icabihal sayi 5

40
İcab-ı Hâl 1 MART 2012 | SaYı 5 İ.Ü. Hukuk Fakültesi Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR Ücretsizdir, Parayla Satılmaz FAİLİ BELLİ, HUKUK MEÇHUL

Upload: kolormatik

Post on 25-May-2015

845 views

Category:

Education


1 download

TRANSCRIPT

Page 1: icabihal sayi 5

İcab-ı Hâl1 mart 2012 | SaYı 5 İ.Ü. Hukuk Fakültesi Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

H U K U K T a T O P L U M c U T a V ı R

Ücretsizdir, Parayla Satılmaz

FAİLİ BELLİ, HUKUK MEÇHUL

Page 2: icabihal sayi 5

topluı[email protected]

facebook.com/toplumcuhukukcularkulubu

Sahibi: Onur Güneş Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Cankat Aydın

adres: Aksaray Mah. Katip Muslihiddin Sok. No:9/9 Fatih İstanbul

baskı: Yön Matbaa Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi B Blok K:1 No:366 Zeytinburnu İstanbul

“Terörist” Gazetreciler ve Düşman Ceza Hukuku

İsyankâr Gençliğin AKP ile İmtihanı

12 Eylül Darbesi ya da Bugünlere Nasıl Geldik?

Ne Paşaymış ama...

Gereği Düşünülmüş...

FC Cemaatspor Süper Lig’de

İşkence ve İhlallerin Gölgesinde İnsan Hakları

Hrant Dink Cinayeti

Üniversiteler Yarışıyor

Yargıda Dönüşüm Paneli

Bir Tanışmanın Ardından...

Neyin Dalaşı?

Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ Hakkında Müebbet Hapis İsteniyorCinsel İstismara Uğrayan ve Yargıya Güvenemeyen Çocuklar Diyarı Türkiye

Göz Göre Göre Katliam

Hrant’ In Ölümünün Sorumlularından Ramazan Akyürek ‘Yine’ Terfi EttirildiDevlet Denetleme Kurulunun Raporu Tamamlandı

Halktan Rant Uğruna Koparılmaya Çalışılan Değerlere Haydarpaşa Garı Da Eklendi

Deniz Feneri Savcılarına İddianameKazık Çevirmece Oyunu

Guernica Eşiğinde Savaş

Yunanistan’ın İsyan AteşiDev-Yol Davası Düştü

Kesme Be Şeker!

Rosenbergler Boyun Eğmedi

Dreyfus Olayı: Adalet İçin Bir Savaşın Öyküsü

4

6

8

10

12

22

16

24

14

23

18

25

26

27

28

29

30

31

32

34

36

38

YEREL SÜRELİ YaYıN

Page 3: icabihal sayi 5

Türkiye gündemi, uzunca bir süredir siyasi davalar ile çalkalanıyor. Binlerce sayfalık iddianameler, sanıkları adeta suçlu ilan ediyor ve pek çok karalama kampanyasına davetiye çıkartıyor. Televizyonda, sokakta, sosyal paylaşım ağlarında birtakım iddialar yer alıyor ve çoğu insan bü-tün bu yaşananlara büyük bir kafa karışıklığıyla bakıyor. Üzerinde çokça konuşulsa da hakkında “herkesin her şeyden biraz” bildiği bir süreçten geçiyoruz.

Başbakan Erdoğan’ın savcı kılığına soyunarak startını verdiği Erge-nekon soruşturması, arkasından gelen Balyoz, Kafes, İrticayla Eylem Planı, Odatv Davası ve KCK Operasyonları karşımızda birer heyula gibi durmaktadır. Basılmamış kitapları, bomba diye nitelendiren bu yeni rejimde gazetecileri,belediye başkanlarını,öğrencileri ve muhalif kimlik-leriyle tanıdığımız pek çok ismi hapishanelere tıkılmış halde buluyoruz. Sanıklara yöneltilen tutuklama talebi için gerekçeye ihtiyaç duymayan mahkemeler, tutuklama talebine şerh koyduran hakimden gerekçe talep ediyor. Düzen, artık suçsuz bile çıkacak olsa, söz konusu insanları tutuklu yargılayarak hükmünü vermektedir. Bu yüzden dergimizin 5. sayısında bu dava süreçlerini ele alıp, nasıl bir dönemden geçtiğimizi anlatıyoruz. Şike operasyonu hala gündemdeki sıcaklığını korurken, geçen ay son duruşmasında alınan kararla çok tartışılan Hrant Dink davasını ve “12 Eylül’ü yargılıyoruz” savıyla sadece iki paşayı sanık sandalyesini oturtan bir iddianameyi birlikte inceliyoruz. Odatv davasında yaşananlara göz atarken, yaşadığımız hukuk düzeninin niteliğini tartışarak, hukuk çevre-lerinde uzunca bir zamandır konuşulan “Düşman Ceza Hukuku” kavramı-na gidiyoruz. Dahası her gün ayrı bir ilde gözaltı ve tutuklama haberleri-ne rastladığımız KCK davası, iddianamesinin neredeyse yarısını kaplayan telefon kayıtları ve üretilen delilleriyle bu dosyadaki yerini alıyor.

Bu sayımızda ayrıca, başbakan Erdoğan’ın yaptığı açıklamayla başlayan “dindar gençlik” söylemini tartışan bir yazı, Pablo Picasso’nun ünlü tablo-su Guernica’ya dair bir inceleme ve 90lı yılların kendine has tarzıyla öne çıkan rock grubu Kesmeşeker’in solisti Cenk Taner’le yapılmış bir ropörtaj yer alıyor. Hukuk bilimi köşemizde ise, insan hakları ihlallerine dair bir değerlendirme yazısı bulunuyor.

Son Olarak…

Türkiye açık bir cezaevine dönüştürülürken ve muhalif her sese büyük bir sus payı bırakılırken durup yeniden düşünmek gerekiyor. Hukukun yerini hukuksuzluğa bıraktığı uygulamalar ve siyasi iktidarın bilerek ve isteyerek cezalandırdığı kimi isimler yalnız bu dönemde değil; tarihteki bütün baskı dönemlerinde karşımıza çıkıyordu. Bu yüzden dergimizde, tarihteki ilk entelektüel başkaldırı olarak bilinen Dreyfus Davası’na ve ABD’de casus oldukları iddiasıyla elektrikli sandalyede idam edilen onurlu çift Ethel ve Julius Rosenberg’in yaşamlarına yer vermekte fayda gördük. Rosenberglerin yargılandığı süreç, iki biliminsanının ölüme giden direnişlerini anlatırken, Dreyfus Davası yaşadığı topluma karşı kendini sorumlu hisseden her hukukçu adayının okuması gereken bir adalet mü-cadelesini anlatmaktadır.İşte bu yüzden, İcab-ı Hal, bu sayısıyla herkesi okumaya ve düşünmeye çağırmaktadır. “Işık, biraz daha ışık!”* adına…

İcab-ı Hal Yayın Kurulu

Page 4: icabihal sayi 5

4 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

“TERÖRİST” GAZETECİLER ve DÜŞMAN CEZA HUKUKUTürkiye’de yürütülen soruşturmalara baktığımızda, terörle mücadele kapsamında ‘terörist’i yani ‘düşman’ı, polisin belirlediğini görmekteyiz. Devletin düşman ceza hukuku eğilimini cisim-leştiren aygıt, eski adıyla DGM’ler, şimdiki adıyla ise Özel Yetkili Mahkemeler’dir. Bu anlamda polis ile ÖYM’lerin bir bütün olarak çalışması, düşmanı hedef alan bu anlayışın bir yansımasıdır.

Üçüncü duruşması 12 Mart tarihinde görülecek olan ODA TV davası, son yılların en çok konuşulan davalarından biri oldu. Muhalif kimlikleriyle öne çıkan ODA TV sanıkları, haklarında hiçbir kaçma şüphesi ve delil karart-ma ihtimali olmadığı halde bir yılı aşkın süredir cezaevinde. İstisnai bir karar olan tutuklama, diğer pek çok siyasi davada olduğu gibi bu davada da olağan bir güvenlik tedbiri olarak karşımıza çıkıyor. Burada hukukun değişen ve farklı uzantıları olan bir çehresiyle karşı karşıya geliyoruz. O halde şunu sormak gerekiyor : Bu davalarla, muhalif gazeteci, akademis-yen ve yazarlara yönelik, yurttaşlara uygulanan hukukun dışında yeni bir hukuk mu yaratılmak istenmekte-dir? Bu öyle bir hukuktur ki, yasadışı olmayan faaliyetler suç sayılmakta ve artık sanıklar için masumiyet karinesi işlememektedir. Devletin güvenliği ve rejimin istikrarı adına inşa edilen ceza politikasıyla, temel hak ve özgürlükler gözden çıkarılabilmektedir.Sadece ODATV davasının değil, aynı zamanda özel yetkili savcılıklar eliyle yürütülen bütün davaların ceza poli-tikasını belirleyen bu soru, yazımızın esasını oluşturacaktır.

ODATV Sanıkları Ne İle Suçlanıyor?Savcılık makamının Odatv’ye yönelt-tiği suçlamaların başında, hali hazırda yürütülen diğer davaları (Ergenekon, Balyoz, Poyrazköy, Kafes, Askeri Casusluk, ÇYDD-ÇEV ve İrticayla Müca-dele Eylem Planı gibi) olumsuz yönde etkilemek yer alıyor. ODATV’nin kısa zamanda dikkat çeken haber başlıkları ve ülke gündemi üzerindeki etkisi, somut hiçbir delil olmaksızın iddia makamı tarafından halkı kin ve düş-manlığa tahrik etmek ve aynı şekilde adil yargılamayı etkilemek kapsamında değerlendiriliyor.Emniyet teşkilatı içerisinde örgütle-nen Gülen cemaatine işaret etmek, kolluğun tasarrufuna bağlanan soruşturmalar için artık yeterlidir.

Aynı şekilde AKP’nin icraatlarını ifşa eden haberler, Arap Baharı ile ilgili hazırlanan analiz yazıları, sendikaların ve baroların yaptıkları açıklamalar, Deniz Feneri davasındaki gelişmeler ve ekonomik krizle ilgili yazılanlar da iddianamede “suç delili” olarak gös-terilmekte. Bu kadarla bitmiyor. Yeni suç tipleri de icat ediliyor ve böylece Wikileaks belgelerini gün yüzüne çıkartıp, yapılan pazarlıkları kamuo-yuna sunmak da hükümeti yıpratma suçunu oluşturuyor. İşin ilginç yanı, hiçbir cumhuriyet savcısı, söz konusu haberlere ilişkin bir soruşturma baş-latmış değil. Örgüt talimatıyla yazıldığı ileri sürülen haberlerin içeriğine ilişkin hiçbir yalanlama ya da cevap gelme-diği de bu noktada hatırlanmalı. Zaten gerçekdışı bilgi ve iftiralar içeren ya da devlet güvenliği açısından gizli bilgi-lerin temini kapsamına giren bir haber olsaydı, bu alanda görevli cumhuriyet savcısı ceza davası açmak zorunda ka-lırdı. Ancak 134 sayfalık iddianamede sıralanan haber başlıkları dışında, söz konusu haberler için açılmış bir davaya da rastlamıyoruz.“ULUSAL MEDYA 2010” adı ile bazı sanıkların bilgisayarında ele geçirildiği iddia edilen word dosyaları ise, adeta Odatv davası için “yaratılmış” bir polis tezgahı. Örgütsel doküman olduğu ileri sürülen bu belge için, üç farklı üniversite ve bir ABDli bilişim şirketi ayrı ayrı raporlar hazırladı. Bütün bu incelemelerden çıkan ortak sonuç, söz konusu word sayfalarının bilgisayarla-ra sonradan eklenmiş olduğuna ilişkin-di. Belgenin virüs yoluyla üçüncü bir kişi tarafından eklendiği açıkça tespit edilmişti. Ancak hakim, bu “teknik işlem”lerin mahkeme heyetince dikkate alınmayacağına hükmederek sanıkların tutukluk hallerini savundu. Hazırlanan raporlara itibar etmeyen mahkeme heyeti, ikinci duruşmada aldığı bir kararla belgeyi incelemek üzere TÜBİTAK’a gönderdi. Ancak TÜBİTAK’ın belgeye dair hazırlayacağı rapor şimdiden kuşku uyandırmakta.Dava sanıklarından Prof.Dr. Yalçın Küçük, silahlı terör örgütü kurmak ve örgüt yöneticisi olmakla, Ahmet Şık ve

Nedim Şener, bu silahlı terör örgü-tüne yardım etmekle; diğer sanıklar ise iddia olunan terör örgütüne üye olmakla suçlanıyorlar. Davaya CMK’nın m.250 ile yetkili kıldığı özel yetkili savcılık bakmakta ve gazeteciler “Te-rörle Mücadele Kanunu” kapsamında yargılanmaktalar.

Tek Sorun İfade Hürriyeti Mi?Bütün bu yaşananlara ifade özgür-lüğünün askıya alındığı bir düzen demek, ne kadar yeterli ve açıklayı-cıdır, tartışılır. Zira bu davaya sadece basın hürriyeti açısından bakmak, pek çok önemli sonucu atlamak demektir. AKP iktidarı tarafından, korku üzerine inşa edilen bir toplum yapısı kurabil-mek adına, hukuk ve hukukun araçları da dönüştürülmek mi istenmektedir? Sormamız gereken asıl soru budur. Geçtiğimiz ay, daha önce baro baş-kanlığı da yapmış olan avukat Turgut Kazan’ın açıklaması, bu anlamda yeniden düşünülmelidir: “11 Eylül saldırılarından sonra çok sıcak bakılan düşman ceza hukuku anlayışı, bizde CMK’nın 250, 251, 252. maddeleri ve 3713 sayılı TMK ile hayata geçiriliyor. (…)Ülkemizdeki bütün soruşturmalar ‘polis merkezli’ olarak yürütülüyor. Savcılar ‘yönlendirici/denetleyici’ değil, ‘onaylayıcı ve meşrulaştırıcı’ bir görev üstleniyor. Böylece bazı çevrelerin kızdığı gazeteci, avukat veya başka meslekten insanlar yargı formatı kulla-nılarak, düşman ceza hukuku kuralla-rıyla susturuluyor. Bugün Türkiye’de yaşadığımız gerçek budur. ”1

Av. Kazan’ın işaret ettiği kavram, AKP’nin yaratmak istediği rejime karşı çıkan aydınları bir tehlike unsuru ola-rak gören yaklaşımı da açıklayacaktır.

Düşman Ceza Hukukunun Temelleri ve İşlevselliğiDüşman ceza hukuku kavramı, ilk defa 1985 yılında, Alman hukukçu Prof. Dr. Günther Jakobs tarafından ortaya atılmıştır. Bu kavram, devletin ceza hukuku politikasında izlediği ikili yapıyı sorgulamak ve bunun araçla-rını tanımlamak için oluşturulmuştu. Bu anlamda Jakobs, kavramın ilkesel

gözde türkeli

Page 5: icabihal sayi 5

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 5

olarak anlam kötüleştirici bir yönünün bulunmadığını belirtiyor, var olan bir eğilimi saptamaya çalıştığını ifade edi-yordu: “Failin kişi muamelesi görmesi veya tehlike kaynağı olarak muamele görmesi veya diğerlerinin korkutulma-sında bir araç olması”2 farklı eğilimleri ortaya koymaktadır. Buna göre, yurt-taş ceza hukuku herkesin hukukudur. Aydınlanmacı ceza hukuku anlayışına bağlı olarak hukuki normun geçerliliği-ni esas alır ve cezayı suçluyu topluma yeniden kazandırmada bir araç olarak kullanır. Suçun kanuniliği ilkesi ve aksi ispatlanana kadar her yurttaşın suçsuz olduğu anlayışı vardır. Top-lumla potansiyel olarak uzlaşabilen her birey, “kişi” muamelesi görebilir. Düşman ceza hukuku ise, kişi olma-yanlara ilişkindir. Düzen, karşısındakini bir “kişi/yurttaş” olarak değil, düşman olarak görür. Mevcut rejimi tehdit eden düşmanı hedef alır, onu bertaraf etmek için gerekli mücadele yasala-rını oluşturur. Jakobs’a göre her kim kişisel davranışında yeterli derecede bilişsel bir güvenlik sunamıyorsa, artık kişi/yurttaş olarak muamele görmeyi bekleyemez. Çünkü devlet güvenliğini tehdit eden bütün “tehlike objeleri”, ilkesel muhalif olarak kabul edilir. Dü-zene karşı ilkesel sapkınlık içinde olan kimse, kendi davranışı için güvence vermediğinden, bir yurttaş olarak görülmeyecek ve kendisiyle bundan böyle düşman ceza hukukunun araçla-rıyla mücadele edilecektir.Kolaylıkla görüleceği gibi, düşman için çizilen sınırlar belirsizdir. Düşmanı kimin,nasıl belirleyeceği sorusu somut koşullara göre değişmektedir.3 Top-lumsal muhalefet ve özgürlük alanının genişletildiği yönetimlerde, bu anlayış asgari düzeyde görülürken; sıkıyöne-tim mantığıyla yönetilen dikta rejim-lerinde ve emperyal siyaset açısından uluslararası terörizmle mücadele eden ülkelerde bu anlayış hakim uygulama olarak karşımıza çıkmaktadır. Düş-manın ihraç edilmesi veya sistemle uzlaşabileceği bir hizaya çekilmesi ise, düşmana karşı izlenecek temel politikadır. Türkiye’de yürütülen soruşturmalara baktığımızda, terör-le mücadele kapsamında “terörist”i yani “düşman”ı, polisin belirlediğini görmekteyiz. Devletin düşman ceza hukuku eğilimini cisimleştiren aygıt, eski adıyla DGM’ler, şimdiki adıyla ise Özel Yetkili Mahkemeler’dir. Bu anlamda polis ile ÖYM’lerin bir bütün olarak çalışması, düşmanı hedef alan bu anlayışın bir yansımasıdır. Şiddeti

meşrulaştıran araçları ile düşman ceza hukuku, aslında hukukdışı bir alana da geçmek demektir.Bu anlayışın en önemli belirtilerinden bir diğeri ise, cezalandırılabilirliğin öne çekilmesi meselesidir. Kamu güvenliği gerekçesiyle henüz teşebbüs aşama-sına varmamış kimi suç girişimlerini, yani hazırlık hareketlerini cezaya tabi tutan bu düzenlemeler, “henüz eylem haline gelmemiş sadece planlanan, yani gerçekleşmiş bir norm geçerliliği zararı doğmamış; sadece müstakbel bir eylemin var olduğu bir düşman ceza hukuku düzenlemesidir”4. Bu düzenlemelerin mevcut ceza kanunla-rımıza özellikle örgütlü suçlar kapsa-mında eklemlendiği görülmektedir.TCK m.220’nin “suç işlemek amacıyla örgüt kurma” başlığı, henüz bir hiçbir faaliyeti olmasa dahi bir suç örgütü kurmanın başlı başına bir cezalandır-ma sebebi olduğunu düzenlemektedir. Bu madde, böylesi bir suç örgütünü kurmanın, örgüt üyesi olmasa dahi örgüte hizmet edecek faaliyetlerde bulunmanın, bizzat bir terör eylemi gerçekleştirmekle benzer olduğunu tanımlamaktadır. “Örgüt üyesi olmasa dahi cezalandırılabilme, suç işlemese dahi örgüt üyesi olarak yargılanabil-me, fon sağlayanları ve propaganda suçuna iştirak etmemiş olsa dahi basın yayın organlarının sorumlularını cezalandırma koşulları son derece ağır yaptırımları doğurmaktadır[5]”. Ergenekon terör örgütünün varlığı iddiası ile sanıkların sonu gelmez bir yargılama sürecine dahil edilmeleri ve uygulamaya geçmemiş bir darbe planı iddiasıyla tutuklu yargılanmaları tam da bu noktada düşünülebilir. Bu anla-yışın sonucunda, suçsuzluğu ispat-lanana kadar herkesin suçlu sayıldığı görülmektedir. Böylece ceza bir araç değil, bizzat uzun tutukluluk süreleriy-le amaca dönüştürülmektedir.Odatv sanıklarından Ahmet Şık’ın basılmamış kitabının suç teşkil etmesi, bu açıdan hiç şaşırtıcı gözükme-mektedir. Tutuklu sanıklardan Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan’ın “Sızıntı-Wikileaks’te Ünlü Türkler” kitabı hakkında ise, polislerin matbaadan 10 nüsha istediği geçen ay ortaya çıkar-tılmıştı[6]. Artık emniyet suç unsuru sayacağı kitapları, matbaadan sipariş etmektedir. Hiçbir çekincelerinin olma-dığını görüyoruz. Kitabın çıktığı ve çok satılanlar arasına girdiği hafta, Barış Pehlivan’ın Soner Yalçın’la birlikte kaldığı hücresinin değiştirilmesi ise, bütün bu hazırlıkların niye yapıldığı-

nı göstermiş oldu. Cemaati, ABD ile ilişkileri, Kürt meselesinde hükümetin izlediği politikayı yazmak, başlı başına bir korku yaratıyor ve “tehlike” berta-raf edilmek isteniyor.Görüldüğü üzere, Prof. Dr. Günther Ja-kobs aslında bize, diktatörlüğe kayma tehlikesi bulunan ve artık tek kutuplu hale gelen dünyada, muhalifler için rasyonel hukuk araçlarının değil; ihraç ve sindirme politikalarının uygulandı-ğını göstermektedir. Gerek 11 Eylül sonrası gözle görülür hale gelen terör yasaları gerekse mevcut hukuku dönüştüren şiddet araçları, sadece Türkiye’de değil, uluslararası planda da muhalifleri kuşatmış haldedir. Bugün yaşamakta olduğumuz gerçek, tam da budur.

Dipnotlar:1. Turgut Kazan’ın açıklaması : http://www.haberinyeri.net/turgut-kazan-neyi-tespit-etti-125340h.htm2. Prof.Dr. Günther Jakobs, “Yurttaş Ceza Hukuku ve Düşman Ceza Hukuku”, çev. : Araş. Gör. M. Cemil Ozansü, Terör ve Düşman Ceza Hukuku, Ankara, 2008, s.4893. “Düşmanı ‘elbette’ polis tanımlaya-cak ve tespit edecektir. Kimin düşman olduğunun tespiti, özü itibariyle ve kaçınılmaz olarak bir polis araştırma-so-ruşturmasına dayanır. Kişi bir kez kolluk tarafından ‘düşman’ olarak nitelendiril-dikten sonra, özel yetkili savcılık-mah-kemelerce düşmana reva görülecek biçimde de yargılanacaktır. Bu nedenle, anti-terör mahkemelerinin uygulandığı ülkelerde iplerin poliste -yürütmede- ol-duğu ve yargının, kolluğun açtığı yolda araçsallaştığı-talileştiği kabul edilir. Böylece ‘Düşman kim?’ sorusunun kolluk ve yürütme tarafından yanıtlandığı ve sonrasında da özel yetkili savcılıklara-mahkemelere havale edildiği, ‘polis yoğun’ bir cezalandırma mekanizması ortaya çıkar.”* Denizer Şanlı, Düşman Ceza Hukuku ve Türkiye : http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=412494. Prof.Dr.Günther Jakobs, “Düşman Ceza Hukuku?-Hukukiliğin Şartlarına Dair Bir İnceleme”, çev. : Araş. Gör. M. Cemil Ozansü, Terör ve Düşman Ceza Hukuku, Ankara, 2008, s.5225. Denizer Şanlı, “Düşman Ceza Hukuku ve Türkiye’de 1980 Sonrası Düşman Ceza Hukuku”, Bugüne Bakmak, Dipnot Yayınları, Ankara, 2011, s.3746. http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/pehlivan-ve-terkoglunun-sizinti-kitabinda-polisten-siradisi-telas-haberi-51080

Page 6: icabihal sayi 5

6 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

İSYANKÂR GENÇLİĞİN AKP İLE İMTİHANI

Şubat ayının başında Kemal Kılıçda-roğlu ve Başbakan Erdoğan arasında başlayan ve geniş kesimlere yayılan dindar gençlik, isyankâr-ateist-tinerci gençlik tartışması gençliğin durumunu anlamak adına bir anlam taşımasa da başka bir takım verileri sunduğu ve insanların da aklına “Nasıl bir gençlik?” sorusunu getirdiği için değerli bir yan taşıyor.Her şeyden önce bu tartışma Baş-bakanın ve partisinin gençliğe bakış açısını bir kez daha bütün açıklığıyla gösterdi. 01 Şubat’ta yapılan par-tisinin Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısı’nda dindar, muhafazakâr bir gençlik yetiştirmek istediklerine dair yaptığı vurgu ile ve bundan birkaç gün sonra ayın 6’sında katıldığı Fatih Projesi’nin tanıtım toplantısında yap-tığı açıklamada “Bu gençliğin tinerci olmasını mı istiyorsunuz? İsyankâr bir nesil mi yetişmesini istiyorsunuz?” diyerek gençlik denilince ne anladı-ğını açıkça gösterdi. Fakat bütün bu tartışma sürecinden ortaya çıkan tablo AKP’nin gençlikle olan ilişkisini nasıl kurduğunu anlamak için değerli bir veri sunuyor.

Bir “Tehlike” Olarak GençlikEn sonda söyleyeceğimi şimdiden söy-leyeyim: AKP, gençliğe kontrol altında tutulması gereken bir kesim olarak bakıyor. Bu durumun sadece bu parti-

ye özgü olduğunu söylemek ise yanlış olur. Genel olarak sağın, muhafazakâr düşüncenin gençlikle yıldızının barışa-madığı (ve barışamayacağı) bir gerçek. Bunda gençliğin temel özellikleri arasında sayabileceğimiz değişime, yeniliğe olan eğilimin büyük payı var. Bu yüzden genel olarak dünyada ol-duğu gibi Türkiye’de de sağ, gençliğe hep kontrol altında tutulması gereken bir kesim olarak baktı.Kontrol altında tutmak ise karmaşık bir yapı içerisinde gerçekleşiyor.İlk başta altı kalınca çizilmesi gereken nokta, gençliğin var olan toplumsal ve sınıfsal ilişkiler bütününden bağımsız bir yerde durmuyor olduğudur. Bu yüzden gençliği kontrol eden yapıya bakacaksak Türkiye’nin ekonomik ve siyasi durumuna da bakmak zorunda-yız.İşsizliğin milyonlarla ölçüldüğü, halkının çoğunun yoksulluk içinde yaşadığı bir ülkede gençlik de ilk önce ekonomik kaygılarla, geleceksizlikle terbiye edilmektedir. Sömürü ilişkileri-nin hâkim olduğu bir ülkenin piyasaya teslim olmuş eğitim kurumlarında gençlik daha ortaokul sıralarından itibaren yarış ve rekabet kültürü ile tanışıyor. Üniversite yıllarında bu kül-tür en gelişkin haline, yani kariyercilik noktasına ulaşıyor. Gençliğe tek kurtu-luşun sıra arkadaşını geride bırakmak-tan geçtiği söyleniyor. Artık işsizlik korkusu ve geleceksizlik bütün eğitimi derinden etkileyen bir faktördür.Piyasa mantığı ile işleyen okullar,

gençleri okuyan tartışan bireyler ola-rak değil, piyasaya eleman olarak ye-tiştiriyorlar. Topluma, emekçilere karşı sorumluluk hisseden, idealleri olan gençler yetiştirmek artık “demodedir”. İlkokulundan üniversitesine kadar gerici ve ezberci olan bir müfredatla eğitim verildiği ise bu tabloda ufak bir ayrıntı olarak kalıyor.Öğrencilerin en temel ihtiyaçlarını bile karşılamaktan aciz eğitim kurumları; barınma, ulaşım sorunları içerisinde boğuşan yoksul gençlik kesimlerini cemaatlerin eline terk ediyor. Mevcut durumu kabullenmeyen ya da değiştir-meye çalışanlar ise zora başvurularak “düzeltiliyorlar”.Yukarıda saydıklarım bir temel sunu-yorlar; fakat gençliğin kontrol altında tutulması için bunlar yeterli olmuyor. Kontrol aygıtı esas olarak ideolojik müdahale ile şekilleniyor.Eğitim kurumları her şeyden önce, var olan sistemin ideolojik eğilimlerini gençliğe aktarırlar. Okul müfredat-larının her yanına sinmiş olan gerici zihniyet nasıl bir profil çıkarmak iste-diklerini ortaya koyuyor. Bugün hala “1. Dünya Savaşı’nda Almanlar yenildi diye biz de yenik sayıldık.” diyorlar mı bilmem; ama bu sözü söylettiren man-tığın değişmediğine eminim. Küçük yaşlardan başlayan din eğitimi; Kuran kurslarıyla, cemaat ağıyla birlikte AKP’nin istediği gençliği yaratmaya devam ediyor.Tablonun bu kısmını daha fazla uzat-maya gerek olduğunu sanmıyorum.

Bugün hala “1. Dünya

Savaşı’nda Almanlar yenildi

diye biz de yenik sayıldık.”

diyorlar mı bilmem; ama bu

sözü söylettiren mantığın

değişmediğine eminim.

Küçük yaşlardan başlayan

din eğitimi; Kuran kurslarıyla,

cemaat ağıyla birlikte AKP’nin

istediği gençliği yaratmaya

devam ediyor.

cankat aydın

Page 7: icabihal sayi 5

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 7

Eğitim kurumlarının ideolojik müda-haleleri hiçbir zaman yeterli olma-maktadır. Bu yüzden gençliğin önüne birtakım kimlikler koymak gerekiyor. AKP bu noktada topluma dayattığı muhafazakâr kimliği birtakım girdilerle gençliğin de önüne koyuyor. Fakat muhafazakâr kimlik hiçbir zaman tek başına tabloyu tamamlamaz. Çünkü yapısı gereği “değişimle” mücadele edecekse ve “var olanı” koruyacak-sa her zaman birtakım “korkulara”, “kötü” örneklere ihtiyaç duyar. Çünkü inşa etmeye çalıştıkları kimlik başka türlü kendini var edemez. Bu kimliği gençliğe giydirmeye çalıştıklarında ise “kötüyü” bir kat daha fazla göze sokmaları gerekmektedir.AKP de tam olarak bunu yapmaktadır. Gençliğin önüne bir yanda çürümüş ve hayattan kopmuş bir profil koyarken, diğer yandan da ne istediği bile belli olmayan antipatik isyankar bir profil ile birlikte tabloyu tamamlamaktadır. AKP gençlere bu “çürümüş ve isyan-kar” gençleri göstererek “Bu bağımlı, tinerci gençler çürümüşlerdir, hayatla bağları kalmamıştır, yaşamlarına dair amaçları yoktur. Ahlak nedir, iyilik nedir, yardımlaşma nedir, sevgi nedir bilmezler. İsyankar, ateistler ise saygı-sızdır, ne istediklerini bilmezler, dine, örfe, adete saygıları yoktur; vatana, millete zararı dokunacak “teröristler” hep bunların arasından çıkar.” demek-tedir. Hayatta bir amaç arayanlara, ahlaklı, iyi bir insan olmak isteyenlere dini ilkeleri; iş sahibi olmak isteyenlere cemaatleri göstermektedir. Gençliğe sunulan bu kuşatılmışlıktan kurtulu-şun ise yarattığı muhafazakâr kültür-de olduğunu ileri sürmektedir.Bu noktada şu tespit önemlidir: AKP’nin dindar ve muhafazakâr bir gençlik yaratmak için her zaman “elinin altında” tinerci, çürümüş ve isyankar gençler bulunması gerek-mektedir. Yani AKP, bu gençleri kendisi yaratmaktadır.Bu sömürü düzeni yüzünden yani AKP’nin yönettiği bu düzen yüzün-den köşeye itilmiş ve unutulmuş olan tinerci gençler tekrardan AKP tarafından bütün gençliğin önüne bir “ibret” öğesi olarak sürülmektedirler. 12 Eylül’den beri bütün iktidarların ve tabii AKP’nin de binbir uğraşla apolitikleştirdiği ve çürüttüğü gençlik kesimlerini herkese, sanki bu genç-liğin oluşmasında kendisinin de payı yokmuş gibi muhafazakâr kimliği ör-gütleyebilmek için “kötü” örnek olarak

göstermektedir.İsyankâr gençlere gelince… Bu nok-tada AKP kelimenin tam anlamıyla hayali bir kimlik yaratmaktadır. Yani işin gerçeğini gizleyip herkesin önüne başka bir şey sunmaktadır. Başbaka-nın deyimiyle ne istediğini bilmeyen isyankâr, ateist gençler aslında ne is-tediklerini bilmektedirler. Karşı çıktık-ları, değişmesi için mücadele ettikleri düzenin yerine ne istediklerini bilmek-tedirler. Bu yüzden AKP gençliğin bu kısmını her zaman marjinal bir noktaya itmeye ve kriminalize bir vaka haline getirmeye çalışacaktır, gençliğin kalan kesimlerine ve topluma böyle suna-caktır. Bunu hala inatla anlamayanları ise zor gücüyle, polisiyle korkutmaya çalışmaktadır.

İsyankâr gençlik ne yapmalı?Muhafazakar kimliğin var olanı değiş-tirmekten yoksun olduğu, hatta onu koruduğu apaçık ortada. Bu kimlik ne kadar örgütlenirse bu sömürü düzeni varlığını o kadar kuvvetlendirir. Bu sebeple AKP’nin gençliğe bu kimliği dayattığını ve ahlaklı olmanın, amaç sahibi olmanın, topluma yararlı olma-

nın tek yolunun muhafazakârlıktan geçtiğini ileri sürdüğünü görmemiz gerekmektedir. Bunun karşısına esas topluma yararlı olanın AKP Türkiye’si-ne karşı çıkmanın, bu sömürü düzenini yıkmak istemenin olduğunu ve bunu da sorumluluk sahibi, aydın, okuyan gençlerin işi olduğunu göstermemiz gerekiyor. Bunun yolu ise başka bir kimliği örmekten geçiyor. Yoksa ataca-ğımız herhangi bir adımın bu tabloyu değiştirebilmesine ihtimal yok.Gençliğin ise elinde böyle bir kimliği inşa edecek yeterli birikimi bulun-maktır. Mücadele tarihimizde bunun gelişkin örneklerini Fikir Kulüpleri Federasyonlarında, Sosyalist Fikir Kulüplerinde görebiliriz. Kulüplerden gençlik örgütlerine, sosyalist parti-lere kadar gençlik her zaman başka bir kimliği kurabileceğini göstermişti. Bunu tekrar yapabiliriz, yapmalıyız. Kulübümüz yola çıkarken amacını belirtmişti, tekrar etmekte fayda var:Toplumcu Hukukçular Kulübü bu tablo-yu değiştirmek iddiasıyla kurulmuştur. AKP’nin çizdiği tabloyu parçalayıp atacak aydınlık yarınların ilerici gençlik kimliğini örecektir.

Page 8: icabihal sayi 5

8 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

12 EYLÜL DARBESİ YA DA BUGÜNLERE NASIL GELDİK?

12 Eylül 1980 darbesini ele alırken işkencelerden, idamlardan ve cunta yönetiminin bir dizi insanlık dışı uygu-lamalarından söz etmek; tüm bunların doğru veriler olmasından bağımsız, bizi eksikli ve 12 Eylül’ün muhtevasını anlamaktan fazlasıyla uzak bir değer-lendirmeyle baş başa bırakacaktır. 12 Eylül darbesinin ideolojik, siyasal ve ekonomik bir programı olduğunu göz ardı eden değerlendirmeler, hem 80’li yılları hem bugünü yanlış okumamıza yol açacaktır. Bu yanlış okuma bizi, örneğin darbenin hiç değilse yük-selen şiddet olaylarına son verdiği için iyi-gerekli olduğu; Turgut Özal liderliğindeki ANAP’lı yılların ülkenin “demokrasi”ye döndüğü, “sivilleştiği”, kalkındığı yıllar olma özelliği taşı-dığı; AKP’nin 12 Eylül’le gerçekten hesaplaşabileceği- en azından hesap-laşmak istediği- gibi bir dizi yanılgıya sürükleyecektir. Zira bugün, Türkiye toplumunun önemli sayılabilecek bir çoğunluğunda bu türden yanılgılar oluşturulmuş durumdadır.Siyasi aklımızın bu tür yanılgılarla esir alınmasının önüne geçmek için öncelikle 12 Eylül’ün, darbe öncesi alınan 24 Ocak Kararları ve darbe sonrası Özal dönemi ile bir bütün ol-duğunu ortaya koymak gerekiyor. 12 Eylül bu bütünlük içerisinde Türkiye kapitalizmi için bir modeldir. Türkiye’yi neo-liberalizmin sultası altına sokan 24 Ocak Kararları ile bu kararların mi-

marı ve icracısı Turgut Özal döneminin emperyalizme tam boy bağımlılık, din-ci-gericiliğin yükseltilmesi, neo-liberal ekonomi politikalarının egemen kılın-ması, toplumun çürütülmesi yönünde-ki politikaları, 12 Eylül modelinin te-mel bileşenleridir. Fakat bu model; işçi hareketi, Kürt direnişi ve burjuvazinin yönetim krizi nedeniyle tam olarak uy-gulanamadı. 90’lı yıllar bir kriz sahnesi olarak geçti. Kriz sahnesi geçildikten sonra modelin güncellenmesi ve tam olarak hayata geçirilmesi gerekiyordu. Bu da AKP’ye “kısmet” oldu.

Darbe nasıl geldi?Kısaca belirtecek olursak 70’li yıllar ABD’nin, Vietnam yenilgisinin şokuyla temel ekonomi yaklaşımını bütünüyle değiştirdiği yıllar oldu. Kamusal ve bireysel tüketimi temel etmen olarak kabul eden Keynesyen yaklaşım terk edilerek neo-liberal ekonomi politi-kası benimsendi. Neo-liberalizmin getirdikleri, özelleştirme kavramının ekonomik sistemin temel kuralı ola-rak benimsenmesi, piyasalaşma ve metalaştırmanın tek belirleyen haline gelmesi oldu. Bu ekonomik değişim, elbette emperyalizmin dümen suyun-da hareket eden Türkiye kapitalizmini etkileyecekti.Emperyalizmin Türkiye’ye biçtiği gömlek neo-liberalizmdi. Fakat 70’li yıllar Türkiye’de, solun ve emekçile-rin ciddi ölçüde siyaset sahnesinde olduğu yıllardı. Böyle bir Türkiye’de neo-liberal ekonomi politikalarını uy-gulamak mümkün değildi. Önce solun

ve emekçilerin ezilmesi gerekiyordu. Darbe tam da bu sebeple yapıldı. Dev-letin, Türkiye sağı eliyle tertip ettiği 1 Mayıs 1977 katliamı, solcu ve Alevi yurttaşlara yönelen Çorum ve Maraş katliamları darbeye ortam hazırlamak için gerçekleştirilmişti.Mayıs 1979’da gazetelerde tam sayfa yayınlanan TÜSİAD manifestosu ile önce 24 Ocak Kararları, sonra da bu kararların uygulanabilmesi için 12 Ey-lül 1980 askeri darbesi geldi. Dönemin DPT Müsteşarı Turgut Özal tarafın-dan hazırlanan 24 Ocak Kararlarları ile Türkiye tek taraflı olarak yabancı sermayeye açılıyor; emek köleleşti-rilirken, sermayeye sınırsız serbesti sağlayacak “vahşi kapitalizme” geçişin temelleri atılıyordu. Devletin ekonomi-deki payı azaltılırken, özel yatırımlar ve yabancı sermaye teşvik ediliyor, yurtdışı müteahhitlik hizmetleri des-tekleniyor, kamu harcamalarında ciddi kısıntılara gidiliyor, sonucu “hayali ihracat” skandallarıyla dolu olsa da ihracatı destekleme kararı alınıyordu.Böylesi bir ekonomik politika elbette solun ve emekçilerin güçlü olduğu, sosyalizm fikrinin yükseldiği bir Türkiye’de uygulanamazdı. Bu yüzden ABD’nin “bizim çocuklar” dediği ekip, solu ve emekçileri siyaset sahnesin-den silmek adına askeri darbeyle ikti-darı ele geçirip iş başına geldi.

12 Eylül gericilik ve piyasalaşma getirdiCunta yönetimince ve Özal döneminde hayata geçirilen 12 Eylül uygulamala

yasemin gür

12 Eylül cuntacıları,

Türkiye’nin

gericileştirilmesinde bil cümle

gericiyi kıskandıracak ölçüde

adımlar attı. Darbeden hemen

sonra cunta yönetiminin

amaçlarını anlatmak için

Türkiye’nin pek çok iline

giden Kenan Evren’in ayetleri,

hadisleri dilinden düşürmediği

biliniyor.

Page 9: icabihal sayi 5

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 9

rı; solun ve emekçilerin önemli ölçüde siyaset sahnesinden dışlanması, ge-riciliğin yükseltilmesi, serbest piyasa ekonomisinin hükümranlığının tesis edilmesi, emperyalizmle bağımlılık ilişkilerinin kat be kat artırılması doğ-rultusunda atılan adımlardı. Bu uygu-lamalar on yıllık AKP iktidarına tanıklık eden bizler için, 80’li yılları yaşamamış olsak da hiç de yabancı değil. Zira bunlar AKP’nin köklerini ve karakteris-tik özelliklerini ortaya koyma niteliği taşıyor.12 Eylül uygulamalarının başında dinci gericiliğin yükseltilmesi geliyor. 12 Eylül’ün dinci gericiliği, İslamlaşmayı yükselten uygulamaları toplumun sol düşünceden uzaklaştırılmasında, ege-men ideolojinin sağlamlaştırılmasında ve toplumsal muhalefetin düzen adına kapsanmasında kullanılan araçlardan biri. Bu çerçevede 12 Eylül dönemi, İslamın siyasallaşmasının önünün açıldığı, İslamcı hareketlere kurum-sallaşma ve örgütlenme olanaklarının sağlandığı, ideolojik düzeyde İslami yaşam tarzının meşrulaştırıldığı bir dönem oldu.12 Eylül cuntacıları, Türkiye’nin ge-ricileştirilmesinde bil cümle gericiyi kıskandıracak ölçüde adımlar attı. Dar-beden hemen sonra cunta yönetiminin amaçlarını anlatmak için Türkiye’nin pek çok iline giden Kenan Evren’in ayetleri, hadisleri dilinden düşürmedi-ği biliniyor. Hemen her konuşmasında Kuran’dan alıntılar yapan Evren, 1981 yılı başında düzenlenen Konya mi-tinginde de bunun örneğini sunuyor: “Tanrısı bir, Kuranı bir, peygamberi bir, aynı sesleniş ve yakarışla namaz kılanları birbirinden koparmaya imkan yoktur.”Yine 12 Eylül döneminde zorunlu din derslerinin getirildiği, cami sayısında ciddi artış yaşandığı, İmam-Hatip Lise-si (İHL) mezunlarına yüksek bürokra-side daha fazla yer verilmesi suretiyle bu liselere talebin artırıldığı biliniyor. Cunta yönetimi tarafından İHL’lere ya-pılan bir “kıyak” da Milli Eğitim Temel Kanunu’nda yapılan değişiklik. 1982 yılında yapılan bu değişiklikle İHL me-zunları, üniversiteye girişte diledikleri fakülteyi tercih etme hakkına sahip oldu. Böylece 12 Eylül, AKP ile “çözü-len” imam-hatiplilerin katsayı tartış-masının tohumunu da atmış oldu.12 Eylül’le dinselleşmenin nasıl yük-seltildiğini anlatan bir diğer örnek de 12 Eylül döneminde kurulan, içinde

MİT Müsteşarlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da yer aldığı “Din İstis-marı İnceleme Alt Grubu”nun hazırladı-ğı raporda yer alan öneri ve tespitler. Söz konusu öneri ve tespitlerden bazıları şöyle:“-Din ve din bilgisi dersleri, ilkokullar-dan başlayarak ilk ve orta öğretimde mecburi olarak okutulmalı-Halkın basılı dini yayın ihtiyacı tespit edilmeli, her yaş ve kültür se-viyesinden insanın ihtiyacı olan dini neşriyatın yaygınlaştırılmasına önem verilmeli-TRT’de yapılan dini yayınlar güçlen-dirilmeli-Cami bulunmayan yerleşme merkez-lerine vatandaşlarımızın bu konudaki istekleri dikkate alınarak ve duyarlı bölgelere öncelik verilerek cami yapıl-ması sağlanmalıRaporda din istismarı konusuna da değiniliyor: Türk vatanını bölmek iste-yen gizli hücreler, etnik ayrılık, mez-hep farklılığı, dini ilerici yorumu gibi istismarlarla zaman zaman yüce dini ve inananları siyasi ve ekonomik tar-tışmaların içerisine çekmeye çalışmış-lardır. Bunlar çoğunlukla din kisvesine bürünmeye çalışan Marksistlerdir(!)” 1

Cunta yönetiminden sonra iktidara gelen Turgut Özal da, “ANAP’ta dört eğilimi birleştiriyorum” diyerek muha-fazakar söylemleri güçlendirmiş, mu-hafazakar kesimin Türkiye sermaye-sine entegre olmasının önündeki faiz engelini kaldırmak amacıyla getirdiği faizsiz sistemle ve önemli teşviklerle, bugün AKP eliyle zaferini ilan eden Anadolu sermayesini önemli ölçüde sahneye çıkarmıştır.12 Eylül öncesi, solun ve toplumsal muhalefetin merkezi durumunda olan üniversiteler de darbeden “payına dü-şeni” aldı. Üniversitelerin toplumla ba-ğını kesmek, ilericilikten arındırmak ve sermayenin kontrolüne sokmak ama-cıyla Yüksek Öğretim Kurumu(YÖK) kuruldu. 6 Kasım 1981’de çıkarılan 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile kurulan YÖK, 1982 Anayasası ile güvence altına alındı. YÖK’ün amacı üniversiteleri sermayenin tercihleri doğrultusunda yeniden yapılandırmak ve denetim altına almaktı. Bu kapsam-da ilk “icraatlardan” biri solcu akade-misyenlerin üniversitelerden atılması oldu. 71 (kimi verilere göre ise 120) akademisyen görevden uzaklaştırıldı, çok daha fazla sayıda akademisyen ise bu durumu protesto ederek istifa etti.

Üniversiteler 12 Eylül rejiminin ideolo-jik programına uygun olarak milliyetçi-muhafazakar akademisyenlere açıldı.24 Ocak Kararları’nın hayata ge-çirilmeye başlanmasıyla, sermaye örgütleri emekçiler karşısında güçlen-dirildi. Ücretler düştü. İhracata dayalı büyüme modeli ile ülkedeki toplam ihracatın üçte ikisi hayali ihracat oldu. Özal döneminde tam 256 tane şirketin hayali ihracat yaptığı kanıtlandı. Dış borç 1981’de 16,5 milyar dolar iken 1990’da 49 milyar dolara çıktı.Daha önce de belirtildiği gibi 12 Eylül’ün amacı, Türkiye’nin neo-libe-ralizmin tasallutu altına sokulmasıydı. Darbe ile işçi sendikalarının, dernekle-rin kapatılması, grevlerin yasaklanma-sı, solcuların ve emekçilerin hapsedil-mesi, işkencelere maruz bırakılmasıyla gereken “temizlik” yapılmıştı. Serma-yenin önündeki engeller kaldırılıp ser-best piyasa ekonomisine geçilmesiyle, toplumsal alanda da ciddi değişimler yaşandı. Siyasetten soğutulan halk, neo-liberal ekonomi politikalarının ge-reklerine uygun olarak yaratılan yeni imajların peşinden koşmaya sürük-lendi. Özal dönemi aşırı tüketimin ve zenginliğin pompalandığı yıllar oldu. Tüketici olma yolunda atılan adımlar basın tarafından ayakta alkışlanıyor-du. Reklamlar zenginliği övüyordu. Basında “Türkiye’nin en zenginleri” türünden haberler yer almaya başladı. Amerika’da ünlü zenginlere hitap eden Forbes dergisi tarafından her yıl ya-yımlanan ve “en zengin insanlar”ı konu eden özel sayıyı örnek alan Nokta der-gisi ilk kez 1985 yılında ‘Türkiye’nin en zengin 100 ailesi’ konusunu kapak yaptı ve bu araştırmayı gelenek haline getirdi.2 Böyle bir ortamda işadamı profili de yenilendi. Artık 70’li yıllara özgü “işçiyi, emekçiyi sömüren patron” figürü silinip, “istihdam yaratan, refah sağlayan işveren” figürü ikame edildi. İşadamları kamuoyunda daha görünür hale geldi. TÜSİAD’ın yaptırdığı bir an-kete göre gençlerin yüzde 48’i patron olmak istediğini söylüyordu. Kısacası toplum da yeni ekonomi politikalarının ihtiyaçları doğrultusunda dönüştürül-müştü.

Dipnotlar:1. Gelenek Dergisi- Sayı 53, Refah Par-tisi ve Türkiye Gericiliği (Yunus Galip)2. TARZ-I HAYAT’TAN LIFE STYLE’A Yeni Seçkinler, Yeni Mekanlar, Yeni Ya-şamlar (Rıfat N. Bali-İletişim Yayınları)

Page 10: icabihal sayi 5

10 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

12 Eylül iddianamesi ile ilgili yazı-lanlarGeçtiğimiz ay 12 Eylül iddianamesi tamamlandı ve mahkemeye sunuldu. 12 Eylül Darbesi’ni yargılayacak olan mahkeme, TCK m. 250 ile yetkili ve görevli yani 12 Eylül’ün yarattığı Dev-let Güvenlik Mahkemesi sisteminin devamcısı konumundaki Özel Yetkili Mahkemelerden. İddianamede şüpheli olarak, dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve Hava Kuvvetleri Ko-mutanı Tahsin Şahinkaya gösterildi. Askeri darbenin diğer komutanlarının ölmeleri sebebiyle haklarında ek kovuşturmaya yer olmadığı tespiti yapıldı. Kenan Evren(94) ve Tahsin Şahinkaya(87) ağırlaştırılmış müebbet istemiyle yargılanacaklar. Yargılama sırasında bu iki yaşlı general hayatını kaybederse, ki bu olasılık hiç de kü-çümsenemeyecek boyutta, 12 Eylül ile hesaplaşma fikri (iddianamelerle hesabın görüleceğini düşünenler için) başka bir bahara bile kalamayacak.İddianamenin mahkemeye sunulması-nın ardından basında çıkan yorumları üç şekilde tasnif edebiliriz. İlki “Refe-randumda evet çıktığı için çok şükür bu günleri gördük.”, “İşkenceci ile mağdur helalleşti, ikisi de generallerin yargılamasının sonuna kadar gidilme-

sini istiyor.” şeklindeki, tamamen sağcı basın ve siyasetçilerin söylem ve ha-berlerinden ibarettir. İkincisi, referan-dum döneminde “yetmez ama evet” kampanyası yaratıcılarının vurguladığı “Bazı solcular 12 Eylül’ün yargılanma-sından rahatsız.”, “ Simgesel olarak da olsa iki generalin yargılanması de-mokrasi adına önemli bir adımdır.” gibi yorumlardır. Diğer bir yorum çeşidi ise bizim de katıldığımız “12 Eylül hayatın her alanına işlemiştir, hesaplaşma iki generalden ibaret değildir.” , “Dönemin valileri, emniyet müdürleri, mit men-supları, siyasetçileri iddianameden muaf tutulamazlar; aksi halde aklan-mış sayılırlar.” şeklindeki yorumlardır.

Savcı ve İddianameİddianamenin yazarı özel yetkili An-kara Cumhuriyet Savcısı Kemal Çetin, mahkemeye hukuki bir metin sun-maktan ziyade, kendisinin pek değerli politik fikirlerini de içine serpiştirdiği siyasi bir metin sundu. Demokrasi, özgürlük tanımları yaptı ve bu kavram-larla ilgili tarihsel referanslar verdi. Bu tarihsel referanslar arasında Sovyetler Birliği’ne de laf atmaktan kendini ala-madı. SSCB’nin halkına yaptığı zulüm sebebiyle çözüldüğünü öne süren savcı, daha sonra mağdur ifadeleri-ne iddianamede yer verdi. Yıllardır Türkiye’de siyasetin bilinmeyen, görünmeyen, derin yapılar tarafından idare edildiğini satırlarında vurgulayan

Kemal Çetin, son yıllardaki “değişik-liklere” göz kırpmayı da ihmal etmedi. “Son yıllarda Avrupa Birliği ile bütün-leşme çabaları yolunda, kişi özgürlüğü ve hakları ile ilgili atılan adımlar ve yapılan yasal düzenlemelerle süreç, demokrasi lehine değişmeye başla-mıştır.””1 i ifadesini kullanarak açıkça Avrupa Birliği ve AKP güzellemesi yapmaktan geri kalmadı.Savcı Kemal Çetin’in ifadelerinden anlaşılan bir diğer husus ise Kenan Evren ve dönemin diğer kuvvet komu-tanlarının, adeta bütün yaşananları kendi başlarına planladıklarıdır. Bu komutanlar kimseye haber vermeden, kimseden emir almadan, darbe öncesi ülkenin çeşitli yerlerinde yaşanan kargaşalara sessiz kalmış veya geç müdahale etmişler. Çorum, Maraş, Sivas, 16 Mart katliamları; Abdi İpekçi suikastı, Fatsa operasyonu ve MSP’nin Konya mitingi hep askerin ve derin güçlerin kışkırtması veya planlaması sonucu ortaya çıkan vakıalarmış. İddi-anamenin değerlendirildiği makale-lerin birinden aktaracağımız bu pasaj sanırım yeterli olacaktır; “12 Eylül’e giden süreçte düzenlenen katliamların bütün suçunun Türk sağının sırtından alınarak bu iki kişiye yüklenmesinin de siyasi bir tercih olduğunu göste-riyor. …Sözü edilen katliamlarda rolü ve-veya desteği olan NATO, CIA, MİT, ülkücüsünden İslamcısına Türkeş’in-den Erbakan’ına bir bütün olarak Türk

NE PAŞAYMIŞ AMA…

onur güneş

12 Eylül sonrasında

ülkücülerin solcu

polislerce, solcuların

ise ülkücü polislerce

işkenceye maruz kaldıkları

iddianamenin tarihsel

gerçeklerden ziyade

“Bu Kalp Seni Unutur

mu?” adlı TV dizisi

izlenerek yazıldığını

düşündürmektedir.

Page 11: icabihal sayi 5

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 11

Sağı ve TÜSİAD bu iddianamede ya mağdur ya da izleyici. Dönemin kont-rgerilla yuvası olan MHP iddianamede ‘askerler tarafından kullanılan’ masum bir parti olarak resmediliyor.”2.İlginç olan bir diğer nokta ise dönemin siyasetçilerinin, özellikle de Turgut Özal’ın darbenin ekonomi bakanı, sa-vunucusu, işleticisi olmaktan ziyade demokrasi kahramanı olarak gösteril-mesidir. Kenan Evren’in, Turgut Özal’ın seçimleri kaybetmesi için, aleyhte propaganda yaptığı vurgulanmış ve Özal’ın darbe sonrası ilk genel seçimlerde başbakanlık koltuğuna oturduğu ve TBMM Başkanlık Divanı oluşturulduğu tarih olan 06/12/1983 tarihi, “sivil yönetime geçiş” sebebiyle darbenin sona erdiği tarih olarak be-lirtilmiştir. Özal, sanki darbeyi destek-lememiş ve sivil yönetim için çılgınca bir mücadele vermiş! Bu ifadelerin de bugün Turgut Özal’ın temsilcisi, devamcısı olduklarını iddia edenlerin kalbinde yer edinmek için kullanıldığı anlaşılmaktadır.Savcı Kemal Çetin, zamanın darbe destekçileri, şimdinin kanaat önder-lerinden bahsetme gereğini ise pek duymamış. Öyle sanıyoruz ki bugün darbe karşıtı görünen çevrelerin geçmişleriyle yüzleşmelerinden çekinmiş. Sızıntı dergisinin 21. Sayı-sındaki “Son Karakol” başlıklı yazının yazarı olan Fetullah Gülen’in “Ve, işte şimdi, binbir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tuluû saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekasına alamet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz.”2 ifadesi ne demek istediğimizi açıklamaya yetiyor. Ayrıca merak edenler için şimdinin özgürlük savaşçısı Nazlı Ilıcak’ın, 16 Eylül 1980 tarihinde, Tercüman Gazetesi’ndeki yazısından bir paragrafla bu bahsi kapatabiliriz, “Birkaç gündür, 12 Eylül harekâtı ile 27 Mayıs’ın mukayesesi yapılıyor ve hemen herkes, birincisi-nin üstünlüğünü ortaya koyuyor. Biz bu konuda taraf olamayız. Çünkü 27 Mayıs, mensup olduğumuz Demokrat Parti camiasına karşıydı. Halbuki 12 Eylül’de açıklanan hedeflerle yıllardır bizim yazdıklarımız arasında, geniş bir mutabakat bulunuyor” 3.Savcı Kemal Çetin, Fetullah Gülen veya Nazlı IlIcak’ın yazdıkları kendi-lerini tanıtmaya yeter. Fakat özellikle vurgulamak isteriz ki bizim kavgamız

salt piyonlarla değildir. Piyonlar on-ların kafasından tutup ileri çeken, gerekirse onları vezir yapan, gerekirse feda eden elin kontrolü altındadırlar.

Mağdurlar ve failler birbirine karışmış12 Eylül iddianamesinin içeriğinde MİT mensuplarından, CIA’dan, ABD’den bahsedilmediğini yazmıştık. Bunların yanında 12 Eylül’e giden süreçte eli kanlı faşistlerden, mağdurlar kümesiy-miş gibi bahsedilmesi de iddianamenin ne kadar siyasi bir metin olduğunun ve kimleri aklamaya çalıştığının ka-nıtıdır. 16 Mart katliamında adı en ön sırada geçen Muhsin Yazıcıoğlu’na mağdurlar listesinin ilk sırasındadır. Ülkücülerin “vatanını, milletini savu-nan onurlu insanlar”, solcuların ise “kafası karışmış, kendini bir yere ait hissetmek isteyen, kandırılmış, anarşik gençler” olarak takdim edildiği iddia-namede, klasik “12 Eylül bir oradan bir buradan astı” yalanı da sürdürülmek-tedir.12 Eylül sonrasında ülkücülerin sol-cu polislerce, solcuların ise ülkücü polislerce işkenceye maruz kaldıkları da ayrıca iddianamenin, tarihsel ger-çeklerden ziyade Bu Kalp Seni Unutur mu? adlı TV dizisi izlenerek yazıldığını düşündürmektedir.

Bir sonuç ve istem de bizdenSavcı Kemal Çetin; şüphelilerin, CMK’nın 250-252 maddeleri uyarınca yargılamalarının yapılarak 765 sayılı TCK’nın 146., 80., 31. ve 33. mad-deleri uyarınca ayrı ayrı cezalandırıl-malarını ve haklarında CMK’ nın 109. maddesinde belirtilen adli kontrol tedbirlerinden (yurt dışına çıkmamak vs.) birinin uygulanmasını istemiştir. Mahkeme iddianameyi kabul etmiş ve artık bu iki yaşlı general şüpheli değil sanık olmuşlardır.Bir an için davanın bittiğini ve bu iki kişinin müebbet hapse mahkum olduk-larını, Cumhurbaşkanı’nın da bu gene-ralleri affetme yetkisini kullanmadığını ve demir parmaklıkların ardına atıldık-larını düşünelim. 12 Eylül’ün halkın üzerinde yarattığı tahribatın bir nebze olsun düzelebileceğini düşünen, şu sorulara cevap vermelidir.1)Özel Yetkili Mahkemeler ve bu mah-kemelerde açılacak davaların akıbeti ne olacak?2)Yükseköğretim Kurulu ile ilgili her-hangi bir düzenleme olacak mı?

3)Siyasi Partiler Kanunu değiştirilecek ve seçim barajı kaldırılacak mı?4)Dinci gericiliğin önü kesilecek, din-dar değil “aydın nesiller” yetiştirme çabaları başlayacak mı?5) Üniversiteler tekrar bilimin üretildi-ği kurumlar haline gelecek mi?6)Üniversite öğrencisi üzerindeki kuşatma ve korku hali ortadan kaldırı-lacak mı?Soruları uzatmak mümkün. Fakat bun-lardan tek bir tanesine kimsenin evet deme şansı yok. Aksini iddia etmek ya saf dillilik olur ya da işbirlikçilik. Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın yargılanmasının, tutuklanmasının, ceza çekmesinin tek bir seçenek so-nucunda anlamı olabilirdi, o seçenek ise sistemin tümden yargılanmasıdır. Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya için yargılanmasınlar demiyoruz. Fakat onların yargılanıyor olması 12 Eylül ile hesaplaşıldığı değil, 12 Eylül’ün diğer unsurlarının aklandığı anlamına geliyor. Bataklığı kurutmakla değil de sinek öldürmekle uğraşanların, anlaya-madığı da bu maalesef.

Dipnotlar:1. İddianame no : 2012/2 ( 12 Eylül İddianamesi) tam metin, http://www.hukukum.com/12-eylul-iddianamesi-tam-metin.html2. Sol Haber Portalı, http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/12-eylul-iddianamesi-bastan-asagi-antikomunizm-kokuyor-haberi-504043. Fetullah Gülen , Sızıntı Dergisi, Ekim 1980, sayı:21 http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/son-karakol.html4. daha fazlası için (bkz: http://www.acikistihbarat.com/Haberler.asp?haber=8578)

Page 12: icabihal sayi 5

12 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

2009 yılından bu yana, kimilerinin Kürt meselesi üzerinde kurtarıcı olarak gördüğü AKP hükümetinin ve Gülen cemaatinin operasyonları sonucu, KCK soruşturması kapsamında 7748 kişi gözaltına alındı, 3895 kişi ise tutuk-landı.1 Başbakan Erdoğan’ın “sonuna kadar gidilsin” dediği KCK soruştur-masında Kürt siyasiler, avukatlar, gazeteciler, bilim insanları, belediye başkanları ve yüzlerce kişi hala hâkim karşısına çıkmayı beklemekteler. Hal böyle iken insan Can Yücel’in ‘Kurtarı-cılar kurtara kurtara/ Kurtardılar mem-leketi memleket olmaktan...’ dizelerini anmaktan kendini alamıyor.Kısa bir zaman önce ‘demokratik açılım’ın iki hedefi olduğunu vurgula-yan AKP iktidarı, bunları ‘terör ve şid-deti sonlandırmak’ ve ‘özgürlük alanını genişleterek demokratik standardımızı yükseltmek’ olarak tanımlamıştı.2 Temmuz 2009’dan itibaren ‘Kürt açı-lımı’ olarak başlayan bu süreçte uz-laşma ve diyalog evresi kısa sürdü ve iktidarın karşısında duran tüm güçler, özellikle aydınlar çeşitli davalardan yargılanmaya başladı. Bu, AKP’nin Kürt siyasetini istediği gibi kontrol edemeyişinden kaynaklanmaktadır.

İşte bu kontrol edememe durumunun, AKP’yi öncekilerden daha baskın bir siyaset izlemeye zorladığını söyle-yebiliriz. Devletin tüm kurumlarını eline geçirmiş bir iktidarın kendinden başka bir güce tahammül edemeye-ceği, yaşanan olaylarla birlikte iyice günyüzüne çıkmıştır. Kürtlerin siyasi alanını olabildiğince daraltma hamlesi sonucu tutuklamalar Ragıp Zarakolu ve Büşra Ersanlı gibi akademisyenlere kadar ulaşmıştır. Şaşaalı açılım süre-cinde AKP’ye övgüler yağdıranların, tutuklamaların bu noktaya ulaşmasına şaşırmaları da yersizdir. Zira bu aka-demisyenler tutuklanana kadar hiç ses çıkarmamış olanların “bu kadarı da fazla artık” demelerinin bir anlamı kalmamıştır.12 Eylül’de yapılan anayasa değişikliği ile beraber yargının da tamamen ikti-darın eline geçmesi, aslında son altı ayda yapılan 1548 tutuklamayı anla-mamıza yardımcı olabilir. Kendi rejim-lerini kurabilmek için önünde en ufak bir engel bulunmasını istemeyenler, kendisi haricinde bulunan tüm siyasi güçleri yok etmek için çuvalın ağzını önce Ergenekon davasıyla açmışlardı. Ergenekon operasyonlarının amacı çok netti ve toplumun farklı muhalif kesimlerine de yapılacak olan ope-rasyonların habercisi durumundaydı.

Görüldü ki Ergenekon davası sırasında tutuklamalara karşı Silivri’ye yürüyen-ler, Ergenekon davasının sonuna kadar götürülmesini isteyenler, bugün yine AKP’nin açtığı başka davalarda sanık durumundalar. Ne yazık ki tabloda değişen tek şey suçsuz yere hapiste tutulan binlerce insanın isimleridir.

KCK Davası ve Delilleri!KCK,3kendi tanımının sınırlarını aşarak bir halkı tümden sindirmek üzere inşa edilmiş, kapsamı ise seçilmiş milletve-killerinin hapiste kalmasını sağlayacak kadar genişletilmiş bir başka yok etme harekâtının adıdır. KCK davasına ilişkin iddianame yaklaşık 7500 sayfa ve iddianamenin çoğunun telefon görüş-melerinden oluştuğunu görmekteyiz. Bunlar arasında tutukluluk sebeple-rine göz atacak olursak neredeyse hepsi yasal olan eylem ve faaliyetlerin siyasal içeriğine yani siyasal düşünce-ye bakıldığı anlaşılmaktadır. Cezanın şahsiliği ve suç olgusunun tespit edi-lebilmesi adına, iddianamelerde somut delillere yaslanılması zorunluluğu mevcut iken, KCK’da ise hiç bir somut delil ve suç isnadına rastlayamıyoruz.İnternetten sadece okumak amacıyla indirilmişve pdf formatında kaydedil-miş V.İ. Lenin’in ‘Örgütlenme Üzerine’, ‘Sosyalizm ve Savaş’, ‘Ulusların Ka-

GEREĞİ DÜŞÜNÜLMÜŞ...

KCK soruşturmasında Kürt siyasiler, avukatlar, gazeteciler, bilim insanları,belediye başkanları ve yüzlerce kişi hala hâkim karşısına çıkmayı beklemekteler. Hal böyle iken insan Can Yücel’in ‘Kurtarıcılar kurtara kurtara/ Kurtardılar memleketi memleket olmaktan...’ dizelerini anmaktan kendini alamıyor.

ezginur şahin

Page 13: icabihal sayi 5

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 13

derlerini Tayin Hakkı’, Karl Marks’ın ‘Marksizm’in Bir Açıklaması ve Kısa Bir Biyografik Özeti’, ‘Demokratik Devrim-de Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği’ eserleri, Ernesto Che Guevera’nın ‘Küba Devrimi’nin İdeolojisini İncele-mek İçin Notlar’, ‘Latin Amerika Devri-minin Taktik ve Stratejisi’, ‘Sosyalizm ve İnsan’, ‘Sosyalist Planlama’ eserleri, Leo Huberman’ın ‘Sosyalizmin Alfabe-si’, Mao Zedung’un ‘Çin Devrimci Sava-şında Strateji Sorunları’ ve yine Carlos Marghella ve Alberto Bayo gibi ulusla-rarası alanda tanınmış birçok isme ait eserler suç unsuru olarak el konularak klasörlere konulmuştur.4 Yani iddiana-mede sayılan bu eserleri bulundurmak suç haline gelmiştir.Cihan Kırmızıgül hakkındaki iddia ise, bir süpermarkete yönelik gerçekleştiri-len molotof kokteylli saldırıdan iki saat sonra olay yerine yakın bir yerde oto-büs beklemekten ibarettir. Hakkında hiçbir somut delil olmamasına rağmen boynundaki puşi delil kabul edilmekte-dir. Savcı ise, KCK adına eylem yapma gerekçesiyle Cihan Kırmızıgül’ün 45 yıl hapsini istiyor ve Cihan iki yıldan fazla bir süredir tutuklu…Dahası, Prof. Dr. Büşra Ersanlı’nın ders notları ve panellerde aldığı notlar da dosyaya delil olarak eklenmiş ve suç olarak sayılmıştır. İçişleri Bakanı’nın Prof. Dr. Büşra Ersanlı’nın tutuklan-ması hakkındaki açıklaması ise söyle: ’’Hangi suçtan, hangi kominizan faaliyetten mahkûm olduğunu, ceza-evinde yattığını akrabalarının kimin olduğunun, eniştesinin bu ülkede bir başka faaliyetten tutuklu olduğunu, bir başka sevdanın yolcusu olduğunu araştırırsanız görürsünüz.’’ Bakan bu sözleriyle yargıya müdahale etmiş ve direkt olarak Ersanlı ve ailesini hedef göstermiş, baştan suçlu ilan etmiştir. Bu açıklamadan sonra kimin akrabası-nın hangi suçtan hüküm giydiği artık daha önemli hale gelmiştir.

CMK 202 Neyi Anlatır?Davanın bir başka önemli noktası ise anadilde savunma hakkının mahkeme tarafından yok sayılmak istenmesidir. Sanıkların anadilde savunma talepleri karşısında mahkeme heyeti, “bilinme-yen bir dilden bahsetmektedir” demiş-ti. Bu yüzden ki ‘bilinmeyen’ ve Kürtçe olduğu düşünülen bir dil konuştukları gerekçesiyle, sanıkların ifadelerini almaktan kaçınmıştı. CMK’nın 202.

maddesinde ise ’Sanık veya mağdur, meramını anlatabilecek ölçüde Türk-çe bilmiyorsa; mahkeme tarafından atanan tercüman aracılığıyla duruş-madaki iddia ve savunmaya ilişkin esaslı noktalar tercüme edilir’ den-mektedir. Yani mesele sanığın Türkçe biliyor olması değildir, meramını hangi dilde daha iyi anlatabiliyorsa o dilde savunma yapma hakkının kanunca korunmuş olmasıdır. Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nde ise ‘Örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işleme’ iddiası ile yargılanan ve Türkçe savunma yapan sanık hakkında ceza indirimine gidilerek 7 yıl 6 ay, Kürtçe savunma yapan sanığa ise herhangi bir indirim yapılmayarak 9 yıl hapis cezası verildi. Bu karadan sonra sizce CMK 202 neyi anlatır?

Açık Hava Hapishanesi2001’den beri dünyada 35 bin kişi terörist diye hüküm giymiştir. Bunla-rın üçte biri ise (12 bini) Türkiye’de... Üstelik ülkemizdeki artış son 5 yılda yaşanmış: 2005’te 273 olan ‘terörist’ sayımız, 2009’da 6345’e çıkmıştır.5

Bu hesaba göre iktidarla ayni dili konuşmayan herkes “herhangi bir terör örgütüne mensup’’ demektir. Her muhalifin potansiyel suçlu olarak görüldüğü bir yerde hukuk ne kadar işlevini korur bilinmez; ama taa Eski

Roma hukukundan gelen yargılamanın en temel ilkesi, suçluluğu ispatlana-na kadar herkesin masum olduğunu söyler. Artık bu ilke, minareyi kılıfına uyduranlar tarafından ’masumluğu ispatlanana kadar herkes suçludur’a dönüştürüldü.

Dipnotlar:1. ANF, www.firatnews.org/index.php?rupel=nuce&nuceID=509302. AKP’nin seçim beyannamesi,16 Ni-san 20113. Cengiz Çandar, TESEV için hazırla-dığı rapor:“KCK fikri, Kongra Gel’in (Halk Kongresi) 2007 Mayıs’ında Kandil’de yaptığı5.Kongre’de ortaya çıkmış ve varlığını 2005’ten beri sürdüren KKK’nın yerini almıştır. Açılımı Koma Komalen Kürdistan olan KKK, Kongra Gel’in Ma-yıs 2005’te 236 delegenin katılımıyla Kandil’de düzenlediği, 3.Kongresi’nde Öcalan’ın“Demokratik Konfederalizm konseptine uygun bir şekilde kurulmuş-tur. (…) 2007 Mayıs’ında Türkiye İran, Suriye, Irak ile yurtdışındaki Kürtleri temsil eden toplam 213 kişinin katıldığı Kandil’deki 5.Kongrede KKK’nın ismi KCK olarak değiştirilmiştir. Buna göre Türki-ye odaklı bir örgütlenme olan KKK’dan farklıolarak KCK’nın Türkiye, İran, ırak ve Suriye Kürtlerini kapsayacak bir çatıör-gütü olması öngörülmüştür.4. haber.sol.org. tr/node/360515-.milliyet.com.tr/2011.10.08/.../Otori-ter_demokrasiye_dogru

Page 14: icabihal sayi 5

14 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

“Siyaset ve toplumsal dönüşüm prog-ramları sokağa, kitlelere, gündelik hayata simgeler, semboller ve slogan-larla iner. Dolayısıyla simgeleri yeni-den düzenlemek ve yeni semboller oluşturmak, her büyük dönüşüm iddi-asının taşıyıcıları bakımından olmazsa olmaz bir kuraldır.Dolayısıyla I. Cumhuriyeti tasfiye et-mek ve yerine faşizan bir ılımlı İslam cumhuriyeti, bir polis devleti kurmak isteyenler; elbette yasamayı, yargıyı, yürütmeyi ele geçirdikten ve sistemin silahlı güçlerini yeni rejime bağladık-tan sonra eski düzenin sembollerine ve simgelerine de yöneleceklerdi. Amaçlarına ulaşıp ulaşamayacakları artık tamamen toplumsal tepkinin alacağı şekle bağlıdır.” 1

Gözaltılar, skandallar, tuhaf deliller, yargı sürecinde yaşanan usulsüzlükler, özel yetkili meşhur savcılar, istifalar, değeri düşen hisseler, basına servis edilen ‘gizli’ belgeler, tüm davaların açılmasını sağlayan ‘gizli’ tanıklar, bir davadan bir başka davaya koşuşturan tutuklular derken cemaat adım adım şampiyonluğa koşuyor.

Peki cemaat şampiyon olur mu?2

Bu soru 2010 nisanında SoL Haber Portalı’nda aynı adla yayınlanan bir makaleden alındı. Aziz Yıldırım’ın ihale ihale dolaştığı, Yıldırım Demirören’in İstiklal’de kaçak kat çıktığı, Adnan Polat’ın saatini 20.45’e ayarladığı sırada yazar bu soruya yanıt aramış ve bulduğu yanıtı yazının daha ilk cüm-lesinde bizimle paylaşarak, elbette “olur” demişti.Endüstriyel futbolun toplumsal ilişki-lerden bağımsız bir aktivite olmadığı, başka bir ifadeyle varoluşu ekonomik ve siyasal belirlenimli olan ve aynı zamanda toplumu yönlendirebilme ‘sa-natı’ olduğunu söylemek artık herkes tarafından bilinen bir gerçek. Sporda amatör ruhun sermaye egemenliği altında yok edildiği bir ortamda futbol “halkçı karakterini, kulüp kültürünü, yarışma duygusunu, dayanışma ve sosyalleşme ortamı oluşturma özelli-ğini büyük ölçüde kaybetmiş”, sömürü ve kitleleri yönlendirme aracı haline gelmiştir. Bu gerçek artık birkaç solcu-nun ‘uydurması’ olmaktan çıkıp sıra-dan bir gerçek halini almıştır.Zira 1969’da El Salvador ile Honduras arasında oynanan karşılaşmada çıkan olayların ardından iki ülke arasında savaş çıkmış ve futbol savaşı olarak

tarihe geçen bu olayda toplam bilanço 4 bin ölü 12 bin yaralı olmuştu. Taraf-tarları tribünlerden siperlere götüren ve Yugoslavya’nın dağılışını fitilleyen Dinamo Zagreb – Kızılyıldız maçı, Mısır’da siyasi bir katliama yol açan El Masri – El Ehli maçları futbolun toplu-mu yönlendirmedeki etkisini gösteren örnekler. 12 Eylül’de özel bir kanunla 1. lige çıkartılan Ankaragücü de, futbol ile siyaset arasındaki yakın ilişkiyi gösteren bir başka örnek. Son olarak ülkemizdeki birçok kulübün, işçileri 2. dünya savaşına hazırlamak için kurul-duğunu da unutmamak gerekir. Aynı şekilde ülkemizde kulüplerin doğuşu ile siyasal toplumsal yaşam arasındaki bir diğer yakın ilişki ‘üç büyükler’ ola-rak anılan FB, GS, BJK ile cumhuriyetin kuruluşu arasında da görülmektedir ki bugün futbolda yaşanan kavganın düğüm noktası asıl olarak burada şe-killeniyor.

FC CemaatsporCumhuriyetin tasfiye edildiği, yargıdan akademiye, medyadan tüm devlet ku-rumlarına her yerin AKP cemaat eliyle ele geçirildiği bir süreçte genelde fut-bolun özelde üç büyüklerin bu sürecin dışında kalması pek mümkün değildi. AKP için reçete belliydi; cumhuriyet

seçkin barbaros

FC Cemaatspor Süper Lig’de

Page 15: icabihal sayi 5

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 15

dönemi modernleşmesinin kurumları olan üç büyüklerdeki modernleşmeci kültür tasfiye edilmeli ve yerine tek büyük getirilmeliydi: Cemaat.Böylece milyon dolarların konuşul-duğu ve milyonlarca taraftarın cema-atleştirilmesini sağlayacak olan bu büyük ve etkin aracı yönetmek için harekete geçildi.Özerk statüye sahip Türkiye Futbol Federasyonu AKP tarafından yeniden düzenlendi ve yönetim kurulu sporla hiçbir bağı olmayan AKP’li iş adamları ve Gülen cemaati tarafından doldu-ruldu. AKP’yle olan yakınlığı bilinen Mehmet Ali Aydınlar TFF’ye başkan yapılırken, başkanvekilliğini Küçükçek-mece Belediyesi AKP’li meclis üyesi Göksel Gümüşdağ ve denetleme kuru-lu başkanlığını da AKP tarafından THY genel müdürlüğüne atanan Hamdi Topçu üstlendi.Tüm kurum ve kurullarda sınırsız güç ve yetkiyle hareke eden Gülen cema-atinin kulüpleri ele geçirme ve toplum üzerinde futbol üzerinden de tahak-küm kurma çalışmaları sessiz sedasız olmadı ve bir dirençle karşılaştı. Bugün Fenerbahçe kulübüne yapılan ope-rasyonun sebebi tam da bu dirençte aranmalıdır.Cemaat, üç büyükleri önce olağan genel kurulları üzerinden ‘demokrat’ kimlikleriyle ele geçirmeyi denediler. Beşiktaş’ta Demirören’in karşısına AKP milletvekili Abdulkadir Aksu’nun cemaat bağları güçlü olan oğlu Murat

Aksu aday gösterildi. Galatasaray’da Adnan Polat’a karşı Adnan Öztürk denendi. Ve bu süreçte AKP’ye karşı CHP’den İstanbul Büyükşehir Belediye başkanlığına aday olan Adnan Polat’ın alevi kimliği özellikle Fettullahçı basın tarafından sürekli işlendi. Genel kurul süreçlerinden başarı sağlayamadıkla-rında tehditlerle ya da Fenerbahçe’ye yapıldığı üzere operasyonlarla dene-diler. Cemaat bu tehditlerin karşılığını aldı ve bazı kulüp yöneticileri ardı ardı-na açıklamalar yapmaya başladılar. En dikkat çekici açıklama ise Galatasaray kulübü başkanı Ünal Aysal’dan geldi ve 20 milyon Galatasaray taraftarının AKP’ye oy verdiğini söyledi. Aysal’ın ardından TFF başkanlığı için adı geçen Yıldırım Demirören de yine iktidarla sıkı bağlar kurmakta gecikmedi.Tehditlerin boşa çıktığı anda ise özel yetkili mahkemeler devreye girdi. Ve ’gizli tanığımız’ bir ihbar eşliğinde bir kez daha ortaya çıktı. Bir kez daha diyorum; çünkü aynı tanık Ergenekon davasının da gizli tanığı olarak senar-yoda yerini almıştı. Yine şike soruştur-masının Ergenekon savcısı Zekeriya Öz tarafından başlatılması, iki davanın ortak gizli tanıklara ve belgelere sa-hip olması, her iki davanın yargılama sürecinde medyaya servis edilen gizli belgelerin aynı ‘cemaat, polis, devlet’ kaynaklı olması yargılamanın futbolda adalet için değil cemaat için yapıldığını gözler önüne sermekte.

Doğru soruyu sormakYargılamanın kendisinde şike varken “Şike var mı?” diye sormak, yargılama sürecinden futbol için adalet bekle-mek büyük bir yanılgı ve tuzak olma-nın dışında bir işe yaramamaktadır.Evet, “Futbolda şike yapıldığı bir ger-çek. Yeşil sahalarda büyük paraların döndüğü, sporun kirlendiği, bir dönem futbolda mafyalaşmanın had safhaya ulaştığı, faşist-kabadayı kırması çe-telerin başta transfer piyasası olmak üzere futbola müdahale ettiği, dahası bütün bu kirli ilişkilerin içinde spor ba-sınının da olduğu neredeyse herkesin bildiği bir sır gibidir.”2

Çünkü “Spor düzeni ve sistemi ayna sadakatiyle yansıtır. Şike, rüşvetin spordaki adıdır. Bir ülkede rüşvet varsa sporda şikenin olmaması mümkün müdür?”3

Bahis şirketlerinin sponsor olduğu ve futbolun artık sadece bahisler üzerin-den konuşulduğu bir ortamda şikenin olmaması elbette mümkün değildir.Konuşulan futbolsa taraftar neden yok? Sorulması gereken soru bu.Eğer doğru soruyu soruyorsak çağrısı da açık: cemaate karşı taraftar sahaya!

Dipnotlar:1. SoL Haber Portalı - Şike soruşturması bir AKP-Cemaat operasyonudur!2. SoL Haber Portalı – Cemaat Şampiyon olur mu? / O. Gün Ünal3. Metin Kurt (Spor Emek-Sen Başkanı)

Page 16: icabihal sayi 5

16 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

İŞKENCE VE İHLALLERİN GÖLGESİNDE İNSAN HAKLARI

Tanım ve Tarihsel Bir Bakışİnsana saygının olmadığı, sömürüye dayalı her düzende belirli bir amacı sağlamak için -ki bu amaç egemenliği kalıcı kılmak şeklinde karşımıza çık-maktadır- en etkin ve kalıcı yol olarak kullanılıyor işkence. Egemen sınıf tarafından muhalif güçleri, halk yığın-larını korkutmak, bastırmak için başvu-rulan bu yol bugün insanlık dışı olarak adlandırılıp bir suç olarak görülse de tarih boyunca insanın olduğu hemen her yerde ve her toplumda çeşitli kül-türel farklılıkları bir kenara bırakırsak görülmüştür ve ne yazık ki görülmeye devam etmektedir. İşkence şiddetin en aşırı ve insan onuruna aykırı hallerin-den biri olarak karşımıza çıkmaktadır.İşkencenin bir suç olarak görülmesi insan hakları kavramının önem ka-zanmasıyla gerçekleşti. Türkiye’nin politik hayatına 1980 sonrası 12 Eylül rejiminin işkence ve baskılarına karşı mücadele etmek ihtiyacının pratik bir ürünü olarak giren insan hakları, esa-sen burjuva sınıfına ait bir kavramdı. İnsan hakları kavramının tarihsel ev-rimine bakıldığında bu kavramın bur-juvazi tarafından feodal aristokrasiye karşı ortaya atıldığı görülmektedir. İnsan haklarının feodal aristokrasiye karşı en önemli politik silahlardan biri olduğu yıllarda dahi burjuvazinin bu kavramı kullanırkenki samimiyetsizliği, söz konusu hakların herkese tanınma-yışından anlaşılmaktadır.1789 Devrimi’yle Fransa’da kabul edilen ve daha sonra Birleşmiş Mil-letlerce ilan edilen İnsan Hakları Evrensel Bilgesi’ne temel oluşturan Fransız Vatandaşlık ve İnsan Hakları Bildirgesi’yle ayrı bir önem kazanan bu kavram günümüzde pek çok devletçe kabul edilmiş ve anayasalarında kağıt üstünde koruma altına alınmıştır. Tüm bu bildirgelerde ve insan haklarına uyduğunu söyleyen devletlerin anaya-sa ve yasalarında işkence yasaklanmış ve suç sayılmıştır.

2. Dünya Savaşı, insan hakları kav-ramının gelişmesinde ve önemini artırmasında en önemli etkenlerden biri olmuştur. Dünyanın yaklaşık yirmi yıl arayla yaşadığı iki büyük yıkıcı savaş sonrasında, toplumların insan hakları ve hakların korunması talep-leri artmıştır. Bu taleplerle gelen ise öncelikle Birleşmiş Milletler (1945) ve sonrasında da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (1959) kurulmasıdır. Birleşmiş Milletler’in kuruluş amacı “dünya barışını, güvenliğini korumak ve uluslar arasında ekonomik, toplum-sal ve kültürel bir işbirliği oluşturmak” olarak tanımlanmaktadır. AİHM ise, “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve ek protokolleriyle güvence altına alın-mış olan temel hakların çiğnenmesi durumunda bireylerin, birey grupla-rının, tüzel kişiliklerin ve diğer dev-letlerin, belirli usulî kurallar dahilinde başvurabileceği yargı mercii”dir. Bu örgütlenmeler oluşturulmuştur; fakat görülmektedir ki bu değerleri yaratan sınıf onlara sahip çıkmamakta aksine yarattığı kuralları ihlal etmektedir. Amacının “dünya barışını ve güven-liğini sağlamak” olarak tanımlandığı Birleşmiş Milletler, aldığı kararlarla on yıllardır NATO’nun ve emperyalist ülkelerin amaçlarına hizmet etmekte-dir. Bu noktada ilk unutulan ise insan hakları ve insan onuru olmaktadır. Sadece birkaç ay önce Libya’ya ya-pılan müdahalelere BM’nin desteği ve ülkede, desteklenen muhalifler tarafından yapılan kıyımları hatırla-mak yeterli olacaktır. AİHM ise insan haklarını koruyan üst mercilerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır; fakat örnek verecek olursak, bu mahkemeye bireysel başvuru yapabilmek için ki-şinin öncelikle kendi ülkesindeki tüm iç hukuk yollarını tüketmesi gerektiği göz önüne alındığında; bir bireyin, hak-kının ihlaline karşı çıkıp bundan sonuç alabilmesi onun on yıllarını alacaktır.

Dünya’dan ÖrneklerAvrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 3. maddesi: ” Hiç kimse işkence veya insanlık dışı veya küçük düşürücü

muameleye veya cezaya maruz bıra-kılmayacaktır.”, 1966 tarihli BM Ulusla-rarası Sivil ve Siyasi Haklar Sözleşmesi 7. maddesi ise: “Hiç kimse işkence veya acımasız, insanlık dışı veya küçük düşürücü muamele veya cezaya tabi tutulamaz.” ibarelerine yer vermek-tedir. Bununla birlikte 1949 tarihli Cenevre Sözleşmesi, 1948 tarihli BM İşkence ve Diğer Acımasız, İnsanlık Dışı veya Küçük Düşürücü Muamele veya Cezaların Önlenmesi Sözleşmesi (CAT) ve 1987 tarihli Avrupa İşkence ve İnsanlık Dışı veya Küçük Düşürücü Muamele veya Cezaların Önlenmesi Sözleşmesi gibi sözleşmeler de işken-ceyi yasaklamaktadır.Dünya ülkelerinin çoğunluğu tarafın-dan bu sözleşmelerin kabul edilmiş olmasına rağmen ülkelerde insanlık dışı, küçük düşürücü muamelelerin ve işkencenin uygulandığı görülmektedir. Özellikle insan haklarının “en gelişmiş” olduğu ABD’nin Irak, Afganistan, Viet-nam ve Guantanamo’da yaptığı insan-lık dışı muameleler ve bu muamelelere karşı BM’nin kayıtsızlığı, bu sözleş-melerin sadece kağıt üzerinde kalmış olması; gerek sözleşmelerin gerek bu uluslararası kurumların meşruiyetleri konusunda düşündürücüdür.İşkence gerek ulusal gerek uluslararası hukuk kurallarınca mahkum edilmiş bir suç olmasına, hemen hemen tüm hükümetlerin açıkça işkenceye karşı olduklarını ilan etmelerine rağmen, erki elinde bulunduran kesimler iş-kence yapılmasına izin vermekte ya da göz yummaktadır. Günümüzde “insan hakları bu derece gelişmişken”, “ileri demokrasi”nin varlığından söz edilmekteyken halen daha istisnai(!) işkence vakaları yaşanmaktadır.Örneğin; Bağımsız İnsan Hakları Komitesi raporlarında, Batı Şeria ve Gazze’deki Filistin hapishanelerinde tutuklulara karşı işkence ve tutuklama sırasında şiddet uygulandığını açık-landı.Guantanamo Üssü ve Ebu Garib Cezaevi’nde yaşananlar ise işkence konusunda ABD’nin sınır tanımazlığını ortaya koyar nitelikte. Guantanamo

İnsanı evrensel yapan onun üretme yeteneğidir. Toplumsal yanıyla pratik eylemlilik içindeki insanın somut olarak sahip olduğu haklardır önemli olan. Bu hakların geliştirilmesiyle ancak insan hak ettiği haklara kavuşmuş ve toplumsal birlik sağlanmış olur. Nesnel bir karşılığı olmayan bir insan hakları sözleşmesinin varlığı da bu sözleşme altına atılan imzalarda baskı ve sömürü düzeni devam ettikçe bir değer taşımamaktadır.

Page 17: icabihal sayi 5

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 17

Üssü’ndeki şüpheli ölümler ulus-lararası kamuoyunda ABD’ye karşı tepki meydana getirmiş, Ebu Garib Cezaevi’nden sızan fotoğraflar ise işkencenin ne kadar vahşi boyutlara ulaşabileceğini göstermiştir. Irak’taki işkencelerin anlatıldığı ka-muoyundan gizlenen 53 sayfalık bir raporda “Iraklı esirlere sopalar ve farklı aletlerle tecavüz edildiği, çırılçıplak so-yuldukları, kadın çamaşırları giymeye zorlandıkları, günlerce su ve tuvalet bulunmayan hücrelerde tutuldukları ve sürekli olarak dövüldükleri”1 dile getirilmiştir.

Türkiye...Türkiye de İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne imza atmış ülkelerden bi-ridir. İnsan hakları aynı zamanda Ana-yasamızda da koruma altına alınmıştır. Anayasa’nın 17. maddesi şöyledir: “Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.Tıbbi zorunluluklar ve kanunda yazılı haller dışında, kişinin vücut bütünlü-ğüne dokunulamaz; rızası olmadan bilimsel ve tıbbi deneylere tabi tutu-lamaz.Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşma-yan bir cezaya veya muameleye tabi tutulamaz.”Ancak her türlü ulusal, cinsel, etnik, dini, politik ayrımın ve baskının ol-dukça yaygın olduğu ülkemizde baskı ve işkence yaygın olarak görülmek-tedir ve daha acı olanı ise toplum tarafından kanıksanmış durumdadır. Türkiye’ye baktığımızda 12 Eylül dar-besi ve sonrasında yaşananlar insan haklarına ve insan onuruna verilen değeri bir kez daha göstermiştir. Dar-be sonrasında on binlerce insan tu-tuklanmış, fişlenmiş, hapishanelerde ve gözaltılarda işkenceye maruz bıra-kılmıştır. 49 kişi idam edildi. Cunta, 17 yaşındaki Erdal Eren’i idam ederken “Asmayalım da besleyelim mi” deme yüzsüzlüğünden de geri durmamıştır.Sadece 2006 ve 2007 yıllarında 471’i çocuk 4 bin 719 kişi “işkence”, “ağır işkence” ya da “ölçünün dışında kuvvet kullanımı”yla karşılaştığı için şikâyetçi oldu. 4 bin 719 şikayet için 3 bin 866 dosya açıldı ve toplam 9 bin 324 kamu görevlisi, polis veya jandarma hakkında suç duyurusunda bulunuldu. Suçlanan görevlilerin 6 bin 397’si hakkında “soruşturmaya gerek görülmedi”! Böylelikle toplam 2 bin 654 dosya rafa kaldırıldı. Açılan 614

soruşturmada toplam 1423 zanlıya kamu davası açılması kararlaştırıldı.2

Engin Çeber’in Metris Cezaevi’nde işkence görerek hayatını kaybetmesi, var olduğu bilinen ama yıllardır inkar edilen işkence gerçeğini yalanlanamaz hale getirdi; öyle ki mahkeme dahi Çeber’in işkenceye maruz kalarak hayatını kaybettiğini tescil etmek zorunda kaldı.Güler Zere ise F tipi cezaevinde gırtlak kanserine yakalandıktan sonra teda-visine ancak kanser geri dönülmez bir noktaya geldiğinde izin verildi; fakat kısa bir süre sonra hayatını kaybetti. Güler Zere olayına bakıldığında işken-cenin bir başka boyutu da görülmekte ki, bu da, hastalığı geri dönülemez bir noktaya gelmiş bir kişinin tutuklulu-ğunun devam etmesi. Güler Zere’nin kısa bir süre sonra hayatını kaybede-ceği tüm doktorlarca söylenmişken o, hapiste tutulmaya devam edildi ve insanlık dışı muameleye maruz kaldı.İnsan Onuruna Yaraşır Bir Yaşam İçinİnsanca bir yaşam sürebilmenin ve ideal toplumsal düzenin kurulmasının uluslararası sözleşmelerle, anayasal güvencelerle olabileceğini iddia eden-ler tüm bunlar gerçekleştiği halde yukarıda sayılan örneklerin neden meydana geldiğine dair şüphesiz bir açıklama getirememektedirler. Oysa açıklaması basittir: Bugün liberal bir anlayışa hizmet eden insan hakları, bireyi toplumsallaştırmadan toplumu bir arada tutmaya çalışmış, bu sebeple belli sınıf ve zümreleri daima dışlamış-tır. Ezilen halkların işçi sınıfının müca-delelerine bakıldığında bir insan gibi davranılma arayışı görülmektedir.İnsan haklarında geçenler boş özgür-lüktür, gerçek özgürlük değil. Burada özgürleştirilen varlık insan değildir. Marx bu durumu: “ İnsan hakları insa-nı dinden kurtarmaz aksine ona din özgürlüğü verir, onu mülkiyetten kur-tarmaz aksine ona mülkiyet özgürlüğü verir, kazancın çamurundan kurtarmaz aksine daha fazla kazanma özgürlüğü verir.”2 sözleriyle anlatmıştır. Bahse-dilen özgürlükler insanın değil dinin, egoizmin özgürlükleridir. İnsan hakla-rında bahsedilenler toplumdan izole edilen bireyin özgürlüğüdür. İnsan hakları yalnızca devletten bağımsız bireyin çıkarlarının korunmasına yö-neliktir. Bu soyut ve evrensel insan haklarının, burjuva devletin istediği insan tipinin yaratılması ve gerçek toplumsal eşitsizliklerin üstünün ör-tülmesi dışında pek de bir işlevi yok gibidir. Burjuvazinin insan haklarını

listelerken kalkış noktası olan insan; toplumsal ilişkilerden, üretim meka-nizmalarından soyutlanmış, genel ve evrensel bir bireydir. Bu şekilde üretim mekanizmalarından soyutlanmış in-sanın ve onun sahip olduğu söylenen hakların evrensel bir nitelik taşıması mümkün değildir. Çünkü insanı evren-sel yapan onun üretme yeteneğidir. Toplumsal yanıyla pratik eylemlilik içindeki insanın somut olarak sahip olduğu haklardır önemli olan. Bu hakların geliştirilmesiyle ancak insan hak ettiği haklara kavuşmuş ve top-lumsal birlik sağlanmış olur. Nesnel bir karşılığı olmayan bir insan hakları sözleşmesinin varlığı da bu sözleşme altına atılan imzalarda baskı ve sö-mürü düzeni devam ettikçe bir değer taşımamaktadır.İşkenceyi durdurmak, onu kullanacak-ları dahi korkutacak ve kullanmaktan vazgeçmeye zorlayacak bir karşı bilinç yaratmakla mümkündür. Çünkü işken-ce iktidarın çıkarları doğrultusunda ve onların eliyle yapılsa dahi toplumun buna güçlü bir ideolojik karşı duruş sergilemesi halinde işkencenin baş-vurulabilirliği ortadan kalkacaktır. Bunu sağlayabilecek bir toplumsal güç ancak insanı doğası ve çevresiyle ele alan ve insana saygıyı gözeten bir kültürün yaratılmasıyla oluşacak-tır. Bu kültürün yaratılmasının temel ayaklarından biri burjuvazinin belli dışlama mekanizmalarıyla yalnız kendi iktidarını pekiştirmek için ortaya attığı soyut insan hakları kavramının içeriği ve anlamı üzerine düşünmektir. Yapıl-ması gereken, bu kavramı dışlamadan, gerek soyut bir birey haline getirilmiş insanın değil hakiki tarihsel insanın somut olarak bu bilince sahip olması gerekse insanı toplumsallaştırarak özgürleştiren haklarla içeriğini doldu-rarak bu kavrama sahip çıkılmasıdır. Baskı ve işkencelerin önlenmesi bu şekliyle sahipleneceğimiz insan hak-ları kavramı eşliğinde sürekli bir müca-deleyle ve bu mücadelenin toplumsal-laştırılmasıyla mümkün olacaktır.

Dipnotlar:1. http://tr.wikipedia.org/wiki/Ebu_Gureyb_Cezaevi_i%C5%9Fkenceleri2. http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/sifir-tolerans-4719-iskence-haberi-51483. Marx, Karl, Kutsal Aile, Sol Yayınları4. Taner Akçam, “İşkenceyi Durdurun”5. Mehmet Semih Gemalmaz, “Ulusa-lüstü İnsan Hakları Hukukunda İşkence-nin Önlenmesi”

Page 18: icabihal sayi 5

18 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

AGOS gazetesi genel yayın yönetmeni Hrant Dink’in öldürülmesiyle açılan ve on sekiz sanığın yargılandığı da-vada 22 Ocak 2012 tarihinde karar açıklandı. Dava dosyasının gizli olması nedeniyle esas hakkında karara ulaş-mak mümkün olmadığından, davayı ve süreci, hukuki bir zeminde değer-lendirmek için, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 14 Eylül 2010 tarihli Dink - Türkiye kararına paralel ele almak uygun olacaktır.Davanın temelini Türkiye Cumhuriyeti’ne, bu devletin altı va-tandaşı (Sn. Rahil Dink, Delal Dink, Arat Dink, Sera Dink, Hosrof Dink) tarafından yapılan beş başvuru oluşturmaktadır. Başvuranlar, Fırat Dink1 aleyhine 765 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 159. maddesinde dü-zenlenen “Türklüğü neşren tahkir ve tezyif etme” suçundan verilen mahku-miyet kararının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ifade özgürlüğünü düzenleyen 10. maddesini ihlal ettiği-ni ve ulusal makamların Fırat Dink’in yaşamını korumakta başarısız olmaları -verilen mahkumiyet kararından sonra üçüncü bir kişi tarafından öldürülmüş-tür- nedeniyle aynı sözleşmenin ya-şam hakkını düzenleyen 2. maddesinin

de ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

AİHS’in ifade özgürlüğünü düzenleyen 10. maddesinin ihlal edilmesiyle ilgili:Dink, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi başvurusu için kaleme aldığı ve Agos Gazetesi’nde de yayımlanan “Neden Hedef Seçildim”2 yazısında cinayete giden bütün süreci kendi kalemin-den izleyebilmemizi sağlamıştır. Dink imzasıyla ve “Sabiha Hatunun Sırrı” başlığıyla 6 Şubat 2004 tari-hinde, Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen’in aslında yetimhaneden alı-nan bir Ermeni yetimi olduğuna dair makale AGOS’ta yayımlanmıştır. Habe-rin, 21 Şubat 2004’te Agos’tan alıntı-lanarak Hürriyet’e manşet yapılması, ardından aşırı milliyetçi gruplar tara-fından protestolar, tehdit mektupları şeklinde beliren reaksiyonlara sebep olmuştur. Genelkurmay Başkanlığı yaptığı açıklamada: “Böyle bir sembo-lü amacı ne olursa olsun tartışmaya açmak milli bütünlüğe ve toplumsal barışa karşı bir cürümdür.” diyerek tepkisini belli etmiştir.22 Şubat’ta yayımlanan bildirinin ardından, 23 Şubat’ta Dink, İstanbul vali yardımcılarından biri tarafından valiliğe çağırılmış, iki mit mensubunun da katıldığı bu sohbette (!) Dink’e, yazılarını daha dikkatli kaleme alması

gerektiği, aksi takdirde güvenlik sı-kıntısı yaşayabileceği uyarısı nazikçe iletilmiştir. Dink’in kendisi bunu, aba altından sopa göstermek olarak yo-rumlamıştır.Haberin ardından basın tarafından da hedef gösterilmesinin etkisiyle3, Dink’in Türklüğe hakaretten yargılan-ması ve öldürülmesine kadar varan süreç başlamıştır.Dink’in Agos Gazetesi’nde Ermeni kimliği üzerine başlıklı sekiz makalelik yazı dizisinin4 sekizinci makalesinde geçen “Türk’ten boşalacak zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan , Ermeni’nin Ermenistan’la kuracağı asil damarında mevcuttur, yeter ki bu mevcudiyetin farkında olsun” cümlesi, dava konusu edilmiştir. 16.04.2004 tarihinde “Türklüğü neşren tahkir ve tezyif etme” suçu uyarınca, Dink ve Agos Gazatesi genel yayın yönetmeni Karin Karakaşlı hakkında dava açılmış-tır. Bahsi geçen davada, bir çok kişi “Türk” olduğu ve kendisine hakaret edildiği gerekçesiyle müdahil olma talebinde bulunmuş, davalı taraf vekil-lerinin itirazlarına rağmen bu talepler kabul edilmiştir. İstanbul Üniversitesi’nden üç bilirkişi-nin hazırladığı raporda, yazının bütün olarak incelenmesi halinde suçun oluş-ması için özel bir kasıt oluşmadığının belirtilmesine rağmen, 07.10.2005

HRANT DİNK CİNAYETİ

Özgün rüya oral

”Biz içinde yaşadığı

cehennemi cennete

çevirmeye talip

olanlardandık.” diyen Hrant’ın

ardından, bu davanın arafta

kaldığını söylemek, bu

dava böyle bitmez demek

boynumuzun borcu oluyor.

Page 19: icabihal sayi 5

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 19

tarihinde dava “Türkiye’de kan den-diğinde halk tarafından vatanı kurtar-mak için şehitler tarafından dökülen kan anlaşılmaktadır. Yazar Fırat Dink Türk kanını zehir olarak nitelendirerek onu kirli bir şey olarak göstermiş ve ona hakaret etmiştir.” gerekçesiyle Dink’in mahkumiyetiyle sonuçlanmış-tır.Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin 1 Mayıs 2006 tarihli kararla, ilk derece mahke-mesinin davalının suçluluğu üzerine olan bölümünü onaylayıp, müdahil-lik taleplerinin kabulüne dair kısmı bozması üzerine 6 Haziran 2006’da Yargıtay Savcısı, 7 Ekim 2005 tarihli kararın her yönden bozulmasını ta-lep etmiştir. Savcı bozma talebinde, “Cümlenin yer aldığı bağlam içerisinde okunduğunda zehirli kanın Türklere ait olmadığı, Ermenilere ait olduğu ve söz konusu zehrin de 1915 olaylarının Türkler tarafından tanınması saplantı-sı olduğu anlaşılmaktadır. Bu saplantı Ermeniler’in kanını, başka bir deyişle dünya ve kimlik anlayışlarını zehirle-mektedir.” demiştir. Savcı, yazarın bu niyetinin cümlenin devamından ve sekizinci makalenin kalan bölümünden de açıkça anlaşılabileceği kanaatinde-dir: “Makalelerin bütününü okumamış kişilerin bir kısmında tepkiye neden olup abartılarak polemik kaynağı hali-ne getirilse de uyuşmazlık konusu ifa-deler yazarın niyeti ışığında yorumlan-malıdır. Bu açıdan niyeti noktasındaki her şüpheden sanık yararlanmalıdır.” demiştir. Ancak 11 Temmuz 2006’da Yargıtay Ceza Genel Kurulu 18’e karşı 6 oyla yapılan başvuruyu reddetmiş ve Dink’in Türklüğü aşağıladığına karar vermiştir.AİHM’e başvuranların bu süreçle ilgili iddiaları, bu kararın ifade özgürlüğü ihlali olduğu ve Yargıtay’ın bu kararı onamakla Hrant Dink’i aşırı milliyetçi grupların hedefi haline getirdiğidir. Bunun yanında Hrant Dink kendisi hakkında suç duyurusunda bulunan-ların ve yargıçların, mahkumiyetini, bu gruba aidiyeti sadece Türk etnik kö-kenine mensup kişilere inhisar ettiren bir Türklük kavramı yorumuna da-yandırmaları ölçüsünde, Ermeni etnik kökenine dayalı bir ayrımcılığa maruz kaldığını iddia edilmiştir.Mahkeme, başvuranların ifade etmiş oldukları iddiaların ve somut olayın özel koşullarının sözleşmenin 10. maddesi çerçevesinde, devletin pozitif yükümlülüğü açısından irdelenmesi gerektiği fikrindedir. İfade özgürlüğü-nün etkili kullanımının, sadece devle-

tin bu alana müdahaleden kaçınması değil; bireyler arası ilişkilere gerekti-ğinde pozitif koruma yükümlülükleri de alabilmesine bağlı olduğunu belirt-miştir. Mahkemeye göre Hrant Dink’in mahkumiyet kararı tek başına ya da ilgiliyi aşırı milliyetçi militanlara karşı koruma önlemlerinin yokluğu olgusuy-la birlikte ele alındığında, sözleşmenin 10. maddesinde belirtilen hakka mü-dahale niteliği taşımaktadır.Mahkeme müdahalenin haklılığını değerlendirirken, hükümet, deneyimli bir gazeteci olan Hrant Dink’in Ceza Kanunu’nun ilgili maddesi gereğince ceza kovuşturmasına maruz kalabile-ceğini makul biçimde öngörebilecek konumda olduğu savunmasını ileri sürmüştür. Ayrıca hükümete göre, müdahale kamu düzenini koruma amacı taşımaktadır; ancak mahkeme buna karşılık, “Türk yasa koyucu ve mahkemelerinin cumhuriyet organla-rının değerinin düşürülmesinin kamu düzeni için tehdit oluşturabileceği düşüncesinde oldukları anlaşılmakta-dır.(..) Başvuranın şiddet kullanımına çağrıda bulunmadığı bir durumda devlet organlarının değerden düşü-rülmesini engelleme amacının kamu düzeninin korunmasına hizmet edip etmediği konusundan mahkemenin derin şüpheleri vardır” demiştir. Hrant Dink’in, söz konusu yazı dizisinde sarf ettiği beyanlarının Türklüğü tahkir ve tezyif ölçüsünde nefret söylemi olarak değerlendirilmesi gerektiğini, nefret söylemini cezalandırmanın üstün bir toplumsal ihtiyaca cevap verir nitelikte olduğunu, devletin ifade özgürlüğünün korunmasında pozitif yükümlülüğünün nefret söylemi ve kamu düzenine zarar veren fiiller için uygulanacağını ileri sürmüştür.(!) Mahkeme ise kararında Hrant Dink’i, Türklüğe hakaretten dolayı mahkum etmenin, demokratik toplumda ifade özgürlüğünün meşru biçimde sınırlan-dırılmasının temel koşulu olan “üstün toplumsal gerekliliğe” hiçbir şekilde hizmet etmediğini belirtmiştir.Mahkeme, Yargıtay’ın bu olay çerçe-vesinde Türklük kavramını yorumlayış biçiminin, “resmi teze yönelik her türlü eleştirinin Türklüğü aşağılamak ve hor görmek” olarak algılanması sonucunu doğurduğunu belirtmiştir.AİHM, sonuç olarak ifade hürriyetini düzenleyen 10. maddeyle ilgili sarsıcı ve şok edici nitelikte olsa dahi, şiddet içermeyen nitelikte düşüncenin mad-de koruması kapsamında düzenlendi-ğini içtihat eden anlayışını bu kararın-

da da ortaya koymuştur.

AİHS’in yaşam hakkını düzenleyen 2.maddesinin ihlal edilmesiyle ilgili:Ogün Samast Trabzon’a dönmek için bindiği otobüste 20 Ocak 2007 tari-hinde gece yarısına doğru Samsun’da yakalanmıştı. İtirafları ve babasının polise verdiği bilgi sayesinde kendi-sini cinayete azmettiren Yasin Hayal ve beraber hareket ettiği tüm isimler 21 Ocak 2007’nin ilk saatlerinde Trabzon’da yakalanarak İstanbul’a getirildi. Sanıkların ifadeleri doğrultu-sunda Karadeniz Teknik Üniversitesi öğrencisi Erhan Tuncel aynı günün gecesinde Trabzon’da gözaltına alın-mış ve İstanbul’a getirilmişti.Şüphelilere karşı yürütülen hazırlık soruşturmasında; Yasin Hayal ve Er-han Tuncel’in daha önce Mc Donalds bombalaması ve Rahip Santaro cina-yeti gibi eylemler yapan bir topluluğa dahil oldukları, Alperen Ocakları’nda tanışmış oldukları, Büyük Birlik Partisi ile bir takım ilişkileri olduğu ortaya çıkmıştır. Daha sonra soruşturmada Ergenekon davasında adı geçen bazı sanıklarla da ilişkileri tespit edilmiştir. Ayrıca JİTEM görevlileri ile İstihbarat Şubesi memurlarının zanlılarla sürekli irtibat halinde oldukları anlaşılmıştır. Trabzon polis muhbirlerinden Erhan Tuncel’in, Yasin Hayal’in Hrant Dink’i öldürmeyi planladığı bilgisini 2006 Ocak ayında ilişkili olduğu memurlara bildirdiği ve durumun buna dayanarak 17 Ocak 2006 tarihinde Ankara İs-tihbarat Daire Başkanlığı’yla İstanbul İstihbarat Şube Başkanlığı’na bildirildi-ği ortaya çıkmıştır.Trabzon Jandarma görevlilerine karşı yürütülen ceza soruşturmasında, Ya-sin Hayal’in eniştesi Coşkun İğci’nin ifadesine göre; İğci, 2006 Haziran ayında ilişkide olduğu JİTEM görevli-leri Veysel Şahin ve Okan Şimsek’e, Yasin Hayal’in cinayet planından bah-setmişti. İlk etapta İğci’nin ifadesini yalanlayan JİTEM görevlileri, daha sonraki ifadelerinde onu doğrulamış, yanlış beyanlarının sebebinin aldıkları emir olduğunu itiraf etmiş ve üstleri Metin Yıldız’a durumu rapor ettikleri-ni, Yıldız’ın da Albay Ali Öz’e durumu bildirdiğini bildiklerini ifade etmişler-dir. Yıldız’ın ifadesine göre Albay Ali Öz, “daha sonra özel olarak konuşuruz” diyerek konuyu kapatmış ve sonraki hatırlatmalarda da aynı tavrı takınmış-tır. Bunlarla ilgili olarak, Trabzon Valisi Veysel Şahin ve Os ile ilgili ceza

Page 20: icabihal sayi 5

20 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

davası açılmasına izin vermiş; ancak Trabzon Bölge İdare Mahkemesi söz konusu kişilerin üstlerinin sorumlu-luğuna gidilmesi talebini reddetmiştir.5

Trabzon Emniyet Müdürlüğü’ndeki polis görevlileriyle ilgili yürütülen ceza soruşturmasında, İstanbul Savcılığı, Trabzon Savcılığı’na, Trabzon Emniyet Müdürlüğü’nün sorumluları hakkında suçu önleme ve bastırma alanında bir çok usulsüzlük ve ihmalde bulunduk-ları şikayetiyle on bir maddelik suç duyurusunda bulunmuştur. İstanbul Savcısı özellikle bahsedilen kişilerin Trabzon Emniyeti’nin teknik ve fiziksel takibi altında bulunduğunun ve Mc Donalds eyleminin faillerinden biri olan Erhan Tuncel’in polis tarafından gizlenmiş olup yardımcı istihbarat elemanı olarak Emniyet bünyesine katıldığının altını çizmiştir. Erhan Tuncel Trabzon İstihbaratı’nı bilgilen-dirmiş olmasına rağmen hiçbir önleme çalışması yapılmamış, sanıklara ait dinleme tutanakları da düzgün tutul-mamış, değiştirilmiş ve savcılığa düz-gün iletilmemiştir. Ayrıca, sanık Yasin Hayal ve babası Bahattin Hayal’in ifadelerine göre Trabzon Terörle Mü-cadele Şubesi Müdürü Yahya Öztürk ün, Yasin Hayal’e ‘’Bayrak düştü, ya Yasin kaldıracak ya Erhan, bu görev sizin.’’ tarzında sözler söylemesi; cep telefonunun ekranında görünen BBP başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nun fotoğ-rafını göstererek, “Bizim gibi insanlar bu makamlarda olduğu sürece bayrak yere düşmez.” 6 demesi de savcının şikayetine konu olmuştur. Trabzon Savcısı bütün bu şikayetlere takipsiz-lik kararı vermiştir.İstanbul Emniyet Müdürlüğü görev-lileriyle ilgili yürütülen soruşturma çerçevesinde, Trabzon Emniyet Müdürlüğü’nden gelen 17 Ocak 2006 tarihli yazıya rağmen gereken işlemle-rin yapılmadığı, yapılmış gibi gösteril-diği, koruma yükümlülüğünün yerine getirilmediği anlaşılmıştır. Samsun Jandarma Komutanlığı ve Emniyet Müdürlüğü ile ilgili olarak bazı görevlilerin, Samast gözaltında olduğu süre içerisinde, Samast’ın elinde Türk bayrağı olmak suretiyle, “Vatan top-rağı kutsaldır, kaderine terkedilemez.” yazısı önünde poz verip, sanığa kah-raman muamelesi yapmalarında ötürü sadece iki sanık hakkında görevi ihmal ve gizli belgeleri teşhir etme (bahsi geçen fotoğrafın basına sızdırılması hadisesi) suçundan dava açılmış; Sam-sun Savcılığı, diğer sanıklar hakkında takipsizlik kararı vermiştir.

Güvenlik güçlerinin Hrant Dink in yaşamının korunmasındaki ihmalleri hakkında yürütülen soruşturmayla ilgili olarak da mahkeme, 2. maddesi-nin usuli yükümlülüğünü hatırlatmıştır. Buna göre, kamu görevlileri hakkında yürütülen soruşturmanın etkili kabul edilebilmesi gerekmektedir. Mahkeme Trabzon’da iki astsubaya karşı açılan dava dışında bütün davaların takip-sizlikle sonuçlandığını tespit etmiştir. Ayrıca, Trabzon Jandarma subaylarına ve İstanbul polis memurlarına yönelik suçlamaların, sadece, hepsi yürütme erkine mensup olan ve olaylara karı-şanlardan tamamen bağımsız olmayan diğer memurlarca (Vali, İl İdare Kurulu) esastan incelendiği de tespit edilmiş-tir. Bu durum tek başına söz konusu soruşturmanın zayıflığını göster-mektedir. Ayrıca Emniyet görevlileri ve jandarma subayları hakkındaki yargılamalara Hrant Dink’in yakınları müdahil edilmemiştir. Bunun yanında, bir polis şefinin aşırı milliyetçi fikirleri-ni afişe etmesi ve cinayetle suçlanan kişilerin eylemlerini olumlaması, hiçbir derinlemesine soruşturmanın konusu olmamıştır. Bütün bunlardan hareketle etkili bir soruşturmanın yürütülmedi-ğine karar verilmiştir.Hrant Dink’in yaşamı üzerinde açık ve yakın bir tehlikenin bulunduğuna hükmedilmiştir; fakat güvenlik güçleri nezdinde başvurucunun yaşamını korumakla görevli ulusal makamların hiçbiri ayrı ayrı ya da koordineli bir şekilde cinayetin engellenmesi için harekete geçmemiştir. AİHM, söz konusu davada Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, Hrant Dink’in yaşam hak-kının korunması noktasında sözleş-menin 2.maddesinden kaynaklanan yükümlülüklerini ihlal ettiğine hük-metmiştir.Dava sürecinde, AİHM’nin ifade özgür-lüğü ve yaşam hakkının ihlal edildiği tespitleriyle kalınmadığının, ihlaller silsilesine sözleşmenin adil yargılan-ma hakkını düzenleyen 6. maddesinin de eklendiğini düşündüğümüzü be-lirtelim. Bu düşüncemizle ilgili sapta-malarımızı paylaşmadan evvel, dava süreci boyunca dokunulamayan kamu görevlileriyle ilgili malumat edinmemiz gerekiyor.

Kim Kimdir?Celalettin Cerrah-İstanbul Emniyet Müdürü. Trabzon emniyetinden gönderilen 17 şubat 2006 tarihli Dink’e dair eylem yazısının gereğini yapmadığı, sair tehlike bulunmasına

rağmen Dink’i koruma görevini yerine getirmediği iddia edildi; ancak, İçişleri Bakanlığı’nın İstanbul emniyetiyle ilgili görevi ihmal saptamasına rağmen, İl İdare Kurulu tarafından soruşturma dışı bırakıldığından hakkında ceza soruşturması yürütülemedi.Ahmet İlhan Güler-İstanbul istihbarat Şube müdürü. Cerrahla ilgili iddialar güler için de geçerliydi. Güler, İçişleri Bakanlığı’nın soruşturması esnasında açığa alındı ancak; raporda soruştu-rulması gerektiği belirtildi. İstanbul Valiliği soruşturulmasına karar verdi; ancak İstanbul Bölge İdare Mahkemesi Güler’in başvurusu üzerine valilik ka-rarını iptal ettiğinden hakkında ceza soruşturulması yürütülemedi.Ramazan Akyürek7-Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi Başkanı. Akyürek, Trabzon Emniyet Müdürü olduğu esnada Erhan Tuncel’i yardım-cı istihbarat elemanı olarak göreve almıştır. Cinayetin planlanması, Rahip Santaro cinayeti bu dönemde ger-çekleşmiştir. Yine cinayet öncesinde Erhan Tuncel’i yardımcı istihbarat elemanlığından çıkaran kararda onun imzası bulunmaktadır. Cinayet işlendi-ği sırada da Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Şube Başkanı olarak atan-mış bulunmaktaydı. Başbakanlık mü-fettişlerinin raporunda görevini ihmal ettiği kanaatinin oluştuğu söylenmiş, müfettiş Akif İkbal’in raporunda ise soruşturmayı yürüten mercileri yanılt-tığı tespiti yapılmış8 olmasına rağmen, Mülkiye Müfettişi Şükrü Yıldız’ın so-ruşturma izni verilmemesi talebi valilik tarafından kabul edilmiş ve hakkında ceza soruşturması yürütülememiştir.Reşat Altay-Trabzon Emniyet Müdürü. Dink’in vurulması esnasında bu görevi yürütüyordu. Soruşturma sırasında açığa alınmış; fakat Akyürek gibi mü-fettişin soruşturma izni verilmemesi talebi kabul edilerek hakkında ceza soruşturması başlatılmamıştır.Engin Dinç9-Trabzon Emniyeti İstihba-rat Şube Müdürü., Akyürek in çalışma arkadaşı. Cinayetin planlandığı dö-nemde bu görevi yürütüyordu. Yasin Hayal’in Hrant Dink’i “ne pahasına olursa olsun öldüreceği” bilgisine sa-hipti. Ceza soruşturması başlatılmadı.Faruk Sarı-Trabzon Emniyeti İstihbarat Şube Müdürü, Altay’ın çalışma arkada-şı. Cinayetin işlendiği sırada bu görevi yürütüyordu. Ceza soruşturması baş-latılmadı.Muhittin Zenit-Polis memuru. Erhan Tuncel Zenit’in tavsiyesiyle yardımcı istihbarat elemanı olmuştu. Cinayetin

Page 21: icabihal sayi 5

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 21

işlendiği sırada Bayburt’ta görev yapı-yordu. Cinayet sonrası Tuncel’le ara-larında geçen konuşmada, “kafasına sıkmışlar direk, tek fark kaçmayacaktı; ama bu kaçtı” diyerek işlenecek cina-yetin ayrıntısına vakıf olduğu izlenimi veriyordu10. Hakkında ceza soruştur-ması açılmadı.

Tetiği çeken tek parmak, ya silahı tutan el?Bahsedilen kamu görevlilerinin ceza yargılamasına dahil edilmemesi ve hatta tanık olarak dinlenilmelerinin bile kabul edilmemesi, bu tarz çok bilinmeyenli bir davada sorumluluk-ların sadece idari soruşturulmalarla geçiştirilmesi adalete ulaşmakta yol tıkayan en büyük etkenlerden oldu. Bunun dışında karşılaşılan güçlüklerin başında da: kolluk tarafından el konan, cinayet gününe ait Akbank Osman-bey şubesi ATM kamera kayıtlarının cinayet öncesine ait kısmının emniyet tarafından yok edilmiş olması. Savcılık tarafından ihmal edilenler ise; tanık ifadeleri ve çevredeki kameralardan alınan görüntülerde belirlenen şüpheli şahısların hakkında kimlik belirleme-sinin yapılmaması, sanık Samast’ın cep telefonu ve sim kartına ilişkin karmaşıklığın çözülmemesi, Samast’ın cinayetten hemen önce vakit geçirdiği internet kafede bulunan bilgisayar ka-yıtlarına ulaşılamaması sayılabilir. Ko-vuşturma safhasında ise yargılanması mümkün olmayan kamu görevlilerinin tanık olarak dinlenmesi taleplerinin reddedilmesi, MİT in bilgi vermemesi,

cinayet öncesine dair Hrant Dink’le ilgili ellerinde veri bulunmadığını açıklaması, Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’nın(TİB) mahkemenin ara kararlarını yerine getirmemesi, birçok soruya ilgili kanun ve yönetmelikleri içeren tıpkı basım cevaplar vermesi sıralanabilir.Davanın genel seyrine baktığımız-da –cinayetten henüz 2 gün sonra Cerrah’ın milliyetçi duygularla işlenmiş bir cinayet olduğu açıklamasını say-mazsak- iddianamenin, bir örgüt yapı-lanması iddiası üzerinden kurulduğunu görüyoruz. Örgütün çerçevesi oldukça dar tutuldu: tetikçi, azmettirenler, birkaç arkadaş. Davanın genişletilmesi, arka plandaki güçlere uzanabilmek için yapılması gerekli soruşturmalara izin verilmedi. Birlikte görülmesi gereken davaların birleştirilmesi talepleri red-dedildi. Milli Güvenlik Kurulu’nun mis-yonerlik faaliyetlerinin arttığına dair istihbari çalışmalarıyla Dink cinayeti arasında bir takım bağların olduğuna dair iddiaların11 üzerine gidilmedi. Bütün bunların ardından mahkeme; silahlı terör örgütüne üye olmaktan yargılanan, azmettirenEmniyet muhbiri Erhan Tuncel’in bera-atine ve örgütün var olmadığına karar verebildi.Hukuksuz mahkeme kararları, hakla-rında emniyet içindeki Gülen cemaati yapılanmasına mensup olduklarına dair iddialar olan kamu görevlilerinin yargılanamaması, hükümetin sami-miyetsizlikle kasıt arasındaki çizginin neresinde durduğunun anlaşılamama-

sı ve hepsini kapsayan, her birimizi içine çeken hastalıklı güvenlik algısı, o zihniyet sorunu.. ”Biz içinde yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip olanlardandık.” diyen Hrant’ın ardın-dan, bu davanın arafta kaldığını söy-lemek, bu dava böyle bitmez demek boynumuzun borcu oluyor.

Dipnotlar:1. Tuba Çandar, Hrant, Everest Yayınla-rı, Sayfa 106: Hrant Dink, 1972’de adını Fırat Dink olarak değiştirdiğini anlatıyor.2. http://www.hranticinadaleticin.com/tr/dokuman/esashakkinda.pdf, Sayfa 10 ve devamı.3. Prof. Dr. Yasemin İnceoğlu, Dr. Ceren Sözeri, Nefret Suçlarında Medyanın So-rumluluğu4. http://baskinoran.com/belge/Ermeni-KimligiUzerine-HrantDink.pdf5. 28 ekim 2008’de Albay Ali Öz’ün soruşturulmasına başlanmış, 2 haziran 2011 de görevi ihmalden suçlu bulun-muştur.6. Nedim Şener Hrant Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları, Destek Yay. Sayfa 1687, 9. İddialar ile ilgili olarak ‘Hrant’ın ölümünün sorumlularından Akyürek yine terfi ettirildi’ haberine bakınız.8. Nedim Şener, Kırmızı Cuma, Dink’in Kalemini Kim Kırdı?, Doğan Kitap, Sayfa 145-15510. Nedim Şener Kırmızı Cuma, Dink’in Kalemini Kim Kırdı?, Doğan Kitap, Sayfa 68-7211. Adem Yavuz Arslan, Bi’ Ermeni Var, Timaş Yay.

Page 22: icabihal sayi 5

22 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

ÜNİVERSİTELER YARIŞIYOR!

Marmara Üniversitesi İletişim Fakül-tesi Radyo, TV ve Sinema bölümü öğrencisi Mikail Boz, Ekşi sözlük adlı internet sitesinde okuduğu okula Yu-suf Devran’ın dekan olarak atanmasını eleştirdiği için hakkında disiplin soruş-turması açıldı. Boz, bir dönem okuldan uzaklaştırma cezası aldı.Yusuf Devran, 2011 Şubat’ında Marmara İletişim Radyo, TV, Si-nema bölümüne, Doçent olduğu Yeditepe Üniversitesi’nden geçti. Şubat’ta profesör oldu, Mart’ta Bölüm Başkanlığı’na, Temmuz’da ise fakülte-ye Dekan olarak atandı.Mikail Boz ise bu istikrarlı ve hız-lı yükselişi yazarlarından olduğu Ekşi Sözlük’te eleştirdi. Boz, Yusuf Devran’ın bölüm başkanı olmasının ardından “yusuf devran” başlığına bölümde o kadar deneyimli profesörler varken daha 20 günlük profesörün na-sıl bölüm başkanlığına getirilebildiğini sorgulamıştı ve bu göreve getirilişinde ‘’Samanyolu tv’’ deneyiminin etkili olabileceğine dikkat çekmişti.Boz, Devran’ın dekan olarak atanma-sının ardından ise aynı başlıkta ise Devran’ın tepeden dekan olduğunu, pek yakında rektör olursa şaşırmaya-cağını, bu yaşananların da yeniden yapılanma diye soslandığını yazmış, duruma da hemen hemen hiç kimse-nin ses çıkartmamış olmasına da itiraz etmişti.Savcılık bir süre önce bu yazıları so-ruşturmaya almış ve Polis, Boz’u ifade vermesi için çağırmıştı. Boz, yaşanan-

ları şu şekilde anlattı: “Bir gün apar topar Dekanlığa çağrıldım ve yönetim kurulu toplantısında sorguya çekildim. Hakkımda soruşturma açıldı. Savun-mamda ilgili yazıların demokratik bir üniversite fikriyle yazıldığını, hakaret niyeti taşımadığımı söyledim. Yanlış anlamalara karşı ilgili kişilerden özür diledim. Ekşi Sözlük’teki yazıyı taslağa çevirdim. Buna rağmen üzerimdeki baskılar bitmedi”Boz, kendini savunurken yönetimden, önce hukuki yolların kullanılıp yazının hakaret içerip içermediğini saptanma-sını istemiş ama bu isteği “mahkeme-nin çok uzun süreceği” gerekçesiyle reddedilmişti. Konunun medyada yer bulması ve çokca eleştirilmesi nede-niyle olacak dekan, geri adım attı ve bir dönemlik uzaklaştırmanın bir haf-taya indirildiğini katıldığı bir tv progra-mında açıklamıştı.Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde ise Orman Fakültesi 2’inci sınıf öğrencisi Gizem Görnaz, bir basın organında üniversiteye kayıt sırasında bağış adı altında alınan 100 liraların, KTÜ Güçlendirme Vakfı’nın kasasına girdi-ğini yazmış ve üniversite yönetimini suçlamıştı.Bunun üzerine KTÜ Rektörü Prof. Dr. İbrahim Özen, Trabzon Cumhuriyet Başsavcılığı’na ‘Basın yoluyla hakaret’ suçlamasıyla şikâyette bulundu ve savcılık soruşturmasının ardından Gizem Görnaz hakkında açılan dava-dan 11 ay 20 gün hapis cezası çıktı. KTÜ’deki kayıt skandalı ise neredeyse

her sene öğrenciler ve veliler tarafın-dan eylemlerle protesto edilmekte.İ.Ü. de alışılageldik uygulamaların-dan birisine daha imza attı.İstanbul Üniversitesi ise, Radikal Gazetesi’nin internet sitesinde 2 Ara-lık 2011 tarihinde yayınlanan “Bilirkişi ‘Hasankeyf’te” başlıklı haberle ilgili bir sosyal paylaşım sitesinde yorum ya-zan öğrenciye soruşturma açtı.Edebiyat Fakültesi Disiplin Kurulu’nun 3 Ocak 2012 tarihli yazısı uyarınca hakkında disiplin soruşturması açıldığı belirtilen öğrencinin suçu ise, “Radikal Gazetesi’nde yayınlanan haberde yer alan Doç. Dr. Şevket Dönmez hakkında bir sosyal paylaşım sitesinde yer alan açıklama” olarak tarif ediliyor. Öğrenci-nin yazdığı belirtilen yorum şu şekilde:“Bunu yayımlamak hiç içimden gelmi-yor ama! Ben bu adamın öğrencisi ol-dum ve bu aldığı diplomaya ihanettir”Hakkında disiplin soruşturması açılan öğrencinin yorum yazdığı haberde ise, Hasankeyf’i sular altında bırakacak Ilısu Barajı Projesi’nin iptali için açılan davada 11 yıl sonra oluşturulabilen bilirkişi heyetinin yazdığı raporda, barajların ülke ekonomisine yararı anlatılmak suretiyle projeye sahip çıkması. Soruşturma açılan öğrencini-nin hakkında yorum yaptığı ve tarihi Hasankey’fi sular altında bırakacak projeye yeşil ışık yakan bilirkişi heye-tinin üyesi Doç. Dr. Şevket Dönmez ise arkeolog!

Biz de isterdik; bu

yazının başlığına konu

olan, bir akademik

çalışma, bilimsel bir

gelişme olsun, ama

değil. Konu: üniversite

yönetimlerinin sosyal

medyada öğrenci avı!

Page 23: icabihal sayi 5

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 23

Toplumcu Hukukçular Kulübü, aralık ayının sonunda İstanbul Üniversitesi’nde “Yargıda Dönüşüm” başlıklı bir panel düzenledi. İlhan Cihaner, Aydemir Güler ve Av. Ömer Kavili’nin katılımıyla gerçekleştirilen panelde hukuk alanında yaşanan dönüşüm ve yargının getirildiği nokta tartışıldı. Öğrencilerin de yoğun katılım gösterdiği panelden satır başları şöyle:İlhan Cihaner: AKP yargısına, ‘sizi tanımıyoruz’ demek gerekiyorCHP Milletvekili İlhan Cihaner “Büyük aydınlanma savaşçısı Server Tanilli’yi saygıyla anıyorum” diyerek sözlerine başladı. Cihaner, Türkiye’de yaşanan dönüşüm sürecinin yeni bir rejim doğurduğunu, yargı alanının da bu dönüşüm sürecinden nasibini aldığını belirtti. Yaşanan dönüşüm neticesin-de Türkiye’nin bırakın hukuk devleti olmayı, ‘despotik’ nitelemesini haklı çı-karacak bir noktaya geldiğini söyleyen Cihaner, bu dönüşüm sürecinin kimi kritik başlıklar üzerinden işletildiğini ifade etti. Bu kritik başlıklardan birinin de ‘terörist’ ve ‘terör’ kavramlarının iktidar tarafından sık sık kullanılması olduğunu belirtti:“Terör, insanlarda dehşet duygusunun yaratılmasını amaçlamaktadır. Asıl kritik olansa oradaki belirsizliktir. Terör bir bombanın ne zaman patlayacağı-nın bilinmemesidir. Şu an Türkiye’de bir terör ortamı yaşatılıyor. Bugün Türkiye’de insanlar ne zaman, nerede, hangi sebeple tutuklanacağını bilmiyor. Terör, tam da budur.Yazı yazmak, söz söylemek, eyleme katılmak terör suçu olarak gösteriliyor. Böylelikle bütün haklar sınırlandırılıyor. Niçin tutuklandığınız bile tebliğ edilmi-yor. Ben kendi deneyimimden biliyo-rum. Kafka romanlarında olabilecek karanlık bir tablo ile karşı karşıyayız.”

Cihaner, yargının dönüştürülmesi sürecinin bir diğer kritik ayağının 12 Eylül 2010 referandumu olduğunu belirtti. Özellikle, referandumla birlikte yapısı değiştirilen HSYK’nın, AKP’nin bir enstrümanı haline geldiğini söyleyen Cihaner, “seçimle geldiği söylenen yeni HSYK üyeleri Adalet Bakanlığı bürok-ratlarıdır. Seçim sürecinde Adalet Ba-kanlığı liste yayınlamıştı, o listede yer alan isimler HSYK üyesi yapıldı” dedi. Bu süreçte kadın yüksek yargıç sayısı-nın da azaltıldığını ifade eden Cihaner, “HSYK’ya yeni atanan 200 yüksek yargıçtan yalnızca 6’sı kadındı” dedi. Bu dönüşümlerin hayata geçirilmesinde medyanın kullanıldığını, medya aracı-lığıyla halkta “bu işler böyle gitmez” algısının yaratıldığını belirtti.İlhan Cihaner dönüşüm süreci netice-sinde gelinen noktada “AKP yargısına ‘sizi tanımıyoruz’ demek gerekiyor” diyerek yargının ve “hukuksal” uygula-malarının yok hükmünde kabul edilmesi gerektiğini vurguladı.Aydemir Güler: Siyasal mücadele, hukuksal mücadelenin önünde gelmek zorundadırSoL Haber Portalı yazarlarından Ay-demir Güler, konuşmasında Türkiye’de 2011 yılında bir dönüşüm yaşandığını ve siyasal sistemin değiştiğini belirtti. rejimin değişmesinde siyasal alanın da-raltılmasının önemli bir etken olduğunu söyleyen Güler, “hukuk en başta bu sürecin parçası haline geldi” dedi:“Yargıda her daim “tuhaflıklar” ya-şanıyor. Fakat ülke nereden nereye dönüşüm geçiyorsa, bu tuhaflıklar da o yönde değişiyor. Bugün Türkiye’de siyasal sistemin değişmesinde bir önemli etken, siyasal alanın daraltıl-masıdır. Hukuk en başta bu sürecin parçası haline geldi. Tabii hukuk aynı zamanda bir hak arama aracıdır. Fakat

şu anda Türkiye’de hukukun hak arama aracı olarak etkisi son derece azaldı. Hukuk, siyasal alanın daraltılması noktasında çok daha fazla fonksiyon üstlenir oldu.”AKP’nin ülkede topluca gerici bir dönüşümü gerçekleştirebilmesinde, iki önemli affedilmez hatanın büyük rol oynadığını söyleyen Güler, bu hata-ların, yanılgıların başında hukuksal mücadelenin siyasal mücadeleden önde geldiğinin düşünülmesi olduğunu söyledi. Güler’e göre ikinci derin yanılgı ise adaletsizliklerin siyasal pragmatizm için hoşgörülmesi olduğunu ifade etti:“AKP’nin 2011 yılında bu toplu dönü-şümü gerçekleştirebilmesinin ardında temel- affedilmez hatalar olduğunu düşünüyorum. Bir temel hata da hu-kukun siyasetin önünde gittiği zannını yaratmaktı. Kimler yaptı bu hatayı? TSK bir dönem AKP’nin muhalifi olarak algılandı. Doğru veya yanlış, tartışılır. Bize yıllarca gericilikle mücadele için yasalarla oynamak yeterlidir dediler. Türbanı yasalarla engelleriz, katsayı-larla oynarız dediler, bu anlayış boşa düştü. Aynı zamanda gericiliği meşru-laştırdı. Özelleştirmelere karşı mücade-lelerin temel aktörü Anayasa Mahke-mesi olarak gösterildi. Toplum sathında siyasal ideolojik örgütlenmeye dayalı mücadele yerine “hukuk” la mücade-le tercih edildi. Şimdi hukuk alanını dönüştüren, işleri tersine çeviren bir iktidar ortaya çıkınca bu yöntem boşa düşmüştür.İkinci derin yanılgı, adaletsizliğin siya-sal pragmatizm için hoş görülmesidir. Bir tarafta Ergenekon bir tarafta KCK davası… AKP tarafından bir muhalifin sıkıştırıldığı noktada, diğer muhalifin buna ses çıkarmadığı görülüyor. Bu halen sürüyor. Bir taraf diğerinin öğü-tülmesini bıyık altından gülerek izliyor. Bu affedilmez bir durumdur.”Aydemir Güler, siyasal mücadelenin büyütülmesi gerektiğini, hukuksal mücadelenin siyasal mücadeleyi önce-lememesi gerektiğini vurguladı.Avukat Ömer Kavili: Yargıda yaşa-nanlar Aziz Nesin hikayeleri gibiİstanbul Barosu Avukat Hakları Merkezi’nde başkan yardımcılığı gö-revini de yürüten Avukat Ömer Kavili, konuşmasında mahkemelerde yaşanan hukuksuzluklara değindi. Kavili, yargı alanında yaşananların Aziz Nesin hi-kayelerini aratmadığını söyledi. Bu sü-reçte avukatların, “böyle gelmiş böyle gitmez” demesi gerektiğini vurguladı.

YARGIDA DÖNÜŞÜM PANELİ

Page 24: icabihal sayi 5

24 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

Dindar nesil yetiştirme tartışması böyle başlamıştı:Başbakan Erdoğan, partisinin Geniş-letilmiş İl Başkanları Toplantısı’nda Kılıçdaroğlu’nun sarf ettiği sözlere cevap vermiş, “Benim dünkü konuş-mamdan ‘Türkiye’yi dindarlar, dinsiz-ler’ diye ayırdığını söylüyor. Önce şu kulakların duymaya alışsın... Benim ifademde dindarlar, dinsizler diye bir ifade yok. Dindar bir gençlik yetiştirme var. Bunu yine söylüyorum, bunun arkasındayım. Sayın Kılıçdaroğlu, sen bizden, muhafazakar demokrat parti kimliği sahibi Ak Parti’den, ateist bir nesil yetiştirmemizi mi bekliyorsun? O belki senin işin olabilir, senin amacın olabilir. Ama bizim böyle bir amacımız yok. Biz muhafazakar ve demokrat, milletinin, vatanının değerlerine, ilke-lerine, tarihten gelen ilkelerine sahip çıkan bir nesil yetiştireceğiz. Bunun için çalışıyoruz” demişti.Kılıçdaroğlu ise konuşmasında, Tayyip Erdoğan’a “Din tüccarı” demişti.Medyada, tv bültenlerinde bunlar tartışıladursun, ülke gençliğinin gerçek sorunları ne Erdoğan ne de Kılıçdaroğlu’nun gündemine girebilmiş durumda. Dindar-ateist tartışması devam ederken, bu popülist söylem-lerin üzerini örttüğü gerçekler kimse tarafından hatırlanmıyor. Buna göre eğitimden, işsizliğe kadar birçok baş-lıkta ülke gençliğinin, temel ihtiyaç-larının bile yeterince karşılanamadığı görülüyor.Üniversite sınavına hazırlık süreci ve bunun maliyeti gibi her aileyi zorlayan bir takım ayrı sorun başlıkları en önde gelenlerden. Meslek liseleri ise yeterli nitelikte eğitim alamamaktan, zorunlu staj dönemlerinde sömürüye maruz kalmaya kadar bir dizi sorunu barındı-rıyor. Sermayenin bu okullara müda-halesi de buradaki gençleri potansiyel ucuz ve teknik eleman olarak yetiştir-me gayretinin bir sonucu.Bu sürecin sonunda bir üniversiteye gelmeyi başaran gençleri ise yeni sıkıntılar ve zorluklar bekliyor. Her dönem ödenen harç paraları, barınma sorunu gibi nitelik sorunları, Birçok öğrencinin okurken çalışmak zorunda kalması ve sağlanan burs imkânlarının yetersizliği gibi sıkıntılarda öğrenci-lerin öğrenim yaşamını güçleştiren

etmenler arasındaOkuma imkanına sahip olmayan ya da eğitimini tamamladıktan sonra iş hayatına giren ya da giremeyen genç-lerin durumu da hiç iç açıcı değil.Türkiye’de 15-19 yaş grubunda işgücüne katılan 1,7 milyon genç var. Bu gençlerin yaklaşık 200 bini hem çalışıyor hem okuyor. İşgücüne katılan gençler sayısı da 1,4 milyon. Bunların yüzde 82’si herhangi bir sosyal sigor-ta sistemine dahi kayıtlı bulunmuyor.Tüm bunlar orta yerde dururken Baş-bakan Recep Tayyip Erdoğan, Fatih Projesi’nin açılış töreninde yaptığı ko-nuşmada, “Bu ülke ne çektiyse öğren-cileri belli ideolojilerle şekillendirmek isteyen, ikna odalarında öğrencilere zulmeden zihniyetten çekmiştir. Bu gençliğin tinerci olmasını mı istiyor-sunuz? İsyankar bir nesil mi yetişme-sini istiyorsunuz?” diyerek gençliğin durumunu görmezden geldiğini bir kez daha ilan etti.İşine gelince 12 Eylül Anayasası’na referans verdi12 Eylül Anayasasını değiştirmekten söz eden Erdoğan 12 Eylül anayasa-sının maddesini savunarak; “Dünyanın her ülkesindeki iktidarların belirli hedefleri vardır. Anayasamızın 24. maddesini bir okurlarsa, devlete nasıl bir görev verildiğini de görürler. Ne der 24. madde? Devlet, Din Kültürü ve Ah-lak Bilgisi’nden bahseder. Devlete hem eğitim hem de öğretim görevi yükler. Biz yapmadık bunu. Biz geldiğimiz de anayasada yazıyordu bunlar. Şimdi de bu devlet hükümetimizin hedefinde ilerliyor” demişti.Erdoğan kitap toplatmadan bah-settiErdoğan şöyle konuştu:“Bu ülke ne çektiyse öğrencileri belli ideolojilerle şekillendirmek isteyen, ikna odalarında, öğrencilere zulmeden zihniyetten çekmiştir. Bu ülkede bir dönem kitaplar yasaklandı. Kasaba meydanlarında kitap dağları yakıldı. En basit kitaplar... Elif-Ba cüzleri, Hz. Ali Cenkleri toplatıldı. Bu ülkenin gençlerinin milli değerleri öğrenmeleri engellendi. Milli değerleri öğretenler cinayet işlemiş gibi muamele gördü. Gencecik çocuklar sakallarına bakılarak okul kapılarından sokulmadı. Anne ve babalarının fotoğraflarına bakarak ço-

cukları okul kapılarından gönderdiler. Köy Enstitüleri’nde öğretmen format-latıp, sonra da onların eline öğrenci-leri verdiler. İkna odalarının mucitleri kalkmış bizi eleştiriyorlar. Kızlarımıza az mı çektirdiniz? Biz bu art niyetli kampanyaya asla prim vermeyiz. “Başka bir şey mi yetiştiriyordunuz?12 Eylül darbe hükümeti zamanın-da, din kültürü ve ahlak bilgisi dersi herkes için zorunlu ders oldu. ANAP, okullara dinci yayınları önerirken felsefe ve sosyoloji derslerini azaltıp evrim kuramını biyoloji derslerinden çıkardı. İmam hatipler, görülmemiş derecede yatırım yapılarak ve Anadolu lisesi statüsü verilerek, toplumun gözde okulları haline getirildi. Demirel/Çiller-İnönü, Erbakan-Çiller ve Ecevitli koalisyonlar zamanında da, 12 Eylül ile başlayan uygulamalar artarak devam etti. Erbakan 1996’da açıkladı: “İmam hatipler bizim arka bahçemiz-dir.” Bunlar laik-bilimsel anlayış sahibi genç yetiştirme çabası olarak görül-mese gerek.Bir zamanlar Erbakan’ın arka bahçesi olan imam hatipler, bugün Erdoğan’ın ön bahçesi haline gelmiş durum-da. Muhalefet ile kimi yazarlar bu istatistikleri, gelişmeleri duymuyor, görmüyor ve bilmiyorlar da mı Baş-bakan, “Dindar gençlik yetiştireceğiz” deyince, şaşırıyorlar?Erdoğan bu yüzden “dindar gençlik” istiyorTürkiye gençliğinin durumu göz önüne alındığında, gençliğin yaşadığı sorun-lara rağmen düzene bağlı, itaatkar ve kanaatkar bir kitle olması için muha-fazakarlaştırılmak isteniyor. Gençlerin çok büyük bölümünün herhangi bir geleceğinin bulunmadığı ülkemizde, dindarlaşma bir “kurtuluş umudu” ve düzene ayak uydurma biçimi olarak işlev kazanıyor. Cemaat ve tarikat ağlarının inanılmaz boyutlara ulaştığı ülkemizde, ancak bu şebekeler içeri-sinde yer alan gençlerin iyi bir eğitim almasının ve iş bulmasının olanaklı olabileceği görüşü yaygınlık kazanmış durumda. Dolayısıyla muhafazakar-laştırma, içinde yaşadığı koşullara ve ait olduğu ya da olacağı sosyal sınıfa yabancılaşmış, kendini kurtarma hesa-bıyla hareket eden bir gençlik yaratma operasyonu olarak karşımıza çıkıyor.

BİR TARTIŞMANIN ARDINDAN…

Page 25: icabihal sayi 5

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 25

cEyda kaÇar

Geçtiğimiz iki hafta boyunca iç siya-sette en dikkat çeken gelişmelerden biri hiç kuşkusuz MİT müsteşarı Hakan Fidan, MİT eski müsteşarı Emre Taner ve yardımcısı Afet Güneş’in Özel Yetkili İstanbul Başsavcılığı tarafından ifadeye çağrılmasıydı. Bu gelişmeyle birlikte, hemen herkesin AKP ile cemaat arasında geçtiğini bildiği çekişme bir anda açık bir sürtüşmeye doğru evrildi. Erdoğan Fidan’a sahip çıkarken, bazı üst düzey emniyetçiler görevden alındı, savcı-lar hakkında inceleme başlatıldı. Öte yandan başsavcılığın MİT yönetimini de neyle suçladığı belli oluyordu: KCK’yı yönetmek, KCK ile işbirliği yapmak! Hü-kümet kanadının aldığı önlemler bununla sınırlı kalmadı. MİT yönetimine doku-nulmazlık kazandıran bir yasa aceleyle meclis gündemine sokuldu. Böylece AKP, akıl dışı iddianamelerle bütün toplumu tutsak almaya çalışan bir yargı sistemin-den MİT’i korumuş oluyordu. Tarafların karşılıklı hamleleri sürerken, her iki kesimin sözcüleri itidal çağrıları yapıyor, ‘’bizi birbirimize düşüremezler’’ diyerek kavganın da Ergenekon işi olduğunu ima ediyorlardı. Ancak sulh çubuğu uzatan açıklama ve yazılarda bile öteki tarafı suçlayan mesajların varlığı hesaba ka-tıldığında cemaat ile AKP, daha doğrusu Erdoğan arasındaki bu gerilimin ciddi izler bıraktığı ve her an yeni bir gündem-le sıcaklaşabileceği düşünülebilir. Öte yandan bu gerilimde taraf olmaya kalka-rak birinin başarısının demokratik haklar açısından hayırlı olacağını düşünmenin son derece yanlış olduğu da ortadadır. Düzen muhalefeti derhal bu gerilimde saf tutma ihtiyacı hissetmiş, Erdoğan’ı bu gündem üzerinden zayıflatabileceğini düşünmüştü. MHP ve CHP, MİT müs-teşarının yargılanması gerektiğini ileri sürüyorlardı. Benzer bir yaklaşım tam ters bir yönde, olaya yalnızca devlet-KCK görüşmeleri bağlamında yaklaşan ve Erdoğan’ın bu görüşmelere ışık yaktığı için üzerine gelindiğini ileri süren BDP tarafından sergilendi. Onlara göre birileri görüşmeleri sabote ediyordu. Böylece özetlenebilecek olan süreci biraz daha yakından irdelemekte fayda var.Hatırlayalım, sözünü ettiğimiz gerilim ve çatlağı ilk kez aleni bir şekilde şike davasında görmüştük. Hazırlanan yeni şike yasası bir siyasi krize neden olmuş, cumhurbaşkanı yasayı tekrar görüşül-mek üzere meclise göndermiş, meclis ise yasayı değiştirmeden tekrar göndererek cumhurbaşkanını yasayı imzalamak zorunda bırakmıştı. Süreç boyunca

cemaat medyasında Erdoğan’ı ve AKP’yi sert bir şekilde eleştiren yazılar kaleme alınmıştı. AKP-Cemaat koalisyonundaki ikinci gerilim Uludere Katliamı vesilesiyle ortaya çıktı ve oradan da KCK davasına bağlandı. En son yaşanan MİT krizinin de başlangıcı olan süreçte, Cemaat med-yasında Uludere istihbaratının terörle mücadeleyi zaafa uğratmak için MİT ta-rafından verildiği iddia edilmiş; Mehmet Baransu ve Emre Uslu, bunun sorumlusu olduklarını iddia ettikleri Beşir Atalay ve Hakan Fidan’a çok sert biçimde saldır-mışlardı. Sürecin geldiği nokta, bilindiği gibi Hakan Fidan ve 4 MİT’çinin KCK davası kapsamında ifadeye çağrılması oldu. Ortaklar arasındaki üçüncü gerilim ise İlker Başbuğ’un gözaltına alınmasıyla birlikte baş göstermişti. Erdoğan, “mesai arkadaşım” dediği Başbuğ’un tutuksuz yargılanması gerektiğini düşündüğünü açıklamış fakat buna rağmen Başbuğ’un tutuklanarak cezaevine gönderildiğine şahitlik ettik.Kavganın NedeniNedenlerden ilki, devlet aygıtının ve bürokrasinin kontrolünün kimde olaca-ğına ilişkin. Yargı, emniyet, istihbarat, üniversite, bakanlıklar ve tüm bunlardan kaynaklı güç, kadro ve rant imkanının nasıl bölüşüleceği kavganın ilk nedeni olarak görülebilir. Taraflar, hangi maka-ma kimin atanacağından tutun da hangi ihalenin kime verileceğine kadar çeşitli meselelerde sık sık karşı karşıya geliyor-lar ve bunun zaman zaman bir gerilime dönüşmemesi imkânsız görünüyor. İkinci neden, 2014 seçimleriyle ilgili. Hem cumhurbaşkanlığı seçiminin hem de genel ve yerel seçimlerin yapılacağı bu tarihe doğru gidilirken, yeni bir anayasa-nın yapılıp yapılmayacağı, başkanlık sis-temine geçilip geçilmeyeceği, Erdoğan’ın köşke çıkıp çıkmayacağı ve eğer çıkarsa AKP’nin başına kimin geçeceği gibi soru-lar kavganın ikinci nedenini oluşturuyor. Taraflar bu sorulara verdikleri yanıt farklılaştığı ölçüde birbirleriyle karşı karşıya geliyorlar. Üçüncü ve aslında ilk iki nedenle doğrudan bağlantılı neden ise Suriye’ye yönelik bir askeri müdahale esnasında ve sonrasında Türkiye’nin alacağı pozisyon olabilir. ABD Türkiye’yi, ordusu olmayan ama Suriye’ye müdaha-le isteyen Arap Birliği ile birlikte savaşa sokmayı amaçlıyor olabilir; ya da geçtiği-miz günlerde İran tarafından açıklandığı gibi Türkiye ve İsrail’in ortak bir askeri operasyon gerçekleştirmesi hedefleniyor olabilir.Gelinen noktada koalisyonun cemaat

kanadının Erdoğan’a/AKP’ye yönelik bir tür yatıştırma politikası izlediğini söyleyebiliriz. Cemaat medyasının köşe-lerinden verilen mesajlarda, bir yandan “hedefte hiçbir şekilde Hakan Fidan’ın ve Erdoğan’ın bulunmadığı; ancak kirlenmiş kurumlarda temizliğe gidilmesinin de do-ğal olduğu” dile getirilirken, öte yandan ise “birlikte hareket etme, Ergenekon’un ekmeğine yağ sürmeme, vesayetçi güç-lerin eline koz vermeme” gerekliliğinden söz ediliyor.F.Gülen’in ilk ameliyatında geçmiş olsun demediği Erdoğan’a gönderdiği şu mesaj ise yeni bir uzlaşmanın tesis edilmesi adına yoğun bir çaba gösterilmekte ol-duğunu açık bir şekilde ortaya koyuyor:“Her gün Rabb’ime iltica edip O’nun yüce dergâhına yöneldiğimde her daim dua ettiğim Başbakan’ımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın ikinci kez ameliyat olduğunu öğrendim. İlk ameliyatını duyduğumda da fevkalade derinden üzülmüş, hastalığından bir an önce kur-tulmasını dilemiştim. Hatta yakın dost-larıma ‘Hizmetlerinden dolayı nazar mı değiyor yoksa başka bir olumsuzluk mu söz konusu?’ demiştim. Şimdi yeniden ameliyat olduğunu teessürle öğrendim. Bu ameliyatın tamamlayıcı bir müdahale olmasından müteselli oldum.Sözün özü bu kesimlerin görüş farkları, taktiksel farklılıkları, hatta daha önemli farkları olabilir. Ancak en önemlisi ortaklıklarıdır. Cemaatleri, tarikatları farklı olabilir ama Türkiye halklarını daha koyu bir karanlığa taşıma konusundaki ortaklıkları bundan çok daha önemlidir. Kendileri de demiyor mu: “Bu sadece gönül birlikteliği değil, büyük Türkiye idealinde temerküz eden bir amaç ve hedef birlikteliğidir.”Okun yaydan çıktığını, iktidar bloğunun onarılamaz biçimde çatlamakta olduğu-nu vurgulamak öngörünün ötesinde yal-nızca bir beklentinin ürünüdür. “Herkes memnun, birbirlerine muhtaçlar, buradan bir şey çıkmaz” kestirmeciliği ise burjuva egemenliğinin kriz üreten yapısını görmezden geldiği oranda nesnelliğe küskünlüğü ifade eder ve yine devrimci siyasete alan açmaz. Oysa, bir dizi baş-lıkta burjuva diktatörlüğünün inandırı-cılık katsayısında düşüş söz konusudur, falcılık yapmak yerine bunu değerlen-dirmenin yolu bulunmalı, Türkiye’nin bugünkü kavganın aktörlerinden illa birine mahkum olduğu düşüncesine karşı mücadele edilmelidir.

NEYİN DALAŞI?

Page 26: icabihal sayi 5

26 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in Emniyet Genel Müdürlüğü merkez teş-kilatında yaptığı yeni atamalardan biri de, Emniyet Genel Müdürlüğü Strateji Daire Başkanlığı’ ndan Emniyet Genel Müdürlüğü Teftiş Başkanlığı’na terfi ettirilen Ramazan Akyürek. Bu terfi ile birlikte Emniyet merkez teşkilatında genel müdür yardımcısına denk bir makama sahip olan Akyürek, Trabzon Emniyet Müdürü olduğu dönemde kendisine Hrant Dink’ in öldürüleceği-ne dair defalarca ihbarda bulunulması-na rağmen hiçbir önlem almamıştı.

Fetullah Gülen’e yakınlığı vali tarafından kayıt altına alınmış olan Akyürek, Erhan Tuncel’i polis muh-biri olarak görevlendiren isimRamazan Akyürek’in İstanbul’ da görev yaptığı süre zarfında vali olan Erol Çakır, Akyürek’in Fetullah Gülen

cemaatine yakınlığını kayıt altına almış, hakkında “Emniyetteki hizip-leşme içinde. İrticai akımlara (Fetullah Gülen’e) yakın. Dikkat edilmelidir.” notu düşmüştü.Trabzon Emniyet Müdürlüğü göre-vini yürüttüğü sırada Mc Donalds’ın bombalanması eylemine karışan Erhan Tuncel’i polis muhbiri olarak görev-lendirip ceza almasını engelleyerek yasadışı bir işleme imza atmış olan ve ardından cinayetin işleneceğine dair ihbarların ilgililere iletilmesindeki ihmali ve delillerin karartılmasında rol oynaması ile gündeme gelen Akyürek, cinayetin işlenmesinden kısa bir süre önce Emniyet Genel Müdürlüğü İstih-barat Dairesi Başkanlığı’na getirildi. Bu makam, cemaatin en çok önem verdiği makamlardan biri.Dink cinayeti de, Akyürek bu göre-vin başındayken işlendi. Sanıklar,

Akyürek’in cinayet planını önceden bil-diği yönünde ifade verdiler. Akyürek, Trabzon Emniyet Müdürü iken, Erhan Tuncel’in kendisini defalarca arayıp Yasin Hayal’in Hrant Dink’i öldürece-ğini ihbar ettiği iddia edildi. Sanıklar da Akyürek’in cinayet planını önceden bildiği yönünde ifade verdi.Cinayetin ardından başlayan yargılama süresinde kısa bir dönem İstihbarat Daire Başkanlığı’ndaki görevinden alınan Ramazan Akyürek, 2009 yılında Emniyet Genel Müdürlüğü Strateji Da-ire Başkanlığı görevine getirildi. 2012 terfisi ile cinayetin sorumlularından Muammer Güler ve Celalettin Cerrah gibi o da ‘ödüllendirildi’.Görüldüğü üzere asıl faillerin meçhul kalmaya devam etmesi devletin yar-dımları sayesinde sürmektedir. Aslında derin devlet ne yalnızca geçmişte ne de o kadar derinlerdedir.

HRANT’ IN ÖLÜMÜNÜN SORUMLULARINDANRAMAZAN AKYÜREK ‘YİNE’ TERFİ ETTİRİLDİ

DEVLET DENETLEME KURULUNUN RAPORU TAMAMLANDIAbdullah Gül’ün talimatıyla DDK’nın 28 Ocak 2011’de başlattığı inceleme, bir rapor ile sonlandırıldı. Rapordan, “Dink’ in yaşam hakkının korunmasın-da ağır kamu hizmeti kusuru vardır.” sonucu çıktı. AİHM de 14.09.2010 tarihli Dink/Türkiye kararında, devlet tarafından AİHS m.2 ile uluslararası platformda korunan yaşam hakkının ihlal edildiği yönünde hükme varmıştı.DDK’nın raporunda, Hrant Dink’e yö-nelik bir tehlikenin varlığının Emniyet ve Jandarma personelince bilindiği ve Dink’in korunmasına yönelik istihbarat birimlerinin gerekli çalışmaları yap-madığı ortaya kondu. İlgili birimlerin ve idari makamların her kademedeki

sorumlularının zincirleme eylemleri sonucu tehlikeyi önlemek için gerekli tedbirlerin alınmadığı, bu kusurlar sebebiyle tehlikenin gerçekleştiği ve Dink’in yaşamını yitirdiği belirtildi.635 sayfalık raporun, soruşturmanın gizliliği sebebiyle 34 sayfalık bir özeti yayımlandı, bu kısmın da bazı kısımla-rı siyah şeritle kapatıldı.Hrant’ın avukatları, raporun Cumhu-riyet Savcılığı tarafından ilgili kamu görevlileri hakkında yürütülen soruş-turma açısından önemli olduğunu ve kamu görevlilerinin yargılanması ta-leplerine destek niteliğinde olduğunu belirtti. Rapor, avukatlar tarafından savcılığa sunulacak.

Page 27: icabihal sayi 5

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 27

Askerlerin sivil yargı tarafından yargılanabilmeleri tartışmaları bir yana, bugün AKP tarafından ele geçiri-len yargı eliyle sürdürülen davalar; hükümetin, kayıtsız şartsız yanında yer almayan kurumların sindirilmesi hedefinin yanında bütün güçleri kendi elinde toplaması amacını da taşıyor. AKP’nin hedeflerinden biri de Balyoz davası, İrtica ile Mücadele Eylem Planı ve İnternet Andıcı gibi davalarla, bu amaca giden yolda ordunun tasfiye edilerek, darbelerden canı yanmış bir toplumun yaralarından da yararlanıl-ması suretiyle, yoluna taş koyabilme ihtimali dahilinde olan kurumlardan birinin daha sindirilmesi.Süreç nasıl geliştiHükümet aleyhinde kara propaganda yapmak amacıyla kurulduğu iddia edilen internet siteleriyle ilgili İnter-net Andıcı Davası kapsamında ifade veren sanıklardan bazıları, İnternet Andıcı’nın, dönemin Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ tarafından onaylandığını söyledi. Bu sanıklar tarafından, belgede yer alan “komutana arz” notu ile Başbuğ’ un kastedildiği belirtildi. Sanıklardan Al-bay Dursun Çiçek ise Andıç için emekli Orgeneral Hasan Iğsız’dan onay alındığını, Başbuğ’a arzın söz konusu olmadığını söyledi. Ancak iddialar üze-rine 2 Ocak 2012 tarihinde İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından

İlker Başbuğ hakkında soruşturma başlatıldı. İfade vermeye çağrılan Başbuğ hakkında İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Cihan Kansız tarafından yürütülen ve 7 saat süren sorgunun ardından sevk edildiği Nöbetçi 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nden tutuklama kara-rı çıktı ve eski Genelkurmay Başkanı 6 Ocak’ta tutuklanarak Silivri Cezaevine gönderildi. Başbuğ’un tahliye talebi, İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi Hakimi Vedat Dalda tarafından, “topla-nan deliller, suçların vasıf ve mahiyeti, şüphelinin üzerine atılı suçları işledi-ğine ilişkin kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren olguların varlığının halen devam ediyor olması, suçun CMK’nin 100. maddesinde yer alan tu-tuklamayı gerektirir suçlardan olması” nedenlerine dayanılarak reddedildi. İddianame tamamlandı ve kamuoyu-na sunuldu. Buna göre Başbuğ’un, hükümeti ortadan kaldırmaya teşeb-büs suçundan ağırlaştırılmış müebbet

hapisle, Ergenekon davası kapsamında var olduğu öne sürülen terör örgütü-nün yöneticisi olmak suçundan ise 15 yıldan 22,5 yıla kadar hapisle cezalan-dırılması isteniyor.Başbuğ: Bir Genelkurmay Başka-nının silahlı terör örgütü kurmakla suçlanması bana verilecek en büyük cezadirSuçlamaları reddeden İlker Başbuğ, görevde olduğu yıllar süresince Başbakan ve Cumhurbaşkanı ile MGK üyesi olarak birlikte çalıştıklarını, kendisinin yaş haddinden emekli olduğunu belirterek silahlı bir terör örgütü yönettiği iddiasının gerçek olması halinde bunun o dönem nasıl fark edilemediğini sordu.Kendisine verilecek en büyük cezanın, suçlamaların yöneltilmesiyle veril-miş bulunduğunu belirten Başbuğ, kendisinin gelip geçici olduğunu ancak mahkemenin kararıyla tarihe not düşeceğini belirtti.

ESKİ GENELKURMAY BAŞKANI İLKER BAŞBUĞ HAKKINDA MÜEBBET HAPİS İSTENİYOR

CİNSEL İSTİSMARA UĞRAYAN VE YARGIYA GÜVENEMEYEN ÇOCUKLAR DİYARI TÜRKİYE

N.Ç. skandalının ardından 2006’da Antalya’da yaşanan bir yargı ayıbı daha gündeme geldi. 12 yaşındaki E.Y.’yi “derin devlet” için eğiteceğini iddia ederek baba Osman Y.’ye kızını satın aldığına dair sözleşme imzalatan, inşaat malzemeleri dükkanı sahibi 54 yaşındaki Yusuf A’nın, E.Y.’ yi değişik zamanlarda Kemer’deki bir otele götü-rerek tecavüz ettiği ortaya çıktı. Baba, her hafta kızını kendi elleriyle Yusuf A.’ya teslim ettiğini kabul etti; ancak sözleşmenin sahte olduğunu, boş bir kağıda attığı imzanın üstünün sonra-dan doldurulduğunu ileri sürdü. E.Y.’ nin yargılama süresince koruma altına alınmadığı ve ailesinin yanına gönde-

rildiği de ortaya çıktı. Olayın gerçek-leşmesinde ailenin suçu, sözleşmede edim olarak bir çocuğun gösterilmesi gibi hususlar medyada çokça tartışıldı. Üzerinde çokça durulmayan unsurlar-dan biri ise, babanın iddialarının doğru olması halinde derin devletin gücüne bağlanan umutlar sonucu, çocuğunu tehlikeye attığını düşünememesi, sorgulayamaması.Bunun yanında haksız fiilin gerçek-leştiği yıl okula devam eden E.Y.’nin, rehberlik öğretmeninin “canınızı sıkan bir olayı yazarak anlatın.” demesi üzerine ağlayarak sınıftan kaçması sonucu durumu öğretmenine itiraf etmesiyle yargı yolu başlatılmış, bunu

üzerine öğretmen durumu polise bildirmişti. Ancak E.Y.’ nin beyanına karşın fail 3 aylık tutukluluk sürecinin ardından 6 yıl tutuksuz yargılanmış, baba ise tutuklanmamıştı. Yusuf A. ancak neden uzadığı belirlenemeyen yargılama sürecinde 2012 yılına gelindiğinde ortaya çıkan ve E.Y.’nin bizzat borcun konusunu oluşturduğu bir satım sözleşmesinin ortaya çıkma-sıyla birlikte tutuklandı. Bu da erkekler arasında alınıp satılacak bir mal gibi görülmüş olan E.Y.’nin beyanına yargı nezdinde ne derecede önem verildiği-nin kanıtıdır.

Page 28: icabihal sayi 5

28 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

Geçmişle Bugün Arasında Bağ Kuran Haydarpaşa Garının TarihiEğer kamuoyu tepkisi etkili olmazsa, rant uğruna 1900’lerden bugüne ulaşan ve her birimizin anılarında unutulmaz bir yeri olan Haydarpaşa Garı’nın halk ile arasındaki tarihi bağ koparılacak ve geleceğe taşınama-yacak. Veda etmemek için elimizden geleni yapacağımız Haydarpaşa Garı Şubat 2012’ye kadar her gün binlerce insanı kabul edip uğurlarken, bu kez de biz onun tarihteki yolculuğuna bir göz atalım.TCDD’nin ana istasyonu olan Haydar-paşa Garı, 1908’de İstanbul-Bağdat Demiryolu hattının başlangıç istasyo-nu olarak inşa edildi. 1917’de yangın sonucu büyük hasar gören bina onarı-larak bugünkü şeklini aldı.150 yıllık bir tarihi yakmakta sakınca görmeyen AKP zihniyetinin Haydar-paşa projesi, 2005 yılında gündeme getirildi. Bu projeye göre beş yıldızlı bir oteli de kapsayacak şekilde, bölgeye İstanbul’un yedi tepesinin sembolü olarak yedi gökdelen inşa edilmesi öngörüldü; sosyal tesisler, iş ve eğlence merkezleri, yat limanı ve spor salonları yapılması kararlaştırıldı. 2004 yılında çıkartılan 5234 sayılı kanuna geçici bir madde eklenerek projenin yasal dayanağı da oluşturul-du. Bu yasaya göre, Haydarpaşa liman ve gar alanında bulunan ve hazine malı olan taşınmazlar, bedelsiz olarak devlet demiryollarına verildi ve “imar mevzuatındaki kısıtlamalar ile plan ve parselasyon işlemlerindeki askı, ilan ve itirazlara dair sürelere ilişkin hü-kümlere tabi olmaksızın, her ölçekteki imar planını yapmaya, yaptırmaya, değiştirmeye, re’sen onaylamaya ve her türlü ruhsatı vermeye” Bayındırlık ve İskân Bakanlığı yetkili kılındı.2006 yılında İstanbul Metropolitan Bürosu, gar binasının üçüncü katı-na taşındı ve buradaki demiryolu personelinin çalıştığı odalar boşaltıldı. 2007’de İBB ile TCDD arasında imzala-nan protokolle hazırlıklarına başlanan Haydarpaşa’yı dönüştürme projesinin plan tadilatı 2009 yılında İBB Mecli-sinin onayından geçti. 2010 yılının Ka-sım ayında çıkan yangın sonucu garın çatısı çöktü ve dördüncü kat kullanıla-maz hale geldi. İtfaiye yangına uzun süre müdahale etmedi. Bu esnada

yangının deniz suyuyla söndürülme-ye çalışılması alevlerin yayılmasına neden oldu. Son olarak Ankara-İstan-bul Yüksek Hızlı Tren Projesi gerekçe gösterilerek 1 Şubat 2012 tarihinden itibaren iki yıl süreyle ülke çapındaki tren seferleri durduruldu.Haydarpaşa’nın Bizlerdeki Yeriİstanbul’a gelişler, İstanbul’u terk edişler… Gardan şehre doğru atılan ilk adımda deniz, vapur ve martılarla ilk kez ya da çok kez karşılaşan birinin hissettiği o ilk hayranlıkla karışık şaşkınlık duygusu… Ardından denizin kokusunu içine çekerek martılarla simit paylaşmak… İstasyonda bek-lemeler, kavuşmalar, ayrılıklar… Bir vatandaşın söylediğine göre Hay-darpaşa, kravatı olmayanların şehre gelişini müjdeler Türk sinemasında. Onsuzken ‘filmler anlamsız olur, yolcu-luklar kötü olur’. Memleketimden İnsan Manzaraları’nda, tuhaf şeyler düşün-mekle meşhur Galip Usta, Nazım’ın dizelerinde Haydarpaşa Garı merdi-venlerinde 1941 baharında zayıf ve korkakça durur. Merdivenlerin üstünde ‘güneş, yorgunluk ve telaş’ vardır.Kadir Topbaş: “Gar, Fonksiyonunu Kaybedecek.”Haydarpaşa’dan kalkan son trenler 31 Ocak 2012 tarihinde hareket etti. Kadir Topbaş, Marmaray’dan sonra fonksiyonunu yitireceğini söylediği tarihi garın akıbeti konusunda: “Garı konaklama fırsatı verebilecek şekil-de değerlendireceğiz.” dedi. Topbaş, Gar ve çevresini kültürel ve sanatsal aktiviteler merkezi ve otel alanı olarak değerlendirmeyi planladıklarını belirt-ti. İBB Meclisince onaylanan planda, gar binasının zemin katı ile ihtiyaç duyulması halinde üst katlarının TCDD işletmesinin gar hizmetleri için kulla-nılacağı öngörülüyor. Geri kalan kısım ise; kongre, ticaret, kültür ve turizm merkezi haline getirilecek ve otel ola-rak kullanılacak. TCDD Genel Müdür-lüğü ise çoktan “gara ihtiyacımız yok” cevabını verdiğinden plana tepkisiz kalındığı takdirde olacaklar açık.Projeye göre alanın çeşitli yerlerinde dört adet dini tesis olacak. 2005’te öngörüldüğü gibi gökdelenler yapılma-yacak. Kat yükseklikleri 4 kat olacak.Neden Plana Karşı Durmalı?Doğal ve kültürel değerleri satışa çı-karan ve daha çok para için feda edile-

bilecek bir malzeme olarak gören AKP hükümetine karşı, projenin korumacı bir yaklaşım yerine ticari bir yaklaşım içerdiğini belirten Birleşik Taşımacılık Sendikası’nın Koruma Kurulu’na karşı itirazının gerekçesi, projenin işlevinin, garın tarihsel ve doğal değerleriyle bağdaşmadığı; şehircilik ilkelerine, ulusal ve evrensel koruma hukukuna açıkça aykırılık teşkil ettiği yönünde. Ayrıca alanın yüzde altmışının ko-naklamaya ayrılmasının, alanı oteller bölgesine çevireceği vurgulanıyor.Gerekçede ayrıca gar binası, temeline ağaç kazıklar çakılarak deniz üstün-de özel bir konumlandırmaya sahip olduğundan bina çevresinde düzenle-necek konserlerdeki yüksek desibel ve sesin oluşturacağı titreşimlerin binada tahribata neden olacağı belirtiliyor. Bunun da binayı korumak ile uzaktan yakından ilgisi yok.Bunun yanında günümüzde bütün dünya kentlerinin eski bir garı, şehrin ulaşım merkezi olarak kullanılmakta ve korunmaktadır. AKP tarafından örnek gösterilen kentlerden New York’ta Union Station, Berlin’de Lehrter Bahnhof, Londra’da Kings Cross garları günümüzde ulaşım merkezi olarak kullanılıyor.Haydarpaşa’yı Nasıl Görmek İstiyoruz? İtiraz Yolu, Eylemler Ve Yapabileceklerimiz….Eğer rant uğruna bir değerimizin daha elimizden alınmasını istemiyor-sak gelişmelere sessiz kalınmamalı. Haydarpaşa ile ilgili plan, İBB Başkanı Kadir Topbaş’ın imzasının ardından 30 gün askıda kalacak.Mimarlar Odası ve Birleşik Taşımacılık Çalışanları Sendikası, bu süre içinde dava açmaya hazırlanıyor.TCDD kültürü ile yetiştiklerini belir-ten demiryolu emekçileri, her zaman kamusal işletmeden yana oldukla-rını ve bunun sosyal devlet anlayışı doğrultusunda Anayasa ile TCDD’ye verilmiş bir görev olduğunu söylediler ve mücadelelerini sürdüreceklerini açıkladılar.Her Pazar saat 13.00’te “Haydarpaşa Dayanışması” olarak örgütlenecek ey-lemlerde; sivil toplum örgütleri, siyasi partiler ve değerlerine sahip çıkan in-sanlar Gar önünde buluşarak kamuoyu tepkisini arttırmayı hedefliyor.

EcE ÖzsaraÇ

HALKTAN RANT UĞRUNA KOPARILMAYA ÇALIŞILAN DEĞERLERE HAYDARPAŞA GARI DA EKLENDİ

Page 29: icabihal sayi 5

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 29

28 Aralık 2011’de Şırnak’ın Uludere ilçesinin Roboski (Ortasu) köyün-de kaçakçılık yapan 41 köylü, TSK F-16’larıyla bombalandı. 34 köylünün hayatını kaybettiği olay saat 21:30 sıralarında gerçekleşti.Olay günü Béjuh (Gülyazı) köyünden yola çıkan 41 kişi Irak sınırına doğru ilerlemeye başladı. Iraklı tüccarlarla sınırda buluşan köylüler aldıkları sigara ve mazotları katırlarına yükleyip akşam saatlerinde aynı yoldan köyleri-ne dönmek için yola çıktılar. Köylülerin önü Roboski yakınlarında askerler tarafından kesildi. Aralarında birkaç yüz metre vardı ve 3 saate yakın kar-şılıklı beklediler. Bu sırada köylülerin birkaçı başka yolları kullanarak diğer köylere kaçtı. Daha sonra askerler çekildi ve birkaç dakika içinde hava saldırısı başladı. İlk bombalamadan sağ çıkabilen köylüler, ikinci saldırıda saklandıkları kayalarla yere gömüldü. Saldırıdan sonra olay yerine gelen köylüler, can çekişen yaralılara yardım etmeye çalıştılar. Olayın üzerinden onlarca saat geçmesine rağmen arama kurtarma ekibi ortalarda yoktu. Köylü-ler yakınlarının cenazelerini katırlarla ve traktörlerle köye taşırken asker çoktan bölgeyi terk etmişti. Burada bir not düşmeliyiz: Cenazelerin 24’ünün soyadı Encü.Olayın ardından birçok yerde protes-to gösterileri düzenlendi. Bunların çoğuna polis biber gazı, tazyikli su ve coplarla saldırdı. BDP üç günlük yas ilan etti ve olayı “çok açık bir katliam” olarak nitelendirdi. Sırrı Süreyya Önder ise “ikinci 33 kurşun vakası” olarak değerlendirdi ve “Halka düşen tek şey isyan etmektir.” dedi.

“Kürtler Hak Ettiğini Alacak!”TSK olay yerinin, sınırın ötesinde PKK’lilerin konuşlandığı yer olduğunu söylerken, olaydan 20 saat sonra AKP, bunu yalanlayan bir açıklama yaptı ve “Olay operasyonel hatadır.” dedi. CHP, başbakanlığın yerine AKP’nin açıklama yapmasına tepki gösterdi. Milletvekili İlhan Cihaner, sorumluluğun siyasi olduğunu belirterek ilgili bakanların is-tifa etmesini istedi ve Bülent Arınç’ın önceki günlerde mecliste sarf ettiği “Kürtler hak ettiğini alacak.” sözünü hatırlattı.TSK’nın, PKK’lilerin kamplarının konuşlu olduğu Sinat-Haftanin dediği bölgenin T.C. sınırları içinde Roboski köyü olduğu heron görüntüleriyle de kesinleşmiştir. PKK gerillaları on yıllardır burada yoklar. Dahası T.C. kurulmadan önce bile yöre halkı bu yolu kullanarak ticaret yapıyordu. Çok uzun yıllardır bölgedeki Béjuh dahil üç köy toplanıp hep aynı yolu kullanarak kaçakçılık yapıyor. Bunu bölgedeki askerler de PKK’liler de bilir. Normalde asker, köylülerin yolunu kestiği zaman yanlarına gelir, katırlara ve mallara el koyar, ceza keser, belki kamu davası açılır. Ancak bu olayda karşılarına çıkan askerler onları uzunca bir süre bekletmiş, müdahale etmemiş ve hava saldırısından birkaç dakika önce çekilmişlerdir.Meşrulaştırmaya ÇalıştıBaşbakan 27 saat sonra yaptığı açıklamada Gediktepe saldırısını ha-tırlattı ve “Silahlar bu tür hayvanlarla taşınmıştı. Medya o zaman da neden tedbir almadınız diye eleştirmişti.” di-yerek katliamı meşrulaştırmaya çalıştı. Yöredeki koruculardan biri PKK’nin silahlarını en çok 6-7 katırla taşıdığını söyledi. Kaçakçılar ise 41 kişiydi ve çoğunda iki katır vardı.Katliam Emri Ankara’danMeclis İnsan Hakları İnceleme Komis-yonu, olay yerinde inceleme yaptı; kaymakam, vali, köylüler ve askerlerle konuştu.Vali Özkan “Operasyonla ilgili bana ve askere haber gelmedi.” dedi ama Tümgeneral Bölük, ”Olaydan bir saat önce Ankara’dan ‘Sınırötesi harekat yapılacak. Unsurlarınızı çekin.’ emri geldi.” diyerek Özkan’ı yalanladı. Köylüler,katledilenlerin kaçakçı oldu-ğunu askerlerin bildiğini her fırsatta dile getirdi. Öldürülen köylülerin me-zarlarını ziyaret sırasında komisyonun AKP’li üyesi Kur’an okudu.

Komisyon daha sonra Heron görün-tülerini izledi.Bütün üyeler sınırdaki alışveriş işleminin açıkça görülebildi-ğini, bu köylülerin net olarak kaçakçı olduğunu dile getirdiler. Sadece MHP’li Yusuf Halaçoğlu, ”Bir alışveriş var ama silah mı mazot mu belli değil.” dedi. Ancak Heronlar silaha, ısıya, GSM sinyallerine duyarlı oldukları için aldık-larının silah olup olmadığı çok kolay bir şekilde anlaşılabilir. Köylülerde silah yoktu.Bu konuyla ilgili İstanbul’a bu döne-min başında eğitim için gelmiş olan Fikret arkadaşımızla konuştuk. Fikret, Uludere’nin Andaç köyünden.İnsanlar bizce şunu merak ediyor Fikret: Bu insanlar neden başka işlerle uğraşmıyorlar? Kaçakçılık tehlikeli değil mi? Çok mu para kazanıyorlar?-Tabi ki tehlikeli ancak tarımın elve-rişsizliği bir yana, zaten köylülerin top-rağı yok. Köylerde sadece üçer beşer kişinin ortalama büyüklükte tarlası var. Tarım az olunca buna bağlı işçilik de pek olmuyor. Az kişinin hayvanı var bazı köylüler bunların çobanlığını yapıyor. Bu kadar. Yapacak başka bir şey yok. Ya yerimizi yurdumuzu terkedeceğiz yada bir gelenek gibi sü-rekli yapılan kaçak ticareti yapacağız. Kazancına değinirsek, köylüler getir-dikleri malları, tüccara, değerinin aşırı altında bir fiyata satıyorlar. (Fikret bu arada köylerde en önemli aracın katır olduğunu söylüyor. Hatta kaçakçılığın yoğunluğuna bağlı bir katır piyasasın-dan bile bahsedebiliriz, diyor.) -Bu işten askerlerin haberi olduğu söyleniyor, doğru mu?-Doğru. Zaten askerlerin konuşlandığı tepeler yolu net bir şekilde görüyor. Köylüler de onları görüyor. O bölge-deki bunun gibi birkaç yoldan toplam-da gün içinde 800-900 civarı katır sınıra gidip geliyor. Herşeyi bir kenara bırakın sadece bahsettiğimiz katır trafiği bile bu ticaretin gözler önünde olduğunu gösteriyor. Ayrıca köylülerin mallarını sattığı tüccar da komuta-na gümrük adı altında belli bir para veriyor. Bunu ne diğer askerler ne de köylüler bilir.-Ne alıp satıyordunuz? Silah taşıyor muydunuz hiç?-Mazot, benzin, çay, sigara, şeker geti-riyoruz sadece. Silahı kendi üstümüz-de bile taşımıyoruz. Sadece kaçakçılık yapıyoruz. Olay kesinlikle göz göre göre katliam.

GÖZ GÖRE GÖRE KATLİAM

Page 30: icabihal sayi 5

30 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

DENİZ FENERİ SAVCILARINA İDDİANAME1996 yılında bir TV programıyla başla-yıp 1998’den bu yana da insanların dini duygularını sömürerek milyonlar sahibi olan soyguncuların kurduğu ve yönettiği Deniz Feneri Derneği hakkında 2008’de suç duyurusunda bulunuldu. Bunun üzerine savcılık soruşturma başlattı. Soruşturmayı yürüten savcılar, RTÜK eski başkanı Zahid Akman ve Kanal 7 Yönetim Kurulu Başkanı ve ortakların-dan Zekeriya Karaman’ın tutuklanmasını sağladı. Akman’ın şikayeti üzerine HSYK ,Abdulvahap Yaren, Nadi Türkaslan ve Mehmet Tamöz hakkında ‘“evrakta tahrifat” iddiasıyla inceleme başlattı. İn-celeme sürecinde Ankara Başsavcısı, bu üç savcıyı görevden aldı. Yeni savcıların gelmesiyle Karaman ve Akman dahil 6 kişi tahliye oldu. Müfettişlerden hazırla-dıkları raporu teslim alan HSYK ,üç savcı hakkında açtığı disiplin soruşturması sonucunda kovuşturma izni verdi.Sanıklara Bile Hazırlanmamıştı12 Eylül’ün HSYK’sı durmadı, yoluna devam etti. Kararı gönderdiği Sincan Başsavcılığı, üç savcı hakkında iddia-nameyi geciktirmedi. Olayın trajikomik yanı ise henüz Deniz Feneri davasının sanıklarının iddianamesinin hazırlanma-mış olması. Bu konuda Yargı-Sen “Deniz Feneri savcılarına açılan dava, yargıya hiza bombasıdır.” diyerek savcılara des-tek açıklaması yaptı.Rutin Uygulama Suç SayıldıNadi Türkaslan’ın Ankara 3. Sulh Ceza Mahkemesi’nin,şüphelilerin mal

varlıklarına el koyma tedbir kararını ilgili müdürlüğe gönderirken bu kararın “şirketlerin mal varlığına el konulması talebinin reddine ilişkin” bölümünü kapatması dayanak gösterilerek TCK 204 kapsamında “resmi belgede sahte-cilik” şuçunu işlediği savunuldu. Oysa göndermesi gereken yerle kapattığı 2. ve 3. maddelerin ilgisi yoktur. Karar, Tapu Sicil ve Kadastro Müdürlüğü’ne, uygulanması amacıyla gönderildiği için Türkaslan kararın müdürlükle ilgisi olmayan maddelerinin üzerini kapatarak buraya göndermiştir. Yani müdürlüğün diğer maddelerde uygulayabileceği bir karar yoktur. Önemli yargılamalar yapan İstanbul mahkemelerinin birçok kararı Ankara savcılarına bu şekilde gönderil-mektedir. Bahsedilen belge 3 maddelik Ankara 3. Sulh Ceza Mahkemesi’nin ted-bir kararıdır. Türkaslan kararı Tapu Sicil ve Kadastro Müdürlüğü’ne gönderirken 2. ve 3. maddeleri kapatarak gönder-miştir. 2. maddede, zanlıların ortağı olduğu şirketlerin sahip olduğu varlık ve değerlere el konulması talebine zaten ilk maddedeki “18 zanlının şirketlerdeki paylarına el konulması” tedbiri alındığın-dan bu talebin reddedildiği yer alıyor. 3. maddedeki tedbir talebine ise tutuk-lunun açık kimlik bilgileri ve T.C. Kimlik Numarası olmadığından olumsuz yanıt verildiği yer alıyor.Aslında en önemlisinden önemsizine bütün mahkeme kararları bu şekilde ilgili kuruma gönderilirken yasak olmayan

bu husus, Nadi Türkaslan yaptığında “resmi belgede sahtecilik” suçu sayılıyor. Zanlıların avukatlarının bu konuda yaptığı itirazı reddederek de “görevi kötüye kullandığı” öne sürülüyor. Bu iki suç iddiası için Türkaslan hakkında 8,5 yıl, Tamöz ve Yaren ise aynı nedene dayandırılarak “görevi kötüye kullanma” ile suçlandı ve üç aydan birer yıla kadar hapis cezası istendi. Bu iki savcı Ankara Ağır Ceza Mahkemesi’nin tedbir kararları alındığında henüz soruşturmaya savcı olarak atanmamıştı.Sincan Başsavcılığı’nın hazırladığı bu iddianame, yine bu yerin Ağır Ceza Mahkemesi tarafından elinizdeki sayının yayımlanmasından birkaç gün önce kabul edildi. Savcılar, İlhan Cihaner gibi, Yargıtay tarafından yargılanacak.Savcıların Deniz Feneri soygunculuğu-nun AKP’yle ve Erdoğan ailesiyle yakın ilişkisinin ortaya çıkarılması yolunda önemli adımlar atmaya hazırlanma-ları ve bununla ilgili olarak Akman ile Karaman’ın tutuklanmasını sağlama-ları ile görevden alınmaları, haklarında kovuşturma izni verilmesi, iddianame-lerinin sanıklarınkinden önce hazırlan-ması ve hatta kabul edilmesi arasındaki nedensellik bağını görememek mümkün değil. Tüm bunlara rağmen Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, 1 Şubat’ta mecliste savcıların Deniz Feneri’ni soruşturdukları için değil de evrakta tahrifat yaptıkları ve delilleri kararttıkla-rı için yargılandığını söyleyebiliyor.

KAZIK ÇEVİRMECE OYUNUMümtazer Türköne, Antalya Kumluca’da düzenlenen bir söyleşide darbelerin bir silahlı gasp eylemi olduğunu söyledi. Kendini aydın, entelektüel, bilim insanı ilan eden Türköne, “Biz bu ülkede silah gölgesinde değil,hukuk çerçevesinde yaşamak istiyoruz.” dedikten sonra dar-beciler için idam cezasının geri getiril-mesi gerektiğini düşündüğünü söyledi. Ancak hızını alamadı ve “Bana sorarsa-nız ben onların ‘idam yerine’ eskiden olduğu gibi ‘yağlı kazığa oturtularak’ cezalandırılmaları taraftarıyım. Bizler darbecileri cezalandıralım ki bir daha başkası darbe yapmaya yeltenmesin.” diyerek nasıl bir hukuk çerçevesinde yaşamak istediğini de açıklamış oldu. Türköne, bu sözlerinin ardından amacı-nın intikam almak olmadığını da söyledi.Çiller Terör EstirdiÇiller, 1993-96 yılları arasındaki başba-kanlık döneminde dışişleri bürokrasisine güven duymadığı için dış işler ile ilgili raporlarını gayrı resmi danışmanlarına

hazırlatıyordu. Mümtazer Türköne, Çiller’in bu danışmanlarındandı ve tama-mı öğretim üyelerinden oluşan ekibiyle beraber Türkiye’nin Asya ülkeleriyle olan ilişkilerini “Akademi” ve “Anali-tik” isimli siyasal araştırma şirketleri üzerinden yönlendiriyordu. Bu beyin takımının ürettiği projelerin uygulan-ması içinse Çiller, aralarında Abdullah Çatlı, Mehmet Eymür, Alaattin Çakıcı gibi bazıları MİT, TSK ve emniyetten, bazıları ise uyuşturucu-silah mafyası ve ülkücü mafya arasından kişilerle gizli bir örgüt kurmuştur. Bu örgüt, araların-da Azerbaycan’da darbe girişiminin de bulunduğu birçok kirli işin uygulayıcısı olmuştur. Zaten Çiller de “Bin operasyon yaptık.” sözüyle bununla övünmüştür. Hatta Çiller’in başbakanlık döneminde ona danışmanlık yapan Şükrü Karaca, Çiller’in Susurluk skandalındaki bazı kişileri savunmak için kullandığı, çok tepki çeken meşhur sözünün (Devlet için kurşun atan da şereflidir,yiyen de.)

mucidinin Türköne olduğunu çok açık söyledi ve “Eğer ‘İlgim yok.’ demeseydi söylemeyecektim.” dedi.Söz konusu darbe girişimini Azerbaycan’da Ferman Demirkol ve Cehadov yönetiyordu.Aliyev,darbe girişiminde etkisi olan Türkiye’den tüm kişi ve kuruluşları işaret etmiş, Demirkol’u da yakalayarak Türkiye’ye göndermiştir. Demirkol, eğer öğrenciler tepki göstermeseydi İstanbul Üniversitesi’nde Anayasa Hukuku kürsüsüne Doç. Dr. olarak girmişti ancak yardımcı Doç. olarak kalmak zorunda kaldı.Yani bir darbeci de İ.Ü.’nün Hukuk Fakültesi’nde öğretim görevlisi. Aliyev’in Türkiye’deki bu kişilerin ve kuruluşların üstüne gitmesi sürecinde birçok MİT ve Emniyet Teşkilatı görevlisi tasfiye edildi. Aliyev, Abdullah Çatlı hakkında da bilgi istemişti.Kazığın Ucu Ne TaraftaMümtazer Türköne, acaba Kumluca’daki değerli tespit ve tavsiyelerini açıklarken darbeci kimliğini unutmuş muydu?

Page 31: icabihal sayi 5

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 31

ahmet paket

DEV-YOL DAVASI DÜŞTÜ

YUNANİSTAN’IN İSYAN ATEŞİYunanistan’da ilk etkilerini 2009’da gösteren kriz büyümeye devam ediyor. Alınan “tedbirler”, kemer sıkma politi-kaları, Mayıs 2010’daki AB ve IMF’nin 110 milyar Avro’luk ilk paketi hiçbir işe yaramadı.Krizin faturasının emekçilere ödetilme-sini halk kabullenmedi. Her defasında tepkisini meydanlarda, iş yerlerinde dile getirdi. Örneğin, elektrik işçilerinin tedbir adı altında faturalara yansıyan ek vergileri protesto ettikleri için faturasını ödeyemeyen yoksul halkın değil de ku-ruma yaklaşık 3.8 Dolar borcu olan Sağ-lık Bakanlığı’nın elektriğini kesmesi yada polislerin yaklaşık üçte ikisini kapsayan polis sendikası Yunanistan Polis Fede-rasyonunun, IMF, Avrupa Merkez Bankası ve Avrupa Komisyonu temsilcilerinden oluşan Troyka’ya hitaben “Yunan polis-lerinin yasal temsilcisi olarak, şantaj, örtülü bir biçimde demokrasi ve ulusal egemenliği ilga etmek veya zayıflatmak gibi bir dizi suçtan ötürü hakkınızda tu-tuklama kararı çıkaracağımız konusunda sizi uyarıyoruz.” yazılı bir uyarı mektubu yayımlaması gibi.Yine Emekçi Halka SaldırdılarAB ve IMF’nin masasındaki ikinci “kur-tarma” paketi için toplanan Yunanistan parlamentosu, kurtarmanın şartlarını kabul etti. Yunanistan halkı, paketin görüşülmesini protesto etmek Yunan Hükümetini “saldırı” paketinin kabul edilmesi konusunda uyarmak amacıyla hayatı durduran büyük çaplı bir grev ve tüm yurtta milyonlarca kişinin katıldı-ğı kitlesel eylemler düzenledi. Ancak yine de AB ve IMF,paket için asgari ücretlerde yüzde 22 indirim yapılması -çünkü Almanya Maliye Bakanı Wolfgang

Schäuble, AB Maliye Bakanları toplan-tısında Yunanistan’da asgari ücretin “çok yüksek” olmasının büyük bir sorun olduğunu söylemişti- 150 bin kamu emekçisinin işten çıkarılması, maaş-ların dondurulması, kamu varlıklarının özelleştirilmesi gibi birçok ağır koşulu Yunan Hükümeti’ne kabul ettirdi. Yunan Hükümeti 6 Şubatta, 150 bin kamu emekçisinin işten çıkarılması işleminin ilk ayağı olarak 15 bin emekçinin çıka-rılacağını açıkladı. Bunu kabul etmeyen Yunan halkı, Yunanistan Komünist Partisi (KKE)’nin çağrısıyla genel greve gitti. Yunanistan’ın komünist partisi aynı za-manda büyük bir miting düzenledi. Tüm İşçilerin Mücadele Cephesi’ne (PAME) bağlı işçiler bakanlıkların çoğunu işgal etti, ”Kahrolsun hükümet! Troyka dışarı! AB’den çıkılsın!” yazılı pankartlar astı.Pame Açıklama Yayımladıİşçi örgütlenme çatısı olan PAME’nin AB, IMF ve Yunan Hükümeti tarafından daya-tılan ikinci “kurtarma” paketini değerlen-dirmek amacıyla yayımladığı açıklamayı sizlerle paylaşıyoruz:- Evli olmayan, iş deneyimine sahip olmayan kişiler kesintilerden sonra 430 Avro ücret alacak. Bu rakam halihazırda net 633 Avro. 25 yaşından daha genç işçilere verilen asgari ücret 430 Avro olurken, çırak olarak çalışanlara verilen asgari ücret 345 Avroya inecek.- Bütün işkollarında toplu sözleşmeler ortadan kaldırılmak isteniyor. Amaçlanan ücretlerin 494 Avrodan başlaması. Sona ermekte olan işkolu toplu sözleşmele-rinin bu aşağılayıcı miktara indirilerek yenilenmesi hedefleniyor. Söz konusu miktarın çıkabileceği üst sınırın 600 Avro olması bekleniyor.

- En düşük maaşlardan yapılan kesintiler, kanun gereği ya da kanundan bağımsız olarak her zaman kamudaki asgari ücre-te bağlı olan temel emekli maaşlarını da aşağı çekecek. Şu anda en düşük emekli maaşı 486 Avro; yani asgari ücretin yüzde 65’i… Yeni asgari ücret skalası-na göre emeklilerin aldıkları maaş, bir emekli maaşından çok yoksullara yapılan bir yardım düzeyine inecek.- Asgari ücretin azaltılması sonucunda sigorta fonlarının kayıpları yıllık en az 2,5 milyar Avro olacak. Bu da hem bugünkü emekli maaşları ve ödenekleri hem de gelecekte yapılacak ödeme-lerin temelinin çökmesini beraberinde getirecek.- Vasıfsız bir işçinin günlük ücretinin yüzde 55’i olarak hesaplanacak işsizlik ödenekleri de okkanın altına gidiyor. Buna göre işsizlik ödeneği 462 Avrodan 369 Avroya inecek. Sigorta fonlarından yapılan annelik yardımı, çocuk yardımı gibi bütün diğer ödemeler de ya sefalet ücretleri temelinde yeniden yapılandırı-lacak ya da harcamaların rasyonelleştiril-mesi adına kısılacak.Laos Politika DeğiştiriyorKoalisyon hükümetinde yer sahibi olan faşist parti LAOS, 10 Şubat’ta “ön-lem” paketinin geçmesini istemediğini söyleyerek, bu paketin parlamentodaki oylamasına katılmadı. Katılıp evet oyu veren iki milletvekilini de partisinden ihraç etti. Bütün bunlar, halkın tamamına yakınının bu yaptırımları destekleyen politikalara tepki göstermesinin Laos’un gözünü korkuttuğu ve LAOS’un hızla büyüyen yurtseverlik dalgasından pay almak istediği şeklinde yorumlanmaya çok açık.

Bundan 30 yıl önce,1982’de Ankara 1 No’lu Sıkıyönetim Mahkemesi’nde 574 sanıkla başlayıp davalar birleştirilince 723 sanıkla devam edilen Dev-Yol da-vası, 1 Şubat 2012’de zamanaşımından düştü.Yargıtay 9. Dairesi Başkanı Ekrem Ertuğrul, zamanaşımı süresinin eylem tarihinden itibaren alınmasıyla davanın tüm sanıklar yönünden zamanaşımından düşürülmesine oy birliğiyle karar veril-diğini açıkladı. Asli zamanaşımı süresi-nin 20 yıl olduğunu belirten Ertuğrul, sanıklar için TCK 104/2’ye göre eklentili zamanaşımı süresi olarak 30 yılı dikkate almak gerektiğini söyledi.Daire bu kararı 18 sanık için verdi.Yusuf Yıldırım ve Atalay Dede hakkında Yargıtay Ceza Genel Kurulu daha önce zamanaşımıyla davanın düşürülmesine karar vermişti.

Yaşar Kanbur’un akıbetine ise yerel mahkeme karar verecek. Bazı sanıklar duruşmada, dava sürecinde yaşamını yitiren arkadaşlarının isimleri geçtiğinde gözyaşlarını tutamadı.Av. Sarıhan, davanın bu kadar geç bitmesine ve beraat çıkmamasına işaret ederek dava konusunun muğlak kaldığını ve buna adalet denilemeyeceğini dile getirdi. Sanıklardan Genç, bu davanın bu şekilde bitemeyeceğini ve davalarını yaşatacaklarını vurguladı. Yine sanıklar-dan Akçam ise davada yargılananların faşizmle savaşmanın onur ve gururuna sahip olduğunu belirtti ve arkadaşlarının tekrar cezaevine girmemesinin teselli edici olduğunu söyledi.12 Eylül Yargısı Yok HükmündedirDönemin Devrimci Yol liderlerinden Oğuzhan Müftüoğlu ise 12 Eylül yargısı-

nın kendisi yasa dışıyken aldığı kararları önemsemenin anlamsız ve bu yargının kendisi için “yok hükmünde” olduğunu ifade etti.Davanın kabaca uzun soluklu olduğunu söylemek kanımızca yeterli değil. Çünkü bu davada alınan her soluğun üzerinde idamların, cinayetlerin, işkencelerin, on-yıllarca hapsolunan hücrelerin kokusu ve çığlığı var. Yani 12 Eylül’le hesaplaşma-nın birkaç paşayı hapse atarak gerçek-leşeceği umudununa kapılanlar mutlaka bu kokuları almalı, çığlıklara kulak verme-lidir.Zira koskoca bir sistemin, zihniyetin hesabının yalnızca birkaç yaşlı katile yüklenerek darbeci zihniyetle hesaplaşı-lamayacağını anlaması zordur.

Page 32: icabihal sayi 5

32 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

Picasso’ya dair…Birçok filme konu olmuş, hakkında en fazla kitap yazılmış, birçoğumuzun tanıştığı ilk ressam, …Picasso’nun değerinden bahsetme-ye gerek bile duymazken; yazının amacının Picasso’yu övmek, göklere çıkarmak olmadığını belirtmek gerekir. Hatta yazının amacı Picasso dahi de-ğil. Zaten Picasso da kendisiyle alakalı bir eseri okuyup “Ben bir Merihli miyim acaba?” diye sormuş. Biz de onu uzaya çıkarmadan dünyanın içinde, yaşamın tam ortasında inceleyeceğiz. Çizgi-mizi Picasso’nun kendisiyle başlatıp, Guernica’yla doğrultup yönümüzü sanatının vurguladığı diğer savaş karşıtı başlıklara çevireceğiz. İzimizi ise sanatçıyı itekleyen toplumsal ve çevresel koşulları gözlemlemek ve savaş karşıtlığı vurgusu ile süreceğiz.Konumuz Picasso değil dedik; ancak eserlerini daha iyi anlamak için onu ta-nımayı konumuza dahil edebiliriz(Tabii onu anlatmak bir yana anlamak bile sandığımızdan zor olduğu için yazıya ışık tutması gereken özelliklerine değineceğiz). Daha doğru ifade etmek gerekirse onun üretimini şekillendiren etkenler nelerdir? Yaşadığı çağın, üze-rinde nasıl etkileri olmuştur? Picasso da şu cümlesiyle belki sorularımıza cevap veya yön vermek istemişti: “Tablolarım, yıkımların bir toplamıdır.”Ve klasik bir giriş… 1881’de İspanya’nın Malaga kentinde ressam bir babanın çocuğu olarak dünyaya gelen Picasso ‘konuşmadan önce re-sim yapmaya başlamış’ ve farklı sanat dönemleri geçirmiştir. Mavi dönemden pembe döneme, Kübizm akımına, sanatta devrim yaşattığı düşünülen

eseri Avignonlu Kızlar’a ve saymaya uzun süre devam edebileceğimiz deyim yerindeyse takıntı gibi aynı konular üzerinde gittiği anlarına kadar karmaşık bir sanat hayatına sahip olduğu gibi, sanatını doğrudan etkile-yen hayatı da, zihnide pek karmaşıktır aslında. Bunu da onu anlamaya çalış-makla geçirdiğimizde fark ediyoruz.Sanat yaşamının büyük kısmı klasik akıma karşı yürüttüğü mücadeleyi kapsarken, hep özgürlüklerden yana idi. Ancak onun taraf olduğu özgür-lükler politik değil sanatsaldı. Haya-tının büyük bir kısmını politikadan uzak durarak geçirdi. 1900’de gittiği Paris’te, 1848 Devrimi’nin başarısız-lıkla sonuçlanmasının da etkisiyle hakim olan havadan farkında olmadan etkilendi ve eserlerine umutları boşa çıkmış kişilerin barındırdığı melankoli yansıdı. Bu dönem aynı zamanda dostu Casagemas’ın intihar ettiği zamanlara rastlar. 1901’den 1905’e kadar süren Mavi Dönemi’nde zevk dünyasına yönelmiş karşıtlıkla birlikte; yalnızlık, mutsuzluk, umutsuzluk, karamsarlık gibi duyguları yansıt-mıştır. Aynı zamanda Picasso körleri, acılı kadınları, dilencileri, duygusuz soytarıları ve birçok temayla insanlığın şekillenişini, yoksulluğunu, umutlarını, aşağılanmasını anlatır çoğu kez ve bu haliyle de toplumdan soyutlanamadı-ğını görmüş oluruz. Yani her ne kadar siyasal koşullar eserlerine bir süre yansımamışsa bile Picasso çevresinde olup bitenlerden kaçamamıştır. Picas-so en sonunda tarihten de kaçamaz ve bilinçli olarak eserlerinde ve hayatında politik vurgular yapmaya başlar. Sa-natçı için, “dünyada ne olup bittiğinin her zaman farkında olan siyasi bir varlıktır ve bu olaylarla şekillendirir kendini” tanımını yapan Picasso’nun

kendi sanat hayatı da İspanya İç Savaşı ile politikleşmiştir. Kendisinin de politikleşme döneminin, böyle bir zamanda gerçekleştiğini söyleyebiliriz.

“Dünyayı sarsan bu dramatik günlerde sanatçı, kendi halkı ile birlikte ağlamak ve gülmek zorundadır.”- LorcaPicasso, Franco’nun, İspanyol halkının büyük çoğunluğunu kapsayan Halk Cephesi’ne karşı başlattığı faşist darbe etkisiyle politik tavır almaya başladı. Picasso’nun tutumu 1937 söylemiş olduğu şu sözlerden anlaşılıyor: “İspanyol Savaşı, halka ve özgürlüğe karşı olan gericiliğe karşı mücadelededir.”Picasso’nun İç Savaş’a karşı aldığı tavrı yansıtan ilk eseri ise Franco’ya ve temsil ettiği eğilimlere karşıtlığın anla-tıldığı ‘Franco’nun Rüyası ve Yalanı’dır.Politik vurgular yapmaya başlaması, onu ne kadar bahsettiğimiz karmaşa-sından kurtarmış ne kadar “düze çıkar-mış” bilinmez; ancak kafamızda biraz daha net bir Picasso tablosu oluşması adına birkaç noktaya daha değinelim.Şair Unamuno falanjistler için şöyle demişti: “Kazanabilirsiniz; ama ikna edemezsiniz.” Picasso da ikna olmayanlardandı. Bunu 1944 yılında Fransa Komünist Partisi’ne üye olarak gösterdi ve şöyle bir açıklama yaptı: “Komünist Parti’ye girişim, benim tüm yaşamımın ve tüm sanatımın mantık-sal bir sonucudur. Çünkü ben, gururla söyleyebilirim ki, ressamlığı asla salt bir eğlenme ve oyalama sanatı olarak görmedim. Benim silahlarım olan çizim ve renkler aracılığı ile dünya ve insan bilgisinin gittikçe daha derinine inmek istedim. Çünkü bu bilginin bize, hepi-mize her gün gittikçe daha açık olma-sını istiyordum… Ressamlığım aracılığı

GUERNİCA EŞİĞİNDE SAVAŞ

yonca balekoğlu

Page 33: icabihal sayi 5

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 33

ile gerçek bir devrimci gibi savaşmış olduğumun bilincindeydim…”“Ben komünistim ve resmim de komü-nist…” diyen ressam, ‘Kore’de Katliam’, Yunan mitalojisinden yararlanarak Yunanistan’daki bir idam olayından esinlendiği ‘Savaş ve Barış’ serisi, ‘Yakaran Kadın’, dünyanın geldiği vahşi hali aktardığı ‘Kedi ile Kuş’ gibi birçok eserinde bu tutumunu yansıtmıştır.Ayrıca Picasso barış hareketi içinde iken yaptığı ‘Barış Güvercini’ adlı ünlü afişini hazırlamıştır. Bir dizi halinde fazlaca güvercin yapmıştır.

Guernica GerçeğiBir kasaba düşünün. Günlük hayatına devam eden; çocuğunu emziren bir anne, sokağa oynamaya çıkmış bir çocuk, elinde bastonuyla yürüyen bir yaşlı. Bir kasaba işte, günlük hayatın devam ettiği… Adı da Guernica olsun kasabanın. Ve aniden bir karmaşa düşsün oraya. Tarih 26 Nisan 1937… 16.30 surlarında her hafta pazarın kurulduğu gün küçük Bask kenti Guernica’da… Nüfus yaklaşık 7 bin. Sonuç binlerce ölüm, yüzlerce yaralı, yıkım… Sonuç faşizmin ta kendisi…Düşünün ve gözünüzde bir şeyler can-landırın. Ya da önce ‘Guernica’ya bakın, sonra düşünün Guernica’yı… Ve arada-ki yedi farkı bulun. “Ama nasıl bakma-lı?” sorusuna da Nicolas Poussin cevap veriyor: “Bakmak düpedüz görülen şeyin biçiminin ve benzerliğinin doğal olarak gözle algılanmasından başka şey değildir. Ama bir nesneyi, onu gözdeki basit ve doğal şekil algısından başka bir şey kabul ederek görmek, özel bir özenle bu aynı nesneyi iyice tanıma yollarını aramak demektir. Yine denilebilir ki basit bakış, doğal bir iştir; benim görerek bakma dediğim şeyse bir akıl işidir.” Biz de aklımızla Guernica ve nicelerine bakalım.Ama önce Guernica’yı yaşayan birine kulak verelim: “26 Nisan ikindiüstü… Harikulade açık bir gün, hava yumuşak ve bulutsuzdu… Aniden sirenler öt-meye başladı ve bizi bir korkudur aldı. Halk köşeye bucağa kaçıştı ve kendi-lerine korunacak bir yer aramak için her şeyi olduğu gibi bıraktılar. Hatta bazıları dağlara doğru koştu. Kısa bir süre sonra Guernica üzerinde yabancı bir uçak göründü. Ve kentin merkezine üç bomba attı. Bunun üzerinden çok geçmeden yedi uçak gördüm, bunları altı tane daha izliyordu ve sonra beş uçak daha geldi. Hepsi de Junkers

uçaklarıydılar. Bu arada tüm Guernica panik içindeydi. Uçaklar çok alçaktan uçuyorlardı, olsa olsa iki yüz metre yükseklikteydiler. Bu arada kadınlar, çocuklar ve yaşlı adamlar isabet alıp, sinekler gibi, yerlere dökülüyorlardı. Her yerde büyük kan birikintileri görü-yorduk. Tarlada tek başına duran yaşlı bir çifti gördüm, bir makineli tüfek yağmuru öldürdü onu. Onsekiz uçak, bir saatten çok Guernica üzerinde birkaç yüz metre yükseklikte kaldılar ve bomba üzerine bomba yağdırdı-lar. Patlamaların ve yıkılan evlerin çıkardığı sesler akıl almaz bir şeydi. Uçaklar caddeler üzerinde uçtular. Birçok bomba düştü… Uçaklar saat yediye doğru gittiler ama bu sefer çok daha fazla yüksekten uçan yeni bir uçak dalgası geldi. İkini filo, kentimizin üzerine yangın bombaları attı. İkinci bombardıman otuz beş dakika sürdü; ama tüm bölgeyi şiddetle yanan bir fırına benzetmeye yetti bu süre…”

“Guernica”“-Bu resmi siz mi yaptınız?-Hayır, siz yaptınız.”

Nazi Generaliyle Picasso arasında geçen bu diyalog aslında her şeyi özetliyor. Bu katliamı yapan onlardı… Franco kimdi? İspanya’yı Marksizm’den ‘kurtarmak’ için ülkenin yarısını vu-rabileceğini düşünen bir cani. Guer-nica katliamı için kimden yardım aldı. Kendinden farklı ‘insan’lardan değil, Nazilerden.Bask hükümetinin bombardımanın ertesi günü yaptığı “Dünya, Bask hal-kının maruz kaldığı aşırı vahşeti bütün ayrıntılarına kadar bilmelidir.” çağrısı Guernica ve niceleriyle cevaplanıyor.Faşizmi betimleyen tabloya neresin-den bakmaya başlayacağımızı hakim olan karmaşa nedeniyle kestiremiyo-ruz ilk etapta. Yani ilk etapta başlıyor Picasso, bize, faşizmin karmaşasını iç içe geçmiş figürlerle hissettirmeye. Tablonun anlamı bütününd;e ancak biz önce tekil tekil yaklaşıp bütüne varacağız.Tabloda katliam anı sahne şeklinde canlandırılmış gibidir. Saldırı akşamüs-tü gerçekleştirilmiş olmasına rağmen tabloda ölümü andıran gece karanlığı vardır. Umutsuzluk, acı, ölüm gibi unsurların fışkırdığı figürler tuvalden çıkmak istermişçesine doğrulmuş gö-rünüyor. Picasso “Boğa şiddeti, at hal-kı simgeler.” diyerek tablodaki figürleri

açmıştır. Halkı simgeleyen at acılar içerisinde ölmektedir. Bu da bize hal-kın durumunu anlatır. Ayrıca atın vücu-dunun gazete kağıtlarını andırması, halkın katliamı unutturmayacağını ve bütün insanlığın vahşetten haberdar olacağını aktarır. İspanya’nın simgesi haline gelmiş boğa ise milliyetçiliği ifade eder. Boğaya doğru haykıran, ku-cağında ölmüş çocuğu bulunan kadın ise aslında faşizme haykırışı, ufak bir başkaldırışla, vurguluyor. Tepede göze benzeyen şeklin içindeki ampul ise umudu simgeliyor olabilir. Bazı yorum-cular ise, olayın medeniyetin gözünün önünde gerçekleştiğini anlattığını söyler. Işığa beklentiyle bakan figürü, gaz lambasını bu doğrultuda yorum-layabiliriz. Bir de ufak bir pencereye doğru yönelen figür var ki bu da kaçışı ve kaçışın imkansızlığını anlatıyor olabilir. Yerde kırık kılıcıyla yatan figür ise halkın yenilgisini yansıtırken ya-nındaki çiçek masumiyeti ifade ediyor. Boğanın yanında belli belirsiz barışı simgeleyen güvercin bulunmakla bir-likte umutsuz bir şekilde haykırmak-tadır. Resmin unsurlarını bütününden kopararak bu şekilde tahlil ne kadar mantığa sığar tartışılır (ki bence sığ-maz); fakat resme bakarken gözümüzü biraz daha açması umuduyla aktarma ihtiyaç duydum.

Guernica’nın GücüGuernica’nın gücü faşistlerce katla-nılmaz boyuttaydı. İşgal döneminde çok sayıda işbirlikçi Picasso’ya karşıttı. Paris’in Nazi işgalinden kurtarılma-sından sonra düzenlenen bir sergide resimleri duvarlardan indirmek istedi-ler. Bu tarzda bir olayda Picasso’nun 90’ıncı doğum günü kutlamaları ve sergisi sırsında gerçekleşen tutuklama ve saldırılarla da gerçekleşti. Faşistler de sanat yapıtlarını tahrip etmişlerdi.BM Güvenlik Konseyi’nde ABD’nin Irak’a yapılacak olası silahlı müdahale kararının açıklanacağı basın toplantı-sında Guernica’nın reprodüksiyonun üzeri örtülmüştür. Bu da Guernica’nın etkisini hala hissettirdiğini ve belki yüzyıllar sonra bile emperyalist politikacıların ve faşistlerin karşısında dikileceğini kanıtlayan bir örnektir.

Kaynaklar:• Art Book Picasso- Dost Kitabevi• Kıyısız Bir Gerçekçilik Üzerine, Roger Garaudy, Aydın Yayıevi• Picasso, Wilfried Wiegand, Alan Yayıncılık

Page 34: icabihal sayi 5

34 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

90’lı yılların en önemli gruplarından Kesmeşeker 8 yıl aradan sonra yeni albümüyle karşımızda. ‘Doğdum Ben Memlekette’ isimli yeni albümün en dikkat çekici yanı ise; albümde sosyal-ist kimliğiyle öne çıkan eski futbolcu Metin Kurt adına bir şarkının yer alması ve albüm kapağında da Metin Kurt’a yer verilmesi.20 küsür yıldır ayakta kalmayı başarabilmiş, tüm zorluklara rağmen çizgisinden taviz vermemiş bir grup Kesmeşeker. Öyle ki daha ortada albüm yokken bile, 1991 yılında (bu dönemde grubun davulcusu da tersane işçisidir) Zonguldak’tan Ankara’ya yürüyen maden işçilerine destek konserinde, Halepçe Katliamı sonrası düzenlenen konserde yer almaktan çekinmeyen, hiçbir za-man göz önünde olmayan; ama hep bir yerlerden dinleyicileri çıkan bir grup... Hal böyleyken biz de, grubun değişmez vokali ve aynı zamanda söz yazarı Cenk Taner ile hem grubu Metin Kurt’la birleştiren süreci, hem de günümüz Rock müziğini konuştuğumuz az sorulu bol sohbetli bir röportaj gerçekleştirdik.

Özge İnce : 8 yıl aradan sonra gel-en albümle Metin Kurt’u birleştiren neydi?

Cenk Taner : Kesmeşeker’in bu duruşu yeni bir şey değil. 90’larda Kesmeşeker’in daha albümü yokken, maden işçilerinin Ankara yürüyüşü olmuştu. O zaman için bu büyük bir olaydı; işçi sınıfının yaptığı en büyük eylemdi. Onun için bir konser düzenlenmişti Caferağa’da ve biz oraya çıkan tek rock grubuyduk. O za-man keskin sol dediğimiz kitle elektrik gitarı duyunca salon ikiye ayrılmıştı. Salonun yarısı alkışladı, yarısı hiçbir şey yapmadı. Birçok insan da çekinip çıkmamıştı bu konsere.İkincisi, yanlış hatırlamıyorsam 91-92 yıllarında Açıkhava Tiyatrosu’nda, Halepçe Katliamı sonrasında düzenle-nen konserde yer almıştık, yine birçok insan oraya da çıkmaya çekinmişti.20 yıl böyle gidince Metin Kurt bizim ister istemez karşımıza çıktı. O da kendi yolundan dönmemiş ve kendi mücadelesinde yalnız bırakılmıştır. O yalnızlık da bizimle çok örtüşen bir durum. Kesmeşeker’in çok bireysel şarkıları da vardır; ama o bireysel-lik altından içten içe bir muhalefet vardır her zaman. Ben hep der-

dim, Kesmeşeker sol tandanslı bir gruptur; ama belki de çok slogan atmadığımızdan, o tarafımızı çok açığa çıkarmadık. Bu albüm kapağıyla bunu açığa çıkarmış olduk.Metin Abi, alışılmadık işler yapmış ve inandığı değerler uğruna yol almış. Sendika kuran bir futbolcu kendisi. Sporcu tiplemesine baktığımızda bunun çok dışından durmuş bir insan ve bizim duruşumuzla çok örtüşen bir tavrı olduğu için onu kapağa koyduk. Meşhur bir topçuyu albüm kapağına koyarsan başka bir şey olurdu, Hakan Şükür’ü koysan hükümet destek mestek bir şeyler atardı belki (gül-üyor). Ama biz öyle düşünmedik tabii ki, Metin Kurt kapağımıza hoş geldi. Bu sayede onu yıllardır anmayan ve ismini unutturmaya çalışan ana medya ve spor basını da ona yer vermeye başladı, vicdanını temizlemiş oldu. TRT’de bile hakkında program yapmışlar, arkada bizim şarkı çalıyor. Bir nevi iade-i itibar oldu. Müzikle spo-run birleşmesi ve aslında politikanın da birleşmesi bunun yazılmasını sağladı. Futbolculuğu kadar politik duruşu da iz bırakmışken, bu dönemde tekrar gündeme gelmesi çok doğru oldu. Metin Kurt’la tanışmak benim de futbola bakış açımı değiştirdi,

KESME BE ŞEKER!

özge ince

“Asi olan bir şeyi sistem

içselleştirir; onu eritir

ve kendi içinde zararsız

hale getirir, rock müziğe

yapılan da budur: paraya

çevirmek.”

Page 35: icabihal sayi 5

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 35

taraftarlık olayı bende azaldı, artık başka bir gözle izliyorum maçları.

Ö.İ. : Rock müziğin kökeninden yola çıkarak bugünkü rock gruplarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

C.T. : Rockın kökeninde asilik vardır, baş kaldırı vardır derler. Aslında Afrikalı zencilerin çıkardığı müzik hali kalmadı,bütün dünyadan herkes bir şeyler kattı bu müziğe. Ancak o kökene bakarsak doğru; Afrikalı pamuk işçilerinin söylediği bluesdan türe-medir. Şimdi ise dev plak şirketleri var. Büyük bir sektör haline geldi. Asi olan bir şeyi sistem içselleştirir; onu eritir ve kendi içinde zararsız hale getirir, rock müziğe yapılan da budur: paraya çevirmek. İran’da, Suriye’de de rock grupları var; ama Anglosaksonlarla buradakiler hiçbir şeyde olmadığı gibi bunda da eşit değiller. Ülkenin endüstrisi, kapitalist olma düzeyi fazlaysa rock grupları o kadar meşhur olur.Bunlara rağmen çizgisini koruyan gruplar var tabii; ama bunlar da bunun bedelini ödeyerek, piyasada o kadar satmayarak, başka işlerle uğraşarak bunu ödediler. Biz didaktik manada değil, bu da oluyor manasında yaptık bu işi.Bugün ise çok fazla kişisel grup var, tavır olarak bakarsak pop müziğin roc-ka uyarlaması gibiler. Politik anlamda boş kalıyorlar; çünkü onu dinleyecek bir toplam yok. Politik sözleri yedirmek de iki arada bir derede bir şeydir, çok politik yaparsan gazete formu metni gibi kalır, edebilik de önemlidir. Edebiyatla iç içe olmak, belli kelime-lere sıkışıp kalmamak ve bir de politik tavrını belli edebilmekle ilgili şeyler ve bunu yapanlar da yaparlar zaten. Oysa rock müziğin yıllarca böyle bir algısı olmuş: sahneye çıkalım, içelim, kızlar gelsin... Rock müziğin böyle bir durumu yoktur aslında.

Ö.İ. : Peki tüm bu köken sohbetinin ardından soralım; piyasalaşma hakkında ne düşünüyorsunuz?

C.T. : Sistemin yapısı bu, nerede para varsa oraya gider. Birisi çok asi bir laf ettiği zaman sistem ondan yüz

tane birden koyar; ama 99’u sisteme hizmet ederken bir tanesi doğruyu söyler. Çoktan seçmeli test gibi bir şey. Onların yaptığı test sistemi hayatımızın her alanında.

Ö.İ. : Kesmeşeker’in bu piyasadaki yeri nedir?

C.T. : 20 seneyi geçmişiz. Bunun da bedelini ödemiş bir grubuz. Klibi-miz çok azdır. Şimdilerde daha fazla konser veriyoruz; ama ondan önc-esinde arayan bulurdu bizi. Gazeteci arkadaşlar konserlere gelip biz böyle konser görmedik diyebiliyorlar, 25 şarkı söylüyorsak 25’ine birden eşlik edilir bizim konserlerimizde. Gizli bir örgüt gibi olmuş dinleyicilerimiz. Bunu piyasa şartlarına uymayarak, kendi konumumuzu koruyarak sağladık yıllar içinde.Bir de samimidir Kesmeşeker, tepeden bakmacı bir tavrı yoktur. 20 senelik altyapıdan sonra şimdi artık bilmeyen de bilsin konumu oldu. Onu, o işin tarihini yazan insanlar yazar, ben isim-lendirmeyeyim. Kesmeşeker belgeseli de çekiliyor zaten; ama Kesmeşeker üzerinden 90’ların Türkiye panaroması

gibi bir şey.Bilenler çok sever, bilmeyen de hiç bilmez bizi. Arası yoktur bu grubun.

Ö.İ. :Son olarak üniversite der-gimizde, üniversite ve üniversiteli-ye bakış açınızı öğrenebilir miyiz?

C.T. : İletişim Fakültesi mezunuyum ben de, 1986 girişliyim. Bizim zamanımız, 80 sonrası olduğundan oldukça baskıcı bir dönemdi. Şimdi açıktan o türde bir baskı yoktur belki de; ama özellikle YÖK ile şekillendirilmek istenen bir üniver-siteden bahsediyoruz. Öğrenme metodlarını öğretmekle ilgisi olma-yan bir sistem bizdeki; üniversiteler aslında yüksek lise gibi. Bir üniver-site nasıl olur, öğrenme sistemleri nelerdir, bir şey nasıl araştırılır kimse bunları anlatmaz, öğretmez. Tamamen ezbere dayalı olan sistem kendisine kuzu öğrenci tipi içerisinden adam yetiştirme derdinde. Türkiye’de üniversiteler buna hizmet ediyor daha çok. Bunun sonucunda da öğrencilerin siyasetle ilgilenmesi günahtır, ayıptır.

Ö.İ. : Teşekkürler...

Page 36: icabihal sayi 5

36 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

ROSENBERGLER BOYUN EĞMEDİ

Julius Rosenberg ve Ethel Rosenberg, iki sendikacı, iki komünist, bir çift…1950’lerin ABD’sinde McCarthy’nin etkisiyle ülkede cadı avı başlamıştır. ABD’nin müdahaleci dış politikasına karşı çıkan bütün Amerikalılar, Ame-rika Komünist Partisi üyesi olmakla suçlanmakta, bu suçlama asılsızsa Rus ajanıdır damgasıyla yargılanmakta, kara mizaha konu olabilecek tutuk-lamalar ve idamlar yaşanmaktadır. Rosenbergler olayı emperyalistler ta-rafından adlandırılan Demir Perde’nin karşısında yer alan Hür Dünya’nın pek de hür olmadığının en büyük kanıtıdır.ABD’nin Sovyetler’e karşı elindeki en büyük kozu atom bombasıdır. Lâkin 1949’da Sovyetlerin ilk atom bom-bası denemesini yapmasıyla ABD bu kozunu yitirmiştir. ABD, Sovyetler’in atom bombasına ulaşabilmesinin yolunun yalnızca gizli sırların casuslar aracılığıyla Ruslara iletilmesinden geç-tiğini iddia etmektedir. Ve bu casuslar derhal yakalanmalıdır!

Ethel ve JuliusEthel Rosenberg 28 Eylül 1915’te doğdu. Gençliğinde şarkıcı olmak istiyordu. Liseden sonra oyunculuk eğitimi almak için üniversiteye gide-cekti ama maddi sıkıntılar dolayısıyla eğitimine devam edemedi. Sekreter olarak işe girdi. Burada komünist işçi-

lerle tanıştı. Grevlerde öncülük yaptı. Julius Rosenberg 12 Mayıs 1918’de doğdu. Başarılı bir öğrenci olan Julius elektrik mühendisi unvanıyla üniversi-teden mezun oldu. Üniversitede Genç Komünistler Birliği ile tanışan Julius sendikalarda çalışmalar yürüttü.1936 yılında bir sendika toplantı-sında tanışan Julius ve Ethel 1939 yılında evlendiler. Amerika Komünist Partisi’ne üye oldukları gerekçe gös-terilerek işlerinden atıldılar ve yaşam onlar için daha da ağırlaştı.Julius, Ethel’in abisi David Greenglass ile bir iş kurdu fakat dikiş tutturama-mışlardı. Zarara karşılık yatırımlarını dahi Julius’dan geri isteyen David Greenglass’ın kendisi ve karısının başına ne belalar açacağı nasıl iftiralar atacağı o zamanlar Julius’un aklından hiç geçmemekteydi…

FBI KomplosuAtom bombasının gizli sırlarını ve uranyum kaçırmakla suçlanan David Greenglass, FBI’ın şantajlarına boyun eğmiş bu bilgileri Julius Rosenberg aracılığıyla Sovyetlere ilettiği yalanını söylemiştir. Fakat elli yıl sonra bir televizyon programında her şeyi itiraf eder : “Yalan ifade verdim, idamların-dan ben sorumluyum, şimdi çocuklarını görsem onlara üzgün olduğumu söy-lerim ama özür dilemem çünkü ifadem sonucu idam edileceklerini düşüneme-dim.” Komplo şu şekilde kurulur: David Greenglass atom bombasının sırlarını Julius tarafından gönderilen Harry

Gold’a teslim eder. Onun araclığıyla Ruslar sırlara ulaşır. Bu arada Harry Gold’un devletin kadrolu muhbir ve itirafçısı olduğu bilinmektedir. Bu suçlamaya kanıt olarak ise buluşmanın gerçekleştiği oteldeki kayıt defterinin fotokopisi gösterilir. Rosenberglerin avukatı tarafından bu defterin gerçe-ğine ulaşılmaya çalışıldıysa da gerçek defterde buluşma tarihi olarak isnat edilen tarihin sayfası yoktur!Suçlamalara başka bir kanıt olarak Rosenberg çiftinin evinde bulunan masa gösterilir. Güya bu masa Ruslar tarafından hediye edilmiştir. Avukatın bu masanın faturasını dahi bulmasına rağmen yani bu masanın herhangi bir marketten Rosenbergler tarafından alındığının ispatına rağmen hakim bunu ufak bir ayrıntı olarak nitelen-dirir. Rosenbergler için karar çoktan verilmiştir…

Rosenberglerin Tevkifi Ve Yargı-lanmasıRus casusluğu ve atom bombası sırlarını satmak suçlamalarıyla Julius Rosenberg tutuklanır. Onun tutuklan-masından 2 hafta sonra karısı Ethel Rosenberg de kocasının yanına, Sing Sing cezaevine gönderilir. Bu genç çifti, yargılama boyunca kendileri gibi genç bir sendikacı olan Emmanuel Bloch savunur. Saçma sapan iddia-lar ve kanıtlarla hakim Kaufmann’ın Rosenbergler’in casusluklarından ziyade bu genç çiftin komünistliği üzerinde durması ABD yargısının aslın-

‘’Ey yoldan çıkmış para

yiyiciler, ey satılmışlar,

ey bu güzel dünyamı-

zı kirleten iğrenç, kötü

insanlar, işte size ya-

nıt: Sizin lanetlenmiş

lütfunuza başım eğik

yaşamaktansa kocamla

birlikte ölmeyi yeğlerim.’’

ETHEL

mustafa murtezaoğlu

Page 37: icabihal sayi 5

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 37

da neyin peşinde olduğunu gösterir. Savcı ölüm cezası istemektedir. Jüri hakimin kışkırtmalarıyla kararını verir: İdam! Hakim de bu kararı onar ve Ro-senberglerin idam fermanı hazırlanır.Avukat Bloch 4 kez cezanın er-telenmesini talep eder fakat her seferinde mahkeme tarafından bu talebi reddedilir. Yargının tüm yolları tükenmiştir fakat dünya kamuoyu bu genç çiftin arkasındadır. Pablo Picas-so, L’Humanité adlı dergide: “Saatler önemli. Dakikalar önemli. İnsanlığa karşı bu cürmün işlenmesine izin ver-meyin!” çağrısında bulunurken; Jean Paul Sartre, Albert Einstein, Bertold Brecht, Jean Cocteau, Frida Kahlo gibi pek çok aydın ve bilim adamı tepkileri-ni ortaya koydular. Papa XII. Pius bile ABD Bakanı Eisenhower’dan infazın durdurulmasını talep etti.

PazarlıklarMc Carthycilik rüzgarının estiği ABD; Rosenbergleri katletmeye kararlıdır fakat dünyada yapılan yüzlerce pro-testoya, ABD’de yüzbinlerin katıldığı mitinglere, Beyaz Saray’a gelen 3 milyonu aşkın mektuba, bilim adamı ve sanatçıların tepkilerine karşı koya-maz ve dünya kamuoyu nezdindeki görünüşünü yerle bir etmemek için pazarlıklara girişir.İlk olarak Rosenberglere yalan söylediklerini itiraf etmeleri halinde 30 yıl ceza alacaklarını söylerler. Rosenbergler bu teklifi düşünmeden reddeder. Israrla tekrar ederler: “Biz yalan söylemedik.” Daha sonrasında FBI yetkilileri 20 yıllık bir cezayla kurtulabileceklerini sadece “Biz yalan söyledik.” demelerinin yeterli olduğu-nu Rosenberglere bildirir. Rosenberg-ler bunu da kararlılıkla reddeder.En adi teklif ise Ethel’e yapılır: “Ko-canın suçlu olduğunu itiraf et, seni hemen serbest bırakalım!” Ethel bu teklife cevap dahi vermez.İdamlarından 11 gün önce hükümet adına bir aracı olan Mr. Bennett, Sing Sing hapishanesine gelir. Görüşme hapishane kurallarının aksine hiçbir şahit olmadan yapılır. Bu ziyaret hükümet tarafından resmen yalanla-nacak, fakat daha sonra yayınlanan belgelerde kanıtlanacaktı. Ethel ve Julius, görüşme hakkında avukatlarına şu bilgiyi vermişlerdi: “Bennett: ‘Hükü-metle işbirliği yapmaya hazır olursa-nız, elde af için bir gerekçe olurdu.’ Ethel ona şöyle yanıt verir: ‘Elektrikli sandalyede idam edilme tehdidiyle ne sizin saygınlığınızı kurtaracak kadar gözümüzü korkutabilirsiniz, ne de

biz yurttaşlar olarak hakkımız olan adaleti talep etmek yerine çirkin, kirli bir pazarlık yaparak gittikçe daha sık uygulanır hale gelen antidemokratik polis devleti yöntemlerine ortak olu-ruz. Bu Hitler Almanyası’nda geçerli olabilir, ama özgürlük ülkesinde değil. Gerçekten büyük ve onurlu bir ulusun görevi, haksızlığı gidermektir, hak-sızlığa uğramış olanlardan, istemeye istemeye hayatlarını bağışlamak için haraç talep etmek değil.’”Bu kirli pazarlıklara girmeyen onurlu iki komünistin idam günleri yaklaşır fakat 18 Haziran olarak belirlenen idam günü çiftin evlilik yıldönümüdür. İdamın bir gün önce ya da sonra ya-pılması için Ethel avukatları Emannuel Bloch’a mektup yazar : “Ne olur, bir şeyler yap Manny. Evlenme yıldönü-mümüzde idam edilmek gibi büyük bir acımasızlığı yapabileceklerini aklım almıyor. Çünkü ben ne de olsa insan gibi görünen, insan gibi konuşan, ama aslında sadist birer şeytandan başka bir şey olmayan kişilerin varlığına inanamayacak kadar yumuşak yürekli bir kişiyim... Sevgilerimle, Ethel” Ro-senberglerin mahkemeye sunduğu bir dilekçeye ilk defa karşılık verilir ve mahkeme Rosenberglerin idamını bir gün sonraya 19 Haziran’a erteler.

İdam Günüİdam günü gelmiştir. İdamı izleyen heyette alışılagelmeyen bir kişi vardır.

Adalet Bakanı oradadır. Ve bir masanın üzerinde bir telefon durmaktadır. Rosenbergler elektrikli sandalyeleri-ne doğru yaklaşırken Adalet Bakanı ayağa kalkar ve şunları söyler: “Suçlu olduğunuzu itiraf edin, özgürlüğünüze ve çocuklarınıza kavuşun. Şu anda Başkan Truman telefonun diğer ucun-da, evet derseniz affedileceksiniz.” Julius ve Ethel birbirlerine bakarlar. Yaşam ve ölüm arasındaki o ince çizgide, karar verebilmeleri için sadece birkaç dakikaları vardır. Hapishanenin yüksek duvarları önünde birikmiş olan binlerce insan onlar için özgürlük şarkıları söylüyorlardı. Ethel başkanın adamının tam da gözlerinin içine ba-karak, onların yıllarca şarkılara filmlere konu olmasını sağlayacak o efsanevi cümleyi mırıldanır: “Peki ya suçsuzlu-ğumuza inanan onca insan, onlar da bizim çocuklarımız değil mi? Hiç onları satar mıyız?”Rosenbergler komünist kimlikleri ve onurlarıyla öldüler. Bugün Drey-fus Olayı, Rosenberg Davası tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de devam etmektedir. Çakmağın, puşinin, yumurtanın, plastik şişenin suç unsuru sayılması her ses çıkaranın terör örgütü üyesi olarak yargılanması 1950’lerin mirasıdır. Mc Carthy’nin izinden gidenler onun öğretilerini pekalâ uygulamaktadırlar. Diktatörler hala zulmettiği gibi Rosenbergler hala boyun eğmemektedir!

Page 38: icabihal sayi 5

38 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

Yirminci yüzyılın eşiğinde Fransa’yı ikiye bölen Dreyfus Davası dünya tarih sahnesini en çok meşgul eden dava-lardan biridir. Bu dava Emile Zola’nın “Adalet İçin Bir Savaşın Öyküsü” isimli yapıtının da temelini oluşturur.

Dreyfus Olayı1894 yılında Fransız Haberalma Servisi’ne geldiği iddia edilen imzasız bir mektup, Fransa-Almanya savaşı sonrası büyük kayılar veren devletin ve ordunun imdadına yetişir. Mektu-bun içinden çıkan bir belgeye göre, Fransa Genelkurmayında görevli bir subay, Almanlara casusluk etmektedir. Belge bir subay tarafından hazır-lanmıştır ve orduya dair gizli bilgiler içermektedir. Ufak bir düşünüş sonrası “suçlu” belirlenir. Yahudi olması se-bebiyle Yüzbaşı Alfred Dreyfus tam aranılan kişidir. Böylece hem ülkedeki milliyetçi-gerici dalga yükseltilecek hem de halka verilen kayıpların sorumlusu gösterilmiş olacaktır. Bu, ordu içindeki cumhuriyet karşıtı-kralcı güçler için bulunmaz bir fırsattır.Dreyfus hemen gözaltına alınır. Dava

süreci başlatılır. Bilirkişi belgedeki elyazısının Dreyfus’a ait olduğundan kuşku duyduğunu söyler. Bunun üzerine işbirlikçilik yapabilecek 3 farklı bilirkişi bulunur. Bunlar belgedeki ya-zının Dreyfus’a ait olduğunu söylerler. Bütün bu olanlar sırasında Dreyfus sürekli olarak suçsuzluğunu anlatma-ya çalışmaktadır. Ama halk bir kere galeyana gelmiştir. Sokaklarda Yahudi karşıtı gösteriler yapılır. Egemen ba-sında sürekli olarak Dreyfus karalanır. Bütün gazeteler “o Yahudi”nin nasıl bir “hain” olduğunu anlatmak için adeta yarışa girmişlerdir. Fakat başta ailesi olmak üzere Dreyfus’un suçsuzluğuna inanan birileri vardır. Bunlardan biri de meclis başkanıdır. Ama gerek Yahudi düş-manlığının dalga dalga büyümesin-den gerekse ellerindeki belgelerin yetersizliğinden seslerini kimseye duyuramazlar. Bu sırada Zola İtalya’dadır. Başlarda, ırkçı-dinci bağnazlık sorununa duyarlı olmasına rağmen, Dreyfus davasıyla pek ilgilenmez. Fakat Paris’e dönüp gerçekleri öğrenince bir kampanya başlatmaya karar verir.İlk iş yazdığı gazetede Gerçek Yürü-yor isimli bir yazı yayınlar. Burada

“kampanyaların en çirkini ile çileden çıkarılan kamuoyu”na seslenir ve basını sert bir dille suçlar. Yazısını “Gerçek yürüyor, onu hiçbir şey durdu-ramayacaktır.” diyerek sonlandırır. Bu yazı beklenen ilgiyi görmez. Ama Zola kararlıdır. “Lonca” ve “Tutanak” başlıklı iki yazı daha yayımlar. Dreyfus düş-manlığı öylesine büyümüştür ki, Zola, baskılardan ötürü yazılarını yayımlata-cak gazete bulmakta zorluk çekmeye başlar. Bunun üzerine yazdıklarını bro-şür halinde yayınlamaya karar verir. İlk olarak “Gençliğe Mektup”u yayınlar.

DREYFUS OLAYI: Adalet İçin Bir Savaşın ÖyküsüEğer siyasal nedenler

adaletin gecikmesini

gerektiriyorsa, bu

kaçınılmaz sonucu daha da

ağırlaştırarak geciktiren

yeni bir hata işlenmiş

olacaktır.

Gerçek yürüyor, onu hiçbir

şey durduramaz.

hatice demir

Page 39: icabihal sayi 5

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 39

Bunu “Fransa’ya Mektup” izler. Burada Zola halkına “Sana yalvarıyorum Fransa, kendine gel, toparla kendini” diye seslenir ve bu düzmece davayla birilerinin halkın içindeki yurtseverliği sömürerek diktatörlüğe ve kiliseye dönüşün yollarını açtığını anlatmaya çalışır. “Fransa, kısacası senin kamuoyunu oluşturan etkenler şunlar: kılıca duy-duğun gerek, seni yüzyıllarca geriye götüren papaz gericiliği, seni yöne-tenlerin, seni yiyenlerin ve sofrayı bırakmak istemeyenlerin doymak bilmeyen hırsları”

Cumhurbaşkanı’na Mektup: Suçluyorum!Fransız kamuoyunu sarsan ilk yazı Zola’nın L’Aurore Gazetesi’nde yayım-lattığı Cumhurbaşkanına mektuptur. Bu mektup “İtham ediyorum/ Suçlu-yorum” başlığıyla gazetede yayınlanır. Zola burada gerçek suçluları isim isim sıralar. Ayrıca kendisinin lekeleme suç-larına ceza belirleyen basın yasasına aykırı davrandığını da belirterek, iste-yerek tehlikeye atıldığını söyler. So-

nucunda Fransa’da bir aydın hareketi doğar. Bu yazı, cesareti, kararlılığı ve güzelliğiyle, Dreyfusçular için bir umut dönemi başlatır. İmza kampanyaları, aydın bildirileri peş peşe gelir. Davanın yeniden görülmesini isteyen aydınlar L’Aurore’da iki bildiri yayımlarlar.Zola bütün yazılarında Dreyfus’un suçsuz olduğunu, tekrar yargılanması gerektiğini, bu davanın Fransa’nın alnında kara bir leke oluşturacağını, gerçek adaletin bulunulan noktanın çok uzağında olduğunu ve sonucu ne olursa olsun kendisinin adaleti iste-mekten vazgeçmeyeceğini bildirir. Bu sırada Zola hakkında gazetedeki yazısından ötürü 1 yıl hapis cezası is-tenir. Dostlarının yardımıyla Londra’ya gider ama orada da davanın peşini bırakmaz.

SonuçZola Londra’dayken, bir subay suçu kendisinin işlediğini itiraf eder ve tutuklanır. Hücresinde intihar eder. Bunun üzerine Zola tekrar ülkesine döner.Dreyfus Davası uzun uğraşlar sonucu,

Dreyfus’un suçsuzluğunun ilan edil-mesiyle son bulur. Fakat Zola bunu göremeden, evinde soba zehirlenmesi sonucu ölmüştür.“Ülkemin yalan ve adaletsizlik içinde kalmasını istemedim. Burada bana ceza verilebilir. Ama bir gün, şerefi-nin kurtulmasına yardım ettiğim için, Fransa bana teşekkür edecektir.”Emile Zola, hiçbir çıkarı olmaksızın, ki-tap satışlarının düşmesi ve özgürlüğü-nün elinden alınacak olması pahasına adaleti istemekten geri durmamıştır. Dava süresince zaman zaman halkın öfkesine hedef olmuş ve taşlanmış, zaman zaman büyük para cezası ve hapis cezasına mahkum edilmiştir. Ama yine de Dreyfus Davası’nı tüm dünyaya duyurmuş ve ırkçı-dinsel bağnazlığa sonuna kadar karşı dur-muştur. Zola’nın davayla ilgili yazdığı yazıları topladığı kitabı “Dreyfus Olayı: Adalet İçin Bir Savaşın Öyküsü”nü, bir aydının “adalet” için nasıl çırpındığını görmek isteyen herkese tavsiye ederiz.

Page 40: icabihal sayi 5

HUKUKSUZLUKLARIN GÖLGESİNDE KARİYER PLANLARI

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Kariyer Kulübü 28-29 Şubat tarih-lerinde Rektörlük binasındaki doktora salonunda kariyer günleri düzenle-mektedir. Etkinliğe birçoğu “piyasada” iyi bilinen hukuk bürolarının temsil-cilerinin yanında AKPli kimlikleriyle tanınan Osmangazi Belediye Başkanı ve Düzce Valisi de katılmaktadır.

Günümüzde üniversitelerimizi kuşatmakta olan kariyerciliğin fakültemiz-de de dekanlığın eliyle kurulan kariyer kulüplerince rektörlüğün desteği de alınarak öğrencilere pazarlanması bizleri rahatsız etmektedir. Hele ki Ergenekon, Odatv, KCK, Deniz Feneri, Hrant Dink ve Hopa davaları ya da Uludere Katliamı gibi Türkiye’nin siyasi hayatını derinden etkileyen olay-larda yaşanan hukuksuzluklara dair tek kelime etmeyen İstanbul Üniver-sitesi Hukuk Fakültesi Dekanlığının ve hocalarının, kariyer pazarlamaya geldiğinde desteğini esirgememesi, rektörlük salonlarına kadar organizas-yonlar yapması rahatsızlık vermenin ötesine geçmiş fakülte öğrencileri için utanç kaynağı olmuştur. Ayrıca toplumun bütününü ilgilendiren dava-lara ses çıkarmayan hukuk fakültesi öğrencilerinin, dev hukuk tekellerinin kuyruğunda para kazanma hayalleri kurması, yalnızca çürümenin göster-gesidir.

Hukuk fakültesi öğrencilerinin hukuk alanına dair donanım sahibi olmaları nasıl bir gereklilik ise adalet duygusuna sahip olmaları, topluma karşı so-rumluluk hissetmeleri, haksızlıklara göz yummayan birer hukukçu olarak yetişmeleri de o ölçüde gereklidir. Donanım sahibi hukukçular yetiştirme-nin yolunun da kariyer günlerinden geçmediği açıkça ortadadır.

Toplumcu Hukukçular Kulübü olarak hukuksuzluğun gölgesinde yapılan kariyer planlarının fakültemize yakışmadığını düşünüyoruz ve tüm duyarlı öğrencileri buna karşı tavır almaya çağırıyoruz.

TOPLUMCU HUKUKÇULAR KULÜBÜ