebi describes the angels, he mentions their physical appearance as well as their functions. Meşkure Eren writes that Evliya Çelebi bases his information about Hagia Sophia directly or indirectly on Tacü’t-tevarih, Sahaifü’l-ahbar, Künhü’l ahbar and Tevarih-i Ayasofya.3 In addition to these, we know that the Islamic sources started to provide information about Hagia Sophia at an early date. The leading sources were written by Arabs who fell prisoner to the Byzantines. In fact, Oleg Grabar writes that in the seventh and eighth centuries the symbols of Eastern Christianity were used to trick and win over those who were not of their religion. Hagia Sophia formed the high point for Muslims who came to Constantinople. The Islamic sources state that the prisoners who fell captive did not turn away from their religion though they sighted the glory of the church, while the Christian sources state the complete opposite, saying that these people abandoned their former religion.4

Stefanos Yerasimos states that in the early Arab sources the texts that were con-cerned with Constantinople were far from being “history”, but were rather “fan-

* Yazar * Writer

Evliya Çelebi’nin doğumunun 400. yıldönümü olan 2011, UNESCO tarafından Evliya Çelebi Yılı ilan edildi. İnternet arama motoru Google’ın bile duyarsız kalmadığı bu olaya 1453 dergisi olarak biz-

ler de ilgisiz kalamazdık.

2011 has been declared the Evliya Çelebi Year by UNESCO to mark the 400th anniversary of his birth. Even the Internet search motor Google has not remained immu-ne to the Evliya Çelebi phenome-non and as the 1453 journal we too are greatly interested in this

figure of Turkish culture.

Page 13: 1453dergisi 12.sayi

11

Page 14: 1453dergisi 12.sayi

EVLİYA ÇELEBİ İLE EZBERLERİ BOZMAK / RETHINKING EVLİYA ÇELEBİ

12

aktarılmıştır. Bunlar İstanbul’da özgürce dolaşabilen bir Arap esir olan Harun bin Yahya’nın anılarının yanı sıra Kisa’i’nin Acaib al malakut, Kazvini’nin Acaib al mahlukat ve Taberi’nin Tarih’idir. Meşkure Eren de Taberi’nin Tarih’inin Ev-liya Çelebi’nin kaynakları arasında olması gerektiğini yazar.6

Oleg Grabar, Maide suresinin 90. ayetine ve En’am suresinin 74. ayetine da-yanarak Kur’an’ın tasvir sanatına değil, putlara tapınılmasına karşı olduğunu; Yezid’in fermanı gibi tasvir yasaklarının, Musevilik etkisi olduğunu yazar.7 Os-manlı Türkleri’nin camiye çevirdikle-ri Ayasofya’da Evliya Çelebi tarafından anlatılan bu dört melek tasvirini orta-dan kaldırmadan burada ibadet etme-leri, bu yorum ile izah edilebilir. Ta ki Fossati kardeşlerin İstanbul’a gelmesi-ne kadar…

Abdülmecid tarafından İstanbul’da bir dizi restorasyon işini gerçekleştirmek-le görevlendirilen Fossati’lerin, Ayasof-ya ve Süleymaniye’de 2010 yılında ta-mamlanan çalışmalar sonucunda, ya-pılara büyük zararlar verdikleri orta-ya çıktı. Fossatiler birbirinden değerli süslemeleri onarmak yerine üzerlerini örtmeyi tercih etmişlerdi. Üzeri örtü-len süslemeler arasında Ayasofya’daki melek tasvirleri de bulunuyordu.

Fossatiler verdikleri zarara karşın, Ayasofya’nın kendilerinden önceki ha-linin suluboya resimlerini yapmışlardır. Bu resimlerin birinde melek tasvirle-ri, ayrıntılı olmasa da görülebilmekte-dir. Ancak melek tasvirlerinin Osmanlı dönemine ait görüntüleri, Vatikan ar-şivlerinde bulunan çok değerli bir fo-toğrafta karşımıza çıkmaktadır. Fotoğ-raf, Fossatilerin suluboya resmi ile aynı açıdan çekilmiştir ve meleklerden iki tanesini içermektedir. Meleklerin yüzü bu fotoğrafta kapatılmış durumdadır, yani fotoğraf Fossati’lerin restorasyonundan hemen sonra çekilmiş olmalıdır.

2010 yılında tamamlanan restorasyon sonucunda meleklerden birinin ortaya çıkarılması ile sanat tarihçileri basını bilgi kirliliğine boğdular. Bu melek figürle-rinin Osmanlı döneminde yarasa sanıldığı ve yalnızca yüzlerinin açıkta bırakıl-dığı, dördünün de adının Serafim olduğu gibi haberler akademisyenlerin ağzın-dan gazetelerde yer aldı. Oysa fotoğrafta da görüldüğü gibi melek tasvirleri Os-manlı zamanında açıktaydı. Evliya Çelebi’den açıkça anlaşıldığı üzere Osmanlı-lar bunları yarasa sanmıyorlardı; aksine ne olduklarını günümüz araştırmacıla-rından daha iyi biliyorlardı. Evliya Çelebi karınlarından konuştuklarını söyledi-ğine göre, hem yüzleri hem de kanatları kesinlikle açıktaydı.

Son olarak, “Serafim” bu meleklerden yalnızca İsrafil’in İbranice adından baş-ka bir şey değildir.

Restorasyonun ardından İsrafil meleği / Serafim angel after the restoration

tastic”. The interesting aspect of these books is that they mention the charmed objects in Istanbul. Istanbul’s charmed objects are the most remarkable subject in the first volume of Seyahatname. Evliya Çelebi must have read these sources,5 as he gives a great deal of information about the depictions of the angels that cannot be found in the Qur’an. This information was recorded from traditio-nal sources. These sources were the memoirs of Harun ibn Yahya, an Arab prisoner who was allowed to wander freely around Istanbul, and Kisa’s Acaib al malakut,

Kazvini’s Acaib al mahlukat and Taberi’s Tarih. Meşkure Eren writes that Taberi’s Tarih must have been one of Evliya Çele-bi’s sources.6

Oleg Grabar writes that the 90th verse of Surah Maida and the 74th verse of Surah An’am in the Qur’an are not op-posed to depictive art, but to the wor-shiping of idols; the banning of illustra-tions/depictive art, for example, Yezid’s edict, were introduced under the influ-ence of Judaism.7 The fact that the Ot-toman Turks worshiped in Hagia Sophia without removing the depictions of the four angels described by Evliya Çelebi may be explained with this interpreta-tion. This was the case until the Fossati brothers arrived in Istanbul….

At the end of the restoration work that was completed in 2010 it was discovered that the Fossati brothers, who had been given the task of carrying out a large number of restorations in Istanbul by Abdülmecid, had actually inflicted great damage to the structures. Instead of restoring the valuable decorations, the Fossatis preferred to cover them up. The angels in Hagia Sophia are among the embellishments that they covered up.

Before inflicting damage, the Fossati brothers made water color paintings of

Hagia Sophia. In one of these pictures we can see the depictions of the angels, even if not in detail. Moreover, a very valuable photograph of these images of the angels from the Ottoman period can be found in the Vatican archives. The photograph is taken from the same angle that the Fossatis’ water color was executed and includes two of the angels. The angels’ faces are covered in this photograph, that is, it must have been taken immediately after the Fossatis’ restoration.

As a result of the restoration work that was completed in 2010 one of the angels was revealed and art historians produced a great deal of misinformation to feed to the press. For example, the figure of an angel was thought to be a bat in the Ottoman period, the angels’ faces were all that was left uncovered, all four were Seraphim, and other such information was to be found in the newspapers, quoted from academics. However, as can be seen in the photograph, the depictions of the angels were not covered during the Ottoman era. As can clearly be understood from Evliya Çelebi, the Ottomans did not think these were bats; quite the opposite, they knew what they were; better than contemporary researchers. As Evliya Çelebi states that they spoke from their stomachs, it is clear that both their faces and their wings were certainly not covered up.

Finally, the name Seraphim is nothing more than the Hebrew version of the name Israfel.

Page 15: 1453dergisi 12.sayi

13

DİPNOT:

1 Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi: İstanbul, Hazırlayanlar: Seyit Ali Kahraman, Yücel Dağlı, YKY, 2004 2 Bu dört melek hakkında ayrıntılı bilgi için MEB İslam Ansiklopedisi’nin “Cebrail”, “İsrafil”, “Mikail” ve “Azrail” maddelerine bakıldığında, Cebrail dışındaki meleklere ait bilgilerin daha çok Yahudi ve Hıristiyan kaynaklarına ve geleneksel kitaplara dayandığı görülecektir. Bunun nedeni, kendilerine Kur’an’da çok az yer verilmiş olmasıdır. 3 Dr. Meşkure Eren, Evliya Çelebi Seyahatnamesi Birinci Cildinin Kaynakları Üzerinde Bir Araştırma, 1960, s. 354 Oleg Grabar, İslam Sanatının Oluşumu, 1988, s. 69-705 Stefanos Yerasimos, Türk Metinlerinde Kostantiniye ve Ayasofya Efsaeleri, 1993, s. 105-1066 Dr. Meşkure Eren, a.g.e., s. 58-637 Oleg Grabar, a.g.e., s. 64, 75

FOOTNOTES:

1 Evliya Çelebi Seyahatnamesi in Modern Turkish: Istanbul, Prepared by : Seyit Ali Kahraman, Yücel Dağlı, YKY, 2004 2 For detailed information about these four angels, see the articles “Cebrail”, “Israfil”, “Mikail” and “Azrail” in MEB Encyclopedia of Islam; according to this article, except for Gabriel, the information about the other angels is based more on Jewish and Christian sources and traditional books. The reason for this must be that there is not much written about them in the Qur’an. 3 Dr. Meşkure Eren, Evliya Çelebi Seyahatnamesi Birinci Cildinin Kaynakları Üzerinde Bir Araştırma, 1960, p. 354 Oleg Grabar, İslam Sanatının Oluşumu, 1988, pp. 69-705 Stefanos Yerasimos, Türk Metinlerinde Kostantiniye ve Ayasofya Efsaneleri, 1993, pp. 105-1066 Dr. Meşkure Eren, op.cit, pp. 58-63 7 Oleg Grabar, op.cit., pp. 64, 75

Vatikan arşivinden Osmanlı dönemine ait Ayasofya fotoğrafı / Photograph of Hagia Sophia from the Ottoman era in Vatican archieves.

Page 16: 1453dergisi 12.sayi
Page 17: 1453dergisi 12.sayi

EVLİYA ÇELEBİ,RASYONALİTE VE

“MASAL UYDURMA İŞLEVİ” ÜZERİNE NOTLAR

Hilmi YAVUZ

NOTES ON EVLİYA ÇELEBİ, RATIONALITY AND “THE MYTH -

MAKING FUNCTION”Hilmi YAVUZ

Page 18: 1453dergisi 12.sayi

EVLİYA ÇELEBİ, RASYONALİTE VE “MASAL UYDURMA İŞLEVİ” ÜZERİNE NOTLAR / NOTES ON EVLİYA ÇELEBİ, RATIONALITY AND “THE MYTH - MAKING FUNCTION”

16

EVLİYA ÇELEBİ, RASYONALİTE VE “MASAL UYDURMA İŞLEVİ” ÜZERİNE NOTLAR

Hilmi YAVUZ*

‘Evliya Çelebi Seyahatnamesi’, doğaüstü ve olağandışı hikâyelerin yer aldığı bir eser olarak da dikkati çeker. Çoğu defa Çelebi’nin hayal gücünü kullanarak uy-durduğu ve gerçeklikte karşılığı bulunmayan hikâyeler olduğu belirtilir. Dola-yısıyla, bu hayalî hikâyeler ya uydurma olarak söylemdışı bırakılmış ya da ras-yonalize edilerek gerçekle bağdaştırılmak istenmiştir. Bu yazıda, Çelebi’nin Seyahatname’deki olağandışı ya da doğaüstü hikâyelerin, (i) Bergson’un ‘Ahlak ve Dinin İki Kaynağı’nda kavramsallaştırdığı ‘Masal Üretme İşlevi’yle (‘Fonction Fabulatice’) ve (ii) Foucault’nun ‘Episteme’ kavramıyla açıklayarak temellendir-meye çalışacağız.

Genellikle Evliya Çelebi uzmanları, Seyahatname’deki bu hikâyeleri rasyonelleş-tirerek, onların olağandışı ve doğaüstü konumlarını akla uygun kılarak meşrulaş-tırmayı tercih etmişlerdir. Özellikle Batılı uzmanların tavırlarının bu olduğu söy-lenebilir. Buna karşılık, büyük bir Evliya Çelebi uzmanı olan Prof. Dr. Robert Dan-koff, Evliya Çelebi ve Seyahatnamesi Işığında Osmanlı Toplum Hayatı’ adlı (Dan-koff, 268-291) makalesinde, ‘büyülü gerçekçilik örnekleri’ olarak nitelendirdiği bu hikâyelerde Evliya’nın ‘acayip ve garip olay-lara karşı gösterdiği tavırdan zevk al[dığını], [bu hikâyelerin] ne kadar saçmaysa o kadar iyi [ol-duğunu düşündüğünü]’ bildirir ve Çelebi’nin bunları kesinlikle rasyonelleştirmeye kalkışma-dığını; ama ‘sadece bir kere bir sihirbaz hilesi konusunda rasyonel açıklama ortaya koymayı dene[diğini]’ ifade eder.

Çelebi’nin ampirik gerçeklik konusuna da önem vermediğini öne sürenler olmuştur: Prof.Dr. Doğan Kuban, ‘Boyut’ Dergisi’nde yayımlanan ‘Geleneksel Türk Kültüründe Nesneler Dün-yasına Bakış’ başlıklı yazısında, Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nin, mimarlık tarihine ilişkin bir kaynak olarak kullanılmasının mümkün olmadı-ğını söyler ve ‘mesela, Süleymaniye [Camii]’nin tanımını yapan bölüm iyice incelendiği zaman, bu bilgilerle Süleymaniye’nin rökonstrüksiyo-nunun yapılamıyacağını kabul etmek zorunda kalırsınız,’der. Kuban, Evliya’nın, ‘heyecan dolu dil[ine] karşın, ne caminin şeması, ne büyüklüğü [...] bakımından yeterli bilgi edi-nip bundan Süleymaniye’nin nasıl bir yapı olduğunu çıkarmak olanağı[nın]’ bu-lunmadığını; [ç]ünkü Osmanlı kültüründe, nesneler[in] değil, ilişkiler[in] önem taşı[dığını]’ belirtir ve şöyle der: ‘Bu nedenle de sosyal yaşama ilişkin gözlemleri o kadar ilginç olan Evliya’yı, güvenilir bir mimarî tarihi kaynağı olarak kullanmak olanaksızdır. Kuşkusuz bu yargı, Evliya’nın yine de önemli bir tarihi kaynak olma niteliğini değiştirmez.’ [Prof. Dr.Halil İnalcık da, Çelebi’nin sosyal tarih bağlamın-da yararlı bir kaynak olduğunu belirtecektir.]

Evliya’nın bazen kendisine anlatılan hikâyelerdeki ampirik gerçeklikle bağdaş-mayan örnekler konusunda rasyonel bir tavır aldığı da söylenebilir: Örneğin, Kudüs’te Aksa Camiinin avlusunda kaya yarıklarına sokulmuş ve bağlanmış olan bazı hurma ağacı liflerinden yapılmış iplerin Süleyman Peygamber’den kalma ol-duğu söylendiğinde Evliya, [sadeleştirerek aktarıyorum] ‘3640 yıl geçmiş, bana şeytanları bağlamak için kullanılan bu iplerin çürümediğini mi anlatmak istiyor-sunuz?’ sözleriyle kuşkularını ‘akla muhalif’ diyerek bildirir ( Çelebi,IX, 217a9 ). Fakat daha sonra kendisine bu iplerin Süleyman Peygamber’in el işi olduğu söy-lendiğinde, kuşkusunun ortadan kalktığını ‘İtimad ettim’ diyerek dile getirir.

NOTES ON EVLİYA ÇELEBİ, RATIONALITY AND “THE MYTH - MAKING FUNCTION”

Hilmi YAVUZ*

The ‘Evliya Çelebi Seyahatname’ (Evliya Çelebi’s Book of Travels) is also remark-able as a work, in which supernatural and extraordinary stories take place. Many times it is indicated, that there are tales, Çelebi himself made up by his imagina-tion, which are unsupported by reality. Thus, these made-up tales have either been excluded from the discourse or rationalized out of a desire to reconcile them with reality. In this paper, we shall attempt to ground the extraordinary or supernatural stories in Çelebi’s Seyahatname through (i) the “Myth-Making Function’ (‘Fonction Fabulatrice’), conceptualized in Bergson’s book ‘The Two Sources of Morality and Religion’ and (ii) Foucault’s concept of the ‘Episteme’.

Generally speaking, experts on Evliya Çelebi have preferred to rationalize these tales in the Seyahatname, making their extraordinary and supernatural elements seem reasonable and thus rationally acceptable. It can be said, that this has es-pecially been the attitude of Western experts. On the other hand, in his article ‘Ottoman Societal Life in the Light of Evliya Çelebi and his Seyahatname’ (Dankoff, 268-291), the Evliya Çelebi expert and professor, Dr. Robert Dankoff states, that

in these tales, which he describes as “examples of enchanted realism,” he enjoys Evliya’s “atti-tude in the face of strange and bizarre events’ and, that he thinks concerning these tales as “the stranger, the better”. He says, that Çelebi most certainly does not attempt to rationalize them, except once in his attempt to forward a rational explanation for a magician’s trick.’

Some researchers claim, that Çelebi did not attri-bute importance to empirical realism: In his arti-cle ‘A Look at the World of Objects in Traditional Turkish Culture’ published in the journal Boyut, Dr. Doğan Kuban says, that it is not possible to use the Evliya Çelebi Seyahatname as a source for architectural history, because ‘for example, after a thorough examination of the chapter describing the Süleymaniye [Mosque], you will have to accept, that a reconstruction of the Sül-eymaniye cannot not be done with this informa-tion.’ Kuban says, that Evliya’s work ‘despite his

thrilling language… does not contain enough information ... neither in terms of the mosque’s schema, nor its greatness [...] so as to get enough information to know what sort of a structure the Sülemaniye is. This is, because in Ottoman culture it is not objects, but relationships that bear importance.’ Kuban goes on: ‘And it is for this reason, that the very interesting observations of Evliya in regard of social life turn unreliable, when it comes to matters of architectural history. Without doubt, this conclusion does not change the fact, that Evliya is an impor-tant historical source.’ [Dr. Hilal İnalcık also states, that Çelebi is a useful source in regard to social history.]

We may also say, that Evliya sometimes assumes a rational stance regarding themes in stories told by other people to Evliya, when these themes do not seem to be compatible with empirical reality: For example, on an account, that ropes, made of date tree fibers and fixed in stone crevices around the courtyard of the Al-Aqsa Mosque in Jerusalem, are from the times of King Solomon, Evliya de-clares his doubts, that “it is against reason”, because [here, I summarize his re-marks] ‘3,640 years have passed - are you trying to tell me that these ropes used to chain devils haven’t rotted? (Çelebi, IX, 217 a 9). But later, when told, that these ropes were made by King Solomon’s own hand, he says, that his doubt is gone; i.e.: “I trust it is so.”

* Senior Lecturer, Bilkent University* Okutman, Bilkent Üniversitesi.

Evliya Çelebi’nin dile getirdiği olağandışılıklar ve doğaüstülükler, tıpkı Nakkaş Osman’ın Hüner-name’sinde, Yıldırım Bayezid’in atının üzerinde Niğbolu kalesinden daha yüksek, koca Tuna neh-rininse ince bir gümüş iz olarak çizilmesine ben-zer. Burada Kültür’e (Dil’e) ait olanın Dünya’ya (Doğa’ya) ait olana başat (hâkim, dominant) ol-

duğu bir episteme söylemi söz konusudur.

Fantastic and supernatural function that is ex-pressed by Evliya Çelebi is like drawing the vast Danube River as a thin silver line, higher than Niğbolu Castle over the horse of Yıldırım Bayezid in Nakkaş Osman’s Hünername. In this example, as well, we can see an episteme wherein that which belongs to culture (to language) is domi-

nant over that of the world (of nature).

Page 19: 1453dergisi 12.sayi

17

Bu, Evliya’nın zihniyet yapısını açıklamakta büyük önem taşıyan bir örnektir. İp-lerin Hz.Süleyman döneminden kalmış olması gibi, ampirik bağlamda gerçekli-ğe uygun olmadığı için kuşkuyla yaklaşılan bir olgunun; iplerin Hz. Süleyman’ın el işi olduğu söylendiğinde bu kuşkunun giderilmiş olması, dinsel söylemin ampirik söyleme hâkim olduğu bir zihniyet söylemine işaret eder. Buna benzer bir örne-ği, Homeros’un İlyada’sında buluyoruz. Bir araba yarışında kurallara aykırı dav-ranan yarışçının kurallara aykırı davranıp davranmadığı konusunda yol boyunca gözlemci olarak konulmuş tanıklara (histor) başvurulmadan ve onlara hiçbir şey sorulmadan, dinsel bir yemine davet edilmiş, yemin yeterli sayılmıştır (Homeros, 262-652). Burada da kanıtlamanın veya ispatın rasyonel formlarının, tıpkı Evliya Çelebi örneğinde olduğu gibi hakikat konusunda bir ölçüt sayılmadığını görüyo-ruz: Her iki durumda da ampirik veriler, hakikatin ölçütü değildirler.

(i) Meseleyi bir başka bağlamda da ele almak söz konusudur. Bergson ‘Ahlak ve Dinin İki Kaynağı’nda, ‘masal uydurma işlevi’nden (‘fonction fabulatrice’) söz eder ve Din’in masal uydurma işlevinin sonucu değil, nedeni olduğunu belirttik-ten sonra, ‘insan zihni[nin], gerçek deneyimin olmadığı yerde, sahte, yalancı bir deneyim uydur[duğunu]’ ve bu uydurma imgenin (‘fiction’), canlı, etkili ve sü-rekli olduğunda, algıyı pek âlâ taklit edebildiğini ve bu yolla bir eylemi önleyebi-lir ya da değiştirebilir olduğunu’’ ifade eder. Berg-son, şunları ilave eder: ‘Sistemli bir biçimde yanlış bir deneyim, insan zekâsını gerçek bir deneyimden çıkarsadığı sonuçları daha da ileriye götürmekten alıkoyabilir.[…] Bu koşullarda insan zekâsının daha teşekkül eder etmez, batıl inançlarla kuşatılmış ol-masında şaşılacak bir yan yoktur. Özünde zeki bir varlık, doğal olarak hurafecidir. Ancak zeki varlık-lar, hurafeci olabilir (‘that an essentially intelligent being is naturally superstitious, and that intelligent creatures are the only superstitious beings.’) (Berg-son, 132-133).

Yazımın bundan sonraki bölümünde, Seyahat-name’deki olağandışılıklara ilişkin alternatif, dola-yısıyla farklı bir okuma yapmak istiyorum.

(ii) Michel Foucault, The Order of Things ‘de Rö-nesans Episteme’si ile (Röne-sans’ta neyin ‘bilgi’ sa-yılmasına ilişkin kurallar, ölçüler, normlar), Klasik Dönem (17.yy.) Episteme’si arasındaki radikal farklara dikkati çeker. Bir Rönesans doğabilimcisi olan Aldrovandi’ye göre bilimsel ‘bilgi’ sayılan şeyler, bir Klasik Dönem doğabilimci-sine, Buffon’a göre, bilim adına tam bir ‘skandal ‘teşkil ederler. Aldrovandi, bir hayvanın, mesela yılanın, anatomik özelliklerinin yanı sıra mitolojik, etimolojik ve anekdotal duyum ve enformasyonları da almakta sakınca görmez kitabına. Oysa Buffon için, düpedüz anlaşılmaz bir tavırdır bu: Buffon, bir hayvanın ken-disine ya da doğasına ilişkin olanlarla, onun hakkında söylenenlere ilişkin olan-lar arasında radikal bir fark öngörür. Buffon, Aldrovandi’nin Historia Serpen-tum et Draconum’unu okuduğunda şu yorumu yapar: ‘Bu metinde betimleme yok, masal (legend) var!’ Foucault, Aldrovandi ile Buffon arasındaki bu Episte-me farkını şöyle açıklar: ‘Aldrovandi’ye göre, Doğa, birbirinden ayrışmamış bir kelimeler ve işaretler bütünüdür ve bir doğabilimcinin işi, ister ‘insanların kitap-larında, ister Dünya’nın kitabında’ varolan bu kelime ve işaretleri derlemekten ibarettir:-Rönesans Episteme’si bunu gerektirir çünkü! Bir başka deyişle, Röne-sans Episteme’sinde Dil ve Doğa birbirinden farklılaşmamıştır. Oysa Buffon için Dil, Doğa’nın bir parçası değildir;- onu temsil etme yollarından biridir sadece. Do-layısıyla, bir hayvan hakkında söylenenler (Mitoloji, Anekdot, Etimoloji vb.), yani Dil’e ait olanlarla, hayvanın kendisine, yani Doğa’ya ait olanlar (Anatomi vb.) ara-sında radikal bir fark vardır. Buffon, özenle ayırır bunları ve sadece Doğa’ya ait olanı alır kitabına; -Klasik Dönem Episteme’si bunu gerektirmektedir çünkü…(Fo-ucault, 39- 40)

Jonathan Barnes da Aristoteles üzerine yazdığı kitapta, onun (Aristoteles’in)- tıp-kı Aldrovandi gibi- bir hayvanın, doğrudan gözleme dayalı Doğal ya da ampirik

This example is of great importance, when it comes to examining Evliya’s men-tality. To a case not matching reality in the empirical sense, such as ropes re-maining from King Solomon’s times, he approaches with suspicion, but this suspi-cion is gone, when said, that the ropes were made by King Solomon himself. This indicates a mentality, in which the religious discourse dominates the empirical discourse. We find a similar example in Homer’s Iliad: Judging a case, whether or not a competitor violated the rules in a chariot race, his swearing an oath was found sufficient, without consulting or asking any questions to the observ-ers (histor) along the course (Homer, 262-652). Just as in the example of Evliya Çelebi, here too are the rational forms of proof and evidence not considered as measures of reality: In both cases, empirical data are no measures of reality.

(i) We can also approach the topic from another perspective. In ‘The Two Sources of Morality and Religion,’ Bergson speaks of the ‘myth-making function’ (‘Fonc-tion Fabulatrice’) and states, that religion is not a result, but a reason of the myth-making function. He goes on: ‘Lacking real experience, the human mind conjures up a counterfeit, false experience; and, if its image is vivid and insistent, it may indeed mimic perception. In that way, it may prevent or modify action.’ Bergson adds: ‘A systematically false experience may prevent reason from fur-

thering conclusions, deduced from a true experi-ence. […] So, we should not be surprised to find that reason is pervaded, as it is formed, by superstition; an essentially intelligent being is naturally supersti-tious, and that intelligent creatures are the only su-perstitious beings.’ (Bergson, 132-133).

In the following section of this report, I would like to introduce an alternative, and therefore, a different reading of the extraordinary elements in the Seya-hatname.

(ii) In The Order of Things, Michel Foucault draws attention to the radical differences between the Renaissance Episteme (the rules, measures and norms prescribing what constitutes ‘knowledge’) and the Classical (17th century) Episteme. Things considered scientific ‘knowledge’ according to Re-naissance naturalist Aldrovandi would, constitute

a downright ‘scandal’ in the name of science for the Classical naturalist Buffon. In Aldrovandi’s book, there is no problem in noting not just the anatomical characteristics of, say, a snake, but also information on its mythological, etymological, and anecdotal dimensions. For Buffon, such an approach is absolutely incomprehensible: Buffon foresees a radical difference between that, which is related to an animal’s self or its nature and that which is related to things said about it. Upon reading Aldrovandi’s Historia Serpentum et Draconum, Buffon commented: ‘There is no description here, only legend.’ Fou-cault explains this difference of Episteme between Aldrovandi and Buffon: ‘For Aldrovandi, nature, in itself, is an unbroken tissue of words and signs; and the work of a naturalist is to compile these words and signs, that are ‘whether in the books of men or in the Book of the World’: for this is required by the Episteme of the Renaissance! Put differently, there is no differentiation between Language and Nature in the Episteme of the Renaissance. But for Buffon, Language is not a part of Nature; it is only a means of representing it. Therefore, there is a radical difference between things said about an animal (mythology, anecdote, etymol-ogy, etc.), i.e. things contained in Language, vs. the animal itself, which belongs to Nature (anatomy, etc.). Buffon meticulously separates these two and only in-cludes that which belongs to the Nature in his book; for this is required by the Episteme of the Classical Period...”(Foucault, 39-40).

In his book on Aristotle, Jonathan Barnes also speaks of how Aristotle– like Al-drovandi – puts observation-based natural or empirical characteristics of an ani-mal in the same epistemological level alongside fabricated perceptions gathered from here and there, based entirely on hearsay; so they are presented with no differentiation between them. For example, Aristotle wrote, that the bison pos-

Cihat Burak’ın Evliya Çelebi adlı resmi / Cihat Burak’s painting of Evliya Çelebi

Page 20: 1453dergisi 12.sayi

EVLİYA ÇELEBİ, RASYONALİTE VE “MASAL UYDURMA İŞLEVİ” ÜZERİNE NOTLAR / NOTES ON EVLİYA ÇELEBİ, RATIONALITY AND “THE MYTH - MAKING FUNCTION”

18

özellikleri ile oradan buradan derlenmiş ve bütünüyle rivayete dayalı uydurma duyumları, birbirinden farklılaşmamış bilgiler olarak, aynı epistemolojik düzeye koyduğundan söz eder. Mesela, bir bizonun, uzun mesafeye ulaşabilen bir dış-kılama yeteneği olduğunu ve bizonun, bu yeteneğini, kavurucu sıcaklıktaki dış-kısından yararlanarak, kendini savunma amacıyla kullandığını yazabilmiştir Aris-toteles… Barnes, Aristoteles’in bugünün Episteme’si ile gerçekten ‘bilimsel’ sa-yılabilecek gözlemlerinin yanı sıra, ‘bazı sarhoş avcıların anlattıkları saçma sa-pan hikâyeleri’ (mesela, bizonun dışkılama yeteneği üzerine söylenenleri), zoolo-ji araştırmaları kitabına almasını, çok şaşırtıcı bulmaktaydı... (Barnes, 11)

Mitolojik, anekdotal (yani, rivayete dayalı) birtakım duyum ve en-formasyonların, gerçekliğe dayalı bilgilerle aynı düzeye ko-nulmasının, Evliya Çelebi’yi eleştirmek için kullanıldığı-nı hatırlamalı burada. Gerçekten de, Seyahatname’de, Erzurum kışının aşırı soğuğunda kedinin havada do-nup kalmasına ya da Mısır’da timsahlarla çiftleşildi-ğine ilişkin vb. bölümler gerçekliğe aykırı düştük-leri gerekçesiyle Evliya’nın ciddiye alınmamasına yol açmış; Fahir İz hocamızın deyişiyle, ‘kimi bilgin-ler Evliya’nın hiçbir anlattığına inanmamışlar, hatta birçok yolculuklarını bile şüphe ile karşılamışlardır.’ Oysa Evliya Çelebi’nin, anlatısını 17.yüzyıl Osmanlı Toplumu’nun’nin Episteme’sine denk düşen bir epis-temik bütünlükle söylemselleştirdiği anlaşılıyor: Tıp-kı Aristoteles ya da Aldrovandi gibi, Çelebi de Tarih’in, Mitoloji’nin, Masal’ın ve Rivayet’in birbirinden ayrılmadığı bir söylem inşa ediyor. Olağanüstülükleri değil, bir Episteme’nin söylemini sunuyor bize.

Öyleyse sonuç olarak şu söylenebilir: Evliya Çelebi’nin dile getirdiği olağandışılık-lar ve doğaüstülükler; (i) bilginin, masal üretme işlevinden zorunlu olarak ayrı bir epistemolojik düzey olmadığını ve (b) bu düzeyin Dil’e ilişkin mitoloji, anekdot, etimoloji gibi katmanları, Doğa’ya ilişkin katmanlarla aynı episteme içinde bü-tünleştirebildiklerini gösteriyor. Tıpkı Nakkaş Osman’ın Hünername’sinde Yıldı-rım Bayezid’in atının üzerinde Niğbolu kalesinden daha yüksek, koca Tuna neh-rininse ince bir gümüş iz olarak çizilmesi gibi (Yavuz, 19). Bu örnekte de Kültür’e (Dil’e) ait olanın Dünya’ya (Doğa’ya) ait olana başat (hâkim, dominant) olduğu bir episteme söylemi söz konusudur. Perspektif kurallarının ihlal edilmesinin zihin-sel arka planında bu episteme vardır.

KAYNAKÇA :

1- Barnes, J. Aristoteles, Oxford University Press, N. Y., 1985.

2- Bergson, H., Ahlak ve Dinin İki Kaynağı, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, çev. Mehmet Karasan, 3. basım, İstanbul, 1967. [İng. için Bkz: The Two Sources of Morality and Religion, Doubleday Anchor Books, N. Y, 1954. sayfa: 108 - 109]

3- Dankoff, R., Evliya Çelebi ve Seyahatnamesi Işığında Osmanlı Toplum Hayatı, Türkler Ansik lopedisi, X. Cilt, İstanbul, 2002.

4- Evliya Çelebi, Seyahatname, IX, YKY, İstanbul, 2009.

5- Foucault, M., The Order of Things, Ed. R. D. Laing, Tavistock Publications, London, 1970.

6- Homeros, İlyada, IV. Kitap XXIII. Bölüm, Çev. A. Kadir, A. Erhat, Sander Yayınları, İstanbul 1975. [Ayrıca Bkz. Foucault,M., Dits et écrits, II, (1954-1998), Ed.Daniel Defert et François Ewald, Editions Gallimard, s. 555-556; Paris, 1994.]

7- Kuban, D., Geleneksel Türk Kültüründe Nesneler Dünyasına Bakış, Boyut [Dergisi], 3/21, Ankara, Mart 1984.

8- Yavuz, H., Osmanlı Kültürü Üzerine, Türkiye’nin Zihin Tarihi[içinde], Timaş Yayınları, İstanbul, 2009.

sesses the ability to project its excrement over a long distance and uses this tal-ent for self-defense, benefiting from its pungent excrement... Barnes expresses his astonishment at Aristotle, that the latter includes such ridiculous tales in his book on zoological research alongside observations, that would be considered truly ‘scientific’ according to today’s Episteme. Barnes says ‘Aristotle was taken in by a tipsy huntsman’s after-dinner yarn’ (in the instance of the statements on the bison’s projectile defecation ability)... (Barnes, 11)

Here, we should remember, that Evliya Çelebi was criticized, because he put mythological, and anecdotal perceptions and information on the same

level with information based in reality. And, indeed, there are a section in the Seyahatname, which narrates, that a cat froze

and got stuck in mid-air during a very cold Erzurum winter, and another narrating that crocodiles mate with men in

Egypt. These have lead, that Evliya is taken seriously due to his narratives’ contradiction with reality. As our teacher Fahir İz put it, ‘some scholars do not be-lieve anything that Evliya tells, looking at many of his journeys with suspicion.’ However, we can also understand, that Evliya Çelebi established the dis-course of his narration in epistemological integrity

of the 17th century Ottoman society. Like Aristotle or Aldrovandi, Çelebi also builds a discourse wherein his-

tory, mythology, legend and anecdote are not separat-ed. He presents to us a discourse not of the extraordinary,

but of an Episteme.

Thus, we can say the following in conclusion: (i), knowledge is not related with separate epistemic levels in its myth-making function, and (ii),

the layers of this category related to language, such as mythology, anecdote, and etymology, can be integrated within the same episteme with layers related to Nature. It is the same with miniatures in Nakkaş Osman’s Hünername, dis-playing the vast Danube River as a thin silver line, whereas Yıldırım Bayezid on his horse stands higher than the Niğbolu Castle (Yavuz, 19). In this example, too, we can see an episteme wherein that which belongs to culture (to language) is dominant over that of the world (of nature). This is the episteme in those times’ mentality causing a violation of the perspective rules.

REFERENCES:

1- Barnes, J. Aristotle, Oxford University Press, NY, 1985.

2- Bergson, H., Ahlak ve Dinin İki Kaynağı [The Two Sources of Morality and Religion], National Ministry of Education Publications, Turkish trans.: Mehmet Karasan, 3rd edition, Istanbul, 1967. [for the English version, see: The Two Sources of Morality and Religion, Doubleday An chor Books, NY, 1954, p.: 108-109]

3- Dankoff, R., Evliya Çelebi ve Seyahatnamesi Işığında Osmanlı Toplum Hayatı [Ottoman Societal Life in the Light of Evliya Çelebi and his Seyahatname], Türkler Ansiklopedisi [Encyclopedia of the Turks], X. Edition, Istanbul, 2002.

3- Evliya Çelebi, Seyahatname [Book of Travels], IX, YKY, Istanbul, 2009.

4- Foucault, M., The Order of Things, Ed. R. D. Laing, Tavistock Publications, London, 1970.

5- Homer, İlyada [The Iliad], Book IV, Chapter XXIII, Turkish trans.: A. Kadir, A. Erhat; Sander Publications, Istanbul, 1975.[Also see Foucault, M., Dits et écrits, II, (1954-1998), Ed. Daniel Defert and François Ewald, Editions Gallimard, p.555-556; Paris, 1994.]

6- Kuban, D., Geleneksel Türk Kültüründe Nesneler Dünyasına Bakış [A Look at the World of Objects in Traditional Turkish Culture], Boyut [Journal], 3/21, Ankara, March 1984.

7- Yavuz, H., Osmanlı Kültürü Üzerine [On Ottoman Culture],Türkiye’nin Zihin Tarihi [inside Turkey’s Intellectual History],Timaş Publications, Istanbul, 2009.

Page 21: 1453dergisi 12.sayi

EVLİYA ÇELEBİ’NİN AYASOFYA’SIA. Haluk DURSUN

EVLİYA ÇELEBİ’S HAGIA SOPHIA A. Haluk DURSUN

Page 22: 1453dergisi 12.sayi

EVLİYA ÇELEBİ’NİN AYASOFYA’SI / EVLİYA ÇELEBİ’S HAGIA SOPHIA

20

EVLİYA ÇELEBİ’NİN AYASOFYASIDoç. Dr. A. Haluk DURSUN*

Evliya Çelebi Ayasofya’dan değişik şekiller, değişik vesileler, değişik tasvir ve ta-riflerle seyahatnamesinin özellikle birinci ve ikinci ciltlerinde bahsetmektedir. Bunların bir kısmı Evliya Çelebi’nin Ayasofya’nın yapılışıyla ilgili muhtelif eserler-den derlediği nakillerdir. Evliya bütün bu bilgileri kendi üslubuyla tatlı tatlı anla-tır. Ayrıca bizzat yaşadığı olaylar vardır ki, bizce en kıymetli olanlar onlardır.

Hızır Ayasofya’da

Ayasofya’da Evliya Çelebi’nin varlığını ve katkısını açıkça belirttiği kutsal şahsiyet-lerden bir tanesi Hızır’dır. Sözgelimi Edirnekapısı dışında Davut Paşa bahçesi ya-kınında yedi noktada çıkan ve başka yerde görülmeyen bir taş madeninden bah-seden Evliya Çelebi; bin yıldan beri binlerce deve, eşek ve katır taş taşıdığı halde zerre miktarı azalmayan madene Hızır Madeni dendiğini söyler. Güzel ve koparıl-ması kolay olan bu madenin, Hızır tarafından Ayasofya için taşındığından dolayı bu adın verildiğini ifade etmektedir.

Yine Evliya Çelebi’nin bize aktardığına göre; Top-hane kasabası üstünde Galatasarayı denilen pa-dişah sarayının altında Eski İstanbul adıyla anılan bir demir madeni bulunmaktadır. Hz. Hızır Aya-sofya mimarı iken onun ikazıyla bu maden bulun-muştur ve Ayasofya’nın bütün demir kısımlarıyla Çemberlitaş’ın madenleri bu demir madeninden çı-karılmıştır.

Ayasofya’nın kubbesinin ortasında bir zincirle altın bir top asılmıştır ki, bunun içi 50 Rum kilesi buğday alır. Bu top altında Hz. Hızır’ın arasıra dini bütün, sa-lih Müslümanlarla buluştuğu söylenir. Bu sebeple de müşkil bir işi olan kimseler Hızır Aleyhissselam ile görüşmek için bu top altında 40 gün sabah namazı kılarlar.

Kuşatmalarda Ayasofya

Evliya Çelebi’nin aktardığına göre; İstanbul’un ikinci kuşatması altı ay sürdü ve hergün devamlı çarpışma oldu. Kuşatmadan sonuç alınamayınca İmparator Heraklios’a elçi gönderildi ve askerlerin fetihten vazgeçip haraç miktarının ar-tırılması karşılığında geri dönülmesi şartı İmparator’a iletildi. O da haracı kabul etti. Bazı sahabe de “Ah! bari gelmişken kaleye girip Ayasofya’da iki rekât namaz kılalım” deyip, İmparator’dan izin aldılar. Mesleme ve Eyüb Ensari, bin kadar si-lahlı askerle kalenin altına geldiler ve ikişer rekât namaz kılıp “İlahi burayı İslam ibadetgâhı eyle!” diye dua etiler.

Yine Evliya Çelebi, Yıldırım Bayezid’in yedi ay süren İstanbul kuşatmasının so-nunda kâfirlerin “Aman ey Yıldırım Han, maksadınız üzere sulh edelim” diyerek aman dilediklerini ve her yıl 200 bin altın vermeyi kabul ettiklerini, lakin Yıldırım Han’ın bu teklifi reddettiğini belirtir. Daha önce Ömer ibn Abdülaziz ve Harun er-Reşid zamanlarındaki gibi Galata ve İstanbul kalesinin yarısında Müslümanların oturması, cami ve binalar yapmaları, kalenin dışındaki bağ ve bahçelerin ürünle-rinin onda birinin de Müslümanlara verilmesi şartıyla barış yapıldı. İstanbul içi-ne yirmi bin Müslüman yerleştirildi. Bunlar Edirnekapısı, Eğrikapı, Eyüp kapıların-da, Unkapanı’nda, Zeyrek’te, Karaman’da ve Edirnekapısı civarlarında yerleşti. Cibalikapısı’nda bulunan kilise onlara verildi. Gül suyuyla kâfirlerin pisliğinden te-mizlendiği için buraya Gül Camii dendi... İstanbul’un dahi yarısında Ayasofya ta-raflarında oturan Hristiyanlar ile Müslümanlar güzel güzel geçinmeye başladılar.

EVLİYA ÇELEBİ’S HAGIA SOPHIA Asist. Prof. A. Haluk DURSUN*

In the first and second volumes of his Seyahatname, Evliya Çelebi mentions Hagia Sophia on a number of occasions, accompanied by various figures, images and descriptions. A segment of these comprise narrations, which Evliya Çelebi com-piled from various works on the construction of Hagia Sophia. Evliya provides this information in his own style, and with great delight. In addition, there are several incidents that he himself experienced -- for us, these are the most valuable.

Khidr at Hagia Sophia

One of the sacred figures, whose existence and contributions to Hagia Sophia are explicitly mentioned by Evliya, is Khidr (the Green One). For instance, Evliya Çelebi speaks of a mine of valuable stones not to be found anywhere else, ex-cept extracted from Earth at seven spots near the Davud Pasha garden outside Edirnekapı; he also says that the mine’s deposits of this valuable stone never diminished despite camels, donkeys and mules transport these stones for a thou-

sand years; hence its name: The Hızır (Khidr) Mine. Evliya says, that the mine, whose stones are beauti-ful and easy to break apart, is called Hızır, because Khidr prepared them to be used in the construction of Hagia Sophia. 1

Again, Evliya Çelebi narrates, that there was an iron mine known by the name of Old Istanbul, which was located underneath the Sultan’s Galata Palace (Galatasaray), overlooking the town of Tophane. While Khidr was the architect of Hagia Sophia, his acquaints lead to the discovery of the mine, so all of the iron for the building, as well as the metal bands

for Constantine’s Column was extracted from this iron mine.2

A golden ball was suspended by a chain from the middle of the dome in Hagia Sophia; it was so large that it could hold 50 Greek bushels of wheat. It is said that Khidr would sometimes join pious and righteous Muslims underneath this ball. For this reason, individuals who are faced with difficult tasks perform their morning prayer underneath this ball over a period of 40 days, hoping to meet with Khidr.3

Hagia Sophia during the Siege

According to Evliya Çelebi’s narration, the second siege of Constantinople lasted six months, each day marked by continual clashes. When the siege failed to at-tain the desired result, a delegation was sent to Emperor Heraclius to inform him of the conditions under which the soldiers would lift the siege and retreat; they demanded an increase in the amount of tribute. The emperor accepted this condition. In the meantime, some Companions said: “While we’re here, we might as well go to the castle and perform two rakats of the ritual prayer at Hagia Sophia,” and accordingly they obtained the emperor’s permission. With approximately 1,000 armed soldiers, Maslama and Ayyub al-Ansari performed two rakats of prayer underneath the castle’s walls, supplicating: “O Divine One, make this place a house of worship of Islam!”4

Evliya Çelebi indicates, that the disbelievers begged for mercy after Yıldırım Bayezid’s seven-month siege of Constantinople, crying out: “Mercy, O Yıldırım Khan, let us make a compromise with you”. They pledged to pay 200,000 thou-sand gold pieces annually. However, Yıldırım Khan refused this offer. Just as dur-ing the times of Umar ibn Abdulaziz and Harun ar-Rashid, peace was made with

* Ayasofya Müze Başkanı * President of Hagia Sophia Museum

Evliya Çelebi Ayasofya’nın yapılışıyla ilgili muh-telif eserlerden derlediği bilgileri kendi üslubuy-la tatlı tatlı anlatır. Ayrıca bizzat yaşadığı olaylar

vardır ki, bizce en kıymetli olanlar onlardır.

Evliya Çelebi provides information on the cons-truction of Hagia Sophia which he compiled from various works in his own style, and with great delight. In addition, there are several inci-dents that he himself experienced - for us, these

are the most valuable.

Page 23: 1453dergisi 12.sayi

21

İstanbul’un Fethi Sırasında Ayasofya’ya Yakın Şehit Kapısı’nın Hristiyanlarca Açılması ve Bütün Müslüman Askerlerin Şehit Olması Üzerine Bu İsimle Anı-lır Olması

Osmanlı hanedanından Ebu’l-Feth Sultan Mehmed Han on birinci defa İstanbul’u kuşattığında, Ayasofya’ya yakın bir kapıya saldıran İslam yiğitleri ile kâfirler ara-sında büyük bir çarpışma başladı. Daha önce de Harun er-Reşid zamanındaki mu-hasarada♣ ensardan birçok sahabe aynı yerde şehit olduğu için buraya Şehit Ka-pısı adı verildi. Fakat halk ağzında yanlış olarak Cufut Kapısı diye söylenmektedir. Buna sebep de bütün Yahudilerin bu semtte oturmasıdır. Ama doğrusu cufut de-ğil Şuhud Kapısı’dır.

Fetihten Sonra Ayasofya

İstanbul’un fethi nasib olduğunda Fatih, şükür için iki rekât hacet namazı kılmak niyetiyle Ayasofya ki-lisesine girmek istedi. Fakat Ayasofya’nın dört ta-rafında oturan rahibler, kiliseye kapanmışlar; dam-lardan, pencerelerden ve kulelerden İslam askerle-ri üzerine zemberek, neft ve katran yağdırmaktay-dılar. Bu durum üzerine Fatih hemen Ayasofya’nın etafını sardırdı, üç gün üç gece çarpışıldıktan sonra elli üçüncü günde Ayasofya ele geçirildi. Önce Sul-tan Mehmed Ayasofya içine girdi, birçok rahibi öl-dürdü, elindeki Hz. Peygamberin sancağını mihraba dikti. Sonra ezan okunup, Müslüman gaziler kilise-de kalan bütün rahipleri kılıçtan geçirdiler, kilisenin içi kafirlerin kanıyla doldu. Fatih bir ok çekip “Ala-metim olsun!” diyerek Ayasofya kubbesinin tam or-tasına attı... Bu okun yeri halen görülmektedir. Son-ra bir Osmanlı askeri sol eliyle bir düşman öldürüp, kana bulanmış sağ elini Fatih’in huzurunda beyaz bir mermere sürdü. Bir kanlı pençe işareti taşıyan bu mermer de türbe kapısından içeri girilince karşı köşede yüksek bir yerde görülmektedir.

Fatih Sultan Mehmet Ayasofya’yı seyrettiğinde gör-dü ki; bu bina büyük, sağlam ve eski bir yapıdır. Mü-hendis ve mimar İgnados adlı, güzel huylu ve bilgili bir kimse tarafından yapılmış-tır. Fatih bu eski yapıyı pisliklerden temizletti, içindeki putları attırdı, birçok ye-rinde anberler ve öd yaktırdı. Mihrap, minber, mahfel ve minare yaptırıp kilise-yi Müslüman gaziler için güzel bir cami haline getirtti. İlk olarak Cuma günü bü-tün Müslümanlar hazır olup salâlar okundu. Akşemseddin hazretleri minbere çı-karak dua yaptı, sonra kaidesi üzere hutbe okudu. Sultan Mehmed’in izniyle Ak-şemseddin hazretleri imamlık yapıp Cuma namazını kıldırdı. O gün Ayasofya’nın bazı yerlerinde saklanmış olan rahipler Müslüman oldular. Yaşlı bir keşişin adı-nı da “Baba Mehmed” koydular. Mihrabın sağ tarafındaki karanlık yerin Hz. Süleyman’a ait bir ibadet yeri olduğunu Baba Mehmed Sultan Fatih Mehmed’e söyleyince, Fatih orada iki rekât hacet namazı kıldı. Ayasofya’nın yeraltına sak-lanmış hazinesi de ele geçirildi. Putları Okmeydanı’na götürülüp orada nişangâh yaptılar, bütün Müslümanlar putlara ok attılar.

Evliya Çelebi daha önce Latinlerin İstanbul’u işgali sırasında ise Ayasofya’dan çal-dıkları kıymetli haç ve hazineyi İspanya’ya kaçırırken denizde fırtınaya uğrayıp Burgazada önünde battıklarından söz eder.

Ayasofya’nın Yapılışı

Hz. Süleyman dünyanın dört bir tarafını gezerken bir sabah rüzgârı Süleyman’ın tahtını Sarayburnu’na getirdi. Hz.Süleyman orada bir mabed yaptırdı. Ardın-dan Kral Vizendon İstanbul’u yedinci defa tamir edip kalesini yaptırdıktan sonra Sofya’da bir kızı doğdu. Buna nispeten adına Ayasofya denildi. İşte bu kız hazine-

the condition, that the Muslims would be able to settle in half of the castles of Galata and Istanbul, and mosques and other buildings for them would be con-structed; in addition, one-tenth of the products of the orchards and gardens out-side the castle would be given to the Muslims. Twenty-thousand Muslims moved into Istanbul. They settled in Edirnekapı, Eğrikapı, Eyüp kapısı, Unkapanı, Zeyrek, Karaman and the outskirts of Edirnekapı. A church at Cibalikapı was given to them. It was known as the Rose Mosque because rose water was used to cleanse the traces of the non-Muslims … Even in the districts of Istanbul that were near Hagia Sophia, Christians and Muslims began to live in harmony.5

The Opening of the Martyrs’ Gate near Hagia Sophia by Christians during the Conquest of Istanbul and the Naming of this Door in Commemoration of the Martyred Muslim Soldiers

When Sultan Mehmed II, a member of the Ottoman Dynasty, laid siege to Istanbul for the eleventh time, a massive battle broke out between the soldiers of Islam, who attacked a gate near Hagia Sophia, and the disbelievers. This place was known as the Martyrs’ Gate because during a previous siege 6 in the era of Harun ar-Rashid, a large number of Com-panions of Prophet Muhammad had been martyred at this location. However, among members of the public this gate is incorrectly referred to as “Chufut (Jews) Gate”, as Jews lived in this neighborhood. The correct form is not “Chufut” but rather “Shuhud” (Martyrs) Gate.7

Hagia Sophia after the Conquest

When the conquest of Constantinople had been completed, Sultan Mehmed wanted to go to the church of Hagia Sophia to perform two rakats of thanksgiving prayer there. However, the monks that lived around the church shut themselves inside the building and bombarded the soldiers of Islam from the roof, windows and towers with coil springs,

naphtha and coal tar. Faced by this situation, Sultan Mehmed immediately encir-cled the vicinity of Hagia Sophia, and, on the 53rd day of the siege, after clashes that lasted three days and nights, Hagia Sophia was captured. Sultan Mehmed entered Hagia Sophia first, planting the flag of the Holy Prophet in the direction of Mecca. Then the Adhan was sung. Fatih took an arrow and, saying: “Let it be my mark!”, he shot it straight into the center of Hagia Sophia’s dome… The place the arrow struck can still be seen. Afterwards, an Ottoman soldier killed an enemy with his left hand and, in Fatih’s presence, wiped his bloody right hand on a piece of white marble. This marble still bears a bloody handprint and can be seen on a high spot located in the opposite corner, when you enter from the gate next the tomb.8

When Fatih Sultan Mehmet inspected Hagia Sophia, he saw that the building was large, sound and old. It had been built by the engineer-architect Ignados, a well-mannered and knowledgeable person. Fatih had the old building cleansed and the idols thrown out, and he burned ambergris in several locations. By hav-ing an altar, a pulpit, a place for the congregation and a minaret built, Fatih transformed this church into a beautiful mosque for the Muslim soldiers. On the first Friday all Muslims were present, prayers were recited. Akşemseddin went up to the pulpit; he prayed, and then, according to custom, preached a sermon. With Sultan Mehmed’s permission, Akşemseddin served as imam and conducted the Friday prayer. On that day, priests who were hiding in various parts of Hagia

Ayasofya’dan ayrıntı / Detail from Hagia Sophia

Ayasofya’dan ayrıntı / Detail from Hagia Sophia

Page 24: 1453dergisi 12.sayi

EVLİYA ÇELEBİ’NİN AYASOFYA’SI / EVLİYA ÇELEBİ’S HAGIA SOPHIA

22

Sophia converted to Islam. They also called one of the former old priests “Father Mehmed.” When Father Mehmed told Sultan Mehmed II that the dark place to the right of the altar had been a place of worship for Prophet Solomon, Fatih performed the required two rakats of ritual prayer there. In addition, Hagia So-phia’s hidden underground treasure was also discovered. They brought the idols to Okmeydanı and built a target practice area there, where all the Muslims shot arrows at the idols.9

Evliya Çelebi mentions that the Latins, who had earlier invaded Constantinople, had been caught in a storm at sea while transporting a valuable cross and trea-sury that they had looted in Hagia Sophia; their ships sunk near the Burgaz Island.

The Construction of Hagia Sophia

While Prophet Solomon was traveling around the world, a morning wind brought his throne to Sarayburnu, the cape of the historic peninsula. Solomon had a sanc-tuary built there. Following this, King Vizendon renovated the city for the seventh time and had her city walls built. Then a daughter of him was born in Sofia, and it was for this reason, that she was called Hagia Sophia. This girl came to her father Vizendon along with her treasure and she began to expand the sanctuary of Prophet Solomon. At first, they dug into the ground to the depth of a well. They continued down to the level of Ahırkapı. Water began to spring from the soil. For a full month, they burned a fire here, and melted and cast lead. This lead was laid as the base of the church. Later, on the instructions of engineer Igna-dos, 30,000 laborers, 7,000 porters and 3,000 foremen were gathered. They built pylons, archways and domes upon this lead base. They transformed the lower part of the building in a cistern and filled it with water. They used boats to repair some parts of the cistern. As a matter of fact, the areas underneath all the palaces in the region, from the palace of Ayşe Sultan to Arslanhane, and from Saray Meydanı (Palace Square) to the Ende-run Cebehanesi and Soğukçeşme, are hollow and filled with fresh water. Right in the middle of Hagia Sophia there is a well-head with a copper cover. Water was drawn up in buckets from here, so the community may drink it and quench their thirst.

siyle beraber babası Vizendon’un yanına geldi ve Süleyman peygamberin mabe-dini genişletmeye başladı. Önce yeri kuyu derinliğinde kazdılar. Ahırkapı hizası-na kadar inildi. Topraktan sular çıkmaya başladı. Tam bir ay bu temel içinde ateş yaktılar, kurşun eritip döktüler. Bu kurşun temelde yıllarca durdu. Sonra İgnados adındaki mühendisin talimatıyla otuz bin işçi, yedi bin hammal, üç bin usta top-landı. Bunlar kurşun temel üzerine direkler, kemerler ve kubbeler yaptılar. Altı-nı su sarnıcı haline getirip, suyla doldurdular. Sarnıcın bazı yerlerini tamir için ka-yıklar koydular. Zira bu bölgede Ayşe Sultan Sarayı’ndan Arslanhane’ye, Saray meydanından Enderun cebehanesine ve Soğukçeşme’ye kadar olan sarayların altı tamamen boş olup, tatlı su ile doludur. Ayasofya’nın tam ortasında bakır ka-paklı bir kuyu ağzı vardır. Buradan kovalarla su çekilir, cemaat içer ve susuzluk-larını giderir.

Ardından Ayasofya’nın dört tarafının duvarlarının inşasına başlandı. Ayasofya’nın yapılış şekli öyle anlatılır ki; yedi iklimde olan çok kıymetli taşlar binanın temeli-ne konmuş, renkli mermerler ve sütunlarla tamamlanmıştır. Her taraftan büyük mermerler gemilerle taşınmış, bilgili ustalar vasıtasıyla taşlar düzeltilmiştir. Bina-nın yarısı yedi yılda ancak tamamlanmıştır. Pek çok taşlar Selçuk ve Aydıncık’tan getirilmiştir. Renkli mermerler Karaman, Şam ve Kıbrıs Adası’ndan; binlerce so-maki, bal rengi, zeytin rengi, sarı mermer rengi sütunlar Atina yakınlarından, bir kısmı da Marmara Adası’ndan getirilmiştir. Nihayet bu büyük yapı tamamlandı-ğında bir gece mimarbaşı İgnados kaybolmuştur!..

Ayasofya’nın kubbesinin tam tepesinde yüz İskender kantarı ağırlığında altın bir haç konulmuştu ki, bu haç güneş ışığıyla parladığında ta Alemdağı’ndan, Keşiş ve Istranca Dağları’ndan farkedilirdi...

Ayasofya’nın tamamen bitmesi kırk yıl sürmüştür. Sonra içinde ve dışında on iki bin kişi görevlendirilmiştir. Mısır memleketi Yunanlılar tarafından Kıbtilerin elin-den alınıp Ayasofya’ya vakfedilmiştir...

Sonra Hz. Peygamberin doğduğu gece meydana gelen büyük zelzeleden Ayasofya’nın kubbesi yıkılmıştır. Bir müddet sonra Hızır Aleyhisselam’ın hatır-latması ile Bursa’da (Busra) outran üç yüz kadar keşiş, rahip Buhayra’nın (Ba-hira) öncülüğünde Mekke’ye geldiler. O zamanlar henüz küçük yaşta olan Hz. Muhammed’in ağzından bir miktar tükürük, yani ağız suyu ile zemzem suyu ve Mekke’nin temiz toprağından bir miktar toprak alan papazlar İstanbul’a geldiler ve Ayasofya’nın kubbesinin yıkık olan kısmını tamire başladılar. Hz. Peygambe-rin tükürüğüyle yapılan yer, kubbenin kıble tarafında otuz iki nakışlı olarak halen bellidir ve bunu bilenler oraya baktıklarında salavat getirirler. Bu kısım, kubbenin diğer yerlerine göre daha parlaktır.

Ortadaki kubbenin dört tarafı çepeçevre billur necef ve renki camlarla süslenmiş-tir. Toplam camların adedi 1070’dir. Kubbenin içinde altın kaplama ve altın mi-neden resimler, acayip ve garip şekiller vardır. Bunların bir kısmı melek ve bir kıs-mı insandır ki, seyredenler hayran kalırlar. Dört büyük köşede melek resmi var-dır ki, benzetmek gibi olmasın biri Cebrail, biri Mikail, biri İsrafil, biri de Azrail şe-killeridir. Boyları ve kanatları aynı büyüklükte olup, kanatlarını açmış bulunurlar. Bu dört şekil halen durmaktadır.

Camii’nin içinde ve dışında küçük ve büyük çok sayıda sütunlar vardır. Öyle kırmı-zı somaki sütunlar görülür ki, bunlar dünyada az bulunan kıymetli mücevherler-dir. Üç tarafında ikişer kat cemaat yeri vardır. İki taraftaki merdivenlerden at ile çıkmak mümkündür. Camii’nin içinden ta kubbeye kadar üç tabaka halinde kan-dil yakılacak girintiler vardır. Camii’nin bütün kapılarının sayısı 361’dir. Bunların yüz tanesi büyüktür ve hepsi de tılsımlıdır. Kaç defa sayılsa bir kapı daha ortaya çıkar. Ona da bir nişan konup sayılsa, işaretsiz bir kapı daha belirir, garip bir şey-dir!!! Kapıların kanatları altın işleme ile süslenmiş, gümüş mine vurulmuş prinç işli sanat eserleridir. Kıblenin orta kapısı hepsinden yüksektir ve bunun tahtala-rının Hz. Nuh’un Cudi Dağı’ndaki gemisinin enkazından alındığı söylenir. Bu orta kapının üzerinde bir sanduka içinde Kraliçe Sofya’nın naaşı mumya halinde bu-lunmaktadır derler. Birçok kimse o sandukaya el sürmek istediğinde Camii içinde bir sallantı olmuş ve hemen el çekmişlerdir. Bir tılsım da budur! Ayasofya / Hagia Sophia

Page 25: 1453dergisi 12.sayi

23

Aynı yerde yeşil renkli görülmeye değer bir direk daha vardır. Bu direğin üzerinde Meryem Ana’nın temsili resmi vardı. Elinde bir kandil tutardı ki, beyaz bir güver-cin büyüklüğündeydi. Her gece bunun saçtığı ışık Camii’yi aydınlatırdı, bu da bu-gün Kızıl Elma’ya götürülmüştür.

Ayasofya’da Bir Keramet, Bir Garip Hal...

İstanbul’da beliren taun hastalığında günde üç bin kişi ölmeye başlayınca, padişah Sultan Selim İstanbul halkını Kadir gecesi Ayasofya’ya toplar. Hastalığın geçmesi için hep birlikte dua edilecektir. Bektaşi Şeyhi Yahya Efendi kürsüye çıkıp vaaz ver-meye başlar. Tam o esnada tarikata bağlı Kelami Ağa’nın haceti gelir, karnı sıkışıp Bağdat davulu gibi gümbürdemeye başlar. Ağa sıkıntısından “Bre hey imdat! Ha-lim ne oluyor?” diye şaşkına döner, fakat kalabalığın içinden geçecek bir yer bula-maz. İki-üç defa ayağa kalkıp, etrafına bakarak tekrar oturur. Bir süre sonra da za-ten o kadar sıkışmıştır ki, kımıldayacak hali kalmaz. Hemen şeyh hazretlerine dö-nüp yalvarırcasına “Beni bu cami içinde, bunca cemaat arasında zor durumda bı-rakma” diye niyaz edince, yanıbaşında sipahi kılığında biri belirip, “Bre adam se-nin derdin nedir? Yüzün, gözün şişmiş, durumun iyi değildir! Senin derdine çare bulayım, fakat sırrım sende kalsın” diye ona yemin ettirir. Sipahi cübbesinin sağ tarafını Kelami Ağa’nın üzerine örter ve Kelami Ağa kendini o an Kağıthane Dere-si yanında bulur. Hemen hacetini giderir, abdestini tazeler ve kırk defa şükür sec-desi eder. Sonra kendini yine Ayasofya’da bulur. Aynı sipahiyi de yanında görün-ce “Bre Hızır’a rastladım, eteğini bırakmayayım” diyerek sipahiye hürmet göste-rir. O an Yahya Efendi kürsüde duaya başlar, cemaat “Amin!” deyip dua bitince, Ayasofya’nın bütün kapıları kapanır. Yalnız büyük kapı açık bırakılarak dışarı çıkan

cemaat birer birer sayılır, hepsinin 57 bin kişi olduğu tespit edilmiştir.

Evliya Çelebi’ye Göre Ayasofya’nın Makamları Ve Kısımları

Evliya Çelebi adeta fakirlerin Kâbesi haline gelmiş olan Ayasofya’nın içinde ve dışında birçok ziyaret yerlerinin olduğunu ve yüksek de-

receli, tılsımlı makamların bulunduğunu bütün ayrıntılarıyla ak-tarmaktadır: Evvela Ayasofya’nın üst kısmının Doğu tarafın-

da “terler direk” adı verilen ziyaret yerinin yanındaki Ha-variyun Makamı’ndan bahseden Evliya Çelebi, bu

terler direk hakkında da birçok sözler söyle-miştir. Yaz, kış, gece ve gündüz ter-

leyen bu sütun, Camii’nin kıble kapılarının Batı ta-

rafının sonundaki ka-pının iç yüzün-de, dört köşe, be-

yaz mermerden tek parça halin-

de durmakta-

After this, construction began on the four walls of Hagia Sophia. The method of the construction of Hagia Sophia is related in an enchanting way, that valuable stones from seven climate(ic region)s were placed as part of the building’s base, and it was completed with colored marble and columns. Marble was brought by ship from various places, and the stones were carved by skilled craftsmen. After seven years, only half of the building was completed. Many stones were brought from Selçuk and Aydıncık (on the Aegean coast). Colored marble was brought from Karaman (Cent. Anatolia), Damascus and Cyprus; thousands of porphyritic columns of honey, olive and yellow-colored marble were brought from a stone pit near Athens, and others brought from the Marmara Island. After this mas-sive structure was eventually completed, one night the head architect, Ignados, disappeared...!

A golden cross of 100 Alexandrian quintals weight was placed atop the dome of Hagia Sophia, that could be seen all the way from the Alem, Keşiş and Istranca Mountains (ca. 100 km away), when it shone in the sunlight...10

It took 40 years for the Hagia Sophia to be completed. Once it had been finished, 12,000 people were assigned duties both inside and outside the church. Egypt was taken from the Copts by the Greeks, and this land was dedicated to Hagia Sophia...11

Later, Hagia Sophia’s dome was destroyed by a massive earthquake that oc-curred on the night Prophet Muhammad was born.12 After a time, upon the sug-gestion of Khidr, approximately 300 priests who were living in Bursa traveled to Mecca under the guidance of the priest Buhayra (Bahira). The priests took a small amount of saliva from the mouth of Prophet Muhammad, who was rela-tively young at the time; in other words, they brought water from the mouth of the Prophet and Zamzam water, and also took a small amount of the clean Mec-can soil. Then the priests returned to Istanbul and began to repair the destroyed section of the dome. The section that was repaired with the Prophet Muham-mad’s saliva can still be seen on the dome’s Qibla (i.e. Meccan direction) side, with thirty-two decorative elements; people who are aware of this fact utter a prayer for the Prophet’s soul when they gaze upon the spot. This area is brighter than the other parts of the dome.13

All four sides of the middle dome were embellished with crystalline pebbles and colored glass. The number of colored glass pieces totals 1,070. Inside the dome there were paintings, bizarre and extraordinary gold-plated figures with golden porcelain enamel. Some of these were of angels and others were humans, and they enchanted all who gazed upon them. Depictions of angels in the four large corners were made; these represent the figures of Gabriel, Michael, Israfel (the Trumpeter) and Azrael. They are of the same height and wingspan, and stand with their wings outspread. These four figures can still be seen today.

There are innumerous small and large columns both inside and outside Hagia So-phia. Here, one may observe red porphyritic columns; these are extremely valu-able and very rare. There is space on two floors at three sides of the mosque for the congregation. It is possible to ascend the slope on both sides on horseback. From the inside of the mosque all the way to the dome there are coves in three layers where you can put oil lamps. The mosque has a total of 361 doors. Of these, 100 are large and all of them are magic. Regardless of how many times you count them, one more door appears. Even if you mark them one by one, a door without a mark appears next time; such an odd thing!!! The door panels are works of art embellished with golden and brass decorations and inlaid with silver porcelain enamel. The middle Qibla door is higher than all the others, and it is said that the wood of the door was taken from the wreck of Prophet Noah’s ark, which landed on Mount Judi. It is also said, that embalmed remains of Queen Sophia rest above this middle door inside a coffin. Many people who want to touch the coffin have to withdraw their hands when they hear a tremor rocking the Mosque. This is another example of magic!

There is another green-colored column in the same location which is worth see-ing. There was a figurative depiction of Mother Mary on this column. She was Ayasofya / Hagia Sophia

Page 26: 1453dergisi 12.sayi

EVLİYA ÇELEBİ’NİN AYASOFYA’SI / EVLİYA ÇELEBİ’S HAGIA SOPHIA

24

holding an oil lamp the size of a white pigeon. Each night, the light radiating from this oil lamp illuminated the Mosque; today, this too has been taken to the “Red Apple” (Rome).14

A Wondrous and Strange Situation in Hagia Sophia...

When people began to die of the plague in Istanbul, with a number of 3,000 a day, Sultan Selim, gathered the people of Istanbul at Hagia Sophia on Laylat’ul-Qadr, the Night of Power (when the Quran was revealed). They all were to pray together for the disease to pass. The Bektashi Sheikh Yahya Efendi went up to the pulpit and began to preach. At just that moment, Kelami Agha, who belonged to the Sufi order, was overcome by a call of nature; his abdomen began to ache and roar like the drums of Baghdad! Saying: “Oh dear! What is happening to me?” the Agha was terribly disturbed by this situation -- it was impossible for him to pass through the crowd. He got up two or three times, looked around and then sat back down again. After a time, he was so terrible that he was un-able to move at all. When he turned to the sheikh and implored him, saying: “Please don’t leave me in such a difficult situation within this mosque, among all these people,” someone dressed as a cavalryman appeared right next to him and made the Agha swear an oath, saying: “My brother, what is your problem? Your face is swollen, you don’t look good! Let me find a remedy to your suf-fering, but please keep my secret.” The cavalryman covered Kelami Agha with the right side of his robe, and at that moment Kelami Agha found himself next

dır. Sütunun alt kısmı bir adam boyu kadar bakır kaplıdır. Çelebi’nin aktardığı riva-yete göre bu sütun; kalede mahsur kalan Ya Vedud Sultan’ın yürekler yakıcı feryadı-nın hararetinden terlemektedir. Diğer bir anlatıma göre de Hz. Peygamberin tükü-rüğü ile karıştırılan kireç, bu taşın altında yapıldığı için onun neminden dolayı terle-mektedir.

Evliya Çelebi başağrısı olan bir kimsenin bu direğin terinden başına sürmesi halinde hemen iyi olacağını, yüreğinden kan gelecek kadar ağır bir dizanteri hastasının bu direğin terinden içmesi durumunda yahut sıtmaya tutulan bir adamın bakırın de-liklerinden parmakla toprak çıkarıp bağlamasıyla hemen şifa bulacağını anlatır. Ay-rıca bir kimse kalp çarpıntısına tutulmuş olsa üç Cumartesi Ayasofya içindeki kuyu-nun suyundan sabahleyin aç karnına üçer yudum içince iyileşeceğinden bahseder.

Unutma hastalığına tutulan bir kimsenin de şifasını Camii’de bulabileceğine işa-ret eden Evliya Çelebi, bu hastalıktan muzdarip olanların kubbenin tam ortasında asılı topun altında yedi defa sabah namazı kılıp, üç defa “Allahümme ya kâşif-el-müşkilât ve ya alimüs’s-sırrı ve’l-hafiyyât” deyip her vakitte yedişer siyah üzüm yer-se öğrendiği herşeyin hafızasına adeta nakış olacak derece zihninin açılacağını an-latır. Zira bu kıble Hz. Peygamberin tükürüğü ile tamir olunmuştur. Altında bir kere ibadet edenin dünya ve ahirete ait bütün iyi dilekleri yerine gelir. Hatta Akşemsed-din hazretlerinin oğlu Hamdi Çelebi’ye öyle bir bunama gelmiş ki, bir kimse kendi-sine selam vermek istese kâğıda bir selam sözü yazar ve o nota bakıp “Ve aleyküm-selam!” dermiş. Hiç bir hekim onun derdine çare bulamamış. En sonunda Akşem-

Ayasofya / Hagia Sophia

Page 27: 1453dergisi 12.sayi

25

to the Kağıthane Brook. He relieved himself at once, refreshed his ablution and prostrated 40 times in gratitude. Then, he found himself back at Hagia Sophia again. When he saw the same cavalryman right next to him, he showed him great respect, saying, “I have met Khidr, I should grasp his robe and not let him go.” At that moment, Yahya Effendi began a prayer from the pulpit, and after the congregation said: “Amen!” and the prayer ended, all of Hagia Sophia’s doors were closed. Only the grand door was left open and the congregation that exited there was counted one by one. It was seen that the congregation had comprised a total of 57,000 people.15

The Different Parts of Hagia Sophia According to Evliya Çelebi

Evliya Çelebi describes in detail, how Hagia Sophia, which had become a virtual Mecca of the poor, contains many holy sites to visit in and around the building; he also speaks of many magic sites around. Speaking first of the Site of Disciples, which is next to the holy site in the upper eastern section of Hagia Sophia known as the “sweating column”, Evliya Çelebi goes on to tell us many things about this column. The column, which sweats day and night, all the year, is a single square piece of white marble which stands near the inside of the last door on the west-ern side of the Qibla doors of the building. The first five to six feet of the column is encircled in copper. According to Çelebi, this column sweats due to the heat of the heart-wrenching cries of Ya Wadud Sultan, who was confined to a castle. According to another account, the saliva of the Holy Prophet was mixed into the lime underneath the stone, and the resulting humidity causes it to sweat.

Evliya Çelebi explains that anyone with a headache will immediately recover, if he/she wipes the perspiration from the column with his/her forehead, and that a patient of dysentery, so severe, that his heart bleeds, should drink from the sweat of this column; and if one overcome by malaria digs out earth from its cop-per holes and ties this onto his body, he will immediately be cured. Evliya Çelebi also tells, that, someone suffering from heart palpitations would find a cure if he/she drinks three sips of water from the well inside Hagia Sophia with empty stomach on three consecutive Saturdays.

Indicating that someone afflicted with memory loss could also find a cure in Ha-gia Sophia, Evliya Çelebi said that those who suffered from this ailment had but to pray the morning prayer underneath the sphere that hung from the middle of the dome seven times, each time saying “Allahumma ya kashif-al-mushkilat wa ya alimus’s-sirr wa’l-hafiyyat” three times and eating seven black grapes; as a result their mind would be expanded to the extent that everything they had learned would virtually be engraved there.

As this dome is repaired with the saliva of the Holy Prophet, so the good wishes for this and the next world of anyone, who prays underneath it, will be blessed. In fact Akşemseddin’s son Hamdi Çelebi suffered from such a brain disorder, that someone wishing to greet him, should write “salaam” on a piece of paper, so he, looking at it, could reply, “wa alaikum as-salaam!”. No physician was able to find a cure for his problem. Finally, on the instructions of Akşemseddin, Hamdi Çelebi was brought to the Hagia Sophia. He prayed seven times under the golden sphere. He read the invocation three times every morning and ate seven black grapes. His mental faculties returned completely and he began to write the book of Yusuf and Züleyha, completing it in seven months. Following this, he wrote his famous work Kıyafetname.

Evliya Çelebi speaks of the refreshing “cold window” that opens north in the Sultan’s Chamber of Hagia Sophia. He describes the constant pleasant and cool wind that blows through it, refreshing the human spirit. Also nightingales pleas-antly singing outside the window revitalizes the human soul. The corner, where the window is located, is the place, where Akşemseddin gave his first lecture on Quranic exegesis after the conquest, and where he prayed for blessings for his students: “May the one who recites the Qur’an here and busies himself with wisdom learns all the sciences and becomes a scholar.” To date, even anyone, who recites the Basmala just one time here, has been blessed with knowledge. In fact, Akşemseddin taught thousands of students to recite the Qur’an in ten different styles.

Evliya Çelebi mentions a cradle of red-colored marble that looked like a boat, located in the eastern wing of the upper floor of Hagia Sophia; this was known as

seddin hazretlerinin yol göstermesi ile Hamdi Çelebi Ayasofya’ya getirilmiş. Yedi kere altın topun altında namaz kılmış. Duayı her sabah üçer defa okuyup yedişer tane siyah üzüm yemiş. Sonra aklı tamamen yerine gelmiş ve o an Yusuf ile Züley-ha kitabını yazmaya başlamış ve yedi ayda tamamlamıştır. Ardından meşhur Kıya-fetname adlı eserini kaleme almıştır.

Evliya Çelebi Ayasofya’nın kıble tarafında, hünkâr mahfilinin iç kısmında Kuzey tarafa açılan soğuk pencere isminde iç açıcı bir pencereden bahsetmektedir. Oradan daima insan ruhuna canlılık veren hoş ve serin rüzgârların estiğini ifade eder. Dış tarafında bulunan pencerenin hoş sesli bülbüllerinin nağmelerinden in-sanın ruhuna canlılık gelir. Bu pencerenin bulunduğu köşede fetihten sonra ilk defa Akşemseddin hazretleri Tefsir-i Şerif dersi vermiş ve öğrencilerine “Burada Kur’an okuyan ve diğer ilimlerle meşgul olan kimse bütün ilimleri öğrenip alim olsun” diye hayır dua etmiştir. Şimdiye kadar orada bir defa besmele okuyan bu ilimden mahrum kalmamıştır. Hatta on kıraat üzere okumayı öğretmiş ve binler-ce öğrenci yetiştirmiştir.

Evliya Çelebi, İsa beşiği adında ve Ayasofya’nın üst katının Doğu kısmında bir kö-şede, kırmızı renkli mermerden tekneye benzer bir beşiğin varlığından ve çocuk-ları hasta olan günahkâr kadınların evlatlarını bu beşiğe koymaları durumun-da hemen şifa bulacağından bahseder. Yine bu beşiğin yakınında Hz. İsa’nın Meryem’den doğduğu zaman yıkandığı dört köşe bir tekneye değinir. Çelebi’ye göre tekneyi Konstantin Beytü’l-Lahm’dan getirtmiştir. Beytü’l-Lahm’da Hz. İsa’nın yıkandığı yeri gördüğünü söyleyen Evliya Çelebi, Ayasofya’daki herkesçe bilinen meşhur taş teknenin şifalı olduğunu ve burada dürüst olmayan çocukla-rın can bulduklarını anlatır.

Ayrıca Evliya Çelebi, üst katın Doğu kısmında büyük bir kapı olan Yediler Kapısı’nın ise dünyada eşi benzeri olmadığını, kanatlarının tahta yerine isli beyaz bir mermer-den yapıldığını belirtir. Bu kapı dünya seyyahları ve mimarları arasında şöhret bul-muş ve görülmeye değer olmakla birlikte Yediler’in ibadet ettikleri bir makamdır.

Yine üst katın Doğu tarafında beş-altı parça ince, tahta gibi biçilmiş taşlar vardır. Güneş doğduktan sonra ışıkları kubbeye vurunca her taştan güneş ışığı gibi ışık-lar parlar. Bunlar bakanların gözlerini kamaştıracak kadar nurlu taşlardır. Ayrıca Ayasofya’nın üzerinde bulunan kurşunun asırlardır bozulmaması Evliya Çelebi’ye göre içine altın karıştırılmasından kaynaklanmaktadır.

Son söz olarak Evliya Çelebi, Ayasofya’nın emsalsizliğine temasla bir beyit yaz-mıştır:

Ayasofya / Hagia Sophia

Page 28: 1453dergisi 12.sayi

EVLİYA ÇELEBİ’NİN AYASOFYA’SI / EVLİYA ÇELEBİ’S HAGIA SOPHIA

26

“Reeynâ cevâmiü’d-dünya cem’iânVe lakin mâ reeynâ misli hâzâ”

Ayasofya Camii’nin Diğer Camilerle Karşılaştırılması

Yeryüzünde eşi benzeri olmayan Ayasofya Camii’nin kubbesini gök kubbesine benzeten Evliya Çelebi, bütün mimarların yapılış tarzına bakıp şaşırdıkları Sultan Selim Camii ile karşılaştırıldığında dahi Ayasofya kubbesinin üstünlüğünü koru-duğunu anlatır. Sözgelimi İstanbul’un Kuzey kısmında, Karadeniz tarafında yük-sek bir tepe üzerine yapılmış ve bilhassa hendese ilmine vakıf kimseler tarafın-dan “Koca Sinan bilgisini göstermiş” diye parmaklarını ağızlarında hayran bıra-kan Sultan Selim Camii, hakikaten gök kubbenin altında direksiz dört duvar üze-rine şimdiye dek görülmemiş sağlamlıkta bir kubbeye sahiptir. Ancak bu kubbe-nin Ayasofya’nınkinden farkını merak edenler Ayasofya kubbesinin çapını ölçüp, bu kubbenin ondan birer karış daha geniş yapıldığını tespit etmişler. Evliya Çe-lebi, Sultan Selim Camii’nin kubbesinin de seyredenleri büyülemesine rağmen Ayasofya’nın kubbesi kadar yüksek olmadığına dikkat çeker.

Ayrıca Ayasofya’nın kubbesi Hz. Peygamber’in tükürüğü sayesinde bina edilip ayakta kaldığı düşünüldüğü için bunu bilen Mimar Sinan, Ayasofya kubbesinden bir miktar kireci kazıyarak Selimiye kubbesi kirecine karıştırmıştır. Selimiye’nin kubbesi Mimar Sinan’ın yaptığı bu takrib ile inşa olunmuştur. Ayasofya kubbesi Camii içindeki döşemeden ta kubbenin alem yerine varıncaya kadarki mesafesi ile bütün camilerden daha yüksektir, ama biraz fazla yassıcadır.

Süleymaniye Camii ile de Ayasofya’yı karşılaştıran Evliya Çelebi, sözkonusu Camii’nin mavi taş kubbesinin en yüksek noktasının Ayasofya’nın kubbesinden daha yuvarlak ve yedi Mekke zıra’ yüksekliğinde olduğundan bahseder. Bu em-salsiz kubbenin dört ayağından başka Camii’nin sağ ve solunda dört adet somaki mermer sütunlar vardır ki, her biri on Mısır hazinesi değerinde olup, Mısır diya-rındaki eski bir şehirden Nil yolu ile İskenderiye’ye, oradan Karınca Kaptan sallara yüklenip uygun günlerde İstanbul’da Unkapanı’na getirtmiş, ardından Vefa mey-danına ve en son Süleymaniye Camii’ne getirtilmiştir. Evliya Çelebi Süleymaniye Camii’ni ziyarete gelen, mühendislik ve mimarlıkta söz sahibi yabancı bir heyete bu yapının Ayasofya ile farkını sorması üzerine onların “Evet bundan büyük, eski, tuğla bir binadır. O zamanın sağlamlık sanatı ile kurulmuş büyük bir binadır. Ama güzellik, incelik ve temizlikte Süleymaniye ondan daha sanatlı ve ibretle görüle-cek bir binadır. Masrafına gelince, bu Camii’ye Ayasofya’dan daha fazla para har-canmıştır” şeklinde yanıtladıklarını ve Süleymaniye’nin hakikaten on miskal taşı-nın bir altına mal olduğunu ifade eder.

Yine Evliya Çelebi Şehzade Camii’nin ortadaki yüksek kubbesini, semaya baş uzatmış mavimsi billur ve muazzam bir yapıya benzetmesine, dört ayağı altı köşe şeklinde yapılmış ayaklar üzerine oturtulmuş ve dört tarafını yarım kubbelerin çevrelediğini söylemesine rağmen bu yarım kubbelerin, ortasının yuvarlak değil

the Cradle of Jesus. If the sick child of a sinful woman was placed in this cradle it would find immediate relief. He also speaks of a square basin near this cradle in which Mary had washed Jesus, when he was born. According to Çelebi, the basin had been brought by Emperor Constantine from Bethlehem. Evliya Çelebi says that he has seen the place in Bethlehem, where Jesus was washed; and explains that the famous stone basin in Hagia Sophia was known by all to be curative and that naughty children are cured here.

In addition, Evliya Çelebi states that the Yediler Kapısı (Gate of the Seven) was a large door in the eastern wing of the upper floor which had no equal in the entire world; the double door was made of opaque white marble instead of wood. This door is famous amongst world travelers and architects, worth to visit. It is also a place, where the Yediler (the Seven) worshiped. Also in the eastern wing of the upper floor there were five or six thin stones shaped like planks. When they were hit by the sun at sunrise, each stone shone in the sunlight. They were so bright, that whoever looked at them was dazzled. In addition, according to Evliya Çelebi, the reason that the lead on the roof of Hagia Sophia survived for centuries is because it was mixed with gold.

In conclusion, Evliya Çelebi wrote a couplet describing the unrivaled nature of Hagia Sophia:

“Reeynâ cevâmiü’d-dünya cem’iânVe lakin mâ reeynâ misli hâzâ”16

We saw all the mosques on EarthBut saw none like this

A Comparison of Hagia Sophia Mosque to Other Mosques

Comparing the dome of the unrivaled Hagia Sophia with the Dome of Heavens, Evliya Çelebi says, that Hagia Sophia’s dome retained its supremacy even when compared to Sultan Selim Mosque, the construction style of which awed archi-tects. Sultan Selim Mosque was constructed atop a high hill on the northern part of Istanbul; people, particularly those skilled in geometry, held their hands to their mouths in amazement when they gazed upon it, saying: “(Architect) Sinan the Great has demonstrated his knowledge.” The mosque truly had a dome that was sounder than any seen, set upon four walls without columns, which stood proudly underneath the dome of the heavens. But those curious about the dif-ference between this dome and that of Hagia Sophia measured the diameter of Hagia Sophia’s dome only to discover that this dome was one hand-span wider than that of Sultan Selim Mosque. Evliya Çelebi indicates that despite the fact that the dome of Sultan Selim Mosque mesmerizes those who see it, it is not as high as that of Hagia Sophia.17

Also, it was thought that the dome of Hagia Sophia had been constructed using the saliva of Holy Prophet and thus remained intact. Knowing this, Sinan the Great scraped bits of the dome and mixed it into the grout used on the dome of Sultan Selim Mosque, and so the dome was built. The distance from the base of the dome of Hagia Sophia to its peak is greater than that of all other mosques, although it is a bit flatter.18

Comparing Hagia Sophia to the Süleymaniye Mosque, Evliya Çelebi speaks of the highest point of the blue stone dome as being rounder than that of Hagia Sophia’s dome and measuring seven Meccan zira’ (ca. 82 cm) in height.19 In addition to its four base columns, this incomparable dome has four porphyry marble columns at opposite sides, each of them worth ten Egyptian treasures. These columns were brought via the Nile from an ancient city in Egypt to Alex-andria, where they were loaded onto ferries by Captain “Karınca” (“Ant”); when the weather was favorable they were brought to Unkapanı in Istanbul. From here they were sent to the Vefa Square and finally to Süleymaniye Mosque.20 Evliya Çelebi says that when he asked a foreign delegation visiting Süleymaniye Mosque, who were well-versed in matters of engineering and architecture, about the difference between this building and Hagia Sophia, they replied: “Yes, Hagia Sophia is an old, brick building which is larger than this one. It is a great building built employing the science of stability of that time. But with regards to beauty,

Ayasofya / Hagia Sophia

Page 29: 1453dergisi 12.sayi

27

refinement and cleanliness, Süleymaniye is more decorative and is a building to be viewed as more exemplary. When it comes to cost, more money is spent on this mosque than on Hagia Sophia.” Çelebi tells that Süleymaniye’s ten Misqal 21

(10 x 4.6 gr) of building stones cost one golden Lira. 22

Evliya Çelebi, further tells that the Şehzade Mosque’s high middle dome resem-bles a bluish crystal reaching to the heavens, and so it is a wondrous structure with four columns resting upon hexagonal bases assisted by half-domes on all four sides. He says, that this mosque is very different from Hagia Sophia not due to the shape, but due to length also.23 Describing Sultan Ahmet Mosque as an enlightened structure with its high, round dome which rests upon four marble bases, measuring over seventy ells and reaching toward the heavens, surround-ed on four sides by half-domes, Evliya Çelebi draws attention to the lack of large columns that are found in Hagia Sophia.24

Describing the respect afforded toward the grand mosques in some provinces of the empire that was like the respect afforded to Hagia Sophia, Evliya Çelebi says that one of these mosques is “Cami-i Kebir” (the Great Mosque), which was built back in the era of Moses in the middle of the city of Diyarbakır (Southeastern Anatolia). Inscribed upon a white pole to the right of the columns in the mosque’s courtyard is the Hebrew history. No matter, under whose control the city fell, this place remained as a sanctuary. Inside there is such a spiritual atmosphere that if a Muslim prays two raka’at of prayer, his heart will witness its divine ac-ceptance. It is like the “Ulu Cami” (Great Mosque) in Aleppo, the Amawi Mosque in Damascus, Al-Aqsa Masjid in Jerusalem, al-Azhar Mosque in Egypt, or Hagia Sophia in Istanbul.25

In various volumes of Evliya Çelebi’s Seyahatname, and in particular, in the eighth volume, he compares Hagia Sophia Mosque in Istanbul to Hagia Sophia in Thessaloniki, Hagia Sophia in Trabzon, and Hortac Sultan Mosque and Sultan Isa Mosque in Thessaloniki.26 In addition, in the fourth volume, Çelebi speaks of the large and unparalleled bridge Sultan Murad IV built over the Euphrates, whose length from one end to the other measured 100 zira (82 m.) , with arches wider than that of Hagia Sophia.27

In one of Evliya Çelebi’s works, he says that everything he wrote about Hagia Sophia were things he heard from Kelâbi Pasha, the gentle, Sufi natured, sweet-speaking governor of Sultan Süleyman the Magnificent.28

Whilst describing Hagia Sophia, Evliya Çelebi also speaks of the surrounding hos-pitals, mental asylums, large palaces, guesthouses, caravanserai, public foun-tains and hamams (Turkish baths).29 He also says that the Agha Masjid, which was in the vicinity of Hagia Sophia, is the oldest masjid in Istanbul 30 and, that the Ebu’l-Feth Gazi Dervish Convent, which stood inside the gates of Hagia Sophia, is the city’s oldest one.31 In addition, he speaks of Sheikh Mehmet Kadızade, Sultan Murad IV’s sheikh, as being a renowned scholar of Shariah who served at Hagia Sophia.32

Evliya Çelebi’s Recitation of the Qur’an by Heart in Eight Hours on Laylat’ul-Qadr

When Evliya Çelebi started serving in the Harem of Sultan Murad IV, people by thousands were spending three nights worshiping in Hagia Sophia every year during Ramadan. As Evliya Çelebi was a Hafiz (person who has committed the entire Qur’an to memory) who had memorized the Qur’an upon the insistence of his deceased father, Dervish Mehmed Agha; he began to recite a khatm (full recitation of the Qur’an) in Hagia Sophia in the Bilal al-Habashi (Bilal, the Abys-sinian – First Muezzin of the Holy Prophet Muhammad) style after the tarawih (special prayers for Ramadan).33

Years later, when Evliya Çelebi received the news that Vardar Ali Pasha had left Turhal Castle in Tokat and was now living in the vicinity of Amasya, he went there; he met with the Pasha and gave him some letters. Upon this, the Pasha looked into Evliya’s face and said “Brother! You’re Hafiz Evliya Çelebi, aren’t you? You recited the Qur’an from memory in eight hours at Hagia Sophia Mosque on Laylat’ul-Qadr. Didn’t Sultan Murad IV take you into his private circle and give you patronage?” This pleased Evliya Çelebi greatly.34

uzun olması itibarıyla Ayasofya’dan çok faklı olduğunu belirtir. Yine Sultan Ah-met Camii’nin dört mermer ayak üzerinde, göklere yetmiş arşın boy uzatmış, çok yüksek, yuvarlak, dört tarafı yarım kubbelerle çevrili kubbesiyle aydınlık bir yapı olduğunu söyleyen Evliya Çelebi, burada Ayasofya’daki gibi büyük sütunların bu-lunmadığına dikkat çeker.

İmparatorluğun bazı vilayetlerindeki ulu camilerin İstanbul Ayasofya’sı gibi iti-bar gördüğünden bahseden Evliya Çelebi, bunlardan birinin, şehrin ortasında ta Musa Aleyhisselam zamanında yapılmış Diyarbakır’ın yüzsuyu olan Camii-i Ke-biri olduğunu söyler. Camii’nin avludaki sütunlarının sağ tarafında beyaz bir di-rek üzerinde İbranice tarih vardır. Şehir her kimin eline geçmişse burası yine ma-bed olmaktan geri kalmamıştır. İçinde öyle ruhanilik vardır ki, bir Müslüman iki rekât namaz kılsa kabul olduğuna kalbi şahit olur. Sanki Haleb’in Ulu Camii’si, Şam’ın Emevi Camii, Kudüs’ün Mescid-i Aksa’sı, Mısır’ın Ezher Camii, İstanbul’un Ayasofyası’dır.

Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nin muhtelif ciltlerinde, ama bilhassa sekizinci cildin-de İstanbul’daki Ayasofya Camii ile Selanik Ayasofya’sını, Trabzon Ayasofya’sını, Selanik’teki Hortac Sultan Camii’ni ve Sultan İsa Camii’ni karşılaştırmaktadır.

Ayrıca Evliya Çelebi, eserinin dördüncü cildinde, Sultan IV. Murad’ın Fırat üzerin-de yaptırdığı büyük ve eşsiz bir köprünün o kadar güzel ve yüksek bir köprü oldu-ğundan bahsetmekdir ki, uzunluğunun bir taraftan bir tarafa 110 zıra’ olduğunu ve Ayasofya taklarından geniş bulunduğunu anlatmaktadır.

Evliya Çelebi eserinin bir yerinde de, Ayasofya hakkında yazdıklarının hepsinin Kanuni Sultan Süleyman’ın beylerbeylerinden derviş tabiatlı, tatlı sözlü, yumuşak huylu Kelâbi Paşa’dan dinledikleri şeyler olduğunu ifade etmiştir.

Evliya Çelebi, Ayasofya’yı anlatırken etrafındaki hastahanelerden, tımarhane-lerden büyük saraylardan, misafirhanelerden, kervansaraylardan, sebillerden ve hamamlardan da bahsetmektedir. Ayrıca Ayasofya civarında yer alan Ağa Mescidi’nin İstanbul’da bulunan en eski mescid ve Ayasofya kapısının iç tarafın-da yer alan Ebu’l-Feth Gazi Tekkesi’nin de en eski tekke olduğundan bahsetmek-tedir. İlaveten Ayasofya ulemasından Sultan IV. Murad’ın şeyhi olduğunu söyle-diği Şeyh Mehmet Kadızade’den de Ayasofya’da Sofyalı Kadızade diye şöhret bu-lan şeriat uleması diye söz etmektedir.

Evliya Çelebi’nin Kadir Gecesi Ayasofya’da Sekiz Saatte Ezberden Kur’an-ı Kerim’i Okuması.

1045 senesi Ramazanı’nın Kadir gecesinde Evliya Çelebi, harem-i hassa dahil olup Gazi Sultan Murad Han’ın hizmetine girdiği günlerde, Ayasofya’da her sene üç gece ibadetle geçirilir ve binlerce cemaat toplanırdı. Evliya Çelebi o sırada hıf-zını tamamlamış bir hafız olduğundan rahmetli babası Derviş Mehmed Ağa’nın ısrarıyla o senenin Kadir gecesinde Ayasofya’nın müezzinler mahfili ve Bilal-i Ha-beşi makamında teravihten sonra hatim indirmeye başlar ve on iki makam, yirmi dört şube, kırk sekiz tertib üzerine tamamlar. Evliya Çelebi yıllar sonra Tokat’taki Vardar Ali Paşa’nın Turhal Kalesi’nden ayrılıp, Amasya yakınındaki bir ovada ol-duğunu haber alması üzerine yanına gittiğinde Paşa’yla görüşmüş ve ona mek-tuplar vermiştir. Bu esnada Paşa, Evliya’nın yüzüne bakarak “Bre! Sen Hafız Evli-ya Çelebi değil misin ki? Ayasofya Camii’nde Kadir gecesinde sekiz saatte Kur’an-ı Kerim’i ezberden okudun. Sultan IV. Murad Han seni has hareme alıp kilerli et-medi mi?” deyince çok sevinmiştir.

Budin’den Ayasofya’ya Gönderilen Şamdanlar

Evliya Çelebi, Sultan Süleyman Han’ın Budin’in fethinden sonra kalede ele geçiri-len hazineyle beraber şimdi İstanbul’daki Ayasofya Camii’nin mihrabının sağında ve solunda bulunan şamdanları İstanbul’a gönderdiğinden söz eder.

İstanbul’da Çıkan Karışıklıklarda Ayasofya Camii’nin Yeri

Evliya Çelebi İstanbul’da çıkan siyasi olaylarda, karmaşalarda Ayasofya Camii önünde ve bazen de Ayasofya’nın içinde büyük toplantıların yapıldığını, ulema ve şeyhülislamın böyle olağanüstü hallerde Ayasofya içinde toplandıklarını bize ak-

Page 30: 1453dergisi 12.sayi

EVLİYA ÇELEBİ’NİN AYASOFYA’SI / EVLİYA ÇELEBİ’S HAGIA SOPHIA

28

tarmaktadır. Kimi zaman İstanbul’da meydana gelen karşılıklarda halk, Ayasof-ya Camii’nde biraraya gelir ve yakın olması dolayısıyla Saray’a yönelik hareket-lerin planlamasını yapar. Bazen de önemli din büyükleri, saygın şeyhler Ayasof-ya Camii’nde kürsüden vaaz ve nasihatler ederek halkı yönlendirmektedir. Şeyh Akşemseddin Hazretlerinin oğlu Hamdi Çelebi ise babasının postunu kabul etme-yerek, Ayasofya Camii’nin içinde Yusuf ile Züleyha kitabını yazmakla meşgul ol-mayı tercih etmiştir.

Uludağ ile Ayasofya’nın İlişkisi

Uludağ’ın zirvesi göklere başkaldırmıştır. Bulutsuz havalarda güneş İstanbul üze-rine vurunca, Yedikule, Sultan Ahmed Camii’nin altı minaresi ve Ayasofya Camii açıkça görülür... Kefere zamanında İstanbul’da Ayasofya kubbesinin üzerinden papazlar uçarak Uludağ’daki mağaralarda otururlarmış. Yine Heybeliada’da bu-lunan ruhban manastırındaki rahipler gibi Keşiş Dağı’ndaki rahipler de Ayasofya kubbesi üzerinden uçup Uludağ zirvesindeki mağaralarda otururlarmış.

Seyahatnamesi’nin muhtelif ciltlerinde; bilhassa birinci, ikinci ve altıncı ciltlerin-de Ayasofya’dan bahseden, onunla ilgili malumatlar veren, orada geçen hadisatı nakleden Evliya Çelebi, bizzat kendisinin yaşamış olduğu Ayasofya’yla ilgili olay-ları da aktarır. Evliya Çelebi’nin Ayasofya’daki kısa süren günleri olarak değerlen-dirilebilecek bu dönemde yaşadıkları ve bize aktardıkları çok daha kıymetlidir. Diğer bilgiler gibi başkalarından duyduğu yahut okuduğu eski risalelerden nak-lettiği bilgiler değil; bizatihi görüp yaşadığı olaylardır. Bunlar arasında Sultan IV.

Murad’ın kızı İsmihan Kaya Sultan’ın Ayasofya türbesine gömülmesi ve Evliya’nın orada çok kısa bir dönem türbedarlık yapması en önemlilerindendir.

Sultan Mustafa Han’ın Ayasofya’ya gömülmesi

Ayrıca Sultan I. Mustafa’nın vefatından sonra bir süre nereye defnedileceğinin belli olmamaması ve sonra Ayasofya’ya gömülmesi Evliya Çelebi’nin babasından dinlediği ve bize naklettiği önemli bir bilgidir. Sultan I. Mustafa Han öldüğü za-man bütün padişahların türbeleri eski hükümdar ve şehzadelerin mezarlarıyla dolu olduğundan Sultan’a yer bulunamaz. Naaşı on yedi saat musalla taşında bekler. Sonunda Evliya Çelebi’nin pederinin hatırlatmasıyla Ayasofya’nın bahçe-sinde bulunan kubbeli kargir bina içine (vaftizhane) gömülmesine karar verilir. Bina içinde toprak olmadığından has bahçeden toprak getirerek üzerine örterler. Evliya Çelebi’nin daha eski döneme ait Sultan II. Selim’in Ayasofya’ya gömülmesi ve türbesi hakkında verdiği bilgiler de önemlidir.

Melek Ahmed Paşa’nın İçinde Ayasofya Geçen Rüyayı Yorumlaması

Sultan IV. Murad’ın kızı Kaya Sultan, bir gece uykusunda içinde Ayasofya mü-

Candelabras Sent from Budin to Hagia Sophia

Evliya Çelebi also relates that the candelabras to the right and left of the mihrab (altar) in Hagia Sophia were sent to Istanbul along with other treasures after Sultan Süleyman the Magnificent’s conquest of Budin.35

Hagia Sophia Mosque’s Role during the Unrest in Istanbul

Evliya Çelebi relates that when political events or disturbances occurred in Istan-bul, large meetings were held in front of Hagia Sophia Mosque and sometimes inside it; he also tells us, that the ulama (scholars) and the Sheikh ul-Islam (the chief Mufti) gather inside Hagia Sophia during extraordinary circumstances.36

Sometimes amidst unrest in Istanbul the public gathers at Hagia Sophia and, due to its proximity, plan action against the Palace. Sometimes, important religious elders and respected sheikhs would direct the people by preaching and giving ad-vice from the pulpit of Hagia Sophia Mosque.37 Another event that indicates the importance of this mosque is that the son of Sheikh Akşemseddin, Hamdi Çelebi, turned down his father’s post, preferring to continue writing his book “Yusuf ile Züleyha” inside Hagia Sophia Mosque.38

The Connection between Uludağ and Hagia Sophia

The peak of Mount Uludağ rises up to the skies. When sunlight hits Istanbul on a clear day, Yedikule, the six minarets of Sultan Ahmet Mosque and Hagia Sophia Mosque can be easily seen from here. Before Islam in Constantinople, it is said

that priests fly from the dome of Hagia So-phia to Mt. Uludağ and live in caves there.

In various volumes of Seyahatname, particu-larly in the first, second and sixth volumes which mention Hagia Sophia, Evliya Çelebi conveys stories that provide information on this building and on events that occurred there; he also tells us of his own experiences in Hagia Sophia. These latter ones may be seen as Evliya Çelebi’s a couple of days in the mosque, and are of much greater value. Unlike the information that he heard from others or related from old letters, the events which he personally saw and experienced are more significant. Among such events, the most important are the burial of Sultan Murad IV’s daughter, Ismihan Kaya Sultan, at Hagia Sophia cemetery and Evliya Çelebi’s brief term as tomb-keeper there.40

Sultan Mustafa I’s Burial at Hagia Sophia

An important piece of information that Evliya Çelebi transmits to us is one that he heard from his father regarding the brief confusion over where Sultan Mus-tafa I would be buried following his death, and his burial at Hagia Sophia. When Sultan Mustafa I died, as all of the mausoleums of the sultans were full with the remains of former rulers and princes, no place could be found for the sul-tan. His body waited upon the musalla stone (coffin rest) for seventeen hours. Later, upon a reminder from Evliya Çelebi’s father, the decision was made that he would be buried inside a domed stone building (a former baptistery) in the garden of Hagia Sophia. As there was no soil inside the building, they brought soil from Sultan’s Garden and covered the sultan’s corpse with it.41 The information provided by Evliya Çelebi regarding the burial and tomb of Sultan Selim II in the Hagia Sophia during an earlier period is also important.42

Commentary on the Dream of Melek Ahmed Pasha of Hagia Sophia

Sultan Murad IV’s daughter, Kaya Sultan, had a strange dream one night in which she saw the trustee of Hagia Sophia. Around the same time, her hus-band, Melek Ahmet Pasha, had a dream in which he also saw the Hagia Sophia

Page 31: 1453dergisi 12.sayi

29

tevellisinin de olduğu acayip bir rüya görür. Aynı günlerde kocası Melek Ahmet Paşa yine Ayasofya Camii’nde şeyhülislam ve kubbe vezirlerinin de olduğu bir toplantıda karısı Kaya Sultan’la ilgili şer’i bir duruşmanın yapıldığı başka bir rüya görür. Duruşmada Kaya Sultan’ı Melek Ahmet Paşa’dan boşarlar ve Kaya’yı ya-nından götürürler. Melek Ahmet Paşa Ayasofya Camii içinde kalarak feryad et-meye başlar. Şeyhülislam Ahmed Paşa’ya “Üzülme, o şehittir. Emr-i Hak’tır. Allah sana kâdirdir” deyip, Ayasofya’da bir çeşit namaz kıldırır. Sonra uyanır. Bir süre sonra Kaya Sultan doğum sırasında vefat eder. Melek Ahmed Paşa son derece üzgün bir halde ve ağlayarak binlerce insanla beraber Ayasofya Camii’ne bitişik Sultan İbrahim Han ve Sultan Mustafa Han türbesinde Camii’nin avluya bakan penceresinin iç yüzünde Kaya Sultan’ı toprağa verir. Kaya Sultan’ın türbesi, için-de beş vakit buhur ve anberler yakılan, baş ve ayak ucunda büyük değerli şam-danların, çift taraflı mücevher kandillerin ve Kabe örtüsüyle örtülmüş bir sandu-kanın bulunduğu bir kabir haline getirilir. Burada Evliya Çelebi yedi gün yedi gece mezarın başında beş hatm-i şerif eder. Başta sarayın hanım sultanları olmak üze-re sayısız ziyaretçi türbeye gelir ve Çelebi’ye bahşişler bırakırlar. Ayrıca Melek Ahmet Paşa da her gün beş vakitte birer hatm-i şerif tilavet ettirir. Daha sonra Evliya Çelebi, Melek Ahmet Paşa tarafından türbedarlık için vazifelendirilip bu işi devam ettirmiştir. Bütün vaktinde cüzler okumuş, dışarıda bir göreve gitse bile yerine vekil bırakırmıştır.

Kaya Sultan’ın kocası Melek Ahmet Paşa ise vefat ettiği zaman Ayasofya Camii’nin musallasına getirilmiş ve namazı orada kılınmıştır. Ardından Eyüp Sultan’a defne-dilmiştir.

DİPNOTLAR:1 Evliya Çelebi Seyahatnamesi, (haz.) Tevfik T. Kuran-Necati Aktaş, C. I-II, İstanbul: Üçdal Neşri-yat, 1976, s. 43. 2 a.g.e. C. I-II, s. 44. 3 a.g.e. C. I-II, s. 83-87. 4 a.g.e. C. I-II, s. 48. 5 a.g.e. C. I-II, s. 59.6 Evliya Çelebi’ye göre Harun er-Reşid bu muhasara sırasında Bağdat’tan Seyid Battal Gazi ile be-raber İstanbul’a gelip, Ayasofya kilisesinin çanlığına kralı asmıştı.7 a.g.e. C. I-II, s. 66. 8 a.g.e. C. I-II, s. 72. 9 a.g.e. C. I-II, s. 74. 10 a.g.e. C. I-II, s. 83-87. 11 a.g.e. C. VIII, s. 381. 12 a.g.e. C. VIII, s. 83. 13 a.g.e. C. I-II, s. 83-87. 14 a.g.e. C. I-II, s. 83-87. 15 a.g.e. C. I-II, s. 83-87. 16 a.g.e. C. I-II, s. 90-93. 17 a.g.e. C. I-II, s. 100. 18 a.g.e. C. III-IV, s. 1022. 19 “zıra’” eski Türkler tarafından kullanılan uzunluk ölçü birimidir. 20 a.g.e. C. I-II, s. 102.21“Miskal”: Eskiden altın ya da ziynet için kullanılan ağırlık ölçü birimi. 22 a.g.e. C. I-II, s. 108. 23 a.g.e. C. I-II, s. 111. 24 a.g.e. C. I-II, s. 146. 25 a.g.e. C. I-II, s. 1119. 26 a.g.e. C. VIII, s. 14-15, 62.27 a.g.e. C. III-IV, s. 1119. 28 Ev a.g.e. C. I-II, s. 116. 29 a.g.e. C. I-II, s. 221, 223, 224, 225, 228, 229.30 a.g.e. C. I-II, s. 216. 31 a.g.e. C. I-II, s. 221. 32 a.g.e. C. I-II, s. 269-270. 33 a.g.e. C. I-II, s. 165. 34 a.g.e. C. I-II, s. 665. 35 a.g.e. C. V-VI, s. 1979. 36 a.g.e. C. III-IV, s. 909, 910. 37 a.g.e. C. III-IV, s. 912. 38 a.g.e. C. I-II, s. 679. 39 a.g.e. C. I-II, s. 377. 40 a.g.e. C. I-II, s. 152. 41 a.g.e. C. I-II, s. 246. 42 a.g.e. C. III-IV, s. 1027.43 Evliya Çelebi Seyahatnamesi, (haz.) Tevfik T. Kuran-Necati Aktaş, C. V-VI, İstanbul: Üçdal Neş-riyat, 1976, s. 1606-1608.

Mosque, where a Shariah hearing was held concerning his wife, Kaya Sultan. The Sheikh ul-Islam and viziers were present in the process, where they divorced Kaya Sultan from Melek Ahmet Pasha and took Kaya away from him. Remaining in Hagia Sophia Mosque, Melek Ahmet Pasha began to cry out. The Sheikh ul-Islam told Ahmed Pasha “Do not grieve, she is a martyr. This is Divine Command. Allah is all-Powerful for you,” and led a sort of prayer. Then, Ahmed Pasha woke up. Some time later, Kaya Sultan died during childbirth. Melek Ahmed Pasha, in a state of total grief, buried Kaya Sultan; her funeral was accompanied by thousands of people, and she was buried near the mausoleum of Sultan Ibrahim and Sultan Mustafa, an annex of the Hagia Sophia Mosque. Kaya Sultan’s mau-soleum became a tomb in which incense was burnt five times a day, with a pair of bejeweled lamps and large precious candelabras at the head and foot side of her sarcophagus, covered with a cover from the Kaaba. Evliya Çelebi completed five complete recitals of the Quran (Khatm Sharif) in seven days and nights at the graveside. Led by the female sultans of the palace, countless visitors made their way to the tomb and left handouts for Çelebi. In addition, every day Melek Ah-met Pasha lets Quran readers recite five khatm sharifs for five prayer times . This khatm recitals were continued by Evliya, appointed as the tomb-keeper. Sections from the Qur’an were recited at each prayer time, and even if the keeper left for a task outside, a substitute performed this duty.

And when Kaya Sultan’s husband Melek Ahmet Pasha died, he also was brought to the musalla (coffin rest) of Hagia Sophia Mosque and his funeral prayer was held there; he then was buried in the Eyüp cemetery.43

FOOTNOTES:

1 Evliya Çelebi Seyahatnamesi, edited by Tevfik T. Kuran - Necati Aktaş, volumes I-II, Istanbul: Üçdal Neşriyat, 1976, p. 43. 2 ibid. vol. I-II, p. 44. 3 ibid. vol. I-II, pp. 83-87. 4 ibid. vol. I-II, p. 48. 5 ibid. vol. I-II, , p. 59.

6 According to Evliya Çelebi, during this siege Harun ar-Rashid came from Baghdad to Istanbul with Seyyid Battal Gazi and hung the king from the spot of the church bell in Hagia Sophia. 7 ibid. vol. I-II, p. 66. 8 ibid. vol. I-II, p. 72. 9 ibid. vol. I-II, p. 74. 10 ibid. vol. I-II, pp. 83-87. 11 ibid. vol. VIII, p. 381. 12 ibid. vol. VIII, p. 83. 13 ibid. vol. I-II, pp. 83-87. 14 ibid. vol. I-II, pp. 83-87. 15 ibid. vol. I-II, pp. 83-87. 16 ibid. vol. I-II, pp. 90-93. 17 ibid. vol. I-II, p. 100. 18 ibid. vol. III-IV, p. 1022.

19 zira: a unit of length measurement used by the Ottomans. 20 ibid. vol. I-II, p. 102.

21 Misqal: A unit of measurement used by the Ottomans to weigh gold or jewelry. 22 ibid. vol. I-II, p. 108. 23 ibid. vol. I-II, p. 111. 24 ibid. vol. I-II, p. 146. 25 ibid. vol. I-II, p. 1119. 26 ibid. vol. VIII, pp. 14-15, 62. 27 ibid. vol. III-IV, p. 1119. 28 ibid. vol. I-II, p. 116. 29 ibid. vol. I-II, p. 221, 223, 224, 225, 228, 229. 30 ibid. vol. I-II, p. 216. 31 ibid. vol. I-II, p. 221. 32 ibid. vol. I-II, pp. 269-270. 33 ibid. vol. I-II, p. 165. 34 ibid. vol. I-II, p. 665. 35 ibid. vol. V-VI, p. 1979. 36 ibid. vol. III-IV, p. 909, 910 37 ibid. vol. III-IV, p. 912. 38 ibid. vol. I-II, p. 679. 39 ibid. vol. I-II, p. 377. 40 ibid. vol. I-II, p. 152. 41 ibid. vol. I-II, p. 246. 42 ibid. vol. III-IV, p. 1027.

43 Evliya Çelebi Seyahatnamesi, prepared by Tevfik T. Kuran - Necati Aktaş, vol. V-VI, Istanbul: Üçdal Publications, 1976, pp. 1606-1608.

Page 32: 1453dergisi 12.sayi
Page 33: 1453dergisi 12.sayi

EVLİYA ÇELEBİ’NİN RÜYASIBeşir AYVAZOĞLU

EVLİYA ÇELEBİ’S DREAMBeşir AYVAZOĞLU

Minyatür: Şermin Ciddi

Page 34: 1453dergisi 12.sayi

EVLİYA ÇELEBİ’NİN RÜYASI / EVLİYA ÇELEBİ’S DREAM

32

EVLİYA ÇELEBİ’NİN RÜYASIBeşir AYVAZOĞLU*

I

Yolunuz bir gün Eminönü’ne düşerse, İstanbul Ticaret Üniversitesi binasının ar-kasında, yeni restore edilmiş olduğu hemen fark edilen küçük bir cami görecek-siniz. Bu cami yakın zamanlara kadar içler acısı bir hâldeydi; minaresi yıkılmış, kubbesinin kurşunları sökülmüş, sıvaları dökülmüş, pencerelerinin camları kırıl-mış, derin çatlaklarına rağmen ayakta durmaya çalışan duvarlarını otlar bürü-müş, çevresi de otopark haline getirilmişti. Çelik bir çemberle kuşatılıp emniyete alınmamış olsaydı şimdi belki de yerinde yeller esiyor olacaktı. Yoldan gelip ge-çenler ve arabalarını duvarlarının dibine park edenler bu zavallı camiin ne ismini biliyorlardı, ne de Türk tarihi ve kültürü açısından taşıdığı önemi...

Ahi Çelebi Camii’nden söz ettiğimi anlamış olmalısınız. Reşad Ekrem Koçu, İstan-bul Ansiklopedisi’nde bu camiin yerini “Balıkpazarı Değirmen Sokağı, Yoğurtçu Hüseyin Sokağı ve Zindankapı Caddesi arasında kalan adacıkta” diye tarif eder-se de bugün artık böyle bir tarif geçersizdir; çünkü ne Balıkpazarı kalmıştır, ne Yo-ğurtçu Hüseyin Sokağı... Faal olduğu zamanlarda Kanlıfırın Mescidi ve Yemişçiler Camii isimleriyle de anılan bu zarif cami, Ayvansarayî’nin Hadikatü’l-Cevâmi’de verdiği bilgiye göre, Mahmut Paşa’da dükkânı bulu-nan Ahi Çelebi, Tabib Kemal adında bir hayırsever tarafından muhtemelen XV. yüzyıl sonlarında yap-tırılmıştır.

Nedendir bilinmez, başı dertten bir türlü kurtul-mayan Ahi Çelebi Camii, Yemiş İskelesi’nde çıkan yangınlarda iki defa yanmış. İkinci yangından son-ra Mimar Sinan tarafından tamir edildiği için Tezkiretü’l-Ebniye’de onun eserle-ri arasında zikredilir. 1894 depreminde de epeyi hasar görmüş olmasına rağmen 1980’lere kadar açık tutulmuş, Haliç çevre düzenlemesi sırasında ve yeni Gala-ta Köprüsü’nün kazıkları çakılırken sarsıntı yüzünden duvarlarında büyük çatlak-lar oluşunca ister istemez ibadete kapatılmıştır. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün hemen harekete geçtiğini biliyoruz; ancak restorasyonu yapacak firma tarafın-dan dış sıvalar söküldüğünde yapı taşlarının âdeta eridiği görülür. Daha da kötü-sü cami denize doğru kaymaktadır. Bu haliyle restore edilse bile, çok kısa bir süre sonra yeniden tamire muhtaç hâle geleceği için çalışmalara son verilir.

Yirmi küsur yıl taşlarına değecek himmet elini bekleyerek ayakta kalma savaşı veren Ahi Çelebi Camii’nin kurtarılması için feryat edenlerin sesleri -tam ümit-sizliğe kapıldıkları bir sırada- duyulmuş ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün 2005 yılında başlattığı restorasyon 2007 sonlarında tamamlanmıştır. Geçen yılın son-larında aşırı yağışlar yüzünden su baskınına uğrayarak yeni bir tehlike atlatan Ahi Çelebi Camii, sadece fetihten sonra İstanbul’da yapılmış ilk camilerden biri olduğu için değil, Evliya Çelebi’nin seyyah olmasına yol açan meşhur rüyasının mekânı olduğu için de çok önemli ve mutlaka titizlikle korunması gereken bir ec-dat yadigârıdır.

II

Şimdi isterseniz üç yüz seksen bir yıl öncesine gidelim: Tarih, 1040 Muharrem’inin aşure gecesi (19 Ağustos 1630). İstanbul’daki evinde bir ara dalıveren Evliya Çe-lebi, eskilerin tabiriyle “beyne’n-nevm ve’l-yakaza”, yani uykuyla uyanıklık ara-sında bir rüya görür. Yemiş İskelesi yakınında helâl mal ile yapılmış eski bir cami olan Ahi Çelebi Camii’nde, minberin dibinde oturmaktadır. Birden kapı açılır ve camiin içi nurdan bir cemaatle doluverir. Hayret ve hayranlık içinde olup biteni seyreden Evliya, gelip yanına oturan zata kim olduğunu sorar. Aldığı cevap çok heyecan vericidir: “Aşere-i Mübeşşere’den okçuların pîri Sa’d ibni Ebi Vakkas!”

EVLİYA ÇELEBİ’S DREAMBeşir AYVAZOĞLU*

I

If your road ever passes through Eminönü, you will see a small mosque behind the Istanbul Commerce University, where it is easy to see, that the mosque un-derwent restoration newly. Until recently, this mosque was wretched with her minaret fallen down, the lead coating on her dome curling up, her windows broken; her walls, barely standing despite the deep cracks, were covered with grass, and her garden was transformed into a car park. If she was not cordoned off for protection, perhaps she would no longer exist. The people passing down her road or parking their cars right next to her walls knew neither the name of this poor mosque, nor her importance in historical and cultural terms for Turks…

You should have noticed, that I am talking about the Ahi Çelebi Mosque. Though Reşad Ekrem Koçu, the Istanbul historian, describes the location of this mosque as “at the island between Balıkpazarı Değirmen Street, Yoğutçu Hüseyin Street and Zindankapı Street” in Encyclopedia of Istanbul, today this description is no longer true; neither the Balıkpazarı nor the Yoğurtçu Hüseyin Street exist… According to the information that Ayvansarayî, an Ottoman author, gives in his book, the

Hadikatü’l-Cevâmi, this elegant mosque, which was also known as the Kanlıfırın or Yemişçiler Mosque for-merly when she was active, was built probably towards the end of 15th century by Ahi Çelebi Tabib Kemal, who owned a store at the Mahmut Pasha Bazaar.

For some reason, Ahi Çelebi was a mosque always in trouble, burning down twice in fires that raged down

the Yemiş Seaport. As it was renovated by Ottoman Head Architect Koca Sinan after the second fire, it is mentioned as one of his works in the Tezkiret ül-Ebniye, an Ottoman history record. Severely damaged in an earthquake in 1894, the mosque remained open until 1980s. But when the Golden Horn was re-planned during the construction of the new Galata Bridge, deep cracks were noticed in her walls so she was closed for the public. Even though the Waqfs Administra-tion took immediate action, after the external rendering was removed by the renovation firm, it came out that the building stones were worn off. Even worse, the mosque was sliding to the sea. Thus, before renovated, she needed to be repaired quickly; so renovation work was postponed.

The voices crying out for the rescue of the Ahi Çelebi Mosque, a building that have struggled to survive waiting for a benevolent hand for approximately twen-ty years, were finally heard – just before they were to diminish in despair - and the renovations started by the Waqfs Administration in 2005 were completed at the end of 2007. However, towards the end of last year the Ahi Çelebi Mosque was flooded by excessive rains posing a new threat to her survival. This is a build-ing that is an important inheritance from the past that must be protected me-ticulously, not only because it happens to be one of the first mosques to be built in Istanbul after the conquest, but also because it is the place where the famous dream of Evliya Çelebi took place, the dream that spurred him to travel.

II

Now, if you like, let’s travel back three hundred and eighty-one years. It was the night of Aşure (Noah’s pudding) in the month of Muharram (August 19, 1630). Evliya Çelebi fell asleep for a while at his home in Istanbul, and had a dream in a state somewhere between sleep and wakefulness; this is a state that was known as “bayn an-nawm wa’l-yakaza” by the ancestors. In this dream he was sitting next to the pulpit at the Ahi Çelebi Mosque, near the Yemiş Seaport; this ancient

“… önce bizim İstanbulcuğumuzu yazmayabaşla, yürü işin rast gele, el Fâtiha!” “… first start writing our “İstanbul”,

then continue with all the best, al Fatiha!”

* Yazar * Writer

Page 35: 1453dergisi 12.sayi

33

Peki, camiyi nura boğan cemaat? Okçular pîrinin anlattığına göre, ön saftaki-ler peygamberlerin, arka saftakiler evliyanın ruhlarıdır. Ashabın, muhacirînin ve bütün Kerbelâ şehitlerinin ruhları da hep orada... Mihrabın sağında oturan Hz. Ebubekr ve Ömer, solundaki Hz. Osman ve Ali’dir. Mihrabın önündeki de Hz. Üveysü’l-Karâni... Müezzinlerin, dolayısıyla Evliya Çelebi’nin piri olan Bilâl-i Habeşî, camiin solunda duvar dibinde oturmaktadır. Ve işte şimdi içeri kanlı es-vaplarıyla girenler de Hz. Hamza ve cümle şehitlerin ruhları...

Sa’d ibni Ebi Vakkas, Evliya’nın “Yâ sulta-nım, bu cemaatin bu camide cem’ olma-larının aslı nedir?” sorusunu da şöyle ce-vaplandırır:

“Azak câniblerinde cüyûş-ı muvahhidînden Tatar-ı sabâ-reftâr askeri muzdaribü’l-hâl olmağla Hazret’in himâyesinde olan bu İslâm-bol’a gelüp andan Tatar Han’a imdâda gideriz; şimdi Hazret-i Risâlet dahi İmam Hasan ve İmam Hüseyin ve on iki imamlar ve bizden gayri Aşere-i Mübeş-şere ile gelüp sabah namâzının sünnetin eda idüp sana kamet eyle diyü işaret bu-yururlar; sen dahi savt-ı a’lâ ile ikamet-i tekbîr idüp ba’de’s-selâm Ayetü’l-kürsî’yi tilâvet eyle; Bilâl Sübhanalllah desin, sen Elhamdülillah, Bilâl Allahü ekber de-sin, sen âmin âmin de. Ve cümle cemaat ale’l-umûm tevhîd ederiz, Ba’dehu sen Ve salli ala cemîi’l-enbiyâ ve’l-mürselîn ve’l-hamdüli’llâhi rabbi’l-âlemîn diyüp kalk, heman mihrabda Hazret-i Risâlet otu-rurken dest-i şerîfin bûs idüp ‘Şefâat ya Resûlullah’ deyüp recâ eyle!”

Tam o sırada camiin kapısında bir nur şim-şek gibi çakar ve her yer “nûrun alâ nûr” olur. Bütün cemaat ayağa kalkmıştır; pey-gamberimiz, sağında İmam Hasan, solun-da İmam Hüseyin olduğu halde kapıda belirir. Yüzünde al şaldan bir örtü, elinde bir asâ vardır ve kılıcını kuşanmıştır. “Bis-millah” diyerek mübarek sağ ayağını içe-ri atıp nikabını açar ve “Esselâmü aleyküm yâ ümmetî!” diyerek selâm verir. Camidekiler hep bir ağızdan selâmı alırlar. Re-sulullah mihraba geçip sabah namazının sünnetini kılarken Evliya dehşet içinde tir tir titremekte, bu arada Peygamber’in eşkalini dikkatle incelemektedir. Evet, aynen Hilye-i Hâkanî’de yazdığı gibidir: Destârı on iki kolanlı beyaz şaş, gerdanın-da sarı sof şal, ayaklarında sarı çizmeler...

Resulullah sünneti kılıp selâm verdikten sonra sağ eliyle dizine vurarak Evliya’ya “İkamet eyle!” buyurur. Evliya, segâh makamında “ikamet ve tekbir” eder. Re-sulullah aynı makamda hazin bir sesle Fatiha’yı okuyarak ruhlar cemaatine sa-bah namazını kıldırır. Selâmdan sonra Evliya, okçular pîrinin tarifine göre Bilâl-i Habeşî ile müselsel müezzinlik yapar. Resulullah mihrapta yanık bir sesle Yâsin-i Şerif okuduktan sonra ayağa kalkınca Sa’d ibni Ebi Vakkas, Evliya’yı elinden tu-tup huzura götürür, “Âşık-ı sâdıkın ve ümmet-i müştâkın Evliya kulun şefaat rica eder!” dedikten sonrda Evliya’ya döner: “Mübarek dest-i şeriflerini bûs eyle!”

Evliya büyük bir heyecan içindedir; ağlayarak sevgili peygamberinin mübarek eli-ni öper ve “şefaat” diyecek yerde, “Seyahat ya Resulallah!” deyiverir.

mosque was built with “halal” (clean) income. Suddenly, the door opened and the mosque was filled by a congregation that was accompanied by a Divine Light. Watching what was happening with astonishment and admiration, Evliya Çelebi asked the person who came and sat next to him who he was. The answer he received was very exciting: “I am Sa’d ibn Abi Waqqas; the master of archers from the al-`Ashara al-Mubasharîn bi-l-Janna (the ten people who were promised Paradise)!”

What about the congregation that filled the mosque with Divine Light? Accord-ing to what the master of archers said, those in the front row were the souls of the prophets, the ones at the back were the souls of the Sufi saints. The souls of our Prophet’s Companions and all the martyrs of Karbala were there. Those sit-ting on the right of the Prophet were Abu Bakr and Umar, while the ones sitting on the left were Uthman and Ali. Uways al-Qarani was in front of the pulpit… The master of the muazzins, and thus the mas-ter of Evliya Çelebi, Bilal-i Habashi (Bilal, the Black) was sitting right next to the wall, on the left side of the mosque. And at that moment, those who were entering the mosque in bloody garments were the souls of Hamza and all the other martyrs…

When Evliya asked Sa’d ibn Abi Waqqas: “My dear Sultan, what is the reason for this congregation’s coming together in this mosque?” he answered as fol-lows: “Because the Tatar soldiers, descendents of the Muslim soldiers, who are near Azak are in distress; thus, we have come to Is-tanbul under the auspices of Prophet Mu-hammad and from here we will go to the Tatar Khan to help him. Now, in addition to us, Imam Hassan, Imam Hussein, the Twelve Imams and the al-`Ashara al-Mu-basharîn bi-l-Janna will come with Prophet Muhammad to perform the sunnah of the morning prayer; they will then ask you to

recite the Adhan. You should recite the Adhan out loud, and after the salaam, read the Ayah al-Kursi. Bilal will say “Subhanallah”, and you will say “Alhamdulil-lah”; Bilal will say “Allahu Akbar” and you will say “Wa salli ala jami’il-anbiyai wa’l-mursalin wa’l-hamdul lillahi Rabbi’l alamin”. Then you should stand up, kiss the blessed hand of Prophet Muhammad, while he is sitting at the pulpit and say: ‘Please pray for the forgiveness of my sins to God, O Prophet.’ Sa’d ibn Abi Waqqas sat next to me and told me all this.”

At that moment, a light flashed like a lightning at the door of the mosque and everywhere was even more brightly illuminated than before. The entire congre-gation stood up; our Prophet appeared at the door with Imam Hasan on his right and Imam Hussein on his left. He had a scarlet shawl covering his face, a scepter in his hand and his sword on. Saying “Bismillah” (In the Name of God) and tak-ing a step into the mosque with his blessed right foot, he opened his cloak and saluted the congregation, saying: “Assalamu alaikum ya ummahi!” All those in the mosque returned the salute in unison. When the Prophet stood at the pulpit

Evliya Çelebi’nin ünlü rüyasını gördüğü Ahi Çelebi Camii / Ahi Çelebi Mosque, where Evliya Çelebi saw his famous dream

Page 36: 1453dergisi 12.sayi

EVLİYA ÇELEBİ’NİN RÜYASI / EVLİYA ÇELEBİ’S DREAM

34

Bu dil sürçmesi Resulullah’ın çok hoşuna gitmiştir; tebessüm ederek:

“Şefaat ettim, sıhhat ve selâmetle seyahat eyle! Fatiha!” buyurur.

III

Ruhlar Fatiha okuduktan sonra Evliya hepsinin ellerini bir bir öpmeye başlar. Misk, amber, sünbül, gül, fesleğen, menekşe ve karanfil gibi kokan mübarek eller...

Evliya’nın anlattığına göre Hz. Peygamber’in pembe renkli eli gül gibi kokmakta-dır ve sanki kemiksizmiş gibi yumuşacıktır. Diğer peygamberlerin elleri ayva ko-kusundadır. Hz. Ebubekir’in eli kavun, Ömer’inki amber, Osman’ınki menekşe, Ali’ninki yasemin, Hasan’ınki karanfil, Hüseyin’inki beyaz gül…

Evliya Çelebi, camideki bütün ruhların ellerini öptükten sonra Hz. Peygamber tekrar “Fâtiha” der; herkes yüksek sesle “seb’al-mesânî”yi okur ve “Esselâmü aleyküm eyâ ihvânûn” diyerek camiden çıkar; sahabe de Evliya’ya hayır dualar ederek onu takip ederler. Sadece Sa’d ibni Ebi Vakkas durur, belinden sadağını çıkarıp Evliya’nın beline kuşatır; şu öğütleri verdikten sonra çıkıp gider:

“Yürü, sehm ü kavs ile gazâ eyle ve Allah’ın hıfz-ı emânında ol ve müjde olsun sana bu meclisde ne kadar ervâh ile görüşüp dest-i şerîflerin bûs itdinse cüm-lesini ziyaret itmek müyesser olup seyyâh-ı âlem ve ferîd-i âdem olursun. Amma geşt ü güzer itdiğin memâlik-i mahrûsaları ve kılâ-i büldanları ve âsâr-ı acîbe ve garîbeleri ve her diya-rın memdûhât, sanâyiât, me’kûlât ve meşrûbâtını ve arz-ı beledi ve tul-ı ne-harların tahrir idüp bu seyr-i garîbe ile ve benim silâhımla amel idüp dünyâ ve âhiret oğlum ol, tarîk-i hakkı elden koma gıll u gışdan beri ol, nân u nemek hakkın gözle, yâr-ı sâdık ol, yaramaz-larla yâr olma, iyilerden iyilik öğren!”

Derin bir inşirah ve büyük bir mutlu-luk içinde uyanan Evliya Çelebi, ab-dest alıp fecir namazını kıldıktan son-ra Kasımpaşa’ya gider ve rüya tabirci-si İbrahim Efendi’ye güzel rüyasını en ufak ayrıntıyı bile kaçırmadan anlatır. İbrahim Efendi’ye göre, Evliya seyyah olup bütün dünyayı dolaşacak ve öte-ki dünyada Resulullah’ın şefaatine nâil olacaktır. Bu tabirle yetinmeyen Evli-ya, Kasımpaşa Mevlevihanesi şeyhi Abdullah Dede’nin tabirini de merak eder ve huzuruna varır. Dede’nin tabiri daha gönül ferahlatıcıdır:

“On iki imamın ellerini öpmüşsün, dünyada azim sahibi ve başarılı olacaksın! Aşere-i Mübeşşere’nin ellerini öpmüşsün, cennete gireceksin! Çâr-yâr-ı güzînin ellerini öpmüşsün, dünyada bütün padişahların dostu olacak, sohbetlerinde bu-lunacaksın. Hazret-i Resul’ün yüzünü görüp mübarek ellerini öpmüş, hayır dua-larını almışsın, iki dünyada saadete ereceksin. İmdi, Sa’d Vakkas’ın nasihati üze-re önce bizim İstanbulcuğumuzu yazmaya başla, yürü işin rast gele, el fâtiha!”

IV

Ve yürür Evliya Çelebi; Abdullah Dede’nin tavsiyesine uyarak İstanbulcuğumuzu yazdıktan sonra yollara düşer. Dünya seyahat edebiyatının en seçkin eserlerin-den biri olan Seyahatname’si, sadece Türk tarihi ve kültürü açısından değil, bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içinde bulunup da şimdi bağımsız devletler haline gelen çok sayıda ülkenin tarihleri ve kültürleri açısından da birin-

and performed the morning prayer, Evliya trembled in dismay and looked at the Prophet attentively. Yes, he was just like it was written in the book of the Hilye-i Hâkanî: A white turban with twelve girths, a yellow mohair shawl round his neck and yellow boots on his feet…

After the Prophet performed the sunnah prayer and greeted the congregation, by striking his knee with his right hand he ordered Evliya to come and recite the adhan. Evliya performed the adhan and the takbir, using a special style known as segâh. Using the same style, the Prophet recited the Fatiha in a sorrowful voice and led the congregation of souls in the morning prayer. After greeting the con-gregation, Evliya and Bilal recited the muezzin’s prayer in sequence as described by the master of the archers. Then the Prophet recited Yâsin-i Şerif at the pulpit in a moving voice and he stood up, Sa’d ibn Abi Waqqas held Evliya’s hand and brought him to the front of the Prophet. After saying, “Your loyal admirer, a part of your longing congregation, your servant Evliya, asks to be forgiven by Allah,” Waqqas then turned to Evliya and said: “Kiss the blessed hands of Prophet Mu-hammad!”

Evliya was greatly excited, and crying he kissed the blessed hand of his beloved Prophet; instead of saying “Ask for mercy” he stumbled and said “ask for journey, O Prophet.”

This stumbling humored the Prophet and with a gentle smile on his face, he said: “I will ask for your forgiveness; may you also travel in health and com-fort! Pray the Fatiha!”

III

After the souls prayed the Fatiha, Ev-liya started to kiss their hands, one by one. These were blessed hands that smelled of musk, ambergris, jacinth, rose, basil, violet and carnations…

According to what Evliya said, the light garnet hands of Prophet Muhammad smelt like roses and they were silky soft, as if boneless. The hands of the other prophets smelt like quince. Abu Bakr’s hand smelt like melon, Umar’s smelt like ambergris, Uthman’s smelt like violets, Ali’s smelt like jasmine, Hasan’s smelt like carnations and Hus-sein’s smelt like a white rose…

After Evliya Çelebi kissed the hands of all the souls in the mosque, Prophet Muhammad recited Fatiha once again; everyone recited the “sab’al-masani” and then after saying “Assalamu alaikum aya ihwanun”, they left the mosque. The Companions of our Prophet followed Evliya, reciting prayers as they went. Only Sa’d ibn Abi Waqqas stopped; remov-ing the quiver from his waist, he attached it to the waist of Evliya. He left the mosque after giving the following advice: “Proceed and fight with the bow and arrow; be under the protection and credence of Allah. The good news for you is that you will be able to visit all the souls whose blessed hands you have kissed in the mosque and whom you have talked to. You will also be a traveler of the world and a privileged person; you should record all the countries, the castles, the wondrous and bizarre artifacts, the glorified features of each city, their arts, foods and beverages, and the latitudes and longitudes of every place that you will travel to, thus creating a masterpiece. Use my armor, be my son in both this world and the Hereafter. Never deviate from the road of truthfulness, refrain from mischief and evil, protect the rights of others, be a loyal friend, never be friend with the mischievous and learn goodness from the good.”

Ahi Çelebi Camii / Ahi Çelebi Mosque

Page 37: 1453dergisi 12.sayi

35

ci derecede önemli bir kaynaktır ve yazarı, gelmiş geçmiş seyyahların en sevim-lisi, en meraklısı, en hoş sohbetidir. O olmasaydı, Osmanlı zihniyet dünyasını an-lamakta epeyi zorlanırdık. Ancak şunu unutmamak gerekir ki, Evliya Çelebi bir vak’anüvis değildi; şahit olduğu hadiseleri hayal gücünü de ilâve ederek anlatırdı. Rüyasının bile gerçekten görülmüş değil, kurgulanmış bir rüya olması muhtemel-dir. Onun tarihî olayları sadakatle kayda geçiren bir tarihçi olarak değil, engin bir tecessüse, zengin bir hayal gücüne ve eşsiz bir mizah duygusuna sahip bir yazar olarak görülmesi gerekir. Açıkçası, mübalâğa Evliya Çelebi’nin üslûp özelliğidir ve yazdığı metin güzelliğini mübalâğalarından ve sübjektifliğinden alır.

Seyahatname’yi değerli kılan özelliklerden biri de, devrinin atmosferini ve zihni-yet dünyasını inanılmaz bir canlılıkla yansıtmasıdır. Tarihî olaylar, bu olayların ya-şandığı devrin atmosferinden, zihniyet dünyasından, duyuş tarzından, hatta hu-rafelerinden vb. ayrı düşünülemez. Kullanmasını bilenler için, Seyahatname, en sahih arşiv vesikalarından bile daha bilgilendirici, daha sahihtir. Galiba onun yap-tığının büyüklüğünü anlayabilmek için biraz da edebî metinlerle haşir neşir olmuş olmak gerekiyor. Evliya Çelebi’den söz ederken zaman zaman “Cânım Evliya!” diyen Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sözünün ardındaki hayranlığı, Seyahatnâme’yi aynı zamanda edebî bir metin olarak okumuş olanlar daha iyi anlayabilir.

Waking up with a profound sense of exhilaration and a great happiness, Evliya Çelebi performed his ablutions and the morning prayer; he then went to the Kasımpaşa quarter and informed İbrahim Effendi, who was an interpreter of dreams, of his beautiful dream, without leaving out any details. According to İbrahim Effendi, Evliya would travel; he was going to travel all around the world and he would gain the intercession of Prophet Muhammad in the Hereafter. Not content with this interpretation, Evliya wondered what the interpretation of Abdullah Dede, the sheik at the Kasımpaşa Derwish Lodge, home of the Mevlevi dervishes, would be; thus he went to visit Abdullah Dede. The interpretation of

Dede was more comforting: “You have kissed the hands of twelve imams; you will be strong-mind-ed and successful in this world! You have kissed the hands of the “al-`Ashara al-Mubasharîn bi-l-Janna” (the Ten Heaven Promised); you will go to heaven. You have kissed the hands of the “Chahar-yar-ı guzin” (the Four Prominent Companions, i.e. the first Four Caliphs); you will be the friend of all the rulers around the world and you will be includ-ed in their conversations. You have seen the face of Prophet Muhammad, kissed his hand and re-ceived his blessings; you will achieve prosperity in both worlds. Now, in accordance with the advice of Sa’d Waqqas, first start writing our “Istanbul”, then continue with all the best, pray al-Fatiha!”

IV

And Evliya Çelebi set off, following the advice of Abdullah Dede, writing about our dearest Istan-bul. As one of the most prominent pieces of travel literature in the world, the Seyahatname is an extremely important source not only for Turkish history and culture, but also for the history and culture of a great number of other countries stem-ming from the Ottoman Empire. Moreover, this author happens to be the most lovable, curious and chatty traveler of all times. If he had not lived, we would have had much greater difficulty under-standing the intellectual world of the Ottomans. However, we should not forget that Evliya Çelebi was not a court historian; rather he related inci-dents that he witnessed adding details from his imagination. It is possible that he never had that dream, but rather made it up. He should not be

seen as a historian who recorded actual incidents with great accuracy; rather, he should be considered to be a writer who had a profound passion, a rich imagina-tion and a unique sense of humor. Frankly, exaggeration is a feature of Evliya Çelebi’s style, and the texts he wrote attain their beauty from his exaggerations and his subjectivity.

Another feature that makes the Seyahatname special is that it reflects the at-mosphere and intellectual world of that time with great liveliness. It is not pos-sible to consider historical incidents apart from the atmosphere, the intellectual world, the perceptual style or even the superstitions of the times in which they took place. For those who know how to use it, the Seyahatname is more informa-tive and accurate than the soundest archival records. I suppose that one needs to have spent time with literary texts in order to understand the greatness of what Evliya achieved. People who have read the Seyahatname as a literary text can better understand the admiration of Ahmet Hamdi Tanpınar, when he says “my dear Evliya!” from time to time, as he talks about Evliya Çelebi.

Ahi Çelebi Camii / Ahi Çelebi Mosque

Page 38: 1453dergisi 12.sayi
Page 39: 1453dergisi 12.sayi

37

EVLİYA ÇELEBİ’NİN BELGESEL İZLERİ: Nuran TEZCAN

THE DOCUMENTARY TRAIL OF EVLİYA ÇELEBİ Nuran TEZCAN

Minyatür: Şermin Ciddi

Page 40: 1453dergisi 12.sayi

EVLİYA ÇELEBİ’NİN BELGESEL İZLERİ / THE DOCUMENTARY TRAIL OF EVLİYA ÇELEBİ

38

EVLİYA ÇELEBİ’NİN BELGESEL İZLERİDoç. Dr. Nuran TEZCAN*

Osmanlı-Türk yazınında gerek yapısı, gerek içeriği ile ayrıcalıklı bir yeri olan Ev-liya Çelebi’nin Seyahatname’si, aynı zamanda yazarın seyahatle geçen hayatıdır ve kendisi hakkında bilgi edindiğimiz tek kaynaktır.

Evliya Çelebi, seyahatleri boyunca aldığı notlarını 1673’ten sonra yerleştiği Kahire’de kitaplaştırmıştır. Eseri, orada Emir Özbeg Bey ailesinde kalmıştır. Bu aile, Seyahatname’yi I. Mahmud’un (1717-1746) Darüssaade Ağası olan Hacı Be-şir Ağa’ya 1742 yılında hediye olarak göndermiştir. Mısır valiliği sırasında (1715) bu eseri görmüş ve büyük bir ilgi duymuş olduğu anlaşılan Hacı Beşir Ağa, kendi-sine gelen bu eseri Topkapı Sarayı Kütüphanesi’ne koyarak kopyalarını çıkartmış-tır.1 Yazıldığı sırada İstanbul’un okur-yazar çevresine ulaşmayan Seyahatname, İstanbul’a geldiği dönemde de belli bir çevrenin ilgisinde kalmıştır.

19. yüzyılın başında İstanbul’da Avusturya elçiliğinin tercümanı olarak bulunan ve resmi görevinden kalan zamanını I. Abdülhamid Kütüphanesi’nde Katip Çelebi’nin Keşfü’z-zünûn’undan tanıdığı Doğu literatürünü araştırmak ve okumakla geçiren Doğubilimci Josef von Hammer-Purgstall, İstanbul sahaflarında 1804 yılında bir tesadüf eseri olarak Târih-i Seyyâh adını taşıyan Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sine rastlar. Bu, eserin 4. cildidir. Kısa bir süre sonra İstanbul’dan ayrılması dolayısıyla 10 yıl boyunca bu eserin ilk üç cildini edinmek için uğraşır. Nihayet 1814’te onu bilim dünyasına tanıtır.2 Evliya Çelebi’nin kim olduğunu “ulema” biyografilerinde araştıran an-cak izine rastlamadığını bildiren Hammer - Purg-stall, bunu eserin nadir bir eser olmasına bağlar.2 “Doğu eserleri içinde başka eserlere benzeme-yen” Seyahatname’nin yazarının kim olduğu soru-su uzun süre bilim dünyasının merak konusu ol-muştur. Bu, onun eserinde verdiği bilgilerin güvenirliliği açısından da önemli bir araştırma odağıdır.

Cavid Baysun 1947’de Seyahatname’ye dayanarak Evliya Çelebi’nin biyografisini en ayrıntılı ve kapsamlı şekilde yazmıştır.3

Viyanalı Doğubilimci Richard Kreutel 1948’de Evliya’nın izlerini, 1665’te Viyana’ya giden Osmanlı elçisi Kara Mehmed Paşa’nın heyetiyle ilgili belgelerde aramıştır. Kreutel, Avusturya Devlet Arşivinde bu heyete ilişkin iki önemli liste üzerinde durmuştur. Bu listelerden birisi o zamanki saray tercümanı olan ve heyetin ter-cümanlığını yapan ünlü Türkolog Franz Mesgnien-Meninski’nin hazırlamış oldu-ğu listedir. Diğer liste ise Osmanlı heyetinin iaşe işlerinden sorumlu olan Lorenzo di Churelicz’in hazırladığı listedir.4 Viyana hakkında tarihçilerden çok daha fazla ve önemli bilgi vermesine rağmen Evliya’nın adının bu iki listede de geçmemesi onun bu yolculuğu gerçekten yapıp yapmadığı konusunda kuşkulara yol açmıştır.

1975’te Karl Teply, Avusturya Devlet Arşivinde Osmanlı heyetine ilişkin belgeler arasında 12 Haziran 1665 tarihli başka bir belgeye ulaşmıştır. Bu belge, Viyana’ya gelen elçilik heyetinde bulunanların adlarını, yanlarında kaç kişi bulunduğunu ve ne kadar at getirdiklerini içeren listedir. Teply, heyette bulunanların adlarının ve resmi konumlarının hiyerarşik olarak sıralandığı bu listenin 11. sırasında “Ewliya Efendi” adının geçtiğini belirlemiştir. Evliya, yanında iki kişi ve üç atla bu heyet-te yer alır.5 Bu bilgi, onun Seyahatname dışında resmi, belgesel izi olarak büyük önem taşımakla birlikte; aynı zamanda Seyahatname’de verdiği bilgilerin güveni-lirliği açısından da önemli bir dönüşüm yaratmış, Evliya’nın verdiği bilgilerin me-tinsel yorumunun nasıl yapılması gerektiği konusunda ipuçları vermiştir. Nitekim Teply, Evliya’nın Viyana yolculuğu sırasında anlattığı kutsal bir güne ilişkin dini törenin uydurma edebi anlatım olmayıp gerçekten Osmanlı heyetinin Viyana’ya ulaştığı günlere rastlayan 4 Haziran’da Katoliklerin büyük bir gösterişle kutladık-ları Fronleichnam günü olduğunu saptamıştır.6

THE DOCUMENTARY TRAIL OF EVLİYA ÇELEBİAsist. Prof. Nuran TEZCAN*

Not only does Evliya Çelebi’s work of Seyahatname have a privileged place in Otto-man-Turkish literature in terms of both structure and content, but it also describes the many journeys Çelebi took, and is the sole source of information about him.

After settling in Cairo in 1673, Evliya Çelebi compiled all the notes he had made during his travels into a book. His work remained there with the family of Emir Ozbeg Bey, who later sent the Seyahatname as a gift to Hadji Bashir Agha, the chief harem eunuch of Mahmud I (1717-1746), in 1742. It is understood that Hadji Bashir Agha had seen this work during his governorship of Egypt (1715) and had taken great interest in it. Upon its arrival in Istanbul, he put this gift in the library at Topkapi Palace and made copies of the work.1 At the time it was written, the literary community in Istanbul had no access to the Seyahatname, so when it arrived in Istanbul it generated great interest among the members of the community.

At the Beginning of the nineteenth century, in 1804, a translator at the Austrian embassy in Istanbul, Josef von Hammer-Purg-stall, an Orientalist who spent his spare time in the Sultan Abdulhamid I Library researching the Western literature that he encountered in Katip Çelebi’s Keşfü’z-zünûn and other books, acciden-tally came across Evliya Çelebi’s Seyahatname, which was entitled Târih-i Seyyâh, in a second-hand bookstore. This was the fourth volume of the book. A short time later Hammer-Purgstall left Istanbul; he spent the next ten years trying to find the first three volumes of the book. He finally introduced it to the academic world in 1814.2 As

Hammer-Purgstall could not find any information about Evliya Çelebi in the ula-ma biographies, he concluded that the book was a rare work. For many years, “unlike any other oriental work”, the question, who the author of the Seyahat-name was, remained a topic of interest in the academic world. This is also impor-tant with regard to the reliability of the information in Çelebi’s work.

In 1947 Cavid Baysun wrote the most detailed and comprehensive biography of Evliya Çelebi based on the Seyahatname.3

The Viennese Orientalist Richard Kreutel looked for evidence of Çelebi in docu-ments related to the delegation of the Ottoman ambassador, Kara Mehmed Pa-sha, who was sent to Vienna in 1665. Kreutel focused on two important lists that were concerned with this delegation in the Austrian State Archives. The palace translator, the famous Turcologist Franz Mesgnien-Meninski, who also was the delegation’s interpreter, prepared one of these lists. The other list was prepared by Lorenzo di Churelicz, who was responsible for the food supply of the Ottoman delegation.4 Although Çelebi provides much more important information than these Viennese historians did, the fact, that his name is not found on either of these lists, leads us to wonder whether he took the journeys described in his works or not.

In 1975, Karl Teply attained a document dated June 12, 1665, from the Austrian State Archives about the Ottoman delegation. This document is a list of members of the delegation to Vienna and includes figures on how many people and horses were in the diplomatic mission. According to Teply, the name “Ewliya Efendi” is eleventh on the list, which includes the names and official positions of the dele-gates and is arranged hierarchically. Çelebi, his two companions, and three hors-es are included on this list.5 In addition to being a document of great importance with regard to the official and documentary trail of Çelebi, this information has also led to a significant change on the reliability of data provided in the Seyahat-

* Bilkent Üniversitesi Öğretim Üyesi * Assistant Professor at Bilkent University

Vatikan arşivlerinde keşfedilen Nil haritasının Ev-liya Çelebi gözetiminde yapıldığı kesinlik kazan-mıştır. Harita, Evliye Çelebi’ye ait Seyahatname

dışındaki çok önemli bir belgedir.

It’s sure that the map of Nile that is found in Vati-can archieves is made drawn under Evliya Çelebi’s control. Except the Seyahatname, the map is a

very important document of Evliya Çelebi.

Page 41: 1453dergisi 12.sayi

39

Seyahatname’nin önemi anlaşıldıkça Evliya’nın kimliği daha da önem kazanmıştır. Onun Seya-hatname’nin dışındaki belgesel izlerinin başın-da duvar yazıları gelir. Evliya Çelebi seyahatleri sırasında geçtiği yerlerdeki camilere, hamamla-ra, kimi zaman yaşlı ağaç gövdelerine duvar ya-zıları bırakmıştır. Seyahatname’nin birçok ye-rinde kendi eliyle kazıdığı ya da yazdığı bu du-var yazılarından bahseder. Bunlar yaklaşık 30 kadardır. Zaman içerisinde kaybolan bu yazı-lara rastlanamamıştır. Böyle olmakla birlikte Seyahatname’de geçmeyen kimi duvar yazıla-rı ise saptanabilmiştir. Bunlar zamandizinsel sı-rayla şöyledir:7

1. 1660-61 (1071) tarihli duvar yazısı: Köstendil (Bulgaristan) İnceli Ahmed Beg Zoğu Camii’nde Melek Ahmed Paşa hazretlerinin mü’ezzini

Evliyâ-i Gülşenî rûhiyçün Allâh rızâsıyçün Fâtiha - sene 1071 (Resim 1)

2. 1663-64 (1074) tarihli duvar yazısı: Foça (Bosna-Hersek) Alaca Camii’inde.

Sefer kerdem be her şehrî resîdem, ve-lîkin incü-nîn câî nedîdem [seyahatlerimde ulaştığım şehir-ler içinde bunun gibi bir şehir görmedim]

Allâhu ‘avnî ve-lâ sivâhu [hayrî] Ketebehu mü’ezzin Evliyâ - Sene 1074. (Resim 2)

3. 1663-64 (1074) tarihli duvar yazısı: Foça (Bosna-Hersek) Atik Ali Paşa Camii

Habîbu’l-lâh rûhiyçün, Allâh rızâsıyçün celle va ‘alâ Fâtiha

ketebehu mü’ezzin Evliyâ - Sene 1074. (Resim 3)

4. 1671-72 (1082) tarihli duvar yazısı: Konya Karaman’da (Boyalı Kadı) Pir Ahmed Efendi Camii

Seyyâh-ı âlem Evliyâ rûhiyçün fâtiha - sene 1082

5. 1671-72 (1082) tarihli duvar yazısı: Adana Hasan Ağa Camii, Melek Ahmed Paşalı

Seyyâh-ı Âlem Evliyâ Rûhiyçün Allâh Rızâsına Fâtiha - Sene 1082. (Resim 4)

Bu duvar yazılarının yanı sıra ilginç bir belge de Evliya Çelebi’nin Uyvar kalesindeki kitabe kaydı-na ilişkindir. Mehmet Tütüncü tarafından sap-tanmış olan bu belge, 1663 yılında Uyvar kalesi-nin fethi sırasında içindeki kilisenin camiye çev-rilmesi dolayısıyla Evliya’nın 7. ciltte anlattığı, içinde Nişancı Paşa Ömer Beg’in şiirinin bulun-duğu kitabeyi yazmasıyla ilgili bir belgedir. Kale-nin tekrar Avusturyalıların eline geçmesiyle kale ve cami yıkılmış; dolayısıyla kitabe kaybolmuş-tur. Ancak Tütüncü’nün ortaya koyduğu üzere 1700 yılında oradan geçen Hollandalı seyyah Ja-kob Tollius, bunu Arap harfleriyle kopya ederek kaydetmiştir. Dolaylı da olsa bugün bu iz elimiz-de bulunmakta ve Evliya’nın Seyahatname’de verdiği bilgi doğrulanmaktadır.8

name. As a matter of fact, Teply states that the religious ceremony, Çelebi describes during his Vienna journey, is not a fictional literary expres-sion, but was actually Fronleichnam Day, which was celebrated with much fanfare by Catholics on the fourth of June, a day that coincided with the arrival of the Ottoman delegation in Vienna.6

The more we understand the importance of the Seyahatname, the more Çelebi’s identity takes on a new significance. Except the Seyahatname other documentary trail and evidence may also be found in Çelebi’s carvings, which are ap-proximately thirty. During his journeys, Çelebi sometimes carved something on a mosque, in a bath, or occasionally on an old tree trunk. He mentions his carvings and inscriptions several times in the Seyahatname. These carvings have been lost over time and have yet to be discov-ered. However, some of his other carvings, those which were not mentioned in the Seyahatname, have been identified. They are listed in a chrono-logical order below:7

1. Carving dated 1660-61 AD (1071 AH – After He-gira): In the Inceli Ahmed Bey Zoğu Mosque in Kyustendil (Bulgaria)

Melek Ahmed Paşa hazretlerinin mü’ezziniEvliyâ-i Gülşenî rûhiyçün Allâh rızâsıyçün - Fâtiha

(For the soul of Evliyâ-i Gülşenî, the muezzin Of his Excellency Melek Ahmed Pasha and for Allah’s sake Pray the Fâtiha). year 1071 AH (Picture 1)

2. Carving dated 1663-64 AD (1074 AH): In the Alaca Mosque in Foča (Bosnia-Herzegovina)

Sefer kerdem be her şehrî resîdem, ve-lîkin incünîn câî nedîdem .(Among the cities that I have seen in my journeys, I have never seen a city like this.)

Allâhu ‘avnî ve-lâ sivâhu [hayrî]Ketebehu mü’ezzin Evliyâ - Year 1074 A. (Picture 2)

3. Carving dated 1663-64 AD (1074 AH) in the Atik Ali Paşa Mosque in Foča (Bosnia-Herzegovina)

Habîbu’llâh rûhiyçün Allâh rızâsıyçün celle va ‘alâ - Fâtiha ketebehu mü’ezzin Evliyâ

(For God’s Beloved One And for the Almighty God Pray the Fatiha, Written by Evliya, the mu-ezzin) Year 1074 AH. (Picture 3)

4. Carving dated 1671-72 AD (1082 AH): The (Bo-yalı Kadı) Pir Ahmed Effendi Mosque, Karaman, Konya

Seyyâh-ı âlem Evliyâ rûhiyçün fâtiha (World voyager Evliya For his soul, pray Fatiha) - year 1082 AH

5. Carving dated 1671-72 (1082): in the Hasan Agha Mosque in AdanaMelek Ahmed Paşalı Seyyâh-ı Âlem, Evliyâ Rûhi-yçün Allâh Rızâsına Fâtiha, (World voyager of Melek Ahmed Pasha For Evliya’s soul and Allah’s sake, pray Fatiha). Year 1082 AH. (Picture 4)

Resim 1 / Picture 1

Resim 3 / Picture 3

Resim 2 / Picture 2

Resim 4 / Picture 4

Page 42: 1453dergisi 12.sayi

EVLİYA ÇELEBİ’NİN BELGESEL İZLERİ / THE DOCUMENTARY TRAIL OF EVLİYA ÇELEBİ

40

Evliya Çelebi yalnız Osmanlı ülkesini değil, komşu ülkeleri de gezmiştir. Bu ülkele-re gitmek için kral ya da patrik gibi yüksek mevki sahiplerinden bir çeşit vize de-mek olan geçiş belgeleri almıştır. Evliya, Seyahatname’de “papinta, papinta kâgız ya da papinta hatt” diye adlandırdığı bu belgelerden birincisini 1074/1664’te Nova’ya giderken Dobro Venedik (Dubrovnik) kralından almıştır.9 İkincisini 1075/ 1665’te Batı Avrupa’ya gitmek için Viyana kralından (1. Leopold) alır.10 Bu belge ile Seyahatname’nin çeşitli yerlerinde Batı Avrupa’ya gittiğini bildirirse de bu se-yahatini gerçekleştirememiş olduğu anlaşılır. Üçüncü belgeyi ise 1082/1672’de Tûr-ı Sînâ’daki manastır patriğinden almıştır.

Bu sonuncusu bugün elimizde bulunmaktadır. Yunanca olan bu belge 2006’da Pinelophi Stathi tarafından yayınlanmıştır. Yazar, bu belgenin İstanbul’daki Mu-kaddes Yerler Patrik Temsilcili-ği (Metochion) kütüphanesinde yabancı memleketlerde seyahat edecek olanlara verilen mektup-ları içeren 827 numaralı dosya-da bulunduğunu bildirmektedir: “Patriklikçe tanzim edilmiş apan-tahousa, tarihsiz, seyyah Evliya Çelebi’yi tanıtıyor”.

Bu belgede Evliya Çelebi’den şu sözlerle bahsedilmektedir:

“.... Hepiniz bilesiniz ki, tarafımız-dan tanzim olunan bu mektubun hâmili Evliyâ Çelebi, namuslu ve insan dostu bir insandır. Onun arzusu ve eme-li seyyâhı âlem olmaktır; gezdiği yerleri, şehirleri, kavimleri anlatmaktır, kalbin-de kötülük yoktur, hiç kimseye haksızlık etmek, hiç kimseyi incitmek istemez. Biz onun namına tanıklık etmek isteriz ki, kendisi mûnis ve iyi bir insandır, bu sebeb-ten hepinizden niyâz ederiz ki onu iyi bir adam olarak misâfir ediniz, o dindâr Hı-ristiyanlardan lütûflar ve iyilikler hak etmiştir. Her nerede bulunursa bulunsun veya seyahat esnasında, ister karada ister denizde olsun, ister şehirlerde ister köylerde olsun bizce ve pek çoklarınca insan dostu (barışsever) bir kişi olarak ta-nınan kendisi hiç bir tahkikat ve soruşturmaya mâruz kalmamalıdır. Bizim tara-fımızdan ve pek çok başka kişi tarafından barışsever bir kişi olarak tanınır...”11

Evliya, bu tavsiye mektubunu hac yolculuğundan dönüşü sırasında Tûr-ı Sînâ’daki manastırın Rum Patriğinden nasıl aldığını kendisi Seyahatname’nin 9. cildinde anlatır. Burası ünlü St. Catherine Manastırı’dır. Evliya, dağların arasında bir da-ğın tepesinde benzeri olmayan büyük bir manastır olduğunu, içinde pek çok pat-rik, rahip ve keşiş bulunduğunu, kendisini önce içeri sokmak istemediklerini, an-cak onlarla dostane ilişki kurarak içeri girip gezdiğini, çok ilginç bir manastır oldu-ğunu ayrıntılı olarak anlatır. “Ammâ kefere elinde kalmışdır. Ammâ İslâm elinde olsa berbâd olurdu” der. Evliya, onlarla kurduğu iyi ilişkiyi hediyeleşmeye kadar götürmüş, hatta patrik kendisine bir saat hediye etmiştir. Patrik kendisine ayrıca yukarıda adı geçen ve Evliya’nın Seyahatname’de “Seyyâh-ı âlemdir. Gelüp Tûr-ı Sînâ’yı ziyâret etmişdir. Yedi kral diyârında kimse mâni olmaya” diye özetlediği geçiş belgesini almıştır.12

Evliya Çelebi’nin belgesel izi sayacağımız başka bir belge de Nil haritasıdır:

Evliya Çelebi 1672-73’te Nil yolculuğuna çıkar. Amacı Nil’in kaynağını görmek-tir. Nil’in Kuzey kolları üzerinde Kahire’den İskenderiye ve Reşid’e daha son-ra Dimyat’a gider. Tekrar Kahire’den yola çıkarak Nil’in kaynağı olan Cebel-i Kamer’e doğru Güney yönünde Nil’in sahillerini gezer. Sudan ortalarına kadar inen Evliya, Nil’e 32 konak yaklaştığını, fakat vahşi doğa ve barbar kavimler yü-zünden daha ileriye gidemediğini ifade eder. Buradan dönüp Habeşistan üzerin-den Kızıldeniz’in Batı sahiline ve Kızıldeniz’in Güneyindeki Zeyla Boğazı’na (Cibu-

In addition to these carvings, there is an interesting document related to the inscriptions Evliya Çelebi left in the Uyvar Castle. Mehmet Tutuncu identified this document, which is on the conquest of the Uyvar Castle in 1663 and is also connected to Çelebi’s inscriptions on a tablet. After the conquest, the church in the castle was converted into a mosque, a fact that is mentioned by Çelebi in the seventh volume of the Seyahatname. In the mosque, there is a tablet, on which Çelebi inscribed a poem of Nisanci Pasha Omer Bey. When the Austrians regained control of the castle, the castle and mosque were demolished and the tablet was destroyed. However, according to Tutuncu, the Dutch traveler Jakob

Tollius recorded the inscription in 1700, copying the Arabic letters. This confirms, albeit indirectly, the information in Çelebi’s Seyahatname.8

Evliya Çelebi not only visited the Ottoman countries, but also neighboring ones. In order to visit these countries, he had to acquire transit documents, sort of visas, from relevant dignitaries, such as the king or patriarch. In 1074 AH/1664 AD Çelebi obtained the first such document, which he calls “papinta”, “papinta kâgız”, or “papinta hatt” in the Seyahatname, from the King of Dobro Venice (Dubrovnik) while traveling to Nova.9 He obtained the second one from the King of Venice, Leopold I, in 1075 AH/1665 AD to go to Western Europe.10 Although this document states, that he would visit various places in Western Europe, it is known, that he was unable to go on his journey. He acquired a third document from a patriarch of the Tûr-ı Sînâ monastery in 1082 AH/1672 AD.

The last document was published by Pinelophi Stathi in Greek in 2006. The writer states, that the document, which includes letters granting permission to travel-ers to visit foreign countries, is in the 827th file in the Patriarch’s Representative for Holy Places (Metochion) Library in Istanbul: “The apantahousa is arranged by the Patriarchate, it is undated and it refers to the traveler Evliya Çelebi.”

Evliya Çelebi is mentioned in this document as follows:

...May all be aware, that the holder of this document, Evliya Çelebi, is a modest person and a lover of people. His wish and ambition is to be a world traveler; he describes the places, cities, nations he has visited. He has a heart of gold, is never unfair to anyone, and never hurts anyone on purpose. We would like to testify on his behalf, that he is a kind and friendly person. For this reason we entreat all of you to welcome him as a good man; he deserves kindness and goodness from religious Christians. Wherever he stands or travels, on land or at sea, either in the city or in the country, he is known as a peace-loving person; he should never face any type of inquiry or interrogation. He is known as a peace-loving person both by us and by numerous other people...11

In the ninth volume of Seyahatname, Çelebi describes how he acquired this letter of reference from the Greek Patriarch of the monastery in Tûr-ı Sînâ, also known as

Evliya Çelebi’nin gözetiminde yapılan Nil haritasından bölümler/Parts of the map of Nile that is drawn under Evliya Çelebi’s control

Page 43: 1453dergisi 12.sayi

41

ti) ulaşır. Buradan önce yine Kızıldeniz üzerinden ve Habeşistan’ın Kuzeyinden Nil nehrine ulaşıp, bu kez Nil’in Batı sahilinden Kahire’ye döner. Evliya Nil’in kayna-ğına ulaşamasa da bu yolculuğundan büyük bir heyecan duymuş, Mısır ile Sudan sınırındaki İbrim’de Osmanlı ülkesinin en Güney ucuna ulaşmak, bu sınırı aşa-rak Nil boyunca az bilinen Sudan topraklarında ilerlemek, Afrika yerlilerini gör-mek, onların yaşayış tarzını, gelenek ve göreneklerini, savaşlarını ve ticaret haya-tını yakından gözlemlemek ona büyük heyecan vermiştir. Bunun “müstesna” bir yolculuk olduğunun bilincindedir. Nitekim Osmanlı’nın sınır şehri olan İbrim’den Güneye geçerken Batlamyus’un (Ptolemaios) bilgilerine dayanarak İbrim’in coğ-

rafi konumunu tasvir eder ve eski zaman bilginlerinin (hukemâ-yı kudemâ) ha-yatları boyunca gezerek dünyayı keşfedip dünyanın eşkâlini kitaplarında yazdık-larını dile getirir. Kendisinin de Kuzeyden Güneye gezip gördüğü yerleri, şehirleri, köy ve kasabaları, dağ ve nehirleri anlatmaktan amacının eşkâllerin yazmak yani (resimli) haritalarını yapmak olduğunu söyler.13

Evliya Çelebi yolculuğunda harita ile seyahat ilişkisinin önemini kavramıştır. Batlamyus’un dünyayı “ilim ve akıl” gücüyle anlatmasına karşılık, Yeni Dünya’yı (Amerika) keşfeden Padre ve Kolon (Kolombus) adlı rahiplerin hayatlarını seya-hatle geçirdiklerini özellikle vurgular. Onların dünyayı gözlemleyerek anlattıkla-rını, Batlamyus’un soğuk, sıcak ve tehlikeler dolayısıyla gidemediği yerlere gidip dünyayı Doğudan Batıya, Kuzeyden Güneye birkaç kez dolaştıklarını, yalnız Akde-niz ve Karadeniz’i gezmekle kalmayıp Okyanusları gezdiklerini, Yeni Dünya deniz-cilerinin onların haritalarına göre hareket edip dolaştıklarını yazarak, haritaları-nın güvenilir olduğunu özellikle vurgular.14

Daha önce coğrafyacıların Sudan tarafına sıcaktan ulaşamadığını, bu bölgenin bi-linmediğini, dolayısıyla kendisinin üstadı Nakkaş Hükmizâde Alî Beg’den öğren-diği üzere seyahati esnasında resmetmiş olduğu kaleleri, şehirleri, nehir, dağ ve gölleri, Nil ve Fûncistân seyahatini tamamlandıktan sonra, Papamunta –resimli ilk dünya haritası Mappamundi– gibi haritada göstermek amacındadır. Ve bunun mevcut coğrafya eserlerine ve haritalarına bir ek olacağını da bildirir.15

Bugün Vatikan’da Biblioteca Apostolica’da Evliya Çelebi’nin seyahat notlarına dayanan Nil haritası, onun seyahatinin sonunda bu projeyi gerçekleştirmiş ol-duğunu göstermektedir. Bu harita üzerine, Robert Dankoff (Chicago)’la birlikte yaptığımız ayrıntılı bir inceleme, Evliya Çelebi’nin gözetiminde yapılmış olduğu-nu ortaya koymuştur.16

18. yüzyılda Seyahatname’nin İstanbul’a gönderildiği yıllarda Kahire’den Vati-kan’a gelen bu harita, kaba bez üzerine çizilmiştir; uzunluğu 543 cm’dir. Harita-nın yukarısında Nil’in kaynağı, aşağısında Nil deltası bulunur, yani Güney yuka-rıda, Kuzey aşağıdadır. Eni, yukarıda 88, aşağıda 45 cm’dir. Harita üzerinde Nil, kaynağı olarak kabul edilen Cebel-i Kamer dağından çıkar, Kızıldeniz ile Libya çölü

the famous Saint Catherine’s Monastery, on his way back from pilgrimage. Çelebi explains in detail the unique and massive monastery which sits atop a mountain. There were many patriarchs, monks and priests there; at first they did not want to take him in; but after he had established a friendly relationship with them he was able to go inside. He discovered that it was a very interesting monastery. “Yet, it is in the hands of infidels. But, if it were in the hands of Islam, it would have been ruined,” he said. Çelebi established such a good relationship with the people there, that they exchanged presents; in fact, the Patriarch even gave him a clock. The Patriarch also gave Çelebi the transit document mentioned above; Çelebi men-

tions the document in Seyahat-name: “He is the world voyager. He has visited Mount Sinai. No one from the lands of the seven kings may stand in his way.”12

Other documentary evidence related to Evliya Çelebi can be found in the map of the Nile. Evliya Çelebi made his Nile jour-ney in 1672-73. His goal was to see the source of the Nile. Along the northern delta tributaries of the Nile, he traveled from Cairo to Alexandria, to Rosetta, and later to Damietta. Departing from Cairo again to “Jabal-i Kamer”, the source of the Nile, he wandered south along the coast of the Nile. Çelebi trav-

eled as far as to Central Sudan, where he noted, he was thirty-two days of camel ride from the source of Nile, but because of the wilderness and barbarian tribes he could not go any further. He turned east and headed toward the western coast of the Red Sea via Abyssinia and Djibouti the “Zeyla” Straits south of the Red Sea. From here, via the Red Sea and nothern Abyssinia, he again reached the Nile, this time returning to Cairo along the western coast of the Nile. Although Çelebi could not reach the source of the Nile, he was very enthusiastic during his journey, reaching as far as Ibrim in the southern tip of the Ottoman Empire at the border of Egypt and Sudan, which he crossed, heading across the Nile to Sudan. He was excited by the sight of the African natives and closely observed their life-style, customs and traditions, wars and trade. He was aware, that this was an “exceptional” journey. As a matter of fact, while traveling from Ibrim, a city on the border of the Ottoman Empire, to the south, he described the geographic lo-cation of Ibrim based on Ptolemy’s information and expressed that the hukemâ-yı kudemâ (ancient scholars) traveled the world describing its eşkâl (appearance) in their books. Also, he stated his goal of making illustrated maps of the eşkaller (appearances) of the places, cities, countries, villages, mountains and rivers that he encountered in his journey from the north to the south.13

Evliya Çelebi realized the importance of the relationship between a journey and a map. In contrast to Ptolemy’s explanation of the world “by the power of sci-ence and reason”, he focused on how Padre (Bernat Boyle?) and Columbus, who discovered the New World (America), had spent their lives in journey. He empha-sized that they interpreted the world based on their observations; they traveled a few times from the East to the West, from the north to the south, to the places that Ptolemy was unable to visit due to the weather and other dangers. In addi-tion to the Mediterranean and Black Sea, they also sailed across the oceans. He also explained that these New World sailors chose their route according to their maps, demonstrating the reliability of their maps.14

Before Evliya, geographers could not come to Sudan because of the intense heat, so this region remained unknown. But Evliya, according to what he has learned

Nil haritasından ayrıntı / Detail from the map of Nile

Page 44: 1453dergisi 12.sayi

EVLİYA ÇELEBİ’NİN BELGESEL İZLERİ / THE DOCUMENTARY TRAIL OF EVLİYA ÇELEBİ

42

arasına sıkıştırılmış biçimde uzanır, Kahire’de iki kola ayrılıp Akdeniz’e ulaşır. Eski coğrafya kaynaklarına göre Nil’in kaynağı Cebel i Kamer dağıdır, haritanın bu an-layışa göre çizilmiş olduğu görülür. Üzerinde 500’e yakın şehir, kale, dağ, vadi, göl, kavimler, vahşi hayvanlar, altın yatakları, ticaret malları vb. üzerine bilgileri yer alır. Evliya’nın Seyahatname’nin 10. cildinde geçtiği yerleşim yerleri hakkın-da verdiği bilgiler bu haritada izlenmektedir. Üzerinde kale, köprü, dağ, vadi vb. resimleri bulunmaktadır. Böylece Evliya’nın Seyahatname’de verdiği bilgi ile tu-tarlılığı ve onun Seyahatname dışında ikinci bir eseri ortaya konmuştur. Bu hari-ta Yapı Kredi tarafından yayınlanmaktadır. (Bkz. Robert Dankoff - Nuran Tezcan. Evliya Çelebi’nin Nil Haritası: Dürr-i bî-misîl în ahbâr-ı Nîl. Yapı Kredi Kültür Sa-nat Yayıncılık 2011.)

Evliya Çelebi’nin Seyahatâme dışındaki belgesel izlerinden biri de Tirendâznâme başlıklı Osmanlıca bir okçuluk kitabında onun adının geçmesidir. Buna, 1944 yı-lında ilk kez dikkati çeken ünlü İstanbul tarihi araştırmacısı Reşad Ekrem Koçu ol-muştur. Bu kayıt, Evliya Çelebi’nin kendi döneminden kalmış olması ve doğrudan doğruya İstanbul’a ilişkin olması bakımından büyük önem taşır. Koçu’nun gördü-ğü, fakat ondan sonra ele geçirilememiş olan kaydı Semih Tezcan yeniden bul-muş olup bu konuyu yakında bilim dünyasına açıklayacaktır.

DİPNOTLAR:

1 Taeschner, Franz. “Die neue Stambuler Ausgabe von Evlijā Tschelebis Reisewerk.” Der Islam 18 (1929), 299-310; MacKay, Pierre. “The Manuscripts of the Seyahatname of Evliya Çelebi, Part I: the Archetype.” Der Islam 52 (1975), 278-98.2 Hammer-Purgstall, Joseph von. “Merkwürdiger Fund einer türkischen Reisebeschreibung“. Intelligenzblatt zur Wiener Allgemeinen Literaturzeitung. Nr. 2. 1814. 9-15. Bu yazının çevirisi için bkz. “Türkçe Bir Seyahatname’nin İlginç Bulunuşu” -çev. Nuran Tezcan- Osmanlı Araştırmaları XXXIII –XXXIV 2009. 203-230.3 “Evliya Çelebi.” İslam Ansiklopedisi 4, 400-12.4 “Ewliyà Čelebīs Bericht über die türkische Grossbotschaft des Jahres 1665 in Wien. Ein Vergleich mit zeitgenössichen türkischen und österreichischen Quellen.” Wiener Zeitschrift für die Kunde des Morgenlandes 51 (1948-52). 188-242.5 “Evliya Çelebi in Wien.” Der Islam 52.1(1975), 125-131., 6 A.g.y. 130-131.7 1. 2. 3. ve 5. duvar yazıları 1894’ten itibaren 1955, 1957, 1959, 1964, 1988 yıllarında saptanıp tanıtılmıştır. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Erich Prokosch “Die Gedenkinschriften des Evliyā Çelebi.” Jahrbuch des Österreichischen St. Georgskollegs Istanbul, (1988-89). 320-36. 4. Duvar yazısı için bkz. M. Tütüncü“Seyahatname’de Kitabeler ve Evliya’nın Hattât ve Hakkâklığı Hakkında”. Çağının Sıradışı Yazarı: Evliya Çelebi. Haz. Nuran Tezcan 2010. 403-407 1.2.3. ve 5. duvar yazılarının resimleri (Resim1-2-3-4) E. Prokosch’un adı geçen yazısından alınmıştır.Bosnalı Türkolog Amina Siljak-Jesenkovic’ten edindiğim sözlü bilgiye göre Foça’daki Alaca Camii ve Atik Ali Paşa Camii Bosna savaşında yıkılmıştır. Christiane Bulut’un bildirdiğine göre Adana Hasan Ağa Camii’ndeki duvar yazısı da 1998 depreminden sonra yapılan onarım sırasında yok olmuştur. Bu duvar yazısı için ayrıca bkz.Christiane Bulut. “Evliya Çelebi und die Inschrift von Adana” Journal of Turkology. Cilt 1. Sy.2. 1993. 195-201.8 M. Tütüncü. “Seyahatname’de Kitabeler ve Evliya’nın Hattât ve Hakkâklığı Hakkında”. Çağının Sıradışı Yazarı: Evliya Çelebi. Haz. Nuran Tezcan 2010. 403-4079 Seyahatname YKY VI. cilt 267., 10 A.g.e. VII. cilt 12711 Stathi, Pinelopi.”A Greek Patriarchal Letter for Evliya Çelebi” Archivum Ottomanicum 23 (2005/2006). 263-268; Tezcan, Nuran. “Evliya Çelebi’nin Belgesel İzi Papinta Kâgız” Toplumsal Tarih 161 (2007). 31-35, 12 A.g.e. 9. cilt 423, 13 A.g.e. 10. cilt 437, 14 A.g.e. 10. cilt 285; 464, 15 A.g.e. 10. cilt 498 16 Robert Dankoff - Nuran Tezcan. Evliya Çelebi’nin Nil Haritası: Dürr-i bî-misîl în ahbâr-ı Nîl. Yapı Kredi yayınları 2011 (yayınlanıyor)

from his master Nakkaş (calligrapher) Hükmizâde Alî Bey, wanted to draw a map like the “Papamunta” (Evliya’s synonym for the world’s first pictorial map, the “Mappamundi”) of the castles, cities, rivers, mountains and lakes, once his Nile and Fûncistân journey was completed.15

Today, the Nile map in the Biblioteca Apostolica at the Vatican, based on the notes of Evliya Çelebi, taken during his journey, shows, that he reached his goal. Based on detailed research conducted by Robert Dankoff (Chicago), it has been established that this map was created under the supervision of Evliya Çelebi.16

In the eighteenth century, when the Seyahatname was sent to Istanbul, this map, was sent from Cairo to Vatican. It was drawn on coarse fabric and was 543 cm. in length. The upper portion of the map shows the source of the Nile, the lower, the delta; in other words, north and south are reversed. The width measures 88 cm at the top and 45 cm at the bottom. The source of the Nile is shown as the “Jabal-i Kamer” Mountain. Trapped between the Red Sea and the Libyan desert, the Nile goes down to Cairo, where it bifurcates and then reaches the Mediterranean. According to old geographical sources, the source of the Nile is the Jabal-i Kamer Mountain, making it clear that this map was drawn based on these sources. The map depicts approximately 500 items, which are cities, castles, mountains, valleys, lakes, nations, wild animals, gold deposits, trade goods, etc. The places, Çelebi describes in the ten volumes of the Seyahatname, are found on this map. There are pictures of castles, bridges, mountains, valleys, etc. Therefore, this map demonstrates that there is consistency between Çelebi’s Seyahatname and his other works.

In addition to the Seyahatâme, another book providing evidence about Evliya Çelebi is the Tirendâznâme, a book about archery written in Ottoman Turkish. The famous Istanbul historian Reşad Ekrem Koçu attracted public attention to it for the first time in 1944. This record is of crucial importance as it comes from Evliya Çelebi’s era and is directly related to Istanbul. Koçu saw this book but then it was lost again , later recovered by Semih Tezcan, who will present it to the academic world soon.

FOOTNOTES:

1 Taeschner, Franz. “Die neue Stambuler Ausgabe von Evlijā Tschelebis Reisewerk.” Der Islam 18 (1929), pp. 299-310; MacKay, Pierre. “The Manuscripts of the Seyahatname of Evliya Çelebi, Part I: the Arche-type.” Der Islam 52 (1975), pp. 278-98.

2 Hammer-Purgstall, Joseph von. “Merkwürdiger Fund einer türkischen Reisebeschreibung“. Intelligenzblatt zur Wiener Allgemeinen Literaturzeitung. No. 2. 1814. Pp. 9-15. For the Turkish translation of this text, see: “Türkçe Bir Seyahatname’nin İlginç Bulunuşu” –translated by Nuran Tezcan Osmanlı Araştırmaları XXXIII –XXXIV 2009. Pp. 203-230.

3 “Evliya Çelebi.” İslam Ansiklopedisi (Encyclopedia of Islam) 4, pp. 400-12.

4 Ewliyà Čelebīs Bericht über die türkische Grossbotschaft des Jahres 1665 in Wien. Ein Vergleich mit zeitgenössichen türkischen und österreichischen Quellen.” Wiener Zeitschrift für die Kunde des Morgenlandes 51 (1948-52). pp.188-242.

5 “Evliya Çelebi in Wien.” Der Islam 52.1(1975), pp. 125-131., 6 Ibid, pp. 130-131.

7 The first, second, third and fifth carvings from 1894 were found in years 1955, 1957, 1959, 1964, and 1988. For detailed information, see Erich Prokosch “Die Gedenkinschriften des Evliyā Çelebi.” Jahrbuch des Österreichischen St. Georgskollegs Istanbul, (1988-89). 320-36. For the fourth carving, see M. Tütüncü, “Seyahatname’de Kitabeler ve Evliya’nın Hattât ve Hakkâklığı Hakkında”. Çağının Sıradışı Yazarı: Evliya Çelebi. Haz. Nuran Tezcan 2010. pp 403-407.

8 M. Tütüncü. “Seyahatname’de Kitabeler ve Evliya’nın Hattât ve Hakkâklığı Hakkında” (Tablets in Seyahatname and Evliya’s Calligraphy and Engravings). Çağının Sıradışı Yazarı: Evliya Çelebi. (Extraordinary Writer of His Time: Evliya Çelebi) Ed. Nuran Tezcan 2010. pp. 403-407.

9 Seyahatname YKY VI. volume 267. 10 Ibid. VII. Volume 127.

11 Stathi, Pinelopi.”A Greek Patriarchal Letter for Evliya Çelebi” Archivum Ottomanicum 23 (2005/2006). pp. 263-268; Tezcan, Nuran. “Evliya Çelebi’nin Belgesel İzi Papinta Kâgız” Toplumsal Tarih 161 (2007). pp. 31-35., 12 Ibid. volume IX, p. 423., 13 Ibid. Vol. X, p. 437., 14 Ibid. 10th volume 285; 464. 15 Ibid. Vol. X, p. 498.

16 Robert Dankoff - Nuran Tezcan. Evliya Çelebi’nin Nil Haritası: Dürr-i bî-misîl în ahbâr-ı Nîl. Yapı Kredi yayınları 2011 (in progress).

Page 45: 1453dergisi 12.sayi

43

İSTANBUL’UN EĞLENCE HAYATINA KAYNAK NİTELİĞİYLE EVLİYA ÇELEBİ

Şeyma GÜNGÖR

THE SEYAHATNAME OF EVLİYA ÇELEBİ AS A SOURCE OF INFORMATION ABOUT

ENTERTAINMENT IN İSTANBULŞeyma GÜNGÖR

Page 46: 1453dergisi 12.sayi

İSTANBUL’UN EĞLENCE HAYATINA KAYNAK NİTELİĞİYLE EVLİYA ÇELEBİ SEYAHATNÂMESİ / THE SEYAHATNAME OF EVLİYA ÇELEBİ AS A SOURCE OF INFORMATİON ABOUT ENTERTAINMENT IN İSTANBUL

44

THE SEYAHATNAME OF EVLİYA ÇELEBİ AS A SOURCE OF INFORMATION ABOUT ENTERTAINMENT IN İSTANBUL

Şeyma GÜNGÖR*

The 10-volume Seyahatname is a work in which Evliya Çelebi shares information about a large number of places to which he traveled over a half a century These include Ottoman lands, as well as foreign ones, and is one of the most important sources of information in Turkish history. This work, which has been featured in a large number of historical studies, has frequently been used as a primary source due to the detailed information it contains, while other works use it as a secondary source. One of the areas about which Evliya Çelebi enlightens us is the 17th-century entertainment life in Istanbul.

Evliya, born in Istanbul in 1611, was the son of Dervish Mehmed Zılli Effendi, the head jeweler of the palace, and his mother was a relative of Silahtar Melek

Ahmed Pasha. His family’s wealth combined with his curiosity and intelligence, enabled him to develop as a learned young man. Par-ticipating in intellectual meetings at home during his childhood and youth, he met with important people of the time. In addition, a private education , a madrasa education, the palace circles that he later entered, and the education he received in the Enderun (Otto-man High Bureaucrats School) all worked to increase his knowledge and insight.

In a dream, Holy Prophet Muhammad came to Evliya Çelebi and informed him, that he would travel; Çelebi related this dream to the Mawlawi sheikh, Abullah Dede; the latter interpreted it, that Çelebi should write about the places, he would visit. This dream was an important factor shap-ing his travel life. Evliya Çelebi listened to his dream’s advice and good news starting to travel. During his travels, which were to last 50 years, he shared in-formation, he had gathered, and the knowledge he had attained through his sharp observational skills in a written text. From time to time Evliya Çelebi would add his personal feelings and thoughts, interpreting events, narrating stories or poetic verses on the subjects under discussion.

Istanbul’s world of entertainment according to the information included in Evliya Çelebi’s works

In Istanbul, entertainment according to the information included in Evliya Çele-bi’s work is called “Eğlence”. It means spending a pleasant time, being happy and in comfort. There are many different forms of entertainment. In the Seyahat-name of Evliya Çelebi, there are important documents regarding entertainment in Istanbul. As he did with other subjects, the author not only provides lists of information regarding entertainment life, at other times, he mentions them in connection with different topics. While some of the information in the Seyahat-name is based on the observations of the author, some other is comprised of what he read in books or that taken from the widely-held beliefs of the society.

During the 17th century, there was a rich entertainment life in Istanbul based on the strength, affluence and historical legacy of the Ottoman Empire. The sul-tans would organize meetings and festivities for a variety of reasons, and go to promenade areas for entertainment. In some of the gatherings in which Evliya Çelebi participated, Sultan Murad IV brought together master musicians, poets, minstrels, storytellers and puppeteers on certain days of the week. The sultan listened, watched and conversed with the performers. (pp. 215-216,669). The most important festivities were celebrations of military expeditions, palace wed-

İSTANBUL’UN EĞLENCE HAYATINA KAYNAK NİTELİĞİYLE EVLİYA ÇELEBİ SEYAHATNÂMESİ

Şeyma GÜNGÖR*

Evliya Çelebi’nin yarım asırlık uzun zaman boyunca Osmanlı toprakları başta ol-mak üzere bazı memleketleri dolaşarak gezip gördüğü yerler hakkında bilgi ver-diği on ciltlik Seyahatnâme, Türk kültür tarihinin en önemli kaynaklarından biri-sidir. Pek çok araştırmaya konu olan bu eser içerdiği bilgiler sebebiyle bazı çalış-malarda birinci derecede, bazı çalışmalarda da tamamlayıcı kaynak olarak kulla-nılmaktadır. Evliya Çelebi’nin zengin bilgi aktardığı alanlardan birisi de XVII. yüz-yıl İstanbul eğlence hayatıdır.

1611’de İstanbul’da dünyaya gelen Evliya’nın babası saray kuyumcubaşısı Derviş Mehmed Zillî Efendi, annesi Silahtar Melek Ahmed Paşa’nın akrabasıdır. Ailesinin imkânları, merakı ve zekâsı onun birçok konuda donanımlı bir genç olarak yetiş-mesini sağlar. Çocukluğunda ve gençliğinde evlerinde yapılan toplantılara katılan dev-rin önemli kişilerinin sohbetleri, özel dersler ve medrese eğitimi, daha sonra intisap etti-ği saray hayatı, Enderun’da aldığı eğitim, bil-gi ve görgüsünü artırır.

Evliya Çelebi’nin gördüğü bir rüyada, Hz. Muhammed’in kendisine seyahati müjdele-mesi ve bu rüyayı yorumlayan Mevlevi Şey-hi Abdullah Dede’nin gezip gördüğü yerleri yazmasını tavsiye etmesi, onun seyahat ha-yatına yön veren iki önemli faktördür. Evliya Çelebi bu müjde ve tavsiyeye uyarak seyahate başlar. Elli bir yıl sürecek olan ge-zileri boyunca gittiği yerler hakkında topladığı bilgiyi, keskin gözlem yeteneğiyle elde ettiği malzemeyi, yazdığı konuya uygun bir yöntem ve üslupla eserine akta-rır. Ayrıca yer yer şahsî duygu ve düşüncelerini ekler, yorum yapar, konuyla ilgi-li hikâyeler, beyitler nakleder.

Evliya Çelebi’nin Eserinden Elde Edilen Bilgiye Göre İstanbul Eğlence Hayatı1

Neşeli, hoşca zaman geçirme, zevk ve safa içinde vakit geçirten şey, bu amaç-la yapılan toplantı anlamlarına gelen “eğlence” bir çok dallara ayrılır. Evliya Çelebi’nin seyahatnâmesinde İstanbul eğlence hayatına dair çok değerli bilgiler vardır. Yazar diğer konular gibi eğlence hayatıyla ilgili malumatı bazen ardı ardı-na sıralamış, bazen de başka bir konu dolayısıyla ele almıştır. Seyahatnâme’de çok kısa veya ayrıntılı olarak yer alan bilgilerin bir kısmı yazarın gözlemlerine da-yanırken, bir kısmı kitaplarda okuduklarından, bazıları da halk arasındaki yaygın rivâyetlerden meydana gelmektedir.

Evliya Çelebi’nin yaşadığı XVII. asırda Osmanlı İmparatorluğu’nun payıtahtı olan İstanbul’da devletin genişliğine, bolluğuna, tarihi birikimine bağlı olarak zengin bir eğlence hayatı vardır. Hükümdarlar çeşitli sebeplerle toplantı ve şenlikler dü-zenlerler; yazları mesire yerlerindeki eğlencelere giderlerdi. Bazı meclislerine Evliya’nın da katıldığı IV. Murad (1623-1640), haftanın belirli günlerinde musiki üstatları, şairler, mukallitler, meddahlar, karagözcüler gibi sanat erbabını toplar; onları dinler/seyreder ve onlarla sohbet ederdi (s. 215-216, 669). Ordunun sefe-re çıkması, saraydaki düğünler, doğumlar veya başka sebeplerle düzenlenen Os-manlı şenliklerinin en önemli özelliklerinden birisi “Esnaf Alayları”dır. Bu geçiş sı-rasında sanatkârlar meslekleriyle ilgili hünerlerini göstermek için sahneler tertip-ler, canlı gösteriler yaparlardı. Atmeydanı’nda gerçekleştirilen bu geçit törenle-ri halk için önemli bir eğlence olduğu gibi, çeşitli sebeplerle şehirde olan yaban-cıların da ilgisini çeken renkli bir gösteriydi.

Pek çok araştırmaya konu olan Seyahatname içerdiği bilgiler se-bebiyle bazı çalışmalarda birinci derecede, bazı çalışmalarda da tamamlayıcı kaynak olarak kullanılmaktadır. Evliya Çelebi’nin zengin bilgi aktardığı alanlardan birisi de XVII. yüzyıl İstanbul

eğlence hayatıdır.

Seyahatname which has been featured in a large number of his-torical studies, has frequently been used as a primary source due to the detailed information it contains, while other works use it as a secondary source. One of the areas about which Evliya

Çelebi enlightens us is 17th-century entertainment in Istanbul.

* Akademisyen * Academician

Page 47: 1453dergisi 12.sayi

45

Page 48: 1453dergisi 12.sayi

İSTANBUL’UN EĞLENCE HAYATINA KAYNAK NİTELİĞİYLE EVLİYA ÇELEBİ SEYAHATNÂMESİ / THE SEYAHATNAME OF EVLİYA ÇELEBİ AS A SOURCE OF INFORMATİON ABOUT ENTERTAINMENT IN İSTANBUL

46

dings, births and other events, including the Esnaf Alayları (Merchant Parades). During these parades, artisans organized presentations to show their talents. The parades took place in the Atmeydanı (Hippodrome), and were an important source of entertainment for the local people as well as an attraction for foreign-ers, visiting the city.

While the residents living in Istanbul’s mansions, waterside homes and modest houses organized various celebrations, certain segments of the society had oth-er celebrations that were peculiar to their own traditions (p. 372).

According to the information provided by Evliya Çelebi, “Kahvehanes” (coffee-houses) and “Meyhanes” (wine-houses, pubs) were the most popular centers of entertainment and relaxation in 17th-century Istanbul. Coffee, which entered Turkish life in the 17th century, despite various bans, was popular; a number of coffee shops were opened in Istanbul, followed by other cities, and they grew in number throughout the Ottoman Empire. Evliya Çelebi, while speaking of the Kahvehane festivities in Bursa, highlights that these venues “provided sort of a school education.” It was here, that singers, musicians, puppeteers and story tell-ers exhibited their skills, and people from all walks of life would follow them with a great deal of interest.

In Istanbul there were 1,060 Meyhanes, which the author described as “houses of sin”. While speaking about the people, who ran these businesses, Evliya stressed the reasons for there being so many meyhanes operating in the city, despite the fact that alcohol is forbidden in Islam.

Evliya Çelebi describes the entertainment in the Meyhanes, selling various alco-holic drinks according to the region and community in which they were located (pp. 660-666): “there were Meyhanes for the unkempt and slovenly beings; in each one 500-600 sinners could eat, drink and entertain with singers and musi-cal performers in an indescribable way…” (p. 393).

Evliya Çelebi also touches upon the promenade grounds and entertainment there, in which everyone was interested, from the rulers to the common folk. The first of these was the Kağıthane Mesire (Promenade), which Çelebi describes as “full of thousands of young and elderly people; devoted lovers on rowboats would come and relax there. Some went into the lake and swam. There is no limit to the music or the words. Every year, the residents of Istanbul set up a tent in this district of Kağıthane, enjoying themselves and relaxing under the name of şeb-bük for a month” (p. 443). Murad IV is fond of this venue, relaxes and enjoys himself here; he watches those who are out for a stroll and distributes gifts (p. 371).

Professions in the field of entertainment

Among other topics in the Seyahatname, Evliya Çelebi also mentioned entertain-ment and he describes the entertainment arts in Istanbul in whole sections of volume 1. While speaking about the people professing these arts, he gave de-tails, like the numbers of practitioners, their masters, instructors, the necessary qualifications, their uniforms, a variety of experiences, as well as the regions in which these people lived and sometimes even the salary they earned. Many of the names he mentioned belonged to elite artists who made shows before the sultan. They were familiar with both Arabic and Persian. While a portion of these artists were experts in one field of art alone, some were talented enough to per-form in several fields. During the festivities, sometimes one and sometimes a few groups performed together.

Evliya Çelebi devoted the 40th chapter of Volume I of the Seyahatname to the Mehteran (Janissary band) and Zurnacıs (clarion players), while the 43rd chap-ter was concerned with singers, instrumental artists and dancers, and the 44th chapter dealt with Sazendes (musicians); the 45th chapter was devoted to ac-

İstanbul’da konaklarda, yalılarda, mutevazı evlerde yaşayan halk çeşitli eğlence-ler tertipledikleri gibi belirli zümreler, gruplar, kollar da kendilerine mahsus eğ-lenceler düzenlerlerdi. (s.372)

Evliya Çelebi’den edinilen bilgiye göre XVII. yüzyıl İstanbulunun en önemli eğlen-ce ve dinlenme iş yerlerinden birisi kahvehaneler, diğeri meyhanelerdir. XVI. yüz-yılda hayatımıza giren kahve, çeşitli yasaklara rağmen çok sevilmiş ve kısa za-man içinde İstanbul’da ve diğer şehirlerde kahvehaneler açılmış ve sayıları hızla çoğalmıştır. Evliya Çelebi Bursa’daki kahvehane eğlencelerinden söz ederken, bu mekânların bir “okul eğitimi verdiğine” de dikkat çeker. Buralarda hânendeler, sazendeler, meddah, karagöz ve diğer sanat erbabı sanatını icra eder, farklı sos-yo-kültürel gruba mensup halk da onları büyük bir zevkle takip ederdi.

Yazarın “günah yuvaları” diye nitelendirdiği İstanbul meyhanelerinin sayısı bin altmıştır. Evliya, meyhaneciler esnafından söz ederken içkinin İslâmiyette haram edilmesine rağmen şehirde bu kadar çok meyhanenin bulunmasının sebepleri üzerinde de durur. İstanbul’da semte ve hitap ettiği topluma göre çeşitli içkiler satan (s.660-666) “kat kat harabatî canlar için meyhaneler vardır ki her birinde beşer altışar yüz günahkâr yiyip içip çalgıcılar ve şarkıcılarla öyle eğlenirlerdi ki anlatılamaz” (s.393).

Evliya Çelebi hükümdardan halka kadar herkesin rağbet ettiği mesire yerleri ve oradaki eğlenceler üzerinde de durur. Bunların başında Kağıthâne Mesiresi ge-lir ki “tatil günleri, kayıklara binmiş binlerce genç ve ihtiyar, sâdık âşıklar, bu eğ-lence yerine gelip eğlenirler. Bazıları nehre girip yüzerler. Saz ve sözünün had-di hesabı yoktur. Her sene İstanbullular mübârek Ramazan ayını karşılamak için, bu Kâğıthâne kazasına çadırlar kurarak tam bir ay, 'şeb-bük' adıyla zevk ve safa ederler.” (s.443) IV. Murad havası ve suyu hoş geldiğinden daima burada içer eğ-lenir, gezintiye giden kimseleri seyredip armağanlar dağıtırdı. (s.371)

Eğlenceyle İlgili Meslekler ve Meslek Sahipleri

Evliya Çelebi, seyahatnâmesinde başka konulardan söz ederken eğlencey-le ilgili bir mevzua temas ettiği gibi, birinci cildinin bazı bölümlerinin tamamını İstanbul’daki bu sanat kollarına ayırmıştır. Yazar söz konusu esnafı anlatırken ba-zıları üzerinde ayrıntılı olarak durmuş, sayıları, pirleri, üstatları, nitelikleri, kıya-fetleri, yaşadıkları semtler, hatta aldıkları ücret vb. hakkında bilgi vermiştir. Eser-de kaydedilen isimlerin pek çoğu hükümdarın huzurunda da sanat icra eden seç-kin sanatkârlardır. Arapça, Farsça bilirler. Bir kısmı yalnız bir sanat kolunda usta iken bir kısmı birkaç dalı icra edebilecek kabiliyet ve bilgiye sahiptir. Eğlenceler-de bazen tek, bazen de birkaç grup bir arada gösteri yaparlar.

Evliya Çelebi kitabın birinci cildinin kırkıncı bölümünü mehteran ve zurnacılara, kırk üçüncü bölümünü hanende, mutrib ve rakkaslara, kırk dördüncü bölümü-nü sazendelere (mutrıblara), kırk beşinci bölümünü oyuncu, çalgıcı, güldürücüle-re (mudhiklere), kırk altıncı bölümünü nedimler ve taklitçilere (mukallitlere) ayır-mıştır.

Yazar musikî üzerinde dururken devrin bu konu hakkındaki görüşüne de temas eder. Dinî çevrelere göre musiki icra edilmesi yasak olmasına rağmen, Osmanlı topraklarında çok zengin musiki hayatı olmasının sebepleriyle ilgili görüşler, kıs-salar ve rivayetler aktarır: “İlk defa bütün sazların sesi ruhlar âleminde olan “der der ten” sesinden telif edilmiştir ki o sesin etkisinden filozoflar ruha gıda, cana safa olması için çeşit çeşit sazlar yapmışlardır”. Evliya Çelebi’nin anlattığına göre musiki mensuplarının piri genellikle bir peygamber veya sahabeden bir şahıs ya-hut mutasavvıftır. Bir esnaf grubu “Mel’un Cemşid sanatında bir alay deccal kav-mi” (s.623) olsa da, Evliya çeşitli rivayetler naklederek onların icra ettikleri sana-tın Hz. Muhammed’den izinli olduğunu veya mutlu bir törende icra edildiğini ya-hut tarihi olayda rol oynadığını anlatır (s.625). Ayrıca muziğin faydalı yönleri de vardır; hekimler musikinin ruha rahatlık veren, tedavi edici yönü olduğunu ifade

Page 49: 1453dergisi 12.sayi
Page 50: 1453dergisi 12.sayi

İSTANBUL’UN EĞLENCE HAYATINA KAYNAK NİTELİĞİYLE EVLİYA ÇELEBİ SEYAHATNÂMESİ / THE SEYAHATNAME OF EVLİYA ÇELEBİ AS A SOURCE OF INFORMATİON ABOUT ENTERTAINMENT IN İSTANBUL

48

tors, percussion artists and Muhiks (comedians), and the 46th chapter to Nedims (narrators) and the Mukallit (impersonators).

While the author emphasizes the importance of music, he also touches upon, how the arts were viewed at that time. Çelebi gives the reasons, why there is such a rich musical life in Ottoman lands, despite the fact that religious rules prohibit music; he also tells the views of others, as well as stories and narra-tions on the topic: “All the sounds of music instruments are derived from the sound of the “der der ten”, which eternally rests in the realm of ideas. From that sound philosophers invented a variety of instruments to nurture the soul and give peace to the self.” According to Çelebi’s narration, the Pir (Guru) of the musicians

was either from Prophetic family (Sayyid), a Prophet’s Companion (Sahaba) or a Sufi. Although musicians were at times considered: “A horde following Anti-Christ in the art of the cursed Jamshid (the former emperor of Iran)” (p. 623), Çelebi, nevertheless, explains by example of certain narrations, that the art they exhibited was approved by Prophet Muhammad, so they were allowed to play on happy occasions and they played an important role in some historical events (p. 625). Furthermore, he points out the benefits of music as well: physicians noted, that there was a comforting and therapeutic aspect of music (p. 624,637). Evliya Çelebi tells other events, demonstrating the importance and respect of music in his era. (pp. 623-624).

The Mehteran Band: This band performed live military music, playing music three times a day; at dawn they played to wake up the members of the divan (council), as well as those who wished to pray. Furthermore, every morning and evening the Janissary music was played in 13 districts of Istanbul. The members of the Mehteran were, “ elite and respected; and their salary was quite high.” (p. 624)

etmişlerdir (s.624, 637). Evliya Çelebi yaşadığı devirde musikinin önemli ve say-gıdeğer bir meslek olduğuyla ilgili başka rivayetler de anlatır (s.623-624).

Mehteran grubu: Bunlar her gece fasıl ve bir ceng-i harbî çalarlar, seher vak-ti divan mensuplarını ve namaz kılanları uyarmak için üç kere tatlı fasıllar eder-ler. Ayrıca İstanbul’un on üç semtinde her sabah ve her akşam mehter çalınır. Mehterân esnafı “gayet mültefit ve muazzez esnaftır ve ulûfeleri ağırdır.” (s.624)

Hânendeler: Evliya Çelebi’nin hocası, Padişah musâhibi hânendeler sultanı, Gülşenî tarikati şeyhi Ömer Gülşenî bütün makamlarda ustadır. IV. Murad segâh makamını sevdiği için bu makamdaki “kâr, nakş, savt, zikr, zecel, tasnifât, şarkı,

varsağı beyitleri okurdu ki adam hayat bulurdu.” (s.635). Evliya Çelebi İstanbul’da eşine az rastlanır hanendeler olduğunu ifade ettikten sonra isimlerini sıralar ve bu bölümü şu sözlerle bitirir: “Dostlar bilsinler ki eğer İstanbul içre meşhur üs-tat zâkirleri ve hânendeleri hep bildiklerimizi yazsak Hudâ bilir, başka bir müzik kitabı olur.” (s.636)

Sazendeler: Evliya, kitabında sazendelere genişce yer ayırır (s.637-646), esnaf kolları, üstatları ve saz aletleri hakında bilgi verirken ayrıca o sanat dalının dik-kat çekici niteliklerini de dile getirir: “Bütün sazendeler bu dairezenler olmasa rakkası bozulmuş saat gibi fasıllları karışır.” (s.637). Davzacı denen “ tel sazı, beş târlı ve çârtâ gibi perdelidir ama levendâne bir sazdır”, şeştâr “çârtâ gibi perde-li tahrik edici sesli sazdır”, kopuz “Bosna, Budin, Kanije, Eğri ve Tımışvar serhat-lerine mahsusudur. Hemen şeşhânenin yavrusudur ama aygır gibi kişner bir saz-dır.” (s.639)

Oyuncular, raksçılar: Bunların her biri iki, üç yüz kişi olan 12 koldan oluşur. Ev-liya, bazı kolların kuruluşlarını, önderlerini, hangi alanda daha başarılı oldukları-

Page 51: 1453dergisi 12.sayi

49

The Hanende (singers): Ömer Gülşeni, Evliya Çelebi’s mentor, was the most prominent of all singers in Istanbul, head court artist, and the sheikh of the Gülşeni Sufi order; he was a master in all the maqams (musical styles). Sultan Murad IV enjoyed the Segah Maqam, so Ömer Gülşeni recited verses in Segah substyles of the “Kâr”, “Nakş”, “Savt”, “Zikr”, “Zecel”, “Tasnifât”, “Şarkı” and “Varsağı” (p. 635). After noting that Istanbul had truly unique singers, Çelebi goes on to list their names, finishing as follows: “Our friends should know that if we were to write about the famous Istanbul musicians and singers, then God knows, that would be a separate music book.” (p. 636)

The Sazende (musicians): Evliya Çelebi devotes extensive space to musicians in his work (pp. 637-646); while giving information about the different instruments, he also highlights interesting aspects of this art. “, If there were no dairezen (tam-bourine players), all the musicians would confuse their rhythm, resembling an out of whack pendulum clock.” (p. 637) The people who were known as Davazcis played an instrument “with five wire strings, which sounds solemnly.” The Şeştar is an instrument which has frets at its neck and has an enchanting tune.” The Kopuz is peculiar to the “frontiers at Bosnia, Budin, Kanije, Egri and Timisvar. It is the offspring of the şeşhane; however, it is an instrument that neighs like a horse.” (p. 639)

Actors and dancers: Each one of these groups consisted of 200-300 people and there was a total of 12 branches. Evliya explains the establishment of certain branches, their leaders and which fields they master, as well as some of their attire. Artists from the branch of Kapıcıoğlu Osman were, “unique in their time as master readers, performers and impersonators. They were so skilled, that the world narrators would be mute and dumb in comparison.” (p. 646). “One adores and falls in love with; when these pieces of Moon enter the party with their silk and lace garb; they are like peacocks in the Garden of Eden.” (p. 647)

The Nedim (story tellers) and impersonators: Evliya begins to describe these art-ists with a lengthy introduction about their history. According to what he tells us, the impersonators, who numbered around 500, had roots that went all the way back to Cain and Abel, the sons of Prophet Adam. Allah Almighty had also praised them. Prophet Muhammad appreciated the impersonator Shavar and in books of fatwa it is noted that “an impersonator’s faith is strong,” (p. 632). Evliya Çelebi goes on to list the names and the attributes of the actors who performed as impersonators before Murad IV, at times giving examples of the stories that are concerned with the subject (pp. 649-656).

Shadow puppeteers (Karagoz master): Mehmed Çelebi, a descendant of Blind Hasan, was the trailblazer of all impersonators. The grandfather of Mehmed Çelebi, Blind Hasan, was an artist who made Sultan Yildirim Beyazit laugh at his impersonations; and by his intelligence he convinced the Sultan to revoke his death order of 80 judges (pg. 651-652). Evliya Çelebi, while speaking of Hasan-zade’s ability at shadow plays, narrates stories regarding the origin of the Kara-goz art (p. 653). Blind Hasanoğlu stages plays with two puppets, lasting from evening until the morning hours; here he plays the characters of Hacivad and Karagoz in numerous ways, reading poems fitting to the situation. Şebbaz, the famous puppet master, was also a calligrapher, composer and a firework artist. A person who once watches the performances of this artist, with 300 charac-ters his shadow play, will be enlightened. Setting up a smaller stage within the shadow play in order to perform a play within a play, was one of his innovations (pp. 652-653).

The Mukallit (impersonator): The impersonator Çakman Çelebi, known for his impersonation skills in 17 languages, the impersonator Çikrikcizade Süleyman Çelebi, who caused people to laugh so much that they had to gasp for air, the impersonator Şebek (Chimpanzee) Çelebi (“God forgive to call him Chimp, but he is a real Chimp!”), who made people crack with laughter, the impersonator Şengül Çelebi, who made the audience slap their thighs when laughing with his impersonation of the soup vendor Hacivad and the impersonator Mehmed, “who

nı, bazılarının kıyafetlerini anlatır. Şehir oğlanı Kapıcıoğlu Osman kolunun her biri “zamanın biriciği, okuyucu, çalıcı ve taklitçilerdir ki cihan nedimleri bunların ya-nında dilsiz lâl olur .”(s.646) . “Hususa bu ay parçası tazeler, diba, ipekli, sırmalı ve çârâb eteklikleri ile muhabbet meydanında İrem bağı tavusu gibi süzülüp do-laştıklarında insan hayran olup vurulur.” (s.647)

Nedimler ve taklitçiler: Bu esnaf kollarına Evliya, sanatlarının tarihi hakkında uzunca bir giriş ile başlar. Onun anlattığına göre, sayıları 500 kişi olan mukallitle-rin geçmişi ta Âdem Peygamber’in oğulları Hâbil ve Kâbil’e kadar uzanır. Hak taa-la onları övmüştür. Hz. Muhammed, mukallit Şever’i takdir etmiştir, fetva kitap-larında “taklitçinin imanı sağlamdır” (s.632) demişlerdir. Evliya Çelebi ayrıca Mu-

rad Han Gazi huzurunda taklit yapan oyuncuların isimlerini, özelliklerini anlatır ve bazen de konu ile ilgili hikâye örnekleri verir (s.649-656).

Gölge oyuncusu (Karagöz oyuncusu:) Kör Hasanzâde Mehmed Çelebi taklit-çilerin başıdır. Bu zatın dedesi Kör Hasan, Yıldırım Han’ı taklitleriyle güldüren, zekâsıyla padişahın seksen kadı’nın öldürülmesiyle ilgili emrini geri almasını sağlayan sanatkârdır (s.651-652). Evliya Çelebi, Hasanzâde’nin gölge oyunculu-ğundan söz ederken Karagöz sanatının kaynağı hakkındaki rivayeti de nakleder (s.653). Kör Hasanoğlu akşamdan tâ sabaha dek on beş saat iki resmi oynatıp Ha-civad ve Karagöz’ü çeşit çeşit taklitler eder, duruma uygun şiirler okur. Meşhur gölge oyunu üstadı Şebbâz, hattat, beste sahibi, fişek oyuncusudur. Gölge oyu-nunda 300 parça taklidi olan bu zatı bir kere dinleyen irşad olur. Gölge oyunu perdesi içinde bir küçük perde kurup gayet küçük resimlerle gölge oyunu oynat-mak onun buluşu idi (s.652-653).

Taklitçilerden (mukallitler:) On yedi dilde kıssahan taklidi etmede tanınmış Tak-litçi Çakman Çelebi, taklit etmede adamın gülmekten hayatı gidip ölüm kıyılarına kadar sürükleyen Taklitçi Çıkrıkçızâde Süleyman Çelebi, “Allah affetsin şebek de-

Page 52: 1453dergisi 12.sayi

İSTANBUL’UN EĞLENCE HAYATINA KAYNAK NİTELİĞİYLE EVLİYA ÇELEBİ SEYAHATNÂMESİ / THE SEYAHATNAME OF EVLİYA ÇELEBİ AS A SOURCE OF INFORMATİON ABOUT ENTERTAINMENT IN İSTANBUL

50

could even make animals laugh with his impersonation of them”, were among the leading artists of the time (pp. 654-656).

The Meddah (story tellers): These men are mentioned as, “those who pass through on their litters, with their çevgans (drums) in hand, and their manu-scripts on their waist, narrating and expressing themselves beautifully. Their master was Suheyb-i Rumi, the story teller of the Holy “Risala” (Prophet). Ali, the Prophet’s companion, put on his belt (of mastery) in front of the “Risala”. The ge-nealogy of story tellers and Ahis (an Order of Brotherhood) date back to him.” (p. 482). Among the artists whom Murad IV gathered together on Saturday nights, there also were story tellers. Among these was Tifli, who read excerpts from the Shahnameh (of Ferduwsi), which pleased the Sultan (p. 669).

In the 41st section of the book, Evliya Çelebi lists many of the fields of enter-tainment while discussing the different classes of acrobats and Pehlevan (wres-tling masters): İpçi or Canbazlar (tight rope walkers or acrobats), Ateşbazlar (fire swallowers), Şebbaz or Hayal-i Zılcıyân (shadow puppeteers), Hayal-i zıll-i Tasvirciyan (shadow puppeteer narrators), kuklabâz (puppeteers), zûrbâz (ac-tors), kûzebâz and sinibâz (jugglers), perendebâz (tumblers), kadehbâz (goblet master), beyzâbaz, kağıdbâz, yuvarlakbâz, âyinebâz, şemşirbâz, şazervanbâz, çemberbâz, (jugglers playing with different objects) maymunbâz (monkey train-ers), hımarbâz, (donkey trainers) yılanbâz (snake charmers), baş kuklabaz (head puppeteer), tâsbâz, çanakbâz, kâsebâz, şişebâz, hokkabâz, kayışbâz, küllebâz, çarhbâz, (different arts of magicians and jugglers), ayubâz (bear trainers) and köpekbâz (dog trainers) (p.628-629).

REFERENCE:

• And, Metin, Geleneksel Türk Tiyatrosu (Traditional Turkish Theater), İnkılap Publishing,

Istanbul 1985.

• Coşkun, Fatih, “Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi Işığında XVII. Yüzyıl Türk Müziği” (17th

Century Turkish Music in Light of Evliya Çelebi’s Seyahatname) Ege University Social Sciences

Institute, master’s thesis, İzmir 1997.

• Erduran, Zeynep, ”Evliya Çelebi Seyayyahatnamesi’ne Göre Istanbul’da Esnaf, Zanaat ve

Ticaret” (Merchants, Artisans and Trade according to Evliya Çelebi’s Seyahatname), Kırıkkale

University, Faculty of Social Sciences, Department of History, master’s thesis, Kırıkkale 2006.

• Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi: Istanbul. (The Seyahatname of Evliya

Çelebi in Modern Turkish) (Prepared by Seyit Ali Kahraman and Yücel Dağlı) V.2., Yapı Kredi

Publications, Istanbul 2003.

• İlgürel, Mücteba, “Evliya Çelebi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, (“Evliya Çelebi”,

Turkish Religious Affairs Foundation, V.XI, Turkish Religious Affairs Foundation Publication,

Istanbul 1995. p.529-533.

• Nutku, Özdemir, Meddahlık ve Meddah Hikayeleri (The Art of Meddah and Meddah Stories)

Türkiye İş Bankası Kültür Publications, Ankara 1978.

sen şebek, adamı gülmekten çatlatan” Taklitçi Şebek Çelebi, Hacivad çorbacı tak-lidiyle insanın gülmekten burnu kanayan Taklitçi Şengül Çelebi, hayvan taklidiyle hayvanları bile kandıran Taklitçi Mehmed zamanın ileri gelen sanatkârlarındandır (s.654-656).

Meddahlar: Esnaf alaylarında “tahtırevanlar üzere ellerinde çevganları, belle-rinde mecmuaları ile fesâhat ve belâgat üzere kıssa okuyarak geçerler. Pîrleri Süheyb-i Rumî’dir ki Hz. Risâlet’in meddahıdır. Hazret huzurunda kemerini Hz. Ali bağlamıştır. Meddahların ve ahîlerin silsilesi ona ulaşır.” (s.482) IV. Murad’ın Cumartesi geceleri topladığı sanatkârlar arasında meddahlar da vardır. Bunların içinde Tıflî, Şehname’den parçalar okuyarak hükümdarı memnun ederdi. (s. 669)

Evliya Çelebi ayrıca kırk birinci bölümde cambaz ve çeşitli pehlevan (usta) sı-nıflarını anlatırken eğlence ile ilgili birçok meslek dalının listesini de verir: İpçi yani cambazlar, âteşbazlar, şebbâz yani hayal-i zılcıyân, hayal-i zıll-ı tasvirciyan, kuklabâz, zûrbâz, kûzebâz, sinibâz, perendebâz, kadehbâz, beyzâbaz, kağıdbâz, yuvarlakbâz, âyinebâz, şemşirbâz, şazervanbâz, çemberbâz, maymunbâz, hımar-bâz, yılanbâz, baş kuklabaz, tâsbâz, çanakbâz, kâsebâz, şişebâz, hokkabâz, kayış-bâz, küllebâz, çarhbâz, ayubâz, köpekbâz (s.628-629).

DİPNOT:

1 Bu kısmın yazılmasında Seyit Ali Kahraman ve Yücel Dağlı tarafından hazırlanan Günümüz Türk-

çesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi: İstanbul, c.I, (1. ve 2.kitap)’den faydalanılmıştır. Parantez

içindeki sayfa numaraları adı geçen kitaba aittir.

KAYNAKÇA:

• And, Metin, Geleneksel Türk Tiyatrosu, İnkılap Kitabevi, İstanbul 1985.

• Coşkun, Fatih, “Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi Işığında XVII. yüzyıl Türk Müziği”, Ege

Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel Bilimler Bölümü Anabilim Dalı, Yüksek Lisans

Tezi, İzmir 1997.

• Erduran, Zeynep, ”Evliya Çelebi Seyayyahatnamesi’ne Göre İstanbul’da Esnaf, Zanaat ve

Ticaret”, Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, Yüksek Lisans

tezi, Kırıkkale 2006.

• Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi: İstanbul. (Haz. Seyit Ali Kahrman ve

Yücel Dağlı) 2 c., Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2003.

• İlgürel, Mücteba, “Evliya Çelebi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,c. XI, Türkiye

Diyanet Vakfı Yayını, İstanbul 1995. s.529-533.

• Nutku, Özdemir, Meddahlık ve Meddah Hikayeleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

Ankara 1978.

Page 53: 1453dergisi 12.sayi

EVLİYA ÇELEBİ’NİN SEYAHATNAMESİNE GÖRE XVII. YÜZYILDA İSTANBUL’DAKİ İNANCA DAYALI ŞİFA YERLERİ

Prof. Dr. Mehmet AYDIN

THE PLACES THAT PROVIDE HEALING BASED ON FAITH IN ISTANBUL IN THE 17th CENTURY ACCORDING TO THE

SEYAHATNAME OF EVLİYA ÇELEBİ Prof. Dr. Mehmet AYDIN

Page 54: 1453dergisi 12.sayi

EVLİYA ÇELEBİ’NİN SEYAHATNAMESİNE GÖRE XVII.YÜZYILDA İSTANBUL’DAKİ İNANCA DAYALI ŞİFA YERLERİ/THE PLACES THAT PROVIDE HEALING BASED ON FAITH IN İSTANBUL IN THE 17th CENTURY ACCORDING TO THE SEYAHATNAME OF EVLİYA ÇELEBİ

52

EVLİYA ÇELEBİ’NİN SEYAHATNAMESİNE GÖRE XVII.YÜZYILDA İSTANBUL’DAKİ İNANCA DAYALI

ŞİFA YERLERİProf. Dr. Mehmet AYDIN*

XVII. yüzyılın önemli bir Osmanlı seyyahı olan Evliya Çelebi (1611-1682)’nin seya-hatnamesinde verdiği bilgilere dayanarak, İstanbul’daki inançlara dayalı şifa yer-lerinin o dönemde bazı hastalıklar için çok önemli tedavi merkezleri oluşturduk-larını söyleyebiliriz. Her dönemde olduğu gibi, XVII. yüzyılda da İstanbul halkı, Humma, Afakan, Mahmum-i Riba (sıtma), Kalb Çarpıntısı, Unutkanlık, Veba ve Di-zanteri gibi hastalıklar için, İstanbul’da bulunan bazı türbe ve tekkelere giderek, hastalıklarına çare aramışlardır. Ancak, Evliya Çelebi döneminde İstanbul’daki inanca dayalı şifa yerleri, sadece Evliya Çelebi’nin verdiği yerlerden ibaret değil-dir. Biz bu yazımızda Evliya Çelebi’nin verdiği bilgilerle yetinerek O’nun gözü ile XVII. yüzyılda İstanbul’daki inanca dayalı şifa merkezlerini tahlil etmeye çalışaca-ğız. Evliya Çelebi’nin verdiği bilgilerin, diğer seyahat kitaplarındakilerle mukaye-sesinin yapılması da belki bir başka yazının konusu yapılabilir.

Evliya Çelebi’nin Seyahatnâmesi’nde ver-diği bu inanca dayalı şifa yerleri muhtelif isimlerde anılmaktadır. Bunlar bazen bir türbe ya da bir tekke olurken, bazen de Ayasofya Camiindeki bir direk, hatta ba-zen, bir mesire yeri olabilmektedir.

Evliya Çelebi, “İstanbul’da olan Garib ve Acaib Tılsımlar” başlığı altında şu bilgileri vermektedir:

1. Tılsım: “Sultan Bayezid hamamının al-tında dört köşeli, bin parçadan yapılmış bir sütundur. Yüksekliği seksen zira’dır. “Tâun (veba) hastalığının girmemesi için tılsımlı idi. Bu sütun durdukça, şehre Tâun hastalığı girmezmiş” Bayezid Han hama-mı yaptırırken, bu taşı devirmişler. O an-da Sultan Bayezid’in oğullarından Davud Paşa, hamamın bahçesinde Taun’dan ve-fat etmiştir. Mezarı kapının içinde bir sofa üzerindedir. Ondan sonra da İstanbul da Taun yayılmıştır.1

2. Tılsım: Eğri kapı yakınındaki Tekfur sa-rayında Mihalaki adındaki bir bilginin yap-tırdığı siyah mil üzerine tunçtan yapılmış bir ifrit heykeli bulunmaktadır. Bu heykel yılda bir defa ateş saçarmış. Herkes onun ateşinden bir kıvılcım alırmış ve sıhhatli oldukları sürece ateşlilikleri sönmez imiş.2

3. Tılsım: Ayasofya’nın Güney tarafında dört adet mermer üzerine Azrail, İsrafil, Mikail ve Cebrail resimleri yapılmıştır. Az-rail bir kanat çırpsa, dünyanın her yerin-de veba hastalığı olurmuş.3

THE PLACES THAT PROVIDE HEALING BASED ON FAITH IN ISTANBUL IN THE 17th CENTURY ACCORDING TO THE

SEYAHATNAME OF EVLİYA ÇELEBİ Prof. Mehmet AYDIN*

Based on the information Evliya Çelebi (1611 – 1682) provides as an important Ottoman traveler of the 17th century in his book, the Seyahatname, we can say, that certain locations in Istanbul, which were believed to heal people due to their affiliation with faith, were considered essential treatment centers for several dis-eases in that period. Like in other eras, in the 17th century also, when people of Istanbul were stricken by fever, malaria, tachycardia, amnesia, plague or dysen-tery, they went to certain tombs or dervish lodges in Istanbul to seek a cure for these diseases. However, the healing places that were based on faith in Istanbul at the time of Evliya Çelebi were not limited only to the examples given in his Seyahatname. Nevertheless, in this article, we will limit ourselves within the in-formation Evliya Çelebi provided, and we will try to analyze Istanbul’s healing

centers believed to provide health in affili-ation with faith during the 17th century.

The healing places, based on faith which are mentioned by Evliya Çelebi in the Seyahatname are referred to by a vari-ety of names. While sometimes they are tombs or dervish lodges, at other times they might be a column in Hagia Sophia Mosque, or even a holiday resort.

Under the headline of Bizarre and Pecu-liar talismans in Istanbul, Evliya Çelebi provides the following information:

1st talisman: “This is a column under the Turkish baths of Sultan Bayezid. It is in rectangular shape and made of thousand different pieces. It measures 80 zira (82 cm x 80 = 65,6 m) tall. This talisman pre-vents the plague from entering the city. As long as this column remains standing, the plague will not enter the city.” When Bayezid Khan had the Turkish baths built, this column was torn down and imme-diately Davud Pasha, one of the sons of Sultan Bayezid, died in the garden of the Turkish baths from the plague. His grave is in the chamber that lies inside the gate. After this, plague spread throughout Is-tanbul.1

2nd Talisman: A sculpture of a demon made of bronze standing on a black shaft; this was built by a scholar named Mihalaki It is in the Tekfur Palace, lo-cated near Eğir Kapı (gate). This sculp-ture was believed to emit flames once a year. Everyone should take a spark from the fire and their fire would not die out as long as they remained in good health.2

* Selçuk Üniversitesi, İlâhiyat Fakültesi, Konya * Selçuk University, Depatment of Religious Studies, Konya

Evliya Çelebi’nin şifa yerleri olarak bahsettiği türbelerin şifa merkezi olarak kullanılmalarının tarihi Orta Asya’ya kadar uzanmaktadır. Eski Türklerde atalara ve onların mezarlarına saygı ve mezarlara yapılan

merasimler çok eskilere kadar giden önemli bir tedavi yöntemidir.

The tombs and mausoleums, which Evliya Çelebi also mentions as healing places, were also used as health centers, stretching back as far as Central Asia. The respect shown to the graves of these predecessors and the ceremonies that were carried out at these graves, as places for the treatment of illnesses, have an important place in the history

of the ancient Turks that dates back to ancient times.

Blakherna Ayazması / Blakherna Holy Spring

Page 55: 1453dergisi 12.sayi

53

Evliya Çelebi, Ayasofya Camisi ile ilgili de birçok tedavi ve şifa yeri zikretmekte-dir. Kelâmi Ağa denilen bir şahıs, Ayasofya Camisinde “Kırklar Makamı” denilen bir yerde başından geçenleri, Evliya Çelebi’ye anlatmış; o da buna inanarak seya-hatnamesinde bunları şöyle nakletmiştir:

1- “Terler direk:”Bu direk; yaz, kış, gece ve gündüz terlermiş. Baş ağrısı olan bi-risi bu direğin terinden başına sürerse iyi olurmuş. Yine bir kimse dizanteri has-talığına tutulduğunda, yüreğinden kan gelse; bu direğin terinden içince hastalık-tan kurtulurmuş. Bir kimse, sıtmaya tutulsa, bakırın deliklerinden parmakla top-rak çıkarıp bağlayınca, hemen kusar ve iyileşirmiş.4

2- “Ayasofya kuyusu”: “Bir kimse kalp çarpıntısına tutulsa, üç Cumartesi Ayasof-ya içindeki kuyu suyundan sabahleyin aç karnına üçer yudum içince iyileşirmiş”.5

3- Altın topun özellikleri: Bir kimse unutkanlık hastalığına tutulsa, Ayasofya kub-besinin ortasında asılı olan top altında yedi defa sabah namazı kılıp üç defa “Alla-hümme yâ kaşife’l-müşkilat ve ya Alimus-sırrı ve’l-hafiyât” deyip her vakitte ye-dişer siyah üzüm yerse; Allah’ın emri ile zihni açılırmış.6

4- İsa beşiği makamı: Ayasofya’nın üst katının Doğu tarafında bir köşede kırmı-zı renkli mermerden tekneye benzer bir beşik varmış. Günahkâr kadınların ço-cukları hasta olduğu zaman, bu çocukları, bir an bu beşiğe koysalar rahat-larlarmış.7

Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde türbelerle ilgili de bir takım şifa yer-lerinden bahsetmektedir. Bu yerleri Evliya Çelebi şöyle sıralamaktadır:

1- Eyub Hazretleri Türbesi: Mübarek ayakucunda bir su sarnıcı varmış. Ziyaretçiler bu sudan içerlerse Hafakan hastalığına iyi gelirmiş.8

2- Eyub Hamamı: Suyu çok güzelmiş. Erkek ve kadınlar için çifte hamam varmış. Fatih nefesi eseri olarak oraya giren hastalar şifa bulurlarmış.9

3- Eyub Mesiresi: “Kâğıthane yolu üzerinde küblüce ayazma adı ile deni-ze bakan yüksek tepe üzerinde ağaçlı bir yer varmış ki ayazmanın suyu cana can katarmış. Humma’ya yakalanan bir kimse üç hafta seher vakti bu sudan içerse iyileşirmiş.10

4- Pir Merkez Efendi Türbesi: Merkez Efendi’nin delaletiyle bir kuyu ka-zılmış. Hâlâ kırmızı renkli büyük bir pınar olarak vardır. Her kim sabahle-yin aç karnına bu hoş lezzetli sudan üç kere içerse; Allah’ın emri ile hum-ma hastalığından kurtulurmuş.11

Evliya Çelebi, seyahatnamesinde diğer şifa yerlerinden de bahsetmek-tedir. Bu yerleri, Kara Piri Paşa kasabası ve Hasköy kasabası olarak be-lirtmekte ve şunları yazmaktadır:

1- Kara Piri Paşa Kasabası: Piri Paşa’da “Ayazmiyûn” adında bir su kaynağı vardır ki, temmuzda hummaya yakalanan bir kimse üç kere, suyundan içip, bütün vücudunu yıkarsa, kusarak kurtu-lurmuş. Rumların çoğu burada oturduklarından, bu ayazmayı çok zi-yaret ederlermiş.12

2- Hasköy Kasabası: Yahudi taifesinin mezarları Hasköy dağında be-yaz çakıl taşı gibi görünmektedir. Ölenlerin başka bir yere gömül-mesine imkân yoktur. Bu mezarlık yakınında İne Ayazma denilen bir tatlı su kaynağı vardır ki, sıtmaya (Mahmum-i Ribaya-Bir gün tutup, iki gün bırakan, dördüncü gün tutan sıtma) tutulanlar, yedi kere içip, yıkansalar sıtmadan kurtulurlarmış.13

Sonuç olarak Evliya Çelebi’nin XVII. yüzyılda verdiği bil-gilere dayanarak, hastalıklar için halkın İstanbul’da git-miş olduğu mekânları tahlil ettiğimizde; o dönemle il-

3rd Talisman: Images of Archangels Azrael, Israfel (Trumpeter), Michael and Gabriel were made on four marble blocks that lay near the southern facade of Hagia Sophia. If Azrael was to flap his wings just once, the plague would spread everywhere in the world.3

Evliya Çelebi mentions a number of other places for treatment and healing con-nected with Hagia Sophia Mosque as well. A person called Kelami Agha told Çele-bi, what happened to him at a place known as the “Kırklar Makamı” (Place of the Forty) in the Hagia Sophia Mosque and other related magic spots:

1- The Sweating Column: “This column “sweats” in summer and winter, day and night. If someone with a headache spreads some of the “sweat” from this col-umn on his/her head, he/she would be cured. Again, if someone with dysentery, so severe, that “blood is coming out of his/her heart”, will be healed after drink-ing the “sweat” from this column. If someone has malaria, he/she should take out mud from the column’s copper holes and attach it (in small sacks to him/herself); he/she will vomit immediately and be cured.” 4

2- The well of Hagia Sophia: “If someone is suffering from tachycardia, he/she should drink from the water well of Hagia Sophia on three Saturday mornings; three sips each time on empty stomach and he/she will be healed.”5

3- The golden ball: If someone suffers from amnesia, he/she should per-form the morning prayer seven times under the ball that hangs from the middle of the dome in Hagia Sophia, and pray as “Allahumma ya

kashifa’l-mushkilat wa ya Alimus-sirri wa’l-hafiyat” three times while eating seven black grapes each time, and with the grace of Allah, his/her memory will be restored.6

4- The Cradle of Jesus: Located on the eastern side of the upper floor of Hagia Sophia there was a cradle that looked like a small boat made of red marble, resting on four marble blocks. When children of sinful women became ill, they were placed in this cradle and they would find relief.7

In the Seyahatname, Evliya Çelebi also tells certain healing places that are related to tombs. Evliya Çelebi mentions these places as follows:

1- The Tomb of Ayyub: There was a water tank at the blessed feet of this Companion of the Prophet. When visitors drank from this water their palpitations were cured.8

2- The Turkish Baths of Ayyub: The water here was very popular. There were two Turkish baths; one for men and one for women. Believed to be blessed by Fatih’s prayer, the patients who went there awaited relief of their illnesses.9

3- Promenade of Ayyub: There was a woody excursion area known as the Holy Spring of Küblüce on the road to Kağıthane; this was located on a high hill overlooking the Golden Horn; the waters of this spring brought energy to people. If someone had a fever

he/she should drink this water at dawn for three weeks and then would be cured.10

4- The Tomb of Merkez Effendi, the Sufi: A well was dug under the guidance of Merkez Effendi. This well still exists today as a large spring, with slightly reddish water. Whoever drank from this re-freshing water on an empty stomach three times in the morning

would recover from fever, with the grace of Allah.11

In his Seyahatname Evliya Çelebi also mentions other healing locations. He indicates these as being the town of Kara Piri Paşa and the town of Hasköy; he wrote the following about these locations:

Evliya Çelebi eserinde İstanbul’un tılsımlı sütunlarından söz eder/Evliya Çelebi writes about talisman columns of

İstanbul in his book.

Page 56: 1453dergisi 12.sayi

EVLİYA ÇELEBİ’NİN SEYAHATNAMESİNE GÖRE XVII.YÜZYILDA İSTANBUL’DAKİ İNANCA DAYALI ŞİFA YERLERİ/THE PLACES THAT PROVIDE HEALING BASED ON FAITH IN İSTANBUL IN THE 17th CENTURY ACCORDING TO THE SEYAHATNAME OF EVLİYA ÇELEBİ

54

Page 57: 1453dergisi 12.sayi

55

gili çok önemli bilgilere ulaşabilmekteyiz. Önce, Türk-İslâm kültüründe hastalık-ların tedavisinde inanca dayalı merkezlerin çok önemli bir yer tuttuğunu belirt-mekte yarar vardır. Orta Asya Türk halkları arasında büyük saygı gören Şaman-ların birer hekim olduklarını unutmamamız gerekir. Zamanla Şaman evlerinin, Türk kültür tarihinde hastalıklar için Ocaklar haline geldiğini söyleyebiliriz. Hâlâ Anadolu’da bazı hastalıklar için Ocak olan aileler varlığını korumaktadır.14

Evliya Çelebi’nin şifa yerleri olarak bahsettiği türbelerin ise şifa merkezi olarak kullanılmalarının tarihi de Orta Asya’ya kadar uzanmaktadır. Eski Türklerde ata-lara ve onların mezarlarına saygı ve mezarlara yapılan merasimler çok eskilere kadar giden önemli bir tedavi yöntemidir.15

Şüphesiz halkımızın türbelere bir takım beklentilerle gelmeleri de sebepsiz değil-dir. Buralara gelen insanları iki kategoride görmekteyiz: Birincisi, başındaki her türlü sıkıntı için, türbelere gelerek çare bekleyenlerdir. Bunlar genelde dertlerinin sebeplerini dahi düşünmeden, doğrudan mezarlara ve türbelere gelerek medet uman halk kesimidir. İkincisi, için de bulundukları dertler için, birçok maddi ça-reye başvurdukları halde, bir türlü çözüm bulamayanlardır. Bunlar zamanının he-kimleri dâhil, birçok yola müracaat ettikleri halde problemlerini çözemeyen kişi-lerdir. İşte mezar ve türbe ziyaretleri genelde bunun için yapılmakta ve bu tür is-tekler için canlılığını korumaktadır. Bu mekânların kutsalla özdeşleştiği ve kutsalın bizzat yer aldığı mekânlar olarak düşünülmesi, Dinler Tarihi açısından önem arzet-mektedir. Dini Fenomenoloji tarihinde buna Hierofani adı verilmektedir. Yani bu mekânlarda kutsalın tezahür ettiğine inanılmaktadır. Bu açıdan insanlık, tarih bo-

Çemberlitaş / The Çemberlitaş Column (The Constantine Column)

1- The town of Kara Piri Paşa: In Piri Paşa, there was a fountain known as Ayazmi-yûn; it is said that if someone who has a fever in July drinks from this water and washes his/her body with it three times, he/she will recover after vomiting. Most of the population in this vicinity were Rum (Anatolian Greeks), and they were often visiting this holy spring.12

2- Town of Hasköy: Jewish graves could be seen on the mountain of Hasköy, like white stones. They could not bury their dead in another place. There was a source of fresh water near this cemetery, known as Ine Ayazma and people who caught Mahmum-i Ribaya (a fever which makes people ill on the first day; they get relieved for the next two days and the fever returns on the fourth day, pos-sibly Brucellosis) could find relief from this disease by drinking the water and by taking a bath in it seven times.13

In conclusion, when we examine the places cure in Istanbul based on the infor-mation that Evliya Çelebi provided in the 17th century, we find very important information about that era. First, we should indicate, that in the Turkish-Islamic culture centers that were concerned with religion occupied an important place in the treatment of illnesses. We should not forget that the shamans, who have great respect in Central Asian Turkic societies, were, in fact, physicians. We can say that over time in the history of Turkish culture the houses of the shamans were transformed into Ocak (guilds) to treat illnesses. Today in Anatolia some families still continue to function as such guilds.14

Tombs and mausoleums, which Evliya Çelebi also mentions to be believed as healing places, form a belief stretching back as far as Central Asia. The respect shown to the graves of forefathers and the ceremonies that were carried out at these graves, as places for the treatment of illnesses, have an important place in the history of ancient Turks dating back to ancient times.15

Without a doubt there must certainly be a reason behind the visits to these tombs, which were made by some expectations. People coming to these places may be divided in two categories: The people in the first category are those to find relief for every type of trouble they experienced and to pray for help. These people hoped for help directly from these graves and tombs, without even con-sidering the reasons for their illnesses. The second group, on the other hand, consists of those who were unable to find any solution to the problems they were experiencing, even though they had tried various physical remedies. consulting a physician. So visits were made to tombs and mausoleums for this end and thus their importance was maintained. The fact that these places have been consid-ered locations identified with the Divine and where blessings could be attained carries great importance for religious history. In the history of religious phenom-enology this is known as Hierophany (the appearance of the Divine). It is believed, that the Divine will somehow appear in such places. In this respect, throughout history, humanity has lived hand in hand with the idea of Hierophany. Thus, the background of such visits to tombs and mausoleums is the fact that people desire to benefit from a source of blessings which is conveyed by the figures in these areas. As a result, many people turn towards this Divine Power and search for a remedy for their problems by trying to attain a share of these blessings.16

During the 17th century, the people of Istanbul went to places of healing men-tioned by Evliya Çelebi in his Seyahatname; here they searched for a cure to the troubles they were experiencing. The fact, that some of the people searching help at these sites found relief to their troubles, became a source of hope for oth-er people. During this period in which medicine had not advanced much, these sites fulfilled an important task by letting people live without losing hope. The in-formation provided by Evliya Çelebi on this subject is important as a material for examining the religious and sociocultural life of that period. By informing us of the illnesses which the people of Istanbul suffered from during the 17th century, as well as, where these people turned when having illnesses and not having phy-sicians, Evliya Çelebi provides us social and anthropological material for that era.

Page 58: 1453dergisi 12.sayi

EVLİYA ÇELEBİ’NİN SEYAHATNAMESİNE GÖRE XVII.YÜZYILDA İSTANBUL’DAKİ İNANCA DAYALI ŞİFA YERLERİ/THE PLACES THAT PROVIDE HEALING BASED ON FAITH IN İSTANBUL IN THE 17th CENTURY ACCORDING TO THE SEYAHATNAME OF EVLİYA ÇELEBİ

56

yunca çok sayıda Hierofanilerle iç içe yaşamıştır. İşte mezar ve türbe ziyaretleri-nin geri planı, bu mekânda bulunan şahsiyetlerin taşıdıkları kutsallık kaynağından ziyaretçilerin yararlanma istekleridir. Böylece birçok kişi, bu kutsal güce doğru yö-nelmekte ve ondan pay alarak derdine çare aramaktadır.16

İşte Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde naklettiği bu şifa yerlerine de XVII. yüz-yılda İstanbul halkı, bu amaçla gitmekte ve içinde bulundukları dertlere çare ara-maktadırlar. Bu şifa mekânlarından çare bekleyen insanların bir kısmının psiko-lojik olarak hastalıklarına şifa bulmaları, diğer insanlara bir ümit kaynağı olmuş-tur. Tıbbın gelişmiş olmadığı bu dönemde, insanların ümitlerini kaybetmeden ya-şamaları açısından işlevsel olan bu yerler çok önemli bir görevi yerine getirmiş-lerdir. Bunun için Evliya Çelebi’nin bu alanda verdiği bilgilerin, o dönemin dini ve sosyo kültürel hayatı için çok önemli malzemeler olduğunu belirtmekte yarar vardır. Evliya Çelebi, XVII. yüzyılda İstanbul halkının hangi hastalıklardan muzda-rip olduğunu ve bunlar için zamanın hekimlerinin dışında nerelere başvurduk-larını bildirerek çağının sosyal ve antropolojik malzemelerini bize sunmaktadır.

KAYNAKLAR

1- Evliya Çelebi, Seyahatname, I-II, İst. 1993

2- Prof. Dr. Mehmet Aydın, Doç. Dr. Galip Atasağun, Yard. Dr. A. Aras, Yard. Doç. Dr. S. Baybal, Dr. N. Öztürk, Konya Merkezdeki Manevi Halk İnançlarının Dinler Tarihi ve Din Fenomenolo jisi Açısından Değerlendirilmesi, Konya, 2006

3- Prof. Dr. Hikmet Tanju, Ankara ve Çevresinde Adak ve Adak Yerleri, Ank. 1967

4- Prof. Dr. Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi Ankara, 1971

5- Mehdi Halıcı, Konya’nın Dünü ve Bugünü, Yeni Konya Gazetesi, 16 Ağustos, 1985.

6- Abdulkadir Erdoğan, “Konya’da Eski Tekyeler”, Konya Dergisi, Halkevi yayınları, Konya, 1983, yıl, 2; Sayı: 16–17/971–977

7- Gustav Menshing, Dini Sosyoloji, tercüme, Prof. Dr. Mehmet Aydın, Konya, 2004

8- Prof. Dr. Hikmet Tanyu, Türklerde Taşla İlgili İnançlar, Ankara, 1968

DİPNOT1 Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Üçdal Neşriyat, İstanbul, 1993, I. Cilt s:412 Evliya Çelebi Seyahatnamesi,1.s, 41. 3 a.g.e,s,41. 4 a.g.e, s, 96. 5 a.g.e, s,96. 6 a.g.e. s,977 a.g.e. s978 Evliye Çelebi Seyahatnamasi,1.cilt.s,308. 9 a.g.e.s,305. 10 a.g.e.s,306. 11 a.g.e.s,286. 12 a.g.e.s,317. 13 a.g.e. s,31814 Gustav Mensching,Dini Sosyoloji,Çev.Prof.Dr.Mehmet AYDIN, Konya. 2004.s, 27-3015 Prof. Dr. Mehmet Aydın, Doç. Dr. Galip Atasağun Yard. Doç. Dr. A. Aras, Yard. Doç. Dr. S. Baybal. Dr. N. Öztürk, Konya Merkezdeki manevi halk inançlarının Dinler tarihi ve din Fenomenolojisi açısından Değerlendirilmesi, Konya, 2006, s. 117. 16 a.g.e., s. 115

REFERENCES

1- Evliya Çelebi, Seyahatname, I-II, Istanbul. 1993

2- Dr. Mehmet Aydın, Dr. Galip Atasağun, Dr. A. Aras, Dr. S. Baybal, Dr. N. Öztürk, Konya Merkezde-ki Manevi Halk İnançlarının Dinler Tarihi ve Din Fenomenolojisi Açısından Değerlendirilmesi, Konya, 2006

3- Dr. Hikmet Tanju, Ankara ve Çevresinde Adak ve Adak Yerleri, Ankara. 1967

4- Dr. Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi Ankara, 1971

5- Mehdi Halıcı, Konya’nın Dünü ve Bugünü, Yeni Konya Gazette, August 16, 1985.

6- Abdulkadir Erdoğan, “Konya’da Eski Tekyeler”, Konya Dergisi, Halkevi yayınları, Konya, 1983, year, 2; Issue: 16–17/971–977

7- Gustav Menshing, Dini Sosyoloji, translated by Dr. Mehmet Aydın, Konya, 2004

8- Dr. Hikmet Tanju, Türklerde Taşla İlgili İnançlar, Ankara, 1968

FOOTNOTES:

1 Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Üçdal Neşriyat, Istanbul, 1993, I. Volume p:41

2 Evliya Çelebi Seyahatnamesi, vol. 1. p.41. Ibid, p. 41. Ibid, p. 96. Ibid, p.96. Ibid, p. 97. Ibid, p. 97

3 Evliya Çelebi Seyahatname,vol. 1, p. 308. Ibid, p. 305. Ibid, p. 306. Ibid, p. 286. Ibid, p. 317. Ibid, p.318

4 Gustav Mensching, Dini Sosyoloji, translated by Dr. Mehmet Aydın, Konya. 2004.pp. 27-30

5 Dr. Mehmet Aydın, Dr. Galip Atasağun, Dr. A. Aras, Dr. S. Baybal. Dr. N. Öztürk, Konya: Merkezde-ki Manevi Halk İnançlarının Dinler Tarihi ve Din Fenomenolojisi Açısından Değerlendirilmesi, Konya, 2006, p. 117.

6 Op.cit., p. 115

Page 59: 1453dergisi 12.sayi

EVLİYA ÇELEBİ’NİN İSTANBUL HİKAYESİYeliz ÖZAY

EVLİYA ÇELEBİ’S STORY OF İSTANBULYeliz ÖZAY

Page 60: 1453dergisi 12.sayi

EVLİYA ÇELEBİ’NİN İSTANBUL HİKAYESİ / EVLİYA ÇELEBİ’S STORY OF İSTANBUL

58

EVLİYA ÇELEBİ’NİN İSTANBUL HİKAYESİYeliz ÖZAY*

Evliya Çelebi, 19 Ağustos 1630’da (10 Muharrem 1040) yani kendisinin yirmin-ci doğum gününde İstanbul’daki evlerinde uykuya dalar ve seyahatlerinin sebe-bi olan rüyayı görür. Rüyasında Ahî Çelebi Camisi’nde, nurlu bir kalabalık içinde-dir. Ebî Vakkas oğlu Sa’d’dan oradakilerin hepsinin “peygamberlerin ruhları, bü-tün evliya ve asfiyâ” ruhları olduğunu öğrenir. Evliya Çelebi, Seyahatname’nin bu ilk rüyasında, Hz. Peygamber’den “şefaat” isteyeceğine dil sürçmesiyle “seya-hat” ister ve hem Peygamber’in hem de toplantıdakilerin hayır dualarını alır. Rü-yadan uyanınca, rüyasını yorumlatmak için Kasımpaşa Mevlevihanesi Şeyhi Ab-dullah Dede’ye gider. Abdullah Dede’nin “Ebî Vakkas oğlu Sa’d’ın öğüdü üzerine önce bizim İstanbulcığazımızı yazmaya gayret edip elinden geleni sarf eyle” de-mesiyle Evliya Çelebi, evine çekilir, kendisini tarih araştırmalarına verir: “Daha sonra hakîr fakirâne teklifsiz evimiz olan sığınağımız köşesinde kitap hazinesine sahip olup bazı tarihler okuyarak doğum yerimiz olan, kralların hasret çektiği yer ve felekler denizinin limanı olan Makedon vilâyetinin sağlam kalesi ve güçlü Sed-di olan İstanbul yazımına başladık.”

Haliç’te doğan ve sultanın sarayında yetişen Evliya Çelebi için İstanbul doğal ola-rak, Osmanlı İmparatorluğu’nun olduğu kadar kendi dünyasının da merkeziydi. Seyahatlerine çıkmadan önce otuz yılını burada geçirdi ve daha sonra da sık sık İstanbul’a geri döndü. Seyahatlerini anlattığı on kitaptan ilkinin tamamını, yani Seyahatnâme’nin yüzde onluk kısmını, her zaman sevgiyle “Müslümanlarla dolu” anlamına gelen “İslam-bol” diye söz ettiği bu kente ayır-dı. Diğer kitaplar Evliya Çelebi’nin seyahatlerinin izini sürmemizi sağlarken bu kitap, onun kendi şehrinin efsa-nelerle dolu tarihinin, ziyaret yerlerinin, günlük yaşamı-nın ve insan manzarasının rehber kitabı niteliğindedir.

Evliya Çelebi, İstanbul’u anlatmaya öncelikle onun efsa-nevi tarihinden başlar ve bu tarih kurgusu İstan-bul’un fethini de kapsayacak biçimde sürer. “Adem Peygam-ber’den sonra [İstanbul’un] ilk kurucusunu bildirir” baş-lıklı bölümde Evliya Çelebi İstanbul’un dokuz kurucusu-nu ve onların İstanbul’a ilişkin hikâyelerini anlatır. Evli-ya Çelebi, “Yunan Tarihçisi Yanevan ve diğer tarihçiler İstanbul’un yapılışı hakkında şu konuda birleşmişlerdir ki” diye başladığı sözlerine ilk kurucu olduğunu belirttiği Hz. Süleyman’ın hikâyesi ile devam eder. Efsaneye göre, Hz. Süleyman İstanbul toprağına gelip Saraybur-nu adlı yerde “ibadet” için büyük bir saray ve türlü türlü dinlenme yerleri yapar ki dillere destan olur, “dünya durdukça mamur ve bakımlı ola diye İstanbul top-rağı için hayr dua eder”. Hz. Süleyman ile İstanbul’un kuruluşunun ilişkilendirildi-ği efsaneler hem yazılı hem de sözlü kaynaklarda oldukça yaygındır. Burada dik-kat çekici bir başka nokta İstanbul’daki ilk ibadet yerini onun yaptırmış olmasıdır ki Evliya Çelebi sonraki anlatılarında, Ayasofya’nın yapılışını da İslam ve Doğu mi-tolojisinin bu önemli kişiliği ile ilişkilendirecektir. Hz. Süleyman’dan sonraki kuru-cu oğlu Melik Rac’im’dir ki iki yüz kırk yıl meliklik etmiştir.

Üçüncü kurucu, Evliya Çelebi’nin İstanbul’un kuruluş hikâyesinde ve diğer bö-lümlerde sıkça adını andığı ve kurgusunu güçlendiren bir efsanevi karakter olan Madyan oğlu Yanko’dur. Evliya Çelebi’ye göre, “Yeryüzünü baştan başa ele ge-çiren dört cihangir melik vardır. İkisi İslam’da, ikisi başka sapık dinlerdedir. Biri Hz. Süleyman Peygamber, biri İskender-i Zülkarneyn’dir. Buna da peygamber de-mişlerdir.” İşte Müslüman olmayanlardan biri de Madyan oğlu Yanko’dur ve 600 yıl yaşamıştır. İstanbul’un surlarını, Yedikule’yi ve birçok kaleyi ilk yapan odur.

Dördüncü kurucu Büyük İskender’dir. Düşmanından intikam almak için Hz. Hızır’ın önerisiyle Karadeniz’i Makedonya şehri yakınından kesip Akdeniz’e akıtır ve Karadeniz’in kesilmesinden sonra Makedonya da sular altında kalır. İntikam alındıktan sonra Büyük İskender Makedonya şehrini tamir ettirir. Evliya Çelebi, bu efsaneyi anlatırken özellikle sözlü kültürün çok önemli motiflerinden biri olan Hz.

EVLİYA ÇELEBİ’S STORY OF İSTANBULYeliz ÖZAY*

On August 19, 1630 (Muharram 10, 1040), which was also his twentieth birthday, after falling asleep in his house in Istanbul, Evliya Çelebi had a dream which would be the impetus for his journeys. He dreamt that he was surrounded by beams of divine light in the Ahi Çelebi Mosque. He learned from Sa’d, the son of Ebi Vakkas, that those were the souls of the “prophets, saints and apostles (the followers of the Prophet)”. In this first dream of Seyahatname, instead of asking for forgiveness, due to a slip of the tongue, Çelebi asked the Prophet for a “journey” and received blessings from both the Prophet as well as the others who were at the meeting. After he awoke, he went to the sheikh of the Kasımpaşa Mawlawihane, Abdullah Dede, to ask him to interpret his dream. After Abdullah Dede said: “First, try to describe our dear Istanbul as best you can,” Evliya Çelebi shut himself in his house to focus on historical research. “Later, after going through the trove of books in the corner of my humble home, I started my piece on Istanbul, the place of our birth, the place kings have longed for, the harbor of the sea of destiny, and the strong castle and great wall of the province of Macedonia.”

For Evliya Çelebi, who was born on the Golden Horn and raised in the Sultan’s palace, Istanbul was naturally not just the center of the Ottoman Empire, but also the center of his own world. He spent thirty years in Istanbul before setting off on his journey and returned to Istanbul quite often. The first of the

ten volumes of Seyahatname, in which he describes his journeys, are devoted to this city which he referred to with love, often calling it “Islam-bol” which means “full of Muslims”. While the other volumes detail Çelebi’s journeys, this volume is similar to a guidebook in that it includes the city’s history, which is full of legends, places to visit, information about daily life and descriptions of the people of the city.

Evliya Çelebi begins his volume on Istanbul with its legendary history and continues with the conquest of Istanbul. In the section entitled “Reports of the first founders [of Istanbul] after Prophet Adam”, Çelebi presents the nine founders of Istanbul and their stories

of Istanbul. He starts the story of Hussein, whom he indicates as the first founder of city, with the following words: “Regarding the establishment of Istanbul, the Greek Historian Yanevan and the other historians are in agreement about this.” According to a legend, upon arriving in the area where Istanbul is found today, Hussein built a large palace for worship in Sarayburnu as well as all sorts of legendary resorts; and he “prayed for the goodness of the land of Istanbul and for it to be prosperous and well-groomed forever”. The legends associated with Solomon regarding the founding of Istanbul can be found in a variety of written and oral sources. Another remarkable point is the fact that he had the first place of worship built in Istanbul and, as Çelebi later explains, the construction of the Hagia Sophia is also associated with this important figure in Islam and Eastern mythology. After Solomon, his son King Rehoboam ruled for two hundred and forty years.

The third founder whose name is mentioned quite often by Çelebi in the volume on Istanbul, as well as in the other volumes, and who strengthens Çelebi’s narration is Madyan, the son of Yanko. According to Çelebi, “There were four courageous kings who have conquered the entire world. Two of them were Muslims, whereas the other two were from deviant religions. One was the Prophet Solomon and the other was Alexander the Great, who was called a prophet as well.” Yanko, the son of Madyan, who lived for 600 years, was one of the non-Muslim kings. He had the ramparts of Constantinople, Yedikule and many other castles built.

The fourth founder was Alexander the Great. To take revenge against his enemy, at the suggestion of Khidr, he cut off the flow of the Black Sea near the city of

* Akademisyen * A cademician

Haliç’te doğan ve sultanın sarayın-da yetişen Evliya Çelebi için İstanbul doğal olarak, Osmanlı İmparatorlu-ğu’nun olduğu kadar kendi dünyası-

nın da merkeziydi.

For Evliya Çelebi, who was born on the Golden Horn and raised in the Sultan’s palace, Istanbul was naturally not just the center of the Ottoman Empire, but

also the center of his own world.

Page 61: 1453dergisi 12.sayi

59

Hızır hakkında bilgi verme ihtiyacı duyar: “Zira Hz. Hızır İskender-i Zülkarneyn’in askerlerinden idi. Peygamberliğinde görüş ayrılığı vardır ama peygamber diyen-ler çoktur. İskender ile karanlığa varmıştır, âb-ı hayat Hızır’a nasip olduğundan hâlâ hayattadır.” Evliya’nın bu açıklaması tesadüfî bir ek bilgi ya da anlatıdan sap-ma değildir. Eserde ilk kez bu bölümde adıyla karşılaştığımız Hz. Hızır, hem İstan-bul cildinde hem de Seyahatname’nin birçok anlatısında kendine yer bulacaktır. Ayasofya ile ilgili anlatılarda, Hz. Hızır’ın Ayasofya’nın ilk yapımına daha sonra da kubbesinin tamirine yardım etmesi, dönemin diğer yazılı kaynaklarında rast-lanmayan bir efsanedir. Evliya, Hz. Hızır’a ilişkin anlatıları ya sözlü kaynaklardan edinmiş ya da kendi kurgusuna bu kişiliği eklemek istemiştir.

İstanbul’un diğer efsanevi kurucuları sırayla Madyan oğlu Yanko oğlu Pozantin, Rum Kayseri, Madyan oğlu Yanko’nun torunlarından Vezendon, Kral Yağfur ve Kostantin’dir. Evliya Çelebi, yeri geldikçe bu kurucularla ilgili de olağanüstü ve tıl-sımlı efsaneler anlatmayı sürdürür. Dikkat çekici nokta bu efsanelere daha son-raki anlatılarda da gönderme yapılması, bir iç anlatı olarak tekrar kullanılması-dır. Bu bölümde okurunu tanıştırdığı kurucu karakterler sonraki anlatılar-da da efsanevi var oluşlarını sürdü-rürler ki bu da bize Evliya Çelebi’nin İstanbul hikâyesini rasgele seçilmiş parça parça anlatılardan değil, or-ganik bir bağı olan ve tutarlı bir bü-tüne hizmet eden, önceden kurgu-lanmış ve seçilmiş anlatılardan oluş-turduğunu göstermektedir. Örne-ğin, yukarıda adı geçen kurucular-dan Kral Vezendon’un zamanında Ayasofya’nın ilk kez yapılmasına iliş-kin efsane, Ayasofya’nın anlatıldığı bölümde genişletilerek desteklen-mektedir.

Defalarca harap olup tekrar kuru-lan İstan-bul’un onuncu onarımı ise Evliyâ Çelebi döneminde gerçek-leşmiş ve anlatıcımız da buna tanık olma şansı elde etmiştir. Ne tesadüf-tür ki İstanbul Kalesi’nin o dönem-de tamir edilmesini, Kostantiniyye kaymakamı ile bir sohbet sırasında Evliya’nın babası önermiştir. Böyle-ce Evliya Çelebi’nin babası ve kendisi de onuncu onarım hikâyesinde birer karakter olarak yerlerini almışlardır. Evliya Çelebi, İstanbul kalesini ge-zerken Kostantin asrından, Madyan oğlu Yanko devrinden bazı kalıntıları gördüğünü de anlatarak kendi döne-minden kanıtlarla belki de kuruluş ef-sanelerinin gerçekliğini ve inanırlığı-nı artırmak istemiştir; ama kesin olan şu ki bu tür göndermeler onun kurgusunu tutarlı ve bütünlüklü hale getirmiştir.

Evliya Çelebi’nin bu bütünlüğü bozmadan hatta güçlendirerek çok renkli bir anla-tımla sunduğu diğer bölüm İstanbul’un karadaki ve denizdeki tılsımlarına ilişkin-dir. Söz konusu bölümde, Evliya Çelebi tılsımları anlatmadan önce, “tılsım rasat-hanelerinin Madyan’ın oğlu Yanko zamanında Kral Vezendon devrinde, yedi ik-limden gelen bilgili mimar, mühendisler, cereskal1 ilminde yetkin ustalar, öğretici kâhinler, yıldızlar ilminde ve keff ilminde2 yetkin âlimler tarafından kurulduğu”na dair konuya giriş niteliğinde bir bilgi verir. Daha sonra karayla ilgili on yedi, deniz-le ilgili altı tılsıma dayalı efsaneleri anlatır.

Macedonia so that it flowed into the Mediterranean Sea, submerging Macedonia. After taking revenge, Alexander the Great rebuilt Macedonia. While explaining this legend, Çelebi feels a need to provide information about Khidr, who is one of the most important figures in oral culture: “Khidr was one of Alexander the Great’s soldiers. There is a difference in opinion regarding whether he was a prophet or not, but by the majority he is viewed as a prophet. He arrived in the Land of Darkness with Alexander, and after drinking the Water of Life became immortal.” Çelebi explains that this is neither random additional information nor a deviation from the account of what happened. Khidr, who is introduced for the first time in this section, is mentioned both in the volume on Istanbul and in various points in the Seyahatname. The legend that reports, that Khidr assisted in the initial construction of Hagia Sophia and then in the repair of its dome, is a narration that is not found in any other written sources from that period. Çelebi either obtained this information from oral sources or he wanted to add this character to his narration.

The other legendary founders of Istanbul were, in order, Pozantin, the son of Madyan’s son Yanko, the king of the Greeks, Vezendon, the grandson of Madyan’s son Yan-ko, King Yağfur and Constantine. Evliya Çelebi continues to share the extraordinary and magical legends of the founders as the occasion arises. It should be noted that these leg-ends were referred to in subsequent sections and used again in the current section. The fact that the founding fathers who he intro-duces in this section maintain their legendary existence in subse-quent narrations demonstrates that Çelebi constructed his story of Istanbul not by using randomly selected accounts, but gleaning information from pre-viously exis-ting narrations that were chosen based on their organic bond with each other and their integrity. For instance, the legend regarding the initial construction of Hagia Sophia during the time of King Vezendon is described at length as supporting evidence in the section on Hagia Sophia.

Çelebi was witness to the tenth renovation of the city of Istanbul, which had been destroyed and rebuilt countless times. Coincidentally, it was his father who suggested the repair of the Castle of Istanbul in a conversation with the district go-vernor. As a result, both Çelebi and his father were characters in the

story of the tenth renovation of Istanbul. While visiting the Castle of Istanbul, Çelebi describes the ruins from the eras of Constantine and Yanko, the son of Madyan. Perhaps in doing so he attempts to strengthen the authenticity and credibility of the legends of the founding of the city, which certainly reinforce and complement his narration.

Evliya Çelebi also presents a colorful narration which strengthens, rather than distorts, the integrity of the talismans on land and at sea in Istanbul. Before describing the talismans, Evliya Çelebi provides the following as a means of introduction: “The talisman observatories were established during the time of Yanko, son of Madyan, and King Vezendon by knowledgeable architects,

Kız Taşı “Markianos Sütunu” / Markianos Column, “Maiden’s Stone”.

Page 62: 1453dergisi 12.sayi

EVLİYA ÇELEBİ’NİN İSTANBUL HİKAYESİ / EVLİYA ÇELEBİ’S STORY OF İSTANBUL

60

Evliya Çelebi’nin karayla ilgili anlattığı üçüncü tılsım, üzerindeki mezarda Kral Pozantin’in kızının yattığı, mezarı karınca ve yılandan korumak için tılsımlanan bir sütundur. John Freely, bu sütunun Türkçede “Kız Taşı” olarak bilinen “Markia-nos Sütunu” olduğunu ve sütundaki figürlerin altında Latince bir kitabede “Tati-anus Decius bu sütunu İmparator Markianos için dikti, Aralık 450-Temmuz 452” yazdığını belirtir. Evliya Çelebi bu yazıya dikkat etti mi bilinmez, ancak onun hayal gücü ile oluşturduğu efsane de yine büyük kurgu içinde tutarlıdır. Kral Pozantin, İstanbul’un bir diğer kurucusudur ve Evliya Çelebi İstanbul kuruluş tarihinde ken-disine yer verilmiştir. Evliya, Pozantin’den söz ederken Pozantin’in öldüğü sene yine İstanbul’da bir deprem olduğunu birçok yerin yıkıldığını ve şehri yılan, çıyan, baykuş ve yarasaların sardığını belirtir. Sözünü ettiği hayvanlar, Evliya’ya göre in-

sanların ürktüğü ve tehdit oluşturan hayvanlardır. Dolayısıyla sütundaki mezarda Pozantin’in kızının yatıyor olması ve bu sütunun yılanlardan korunması yaratılan kurgu içinde oldukça anlamlıdır. Bunun yanı sıra, Kıztaşı’nın tılsımlı oluşuna dair anlatılmış birçok değişik efsane tespit edilmiştir. Evliya’nın anlattığı bunlardan sa-dece birisidir ve onun farkı, küçük bir sahne olmanın yanı sıra asıl açılımının İstan-bul kurgusunun bütününde ortaya çıkmasıdır.

Evliya Çelebi, İstanbul cildinin bir diğer bölümünde İstanbul kuşatmalarını anlatır.

Bu bölüme geçmeden hemen önce Hz. Risâlet’in velvele veren son peygamber olduğundan ve birçok yerde onun buyruklarına itaat edilip İslam’ın kabul edildi-ğinden söz eder. Ancak Mısır kavmi ve Kostantiniyye halkı İslam’ı kabul etmez. Hz. Risâlet de Mısır ve İstanbul’un fethini teşvik etmek için nice hadisler buyu-rur. Evliya Çelebi, İstanbul’un fethi için ilk kez burada kaydettiği hadisi, anlatısın-da daha sonra sıklıkla kullanılacaktır: “Hadis, ‘Kostantiniyye mutlaka fetholuna-caktır, onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne gü-zel askerdir’.”

İstanbul’un İslam dünyası için önemini bu şekilde vurguladıktan sonra Evliya Çe-lebi bu bölümde İstanbul’un dokuz kez kuşatılmasını anlatır. Bu efsanevi kuşat-maların ayrıntılı anlatımı da İstanbul’un fethi, Ayasofya’nın makamları ve ziyaret yerlerine ilişkin sonraki anlatılarda yeni bağlamlarını bulacaktır. Bu kuşatmala-ra katılan Abdülaziz oğlu Ömer, Harun Reşid, Seyyid Battal Gazi, Baba Cafer Sul-

engineers, masters of chain hoist1, didactic soothsayers, astronomers, and scholars of “keff”.2 He then tells of the seventeen legends of the talismans on land and the six at sea.

The third talisman that Evliya Çelebi mentions is a column called the Markianos Column, which was devised to protect the grave of King Pozantin’s daughter from ants and snakes. John Freely notes that this column was known in Turkish as the “Maiden’s Stone”. He adds that the figures on the tablet below the column say in Latin “The column was erected by Tatianus Decius for Emperor Markianos, December 450 - June 452”. It is unknown whether Çelebi took notice of this inscription or not, but the legend that he created with his own imagination is consistent with the larger narrative.

Çelebi also draws attention to King Pozantin as another founder of Istanbul. While describing Pozantin, he notes that another earthquake occurred in the year that Pozantin died, resulting in the destruction of many places and causing the city to be filled with snakes, centipedes, owls and bats. According to Çelebi, as people were typically afraid of these creatures, they were viewed as a threat. This is in line with the talisman constructed at the grave of Pozantin’s daughter to protect against snakes. In addition, many different legends about the “Girl’s Stone” being talismanic are also indicated. The legend mentioned by Çelebi is only one of these and is different from the others due to the fact that, aside from being a small detail, its actual creation emerged within the integrity of the construction of Istanbul.

In another section of the volume on Istanbul, Evliya Çelebi discusses the sieges of Istanbul. Before concluding this section, he notes that Prophet Muhammad was the last prophet to cause widespread recognition and that Islam was accepted in various places as a result of the obedience shown to his orders. However, the people of Egypt and Constantinople did not accept Islam. The sayings of Prophet Muhammad show that he encouraged the conquest of Constantinople and Egypt. Evliya Çelebi used this hadith, which he first mentions in this section, often in his narration: “Verily you shall conquer Constantinople. What a wonderful leader will her leader be, and what a wonderful army will that army be!”

Ayasofya / Hagia Sophia

Page 63: 1453dergisi 12.sayi

61

tan, Şeyh Maksud’un; ilk kurucular olan Hz. Süleyman, İskender-i Zülkarneyn ve Ayasofya’nın yapımına yardım eden Hz. Hızır gibi Ayasofya’da makamları vardır. Evliya Çelebi, Büyük Ayasofya Camisi’nin makamlarını ve ziyaretlerini anlatırken Müslüman kurucuları ve kuşatanları bir araya getirip efsanelerden yola çıkıp ye-niden kompoze etme/yeniden yazma yöntemiyle kurguladığı kendi İstanbul epi-ğinin büyük resmini sunar.

Onuncu kuşatmayı Osmanlı padişahı Yıldırım Bayezid Han gerçekleştirir. Tekfur haraç ödeyerek barış istese de Yıldırım Han bunu kabul etmez, “eski günlerde Abdülaziz oğlu Ömer fethinde ve Harun Reşid asrındaki gibi” Galata ve İstanbul Kalesi’nde Müslümanların oturup cami ve imaretler yapması; kale dışında olan bağ ve bahçelerin mahsulatlarının öşrünü de Müslümanların alması kaydıyla ba-rışı kabul eder. Evliya Çelebi’nin kendi dönemi için çok daha yakın geçmişten bir tarihsel kişiliği, kuşatma efsanelerindeki anlatılara gönderme yaparak konuştur-ması, hikâyesini tarihe bağlamak ve kurgusunun bütünlüğünü sağlamak için kul-landığı bir diğer yöntemdir.

Evliya, fetihle sonuçlanan on birinci kuşatmanın anlatımına geçmeden önce “hik-met” başlığıyla bir ara anlatı sunar. Bu hikâye Fatih Sultan Mehmed daha bir şeh-zade iken Akşemseddin’in ona gelecekte İstanbul’u fethedeceğini müjdeleme-siyle ilişkilidir. Fransa kâfirleri Akka kalesini işgal ederler, Müslümanları çoluk ço-cuğuyla esir edip gemilerle Fransa’ya götürürler. Sultan Mehmed bunu duyun-ca çok üzülür ve Müslümanlar için gözyaşı döker. Akşemseddin hazretleri ona: “Ağlama padişahım kâfirlerin bu Akka Kalesi’nden alduğu ganimet akidelerin-den ve pişmiş helvalarından İstanbul’u fethedeceğin günler pişmiş helva yer-siz, ama o gün gazi olup bütün Müslüman gazilere adalet eyleyip kadı ve gazi razı ol” diye İstanbul fethini müjdeler. Buradaki anlatının dikkat çekici yönü sa-dece Akşemseddin’in keramet göstermesi değildir, İstanbul’un fethinin anlatıldı-ğı bölümde Akşemseddin’in sözleriyle tekrar hatırlatılan bu anlatı ince ince örül-müş bir intikam hikâyesine dönüşür. Fetih sürerken ve henüz İstanbul Kalesi ta-mamen alınamamışken, fetihten habersiz Fransız gemileri Sarayburnu’na demir atarlar. Bütün gaziler gemiye doluşur, ganimet mallarını ve gemidekileri esir alır-lar. Akşemseddin’in fetihle ilgili kerameti gerçekleşmeden önce Fransızlardan öç alınacağına dair kerameti gerçekleşir. Dolayısıyla, Evliya Çelebi’nin anlatılarına eklediği her ayrıntı daha sonra anlatacakları için bir ön belirti, uyarı niteliğindedir.

Akşemseddin’in İstanbul’un fethini haber vermesine ilişkin efsaneye Evliya Çe-lebi yeni karakterler ve ayrıntılar ekler. Böylece İstanbul Kalesi’nin fethinin ne-den zorlaşıp elli gün sürdüğünü açıklayacak hem de böylesine güç bir işe ilahî bir boyut kazandıracaktır. On gün sonra kale alınamayıp gittikçe de zorlaşınca Fa-tih Sultan Mehmed sadık şeyhlerini toplar ve durumu danışır. Akşemseddin haz-retleri: “Beğim sen elem çekme, bu kalenin fatihi sen olasın diye şehzadeliğin sı-rasında sana müjdelemiştik” diye hatırlattıktan sonra Allah’ın bu savaşta gizli iş-lerinin olduğunu, Kale içinde Şeyh Maksud halifelerinden Yâvedûd isminde bir can olduğunu ve o ölmedikçe kalenin fethedilemeyeceğini, ama elli güne öle-ceğini belirtir. Araya başka anlatılar girer, fetih tamamlanır, Fatih Sultan Meh-med İstanbul’u Tekfur Kostantin’den alır; ama Evliya Çelebi, Yâvedûd Sultan’ın hikâyesini unutmaz ve bu efsanevi karakteri yeni bir efsaneyle tekrar karşımıza çıkararak İstanbul epiğinde onun varlığını ve işlevini sağlamlaştırır. Sultan Meh-med, fetihten sonra Ayasofya’yı gezerken Terlerdirek adlı yerde İlahî bir nurun parladığını görüp üzerine doğru ilerler. “İlahi bir nur beyaz mübarek vücut kıble-ye yönelip yatar”, nurlu göğsünde kırmızı et ile Yâvedûd ismi yazılmıştır. Akşem-seddin ve oradaki veliler bu kişinin İstanbul’un elli günde fethedilmesine sebep olan meczup olduğunu söylerler. Mübarek cesedi yıkamak istediklerinde Terler-direk köşesinden “Merhum yıkanmıştır, hemen defnedin”, diye bir ses duyup hayran olurlar. Tabutu defnetmeye giderlerken tabut, onu götürenleri kendi is-tediği yere doğru sürükler ve olağanüstü bir yolculuğun sonunda “Yâvedûd” is-minin duyulduğu yere defnedilir.

Evliya Çelebi, bu yazıda bir kısmına değinilebilen, birbiriyle ilişkili hatta iç içe olan bu efsanelerle kendi anlatı dünyasında tutarlı ve bütünlüklü bir İstanbul epiği kurgulamıştır. Büyük Ayasofya Camisi’ni anlattığı bölümde Ayasofya’nın ilk kez Vezendon Kral’ın kızı “Ay Sofya” tarafından Hz. Süleyman’ın ibadethanesini ge-nişletmek için Hz. Hızır’ın yardımıyla yapılması, bu kızın mumyalanmış cesedi-nin tılsımlı sandığı, makamlarda İstanbul’un ilk kurucularının ve onu ilk kuşatan-

After emphasizing the importance of this city for the Muslim world, Çelebi chronicles how Constantinople was besieged nine times. The detailed narration of these legendary sieges would find new contexts in subsequent narrations regarding the conquest of Constantinople and the quarters and visiting areas of Hagia Sophia. Not only do the first founders of the city, Prophet Solomon, Alexander the Great and Khidr have quarters at Hagia Sophia, so do Caliph Umar II, son of Abdülaziz, Harun Rashid, Seyyid Battal Ghazi, Baba Cafer Sultan and Sheikh Maksud, all of whom participated in these sieges. While describing his visits and the quarters of the great Hagia Sophia Mosque, Çelebi presents a wider picture of his own epic of Istanbul, which he constructed by recomposing and rewriting the stories, starting with the legends, in a way which depicts the Muslim founders and the people who besieged the city.

The Ottoman emperor Yıldırım Bayezid Khan carried out the tenth siege. Even though the feudal landlord wanted to make peace by paying tributes, Yıldırım Khan did not agree to this. Just as Umar, son of Abdülaziz, carried out his conquest and Harun Rashid made his contributions, Yıldırım Khan agreed to make peace on the condition that the Muslims be allowed to settle in Galata and the Istanbul Castle, that the mosques and soup kitchens be built there, and that the yield from the gardens located outside the ramparts be given to the Muslims. Creating dialogue for a historical character from an era closer to his own by making references to the legends of the sieges is another method that Çelebi employs to connect his story to history and to maintain the integrity of his narratives.

Before moving on to the eleventh siege, which resulted in the conquest, in the section entitled “Wisdom”, Çelebi discusses the story of the relationship between Mehmed II and Aksemseddin, who foretold that Mehmed, who was just a prince (şehzade) at the time, would conquer Istanbul. French non-Muslims invaded the Castle of Akka, took the Muslims with their wives and children as slaves, and brought them to France by ship. When Sultan Mehmed heard of this, he became very upset and shed tears for the Muslims. Aksemseddin heralded the conquest of Istanbul with the following words: “Don’t cry, my dear sultan. You will take back the trophies that these disbelievers have taken from the Castle of Akka and eat their khalvah on the day of your conquest of Constantinople. You should forgive all Muslim warriors and their scholars that day.” Aksemseddin’s prophecy is not the only thing that should attract attention here; Aksemseddin’s words are finely woven into a story of revenge with his words in the section on the conquest of Constantinople. While the conquest continued and the Castle of Constantinople was not yet seized, unaware of the conquest, the French dropped their anchors in Sarayburnu. The warriors swarmed the ships and seized the booty, taking the people on board prisoner. Before Aksemseddin’s prophecy about the conquest came true, his prophecy about revenge against the French came true. Thus, all the details, Çelebi adds to his narrations, are indicative of the later accounts in his book.

Evliya Çelebi adds new characters and details to the legend of Aksemseddin’s heralding of the conquest of Constantinople. In this way, he both explains why the conquest of the Castle of Constantinople became harder and lasted for fifty days and also added a divine dimension to such a difficult task. When the castle had not been taken after ten days and the situation was becoming more difficult, Mehmed II gathered his loyal sheikhs to consult with them. Reminding him of his prophecy, Aksemseddin said: “My dear Sultan, do not be downcast. When you were just a prince, it was heralded that you were going to be the conqueror of this castle”, indicating that God had secret involvement in this war. He said that there was a person named Yâvedûd from the caliphs of Sheikh Maksud in the castle and that the castle would not be conquered before he died, which would be within fifty days.

The conquest was complete; Mehmed II took Constantinople from her Lord Constantine. While including other narrations, Çelebi does not forget the story of Sultan Yâvedûd; this legendary character appears again in a new legend which strengthens his presence and role in the epic of Istanbul. While Sultan Mehmed was taking a walk in Hagia Sophia after the conquest, he saw a light shining from a place called Terlerdirek and proceeded towards it. Çelebi writes: “A divine light from a holy white body turned towards the qibla and lay down”; the name Yâvedûd was written with red on his chest which was full of light. Aksemseddin and other ulama there said that it was this deranged person who caused the

Page 64: 1453dergisi 12.sayi

EVLİYA ÇELEBİ’NİN İSTANBUL HİKAYESİ / EVLİYA ÇELEBİ’S STORY OF İSTANBUL

62

conquest of Constantinople to last for fifty days. When they started to wash the holy corpse, they were fascinated by a voice that they heard coming from the corner of Terlerdirek saying, “The deceased has been washed; bury him right away.” As they took the coffin to be buried, the coffin dragged those carrying it in the direction it wanted to go. After an extraordinary journey, the coffin was buried in the place where they heard the name “Yâvedûd” uttered.

Through the use of legends that are related and even intertwined, Çelebi constructs an epic narrative of Istanbul that is consistent and complementary to his own narration. In the section on the great Hagia Sophia Mosque, the description of the initial construction of Hagia Sophia by King Vezendon’s daughter “Sophia” in order to expand the place of worship of Solomon with the help of Khidr, the talismanic chest of her mummified corpse, and the quarters of the city’s first founders, Khidr and Aksemseddin, in Hagia Sophia summarize Çelebi’s story of Istanbul. Thus, within his story, every item is valuable because it is touched by a person and every narration is valuable because it touched a person.

Çelebi’s volume on Istanbul reflects a storyteller who took his own stories and skillfully recomposed and edited them. While reflecting the beliefs and ideals of his time and the story of the founding of the capital of the Ottoman Empire, the land of his ancestors and his birth place, this narrator creates the story of the people by always keeping them alive. As Walter Benjamin said of the “storyteller”, “The intelligence that came from afar – whether the spatial kind from foreign countries or the temporal kind of tradition – possessed an authority which gave it validity, even when it was not subject to verification.”

FOOTNOTES:1 A chain hoist used to lift a heavy weight.2 Reading palms.

REFERENCES:• Aslan, Ferhat. Ayasofya Efsaneleri. Istanbul: Kültür Sanat Basımevi, 2011.• Bayladı, Derman. İstanbul’un Yüreğinde Tarihe Yolculuk: Anıtlar, Olaylar, Efsaneler. Istanbul: Say Yayınları, 1997.• Benjamin, Walter. “Hikâye Anlatıcısı: Nikolay Leskov’un Eserleri Üzerine Düşünceler”. Son Bakışta Aşk. Translated by Nurdan Gürbilek. Istanbul: Metis Yayınları, 2001.• Dankoff, Robert. Seyyah-ı Âlem Evliyâ Çelebi’nin Dünyaya Bakışı. Translated by Müfit Günay. Istanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2010.• Freely, John. Evliya Çelebi’nin İstanbul’u. Translated by Müfit Günay. Istanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2003.• Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi: İstanbul. Edited by Seyit Ali Kahrman and Yücel Dağlı. Istanbul: Yapı Kredi Yayınları 2003.• Yerasimos, Stefanos. Konstantiniye ve Ayasofya Efsaneleri. Istanbul: İletişim Yayınları, 1993.

ların; Hz. Hızır’ın ve Akşemseddin’in yer almasıyla sanki bize anlattığı İstanbul hikâyesinin bir özetini verir. Böylece, onun hikâyesinde her nesneye insan do-kunduğu için, her anlatı insana dokunduğu için değerlidir.

Evliya Çelebi’nin İstanbul cildi, hikâyelerini kendi toplumsal zemininden alan, bu-nunla birlikte çok ustaca yeniden kompoze etme ve kurgulama yeteneği olan bir hikâye anlatıcısını çıkarıyor karşımıza. Bu hikâye anlatıcısı, atalarının yurdu ve do-ğum yeri olan, gurur duyduğu Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’un kuruluş hikâyesini, kendi döneminin inançlarını ve ideallerini yansıtırken insanın hikâyesini de hep canlı tutarak oluşturmuştur. Walter Benjamin’in de “hikâye anlatıcısı” için söylediği gibi: “Bir zamanlar uzakların bilgisi-ister yabancı ülkeler-le ilgili mekânsal bir bilgi, ister geleneğe dair zamansal bir bilgi olsun-doğruluğu denetlenemese de onu geçerli kılan bir yetkiye sahipti”.

DİPNOTLAR:1 Cerr-i eskal: ağır bir yükü kaldırma. 2 Avuç içine bakarak geçmişi ve geleceği bilme ilmi.

KAYNAKÇA:• Aslan, Ferhat. Ayasofya Efsaneleri. İstanbul: Kültür Sanat Basımevi, 2011.• Bayladı, Derman. İstanbul’un Yüreğinde Tarihe Yolculuk: Anıtlar, Olaylar, Efsaneler. İstanbul: Say Yayınları, 1997.• Benjamin, Walter. “Hikâye Anlatıcısı: Nikolay Leskov’un Eserleri Üzerine Düşünceler”. Son Bakışta Aşk. Çev. Nurdan Gürbilek. İstanbul: Metis Yayınları, 2001.• Dankoff, Robert. Seyyah-ı Âlem Evliyâ Çelebi’nin Dünyaya Bakışı. Çev. Müfit Günay. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2010.• Freely, John. Evliya Çelebi’nin İstanbul’u. Çev. Müfit Günay. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2003.• Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi: İstanbul. Yay. Haz. Seyit Ali Kahrman ve Yücel Dağlı. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları 2003.• Yerasimos, Stefanos. Konstantiniye ve Ayasofya Efsaneleri. İstanbul: İletişim Yayınları, 1993.

Page 65: 1453dergisi 12.sayi

63

EVLİYA ÇELEBİ’NİN İSTANBUL SEÇKİSİİskender PALA

A SELECTION OF EVLİYA ÇELEBİİskender PALA

Page 66: 1453dergisi 12.sayi

EVLİYA ÇELEBİ’NİN İSTANBUL SEÇKİSİ / A SELECTION OF EVLİYA ÇELEBİ

64

EVLİYA ÇELEBİ’NİN İSTANBUL SEÇKİSİİskender PALA*

90’lı yılların sonuydu. Enis Batur’un öngörü ve himmetiyle Yapı Kredi Yayınları Ev-liya Çelebi Seyahatnamesi’ni yayınlamaya başlamış rahmetli Orhan Şaik Gökyay’ın yönetiminde hazırlanan ilk cilt de oldukça ses getirmişti. Hoca rahmetli olup da di-ğer ciltler için bir editör ihtiyacı doğunca yönetimin aklına benim adım gelmiş. O sırada maddi müzayaka içindeydim; şiddetle işe ihtiyacım vardı. Rahmetli Yücel Dağlı bana bu iş teklifiyle geldiğinde yalnızca geçim sıkıntısına çare buldum diye sevinmiştim. Ne yazık ki ülkemizin ekser aydınları gibi ben de Evliya Çelebi üzerine ciddi manada eğilmiş değildim. Ama Seyahatname ciltleri elimden geçmeye baş-layınca işin önemini kavradım. Öyle ki bu kitabın editörlüğünü bilabedel bile ya-pabilirdim. Beni kuşatmış, dünyama renk katmıştı. Seyahatname hem evimin ek-meği, hem zihnimin ışığı, hem gönlümün eğlencesi olmuştu.

Evliya Çelebi okumak başlıbaşına bir lezzettir. Kah güler, kah ağlarsınız. Bazen öğ-renir, bazen eğlenirsiniz. Daha da önemlisi, atalarımızın nasıl yaşadıklarını anlaya-bilirsiniz. Çelebi’nin eseri bir hazinedir ve hangi cildi, hangi yolculuğu okunsa ora-dan bir medeniyet devşirilir.

Aşağıda okuyacağınız hikayeleri hoşça vakit geçirmeniz için seçtim. Bunlardan bazılarını daha o yıllarda yazmıştım. Çelebi merhu-mun bugüne yansıyan he-yecanı veya başarısı, zan-nederim bu satırlardan anlaşılabilir. Daha fazla lez-zet alınabilsin diye anlatımın dilini mümkün oldu-ğunca Çelebi’nin üslubu üzerine bıraktım. Faydalan-dığım nüsha Topkapı Sarayı, Bağdat Bölümü kitapları arasında 305 numara ile kayıtlı olan en önemli yazma nüshalardan biridir.

Çöğen Oynayan Yiğitler…

“Çevgan oynamak oldur kim bu meydanın iki başında ikişer uzun sütun dikilmiştir. Bir tarafta bir ordu, diğer tarafta bir ordu toplanıp ellerinde kızılcık ağacından birer eğri sopa ile âmâde dururlar. Mezkûr meydan-ı muhabbete âdem kellesi kadar, yuvarlak ağaçtan bir top korlar. Bir yandan se-kizer kat mehter gümbür gümbür tarralar vurmaya başlar. Kös ve davul sesleri göklere çıkınca bir taraftan bir âdem ve diğer taraftan bir âdem at bırağıp mey-dandaki topa birer çevgan (kızılcık sopası) urup kendi taraflarındaki mili geçirme-ğe çalışırlar. Bir başkası dahi seğirdip at ile o yuvarlanan topa çevgan urup kendi hududundaki direğe getirmek ister. Biri dahi yetişip top havada uçarken bir çev-gan urup, neticede iki tarafın çok sayıda askeri birbirlerine girip zavallı topa öyle çevgan üşürürler ki nice toplar o arada pare pare olup neticede bir taraf galip ge-lip topu kendi hudutlarına getirerek oyunu kazanırlar. Topu alanlar galip olup mağluplar galiplere büyük ziyafetler eylerler. Bir acaip temaşadır.

Bu arasatta nice atların ayağına top ve çevgan rast gelip kırar ve incitirler. Amma içlerinde öyle atlar vardır ki; kedi fareyi gözler gibi çevgan atları da topu öyle gö-zetirler. Nice kerre çevgan oyunundan dolayı kavgalar çıkıp nice ceng-i azimler çıkmıştır. Bu yüzden artık kavil ile oynanır. Mesela beş kerre yahud on kerre han-gi taraf topu kendi direklerine götürürlerse meydan onlarda kalıp ziyafeti diğer taraf eyler.

Amma şeriat ehli bu topu oynamağa rıza vermezler. Kaçan ki Kerbela çölünde hazret-i İmam Hüseyin şehid olup şehitlerden nicelerinin kutlu başları Şam’da Yezîd-i bî-mezîde geldikte Yezid hamamdan çıkıp atına binip elindeki çevgan ile hazret-i Hüseyin’in başına çevgan ile vura vura yuvarlayıp, onu gören askerleri de diğer Kerbela şehidlerinin başlarını yuvarlayıp çevgan oynamışlardır. Anınçün Anadolu’da ve Mısır’da çevgan oynamak hoş karşılanmaz. İlla bu rivayeti bilme-yen İranlılar ve Kürtler bu oyunu çok oynarlar.(c.IV. 234a-234b)”

A SELECTION OF EVLİYA ÇELEBİİskender PALA*

The year is sometime at the end of the 1990s. The Yapı Kredi Publications have started to publish the Seyahatname of Evliya Çelebi, thanks to the vision and be-nevolence of Enis Batur; the first volume, prepared under the direction of the late Orhan Şaik Gökyay, has had a great influence. When the master passed away and the need for a new editor arose, the administration thought of me. At this time, I was in serious economic difficulty and I was badly in need of a job. When the late Yücel Dağlı came to me with a job offer, I was ecstatic that I had found a solution to my financial problems. Regrettably, like the majority of intellectuals of our country, I had not yet deepened my knowledge of Evliya Çelebi. Indeed, it was only after I started to receive volumes of the Seyahatname that I grasped the importance of this job. It was of such significance that I would have edited the book free of charge; it is a work that has surrounded me and colored my life. Seyahatname has become the bread in my house, the light in my mind and the pleasure in my heart.

Reading Evliya Çelebi is a pleasure in and of itself. You laugh and cry. Sometimes you are taught, sometimes you are entertained. More importantly, you come to understand how our ancestors lived. Çelebi’s work is a treasure and whichever

volume, whichever journey of his is read, a civiliza-tion rolls out from it.

I have selected the stories below so the reader can have a good time and enjoy themselves. Some of these I have prepared many years ago. I feel that the enthusiasm and success of Çelebi, which, despite the fact that he died many centuries ago, is reflected even on our day can be understood from these lines. In order for the reader to enjoy this work more, I have left the language as close to the style of Çelebi as possible. The copy that I benefited from is one of

the most important hand-written copies, that which is registered as No. 305 in the Baghdad Section at Topkapı Palace.

The Brave Young Men who Played Cöğen…

“To play Çevgan, two posts should be erected on both ends of the field. With a bent stick in their hands, an army should gather on one side and another army should gather on the other side; they should stand, as a whole, waiting. A wood-en ball, the size of a man’s head, should be placed on the playing field. In the meantime the Mehter (band) should start to play loudly. When the sounds of the kettledrum and tambour reached the heavens, one man from one side and an-other man from the other rush onto the field on horseback, trying to hit the ball on the field with a çevgan (dogberry stick), trying to bring the ball past the post on their side. Or, they kick up the horse and hit the rolling ball with the çevgan, trying to bring it to the pole on their home line. In yet another game, they try to hit the ball as it is flying through the air with the çevgan. As a result of this last type of game a large number of soldiers collide, hitting quite wildly at the poor ball; many balls are turned to dust before one team will be able to bring the ball to their own line and win the game. Those who take the ball will be victorious and the defeated team will prepare a great feast for the winners. This is indeed a strange spectacle.

In this mayhem many horses collide with the ball or the çevgan and are injured. However, there are horses that follow the ball like a cat eying a mouse. Many times fights break out due to the play of the çevgan and pitched battles ensue. For this reason there is now an understanding before the game is played. For example, whichever side brings the ball to their post five or ten times takes the field and the other side prepares a feast for them.

*Yazar *Writer

Burada okuyacağınız hikayeleri hoşça va-kit geçirmeniz için seçtim. Çelebi merhu-mun bugüne yansıyan heyecanı veya başa-rısı, zannederim bu satırlardan anlaşılabilir. I have chosen the stories here to entertain you. The late Çelebi’s amusement and suc-cess reflected here today, may be seen in

the lines here.

Page 67: 1453dergisi 12.sayi

65

Evliya Çelebi’nin anlattığı bu oyuna bugün “polo” adı verilmektedir. Türklerin Orta Asya’dan getirdikleri bir tür idman oyunu olan çevgan (çöğen) ile polo aynı oyundur.

Malik Ejder Adında Biri...

“Pîrleri hazret-i Malik Ejder’dir. Fütüvvetnâme’de yazdığı üzre hazret-i Ali Resûl-i Kibriyâ’nın (Hazret-i Muhammed’in) önünde beline kemer kuşatmıştır. O, bütün gazilere ve beğlere serdar olurdu. Gayet yiğit ve kahraman kimse idi. Kargaşa sı-rasında başına teller ve atına ziller takıp eline çevganın alıp kendisi gibi adamla-rıyla mücadele sahasında alay düzüp saf bozduğu için pîr olmuştur(C.I, s.153a)”

Burada çevgan oynayanların pîri olarak gösterilen Malik Ejder’in aynı zamanda matrak oynadığı da bilinmektedir. Matrak, şimdiki eskrime benzeyen bir spor çeşididir. Ancak bunun “tomak” denilen bir türü de vardır ki, yumruk büyüklü-ğünde meşin bir top ile oynanır. Altışar kişilik iki takım hâlinde oynanan tomak-ta oyuncular, bir ipin ucuna takılmış olan meşin toplarıyla birbirlerine saldırırlar. Oyunun kuralı topu rakibin sırtına vurabilmek, savunma ve atak sırasında kendi sırtını korumaktır. Sırtına top yiyen oyuncular müsabaka dışı kalır ve maçı kaza-nan taraf böylece belli olurdu.

Matrakın Pîri

“Matrakçı yiğitler esnafı: Dükkân, 10; nefer, 30. Amma dükkân sahibi olma-yan nice bin matrakçı pehlivanlar vardır ki pîrleri Ümeyye Zamiri’dir. Kemerini hazret-i Ali kuşandırmıştır. Matrakçılar ordu alayında pazuların sıvayıp piyade matrakbazlık edip yiğitlik ve kahramanlık göstererek geçerler. Yapılı ve cüsseli yi-ğitlerdir. (...) Sonraları Sultan IV. Murat Han, bu idmana meyledip matrakbaz ol-muştur. Sultan II. Bayezid çağında matrakbaz Cin Ahmed ve Baba Arap bu idma-nın her çeşidini bilirlerdi. Eğer onlar hakkında bildiklerimi anlatsam bu cilt ona yetmez (c.I, s.190a)”

İnsanların ve Cinlerin Müftüsü…

16. yüzyıl Türk-İslâm aleminin en büyük bilgini sayılan Kemalpaşazade hakkın-da tarihler Müfti’s-sakaleyn lâkabını kullanırlar. Bu, “İnsanların ve cinlerin hoca-sı, müftüsü” demektir. Hocaya bu lakabın verilişi için ibretli hikâyeyi okuyalım:

“Medrese-i Kemalpaşazâde: Bu medresede bir hücreyi ecinni zabt edüp içine hiç kimse giremediği için nice sene kapısı örtük kalıp boş ve atıl beklerdi. Nihayet 888 (1483) tarihinde, Sultan Bayezid-i Velî asrında, Kemalpaşazâde Ahmed Çe-lebi talib-i ilm iken Edirne’ye gelip burada kendisine kalacak bir yer ararken yolu bu medreseye uğrar. Dersiâmından bir hücre talep ettiğinde aralarında şu ko-nuşma geçer:

— Molla! Medresemizde yalnızca bir tek boş hücre vardır amma onu da cin tai fesi zabtettiği için senin kalacağın bir hücremiz yoktur.

Kemalpaşazade:

— Sultanım, o hücreyi bize ihsan eylen de cenabınızdan teyemmünen ve teber rüken biraz ilim okuyalım.

— Hoş mollam; Sizden hücre esirgemezüz ve güzel buyurursuz; amma ol hücre ye kim girdi ise sabahısı meyyiti taşra çıktı.

— Ne olursa olsun, siz yine o hücreyi bize bağışlayınız.

Dersiam bu ısrar üzerine hücrenin anahtarını Kemalpaşazade’ye uzatırken üz-gün ve düşünceli,

— Mollam, der, dünya ahiret hakkını helâl eyle.

Kemalpaşazade Bismillah ile hücrenin kapısını açıp yerdeki pöstekiyi silkeleye-rek üzerine yerleşir.

Yatsı vaktinden sonra medresenin görevli kapıcı ve müderrisleri Kemalpaşaza-de’nin hücresi önüne, eski âdetleri gereği bir teneşir, bir tabut, kazan, tencere

However, those familiar with the Sharia do not play this ballgame. It seems that when Yezid came to Damascus, after leaving the baths and getting on his horse, he struck the (severed) head of Hussein many times with the çevgan and the soldiers who saw him struck the other blessed heads of the martyrs who had died with Imam Hussein in the desert in Karbala; thus a game of çevgan ensued, the heads rolling through the desert. This is, why, it is not approved of playing çevgan in Anatolia or Egypt. However, this game is played a lot by the Iranians and Kurds, who do not know this story.” (vol. IV, 234a-234b)

This game that is described here by Evliya Çelebi is today known as “polo”. This form of training exercise was brought from Turkish Central Asia and is the same game as polo which is played with a mallet.

A Man Called Malik Ejder

“Malik Ejder was a leader of men. It is written in the Fütüvvetnâme that he was girded with the sword in front of Prophet Muhammad. He was a chief in all the battles and fights. He was strong and heroic. In the middle of the battles he would tie ribbons to his head and bells to his horse, taking up a çevgan to fight with the men on the field, dispersing the ranks and he thus became a leader of players.” (vol. 1, p. 153a)

Here, Malik Ejder, who is shown to be the leader of the çevgan players, was at the same time one who played matrak. Matrak is a type of sport that resembles fencing today. However, there was also a version known as tomak, which was played with a leather ball the size of a man’s fist. Tomak was played by two teams of six people, the players attacked one another with leather balls, having ropes attached to one end. The rules of the game were that they should hit the opponent on the back with the ball, and during defense and attack moves they should protect their backs. Any players who were hit on the back during the con-test should be “out” and in this way it should be clear which side won.

The Leadership of Matrak

“The gallant members of the matrak team: 10 from the shops and 30 soldiers. However, there were thousands of matrak players who were not shop owners; their leader was Ümeyye Zamiri. His sword was girded by Ali. The matrak army rolled up their sleeves and displayed their abilities, showing off their bravery and courage. They were well built and large-bodied (…) Later Sultan Murat IV was fond of this type of training and became an accomplished player of matrak. In the era of Sultan Bayezid II the matrakbazes (matrak players) Cin Ahmed and Baba Arap were familiar with every type of training. This volume is not enough for me to tell you everything I know (about this game).” (vol. I, p. 190a)

The Mufti of the People and the Jinn

The histories refer to Kemalpaşazade, one of the greatest scholars in the 16th century Turkish-Islamic world, also named Müfti’s-sakaleyn. This title means “The mufti of both humanity and the jinn.” Let me tell you a story that makes it clear why he was given this name.

“The Medrese-i Kemalpaşazâde: As no one could enter the cell in the madrasa where the jinns were imprisoned, the door remained closed for several years, thus this room was empty and useless. Finally, in 888 (1483), in the century of Sultan Bayezid, when Kemalpaşazâde Ahmed Çelebi was a student, he came to Edirne; when searching for a place to stay in the city he stopped by this madrasa. After requesting a cell from the head instructor the following conversation took place between them:

“Mullah! There is just one empty cell in our madrasa, but as the jinn are kept there, I am afraid that there is no cell in which you can stay.”

Kemalpaşâzade replied: “O my sultan, let us read a little from the blessings and trust in God who has blessed us with that cell.”

“Dear Mullah: we would willingly give you the cell; however, whoever enters that cell will emerge the next morning in the land of the dead.”

Page 68: 1453dergisi 12.sayi

EVLİYA ÇELEBİ’NİN İSTANBUL SEÇKİSİ / A SELECTION OF EVLİYA ÇELEBİ

66

ve gayrı levazımatları getirip sabah için hazır ederler. Herkes techiz ve tekfin için hazırlanmaya başlar.

Nihayet gece yarısına doğru, genç molla dersiyle meşgul iken duvarın kıble tarafı birden iki şakk olup, yaşlıca ve zayıf bir ihtiyar, elinden tuttuğu 15 yaşlarında bir kız ile içeri girip “es-selâmu aleyk” diyerek bir müddet konuşup sohbet ederler. İhtiyar, sözlerinin sonunda der ki:

— Ey oğul! Bu evlâdımı sana Allah emaneti veririm. Buna ilm talim edip namazın şartlarını ve rükünlerini öğretesin.

Kemalpaşazade o gece kızcağıza namazı öğrettikten ve gerekli sureleri ezberle-mek üzere bir kâğıda yazdıktan sonra kendi dersiyle meşgul olur.

Sabah ezanlarıyla birlikte duvar yine yarılıp ihtiyar içeri girer ve der ki:

— Oğul! Allah senden razı olup saadet-i dâreyn’e nail olasın. Ben ecinni melikle-rinden Esfail nam melikim. Her defasında bu hücreye gelip konanlara bu evladımı emanet verip giderim. Onlar Allah emanetine hıyanet edip evladıma el uzatırlar. Ben de derhal onları katlederim. Şimden gerû var sana bütün gizli ve saklı ilimler, bütün acaibatu ilmiyyat keşf ola ve müfti’s-sakaleyn olasın. Bu Bayezit oğlu Selim nam hükümdar istikbalde Mısır fatihi olacaktır. Onunla bile Mısır’a gidip, orada benim biraderim meliktir, onda dahi ecinniye sol tarafından, benî Âdem’e sağ ta-rafından fetva verüp şeyhülislâmı sakaleyn ol. Asla dünya çirkâbına tamah etme. Her sabah seccaden altında biner altun bulup fukaraya tasadduk eyle.

Bu duadan sonra ihtiyar, evlâdını yine elinden tutarak duvardan kaybolur gider. Sabah olup da Kemalpaşazade taşra çıkınca görse kim kapusu önünde imam ve müezzin ve cemaatler tabut hazır edüp su ıssı eylemişler. Molla’yı görüp hepsi hem hayret; hem şükrederler. Kemalpaşazade de keşfi raz etmeyip daha sonra o hücrede tekmili ilm ile öyle âlim ü fâzıl olur ki asrının yegânesi, mütebahhirînden mana denizlerinin dalgıcı olup Süleyman Han gazi asrında Mısır kadıaskerliğin-den mazul İslâmbol’da şeyhülislâm iken dârı selâmı selâmlayıp yani vefat edip Edirnekapısı haricinde medfundur. Masru (saralı) olan canlar yedi cumartesi sa-bahında ziyaret edip miskü anber kokulu toprağından bir tadımlık tenavül etse-ler, Allah’ın izniyle kurtulurlar (c.VI,s.21a).”

Aceb hikmeti Huda’dır!..

Atalarımızın Kış Sporları…

“(...) Ve niçe bin aded Silistre şahbâzları Tuna buzu üzre haymelerin kurup ayş u işret edüp cümle dilberânlar (gençler) buz kayarlar; garib temaşâdır. Kimi pabuç ile, kimi nalın ile, kimi kızak ile, kimi iki elinde harbe değenek ile ayak üzere buz kayarak şehirden şehire berk-i hâtif (yıldırım) gibi gider ve eğer ıyd-i şerîf (bay-ram) olursa nehr-i Tuna üzre azim salıncaklar kurulup âşık mâ’şûk birbirlerine ko-lan çeküp sallanırlar. Zira Tuna buzu altı-yedi karış donar. Şiddet-i şitâ şedîd olsa (kış şiddetli olsa) on karış donup beş ay nehr-i Tuna sedd olduğunu (kapandığını) biliriz. Aceb, hikmet-i Allah’tır.

Ve niçe bin sayyâd-ı mâhîler (balık avcıları) buzu delüp 500-600 vakiyye (okka) morina balığı ve mersin balığı çıkarup kâr ederler. Sâir elvân (çeşit) mâhîlerin hisâbın Hudâ bilür. Ammâ hikmet-i Hudâ Cenâb-ı Bârî, semeklerine su içre hayat vermek içün Tuna nehrinin bazı yerinde niçe bin delikler halk eder; kim ol ma-hallerde asla Tuna buzu olmaz. Mezkûr deliklere niçe kerre yüz bin azîm mâhîler (büyük balıklar) gelüp başların buzdan taşra çıkarup teneffüs edüp, insan su iç-tiği gibi cümle mâhilerin rüzgâr içdiklerin gördüm. Aceb hikmettir!.. Mısra, “Şu mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler” mazmunu içre bu solugan delikleri garîb ü acîb temâşâgâh (seyredilecek) yerlerdir. Amma yanına varılıp mâhîler asla sayd olunmaz (avlanmaz) mümkün değildir.

(...)

Ve niçe bin âdem Tuna üzre buz kayarken ra’d (şimşek) gibi şakıyup giderken bir perende atup, yine aslâ tetiğin bozmayup kayarak gider.

Niçesi şakıyup giderken buz üzre duran kemter (küçücük) akçeyi alıp geçer.

Niçesi yıldırım gibi giderken bir ayağın kaldırup Mevlevî gibi eyle semâ eder ki, aslâ vechi (yüzü) görünmeyüp yine çiftesin bozmadan buz üzre kayıp gider.

“This is of no importance; please, bless us with this cell.”

Upon this insistence, the head teacher, thoughtful and sad, gave the keys to Kemalpaşazade: “Mullah, forgive us for out faults to you, if there are any.” (Mus-lims say this farewell to one, who is destined to die.)

Uttering a basmalah Kemalpaşazade opened the door to the cell; he shook out the sheepskin rug and sat down on it.

After the night prayer the doorkeeper on duty at the madrasa and the teach-ers brought the teneşir (bench on which a corpse is washed), vat, pot and other equipment, according to tradition, making things ready for the morning. Every-body was equipped to prepare the shrouding for a corpse.

Towards midnight, while the young mullah was busy with his lessons, two cracks suddenly appeared on the qibla side of the wall, and a thin old man entered hold-ing a young girl, who was about 15, by the hand; he said “Assalamu alaikum” and started to chat with the mullah for a while. At the end of the conversation the old man said: “O son! I entrust this child to you. Teach her the prayers and the movements.”

After Kemalpaşazade taught the girl how to pray and wrote the necessary verses from the Qur’an on a piece of paper for her to memorize, he returned to his own lessons.

At the call for the morning prayer the wall opened again and the old man entered the room:

“Son! May Allah be pleased with you and may He bless you with happiness in both worlds. I am the angel Esfail, the angel of the Jinn. Every time someone comes into this cell I come with this child, and leave her in their trust. They be-tray Allah’s trust and stretch out their hand to my child. And I immediately kill them there and then. Now, discover all the hidden and secret knowledge, all the strange knowledge, and be the mufti of both worlds. This son of Bayezit, Selim, will in the future be the conqueror of Egypt. Go with him to Egypt; there you will find my brother angel; give a fatwa to the jinns from the left side, to the sons of Adam from the right and be the sheikh-ul-Islam in both worlds. Never lust after the filth of this world. You will find 1,000 gold coins under your prayer mat every morning; donate these to the poor.”

After this prayer the old man took the child by the hand and disappeared once again through the wall. When it was morning and Kemalpaşazade emerged from his cell he saw that the imam, the muezzin and the congregation prepared the coffin and water. When they saw the mullah they were all amazed and greatly pleased. Kemalpaşazade was not satisfied with this self-discovery, and he con-tinued to bring out that which was hidden into the open and completed his education in that cell; he became such a great scholar and elevated personage that there was no one to compare with him in that era. He dived into the sea of knowledge; and served for long after being risen from the post of kazasker (Chief Justice) of Egypt to that of the sheikh-ul-Islam of Istanbul (Head of Ulama). Then he stood in front of the gates of heaven (he passed away).

If the epileptic people visit his cell on seven Saturday mornings and are blessed with the beautiful musk perfume of his (grave’s) soil, with Allah’s will they will recover their health.” (vol. VI, p. 21a) This is the grace of God…!

Our Ancestors’ Winter Sports

“(…) And many thousands of young men from Silistra (on the Danube, today’s Bulgaria) set up tents on the ice of the Danube and drink, while other young men skate on the ice. This is indeed a strange sight. Some in slippers, some in pattens, and some with skis; others use spears as they slide from city to city like lighten-ing. If it is a holiday they set up large swings and lovers swing, arms entwined. Indeed the Danube freezes six to seven karış (hand spans) thick. If the winter is severe, the river freezes ten karış thick and the Danube is solid for five months. There is amazing wisdom with Allah!

Page 69: 1453dergisi 12.sayi

67

Niçesi arkasında bir gulâm (çocuk) ile kayıp giderken buz üzre önüne bir âdem aykırı yatup anun üstünden pertab edüp (atlayıp) çiftesin bozmadan ubûr eder (geçer gider).

Bazılar, kemandarlık ederek (yay çekip ok atarak), niçesi tüfenk atarak, niçesi duhânın içerek (çubuk tüttürerek) ikişer üçer kişi musâhabet ederek (el-ele tu-tuşarak ve konuşa görüşe) buz kayarlar. Niçesi cem’iyyet-i kübrâ edüp (kalabalık toplanıp) buz üzre toprak döküp azim vezni üzre (dağlar gibi) ateşler yakup bü-tün sığırları ve koyunları kebap çevirüp ayş u nûş ederler (yiyip içerek eğlenirler). Niçe kerre buz çözülüp üzerinde bulunan âdemlerin fetâları (yiğitleri) buzdan buza pertâb ede ede (atlaya atlaya) bir kenara çıkup niçesi gark olur (boğulur).

Bazı âdem, arkasında yüküyle ayağı altında iki pâre sığır (kaburga) kemikleri ko-yup elindeki âsâsıyla billur-misâl mücellâ (parlak cilalı) buz üzre beş-altı konak yeri kayarak bir günde varır (c.II, s.118b)”

Bu satırlar için yoruma hacet yok sanırız. Modern dünyanın buz pateni ve kar sporlarının her çeşidini meğer atalarımız daha 1700’lerin ilk çeyreğinde biliyor-larmış.

Erzurum’da Soğuktan Donan Kedi..

Evliya Çelebi denildiğinde birçoğumuzun aklına iki kelime düşer. Birincisi onun Türk kültürüne armağan ettiği Seyahatname’si; diğeri de Seyahatname’de var olduğu belleklerimize kazınmış olan aşırı “mübalağa”dır. Mamafih Çelebi’nin üslûbunda bir mübalağa (abartma) edası vardır, ancak o bunu asla hakikatleri çarpıtma yahut değiştirme sınırına vardırmaz. Çelebi’nin mübalağalı satırları ya okuyucunun ilgisini çekmek için söylenmiş sözler; yahut da Çelebi’nin başkaların-dan duyduğu nüktelerden ibarettir. Bu yüzden mübalağalı cümleleri genellikle “... derler, ... diye anlatırlar, ... duydum,” gibi hükümlerle son bulur.

Evliya Çelebi’nin Erzurum’un kışıyla ilgili kedi hikâyesini hemen herkes bilir ve onun mübalağalı üslûbuna örnek gösterir. Şimdi Erzurum’u anlattığı o satırları bizzat kendi dilinden veriyoruz. Hakikat hangisi, mübalağa hangisi, nükte hangi-si, karar verin diye.

“Gerçi şiddet-i şitâdan (kışın şiddetinden) bağı ve bağçesi yokdur; amma Paşasarayı’nda gül bağçesi ve Hacı Murad Bağı gülistanı ve Kefeniğnesioğlu gül-lüğü ve Bedros Bağı güllüğü ve niçe gül bağları dahi vardır. (...) Kışı katı olduğun-dan iki ayda ekerler ve biçerler ve döğerler ve ale’l-fevr (hemen) der-ambar ider-ler. Bizim senemizde mâh-ı temmuzda (temmuz ayında) atlar çayırda iken bir ra’d u berk (şimşek ve yıldırım) ve dipi ve boran yağup cümle atlar boşanup Er-zurum sahrasında olan Umudum Köyü’ne ve Kane ve Gez Köyü’ne varınca(ya ka-dar) atlar serseri gezdiler. Böyle şitâsı (kışı) şedid olur. Hatta efvâh-ı nâsda (hal-kın ağzında) darb-ı meseldir kim bir dervişe “Kanden (nereden) gelirsin?” der-ler; “Berf (kar) rahmetinden gelirim,” der. “Ol ne diyardır?” derler; “Ere zu-lüm olan Erzurum’dur,” der. “Anda yaz geldiğine rast geldin mi?” derler. Der-viş eydür (söyler): “Vallahi on bir ay yigirmi dokuz gün sâkin oldum, cümle hal-kı ‘yaz gelir’ derler, amma görmedim,” der. Hatta bir kerre bir kedi bir damdan bir dama pertâb iderken (atlarken) muallakda donup kalır. Sekiz aydan Nevrûz-i Harzemşahî (ilkbahar) geldikde mezkur kedinin donu çözülüp ‘mırnav’ deyüp yere düşer. Meşhûr latîfe-i darb-ı meseldir. Amma hakîkatü’l-hâl (işin gerçeği) bir âdemin eli yaş iken bir demir pâresine yapışsa derhal müncemid olup (donup) elinden demir ve demirden eli kopmak ihtimali yokdur. (...) Bu şiddet-i şitâyı (kış soğuğunu), diyâr-ı Azak’da (Azak diyarında) ve Deşt-i Kıpçak’da (Kıpçak bozkırın-da) erbaîn (karakış) ve zemherîr geçirdik, böyle keskin kış görmedik.(c.II, 288b)”

Denizlerin ve Karaların Sultanı…

“Hikmeti Huda, sene 600 (1203-1204) tarihinde Selçukiyan inkıraz bulup cümle ahali-i Rum reyü tedbîriyle Ertuğrul Beğ’i beğ idüp tuğ u alem (sancak) verdiler. Amma sikke ve hutbe sahibi değil idi. Niçe eyyam beğ olup İznik yakınında Sö-ğütcük nam kasabada merhum olup anda medfundur. Andan yerine Osman Beğ müstakil padişah olup sikke ve hutbe sahibi oldu. Bunların zamanı saadetlerin-

And many fishermen make holes in the ice and haul up 500-600 okka (1 okka = 1.282 kg) of cod and sturgeon, thus earning their living. The great variety of fish-ermen is only known by God. However, with the wisdom of God, in some areas they drill many thousands of holes in order to give life to the water for the fish; in some areas the Danube never freezes. Hundreds of thousands of large fish fre-quent the aforementioned holes and put their heads through the ice to breath; I have seen them “drink the wind” like people drink water. Strange wisdom (of God)…! The lines “Şu mahiler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler” (These fish are within water, not knowing the water they’re within) describes well these places where one can watch these strange and odd breathing holes. However, the fish-ermen never fish from these holes, it is unthinkable.

(…)

And many thousands of men, while skating on the Danube like lightning, som-ersault and then carry on their way, never hesitating. While they go rapidly they can even bend down and pick up a tiny coin from the ice.

While going like lightning they lift up a foot and spin like a dervish, their faces blur, and then they continue skating.

Many skate with a child behind them, or a man lies on the ice and others jump over him and then they continue on their way.

Some shoot arrows, others rifles, others smoke a pipe or skate hand in hand, talk-ing. They come together in a crowd and pour soil on the ice and make mountain-like fires, roasting entire cows and sheep, eating and drinking. Many times the ice breaks up and the youths jump from ice floe to ice floe, climbing up the sides or drowning in the water.

Some men, with packs on their backs, skate on cattle ribs over crystal-like shining ice; thus they can then skate 5-6 days of way in one day.” (vol. II, p. 118)

I guess there is no need to interpret the above quote. It seems that our ancestors were well aware of ice-skating and winter sports in the first quarter of the 17th century.

The Cat that Froze from the Cold in Erzurum

When Evliya Çelebi is mentioned a couple of ideas will spring into many of our minds. One of these is the Seyahatname, which he presented to Turkish culture; the other is the fact that there is great “exaggeration” in the Seyahatname. Not-withstanding the fact that there is an air of exaggeration in Çelebi, this never goes so far as to distort or change facts. The lines in which Çelebi exaggerates are either used to attract the attention of the reader, or they consist of stories that he has heard from someone else. For this reason, in general the exaggerations are followed by phrases like “…so they say….so it is told…I heard…”

Almost everyone is familiar with the story of the cat that Evliya Çelebi tells when describing the winter in Erzurum; this is often given as an example of the exag-gerations in the work. Now, I will give those lines in which he describes Erzurum (in the highlands of Northeast Anatolia) in his own language. The reader can decide what is the truth, what is exaggeration and what is just a story.

“In truth no gardens or orchards remained due to the extreme winter weather; however, in Paşasarayı there are rose gardens, the Hacı Murad Orchard rose garden, the Kefeniğnesioğlu rose garden, the Bedros Orchard rose garden and many other rose gardens. (…) As the winter is severe, within two months people plant and harvest and prepare and store the crops in the barns. In the month that I was there, in July, while the horses were in the fields there was thunder and lightning; rain and thunder poured down and all the horse fled and ran until they came to the Umudum Village and the Kane and Gez Villages, where they wandered around stunned. The winter is more violent. In fact, there is a proverb that a dervish asked: “Where are you from?” and he receives the answer: “I come from the mercy of snow.” “What land is that?” “The land of hardship, Erzurum” they answer. “Were you there in the summer?” they ask. The dervish says: “I swear, I stayed there eleven months and twenty-nine days, and everyone said

Page 70: 1453dergisi 12.sayi

EVLİYA ÇELEBİ’NİN İSTANBUL SEÇKİSİ / A SELECTION OF EVLİYA ÇELEBİ

68

de ilk cuma hutbesin Tursun Fakıh okuyup (...) tâ Ebülfeth Sultan Mehemmed’e gelince(ye kadar) Âli Osman’a Osman Beğ ve Orhan Beğ ve Murat Beğ ve Yıl-dırım Beğ derlerdi. Ebülfeth Kostantiniyye’yi feth idüp Akşemsettin hazretle-ri “Sultan” deyüp sikkelerine öyle tahrir ettiler. Selimi Evvel’e Kemalpaşazade “Hâdimü’l-harameyn” dedi. Süleyman Han’a Ebussuud Efendi “Sultanul-berreyn ve hakanul-bahreyn (Karaların sultanı ve denizlerin hakanı)” dediler. Zira Malta ve Rodos’u feth idüp “sahibi bahr” oldu. Bağdat’ı feth idüp “Sultanul-berreyn” dediler. Allah korusun ya Bağdat ya Rodos elden gitse “Sultanul-berreyn vel-bahreyn” demek sahih olmaz. Anınçün Âli Osman, Bağdat ve Rodos üzre gayet muhafaza iderler.(c.III, s.64b.)”

Ahlat Şehri Neden Harap Oldu?

“Eski zamanlarda bu Ahlat şehri, Mahan padişahının hükmünde idi. O tedbirsiz padişah Semenkan padişahı üzre sefer etmeyi plânladığında, bu Ahlat şehrinin ahalisinden savaş yardımı olarak yüz bin yumurta vergi istedi. Bu ferman Ahlat’a gelince, “Bidattir (Böyle vergi mi olur?), amma ne çare vereceğiz!” deyü Oğuz kavmi yüz bin yumurtayı toplamışlar. Gelin görün ki bunca yumurtayı Mahan di-yarına kırmadan götürmeğe adam lâzım, yol masrafı lâzım, yumurtaları yükle-meğe eşekler, develer, katırlar lâzım. Ahlat Oğuzları çaresiz ve mecalsiz kalmış-lar, meşveretle işin içinden çıkamamışlar. Nihayet bunların çaresizlikleri Mahan padişahının kulağına gidince padişahtan ikinci bir ferman gelmiş:

— Bre tayife-i Oğuzan! Sizden tavuk yumurtası istemezdim; yüz bin gümüş yu-murta isterdim. Şimdi ihtiyaç kalmadı; sizi bu vergiden muaf eyledim. Herkes yu-murtalarını alsın, devamı devletim için duadan bizi eksik etmesinler.!

Bu afvname gelince Ahlatlılar pek sevinirler ve yumurtalarını geri almak murat edinirler. Amma ne var ki topladıkları yumurtalara nişan koymadıkları için her-kes yumurtalardan rastgele bir tane alıp gider. Bu arada Allah eri, dürüstlüğüyle erenler derecesine varan yiğitlerden bazıları derler ki:

— Benim yumurtam küçük idi. Bana şimdi büyük yumurta düştü.

Bazıları da derler ki,

— Ben büyük yumurta vermiş idim, şimdi küçüğünü aldım.

Her iki taraf da memnun olmadığı hâlde bunlar karışıklıktan imkân bulup yumur-talarını değiştiremezler. Aralarında bir hayhuy ve güftü gû başlar ki herkes her yerde ileri geri yumurta lâfı etmeye başlar. İçlerinden güngörmüş kocalar, aksa-kallı atalar derler ki:

— Biz şimden gerü birbirimizin hakkını yemişiz. Artık bu şehirden bedü bereket kalkıp, bu şehrin harabu yebâb olmasına bu yumurtalar sebep olur. Bakalım ne tür belâlara uğrayacağız, bekleyelim.

Bu korku ile bir nice zaman mürur ettikde, bir gün bir taun bunlara müstevlî olup bir gecede on iki bin evcik yerinden kalkup menziller aşarak ta diyar-ı Mısır’a va-rıp halife-i Mısır bunlara Mısır’ın doğusunda Kayıtbay Yaylası nam yerde mes-ken verip bir senede topraktan kurulmuş öyle sağlam bir şehir yaparlar ki, o za-mana kadar Mısır diyarında kireçten duvar ve topraktan tavan görülmemiş idi. Hâlâ Mısr’ın doğusunda Tophane tarafında Ahlat Mahallesi derler nice bin evle-rin toprağa karışmış kalıntıları orada burada yatmaktadır.

Beri taraftan Mahan padişahı, ihtiyacı olmadığı hâlde şehri Ahlat’tan yüz bin yu-murta isteyerek zulmettiği ve yumurtaların karışmasına vesile olduğu için ahi-ri kâr Allah onu Semenkan padişahına mağlup edip geri Mahan’a geldiğinde, Ahlat’tan on iki bin evin Mısır’a göçtüğünü ancak bir yıl sonra duyabildi. Ahlat o devirde öyle büyük bir şehir imiş ki, on iki bin hane şehirden göçe ve ancak bir yıl sonra duyula; ne kadar belde-i azim olduğu ona kıyas oluna. İşte sonraki yıllarda bu büyük şehrin günden güne harabu yebap olmasına sebep birbirlerinin hakla-rını yumurta ile yediklerindendir.(c.IV, s.238b) »

‘summer is here,’ but I never saw it. In fact, when a cat was jumping from one roof to another, it was frozen in mid-air. When after eight months spring finally arrived the cat thawed out and with a miaow fell to the ground.” This is a famous proverb, but the fact of the matter is that if a man touches an iron bar with a wet hand it will freeze immediately and there is no chance for his hand to be removed from the iron bar or the iron bar to be removed from his hand (…) We spent cold long winter in the Azak lands and in the Kipchak prairies; I have never seen such a bad winter.” (vol. II, 288 b)

The Sultan of the Seas and the Land

“Wisdom is with God, in the year 600 (1203-1204) the Seljuks were in decline and with the approval of all the Rum people they gave the tuğ-u alem (banner of state power) to Ertuğrul Beğ. However, he had no coin (printed in his name) nor the khutbah ( Friday prayer sermon given in the name of the sultan). Many days later he died in a town called Söğütcük and was buried there. In his place Osman Beğ became sultan and he had the coin and the khutbah. The first Friday khutbah in those times of happiness was read by Rev. Tursun Fakih (…) The dy-nasty of Ottomans were called Osman Beğ (Lord), Orhan Beğ and Murat Beğ and Yıldırım Beğ until Sultan Mehmed the Conqueror. The Conqueror conquered Con-stantinople, and Akşemsettin called him “Sultan” and the coins record this. Selim I was called Hâdimü’l-harameyn (servant of the two Holy - Mecca and Medina) by Kemalpaşazade. Ebussuud Efendi referred to Süleyman Khan as “The sultan of the land and the ruler of the seas”. Süleyman conquered Malta and Rhodes and “ruled the seas”. He conquered Baghdad and became the Sultanul-berreyn. (Sultan of the two Lands). God forbid that Baghdad or Rhodes be lost and we can no longer call him Sultanul-berreyn vel-bahreyn. (Sultan of the Two Seas and Two Lands). The descendents of Ottomans protect Baghdad and Rhodes well.” (vol. III, p. 64b)

Why is the City of Ahlat in Ruins?

“In ancient times this city of Ahlat was ruled by the sultan of Mahan. When this ill-mannered sultan planned to march upon the sultan of Semenkan he imposed a tax of one hundred thousand eggs on the people of Ahlat as war-taxes. When this edict came to Ahlat the Oğuz tribe said “What kind of tax is this? Alas, there is nothing to be done!” and collected one hundred thousand eggs. However, someone would have to take these eggs, without breaking them, to the land of Mahan; this meant finding travel expenses, as well as donkeys, camels and mules to load the eggs on. The people of Oğuz were helpless and powerless, and they could find no solution, no matter how much they discussed the matter. Finally, news of their situation reached the Mahan sultan and a second edict arrived.

“O Oğuz tribe! I would never have asked you for eggs. I asked for one hundred thousand silver eggs. I no longer need them. I exempt you from this tax. Ev-eryone take their eggs and do not neglect to pray for the continuance of the state…!”

When this pardon arrived the people were overjoyed and wanted to reclaim their eggs. However, as they had not marked the eggs that had been gathered every-one came and took whatever eggs they could find. At this juncture some of the young men who were honest said: “My egg was small, but now I have a large egg.”

And some were saying: “I gave a large egg, but this one is small.”

Even though neither side was happy with the situation they were unable to meet and sort out this confusing situation. A clamor ensued and everyone began to talk about the eggs. The white-bearded elders said: “We are now infringing on one another’s rights. Now the blessings from this city have gone, and these eggs will lead to the destruction of the city. Let us see what bad things will come; let us wait and see.”

Quite some time passed in this state of fear, and one day a pestilence overtook them; in one night twelve thousands households were packed up and the people fled to the land of Egypt; the caliph of Egypt gave them a place called Kayıtbay

Page 71: 1453dergisi 12.sayi

69

Bir kitabın resimleri…

Melek Ahmet Paşa, Bitlis hanı Abdal Han’ı mağlûp ettiği vakit, Han’ın hazinesin-den sandık sandık eşyalar yanında sekiz büyük sandık da el yazması kitaplar çı-kar. Paşa bunları mezad-ı sultanî ile yeniçeriler, sipahiler ve diğer efrada sattırır. Alışveriş esnasında garip bir de hadise yaşanır. Dinleyelim:

“Kadızâdelilerden riyakâr, ahlâksız ve dedikoducu herifin biri mezad-ı sultanîden Firdevsî’nin ünlü Şehnâme’sini peyleyip 1600 kuruşa aldım deyip üzerine yazıl-mışken herif çadırına vardığında “Tasvir haramdır” deyü bütün sayfalarda olan tasvirleri temaşa ederken, bazı sihir derecesinde güzel minyatürlerdeki insan tas-virlerinin gözlerini çıkarır gibi belindeki köylü bıçağıyla kazıyıp oyarken her yapra-ğı delik deşik etmişti. Bazı resimleri de “Bıçağımla boğazlayıp katlettim” diye re-simlerin boğazlarını çizerek bazı kadın ve erkek tasvirlerin o güzelim rengârenk çehrelerine tükürüp elbiselerine balgamını yapıştırarak gûyâ kendince onları ce-zalandırmış. Böylece o kıymetli nüshanın her yaprağını minyatürcü bir ayda res-medememiş iken o bir anda kirletip bâtıl eylemiş.

Ertesi gün kitabı dellâle götürüp, dellaliye parasını iade etmesini isteyerek, “Ben, içinde sûret olan papaz kitabını ne yapacağım!?.. Resim haramdır çünkü. Şim-di bu kitabı almayacağım ve bütün resimlerine de lâyık oldukları cezayı verdim,” deyü Şehnâme-i şâhenşâh’ı dellâlın üstüne atar. Dellâl kitabı açar bakar, bir de ne görsün, bir tek resim kalmamış.

— Yetişin bre ümmet-i Muhammed! Şehnâme’ye bakın, bu zalim neylemiş!” diye bağırmaya başlar. Adam cevap verir:

— Birader! Pek hoş eylemişim. Tire şehrinde şeyhimin dediği gibi nehy-i mün-ker eyledim. Ancak bir resim alıkoydum. O da benim Tire şehrinde bir sevgili hizmetkârım oğlan var idi, ona benzediği için dokunmadım.

Dellâl bu cevap karşısında güçten takattan kesilip gördü ki bu herifle cedelleş-menin bir anlamı yoktur, hemen Melek Ahmet Paşa’ya gelip bu gabi heriften şikâyet ederek:

— Yetiş, ey yüce vezir, dedi. Şu Şehnâme’yi Hakkâri Beyi kethüdası Çölümerik Kalesi’nden Han Murad Bey’e dört yüz kuruşa mezad-ı sultanide alıp muhafaza-sına vekil olmuş idim. Tireli Hacı Mustafa nam bir herif 1600 kuruşa almaya pey-man verdi. Kitap üç gece kendisinde kaldı. Meğer herif Kadızadeli imiş. Tasvir ha-ramdır diye cümle resimlerin gözlerini delmiş, boğazlarını kesmiş ve her resmi pa-buç süngeriyle silip (diliyle yalayıp) ve bu kıymetli kitabın elli meclis tasvirlerini kir-letip bunca değerli kitabı bî-kıymet eylemiş. Üstelik benim dellaliyeme de gadretti.

Dellal kitabı paşanın önüne koydukta paşa Şehnâme’yi görüp yürekten bir âh ederek erbâb-ı divana gösterdi. Divan üyelerinin hepsi adı geçen herife “Firavun ve Yezid ve Haman ve Mervan ve Karun ve Ebû Cehil ve Ebû Leheb ve Bel’am ibn Bâur’un laneti”ni üzerine okudular. Dellâl bu hâli görüp cesaret alarak söz aldı:

— Sultanım, aman benim dellâliyeme bir ziyan dokunmasın, deyince paşa hid-detlenerek dedi ki:

— Bre kitabın vebalini üzerine alan dellâl! O senin dellâllığına gadretmemiş; mâl-i pâdişâhîye gadretmiş, yürü şuradan paralamayayım seni!

Ardından emir vermiş ki:

— Tiz şu Tireliyi getirsinler.

Tireliyi derhal yakalayıp sürükleye sürükleye, sille tokat, tekme dayak, hallaç önündeki pamuk gibi döverek, didik didik ederek sundular:

— Bre âdem! Niçin bu kitabı böyle ettin?

Adam cevap verdi:

— O kitap mıdır? Papaz yazısıdır. Nehy-i münker edip iyi ettim ki bozdum. Paşa der ki:

Plateau to reside in and they built a strong city in just one year in Egypt, a country that had not seen lime walls and mud roofs. There are still the remains of many thousands of these houses mixed in with the soil in the east of Egypt on the side of the armoury in a place known as the Ahlat Neighborhood.

On the other hand, the sultan of Mahlan, who had oppressed this city for one hundred thousand eggs that he did not need and who had caused such a state of confusion, only learned that twelve thousand households had immigrated to Egypt after he had defeated the Semenkan sultan a year later and returned to Mahan. At that time Ahlat was such a great city that the emigration of twelve thousand households could remain undetected for a year; compare this with the largest city you know. And one of the reasons why this large city continued to go to ruin with every passing day in subsequent years was that the rights of the eggs had been infringed upon.” (vol. IV, p. 238b)

The Illustrations of a Book

Upon defeating Abdal Khan, the Khan of Bitlis, Melek Ahmet Pasha discovered a large chest of manuscripts that was part of the numerous chests full of goods that he took from the khan’s treasury. The pasha had these sold in a Sultan’s auc-tion to the Janissaries, the cavalry, and others. During these auction a strange event occurred. Let’s listen:

“…a hypocritical, immoral and slanderous Kadizadeli r(ultra-orthodox Ottoman sect, mostly disliked) reserved and purchased the famous Shahnameh of Ferduw-si Sultan (of Poetry), after writing “I have purchased it for 1,600 Kurush (Ottoman cents)” he took it to his tent; upon examining the book, he said “illustrations are haram (religiously banned).” He took the peasant’s knife at his waist, and dug out the eyes of the so beautiful miniatures, that some of them were like magic in their details. He drew his knife across the throats of some illustrations of men and women, saying “I have cut their throats and killed them” and he spit on some of the other colorful depictions, sticking his phlegm onto them, thus “punishing” them. In this way this valuable book, for which more than a month took to illus-trate one page, was sullied and destroyed in just a moment.

The next day he took the book to the seller, demanding that he return the money. “What am I to do with a book full of papist illustrations?! Illustrations are forbid-den. I will not buy this book and I have punished the book in the way it deserves”; so saying, he threw the Şehnâme-i şâhenşâh (Epic of the Kings, and the King of Epics) at the seller. The seller opened the book and looked inside; he saw that there was not a single illustration left.

“Help, my good Muslims! Look at the Şehnâme, what is this torture?” he started to shout.

The other man answered: “Brother! I have done the right thing. I have avoided the acts of infidels, like my sheikh in the city of Tire told me. However, I have kept one picture. In the city of Tire there is the son of my beloved servant, and as it resembled him, I did not touch it.”

In response to this answer the seller, exhausted, realized that there was no point in arguing with this chap, and he went immediately to Melek Ahmet Pasha to complain about this slow-witted fellow: “Help me O blessed vizier,” he said. “I purchased this Şehnâme from Hakkari Bey’s steward at the Çölümerik Fort for Murad Khan for four hundred kuruş and am responsible for protecting it for the sultanate. A man called Tireli Haci Mustafa reserved it to purchase at 1,600 kuruş. He kept the book for three nights. It turns out that this chap is a Kadiza-deli. He poked out all the eyes of the illustrations, sliced their throats and licked all the pictures, saying that illustrations are haram, and he has sullied all the illustrations in this book and made a valuable book worthless. Moreover he has wronged my position.”

The seller put the book in front of the pasha and the pasha took a look at the book, sighing in sorrow at the sight; he then showed it to the other members of the divan. The members of the divan all swore “the curse of the Pharaoh, Yezid (killer of Prophet’s descendants) and Haman (Pharaoh’s evil vizier) and Merwan

Page 72: 1453dergisi 12.sayi

EVLİYA ÇELEBİ’NİN İSTANBUL SEÇKİSİ / A SELECTION OF EVLİYA ÇELEBİ

70

— Bre sen nehy-i münker etmeye hangi selahiyetle memursun? Amma ben bir icra-yı hükûmet edeyim ki mezad-ı sultanîde iki bin guruşa çıkmış bir kitabı boz-mayı ben sana göstereyim. Alın şunu aşağı!..

Derhal bir kapıkulu yeniçerisi “Allah’ın adıyla” deyip adamı cellât eline teslim etti. Cellâtlar adama budaklı yetmiş deynek vurup 1600 kuruşu ondan Bitlis Kadısı hükm edip mîrî hazine için tahsil olundu. Dellâla da on kuruşunu verip savdılar. Sonunda pejmürde olan Şehnâme’yi herifin eline tutuşturdular ve ordudan ih-raç ettiler. Zavallı adam “Tasvir haramdır” diyen şeyhimizin Allah belâsını versin diye beddualar ede ede ta Diyarbakır’a kadar gitti. O giderken cümle ordu halkı “Lâyığını buldun işte!” diyerek adamı maymuna döndürdüler ve ardınca o kadar taş attılar ki geçtiği yerler taşlık kaldırımlara döndü.

Bir garip temaşa idi vesselâm! (c.IV, s.276b-277a.)”

İmdi, bu metni okuduktan sonra hâlâ Osmanlı resmi yasaklamıştı demek acaba ne kadar doğru olur?

Kırk Yaşında Kütük…

Şehir, kasaba ve köyünün adı bizde mahfuz kalsın:

“Bir cami’li ve çemenzâr u mahsuldâr yerli, üçyüz hane ahurlu hane-i fukaralar-dır. Âyende vü revendeler (gelip gidenler) mihman (misafir) olup ahâlisi kâr ider-ler. Amma muânidlerdir (inatçılardır). Bir kütüğü kırk kerre müsâfirîne satarlar. Zira her gice mezkur kütük su içinde yatar. Alan âdem ol kütüğü yakmak için on akçe(lik de) odun alır. Hatta bir ârif yolcu (satın aldığı) bir kütüğe bir kevele en-serisin (mertek çivisini) mıhlayup Revan Seferi’ne gidüp gelince(ye dek) üç sene mürûr idüp (aradan üç yıl geçip) yine bu (...) köyünde hane sahibine mihman olup ateş yakmağa kütüğü getirip yine üç sene mukaddem enseriyle mıhlı olan kütüğü getirirler.

Böyle böyle (beher) kütüğü kırk müsafire satıp, ‘Kırk yaşında yaşlı kütüktür’ deyü medh ederler vesselam(c.IV.278b).”

(Umayyad Tyrant) and Karun (the evil rich man) and Abu Jahil (Prophet’s op-ponent) and Abu Lahab (evil financier of Mecca) and Bel’am ibn Baur (Pharaoh’s evil wizard)” on the Kadizadeli. Seeing this, the seller took heart and spoke up: “My sultan, let this not harm my post.”

Now, the pasha became angry and said: “The plague is on the book! He has not sullied your post; the goods of the sultan have been sullied – get lost before I rip you to pieces.”

The pasha then ordered: “Bring me this man from Tire”

They caught the man from Tire and dragged him, kicking him, beating him, pum-meling him like cotton wool, and presented him to the pasha.

“Man! What have you done to this book?”

The man answered: “That book? That is papist writing. I avoided the work of the infidel and I have destroyed it.”

The pasha said: “What gives you the right to decide what the work of the infidel is? However, I have the authority and I will show you what happens to those who destroy property that was purchased from the sultan for 2,000 kuruş. Take him down!”

Immediately the Janissaries took him “in the name of Allah” and handed him over to the executioner. The executioner struck him with seventy knotted rods and 1,600 kuruş was taken from him and allocated to the state treasury. They gave the seller ten kuruş and sent him on his way. Finally they put the poor Şehname in the man’s hands and expelled him from the army. The poor man cursed the sheikh who had said “Illustrations are haram” and went all the way to Diyarba-kir. As he went the entire army said “This is just” and ridiculed the man, throwing so many stones behind him as he went that they formed stone pavements.

Truly a strange spectacle to witness.” (vol. IV, p. 276b-277a)

Thus, after having read this text, I wonder how correct it is to say that the Otto-man’s forbade illustrations?

A Forty-Year Old Log

Let the name of the city, town and village remain untold…

“In a place with a mosque, a pasture and bountiful crops, there were three hun-dred houses with barns that belonged to the poor. They earned their money by putting up people who were travelling through. However, these were stubborn people. They would sell one log of wood forty times to a visitor; (they could do this) because every night they would soak the log with water. The person who purchased the log would buy ten akçe’s worth of kindling to light the log. How-ever, one wise traveler bought this log. One day a wise man bought the log and hammered a large nail into it. He then went on the Revan Campaign, and three years passed before he came to the village again. The host brought him a log to light; it was none other than the same log he had hammered a nail into three years before.

Thus, (each) log would be sold to forty different guests, and this led to the expres-sion “An old log of forty years.” (vol.IV.2278b)

Page 73: 1453dergisi 12.sayi

71

EVLİYA ÇELEBİ’NİN İZİNDE BİR ÖMÜR: YÜCEL DAĞLI (1963 - 2009)

Nedret İŞLİ

A LIFETIME IN THE FOOTSTEPS OF EVLİYA ÇELEBİ: YÜCEL DAĞLI (1963 - 2009)

Nedret İŞLİ

Page 74: 1453dergisi 12.sayi

EVLİYA ÇELEBİ’NİN İZİNDE BİR ÖMÜR: YÜCEL DAĞLI (1963 - 2009)/ A LIFETIME IN THE FOOTSTEPS OF EVLİYA ÇELEBİ: YÜCEL DAĞLI (1963 - 2009)

72

EVLİYA ÇELEBİ’NİN İZİNDE BİR ÖMÜR:YÜCEL DAĞLI (1963 -2009)

Emin Nedret İşli

2011Evliya Çelebi Yılı dolayısıyla bu yıl içinde Evliya Çelebi ile ilgili pek çok kültü-rel etkinlik gerçekleştirilecek. Şu ana kadar Evliya Çelebi hakkında pek çok maka-le yayımlandı bile. Bütün bu etkinlikler, yayınlar, araştırmalar uzun yıllar unuttu-ğumuz, sadece mizahi bazı bölümlerini örneklediğimiz, abartılı üslubundan alay-lı bir ifade ile söz edegeldiğimiz Evliya Çelebi ve onun muhalled eseri Seyahatna-me hakkında olacak.

1611’de doğup 1684 yılında öldüğüne hükmedilen Evliya Çelebi’nin ünlü eseri Seyahatname, Osmanlı İmparatorluğundaki aydınların da çok sonradan keşfet-tikleri bir eserdir. Ünlü tarihçi Hammer’in ta-nıtımıyla göz önüne çıkan Seyahatname Os-manlı basınında ilk kez 1848 yılında Kahire’de Bulak Matbaasında Müntehabat-ı Evliya Çe-lebi adıyla basılmıştır.1896’da İkdam Gaze-tesi sahibi Ahmed Cevdet Bey ve Necib Asım Seyahatname’nin Pertev Paşa Kütüphanesin-deki yazması esas alınarak yayımlanmasına başlarlar. 1902’ye kadar ilk altı cilt basılabi-lir. 1928 yılında Tarih Encümeni 7 ve 8. cilt-leri yayımlar. Harf Devriminden sonra, 1938 yılında 9 ve 10. ciltler Milli Eğitim Bakanlığı tarafından çıkarılır ve böylece farklı ciltlerle Seyahatname ilk olarak tamamlanmış olur. Daha sonraki yıllarda Reşad Ekrem Koçu ( 5 cilt, 1943 – 1951 yılları arası), Mustafa Ni-hat Özön (3 cilt 1944 – 1945 yılları arası), Ser-ver İskit (1 cilt, 1962), Zuhuri Danışman (16 cilt, 1969 – 1970), Nihal Atsız (2 cilt, 1971 – 1972 yılları arası), Tevfik Temel Kuran ve Ne-cati Aktaş (2 cilt, 1975 – 1976) gibi araştır-macılar Seyahatname’yi kısmen sadeleştire-rek, kısmen belli bölümlerini seçerek, kısmen de özetleyerek yayımlarlar. 1970’li yıllardan sonra Klaus Kreiser, Robert Dankoff, Martin van Bruinessen ve Hendrik Boeschoten gibi yabancı bilim adamları da Evliya Çelebi’nin bazı bölümleri üzerine bilimsel araştırmalar yaparlar ve bunları müstakil çalışmalar şek-linde neşrederler.

1980’li yıllara kadar Türkiye’de yapılan bütün yayımlar bu büyük eserden ya seçmedir ya da sansürlü ve kısaltılarak yapılmıştır. 1985 yılın-da Orhan Şaik Gökyay’ın talebesi olan Yücel Dağlı, hocasının Evliya Çelebi’nin bu büyük eserinin dilimize kazandırılmamış olmasına pek üzüldüğünü ve bunu çok-ça dile getirdiğine şahit olur.

Bu arada Orhan Şaik Gökyay hoca, Sinan Genim ve İ. Gündağ Kayaoğlu’nun teşvik ve ekonomik desteğiyle Seyahatname’nin 1. cildini o yılların teknolojisine göre teyp kasetlerine okumuştur. Kültür heveslisi bir genç olarak bu ekibe Yücel Dağ-lı da katılmıştır. Dağlı bu dönemi “1985’ten sonraki yıllarda, bilgisayar teknoloji-sinin yeni yeni oturmaya başladığı dönemde, Orhan Şaik Gökyay ile Gündağ Ka-yaoğlu arasında Evliya Çelebi çalışmalarının dizgisini yapan birisi olarak bu ekibe katıldım.” diye ifade etmektedir.

* Yazar * Writer

Yücel Dağlı

Genç yaşta aramızdan ayrılan Yücel Dağlı ülkemizde ilk kez Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nin sansürsüz ve karşılaştırmalı

yayınını gerçekleştirmiştir.

Yücel Dağlı who died in his youth realized the uncensored edition critic of Evliya Çelebi’s Seyahatname first time in our

country.

A LIFETIME IN THE FOOTSTEPS OF EVLİYA ÇELEBİ: YÜCEL DAĞLI (1963 – 2009)

Emin Nedret İşli

On the occasion of 2011, the Year of Evliya Çelebi, many cultural activities will be held in commemoration of this author and his work. Many articles have already been published about him. All these activities, publications and research will be concerned with Evliya Çelebi and his timeless work, the Seyahatname. This is a work that was forgotten for many years, except some humorous parts of the work being referred to from time to time, and except the exaggerated style we made fun of.

Evliya Çelebi is assumed to be born in 1611 and died in 1684. His famous work, the Seyahatname, was discovered after a very long time, even by Ottoman intellectu-als. Published with an introduction by the famous historian Hammer, the Seyahatname first emerged from the Ottoman press in 1848, printed in Cairo by Bulak Printing House as Müntehabat-ı Evliya Çelebi. By referring to the manuscript of the Seyahatname found in the collection of Pertev Pasha, the owner of the newspaper İkdam, Ahmet Cevdet Bey and Necib Asım, started to publish the work in 1897. Only the first six volumes could be published by 1902. In 1928 the Tarih Encü-meni (Council of History) published the 7th and 8th volumes. After the alphabet reform, the 9th and 10th volumes were published by the Ministry of Education and thus the en-tire Seyahatname was published for the first time. Over the following years, by simplify-ing, selecting several sections and summariz-ing them, researchers such as Reşad Ekrem Koçu (5 volumes, between 1943 and 1951), Mustafa Nihat Özön (3 volumes between 1944 and 1945), Server İskit (1 volume, in 1962), Zuhuri Danışman (16 volumes, be-tween 1969 - 1970), Nihal Atsız (2 volumes, between 1971 and 1972) Tevfik Temel Kuran and Necati Aktaş (2 volumes, between 1975 - 1976) have worked on the Seyahatname. Af-ter the 1970s, some foreign academics, such as Klaus Kreiser, Robert Dankoff, Martin van Bruinessen and Hendrik Boeschoten, carried

out research on several parts of the Seyahatname and they published these as independent studies.

All the publications made in Turkey before the 1980s consisted either of selec-tions from this great work or they were censored and abridged. In 1985 Yücel Dağlı, a student of Orhan Şaik Gökyay, witnessed the great sorrow of his instruc-tor due to the fact that Evliya Çelebi’s great work was not transcribed into mod-ern Turkish; he heard his instructor express this many times.

With the encouragement and financial support of Sinan Genim and İ. Gündağ Kayaoğlu, Orhan Şaik Gökyay recorded the first volume of the Seyahatname for audio cassettes, in keeping with the technology of the time. Yücel Dağlı partici-

Page 75: 1453dergisi 12.sayi

73

“1994 yılında kaybettiğimiz Orhan Şaik Gökyay’dan sonra Seyahatname’nin ya-yını için birçok büyük yayınevi ile iki yıl boyunca yapılan görüşmeler sonucunda, Enis Batur’un da büyük desteği ile bu eser nihayet Yapı Kredi Bankası Kültür ve Sa-nat Yayıncılık tarafından 1996 yılında yayınlandı” cümleleriyle, Seyahatname’nin sansürsüz ve karşılaştırmalı ilk yayımının öyküsünü anlatan Dağlı, basım tarihin-den son nefesine kadar bu muhteşem eserin mükemmel bir surette Türk diline kazandırılmasının savaşını verdi; bu uğurda canla başla çalıştı.

Mütevazı, arkadaş canlısı, yardımlaşmacı bir ruha sahip olan Yücel Dağlı, Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nin sansürsüz, doğru, karşılaştırmalı metninin aynı ölçü-lerde düzgün 10 cilt olarak tamamlanması serüvenine katılanları da “Evliya Çele-bi Seyahatname çalışmaları çekirdek ekibini oluşturan Yücel Dağlı, Seyit Ali Kah-raman ve Robert Dankoff’un yanısıra, Evangelia Balta, Halil İnalcık, İbrahim Se-zin, İskender Pala, İsrafil Dağlı, Mehmet Rifat, Muhittin Eren, Mustafa Çiçekler, Mustafa Genç, Mustafa Kaçalin, Nejat Göyünç, Nuri Yüce, Osman F. Sertkaya, Sabri Koz, Şinasi Tekin, Zekeriya Kurşun ve adını sayamadığımız nice kıymetli in-sanların katkı ve destekleriyle gerçekleştirildi.” şeklinde sayar.

1963 yılında Sinop’ta doğan Yücel Dağlı Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebi-yatı Bölümünden mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitü’sünde “Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nin Birinci Cildindeki Yer ve Şahıs İsimleri İndeksi” adlı tez çalışmasıyla 1994 yılında “Yüksek Lisans Eğitimi”ni tamamladı.

Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı’nda 1987 - 1996 yılları arasında Bilgisayar Bölümü Şefliği yaptı. Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı’nın hazırladığı birçok yayında görev aldı. 1996 yılından itibaren aka-demisyen olarak görev yapan Dağlı vefat ettiği sırada Marmara Üniversitesin-de görev yapıyordu.

Son yıllarda Türk Dil Kurumu’nun (TDK) “Bilim ve Sanat Terimleri Ana Sözlüğü”, “Elektronik Dil Yayıncılığı”, “Osmanlı Türkçesi Sözlüğü “ çalışma gruplarında üye olarak görev almıştı.

12 Ağustos 2009 günü rahatsızlanarak aramızdan ayrılan Yücel Dağlı, 13 Ağus-tos 2009 günü Beşiktaş Karanfilköy Câmii’nde ikindi namazının ardından kalaba-lık bir cemaatle kılınan cenaze namazından sonra Eyüp Hasdal Mezarlığı’nda top-rağa verildi.

Evliya Çelebi Hakkındaki Çalışmaları:

Evliyâ Çelebi bin Derviş Mehemmed Zıllî, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: Topkapı Sarayı Bağdat 304 Yazmasının Transkripsiyonu - Dizini (1. Kitap), Haz.: Orhan Şaik Gökyay, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1996, XXXII, 498 s. [Kitabın 321-498. say-falarında, Yücel Dağlı’nın hazırladığı “Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nin Birinci Cil-dindeki Yer ve Şahıs İsimleri İndeksi” başlıklı yüksek lisans tezinin genişletilmiş ve gözden geçirilmiş biçimi “Dizin” bölümü olarak yer almaktadır.]

Evliyâ Çelebi bin Derviş Mehemmed Zıllî, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: Topka-pı Sarayı Bağdat 304 Numaralı Yazmanın Transkripsiyonu - Dizini (1. Kitap), Haz.: Robert Dankoff - Seyit Ali Kahraman - Yücel Dağlı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2006, LIV, 448 s.

Evliyâ Çelebi bin Derviş Mehemmed Zıllî, Evliyâ Çelebi Seyahatnamesi: Topkapı Sarayı Bağdat 304 Numaralı Yazmanın Transkripsiyonu - Dizini (2. kitap) / Haz.: Zekeriya Kurşun - S. A. Kahraman - Y. Dağlı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1999, XXXII, 286 s. [2. bs. 2006].

Evliyâ Çelebi bin Derviş Mehemmed Zıllî, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: Topka-pı Sarayı Bağdat 305 Numaralı Yazmanın Transkripsiyonu - Dizini (3. Kitap), Haz.: S. A. Kahraman - Y. Dağlı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1999, XL, 326 s. [2. bs. 2006].

Evliyâ Çelebi bin Derviş Mehemmed Zıllî, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: Topkapı Sarayı Bağdat 305 Numaralı Yazmanın Transkripsiyonu - Dizini (4. Kitap), Haz.: Y. Dağlı - S. A. Kahraman, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2001, XLVIII, 413 s.

Evliyâ Çelebi bin Derviş Mehemmed Zıllî, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: Topkapı Sa-rayı Bağdat 307 Numaralı Yazmanın Transkripsiyonu - Dizini (5. Kitap), Haz.: Y. Dağ-lı, S. A. Kahraman, İbrahim Sezgin, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2001, XL, 372 s.

pated in this group of cultural enthusiasts as well. Dağlı tells us: “During the years after 1985, when computer technology began to appear, I joined this team, working with Orhan Şaik Gökyay and Gündağ Kayaoğlu, carrying out the typeset-ting of the works of Evliya Çelebi.”

Dağlı tells the story of the first comparative and unabridged publication of the Seyahatname as follows: “ In 1996, after the death of Orhan Şaik Gökyay (1994), following negotiations with many large publishing houses to publish the Seya-hatname, the work was finally published by the “Yapı Kredi Bankası Kültür ve Sanat Yayıncılık” (the Yapı Kredi Bank Publishing House of Culture and Arts), with the great support of Enis Batur.” From the date of the first publication to the day of his last breath, Dağlı fought to bring this magnificent piece into the Turkish language in the best possible way; he put his heart and soul into this cause.

A man with a modest, friendly and humanitarian soul, Yücel Dağlı lists those who participated in the journey to complete all ten volumes of the unabridged, accu-rate and comparative text of Evliya Çelebi’s Seyahatname as follows: “The study of Evliya Çelebi’s Seyahatname was carried out with the support and contribu-tion of Yücel Dağlı, Seyit Ali Kahraman and Robert Dankoff; these three formed the core, while Evangelia Balta, Halil İnalcık, İbrahim Sezin, İskender Pala, İsrafil Dağlı, Mehmet Rifat, Muhittin Eren, Mustafa Çiçekler, Mustafa Genç, Mustafa Kaçalin, Nejat Göyünç, Nuri Yüce, Osman F. Sertkaya, Sabri Koz, Şinasi Tekin, Zekeriya Kurşun and many other important scholars also contributed.”

Yücel Dağlı was born in Sinop in 1963. He graduated from the Marmara Univer-sity, Department of Turkish Language and Literature. In 1994 he completed his graduate thesis entitled: “The Index of the Names of Places and People in the First Volume of Evliya Çelebi’s Seyahatname” at the Social Sciences Institute of Istanbul University.

Between 1987 and 1996 he worked as the head of the computer department at the Ottoman Archives Office, the General Directorate of State Archives. He was in charge of many publications that were prepared by the Ottoman Archives Office. From 1996 on, Dağlı worked as an academic at the Marmara University until he passed away.

In his last years Dağlı worked as a member of study groups for the Turkish Lan-guage Society’s “Main Dictionary of Scientific and Artistic Terms”, “Electronic Language Publishing” and “Dictionary of Ottoman Turkish”.

Yücel Dağlı passed away on 12 August 2009, and he was buried on 13 August 2009, after his funeral service in which a large number of people participated after the afternoon prayer at the Beşiktaş Karanfilköy Mosque.

Dağlı’s Studies on Evliya Çelebi:

Evliyâ Çelebi bin Derviş Mehemmed Zıllî, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: Topkapı Sarayı Bağdat 304 Yazmasının Transkripsiyonu - Dizini (1st Book) (Transcription of Manuscript 304 in the Topkapı Palace Baghdad Collection), Prepared by Orhan Şaik Gökyay, Yapı Kredi Publications, Istanbul, 1996, XXXII, 498 p. [The extended and revised version of Yücel Dağlı’s thesis, entitled “The Index of the Names of Places and People in the First Volume of Evliya Çelebi’s Seyahatname” appears as the index section of the book, between pages 321 and 498.]

Evliyâ Çelebi bin Derviş Mehemmed Zıllî, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: Topkapı Sarayı Bağdat 304 Numaralı Yazmanın Transkripsiyonu - Dizini (1st Book) (Tran-scription of Manuscript 304 in the Topkapı Palace Baghdad Collection), Prepared by Robert Dankoff - Seyit Ali Kahraman - Yücel Dağlı, Yapı Kredi Publications, Istanbul, 2006, LIV, 448 p.

Evliyâ Çelebi bin Derviş Mehemmed Zıllî, Evliyâ Çelebi Seyahatnamesi: Topkapı Sarayı Bağdat 304 Numaralı Yazmanın Transkripsiyonu - Dizini (2nd Book) (Tran-scription of Manuscript 304 in the Topkapı Palace Baghdad Collection)/ Prepared by Zekeriya Kurşun - S. A. Kahraman - Y. Dağlı, Yapı Kredi Publications, Istanbul, 1999, XXXII, 286 p. [2nd edition, 2006].

Evliyâ Çelebi bin Derviş Mehemmed Zıllî, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: Topkapı Sarayı Bağdat 305 Numaralı Yazmanın Transkripsiyonu (Transcription of Manu-

Page 76: 1453dergisi 12.sayi

EVLİYA ÇELEBİ’NİN İZİNDE BİR ÖMÜR: YÜCEL DAĞLI (1963 - 2009)/ A LIFETIME IN THE FOOTSTEPS OF EVLİYA ÇELEBİ: YÜCEL DAĞLI (1963 - 2009)

74

script 305 in the Topkapı Palace Baghdad Collection)- Dizini (3rd Book), Prepared by S. A. Kahraman - Y. Dağlı, Yapı Kredi Publications, Istanbul, 1999, XL, 326 p. [2nd edition, 2006].

Evliyâ Çelebi bin Derviş Mehemmed Zıllî, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: Topkapı Sarayı Bağdat 305 Numaralı Yazmanın Transkripsiyonu - Dizini (4th Book) (Tran-scription of Manuscript 305 in the Topkapı Palace Baghdad Collection), Prepared by Y. Dağlı - S. A. Kahraman, Yapı Kredi Publications, Istanbul, 2001, XLVIII, 413 p.

Evliyâ Çelebi bin Derviş Mehemmed Zıllî, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: Topkapı Sarayı Bağdat 307 Numaralı Yazmanın Transkripsiyonu - Dizini (5th Book) (Tran-scription of Manuscript 307 in the Topkapı Palace Baghdad Collection), Prepared by Y. Dağlı, S. A. Kahraman, İbrahim Sezgin, Yapı Kredi Publications, Istanbul, 2001, XL, 372 p.

Evliyâ Çelebi bin Derviş Mehemmed Zıllî, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: Topkapı Sarayı Kütüphanesi Revan 1457 Numaralı Yazmanın Transkripsiyonu - Dizini (6th Book) (Transcription of Manuscript 1457 in the Topkapı Palace Erevan Collec-tion), Prepared by S. A. Kahraman, Y. Dağlı, Yapı Kredi Publications, Istanbul, 2002, XL, 365 p.

Evliyâ Çelebi bin Derviş Mehemmed Zıllî, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: Topkapı Sarayı Kütüphanesi Bağdat 308 Numaralı Yazmanın Transkripsiyonu - Dizini (7th Book) (Transcription of Manuscript 308 in the Topkapı Palace Baghdad Collection), Haz.: Y. Dağlı - S. A. Kahraman - R. Dankoff, Yapı Kredi Publications, Istanbul, 2003, XL, 395 p.

Evliyâ Çelebi bin Derviş Mehemmed Zıllî, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: Topkapı Sarayı Kütüphanesi Bağdat 308 Numaralı Yazmanın Transkripsiyonu - Dizini (8th Book) (Transcription of Manuscript 308 in the Topkapı Palace Baghdad Collection), Prepared by S. A. Kahraman - Y. Dağlı - R. Dankoff, Yapı Kredi Publications, Istanbul, 2003, XLVI, 417 p.

Evliyâ Çelebi bin Derviş Mehemmed Zıllî, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: Topkapı Sarayı Kütüphanesi Bağdat 306, Süleymaniye Kütüphanesi Pertev Paşa 462, Süleymaniye Kütüphanesi Hacı Beşir Ağa 452 Numaralı Yazmaların Mukayes-eli Transkripsiyonu - Dizini (9th volume) (Transcription of Manuscript 306 in the Topkapı Palace Baghdad Collection, Manuscript 462 in Süleymaniye Library, Pertev Pasha Collection, Manuscript 452 in Süleymaniye Library, Hacı Beşir Ağa Collection) Prepared by Y. Dağlı - S. A. Kahraman - R. Dankoff, Yapı Kredi Publica-tions, Istanbul, XL, 498 p.

Evliyâ Çelebi bin Derviş Mehemmed Zıllî, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi Türkçe Yazmalar 5973, Süleymaniye Kütüphanesi Pertev Paşa 462, Süleymaniye Kütüphanesi Hacı Beşir Ağa 452 Numaralı Yazmaların Mukayeseli Transkripsiyonu - Dizini (10th volume) (Comparative Transcription of Manuscript 5973 of the Istanbul University Library, Turkish Manuscripts Collec-tion, Manuscript 462 of the Süleymaniye Library, Pertev Paşa Collection, Manu-script 452 of the Süleymaniye Library, Hacı Beşir Ağa Collection) Prepared by Y. Dağlı - S. A. Kahraman - R. Dankoff, LXXX, 633 p.

Evliyâ Çelebi, Günümüz Türkçesiyle Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: İstanbul (Vol-ume I, Book I), Prepared by S. A. Kahraman - Y. Dağlı, Yapı Kredi Publications, Istanbul, 2003, XXV, 386 p. [5th edition, 2008].

Evliyâ Çelebi, Günümüz Türkçesiyle Evliyâ Çelebi Seyahatnamesi: İstanbul (Vol-ume I, Book II), Prepared by S. A. Kahraman - Y. Dağlı, Yapı Kredi Publications, Istanbul, 2003, XXV, 387-765 p. [5th edition, 2008].

Evliyâ Çelebi, Günümüz Türkçesiyle Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: Bursa, Bolu, Trabzon, Erzurum, Azerbaycan, Kafkasya, Kırım, Girit (Volume II, Book I), Pre-pared by Y. Dağlı - S. A. Kahraman, Yapı Kredi Publications, Istanbul, 2005, XXX, 327 p. [2nd edition, 2008].

Evliyâ Çelebi, Günümüz Türkçesiyle Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: Bursa, Bolu, Trabzon, Erzurum, Azerbaycan, Kafkasya, Kırım, Girit (Volume 2, Book 2), Pre-pared by Y. Dağlı - S. A. Kahraman, Yapı Kredi Publications, Istanbul, 2005,

XVI, 329-675 p. [2nd edition, 2008].

Evliyâ Çelebi bin Derviş Mehemmed Zıllî, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: Topkapı Sarayı Kütüphanesi Revan 1457 Numaralı Yazmanın Transkripsiyonu - Dizini (6. Ki-tap), Haz. S. A. Kahraman, Y. Dağlı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2002, XL, 365 s.

Evliyâ Çelebi bin Derviş Mehemmed Zıllî, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: Topka-pı Sarayı Kütüphanesi Bağdat 308 Numaralı Yazmanın Transkripsiyonu - Dizini (7. Kitap), Haz.: Y. Dağlı - S. A. Kahraman - R. Dankoff, Yapı Kredi Yayınları, İstan-bul, 2003, XL, 395 s.

Evliyâ Çelebi bin Derviş Mehemmed Zıllî, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: Topkapı Sarayı Kütüphanesi Bağdat 308 Numaralı Yazmanın Transkripsiyonu - Dizini (8. Kitap), Haz.: S. A. Kahraman - Y. Dağlı - R. Dankoff, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2003, XLVI, 417 s.

Evliyâ Çelebi bin Derviş Mehemmed Zıllî, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: Topka-pı Sarayı Kütüphanesi Bağdat 306, Süleymaniye Kütüphanesi Pertev Paşa 462, Süleymaniye Kütüphanesi Hacı Beşi Ağa 452 Numaralı Yazmaların Mukayeseli Transkripsiyonu - Dizini (9. cilt), Haz.: Y. Dağlı - S. A. Kahraman - R. Dankoff, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, XL, 498 s.

Evliyâ Çelebi bin Derviş Mehemmed Zıllî, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi Türkçe Yazmalar 5973, Süleyma-niye Kütüphanesi Pertev Paşa 462, Süleymaniye Kütüpha-nesi Hacı Beşir Ağa 452 Numaralı Yazmaların Mukayeseli Transkripsiyonu - Dizini (10. cilt), Haz.: Y. Dağlı - S. A. Kahra-man - R. Dankoff, LXXX, 633 s.

Evliyâ Çelebi, Günümüz Türkçesiyle Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: İstanbul (1. Cit, 1. Kitap), S. A. Kahraman - Y. Dağlı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2003, XXV, 386 s. [5. bs. 2008].

Evliyâ Çelebi, Günümüz Türkçesiyle Evliyâ Çelebi Seyhatnâmesi: İstanbul (1. Cilt, 2. Kitap), Haz.: S. A. Kah-raman - Y. Dağlı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2003, XXV, 387-765 s. [5. bs. 2008].

Evliyâ Çelebi, Günümüz Türkçesiyle Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: Bursa, Bolu, Trabzon, Erzurum, Azerbaycan, Kafkasya, Kırım, Girit (2. Cilt, 1. Kitap), Haz.: Y. Dağlı - S. A. Kahraman, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2005, XXX, 327 s. [2. bs. 2008].

Evliyâ Çelebi, Günümüz Türkçesiyle Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: Bursa, Bolu, Trabzon, Erzurum, Azerbaycan, Kafkasya, Kırım, Girit (2. Cilt, 2. Kitap), Haz.: Y. Dağlı - S. A. Kahraman, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2005,

XVI, 329-675 s. [2. bs. 2008].

Evliyâ Çelebi, Günümüz Türkçesiyle Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: Konya - Kayse-ri - Antakya - Şam - Urfa - Maraş - Sivas - Gazze - Sofya - Edirne (3. Cilt, 1. Kitap), Haz.: S. A. Kahraman - Y. Dağlı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2006, XXXVIII, 398 s. [2. bs. 2010].

Evliyâ Çelebi, Günümüz Türkçesiyle Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: Konya - Kayse-ri - Antakya - Şam - Urfa - Maraş - Sivas - Gazze - Sofya - Edirne (3. Cilt, 2. Kitap), Haz.: S. A. Kahraman - Y. Dağlı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2006, XXI, 399-771 s. [2. bs. 2010].

Evliyâ Çelebi, Günümüz Türkçesiyle Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: Bağdad - Basra - Bitlis - Diyarbakır - Isfahan - Malatya - Mardin - Musul - Tebriz - Van (4. Cilt, 1. Ki-tap), Haz.: S. A. Kahraman - Y. Dağlı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2010, XVI, 442 s.

Evliyâ Çelebi, Günümüz Türkçesiyle Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: Bağdad - Bas-ra - Bitlis - Diyarbakır - Isfahan - Malatya - Mardin - Musul - Tebriz - Van (4. Cilt, 2. Kitap), Haz.: S. A. Kahraman - Y. Dağlı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2010, XVI, 443-918 s.

(Soldan sağa / from left to right) Yücel Dağlı, Nedret İşli, Heath Lowry, Fahri Aral

Page 77: 1453dergisi 12.sayi

75

Makaleleri:

“Evliya Çelebi’de Edirne”, Edirne: Serhattaki Payitaht, Haz.: Emin Nedret İşli - M. Sabri Koz, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1998, s. 105-149

“Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde Trabzon”, Trabzon Tarihi Sempozyumu, Haz.: Kemal Çiçek - Abdullah Saydam - Kenan İnan - Hikmet Öksüz, Trabzon Belediyesi Yayınları, Trabzon, 1999, s. 287-302.

“Evliya Çelebi Hayatı ve Seyahatnâmesi”, Osmanlı, C. 8, Yeni Türkiye Yayınları, İs-tanbul, 2000, s. 344-354.

“Evliya Çelebi’de Adana”, Efsaneneden Tarihe Tarihten Bugüne. Adana: Köprü Başı, Haz.: Erman Artun - M. Sabri Koz, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2000, s. 274-287.

“Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde Rodos”, Evliya Çelebi ve Seyahatname, Yay. Haz.: Nuran Tezcan - Kadir Atlansoy, Doğu Akdeniz Üniversitesi Yayınları, Gazi-mağusa, 2002, s. 65-97.

“Beyoğlulu Seyyah Evliya Çelebi’nin Eserinde Galata”, Geçmişten Günümüze Be-yoğlu, (Seyit Ali Kahraman ile), Türkiye Anıt Çevre Turizm Değerlerini Koruma Vakfı (TAÇ Vakfı) Yayınları, İstanbul, 2004, s. 721-744.

“Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde Kedi”, Toplumsal Tarih, S. 112, İstanbul, Mart 2004, s. 78-81.

“Evliya Çelebi’yi Sansürsüz Yayımlamak”, İzzet Gündağ Kayaoğlu Hatıra Kitabı. Anılar, Ed.: Oktay Belli - Yücel Dağlı - M. Sinan Genim, Türkiye Anıt Çevre Turizm Değerlerini Koruma Vakfı (TAÇ Vakfı) Yayınları, İstanbul, 2005, s. 82-83.

“Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nden Ders Kitaplarına”, Edebiyat, Edebiyat Öğre-timi ve Deyişbilim Yazıları, C. 2, Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi, Uluslararası V. Dil, Yazın ve Deyişbilim Sempozyumu, İstanbul 2006, s. 135-144.

“Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi’nde Şehnâme”, Sanat Dünyamız, S. 107, Yaz 2008, s. 4-9.

“Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi’ndeki İstanbul Esnaf Alayı”, Çağının Sıradışı Yaza-rı: Evliyâ Çelebi, Haz.: Nuran Tezcan, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2009, s. 91-108 [Çağının Sıradışı Yazarı ve Eseri: Uluslararası Evliyâ Çelebi ve Seyahatnâme Sempozyumu’nda (Bilkent Üniversitesi, Ankara, 3-5 Nisan 2008) sunulan bildiri].

Türk şaheserleri arasında kabul ettiğimiz ve 2011 yılında üzerinde pek çok kafa yoracağımız, toplantılar düzenleyip çalıştaylar yapacağımız, kitaplar çıkarıp, ma-kaleler yazacağımız; velhasıl kültürel pek çok etkinlikte bulunacağımız Evliya Çe-lebi Seyahatnamesi’nin son on beş yıl içinde ortaya çıkmasında, bilinir kılınma-sında, gündemde kalmasında en büyük faktör, sevgili ve merhum Yücel Dağlı’dır. Bütün etkinliklerde onun anılması, unutulmaması gerekir. Zaten kadirbilirlik de bu demektir.

Evliya Çelebi Seyahatname’sinin çeşitli baskıları/Various editions of Evliya Çelebi’s Seyahatname

Evliyâ Çelebi, Günümüz Türkçesiyle Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: Konya - Kayseri - Antakya - Şam - Urfa - Maraş - Sivas - Gazze - Sofya - Edirne (Volume 3, Book I), Prepared by S. A. Kahraman - Y. Dağlı, Yapı Kredi Publications, Istanbul, 2006, XXXVIII, 398 p. [2nd edition, 2010].

Evliyâ Çelebi, Günümüz Türkçesiyle Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: Konya - Kayseri - Antakya - Şam - Urfa - Maraş - Sivas - Gazze - Sofya - Edirne (Volume 3, Book 2), Prepared by S. A. Kahraman - Y. Dağlı, Yapı Kredi Publications, Istanbul, 2006, XXI, 399-771 p. [2nd edition, 2010].

Evliyâ Çelebi, Günümüz Türkçesiyle Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: Bağdad - Basra - Bitlis - Diyarbakır - Isfahan - Malatya - Mardin - Musul - Tebriz - Van (Volume 4, Book I), Prepared by S. A. Kahraman - Y. Dağlı, Yapı Kredi Publications, Istanbul, 2010, XVI, 442 p.

Evliyâ Çelebi, Günümüz Türkçesiyle Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: Bağdad - Basra - Bitlis - Diyarbakır - Isfahan - Malatya - Mardin - Musul - Tebriz - Van (Volume 4, Book 2), Prepared by S. A. Kahraman - Y. Dağlı, Yapı Kredi Publications, Istanbul, 2010, XVI, 443-918 p.

Articles written by Yücel Dağlı

“Evliya Çelebi’de Edirne”, Edirne: Serhattaki Payitaht, Prepared by Emin Nedret İşli - M. Sabri Koz, Yapı Kredi Publications, Istanbul, 1998, pp. 105-149

“Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde Trabzon”, Trabzon Tarihi Sempozyumu, Pre-pared by Kemal Çiçek - Abdullah Saydam - Kenan İnan - Hikmet Öksüz, Trabzon Municipality Publications, Trabzon, 1999, pp. 287-302.

“Evliya Çelebi Hayatı ve Seyahatnâmesi”, Osmanlı, vol. 8, Yeni Türkiye (New Tur-key) Publications, Istanbul, 2000, pp. 344-354.

“Evliya Çelebi’de Adana”, Efsaneden Tarihe Tarihten Bugüne. Adana: Köprü Başı, Prepared by Erman Artun - M. Sabri Koz, Yapı Kredi Publications, Istanbul, 2000, pp. 274-287.

“Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde Rodos”, Evliya Çelebi ve Seyahatname, Pre-pared for publication by Nuran Tezcan - Kadir Atlansoy, Eastern Mediterranean University Publications, Gazimağusa, 2002, pp. 65-97.

“Beyoğlulu Seyyah Evliya Çelebi’nin Eserinde Galata”, Geçmişten Günümüze Beyoğlu, (with Seyit Ali Kahraman), Türkiye Anıt Çevre Turizm Değerlerini Ko-ruma Vakfı (TAÇ Foundation) Publications, Istanbul, 2004, pp. 721-744.

“Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde Kedi”, Toplumsal Tarih, No. 112, Istanbul, March 2004, pp. 78-81.

“Evliya Çelebi’yi Sansürsüz Yayımlamak”, İzzet Gündağ Kayaoğlu Hatıra Kitabı. Anılar, Ed.: Oktay Belli - Yücel Dağlı - M. Sinan Genim, Türkiye Anıt Çevre Turizm Değerlerini Koruma Vakfı (TAÇ Foundation) Publications, Istanbul, 2005, p. 82-83.

“Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nden Ders Kitaplarına”, Edebiyat, Edebiyat Öğretimi ve Deyişbilim Yazıları, vol. 2, Marmara University Ataturk Faculty of Education, 5th International Symposium of Language Literature and Phraseol-ogy , Istanbul 2006, pp. 135-144.

“Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi’nde Şehnâme”, Sanat Dünyamız, No. 107, Summer 2008, pp. 4-9.

“Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi’ndeki İstanbul Esnaf Alayı”, Çağının Sıradışı Yazarı: Evliyâ Çelebi, Haz.: Nuran Tezcan, Yapı Kredi Publications, Istanbul, 2009, pp. 91-108 [Presented as part of An Extraordinary Writer of his Time and his Works: International Symposium on Evliya Çelebi and the Seyahatname (Bilkent Univer-sity, Ankara, April, 3-5 2008)].

Yücel Dağlı, a man who was not only an important scholar, but also someone dear to us, was the main factor behind Evliya Çelebi’s Seyahatname coming to the fore in recent years; in the last fifteen years he helped to bring this work to international attention. Throughout 2011 we will discuss, carry out meetings, organize workshops and, in short, conduct a series of cultural activities on this work that has become accepted as a Turkish masterpiece. Yücel Dağlı should be remembered in all these activities, never to be forgotten. After all, merely appre-ciating what he has done makes this necessary.

Page 78: 1453dergisi 12.sayi
Page 79: 1453dergisi 12.sayi

SFRANCİS’İN GERÇEK ESERİNE GÖRE XV. YÜZYILIN İLK YARISINDA İSTANBUL

Levent KAYAPINAR

İSTANBUL IN THE FIRST HALF OF THE 15th CENTURY ACCORDING TO THE

ORIGINAL WORK BY SFRANCISLevent KAYAPINAR

Page 80: 1453dergisi 12.sayi

SFRANCİS’İN GERÇEK ESERİNE GÖRE XV. YÜZYILIN İLK YARISINDA İSTANBUL / ISTANBUL IN THE FIRST HALF OF THE 15th CENTURY ACCORDING TO THE ORIGINAL WORK BY SFRANCIS

78

SFRANCİS’İN GERÇEK ESERİNE GÖRE XV. YÜZYILIN İLK YARISINDA İSTANBUL

Doç. Dr. Levent KAYAPINAR*

28 Temmuz 1402 tarihinde Osmanlı Sultanı Yıldırım Bayezid, Ankara Çubuk Ova-sında Timur’a yenildiği zaman İstanbul, 1394’ten beri 8 yıldır Osmanlı kuşatma-sı altındaydı. Bizans İmparatoru II. Manuil Paleologos, Türklerin eline geçmesi an meselesi olan İstanbul’dan 10 Aralık 1399 tarihinde ayrılmıştı ve güya Batıdan yardım talep etmek için Avrupa’ya gitmişti. Bayezid’in Timur’a yenilgisi Bizans İmparatorluğuna yarım yüzyıl daha yaşama imkânı sundu.

Bu yarım yüzyıl içinde Bizans İmparatorluğunu 9 Haziran 1403’de Avrupa’dan İstanbul’a dönen II. Manuil Paleologos ve onun oğulları VIII. İoannis Paleologos ile XI. Konstantinos Paleologos yönetti. Sfrancis, bu son üç imparatora da hizmet etti ve onların sırlarını paylaştı.

İstanbul’un fethi sırasında şehirde bulunan tek Bizanslı tarihçi Yorgios Sfrancis’ti. Sfrancis, sadece siyasi olaylar hakkında değil, XV. yüzyılın ilk yarısında İstanbul’da bulunan bazı mekânlar ve sosyal olaylar hakkında da bilgi verir. Bu mekânlar için-de İstanbul’da yer alan manastırlar başta gelir. Söz konusu manastırlar arasında imparatorluk ailesinin mensuplarının ölümlerinden sonra gömüldükleri ve her şeyin yaratıcısı (Pantokrator) Tanrı İsa adına inşa edilmiş olan Pantokrator Ma-nastırı başta gelir. Günümüzde Zeyrek Camii olarak da bilinen yapı aslında fark-lı dönemlerde yapılan üç bölümden oluşmaktadır. Birbirine çok yakın olan iki ki-lise ve bunları birbirine bağlayan bölümden müteşekkil yapıya ilk olarak XII. yüzyılın bi-rinci yarısında (1118-1124) Macar kralı Lasz-lo (Ladislas)’nun kızı ve Bizans İmparatoru II. Komninos’un eşi olan İrene tarafından yaptı-rılan ve “evrenin hakimi Pantrokrator İsa”ya sunulan kilisenin inşa edilmesiyle başlanır. Bu ilk kilise kısmen kubbeli bir yapı üzerin-de bulunan kapalı haç planlı bugünkü Güney kilisesidir. Bu kiliseden sonra manastırın ya-pımına İmparatoriçe İrene’nin ölümünden sonra da devam edilmiştir. Pantokrator Kilisesi’nin Kuzeyine daha küçük fakat aynı tipte ve Teotokos’a adanan bir kilise daha inşa edilir.

1136 yılında ise bu iki kilise arasına imparatorluk mezarı olarak iki kubbesi olan ve baş melek Mihail’e adanan bir mozole daha yapılır ve böylece Ayasofya ve On iki Havariler Manastırlarından sonra en büyük anıtsal ibadet yeri olarak bilinen Pantokrator Manastırı ortaya çıkar. Ayrıca daha sonra inşa edilen rahipler için konut, hastane, tıp okulu, eczane, yaşlılar yurdu ve hamam gibi yapılarla birlik-te komplekse dönüşür. İmparatoriçe İrene (ö. 1124) ve II. İoannis (ö. 1243) dışın-da Komninos ailesinden İrene/Bertha Sulzbach (ö. 1158), I. Manuil (ö. 1180) gibi önemli kişiler de buraya gömülmüştür.

1204 yılında meydana gelen ve 1261 yılına kadar devam eden Latin hakimiyeti döneminde yapı tahrifata maruz kalır. 1261 yılından itibaren Ortodokslar tarafın-dan yeniden manastır olarak kullanılmaya başlar. İstanbul’un fethine kadar ge-çen dönemde manastır imparatorluk ailesinin mezar yeri olarak işlev görür. Bu-nun yanı sıra XV. yüzyılda kilisenin politikalarının belirlenmesinde önemli rol oy-nar. Fetihten sonra camiye dönüştürülen manastırın yerinde bir de medrese ku-rulur. Müderris olarak da Zeyrek Molla Efendi atanır. Bundan dolayı manastır ar-tık Zeyrek Camii olarak adlandırılır. Ancak Fatih Camiindeki medreselerin yapımı bittikten sonra yapının medrese olarak kullanılan kısmı kapanır ve sadece küçük bir kısmı camii olarak kullanılmaya devam eder.1

Yorgios Sfrancis, muhteşem olarak nitelendirdiği Pantokrator manastırına 21 Temmuz 1425 yılında İmparator II. Manuil Paleologos, 4 Mart 1429’da ölen II. Manuil Paleologos’un üçüncü oğlu olan Selanik Despotu Andronikos, İmpa-

ISTANBUL IN THE FIRST HALF OF THE 15th CENTURY ACCORDING TO THE ORIGINAL WORK BY SFRANCIS

Asist. Prof. Levent KAYAPINAR

Constantinople had been under siege by the Ottoman State for 8 years, when Ottoman Sultan Yildirim Bayezid was defeated by Tamerlane in Çubuk Valley, Centr. Anatolia on 28 July, 1402. The Byzantine Emperor, Manuel II Palaiologos, left Istanbul on December 10, 1399, when it was only a matter of time before the Turks took control of Constantinople; he set out for Europe to request help from the East. However, Tamerlane’s victory over Bayezid enabled the Byzantine Empire to survive for half a century more.

During the next half a century Manuel II Palaiologos, having returned to Constan-tinople from Europe on June 9, 1403, ruled the Byzantine Empire, followed by his sons Ioannis VIII Palaiologos and Constantinos XI Palaiologos. Yorgios Sfrancis served with all these three emperors and shared their secrets. He was the sole Byzantine historian in the city during the conquest of Constantinople. He provides us with information not only about political events, but also about some places and social events in Constantinople during the first half of the 15th century.

First and foremost, among the places in the city that Sfrancis relates to us were the monasteries. Among these, the Pantocrator Monastery, where the deceased members of the imperial family were buried, an institution that had been con-structed in the name of the “Almighty” (Pantocrator) Jesus, takes pride of place.

This structure, today known as the Zeyrek Mosque, actually consisted of three sections built over different periods. The construction of the structure, which included two churches and a section connecting them, was begun in the first half of the 12th century (1118-1124) by Irini (Irene), the daughter of the Hungar-ian king Laszlo and the wife of the Byzantine Emperor Ioannes Komnenos II; she dedicated the construction of the church to “the abso-lute ruler of the universe: Jesus”. Part of this

first church makes up the South Church today; it was built with a dome and in the form of a cross. Once this church had been completed after the death of Empress Irini, the construction of the monastery continued. To the north of the Pantocra-tor Church, a smaller but similar church was constructed and dedicated to the “Theotokos” (“Birthgiver of God” = Virgin Mary)

In 1136, a mausoleum with two domes, in which emperors were to be buried, was built in the name of Archangel Michael; thus, the largest monumental monastery after Hagia Sophia and the Twelve Apostles Church, the Pantocrator Monastery, came into being. In addition, this structure later became a complex that included houses, a hospital, a medical school, a pharmacy, a rest home and a bath for the monks. In addition to Empress Irini (d. 1124) and Ioannis II Comnenos (d. 1243), other important personages from the Komnenos family, such as Irini (Bertha of Sulzbach - d.1158) and Manuel I (d.1180) are buried here.

During the Latin Invasion, between 1204 and 1261, the building was altered somewhat. From 1261 on, it once again began to be used as a monastery by the Orthodox Christians. Until the conquest of Constantinople, the monastery func-tioned as a mausoleum for the imperial family. In addition, in the 15th century this structure played an important role in the determination of church policy.

After the conquest of Constantinople, the church was converted into a mosque and a madrasa was built at the location of the monastery. Zeyrek Molla Efendi was appointed as the Muderris (Professor) here. This is, why the monastery was known as Zeyrek Mosque from that time on. When the construction of the Ma-drasas in Fatih Mosque was completed, the madrasa here was closed and it was then used as a small mosque.1

* Abant İzzet Baysal Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Abant İzzet Baysal University, Faculty of Science and Letters, Department of History

Sfrancis’in yazdıklarından XV. yüzyıldaki Bizans’ın Osmanlı ve La-tin dünyası arasında sıkıştığına ve varlığını sürdürebilmesinin tek yolunun bu iki güç dengesi arasında muvazene politikasına bağlı

olduğuna inandığını görüyoruz.

We see by the writings of Sfrancis, that the 15th century Byzanti-um was stuck between the Ottoman and Latin world and it was believed that the only way for it to survive depended on adopting

a policy of stability between these two powers.

Page 81: 1453dergisi 12.sayi

79

rator VIII. İoannis Paleologos’un 17 Aralık 1439 yılında ölen eşi Trabzonlu İm-paratoriçe Maria, VII. İoannis Paleologos ile evlenmiş olan Midilli adasının ha-kimi II. Francesco Gattilusio’nun kızı Evgenia, Haziran 1448 yılında ölen II. Ma-nuil Paleologos’un ikinci oğlu olan Teodoros Paleologos, 31 Ekim 1448 yılın-da ölen İmparator VIII. İoannis Paleologos, 23 Mart 1450 yılında ölen II. Manu-il Paleologos’un eşi Sırp Despotu Konstantinos Dragas’ın kızı ve son Bizans İmpa-ratoru Konstantinos Paleologos’un annesi Eleni Dragas’ın gömüldüklerini kayde-der. Bu verilen bilgilerden Pantokrator Manastırının Paleologos hanedanının en önemli mezarlığı olduğu anlaşılmaktadır. İstanbul’da Pantokrator Manastırının yanı sıra Sfrancis, Harsianitu Manastırından da bahseder. Bu manastır XIV. yüz-yılın ikinci yarısında İmparator İoannis Kantakuzinos taraftarı olan İoannis Harsi-anitis tarafından Meryem adına İstanbul’da inşa edilmiştir. Yeri tam olarak bilin-memekle birlikte şehrin surlarla çevrili kısmında yer aldığı tahmin edilmektedir. İoannnis Kantakuzinos, hrisovullo (altın mühürlü fer-man) bahşettiği bu manastırda imparatorluğu sona erdikten sonra inzivaya çekilmiş ve keşiş İosef adıyla ömrünün kalan bölümünün büyük bir kısmını burada geçirmiştir. Bu manastırda 1450-1453 yılları arasın-da daha sonra patriklik yapacak olan Gennadios Sko-larios da kalır.2

XV. yüzyılda varlığı bilinen ve Sfrancis’in eserinde geçen diğer bir manastır Livos Manastırıdır. Sfran-cis bu manastırdan, Ağustos 1417 yılında vebadan ölen VIII. İoannis Paleologos’un imparator olmadan önce evlendiği Moskova Dükü I. Basil’in kızı olan ilk eşi Anna’nın defnedilmesi olayında bahseder. Batı dillerinde Lips, Yunancada Livos olarak telaffuz edi-len bu manastır ve kilise günümüzde Fenari İsa Camii olarak adlandırılmaktadır. Bizans kaynaklarında Likos diye adlandırılan Yenibahçe vadisinde bugünkü Fatih ile Çapa semtleri arasında Vatan caddesinin kenarın-da kurulmuştur. Kurucusu, İmparator VI. Leon ve VII. Konstantinos zamanında donanma komutanı olan Konstantinos Lips’dir. Manastır adını da kurucusun-dan almaktadır. 907 yılında imparatorun da katılımıy-la açılan manastır ve kilise Hz. Meryem’e sunulmuş-tur. 1204-1261 tarihleri arasındaki Latin işgali sırasın-da ihmale uğrayan manastır, 1282 yılında ölen İmpa-rator Mihail Paleologos’un karısı İmparatoriçe Teo-dora tarafından manastıra bitişik olarak inşa edilen ikinci bir kiliseyle ihya edilmiş ve manastır tekrar eski önemini kazanmıştır. Buraya imparatoriçenin annesi, kızı Evdokia, oğlu Konstantinos ve kendisinden başka VIII. İoannis Paleologos’un Rus asıllı karısı Anna da gömülmüştür. İstanbul’un fethine kadar kullanılan manastır ve kilisesi daha sonra boş kalmış ve II. Bayezid döneminde Fenarizade’lerden Ka-zasker Alaeddin Ali Efendi tarafından kilisesi mescide, manastır da zaviyeye dö-nüştürülmüştür. XVII. yüzyılın sonlarında tekkeye çevrilen manastırın hücreleri (odaları) mescidin imamı Şeyh İsa el-Mahvi tarafından Halveti zaviyesi olarak kul-lanılmaya başlanmıştır. Böylece bu bina Fenari İsa olarak anılmıştır.4

Sfrancis’in eserinde söz ettiği diğer bir manastır ise Perivleptos Manastırıdır. Bu manastırdan daha çok bulaşıcı hastalıklardan korunmak amacıyla merkezin dı-şında vakit geçirilen bir yer olarak bahsedilir. İçinde bulunan bir ayazma nede-ni ile Türkçe Sulu Manastır, Ermenice Surp Kevork olarak adlandırılan bu manas-tır, Samatya semtinde XI. yüzyılda İmparator III. Romanos Argiros (1028-1034) tarafından; varlığı V. yüzyıldan beri bilinen Stefanos Kilisesi’nin yayında bulunan su kaynağının üzerine, büyük arazisi ile birlikte masraftan kaçınılmaksızın 1030-1034 yılları arasında inşa edilmiştir. 1080’li yıllarda İmparator III. Nikiforos Bota-niates (1078-1081) manastırı büyütür. Adı geçen her iki imparator da ölümlerin-den sonra bu manastıra gömülürler. XI. ve XII. yüzyıllarda adı dinsel Bogomil ha-reketine karışan kilise 1143’ten sonra Rum rahipler tarafından işgal edilir. Ancak 1204’teki IV. Haçlı Seferinin ardından, 1206 yılından itibaren Venedikli Benedik

Yorgios Sfrancis records that Emperor Manuel II Palaiologos (died 21 July 1425 in Salonika); Lord Andronikos, the third son of Manuel II Palaiologos, (d. 4 March 1429); Empress Maria from Trebizond, the wife of Emperor Ioannis VIII Palaiolo-gos (d. 17 December 1439); Empress Maria from Trebizond, the daughter of Fran-cesco II Gattilusio, also the owner of Lesbos Island; Evgenia, the wife of Ioannis VII Palaiologos, Manuel II Palaiologos’ second son Theodoros Palaiologos (d. June 1448), Emperor Ioannis VIII Palaiologos (d. 31 October 1448), Eleni Dragas, who was the daughter of the Serbian lord Constantinos Dragas, the wife of Manuel II Palaiologos and the mother of the last Byzantium emperor, and Constantinos Palaiologos, who died on March 23, 1450 were all buried in the magnificent Pan-tocrator Monastery. From this information, it can be understood that the Panto-crator Monastery was the most important cemetery for the Palaiologos dynasty.

Sfrancis also describes the Harsianitu Monastery. This monastery was built in the name of the Virgin Mary in Constantinople in the second half of the 14th century by Ioannis Harsianitis, a courtier of Emperor Ioannis Kantakuzenos. Its exact location is not known, it is thought to have been within the city walls. Ioannis Kantakuzenos retired to seclusion in this monastery, upon which he had bestowed a Chrisovoullo (decree with the golden seal). After retiring from the post of emperor; he spent most of his life here as Priest Iosef. Gennadios Scholarios, the patriarch between 1450 and 1453, also was affiliated with this monastery.3

Another monastery mentioned in Sfrancis’ work is the Livos Monastery. Sfrancis tells about the burial of Anna, the daughter of the duke of Moscow, Basil I, and the wife of Ioannis VIII Palaiologos; she died of plague in August 1417. Anna and Ioannis VIII Palaiolo-gos were married before the latter became emperor. This monastery, known as Lips in Western languages and Livos in Greek, and the adjacent church are to-day known as the Fenari Isa Mosque. The structure was erected in the Yenibahçe Valley, known as the Lykos Valley in Byzantine records, on what is today the Vatan Avenue, between the districts of Fatih and Çapa. The founder was Constantinos Lips, a naval commander in the era of Emperor Leon VI and Cons-

tantinos VII. In 907, the monastery was opened in honor of the emperor and was dedicated to Virgin Mary.

During the Latin Invasion, between 1204 and 1261, the monastery fell into ne-glect, but with a second church being built near the monastery by Empress Theo-dora, the wife of Emperor Michael Palaiologos, the monastery once again gained importance. The empress’ mother, her daughter Evdokia, her son Constantinos and the empress herself are buried here; in addition, the Russian wife of Ioannis VIII Palaiologos, Anna, as mentioned above, is also buried here. The monastery and the church were used until the conquest of Istanbul and then they lay idle for a while until the era of Bayezid II, when the church was converted into a masjid by Kazasker Alaeddin Ali Efendi from Fenarizade and the monastery into a Zaviye (a Dervish convent). At the end of the 17th century, the monastery were used as a Halwati (Sufi order) convent by Sheikh Isa el-Mahvi, the imam of the masjid. After this date the monastery was known as the Fenari Isa Mosque.4

Another monastery mentioned in Sfrancis’ work is the Perivleptos Monastery. This monastery is mentioned as a place where people would go to avoid the in-fectious diseases that raged through the city. As there is a holy spring inside the structure it was known as the Sulu (Water) Monastery in Turkish and the Surp Kevork (St. George) in Armenian. The Perivleptos Monastery was built by Emperor Romanos III Argyros (1028-1034) in 11th century in a place, which is today’s Samatya, over the spring that was next to the Stephanos Church; this

Page 82: 1453dergisi 12.sayi

SFRANCİS’İN GERÇEK ESERİNE GÖRE XV. YÜZYILIN İLK YARISINDA İSTANBUL / ISTANBUL IN THE FIRST HALF OF THE 15th CENTURY ACCORDING TO THE ORIGINAL WORK BY SFRANCIS

tarikatına mensup rahipler tarafından kullanılmaya başlar. İstanbul’un 1261 yı-lında Rumlar tarafından Latinlerin elinden alınmasından sonra İmparator Miha-il Paleologos (1261-1282) tarafından onarılır; eşi ve oğlu ile birlikte olarak onun mozaik resmi 1782 yılına kadar burada kalır. 1402 yılında yapı yıldırım ve yangın nedeni ile zarar görür. 1403 yılında seyyah Clavijo tarafından tasvir edilir. XIV. yüzyılda pek çok ünlü dinî ve dünyevî kişiliklerin bu manastırda inzivaya çekildik-leri görülür. Sfrancis’in burada bahsettiği II. Manuil’in veba nedeni ile bu manas-tıra gelmesi olayının bir benzerinin, II. Murad’ın İstanbul’u kuşatması nedeni ile tekrarlandığı; diğer son dönem Bizans kaynağı olan Dukas’ın eserinde anlatılır. İstanbul’un fethinden sonra camiye çevrilmeyen yapı II. Mehmed tarafından Er-menilere verilir ve bina 1643-1644 yılına kadar Ermeni patrikliği olarak kullanılır. 1722 yılında Ermeni usta Meldon tarafından yenilenen bina 1782 yangınında bü-yük zarar görür ve 1804 yılında yeniden inşa edilir. 1866-1887 yılları arasında da yeniden inşa edilerek bugünkü halini alır.5

Sfrancis, eserinde Sklerena Manastırından da bahseder. Sklirena= Σκλήραινα ai-lesi Bizans’ta Ermeni kökenli aristokrat ailelerden birisidir. İmparator IX. Kons-tantinos Monomahos’ın (1042-1055) Maria Sklerena isminde bir metresi var-dı. İmparator üzerinde oldukça etkin olan bu kadın 1045 yılında öldü. IX. Kons-tantin, Maria Sklerena’nın yaşadığı evin yakınında, Langada’da onun anısına Aziz Yorgios olarak da bilinen bir manastır inşa etti.6 Bu manastır Μονή τοU ‘Aγίου Γεωργίου των Μαγγάνων ya da Μονή Μαγγάνων μάρτυρος Γεωργίου= Moni tu Agiu Yorgiu ton Manganon veya Moni Manganon Martiros Yeorgiu olarak isim-lendirilir. IV. Haçlı Seferinden sonra 1207 yılından itibaren Latin din adamlarının ilgisini çeken manastır 1244 yılında Papa IV. Innocentius’un (1243-1254) emrine verilir. 1261 yılından sonra tekrar Bizans hakimiyetine geçen manastırda 1279 yı-lında imparator VIII. Mihail Paleologos (1259-1282) ile patrik XI. İoannis Bekkos (1275-1282) arasındaki toplantı gerçekleştirilir. 1327 yılında patrik İsaias (1323-1332) bu manastırda hapsolunur. 1354 yılından sonra gasıp İmparator VI. İoan-nis Kantakuzinos burada inzivaya çekilir. XIV. yüzyılın başından itibaren manastır, büyük kütüphanesinin yanı sıra kutsal eşyaları ile de ünlenir. 1403 yılında seyyah Clavijo’nun tanımlamasına göre manastır zengin mermer işçiliği ve mozaiklerle süslüdür.7 Birçok binayı kapsayan manastırın bahçeleri de vardır. Manastır VIII. İoannis Paleologos (1425-1448) döneminde tamir edilir. İstanbul’un fethinden sonra manastırın yönetimi dervişlerin eline geçer. Daha sonra Saray-ı Amire’nin alanına dahil olur ve taş ocağı olarak kullanılır. 1871 yılında demiryolu döşenir-ken manastırın temelleri tamamen ortadan kalkar.8

Sfrancis, eserinde Vlaherna’daki Hz. Meryem’in adını taşıyan manastırın yanı sıra, günümüzde Sekbanbaşı İbrahim Ağa Mescidi olarak isimlendirilen ibadet-

spring was known to have existed since the fifth century. The monastery was constructed, with no expense spared, between 1030 and 1034. In the 1080s, Em-peror Nikephoros III Botaneiates (1078-1081) expanded the monastery. Both of the emperors mentioned above were buried here after their deaths.

In the 11th and 12th centuries, this monastery became involved in the religious Bogomilism movement and after 1143 was seized by Greek priests. But after the fourth crusade, in 1204, from 1206 it was used by Venetian Benedictine priests. Once Constantinople was retaken from the Latins by the Greeks in 1261, Emperor Michael Palaiologos (1261-1282) repaired the church; a mosaic of himself, his wife and son could be seen here until 1782. In 1402, the structure was damaged by lightning and fire. In 1403, it was depicted in a painting by the traveler Clavijo. In the 14th century, many important religious and secular persons retreated to this monastery. In Sfrancis’ work there is a note that Manuel II came to the mon-astery to escape the plague that was raging through the city; a similar event can be found during Murat II’s siege of Constantinople, mentioned in another Byzan-tine work by Dukas. After the conquest of Constantinople, the monastery was not converted into a mosque, but rather given to the Armenians by Mehmed II; until 1643-44 the building was used by the Armenian patriarchate. In 1722, the build-ing was renovated by Meldon, but was greatly damaged in 1782 by fire; it was rebuilt in 1804. Renovated once again between 1866 and 1887, the monastery took the final form we see today.5

Sfrancis also mentions the Sklerena Monastery in his work. The Sklerena (Σκλ-ήραινα) family was an aristocratic family of Armenian origin living in the Byzan-tine Empire. Emperor Constantinos IX Monomakhos (1042-1055) had a mistress called Maria Sklerena. This woman, who had a major influence on the emperor, passed away in 1045. Constantine IX built the Hagia Yorgios (St. George) Mon-astery in Maria Sklerena’s memory, near her house in Langada.6 This monastery was known as Μονή τοU ‘Aγίου Γεωργίου των Μαγγάνων or Μονή Μαγγάνων μάρτυρος Γεωργίου (Moni tu Agiu Yorgiu ton Manganon or Moni Manganon Martiros Yeorgiu). From the fourth crusade in 1207, the monastery began to at-tract the attention of Catholic clerics, and fell under the control of Pope Inno-centius IV (1243-1254) in 1244. In 1279 a meeting between Emperor Michael VIII Palaiologos (1259-1282) and Patriarch Ioannis VI Bekkos (1275-1282) was held in the monastery that had once again went back under control of Byzan-tium. In 1327, Patriarch Isaias (1323-1332) was held captive in this monastery. After 1354, the usurper emperor Ioannis VI Kantakuzenos secluded himself here. From the beginning of the 14th century, this monastery was renowned not only for its massive library, but also for the sacred items held here. According to the

~~

~ ~

Page 83: 1453dergisi 12.sayi

hane olması kuvvetle muhtemel olan Kira Marta Manastırı ile yerini bugün tam olarak bilemediğimiz Ksantopulon Manastırı ile Kiprianos Manastırından da bah-seder.

Sfrancis’in kitabında bahsettiği XV. yüzyıl İstanbul’una ait sosyal olayların ba-şında bulaşıcı hastalıklar gelir. Bu hastalıkların en önemlisi veba salgınlarıdır. İstanbul’da 1405 yılında, 1417 yılında, 1421 yılında ve 1467 yılında vebanın gö-rüldüğünü anlatır. Başta imparator ve ailesi olmak üzere vebadan kurtulmak için merkezden uzaktaki Perivleptos Manastırına sığındıkları anlaşılmaktadır. Mer-kezden uzakta olan bu yerlerde özellikle imparator ve diğer soyluların yabani do-muz avıyla da vakit geçirdikleri anlaşılmaktadır. Bu veba salgınlarında halktan in-sanlar kadar devletin ileri gelenleri arasından da ölenlerin olduğu Sfrancis’in ese-rinden anlaşılmaktadır. Bu vebaların nedeni verilmemekle birlikte Bizans impa-ratorluk kadırgaları, Katalan gemileri, Papalık kadırgaları ile Venedik ticaret ka-dırgaları vasıtasıyla İstanbul’un XV. yüzyılın ilk yarısında Karadeniz’de Gürcistan’a kadar, Tuna yoluyla Macaristan’la, Ege’de Eğriboz Adası, Mora, Akdeniz’de Gi-rit, Adriyatik’te Aya Mavra ve Kafalonya Adaları ile İtalya, Fransa ve İspanya ile sıkı ticari ve siyasi ilişkiler içinde olduğu ve buralarda görülen bulaşıcı hastalıkla-rın İstanbul’a kolaylıkla taşınabildiği anlaşılmaktadır. Bu ortamın çocuk doğum ve ölüm oranlarına yansımasını Sfrancis’in hayat hikâyesinde görebiliriz. Sfrancis’in 37 yaşında yaptığı evliliğinden dördü oğlan biri kız beş çocuğu olur. Bunlardan ikinci oğlu, 30 gün yaşarken diğer oğlu 8 gün hayatta kalabilmiştir. Üçüncü erkek çocuğu ise, 5 yıl 1 ay yaşadıktan sonra ölmüştür. 14 yaşına gelmiş dördüncü er-kek çocuğu savaş nedeniyle ve yine 14 yaşına gelmiş olan kızı da bulaşıcı hastalık-tan ölmüştür. Bu olaylar, bize XV. yüzyılın ilk yarısında İstanbul’da saray çevresin-de üst gruba mensup Bizanslı bir ailede bile yüksek çocuk ölüm oranının yaşandı-ğını göstermektedir. Şüphesiz, bu durum İstanbul’un ekonomik ve sosyal olarak zor koşullar içinde olduğunu göstermektedir.

Bizans imparatorlarının siyasi amaçlarla birden çok evlilik yaptıkları bilinmekte-dir. Ancak İmparator VIII. İoannis Paleologos’un muhtemelen kendi kısırlık kusu-runu görmeyerek üç evlilik yaptığını Sfrancis’in eserinden öğrenebiliyoruz. VIII. İoannis Paleologos, ilk evliliğini imparator olmadan önce Moskova Dükü I. Basil’in kızı olan Anna ile yapar. Onunla sadece 4 yıl evli kalır. 1417 yılında Anna, 15 ya-şında iken vebadan ölür. İkinci eşi Monteferanto Markisi’nin kızı Sofia ile 19 Ocak 1421’de evlenir. Ancak bu evlilik de yürümez. Çünkü aşırı derecede çirkin olan Sofia’dan İoannis tiksinmektedir. Sofia 1426 yılında İtalya’ya kaçar. Eylül 1427’de VIII. İoannis Paleologos, Trabzon İmparatoru Aleksios Komninos’un kızı Maria Komnini ile evlenir. 17 Aralık 1439 tarihinde VIII. İoannis Paleologos’un son eşi Maria’nın da ölmesiyle, İoannis üç eşinden de çocuk sahibi olamadan ve varis bı-rakmadan 1448 yılında ölmüştür.

painting by Clavijo, the monastery was decorated with marble decorations and mosaics.7 The monastery, which comprised many buildings, also had extensive gardens. The monastery was repaired during the reign of Ioannis VIII Palaiologos (1425-1448). After the conquest of Constantinople, the control of the monastery changed to the hands of dervishes. Later, it was included in the Saray-i Amire and used as a quarry. In 1871, when the railways were being laid, the foundations of the monastery were completely demolished.8

In addition to the monastery named after Virgin Mary located in Vlakherna, Sfran-cis also mentions the Kira Martha Monastery, which is known as the Sekbanbaşı Ibrahim Ağa Mosque today. Sfrancis also mentions the Ksantopoulos Monastery, the exact location of which is not known today, and the Kiprianos Monastery in his work.

One of the major social events in 15th-century Constantinople mentioned in Sfrancis’ book was the outbreak of infectious diseases. The most important of these was the plague. In 1405, 1417 and 1467 plague epidemics raged through the city. We see that the emperor and his family secluded themselves in the Perivleptos Monastery to avoid the plague. When staying here, the emperor and other noblemen spent a great deal of time in boar hunting. It can be under-stood from Sfrancis’ work that during these plague epidemics it was not only the ordinary folk who succumbed to the disease, but also members of the nobility. Although the reason why the plague broke out is not mentioned, it can be under-stood that the city of Constantinople/Istanbul had close trading-links with areas ranging from the Black Sea and Georgia, to Hungary via the Danube, Euboea, the Peloponnese in the Aegean, Crete, Agia Mavra and the Kefalonia Islands in the Mediterranean, as well as Italy, France and Spain; the infectious diseases from these areas arrived in the city as a natural result of trade. The effect of this situation on infant and common mortality rates can be seen in the life story of Sfrancis. Sfrancis married at the age of 37, and as a result of this marriage had five children, four boys and a girl. His second son lived for 30 days and another son only survived 8 days. The third son died at the age of 5 years and a month. His fourth son died at the age of 14 due to the war and his 14-year old daughter died as a result of infectious disease. All these events show that in the first half of the 15th century, even in upper class Byzantine families affiliated with the palace, there was a high infant mortality rate. This clearly shows that the city had difficult living conditions, both economically and socially.

It is known that the Byzantine emperors married more than once for political rea-sons. We learn from Sfrancis’ work that Emperor Ioannis VIII Palaiologos married

Page 84: 1453dergisi 12.sayi

SFRANCİS’İN GERÇEK ESERİNE GÖRE XV. YÜZYILIN İLK YARISINDA İSTANBUL / ISTANBUL IN THE FIRST HALF OF THE 15th CENTURY ACCORDING TO THE ORIGINAL WORK BY SFRANCIS

82

Sfrancis’in eserinde verdiği bilgilerin belki de en önemlisi İstanbul’un Türkler ta-rafından nasıl fethedildiği üzerine olanlardır. Sfrancis, İstanbul’un fethi olayını anlatırken Türklere kızmaz, onlar hakkında kötü sözler söylemez. Hatta onların başarılarını takdir ile karşılar. Buna karşılık ise, Hıristiyanların ve Bizans’ın kendi içlerindeki anlaşmazlıkları bir özeleştiri ile değerlendirir.

Sfrancis’in yazdıklarından XV. yüzyıldaki Bizans’ın Osmanlı ve Latin dünyası ara-sında sıkıştığına ve varlığını sürdürebilmesinin tek yolunun bu iki güç dengesi ara-sında muvazene politikasına bağlı olduğuna inandığını görüyoruz. Türklere ya da Latinlere yönelik tek taraflı politikaların Bizans’ı yok edeceğini düşünür. Bu mu-vazene politikasını başarı ile uygulayan imparator II. Manuil Paleologos’a hayran-dır. Ancak onun ölümünden sonra 1425 yılında tahta çıkan oğlu II. İoannis’in Os-manlı karşıtı ve Latin taraftarı politikalarını şiddetle eleştirir. Osmanlı tahtı üze-rinde hak iddia eden Düzmece Mustafaları İoannis’in II. Murad’a karşı destek-lemesini ve 1438-39 yılları arasında Ferrara-Floransa’da gerçekleşen ve Orto-doks kilisesinin Latin kilisesinin ilkelerine tabi olmasını amaçlayan Konsile katıl-masını, İstanbul’un Türkler tarafından fethinin ana sebebi olarak görür. 29 Ma-

three wives, ignoring his likely inability to father children. Ioannis VIII Palaiologos’ first marriage before his coronation was with Anna, the daughter of the Grand Duke of Moscow, Basil I. He stayed married with her only for four years. In 1417, Anna died of the plague at the age of 15. His second wife was Sophia, the daugh-ter of the marquise of Monteferranto, who he married on January 19, 1421. How-ever, this marriage did not last, as Ioannis was revolted by Sophia’s ugliness and in 1426 Sophia fled to Italy. In September 1427, Ioannis VIII Palaiologos married Maria Komnini, the daughter of the Emperor of Trebizond Alexios Komnenos. On December 17, 1439 Ioannis’ last wife, Maria, died; and he died in 1448 without any children from his three wives, therefore leaving no successor.

Perhaps the most important information given in Sfrancis’ work is about the con-quest of Constantinople by the Turks. Sfrancis is not negative about the Turks when narrating the events of the conquest; he does not speak of them in a dispar-aging manner. In fact, he praises their success. At the same time, he discusses the disagreements between Western Christians and Byzantium with a high degree of criticism.

We can understand from Sfrancis that the 15th century Byzantium was stuck be-tween the Ottoman and Latin world and believed that the only way to survive depended on a policy of stability between these two powers. He thinks that a uni-lateral policy with either the Turks or the Latins would have destroyed Byzantium. He admires Manuel II Palaiologos for his successful balancing policies. But after the emperor’s death, in 1425, his son Ioannis II succeeded to the throne; Sfrancis harshly criticizes the policies that were anti-Ottoman and pro-Latin. He thinks, that Ioannis’ support of Düzmece (Liar) Mustafa’s claim to the Ottoman throne against Murad II and his attendance of the Council in Ferrara-Florence between 1438 and 39, where the goal was the subjugation of the Orthodox Church to the principles of the Catholic Church, were the main factors that led to the success of the conquest by the Turks. After the conquest of Constantinople on May 29, 1453 by Sultan Mehmet II with an overwhelming military force, Sfrancis criticizes the other Christian states, which had accepted the official union of the Churches, for not coming to help the Byzantine Empire. Among the Christians who were criticized by Sfrancis were Ottoman Christian citizens, Francesco Fuskaris, the

yıs 1453 tarihinde İstanbul’un askeri kuvvet bakımından daha üstün olan Fatih Sultan Mehmed tarafından fethinden sonra Sfrancis, resmi olarak kiliseler bir-liğini kabul eden Bizans Devletine yardıma gelmeyen diğer Hıristiyan devletle-ri eleştirir. Sfrancis’in eleştirdiği Hıristiyanlar arasında Osmanlı tebaası olan Hı-ristiyanlar, fenalık ve kıskançlıktan dolayı yardımda bulunmayan Venedik dükü Françesko Fuskaris, Roma kilisesi, Rusya kardinali, Türklere yardım eden Sırp-lar, Eflak ve Gürcüler, Macarlar, Katalanlar yer alır. Sfrancis, bu Hıristiyan dev-let adamlarının İstanbul’un Osmanlıların eline geçmesi konusunda duydukları endişenin Kahire’deki Müslüman sultanın duyduğu endişe kadar olduğunu ifa-de eder. Bu çaresiz durum karşısında 29 Mayıs 1453 tarihinde İstanbul’un fethi esnasında ölen son Bizans İmparatoru XI. Konstantinos Paleologos çaresizlik için-de İstanbul’un kurtuluşu için Tanrı’ya sığınır. Sfrancis, imparatorun sadakalar ve-rerek oruç tuttuğunu ve “Tanrı’ya Hıristiyanları Türklerin esaretinden kurtarması için yalvardığını” söyler ve “fakat tüm bunları, Tanrı hangi günahlar için bilmiyo-rum, ama dikkate almadı”9 diyerek samimi bir öz eleştiride bulunur ve dolaylı ola-rak Müslüman Türklerin başarısını onların Tanrı’ya daha yakın olmalarıyla açıklar.

Zeyrek Camii / Zeyrek Mosque

Page 85: 1453dergisi 12.sayi

83

Sfrancis’in “Chronicon minus” yani Küçük Kronik diye bilinen eserinde gerçekler böyle anlatılırken Muhteşem Süleyman’ın Avrupa içlerine kadar ilerlemesinden sonra Batıda oluşturulan Türk karşıtlığı çerçevesinde, 1577 yılında yani Sfrancis eserini kaleme aldıktan 100 yıl sonra yazılan ve ona atfedilen bir eser daha var-dır. Bu eser “Chonicon Maius” yani Büyük Kronik veya Pseudo-Francis (Sahte Francis) diye bilinir ve yazarın adı da Sfrancis’ten Phrantzes’e (Francis) dönüşür. Bu eser, Monemvasia metropoliti Makarios Melissenos tarafından kaleme alın-mıştır ve gerçek Sfrancis’in üslubundan çok farklıdır. Bu kitapta Türkler aleyhin-de gerçek Sfrancis’in kaleme almadığı pek çok hakaret dolu cümleler yer almak-tadır. Melissenos Makarios yazdığı bu gerçek dışı şeylerin inandırıcı olabilmesi için de İstanbul’un fethini gören tek Bizanslı tarihçi olan Yorgios Sfrancis’in ismi-ni eserinin yazarıymış gibi göstermekten çekinmez. Bu durumun dünyanın ünlü Bizantinistleri tarafından yarım asır önce kanıtlanmış olmasına rağmen hâlâ pek çok kişi muhtemelen bunu bilmeyerek İstanbul’un fethini gerçek Sfrancis’ten de-ğil, Pseudo-Francis’ten okumaya ne yazık ki devam etmektedir.

DİPNOTLAR:1 Müller-Wiener, İstanbul’un Tarihsel Topografyası, çev. Ü. Sayın, İstanbul 2001, s. 209-215; “Pantokrator”, The Oxford Dictionary of Byzantium, ed. A. P. Kazhdan, c. III, New York 1991, s. 1575.2 Chasianeites Monastery”, The Oxford Dictionary of Byzantium, ed. A. P. Kazhdan, c. III, New York 1991, s. 415.3 A. Pertusi, İstanbul’un Fethi, Çağdaşların Tanıklığı, çev. M. H. Şakiroğlu, İstanbul 2004, c. 1, s. 221.5 R. Janin, Constantinople byzantine, développement urbain et répertoire topographique, Pa ris 1950, s. 354; Th. Macridy, “The Monastery of Lips, Fenari Isa Camii at İstanbul”, Dumbar ton Oaks Papers, XVIII (1964), Washington 1964, s. 249-315. S. Eyice, “Fenari İsa Camii”, Tür kiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. XII, İstanbul 1995, s. 337-339. J. Freely, Türkiye Uy garlıklar Rehberi 1 İstanbul, İstanbul 2002. s. 172-173. W. Müller-Wiener, a.g.e., s. 126-131.6 W. Müller-Wiener, a.g.e., s. 200.7 R. Janin, a.g.e., s. 208 ve 355-356.8 Ruy Gonzàles de Clavijo, Anadolu Orta Asya ve Timur, çev. Ö.R.Doğrul, İstanbul 1993, s. 49.9 W. Müller-Wiener, a.g.e., s. 136-138. 10 İstanbul’un Fethinin Bizanslı Son Tanığı, Yorgios Sfrancis’in Anıları “Chronicon Minus”, çev. ve notl. Levent Kayapınar, İstanbul 2009, s. 292.

duke of Venice, who did not help out of jealousy, the Roman Catholic Church, the Patriarch of Russia, as well as the Armenians, the Wallachians, the Hungarians, the Catalans and the Georgians, all of whom were opposed to the Turks. Sfrancis states, that the concern of these Christian statesmen for the fall of Constanti-nople in Ottoman hands was not more than that of the Muslim sultan in Cairo. In this desperate situation, on 29 May 1453, the Byzantine emperor, Constantinos XI Palaiologos, who was to die in the battle, prayed God desperately to save the city. Sfrancis says that the emperor distributed alms and fasted, “begging God to set the Christians free from the siege of the Turks”; he goes on to say, “but God did not take these prayers into consideration because of his sins, although I do not know which ones.” Here Sfrancis sincerely makes a public self-criticism and indirectly relates the victory of the Muslim Turks to their closeness to God.

While all this is told in the work of Sfrancis known as the “Chronicon minus”, there is another work imputed to Sfrancis which has traits of a Western attitude to the Turks as a result of Süleyman the Magnificent’s progress into the depths of Europe; this work was written in 1577, 100 years after Sfrancis wrote his original work. This work, known as Chronicon Maius, or the “Pseudo-Francis”, was writ-ten by someone who referred to himself as Phrantzes (Francis). This work was actually written by Makarios Melissenos, the metropolitan bishop of Monemva-sia, and is very different from the original style of Sfrancis. This book includes many scornful sentences against the Turks which were not actually written by Sfrancis. Makarios Melissenos does not hesitate to depict Yorgios Sfrancis, the sole Byzantine historian to have witnessed the conquest of Constantinople, as the author of his work in order to make his unrealistic depiction more believable. Although this fact has been established by renowned scholars over half a century ago, many people are still unaware of this and unfortunately continue to read about the conquest of Constantinople not from the original Sfrancis, but from the Pseudo Francis.

FOOTNOTES:1 Müller-Wiener, Historical Topography of Istanbul, trans. Ü. Sayın, Istanbul 2001, pp. 209- 215; “Pantocrator”, The Oxford Dictionary of Byzantium, ed. A. P. Kazhdan, vol. III, New York 1991, p. 1575.2 Chasianeites Monastery”, The Oxford Dictionary of Byzantium, ed. A. P. Kazhdan, vol. III, New York 1991, p. 415.3 R. Janin, Constantinople byzantine, développement urbain et répertoire topographique, Paris 1950, p. 354; T. Macridy, “The Monastery of Lips, Fenari Isa Camii at Istanbul”, Dumbarton Oaks Papers, XVIII (1964), Washington 1964, pp. 249-315. S. Eyice, “Fenari İsa Camii”, Türkiye Diyanet Vakfı Islam Ansiklopedisi, vol. XII, Istanbul 1995, pp. 337-339. J. Freely, Türkiye Uygarlıklar Rehberi 1 İstanbul, Istanbul 2002. p. 172-173. W. Müller-Wiener, op.cit., pp. 126-131.4 A. Pertusi, The First Italian Eyewitnesses of Istanbul’s Conquest, trans. M. H. Şakiroğlu, İstanbul 2004, vol. 1, p. 221.5 W. Müller-Wiener, op.cit., p. 200.6 R. Janin, op.cit., p. 208 and 355-356.7 Ruy Gonzàles de Clavijo, Anatolia, Middle Asia and Timor, trans. Ö.R.Doğrul, Istanbul 1993, p. 49.8 W. Müller-Wiener, op.cit., p. 136-138.9 The Last Witness of the Conquest of Istanbul, Yorgios Sfrancis’ Memoirs “Chronicon Minus”, trans. and notes. Levent Kayapınar, Istanbul 2009, p. 292.

Fenari İsa Camii / Fenari İsa Mosque

Page 86: 1453dergisi 12.sayi
Page 87: 1453dergisi 12.sayi

HASAN RIZA’DAN ZONARO’YA FETİH TASVİRLERİ

Ömer Faruk ŞERİFOĞLU

FROM HASAN RIZA TO ZONARO, DEPICTIONS OF THE CONQUEST

Ömer Faruk ŞERİFOĞLU

Page 88: 1453dergisi 12.sayi

HASAN RIZA’DAN ZONARO’YA, FETİH TASVİRLERİ / FROM HASAN RIZA TO ZONARO, DEPICTIONS OF THE CONQUEST

86

HASAN RIZA’DAN ZONARO’YA, FETİH TASVİRLERİÖmer Faruk ŞERİFOĞLU*

İstanbul, Osmanlılar tarafından fethinden, yani 1453 sonrasında değil, çok daha önce, Homeros destanları Doğu ile Batı’yı birleştiren köprü olmuştur. İstanbul, döneminin siyasi güç odağı olan Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti olma-sının ötesinde, iki kıtayı, iki denizi birbirine bağlayan stratejik konumu itibariyle de önemli bir merkezdir. Bu sebeple tarih boyunca bütün kültürlerin, hakim güç-lerin ilgi odağı olmuştur.

Nitekim, daha 7. yüzyılda İslam peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.): “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fethe-den ordu ne güzel ordudur.” buyurmuştur. İstanbul’un fethiyle ilgili Hz. Peygam-ber tarafindan verilmis olan bu müjde, müslümanlarin gönlünde vazgeçilmez bir fetih sevdasi olusturmustur. İslam orduları pek çok defa Istanbul’u fethetme giri-siminde bulunmuş, 1453’e kadar tam on bir kez Istanbul önlerine gelmişlerdir. 22 yaşın-da bir genç olan Sultan II. Mehmed ve komu-tasındaki Osmanlı ordusu bu ideali gerçek-leştirmiş ve böylece hadisle müjdelenen he-defe ulaşarak, Hz. Peygamber’in övgüsüne mazhar olmuşlardır.

İstanbul’un fethiyle, Osmanlı Devleti’nin Anadolu ve Rumelide-ki toprak bütünlüğü sağ-lanmıştır. Sultan II. Meh-med, “Fatih” unvanını alır-ken, İstanbul da yükselme dönemine giren Osman-lı Devleti’nin başkenti ya-pılmıştır. O günün dünya-sındaki en önemli şehirler-den olan İstanbul’un fet-hi, Batı medeniyeti için de bir dönüm noktası ol-muştur; Ortaçağ kapanmış ve yeni bir çağ başlamış, reform hareketleri ve röne-sans dönemi, coğrafi keşifler, İstanbul’u kaybeden Batı medeniyetinin yeni çıkış yolları olarak gelişmiştir.

Hem Doğu, hem de Batı medeniyeti için bu kadar önemli bir olay olan fetih’ten bugüne ne kalmıştır? Dönüp geçmişe baktığımızda çok da göğüs kabartıcı bir bi-rikim olduğunu söyleyemeyiz. Döneminde yazılmış yerli ve yabancı bazı kronik-ler (Tursun Bey, Venedikli Nicolo Barboro, Frantzes, Kritovulos) ile fetihnameler (Molla Gürani, Kıvami) ve şehnamelerden (Şehdi) sözedilebilir. Bu kaynaklar, bü-tün araştırmalara kaynaklık ettikleri gibi bazılarının çok iyi baskıları da yapılmıştır.

Ama görsel kaynak konusunda ciddi bir yokluk ve sığlıkla karşıkarşıyayız. Ulaşabi-leceğimiz bütün görüntüler daha sonraki tarihlere ait hayali tasvirlerdir. Bu metni kaleme almamızın asıl amacı olarak, zaman zaman akıl ve estetik algımızı zorlayan örnekelerin de görüldüğü bu alanda hafızamızı birazcık tazelemeye çalışacağız.

Tarih 1903 olmalı. Erkan-ı Harbiye Reisi Mahmud Şevket Paşa’nın Avrupa se-yahati ve müze izlenimlerinden hareketle Sultan II. Abdülhamid’e önerdiği ve onayını aldığı Esliha-i Atika [Eski Silahlar]Müzesi için bir komisyon kurulmuştur. Mahmud Şevket Paşa’nın riyasetindeki komisyon, İtalyan asıllı saray ressamı (Ressam-ı Hazret-i Şehriyarı) Fausto Zonaro, Ressam Hüseyin Zekai Paşa, Ressam Ali Rıza Bey, Resim muallimi Topçu Sami [Yetik] Bey, Ressam ve muvakkit Ahmed Ziya [Akbulut] Bey ve Ressam-Katip Hüsnü [Tengüz] Bey’den oluşmaktadır. İki yıl kadar görev yapan ve sonrasında Askeri Müze’nin temelini oluşturan ciddi bir

FROM HASAN RIZA TO ZONARO, DEPICTIONS OF THE CONQUEST

Ömer Faruk ŞERİFOĞLU*

Constantinople, before its conquest by the Ottomans – that is, long before 1453, indeed, since Homer’s epics – has acted as the bridge uniting East and West. More than just being the capital of the center of the political power of the era, the Eastern Roman Empire, and later that of the Ottoman Empire, throughout history this city has been a focus of attention for all cultures due to its strategic position connecting two continents and two seas.

Thus, in line with the noble hadith of the Prophet of Islam, dating from the sev-enth century, “Connstantiniyya shall be conquered, and praised is the army and its leader who shall conquer it,” there has been an eternal love of this conquest in the hearts of Muslims. The armies of Islam carried out many attempts to conquer Constantinople, by 1453 having come to the defense lines eleven times. Sultan

Mehmed II, a youth of twenty-two years, with the Ottoman army under his command, real-ized this ideal and was glorified by the Noble Prophet’s praise for reaching the prophesied goal.

With the conquest of Constantinople, the integrity of the Ottoman State’s territory in Anatolia and the Balkans was ensured, Sul-

tan Mehmed II was given the title of “Conqueror”, and Istanbul be-came the capital of the Ottoman State, embarking upon a period of ascension. The conquest of Constanti-nople was also a turning point for Western civili-zation: the Middle Ages

drew to a close and a new era began; reform move-

ments, the Renaissance period and geographical discoveries developed as new routes for Western civilization, which had now lost this important trade city.

What remains today in the records of the conquest, an event so important for both Eastern and Western civilization? A brief look shows that there are not enough records to be a source of pride. Some Turkish and foreign chronicles (Tur-sun Bey, Venetian Nicolo Barboro, Frantzes, Kritovulos) and fetihnames (Molla Gürani, Kıvami) and şehnames (Şehdi) that were written in the era can be men-tioned. As these sources are referenced in all relevant research, good records of some of these exist.

The main goal in writing this text is to attempt to refresh our memories in this area, one in which examples that push the boundaries of mental and aesthetic perception can sometimes be seen as well. The year is 1903… Acting from the things that Erkan-ı Harbiye (General Staff) Chief Mahmud Şevket Pasha saw dur-ing his travels in Europe and his impressions of the museums there, a commission for the Esliha-i Atika (Old Weapons) Museum which Mahmud Şevket Pasha had suggested to Sultan Abdülhamid II and which was approved of, was established. The commission, chaired by Mahmud Şevket Pasha, consisted of Fausto Zona-ro, the imperial artist (Ressam-ı Hazret-i Şehriyarı), who was of Italian descent, the artists Hüseyin Zekai Pasha, Ali Rıza, Muallimi Topçu Sami [Yetik], the artist and muvakkit (time keeper) Ahmed Ziya [Akbulut], and the artist-scribe Hüsnü

* Art critic* Sanat eleştirmeni

Sanat eleştirmeni Ömer Faruk Şerifoğlu geçtiğimiz aylarda tartış-malara yol açan Zonaro ve Hasan Rıza’nın Fetih konulu tabloları

hakkındaki gerçekleri 1453 okurları için yazdı.

For the 1453 readers, art critic Ömer Faruk Şerifoğlu wrote the uunknowns about the similarities of Zonaro’s and Hasan Rıza’s

paintings concerning the conquest of İstanbul.

Fatih Sultan Mehmet’in ordusuyla Edirne’den İstanbul’a gelişi-Hasan Rıza / Sultan Mehmed the Conqueror’s March from Edirne to Istanbul with His Army - Hasan Rıza.

Page 89: 1453dergisi 12.sayi

87

koleksiyonun toparlanmasına vesile olan komisyon, Meşrutiyet’in ilanı öncesin-deki gerilim ortanımda dağılarak hedefine ulaşamaz. Ancak o günlerde Sultan II. Abdülhamid, sarayında istihdam ettiği Ressam Zonaro’dan, Tersane kumandanı Hikmet Paşa aracılığıyla Fatih Sultan Mehmed1 konulu tarihi tablolar yapması ta-lebinde bulunur: “.. bununla ilgili giysileri görmem için bazı eski gravür ve baskı-ları vererek gerekli incelemeleri rahatça yapabilmem ve Bahriye Müzesi’ne ser-bestçe girip çıkmamı sağlayan da o oldu. Resimleri bana tahsis edilen Merasim Köşkü’nde yapacaktım. Dizinin ilk tablosu, meşhur toplarla İstanbul’u fethe ha-zırlanan II. Mehmed’in resmiydi. İki yüz topçunun kullandığı ve yirmi mandanın çektiği o dev top, surların önüne yerleştirilmişti ve bu zavallı Bizanslıların içine korku salmaya yetmişti... O devrin zırhlarıyla ilgili son çalışmalar da tablom için çok yararlı oldu. Taslaklar yapıyor, yırtıyor, birbiri üstüne desenler çiziyordum. [Hayalettiğim] tablomu bulana ve yaptığıma güven duyana dek.”2

Zaman içinde, halen Dolmabahçe Sarayı koleksiyonundaki bu tabloların Deniz Müzesi ve özel koleksiyonlardaki Şehit Ressam Hasan Rıza’nın aynı konulu tablo-larıyla benzerliği dikkat çeker. Zonaro’nun tabloları tuval üzerine yağlıboya, Ha-san Rıza’nınkiler ise çoğunlukla kağıt üzerine tarama kalemiyle yapılmış resimlerdir. Eserlerin tarihleri bile incelenmeden, Hasan Rıza’nın Zonaro’dan kopya çalıştığı iddia edilir.3

Zonaro açıkça kaynaklarını söylemiş ve Bahriye Müzesi’ndeki eserlere işaret etmiş olsa da biz bu kompozisyonları bir Türk ressamına yakıştıramayız. Ressam Hasan Rıza Bey 1913’te Balkan Harbi sırasında Edirne’de şehit olduğu ve atölyesi tarumar edildiği için aksini ispat edecek bir kayıt bırakamamıştır. Zaman içinde başka ne çıkar bi-linmez ama geçen yıllarda yayımlanan başka bir kay-nak var ki bütün tereddütlere yok etmektedir.

Esliha-i Atika Müzesi Komisyonu’nda Zonaro ile bir-likte görev yapan Ressam Hüsnü Tengüz, orijinali De-niz Müzesi koleksiyonundaki “Sanat Hayatım” adlı anı-defterinde o günlere dair şu cümleleri aktarır: “Bir gün Rıza [Hoca Ali Rıza] ve Ahmet Ziya beylerle birlikte Zonaro’nun Beşiktaş’ta Akaretler’de oturduğu daireye gittik... Biz içeriye girdiğimiz zaman, Fatih’in Dolmabahçe’den gemileri karaya çe-kişinin tablosunu yapıyordu. Bu tablonun orijinali rahmetli Hasan Rıza Bey’indir. Deniz Müzesi’nin açılışında tarama kalemle müze-ye yapmıştı. Hala Deniz Müzesi’ndedir. Zonaro yağlıboya ile yap-makta olduğu tabloda Fatih’in bindiği atın resmiyle meşguldü. Yanında 100 kadar kartpostal, at kafaları resmi vardı. Bu tablo hala saraydadır... Hasan Rıza’nın yaptı-ğı ve Deniz Müzesi’ndeki aslından alınarak yapılan klişesi de [12] numaralı Sanayi-i Nefise Mecmuası’nda[Osmanlı Ressamlar Cemiyeti Gazetesi] basılmıştır. Bu tablo gibi aslı Askeri Müze’de bulunan Fatih’in Büyük Topları Edirme’den İstanbul’a Nak-li tablosu da Hasan Rıza’nındır ve Zonaro tarafından kopya edilmiştir.”

Hüsnü Tengüz’ün bu satırları bir tartışmayı sonlandırırken başka gerçeklerin dile gelmesine vesile olmaktadır:

a) Zonaro, fetih konulu dört tablo çalışmıştır4:

1- Fatih Sultan Mehmed’in Ordusuyla Edirne’den istanbul’a Yürüyüşü (1903). Hasan Rıza’nın aynı konulu çalışması Deniz Müzesi’ndedir.

2- Fatih Sultan Mehmed’in Topkapı’dan istanbul’a Girişi (1903), Hasan Rıza, aynı kompozisyonu birkaç kez çalışmış, 1898 tarihli çini mürekkebi çalışma sı Deniz Müzesi’nde, yağlıboya bir versiyonu ise özel koleksiyondadır.5

3- İstanbul’un Kuşatılması Sırasında Fatih Sultan Mehmed’in Gemi lerin Karadan Yürütülmesine Nezareti (1908), Hasan Rıza’nın 1989 tarihli çini mürekkebi çalışması Deniz Müzesi’nde, yağlıboya çalışması ise Edirne Belediyesi’ndedir.

4- Fatih Sultan Mehmed Ordularını Yönlendirirken (1908). Hasan Rıza’nın benzeri bir çalışmasına rastlanmamıştır.

[Tengüz]. The commission, which served two years and which later led to the creation of a serious collection that formed the foundation of the Military Mu-seum, was broken up amidst the tense atmosphere that existed just before the declaration of the First Constitutionalism and was thus unable to attain its goal.

However, in those days, Sultan Abdülhamid II asked the artist Zonaro, whom he employed, with the assistance of Hikmet Pasha, the shipyard commander, at the palace to compose historical paintings about Sultan Mehmed the Conqueror1: “...it was also he who, by giving me some old engravings and prints, ensured that I would able to comfortably perform the necessary research and enter and exit the Naval Museum freely. I was to produce the first pictures at the Merasim Pavilion, which had been set aside for me. The first painting in the series was a picture of Mehmed II, who prepared Constantinople for the conquest with those famous cannons. That giant cannon, which was manned by two hundred gun-ners and drawn by twenty oxen, was set up in front of the city walls; this alone was enough to strike fear into the poor Byzantines… The most recent studies regarding the armature of that era were also very beneficial to my painting. I

made drafts, tore them up and drew design after design. [This continued until] I arrived at the painting [I had envisioned] and felt confident in

what I had produced.”2

There is a serious lack of visual sources for this topic. All of the images that could be attained are imaginary depictions

belonging to later dates. Are there no contemporary im-ages of the conquest – were there never any? Why did Sultan Mehmed, the Conqueror, who personally invited Gentile Bellini to his palace to paint his portrait, not re-quest a composition regarding the conquest; or rather, did he not do so? There are many more questions that can be asked.

In time, the paintings of Zonaro, which can still be seen as part of the Dolmabahçe Palace collection, were no-

ticed due to their resemblance to the paintings of Hasan Rıza on the same subject, paintings which were housed in

the Maritime Museum, the Military Museum and private col-lections. For many years, debates raged about which painter

had made copies of the other. Fausto Zonaro’s paintings are oil on canvas, while Hasan Rıza’s are mostly ink sketches drawn on paper. Despite this, it was alleged, without even analyzing the

dates of the works, that Hasan Rıza worked by copying Zonaro.3 Even when Zo-naro plainly stated his sources and referred to the works at the Naval Museum, some did not find it fitting to attribute such compositions to a Turkish painter. As Hasan Rıza died in Edirne during the Balkan War and his workshop was ran-sacked, no records that could prove otherwise survived. It cannot be known what other kinds of information will emerge over time, but there is another already published source which eliminates all of these doubts.

The artist Hüsnü Tengüz, who served with Zonaro on the Esliha-i Atika Museum Commission, relates the following in the journal Sanat Hayatım [My Art Life], the original of which is in the Maritime Museum: “One day, we went to the home in Akaretler in Beşiktaş, where Zonaro lived with the gentlemen Rıza [Instructor Ali Rıza] and Ahmet Ziya… When we entered, he was working on a painting of the Conqueror’s ships being pulled out to sea from Dolmabahçe. The original of this painting belongs to the late Hasan Rıza. He had made it using an ink pen for the opening of the Maritime Museum. He made it for the museum where it still is found today. Zonaro was busy using oil paints to depict the horse that the Conqueror rode. Next to him were as many as 100 postcards and pictures of the heads of horses. This painting is still in the palace… And the engraving made by Hasan Rıza, drawing inspiration from the original in the Maritime Museum, was printed in number [12] of the Sanayi-i Nefise Journal [Ottoman Painters Society Newspaper]. As with this painting, Fatih’s Great Cannons, the original of which is

Fatih Sultan Mehmet - Hasan Rıza

Page 90: 1453dergisi 12.sayi

HASAN RIZA’DAN ZONARO’YA, FETİH TASVİRLERİ / FROM HASAN RIZA TO ZONARO, DEPICTIONS OF THE CONQUEST

88

b) Şehit Ressam Hasan Rıza Bey, 12 yılını İtalya’da sanat eğitimi ve görgüsüy-le geçirmiş önemli bir ressamdır. Gerçek bir vatanperverdir. Etrafındaki ihti-ras rüzgarlarındak kaçarak, Edirne Sanayi Mektebi Müdürlüğü’nü üstlenmiş-tir. Balkan Harbi’nin sonlarına doğru Edirne’nin bombalandığı günlerde Edirne Hastahanesi’nin müdürlüğünü de üstlenir. Şehrin işgalinden bir gün önce, bom-bardıman altındaki kentten, resimlerini kurtarmak üzere atölyesine doğru gider-ken yolda, şehit edilir. Atölyesindeki resimlerin çoğu parçalanır, bazılarına el ko-nularak götürülür, geriye kalan küçük bir kısmı ise halen Edirne Belediyesi’ndedir. Öğrencilerinden Sami Yetik ve Mehmet Ali Laga esir alınmalarına rağmen ho-calarının eserlerine sahip çıkmaya çalışırlar. Mehmet Ali Laga, Edirne Müşiriyet Dairesi’nde asılı duran “Fatih’in Edirne’den Toplarla İstanbul’a Hareketi” tablo-sunu düşman eline geçmesin diye kasnağından çıkararak, esareti süresince vücu-

in the Maritime Museum, and the painting the March from Edirne to Istanbul are the work of Hasan Rıza, and were later copied by Zonaro.”

While ending one debate, these lines from Hüsnü Tengüz also expressed some other truths:

a) Zonaro made four paintings about the conquest4 :

1- Sultan Mehmed the Conqueror’s March from Edirne to Istanbul with His Army (1903). Hasan Rıza’s work on the same subject is in the Maritime Mu seum.

2- Sultan Mehmed the Conqueror’s Entrance to Istanbul from Topkapı (1903). Hasan Rıza worked on several versions of the same composition; his India ink work dated 1898 is in the Maritime Museum, while an oil version

Solda Hasan Rıza’nın, sağda ise Zonaro’nun; İstanbul’un Kuşatılması Sırasında Fatih Sultan Mehmed’in Gemilerin Karadan Yürütülmesine Nezareti (1908). View of Sultan Mehmed the Conqueror’s Ships Leaving Land During the Siege of Istanbul (1908).

duna sararak saklar. Bu tablo halen Sabancı Müzesi koleksiyonundadır. İstanbul Askeri Müze, Deniz Müzesi ve İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’ndeki diğer eser-leri, hasan Rıza Bey’in sanat gücünü çok net olarak ortaya koymaktadır.7

Ayrıca, Edirne Karaağaç’taki şehitlikte sonradan yapılan “sembolik” mezarındaki: “Hasan Rıza Bey - 28.3.1913, Cuma, evini yağmaya giren Bulgar askerleri tarafın-dan öldürülür” ibaresi, sadece Edirne Belediyesi’nin ayıbı değildir!...

c) Ressam-ı Hazret-i Şehriyari Fausto Zonaro’ya adi bir sahtekar muamelesi yap-mak büyük bir ayıp olur. Anılarında sözkosu tabloların talep edilmesinden ta-mamlanmasına kadarki bütün süreci içtenlikle anlatmıştır. Dahası, Fatih’in Topkapı’dan İstanbul’a Girişi adlı meşhur tabloda Fatih Sultan Mehmed’in solun-da yer alan yeniçeri askerini Hasan Rıza gibi kendisi de kendi portresini koyarak resmetmiştir. Bir nevi imza olarak kabul edilen, Hasan Rıza’nın zerafetine zera-fetle mukabelede bulunmuş ve kendini bir yeniçeri askeri olarak hayal edebilmiş-tir. Bunu da bir tür saygı olarak görmek gerekir. Nitekim, yirmi yıl bu topraklarda yaşayan ve bu toprakları betimleyen Zonaro’nun İstanbul’a ve Osmanlı toplumu-na olan bağlılığı İtalya’ya dönüşünde başına dert olmuş, İtalyan sanat ortamı ta-rafından dışlanmaya çalışılmıştır.

Ayrıca bu tür tarihi tablolar, gerek gördüğü ilgi sebebiyle, gerekse talep edilen makamın arzusu doğrultusunda bir çok kez çalışılmıştır. Dolayısıyla bugünkü an-lamda sanatsal iddiadan önce, geçmişin gurur tablolarının ölümsüzleştirilmesi ve mümkün olduğunca çoğaltılması mantığıyla üretilmiştir. Cumhuriyet dönemin-de de Feyhaman Duran’dan Sırrı Eldem’e, Ahmet Yapuboğlu’ndan İffet Karanis’e bir çok sanatçı tarafından fetih konulu mevcut kompozisyonlar tekrarlandığı gibi

is part of a private collection.5

3- View of Sultan Mehmed the Conqueror’s Ships Leaving Land During the Siege of Istanbul (1908). Hasan Rıza’s India ink work dated 1989 is in the Maritime Museum, while his oil painting is at the Edirne Municipality.

4- Sultan Mehmed the Conqueror Directing His Army (1908). No similar work by Hasan Rıza has been found.

b) The artist Hasan Rıza spent twelve years in Italy receiving training in and learning the arts. He was a true patriot. Escaping from the winds of ambition around him, he was appointed to the Edirne Industrial School Directorate. To-ward the end of the Balkan War, during the days when Edirne was being shelled, he undertook the administration of the Edirne Hospital. A day before the siege of the city, he left the town which was being shelled, to go to his workshop in Karaağaç to save his paintings and lost his life there. Most of the paintings in his workshop were destroyed, and some were confiscated and taken away; the few remaining pieces can be found at the Edirne Municipality. Before being taken prisoner, his students Sami Yetik and Mehmet Ali Laga tried to save their teach-er’s works. In order to prevent them from falling into enemy hands, Mehmet Ali Laga removed the painting, The Conqueror’s Journey from Edirne to Istanbul with Cannons, which had been hung inside the Edirne Field Marshal’s Depart-ment, from its frame and kept it wrapped around his body for the duration of his imprisonment. This painting can be seen in the Sabancı Museum collection. Other works by Hasan Rıza can be found at the Istanbul Military Museum, the Maritime Museum and the Istanbul Painting and Sculpture Museum; all these

Page 91: 1453dergisi 12.sayi

89

yeni kompozisyonlar da üretilmiştir. Ancak yine de tatminkar bir birikim olduğu söylenemez. Fetih tasvirleri konusunda, Hasan Rıza ve Fausto Zonaro’nun etüd-lerinden sonra, en kapsamlı ve boyutlu çalışma olarak, 31 Ocak 2009’da açılışı yapılan Panaroma 1453 Tarih Müzesi tarihe geçmiştir. Müzenin en önemli unsu-ru olarak, 38 metre çaplı yarım küre müze binasının iç yüzeyini kaplayan resim, 2350 m2 ‘dir. 2005-2008 arasında 8 sanatçının üç yıllık emeğiyle tamamlanan tabloda 10.000 figür yeralmaktadır.

Hasılı, “sanat uzundur, hayat kısa!”8

works quite clearly demonstrate his mastery of art.6

Also, the inscription on the symbolic grave that was later erected in the martyrs’ cemetery in Karaağaç in Edirne - “Hasan Rıza Bey - Killed 28.03.1913, Friday, by Bulgarian soldiers enter-ing his home to pillage” is a shame that is not confined to the Edirne Municipality!

c) It would be a great injustice to treat the Ressam-ı Hazret-i Şehriyari Fausto Zonaro as an imitative artist. In his memoirs, he relates with sincerity the entire process of creating the paintings in question, from their commission to their completion. Furthermore, in the famous painting The Conqueror’s Entrance to Istanbul fromTopkapı, like Hasan Rıza, Zonaro depicted himself in the painting, painting himself as the Janissary soldier on the left of Sultan Mehmed, the Conqueror. While this is acknowledged as a type of signature, he affably complimented Hasan Rıza’s refinement and was able to imagine him as a Janissary as well. This must be viewed as a sign of respect for Zonaro’s attachment to Istanbul and Ottoman society; Zonaro lived in this area for twenty years and never grew tired of depicting these lands, although this caused him trouble, and attempts were made to isolate him from the Italian art scene.7

Moreover, this type of historical paintings was created many times, whether due to public inter-est or because they were in line with the wishes of the authority who commissioned them. Ac-cordingly, unlike the artistic pretension that ex-ists in the contemporary scene, the pride in the paintings of the past was created to immortal-ize them; the artists would try to reproduce the scene as accurately as possible. Just as already existing compositions on the conquest were recreated by artists including Feyhaman Duran, Sırrı Eldem, Ahmet Yakuboğlu, and Iffet Karanis, during the Republican period new compositions were also created. But still, it cannot be said that a satisfactory collection exists.

With regard to the depictions of the conquest, it can be said that after the studies of Hasan Rıza

and Fausto Zonaro the most comprehensive and multi-dimensional work is the Panorama 1453 History Museum, which opened its doors on January 31, 2009. The museum’s most important element is the image that covers the half-globe interior surfaces of the museum, which has a diameter of thirty-eight meters and includes 10,000 figures and measures 2,350 square meters. The painting was the result of three years of work by eight artists, working between 2005 and 2008. The assembly of an archive containing all of the written and illustrated sources on the conquest can be found at the Panorama 1453 History Museum, the first and only museum centered on Istanbul’s conquest; this is an important acquisi-tion fitting the museum’s purpose. In brief, “art is long, life is short!”8

Fatih Sultan Mehmed’in Topkapı’dan istanbul’a Girişi (1903), Hasan Rıza / Sultan Mehmed the Conqueror’s Entrance to Istanbul from Topkapı (1903). Hasan Rıza

Page 92: 1453dergisi 12.sayi

HASAN RIZA’DAN ZONARO’YA, FETİH TASVİRLERİ / FROM HASAN RIZA TO ZONARO, DEPICTIONS OF THE CONQUEST

90

DİPNOTLAR:

1 Sultan II. Abdülhamid, bu dönemde Fatih Sultan Mehmed’in hatırasını canlı tutmaya özen

göstermiştir. Cuma selamlığında merasim geçişi yapan Ertuğrul Süvari Alayı özellikle Fatih’in

atı olarak bilinen beyaz renkli cins atlardan oluşturulmuştur. Nitekim Ressam Fausto

Zonaro, bu alayın Galata Köprüsü’nden geçişini resmettiği tablosu sayesinde, sarayda

görevlendirilmiştir.

2 Zonaro, bu tablolarından dolayı maaşına zamla ödüllendirilir. Fausto Zonaro, Abdülhamid’in

Hükümdarlığında Yirmi Yıl, Çev.: T. Alptekin- L. Romano, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları,

2008, s. 261. Zonaro anılarının devamında resimlerindeki Fatih Sultan Mehmed portresinin

Sultan II. Abdülhamid’e benzediği gerekçesiyle, padişaha nasıl izah edeceğiz diyen yaverlerin

tedirginliğinden sözeder ve onları şu cümlelerle onları sakinleştirir: “Padişah hazretlerine,

II. Mehmed’in yüz hatlarını Venedik’te Lajard Galerisi’nde, Venedikli ressam Gentile

Bellini’nin yaptığı orijinal tablodan incelediğimi lütfen bildiriniz. Bellini, buraya bizzat II.

Mehmed tarafından portresini yapmak üzere çağrılmıştı ve padişahımız Abdülhamid

hazretlerine benziyorsa bunda şaşılacak bir şey yoktur. II. Mehmed kendilerinin ataları değil

midir?” (s. 262-263). Zonaro, muhtemelen bu diyalogdan sonra Bellini’nin portresinin de bir

kopyasını yapmıştır ve halen Topkapı Sarayı koleksiyonundadır.

3 Bazı araştırmacı ve sanat tarihçiler hızlarını alamayarak, Hasan Rıza’nın bu resimleri

yapacak altyapısının olmadığından, bu şavaş sahnelerinin üstesinden ancak Batılı bir

sanatçının gelebileceğinden dem vurulur. Osman Öndeş, “Fausto Zonaro’nun Tabloları”,

Popüler Tarih, 29 (Ocak 2003), s. 88-93; Milliyet, 17 Ocak 2003.

4 Hasan Rıza – Zonaro ilişkisini tam olarak çözemeyen ancak aradaki benzerlikleri daha ayrıntılı

inceleyen bir çalışma için bkz: Ahmet Kamil Gören, “Tablolarda Fetih sahneleri Bağlamında

Hasan Rıza ve Zonaro’nun İstanbul’un Fethi Tablolarının İlişkisi Üzerine Bir Deneme”, Eyüp

Sultan Sempozyumu VII, İstanbul, 2003, s. 276-291.

5 Aynı kompozisyonu 1976’da Jean-Joseph Benjamin Constant (Fransa’da Augustins

Müzesi’nde) ve yine 1876-1884 yıllarında Stanislaw Chelebowski (Polonya’da Cracow

Müzesi’nde) çalışmıştır.

6 Daha fazla bilgi için bkz.: A. Süheyl Ünver, Ressam Şehit Hasan Rıza - Hayatı ve Eserleri,

İstanbul, 1971.

7 F. Zonaro, age, s. 364-366.

8 “Ars longa, vita brevis!” (Latin deyişi, Hippocrates’a atfedilir)

FOOTNOTES:

1 Sultan Abdülhamid II took care to keep the memory of Sultan Mehmed, the Conqueror, alive. The

Ertuğrul Cavalry Regiment which led the ceremonial march in honor on Fridays, rode on white horses

of the same breed that the Conqueror’s horse had been. The painter Fausto Zonaro gained an imperial

warrant due to the painting in which he depicts this regiment’s crossing over the Galata Bridge.

2 As a result of these paintings Zonaro was rewarded with a raise in his salary. Fausto Zonaro,

Abdülhamid’in Hükümdarlığında Yirmi Yıl [Twenty Years during the Reign of Abdülhamid], Trans.:

T. Alptekin-L.Romano, Istanbul: Yapı Kredi Publications, 2008, p. 261. In his memoirs, Zonaro speaks

of how the aides were disturbed by his portrait of Sultan Mehmed, the Conqueror, because of his

resemblance to Sultan Abdülhamid II, saying “how will we explain this to the padishah?” He calmed

them with the following words: “Please inform his imperial majesty, the Padishah, that I examined the

lines of Mehmed II’s face in the original painting by Venetian painter Gentile Bellini at the Lajard Gallery

in Venice. Bellini was summoned here by Mehmed II himself to paint his portrait, and if this padishah

resembles His Highness Abdülhamid, then there is nothing to be surprised about in this. Is Mehmed II

not his ancestor?” (pp. 262-263). Probably after this dialogue, Zonaro made a copy of Bellini’s portrait;

it is still in the Topkapı Palace collection.

3 Some researchers and art historians find the speed at which these paintings were completed hard

to believe, saying that as Hasan Rıza did not possess the background to produce these paintings, only

a Western artist could have been able to surmount [the difficulty of] these war scenes. Osman Öndeş,

“Fausto Zonaro’nun Tabloları” [Fausto Zonaro’s Paintings], Popüler Tarih, 29 (January 2003), pp. 88-93;

Milliyet, 17 January 2000.

4 For a work that does not entirely solve the Hasan Rıza – Zonaro relationship, but presents a more

detailed analysis of the similarities between them, see: Ahmet Kamil Gören, “Tablolarda Fetih sahneleri

Bağlamında Hasan Rıza ve Zonaro’nun Istanbul’un Fethi Tablolarının İlişkisi Üzerine Bir Deneme” [A

Study on the Relationship between the Paintings of Istanbul’s Conquest by Hasan Rıza and Zonaro as

Related to Conquest Scenes in Paintings], Eyüp Sultan Symposium VII, Istanbul, 2003, pp. 276-291.

5 The same composition was conducted in 1976 by Jean-Joseph Benjamin Constant (found at the

Augustins Museum in France) and between the years 1876-1884 by Stanislaw Chelebowski (at the

Cracow Museum in Poland).

6 For more information, see: A. Süheyl Ünver, Ressam Şehit Hasan Rıza - Hayatı ve Eserleri [Artist-

Martyr Hasan Rıza – His Life and Works], Istanbul, 1971.

7 F. Zonaro, ibid, pp. 364-366.

8 Latin saying attributed to Hippocrates.

Fatih Sultan Mehmet’in ordusuyla Edirne’den İstanbul’a gelişi-Zonaro / Sultan Mehmed the Conqueror’s March from Edirne to Istanbul with His Army-Zonaro.

Ertuğrul Süvari Alayı’nın Galata Köprüsü’nden Geçişi - Zonaro / Ertuğrul Cavalry Passing the Galata Bridge-Zonaro.

Page 93: 1453dergisi 12.sayi

SON SARAY SANATÇISI: SEVAN BIÇAKÇI Söyleşen: Hüseyin SORGUN

THE LAST COURT ARTIST: SEVAN BIÇAKÇIInterview: Hüseyin SORGUN

Page 94: 1453dergisi 12.sayi

SON SARAY SANATÇISI: SEVAN BIÇAKÇI / THE LAST COURT ARTIST: SEVAN BIÇAKÇI

92

SON SARAY SANATÇISI: SEVAN BIÇAKÇI Hüseyin SORGUN*

• Yüzük merakı spesifik bir durum gibi ama son yıllarda da bu durum üzerine yo-ğun bir ilgi var. İnsanların yüzüğe olan bu ilgilisini neye bağlıyorsunuz?

Yüzük her zaman vardı. Parmağa bir şey takmanın geçmişi uzun yüzyıllara daya-nır. İşin içerisindeki Sevan faktörü, yüzüğü büyütmek suretiyle oluştu. Eskiden baktığın zaman daha küçük, daha konservatif alyanslar; tek taşlar, darlığı 3-5 mi-limi geçmeyen yüzükler parmaklara takılırdı. İnce bir kolon üzerinde yuvarlak bir gül deseni falan olurdu. Biz biraz yüzüğü büyüttük. Parmakta biraz daha öne çı-karttık, dikkat çeken noktaya getirttik. Bu biraz da benim yüzüğe olan düşkün-lüğümden kaynaklanıyor. Ben gördüğüm bir şeyi ilk önce yüzükleştiriyorum. Bir ressam bakar resmi görür, bir manav bakar meyveleri görür, mücevherci bir çift küpe görür. Benim gördüğümse hep yüzük. İkiz binaları görsem “Bu neden yüzük olmasın?” diyen bir adamım. Her şeyi yüzük olarak hayal etme durumum var. Yü-zük benim hayatımda önemli bir şey.

Yüzüğü yaptıktan sonra ilk önce kendim takar hayal ederim. Bu yüzükle ben ara-ba kullanıyorum, yürüyorum gibi hayaller ku-rarım. Yüzük beni rahatlatan bir şeydir. En mutlu eden şey yüzüktür. Küpe, kolye, saç to-kası, kemer gibi birçok nesne var firmamızın yaptığı ama yüzük benim için çok önemli.

• Tüm dünya ülkelerinde farklı yüzük geç-mişleri var. Bunun içerisinde Türkiye’de ki yüzük geçmişini nasıl bir kategoride değer-lendirmek gerekir. Daha mı iyi, daha mı geniş bir kültürü var?

Aslında sınırlandırılmış bir durumu da vardır yüzüğün, altının daha doğrusu... İslam kültüründe biliyorsunuz altın erkeğe ha-ram, kadına helal. Baktığınız zaman artık, günümüz erkekleri de kendisini akse-suarla ifade etmek istiyor. Erkeğin kendini en iyi şekilde ifade edeceği şey saat… Ama kadın o konuda daha zengin. Bu baskılanmış suretin içersinde yavaş yavaş insanlar aksesuarlarla da kendilerini ifade etmeye başlıyorlar.

• Kadın-erkek diye ayırdığımızda hangi yüzükler üzerine daha ağırlıklı çalışıyor-sunuz?

Biz erkekleri de düşünüyorum; o yüzden ciddi bir erkek koleksiyonu da yok de-ğil yani. Tabii dünya kadınlar üzerinde dönüyor. Kendine bir tekne ya da araba alacak olsan bile kadın tarafından sınırlandırmalar oluyor, evin patronu kadınlar.

• Sizin özellikle Osmanlı motifleri üzerine çalışmalarınız var.

Evet, başlangıçta Osmanlı mücevheri diye bir kavram vardı. Topkapı Sarayı’ndaki o elmas, hilaller, kolyeler, küpeler aslında İran’dan, Fransa’dan hediye edilmiş parçalardı. Sonradan saraydaki Ermeni ustalar mücevher üretmeye başladı. Be-nim çıraklığımda bunlardan biz oturur yapardık ama Osmanlı dönemi bittikten sonra böyle bulutlara çıkıp yukardan bakarak yapılan bir tasarım hiç olmadı.

• Peki, Osmanlıda bu işi meslek olarak yapan insanlardan söz eder misiniz?

Tabii tabii. Bu işi yapan Ermeni ustalar var; bunlar Saraya bağlı. Saray’da bir bö-lüm var; o bölüm içerisinde Topkapı Sarayı’na kayıtlı elmas kesim ustası var. Şu zamanda Kapalıçarşı’da bile yok doğru düzgün kesim ustası. Ama sarayın dışında da kuyumculuk sektörü geçerli… Sarayın dışında da ustalar var. Ama biz dediğim gibi Topkapı Sarayı’na, Osmanlı’ya daha yukarıdan bakarak o padişah portreleri-ni, heykelleri ve onun dışında kendi hayallerimizi yaptık.

THE LAST COURT ARTIST: SEVAN BIÇAKÇI Hüseyin SORGUN*

• Interest in rings seems to be a very spesific thing, but in recent years there has been an increase in interest. What do you think on this interest?

Throughout history there have been rings. The history of wearing something on one’s finger stretches back centuries. The Sevan factor in this regard was formed by enlarging the ring. When you look back, you see smaller, more conservative bands; single-stone rings as narrow as 3 to 5 millimeters being worn on the fin-ger. For example, you could have a round rose design upon a thin band. What we did was to enlarge the ring a bit. We brought it a bit more forward on the finger, bringing it to a place where it would draw attention. This arises, in part, from my affinity for rings. When I see something, I first turn it into a ring. A painter looks and sees a picture, a greengrocer looks and sees fruit, and a jeweler sees a pair of earrings. And I always see a ring. For example, if I see twin buildings, I say: “Why shouldn’t this be a ring?” I have this ability to envision everything as a ring. It is possible to say that the ring is something important in my life.

After making a ring, I imagine first that I will wear it. I envision things like me driving a car with this ring on, or walking around with it. Rings are things that bring me comfort. Rings bring me the greatest happiness. Our firm produces many objects, such as earrings, necklaces, hair pins and belts, but rings are the most important for me.

• In every country the ring has a different his-tory. In which category should the history of rings be evaluated in Turkey? Does it have a dif-

ferent or more extensive culture?

There’s a very limited situation when it comes to the ring, or rather, when it comes to gold… As you know, in Islamic culture gold is prohibited for men and permitted for women. Today men want to express themselves through acces-sories. The thing, that best enables a man to express himself is the watch… But women are more fortunate in this regard. Within these limitations, people are now slowly beginning to express themselves through accessories as well.

• Do you concentrate more on men’s or women’s rings?

I think (we concentrate on) men as well as women; it is not as if there are no seri-ous male collections. Of course, the world revolves around women. Even if you’re going to buy a boat or a car, the limits are put by the woman, and women are the boss in the home.

• Some of your work is specifically concerned with Ottoman motifs.

Yes, there is a concept of Ottoman jewelry. In Topkapı Palace, the diamond, cres-cents, necklaces, and earrings were actually pieces that came as gifts from Iran or from France. Later, Armenian master craftsmen in the palace began to pro-duce jewels. During my apprenticeship we would sit and do the same thing, but after the Ottoman period ended, no more designs were composed by elevating oneself to the clouds and looking down.

• Could you tell us about the people who were involved in such work during the Ot-toman period?

Of course. There were Armenian masters who did this work; they were affiliated to the palace. There was a section in the palace; here there was a diamond-

* Yazar * Writer

Samatya’da çok güzel bir çocukluk geçirdim. Bizim sokağı-mızda bayram eksik olmazdı. Musevi, Hıristiyan, Müslüman her dinden insan vardı, bir yılda yedi sekiz bayram yaşardık.

Onlara Paskalyalar giderdi, bizlere kurban etleri gelirdi.

I had a wonderful childhood in Samatya. There were many holidays on our street. There were Jews, Christians, Muslims, people of every religion, and so we had seven or eight holi-days a year. We sent Paskalya (Easter cakes) to others, and

Muslims sent us their Qurban meat.

Page 95: 1453dergisi 12.sayi

93

• Çıraklık döneminize geleceğiz ama ben merak ediyorum, ilk yaptığınız yüzük nasıl bir şeydi?

‘’Yeter artık ya bıktım ben ıvır zıvır kopya işler yapmaktan’’ dediğimde ilk yaptı-ğım şey Osmanlı portreleri olan o portreler ve heykellerdi.

• O duyguyu merak ediyorum.

‘’Niye kendi kültürümüzü ortaya çıkarmıyoruz, Fransa’nın, İtalya’nın dünya-ya mal olmuş markalarının niye devamlı taklidini yapıp Kapalıçarşı’ya satıyo-ruz’’ noktasında duyulan bir vicdan azabı var. Hırsızlığın başka bir adı aslında… Ha modelini çalmışsın, ha kasalarından para çalmışsın. Bunu ifade ederken de Kapalıçarşı’ya çok haksızlık etmek istemiyorum. Çünkü bunlardan beslenen %95 oranında bir Kapalıçarşı var. Bıçak sır-tı bir konu olduğu için insanlar sonra-sında tepki verebiliyorlar.

Kapalıçarşı gibi bir yerimiz var, dün-yanın en eski alışveriş merkezi ola-rak geçen. Karakteri ya da bir gözü olan bir turistin on mağaza gezdikten sonra hayal kırıklığına uğradığını tah-min ediyor ve biliyorum. Şu beni ra-hatsız etmiştir her zaman: Esinlenme-ye eyvallah, ama katma değerden çal-mak değil, katma değer adına yapılır-sa problem değil. Bizdeki en büyük problem bu, diğer şeylerde de böy-le; tekstilde mesela. Bizim övündü-ğümüz şey şu: aynısını ucuza yapmak. Aynısını ucuza yapmak mı marifet, iyi-sini yapmak mı marifet? Bu noktada benim yaptığım işten dolayı, her daim daha üstüne katabilirim. Markalar bir noktaya geldikten sonra alt şeyleri-ni kurarlar. Daha özel ne yapabilirim diye düşünüyoruz.

• Genelde koleksiyonları tek başını-za mı oluşturuyorsunuz?

İlk sorunda bana duyduğun heyeca-nı anlat demiştin; ben o kısma da ge-leyim. Sekiz yıl önce ilk parçalarımı oluşturduğumda az seçeneğim vardı: Ya dünyada en olmayan taşları top-layacağım ki buna gücüm yani param yok; ya da elimdeki tek şey olan sanatımı sonuna kadar sömüreceğim. Bir yü-züğün tezgâh ömrü üç saatse, üç gün ise, on gün ise, ben altı ay uğraşayım de-dim. Katma değer katacağım tek şey işçiliğimdi. Müthiş heyecanlandırmıştı bu beni. Hâlâ eski parçalarımı almış olup da bana gösterenlere nerdeyse parası ney-se ödeyip alayım dediğim olmuştur. Alıp evde hanıma vermişimdir. Onların he-yecanı o gün olduğu gibi bugün de devam etmekte benim için.

• Fransa’dan, İtalya’dan ürünler taklit ediliyor dediniz ya şu an dünyada olan süreç buraya doğru döndü mü? Yani başka Sevan’lar var mı? Türkiye de bu sü-reçte ters bir akım oluşturuyor mu?

Komik olan şu oldu, gurur verici bir komedi bu… Biz bunu yaptık. Kuyumculuk-ta hiç yapılmamış şeylerdi, aylarca uğraşıyorduk. ‘’Böyle şey olur mu, satar mı? diye bizimle dalga geçmeye başladılar. Benim de kaybedeceğim hiç bir şey yoktu sonuçta. Sıfırdan bunlarla uğraştım ve inanıyordum. Yurtdışından ödüller falan derken; ismimizin büyümesiyle bu sefer Fransa’yı, İtalya’yı değil beni taklit etme-ye başladılar. Ama enteresan olan sadece Türkiye’de değil, yurtdışında da taklit edenlerin olması. Çünkü fikir olarak yapılmamış şeylerdi ve kültür koleksiyonla-rıydı. Yüzükleri elinize aldığınızda gerçekten bir tarihi, ciddi bir geçmişi hissedebi-liyorsunuz. Ayrıntıları fark ediyorsunuz.

cutting master. At that time there was no diamond-cutting master, even in the Grand Bazaar. But there was also a “jewelry sector” outside the palace… There was also a master jeweler outside the palace. But we, as I’ve said, have looked at Topkapı Palace and the Ottomans more from above and composed our own visions that go beyond the portraits and figures of the sultans.

• Before we discuss your apprenticeship, I’m curious, what was the first ring you made?

When I said “Enough already, I’m sick of imitating others’ work,” the first thing I made were portraits and figures from portraits of the Ottomans.

• Can you tell me about that feeling?

When one says: “Why aren’t we fo-cusing on our own culture, why are we continuously imitating the expen-sive brands of France and Italy and selling them at the Grand Bazaar?” there is a pang of conscience. An-other word for this could be theft… Stealing their models is the same as stealing money from their cash-tills. However, I don’t want to be too un-fair to the Grand Bazaar, because 95% of the Grand Bazaar is support-ed with such work. This is a delicate matter and people can sometimes give negative reactions.

We are lucky to have a place like the Grand Bazaar, the world’s oldest shopping center. However, I think that a tourist with discernment or a good eye will be disappointed after looking in the shops. This has always bothered me: being influenced by other cultures, that’s fine; but this is only then not a problem, if one is not stealing from the ready made, but rather trying to add value. This is our

greatest problem, and it exists in other matters as well; in textiles, for example. This is what we are proud of: Making the same product for less. Is it a virtue to make the same thing for less, or is it better to try to improve the work? Due to what I do, I find that I am always able to add more. After brands have reached a certain point, they establish their base. So we think, ‘What can I do that is dif-ferent?’

• Do you generally design your collections by yourself?

In your first question you asked me about the enthusiasm I feel; let me address that here as well. When I composed my first works eight years ago, I had a few options: Either I was going to collect the world’s rarest stones – something that I didn’t have the power for – that is, the money –, or I was going to take the only thing I had in hand, that is my art, as far as it could go. I said to myself, it may take three hours, three days or ten days on the workbench, that doesn’t matter; I will work at it for six months if I have to. The only value I could add was my workmanship. This made me incredibly excited. At times, people have shown me earlier pieces of mine that they have bought, and I had to hardly restrain myself from saying, forget the money, let me buy it back. I wanted to buy them and give them to my wife. Today, like then, the excitement [for my pieces] is still there.

Page 96: 1453dergisi 12.sayi

SON SARAY SANATÇISI: SEVAN BIÇAKÇI / THE LAST COURT ARTIST: SEVAN BIÇAKÇI

94

• Tarihten çıkardığınız o şey bambaşka bir şeye dönüşüyor. Mesela Fatih Sul-tan Mehmed yüzü Fatih olmaktan çıkıyor. Bunu yaparken tarih araştırması ya-pıyor musunuz? Okuyor musunuz bu nasıl olmalı diye?

O da işin başka bir püf noktası… Bu tarihi bir kişi yazmamış ki. Mesela bir tarihçi anlatımında o çok uzun boyluydu diye bahsederken diğeri orta boyluydu diye ta-rif edebiliyor. İtalyan’ı Fransız’ı başka yazıyor, İranlı’sı, Türk’ü başka yazıyor. Buna baktığın zaman hiçbir şey yapamıyorsun. Ben aslında biraz daha Samatya’dan bakıyorum bu işe. Halk gözüyle bakıyorum. Kendim doğma büyüme Samatya-lıyım. Ben Fatih Sultan Mehmed’i ilkokulda okuduğumda nasıl biliyorsam onu öyle yansıtıyorum.

• Sizde sanatsal bir merak var, bakış açısı var. Ustanızdan ne aldınız bu anlam-da; usta nerede duruyor?

Ustam vefat etti. Benim hayatımın çok önemli bir noktasıydı. Ustamdan ne al-dım, biliyor musun? Kuyumculuk sanatından evvel; oturmayı, kalkmayı, konuş-mayı, büyüklerime saygıyı aldım. On iki yaşımda beşinci sınıftan çıktım, daha da okuyamadım. Maddi imkânlarımız benim okumama müsaade etmiyordu. Çalış-mam gerekiyordu. Babam tiyatrocuydu. Bu alanlarda bir adım öndeydik ama iki kere iki konusunda iyi değildim. Halen de iyi değilim. Ustam beşinci sınıftan on

• You said that products from France and Italy were copied; have things changed? That is to say, are there other Sevans? Is Turkey forming a counter-current in this process?

This is the funny thing, it is a pride-inspiring comedy…We did this. These were things that had never been done in jewelry, and we’d worked with them for months. They began to mock us, saying, “Will it be of use; will it sell?” Ultimately, I had nothing to lose. I worked from scratch and I believed in what I was do-ing. Then the awards from abroad started to come and with the growth of our name people stopped imitating France or Italy, and started to imitate me! The interesting thing is, that there were forgers not only in Turkey, but overseas as

well. These were ideas not seen before, and they formed cultural collections. When you put the ring on your finger, you’re able to feel history, the past. You notice the details.

• So, You have extracted something from history, that is transformed into something entirely diffe-rent. For example, the Fatih Sultan Mehmet ring goes beyond Fatih. When making such rings, do you carry out historical research? Do you read abo-ut how it should be?

That’s another key point… After all, history is not written by just one person. For example, while one historian speaks about how Fatih was very tall, another may describe him as being of av-erage height. One historian describes Italy and France differently, while the Iranian describes the Turk differently. Seeing this, there is nothing you can do. I actually look a bit more from the aspect of Samatya. I look through the public eye. I’m from Samatya, born and raised. I reflect Fatih Sultan Mehmed as I know him from what I read in elementary school.

• You have an artistic curiosity or perspective. What did you learn from your master; who was your master?

My master passed away. This was a turning point for me. Let me tell you what I learned from my master: Before making jewelry, I learned how to sit, to stand up, to speak and respect my elders. I left school at age 12, in the fifth grade, and I wasn’t able to study any more. My family’s fi-nancial situation didn’t allow me to continue my education; I had to work. My father was a theater actor. We were ahead of many people in this as-

pect, but I wasn’t good at the three R’s. And I’m still not good at them. My master also went into business life from the fifth grade at age twelve; I had been raised in a structure in which I was unaware of what was what, not knowing how to knock on doors, learning the respect and love that comes from the family culture not from the family, but from friends in adolescence– after all, we are all Anato-lian. My master was a great teacher. He taught me many things, like when to sit and when to stand, how to speak, and how to sell products to customers. May he rest in peace, he has a very special place in my life.

Page 97: 1453dergisi 12.sayi

95

iki yaşında hayata atılmış, neyin ne olduğunu bilmeyen, kapı çalmayı bilmeyen, aile kültürünün getirmiş olduğu -ki sonuçta Anadoluluyuz- saygı ve sevgiyi ergen-lik döneminde aileden değil de arkadaşlarından öğrenen bir yapıda yetişiyoruz. Benim ustam büyük bir öğretmendi. Oturmayı, kalkmayı, konuşmayı, müşteriye gidip ürün satmayı, birçok şeyi bana öğretmiştir. Rahmetlinin benim hayatımda çok özel bir yeri vardır.

• Ne kadar süre geçirdiniz yanında?

Ustamın yanında aşağı yukarı altı sene çalışmışımdır. Ustam sürekli diyaliz ma-kinesine bağlanıyordu, çalışamıyordu. Kalfam vardı, ustabaşı vardı, ben vardım. Biz gelen müşteriyi memnun edelim, ustaya bir para getirelim duygusuyla de-vam etti bir süre idare ettik o şekilde, sonra abisi ‘’kapatıyoruz bu dükkânı’’ dedi. O aşçı varsa orada yemek istersin, yoksa istemez-sin. Oradan sonra başka bir ustanın yanına gir-dim, orada devam ettim. Ustam olarak Hov-sep Çatak’ın benim hayatımdaki yeri çok özel-dir. Aynı sokakta karşı komşumuzdu. Bizde usta saygısı çok büyüktür. Akşam eve gittiğin-de tekrar sokakta karşında ustanı gördüğünde önünde cümle dahi kuramazdık.

• Bu ustalar da kayboldu mu son yıllarda? Ben biliyorum, mesela Amerika’ya gidenler oldu.

Sistemin de getirdiği bir şey… Teknoloji gelişi-yor. Artık insanlar düğmeye basıyorlar, yüzük dökülüyor. Şimdi sen el işçiliğine ödeyeceğin bedel yerine on tane yüzük alabiliyorsun. O ağır bir bedel. Eskiden o teknoloji yoktu, onun yerine ustalar vardı. Şimdi böyle şeyler kalma-dı. Ciddi ustalar kaybettik.

Sistem tekrar şimdi geri dönüyor. Nevi şahsı-na münhasır bir özelliğin varsa farklılığı her za-man arayacaksın. Parmağına yüzük bakarken herkeste olandan ziyade, daha önce hiç gör-mediğin bir parçayı aramak isteyeceksin, gön-lün ondan yana olacaktır.

• Diyelim biri yüzük almaya geliyor, o parmakta yüzük durmayacak olmaz sana bu diyor musunuz?

‘’Olmaz sana’’ lafımızla meşhuruz zaten biz. Bunları ben “Hangi kadın takar?” düşüncesiyle yapmıyorum. Parmağına taktığın zaman nacizane fikrimi söylerim, bundan 3 kuruş fazla kazanırım mantığıyla hareket etmem, çünkü fiyatlarını da bilmem. ‘’Bu sende daha güzel durdu’’ derim.

• Kim belirliyor bunu peki?

Fiyatlarımızı sistem belirliyor. Mesela bir yüzük bizim atölyemizde kaç gün ge-çirmiş.

• Kaç kişi çalışıyorsunuz?

Yaklaşık otuz kişiyi buluyoruz. Ama bunların önemli bir kısmı yaratıcı ustalar. Kendi dallarında onlar da sanatçı. Bu şekilde sınıflandırırsak sekiz üstün yetenek var. Bunun dışında zanaatkârlar var. Zaten çalışanların hepsi yorum yapabiliyor-lar. Bir ürün benden çıktıktan sonra taş mıhlamaya gidiyor. Taş mıhlama benim sanatım değil ama nasıl mıhlanacağını ben adama anlatıyorum. Taş üstüne taş heykellerini kesiyoruz. Hepsinin bizim elimizden çıkması mümkün değil, ben bir ressam değilim sonuçta.

• How long did you stay with him?

I should have worked by my master’s for about six years. My master was con-stantly connected to a dialysis machine, and wasn’t able to work. I had an ap-prentice, there was a foreman, and there was me. We continued to work to try to make the customers, who came to us happy and to earn money for the master; we went ahead this way for a while, and then his older brother said: “We have to shut this shop down.” You only want to eat at a restaurant if the chef is work-ing, otherwise you wouldn’t want to be there. Then I began to work with another master. However, my master, Hovsep Çatak holds a very special place in my life. He was our opposite door neighbor. Our respect for masters is great. When we

met our master in the street on the way home in the evening, we could not even say a word to address him.

• Have we lost these masters in recent ye-ars? I know, for example, that there have been some who have gone to America.

This is something that has also been caused by the system… Technology is developing. People are now pushing buttons and rings spill out. Now, you can get ten rings for the price you’d pay for one handmade ring. This is a heavy price to pay. Back in old days, this technology didn’t exist, and there were the masters. These no longer exist. We’ve lost skilled masters.

But now the old system is coming back. If you have a unique talent, then you will always look for what is exclusive. When looking for a ring, rather than choosing what everyone has, you will search for a piece you’ve never seen before; this is what your heart will go out to.

• When people come to buy a ring, do you ever say “this ring doesn’t look good on your finger, you shouldn’t buy it” ?

Indeed, we’re well-known for our saying “That’s not for you”. I don’t make these rings thinking “What woman will wear it?” When someone places a ring on his/her finger I’ll tell

them what I think– I don’t work with the idea that I can earn 3 more pennies if I sell this ring; in fact, I don’t know the prices of the rings. I’ll just say: “This one looks better on you.”

• So who determines the prices?

There is a system to determine the prices. For example, one of the factors is how many days it takes to make the ring.

• How many people work with you?

We’re a team of about thirty people. But an important part of the team is made up of creative artists. They are artists in their own fields. That means, we can say that there are eight extraordinary talents working with us. In addition to this, there are the craftsmen. As it is, all members of the team have a say. After a ring leaves my table, it goes to the desk to have the stone set. Setting the stone is not my responsibility, but I can explain to a person how to set it. We cut figures into the stone. All of these cannot go through my hand, as I am not a painter.

• How long does it take you to produce a ring?

The simplest ring takes six weeks. A miniature-mosaic product takes up to two years. These are not for sale, as we are unable to put a price on them. For us, the

Page 98: 1453dergisi 12.sayi

SON SARAY SANATÇISI: SEVAN BIÇAKÇI / THE LAST COURT ARTIST: SEVAN BIÇAKÇI

96

• Ürün kaç ayda çıkıyor burada?

En basiti altı hafta sürüyor. Mikro mozaik bir ürün neredeyse iki yıla yakın bir va-kit alıyor. Bunlar satılık değil çünkü fiyat da koyamıyoruz. Bizde en değerli kat-kı zaman… İçimize sinmeyen detayları bozup baştan yaptığımız, üç senedir bit-memiş ürünler var.

• Samatya nasıl bir yerdi? Yaşadığınız çocukluk, o dönemlerdeki bakış açınız nasıldı?

Benim kafamdaki Samatya Etyemez’e, Yedikule’ye kadar gidiyor. Sadece Develi’nin oradan ibaret değil. Çocukluğumun Samatya’sı muhteşem bir yerdi. Sokak çocuğu olarak, sokaklarda top oynayarak büyüdüm. Şimdi evlatlarıma ba-kıyorum, site içinde yaşamak zorundalar. Sokak kültürü bizde azaldı. Çocukluk arkadaşlarımla halen arkadaşlığım devam ediyor. Ara sıra toplanıp sohbet ediyo-ruz, ocak başına gidip muhabbet ediyoruz. Samatya’da çok güzel bir çocukluk ge-çirdim. Bizim sokağımızda bayram eksik olmazdı. Musevi, Hıristiyan, Müslüman her dinden insan vardı, bir yılda yedi sekiz bayram yaşardık. Onlara Paskalya’lar giderdi, bizlere kurban etleri gelirdi.

• Hangi yıllardı?

Benim bahsettiğim 1979-1980’li yıllar. Aile denilen şey mahalleydi. Biz kardeş kardeşe top oynardık sokakta. Kavga ettiğimiz sebepler ya top patlamasıydı, ya camı kıran toptu. Annem beni gözü kapalı sokağa salardı. Ne cep telefonu var ne bir şey. Merak etme durumu yok çünkü bilirdi ki, ben kaybolsam bile iki sokak ötede beni kulağımdan tutup eve götürecek kadar iyi komşulara sahiptik. Bunun güveni vardı. Camını tıkladığında bir bardak su uzatabilecek komşulara sahiptik. Bir tek fakir olduğumuz konu paraydı. Onun dışında dünyanın en zengini bizdik. Şimdi siteler içinde böyle bir mahalle atmosferi yaratmaya çalışıyorlar. Ama o eski atmosferi yaratmak, geriye dönmek mümkün değil. Bir dekorda yaşıyor gibi-yiz. Çocukken Samatya’da Amerika’dan birinin yeğeni gelir, o kişi bize Amerika’yı anlatırdı, biz özenirdik. Şimdi de sokağı arıyoruz.

most valuable contribution is time… We have produced rings that we have later destroyed due to details that we didn’t like; some of these took more than three years to complete.

• What was Samatya like when you were a child? How do you remember your childhood?

The Samatya in my memoirs stretches as far as to Etyemez, to Yedikule. Not just around Develi. The Samatya of my childhood was a wondrous place. As a child of the streets, I grew up playing football in the streets. Now I look at my children, and they have to live in apartment complexes. Our street culture has died off. My friendship with childhood friends is still strong. Every so often we come together and meet, conversing by heart. I had a wonderful childhood. There was many holidays on our street. There were Jews, Christians, Muslims, people of every reli-gion, and in one year we had seven or eight holidays. We were sending Paskalya (Easter cakes) to others, and they were sending their Qurban meat to us.

• When was this?

The years I’m talking about were 1979 or 1980. The family for us was the neigh-borhood. We played football as brothers in the street. The things we fought over were either the burst of the ball or a window being broken by a shoot. My mother had no worries about what I was doing in the street. There were no cell phones or anything like. However, she wouldn’t worry, because she knew that even if I got lost, we had neighbors two street away, who were good enough to grasp me by the ear and bring me home! There was that trust. We had neighbors who would hand you a glass of water when you tapped on their window. Our only poverty was when it came to money. Other than this, we had the greatest riches in the world. Now, people are trying to create such a neighborhood atmosphere inside high-rises. But to create that old atmosphere, to return to it, is impossible. It’s like we’re living in a theatrical backdrop. In our childhood days in Samatya, when

Page 99: 1453dergisi 12.sayi

97

someone’s nephew returned from America, he told us about America, and we were longing for it. Now we’re searching for these streets again.

• What are your long-term plans, in terms of your collection?

Each job we do is unique. We don’t make any ring that is like another. There’s a character, the Sevan character… The work you take into your hand is like a modern antique, it is as if it has been excavated from the ground. After we com-plete it, we must create another that does not resemble it, but is of the same caliber. Every collection grows by evolving in itself. There are so many things that

we want to make, but we don’t have that much gold. A paper, a pen is enough to present vi-sions… As we earn more, we continue to do more and add to our work. One of our dreams is to create a watch collection this year. We are putting a lot of work into this.

• What are the characteristics of the Sevan creation? How should a person, who knows nothing about this character, perceive it?

The Sevan creation is related to having a large number of skilled artists, different artists, involved in the work, rather than the classic tradition of only a few

artists. From mosaic laying to stonework and miniature-making; these are things that lie beyond the realm of traditional jewelry. We have made our own original discoveries that go beyond the classic settings of stones. What one has to do to set a stone is clear. After setting the stone, you can extend 4 burrs from the side to hold the stone. This is just logical; but by thinking what else can be done to set the stone in the same place, we have tried to add some distinctive features. The qualities of the Sevan creation are the result of the work of different artists who work together on the same ring.

• What roles have you played in the theater; what’s your father’s connection to theater?

There was a serious theater life in my father’s youth… Both my father and his broth-er acted professionally. I studied at the Armenian school in Kocamustafapaşa. Our school has a traditional theater department. It was set up to encourage the socialization of the community there. Theater is an important thing in Armenian culture. My father was a man of fascinating talents, and my uncle was as well. They both played everything, from Molière’s The Miser to Othello. There was no stage manager, due to financial limitations; you were formed in an environment where you were both director and actor. It is thanks to them that when I was very young I was able to play roles. I was popular in school because of that.

• Thank you so much for making time for us from your busy schedule.

• Bundan sonrası için daha ileriye dönük planlar var mı? Koleksiyon anlamında.

Bizim yaptığımız her iş tek. Bir tane daha benzerini yapmıyoruz. Bir karakter var, Sevan karakteri… Eline aldığın iş toprak altından çıkartılmış havası olan modern antika gibi. Onu bitirdikten sonra ona benzemeyen fakat o karakterde bir şey ya-ratmak zorundasınız. Her daim koleksiyon kendi içinde evirilerek büyüyor. Yap-mak istediğimiz o kadar çok şey var ki o kadar altınımız yok. Hayali ortaya dök-mek bir kâğıt bir kalem... Kazandıkça yapmaya, üstüne koymaya devam ediyo-ruz. Hayalimiz olan bir şey var, inşallah bir sene içindebir saat koleksiyonumuz olacak. Onun üzerinde çok yo-ğun zaman geçiriyoruz.

• Sevan karakterinin özellikleri nedir? Hiç bilmeyen bir insan na-sıl anlamalı bunu?

Klasik geleneksel birkaç usta ye-rine daha fazla ustanın, farklı us-taların işin içine girmesiyle ala-kalı. Mozaiği dizenden tut, taş ustalığı, minyatür ustalığı, bun-lar geleneksel kuyumculuk için-de olan şeyler değil. Klasik mıh-lama ötesinde kendimize ait buluşlarımız var. Bir taşı yerine oturtmak için yapılacak şey bel-lidir. Taşı yerine oturttukta son-ra yanlarından 4 çapak çıkartır-sın ve o taş tutar. Düz mantık budur mıhlamada ama biz aynı taşı aynı yerde tutarak daha farklı neler yapabili-riz düşüncesiyle her daim üzerine bir şeyler koyarak fark yaratmaya çalıştık. İşte Sevan karakterinin özellikleri bu farklı ustaların çalışmalarının aynı yüzük üzerin-de bir araya gelmesi durumudur.

• Tiyatro’da hangi rollerde rol aldınız, babanızın tiyatroya olan ilgisi nedir?

Babamın gençliğinde ciddi bir tiyatro hayatı var… Babam da amcam da profesyo-nel olarak oynadılar. Ben Kocamustafapaşa’da Ermeni okulunda okudum. Bizim okulumuzun gelenekselleşmiş bir tiyatro bölümü vardır. Orada cemaatin sosyal-leşmesini sağlamak amacıyla oluşturulmuştur. Ermeni kültüründe tiyatro önem-li bir şeydir. Babam ilginç yeteneklere sahip bir adamdı, amcam da keza öyle. İki-si çok Moliere’in Cimri’sinden Othello’ya kadar oynarlardı. Maddi imkân olmadı-ğı için yönetmen çağıramıyorsun; yönetmenin de kendisi, oyuncunun da kendisi olduğu bir dünya içerisinde yoğruluyordu. Sağ olsun bana da küçükken roller çı-kartırdı. Okulda havalıydım o konuda.

• Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ediyoruz.

Page 100: 1453dergisi 12.sayi
Page 101: 1453dergisi 12.sayi

99

MEHMET AKİF’İN ŞİİRLERİNDE ANLATTIĞI SOKAKLARDAN BİRKAÇI

Sennur SEZER

THE STREETS OF MEHMET AKİF’S POEMSSennur SEZER

Page 102: 1453dergisi 12.sayi

MEHMET AKİF’İN ŞİİRLERİNDE ANLATTIĞI SOKAKLARDAN BİRKAÇI / THE STREETS OF MEHMET AKIF’S POEMS

100

MEHMET AKİF’İN ŞİİRLERİNDE ANLATTIĞI SOKAKLARDAN BİRKAÇI

Sennur SEZER*

Her şairin şiirinin anımsattığı bir şehir vardır. Ahmet Hamdi Tanpınar dendiğinde aklımıza Bursa gelir. Yahya Kemal’in şehri İstanbul’dur. Bakımsız, yoksul İstanbul sokaklarındaysa aklıma Mehmet Akif düşer. Onun Seyfi Baba’nın evine giderken su birikintilerinin arasındaki kaldırım taşlarına basması, bunu alaycı bir biçimde anlatışı. Bu alaycı dizelerin ardında onun acı acı gülümseyişi de sezilir:

“Sopa sağ elde, kırık camlı fener sol elde;Boşanan yağmur iliklerde, çamur tâ belde.

Hani, çoktan gömülen kaldırımın, hortlayarak;“Gel!” diyen taşları kurtarmasa, insan batacak.

Saksağanlar gibi sektikçe birinden birine,Boğuyordum müteveffayı bütün âferine.

Sormayın derdimi, bitmez mi o taşlar, giderek,Düştü artık bize göllerde pekâlâ yüzmek!”

Mehmet Akif Ersoy, “Sur içi”ni ve Fatih’i anlatır. Bu bölgede caddeye yakın sokak-lar bakımlı, arka sokaklarsa bakımsızdır. Bir yağ-mur yağdı mı sokakları su basar:

“Bizim mahalle de İstanbul’un kenarı demekSokaklarında gezilmez ki yüzme bilmeyerek!” (Küfe)

Şair, yaşlı dam aktarıcı Seyfi Baba’nın evine gi-derken böyle bakımsız bir sokaktan geçmektedir. Elektriği olmayan sokakta elindeki fenerin her an sönmesinden de korkar. Bir korku filmine dönüş-müştür şairin sokaktan geçişi. Öyküyü anlatan, batan bir gemiden kurtulmaya çalışmakta gibidir:

“Yakamozlar saçarak her tarafından fenerim,Çifte sandal yüzüyorduk, o yüzer, ben yüzerim!

Çok mu yüzdük, bilemem, toprağı bulduk neyse;Fenerim başladı etrafını tek tük hisse.”

Şair artık yorulmuştur, daha doğrusu bezgindir. Fenerin de ışığı azalmıştır. Bu kı-sık fener ışığı sokaktaki yarı yıkık evleri, kabartılar biçiminde fark edilen sokak kö-şelerinde yatan evsiz barksızları yarı aydınlatmaktadır. Sokakta bir görünüp bir kaybolan gölgeler zaman zaman ürkütücüdür. Gündüz ışığında gecenin görüntü-leri değişecektir. Haydut gibi görünen, yersiz yurtsuz bir dilencidir. Ama tersi de mümkündür. Neyse ki karşıdan üç fenerli bir grup gelir, şair onların arkasına ta-kılarak yolu bulmaya çalışacaktır.

Mehmet Akif’in sokağa çıkışı her zaman kimsesiz, hasta bir yoksulu yoklamak için değildir. Kimi zaman yaramaz çocuğunu avutmak (‘Bizim çocuk yaramaz, evde dinlenip durmaz,’) kimi zaman da kendi can sıkıntısını dağıtmak için dolaşır. Çev-resinde hep bakımdan yoksun, yoksul mahallelerin sokakları vardır:

“Canım sıkıldı dün akşam, sokak sokak gezdim; Sonunda bir yere saptım ki, önce bilmezdim.

Bitince bir sıra ev, sonra bir de vîrâneDikildi karşıma han kılıklı bir meyhâne”

Bu bakımsız mahallelerin keyif çatılacak yeri sayılan meyhanesi de virandır. İçe-risi yarı karanlıktır. Meyhanenin masası tabutluktan atılmış eski bir teneşire ben-zemektedir. Tezgâh da yan devrilmiş bir sandıktır.

THE STREETS OF MEHMET AKIF’S POEMS

Sennur SEZER*

Certain cities bring certain poets to mind. The name Ahmet Hamdi Tanpinar con-jures up the city of Bursa, the city of Yahya Kemal is Istanbul. Images of the poor, neglected Istanbul streets bring Mehmet Akif to mind. In one poem, Akif cynically narrates how he had to step carefully on the stones in order to avoid the puddles on the way to Seyfi Baba’s house. His bitter smile can be perceived in his mock-ing lines:

A club in the right hand, a broken glass lantern in the left; Pouring rain in the button holes, mud up to the waist.

Where is the long-buried sidewalk, rising from the dead; If it were not for the rocks saving one,

crying “Come!” one would be sunk.While hopping from one to another like a magpie,

I was showering the deceased with praise.Don’t ask me what happened;

gradually the rocks have vanished,Now it is a must for us to swim in the lakes!

Mehmet Akif Ersoy describes the area near the city walls in Fatih. In this region, the streets that lie close to the main thoroughfare are well-kept, while the back streets are neglected. When it rains, all the streets are flooded:

Our neighborhood also means the edge of IstanbulOne cannot walk on the streets without knowing

how to swim! (Küfe)

The poet walks down such a street on his way to Seyfi Baba’s house. On the street, which has no electricity, he is afraid that his lantern will go out. His walk down this street becomes like a horror film, and he resembles someone trying to get off a sinking ship:

Phosphorescence beams from every side of my lantern,We were rowing a boat, it rows, I row!

Not sure whether we rowed too much, fortunately we found land;Then my lantern started to feel land here and there.

The poet grew tired or discouraged. The light of his lantern began to fade. The low light from the lantern illuminated the half-ruined houses and the homeless people lying in the shadows of the street corners. The shadows that appear and disappear were sometimes frightening. In the light of day, the images of the night would change. The figure who appeared to be a mugger turned out to be a homeless beggar. But the opposite could also be the case. Fortunately, a group carrying three lanterns came from the opposite direction and the poet tried to find his way home by following them.

Mehmet Akif does not always leave his house to visit a sick, homeless person. Sometimes he consoles a naughty child: “Our daughter is naughty and never stays at home” and sometimes he walks around to cheer himself up. Untended streets and poor districts surround him:

I was bored last night, I walked the streets;I wound up in a place with which I was not familiar.

At the end of a line of houses is a ruinBefore me stood a tavern disguised as an inn.

* Yazar * Writer

Her şairin şiirinin anımsattığı bir şehir vardır. Bakımsız, yoksul İstanbul sokaklarındaysa aklıma

Mehmet Akif düşer.

Certain cities bring certain poets to mind. Images of the poor, neglected Istanbul streets bring

Mehmet Akif to mind.

Page 103: 1453dergisi 12.sayi

101

“Yanında hurdası çıkmış bir eski püskü sedir.Sakat, bacaksız on on beş hasırlı iskemle,

Kırık dökük şişeler, bir de çinko tepsiyleBeş on kadeh, iki üç testi.. ”

İçmeye gelenler ise evde ekmek bekleyenlerden kaçıp buraya sığınmış dar gelir-lilerdir. Burada bulunmalarıyla, evde kalmayışlarıyla birbirlerine övünürler. Ben-zer keyif mekânlarından biri de bir mahalle kahvesidir. Şiirde anlatılan kahvenin eşiğinden başlayarak okur yoğun bir kirlilikle karşılaşır. Kahvenin eşyaları da eski ve pistir, kara bir mangal, peykeler, kirli dominolar. Zemini kaplayan tozun altındaki toprak mı taş mı belirsizdir. Mehmet Akif, acı acı gülümseyerek kahve-nin tekir kedisinin de kulaksız olduğunu fısıldar.

Mehmet Akif’in dolaştığı sokakların büyük bölümü Fatih bölgesindedir. Kimi yer-lerde şehrin öteki bölümlerinde karşılaşılmayan manzaralarla karşılaşılır:

“Bizim çocuk yaramaz, evde dinlenip durmaz,Geçende, Fatih’e çıktık ikindi üstü birazKömürcüler kapısından girince, biz, develerKızın merakını celbetti, daima da eder;O yamru yumru beden, upuzun, o bacak,

In this neglected neighborhood, the only place to enjoy oneself is the tavern that is in ruins. The inside is dark and the tables resemble a type of bench where corpses are washed. The counter is an overturned trunk.

Next to it is a worn-out, shabby coach.Ten to fifteen wobbly, legless matted stools,

Broken bottles, and a zinc trayFive to ten cups, one to two pots.

The people who come here to drink are the poor, avoiding their families who are waiting at home for them to bring food. They are proud to be here instead of at home. Another place where people like to spend time is the local coffeehouse. Starting from the threshold , the poems describe the filthiness of the coffee house for the reader. The items in the coffeehouse are also old and dirty: the black brazier, benches and dirty dominos. It is uncertain if the floor under the layer of dust is soil or stone. With a bitter smile on his face, Mehmet Akif whispers that the tabby cat in the coffeehouse has no ears.

Most of the streets that Mehmet Akif wanders through are located in the Fatih district. In some places, he sees things that probably will not be seen in other parts of the city:

Page 104: 1453dergisi 12.sayi

MEHMET AKİF’İN ŞİİRLERİNDE ANLATTIĞI SOKAKLARDAN BİRKAÇI / THE STREETS OF MEHMET AKIF’S POEMS

102

O arkasındaki püskül, ki kuyruğu olacak.Hakikaten görülecek şey değil mi ya?”

Küfe şiirinin acı havasını başta bu deve görüntüsüyle dağıtmayı bilen Mehmet Akif, Safahat’taki bakımsız sokakların verdiği boğuntu ve kötümserliği, insanoğ-lunun kurduğu güzel yapıların görüntüsüyle, Fatih Camii’nin ve Süleymaniye’nin anlatımıyla dağıtır.

Şair bizim bir karşılaştırma yapmamızı ister gibidir. O toprağın buğusu gökyüzüne yükselirken bir inci gibi donup kalmışa benzeyen, bulut mu kubbe mi diye düşü-nülen mabetleri insanlar inşa etmiştir; o kahve ile meyhaneyi de. Kahvede, mey-hanede pinekleyenler de, camide namaz kılanlar da insandır. O halde?

Bu soruyu yanıtlamak Mehmet Akif’in değil okurlarının işidir. Onun yazdıkla-rından hayatımıza dair yeni sorular üretmek de bu soruları yanıtlamak da onun okurlarından beklediği bir görevdir.

Our daughter is naughty and never stays at home,Recently, we went to Fatih in the late afternoon for a while

When we went through the Coal Dealers Gate, the camels...Attracted her attention; to her everything is noticeable;The gnarled body, the size, the legs,The tassel hanging down the back must be the tail.Indeed, isn’t this a spectacle to see?

Mehmet Akif uses the description of the camel at the beginning of the poem “Küfe” to transform the bitter atmosphere. The description of the beautiful Fatih and Suleymaniye Mosques distract from the despair and pessimism emanating from the squalid streets of Safahat.

It is as if Akif is encouraging his readers to make comparisons. While mist rises from the earth to the sky, sanctuaries are being built that lead people to wonder whether they are clouds or domes; at the same time, coffeehouses and taverns are also being built. Both the people who doze off in the coffeehouses and the taverns and those praying in the mosques are human. So?

Answering this question is not the responsibility of Mehmet Akif, but that of his readers. Generating new questions inspired by his writing about life and answer-ing these questions is a task Akif awaits from his readers.

Page 105: 1453dergisi 12.sayi

MAVİ KAPLUMBAĞA: BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU’NUN EVİ

Betül EREN

THE BLUE TURTLE: BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU

Betül EREN

Page 106: 1453dergisi 12.sayi

MAVİ KAPLUMBAĞA: BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU / THE BLUE TURTLE: BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU

104

MAVİ KAPLUMBAĞA: BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU

Betül EREN*

Yazma, seramik, vitray, mozaik, heykel gibi birçok sanat dalında eser veren Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun 100. doğum yılı dolayısıyla Ocak ayında New York’ta, Şubat ayında da İstanbul’da açılan sergilerle başlayan etkinlikler; Haziran ayında dü-zenlenecek Geleneksel Yazma Şenliği’nin hazırlıklarıyla devam ediyor.

*

Artık, bahçesinde maviye boyanmış kabuğuyla ağır ağır dolaşan bir kaplumba-ğa görünmese de, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Kalamış’ta, vefatından sonra ken-di isminin verildiği sokakta, bahçe duvarına Mavi Kaplumbağa adı oyulmuş evi hâlâ yaşayan/yaşanan bir mekân. Birçok yazar, şair ve sanatçının öldükten son-ra unutulup kendi haline bırakılan yahut müzeye çevrilen evlerinin aksine Bedri Rahmi’nin evi, Eyüboğlu ailesinin sahip çıkmasıyla, yazma sanatının devam etti-rildiği bir atölyeye ev sahipliği yapıyor.

1958 yılında mimar Turgut Cansever tarafından yapı-lan ev, aslında bir atölye olarak tasarlanmış. Bu sebep-le evde banyo ve tuvalet dışındaki odalarda kapı bu-lunmuyor. Bedri Rahmi Eyüboğlu evin tamamlanma-sından bir yıl sonra eşi Eren hanımla birlikte buraya taşınmış. Daha sonra iki yıl Amerika’da kalan çift 1962 yılında yeniden eve yerleşmiş ve 1975 yılındaki vefatı-na kadar sanatçı yaşamını burada geçirmiş.

Daha sonra, eve yapılan bazı ilavelerden sonra Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun yazma sanatçısı oğlu Mehmet Eyüboğlu eve taşınmış ve ve-fat ettiği 2009 yılına kadar ailesiyle burada yaşamış.

Dört kattan oluşan evin giriş katı, eskiden olduğu gibi günümüzde de yatak odası ve yemek odası olarak kullanılıyor.

Duvarlarda Bedri Rahmi Eyüboğlu’na ve eşi Eren Hanım’a ait eskizler, tablolar, Bedri Rahmi’nin Güzel Sanatlar Akademisi diploması, Yahya Kemal’in kendisine imzaladığı bir fotoğraf; sehpaların üzerinde seramik işleri, Mehmet Eyüboğlu’nun biriktirdiği deniz kabukları, yazma örtüler, Mari Gerekmezyan ve Kadıköy Bele-diyesi tarafından yaptırılan Bedri Rahmi büstleri ve ailenin gezdikleri yerlerden topladıkları çeşitli nesneler yer alıyor.

Üst kat, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun yatak odası ve aynı zamanda çalışma odası olarak kullandığı bir alan. Bugün halen muhafaza edilen Bedri Rahmi’nin yatağı-nın başucunda, 1958 yılında yaptığı “Yavuz geliyor Yavuz yahut Gülcemal” adlı bir tablo bulunuyor. O tarihten beri yeri değişmeyen tablonun Bedri Rahmi için öne-mi, “İstanbul Destanı” şiirinde de bahsettiği, mütareke yıllarında asker taşımak-ta kullanılan Gülcemal isimli gemiden esinlenmiş olması. Yatakodasının diğer du-varında kendi eliyle yaptığı seramik işler bulunuyor. Odada kendi eliyle yazma-ya başladığı ve bir öğrencisi tarafından doldurulmaya devam edilen, Hıfzı Topuz, Vitali Hakko gibi isimlerin yanında, bakkalın ve tüpçünün telefon numaralarının bulunduğu bir fihrist yer alıyor. Eyüboğlu’nun, yatağının yanında bulunan masa-da çalışmak yerine; şiirlerini ve resimlerini yerde oturarak yazıp çizdiği biliniyor.

Evin atölye olarak kullanılan kısmı yüksek tavanlı, boydan boya cam kaplı. Şim-dilerde buradan evin bahçesindeki ağaçlar görünse de hemen ardından yüksek

THE BLUE TURTLE: BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU

Betül EREN*

The activities to honor the 100th anniversary of the birth of Bedri Rahmi Eyüboğlu, the producer of many artworks in a variety of disciplines, such as wood-block printing, ceramics, stained glass, mosaics and sculpture, began this year with exhibitions in New York and in Istanbul; with preparations continuing for a tradi-tional wood-block printing festival that will be held in June.

*

Even though we can no longer see the turtle with its blue-painted shell wan-dering ponderously in Bedri Rahmi Eyüboğlu’s garden, there is still a blue turtle carved into the garden wall at his house, located in Kalamış, on a street named after this artist and poet, still vivid and alive. Unlike the houses of many other writers, poets and artists, forgotten, abandoned or turned into museums, the

house of Bedri Rahmi is used as a wood-block printing studio thanks to his family’s efforts to conserve it.

This house, built by the architect Turgut Cansever in 1958, was actually designed as a studio. It is for this reason that only the bathroom and toilet have doors. Bedri Rahmi Eyüboğlu moved here with his wife, Eren Hanım, one year after the house was completed. Later on, in 1962, after staying in America for two years, the couple moved back; and they spent the rest of their life here, until Eyüboğlu’s death in 1974.

After some time, annexes were made to the house, Bedri Rahmi Eyüboğlu’s son, Mehmet Eyüboğlu, also an artist interested in wood-block printing, moved in; and lived here with his family until his death in 2009.

The ground floor of the house, composed of four floors in total, is still used as sleeping and dining quarters, as it was in the past.

Sketches belonging to Bedri Rahmi Eyüboğlu and his wife, Eren Hanim hang on the walls, along with paintings, Bedri Rahmi Eyüboğlu’s diploma from the Acad-emy of Fine Arts and the photograph that Yahya Kemal signed for him; on the tables, we can see ceramic works, sea shells, Mehmet Eyüboğlu collected, hand-printed material, busts of Bedri Rahmi that by Mari Geremezyan made for the Municipality of Kadıköy, and various objects that the family collected from the places they had travelled to.

The top floor consists of Bedri Rahmi Eyüboğlu’s bedroom, also used as office. Above the head of Bedri Rahmi’s bed, no longer used but preserved today, hangs a painting that he made in 1958, called “Yavuz is coming, Yavuz or Gülcemal”. The importance of this painting, still hanging at the same place, is mentioned in his poem “The Epic of Istanbul”; for Bedri Rahmi this painting is significant because he was inspired by the ship Gülcemal, carrying soldiers during the ar-mistice years. On the other wall of the bedroom hang ceramics, Bedri Rahmi made with his own hands. There is also an index, started by the artist himself, continued by one of his students; in this index we find not only the numbers of the grocer’s and the LPG delivery service, but also the numbers of people like Hıfzı Topuz and Vitali Hakko. We learn that instead of working at the desk, located next to his bed, Eyüboğlu preferred to write his poems and paint pictures while sitting on the floor.

*Yazar *Writer

Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Turgut Canse-ver tarafından bir atölye olarak tasarla-nan Mavi Kaplumbağa adlı evinde kuşak-lardan beri yazma sanatının icrası sürdü-

rülmektedir.

Bedri Rahmi Eyüboğlu’s house which is na-med as the Blue Turtle is designed as an atelier by Turgut Cansever. The art of cloth painting is performed here till generations.

Page 107: 1453dergisi 12.sayi

105

binaları seçmek zor değil. Oysaki o zamanın Kalamış’ında buranın resim yapmaya uygun, bol ışık alan doğa manzarası varmış.

Yüksek duvarlara asılan rengârenk tablolar, yazma perdeler, kitaplar, dergiler, kataloglar, Salonun diğer bir köşesinde şu anda Rahmi Bey’in kullandığı çalışma masası, duvarda ise Bedri Rahmi’nin vefatından hemen önce has-taneye gitmeden başladığı ama tamamlaya-madığı tablo yer alıyor.

Evin dördüncü katında, ressam ve mozaik sa-natçısı Eren Hanım’ın yatak odası bulunuyor. Özellikle Çanakkale seramiklerine meraklı olan Eren Hanım’ın odasında birçok seramik örneği, Amerika’dan getirdiği büyük cam şişe-ler, büyük bir ayna ve seramik çalışmalarından örnekler bulunuyor. Odanın bir bölümü, aile-nin günümüze ait ergilerde kullandığı malze-melere ayrılmış.

Evin dış cephesinde üç kuş figüründen olu-şan büyük bir mozaik var. Bahçedeki moza-ikler ise, 1958 yılında Brüksel’de açılan sergi için yapılmış. Bahçenin iç duvarları yine Bed-ri Rahmi Eyüboğlu’nun oyma çalışmalarıy-la dolu. Bahçede bulunan yazma atölyesinde tahta ve strafordan oyulmuş yüzlerce Bedri Rahmi-Eren Eyüboğlu motif kalıbı var. Her yıl Haziran ayının ilk haftası düzenlenen Gelenek-sel Yazma Şenliği’ne hazırlanan atölyenin ba-şında Hugette Eyüboğlu bulunuyor.

Verimli bir döneme tanıklık eden bu evde 1972 yılında Bedri Rahmi’nin çalışmalarının oldu-ğu katta çıkan yangınla sanatçının birkaç yıllık yağlıboya tabloları, eskiz defterleri, desenle-ri, düşüncelerini not aldığı defterler kül olmuş. Yangından sonra sanatçı çiftin üzüntüsünü Bedri Rahmi şöyle anlatıyor “Yangından son-ra koskoca, acayip bir boşluk. Yap, yap, alev al-sın götürsün. Bunca uğraşı, bunca çaba... boşa. Eren için daha da güç. Evden daha bir sorumlu olduğuna inanıyor. İlk günlerin sükûnetinden sonra, şimdi bir çöküntü içinde…”

Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun evinin kapılarını cömertçe açan Rahmi Eyüboğlu, bu evi Müze Ev olarak muhafaza etmek istediklerini, evin yanında bir de galeri kurmayı planladıklarını söylüyor. Ailenin, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun doğumunun 100. Yılı Etkinlikleri kapsamın-da Kültür Bakanlığı ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’yle ortak gerçekleştirmek istedikle-ri projeler de bulunuyor.

The part of the house that was used as a studio has a high ceiling and is completely glassed in. Even though nowadays we can see the large trees in the garden, we also see the tall buildings behind those trees. However, in Kalamış at that time, this was a place where nature and light were abundant, making it a suitable place for painting.

Colorful paintings and block-printed curtains hang on the high walls, while books, maga-zines and catalogues are scattered over Rah-mi Bey’s work table, which is positioned in the other corner of the room. On the wall, there hangs a painting that Bedri Rahmi started right before his death, but never had a chance to complete.

On the fourth floor we find the bedroom of Eren Hanım, a painter and mosaic artist. Having a special interest in Dardanelle ce-ramics, Eren Hanım’s room preserves many samples of ceramics, large glass bottles that she brought from America, a large mirror and examples of her own ceramic works. A part of the room has been set aside for the materials, the family uses in exhibitions.

Outside the house, at the facade, there is a large mosaic composed of three birds. Other mosaics in the garden were made for an ex-hibition, opened in Brussels in 1958. Again, the inner side of the garden walls are deco-rated with the sculptures/carvings of Bedri Rahmi Eyüboğlu. In the wood-block printing studio, located in the garden, we find hun-dreds of Bedri Rahmi-Eren Eyüboğlu molds that were carved from wood and/or polysty-rene. Hugette Eyüboğlu is the head of the stu-dio, preparing for the traditional wood-block printing festival held during the first week of June every year.

After a productive era, a fire broke out in this house in 1972; the floor full of works of Bedri Rahmi was burned down, and oil paintings, sketch books, motifs and the notebooks of many years, with the artist’s thoughts writ-ten in the latter ones, were lost. Bedri Rahmi expresses the sadness, the couple felt after the fire, as follows: “There is an awkward, huge emptiness after the fire. You make and make, and then the fire takes it all away. All this struggle, all these efforts… It is harder for Eren. She feels more responsible for the house. After the quietness of the first couple of days, she has fallen into a great depression…”

Page 108: 1453dergisi 12.sayi

MAVİ KAPLUMBAĞA: BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU / THE BLUE TURTLE: BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU

106

Page 109: 1453dergisi 12.sayi

107

Page 110: 1453dergisi 12.sayi

MAVİ KAPLUMBAĞA: BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU / THE BLUE TURTLE: BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU

108

Her köşesinde sanatın farklı alanlarından çalışmalar bulunan bu ev; geçmişi tüm sıcaklığı, renkleri ve emeğiyle bugüne taşıyan, halen yaşadığını hissettiren çokza-manlı bir mekan.

Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun evini anlatacak en güzel ifadeler ise, dostu Fazıl Hüsnü’nun mısralarında…

Opening the doors of Bedri Rahmi Eyüboğlu’s house with a generous heart, Rahmi Eyüboğlu tells us, how they want to turn this house in a museum, and how they are planning to open a gallery next to the house. The family also has projects to jointly carry out with the Ministry of Culture and the Istanbul Metro-politan Municipality for the 100th anniversary of Bedri Rahmi Eyüboğlu’s birth.

With works from a variety of disciplines to be found in every corner, the house is a keepsake of all times, carrying the past to today, bringing with it a generous amount of warmth, color and effort, making one feel that the house is still alive.

The most beautiful expressions describing the house of Eyüboğlu can be found in the lines of Fazıl Hüsnü Dağlarca…

THE HOUSE OF BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU

When you enter through the door by pulling at the childish rope

From under the lush leaves your heart emerges pure

The great forest, the garden’s part of, is happy with you

Climb the logs, step by step

They were built quietly so no one step will tire you

The feet becoming pigeons climbing

Many our lives fill the upstairs

Perhaps loving turns to understanding

The paintings in the decorations, from old to new

Fade away, sorry while searching with longing

There is a chime… Maybe you will hear the ones coming

How can I know where this house is close to

And where my brother, Eyüboğlu, has gone so far away?

Fazıl Hüsnü Dağlarca

BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU’NUN EVİ

Çocuksu ipi çekip kapıdan girdin mi

Yüreğin yemyeşil dallar altından ak çıkar

Koptuğu ulu orman mutludur seninle

Kütükler basamak basamak çıkar

Yavaş yapılmıştır tek adım bile yorulmazsın ki

Güvercin olmuş ayak çıkar

Nice yaşamalarımız doluşur yukarı

Sevmek belki de anlamak çıkar

Yenilerden eskilere boyaları bezeklerin

Özlemle aramalarına yanarak çıkar

Çınlar azıcık… Duyarsınız beklersiniz gelecekleri

Ne bileyim bu ev nerelere yakın

Kardeş Eyüboğlu nerelere uzak çıkar

Fazıl Hüsnü Dağlarca

Soldan sağa / From left to right: Hasan Işık, Rahmi Eyüboğlu, Betül Eren, Ömer Faruk Şerifoğlu

Page 111: 1453dergisi 12.sayi

109

MISIR VİLAYETİ’NDEN DERSAADET’EBİR ZÜRAFA HİKAYESİ

Yusuf ÇAĞLAR

A GIRAFFE’S TALE: FROM EGYPT TO SUBLIME PORTE

Yusuf ÇAĞLAR

Page 112: 1453dergisi 12.sayi

İSTANBUL’DA MISIR VİLAYETİ’NDEN DERSAADET’E BİR ZÜRAFA HİKAYESİ / A GIRAFFE’S TALE: FROM EGYPT TO SUBLIME PORTRE

110

* Yazar * Writer

MISIR VİLAYETİ’NDEN DERSAADET’E BİR ZÜRAFA HİKAYESİYusuf ÇAĞLAR*

Osmanlı Devletinin Cihan hakimiyetini kurduğu zamanlarda, Derssadet’te dün-yanın farklı kıtalarından gelen ve pek meşhur hikâyeler içinde yer alan hayvan-ların var olduğunu biliyoruz. Çoğu zaman bu hayvanların minyatürlerde, taş bas-kısı halk resimlerinde, gravürlerde, kartpostallarda ve fotoğraflarda suretlerine rast gelmişizdir.

İstanbul’da yaşayan ve sosyal tarih konularına merakı olan bir yayıncı olarak ben de bu hayvan hikâyelerinden nasibini fazlasıyla alanlardanım. Benim Mısır’dan deniz yoluyla İstanbul’a Sultan II. Mahmud (1808-1839) zamanında gelen ve ge-lişi pek tantanalı hadiselere yol açan Zürâfa hikâyesinin peşine düşmem pek de uzak bir zamana rastlamaz.

Her şey 2004 yılında Eminönü Belediyesi’nin yayımladığı İstanbul’un İlkleri ve En-leri kitabı’yla başlıyor. Kitabın 112. sayfasında ‘İstanbul’da İlk Zürafa’ başlığı dikka-timi çekmiş olmalı. (Zira bu başlığın ‘ilk zürafa’ vurgusu tamamıyla yanlış.) O gün-den sonra bir parağrafı geçmeyen bir malumat üzerinden ‘Padişaha Gülümseyen Zürafa’ masalının satırlarıyla uğraştım durdum.

Pek Kolay gibi görünen ve hayâlen inşa edilen Zü-rafa Masalı bir türlü kendini satırlarda göstermeyin-ce, araya mesafeler girmiş ve bu bahis unutulup git-mişti. İstanbul’un Taksim, Kadıköy ve Beyazıt semt-lerinde sıralanmış sahaflara sıkça uğrayan bir müda-vim olmanın verdiği avantajla, unutulup giden Züra-fa bahsinin yeniden gündeme gelmesi zor olmadı. İki yıl önce Babil Sahaf’tan satın aldığım Hayat Tarih Mecmuası ciltleri arasında bu konuyu ‘İstanbul’a Bir Zürafa Geldi’ başlığıyla okumak nasip oldu. Hik-met Feridun Es’in Şubat 1967’de Hayat Tarih Mec-muası okurları için kaleme aldığı makale Zürafa’nın II. Mahmud döneminde İstanbul’a gelişi ile ilgili pek keyifli malumatları peşpeşe sıralıyordu:

“Âmeden-i Zürâfe ez-taraf-ı Vâlî-i Mısır. Yani Mısır Valisi tarafından gönderilen zürafanın gelişi!... Hızır İlyas Efen-di kitabında bunu öyle tadlandıra ballandıra anlatmış ki, bundan, zürafanın İstanbul’a gelişi bir hükümdarın mem-lekete gelişinden çok daha ehemniyet ve alâka ile ele alın-dığı anlaşılıyor.

İlyas Efendi’nin yazdığına göre İstanbul o gün hakikaten fevkalâde bir gün yaşamıştır. Şöyle ki:

Rebiülevvel ayının yirmi üçüne tesadüf eden pazar günü idi. ‘Memalik-i mahrusada şimdilere dek görülmedik bir hayvan-ı adîmü’l-emsâl’in gelmekte olduğu cümle âlemce duyulmuştu. Bu misli görülmemiş hayvanı o zamanki Ka-hire vilayeti valisi devletlû Mehmet Ali Paşa Hazretleri bahren (deniz yolu ile) İstanbul’a gönderiyordu. Vakıa Padişah hayvanın karaya çıkarıldık-tan sonra Çiniliköşk Meydanı’na getirilmesini emrü ferman buyurmuştu. Buyurmuştu ama, birçok kimseler:

- Bu gibi hayvanlar vâcibü’s-seyirdir!... kaziyesine uyarak ve bir an evvel görmek için acele ederek deniz kenarına, iskeleye koşmuşlardı. Herkes ‘ismi var ise de cismi mefkut olan zü-rafa nam hayvân-ı mübârek-endâmı’ görmeğe akın akın gidiyordu.

Nihayet karaya çıkarılan hayvan, Padişahın emri üzerine, Çiniliköşk Meydanı’na getirildi. Hünkârla birlikte, bütün enderun ağaları, saray mensupları için büyük bir gün oldu. Hayva-nın hey(b)et ve kıyafetini her kim görürse, kuvvet ve kudret-i İlâhiye’yi tefekkürden hâli kal-mıyordu. Zâhir ve bahir şöyle bargir (beygir) şeklinde görünürken başı nev’ama öküze ve gövdesi kaplana benzemekteydi.

A GIRAFFE’S TALE: FROM EGYPT TO SUBLIME PORTE Yusuf ÇAĞLAR*

In high days of the Ottoman Empire, animals were imported for fun from differ-ent continents. These animals featured famous legends of the Sublime Porte (‘the Gate of Happiness’ = Istanbul). They are also often seen in miniature art, lithography, engravings, postcards and photographs.

Both as a publisher living in Istanbul and someone interested in social history, I am familiar with the legends of these animals. I recently investigated the story of the giraffe that was shipped from Egypt to Istanbul during the reign of Sultan Mahmud II (1808-1839); the arrival of this animal caused a series of grandiose events.

The heading “The First Giraffe in Istanbul” in the book “Istanbul’un İlkleri ve En-leri” (Istanbul’s Firsts and Bests), published by the Municipality of Eminonu in 2004, caught my attention. While the giraffe described in this book was actually not the first one in Istanbul, I nonetheless became engrossed in the short story of the giraffe who “smiled” at the Sultan.

Unfortunately, this tale was soon forgotten. How-ever, as I frequent the used-book stores in Taksim, Kadikoy and Beyazit, it wasn’t long before I came across the forgotten giraffe story again. Two years ago, I stumbled upon the giraffe in a volume of Ha-yat Tarih Mecmuasi [Life History Magazine], which I had purchased from the Babil Second Hand Book-store. Titled “Istanbul’a bir Zurafa Geldi” [A Giraffe Came to Istanbul], this article, written by Hikmet Feridum Es in the February 1967 issue of Hayat Tarih Mecmuasi, detailed the arrival of the giraffe during the reign of Sultan Mahmut II.

Âmeden-i Zürâfe ez-taraf-ı Vâlî-i Mısır - The Giraffe Sent by the Governor of Egypt. Hızır Ilyas tells this tale in such an exquisite and enjoyable fashion in his book, that we can see that the arrival of a giraffe in Istanbul attracted far more interest than the arrival of a head of some state.

According to Ilyas, the day of the arrival of the giraffe was truly spectacular. It was a Sunday, the 23rd of Rabi’ul-Awwal, the third month in the Islamic calendar. In the Memalik-i Mahrusa (Imperial Domains), it was heard by all that an animal, the like of which had never been seen before, was about to arrive. This incomparable animal was to be shipped to Istanbul by the governor of Cairo, the Stately Mehmet Ali Pasha. The Sultan had mandated that upon the animal’s arrival it would be taken to the Çiniliköşk Square.

However, many people wanted to catch a glimpse of the animal. For this reason, many rushed to the docks in order to catch sight of the giraffe, an animal whose name was known, yet whose appearance remained a mystery. When the animal finally set foot on land, it was brought to the Çiniliköşk Square on orders of the Sultan. It was a great day, not for the Sultan, but for all of the “Aghas of the Enderun” (Gentlemen from High Ottoman Bureaucracy) and the residents of the Imperial Palace. The appearance and majesty of the giraffe inspired the remembrance of the omnipotence of the Divine. While the animal resembled a horse, its head was like that of a young ox and its torso was similar to that of a tiger.

The entertainers around the Sultan likened the animal to many! Its manners and walk re-sembles that of this Gentleman, or his running resembles that of the other one! Its looking is like that of that Agha, or ...

Yusuf Çağlar, II. Mahmud zamanında deniz yoluy-la tantanalı bir biçimde İstanbul’a gelen zürafaa-

nın öyküsünü kaleme aldı..Yusuf çağlar wrote the story of the giraffe which shipped from Egyptto İstanbul in a grandiose

way during the reign of Mahmud IId

Abdi Bey

Page 113: 1453dergisi 12.sayi

111

Page 114: 1453dergisi 12.sayi

İSTANBUL’DA MISIR VİLAYETİ’NDEN DERSAADET’E BİR ZÜRAFA HİKAYESİ / A GIRAFFE’S TALE: FROM EGYPT TO SUBLIME PORTRE

112

The Sultan granted the people a day off. The residents of the imperial palace retreated to their rooms, but the matter was not finished yet. Talk of the giraffe continued to be heard in the palace.

On a Wednesday, the sixth of the month of Jumada al-Awwa, the Sultan ordered everyone to convene in Gülhane Square where the game tomakbazi (played with a wooden ball), the sultan’s favorite sport, was to be played. The Sultan ordered the game to start and the competitors rushed to the center and began to fight with all their might.

Among those watching the game in the crowd was Küpeli Abdi (Abdi, the Earringed). The arrival of the giraffe had put Küpeli Abdi in a state of horror. When the Sultan asked Küpeli Abdi to approach the animal, Küpeli Abdi began to shiver, “Oh my Sultan, this animal won’t stand still. It’s quite mischievous!”

However, no one listened to him. Furthermore, the entertainers of the Sultan came together and designated Habeş Agha their leader, stating, “The giraffe is a blessed and lucky animal. Any Muslim who takes him for a walk will never experience any pain or suf-fering in this world.”

Habeş Ahmet Agha addressed both the entertainers around him and Küpeli Abdi: “Let a Muslim come forth and take the giraffe for a walk. Who-ever takes this animal for a walk will enter Paradise.”

The sultan, looking at them approv-ingly, said, “It is likely.”

Küpeli Abdi turned toward the sultan and began to plead: “Pity my Sultan! For your Majesty’s sake, do You not believe them! If ever every step of my ride gives me the blessing of a Hajj, I cannot dare! I even cannot come close to it! You see your Highness, even ut-tering its name made my face pale!”

While Küpeli Abdi pleaded his case before the Sultan, the other Aghas brought the giraffe to the square. The Aghas grabbed Küpeli Abdi and put him on the giraffe. The giraffe was a harmless animal, but Küpeli Abdi’s screams spooked the poor creature, who took off, head-ing for the Ishakiye Mansion, as Abdi continued to scream. He had forgotten the etiquette of addressing the Sultan as he yelled from atop the animal, “Forgive me of any wrong I may have done to you, my Sultan! My first destination is the deathbed! I am on my way there. Farewell!”

Everyone, including the Sultan, was doubled over in laughter. Finally, the Arab groom in charge of the animal managed to tame the giraffe. With Küpeli Abdi still on the animal, he brought the giraffe back to the Sultan. As they helped Abdi dismount the animal, they continued to ridicule him. The Sultan had a great deal of fun. He bestowed a great favor on Küpeli Abdi. It was such a great favor that Ali is reported to have said later: “It is evident that the giraffe is a blessed animal from the grace we received thanks to it.”

The first part of these events, narrated by Hikmet Feridun Es, are detailed under the heading “Âmeden-i Zürâfe ez-taraf-ı vâlî-i Mısır nadiratü’l-asr” by Hızır İlyas, the author of Letaif-i Enderun. However, this book does not include the events that unfolded in Gülhane. A careful examination of Letaif-i Enderun may result in the addition of more details to this story.

Ibrahim Alaettin Gövsa’s single volume of the “Türk Meşhurları Ansiklopedisi” [Famous Turkish People Encyclopedia], completed in 1946, is one of the books found at every bedside of those, who frequent secondhand bookstores. Gövsa wrote the following lines about Abdi:

Padişahın etrafındaki musahipler zürafayı nelere benzetmediler ki! Hayvan-ı mübarek’in etvar ve reftarı filancaya, koşuşu falancaya, bakışı filan ağaya, duruşu filan kimseye aynen benzemiyor mu?

Nihayet Padişah herkese izin verdi. Saray mensupları odalarına çekildiler ama iş bununla bitmemişti. Sarayın o günden sonra en mühim mevzuu Mısır’dan İstanbul’a gelen zürafa idi. Zürafa aşağı, zürafa yukarı...

O kadar çok konuşuldu ki, Padişah bir kere daha bu mübarek hayvanı huzura kabule ka-rar verdi.

Bu sefer günlerden çarşamba idi. Cemaziyelevvel’in altısı idi. Padişah Gülhane Meydanı’nda toplanılmasını emretmişti. Evvelemirde Tomak oynanacaktı. Sultanın en sevdiği spor bu idi: Tomakbâzî!...

Nihayet Padişah oyunun başlaması-nı istedi. Tomakbazlar ortaya atılarak yekdiğeriyle vuruşmaya başladılar. Canla başla döğüşüyorlardı.

Bunları seyredenler arasında sara-yın en renkli simalarından musa-hib-i şehriyarî Küpeli Abdi Bey de vardı. Ge-çen sefer zürafanın gelişinde Küpeli Abdi Bey’in bu vahşi hayvandan ödü patlamıştı. Nihayet Hünkâr ‘Küpeli Abdi Bey’in tevahhuş ettiği vahşi hay-vandan zürafa nam mübarek endamın hafifçe huzûr-ı hümâyun’a gelmesi-ne’ irade buyurunca olan oldu. Küpe-li Abdi Bey titremeye âğaz eyleyerek:

- Aman Padişahım, bu hayvan pek dur-maz... Yaramazdır!

Gibi sözler söyledi ise de kimse ken-disine kulak asmayıp, üstelik musahip ağalar birlik olup, başlarına da Habeş Ağa’yı getirip:

- Zürafa müteyemmen ve mübarek bir hayvan olup onu eliyle tutarak bir kere gezdiren Müslüman yeryüzünde hiçbir zarar ve zi-yan görmez... dediler.

Habeş Ahmet Ağa, yanındaki bütün muhasiplere, tabiî bu arada Küpeli Abdi Bey’e de:

-Haydi... Müslüman olan gelsin, zürafayı şöyle bir gezdirelim... Kim bu hayvanı gezdirirse cennete gidecektir... dedi.

Padişah da onlara tasvip eden bakışlarla bakarak:

- Memuldür... buyurdular.

Bunun üzerine Küpeli Abdi Bey, Padişaha dönerek yırtınıp yakınmaya başladı:

- Aman Sultanım... Aziz başın için inanma efendim!... Kulunuz her hatvesine bir Hac seva-bı yazılsa dahi yine gönül rızasıyla gezdirmeye cesaret edemem... Yanına bile sokulamam... Baksanıza Efendim, lakırdısıyla bile benzim soldu... (Küpeli Abdi Bey) Hünkâr huzurunda yırtına dursun, müsahipler çoktan zürafayı meydana getirmişlerdi bile... Nihayet ağalar hep birden Küpeli Abdi Bey’i kaptıkları gibi zürafanın üzerine bindirdiler. Vakıa zürafa zararsız bir hayvandır ama sırtına bindirilen telaşlı adamın avaz avaz bağırıp çırpınması biçareyi de ürkütmüştü, birden bire huysuzlandı, hıza geldi ve İshakiye Köşkü’ne doğru bütün süratiyle koşmaya başladı. Abdi Bey çığlıklar savuruyordu. Her türlü teşrifat kaidesini unutmuş, hay-vanın üzerinde Hünkâr’a seslenmekte idi.

-Ahiret hakkını helâl eyle efendimiz!... İlk menzilimiz ecel beşiğidir! İşte bindim gidiyorum. Elveda!...

Surname’den sayfalar / Pages from Surname

Page 115: 1453dergisi 12.sayi

113

Padişah dahil herkes gülmekten kırılıyordu. Nihayet zürafaya tahsis edilen Arap seyis koşup hayvanı zaptetti, Küpeli Abdi Bey üstünde olduğu halde Padişahın önüne getirdi ve burada yine alayla Küpeli’yi zürafanın üzerinden aldılar.

Hünkâr son derece eğlenmişti. Bu macerada çok korkan Küpeli Abdi Bey’e büyük bir ihsan-da bulundu. Bu ihsan o kadar esaslı idi ki, Abdi Bey’in sonradan:

-Zürafanın mübarek bir hayvan olduğu, onun yüzünden gördüğümüz keremden belli!... de-diği rivayet edilir.”

Hikmet Feridun Es’in rivayet ettiği bu hadiselerin ilk bölümü, Letaif-i Enderun’un müellifi Hızır İlyas Efendi sayesinde pek tafsilatlı bir şekilde bizlere, eserin 284. sayfasında, ‘Âmeden-i Zürâfe ez-taraf-ı vâlî-i Mısır nadiratü’l-asr’ başlığı altın-da anlatılıyor. Gülhane’de yaşanan hadiseler ve Abdi Bey’in ahir ömründe Zürafa’nın kendisini zengin ettiğine dair mev-zuların kaynağı ise henüz kendini bize göstermiyor. Belki de Letaif-i Enderun’un sayfaları arasına biraz daha dikkatlice bakılsa bu rivayetlerin teferruatına da rastlamak imkânımız olacaktır.

İbrahim Alâettin Gövsa’nın Yedigün neşriyatı için 1946’ta tamamladığı tek ciltlik Türk Meşhurları Ansiklopedisi sa-haf müdavimlerinin başucu kitaplarındandır. Gövsa, Zürâfa hikâyesinin baş kahramanlarından olan Abdi Bey için şu sa-tırları kaleme almış:

“Abdi Bey (ölm. 1833), Üçüncü Selim (1789-1808) ve İkinci Mahmud (1808-1839) zamanlarında nükteleriyle tanınmış saray musahiplerindendir. Enderun’dan yetişmiş, kapıcıbaşı olmuştur. ‘Küpeli Çavuş’ lâkabı ile de anılır. Şişman, sevimli ve zarif bir adam olup musikideki değeriyle de tanınmış olan arkadaşı Hayalî Said Efendi ile birlikte yaptıkları lâtifeler ve oyunlarıyla meşhurdur. Abdi Bey Eyüp’te gömülüdür.”

Letaif-i Enderun’un müellifi İlyas Efendi’nin hayatı hakkında malumat almak için de İbrahim Alâettin Gövsa’nın bir başka eseri imdadımıza yetişiyor. İskit Yayınları’ndan Resimli Yeni Lûgat ve Ansiklopedi (Ansiklopedik Sözlük) ismini taşıyan eserin üçüncü cildinde yer alan bölümü birlikte okuyalım:

“İlyas Efendi (ölm. 1830), Letaif-i Enderun adlı eseriy-le tanınmış ve tarih ile uğraşmış âlimlerimizden olup Emin Şükûhi Efendi’nin oğlu, Abdülhak Molla’nın kardeşi ve Ab-dülhak Hâmit’in büyük amcasıdır. Atâ Bey’in beş ciltlik Ende-run Tarihi’ne esas teşkil eden eseri basılmıştır.”

Sosyal tarih araştırmacıları için pek çok heyecan verici mevzuları içinde barındı-ran Zürafa bahsinde son söz yerine mühim bir hatırlatma yapmak isterim. 1582 yılında Sultan III. Murad’ın (1574-1595) şehzadesi III. Mehmed için düzenledi-ği sünnet düğününde geçit yapan hayvanlar arasında Zürafa bulunuyor. Bu mu-nis ve mübarek hayvanın hâlen Topkapı sarayında muhafaza edilen Sûrnâme-i Hümâyun’un minyatürleri arasında tasviri de var. Bu merasimin inceliklerini 40 Gün 40 Gece’de kaleme alan Metin And’ın, 1582’deki sünnet merasiminde mey-dana çıkan Zürafa için aktardıkları ise şöyle:

“1582 şenliğinde başka hayvanlar da vardı. Önce dört tane eğitim görmüş aslan bulunuyordu. Biri zürafa ve biri küçük öteki büyük iki fil ve daha başka hayvanlar oyunlar gösteriyorlardı. (...) Meydanda zürafa da gezdiriliyor, şehir yollarında yü-rütülüyor, zürafa başını evlerin pencerelerinden içeri sokuyordu...”

“Abdi (d. 1833), one of the Aghas of the Imperial Palace, was known for his wit; he lived during the reigns of Selim III (1789-1808) and Mahmut II (1808-1839). He grew up in the Seraglio and became its Kapıcıbaşı [Head Janitor]. He is also known by his nickname, “Küpeli Çavuş” (Earringed Sergeant). A rotund, congenial and elegant man, Abdi was famous for the jokes and games he performed with his friend Hayali Said, who was known for his musical talent. Abdi is buried in Eyüp.”

In order to find more information about İlyas, the author of Letaif-i Enderun, we turn to another work by Ibrahim Alaettin Gövsa, particularly the third volume of the encyclopedia entitled “Resimli Yeni Lûgat ve Ansiklopedi” (Ansiklopedik Sözlük) [Illustrated New Dictionary and Encyclopedia]. Gövsa explains:

“İlyas Effendi (d. 1830) is known for his work the “Letaif-i Enderun” (Funny Events

in Seraglio) and his preoccupation with history. He was the son of Şükûhi, the brother of Abdülhak, and the oldest uncle of Abdülhak Hâmit (famous Turkish writer). His work formed the basis of Ata Bey’s five-volumes Enderun Tarihi [The History of the Enderun].”

In lieu of making final remarks about the giraffe, which remains a subject of great interest to many social scientists, I would like to share the following story. At the circumcision festivities held for Prince Mehmet III, son of Sultan Murad III (1574-1595), the giraffe, among another animals, was part of the procession. This blessed and friendly animal is depicted in the miniatures of the Sûrnâme-i Hümâyun that are on display at the Topkapı Palace. Metin And, who explained the intricacies of this procession in the “40 Gün 40 Gece” [Forty Days and Forty Nights], describes the appearance of the giraffe at the circumcision ceremony in

1582: “There were other animals in the celebration in 1582. First, there were four tamed lions. There were animals performing tricks: one giraffe, two elephants -- one small and one large – in addition to the other animals. The giraffe was pa-raded around the square and on the city roads; it poked its head in the windows of homes.”

Page 116: 1453dergisi 12.sayi
Page 117: 1453dergisi 12.sayi

NEVZAT DİNDAR İLE İSTANBUL’UN FAYTONLU YILLARI

Söyleşen: Hasan IŞIK

THE PHAETON YEARS OF İSTANBUL WITH NEVZAT DİNDARInterview by Hasan IŞIK

Page 118: 1453dergisi 12.sayi

NEVZAT DİNDAR İLE İSTANBUL’UN FAYTONLU YILLARI THE PHAETON YEARS OF İSTANBUL WITH NEVZAT DİNDAR

116

NEVZAT DİNDAR İLE İSTANBUL’UN FAYTONLU YILLARISöyleşen: Hasan IŞIK

• Sayın Nevzat Dindar, Koska oldukça köklü bir kurum; siz kaçıncı kuşaksınız?

Bugün Koska ailesi üçüncü ve dördüncü kuşağın yönetiminde… Ben üçüncü ku-şağım. Benim çocuklarım dördüncü kuşak oluyor. Hatta beşinci kuşak var, kimi-si daha yuvaya gidiyor, kimisi ilkokula gidiyor. Benim dedem 1907 yılında böy-le bir işletme kurmuş. Babam da yanında bu işletmeye dâhil olmuş, mesleği iyi-ce öğrenmiş.

• Dedeniz ilk nerede kurdu işletmeyi?

Denizli’de... Birinci Dünya Harbi başladığında babam harbe gidiyor, sekiz yıl Arap ülkelerinde askerlik yapıyor. Bir yıl da Şam’da kalıyorlar. Babam astsubay olduğu için saat beşten sonra izinli oluyor. Oranın en meşhur, en büyük, en güzel tatlıcı dükkânına gidip, ücret almadan yardım etmeyi teklif ediyor. Onlar da kabul edi-yorlar. Orada aşağı yukarı bir yıla yakın çalışıyor ve bir sürü yeni tatlı çeşidi öğreniyor. 1930’larda İstanbul’a geldiğinde Beyazıt ile Laleli arasında Koska denen bir semt vardır, orada dükkân açıyor. Öğrendiği bu çeşit-leri orada yapmaya başlıyor.

• Baba’nız Denizli’ye tekrar dönmüyor, bu arada aile nerede kalıyor?

Evet, dönmüyor. Aile de İstanbul’a geliyor. Fakat ba-bam Manisa’ya gidip orada evleniyor. Ben Manisa’da doğmuşum, altı aylıkken İstanbul’a gelmişim. Ondan sonra İstanbul’da yaşamaya başladık. Babam Koska’da yaptığı ürünlerle çok iyi ün kazanıyor. Babamın yaptığı Şam usulü baklavalar, tat-lılar çok rağbet görüyor. Müşterilerin 20-30 metre kuyruk oluşturduğunu bilirim.

Helvayı babam bizzat kendisi yapardı. Sonrasında işler artınca yanına ustalar aldı, çoğalttı satışı. Ben okul yıllarında babama yardım ederdim. Mesleğin bütün in-celiklerini babam öğretmiştir. Baklavadan başka helva da dâhil olmak üzere bü-tün çeşitleri yapabilirim. Hem formülü bilirim hem de uygulamalı olarak yapabili-rim. İnsan ne iş yaparsa onu bilmeli. Çocuklarıma da hep aynı şeyi söylerim. Hat-ta araba kullanırken bile “lastik değiştirmesini bil, motordan anla” derim. Bizim işler de öyledir. Çocuklarım yapmamıştır ama inceliklerini bilirler.

• İlk fabrikanızı nerede kurdunuz?

İlk fabrikamızı 1970’lerde Topkapı’da kurduk. Daha sonra Merter Keresteciler Sitesi’nde daha modern bir fabrika kurduk ağabeyimle birlikte… O zaman küçük kardeşimiz bizden ayrıldı, aynı isim altında üretim yapmaya başladı.

1998 yılında Merter’de ki fabrikadan haramiderede ki fabrikayı satın alarak geçiş yaptık. Fabrikayı aldığımızda bu kadar büyük ve güzel değildi, eski bir yağ fabri-kasıydı. Büyüttük, ilaveler yaptık, modernleştirdik ve burada üretimimizi sürdü-rüyoruz. Birtakım çeşitler de ilave ettik. Türkiye’de ilk defa modern ve otomas-yona dönük bir tahin fabrikası kurduk. Az kişiyle çalışan, susamdan tahini en pra-tik ve hijyenik şekilde oluşturan bir üretim tesisine sahip olduk. Kapasitemizi ar-tırdık, ilk defa diyabetik helvayı yaptık. Diyabetik olarak; lokum, badem ezme-si, reçel çeşitlerini yaptık. Son bir yıldır da hem organik şekersiz ürün yapmaya, hem de organik reçel, tahin, pekmez gibi ürünler yapmaya başladık. Organik hel-va da deneme sürecinde. Yaptığımız bir ürünü hemen piyasaya çıkarmayız, en az iki üç aylık deneme sürecimiz vardır. Çünkü yapılan ürünler hemen satılmaz, bir-kaç ay rafta kalabilir.

THE PHAETON YEARS OF İSTANBUL WITH NEVZAT DİNDARInterview: Hasan IŞIK

• Koska is a very long-standing institution; which generation are you from?

Today, the Koska family is under the management of the third and fourth gen-erations… I am from the third generation. My children are the fourth generation. There is even a fifth generation; some of whom are going to kindergarten, and others are in primary school. My grandfather established this business in 1907. My father became involved with the business, working alongside my grandfa-ther, learning this profession well.

• Where did your grandfather first establish the business?

In Denizli at first… Then, he went to fight during the First World War; he served as a soldier for eight years in the Arabian Peninsula. He also stayed in Damascus for a year; because my grandfather was an officer, he was off-duty after five o’clock.

He went to the largest, most famous confectionery store there and he offered to help without salary. They accepted. He worked there for approximately a year and he learned how to make various kinds of sweets. When he came back to Istanbul in the 1930s he opened a store in a neighborhood called Koska, lo-cated between Beyazıt and Laleli. He started making the different sweets he learnt in Damascus.

• He didn’t go back to Denizli, did he? Where was his family staying?

No, he didn’t; the family came to Istanbul. However, my father went to Manisa and got married there. I was born in Manisa and I came to Istanbul when I was six months old. After that, we started to live in Istanbul. My father became well-known for the products he made at Koska. The Damascus style baklava and deserts that my dad made were in high demand. I remember days when customers formed queues that stretched for 20 or 30 me-ters. My father made the khalva himself. Afterwards, when the business started to grow, he employed good cooks and thus increased the sales. Later on, when I was going to school I helped my father. My father taught me all the intricacies of the profession. I can make all the different sweets, baklava, khalva... I know the khalva formula and can make it. Whatever job you do, you have to do it well. That is, what I tell my kids. When they drive a car, I tell them “know, how to change tires, how to diagnose an engine failure.” With our job, it is the same. My kids haven’t done my job, but they know how to do it.

• Where did you establish your first factory?

We established our first factory in the 1970s in Topkapı. Afterwards we estab-lished a more sophisticated factory at Merter, Keresteciler Sitesi with my older brother… During those days my younger brother separated from us and started producing his own products under the same name.

In 1998, after buying this factory we moved from the factory in Merter to the one in Haramidere. When we bought it, the factory was not this big or modern; it was an old oil factory. We expanded it, made some additions, modernized it and we continue our production here. We also made some changes. On the same land, for the first time in Turkey we established a modernized and automated sesame oil factory. Thus, we were able to create a factory that made sesame oil in the most practical and hygienic way. We increased our capacity and we made the first diabetic khalva. We started to make Turkish delight, marzipan and different

*Yazar *Writer

Şişli’den faytona binerdik, Mecidiyeköy’e dut bahçesine giderdik. O dut ağaçlarının al-tında piknik yapardık. Florya’da denize gi-rerdik. Bunlar İstanbul’un güzel taraflarıydı. We used to get on the phaeton from Şişli and go to the mulberry garden in Mecidiyeköy. We had picnic under the mulberry trees. We swam in the sea at Florya. These were the

good parts of old Istanbul

Page 119: 1453dergisi 12.sayi

117

Page 120: 1453dergisi 12.sayi

NEVZAT DİNDAR İLE İSTANBUL’UN FAYTONLU YILLARI THE PHAETON YEARS OF İSTANBUL WITH NEVZAT DİNDAR

118

Kardeşimle ayrı şirketler olarak Koska markasının Kullanıyoruz. Biz bu sene firma ayrımının yapılabilmesi için koska logomuzun “o” harfinin içine bir nazar boncu-ğu ekledik.

• Şu an kaç şubeniz var?

Bizim beş tane mağazamız var. Ancak bizim çalışan sayımız yedi yüze yakındır. İh-racatımız çok iyidir. Dünya’da 52 ülkeye ihracat yapıyoruz. Türkiye’nin her yerin-de ürünlerimiz bulunur. Anadolu’nun muhtelif yerlerinde bölge müdürlüklerimiz bulunur. Bu anlamda geniş bir ağımız var. Yüz elli civarı bayiimiz var. Yine 700 ci-varı bayii aracımız var.

• Birçok köklü firma Cumhuriyet’in 100.yılına yönelik hedeflerini açıklamaya baş-ladı. Peki, ileriye dönük hedefleriniz doğrultusunda kariyer planlamanızı nasıl oluş-turuyorsunuz? Ürün pazarlama ve satışa yönelik çalışmalarınız neler?

Şimdi efendim, devletin beş yıllık planları vardır, 7. beş yıllık planında ben de bulundum. Bizim hedefleri-miz daha kısa, birer yıllıktır. Ayda bir defa yaptığımız genel toplantı-da grafiklerle neredeyiz, ne yaptık, neyimiz var, ne şekilde oluyor diye etütlerimiz vardır. Grafik hep yük-sektir. Üç aylık dönemlerde de ge-çen yılla bu sene arasındaki muka-yeselerimizi yaparızGeçtiğimiz se-nelerde %18 bir artışımız oldu fa-kat bu sene o artışın %35 kadar ola-cağını tahmin ediyoruz. İhracatı-mızı genişlettik. Allah sağlık verirse 2023 yılına çok daha iyi şekilde gi-receğimizi ümit ediyorum.

• Sizden sonraki kuşaklar etkin ola-rak işin içerisinde mi?

Etkin olarak işin içinde iki oğlum, bir kızım ve yeğenlerim var. Biz hep birlikte aynı şirketteyiz. Aile şirke-ti anayasamız var. Ünlü bir profe-sör olan bir danışmanımız var. Bu-rada herkesin bir iş bölümü var. Bü-yük oğlum İngilizce işletme bitirdi. Küçük oğlum Florida Üniversitesi’ni bitirdi. Kızım, Koç Üniversitesi Sos-yoloji Bölümü mezunudur. İnsan Kaynakları üzerine yüksek lisans yaptı ve şirket açısından çok büyük faydalar kazandık bu anlamda. Do-layısıyla çocuklarım iyi bir koordi-nasyon içinde yeğenlerimle birlik-te. Herkesin ayrı iş bölümü var, herkes işine hâkim, haftada bir toplanıp müşte-rek kararlar alırız.

• Eski bir İstanbullu olarak o dönemin İstanbul’unda neler yaşadınız?

Çocukluğumdan hatırlıyorum, babam gezmeyi ve gezdirmeyi çok severdi. Şişli’den faytona binerdik, Mecidiyeköy’e dut bahçesine giderdik. O dut ağaçla-rının altında piknik yapardık. Florya’da denize girerdik. Bunlar güzel taraflarıydı.

types of jam for diabetics. Moreover, during the last year, we have started to make not only organic and sugar-free products, but also products such as or-ganic jam, sesame oil and molasses. Organic khalva is still in its trial phase. We don’t immediately launch a new product; rather, we have a trial process for at least two to three months. That’s, because the products don’t sell straight away, they can stay on the shelves for a couple of months.We use the same trademark with my brother. To distinguish our mark from his, we put a talisman in the letter “o” of our logo of “Koska”

• How many branches do you have at the moment?

We have five stores. However, the number of our workers is close to seven hun-dred. We also have very good export figures. We export to 52 countries through-out the world. Our products can be found all over Turkey. We also have regional directorates in various places throughout Anatolia. Thus, we have a very wide

network. We have approximately one hundred and fifty dealers. We also have approximately 700 ve-hicles.

-Many established firms started to announce their goals for the 100th anniversary of the Republic. How do you carry out planning in line with your goals? What kind of ac-tion do you take in the sales and marketing of your products?

Now, as you may know, the gov-ernment has five-year plans; I was involved in the 7th five-year plan. Our goals, on the other hand, are more short-termed; we plan for a year. At the general meetings we have once a month, we study our position, what we have done and what we have in hand via graphs. The graphs are always positive. At trimester meetings, we compare the position we are in now with the previous year. We have had an 18% increase in recent years; however, we expect this increase to reach 35% this year. We have expanded our exports. If God bless-es us with health, I hope that we will enter the year 2023 in a much stronger position.

• Are the younger generations acti-vely involved in the business?

I have two sons, a daughter and nephews, who are actively involved in our business. We all are involved

in the same company. We are a family business. We have a consultant who is also a famous professor. Here, everyone has a share in the work. My eldest son graduated from business administration and my younger son graduated from University of Florida. My daughter is a graduate from the sociology department of the Koç University. She wrote her master’s degree on human resources and as a company we have greatly benefited from this. Patisserie is what we also do. We used to make 40 to 50 cakes a day. We decided to sell our products at a

Page 121: 1453dergisi 12.sayi

119

Bir de güzel olmayan tarafları vardı. Türkiye çok büyük sıkıntılar yaşadı. İki metre Amerikan bezi verirlerdi, kefenlik derlerdi, bazen de pazen ya da basma verirler-di yine metreyle… 1944-45 yıllarında şeker sıkıntısı oldu. Her aileye ayda yarım kilo şeker veriyorlardı. Biz de şekerle ilgili ürünler yaptığımız için şeker olmayınca babam helvayı üzümden yapmaya başladı. Kamyon kamyon üzüm gelirdi, suyu sıkılır, suyundan pekmez yapılırdı, pekmezden helva yapılırdı. Koska daki dükka-nımızdan biraz aşağıda; Hüseyin efendi diye bir çaycı vardı.Çayı çok meşhurdu, beğenilirdi. O da çayın yanına şeker yerine 4 adet üzüm koyardı. Çok iyi hatırlı-yorum, Laleli’de bir usta vardı, francala üretirdi. Babam oraya bir tezgâhtar gön-derdi, on tane francala aldırdı. Francalanın beş altı tanesini dükkânda yedik, 4-5 tanesini de eve götürdük. Evde pasta gibi yendi çünkü daha önce yediğimiz ek-mek taş gibi sert ve esmerdi.

Eski İstanbullu olarak bu devirleri de yaşadık.

• Osmanlıcaya karşı özel bir ilginiz var sizin.

Baban bana eski Türkçe yazmayı öğretti. Süleymaniye Camii’nde bir Şevket Hoca vardı, oraya gönderirdi bizi, din dersi aldırtırdı. İslam’ın şartlarını, kurallarını, na-mazı öğrettirirdi. Ben eski Türkçe el yazısını da öğrenmeyi istedim. Biz babam-la eski Türkçe olarak mektuplaşırdık fakat ben eski Türkçe kitapları da okumak istiyordum. Birlikte Sahaflar Çarşısı’na gittik. Eski tarih kitab-ları, eski şiirler vardı. Bir takım seyahatnameleri, Osmanlı padi-şahlarının kitaplarını aldık. Her akşam onları bir yarım saat okur-dum. Daha sonraları bunu bırak-tım. Şimdileri eski Türkçe bir iki satır yazarım, harfleri bilirim, bir takım bilgilerim vardır yazı çeşit-lerine dair. Özel ilgi alanı olarak sevdiğim bir şeydir. Hangi padi-şahın tuğrası nasıl olur, diye il-gim vardır.

• İstanbul, 2010 Avrupa Kültür Başkentiydi. Uluslar arası camia-da birçok insana kültürümüzü ve ülkemizi tanıtma fırsatını yakala-dık. Firma olarak sizlerin ne gibi et-kileşimleri oldu bu anlamda?

Tabii bu çok sevindirici bir olay... Türkiye’nin tanınması, İstanbul’un güzellikleri açısından, Türk kültürünün tanın-ması bakımından çok güzel bir olay… Çünkü Türkleri halen fesli, çarşaflı, hamal-lık yapan insanlar olarak biliyor ve gösteriyorlar. Ama İstanbul’u gelip görmele-ri, yakından tanımaları, kültürümüzü tanıtmak açısından çok önemli… Türk sana-tını görmeleri çok önemli… Biz yalnızca Doğulu değil aynı zamanda Batılıyız. Batı musikisine, Batı kültürüne karşı açığız. Biz kendimizde müessese olarak ve kişi-ler olarak bunu takdir ediyor ve katkıda bulunuyoruz. Çeşitli organizasyonlarda ve toplantılarda kendi ürünlerimizden küçük paketler hazırlayıp tanıtımlarını ya-pıyoruz. Çok kere baelediye başkanı ve valimiz tarafından da bir takım hediyeler hazırlatıldı. Türk lokumu, helvası, pişmaniye gibi ürünler... Bunların bazılarını üc-retsiz hazırlayarak katkı sağlamaya çalıştık.. Bir takım toplantı ve konferanslarda stant açıp ve ürünlerimizi tattırdık.

• Kültür sanatla ilgili özel ilgi alanlarınız ve hobileriniz neler?

Hobilerim arasında en çok gezmeyi ve araba seyahatini severim. Gençliğimde Batı ve Türk klasik eserlerini çok okumuşumdur. İş hayatımdan sonra okuma işi ya-

50% discount after 6 pm, and this led to a great increase in our sales. We started to make two to three thousand cakes a day. This number increases on holidays. My children work well with my nephews. Everyone has a share in the work and they are all competent at what they do. We meet once a week and we take joint decisions.

• As a long-term resident of Istanbul, what have been your experiences in old Is-tanbul?

I can remember from my childhood that my father loved to travel and to take people on trips. We used to get on the horse-drawn carriage from Şişli and go to the mulberry garden in Mecidiyeköy. We had picnic under the mulberry trees. We swam in the sea at Florya. These were the good things. There were also parts that were not that good. Turkey has gone through truly difficult times. They used to give people just two meters of a material called “American rag”, which was also referred to as “shroud cloth”. Also, sometimes they would give cotton flannel or printed cotton, again only a few meters… In 1944-1945 there was a scarcity of sugar. Each family was given half a kilo of sugar once a month. Since we were making our products with sugar and there was no sugar, my father started to make khalva from grapes. Grapes were brought in on trucks, the grape juice was squeezed out and molasses was made from that. Finally, we made

khalva with that molasses. There was a tea house down the street; the owner was called Hüseyin Ef-fendi. His tea was famous and many people loved it. Instead of sugar, he gave four grapes with tea; he put them on the edge of the plate. Back then, bread could only be bought with a ration card. Each member of the family had coupons and everyday you could buy half a loaf of bread with those coupons. The bread was dark brown in color and it was flat; it wasn’t puffy or light. I remember a baker in Laleli made French bread. They said that this was the first time French bread was being made. My father sent a clerk there and he bought ten French loaves. We ate five or six of them at the store and then took the remainder home. It was like eating cake, because we

were used to the stiff and brown bread. This is the kind of time that we have lived through. As long-time residents of Istanbul, we have lived through these eras as well.

• You have a special interest in Ottoman Turkish.

My father taught me to write Ottoman Turkish. There was a teacher called Şevket at Süleymaniye Mosque, and my father sent all of us there for religious instruction. He made sure that we understood the basics of Islam, as well as the prayers. I wanted to learn how to write Ottoman Turkish as well. My father and I used to exchange letters in Ottoman Turkish, but now I wanted to read Ottoman Turkish books too. Together, we went to the Sahaflar Çarşısı (second-hand book bazaar). There were old history books and poems. We bought some old travel books and books about Ottoman sultans. I used to read them half an hour every night. Later on I stopped doing this. Today, I can write a line or two in old Turkish, I know the letters; and I understand the different types of script. It is a special hobby of mine. I am also interested in the tuğra (monograms) of the sultans.

Page 122: 1453dergisi 12.sayi

NEVZAT DİNDAR İLE İSTANBUL’UN FAYTONLU YILLARI THE PHAETON YEARS OF İSTANBUL WITH NEVZAT DİNDAR

120

vaşlamış fakat devam etmiştir. Teknolojiye karşı özel ilgim var.. Şu anda David Taylor’ın Şeffaf Lider isimli kitabını okuyorum, çok beğendim. İş adamları ve yö-neticilere ısrarla tavsiye ettiğim bir kitap… Günlük gazete ve köşe yazılarını, eko-nomiyi, siyaseti takip ederim. Beş şirketin yönetim kurulu başkanıyım. Sabahları işe çok erken gelirim. Sabah altı on beşte evden çıkar, öğleye kadar işlerimi topar-larım. Öğleden sonra saat birden üç buçuğa kadar dinlenme odamda dinlenirim.

• Sizin bir koleksiyon merakınızda var.

Ben evlendiğim gün sigarayı bıraktım. Ama pipo ve puro içerim. Güzel bir pipo koleksiyonum var. Çakmak koleksiyonum var, bayağı zengin... Çakı koleksiyonum var. Bir de kullandığım otomobillerin küçük maketlerini biriktiriyorum.

• Musikiye olan ilginizden biraz bahseder misiniz?

Türk musikisine karşı derin bir sevgim ve ilgim var. Bir enstrüman çalamam ama iyi anlarım. En çok beğendiğim, Münir Nurettin Selçuk, Zeki Müren, Ahmet Öz-han… Şan sineması vardı, yandı. Orada eskiden bir hafta Türk sanat musikisi kon-seri, bir hafta Batı müziği konseri yapılırdı; ben her ikisine de giderdim. Batı mü-ziğini çok severim. Çaykovski, Beethoven, Mozart…

Münir Nurettin Selçuk, Teşviki-ye’de otururdu; biz de orada oturduğumuz için onu arada bir görür ve konuşurdum. Oradaki evinde vefat etti zaten. Türk sanat musikisini en iyi şekilde icra eden, en iyi besteleri olan kişidir. Yahya Kemal şiirle-rini en güzel bir biçimde bestelemiştir.

• Yahya Kemal ile tanışmışsınız sanırım.

Orta okuldayken Emirgan’da çınaraltı kahvesine giderdim. Bir gün orada çay içerken denize dönük, fötr şapkalı yaşlı bir bey bastonu çenesine dayamış, kı-mıldamadan denizi seyrediyordu. Garson ‘’Tanıyor musun bu beyi, Yahya Kemal Beyatlı’dır’’ dedi. Şaşırdım tabii. Daha sonra Ayazpaşa’da olan Park Otel’in -şu an yıkılmıştır- alt tarafında “Cennet Bahçesi” adında gençlerin takıldığı bir çay bah-çesi vardı. Arkadaşlarla oraya gidiyorduk. Baktık Yahya Kemal o otelde kalıyor-muş. Biz de gittik tanıştık, ufak bir iki sohbetimiz oldu. En beğendiğim şairlerden biridir. Şiirlerinde ne bir kelimenin yerini ne de kelimeyi değiştirebilirsiniz. Aruz vezni ile o kadar güzel yazmıştır ki… Onunla birlikte Cahit Sıtkı Tarancı’nın, Orhan Veli’nin şiirlerini de çok severim. Çoğunu da ezbere bilirim. Şiire karşı büyük il-gim vardır. Şiir yazmam ama delikanlılığımızda bazı kişilere akrostiş yapmışızdır.

Ayrıca Tiyatroyu da çok severim. Evlendiğimizde eşimle pazarlık yaptık, kendi-si sinemayı severdi. Bir hafta sinemaya bir hafta tiyatroya gittik uzun bir süre.

• Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim.

• In 2010 Istanbul was the European Capital of Culture. We had a chance to intro-duce our culture and country to many people in the international arena. As a firm, what kind of activities did you carry out in this area?

Of course, this was a very satisfying event… The publicity of Turkey is such a won-derful opportunity, with respect to the beauty of Istanbul and the recognition of Turkish culture… Most people still think of Turks as wearing the fez and chador, working as porters…and this is how they depict us. However, it is of great impor-tance that they come and see Istanbul, get to know it up close, and recognize our culture… It is important that they see the Turkish arts… We are not only Eastern, but also Western. We are open to the music and culture of the West. We, as a na-tion and as individuals, appreciate this and contribute to this. We prepare small packets of our products and promote them at a variety of organizations and meetings. Our mayor and governor ordered several gifts from us on many differ-ent occasions. Products like Turkish delight, khalva and Turkish candy floss… We tried to make a contribution by preparing some of these free of charge. We set up stands at some conferences and meetings to make people taste our products.

• What are your special fields of interest and your hobbies, as far as culture and arts are concerned?

I trek and travel a lot. When I was young I read a lot of Western and Turkish clas-sics. After I started in business, I had to slow down in reading, but I still continue. I am particularly interested in technology. The latest book that I have been read-ing is by David Taylor, the Transparent Leader (Şeffaf Lider); I am enjoying it a lot. I recommend this book to business people and managers … I follow the daily newspapers and editorials, keeping up-to-date with the economy and politics. Right now I am chairman of the board in five different companies. I come to work early in the morning. I leave home at six-fifteen and I finish my work by noon. In the afternoon, I rest in my room from one to three o’clock.

• You are also interested in collecting?

I quit smoking the day that I got married. But I still like to smoke a pipe or cigar if I am not indoors… I have a lovely pipe collection. I also have a very rich lighter collection… I have a pocket-knife collection too. I also collect models of the auto-mobiles I have used.

• Could you please talk about your interest in music a little?

I am closely interested in Turkish music. I can’t play any instruments, but I un-derstand music pretty well. The musicians I admire the most are Münir Nuret-tin Selçuk, Zeki Müren and Ahmet Özhan… Ther was the Şan Cinema, she burnt down; in her heydays Turkish classical music concerts were given here for a week, and then Western music concerts would be given for another week. I used to go to both. I like Western music as well; Tchaikovsky, Beethoven, Mozart… Münir Nurettin Selçuk lived in Teşvikiye, and since we also were living there I saw him from time to time and spoke with him. He passed away in his house there. He was the most talented classical Turkish music composer as well as a great per-former. He composed beautiful music for the poems of Yahya Kemal.

• Have you met Yahya Kemal?

I saw Yahya Kemal for the first time when I was in secondary school. I got off at Emirgan and went to the Çınaraltı coffee house there. While I was drinking tea, I saw an old man with a hat, looking at the sea without moving, his chin on his walking stick. The waiter said: “Do you know who he is? He is Yahya Kemal Beyatlı”. I was surprised of course, I was so young; just a kid. Then, there was a tea house called Cennet Bahçesi under the Park Hotel – it has probably been torn down– where the young people hung out. My friends and I used to go there. We learnt that Yahya Kemal stayed at the Park Hotel. So, we went and met with him and we chatted a bit. He is one of the poets whom I admire the most. You can’t change the position of one word, or the word itself in his poems. He wrote such beautiful in aruz prosody… I also like the poems of Cahit Sıtkı Tarancı and Orhan Veli. I know most of these poems by heart. I have a great interest in poetry. I don’t write poems now but I wrote in acrostic when I was younger.

I also like the theater a lot. When we got married, my wife and I made a deal: My wife loved cinema, so, for a long time, we went to the cinema one week and then to the theater the next week.

• Thank you for having time with us.

You’re welcome.

Page 123: 1453dergisi 12.sayi

ERGUVANUğur AKTAŞ

CERCIS Uğur AKTAŞ

Page 124: 1453dergisi 12.sayi

ERGUVAN / CERCIS

122

ERGUVANUğur AKTAŞ *

Boyu ortalama iki üç metredir, ancak sekiz on metreye kadar boylanabilen yaşlı erguvanlara da rastlanabilir. Diğer ağaçlarla kıyaslandığında erguvanın en önemli özelliği, tıpkı dişbudakta olduğu gibi yapraklanmadan önce çiçeklenmesidir. Beş altı yaşlarındayken çiçeklenmeye başlar; yeni çiçekler bir önceki sene çiçek açan yerde açar. Çiçek açısından oldukça cömert olan erguvan, şayet dallarında yer bulamamışsa gövdesindeki eski ve uyuyan gözlerden de çiçeklenir. Erguvanın çi-çeklerinin rengiyle ilgili Avrupa’da ilginç bir inanış vardır. Yahuda ağacı adıyla da (Judas tree) anılan erguvanla ilgili inanışa göre, Hz. İsa’yı ihbar eden Yahuda son-radan pişman olur ve kendisini erguvan ağacına asar. Bu olaya kadar ağacın be-yaz olan yaprakları, kandan ve utançtan pembeleşir.

Kalkerli toprağı seven ve büyüyeceği yer konusunda pek seçici olmayan erguvan, taşlık topraklarda, kaya çatlaklarında da filizlenebilir. Köklerindeki yumrular sa-yesinde azotu bağlayarak yanındaki ağaçlara da fayda sağlar. Yaprakları yürek, meyveleri bakla biçimindedir; bazı Avrupa ülkelerinde hafif ekşi çiçek tomurcuk-ları salataya katılır.

Günümüzde olduğu gibi, tarih boyunca da İstanbul denince akla gelen ilk ağaç er-guvandır. İstanbul’un simge ağacı olan erguvan, baharın müjdecisi sayılır. Mayıs aylarında başka ağaçlar henüz çıplakken erguvan göz alıcı çiçekleri ve rengiyle di-ğerlerinin arasından çoktan sıyrılmış olur.

*Erguvan, Bizans döneminde hanedanın resmi ağacı gibidir. Yeni doğan her hanedan üyesi “Er-guvanlar içine doğdu” diyerek karşılanır; “ergu-vanlar içi”nden kasıt İstanbul’dur. Yine Bizans döneminde erguvanla ilgili bir başka ilginç bil-giyse, erguvanın kendine has renginin sadece imparatorlar tarafından kullanılmış olmasıdır.

Erguvan rengi doğal yolla en zor elde edilen renkler arasındadır, bu iş için bir tür de-niz kabuklusu kullanılır; bir elbise bo-yayabilecek kadar erguvan rengi için yaklaşık on iki bin deniz kabuklusu ge-rekir. Erguvan renginin elde edilme-sinin zor ve zahmetli oluşu ve ağacın İstanbul’la özdeşleşmiş olması, bu ren-gin İstanbul’a hâkimiyet ve zenginlik işa-reti olarak yorumlanmasına neden olur ve sadece hükümdarların kullandığı bir simgeye dönüşür.

Osmanlı döneminde erguvanla ilgili pek fazla bilgi olmasa da her bahçede bir er-guvan ağacının bulunduğu ve bu ren-gin Osmanlı tarafından severek kullanıl-dığı söylenebilir; Hürrem ve Hafize sul-tanların erguvan rengi elbiseler giymek-ten hoşlandıkları çeşitli kaynaklarda be-lirtilmiştir. Ayrıca belki de Bizans’taki önemini anıştıran bir gelenek olarak Os-manlı döneminde erguvan renkli kese taşıyan birinin parayla ilgili tüm dertle-ri halledebileceğine inanılır.

CERCIS Uğur AKTAŞ*

Cercis siliquastrum, or Istanbul’s symbol tree cercis is also known as Judas tree, redbud, love tree, gainer and tumbleweed. One could frequently find this tree all around Istanbul, particularly on the hillsides above the Bosporus. One of spring’s harbingers, cercis almost ends at the northern boundary of the Paşabahçe-Tarabya line. It grows very thin to the north of this line since it is negatively in-fluenced by northern winds. Its most common locations around the Bosporus are the areas to the south and around the center; you could see cercis trees almost anywhere in these areas. Native to the Mediterranean, cercis siliquastrum has commonly spread around Asia Minor, Greece, Syria, Lebanon, and western Iran. In Asia Minor, it usually grows individually or in small groups in southern Mar-mara and in Aegean forests.

People of Istanbul used to plant cercis trees in old village cemeteries; later, the tree got adapted to the city’s climate, starting a natural growth pattern. It be-gins blooming around the beginning of April. The species’ height is two or three meters on average, but older trees may grow as tall as eight or ten meters. Com-pared to other trees, cercis siliquastrum has a most distinctive feature: just like in the ash tree, it blooms before foliation. It starts to produce flowers at about five to six years; new flowers sprout from the older growth of the previous year. As a generous species when it comes to flowering, the cercis tree produces new shoots at the old and dormant growth buds on its trunk if it fails to find a place for them on its branches. Europeans have an interesting belief about the color

of cercis flowers: In this belief about the cercis also known as Judas tree, Judas who betrayed Jesus later repented and hung himself on a cer-cis tree, after which the tree’s white flowers changed their color to purple because of the blood and shame.

The cercis likes calcareous soil and is not very picky about its growth spot; so you may see it

sprouting on stony grounds, even from cracks in rocks. It also helps nearby plants grow by binding nitrogen through the tuberoses at its roots. Its leaves are shaped like hearts and its fruits like horse beans; in some European countries, its sourish buds are added to salads.

As it is still so, Istanbul has been associat-ed with cercis trees throughout history. As one of Istanbul’s symbols, cercis trees are regarded as spring’s harbingers. In May when other trees are still naked, cercis has already distinguished itself with its spectacular flowers and color.

*

Cercis siliquastrum appears to have been the official tree of the Byzantine dynas-ty. Every newborn member of the dynas-ty was welcome by the phrase “born in the purple”; “in the purple” meant in the city of Istanbul. From another interest-ing anecdote from the Byzantine period, we also learn that only emperors used the peculiar color of the cercis.

* Yazar * Writer

Erguvan, Bizans döneminde hanedanın resmi ağacı gibidir. Yeni doğan her hanedan üyesi “Erguvanlar içine doğdu” diyerek karşılanır; “erguvanlar içi”nden kasıt İstanbul’dur.

Cercis siliquastrum appears to have been the official tree of the Byzantine dynasty. Every newborn member of the dynasty was welcome by the phrase “born in the purple”;

“in the purple” meant in the city of Istanbul.

Page 125: 1453dergisi 12.sayi
Page 126: 1453dergisi 12.sayi

ERGUVAN / CERCIS

124

Osmanlı dönemine ait erguvanla ilgili bir başka bilgiyse, İstanbul’daki ilk müzenin kurucusu olan Tophane Müşiri Fethi Ahmed Paşa’yla ilgilidir. 19. yüzyılın ilk ya-rısında yaşamış olan Fethi Paşa, her Mayıs ayında İstanbul’un erguvan açısından en zengin korularından biri olan ve günümüzde de kendi adıyla anılan korusun-da erguvan şenlikleri düzenlerdi. Köşklerinde çalışan kadınlara erguvan rengi el-biseler giydirir, bu kadınlar şenlik günleri boyunca ellerinde kandillerle erguvan-lar arasında gezinerek eğlenirlerdi.

İstanbul’da onlarca sokağa, işyerine, yarışmaya ve etkinliğe isim vermiş erguvan, günümüz İstanbul’unun en önemli simgesidir.

KAYNAKÇA:

Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi

Mataracı, Tuğrul, Ağaçlar, Tema Vakfı Yayınları, İstanbul, 2002

Yaltırık, Faik, Efe, Asuman, Uzun, Adnan, Tarih Boyunca İstanbul’un Park, Bahçe ve Koruları, Eg-zotik Ağaç ve Çalıları, İsfalt Yayını, İstanbul 1997

It is very difficult to produce the purple color of cercis flowers by natural means; a species of marine crustaceans is used to do that. About twelve thousand crus-taceans are required to produce enough of this purple color to dye a dress. Both due to the difficulty in producing the color of cercis flowers and the fact that cercis tree is commonly associated with Istanbul, the color came to symbolize Istanbul with connotations of power and wealth and became a symbol only used by emperors.

Although we lack information about cercis during the Ottoman period, it is known that a cercis tree was planted in every garden and the Ottomans loved to use its color. Various sources noted that Hürrem and Hafize Sultans liked to wear purple dresses. Furthermore, perhaps as a tradition reminiscent of the tree’s im-portance for the Byzantines, the Ottomans also enjoyed a belief that anyone who carried a purple pouch would avoid any trouble regarding money.

Another curious anecdote about cercis from the Ottoman period concerns Fethi Ahmed Pasha, Marshal of the Imperial Arsenal, who founded the first museum in Istanbul. Fethi Pasha, who lived during the first half of the 19th century, used to organize cercis festivals every May in his grove, which is one of the richest in cercis trees all around Istanbul and is still known by his name. He ordered his female servants employed in his mansions to wear purple dresses and these

Page 127: 1453dergisi 12.sayi

125

women used to entertain themselves during festival days by walking among cer-cis trees holding candles in their hands.

Having lent its name to tens of streets, workplaces, contests and activities in Istanbul, cercis is one of the most important symbols of Istanbul today.

REFERENCES:

Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi

Mataracı, Tuğrul, Ağaçlar, Tema Vakfı Yayınları, Istanbul, 2002

Yaltırık, Faik, Efe, Asuman, Uzun, Adnan, Tarih Boyunca İstanbul’un Park, Bahçe ve Koruları, Egzotik Ağaç ve Çalıları, İsfalt Yayını, Istanbul 1997

Beyaz erguvan / White cercis

Page 128: 1453dergisi 12.sayi

ERGUVAN / CERCIS

126

Page 129: 1453dergisi 12.sayi

SİNEMADA BİR ÖMÜR: NECİP SARICIİhsan KABİL

A LIFE TIME IN CINEMA: NECİP SARICI İhsan KABİL

Page 130: 1453dergisi 12.sayi

SİNEMADA BİR ÖMÜR:NECİP SARICI / A LIFE TIME IN CINEMA: NECİP SARICI

128

SİNEMADA BİR ÖMÜR:NECİP SARICI İhsan KABİL

Bazı insanlar vardır ki hayatları bağlı oldukları meslekle anılır. Altmış yılı aşkın-dır sinemayla beraber yaşayan ve Yeşilçam’ın belkemiğini oluşturan siyah-beyaz filmlerde sesçi sıfatıyla çoğu zaman Necip Sarıcıoğlu olarak gözüken Necip Sarı-cı, 1949’da girdiği sinemada, İzmir’de üç yıl çıraklıktan ustalığa geçiş süreci yaşar. 1952’de İstanbul’a geldikten sonra Şan sineması ve And Film’de çalışır. 1957’de, sıkı bir imtihandan geçirilerek Lale Film’e girer. Bundan sonrası Necip Bey için binlerce yerli filmin ses, müzik ve efekt kayıtlarıyla geçecek bir kariyer demek-tir. Daha sonra 1973’te, Yeni Stüdyo Ses ve Laboratuarları adıyla kendi işini ku-rar. Bundan böyle Arzu Film, Uğur Film, Erman Film, Erler Film, Akün Film gibi büyük Yeşilçam şirketleriyle çalışacak, onların yapımlarına katkıda bulunacaktır.

1979’da Lale Film Stüdyosu’na sahip Filmer ailesinin stüdyoyu devretmeleriyle Necip Sa-rıcı burayı Yeni Lale Film Stüdyosu’na dönüş-türecek ve mekân, 800 m2’ye yayılan alanıyla, içinde barındırdığı birçok tarihi sinema, fotoğ-raf ve laboratuar malzemesiyle bugüne kadar bir müze kimliğine bürünecektir. Bugün itiba-riyle, İstanbul’da ayakta kalan tek klasik film stüdyosudur ve dublaj stüdyoları, moviola-lar, birçok filmin negatifi ve pozitif kopyala-rı, ses kayıtları, birçok film afişi, kamera ar-kası fotoğrafları ve binlerce fotoğrafın nega-tifiyle Necip Bey’in sinemaya ve sinema sana-tına olan sevgisinin bir nişanesi olarak ayakta durmaktadır.

Necip Sarıcı, ses teknisyenliğinin yanı sıra ya-pımcı olarak da Türk sinemasında belli bir çiz-gi tutturmuştur. Bu filmlere bir göz attığımız-da, ‘Kuyu’ (Metin Erksan, 1968), ‘Karagün’ (Bilge Olgaç, 1971), ‘Yusuf ile Kenan’ (Ömer Kavur, 1978), ‘Ah Güzel İstanbul’ (Ömer Ka-vur, 1981), ‘Kırık Bir Aşk Hikayesi’ (Ömer Ka-vur, 1981) ve ‘Çökertme’ (Tunca Yönder, 1997) öne çıkar. Ayrıca ‘Çağdaş Nasred-din Hoca Aziz Nesin’ (Feyzi Tuna, 1976) ve ‘Anadolu Selçuklu Çini Sanatı’ (Ertem Göreç, 1988) gibi belgesellere de yapımcılık yapmış, ‘Dublaj Tarihi’, ‘Türk Sinemasında İstanbul’ belgesellerini bizzat yönetmiş, ‘Dua Tanele-ri’ adlı bir kitap yayınlamış ve ayrıca belgese-lini yapmıştır.

Şimdiye kadar birçok kişisel ve festival sergi-leri açmış, Türvak Sinema Müzesi’ne ve Türsak Vakfı’na belge, kitap, afiş, maki-ne ve senkron masalarıyla katkıda bulunmuş, belgesellere arşiv kayıtları vermiş, üniversitelerin sinema bölümlerine her türlü desteği vermekten çekinmemiştir.

Necip Sarıcı, sinemayla dolu hayatına yaraşır şekilde, çeşitli üniversite, kurum ve kuruluşların onur ödüllerine layık görülmüştür.

A LIFE TIME IN CINEMA: NECİP SARICIİhsan KABİL

There are some people whose lives are remembered by the work they devoted themselves to. Entering into the cinema industry in 1949, Necip Sarıcı (Necip Sarıcıoğlu) was a man who has lived with cinema for more than sixty years and who is known as the “sound man” of the black and white movies that formed the backbone of Turkish cinema. He experienced a transition period that lasted for three years, going from apprenticeship to mastery in Izmir. After he had arrived Istanbul in 1952, he worked at Şan Cinema and And Film. In 1957, after undergo-ing a tough period of testing, he began to work for Lale Film. For Sarıcıoğlu, his life after that day consisted of career that is recorded in the music and sound ef-fects of thousands of Turkish films. Afterwards, Necip Sarıcı established his own

business under the name Yeni Stüdyo Ses ve Laboratuarları (New Sound Studio and Labo-ratories). From this time on, he continued to work with large Turkish cinema companies like Arzu Film, Uğur Film, Erman Film, Erler Film and Akün Film, making serious contribu-tions to their productions.

After the Filmer family, the owner of Lale Film Studio, sold their studio in 1979, Necip Sarıcı transformed this place into the New Lale Film Studio. With an area covering 800 square meters and all the historical cinema, photography and laboratory materials it con-tained, this studio would soon become like a museum. Today, this is the only classical film studio that still exists with its dubbing studios, moviolas, the negatives and positives of many films and thousands of photos from behind the scenes. It still stands as the mark of love that Sarıcı feels towards the art of cinema.

In addition to being the “sound man”, Necip Sarıcı occupies an important position in the Turkish cinema as a producer. When we take a look at the films he has made, ‘Kuyu’ (Metin Erksan, 1968), ‘Karagün’ (Bilge Olgaç, 1971), ‘Yusuf ile Kenan’ (Ömer Kavur, 1978), ‘Ah Gü-zel İstanbul’ (Ömer Kavur, 1981), ‘Kırık Bir Aşk Hikayesi’ (Ömer Kavur, 1981) and ‘Çökertme’ (Tunca Yönder, 1997) come to the fore. Also he was the producer of documentaries such as ‘Aziz Nesin, the Modern Nasreddin Hodja” (Çağdaş Nasreddin Hoca Aziz Nesin - Feyzi Tuna, 1976) and the “Anatolian Seldjuk Ce-ramic Art” (‘Anadolu Selçuklu Çini Sanatı’ - Ertem Göreç, 1988), as well as personally directing documentaries like ‘Dublaj Tarihi’ (History of Dubbing) and ‘Türk Sinemasında İstanbul’ (İstanbul in the Turkish Cinema); he also published the book ‘Dua Taneleri’ (Drops

of Prayer) which he followed up by making a documentary of this work.

He held many personal and festival exhibitions and contributed to the Türvak Cin-ema Museum and Türsak Foundation with documents, books, posters, machines and synchronous tables, as well as donating archival records for documentaries. And Necip Sarıcı has never refrained from providing the cinema departments of universities with any kind of support they needed.

To honor a life full of cinema, Necip Sarıcı was granted many awards by various universities, institutions and organizations.

* Sinema Eleştirmeni * Critic of cinema

İstanbul’un son klasik film stüdyosu olan Lale Film stüdyosu, Necip Sarıcı’nın sinema sanatına sevgisinin bir nişanesi olarak

ayakta durmaktadır.

The Lale Film Studio, as the last classical film studio in İstanbul, still stands as the mark of Necip Sarıcı’s love to the

art of cinema.

Page 131: 1453dergisi 12.sayi

129

YENİ LALE FİLM STÜDYOSUNecip SARICI

Lale Film Stüdyosu 1 Mayıs 1952 tarihinde Mecidiyeköy Büyükdere Caddesi 42 nu-marada 50 ağaçlı bir dutluk içindeki muhteşem bir köşkte kuruldu. Kurucu Filmer ailesinin ayrıca Kandilli’de 200 dönüm içinde Padişah Sultan Mecid’in kızı Cemi-le Hanım Sultan adına muhteşem kasrı, Kalamış’ta bir yalıları ve Mecidiyeköy’de köşkleri bulunmaktaydı. Yazlık olarak kullanılan bu mülklere ilaveten kışlık ikamet Ayazpaşa’da Hayırlı Apartımanı’ndaydı. 33 Sinema sahipliği, Warner Bros’un Tür-kiye temsilciliği… Sinema tarihinin en güzel yapımcılığı, “Allahaısmarladık”, “Ya-vuz Sultan Selim”, “Beş Hasta Var”, “Kalbimin Şarkısı”, “Soygun”, “Ölmüş Bir Ka-dının Evrâkı Metrukesi” vs. vs… Kendi ihtiyaçları için Mecidiyeköy’deki köşk Sie-mens ARRI tarafından büyük yatırımlarla stüdyoya çevrildi. 1958 yılında Ameri-kan, İtalyan sinemacılarla açılışı gerçekleştirildi.

1958’de tonmayster sesçi olarak görev aldığım stüdyoda 1973’e kadar binlerce yabancı ve yerli filmin ses, müzik ve efekti ile uğraştım. Sonra kurduğum yeni stüdyoda 700’e yakın yerli filmin ses ve renkli laboratuarlarında işverendim.

1973 – 1979 yılları arasında Gayrettepe’deki şu anki yerinde Lale Film Stüdyo-su hizmet verdi. Ben de Beyoğlu ve Bomonti’de Yeni Stüdyo’da Yeşilçam sine-masıyla iç içe oldum. Lale Film ailesi bu mekânda altı yıl çalıştıktan sonra yaşlı-lık ve ekonomik sıkıntılar dolayısıyla bir vasiyet gibi satışı bana teklif edildi. Eski patronum ve öğretmenim merhume Sabahat Filmer hanımefendinin desteğiyle

NEW LALE FILM STUDIONecip SARICI

The Lale Film Studio was established in a magnificent manor that was surround-ed by 50 mulberry trees; the address is Mecidiyeköy, Büyükdere Main Road, No. 42 and the studio was established on May 1, 1952. The founding Filmer family also had a magnificent manor built on 200,000 m2 in Kandilli; this structure was named after Sultan Mecid’s daughter Cemile Hanim Sultan. They also owned a seaside residence in Kalamış and a mason in Mecidiyeköy. In addition to these summer houses, their winter residence was Hayirli Apartment in Ayazpaşa. As owners of 33 cinemas and the Warner Bros Turkish Agency… as well as produc-ing the best films in the history of cinema, including “Allahaısmarladık”, “Yavuz Sultan Selim”, “Beş Hasta Var”, “Kalbimin Şarkısı”, “Soygun”, “Ölmüş Bir Kadının Evrâkı Metrukesi”, etc… the mansion in Mecidiyeköy was turned into a studio by Siemens ARRI with huge investments. In 1958, the grand opening was held with American and Italian movie makers.

When I was hired as sound engineer in 1958, I worked on the sound, music and visual effects for thousands of foreign and Turkish movies in the studio until 1973. Later, in the new studio that I established, I employed sound and color laborato-ries for about 700 movies.

Between 1973 and 1979 I worked in the present location of the Lale Film Studio. I worked with Yeşilçam movies in Yeni Studio in Beyoğlu and Bomonti. After the

Page 132: 1453dergisi 12.sayi

SİNEMADA BİR ÖMÜR:NECİP SARICI / A LIFE TIME IN CINEMA: NECİP SARICI

130

feyz aldığım, okulum olan kurumun sahibi oldum. Burada yirmi beş yıl reklam-lara, dizilere, yerli ve yabancı filmlere hizmet verdik. Yeni teknolojiye geçmedik. Hakkıyla eskidik, önce müzelik sonra müze olduk. Ayrıca eskilerimizden saygıde-ğer Türker İnanoğlu Bey’in Kavacık’taki müzesine ciddi katkılarda bulunarak; mü-zenin girişine ismimizin yazılması şerefini kazandık. Biraz da belgeleri seslendire-rek devam edelim:

LÂLE FİLM STÜDYOSU

… Artık yerli filmler tek tük de olsa piyasaya çıkmaya ve seyirci toplamaya baş-lamıştı. Necip Erses’in stüdyosunda biz de bazı dublaj filmleri yaptırmıştık. Halk bunlara çok rağbet etti. Türkçe sözlü filmler tutuluyordu. Daha önceden gezdi-ğim ve gördüğüm için bir stüdyo kurma fikri bende yerleşmeye başlamıştı. Ama bu nasıl olacaktı?

Evimizi Ayazpaşa’daki daireye taşımıştık; ailece orada oturuyorduk. Mecidiye-köy’deki köşk boş duruyordu. Orası hanımın üzerineA tapulu olduğu için kendi-sine şöyle bir teklifte bulundum: Bir yeni anonim şirket (Lâle Film Şirketi) kurula-cak, %51’i kendisinin olacak, ben ve çocuklarım da ortak olacaktık.

Lale Film family had worked in this location for six years, as a result of age and economic problems, I was offered to the opportunity to purchase the place; these seemed like a Godsend. With the support of my ex-employer and teacher, the late Sabahat Filmer, I became the owner of the establishment that had acted as my school and which was a place I had admired. Here we worked on advertisements, television series, as well as Turkish and foreign movies for twenty-five years. We did not use new technology. Thus we became old, first becoming worthy of be-ing a museum then becoming a museum itself. In addition, we made important contributions to the commemorative Turket Inanoglu Bey museum in Kavacik; we were greatly honored by having our names written over the entrance of the museum. Let us look at some documents now and see what they have to say:

LÂLE FILM STUDIO

… Turkish movies began to be seen in the market here and there, and they began to pull in spectators. We also did some dubbing of movies in Necip Erses’s studio. The public liked these films a lot. Movies with Turkish dubbing were very popular. As I wandered around the city and saw the studios, I got the idea of establishing my own studio. But how could I do this?

Page 133: 1453dergisi 12.sayi

131

Mutlaka bir stüdyo kurmak gerekiyordu, sinemanın gidişatı onu gösteriyordu. Böylece şirketi kurduk. Vehbi Koç’un kayınbiraderlerinin makine ithalatı yapan Türkeli şirketine giderek gerekli teçhizatın maliyeti, getirilmesi, çalıştırılması hak-kında bilgiler aldım; siparişler verdim. Mimar damadımın tavsiye ve görüşleri ile köşkü bir stüdyo şeklinde tadil ettik. Sonunda aletler getirildi, yerleştirildi. Bir de yabancı uzman istemiştim. Meslekten anlayan Fuat Bey’i bu uzmanın yanına koydum. Adam bir yıl kalacak ve gerekli işleri bizimkilere öğretecekti. Küçük oğ-lum da bu arada stüdyoda kalacak, aileden biri olarak işlerin nasıl yürüdüğü hak-kında bilgi sahibi olacaktı.

Bu şekilde çalışmaya başladık. Eşim Sabahat Hanım lisan bilgisi ve edebiyat fa-kültesi mezunu oluşu sayesinde dublaj işinde çok büyük başarılar gösterdi, yar-dımcı oldu. Bizim Lâle Film Stüdyosu o devirde Türkiye’de kurulan en modern stüdyo idi. Bizden sonra İpekçiler, Murat Köseoğlu ve başkaları stüdyo kurdular. İpekçiler’inki çok büyük ve geniş idi. Onlar yerli film işine de girmiş olduklarından stüdyoya ihtiyaçları yoktu.

Ben stüdyoda önceleri kendi getirdiğim filmlerin dublaj işlerini yaptırdım. Daha sonraları dışarıya iş yaptırmaya başladık. Dublaj işinde Şehir Tiyatrosu sanatçıla-

rı çalışıyordu. Sacide Keskin hanımefendi yıllarca bizde dublaj rejisörü olarak ça-lıştı.Stüdyonun zaman zaman düştüğü mali krizleri ben Lâle Film’in desteği ile karşıladım.

YERLİ FİLME DOĞRU

Yerli film yapmak düşüncesini geliştirirken Abdullah Lokantası’nda her gün bir-likte olduğumuz Esat Mahmut Karakurt ile konuşmak ve eserlerinden Allahaıs-marladık’ı çekmek için bir proje yaptım. Birlikte günlerce bizim Ayazpaşa’daki da-irede oturup konuştuk, eseri tetkik ettik. Eşim de senaryo çalışmalarına katıldı.

Benim asıl düşüncem bu filmde eskiden çekmiş olduğum Sultanahmet Mitingi fil-mini de göstermek idi. Film Ordu Sinema Dairesi’nde bulunuyordu. Senaryo ta-mamlandıktan sonra sıra oyuncu seçimine gelmişti. O zamanın gözde oyuncula-rından Süavi Tedü ile Gülistan Güzey’i seçtik. Rejisörlüğünü Sami Ayanoğlu yaptı. 35 milyon nüfuslu ülkemde filmi 20 milyon kişi izledi.

Cemil FİLMER, Hatıralar, 1984

We moved to our apartment in Ayazpaşa, where we were living as a family. The mansion in Mecidiyeköy was not being used. My wife had the deeds to the man-sion, so I told her my plan: let’s establish a new incorporated company (Lale Film Company). She would own 51%, and myself and our children would be partners as well.

The direction of cinema made it compulsory that we establish a studio. I went to the machine importation company of Vehbi Koc’s brothers-in- law, the Türkeli company, and got information about the cost, the delivery and operation of the necessary equipment; I placed the orders. With the advice and opinions of my son-in-law, we transformed the mansion into a studio. In the end the equipment was delivered and installed. I also asked for a foreign expert. I put Fuat Bey, who had experience, to work with this expert. The expert was to stay for a year and teach our employees the necessary information. At this time, my younger son stayed in the studio and he was the family member who would get information about how the equipment was used.

Thus, we started working. Thanks to her education in language and the fact that she had graduated with a literature degree, my wife Sabahat Hanim was greatly successful and helped us greatly with the dubbing. The Lale Film Studio was a leading studio among those established in Turkey. The İpekciler, Murat Köseoğlu and others established studios after us. The İpekciler’s studio was vast, enor-mous. They did not need a studio, as they were in the Turkish movie business.

First we dubbed the movies that I brought to the studio. Later, we had the films dubbed outside the studio. The artists of City Theater worked on the dubbing. Sacide Keskin worked as the dubbing director with us for many years.

With the support of Lale Film I was able to get through the occasional financial crises in the studio.

ON THE WAY TO TURKISH CINEMA

As I was working on the idea of making Turkish movies, I prepared a project to take to Esat Mahmut Karakurt; I was with him every day during Abdullah Lokantası, and we made the movie “Allahaısmarladık” together. We talked about it for days in our apartment in Ayazpaşa and we sifted through the work. My wife also helped in the preparation of the script.

My main idea was to include the “Sultanahmet Mitingi” film, which I had shot earlier, in this movie. The film was in the Military Cinema Department. Once the script had been completed, it was time to select the cast. We chose the favorite artists of that time, Suavi Tedu and Gulistan Guzey. Sami Ayanoglu was the direc-tor. 20 million people in my country of 35 million people watched this film.

Cemil FİLMER, Hatıralar(Memories), 1984

DUBBING

… Our studio was equipped with the best and most modern equipment of the time and we started working very rapidly. Everybody liked our dubbing and we received many phone-calls and letters. American companies did not allow us to dub every movie in Turkish; even after all our insistence, we were only allowed to make two movies.

One day, we were going to dub the movie “The Guns of Navarone” a film from Warner Film Company. The color of the movie was mainly red and the timing was very difficult. Experts could only make the timing through rehearsals and with the published copy. We put the film on the table in the projection room and waited for the meeting. At that moment I saw the manager of the Near East, Mr. Hummel, coming through the door. Despite my surprise, I was happy; he was a receptive man and he liked us.

“This was such a pleasant surprise. My dear friend, has your wife come with you?” I asked. He said yes and added that they were staying in the Park Hotel.

Page 134: 1453dergisi 12.sayi

SİNEMADA BİR ÖMÜR:NECİP SARICI / A LIFE TIME IN CINEMA: NECİP SARICI

132

Page 135: 1453dergisi 12.sayi

133

DUBLAJ

… En son, en modern teçhizatla donanan stüdyomuz, çok hızlı çalışmağa baş-lamıştı. Herkes tarafından beğenilen dublajlarımız, telefon ve mektuplarla teb-rik ediliyordu. Amerikan şirketleri aldığımız filmlerin hepsini Türkçeleştirmemi-zi kabul etmiyorlardı; ısrarımız üzerine ancak iki film yapmamıza izin vermişlerdi.

Bir gün Warner Film Şirketi’nin “Navarone Topları” adlı filminin dublajını yapa-caktık. Kırmızı rengi çok olan bu filmin ayarı zordu. Uzmanlar provalar yaparak ayarını buldular ve kopyesini bastılar. Filmi prova için projeksiyon salonunun ma-sasına koymuştuk, toplanmamızı bekliyorduk. O anda Yakın Şark Müdürü Mr. Hummel’in kapıdan içeri girdiğini gördüm. Hayret etmekle beraber sevindim de; anlayışlı, bizi seven bir kimseydi.

“Bu ne güzel sürpriz? Kıymetli dostum eşiniz de beraber mi?” diye sordum. Evet dedi ve Park Otel’de olduklarını ilâve etti.

Yunanistan’dan geldiğini, orada dublajı yapılan “Navarone Topları” filmini gör-düğünü söyledi ve “Berbat etmişler, hiçbir şey görünmüyor” diye ilâve etti. Bir-den heyecanlandım. “Şimdi biz de o filmi seyredecek-tik, buyurun beraber görelim” dedim.

Stüdyonun kısım âmirleri, uzmanlar ve teknik şefi-miz geldiler, oğlum da misafirlerle içeri girince, “Bana evvelâ 5-8’nci kısımları gösterin”, dedi. Bunlar harp sahneleri, top atışı olan kısımlardı. Birinci parti gös-terilince biraz ferahladım, çünkü pekâlâ görünüyor-du. İkinci parti de gösterilince “kâfi” dedi. Işıklar yan-dı, uzmanlarımızı tebrik etti, teknik şefimizin elini sıka-rak iltifat etti. Bize de “Artık bütün filmlerimizin dub-laj hakkını size veriyorum, daha bile canlı olmuş” dedi.

Bu suretle başarımız bize bütün filmlerin dublajını yapmak imtiyazını kazandırmış oldu. Hepimizi mutlu etti.

Çalışmalarım çok çeşitli idi. Bunların arasında 3 yıl arka arkaya Adana Altın Koza Film Festivallerinin bü-yük jürisinde görevlendirildim. Bir seferinde bu zevki kıymetli arkadaşım Muazzez Berkant’la paylaşmak da nasip oldu.

En iyi stüdyo, en iyi dublaj mükâfatı olan Altın Koza Altın Portakal armağanlarından 5 tanesini kazanmak zevkini tatmıştık. Senelerce bu başarı hâtıraları, masamızla beraber, gözlerimiz-le, göynümüzü de süslemişti.

Bu şerefli mâzimizin bir de altın değerinde olan bir misafir imza defteri vardı. Bunda milletlerarası kıymetli sanat uzmanlarının, değerli sanatkârların, güzellik-ten anlayan otoritelerin, nihayet her iyi işi takdir edenlerin imzası bulunuyordu.

Evet, tatmin olmanın huzuru içindeyim. İş saham beni sevindirdiği kadar, anlık vazifemi de yaptığıma inanıyorum. Yüksek tahsil devrelerinde de başarılı, milli hislerinde çok kuvvetli, hayat yolunda azimli olan bir kızımla iki oğlumun mevcu-diyeti benim en kuvvetli hayat bağım, çalışma kaynağım oldu.

Yine de mücadeleye karşı doymazlığım var. Bazen de boş durmanın yarı ölüm sa-yılacağını düşünerek kendime işler arıyor, benim için çok kıymetli olan mazimin hâtıralarını yazılarımla yaşatmağa uğraşıyorum. Böylece, tatmin olmanın gönül huzuru ile o günleri tekrar yaşıyor, geleceği ümitle beklemeğe hazırlanıyorum.

Sabahat FİLMER, Atatürk Yolunda Büyük Adımlar, 1983

He said he had come from Greece and that they had watched the dubbed version of the movie “The Guns of Navarone”. He said “They ruined it, it was impossible to see anything.” Suddenly I was very excited. “Now we are about to see the same movie; let’s watch it together,” I said.

The section managers, experts and chief technician of our studio came; when my son came in with the guests he said “Show me the 5th and the 8th parts first.” These were war scenes with artillery. When the first part was shown, I felt great relief, because it seemed pretty good. When the second part had been shown, Mr. Hummel only said “enough”. The lights came on and he congratulated the experts, shook hands with our chief technicians and complimented everyone. He said “From now on I give the dubbing rights of all of my movies to you; it seems even more lively than the original.” So, our success led us to have the rights to dub all the movies and this made us very happy.

I had a lot of different type of work. I was assigned to be a member of the jury at the Adana Altın Koza Film Festival for 3 consecutive years. I once had the chance to share this pleasure with my dear friend Muazzez Berkant.

We had the pleasure of receiving 5 Altın Koza Altın Portakal awards for best stu-dio and best dubbing. For many years, the memories of this success have blessed our eyes and hearts, as well as our tables.

Our glorious past also includes many valuable signatures; here are the signatures of international art specialists, important artists, and experts who value beauty; in short, everyone who appreciates art.

Yes, I am satisfied and at peace. Not only does my work make me happy, I feel that I have fulfilled a duty for my time. Successful in higher education, devoted to their country and resolute in their lives, my daughter and two sons are my stron-gest link to life and a source of inspiration.

However, I am always willing to continue working. Sometimes, I think being pas-sive is equal to death and I look for work; I try to keep my precious memories alive by putting them into words. Therefore, I get satisfaction from the peace in my heart as I relive these memories; I am prepared to wait for the future with hope.

Sabahat FİLMER, Atatürk Yolunda Büyük Adımlar, 1983

Page 136: 1453dergisi 12.sayi

SİNEMADA BİR ÖMÜR:NECİP SARICI / A LIFE TIME IN CINEMA: NECİP SARICI

134

AYSEL GÜREL İLE BİR HATIRA

4 Nisan 2005… Güzel bir İstanbul bahar gününde, Lale Film’in telefonu çaldı. Aç-tım, bir ses: “Ben Aysel Gürel... Necip Bey sizi iki dostumla ziyaret etmek istiyo-ruz, uygunsa gelelim mi?”… “Büyük bir şeref benim için” diyerek saat verdim, bir hazırlık yaparak heyecan içinde beklemeye başladım. Çok büyük hayranlık duy-duğum bir kişiydi ve talebesi Serkan ve annesi Melike Hanım’la geldi.

Seslendirme bölümüne indik. Çay-lar, pastalar ve sohbet… Aşk ve şevk-le Aysel Hanım’ı dinliyoruz. “Ben bir savcı kızıyım. Ankara’nın Solfasol Köyü’nde doğdum.” deyince, “Aysel Hanım, elinizi tekrar öpeyim çünkü siz şeyhim Hacı Bayram Veli hazretle-rinin hemşehrisisiniz. Veli, büyük şair ve Türkçenin Yunus gibi, Hacı Bektaş, Süleyman Çelebi gibi çok güzel ifade edeniydi.” dedim.

“Şairiyetiniz, yazdığınız binlerce şiir-şarkı sözlerinde; Türkçe’nin bu kadar muhteşem kullanımı Bayram Veli’nin suyundan, toprağından geliyor. Bel-ki de soy kütüğünüz Veli hazretlerine dayanıyor.” deyince çok hoşuna gitti. Hoşbeşten sonra genç kızlığında sey-rettiği bir filmi anlattı… Nelson Eddy, Jeanette MacDonald’ın oynadığı ‘Ba-lalayka’ filminin bir şarkısından etki-lenmiş, Türkçesi de yapılmış, İbrahim Özgür okumuştu. “Bütün gün onu dinlerdim.” dedi. Ben kalktım, belli et-meden masaya gramofonu kurdum. Taş plağı koydum, çalmaya başladım. Aysel Hanım bir çığlık attı. Kalktı sarıl-dı bana, “inanamıyorum” dedi. Dinle-di, duygulandı. Ben de “keşke bir çu-val altın isteseydiniz” dedim: böyle bir duygunun, bu kadar temiz bir kalbin sahibine…

Aysel’i mutlu ettiğim için çok sevindi. Mekânın cennettir mutlaka. Nur için-de yat.

Necip SARICI

A MEMORY OF AYSEL GÜREL

April 4, 2005 - On a beautiful spring day in Istanbul, the phone at Lale Film rang. I answered, and a voice replied: “This is Aysel Gürel. Necip Bey, my two friends and I would like to visit you. If you are free, could we come by?” “It would be an honor,” I responded; this was someone I greatly admired. I began to wait in an-

ticipation. She arrived with her stu-dent Serkan and his mother Melike.

We went to the sound recording de-partment. Tea, cake and conversa-tion… We listened to Aysel Hanim with love and enthusiasm. She be-gan: “I am the daughter of a public prosecutor. I was born in the village of Solfasol in Ankara.” When she said that, I added, “Aysel Hanim, let me kiss your hand for the second time because you are from the same village as my sheikh, Hadji Bayram Veli. Veli is a respected poet whose use of the Turkish language is like that of Yunus, Hadji Bektaş, and Süleyman Çelebi.” I continued: “The thousands of poems and lyrics in your speech, this magnificent use of Turkish, come from the same place as Bayram Veli. Maybe your lineage is the same as his.” She was pleased to hear this.

After a short chat, she told us about a film she had seen when she was younger. She had really enjoyed the film Balalaika with Nelson Eddy and Jeanette MacDonald. She was very affected by a song in the movie, which was translated into Turkish and performed by Ibrahim Ozgur. “I listened to it all day long,” she said. I got up and put a record player on the table. I placed a record on it and it started to play. Aysel Hanim let out a scream. She got up and hugged me. “I can’t believe this,” she said. She became very emotional as she listened to the song. “If only you had asked for a pot of gold,” I remarked. Only such a clean heart could have felt in this way.

Aysel was very happy that she had been able to hear that song. I know that she is in Heaven. May she rest in peace.

Necip SARICI

Page 137: 1453dergisi 12.sayi

TÜRK PROJESİTürk Tarihini, Kültür ve Medeniyetini

Araştırma Projesi Hasan Celal GÜZEL

THE TÜRK PROJECTThe Turkish History, Culture and Civilization

Research Project Hasan Celal GÜZEL

Page 138: 1453dergisi 12.sayi

TÜRK PROJESİ Türk Tarihini Kültür ve Medeniyetini Araştırma Projesi / THE TURK PROJECT The Turkish history, culture and civilization research project

136

TÜRK PROJESİTürk Tarihini, Kültür ve Medeniyetini Araştırma Projesi

Hasan Celâl GÜZEL*

Türkler, dünya tarihinin en eski ve en köklü kavimlerinden biridir. Bilinen tarihin her devresinde Türkler var olmuşlardır.

Binlerce yıllık Türk tarihinin başlangıç noktasını tespit etmek kolay değildir. Ar-keolojik ve antropolojik araştırmalar neticesinde ortaya çıkarılan, milattan önce 4000 yıllarına kadar inen ve Orta Asya’nın en eski kültürü olan Anav kültürünün Proto-Türkler ile ilgili olması ihtimali yüksektir.

Devirler yakınlaştıkça, Kelteminar ve Afenesevo (M.Ö. 3000), Andronova (M.Ö. 1700), Karasuk (M.Ö. 1200), Tagar ve Taştık (M.Ö. 700) kültürlerinin Proto-Türklerle ilgisi açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Başta Pazırık ve Issık kurgan-larındaki arkeolojik buluntular olmak üzere bu konuda çok çeşiatli bilimsel delil-ler mevcuttur.

Diğer taraftan, yapılan son araştırmalar neticesinde, M.Ö. VIII. yüzyılda tarih sah-nesine çıkan Sakalar/İskitler’in bir Türk İmparatorluğu olduğu görüşü ağırlık ka-zanmaktadır. Ancak, M.Ö. 318-M.S. 216 ta-rihleri arasında beşyüz yıl hüküm süren Bü-yük Hun İmparatorluğu’nun ve Çin kaynak-larına göre kesinlik kazanan ondan önce-ki Proto-Hunların Türklüğü konusunda dün-ya bilim âleminde pek fazla bir tereddüt kal-mamıştır. Büyük Hun İmparatorluğu, Batı Hun İmparatorluğu ve özellikle Avrupa Hun-ları batılı tarihçiler tarafından da geniş şe-kilde incelenmiştir. Büyük Hun İmparatoru Mete Han (destanları göre Oğuz Kağan) ve Avrupa’yı yıllarca titreten büyük Türk Hakanı Atilla’nın hikâyesini herkes bilmektedir. Avrupa Hunları, sebep oldukları kavim-ler göçü neticesinde dünya tarihini değiştirmişlerdir.

Türklerin en iyi bilinen eski tarihi Göktürklere dayanır. ‘Türk’ adını devletin resmî sıfatı olarak ilk kullananlar da Göktürkler olmuştur. Bundan sonra, yerleşik Türk medeniyetinin en güzel örneklerini veren Uygurlar; Orta Asya’daki diğer Türk boyları Kırgızlar, Karluklar, Türgişler, Tatarlar ve ötekileri; ülkelerini bir ticaret merkezi haline getiren Hazarlar; bugünkü Doğu Avrupa’yı şekillendiren Bulgar-lar, Oğuzlar, Avarlar, Peçenekler, Kumanlar, Türk tarihinde yerlerini almışlardır.

Türkler, tarihte 16’sı büyük, 113 devlet kurmuştur. Bu devletler ve impara-torluklar tarihin çeşitli devirlerinde dünyaya hâkim olmuşlardır. Oğuz Kağan Destanı’nda, Türklerde devlet fikri, cihan hâkimiyeti mefkûresi ve fütûhat yapan kahraman ‘alp’ tipi vurgulanmıştır. Şunu iftiharla kaydetmek mümkündür ki, bu teşkilâtçılık ve devlet kuruculuğu kabiliyeti dünya tarihinde hiçbir millete nasip olmamıştır.

Türk tarihinin dönüm noktalarından birisi hiç şüphesiz, Türklerin İslâmiyeti kabul edişleridir. Türk kültür ve medeniyeti İslâmla şereflendikten sonra daha fazla de-rinlik, ihtişam ve mânâ kazanır. Mete Han’ın ve Atilla’nın kızıl elması artık gazâ ile zenginleşerek Alparslan’ın, Fatih’in ve Kanunî’nin kızıl elması’na dönüşmüştür. Türkler, Orta Asya’dan, Atayurttan taşıdıkları kültür potasında, fethettikleri güzel-likleri İslâmın ölçüsüyle tartarak ve eriterek yepyeni, orijinal ve zengin bir mede-niyet inşâ etmişlerdir. İnsanımız, bu mucizevî oluşun sırrını temelindeki manevî harçla izah etmiştir. Artık Oğuz Kağan’ın yiğit alpleri, Hoca Ahmet Yesevî’nin ‘al-perenleri’ olmuştur ve bu ‘oluş’ dünya tarihini derinden etkilemiştir.

THE TURK PROJECTThe Turkish history, culture and civilization research project

Hasan Celâl GÜZEL*

Turks are one of the oldest and longest-standing ethnic groups in world history. Turks have existed throughout every known historical era.

It is difficult to determine the exact starting point of the thousands of years of Turkish history. There is a high probability that Central Asia’s oldest culture, the Anav culture, dating back to 4,000 BC, was related to the Proto-Turks.

Over time, the ties between the Proto-Turks and the Kelteminar and Afanasevo (3000 BC), Andronovo (1700 BC), Karasuk (1200 BC), Tagar and Tashtyk (700 BC) cultures became increasingly apparent. A variety of scientific evidence exists in support of this, beginning with the archaeological findings at the Pazyryk and Issyk cairns.

On the other hand, as a result of the most recent research, the dominant view has been that the Scythians or Scyths, who emerged in the 8th century BC, were a Turkish Empire. Meanwhile, there is not much hesitation amidst the global sci-

entific community over the belief that both the Great Hunnic Empire, which ruled for 500 years between 318 BC and AD 216, and the Proto-Huns were in fact Turkish; this has gained certitude through Chinese sources. The story of Mete Khan (Modu Chanyu, who, according to legends is Oghuz Khan), the emperor Khan of the Great Hun Empire, is well known, as is the Turkish conqueror At-tila the Hun, who instilled fear in Europe. The European Huns changed the course of world history by starting the Migration Period.

The oldest known history of the Turks dates back to the Göktürks -- and it was the Göktürks who first used the title “Turk” as the state’s official title. Later, the Uyghurs, representing one of the best examples of Turkish sedentary civilization as well as other Turkish tribes in Central Asia, like the Kyrgyz, Karluk, Turgish, Tatar and the Khazars, who transformed their country into a center of trade, the Bulgarians, who shaped today’s Eastern Europe, the Oghuz, Eurasian Avars, Pechenegs and Cumans all made their mark on Turkish history.

Turks established 113 states; 16 of these were great empires. During various historical eras, these states and empires ruled the world. The legend of Oghuz Khan emphasizes the “brave” disposition of the Turks who espouse the notion of the state, the ideal of global hegemony and the brave ‘’hero” archetype. It can be acknowledged with pride that this propensity toward institutionalization and state building has not been granted to any other nation in the world.

One of the turning points in Turkish history is undoubtedly the juncture at which Turks accepted the religion of Islam. After being graced with Islam, Turkish culture and civilization gained increased depth, magnificence and meaning. The ‘red ap-ple’ of Mete Khan and Atilla the Hun was enriched through expeditions, becoming the ‘red apple’ of Alparslan, Mehmet the Conqueror and Süleyman the Magnifi-cent. The Turkish cultural repository preserved since the time of Central Asian an-cestral homes, was weighed on the Islamic scale, so new bounties conquered and worked with the newly acquired Islamic faith to create and shape an entirely new, unique and rich civilization. Our people explained the secret of this miraculous ac-complishment through the spiritual formation inherent in its core. With this spirit, Oghuz Khan’s brave heroes had become the “alperens” of Khoja Akhmet Yassawi, and this transformation bore a profound influence upon world history.

* Gazeteci *Journalist

‘Türkler’ isimli eserimiz, üç takım halinde toplam 37 cilt ve 35.000 sayfalık bir külliyattır. İngilizce özet mahiyetinde bu-lunan ‘The Turks’ bir yabancı dilde Türkler hakkındaki en

kapsamlı eserdir.

Our work entitled “Türkler” (The Turks) is a collective work comprising three sets of 37 volumes, and totaling 35,000 pages. “The Turks,” a summarized English translation of the work is the most comprehensive work on Turks in any fore-

ign language.

Page 139: 1453dergisi 12.sayi

137

Mevcut araştırmalara göre, bugünkü Türk dünyasının müşterek tarihi Hun-Göktürk-Uygur çizgisinde düğümlenmektedir. Bütün Türklerin ilk zaman tarih-lerini meydana getiren bu eksenden üç kol ayrılmıştır. Birinci kolu oluşturan Oğuzlar-Türkmenler batı istikametinde ilerleyerek, başta Büyük Selçuklu İmpa-ratorluğu olmak üzere, Atabeylikler, Doğu Anadolu Türk Devletleri, Harezmşah-lar Devleti, Türkiye Selçuklu Devleti, Anadolu Türk Beylikleri, Karakoyunlu ve Ak-koyunlu Devletleri, İran’daki Türk Devletleri ve hanedanları (Safevîler, Avşarlar, Kacarlar), Osmanlı İmparatorluğu, Türkiye Cumhuriyeti, Azerbaycan Hanlıkları, Azerbaycan Cumhuriyeti ve Türkmenistan Cumhuriyeti gibi arka arkaya birçok devletler kurarak, on asırdan fazla süren bir devirde dünya Türklüğünün en bü-yük temsilcileri olmuşlardır. Kazak, Kırgız, Özbek ve Doğu Türkistan kolu Orta Asya coğrafyasında, Türklerin Atayurdunda, Türkistan’da kalmışlar ve günümü-ze kadar varlıklarını muhafaza etmeyi başarmışlardır. Üçüncü kolda olan Tatar, Başkurt, Avar, Kıpçak, Bulgar, Peçenek ve Kumanlar ise Karadeniz’in kuzeyinde etkili olarak Doğu Avrupa siyasî coğrafyasının şekillenmesinde rol oynamışlardır.

Osmanlı Cihan Devleti, ‘Devlet-i Âliyye’, Türklerin kurdukları medeniyetin zirve-sinde yer almıştır. Roma İmparatorluğu’ndan sonra tarihin en uzun ömürlü, hanedân olarak en uzun süre yaşayan, üç kıt’ada en büyük coğ-rafyada hükümran olan Osmanlı İmparatorlu-ğu, ‘Pax Ottomana’yı tesis etmiş ve bir ‘huzur medeniyeti’ olmuştur. Devletin kurucusu Os-man Gazi’den Hz. Peygamber’in hadîsine maz-har olarak İstanbul’u fethedip çağ açan, çağ ka-payan Fatih’e, Viyana kapılarına kadar dayanan Kanunî’ye ve yıkılıştan önceki dönemde bile dip-lomasi dehasıyla İmparatorluğu uzun yıllar ayak-ta tutan Sultan Abdülhamid’e kadar uzanan altı asırlık dönemde dünya tarihinde söz sahibi olan Osmanlılar, kültür zenginlikleri ile muhteşem bir medeniyetin zirvesine erişmişlerdir.

Lâkin Balkan Savaşlarından sonra tükenen Os-manlı, son gücünü de Cihan Harbi’nde kullanmış ve Çanakkale’de binlerce şehid pahasına dünya tarihinin akışına tesir eden bir zafer kazanmıştır. Ancak bu mücadele, İzmir ve İstanbul’un işgali ile noktalanan sonucu değiştirememiştir. Buna karşılık, Türk Milleti teslimiyeti kabul etmemiş; Kuvâ-yı Millîye ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyetle-rini kurarak millî direniş hareketlerine girişmiş ve en kötü günlerde Anadolu’nun bağrında yeni bir Ergenekon destanı yazılmıştır. Yokluk içindeki bir milletin bü-yük fedakârlıkları ile Başkomutan Gazi Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa’nın önder-liğinde zaferler kazanılarak Anadolu işgalci güçlerden temizlenmiş ve 29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur.

Diğer taraftan, Türk Cumhuriyetleri, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra 1991 yı-lından itibaren bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. Bağımsız Türk Cumhuriyetleri, Federe ve Muhtar Türk Cumhuriyetleri, Türk Toplulukları ve Türk Yerleşimleri ile Türk Dünyası, günümüzde beş kıtaya yayılmış 300 milyon nüfustan meyda-na gelmektedir.

•••

Türkler, tarihin en eski devirlerinden beri var olmuşlar ve binlerce yıldan beri dünya tarihinde birinci derecede önemli rol oynamışlar; kurdukları devletler ve imparatorluklar ile çok geniş bir coğrafyada hüküm sürmüşler; hem siyasî bakım-dan hem de geliştirdikleri kültür ve medeniyet ile tarih sahnesinde yerlerini al-mışlardır.

According to research, the common history of the contemporary Turkish world converges upon the Hun-Göktürk-Uyghur timeline. Three main lines stemmed from this axis, which formed the earliest history of all Turks. The Oghuz-Turkmen line headed West, founding numerous states in succession, beginning with the Great Seljuk Empire, the Atabegs, the Turkish states of eastern Anatolia, the Khwarezmian State, the Turk Seldjuk State, the Anatolian Turkish Beyliks (Earl-doms), the Kara Koyunlu and Ak Koyunlu states, the Turkish states in Iran, the Han kingdoms and the republics of Azerbaijan and Turkmenistan, all of which became hallmarks of the Turkish world for a period of 10 centuries. The Kazakh, Kyrgyz, Uzbek and East Turkestan line remained in Central Asia -- Turkestan -- ,the homeland of the Turks, preserving their identity through time to the present. The third line comprised the Tatars, Bashkirs, Eurasian Avars, Kipchaks, Bulgar-ians, Pechenegs and Cumans, who played a role in shaping the political geogra-phy of Eastern Europe by asserting themselves north of the Black Sea.

The Ottoman world power, known as Devlet-i Aliyye (the Supreme Common-wealth), was the pinnacle of the civilization established by the Turks. As the

longest-standing dynasty after the Roman Em-pire, the Ottomans ruled on three continents with a massive expanse of land under their reign, becoming “an empire of harmony” that established the “Pax Ottomana.” During those 600 years of rule -- spanning from state founder Osman Gazi, Sultan Mehmet the Conqueror, who in his Conquest of Istanbul sealed one era, began another, and realized a promise of Prophet Muhammad, to Sultan Süleyman the Magnificent, whose expeditions reached as far as Vienna, to Sultan Abdulhamid, whose diplo-matic genius managed to keep the empire on its feet in a chaotic period before its fall -- the Ot-tomans carved a place for themselves in world history through their cultural wealth, achieving the zenith of a magnificent civilization.

However, following the Balkan Wars, the Ot-tomans were weakened, consuming their last power in the First World War. Although they scored a victory, they suffered the loss of hun-dreds of thousands of men at the Battle of Galli-poli, a battle that influenced the course of glob-

al events. Yet this battle did not change the outcome of events that culminated in the occupation of Ottoman cities Ðzmir and Istanbul. Despite this, the Turkish people did not succumb to submission, establishing the Kuvâ-yı Millîye Hareketi (Turkish Patriotic Movement) and Müdafaa-i Hukuk (Defense of Justice) orga-nizations in order to mobilize a popular resistance that would re-write the (old Turkish) Ergenekon Legend in the heart of Anatolia, during that worst days. Un-der the leadership of commander-in-chief Mustafa Kemal (Atatürk), and with the personal sacrifices of a people entrenched in poverty, Anatolia was purged of the occupation forces, and the Republic of Turkey was established on Oct. 29, 1923.

Later, starting in 1991, the Turkic republics began to gain independence follow-ing the collapse of the former Soviet Union. Independent Turkic states, federal and autonomous Turkish republics, Turkish communities and settlements made the Turkish world grow to span five continents with a total population of 300 million.

•••

Page 140: 1453dergisi 12.sayi

TÜRK PROJESİ Türk Tarihini Kültür ve Medeniyetini Araştırma Projesi / THE TURK PROJECT The Turkish history, culture and civilization research project

138

Ancak, Türk tarihini, bütünlük içerisinde başlangıcından günümüze kadar incele-yen bilimsel bir çalışma henüz yapılmamıştı. Ne yazık ki, Türkler hakkındaki araş-tırmaların ve yayınların yetersizliği sebebiyle bu konuda millî tarihimizde ve dün-ya tarihinde büyük bir boşluk bulunmaktaydı. Türk tarihini arkeolojik devirlerden itibaren ele alarak günümüze kadar inceleyen ve bütün Türkler bakımından top-luca değerlendiren bilimsel araştırma ve yayınlar yoktu.

Bunun için Türk Milleti’nin tarihini, kültür ve medeniyetini ortaya koyacak bü-yük bir araştırma projesinin daha fazla gecikilmeden gerçekleştirilmesi zorun-luydu. Kısaca ‘Türk Projesi’ adını verdiğimiz ‘Türk Tarihini, Kültür ve Medeniye-tini Araştırma Projesi’ bu zarûretten kaynaklandı. Uzun ve meşakkatli çalışmalar neticesinde Türk Projesi, dünyanın en büyük tarih ve kültür araştırma proje ola-rak gerçekleştirildi.

Türk Projesi ile başlangıçtan günümüze kadar Türk Milleti’nin kurduğu devlet-lerin ve inşa ettiği emsalsiz medeniyetin; siyaset, teşkilât, toplum, ekonomi, dü-şünce, dil, edebiyat, kültür ve sanat açılarından, dönemler itibariyle ve bütün yönleri ile değerlendirilmesi yapılmıştır.

•••

‘Türkler’ isimli eserimiz, üç takım halinde top-lam 37 cilt ve 35.000 sayfalık bir külliyattır. Ana eser olan ‘Türkler’, birisi İndeks olmak üzere 21 cilt, 21.000 sayfadan, İngilizce özet mahiyetinde bulunan ‘The Turks’ -ki bir yabancı dilde Türkler hakkındaki en kapsamlı eserdir- 6 cilt, 6.000 sayfa-dan ve ana yazıların kronolojik bir bütünlük içinde değerlendirilmesi ile hazırlanan ‘Genel Türk Tarihi’ 10 cilt, 8.000 sayfadan meydana gelmektedir. Eser-de toplam olarak 30.000 civarında görüntü malzeme-si (resim, fotoğraf, harita, tablo, minyatür vs.) kulla-nılmıştır.

‘Türkler’, konuların alfabetik şekilde maddeler halinde sıralandığı klâsik bir ansiklopedi değildir. Eserin hazırlanmasında ve editörlüğün-de, Türk tarih ve medeniyeti bir bütün olarak kabul edilmiş; sadece Tür-kiye Türklerinin değil bütün Türklerin, başlangıçtan günümüze kadar uzanan ta-rih ve medeniyeti akademik şekilde hazırlanan bilimsel makalelerle incelenmiş-tir. Bu eser, Türkiye’de yaşayan Türklerin olduğu kadar bütün Türk Dünyası’nın da müşterek tarihleri bakımından önemlidir.

Bilimsel tasnifte, şekilde ve muhtevada yeni bir yöntemle hazırlanan eser, Türkiye tarihi bakımından Cumhuriyet’in başlangıcından günümüze kadar uzanan bir dönemde tarih yazma denemesi yapan ilk çalışmadır.

‘Türkler’in 1-3. ciltlerinde İslâm Öncesi Türk Tarih ve Medeniyeti; 4-8. ciltlerin-de Orta Zaman Türk Tarih ve Medeniyeti; 9-15. ciltlerinde Osmanlı Türk Tarih ve Medeniyeti; 16-18. ciltlerinde Millî Mücadele ve Cumhuriyet Dönemi ve 19-20. ciltlerinde Türk Dünyası incelenmiştir.

•••

Bu proje, bugüne kadar bütün dünyada hazırlanmış en geniş muhtevalı ve katı-lımlı araştırma projesidir. Hazırlık safhasında, Türkiye’nin ve dünyanın Türkoloji ile ilgili bütün akademik çevreleri ile temas sağlanmış; önde gelen bütün Türko-logların ve Türk tarihçilerinin görev aldığı çalışmada, önce Türk tarihi ve medeni-yeti konusunda dünyanın en önemli bilim adamlarından meydana gelen, ulusla-rarası bir ‘Yayın Kurulu’ ve bir ‘Danışma Kurulu’ teşkil edilmiştir.

Turks have existed since ancient times and have played a prominent role in world history for thousands of years. Through the states and empires they founded, they maintained sovereignty over a large expanse of land, finding a place of their own on the global scene with their political vision as well as the culture and civi-lization they established.

However, until the “The Turk Project” which we began, no scientific study was conducted that analyzed Turkish history as a cohesive unit. Unfortunately, there were major deficiencies in both our popular history and world history due to the inadequacy of research and publications about Turks. There was no scholarly research or publications examining Turkish history beginning from the archaeo-logical eras and evaluating it with regard to all Turks.

This is why it was necessary that a grand research project should be conducted without delay, one that would demonstrate the Turkish history, culture and civi-lization. It was this necessity that brought about the “Turkish history, culture and civilization project,” which we abbreviate as the “The Turk Project”. Through lengthy and meticulous efforts, the Turk Project has been realized as the world’s largest historical and cultural research project on Turks.

With the Turk Project, we have carried out a comprehensive, era-by-era evaluation of states established and the unparalleled civilization formed by the Turkish people through history until present, with poli-tics, organization, society, economics, thought, language, literature, culture and the arts in its scope.

•••

Our work entitled “Türkler” (The Turks) is a collective work comprising three sets of 37 volumes, and totaling 35,000 pages. The main work,

“Türkler,” is comprised of 21 volumes – one of them an in-dex -- and contains 21,000 pages. “The Turks,”

a summarized English translation of the work (and the most comprehensive

work on Turks in any foreign language) amounts to six volumes and 6,000 pages.

“Genel Türk Tarihi” (General Turkish Histo-ry), prepared to supply chronological cohesion

for the main works, comprises 10 volumes and 8,000 pages. A total 30,000 images (including art-

work, photographs, maps, tables, miniatures, etc.) are featured in the completed work.

“Türkler” is not a classical encyclopedia in which the subjects ad-dressed are listed in alphabetical order. Throughout the preparation and editing of the work, Turkish history and civilization has been examined as a whole, and the history and civilization of all Turks, not just the Turks of Turkey, have been examined from the past until the present within a scientific text prepared in an academic fashion. This work is as important in terms of the broader Turkish world as it is for the Turks living in Turkey.

In terms of scientific classification, form, and content, the work was prepared through a new method -- it is the first work of modern republican era attempting to record the whole Turkish history.

In volumes 1-3 of “Türkler,” Pre-Islamic Turkish History and Civilization are cov-ered, while volumes 4-8 take on Middle Age Turkish History and Civilization; volumes 9-15 cover Ottoman Era Turkish History and Civilization; and volumes 16-18 deal with the “Milli Mücadele” (Patriotic Struggle) and the republican era. Finally, in volumes 19-20 the Turkish World is taken under scrutiny.

•••

This project has the most expansive content and the most contributions com-pared to any other research project in this field throughout the world to date. During its preparatory phase, contact was established with Turkey and world

Page 141: 1453dergisi 12.sayi

139

Proje’de yer alan araştırma yazıları, bütünüy-le orijinal, birincil kaynaklara, arkeolojik bulgula-ra ve arşiv belgelerine dayalı, daha önce hiçbir dil-de yayınlanmamış, bilimsel ve akademik nitelikte-dir. Uluslararası bir hakem kurulu hüviyetinde ça-lışan ‘Yayın Kurulu’nun tespit ettiği konu başlıkla-rına göre araştırma yazılarının siparişleri verilmiş-tir. Bunun için dünyanın hemen her ülkesindeki 3059 bilim adamı ve uzman ile temas kurulmuş-tur. Türkiye’den de tarih, dil, edebiyat, felsefe, sa-nat tarihi, bilim tarihi, hukuk tarihi, ekonomik ve sosyal tarih sahalarında çalışma yapan; profesör-den araştırma görevlisine kadar uzanan geniş bir akademik yelpazede 3120 bilim adamı ile görüşül-müştür.

Bu temasların neticesinde, projeye 48 ülkeden 2320 bilim adamı ve uzman (589’u Türkiye dışın-dan ve 1721’i Türkiye’den) çalışmalarıyla iştirak et-miştir. Bunların 721’i profesör, 377’si doçent, 385’i doktor ve 289’u araştırmacı ve uzmandır. Eserde bu araştırma yazılarından 375’i Türkiye dışından ve 1248’i Türkiye’den olmak üzere toplam 1628 bilimsel çalışma yer almıştır. Yayınlanamayan ya-zıların büyük bir çoğunluğu da aslında bilimsel ni-telikte idi; ancak tekrarlardan kaçınma, zamanında gönderememe ve şekil şartlarına uymama gibi ge-rekçeler, bu yazıların ‘Yayın Kurulu’nca kabul edil-meyişinde etkili olmuştur.

Eserin hazırlanışı sırasında, çok sayıda bilim adamı haricinde, ‘Yeni Türkiye Araştırma ve Yayın Merke-zi’ 187 uzman eleman istihdam etmiş ve 18 ay bo-yunca 24 saat vardiyalı çalışma yapılmıştır. Sadece bu proje için Türkiye’nin en büyük dizgi ve görün-tüleme sistemleri kurulmuştur.

Türk Projesi, birçok uluslararası bilimsel indeksle-re kayıtlıdır.

Türk Tarih Kurumu tarafından, ‘Türklerin günümü-ze kadar hazırlanmış tek toplu tarihi’ şeklinde nite-lendirilerek ‘Takdir’e lâyık görülen Türk Projesi’nin gerçekleştirilmesiyle dünya tarihinin yeniden de-ğerlendirilmesi gerekecektir.

Bu proje, ortak bir Türk tarihinin yazılmasını sağ-layarak ve müşterek kimlik, tarih, coğrafya, kül-tür ve medeniyet özelliklerini ortaya koyarak Türk Dünyası’ndaki bağları güçlendirecek ve uzun vâdede dünya Türklüğünün işbirliğinin sağlam te-mellere oturtulmasına yardımcı olacaktır.

academic circles specializing in Turkology, and all leading Turkologists and Turkish historians were employed in the effort. In the same vein, a “Pub-lication Committee” and a “Consultation Commit-tee” were formed, comprised of the world’s emi-nent scholars of Turkish history and civilization.

All of the research content featured in the project is entirely original, utilizing primary resources, ar-chaeological findings, and archival documents -- and are never before published in any language. Serving as an international committee of referees, the Publication Committee placed requests to re-searchers, who wrote items according to predeter-mined titles. To this end, 3,059 scientists and sub-ject matter experts were contacted from almost every country in the world. And in Turkey, a total 3,120 scholars working in the fields of history, lan-guage, literature, philosophy, art history, as well as scientific, judicial, economic and social history, ranging from professors to researchers, were con-tacted for the study.

As an outcome of these contacts, 2,320 scholars and experts from 48 countries (589 from abroad and 1,721 from Turkey) participated in the study. Of these academics, 721 were professors, 371 were assistant professors, 385 held doctoral de-grees and 289 were researchers and subject mat-ter experts. A total 1,628 scholarly works -- 375 from abroad and 1,248 from Turkey -- were in-cluded. A majority of the pieces that could not be published were actually of scientific caliber, but were rejected by the Publication Committee for reasons including the avoidance of repetition, the failure to meet deadlines and non-compliance in terms of format.

In addition to the many scholars consulted dur-ing the project, 187 specialist staff members were employed by the “Yeni Türkiye Araþtırma ve Yayın Merkezi” (New Turkey Research and Publication Center), and for 18 months, work was conducted on a 24-hour shift schedule. Just for this project, Turkey’s largest printing and projection systems were set up.

The Turk Project is recorded in many international science indexes.

The completion of the project, praised by the Turk-ish History Committee as “the only cumulative his-tory of the Turks prepared to date,” necessitates a new evaluation of world history.

The project will aid in the strengthening of ties in the Turkish world and lay a strong foundation for cooperation between Turks around the world by

facilitating the recording of a Turkish history that presents the attributes of a common identity, history, geography, culture and civilization.

Uygurlar / Uighurs

Uygurlar / Uighurs

Türkmen kadını / Turkoman woman

Page 142: 1453dergisi 12.sayi

TÜRK PROJESİ Türk Tarihini Kültür ve Medeniyetini Araştırma Projesi / THE TURK PROJECT The Turkish history, culture and civilization research project

140

Çuvaş - Türk - Moğol Mançu - Tunguz Dil Birliği

Ana Mongolca

Mongol Dilleri

Ana Çuvaşça

Çuvaşça

Ana Mançu - Tunguz

Mongol - Mançu - TunguzÇuvaş - Türk Birliği

Ana Türkçe

Türk Dilleri Mançu - Tunguz Dilleri Kore Dili

AnaKore Dili

Altay Dil Birliği

Altay Dil Ailesi Ağacı /Family Tree of Altaic Languages

Türkmen /Turkoman Güney Azerbaycan/South Azerbaidjan

Türkmenler /Turkomans Orta Asya/Central AsiaUygurlar / Uighurs

Page 143: 1453dergisi 12.sayi

BİLGİNİN ULU ÇINARI: BEYAZIT DEVLET KÜTÜPHANESİ

Selçuk AYDIN

THE GRAND SYCAMORE OF KNOWLEDGE: BEYAZIT STATE LIBRARY

Selçuk AYDIN

Page 144: 1453dergisi 12.sayi

BİLGİNİN ULU ÇINARI BEYAZIT DEVLET KÜTÜPHANESİ / THE GRAND SYCAMORE OF KNOWLEDGE: BEYAZIT STATE LIBRARY

142

BİLGİNİN ULU ÇINARI: BEYAZIT DEVLET KÜTÜPHANESİ

Selçuk AYDIN*

Osmanlıdan günümüze Türk bilim ve kültür hayatımızın ayrılmaz bir parçası olan Beyazıt Devlet Kütüphanesi II. Abdülhamid devrinde kurulmuş tarihi bir kurum-dur. Devlet tarafından kurulan ilk kütüphane olarak bilinen Beyazıt Devlet Kü-tüphanesi, “devlet eliyle, geniş kitlelere hizmet sunabilen, ülkede basılan bütün eserlerin toplanabileceği, satın alma ve bağışlarla sürekli zenginleşebilecek bir kütüphane” idealinden doğmuştur.

Kütüphane binası için, II. Beyazıt Külliyesinin müştemilatı arasında bulunan ve önceleri ahır olarak kullanılan imaret kısmında karar kılınmış ve dönemin padi-şahı II. Abdülhamid’in iradesi ile burası 1882 yılında hızlı bir onarım çalışmasına tabi tutul-muştur. İnşaatın denetimi bizzat sadrazam ve maarif nazırı tarafından yapılmış, Padişah II. Abdülhamid’in de şahsi bütçesinden verdi-ği destekle hızla tamamlanarak literaüre “ilk millî kütüphane” olarak geçen “Kütüphane-i Umumî-i Osmanî” 24 Haziran 1884 tarihin-de hizmete açılmıştır. Açılışa devlet adamla-rı, alimler ve halktan çok sayıda kişi katılmış, kütüphaneye bağışlanan bir takım “Naima Tarihi”nin dualarla raflara yerleştirilmesi ile bi-lim ve kültür hayatımızın gelişmesi için görevi-ne başlamıştır.

19. yüzyıl Batı’da etkisini gösteren milliyetçi rüzgâr kütüphaneleri de etkilemiş, Batılı ülke-lerin o zamana kadar kendi milli kütüphanele-rini kurmuş olmaları dönemin yöneticilerini de bu yönde bir çalışmaya itmiş; ilim adamı ve ay-dınların da desteğiyle bizde de bu anlamda bir kütüphanenin kurulmasını sağlamıştır. Bu yö-nüyle temelinde millilik barındıran kütüpha-nenin ismi kimi kayıtlarda “Kütüphane-i Umu-mi” olarak yer almasına karşın kitabesinde tam ismi “Kütüphane-i Umumi-i Osmani” olarak ya-zılıdır. Dönemin şartlarına ve Osmanlı İmpara-torluğunun yapısına göz atıldığında kütüpha-neye yüklenen misyon dönemin Milli kütüpha-nesi olma görevidir. 1883 tarihli bir vesika ile telif ve tercüme olarak yayınlanan her eserden bir nüshanın bu kütüphanede derlenmesi iste-ği de Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nin bu amaç-la kurulduğunu göstermektedir.

Kuruluşunu takip eden yıllarda hızlı bir koleksi-yon artışı gözlenen kütüphanede 3. hizmet yılı itibarıyla 4164 kitabın bulunduğu, muhtemelen 1889-1890 yıllarına ait olan mat-bu fihristindeki kayıtlara göre de 8054 kitaplık bir koleksiyona sahip olduğu gö-rülmektedir.

Balkan Savaşı yıllarında kaybedilen Osmanlı topraklarından kaçırılabilen çok sa-yıda yayının da kütüphaneye devredilmesi ile hızla büyüyen koleksiyon, vakıf, bağış ve nakil yoluyla gelen yayınlarla zenginleşmeye devam etmiş, 40. hizmet yılında koleksiyonunda bulunan yayınlar 200 yıllık matbaacılık tarihinde basılan 40.000 yayının yarısından fazlasını geride bırakmıştır.

THE GRAND SYCAMORE OF KNOWLEDGE: BEYAZIT STATE LIBRARY

Selçuk AYDIN*

The Beyazit State Library, a part of Turkish scientific and cultural life, was first established during the reign of Sultan Abdulhamid II. The library, the first to be established by the state, was born out of the idea to create “A library established by the state that can offer services to the masses; where all of the works printed in the country can be compiled and which can be continuously enriched through purchases and donations.”

For the location of the library, it was decided to make use of the soup kitch-ens that made up part of the auxiliary buildings of the Beyazit II Complex; this

building had previously been used as a stable. Under the direction of the sultan of the time, Abdulhamid II, this area underwent a speedy renovation. The inspection of the building was carried out by the grand vizier and the minister of education; Abdulhamid II made donations from his personal budget to support the proj-ect, thus allowing the work to be completed efficiently. The first national library in the Ot-toman State, Kütüphane-i Umumî-i Osmanî (The Ottoman Public Library), was opened on June 24, 1884. Many statesmen, scholars and members of the public attended the opening ceremonies; the donated copies of the Naima Tarihi (the first official Ottoman history, dat-ing to the 17th century) were placed on the shelves accompanied by prayers and thus the library began to play its role in the develop-ment of Turkish learning and culture.

The wind of nationalism, which began to have its effects in the West during the 19th century, blew through the libraries as well. The fact that by this time Western countries had established their own national libraries prompted the Ottoman authorities to take steps to this end, thereby facilitating the es-tablishment of a Turkish library with the sup-port of scholars and intellectuals. Although in some records the name of the library, which was fundamentally a nationalist enterprise, is recorded as Kütüphane-i Umumi (The Public Library), in official records it can be seen as Kütüphane-i Umumi-i Osmani (The Ottoman Public Library). When the conditions of the time and the structure of the Ottoman Empire

are examined we can see that the mission of this facility was to serve as the national library of the era. The statement, dated 1883, that it was desired to have one copy of every work, compilation and trans-lation that was published included in the library indicates that the Beyazit State Library was established for this purpose.

In the years following its establishment, there was a significant increase in the library collection; from the third year of its existence the library collection con-tained 4,164 books and according to reports most likely dating from 1889-1890, the library had a total of 8,054 books to its name.

Devlet tarafından kurulan ilk kütüphane olarak bilinen Beya-zıt Devlet Kütüphanesi, “devlet eliyle, geniş kitlelere hizmet sunabilen, ülkede basılan bütün eserlerin toplanabileceği, sa-tın alma ve bağışlarla sürekli zenginleşebilecek bir kütüpha-

ne” idealinden doğmuştur.

The library, the first to be established by the state, was born out of the idea to create “A library established by the state that can offer services to the masses; where all of the works printed in the country can be compiled and which can be

continuously enriched through purchases and donations.”

* Atatürk Kitaplığı, Süreli Yayınlar Şefi * Chief of department of journals in Atatürk Library

Beyazıt Kütüphanesi /Beyazıt Library

Page 145: 1453dergisi 12.sayi

143

1934 yılında yürürlüğe giren 2547 sayılı “Basma Yazı ve Resimleri Derleme Kanu-nu” ile beraber, derleme nüshası alan beş kütüphaneden birisi de Beyazıt Devlet Kütüphanesi olmuştur. Kanunun vermiş olduğu görevle Türkiye’de basılan kitap süreli yayın ve benzer bilgi taşıyıcısı materyallerin birer nüshaları buraya gönde-rilmeye başlanmış ve kütüphanedeki yayın mevcudu sürekli ve düzenli bir artış göstermeye başlamıştır.

Artan koleksiyonun tanımlanması için uluslararası standartlara uygun ilk kata-loglama çalışmaları başlatılmış, aynı yıl 48 gözlü iki adet katalog dolabının yaptı-rılmasından sonra eser ve yazar adına göre bilgi fişlerinin hazırlanmasıyla başla-yan süreç Dewey Onlu tasnif Sistemine uygun olarak hazırlanan modern fiş ka-taloglarının kullanılmaya başlamasıyla kaliteli hizmet anlayışına devam etmiştir.

24 Nisan 1952 tarihinde kütüphanenin bir bölümünde Ülkemizin ilk tam donanımlı ço-cuk kütüphanesi olan “ Beyazıt Çocuk Kü-tüphanesi” açılmış, eğitici filmler, müzik sa-atleri, serbest okuma saatleri ve çocuklarla ilgili birçok konferansın düzenlendiği, bir dö-nem için birçok ihtiyaca cevap veren bir bö-lüm olarak hizmet vermiş olmasına rağmen, kütüphanenin artan koleksiyonu nedeniyle bir süre hizmetine son vermek zorunda kal-mıştır.

Koleksiyon zenginliği olumlu bir gelişme ol-masına karşın ortaya çıkan depolama so-runu nedeniyle ek bina arayışları başlamış, onarım geçiren bazı bölümlerin de yeter-li çözümü sağlayamaması üzerine 1948 ve 1953 yıllarında Bakanlar Kurulunun iki ayrı kararıyla kütüphanenin bitişiğinde bulunan eski dişçilik mektebi ve külliyenin imaret bö-lümünde yer alan diğer bölümlerin restoras-yondan geçirilerek kütüphaneye dahil edil-mesi kararlaştırılmıştır. Bu bölümler uzun bir restorasyon çalışmasından sonra 1984 yılında hizmete açılmış ve kütüphanenin daha iyi şartlarda hizmetine devam etmesi sağlanmıştır.

1992 yılında Kültür Bakanlığı talimatıyla kü-tüphane bünyesinde bir “Görme Engelliler Bölümü” oluşturulmuştur. Açıldığı günler-de bir teyp ve bir mikrofonla gönüllü okuyu-cular tarafından kasetlere kitapların okun-duğu bu bölümde, günümüzde teknolojinin sağladığı üst düzey imkânlarla donatılmış altı adet özel yalıtımlı ses kayıt odası hazır-lanmış, her şeyin dijital ortamda yapıldığı bir platform haline getirilmiştir. Burada üretilen sesli yayınlar ülke genelindeki görme engel-li kullanıcılar için dağıtılmakta, “Braille Emb-rosser” makinası ile, ders notları, makaleler, bazı ders kitapları ve ayrıca İstanbul Devlet Tiyatrolarının aylık programları kabartma olarak basılarak görme engellilerin hizmeti-ne sunulmaktadır.

Ülkemizin önde gelen araştırma merkezlerinden biri olan Beyazıt Devlet Kü-tüphanesinin koleksiyon sayısı günümüzde 1.000.000’un üzerindedir. Bunlar-dan 513.128 adedi kitaptır. Kitaplardan 11.120 adedi yazma, 28.300 adedi Arap

The collection of the library, which quickly grew in number, included many works that were later stolen from Ottoman soil in the aftermath of the Balkan Wars; however, it continued to be enriched through the works that were donated, as well as with assistance from charitable foundations and the transfer of works. In its 40th year of service, the library possessed more than half of the 40,000 publications that had been printed in the 200 years of Ottoman printing industry.

In order for the increasing collection to be completed, efforts towards cataloging in compliance with international standards began. The same year two card-cat-alogues, with 48 compartments, were built and information cards were created according to the Dewey Decimal System. With the introduction of this system, the library was able to increase the quality of the services it was providing.

On April 24, 1952, a section of the library was set aside to create the first compre-hensive children’s library, which was to be known as the Beyazıt Çocuk Kütüphanesi (The Beyazit Children’s Library). This library provided many educational films, musical hours, reading hours and many conferences that catered to children. Despite meeting the needs of the children at this time, the in-creasing collection in the main library meant that the children’s library had to be tempo-rarily closed.

Despite the fact that the enrichment of the library was a positive development, the problem with storing the collections created a problem, resulting in a search for addi-tional buildings. Some buildings were reno-vated, but this proved to be insufficient; as a result, two separate decisions were passed by the Council of Ministers in 1948 and 1953 stating that the former dentistry faculty and other sections that made up the auxiliary buildings of the complex were to restored and given over to the library. Following a long restoration process, these buildings were open to the public in 1984, and the li-brary was now able to serve the public under better conditions.

With an order from the Ministry of Culture in 1992, a section for the visually impaired was opened. This section, which enabled vol-unteers to record a reading of a book onto tape, today contains six separate voice re-cording rooms which utilize the latest tech-nology. A special platform has been created to compile everything in digital format. The voice recordings are distributed throughout the country for the visually impaired; also lecture notes, articles, certain text books and the monthly schedules of the Istanbul State Theaters are offered to the visually impaired after they have been printed with a “Braille Embosser” machine.

The Beyazit State Library, one of the leading research centers of our country, cur-rently contains over 1 million printed works. Of these, 513,128 are books. Of the books 11,120 are manuscripts, 28,300 are printed in Arabic text, and 66,389 are

Page 146: 1453dergisi 12.sayi

BİLGİNİN ULU ÇINARI BEYAZIT DEVLET KÜTÜPHANESİ / THE GRAND SYCAMORE OF KNOWLEDGE: BEYAZIT STATE LIBRARY

144

harfli basma, 66.389 adedi diğer dillerdedir. Ay-rıca 34.641 adet kartpostal ve fotoğraf, 165 adet banknot, 2157 adet pul, 550 adet taş plak, 393 harita, 7055 adet afiş bulunmaktadır.

2003 yılında Hakkı Tarık Us Kütüphanesi kolek-siyonlarının Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ne dev-redilmesiyle kütüphanenin dergi ve gazete ar-şivi önemli bir koleksiyona daha sahip olmuş, 100.000 cildi aşan mevcudu ile araştırmacılar ve akademisyenler için zengin bir alternatif haline gelmiştir.

Sahip olduğu zengin koleksiyonunu, elektronik bilgi erişim hizmeti vermek amacı ve ilkesi doğ-rultusunda otomasyon programına aktaran kü-tüphane, http://www.beyazitkutup.gov.tr/ adre-sindeki web sayfasında bulunan katalog tarama menüsü yardımıyla mevcut kaynaklarına internet ortamı üzerinden erişim olanağı sağlanmıştır.

Günümüzde 4 ayrı salonda okuyucu hizmetine devam eden kütüphane, bünyesinde bulundur-duğu 50 kişilik konferans salonu, 20 kişilik mü-zik dinleme salonu, 30 kişilik dil laboratuarı, ay-rıca para, pul, resim, kartpostal, harita ve afişler-le ilgili görüntülerin de izlendiği sinema ve video salonu ile kültürel alanda üretim ve paylaşımla-ra ev sahipliği yapmaktadır. Kütüphane içinde düzenlenen birçok kültürel ve sosyal etkinliğin yanı sıra Kütüphane yönetimi tarafından çıkarı-lan hem kurum içi hem de mesleki haber ve ça-lışmaların yer verildiği “BDK” adlı bir de süreli ya-yını bulunmaktadır.

Kurumun ilk müdürü olan Hoca Tahsin Efen-di’den İsmail Saib Sencer’e, Prof. Dr. Necati Lugal’den Saadettin Nüzhet Ergun’a, Muzaffer Gökman’dan Hasan Duman’a Yusuf Tavacı’dan Şerafettin Koca’ya kadar pek çok değerli ismin büyük hizmetler verdiği bilginin bu koca çınarı, aynı meydanı paylaştığı asırlık çınara nazire yaparcasına 125 yıldır aynı yerinde, artan bir heyecan ve sorumluluk duygusuyla bilginin gelecek kuşaklara aktarıl-ması işlevine devam etmektedir.

Çalışma Saatleri :Hafta içi: 08.30 -19.00.Cumartesi: 08.30 - 17.00

KAYNAKLAR:

• Duman, Beyazıt Devlet Kütüphanesi 100 Yaşında, İstanbul, 1984

• Gökman, Muzaffer Beyazıt Umumi Kütüphanesi, İstanbul 1956.

• “Beyazıt Devlet Kütüphanesi” TDV İslam Ansiklopedisi.. İstabul 1992, 6.c, s. 51-52

• “Beyazıt Devlet Kütüphanesi”. Tarih Vakfı Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi. Tarih Vakfı, 1994.2.c.

• Beyazıt Devlet Kütüphanesi 125 yaşında. Haz. Süheyla Şentürk, Volkan Gülçek. İstanbul. 2010

• http://www.beyazitkutup.gov.tr/kunye.php [çevrimiçi erişim] 15.02.2011

in foreign languages. Furthermore, 34,641 post-cards and photographs, 165 banknotes, 2,157 stamps, 550 vinyl records, 393 maps and 7,055 posters can be found in the library.

With the transference of the Hakki Tarik Us Li-brary to the Beyazit State Library in 2003, the library gained a significant collection, becoming an important resource for academics with its collection of more than 100,000 volumes.

The rich collection of the library is available through the website http://www.beyazitkutup.gov.tr/, thus providing electronic information ac-cess and allowing users to browse the catalogue.

The library, which currently contains 4 separate sections for readers, is also home to a 50-seat conference room, a 20-seat music listening room, a 30-seat language laboratory, as well as a movie and video room where one can view images of money, stamps, post-cards, maps and posters, all of which work to make the library a home to cultural production and sharing. There are many cultural and social activities that are organized within the library, including a periodi-cal entitled “BDK”, which features news related to certain professions and works from both within and outside of the organization.

From the first chairman of the organization, Hoca Tahsin Efendi, to Ismail Saib Sencer, from Professor Necati Lugal to Saadettin Nüzhet Er-gun, from Muzaffer Gökman to Hasan Duman, from Yusuf Tavacı to Şerafettin Koca, this grand sycamore, an entity to which many esteemed names have contributed great efforts, continues to play a role in conveying information to future generations with the same degree of excite-ment and awareness of responsibility.

Working hours

Weekdays: 8:30 a.m. -7: 00 p.m.

Saturday 8:30 a.m.-5:00 p.m.

SOURCES:

• Duman, Beyazıt Devlet Kütüphanesi 100 Yaşında, (The Beyazit State Library is 100 years old) Istanbul, 1984

• Gökman, Muzaffer Beyazıt Umumi Kütüphanesi, (The Muzaffer Beyazit Public Library) Istanbul 1956.

• “Beyazıt Devlet Kütüphanesi” (The Beyazit State Library) TDV İslam Ansiklopedisi (The TDV Islam Encyclopedia) Istanbul 1992, vol. 6, pg. 51-52

• “Beyazıt Devlet Kütüphanesi” (The Beyazit State Library). Tarih Vakfı Dünden Bugüne (The History Waqf, from Yesterday to Today) Istanbul Ansiklopedisi. Tarih Vakfı, 1994. vol. 2.

• Beyazıt Devlet Kütüphanesi 125 yaşında. (The Beyazit State Library in its 125th year) prepared by Süheyla Şentürk, Volkan Gülçek. Istanbul. 2010

• http://www.beyazitkutup.gov.tr/kunye.php [online access] 15.02.2011

Beyazıt Kütüphanesi okuma salonu / Beyazıt Library reading hall

Beyazıt Kütüphanesi / BeyazıtLibrary

Beyazıt Kütüphanesi kapı süslemeleri / Door decoration of Beyazıt Library

Page 147: 1453dergisi 12.sayi

145

NETAYİCÜ’L-EZHAR YAHUT LALE-NAME İrfan DAĞDELEN

NETAYİCÜ’L-EZHAR OR THE BOOK OF TULIP İrfan DAĞDELEN

Page 148: 1453dergisi 12.sayi

NETAYİCÜ’L-EZHAR YAHUT LALE-NAME / NETÂYİCÜ’L EZHÂR OR THE BOOK OF TULIP

146

NETÂYİCÜ’L EZHÂR YAHUT LÂLE-NÂMEİrfan DAĞDELEN*

Osmanlı tarihinde bir devre adını veren lâle sadece zarif bir bahçe çiçeği olarak kalmamış, aynı zamanda zevk ve zarafetin sembolü olmuştur. Öyle ki lale yetiş-tirme işi halk arasında çok büyük bir rağbet görmüş ve toplumun her kesimin-den ve farklı meslek gruplarından insanlar yeni lale türleri yetiştirme yarışına gir-mişlerdir. Bu yarış aynı zamanda bir zarafet yarışı halini almış ve en güzel görü-nümlü laleyi elde etmek için bütün ömrünü lale yetiştirmeye adayanlar olmuş-tur. Bu durum devlet ricalini de etkilemiş ve onlar da hem lale yetiştirmeye hem de güzel lalelere servet denecek paralar ödeyerek onları elde etmeye çalışmış-lardır. Lale tutkusu Osmanlı Sarayına da ulaşmış ve Padişahın katılımıyla lale bah-çelerinde geceler boyu devam eden nice eğlenceler tertip edilmiştir. Nihayetin-de lale Osmanlı devlet yönetiminde bir döneme adını vermesi ile hafızalarda yer etmiştir. Son yıllarda düzenli bir şekilde kutlanmaya başlanan lale festivaline ve günümüzde en çok sıkıntısı çekilen konuların başında gelen “estetik yoksunlu-ğu” derdine derman olur ümidiyle zarafetin sem-bolü olan laleye sarıldık ve ilgili tarihi kaynakları in-celemeye, elde ettiğimiz verileri sizlerle paylaşma-ya karar verdik.

Lale ile ilgili yazılan kitapların en eskilerinden birisi Nuruosmaniye Kütüphanesi 4079 numaralı, Şeh-remini Camii hatibi el-Hac Mehmed ibn-i Ahmed el-Ubeydî tarafından yazılan 1110 (1698) tarihli “Netayicü’l-ezhar” adlı eserdir. Müellif bu kitabın-da selefin yazmış olduğu risaleleri cem’ edip yeni bir risale yazdığını belirtmekte-dir. Çiçek yetiştirmek için gayret gösteren şükûfeciyan taifesini yani çiçek yetişti-renlerin isimlerini toplamıştır. Bu işle uğraşan kişilerin isimleri ile birlikte lakapla-rı, şöhretleri, meslekleri, çiçeği ektikten sonra ortaya çıkış tarihleri hakkında kısa kısa bilgiler vermektedir. Her şükufe-perverin ölümüne tarih düşülmekte, çiçek-ler ve onları yetiştirenler hakkında beyitler de ihtiva etmektedir. Tüm bu bilgile-ri konuştuğu ve bilgi aldığı kişilerin sözlerine dayandırmaktadır.

Müellif “Çiçek yetiştirmeye meyli olan kardeşlerim bu kitaba bakıp faydalandık-larında her birini hayır duası ile yad edip ruhlarına bir Fatiha ile şâd edeler. Ümit ederim ki bu aciz ve günahkar ruhu da unutmayalar” demekle kitabı hangi amaç-la yazdığını da ortaya koymaktadır.

Risalede 202 kişinin ismini zikretmekte ve bunlardan 97’si ile bizzat görüştüğünü 105 kişinin ise vefat ettiklerini belirtmektedir. Adı geçen şahısların yetiştirdiği çi-çeklerden meşhur olan yedi çeşit gül, iki yüz kırk dokuz çeşit sade zerrîn, on bir adet sade kehriba, bir katmer kehriba, beş adet sîm, bir katmer sîm, bir Behram Bey sîmi, iki adet nur-bahş, bir sultanî deve boynu, bir katmer beğlik ve 481 adet lâle-i Rûmî, yedi adet sade sünbül, dokuz adet sade beyaz sünbül, bir adet yeşil sünbül, iki katmer mâî sünbül, bir katmer beyaz sünbül, bir kırmızı katmer sün-bül, altı adet Ağustos buhuru, on dört adet vakit buhuru, yüz kırk dokuz Girid la-lesi, üç adet Kudüs , altı adet zencebil Kağıthane, bir Kağıthane terfili, otuz yedi adet karanfil, bir ful, bir adet sîm tob, bir adet çarkıfelek, bir limon, iki armud, bir erik, bir kızılcık, bir fındık, iki imâme-i kâdı, bir kürre-i nâyî adlarındaki çiçeklerdir.

Vefat edenler hakkında müellif dua etmektedir. “Cenneti Adn ide Allah (c.c.) Eyüb Efendi yerin”, “Kondu nihâl-i rahmete Bülbül-i cân Ahmedî”gibi.

Ubeydî, Zekî, Alî, Va’dî, Cemalî, Himmetzade Nihâdî, Halilî, Sâkıb, Mantıkî, Nesârî gibi şairlerin mısra’ları kitabı edebi bir eser haline getirmiştir.

Şükûfeciyan, ezhâriyân diye adlandırılan bu taifenin sırasıyla isimleri ve yetiştir-diği çiçekler şunlardır:

Şeyhülislam Ebu’s-Suud Efendi. Tohum sahibidir. Zamanlarında üç adet zerrîni or-taya çıkarmıştır. Sarı renkte Ebu’s-Suud, Ebu’s-Suud Müşâbihî, Ebu’s-Suud Beya-zı adında yetiştirmiş olduğu çiçekler vardı. 22 Eylül 1574 tarihinde vefat etmiştir.

NETÂYİCÜ’L EZHÂR OR THE BOOK OF TULIPİrfan DAĞDELEN*

The tulip, giving her name to an epoch in Ottoman history, not merely was an el-egant garden flower; it grew into a symbol of refinement and elegance. It became so important that great competition occurred in society to raise tulips; people from every sector of society, involved in different occupations, entered the race to come up with new types of tulips, competing in elegance; and there were those who devoted their entire life to raising tulips. Even statesmen were involved and they not only tried to raise tulips, but purchased tulips, sometimes paying fortunes for this. The tulip fever also spread to the Ottoman palace; the Sultan organized many forms of entertainment that lasted throughout days and nights in tulip gardens. In the end the tulip is engraved in memories by its name being given to one of the eras of the Ottomans. In later years tulip festivals started to be celebrated in a regular fashion; we have clung to the tulip as a remedy to cure us of the problem that looms today, that of “the absence of aesthetics”. Studying

the case in relevant historical sources, we want to share, what we have learned, with you here.

One of the oldest books to be written about the tulip is the “Netayic ül-Ezhar” written by the hatip (preacher) of the Şehremini Mosque, el-Hac Mehmed Ibn-i Ahmed el-Ubeydî in 1110 (1698); this book can be found in the Nuruosmaniye Li-brary, No. 4079. The author states, he has taken the treatises written by his predecessors and

brought them together to write a new treatise. He listed here the names of the “Şükûfeciyan”, that is those who raise flowers. He gives the names and nick-names of the people involved in this business, as well as brief information about their fame, their career and the date of blossoming of their flowers. There is an chronogram for the death of every şükufe-perverin (flower fan), with couplets about flowers and their raisers. All this information is based on what the author learned from people he talked to.

The author states “I hope that those who are inclined to raising flowers and who look at this book will remember us and pray for us; may we find happiness with their recital of al-Fatiha. I hope that they will not forget this poor and sinful soul.” In this way, the author makes it clear what his aim was when writing this book.

In the treatise the author lists the names of 202 people, stating that he inter-viewed 97 of them himself, while the other 105 are dead. Of the flowers raised by the people mentioned, the famous ones include seven types of roses, two hun-dred and forty-nine types of plain daffodil, eleven plain kehriba, one double keh-riba, sîm, one double sîm, one Behram Bey sîm, two nur-bahş, one sultanî deve boynu, one double beğlik and 481 lâle-i Rûmî, seven plain hyacinth, nine plain white hyacinth, one green hyacinth, one double mâî hyacinth, one double white hyacinth, one red double hyacinth, six Ağustos buhuru, fourteen vakit buhuru, one hundred and forty-nine Girid tulip, three Kudüs, six zencebil Kağıthane, one Kağithane terfili, thirty-seven carnations, one ful, one sîm tob, one çarkıfelek, one lemon, two pears, one plum, one cornelian, one hazel, two imâme-i kâdı, one kürre-i nâyî.

The author prays for those who passed away: “Cenneti Adn ide Allah (c.c.) Eyüb Efendi yerin”, “Kondu nihâl-i rahmete Bülbül-i cân Ahmedî”.

“May God put you in the Garden of Eden o Eyup Effendi,“Landed on the flower of bliss is the nightingale (soul) of Ahmed Effendi”

By adding lines from poets like Ubeydî, Zekî, Alî, Va’dî, Cemalî, Himmetzade Ni-hâdî, Halilî, Sâkıb, Mantıkî and Nesârî, the author transforms this book into one that has esthetic wealth.

Osmanlılar birbirinden güzel lale türleri yetiştir-mekle yetinmemiş, aynı zamanda bu değerli çiçek

hakkında kitaplar da kaleme almışlardır. The Ottomans did not only grow up extremely be-autiful tulips, besides they wrote some books abo-

ut this valuable flower.

* Nadir Eserler Uzmanı *Rare Books Specialist

Page 149: 1453dergisi 12.sayi

147

İlyaszâde, tohumdan iki adet zerrîn yetiştirmiş olup bunlar İlyaszâde adıyla meş-hur olan sarı zerrîn ve iplikli sarı adları ile anılır. 1624’te vefat etmiştir.

Ahmed Sufi. Üsküdârî merhum Cennet Efendi hazretlerinin biraderidir. Halve-ti tarikatındandır. Aziz Mahmud Hüdayi Efendi hazretlerinin işaretiyle “Tafsili Revnakü’l-izhâr” adında bir kitap yazmıştır. Tohum ektikten bir müddet sonra ve-fat etmiş olup, yaşadığı dönem içersinde Dilkeş adında bir çiçeği vardır. İkincisi Lale-i Rûmîdir. Sûfî kabağı ve Dede Kabağı adıyla da bilinmektedir.

İbrahim Hanzâde Mehmed Bey. Zerrîn ve lale-i Rûmî adındaki tohumlara sahip-tir. Gülşen-zârâ adında sarı zerrîn, Hanzâde, Hanzâde Kırlangıcı adında üç adet lalesi vardır. Bunlar Keresteci Ali Çelebi tohumlarından üretilmiştir. Hayattay-ken ektikleri tohumlardan Müstesna ve Gülendam, Gül-gûnî, Romanî kabak, Dere Moru ve Nohûdî adında altı adet lalesi ile Tığlı Polye adında bir polyesi vardır. Ağustos Buhuru ilk önce bunların bahçesinde yetişmiş olmakla birlik-te tohum Ali Çelebi’nindir. 1670 senesinde vefat etmiştir. Kab-ri Eyüpsultan’dadır. Cinan-ârâ sarı çiçeğini üretmiş olup ismini Tezkireci Efendi vermiştir. Tohum Mehmed Bey’indir.

Altıparmak İbrahim Efendi. Sarı çiçek tohumu sahibidir. Hayatta iken Engüşt sarı çiçeğini üretmiştir. 1673’te vefat etmiş olup Mu-rad Paşa Camii haziresine gömülmüştür.

Aşçı Hüseyin. Eyüb el-Ensari İmareti aşçısıdır. Al Kağıthane’yi bul-muştur. 5 Eylül 1682’de vefat etmiştir.

Eyüb Efendi. Mâh-ı tâbân sarı çiçeği üretmiş olup 1683 tarihinde ve-fat etmiştir.

Kasımpaşalı Ahmed Efendi. Lale ve zerrîn tohumu sahibidir.Ahmedî adıyla iki lalesi vardır. Cihandâr-ı Süleymânî adında sarı çiçek tohumu hayattayken or-taya çıkmıştır. Vefatından sonra Rumî tohumundan seçkin bir lale üretilmiş olup hâlâ Ahmedî adıyla meşhur bir laledir. 1683’te vefat etmiştir.

İmamzâde Mehmed Efendi Üsküdârî. Lale-i Rûmî’ye sevgisi fazlacadır. To-hum sahibi olup çokça eseri vardır. Elmâsî Lalesi, Ferid-i cihân, Miru’l-ezhâr adında laleleri olup bu isimleri kendisi vermiştir. Evreng-i zibâ ismini yazar vermiştir. Evreng-i Zibâ, Hüdâdâ, Solakzâde Pesendi, Yeşil Melek (isim Eyyubî Hâdim Ali Ağa’nındır). Kavs-ı İlâhî, Bülend-i Elmâsî, Ru-yi Arus ad-larıyla dokuz adet laleye sahiptir.

Eyyubi İbrahim Bey (Davudpaşazâde). Yedi adet çiçeği vardır. Edhemî La’leyn ve Edhemî Süleymânî, Saadet-nişin zerrîn kadeh çiçeği ve Ni-han kadeh, La’leyn kadeh, Süheylî İbrâhimî, Ziya-bahş gayet keskin ve la’leyn kadeh çiçeklerdir.

Bektaşî İbrahim Bey. Altı adet Rûmî lalesi üretmiştir. Âlem adında bir turuncu lalesi ile Ser-ifrâr, Gül Mey-nûş, Azâr-ı Yusuf, Dil-âviz-i Şerâbî, İbret-nümâ laleleri vardır.

Ekserci Ahmed Çelebi. Lale-i Rûmî tohumu sahibi olup Mümtaz-ı âlem, Şebreng, Katmer-i Kehribâ bunun çiçekleridir. 1689’da vefat etmiştir.

Uzun Süleyman Çelebizâde. Dört adet lalesi var-dır. Meknun adında bir al Rûmî lalesi, Hayatu’l-kulûb, Sultan-ı Cihan ve Al Kırlangıç, Beyaz Katmer Sümbülü, Pertâb adındaki çiçekleri yetiştirmiştir. İsmail Efendi. Yeniçeriyan Der-gahında katib olarak hizmet etmektedir. Yeniçeri Efendisidir. La’l-i Pâre, İsmail Efendi İbrisi adındaki çiçekleri yetiştirmiştir. Meyveler ve ziyadece laleler toplamıştır. Lale-i Girid’de Gül-şâdâb, Hoş-boy isimleri bu şahsındır.

Kethüdâ Yerizâde Ahmed Çavuş. Sultan-ı Cihan Ahmed Çavuş lalesi vardır.

Eyüb Efendizâde Hüseyin Efendi. Girid lalesi ile üç adet lale tohumu vardır. Yeşilî sarı, Kırlangıç, Dürr-i Yetim, beyaz turfanda Dürr-i Yekta ve Nâfia-i Dildâr nâm Gi-rid bunlardandır. 1693’te vefat etmiştir.

Mehmed Bey ibn İbrahim Paşa. Lale-i Girid’de Pirûze sarı, Sultânî, Gül-gûnî ve al tohumlu (Nâzende), Dâmen-pûş, Şems-i hâledâr (Eber-i muhayyeli), Şûrîde,

These experts, who are referred to as şükûfeciyan or ezhâriyân, and the flowers they raised are as given below:

Sheikh-ul-Islam Abu Suud Effendi: He developed many seeds. During his life he de-veloped three daffodils. These flowers, yellow in color, were known as Ebu’s-Suud, Ebu’s-Suud Müşâbihî and Ebu’s-Suud Beyazı. He died on 22 September, 1574.

İlyaszâde, he raised two zerrin from a seed and one of these was the yellow daf-fodil that became famous with his name. In addition there is a yellow color of thread that became known by his name. He died in 1624.

Ahmed Sufi. He was the brother of the late Cennet Effendi of Üsküdar. He was of the Halwati Sufi order. He wrote a book upon permit of his mentor Aziz Mahmud Hüdayi Effendi, which was called “Tafsili Revnakü’l-izhar” (Description of the

Beauties of Outlooks). He died soon after he planted his last seeds. Neverthe-less he raised flowers with one of them called Dilkeş before his death. The other flower was a Rûmî tulip. This is also known as the

Sufi kabak or the Dede kabak.

İbrahim Hanzâde Mehmed Bey. He developed daffodil and Rûmî tu-lip seeds. He developed a yellow daffodil known as Gülşen-zârâ and three tulips known as Hanzâde Kırlangıcı. These were raised from the seeds of Keresteci Ali Çelebi. While still alive he raised six tulips

from the seeds he planted, known as Müstesna, Gülendam, Gül-gûnî, Romanî kabak, Dere Moru and Nohûdî, and a polye known as the Tığlı Polye. Also the Ağustos Buhuru was first raised in his garden, the seed

was from Ali Çelebi. He died in 1670. His grave is in Eyüp Sultan. He developed a yellow flower, the cinan-ârâ, named by his friend Tez-

kireci Effendi.

Altıparmak İbrahim Effendi. He was the developer of a yellow flower seed; the Engüşt. He died in 1673 and was buried at the Murad

Paşa Mosque.

Aşçı Hüseyin. He was the cook of the Eyüp el-Ensari İmareti (soup kitchen). He developed the Al Kağıthane. He died on 5 September 1682.

Eyüp Effendi. He developed the Mâh-ı tâbân yellow flower and died in 1683.

Kasımpaşalı Ahmed Effendi. He developed tulip and daffodil seeds. He had two tulips known as Ahmedî. The yellow flower seed known as Cihandâr-ı Sül-eymânî was developed by him. After he died a unique flower was produced from his Rumî seed, and this is the famous tulip that is still known as the Ahmedî. He died in 1683.

İmamzâde Mehmed Effendi Üsküdârî. His love for the Rûmî tulip was very great. He developed seeds that have produced many flowers. He devel-oped the Elmâsî tulip, the Ferid-i cihân and the Miru’l ezhâr, all of which he named himself. The author gave this flower the name evreng-i zibâ.. Imam-zade developed nine tulip strains with the names the evreng-i zibâ, Hüdâdâ, Solakzâde, Pesendi, Yeşil Melek (this name was given by Eyyubî Hâdim Ali A g h a ) , Kavs-ı İlâhî, Bülend-i Elmâsî and Ruüyi Arus.

Eyyubi İbrahim Bey (Davudpaşazâde). He developed sev-en strains. The Edhemî La’leyn and Edhemî Süleymânî,

the Saadet-nişin daffodil and the Nihan kadeh, the La’leyn kadeh, the Süheylî İbrâhimî, the Ziya-bahş gayet keskin are

strains of the la’leyn kadeh genus.

Bektaşî İbrahim Bey. He developed six Rûmî tulip strains. He had an orange tulip sort called Âlem ; others are the Ser-ifrâr,

Gül Mey-nûş, Azâr-ı Yusuf, Dil-âviz-i Şerâbî and İbret-nümâ tulips.

Ekserci Ahmed Çelebi. He started with the Lale-i Rûmî seed and pro-duced the Mümtaz-ı âlem, Şebreng, Katmer-i Kehribâ from this seed.

He died in 1689.

Uzun Süleyman Çelebizâde. He had four strains; he had an al Rumî sort of tulip called Meknun, and other flowers called Hayatu’l-kulûb, Sultan-ı Cihan and Al Kırlangıç, as well as the White Layered Hyacinth, and a flower called Pertâb.

İsmail Effendi. He served in the Janissary Headquarters as a clerk. He was an “Effendi” (Officer) of the Janissaries. He raised flowers known as the La’l-i Pâre

Page 150: 1453dergisi 12.sayi

NETAYİCÜ’L-EZHAR YAHUT LALE-NAME / NETÂYİCÜ’L EZHÂR OR THE BOOK OF TULIP

148

Sürh-feşân, Semensâ, Beyaz Çemendâr bunundur. 1689’da vefat etmiştir. Meh-med Efendi Bakizâde. Bakizâde Süleymânîsi adındaki zerrîni meşhurdur. 1630’da vefat etmiştir. Kocamustafapaşa hangahında Pîş-kadem Yusuf Efendi. Güzide sün-büle sahiptir. Mürdüm adıyla anılmaktadır. 1652’de vefat etmiştir. Üsküdar’da Maktul Karamustafapaşa Mezarlığında gömülüdür. Anbarcızâde Ahmed Çelebi. Altımermerde oturmaktadır. Cerrahlık mesleğinde yetenekli olup 6 Ekim 1692’de vefat etmiştir. Anbarcı Sünbülü, çivid maisi gayet güzide bir sünbül olup mor ka-ranfilleri vardır. Ahmed Çelebi. İmam Çivizâde Mehmed Efendi’nin biraderidir. Lale-i Rûmî sahibidir. Behram Bey. Behram Bey sîmî adında çiçek yetiştirmiştir. Bu çiçeği Bosna vilayetinden getirmiştir. Sultan Süleyman zamanında vefat etmiştir. Bestanzâde Mehmed Efendi. Şairdir. Tohum sahibi olup iki adet zerrîni vardır. Cihandâ-ı Süleymânî, Bestanzâde Süleymanisi meşhurdur. 11 Nisan 1695’te vefat etmiştir. Mehmed Efendi (Bâkîzâde). Şiir ve inşâ sahibidir. Bâkîzâde Süleymânîsi meşhurdur.1630 tarihinde vefat etmiştir. Yusuf Efendi (Pîş-kâdem Hangah-ı Koca-mustafapaşa). Sünbül tohumuna sahiptir. Merdüm namıyla bilinir. Âlî, “sünbüller içinde naziktir ve benzeri yoktur” der. Kırmızı Buhur İstanbul’da bunlarla bilinmiş-tir. 1652’de vefat etmiştir. Kasım-paşalı Boşnak Mahmud. Dört adet zerrîni vardır. Boşnak Süleymânî ismini vermiştir. Cemâlî. “Nazar it bunâ da ey yüzü mâhîm. Budur Boşnak Süleymânîsi şâhım”, mıs-ra’ını bu çiçek için yazmıştır. Ayrı-ca Boşnak-ı sâni, Boşnak Beyazı, Mahmûdî la’leyn, Me-nev siyâhî, Kebir âl, sagir âl, adında çiçekleri vardır. 1682’de vefat etmiştir. Ölümüne “Ya ilâhî cennet ola Bosnevî Mahmud Kabri” diye tarih düşülmüştür. Balıkçı Safer. Eyüp-sultanlıdır. Üç adet Kağıthane lale-si bularak kimseye vermeden ve-fat edince metrukatından aldılar. Yeşil Göbeklü Katmer, Yekpâre Gül-gûnî bunundur. 1687’de vefat etmiştir. Pabuççu Mustafa Çelebi Efendi. Kasımpaşalıdır. Büyük Pa-buççu ve Küçük Pabuççu adında iki adet Rûmî lalesi vardır. Berber İbrahim Çelebi. Kasımpaşalıdır. Tığlı Süleymânî adındaki zerrîn sa-hibidir. Bekir Ağa tâbi’-i Ahmed Kethüdâ. Kıbrıs lalesi ile Halkârî, Gül-ârâm, Satt-ı tohumlu, Azârî adıyla dört adet Girid lalesine sa-hiptir. Hattat Bekir Ağa. Az zaman-da nadide Giridler ve güzide to-hum sünbüllere yetiştirip isim koymaya rağbet etmemişlerdir. Al Gülgûnî Karanfili de vardır. Piri Paşazâde es-Seyyid Mehmed Bey el-Cemâlî. Tohum sahibi olup çe-şitli çiçekler yetiştirmiştir. Sürh-sepîd, Eyvanlı, Gülpenbe, Bin ili adında dört adet karanfili vardır. Mehmed Çelebi’nin ektiği tohum-ları pederi el-Hac Ali yardımıyla satın almış ve bu çiçekler açıldıkça isimler koymuştur. Aziz Çelebi’nin ektiği Rûmî tohumlarını biraderi Emin Efendi’den aldığı lalelerden henüz 24 adedine hayr ile anılması için isim koymuştur. Bundan maksadı yetiştirirken zahmet çektiği to-humlara vefasızlık etmek istememesidir. Berber Abdullah Çelebi Eyyubî. Gül-renk-i Müsellem çiçeğine sahiptir. Tezkireci Mehmed Efendi (Memekzâde). Beş adet zerrîn ve on yedi adet Rûmî lale ile bir adet Girid lalesine sahiptir. Tuhfetü’l-ezhar, La’leyn-i kadeh gayet büyük, renksiz ve desterelidir. Çiçeğe o kadar hayran-

and İsmail Efendi İbrisi. He collected samples of fruit and, in particular, of tulips. The names of the Girid (Crete) tulips, Gül-şâdâb and Hoş-boy belong to himKeth-üdâ Yerizâde Ahmed Çavuş. He developed the Sultan-ı Cihan Ahmed Çavuş tulip. Eyüb Efendizâde Hüseyin Effendi. He developed seeds for the Girid (Crete) tulip and three other tulips. The Yeşilî sarı, Kırlangıç, Dürr-i Yetim, Beyaz Turfanda Dürr-i Yekta and Nâfia-i Dildâr nâm Girid were some of these. He died in 1693. Mehmed Bey ibn İbrahim Pasha. The Girid genus tulips Pirûze sarı, Sultânî, Gül-gûnî and al tohumlu (Nâzende), Dâmen-pûş, Şems-i hâledâr (Eber-i muhayyeli), Şûrîde, Sürh-feşân, Semensâ and Beyaz Çemendâr belonged to him. He died in 1689. Mehmed Effendi Bakizâde. His daffodil Bakizâde Süleymânîsi was well known. He died in 1630. Yusuf Effendi from the Kocamustafapaşa Convent: He developed the Güzide also known as the Mürdüm. He died in 1652. He was bur-ied in Üsküdar, in the Maktul Karamustafapaşa Cemetery. Anbarcızâde Ahmed Çelebi. He lived in Altımermer. He was skilled in surgery, and died on 6 October, 1692. He had the Anbarcı Sünbülü, and a unique indigo Mai hyacinth, and purple carnations. Ahmed Çelebi. Imam Çivizâde Mehmed Effendi’s brother. He devel-

oped a Rûmî tulip. Behram Bey. He raised a flower known as Beh-ram Bey sîmî. This flower was brought from Bosnia. He died dur-ing the reign of Sultan Süleyman the Magnificent. Bestanzâde Mehmed Effendi. He was a poet. He developed seeds and two daf-fodils: The famous Cihandâ-ı Sül-eymânî and Bestanzâde Süleyma-nisi . He died on 11 April, 1695. Mehmed Effendi (Bâkîzâde). He was a poet and litterateur. His strain Bâkî-zâde Süleymânîsi was famous. He died in 1630. Kasımpaşalı Boşnak Mahmud (Mahmud the Boshniak from Kasımpaşa): He developed four daffodils. He called these the Boşnak Süleymânî. The poet Cemâlî wrote the following lines for this flower: “Nazar it bunâ da ey yüzü mâhîm. Budur Boşnak Sü-leymânîsi şâhım” Look my moon-face at this. This is the Boshniak Sultan Suleiman (of flowers). In addition, he had the Boşnak-ı sâni, Boşnak Beyazı, Mahmûdî la’leyn, Me-nev siyâhî, Kebir âl and sagir âl. He died in 1682. His chronogram is: “Ya ilâhî cennet ola Bosnevî Mahmud Kabri”.Oh God, may this grave be Eden for Mahmud the Boshniak.Balıkçı Safer (the Fisher). He was from Eyüp Sultan. He developed three Kağıthane tulips, and died with-out giving them to anyone; they were later taken from his garden. The Yeşil Göbeklü Katmer, Yek-pâre Gül-gûnî were of these. He

died in 1687. Pabuççu Mustafa Çelebi Effendi (the Shoemaker). He was from Kasımpaşa. He developed two Rûmî tulips, Büyük Pabuççu and Küçük Pabuççu. Berber İbrahim Çelebi (the Barber). He was from Kasımpaşa. He developed a daf-fodil called Tığlı Süleymânî. Bekir Ağa tâbi’-i Ahmed Kethüdâ (Ahmed Kethüdâ, Publisher of the Bekir Agha) He developed a Kibris (Cyprus) tulip and the seeds of four Girid (Crete) tulips, Halkârî, Gül-ârâm, Satt-ı tohumlu and Azârî. Hattat Bekir Agha (the Calligrapher). He raised Girid (Crete) hyacinths and unique hyacinths in

Page 151: 1453dergisi 12.sayi

149

dır ki Maktul Kara Mustafa Paşa ektiği lale soğanlarından istemiş ve kendisine ih-san ve iltifatlarda bulunarak 40 altın hediye etmiştir. Müellif demiştir ki: “Mezkur soğanı bana dahi getirseler bende kırk altına satın alırım” demektedir. Tuhfetü’l-Muluk, Tuhfetü’l-Cinân la’leyn kadehtir. Va’di “Bu gülistan-ı âlem cennet misalde tab’-ı latifin olmağla ravzatü’-cinân” adlı mısra’ı bunun için yazmıştır. Tuhfetü’l-Arus beyaz la’leyndir. Kadehi yüksektir. Büyük Süleymânî, Küçük Süleymânî, Ser-âmed la’leyn, Ser-âmed Süleymânî, Beyaz Hüdâdâ, Beyaz nûr-ı behişt, Ferid-i cihân. İlkönce sarı açar ikinci başı açınca bir miktar ağarır. Üçüncü baş açınca ev-velki de ağarır. İkinci de ağarmaya başlar. Arusu’l-ezhar beyazdır. Arusu’l-cinân beyazdır. Nûr-ı Muhammedi, beyaz la’leyn olup kadehi yüksektir. Beyaz yekmürdî, Şems-i cihân, Muhammedî Süleymânî, Hudâdâd-ı la’leyn, Bedehşi la’leyn, Beyaz Muhammedî, Beyaz Tâcü’l-ezhâr, Nâ-yâb-ı Süley-mânî, Dâd-ı Hüdâ, Kisûdâr-ı la’leyn, Ahmed Kethüda-pesend, Alemgir-i Süleymânî, Alemgir, Cihangir-i la’leyn, Câm-ı cem iri çiçektir. Âşüfte la’leyn, Dil-rübâ, Dil-ârâ, Cihan-ârâ, Yumurdî la’leyn. Bu çiçek için Âlî “Nuş idüb bilür şerâb-ı nâb-ı aşkın dâdını. Seyr edüb uşşâk-ı yu-murdi demişler adını” demiştir. Câm-ı cem-i müşâbihî, Mulûkî Süleymânî, Mulûkî la’leyn, Sâlih-i müşâ-bihî üç nev’den (Müstesnâ, Beyaz, Şişhâne kadeh), Beyaz Nurü’l-ayn, Şehnaz-ı Süleymânî, Şehnâz-ı la’leyn, Âlem-ârâ müşâbihî, Süheylî, Tuhfetü’l-ezhâr müşâbihî, Nevruziye mü-şâbihi, Çorbacı müşâ-bihî, Muhammedî müşâbihi, Dil-firib, Dil-firib müşâbihi, Nihan kadeh, Bodur la’leyn, Renksiz yüksek kadeh, Renkli yüksek ka-deh, Ferhunde, Müsellem Süleymânî, Tıfılî la’leyn, Bahariye, Turfanda cihan-pesend müşâbihî, Hacı Yusuf müşâ-bihi. Bunlardan başka isimlendirilme-yen çiçekleri de vardır. Bir kehri-bâsı, lâle-i Rûmî’de cihan-tâb, âl, Âteş-tâb, Yeşil, Muham-medî, gül-renk, dibâ, Kebir şarâbî, Kızıl kabak, Mor, sürh-pûş, leylak, Sultânî, Yâkûtî, Turfanda elması, Al Girid, Sîm tob. Meyvelerde de çok eser-leri vardır. 1688 tarihinde vefat etmiştir. Edirne-kapısı dahilinde Nişanca Cami’inde gömülüdür. Tacir Mustafa Çelebi. To-hum-ı Rûmî sahibidirler. Ömrü vefa etmediğinden tohumlar Koca Yusuf Efendi hazinedârı Hacı Ömer’e nakl edilip bu beş adet laleyi üretmiştir. Gül-pûş, sürh-pûş, dil-nevâz, Manend-i Hatâî, Ankuti. 1681’de vefat et-miştir. Tiryaki A’rac İsmail Çelebi. Firdevsi Alaca Girid lalesi sahibidir. 1695’te vefat etmiştir. Hüse-yin Ağa. Çelebi Hoca diye meşhur olmuştur. Zerrîn, lale ve karanfil tohumu sahibidir. Cüce Süheylî, Cüce kehribâsı ve Cüce sîmi adlı üç adet Rumî lalesi vardır. Cüce elması ve Cüce Erguvânisi diğer çiçeklerindendir. 1650’de vefat etmiştir. Çorbacı Mehmed Ağa. Lale tohum sahibi ve zerrîni ile meşhurdur. Çorbacı adıyla meşhur ol-muştur. Bir kehribâsı, Rûmî lalesi, Çorbacı güzel alacası ve Çorbacı beyazı adıyla meşhur gülleri vardır. 1666’da vefat etmiştir. Kabri Galata Mevlevihânesi karşısındadır. Cafer Beyzade Ab-dullah Kaptan. Güzide kırlangıç adında bir adet la-lesi vardır. Cafer Beyzade Mehmed. Dört adet Rûmî lalesi vardır. Gül Hurşid, Gülfâm, Mir-i mü-sellem, Dilfuruz. Çiftçi Abdullah Beşe ve Hasan Beşe. Gül ve Goncaya benzeyen Dihkânî Hataî Abdi Beşe, Dihkânî Kırmızı Hasan Beşe namı Girid-ler bunlara aittir. 1692’de vefat etmiştir. Yedikulevî Çiçekçizâde eş-Şeyh Mehmed Efendi. Çok fazla sayıda Girid lalesine sahiptir. Şeyhzâde Eyvanlısı, Şeyhzâde ibri-si bunlardan sadece ikisidir. İmam Câbî Hasan Efendi: Fındıklı’da oturmaktadır. Tohum sahibidir. Mercan Pınar, Sinan Paşazâde Kelkûnî Hüseyni adındaki Rûmî lalelerine kendisi isim vermiştir. Karanfili Cin Ali Çelebi. Sevgisi karanfilden yana olduğu için hayli karanfile sahip olmuştur. Bunlardan bugün mevcut olan Zemin ve zaman, Leylâkî, Ru-yi Arus, Zibâ, Yâkûtî, Dildâdedir. Bu isimleri Cemali Bey ver-

a short time, but these have not been named. He has the Al Gülgûnî carnation. Piri Paşazâde es-Seyyid Mehmed Bey el-Cemâlî. He developed seeds and raised a variety of flowers. He had four carnations, Sürh-sepîd, Eyvanlı, Gülpenbe and Bin ili. He purchased the seeds sown by Mehmed Çelebi with the help of el-Hac Ali and named them. He took the Rûmî seeds that were planted by Aziz Çelebi from his brother Emin Effendi and named them to be remembered with blessings when there were still only 24 flowers. The purpose for raising these was that he did not want to be unfaithful to the seeds that he had gone to trouble for. Barber Abdullah Çelebi Eyyubî. He owned the Gül-renk-i Müsellem. Tezkireci Mehmed Effendi (Memekzâde). He had five daffodils and seventeen Rûmî tulips and a Girid tulip. These are the Tuhfetü’l-ezhar, La’leyn-i kadeh, a rather large, white and serrated sort. The flower was so admired that Maktul Kara Mustafa Pasha wanted the tulip bulbs and paid 40 gold coins for it. The author said: “If they brought the bulbs to me, I would also pay 40 golden coins” Tezkireci had the Tuhfetü’l-Muluk, Tuhfetü’l-Cinân la’leyn kadeh. Va’di wrote the following line for them: “Bu gülistan-ı âlem cennet misalde tab’-ı latifin olmağla ravzatü’-cinân”

He also developed the white tulip Tuhfetü’l-Arus. This tulip had a long bowl shape. Other sorts were the Büyük Süleymânî, Küçük Süleymânî, Ser-âmed la’leyn, Ser-âmed Süleymânî, Beyaz Hüdâdâ, Beyaz nûr-ı behişt and Ferid-i cihân. This one was yellow when the first flower blossoms, and when the second one blossoms it started to turn silver. When the third flower blossomed it turned even more silvery than before. The Arusu’l-ezhar and Arusu’l-cinân were white. Nûr-ı Muhammedi also was a white tulip with a long body. He also developed the Beyaz yek-mürdî, Şems-i cihân, Muhammedî Süleymânî, Hudâdâd-ı la’leyn, Bedehşi la’leyn, Beyaz Mu-hammedî, Beyaz Tâcü’l-ezhâr, Nâ-yâb-ı Sül-eymânî, Dâd-ı Hüdâ, Kisûdâr-ı la’leyn, Ahmed Kethüda-pesend, Alemgir-i Süleymânî, Alemgir, Cihangir-i la’leyn and Câm-ı cem, the last one be-ing a large flower. Others were the Âşüfte la’leyn, Dil-rübâ, Dil-ârâ, Cihan-ârâ and Yumurdî tulips. About this last flower, Âlî said: “Nuş idüb bilür şerâb-ı nâb-ı aşkın dâdını. Seyr edüb uşşâk-ı yu-murdi demişler adını”. The Câm-ı cem-i müşâbihî, Mulûkî Süleymânî, Mulûkî la’leyn and the Sâlih-i müşâbihî all were of three types (Müstesnâ, Bey-az or Şişhâne kadeh); these included the Beyaz Nurü’l-ayn, Şehnaz-ı Süleymânî, Şehnâz-ı la’leyn, Âlem-ârâ müşâbihî, Süheylî, Tuhfetü’l-ezhâr müşâbihî, Nevruziye müşâbihi, Çorbacı müzşâ-bihî, Muhammedî müşâbihi, Dil-firib, Dil-firib müşâbihi, Nihan kadeh, Bodur la’leyn, Renksiz yüksek kadeh, Renkli yüksek kadeh, Ferhunde, Müsellem Süleymânî, Tıfılî la’leyn, Bahariye, Tur-fanda cihan-pesend müşâbihî and the Hacı Yusuf müşâbihi. There were more flowers that were not given names. Again he developed the kehribâsı and lâle-i Rûmî’de cihan-tâb, âl, Âteş-tâb, Yeşil, Muhammedî, gül-renk, dibâ, Kebir şarâbî, Kızıl kabak, Mor, sürh-pûş, leylak, Sultânî, Yâkûtî, Turfanda elması, Al Girid and Sîm tob. He also had many types of fruit. He died in 1688. He

was buried at the Nişanca Mosque, in Edirnekapı. Tacir Mustafa Çelebi. He was the owner of Tohum-ı Rûmî. Before he died, he handed over his seeds to Hacı Ömer, the treasurer of Koca Yusuf Effendi, and the latter developed these five tulips: Gül-pûş, sürh-pûş, dil-nevâz, Manend-i Hatâî and Ankuti. Tacir died in 1681. Tiryaki A’rac İsmail Çelebi. He was the owner of the Firdevsi Alaca Girid tulip. He died in 1695. Hüseyin Agha. He was also known as Çelebi Hoca. He owned daffodil, tulip and carnation seeds. He had three Rûmî tulips: Cüce Süh-

Page 152: 1453dergisi 12.sayi

NETAYİCÜ’L-EZHAR YAHUT LALE-NAME / NETÂYİCÜ’L EZHÂR OR THE BOOK OF TULIP

150

eylî, Cüce kehribâsı and Cüce sîmi. Cüce elması and Cüce Erguvânisi were some of his other flowers. He died in 1650. Çorbacı Mehmed Agha. He owned a tulip and was famous for his daffodils. He was more known as Çorbacı. He had a kehribâ, a Rûmî tulip, and famous roses known by the name Çorbacı güzel alacası and Çorbacı beyazı. He died in 1666. His grave is opposite the street at the Galata Mevlevihâne. Cafer Beyzade Abdullah Kaptan. He had a tulip known as the Gü-zide kırlangıç. Cafer Beyzade Mehmed. He had four Rûmî tulips; these are Gül Hurşid, Gülfâm, Mir-i müsellem and Dilfuruz. Çiftçi Abdullah Beşe and Hasan Beşe Brothers. The Girid tulip that resembles a rose and a bud, known as Dihkânî Hataî Abdi Beşe and Dihkânî Kırmızı Hasan Beşe belonged to them. Yedikulevî Çiçekçizâde eş-Şeyh Mehmed Effendi. He had a large number of Girid tulips. The Şeyhzâde Eyvanlısı and the Şeyhzâde ibrisi are just two examples of these. İmam Câbî Hasan Effendi: He lived in Fındıklı. He had some seeds. The Mercan Pınar and the Sinan Paşazâde Kelkûnî Hüseyni Rûmî tulips were named by him. Ka-ranfili Cin Ali Çelebi. He was eager about carnations, and had many carnations. Some of these were the Zemin ve zaman and the Dildâde. These names were given by Cemali Bey. Mehmed Effendi. He was the imam at the Çivizâde Kalburcu Mehmed Effendi Mosque in Fatih. He owned seeds, and a flower by the name of Pişvâ-bahş. Hekimbaşı Mehmed Effendi. He was the Reis ül-etibba (Chief Physi-cian) at the time of Sultan Murad. He had seeds, four daffodils and the flowers named the Hekimbaşı Süleymânisi, Kemyâb, Zanbak Sarısı and Atlas Hekimbaşı. He died in 1632. Halıcızâde Mehmed Pasha. He owned seeds. The Halıcıoğlu li-monu and Halıcıoğlu Bozdoğanı were some of these. In 1665 he was murdered in Yedikule. Hasan Kapudanzâde Mehmed Kapudan. He produced thirteen daffo-dils. He had the Bülend Süleymânî and Muhammedî tulips. Zeki wrote the follow-ing lines about this last flower: “Her bahçesi bu şehr-i azimin rengin gördüm Gezerek hezâr-ı nev’-i zerrîn, Sarusu muâdil birbirine amma Muhammedi la’leyne hezâr Tahsin.” His flowers were Sahib-i zemân, Tâc-ı cem, lenduhâ , Hakânî, Hoşnümâ, Nakkaş çaldı, İbrik-i la’leyn, niyatu’n-nakş, dil-firib, Seniyyetli and Bektâşî. He died in 1696. Hacı Yusuf. He had daffodil seeds. He managed to raise four daffodil strains. These were the Hacı Yusuf Müntehâsı, Hacı Yusuf Battâlî, Hacı Yusuf Turfandası and Çakşurluk. He died in 1760. Hacı Halife. He had the Mai Katmer Salkımlı, and the Mai hyacinth. He died in 1663. Hamamcı Mehmed Çavuş. He had flowers called Âsâr-ı Kesire-i ezhâr and Nâil-i güzide-i esmâr-ı eşcâr. He had the seeds of the Rûmî tulip. He was very fond of the Rûmî tulip and raised eighteen samples: Sultan-ı Cihan (named by Musahib Pasha), Sultan-ı ci-han müşâbihi, Kızıl Kırlangıç, Nûru’l-ayn, Mor Kebir, Sûr-ı Sagir, Tohum-ı şirin, Âl şirin, Rûy-ı nigâr, Sultânî melûkî, Gül-reng, Mezbûr, Mey-gûn, Melûkî, Kızıl Kabak, Baş Sultanî, Yakûtî and Nev-civân. He died in 1692. Hamamcızâde Mehmed Çele-bi. He had tulips and carnations. He was from Kasımpaşa. He had two white Rûmî tulips, for which he was famous. He had carnations called Beyaz-ı kebir, Beyaz-ı sagir lalesi ile Kebir-i mor, Sagir-i mor and seher yıldızı. Hamamcı Hasan Effendi. He had seeds for daffodils and Girid tulips. He had Süheyl-i Hüseyni, Hüseynî Sül-eymânî zerrîni and Hüsn-i Hasen, Bukalemunve Gül-pûş Girid tulips. He died in 1689. Etyemezli Hüseyin Çelebi. He has hyacinth seeds and a number of flowers. The daffodil known as Etyemezli Salih is one of these. He discovered the Girid called Hüseyni Beyaz. Hacı Abdülkerim Effendi. He has five daffodils of the old type of flower. These are Anka-i şigâr, Kevkeb-i saâdet, Kırımî Süleymânî, Mübârek-bâd and Meh-rûy. Hacı Ömer Hazinedâr Yusuf Effendi. He had three daffodils. He had Firdevsi, Turfanda and Hacı Ömer müntehâsı, as well as five Girit tulips: The Hacı Ömer Eyvanlısı, Hacı Ömer al tohumlusu, Hacı Ömer beyazı , Küçük beyaz, Şişhâne beyazı. He died in Damascus in 1697. Ubeydî Effendi wrote the following chronogram for him: “Geldi biri didi kim yârâna sizler sağ olun. Hem-civâr itti el-Hacı Ömer’i Yahya’ya hû”. El-Hac Salih Boşnakzâde. He was fa-mous for having twelve daffodils. The Dürr-i Yektâ is white, while the Yaylak-âbâd was a yellow, large flower. The Hurşid-fer, Salihî la’leyn and Neyyir-i a’zam were large, yellow tulips, while the Hezâr-ı dinar was very delicate and had a tall flower; he also had the Nev-civân, zî-bende, sürur-bahş and müsellem-i âlem. He was famous for the Mercan-pâre of the Rûmî tulips. El-Hac Habib Bey. The only flower he had was the Girid-i sürh. He died in 1686 in Damascus, while travelling for pilgrimage. Ubeydî Effendi wrote the following chronogram for him: “Hem-civâr ola Habib-i Ekreme Habib”. Hasan Agha (Kethüdâ-yı devlethâne-i Maktul Mustafa Pasha – The Slain Mustafa Pasha’s aid-de-camp). He had a daffodil called Tâcu’s-saâde and another called Ruhu’l-kulub. Hafızzâde Hafız Mehmed

miştir. Mehmed Efendi. Fatih’te Çivizâde Kalburcu Mehmed Efendi Camii imamı-dır. Tohum sahibidir. Pişvâ-bahş adında çiçeği vardır. Hekimbaşı Mehmed Efendi. Sultan Murad Han zamanında Reisü’l-etibbadır . Tohum sahibidir. Dört adet zerrîn ile Hekimbaşı Süleymânisi, Kemyâb, Zanbak Sarısı, Atlas Hekimbaşı çiçekle-ri vardır. 1632’de vefat etmiştir. Halıcızâde Mehmed Paşa. Tohum sahibidir. Halı-cıoğlu limonu, Halıcıoğlu Bozdoğanı bunundur. 1665 tarihinde Yedikule’de katl olunmuştur. Hasan Kapudanzâde Mehmed Kapudan. On üç adet zerrîn üretmiş-tir. Bülend Süleymânî, Muhammedî la’leyn. Bu çiçeğe Zeki şu beyti yazmıştır: “Her bahçesi bu şehr-i azimin rengin gördüm Gezerek hezâr-ı nev’-i zerrîn sarusu muâdil birbirine amma Muhammedi la’leyne hezâr Tahsin” Sahib-i zemân, Tâc-ı cem, lenduhâ , Hakânî, Hoşnümâ, Nakkaş çaldı, İbrik-i la’leyn, niyatu’n-nakş, dil-firib, Seniyyetli, Bektâşî. 1696’da vefat etmiştir. Hacı Yusuf. Tohum-ı zerrîn sahibi. Tohumdan dört adet zerrîn yetiştirmeye muvaffak olmuştur. Hacı Yusuf Müntehâsı, Hacı Yusuf Battâlî, Hacı Yusuf Turfandası, Çakşurluk. 1760’da vefat et-miştir. Hacı Halife. Mai Katmer Salkımlı, Mai sünbüli vardır. 1663’te vefat etmiştir. Hamamcı Mehmed Çavuş. Âsâr-ı Kesire-i ezhâr, Nâil-i güzide-i esmâr-ı eşcâr adlı çiçekleri vardır. Rûmî lalesi tohumu sahibidir. Rûmî lalesini fazlaca sevmiş ve on sekiz adet yetiştirmiştir: Sultan-ı Cihan (is-mini Musahib Paşa vermiştir), Sultan-ı ci-han müşâbihi, Kızıl Kırlangıç, Nûru’l-ayn, Mor Kebir, Sûr-ı Sagir, Tohum-ı şirin, Âl şi-rin, Rûy-ı nigâr, Sultânî melûkî, Gül-reng, Mezbûr, Mey-gûn, Melûkî, Kızıl Kabak, Baş Sultanî, Yakûtî, Nev-civân. 1692’de vefat etmiştir. Hamamcızâde Mehmed Çelebi. Lale ve karanfil tohumuna sahiptir. Kasım-paşalıdır. İki adet beyaz Rûmî ile şöhret bulmuştur. Beyaz-ı kebir, Beyaz-ı sagir lale-si ile Kebir-i mor, Sagir-i mor ve seher yıldı-zı adlı karanfilleri vardır. Hamamcı Hasan Efendi. Zerrîn ve Girid tohumu sahiptir. Süheyl-i Hüseyni, Hüseynî Süleymânî zerrîni ile Hüsn-i Hasen, Bukalemunve Gül-pûş Girid lalesi vardır. 1689’da vefat etmiş-tir. Etyemezli Hüseyin Çelebi. Sünbül tohu-mu ve çok sayıda çiçeğe sahibidir. Etye-mezli Salih adlı zerrîn bunundur. Hüseyni Beyaz adındaki Girid’i bulmuştur. Hacı Ab-dülkerim Efendi. Eski çiçeklerden beş adet zerrîni vardır. Anka-i şigâr, Kevkeb-i saâdet, Kırımî Süleymânî, Mübârek-bâd, Meh-rûy’dur. Hacı Ömer Hazinedâr Yusuf Efen-di. Üç adet zerrîni vardır. Firdevsi, Turfanda, Hacı Ömer müntehâsı ile Hacı Ömer Eyvanlısı, Hacı Ömer al tohumlusu, Hacı Ömer beyazı , Küçük beyaz, Şişhâne be-yazı adında veş adet Girid lalesi vardır. 1697 tarihinde Şam’da vefat etmiştir. Ubeydî Efendi ölümü üzerine şu tarihi düşmüştür. “Geldi biri didi kim yârâna siz-ler sağ olun. Hem-civâr itti el-Hacı Ömer’i Yahya’ya hû”. El-Hac Salih Boşnakzâde. On iki adet zerrîni bilinmektedir. Dürr-i Yektâ beyazdır, Yaylak-âbâd sarı ve gayet büyük çiçektir. Hurşid-fer, Salihî la’leyn, Neyyir-i a’zam gayet büyük ve sarı la’leyndir, Hezâr-ı dinâr, gayet ince ve yüksek kadehli çiçektir, Nev-civân, zî-bende; sürur-bahş, müsellem-i âlem. Lale-i Rûmî’de Mercan-pâre’si ile meşhur-dur. El-Hac Habib Bey. Girid-i sürh yegane sahip olduğu çiçektir. 1686’da hacca gi-derken Şam’da vefat etmiştir. Ubeydî Efendi, ölümüne şu tarihi düşmüştür “Hemcivâr ola Habib-i Ekreme Habib”. Hasan Ağa (Kethüdâ-yı devlethâne-i Mak-tul Mustafa Paşa). Tâcu’s-saâde, Ruhu’l-kulub adında zerrîni vardır. Hafızzâde Ha-fız Mehmed Efendi. Eyüpsultan’da Ebussuud Efendi Sıbyan Mektebi muallimidir. Tohum sahibi olup lale-i Rûmîde iki adet lale yetiştirmiş olup bunlar Dil-ârâ Kırlan-gıç, şahâne eblek’tir. Ayrıca Turfanda kavs-ı fürh ve Anberî adındaki Girid lalesi bunlardan işitilmiştir. 1690’da vefat etmiştir. Edirnekapı’sı haricinde bir büyük mezar dibinde gömülüdür. Hammal Ahmed Çelebi Üsküdârî. Şurîde, Sihriye çiçek-leri buna aittir. Hasan Ağa (Burunsuz Ahamet Ağa Kethüdası). Girid lalesine sahip-tir. Sakız İrisi, İbri-i kebir nam-ı diğer Sultânî İbrî, Terfili Gül-pûş, Sarı tohumlu, Terfili-i cedid, Subh-ı sâdık, Beyaz Hörgüçlü bunlardandır. 1692’de vefat etmiştir. Bektaşi el-Hac Ahmed el-Küttâbî. Üç adet Rûmî lalesi ile Gülreng-i Küttâbî, Beyaz Küttâbî, Hâmâyûn Kırkangıç, Nadire adlı Girid lalesi de vardır. Hüseyin Efendi.

Page 153: 1453dergisi 12.sayi

151

Tophane Dergah-ı şerifi imamıdır. Hüseyni adında Rûmî bir lalesi ile Hüseyni Kır-mızı ve Hüseyni ibrî, âlemgîr adında üç adet Girid lalesi bunlardan zuhur etmiştir. Hacı Mustafa Efendi. Çiçek tohumu sahibidir. Tersanede ruznamçe katibidir. Yedi adet zerrîni vardır. Ferid Süleymânî, Nâzende-i Süleymânî, Bezm-i Ârâ, Hacı Süleymânî Enîsî, Nâdire, Cem-serir, Zehra. Hüseyin Çelebi. Kenan Hocazâde Meh-med Kaptan’ın çırağıdır. Nev-Atâî Hüseyni adlı çiçeğe maliktir. Tophanevî Hattat Mahmud Çelebi. Sünbül ve zerrîn tohum sahibidir. Âlem-ârâ lalesi, Beyaz la’leyn zerrîni, Hattat-ı Kebir, Hattat-ı Sagir sünbülleri vardır. 1076’da vefat etmiştir. Hobyarzâde Mehmed Efendi. Hafız-ı Kur’andır. Davudpaşa Camii imamıdır. Hobyarzâde sîmi adında bir ince sîmi vardır. 1665’te vefat etmiştir. Müellif vefatı-na şu tarihi düşmüştür “Gitti dünyadan bir merd-i tarihin dedim. Hobyarzâde cinânî sana câ ide Allah” İbrahim Çelebi. Hurma Saçanı lakabı ile meşhurdur. Def-ter Emini Acemzâde Hüseyin Efendi’nin bahçıvanıdır. Lale tohumu sahibidir. Gül-reng, Kertî adında iki adet Rûmî lalesi vardır. İstanbul’da Sarı Girid nev’inden orta-sı yeşil ve Bütün sarı adında Hurmâî sarı bu zattan zuhur etmiştir. Üç şerifli, nam-ı diğer Tû’-ı şâhî adındaki Kudüs lalesi bunundur. Kırmızı Sad-berk, Bülend İbrisî Gi-rid lalesi sahibidir. 1694’te vefat etmiştir. Hazinedâr Halil Paşa. Kebir-i Halil Pa-şa sarısı, Sagir-i Halil Paşa sarısı, Azâr isimli çiçekleri vardır. Selanik Muhafızı iken 1693’te katl edilmiştir. Ahmed Efendi-zâde el-Hac Halil Ağa. Kasımpaşalıdır. Lale ve zerrîn tohumu sahibidir. Halilî adındaki la’leyn sarı zerrîn bunundur. Serkilârî Hâdım Ali Ağa. İki adet zerrîn tohumu vardır. Ağazâde ve Nev-Atâî Ali Beg. Lütful-lah Efendi. Küçük Hocazâde adıyla meşhur olup eski Bursa Kadısıdır. Çiçek yetiştir-mek ile meşhur olmuşlardır. Davudpaşazâde Süleyman Bey. Tohum sahibi olup üç adet zerrîne nâildir. Bedevî Sarı, Ser-efrâz, Bi-hammu’l-arz; on bir adet lale-i Rûmî’leri vardır: Âlem-ârâ, Behişt-ârâ, Gül-rû, Gül-reng, Dil-rübâ, İbret-nümâ, Velvele-ârâ, Dil-güşâ, Tohum-ı lâ-nâzir, Şûrîde, Şerâbî ve sayısız çeşitli sünbülleri vardır. 1683’te vefat etmiştir. Eyüb el-Ensarî Cami-i Şerifi mihrabı önüne defn edilmiştir. Mehmed Çelebi (Dede Sultan). Tabya-geşt nam-ı diğer Fatih Tabya is-miyle anılan Kırmızı lale bunundur. Bu lale Üsküdarî İmamzâde Mehmed Çelebi’de olup başka yerde yoktur. 1686’da vefat etmiştir. Dabbağ Mustafa Çelebi. Dabbağ terfili adında çiçeği vardır. 1689’da vefat etmiştir. Şeyh Derviş Ali Efendi. Bunların tohumlarından beş adet zerrîn zuhur etmiştir. Gülşen-efrûz, Gülşen-sûz, Edhemî müşâbihi, Ruşeynî Süleymânî, Mülûkî müşâbihî’dir. Bu isimler Zeki Ali Efendi tara-fından verilmiştir. El-Hac Mehmed Paşa. Defterdar unvanıyla meşhur olmuştur. Seyyid sepid, Kirpi tohumlu, Boylu gül-reng, Beg beyazı, Bektâşî adında Girid lale-si bunlardandır. Bu isimleri kendi vermiştir. 1689’da vefat etmiştir. Üsküdar’da medfundur. Receb Usta. Zîb-i Destâr adındaki zerrîn bunlardandır. 1691’de vefat etmiştir. Mustafa Ağa (Ramazan Kapudanzâde). Dokuz adet Rûmî lalesi vardır. Bunlar: Vişn-âbı, Âteştâb, Gülnâr, Gül-reng-i mezbûr, Şehnâz-ı mezbûr, Beyaz göz, Şerâbî, Şivekâr. Rüşdü Ahmed Efendi. Müftü Kırmızısı bunun olup Rüşdî Kırmızısı ve Yusufî ismini müellif vermiştir. Kethüdazâde Remzi Çelebi. Bülbülnâme adlı eseri vardır. Seçkin ağaçlar yetiştirirdi. Pençe-i Mercân adıyla bir Buhuru onun ye-tiştirmesi ile meydana çıkmıştır. Zeki Ali Efendi. Şiir ve inşa sahibidir. Altı adet zerrîni vardır. Üçü beyaz semensâ, Semenâ-yı Zekî, Semen-sîmâ, Muhterem’dir. Sirkeci İmamı Seyyid Abdülkadir Efendi. Lale-i Rûmî tohumu sahibidir. 1663’te ve-fat etmiştir. Saîdi Süleyman Bey (Sinan Paşazâde). Dokuz adet zerrîne sahiptir. Şevket-Nihâd sarı, Ferahdâr-ı Süleymânî, Şehnâz-ı mîrî, Beg Süleymânîsî, Kırân-ı Sa’dîn, Said-bahş, Süleymî Süleymânî sarı, Mümtâz-ı âlem ile yirmi adet Rûmî la-lesi vardır. Müsellem Süleymânî, La’lî Süleymânî, Sürh melûkî, Sincâbî gümüşî, Şahinşâhî turuncu, Nişabûrî, Kisve-i Mevlânâ, Kisve-i Hakânî, Kisve-i melûkî, Gül-ra’nâ, Müferrih-likâ, Sekv-dâr, Sürh-ı müsellem, Şehnâz-ı mezbûr, Mir-i nihâd, Mir-i müeddeb, Âsaf-pesend, Kâis-i zehl, Gül-endâm, Said-bahş, Nuru’s-selâm sünbülü, Musanna’dır. Saray-ı Cedid Ağası Mustafa Ağa. Sünbül tohumu sahibidir. Yetiştirdiği çiçeklerin isimleri bilinmemektedir. 1684’ vefat etmiş olup Eyüp’te Kı-zıl Minare’de gömülüdür. Süleyman Ağa. Pesendîde, Sürh-pûş, Çavuş-pesend, Murassa’, Dil-cû adındaki büyük tohumlu Girid laleleri bunlardan zuhur etmiştir. 1683’te Estergon’da katl edilmiştir. Siyahi Ahmed Efendi. Bir güzide Girid lalesi vardır. 1690’da vefat etmiştir. İsmail Efendi (Sirkeci İmamı). Lale tohumu sahibi. Tâcu’l-ezhâr adındaki Rûmî lale ile Nârenc-i Muktedâ adındaki lale bunundur. Şeyh Seyyid Necmeddin Hasan Efendi. Mustafa Paşa-yı Atik zaviyesi seccade-nişîn’idir. Şeyh Sünbülî, Şeyh Nârı, Tuhfe-i Kızılcık ile latif Fındık yetiştirmiştir. Şeytanzâde Mehmed Efendi. Zerrîn tohumu ve sünbül sahibidir. Tahtabaşı Zerrîn, Yeşil Sünbül isimlerini vermiştir. 1668’de vefat etmiştir. Bayrampaşa Şeyhi Efendizâde Odabaşı Ali Çelebi. Tohum sahibi olmakla beraber isim koyamadan

Effendi. He was an instructor at the Ebussuud Effendi Primary School in Eyüpsul-tan. He had seeds and raised two Rûmî tulips, these were the Dil-ârâ Kırlangıç and the şahâne eblek. In addition, the Turfanda kavs-ı fürh and Anberî Girid tulips of him were famous. He died in 1690. He is buried at the lower part of a large graveyard outside Edirnekapı. Hammal Ahmed Çelebi Üsküdârî. He had the Şurîde and Sihriye flowers. Hasan Agha (Burunsuz Ahmet Ağa Kethüdası – The Denosed Ahmet Agha’s aid-de-camp). He had Girid genus tulips. The Sakız İrisi, İbri-i kebir (also known as the Sultânî İbrî), Terfili Gül-pûş, Sarı tohumlu, Terfili-i cedid, Subh-ı sâdık and the Beyaz Hörgüçlü were among these. He died in 1692. Bektaşi el-Hac Ahmed el-Küttâbî. He had three Rûmî and the Gülreng-i Küttâbî, Beyaz Küttâbî, Hâmâyûn Kırkangıç and Nadire Girid tulips. Hüseyin Effendi. He was the imam of the Tophane Convent. He had a Rûmî tulip called Hüseyni and three Girid tulips called the Hüseyni Kırmızı, Hüseyni ibrî and âlemgîr. Hacı Mus-tafa Effendi. He was the owner of many flower seeds. He worked as the ruz-namçe katibi (accountant) in the shipyard. He had seven daffodils. These were Ferid Süleymânî, Nâzende-i Süleymânî, Bezm-i Ârâ, Hacı Süleymânî Enîsî, Nâdire, Cem-serir and Zehra. Hüseyin Çelebi. He was the apprentice of Kenan Hocazâde Mehmed Kaptan. He had a flower called Nev-Atâî Hüseyni. Tophanevî Hattat Mahmud Çelebi. He had hyacinth and daffodil seeds. He had Âlem-ârâ lalesi, Beyaz la’leyn zerrîni, Hattat-ı Kebir and Hattat-ı Sagir hyacinths. He died in 1076. Hobyarzâde Mehmed Effendi. He was a Hafız (Qur’anic reciter). He was the imam at the Davudpaşa Mosque. He had a thin sîmi strain called the Hobyarzâde. He died in 1665. The author wrote the following chronogram. “Gitti dünyadan bir merd-i tarihin dedim. Hobyarzâde cinânî sana câ ide Allah.” İbrahim Çelebi. He was known by the nickname Hurma Saçanı (date disperser). He was the gardener of Defter Emini (Chief Tax Officer) Acemzâde Hüseyin Effendi. He had a tulip seed. He had two Rûmi tulips, Gül-reng and Kertî. This person discovered the Yellow Girid of Istanbul which had a green center and an entirely yellow tulip called a Hurmâî. It had three levels, and it was a Kudüs (Jerusalem) tulip known as as Tû’-ı şâhî. He owned the Kırmızı Sadberk and Bülend İbrisî Girid tulips. He died in 1694. Hazinedâr Halil Pasha (the Treasurer). He had the Kebir-i Halil Paşa yellow, the Sagir-i Halil Paşa yellow and the Azâr strains of tulips. While serving as the Chief Guard of Thessaloniki, he was murdered in 1693. Ahmed Efendizâde el-Hac Halil Agha. He was from Kasımpaşa. He had tulips and daffodils. The yellow daf-fodil known as Halilî was one of thes. Serkilârî Hâdım Ali Agha (the Eunuch). He had two daffodil seeds, Ağazâde and Nev-Atâî Ali Beg. Lütfullah Effendi. He was also known as Küçük Hocazâde and was the former Bursa qadi. (Chief Justice). He was famous for his flowers. Davudpaşazâde Süleyman Bey. He owned seeds and three of these were zerrîne nail, the Bedevî Sarı, Ser-efrâz and Bi-hammu’l-arz; he had eleven lale-i Rûmî: Âlem-ârâ, Behişt-ârâ, Gül-rû, Gül-reng, Dil-rübâ, İbret-nümâ, Velvele-ârâ, Dil-güşâ, Tohum-ı lâ-nâzir, Şûrîde, Şerâbî and a large variety of hyacinth. He died in 1683. He was buried outside next to the altar of the Holy Mosque of Ayyub al-Ansari. Mehmed Çelebi (Dede Sultan). The Tabya-geşt, or Fatih Tabya red tulip was his. This tulip later was kept solely by Üsküdarî İmamzâde Mehmed Çelebi, and could not be found anywhere else. Dede Sultan died in 1686. Dabbağ Mustafa Çelebi. He had a flower named Dabbağ terfili. He died in 1689. Şeyh Derviş Ali Effendi. Five daffodils were developed from the seeds he owned; these were: Gülşen-efrûz, Gülşen-sûz, Edhemî müşâbihi, Ruşeynî Süleymânî and Mülûkî müşâbihî. These names were given by Zeki Ali Effendi. El-Hac Mehmed Pasha. He became famous with the title of Defterdar (treasurer). The Girid tulips Seyyid sepid, Kirpi tohumlu, Boylu gül-reng, Beg beyazı and Bektâşî were his. He named these flowers himself. He died in 1689. He is buried in Üsküdar. Receb Usta. The Zîb-i Destâr daffodil was his. He died in 1691. Mus-tafa Ağa (Ramazan Kapudanzâde). He had nine Rûmî tulips. These are: Vişn-âbı, Âteştâb, Gülnâr, Gül-reng-i mezbûr, Şehnâz-ı mezbûr, Beyaz göz, Şerâbî and Şivekâr. Rüşdü Ahmed Effendi. The Müftü Kırmızısı was his, while the names Rüşdî Kırmızısı and Yusufî were given by the author. Kethüdazâde Remzi Çelebi. He had a book named Bülbülnâme. He raised unique trees. The Pençe-i Mercân tulip of the Buhuru genus was raised by him. Zeki Ali Effendi. He was poet and litterateur. He had six daffodils. These were the Üçü beyaz semensâ, Semenâ-yı Zekî, Semen-sîmâ and Muhterem. Seyyid Abdülkadir Effendi, Imam at Sirkeci. He was the owner of the Lale-i Rûmî seeds. He died in 1663. Saîdi Süleyman Bey (Sinan Paşazâde). He had nine daffodils and these are: Şevket-Nihâd sarı, Ferahdâr-ı Süleymânî, Şehnâz-ı mîrî, Beg Süleymânîsî, Kırân-ı Sa’dîn, Said-bahş,

Page 154: 1453dergisi 12.sayi

NETAYİCÜ’L-EZHAR YAHUT LALE-NAME / NETÂYİCÜ’L EZHÂR OR THE BOOK OF TULIP

152

Süleymî Süleymânî sarı, Mümtâz-ı âlem. He also had twenty Rûmî tulips. These were Müsellem Süleymânî, La’lî Süleymânî, Sürh melûkî, Sincâbî gümüşî, Şahinşâhî turuncu, Nişabûrî, Kisve-i Mevlânâ, Kisve-i Hakânî, Kisve-i melûkî, Gül-ra’nâ, Müferrih-likâ, Sekv-dâr, Sürh-ı müsellem, Şehnâz-ı mezbûr, Mir-i nihâd, Mir-i müeddeb, Âsaf-pesend, Kâis-i zehl, Gül-endâm, Said-bahş, Nuru’s-selâm sünbülü, and Musanna. Saray-ı Cedid Ağası Mustafa Agha (Janitor of the New Palace). He had hyacinth seeds. The name of the flowers he raised is not known. He died in 1684 and was buried in Kızıl Minare in Eyüp. Süleyman Agha. He raised the Pesendîde, Sürh-pûş, Çavuş-pesend, Murassa’ and Dil-cû Girid tulips. He was murdered in Ezstergom in 1683. Siyahi Ahmed Effendi. He had a güzide Girid tulip. He died in 1690. Sheikh Seyyid Necmeddin Hasan Effendi. He was the seccade-nişîn (sheikh) of the Mustafa Paşa-yı Atik Convent. He raised the Şeyh Sünbülî, Şeyh Nârı, Tuhfe-i Kızılcık and latif Fındık tulips. Şeytanzâde Mehmed Effendi. He had daffodil and hyacinth seeds. He named the Tahtabaşı Zerrîn and the Yeşil hyacinth. He died in 1668. Bayrampaşa Sheikh, Efendizâde Odabaşı Ali Çelebi. Although he owned seeds, he died before naming the flowers in 1684. Sheikh İsmail Effendi owned Rûmî tulip seeds. He was the sheikh of the Shah Sultan zaviye. He raised two tulips named Şehnâz and La’li; he died in 1687. Şerifzâde es-Seyyid Abdülbâkî Effendi. He raised seven daffodils: Beyaz la’leyn, Be-nâm-ı Ziyâ-bahş, Dil-firib, Müsellem Süleymânî, Nev, Necm-i seher, İnce Sül-eymânî and Şerifi Salih, as well as twenty Rûmî tulips: Şûrîde Kırlangıç, Gül-reng-i müsellem, Mümtaz Kırlangıç, Kebir göz, Sürh-pûş, âlem-pesend, Âl Kırlangıç, Şehnâz, Bülend elması, Bekirnâ kuvveti, Pâk gül-gûnî, Zî-bende, Fitne müşâbihi, Bağrı Mor Şerâbî, Kebir Şerâbî, Âl vevrend, Gülreng-i müsellem müşâbihi, Dil-cû, Yâkûtî and Hatâî müşâbihî. Uzun Musazâde Mustafa Effendi. He was the sole person who knew about engineering and architecture. He was the imam of the Şehremini (city council). He had some old seeds, and the Girid tulip called Hûn-i Şühedâ was one of these. Ahmed Çelebi. He was also known as Şalgam. He was from Kasımpaşa. He had daffodil and tulip seeds, and the tulips called Eşrefü’l-ezhâr, Atâî Ahmed and Mercan Pınar. He had a carnation, known as Nakş-ı Behzâd-ı Sânî. Sheikh Mehmed Effendi. He was known as Âcemzâde. He was the sheikh of the Şehremini Mosque. Sheikh Osman Effendi. He was from Eyüpsultan. He raised the tulip known as Gül-reng-i müsellem and the Ağustos Buhûru. Sheikh Veli Effendi. He was the sheikh of the Halwati Sufi order at the Ümm-i Sinan Veliyüddin Eyyubî Convent. He owned an Ağustos Buhuru. Salih Effendi. He had daffodil seeds. As he loved that flower too much, he named her Salih or Salih Nâziki (i.e. his own name). He died on 27 March, 1627. Solakzâde Halil Effendi. He had four daffodils. These were the Babam Süleymânî, Hoş-âyende, Âlem-tâb sarı and Peykân-ı berk beyaz. He named flowers like the Hatt-ı Hârî Girid tulip and the Eyvanlı Çinili. He died on 21 April, 1697. He is buried outside of the Edirnekapı, at the Suffe Cemetery. Sağdıçzâde Mehmed Çelebi. He was from Üsküdar. The daffodil known as Sağdıç was one of his flowers. Sanizâde Mehmed Agha, Keth-üdâ . He is still famous for the Behişt-ârâ daffodil. In that year he saw the late Mawlawi Ali Çelebi in his garden and this apparition told him to name the flower Behişt-ârâ Muhammedî. He died in 1674. Solakzâde Hasan Çelebi. He was from Üsküdar. He had a Rûmî tulip named Solakzâde beyazı. He died in 1662. Saycı Mehmed Çelebi. He was from Kasımpaşa. He had a flower called Saycı Beyazı. He died in 1685. Solak Ahmed Çelebi. The Katmer Sarı and Katmer Zerrîn are his flowers. Imam Salih Effendi. He was the imam of the Fındıklı Mosque. He had Rûmî tulip seeds. He had a white tulip known as Salihî. Topkapılı İbrahim Agha. He had yellow daffodils known as Edhemi Süleymânî and Vâsıf-pesend and the Âsâf-pesend. Toygar Mustafa Çelebi. He was from Üsküdar. He had four Rûmî tulips. He named them Şe-ezhâr, Ser-efrâz and La’l-i pınar-peyk. Tanburizâde Eyyubî Mustafa Çelebi. He had 9 Rûmî tulips. These were the Siyâhî (Tozkoparan), Hüdâdâ, Dil-rübâ, Gül-fâm, Gül-endâm, dil-cû, Şehnâz, Elmâsî and Tohum Kulağuzu . He also had three hyacinths, known as the Gül-penbe, Sekiz Zülfe and İncû. Es-Seyyid Abdülbâkî Effendi. He was from Üsküdar. He had the Emir Sarısı flower and he died in 1685. Kasımpaşalı Elvan Kaptan. He raised the Gül Sadberk, Londrine, Boylu Londrine and Gül-ribâ as well as twenty daffodils from seeds; these were the Elvan-zîb, Büyük Süleymânî, Elvan beyazı, Danedâr Süleymânî, Tâbende beyaz, Nâz-perver sarı, Pesende sarı, Elvan cihan, Poendî meşâhirî, Çınar-renk, Cevahir kadeh, Murassa’ kadeh, Renkli yüksek kadeh, Renksiz yüksek kadeh, On kırıklı elvan Süheyli, Elvan topusu, Elvan turfandası, Sine-çâk, Kadehî yumuk Bektâşî and seven Rûmî tulips, Tırnaklı şirin, Elvan beyazı, Sürh-pûş,

1684’te vefat etmiştir. Şeyh İsmail Efendi Lale-i Rûmî tohumu sahibidir. Şah Sul-tan zaviyesi Şeyhi’dir. Şehnâz, La’li adında iki adet lalesi olup 1687’de vefat etmiş-tir. Şerifzâde es-Seyyid Abdülbâkî Efendi. Yedi adet zerrîn zuhur etmiştir. Beyaz la’leyn, Be-nâm-ı Ziyâ-bahş, Dil-firib, Müsellem Süleymânî, Nev, Necm-i seher, İnce Süleymânî, Şerifi Salih ile yirmi adet Rûmî lalesi vardır: Şûrîde Kırlangıç, Gül-reng-i müsellem, Mümtaz Kırlangıç, Kebir göz, Sürh-pûş, âlem-pesend, Âl Kırlan-gıç, Şehnâz, Bülend elması, Bekirnâ kuvveti, Pâk gül-gûnî, Zî-bende, Fitne müşâbihi, Bağrı Mor Şerâbî, Kebir Şerâbî, Âl vevrend, Gülreng-i müsellem müşâbihi, Dil-cû, Yâkûtî, Hatâî müşâbihî’dir. Uzun Musazâde Mustafa Efendi. Fen-ni Hendese ve mimaride yegane ilim ve hikmet sahibidir. Şehremini İmamıdır. Eski tohum sahibidir. Hûn-i Şühedâ adındaki Girid lalesi bunundur. Ahmed Çelebi. Şalgam lakabıyla meşhurdur. Kasımpaşalıdır. Zerrîn ve lale tohumu sahibi olup Eşrefü’l-ezhâr, Atâî Ahmedi, Mercan Pınar adında laleleri vardır. Bir adet karanfili vardır. Nakş-ı Behzâd-ı Sânî ismini vermiştir. Şeyh Mehmed Efendi. Âcemzâde la-kabıyla meşhurdur. Şehremini Camii şeyhidir. Şeyh Osman Efendi. Eyüpsultanlı-dır. Gül-reng-i müsellem adında lalesi ve Ağustos Buhûru yetiştirmiştir. Şeyh Veli Efendi. Halveti tarikatı ve Ümm-i Sinan Veliyüddin Eyyubî Zaviyesi şeyhidir. Ağus-tos Buhuru sahibidir. Salih Efendi. Zerrîn tohum sahibidir. Bu çiçeği çok fazla sev-diklerinden dolayı kendi ismi olan “Salih ve Salih Nâziki” ismini vermiştir. 27 Mart 1627’de vefat etmiştir. Solakzâde Halil Efendi. Dört adet zerrîni vardır. Babam Süleymânî, Hoş-âyende, Âlem-tâb sarı, Peykân-ı berk beyazdır. Hatt-ı Hârî Girid lalesi, Eyvanlı Çinili gibi isimler vermiştir. 21 Nisan 1697’de vefat etmiştir. Edirne-kapısı haricinde Suffe üstünde gömülüdür. Sağdıçzâde Mehmed Çelebi. Üsküdar-lıdır. Sağdıç adında zerrîn bunundur. Sanizâde Mehmed Ağa Kethüdâ. Hâlâ Behişt-ârâ zerrîni ile meşhurdur. Aynı sene Mevlevi merhum Ali Çelebi bahçesin-de görülmüş ve adını Behişt-ârâ Muhammedî olsun demiştir. 1674’te vefat etmiş-tir. Solakzâde Hasan Çelebi. Üsküdarlıdır. Solakzâde beyazı adlı lale-i Rûmîsi var-dır. 1862’de vefat etmiştir. Saycı Mehmed Çelebi. Kasımpaşalıdır. Saycı Beyazı adında çiçeği vardır. 1685’te vefat etmiştir. Solak Ahmed Çelebi. Katmer Sarı, kat-mer zerrîn bunundur. İmam Salih Efendi. Fındıklı Camii imamıdır. Lale-i Rûmî to-humu sahibidir. Salihî adında beyaz lalesi vardır. Topkapılı İbrahim Ağa. Edhemi Süleymânî, Vâsıf-pesend adında sarı zerrîn ile Âsâf-pesend bunundur. Toygar Mustafa Çelebi. Üsküdarlıdır. Dört adet Rûmî lalesi vardır. Şe-ezhâr, Ser-efrâz, La’l-i pınar-peyk ismini vermiştir. Tanburizâde Eyyubî Mustafa Çelebi. 9 adet Rûmî lalesi vardır. Siyâhî (Tozkoparan), Hüdâdâ, Dil-rübâ, Gül-fâm, Gül-endâm, dil-cû, Şehnâz, Elmâsî, Tohum Kulağuzu ve üç adet sünbülü vardır. Gül-penbe, sekiz zül-fe, İncû isimleri ile meşhurdurlar. Es-Seyyid Abdülbâkî Efendi. Üsküdarlıdır. Emir Sarısı çiçeği bunundur. 1685’te vefat etmiştir. Kasımpaşalı Elvan Kaptan. Gül Sad-berk, Londrine, Boylu Londrine, Gül-ribâ ile yirmi adet zerrîn tohumlarından zu-hur edip Elvan-zîb, Büyük Süleymânî, Elvan beyazı, Danedâr Süleymânî, Tâbende beyaz, Nâz-perver sarı, Pesende sarı, Elvan cihan, Poendî meşâhirî, Çınar-renk, Cevahir kadeh, Murassa’ kadeh, Renkli yüksek kadeh, Renksiz yüksek kadeh, On kırıklı elvan Süheyli, Elvan topusu, Elvan turfandası, Sine-çâk, Kadehî yumuk Bektâşî’si ve yedi adet Tırnaklı şirin, Elvan beyazı, Sürh-pûş, Güvez, Kebir şerâbî, Sagir şerâbi, Turuncu adında yedi adet Rûmî lalesi vardır. 3 Temmuz 1656’da ve-fat etmiştir. Sarı Abdullah Efendi. Yedi adet zerrînleri vardır. Üçü isimleri ile mü-semmadır. Kebir, Sagir, Vasat, Berî-i Süheyl, Atlas, Sünnetli, La’l-i pâre ile bir keh-ribarı vardır. Yamalı Kabak Lale-i Rûmîsi ve Tırnaklı kabak çiçeği bunundur. 1633 tarihinde vefat etmiştir. Şukufeciyan’ın reisi olması hasebiyle Sultan İbrahim Han tarafından Berat-ı şerif verilmiştir. Kasımpaşalı Mahmud Efendizâde Abdullah Efendi. Yirmi bir adet zerrîni vardır. Subh-ı Sadık beyaz, Dil-pesend beyaz, Kebir-i beyaz, Kebir-i nebâtî, Büyük Süleymânî nebâtî, Dil-fürûş sarı, Nevrûziye sarı, Ayni-ye, İbret-nümâ, Akreb-nümâ, Yakûtî, Zühre, Mehtab nam-ı diğer Yegâne, Can-bahş, Gülşen-i zîb, Kebir Gülşen-i zîb-i sagir, Kâsîmiyye, Beyaz bıçak, Nişter-i berk, Matbu’ kadeh, Nûr-ı Bahş-ı la’leyn, Subhî, Rûmîde ancak Sîm ablak lalesi vardır. 1668’de vefat etmiştir. Seyyid Ali Efendi. Güzide çiçeklere sahiptir. Beş başlı bir al katmer sünbül bahçelerinde açılmıştır. Seyyid Osman Efendi. Güzide çiçekleri var-dır. Kendileri henüz yetiştirdiği çiçeklere bir isim koymamıştır. Arif Efendi. Tohum sahibi olup, yedi adet zerrîne sahiptir. Pesendide, Nâyân, Serbülend, Mevzûn, Bî-himmetâ, Mey-gûn, Sehâbî, Fitne isimlerini vermiştir. Uşşakizâde Osman Efendi. Rûmî lalesi tohumu sahibidir. On dört laleye maliktir. Feyz-i Hüdâ, Dâd-ı Hüdâ, Müşâbih-i Sultan Cihan, Müşâbih Kızıl Kırlangıç, Müşâbih dil-avâz, Katmer lale, Ateşin ruhsâr, Elmas-pâre, Mihr-i der hişân, Gül-minc-i âfitâb, Adimü’n-Nazir, Os-mani Kırlangıç, Cilve-bahş’tır. Abdülaziz Çelebi. Otuz adet Rûmî lalesi vardır. Hoş-

Page 155: 1453dergisi 12.sayi

153

renk, Cihan-ârâ, Ra’nâ, Zibâ, Nâyâb, Münevveş, Gül-gûn-ı aziz, Râmî-pesend, la’l-i fâm, Aziz-mîr, Huceste, Ubeydî pesend, La’l-i nâb, Kameri göğnüsü, Server-bahş, Ferruh, Ferhunde, Rûh-ı dildâr, Fitne-renk-i aziz, Ser-amed, Hoş-endâm, Dil-güşâ, Salih-pesend, Mir-gülrenk, Ferih-dâd, Uşşak-pesend, Haşhâşî, Ser-endâz, Fâyik, pâkendî. 1697’de vefat etmiştir. Çorbacı Ali Ağa. Yedi adet güzide zerrîn yetiştir-miştir. Sâlih-ârâ, Safâ-bahş, Necm-i alî, La’leynder, Safâ-yı Alî, Server-i Alî, Merdâne, Kadeh-i samânî ile lale-i Rûmî’de Leylâkî Sürh-pûş ve Tâc-dâr, Zağarcıbâşı, Gül-zibâ, İsmî ve cismî emânet, Berâ-yı Girid nam-ı diğer lâ-nezir, Son Bi’l-akd beyaz, Kırmızı hörgüçlü, Vâsıf Niyaz-ı Buhûrî Girid laleleri bunlardandır. Abdülkerim Çelebi. Zerrîn tohumu sahibidir. Eyüpsultanlıdır. Cedî la’leyn, Kırımi la’leyn, Şerifi la’leyn bunundur. 1686’da vefat etmiştir. Eyyubî Ali Hoca. Güzide Süleymânî, Hânümân Hoca ile on üç adet Rûmî lalesi vardır. Hânümân, Nümâyân, Mîr-i pesend, Mor şehnâz, Mümtaz-ı âlem, Mümtâz-ı şerâbî, Meclis-ârâ, Şîrîn, La’li-pâre, Dil-güşâ, Sahâbî, Kebir-al’dır. Abdullah Efendizâde el-Hac Ali Efendi. Zerrîn tohumu sahibi olup Kasımpaşalıdır. Beyaz subh-ı sadık, Beyaz nûr-ı Ali, Lâ-nazîr-i Ali, Şehvâr, Hacı-pesend adında zerrîni vardır. 1693’te vefat etmiştir. Kadri AğazâdeAli Ağa. Sebze-pûş, Dil-nevâz, Haza Süleymânî, Rûh-efzâ, Güzide Süleymânî, Şems-i Münir, Umdetü’l-ezhâr, Beder-i münir, tâbdâr, şu’ledâr, Şeref-yâb, Rahşande-i Süleymânî, Nuhfet-i Süleymânî, Ayyukî, Nuru’l-ezhâr, Nurî-pesend, Yusufî, Nâhid, Nûr-ı Alî, Mehtâb, Mihr-i kagüldâr, Tâb-ı efgen, Şâhid-i mühr, Hoş lehçe la’leyn, Şirinkâr, Tohum-ı dil-pürnebâtî, Tohum-ı Cihantâb adın-da zerrînleri vardır. Ömer Efendizâde Mehmed Efendi. Eyüpsultan Camii imamı-dır. Güzide Girid zencebile sahiptir. Ortası yeşil İmam Beyazı nam-ı diğer Çemenderûn adında Girid, tamamı beyaz olan İmam Beyazı demekle meşhur Gi-rid lalesi ile İplikli Katmer Zencebil dahi bunundur. Abdülhalik Efendi. Mimar Si-nan Camii imamıdır. İmamu’l-ezhâr zerrîni bunundur. Sorguççu Abdi Çelebi. Sorguç-ı Hindî adlı çiçek bunundur. Musazâde Abdülkadir Efendi. Altıay Çeşmesi’nde oturmaktadır. Musazâde sarısı zerrîn ve lale tohumu sahibidir. Sin-cabi Kırlangıç, Gül-peyker adında üç adet Rûmî lalesi vardır. Fenni Efendi. Nadir Girid lalesine sahiptir. Fenni Kırmızısı, Eyvanlı-i Fenni, Dehâvî, Feyz-nigîn, ile iki adet Kudüs lalesi vardır ki bunlar Felemenk Hazinedârı’ndan intikal etmiştir. Kebir Felemenk, dem-ahvîn isimleri verilmiştir. Fazlullah Efendi. Valide Sultan Camii imamı ve Sultanahmet Camii hatibidir. Havzili adındaki Girid bunundur. Fatıma Hatun. Ebr-nümâ isminde Girid lalesi vardır. Seyyid Ahmed Efendi. Eski İstanbul Kadısıdır. Fenarizâde lakabıyla meşhur olmuştur. Zarifet sarı, Bektaşi sarı adında iki adet Kıbrıs lalesi ile kırmızı ve beyaz İmame-i Kâdı bunundur. 1697’de vefat et-miştir. Fazlı Paşazâde Ahmed Bey. Yakut-nişin adlı sarı Girid lalesi vardır. Dağıstanî Mehmed Efendi-yi Kuleli Emir. Kuleli adındaki zerrîn bunundur. 1672’de vefat et-miştir. Kalenderhâneli Hacı Mustafa Efendi. Güzide zerrîn ve karanfil tohumuna sahiptir. Akçeli, Kalenderî Süleymânî, Kehribâ isimlerini vermiştir.1654’te vefat etmiştir. Kalafatçı Mehmed Paşa. Kasımpaşalıdır. Kalafat-ı kebir, Kalafat-ı sagir adında iki adet zerrîni vardır. Eyyubî Kapıcızâde Mehmed Efendi. Kapıcı Kehribâsı, Kapıcı alı adıyla kırmızı bir karanfili vardır. 1683’te vefat etmiştir. Solakbaşızâde Kadri Ağa. Kocamustafapaşa’lıdır. Şeh-ezhâr, Pesendide, Kadri Ağa Süleymanisi, Cihan-tâb, Nâyâb, Bodur la’leyn, Mevlûdî la’leyn, La’leyn kudret, Tâbende, Nebâtî Süleymânî, Sâf Süleymânî, Kerdi Süleymânî, Dil-pesend, Mor Süleymânî, Gülşen-arâ, Şeş-per Süleymânî, Cihan Aşub, Cihan efrâz, Dil-güşâ, Bihân kadeh, Süheyli Kadirî zerrînleri ile Beyaz Kırlangıç, Münevver , Ağa beyazı, Gül-penbe, Cihan-arâ, Bodur (Kadri Ağa turfandası) adları ile Girid lalesi vardır. 30 Ağustos 1691’de vefat etmiştir. Karanfili Mustafa Çelebi Zerrîn, lale ve karanfil tohumu sahibidir. Turfan-da Süleymânî, Süheyl karanfili, Burnâz Salih adında dört adet lalesi ile Zülfikârî, Meclis-arâ, Gül-endam, Kitâbeli ve on bir adet Şeb-çirâğ, Gümüş fincan, Tuğla ala-ca (Sorguçlu, Şadırvânî), Lebede, Nasuhî müşâbihi, Göz şirin alaca, Son alaca, Allı alaca, gül-gûnî, gül-rûy (Pese-dâr) adında karanfilleri vardır. 19 Mart 1693’de ve-fat etmiştir. Karanfilci Gazzar İsmail Çelebi. Hacı Bayram-ı Veli dervişlerindendir. Güvez, Mor, Hoş-nümâ adında üç adet karanfili vardır. Ahmed Ağa. Kethüda Ka-basakal İbrahim Paşa Katibidir. Yetiştirdiği çiçeklere isim verilememiştir. Koca Yu-suf Efendi. Yusuf Efendi zerrîni vardır. 1693 tarihinde vefat etmiştir. Müellif vefa-tına “Gitti bir pir-i mübârek fevtine tarih için dediler Yusuf Efendi ruhuna el-Fatiha” mısra’ını yazmıştır. Ebu Eyyub el-Ensarî’de Harem Kapısı türbelerinde yatmakta-dır. Kaliçevî el-Hac Ahmed Efendi. Zerrîn ve sünbül sahibidir. Dil-nişîn, Dil-nevâz, Hayat-bahş gayet güzide sünbüllerdir. Hacc-ı şeriften gelirken Dürzi dağından ge-tirip onun tohumundan yetiştirmiştir. 1684’te vefat etmiştir. Korucuzâde Musta-fa Çelebi. Som sîm, Katmer sîm adında çiçekleri vardır. , 1689’da vefat etmiştir.

Güvez, Kebir şerâbî, Sagir şerâbi and Turuncu. He died on 3 July, 1656. Sarı Abdul-lah Effendi. He had seven daffodils, he named three of them. They were the Kebir, Sagir, Vasat, Berî-i Süheyl, Atlas, Sünnetli and La’l-i pare. He also had a kehribar genus, as well as the Yamalı Kabak Lale-i Rûmîsi and the Tırnaklı kabak çiçeği. He died in 1633. As he was the chief of the Şukufeciyan (florists) he was given a war-rant of honor by Sultan İbrahim. Kasımpaşalı Mahmud Efendizâde Abdullah Ef-fendi. He had twenty-one daffodils; these were the Subh-ı Sadık beyaz, Dil-pesend beyaz, Kebir-i beyaz, Kebir-i nebâtî, Büyük Süleymânî nebâtî, Dil-fürûş sarı, Nevrûziye sarı, Ayniye, İbret-nümâ, Akreb-nümâ, Yakûtî, Zühre, Mehtab nam-ı diğer Yegâne, Can-bahş, Gülşen-i zîb, Kebir Gülşen-i zîb-i sagir, Kâsîmiyye, Beyaz bıçak, Nişter-i berk, Matbu’ kadeh, Nûr-ı Bahş-ı la’leyn, Subhî and Rûmîde, and he had a Sîm ablak tulip as well. He died in 1668. Seyyid Ali Effendi. He raised unique flowers. A red double hyacinth with five stems blossomed in his garden. Seyyid Osman Effendi. He had unique flowers. He didn’t name the flowers he raised. Arif Effendi. He had seeds and seven daffodils. He named these the Pesendide, Nâyân, Serbülend, Mevzûn, Bî-himmetâ, Mey-gûn, Sehâbî and Fitne. Uşşakizâde Osman Effendi. He was the owner of a Rûmî tulip seed. He owned fourteen tulips. These were Feyz-i Hüdâ, Dâd-ı Hüdâ, Müşâbih-i Sultan Cihan, Müşâbih Kızıl Kırlangıç, Müşâbih dil-avâz, Katmer lale, Ateşin ruhsâr, Elmas-pâre, Mihr-i der hişân, Gül-minc-i âfitâb, Adimü’n-Nazir, Osmani Kırlangıç, and Cilve-bahş. Abdülaziz Çelebi. He had thirty Rûmî tulips: Hoş-renk, Cihan-ârâ, Ra’nâ, Zibâ, Nâyâb, Münevveş, Gül-gûn-ı aziz, Râmî-pesend, la’l-i fâm, Aziz-mîr, Huceste, Ubeydî pesend, La’l-i nâb, Kameri göğnüsü, Server-bahş, Ferruh, Ferhunde, Rûh-ı dildâr, Fitne-renk-i aziz, Ser-amed, Hoş-endâm, Dil-güşâ, Salih-pesend, Mir-gülrenk, Ferih-dâd, Uşşak-pesend, Haşhâşî, Ser-endâz, Fâyik and Pâkendî. He died in 1697. Çorbacı Ali Ağa. He raised seven unique daffodils. Sâlih-ârâ, Safâ-bahş, Necm-i alî, La’leynder, Safâ-yı Alî, Server-i Alî, Merdâne, Kadeh-i samânî and of Rûmî tulips Leylâkî Sürh-pûş and Tâc-dâr, Zağarcıbâşı, Gül-zibâ, İsmî ve cismî emânet, Berâ-yı Girid nam-ı diğer lâ-nezir, Son Bi’l-akd beyaz, Kırmızı hörgüçlü, Vâsıf Niyaz-ı Buhûrî Girid tulips. Abdülkerim Çelebi. He had daffodils seeds, and was from Eyüpsultan. The Cedî la’leyn, Kırımi la’leyn and Şerifi la’leyn were the names of these. He died in 1686. Eyyubî Ali Hoca. He had thirteen Rûmî tulips, including the Güzide Süleymânî and Hânümân Hoca. Others were Hânümân, Nümâyân, Mîr-i pesend, Mor şehnâz, Mümtaz-ı âlem, Mümtâz-ı şerâbî, Meclis-ârâ, Şîrîn, La’li-pâre, Dil-güşâ, Sahâbî and Kebir-al. Abdullah Efendizâde el-Hac Ali Effendi. He has daffodil seeds and was from Kasımpaşa. These daffodils were the Beyaz subh-ı sadık, Beyaz nûr-ı Ali, Lâ-nazîr-i Ali, Şehvâr and Hacı-pesend. He died in 1693. Kadri Ağazâde Ali Ağa. He had daffodils called Sebze-pûş, Dil-nevâz, Haza Süleymânî, Rûh-efzâ, Güzide Süleymânî, Şems-i Münir, Umdetü’l-ezhâr, Beder-i münir, tâbdâr, şu’ledâr, Şeref-yâb, Rahşande-i Süleymânî, Nuhfet-i Süleymânî, Ayyukî, Nuru’l-ezhâr, Nurî-pesend, Yusufî, Nâhid, Nûr-ı Alî, Mehtâb, Mihr-i kagül-dâr, Tâb-ı efgen, Şâhid-i mühr, Hoş lehçe la’leyn, Şirinkâr, Tohum-ı dil-pürnebâtî and Tohum-ı Cihantâb. Ömer Efendizâde Mehmed Effendi. He was the imam of the Eyüpsultan Mosque. He had a Güzide Girid zencebile tulip. Also the Girid tulip named İmam Beyazı or, named other, the Çemenderûn, which is green in the middle, and the completely white İmam Beyazı Girid tulip and the İplikli Katmer Zencebil were his flowers. Abdülhalik Effendi. He was the imam of the Mimar Sinan Mosque. The İmamu’l-ezhâr daffodil is one of his flowers. Sorguççu Abdi Çelebi. The flower called Sorguç-ı Hindî is one of his ones. Musazâde Abdülkadir Effendi. He lived near the Altıay Çeşmesi Fountain. He owned the Musazâde sarısı daffodil and tulip seeds. These included three Rûmî tulips, the Sincabi Kırlangıç and and the Gül-peyker. Fenni Effendi. He had the Nadir Girid tulip. He also had the Fenni Kırmızısı, Eyvanlı-i Fenni, Dehâvî and Feyz-nigîn, and two Kudüs tulips which he took from the Fleming treasurer. This was called the Great Flemish, or dem-ahvîn. Fazlullah Effendi. He was the imam of the Valide Sultan Mosque and the hatib (preacher) of the Sultanahmet Mosque. He had a Girid tulip called Havzili. Ms. Fatıma Hatun. She had a Girid tulip called Ebr-nümâ. Seyyid Ahmed Effendi. He was the former Qadi (Chief Justice) of Istanbul. He was also known as Fenarizâde. His flowers include two Kibris tulips called Zarifet sarı and Bektaşi sarı and a red and white İmame-i Kâdı. He died in 1697. Fazlı Paşazâde Ahmed Bey. He had a Girid tulip called the Yakut-nişin. Dağıstanî Mehmed Effendi, Kule-li Emir(Governor of the Kuleli county) The Kuleli daffodil belonged to him and he died in 1672. Kalenderhâneli Hacı Mustafa Effendi. He had unique daffodil and carnation seeds. He gave them the names Akçeli, Kalenderî Süleymânî and Keh-

Page 156: 1453dergisi 12.sayi

NETAYİCÜ’L-EZHAR YAHUT LALE-NAME / NETÂYİCÜ’L EZHÂR OR THE BOOK OF TULIP

154

Kasîmzâde Kethüdâsı İbrahim Ağa. Edhemi İbrî, Zümrüdkârî adında iki adet Girid lalesi vardır. Arnavudluk’a bir kadı ile giderken 1690’da vafet etmiştir. Arslanzâde Kavukçu Mehmed Çelebi. Sultan Bayezid-i Veli müezzini. Kavukçu Kırmızısı, Ritme ibrisi, Beyaz Kavukçu, Nîm katmer adında dört adet Girid lalesi vardır. 1691’de ve-fat etmiştir. Edirnevî Mehmed Ağa. Medine-i Münevvere kapı ağası ve sabık Babu’s-saade Ağasıdır. Gül-bî-hâr, Tâc-ı mücevher, Al Hitâbî, Ağa Beyazı adında üç Girid lalesi vardır. Kasımpaşalı Kalaycı Himmet Beşe. Hoş-nümâ adında bir zerrîni ile Dilburnu, Şirin alaca adında iki karanfili vardır. 7 Mayıs 1694’te vefat etmiştir. Kaba Mahmud Giridi. Girid Adası’ndaki Zülfikar Paşa Vakfı mütevellisidir. Süleymânî kırmızı, Gül kırmızısı, Mahmudî kırmızı, Kebir la’l-pâre, Kebir mor müşâbihi, Münevveş, Yeşil Hatayî, Aynü’l-bahr, Kebir İbrî adında dokuz adet Girid lalesi hâlâ şehrimizde kimseye nispet olunmayıp Kaba Mahmud Giridî’ye nispet olunmaktadır. 1687’de Girid’de Zülfikar Paşa ile birlikte katl olunmuştur. Üskü-darlı Kaymak Mehmed Efendi. Tohumdan nice sünbüller yetiştirmiştir. Kalaycı Hüseyin Beşe. Eyüplüdür. Ser-efraz Eyyubî isminde bir lalesi vardır. Kadı İbrahim Efendi. Kadı la’leyn, Serbülend Kadî zerrîni ile Dil-nişîn adında Rûmî lalesi vardır. Kavukçu İbrahim Efendi. Gül-rûy, Güvez, Sîm-derûn, Sû-sîni, Bâlâ-nişin cedid, Gül-reng mezburu, Al, Müşâbih-i Yeni Dünya, Ser-efraz adını verdiği Rûmî laleleri var-

dır. Kafeszâde İbrahim Çelebi. Lale-i Bektaşi tohumu sahibidir. Hoş-nümâ, Gül-zibâ isimlerini vermiştir. 1697’de vefat etmiştir. Beşiktaşi Karga Mehmed Çelebi. Pür-zâğ adında Rûmî lalesi vardır. Galata Gümrüğü Emini Hasan Ağa. Ruh-efzâ, Ravza-i arâ beyaz, Katmer binlik adında zerrîni vardır.. 1655’de katl edilmiştir. Galata’da Kule Kapısı karşısında gömülmüştür. Keresteci Ali Çelebi. Şahâne Süleymânî, Şehlevend gayet sarı la’leyn, Dürr-i Meknun beyaz zerrîn ile Gül-renk Kırlangıç, Pesendîde, Nâz-perver, Yeni Dünya, Ribâ (Kirli ribâ), Nev-zuhur, Sincâbî, Annâbî Kırlangıç, Turuncu, Çorbacı müşâbihi, Kibritî Kırlangıç, Cihangir, Helâliyye, Flandra, Şivekâr, Ankudî, Açık erguvânî, Süstyânî (Sommakî), nam-ı diğer İnce şi-rin, Küçük gül-reng adında Rûmî laleleri ve Al Küpeli, Gümüş servi, Beyaz katmer, Ulvî, Benam-ı vakt Peyker, Güzide renkli ve beyaz sünbüllleri vardır. 1678’de vefat etmiştir. Kasımpaşalı Kör Muharrem. Şivekâr ve Kızıl Yumurta ismiyle anılan iki la-lesi vardır. 1679 senesinde vefat etmiştir. Kürdzâde Mir Ahmed Çelebi. Külah şe-rif, Mir Ahmed, Kürdî Süleymânî, Ser-efrâz, Ahmed–abâd, Hurşîd, Şivekâr Süleymânî, Nur-bahş zerrînleri ile Kürd Gürânî, Nev-arûs adında Rûmî lalesi var. Gümrük Emin-i sabıkı Hüseyin Paşa. Hüseynî la’leyn ile Melukî adında bir lale-i Rûmî’si vardır. 1683’te Basra’da vefat etmiştir. Nakkaş Paşazâde Derviş Mustafa Bey. Yedi adet Lale-i Rûmîsi vardır. Beyaz Kırlangıç, Mümtaz Kırlangıç, Eyvaniye,

ribâ. He died in 1654. Kalafatçı Mehmed Paşa. He was from Kasımpaşa. He had two daffodils called Kalafat-ı kebir and Kalafat-ı sagir. Eyyubî Kapıcızâde Mehm-ed Effendi. He had a red carnation known as the Kapıcı Kehribâsı and Kapıcı alı. He died in 1683. Solakbaşızâde Kadri Ağa. He was from Kocamustafapaşa. He had daffodils called the Şeh-ezhâr, Pesendide, Kadri Ağa Süleymanisi, Cihan-tâb, Nâyâb, Bodur la’leyn, Mevlûdî la’leyn, La’leyn kudret, Tâbende, Nebâtî Sül-eymânî, Sâf Süleymânî, Kerdi Süleymânî, Dil-pesend, Mor Süleymânî, Gülşen-arâ, Şeş-per Süleymânî, Cihan Aşub, Cihan efrâz, Dil-güşâ, Bihân kadeh. Süheyli Kadirî. He also had Girid tulips called the Beyaz Kırlangıç, Münevver , Ağa beyazı, Gül-penbe, Cihan-arâ and Bodur (Kadri Ağa turfandası). He died on 30 August, 1691. Karanfili Mustafa Çelebi He had daffodil, tulip and carnation seeds that included Turfanda, Süleymânî, Süheyl karanfili, Burnâz Salih tulips, Zülfikârî, Meclis-arâ, Gül-endam, Kitâbeli flowers, and 11 carnation strains named Şeb-çirâğ, Gümüş fincan, Tuğla alaca (Sorguçlu, Şadırvânî), Lebede, Nasuhî müşâbihi, Göz şirin alaca, Son alaca, Allı alaca, gül-gûnî and gül-rûy (Pese-dâr). He died on 19 March, 1693. Karanfilci Gazzar İsmail Çelebi. He was one of the dervishes of Sufi Saint Hacı Bayram-ı Veli. He had three carnations, Güvez, Mor and Hoş-nümâ. Ahmed Agha. He was the clerk of Kethüda Kabasakal İbrahim Pasha. He did not name

the flowers he raised. Koca Yusuf Effendi. He had a daffodil called Yusuf Effendi. He died in 1693. The author wrote the following line to commemorate his death “Gitti bir pir-i mübârek fevtine tarih için dediler Yusuf Efendi ruhuna el-Fatiha”. He is buried in the Harem Gate Cemetery of the Abu Ayyub al-Ansarî Mosque. Kaliçevî el-Hac Ahmed Effendi. He had daffodils and hyacinths. He had distin-guished hyacinths raised from seeds known as Dil-nişîn, Dil-nevâz and Hayat-bahş. Upon return from the Hajj he brought seeds from the Dürzi mountains and raised them. He died in 1684. Korucuzâde Mustafa Çelebi. He had flowers called Som sîm and Katmer sîm. He died in 1689. Kasîmzâde Kethüdâsı İbrahim Agha. He had two Girid tulips called Edhemi İbrî and Zümrüdkârî. He died while going to Albania with a Qadi (judge) in 1690. Arslanzâde Kavukçu Mehmed Çelebi. He was the muezzin at the Sultan Bayezid-i Veli Mosque. He had four Girid tulips called Kavukçu Kırmızısı, Ritme ibrisi, Beyaz Kavukçu and Nîm katmer. He died in 1691. Edirnevî Mehmed Agha. He was the Medine-i Münevvere Gate janitor and the former Babu’s-saade (Inner Palace Gate) janitor. He had three Girid tulips, Gül-bî-hâr, Tâc-ı mücevher, Al Hitâbî and Ağa Beyazı. Kasımpaşalı Kalaycı Him-met Beşe. He had a daffodil called Hoş-nümâ and two carnations called Dilburnu

Page 157: 1453dergisi 12.sayi

155

Şeyda-lillah, Aşk olsun, Zevk olsun, Safâ-nazar ismini vermiştir Gülcübaşızâde Mehmed Efendi. Dil-nevâz, Şeb-çirâğ, Gülreng-i Mahmûdî, Şehnaz, Gonca-nümâ, Necmü’s-saâde, La’l-i ruhsâr, Gülbeyaz, Gülfem, Sincâbî, Yakûtî, Şerâbî, Mey-fâm, behişt-arâ ismini verdiği Rûmî lalesi vardır. Kenan Hocazâde Mehmed Kaptan. Nadir tohum sahibidir. Envâr-ı Muhammedî, Dürr-i Yektâ, Dürr-i nâ-sefte, Dürr-i nâdire, Dürr-i yetim, Pesendîde beyaz, Bahariye sarı, Ser-efrâz Muhammedî, Nuru’l-kulub, Müşâbih Behişt-arâ sarı, Sarı la’leyn, Kenan Muhammedî beyaz, Şems-i sıhhi nebâtî, Çorbacı müşâbihî, Dil-rübâ, Ruh-efzâ, Câm-ı cem, Mev’ûd la’leyn, Bih-efrûz, Dil-güşâ, Ruh-bahş, Ademü’n-nazir sarı ve büyük, Hüsn-i efzûn, Şah-cihân gayet büyük renksiz sarı, Sîm-sâ, Şâh-ezhâr sarı, Sîm-peyker beyaz zerrîni ile lale-i Rûmî’de Gül-reng’i vardır. el-Hac Keresteci Mehmed Ağa. Âsaf-pesend adında zerrîni vardır. Küllâb Müezzinzâde Lale-i Rûmî’de Dil-pezîr ismini verdiği lale ile şöhret bulmuştur. Köse Abdullah Çelebi bi-Kırımî. Çiçeği çok seven ve yetiştiren bir kişidir. Molla Mehmed Çelebi. Yahya Mollası olarak şöhret bul-muştur. Şeftali sarısı, Binlik sarı, Eski Süleymânî, Destî sarısı, Mümtaz Süleymânî, Nâzik sarı, Sed Sarısı, Kebir sarı Bıçak, Sagir Sarı Bıçak, Büyük kehribâ, Bâlâ kehribâ, Asl-ı nur-bahş zerrîni ile Frenkten gelen Molla Çelebi lalesi vardır. Tevfikîzâde Musa Çelebi. Dede Çelebi adıyla meşhurdur. Zerrîn ve lale-i Rûmî tohumu sahibi-dir. Musazâde, Musazâde Hekimbaşısı, Şivekâr, Merdüm Beğ beyazı, Yumuk bin, Sîm Dede Beğ, Küşâde, Kehribâ nam-ı diğer Beğ kehribâsı, Cedit Kehrübâ isimleri buna aittir. Muharrem Usta. Kebir Muharrem Usta, Sagir Muharrem Usta zerrîni ile Usta İbliği adında lale-i Rûmîsi, Alaca adındaki karanfili, Emrûd ve erik bunun-dur. 1651’de vefat etmiştir. Koca Mahsud. Kendi ismiyle anılan gayet baskın zerrîni vardır. Mir Ali. Mir Ali şeker renk la’leyn bunun olup yüksek kadehli bir çi-çektir. Boşnak Mustafa Halife. Avratpazarlıdır. Hüdâ-bahş beyaz, Şirin Süleymânî şirîni, Süheyl-i Mustafa Halife, Kehribâ-yı Bâlâ-nişîn, Cedid şerâbî nam Rûmî lalesi vardır. Girid’in fethi sırasında 1599 tarihinde vefat etmiştir. Gümrük Emini Mah-mud Ağa. Mahmud Ağa Tohumlusu adıyla bir Girid lalesi ile meşhurdur. Gayet iri beyaz ve ortası siyah dökme tohum yeri vardır. Mevlûdî Ali Çelebi Üsküdârî. Sul-tanın çiçekçibaşısıdır. Behişt-arâ Mevludi, Behişt arâ-yı Muhammedî adıyla anılan çiçekleri vardır. Mirahor İmamı es-Seyyid Hasan Efendi. Hattat, Yazma Kur’an-ı Kerim’i vardır. 9 adet lale-i Rûmî tohumuna sahiptir. Bâd-ı zehrâ, Zâtî gül-reng, Deve tüyü, Sorguçlu, Beyaz Müdevver, Sincâbî, Kibritî isimleri verilmiştir. 1686’da vefat etmiştir. Tersane-i Amire katibi Kasımpaşalı Hoca Mustafa Efendi. Zerrîn, lale ve karanfil sahibidir. Hoca la’leyn sarı, Hoca Süleymânîsi sarı, Tacü’l-ezhâr la’leyn gayet güzide ve keskin sarı çiçektir, Nâyâb sarı, Ser-amed-nişîn sarı, Behcet-fezâ, Huceste asâr zerrîni ile lale-i Rûmî’de Büyük sincâbî, Küçük sincâbî nam-ı diğer Küçük elmâsî, Dil-nişin, sîm tob, Serâser, se-renk ismini verdiği lalele-ri vardır. Çorbacı Mehmed Ağa. Solakzâde Anbarı çû-yedi sünbülü ile Mâî, Melûkî, mümtaz, Ruhu’l-kulub, Nuru’l-ayn, İbr-i müncili adlarında Girid lalesi vardır. Bah-çivan Mehmed Ağa. Ağustos Buhuru bunundur. Baba Mustafa Ağa. Fakir Şâhân, Fedâî, Gülşen-efrûz, Ser-efkende, Sesne-güşâ, Sadr-ı nişin, Fakir nâdide, Zerrîn-tâc sarı, Gül-hurşid kırmızı Girid laleleri vardır. Eyyubî Derviş Mustafa Dede. Mol-la lakabıyla meşhur olmuştur. Anber-sâ sünbülü vardır. Karanfili Mehmed Çelebi. Kasımpaşa’da Hacı Hüsrev Camii Müezzinidir. Çiçek yetiştirmeye aşık bir zat olup Salih adında bir güzide la’leyni vardır. Nakkaş Seyyid İbrahim Ağa. Nadir Girid ve Buhur tohumuna sahiptir. Nişancı Mehmed Bey. Mir-gülzâr, Mir behişt, Mir mü-sellem, Hoş-pesend adında Rûmî laleleri vardır. Serdefterdar Natur Derviş Ali Çe-lebi. Üsküdarlıdır. Lale-i Rûmîde kebir Natur elması ve karanfilde meşhur Nâ-turâlî vardır. Nasuh Hoca. Üsküdarlıdır. Nasuh Beyazı denilen karanfili yetiştirmiş-lerdir. Nuri Efendi. Gonca-i leb zerrîni yetiştirmiştir. Adimü’n-Nazir kırmızı, Bur-ı bahş Hüseyni adlı iki Girid lalesi bunlarındır. Mustafa ve Salih Çelebi. Nur-i sitte adlı çiçek sahibidir. El-Hac Veli Efendi. Ebu Eyyüb el-Ensari Sancaktarıdır. Rûmî to-humu sahibidir. Çiçekçilerin reislerindendir. Sakız ibrisi, Londrine ibrisi, Beyaz yaprağı Kuhûlî adında gülleri ile Nûr-ı Muhammedî, Sarı la’leyn, Mir-i ezhâr nebâtî, Büyük Süleymânî sarı, Cedi sarı, Cihan-tâb sarı, Mesned-arâ sarı, Nev-zuhur Süleymânî sarı, Şâhâne Süleymânî, Cihan-arâ Süleymânî sarı, Semen arâ beyazı, Cihandâr sarı, hemvâr-ı Süleymânî, Bedahşî, İnce la’leyn, Enverî sarı la’leyn, Sultânî la’leyn, La’leyn Süleymânî, Memduh Süleymânî, Münevver la’leyn, Turende zerrînleri ve Nur-ı cinan, Nuru’l-kulûb, Hayatu’l-kulûb, Bur-ı cihân, Nuru’l-uyûn, nur-ı âlem, Nûr-ı bahâr, Nur-behişt, Nur-ı gülzâr, Nur-ı Gülşen, Nur-bahş, Gülşen zîb, Münevveş, Helâliye, Sürh-pûş, Siyâhî, Ziyâ-pûş, Mihr-i mâh, Müstesnâ, melûkî, Ruh-bahş, gil-pûş, Beyaz Kırlangıç, meclis-arâ, hatâî, Sultânî,

and Şirin alaca. He died on 7 May, 1694. Kaba Mahmud Giridi. He was the trustee for the Zülfikar Paşa Foundation on Crete. He had nine Girid tulips called Sül-eymânî kırmızı, Gül kırmızısı, Mahmudî kırmızı, Kebir la’l-pâre, Kebir mor müşâbihi, Münevveş, Yeşil Hatayî, Aynü’l-bahr and Kebir İbrî. These flowers are ascribed to nobody in Istanbul, but to Kaba Mahmud Giridî. He was murdered along with Zülfikar Pasha in Crete in 1687. Üsküdarlı Kaymak Mehmed Effendi. He raised a large number of tulips from seeds. Kalaycı Hüseyin Beşe. He was from Eyüp. He had a tulip called Ser-efraz Eyyubî. Qadı (Judge) İbrahim Effendi. He had daffodils called Kadı la’leyn and Serbülend Kadî and a Rûmî called by Dil-nişîn. Kavukçu İbrahim Effendi. He had Rûmî tulips called Gül-rûy, Güvez, Sîm-derûn, Sû-sîni, Bâlâ-nişin cedid, Gül-reng mezburu, Al, Müşâbih-i Yeni Dünya and Ser-efraz. Kafeszâde İbrahim Çelebi. He had seeds of the Lale-i Bektaşi. He named the flowers Hoş-nümâ and Gül-zibâ. He died in 1697. Beşiktaşi Karga Mehmed Çele-bi. He had a Rûmî tulip called Pür-zâğ. Galata Gümrüğü Emini (Galata Customs Head Officer) Hasan Ağa. He had tulips called Ruh-efzâ, Ravza-i arâ beyaz and Katmer binlik. He was murdered in 1655. He was buried at opposite side of the street at the Kule Gate in Galata. Keresteci Ali Çelebi. He had a tulip called Şahâne Süleymânî and a yellow one called Şehlevend, as well as a white daffodil called Dürr-i Meknun and Rûmî tulips called Gül-renk Kırlangıç, Pesendîde, Nâz-perver, Yeni Dünya, Ribâ (Kirli ribâ), Nev-zuhur, Sincâbî, Annâbî Kırlangıç, Turuncu, Çorbacı müşâbihi, Kibritî Kırlangıç, Cihangir, Helâliyye, Flandra, Şivekâr, Ankudî, Açık erguvânî, Süstyânî (Sommakî), also known as İnce şirin and Küçük gül-reng , as well as unique colored and white hyacinths called Al Küpeli, Gümüş servi, Beyaz katmer, Ulvî, Benam-ı vakt Peyker. He died in 1678. Kasımpaşalı Kör Mu-harrem. He had two tulips called Şivekâr and Kızıl Yumurta. He died in 1679. Kürdzâde Mir Ahmed Çelebi. He had Rûmî tulips called Külah şerif, Mir Ahmed, Kürdî Süleymânî, Ser-efrâz, Ahmed–abâd, Hurşîd, Şivekâr Süleymânî, Nur-bahş zerrînleri and Kürd Gürânî, Nev-arûs. Former Customs Officer Hüseyin Pasha. He had a tulip called Hüseynî and a Rûmî called Melukî. He died in 1683 in Basra. Nakkaş Paşazâde Derviş Mustafa Bey. He had seven Rûmî tulips. He named them Beyaz Kırlangıç, Mümtaz Kırlangıç, Eyvaniye, Şeyda-lillah, Aşk olsun, Zevk olsun and Safâ-nazar. Gülcübaşızâde Mehmed Effendi. He had Rûmî tulips called Dil-nevâz, Şeb-çirâğ, Gülreng-i Mahmûdî, Şehnaz, Gonca-nümâ, Necmü’s-saâde, La’l-i ruhsâr, Gülbeyaz, Gülfem, Sincâbî, Yakûtî, Şerâbî, Mey-fâm and behişt-arâ. Kenan Hocazâde Mehmed Kaptan. He owned rare seeds. He had flower seeds called Envâr-ı Muhammedî, Dürr-i Yektâ, Dürr-i nâ-sefte, Dürr-i nâdire, Dürr-i ye-tim, Pesendîde beyaz, Bahariye sarı, Ser-efrâz Muhammedî, Nuru’l-kulub, Müşâbih Behişt-arâ sarı, Sarı la’leyn, a white Kenan Muhammedî, Şems-i sıhhi nebâtî, Çorbacı müşâbihî, Dil-rübâ, Ruh-efzâ, Câm-ı cem, Mev’ûd la’leyn, Bih-efrûz, Dil-güşâ, Ruh-bahş, a yellow large Ademü’n-nazir, Hüsn-i efzûn, a large colorless yellow Şah-cihân gayet, Sîm-sâ, a yellow Şâh-ezhâr, a white Sîm-peyker daffodils and Gül-reng Rûmî tulip. el-Hac Keresteci Mehmed Agha. He has a daf-fodil called Âsaf-pesend. Küllâb Müezzinzâde He has become famous for his Rûmî tulip called Dil-pezîr. Köse Abdullah Çelebi bi-Kırımî. He is a person who loves flowers and grows many. Molla Mehmed Çelebi. He was better known as Yahya Mollası. He had the daffodils Şeftali sarısı, Binlik sarı, Eski Süleymânî, Destî sarısı, Mümtaz Süleymânî, Nâzik sarı, Sed Sarısı, Kebir sarı Bıçak, Sagir Sarı Bıçak, Büyük kehribâ, Bâlâ kehribâ and Asl-ı nur-bahş and the Molla Çelebi tulip from Europe. Tevfikîzâde Musa Çelebi. He was better known as Dede Çelebi. He had daffodils and Rûmî tulip seeds. The Musazâde, Musazâde Hekimbaşısı, Şivekâr, Merdüm Beğ beyazı, Yumuk bin, Sîm Dede Beğ, Küşâde, Kehribâ nam-ı diğer Beğ kehribâsı and Cedit Kehrübâ belonged to him. Muharrem Usta. He had the Kebir Muhar-rem Usta and Sagir Muharrem Usta daffodils and the Rûmî tulip known as Usta İbliği, and the carnation known as Alaca, Emrûd and erik. He died in 1651. Koca Mahsud. He had a very impressive daffodil. Mir Ali. The Mir Ali şeker renk tulip is his, and it is a daffodil with a very high cup. Boşnak Mustafa Halife. He was from Avratpazar. He had Rûmî tulips called Hüdâ-bahş beyaz, Şirin Süleymânî şirîni, Süheyl-i Mustafa Halife, Kehribâ-yı Bâlâ-nişîn and Cedid şerâbî. He died during the conquest of Crete in 1599. Customs Chief Mahmud Agha. He was famous for the Girid tulip called Mahmud Ağa Tohumlusu. It was very large and white and the seed-head is black. Mevlûdî Ali Çelebi Üsküdârî. The head gardener of the sultan. He had the flowers Behişt-arâ Mevludi and Behişt arâ-yı Muhammedî named after him. Mirahor İmamı (The Imrahor Imam) es-Seyyid Hasan Effendi. He was a calligrapher and had a manuscript of the Qur’an. He had the seeds of 9

Page 158: 1453dergisi 12.sayi

NETAYİCÜ’L-EZHAR YAHUT LALE-NAME / NETÂYİCÜ’L EZHÂR OR THE BOOK OF TULIP

156

Rûmî tulip. He named them Bâd-ı zehrâ, Zâtî gül-reng, Deve tüyü, Sorguçlu, Bey-az Müdevver, Sincâbî and Kibritî. He died in 1686. The Scribe of the Shipyard Command Kasımpaşalı Hoca Mustafa Effendi. He owned daffodils, tulips and car-nations. He had tulips called Hoca la’leyn sarı, Hoca Süleymânîsi sarı, Tacü’l-ezhâr la’leyn, which was a very distinguished and bright yellow flower, the Nâyâb sarı, Ser-amed-nişîn sarı, Behcet-fezâ and the Huceste asâr daffodil and Rûmî tulips Büyük sincâbî, Küçük sincâbî, also known as Küçük elmâsî and the Dil-nişin, sîm tob, Serâser, se-renk tulips. Çorbacı Mehmed Agha. He had the hyacinth So-lakzâde Anbarı çû-yedi and Girid tulips Mâî, Melûkî, mümtaz, Ruhu’l-kulub, Nuru’l-ayn, İbr-i müncili. Bahçivan Mehmed Agha. The Ağustos Buhuru is one of his tulips. Baba Mustafa Agha. He had the Crete tulips Fakir Şâhân, Fedâî, Gülşen-efrûz, Ser-efkende, Sesne-güşâ, Sadr-ı nişin, Fakir nâdide, Zerrîn-tâc sarı, Gül-hurşid kırmızı. Eyyubî Dervish Mustafa Dede. He was known by the name Molla. He had the Anber-sâ hyacinth. Karanfili Mehmed Çelebi. He was the muezzin for the Hacı Hüsrev Mosque in Kasımpaşa. He was a person who loved raising flow-ers and had a distinguished flower called Salih. Nakkaş Seyyid İbrahim Agha. He had rare Girid and Buhur seeds. Nişancı Mehmed Bey. He had the Mir-gülzâr, Mir behişt, Mir müsellem, and Hoş-pesend Rûmî flowers. Serdefterdar Natur Derviş Ali Çelebi. He was from Üsküdar. He had the kebir Natur elması from the Rûmî tulip genus and the famous Nâ-turâlî carnation. Nasuh Hoca. He was from Üskü-dar. He raised the carnation known as Nasuh Beyazı. Nuri Effendi. He raised the Gonca-i leb daffodil, as well as the two Adimü’n-Nazir kırmızı and Bur-ı bahş Hüseyni Girid tulips. Mustafa and Salih Çelebi Bros. They owned a flower named Nur-i sitte. El-Hac Veli Effendi. He was the Ebu Eyyüb el-Ensari standard bearer and the chief florist. He owned Rûmî tulip seeds. He had roses called the Sakız ibrisi, Londrine ibrisi, Beyaz yaprağı Kuhûlî, daffodils called Nûr-ı Muhammedî, Sarı la’leyn, Mir-i ezhâr nebâtî, Büyük Süleymânî sarı, Cedi sarı, Cihan-tâb sarı, Mesned-arâ sarı, Nev-zuhur Süleymânî sarı, Şâhâne Süleymânî, Cihan-arâ Sül-eymânî sarı, Semen arâ beyazı, Cihandâr sarı, hemvâr-ı Süleymânî, Bedahşî, İnce la’leyn, Enverî sarı la’leyn, Sultânî la’leyn, La’leyn Süleymânî, Memduh Süleymânî, Münevver la’leyn, Turende, as well as the Nur-ı cinan, Nuru’l-kulûb, Hayatu’l-ku-lûb, Bur-ı cihân, Nuru’l-uyûn, nur-ı âlem, Nûr-ı bahâr, Nur-behişt, Nur-ı gülzâr, Nur-ı Gülşen, Nur-bahş, Gülşen zîb, Münevveş, Helâliye, Sürh-pûş, Siyâhî, Ziyâ-pûş, Mihr-i mâh, Müstesnâ, melûkî, Ruh-bahş, gil-pûş, Beyaz Kırlangıç, meclis-arâ, hatâî, Sultânî, Sultânî Kabak, Tûrende, Fişne kabağı, İblik, Yakûtî, Şerâbî, Bıyıklı, Al kabak and Sultanî deve boynu Rûmî tulips; the Hattat Veli Efendi ipliği, Şûride and Kağıthane hyacinths; the Gülpenbe renkli Girid tulips; and other flowers he called the Çarh-ı felek and Alâm-ı semâ ulvi katmer, Tâc-ı Sultânî beyaz katmer, Çelenk-i Sultânî beyaz and Veli Halife. Himmet Efendizâde Sheikh el-Hac Abdullah Ef-fendi. The two Rûmî tulips Rahşande müşâbihi and gül-renk and the Zümrüd-nişîn Alaca, Himmetzâde alacası and Kubbeli red Girid tulips were his. Yorgani el-Hac Alizâde Mehmed Çelebi. He had daffodils called Revnâk-ı firûz, Ayn-alî, Sarı katmer and Şişhane kadeh-i sîm and two Rûmî tulips called Maluki-i Ma’ruf and Şirin. Muezzin Ali Çelebi. He had Rûmî tulips called Zî-bende Ali Ağa-pesend Moru, Dil-firîb, Safa-bahş, Uluvviyât, Müferrih-likâ and nâz-perver. He died in 1684. Yıldızzâde Mehmed Effendi. He was famous for five daffodils. These were the Yıldızzâde Süleymânîsî, Mir’at-i safâ âlemsûz, Hoşnümâ, Hûnrîz Rûmi and Eyvanlı-yı yıldızzâde. He had a Crete tulip. He died in 1698 on the Night of Berat. Pamukçuzâde el-Hac Alizâde Mehmed Çelebi. He had the skill to raise distin-guished flowers. The tulips called Pamukçu, Perçemli, Nûr-ı çemen, Tâc-hürmüz, Fevvâre sîm, Pençe-i sîm, Şem’-i kâfûr, Otâğa, Tâc-ı Hüdhüd, Müjgan-zâl, Neşter-i sîm and Nâl-kalem belonged to him. He died in 1695. Yeşilli Mehmed Çelebi. He was from Eyübsultan. He had tulip and hyacinth seeds. Other than these, there is no information about who raised the trees, flowers and bulbs that are mentioned here; only names of flowers are given. We won’t give these names, since the paper will be too long. Finally, in the Istanbul libraries, there are many treatises and books called Şükûfe-nâme, Tuhfetü’l-İhvân, Tuhfetü’l-Ahbâb, Takvim-i Ezhar and Risale-i Esâmi-i lale about flowers. With the publication of all these works will not only all the terminology of the Ottoman flower and tulip culture be brought to light, but we will also be able to see how rich this culture was.

Sultânî Kabak, Tûrende, Fişne kabağı, İblik, Yakûtî, Şerâbî, Bıyıklı, Al kabak, Sultanî deve boynu Rûmî laleleri; Hattat Veli Efendi ipliği, Şûride, Kağıthane isimli sünbül-leri; Gülpenbe renkli Girid lalesi; Çarh-ı felek, Alâm-ı semâ ulvi katmer, Tâc-ı Sultânî beyaz katmer, Çelenk-i Sultânî beyaz ve Veli Halife isimlerini verdiği çiçek-leri vardır. Himmet Efendizâde Şeyh el-Hac Abdullah Efendi. Rahşande müşâbihi, gül-renk adında iki adet Rûmî lalesi ile Zümrüd-nişîn Alaca, Himmetzâde alacası, Kubbeli adında üç adet kırmız Girid lalesi bunundur. Yorgani el-Hac Alizâde Meh-med Çelebi. Revnâk-ı firûz, Ayn-alî, Sarı katmer, Şişhane kadeh-i sîm zerrîni ile Maluki-i Ma’ruf, Şirin adlı iki adet Rûmî lalesi vardır. Müezzin Ali Çelebi. Zî-bende Ali Ağa-pesend Moru, Dil-firîb, Safa-bahş, Uluvviyât, Müferrih-likâ, nâz-perver adında Rûmî laleleri vardır. 1684 tarihinde vefat etmiştir. Yıldızzâde Mehmed Efendi. Beş adet zerrîni ile meşhurdurlar. Yıldızzâde Süleymânîsî, Mir’at-i safâ âlemsûz, Hoşnümâ, Hûnrîz Rûmi ile Eyvanlı-yı yıldızzâde . Girid lalesi vardır. 1698 senesi Berat Gecesi’nde vefat etmiştir. Pamukçuzâde el-Hac Alizâde Mehmed Çe-lebi. Güzide çiçekler yetiştirmekte hüner sahibidir. Pamukçu, Perçemli, Nûr-ı çe-men, Tâc-hürmüz, Fevvâre sîm, Pençe-i sîm, Şem’-i kâfûr, Otâğa, Tâc-ı Hüdhüd, Müjgan-zâl, Neşter-i sîm, Nâl-kalem isimlerinde laleleri vardır. 1695’te vefat et-

miştir. Yeşilli Mehmed Çelebi. Eyübsultanlıdır. Lale ve sünbül tohumu sahibidir. Bunların haricinde isim ve cisimleri mevcut olan ağaçlar, çiçekler ve çiçek soğan-larının kimlerden zuhur ettiği bulunamamış ve sadece çiçeklerin isimleri zikredil-miştir. Makale çok uzayacağından bu çiçeklerin isimlerini ayrıca belirtmedik. Ne-tice olarak İstanbul kütüphanelerinde Şükûfe-nâme, Tuhfetü’l-İhvân, Tuhfetü’l-Ahbâb, Takvim-i Ezhar, Risale-i Esâmi-i lale adında bir çok risale ve ki-tap vardır. Tüm bu eserlerin neşredilip yayınlanması ile Osmanlı çiçek ve lale kül-türü terminolojisinin ne denli zengin olduğunu görmek mümkün olacaktır.

Page 159: 1453dergisi 12.sayi

157

ASLIHAN PASAJI

Beyoğlu Galatasaray mevkiinde bulunan Aslıhan pasajı iki katlıdır. Alt katı İngi-liz Konsolosluğu’na, üst katı ise “Balık Pazarı” olarak bilinen Sahne Sokak’a açılan pasaj geçmişte “Krepen Pasajı” adıyla anılırdı. Bu isim, pasajda yer alan ünlü bir meyhaneden gelmektedir.

Zaman içinde Beyazıt Sahaflar Çarşısı’nı üniversite ders kitabı satan esnaf işgal ederken, sahaflık mesleğini sürdürenler Beyoğlu Aslıhan Pasajına toplandılar ve mekân günümüzde kitap meraklılarının en önemli uğrak yerlerinden biri oldu.

Aslıhan Pasajının büyüleyici ortamında kitabın yanı sıra nadir plakları ya da fotoğ-rafları bulmak; hatta satıcısından onların öyküsünü dinlemek de mümkün.

THE ASLIHAN ARCADE

The Aslıhan Arcade in Galatasaray, Beyoğlu, is two storeys. The lower storey ex-its to the British Embassy, whereas the upper one exits to the Sahne Street, also known as the “Fish Market”. Formerly the arcade was called the “Krepen”. This name comes from a famous pub in the arcade.

As with time, the old book sellers market in Beyazit was invaded by schoolbook stores, dedicated old book sellers made their way to the Aslıhan Arcade, render-ing the site one of the popular places of visit for book fans. Here you can not only find rare old books or old records; you can also hear their stories from the seller.

LOCATION İSTANBUL MEKÂN

Page 160: 1453dergisi 12.sayi

158

İSTANBUL’UN 100 ROMANIKÜLTÜR A.Ş. YAYINLARI

Yazan: Ali Şükrü Çoruk

Cumhuriyet Devri Türk Romanında Beyoğlu adlı kitabı yazan ve İstanbul konulu pek çok değerli eseri yayına hazırlayan Ali

Şükrü Çoruk, bu kez karşımıza İstanbul’un 100 Romanı adlı eserle çıkıyor.

Türk romanında İstanbul’u konu alan genel bir giriş yazısının ardından tek tek romanları ele alan Ali Şükrü Çoruk, kitabı-na aynı zamanda ilk Türk romanı sayılan Şemsettin Sami’nin Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’ı ile başlıyor. Selim İleri, İhsan Oktay Anar, Ayşe Kulin ve Buket Uzuner gibi çağdaş romancıların da yer aldığı kita;, ayrıca yazarın değerlendirmelerini ve roman-lardan alıntıları içeriyor.

THE 100 NOVELS OF İSTANBULTHE CULTURE CO. PUBLISHINGAuthor: Ali Şükrü Çoruk

Mr. Çoruk, with his former works on Istanbul led by “Beyog-lu in the Republican Era Turkish Novels”, this time appeals us with his “100 Novels of Istanbul”.

After a general introduction on Turkish novels on İstanbul, Mr. Çoruk introduces the novels one by one, starting with Şemseddin Sami’s “Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat” (The Love of Talat and Fitnat). Selim İleri, İhsan Oktay Anar, Ayşe Kulin and Buket Uzuner as modern writers also have a place in this book, enriched by quotations and Mr. Çoruk’s reflections on them.

İSTANBUL’UN 100 ŞİİRİKÜLTÜR A.Ş. YAYINLARI

Yazan: Enver Ercan

Şairliğinin yanı sıra Varlık ve Yasakmeyve dergilerinin edi-törlüğü görevlerini de yürüten Enver Ercan, İstanbul’u konu eden şiirlerden oluşan bir seçkiyi okurların ilgisine sunuyor.

Milattan Önce 300’lü yıllarda yaşayan şair Moiro ile başlayan bu seçki hem Bizans hem de Türk şairlerin şiirlerinden mey-dana geliyor. İstanbul için şiir kaleme alan şairlerin bir kısmı-nın Bizans ve Osmanlı imparatorları olması kitabın dikkat çe-kici bir yönünü oluşturuyor. Şairlerin yaşam öykülerinin yanı sıra şiirlerden örnekleri de içeren kitap İstanbul’u ve şiiri se-venler için kaynak nitelikte.

THE 100 POEMS OF İSTANBULTHE CULTURE CO. PUBLISHINGAuthor: Enver Ercan

Besides his poetry, also working for the Varlık and Yasak-meyve journals as chief editor. Mr. Ercan introduces a collec-tion of Istanbul poems to the reader’s attention. Starting with Moiro, the poet in the 300s BC, it is a collection of Byzantine and Turkish poets’ works. Another important aspect of the book is the fact, that there are many Byzantine emperors and Ottoman sultans among poets writing for Istanbul. The poets biographies are accompanied by examples of their works, so this is a source book for fans of poetry and Istanbul.

İSTANBUL’UN 100 SEYYAHIKÜLTÜR A.Ş. YAYINLARI

Yazanlar: Nida Nebahat Nalçacı, Nazmiye Çetinkaya

İstanbul çok eski devirlerden beri sayısız ziyaretçiye ev sahip-liği yapmıştır. Bu şehirden etkilenen gezginler, onunla ilgili ki-taplar kaleme almışlardır. Nida Nebahat Nalçacı ve Nazmiye Çetinkaya’nın ortak çalışması olan İstanbul’un 100 Seyyahı, bu gezginlerden yapılan bir sezçiyi konu etmektedir.

THE 100 VOYAGERS OF İSTANBULTHE CULTURE CO. PUBLISHINGAuthors: Nida Nebahat Nalçacı, Nazmiye Çetinkaya

Even in the ancient ages so many people visited İstanbul. They were so effected from this city and as a result they wro-te books about it. Nida Nebahat Nalçacı and Nazmiye Çetin-kaya together wrote a book named as The 1000 Voyagers of İstanbul. The book contains a selection of these visitors.

Page 161: 1453dergisi 12.sayi

159

EVLİYA ÇELEBİ SEYAHATNAMESİ BİRİNCİ CİLDİNİN KAYNAKLARI ÜZERİNDE

BİR ARAŞTIRMAYazan: Dr. Meşkûre EREN

Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nin İstanbul’a ait ilk cildinde ya-zar bazen kaynak göstererek bazen de bunu belirtmeden çe-şitli eserlerden alıntılar yapar.

Meşkure Eren, Evliya Çelebi Seyahatnamesi Birinci Cildinin Kaynakları Üzerinde Bir Araştırma adlı kitabında bu kaynak-ları değerlendiriyor.

A STUDY ABOUT THE SOURCES OF THE FİRST VOLUME OF EVLİYA ÇELEBİ’S SEYAHATNAME Author: Dr. Meşkure EREN

The first volume of Evliya Çelebi’s Seyahatname is about İstanbul. In this volume the writerrefers to some other books. Sometimes he writes about his source but sometimes he does not.

In her book named as A Study About the Sources of the First Volume of Evliya Çelebi’s Seyahatname, Meşkure Eren ex-plores these sources.

TÜRKİYE ÜNİVERSİTE TARİHİ İSTANBUL BİLGİ ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI

Yazan: Emre DÖLEN

Türkiye’de üniversite kurumu sürekli reform ve tasfiyelerle gündeme gelmiştir. Oysa özgür ve özerk üniversite kavramı bunların çok ötesinde bir yerdedir.

Türkiye’de üniversitenin tarihini kaleme alan Emre Dölen’in beş ciltlik eseri Tür-kiye Üniversite Tarihi, süreci ülkemizde üniversitenin kuruluşundan 1980’li yılla-ra kadar ayrıntılı bir biçimde inceliyor.

Dikkatleri Emre Dölen’in eserine çeviren bir başka unsur da 2010 Sedat Simavi Sosyal Bilimler Övgüye Değer Kitap ödülünü almış olması.

HISTORY OF TURKISH UNIVERSITIESTHE İSTANBUL BİLGİ UNIV. PUBLISIHINGAuthor: Emre DÖLEN

The institution of university always comes to agenda by its reforms and liqui-dations. The concept of an autonomous and free university is far beyond these.

The five vols. work of Emre Dölen on the history of Turkish universities examines the process from the very start to the 1980s in detail.

Another important point here is: Emre Dölen was granted the Sedat Simavi Soci-al Sciences Special Award on Admirable Books.

Page 162: 1453dergisi 12.sayi

Osman Turan

Page 163: 1453dergisi 12.sayi
Page 164: 1453dergisi 12.sayi