yil: 5 sayi: 16 bahar dÖnemİ’19 | ÜskÜdar İlÇe mİllİ

106
YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ EĞİTİM MÜDÜRLÜĞÜ SÜRELİ YAYINIDIR MEDENİYETİN MEKÂN VE ŞEHİR İLE İLİŞKİSİ MEDENİYETİN ÖZÜ ŞEHİR DÜNYA KÜLTÜR MİRASINA DEV ARMAĞAN: KİTAB-I DEDEM KORKUD ALÂ LİSÂN-I TÂİFE-İ OĞUZÂN BAHARIN MUŞTUSU CEMRE VE NEVRUZ DÜNYANIN HASBAHÇESİ İSTANBUL

Upload: others

Post on 14-Nov-2021

9 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ EĞİTİM MÜDÜRLÜĞÜ SÜRELİ YAYINIDIR

MEDENİYETİN MEKÂN VE ŞEHİR İLE İLİŞKİSİ

MEDENİYETİN ÖZÜ ŞEHİR

DÜNYA KÜLTÜR MİRASINA DEV ARMAĞAN: KİTAB-I DEDEM KORKUDALÂ LİSÂN-I TÂİFE-İ OĞUZÂN

BAHARIN MUŞTUSUCEMRE VE NEVRUZ

DÜNYANIN HASBAHÇESİ İSTANBUL

Page 2: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ
Page 3: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

Editörİ s h a k A S L A N

Zaman, mekân ve tin yani kısacası insan, ba-

hara ayarlıdır. İnsan, âlemde var olan bütün nü-

velerin kendinde mücessem hale geldiği küçük

evrendir. Aynı zamanda Allah’ın esmasında yer

alan tüm anlamların yine kendisinde toplandığı,

bu güzel adların şarihi olan varlık yine insandır.

Bir bakıma o, evrenin hülasasıdır. Böyle bir dona-

nıma sahip olan insan, bu ulvi özelliğinden dola-

yı yeryüzünün halifesi konumundadır.

İnsanın tin(ruh) halini belirleyen ise mevsim-

lerdir. Baharın ilk gong sesi, Nevruz günü ile

başlar. Bu an, mevsimler içerisinde en çocuksu,

seyyal, heyecanlı ve helecanlı olandır. Kıpır kıpır,

ilk açılan çiçekler gibidir. Döngü böylece baş-

lar; yaz, sonbahar, kış derken nihayetinde vakit,

tekrar baharın geldiğinin muştusunu yeryüzüne

bildirir.

Aslında ekolojik kentlerde yaşayan insanlar,

bu döngüyü ve saatleri iliklerine kadar yaşarlar.

Ancak aydınlanma ile başlayan kozmos kıyımı o

kadar büyük trajediye dönüştürdü ki artık bırakı-

nız yeşili, ırmağı, dağı, ovayı gökdelenler arasın-

da gökyüzü dahi görünmez oldu. Maalesef yeni

nesile büyük bir enkaz dışında bıraktığımız başka

bir veraset yok.

On altıncı sayımızda yaşanılabilir ve ekolojik

şehir kavramlarını irdelerken aynı zamanda çıkış

yolarını da aradık. Bu bakımdan nevruzu da işle-

yerek Tanpınar’ın izinde geçmiş ve şimdiki şehir-

leri analiz etmeye çalıştık. Özellikle kent, mimari

ve estetiği önceleyen derin analiz ve çıkış yolla-

rına dair trafik işaretleri olarak tavsiyeleri ile bu

sayımıza büyük renk katan Prof. Dr. Hüsrev SU-

BAŞI ile yaptığımız röportajı okumanızı salık ve-

ririz. Ayrıca baharda gök yüzünü saran ebemku-

şağı gibi ruhumuzu rengarenk sarıp sarmalayan

konuları içeren yazılar, dergimizin sayfalarında

dokunuşlarınızı bekliyor.

Dergimizin elinizde olduğu bu günlerde ‘Gele-

cek İçin Söz Bizde’ Projesi kapsamında ortaöğre-

timde öğrenim gören gençlerimiz, ‘Yaşanılabilir

Kentler’ konulu sempozyumda, özlem duydukları

şehri anlatacaklar. Dergimiz bu açıdan sempoz-

yuma önemli bir katkı da sunacaktır.

Çok sözle sizi daha fazla bekletmeyelim. ‘Hür

tefekkürün kalesi’ne girmek için kapıya elinizi

uzatmaya hazır mısınız? Öyleyse… Haydi Bis-

millah…

Page 4: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

İÇİNDEKİLER

68

62

71

72

76

79

TÜRK ORDUSUNUNAÇMADAN SOLAN ÇİÇEKLERİ

DÜNYA KÜLTÜR MİRASINA DEV ARMAĞAN: KİTAB-I DEDEM KORKUD ALÂ LİSÂN-I TÂİFE-İOĞUZÂN

İSTANBUL’A MERHABA

BAHARIN MUŞTUSU CEMRE VE NEVRUZ

SÜRGÜNDEKİ ÇOCUKLAR

BİR YETİŞ/TİR KİTABI: AÇILIN BEN ÖĞRETMENİM

Ahsen ÇAMLICA, Ulaş EVREN

Mine KILIÇ

İsmai l AYKANAT

Tayfur KOZAN

Şükr ü BİÇER

Mahmut Said CELAYİR

MEDENİYETİN MEKÂN VEŞEHİR İLE İLİŞKİSİ

Sinan AYDIN

6

DÜNYANIN HASBAHÇESİİSTANBUL

Reyhan ÇELİK

16

MEDENİYETİN ÖZÜ ŞEHİR

Yakup ÖKSÜZ

8

RABİA GÜLNUŞ EMETULLAH SULTAN

İshak ASLAN

23

KENTE DÂHİL OLMAK VEKENTLİLİK

Fatma Gizem ASİLTÜRK

24

ASKIDA MUHABBET

Erkan KAHRAMAN

15

PROF. DR. HÜSREV SUBAŞI İLE GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZEŞEHİR VE ESTETİK ÜZERİNE

İshak ASLAN, Selahatt in ÖZKÖK

28

TANPINAR’IN BEŞ ŞEHİR KİTABINDA ŞEHİR FENOMONOLOJİSİNEGİRİŞ DENEMESİ

İshak ASLAN

10

82

86

90

92

TİBET’TE YEDİ YIL

EZELDEN İKİ SEVGİLİ

DUYGULARIN GÖÇÜ ZORDUR

ÜSKÜDAR FAALİYET BÜLTENİ

Deniz SARIBUDAK

Tuğba TATLI CÖMERT

Uzman Psikolog Arzu Yıldırım

Rümeysa KARIŞMAZ

Page 5: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

ŞEHİR, PSİKOLOJİVE ÇOCUK

Çetin KILIÇ

34

ZORUNLU GÖÇ VE PSİKOLOJİK ETKİLERİ

Zekeriya ÇİÇEK

46

KARACAAHMET’İZİYARET

Mehmet Cemal ÖZTÜRK

38

OSMANLI DEVLETİNDE MAARİF VE SULTAN II. ABDÜLHAMİD HAN’IN ÜSKÜDAR’DA AÇTIĞI MEKTEPLER1(VEFATININ 101. YILI ANISINA)

Mehmet Cemâl ÖZTÜRK

48

KENTİN İNSANLARI

Sabr iye Sevi l YİĞİTER

41

TÜKENMİŞLİK SENDROMUVE EĞİTİME YANSIMALARI

Hatice Kübra AKYÜZ

52

MİMAR TURGUT CANSEVER

Karani BEDİR

42

Doç. Dr. Filiz Meşeci GIORGETTI

56

HAYDARPAŞA LİSESİ’NİN FİZİĞİ SEVDİREN EFSANE ÖĞRETMENİ: YAHYA KIZILSÜMER

Yazışma İletişim

Mimar Sinan Mah. Dr. Fahri Atabey Cd.No: 21

Üsküdar Hükümet Konağı B Blok Kat: 1-2

[email protected]

Yazarlar yazılarından sorumludurlar.

@UskudarMEM uskudarMEM

ÜÇ AYLIK EGİTİM ve KÜLTÜR DERGİSİ

Yıl: 5 Sayı: 16 / Mart 2019

İmtiyaz SahibiÜsküdar İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü Adına

Sinan Aydın

Genel Yayın Yönetmeni

İshak Aslan

Yazı İşleri Müdürü

Mine Kılıç

Yayın KuruluTayfur Kozan

Selahattin ÖzkökÖzgür Aras Tüfek

Mine KılıçReyhan Çelik

Sabahat Özgöl

Bülten

Rumeysa Karışmaz

TasarımGriton İletişim Grubu

www.griton.com.tr

Baskı

Hat Basım SanatlarıBasım Tarihi: Ocak 2019

Page 6: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ
Page 7: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ
Page 8: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

6

S i n a n AY D I N *

MEDENİYETİN MEKÂN VE ŞEHİR İLE İLİŞKİSİ

leri görünmez ama aktarılan hafızaları ile bizim varo-luşumuzun birer parçasıdırlar. Doğadan ve kadim kül-türümüzün köklerinden uzaklaştıkça mekân bilincimiz de zayıflar.

Mimari, mekânın ahlaki ve estetik tanzimidir. Mimar-lar sadece dış mekânı oluşturan eserleri değil, ruhumu-zu da şekillendirirler. Konut yapımının endüstriyel bir üretim alanına dönüştüğü bir çağda, ana eksenlerini ahenk, adalet ve doğallığın oluşturduğu bir mekân ah-lakını korumak da gittikçe güçleşiyor. Mekâna saygısı olmayanın komşuya da saygısı olmaz. Tüm mimarların, mamur mekânın doğal mekânla ve insanla ilişkisinin ahlaki zemini konusunda duyarlı ve eğitilmiş olması gerekir. İbn Haldun’un şehir ve medeniyet için kullan-dığı “umrân” kavramı işte aslında bu anlamda mekânın fiziki ve ruhi açıdan imarı ile ortaya çıkan medeniyet birikimini ifade eder. Dolayısı ile mekân bilinci olma-dan medeniyet (umrân) bilinci de gelişmez…

Bir şehri, şehir yapan ise oradaki kendine özgü yaşa-ma imkânları, renkleri, çeşitlilikleri, havası ve suyudur. Şehirler medeniyetlerin özüdür, özetidir. Herhangi bir yabancı şehre girdiğinizde, o şehir o ülkenin medeni-

Medeniyet; şehirleşmek, şehir hayatını seçmek ve şe-hirliliği benimsemek anlamında Arapça bir kelimedir. Medineli, “şehirli” olmak anlamına gelir. Göçebelikten kurtulup yerleşik hâle gelmek, sahradan çıkıp vaha’nın yeşilliğini tercih etmek demektir. Osmanlıcada ise Me-deniyet karşılığı “imrân, ümrân, îmar ve mamûr” keli-meleri kullanılmıştır. Medeniyet; bir dünya görüşünün ve bir inanışın ete kemiğe bürünerek zaman ve mekân boyutunda görünür ve yaşanır hâle gelmesidir. Kültür nazariye ise medeniyet onun tatbikatıdır.

İçinde yaşadığımız mekân ise bir doğal çevreden, bir de insan tarafından inşa edilen mamur alanlardan oluşur. Bizim doğal varoluş alanımız olan mekâna bak-tığımızda ana kavram haritası hikmet, nimet, emanet ve sorumluluk duygularını çağrıştırır. Bizim için doğal çevre anlamındaki mekân, tüketmek ve egemenliğimi-ze almak üzere içine doğduğumuz bir nesneler toplamı değildir. Aksine hikmetleri ve kendilerinde biriktirdik-

Bu şehr-i sitanbul ki bimisl ü behâdır

Bir sengine yek pâre acem mülkü fedadır

Nedim

Page 9: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 7

yeti, o yerleşim yerinin genel durumu, imkânları ve insanları hakkında size pek çok şeyi anlatır. Çünkü mil-letlerin dini, kültürü, gelişmişlik seviyesi, medeniyeti o şehirlerin dokusuna nakış gibi işlenir.

Şehir yaşamıyla medeniyet arasında yakın bir ilişki olduğu aşikârdır. Emin Işık Hocamız fakülte yıllarında zaman zaman “köyde doğmak bir şans, köylü kalmak-sa ahmaklıktır” derdi… Lewis Mumford ise “Kentlerin Kültürü” adlı çalışmasında, “Kent, bir topluluğun kül-türünün ve erkinin yoğunlaştığı yer, zamanın bir ürü-nü, birikimidir.” tespitini yapar.

Kur’an’da Mekke hakkında: “Bu emin şehre yemin ol-sun ki…” diye buyurulur. Bu ayet İslam dininin şehir anlayışını en güzel şekilde ortaya koymaktadır. İslam medeniyet ve şehirciliğinin en güzel örneklerini dün-yanın muhtelif yerlerinde tüm insanlara göstermiştir. Mekke, Medine, Kudüs gibi mukaddes şehirler yanın-da Erzurum, Kayseri, Konya, Bursa ve nihayet İstanbul gibi Anadolu şehirlerinde de bu medeniyet ve şehircili-ğin en güzel örneklerini görmek mümkündür. Buralar-da inşa edilen, camiler, medreseler, kervansaraylar ve evler estetik üslupları, özgün mimarileriyle hâlâ gözle-rimizi kamaştırmaktadır.

Hele İstanbul’un, fetihten sonra veçhesinin muazzam derecede değiştiğini görmek şehircilik ve medeniyet anlayışımızı anlamak bakımından son derece önemli-dir. Bir taraftan insanlığın ortaya koyduğu bir şahesere, Ayasofya’ya, sahip çıkıp onu yaşatmanın çareleri uy-gulanırken, öbür taraftan ona meydan okuyacak daha büyük şaheserler vücuda getirilmiştir. Süleymaniye ve Sultanahmet camileri bu meydan okumanın en açık tezahürleridir. İlber Ortaylı Hocanın ifadesiyle, fetihle birlikte ölmekte olan bir dünya başkenti ayağa kaldırıl-mış, oraya yeni bir ruh verilmiştir.

Ayrıca İstanbul’un fethi ile atalarımız kadime ek-lemlenen cedit bir şehir inşa etmiş oldular. Öyle ki bir efsane ile İstanbul’un kuruluşunu Hz. Süleyman’a bağlayarak hem kadimi gösterdiler, hem de şehri kendi anlam-değer dünyalarında cedit bir yere oturttular.

Osmanlıların, başta mimari olmak üzere en önemli

ilkelerinden biri süreklilik duyuşu ve algısıdır. Nitekim Yavuz Sultan Selim, Kahire’ye girdiğinde, “Dedem Hz. Yusuf ’un ülkesini yönetmeye geldim.” demiştir. Sürek-lilik geriye doğrudur, çünkü ancak kadim olan takad-düm eder ve ona da cedit denir.

Tam bu noktada, medeniyet anlayışımızın köklerini anlamak adına, günümüzün dünya çapında meşhur ta-rihçisi Yuval Noah Harari’nin “İstanbul’a bakınca bir tarihçi olarak neler geçiyor içinizden?” sorusuna ver-diği cevabı dikkatinize arz etmek isterim: “Tarihteki en önemli şehirlerden biri. Neredeyse iki bin yıldır ekono-mik, kültürel, dini ve politik bir merkez oldu. Şehrin en karakteristik özelliklerinden biri, dünyaya açık olması. Boğaz sayesinde hep ticarete, dolayısıyla da bir zen-ginliğe yön verdi. Her dinden, ırktan, etnik kökenden insana açıktı. Ortaçağ Avrupa’sında toleranstan eser yoktu. Önce Konstantinopolis, sonra da İstanbul bir hoşgörü cennetiydi. 1600’de Paris’te herkes Katolikti. Bir Protestan şehre girdiğinde onu öldürürlerdi. Lond-ra’da herkes Protestandı. Bir Katolik şehre girdiğinde onu öldürürlerdi. O yıllarda Avrupa’da Yahudiler sürü-lürdü. Kimse Müslümanları istemezdi. Oysa aynı dö-nemde İstanbul’da farklı mezheplerden Müslümanlar, Katolikler, Ermeniler, Ortodokslar, Rumlar, Bulgarlar yan yana mutlu mesut yaşarlardı.”

Yukarıda arz etmeğe çalıştığım anlam değer dün-yasına sahip Müslümanlar bir emanet olarak görür-ler, yeryüzünü. Şehirlerini kurarlarken bu inanca göre kurarlar/kurmalılar. Öncelikle Allah’ın tevdi ettiği bir emanet. Sonra bu doğal çevre ve inşa edilen mamur olan alan, ecdadın fethederek, kanıyla aldığı, emek ve-rip göz nuru döktüğü, gözü gibi koruduğu ve gelecek nesillere teslim etmek üzere bizlere emanet ettiği çok değerli bir mirastır. Bu mirasın anlamını ve kıymetini gelecek nesillere aktarmak da çok önemli bir görevdir.

KAYNAKÇA

Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek, İlber Ortaylı, Timaş Yayınları,

Duruş Gençlerle Yüz Yüze, Ahmet Davutoğlu, Küre Yayınları,

İhsan Fazlıoğlu, Sorunların Peşinden, Papersense Yayınları,

Medeniyet Dedikleri, İrfan Gündüz, Altınoluk Dergisi,

“Avrupa Birliği çökerse savaş Avrupa’ya geri gelebilir”, başlıklı Hürriyet Ga-zetesinde yayınlanan röportaj, (16.12.2018)

Page 10: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

Şehir; medeniyettir, kültürdür, şehir; hayat ve ruhun canlandığı kadim merkez.

Şehir; insanın yaşam alanı, sosyal bir varlık ola-rak kendi olabildiği, kendini bulabildiği, fıtratını somutça varlıklandırabildiği, anlamlandırabildiği hayatının merkezi…

İnsanın varlığını anlamlandıracak olan yegâne unsurlardan birisi, diğer insanlarla birlikte yaşa-ması, hem hal olması, ortak bir zaman ve mekân içinde yaşamını sürdürmesidir. İnsan; hem mane-vi anlamda hem de maddi anlamda temel ihtiyaç-larını ancak başka insanlarla birlikte yaşayarak karşılayabilir. İhtiyaçların karşılanması yanında insanın hem duygusal hem de fiziken tek başına anlamlı bir hayat sürmesi mümkün değildir.

Şehir, insanların birlikte yaşamak için oluştur-dukları yaşam alanı olmakla birlikte, hayatın an-lamlı ve güzel sürmesi için de bir huzur, güven ve yurttur insana…

Şehir, insanı adeta kuşatır, kendisinden bir par-ça haline getirir. Tabi ki aynı şehir, kuşattığı insa-nın birikimidir, kültürüdür, inancıdır. Şehri insan-lar inşa eder, şehirler de insanları…

Şehir; İnsana ailesine, dostlarına, aynı kültüre, aynı millete, aynı değerlere ait olmayı sağlayan bir araç.

Şehir insana hem faniliğin hem de baki olanın, bekanın en somut anlatıcısı, öğreticisi.

8

Ya k u p Ö K S Ü Z *

MEDENİYETİN ÖZÜ ŞEHİR

Page 11: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

Şehir; insanıyla, yaşam alanlarıyla, mabetleriyle mi-marisiyle doğasıyla estetiğiyle her daim canlı ve sürekli yenilenerek yaşamaya devam eder.

Şehirlerin de ayrı isimleri olduğu gibi ayrı birer kim-liği, ayrı karakteri, ayrı özellikleri ve güzellikleri var-dır. Şehirlere anlam katan o şehri inşa eden ve yaşatan insanların hayat anlayışları, inanç ve değerleri, yaşam üslupları, sanat ve estetik biçimleridir.

Şehir; üzerinde insanların yaşamaya başladığı gün-den itibaren bir mirastır, bir emanettir, her yaşayan o mirası yaşadığı zamanın rengini katarak bir sonraki nesle ulaştırır. Üzerinde büyük medeniyetlerin, millet-lerin, devletlerin yaşadığı kadim şehirler vardır, adeta canlı müzelerdir. Kâinatın ve bildiğimiz bilmediğimiz her şeyin yaratıcısı olan Rabbimiz, bizlere gezip ibret almamızı emreder. İnsanların Hz. Adem’den itibaren oluşturdukları şehirleri, eserleri görmemize ve bunlar-dan kendimize derler çıkarmamızı buyurur.

Şehir bu anlamda bir tarihtir, bir eğitim öğretim mer-kezidir her bir insana. Her medeniyetin, her milletin kendine özgü şehirleri vardır, gelecek nesillere ve in-sanlığa mirası olan.

Bizler üzerinde yaşadığımız şehrin farkında olmalı, tarihini, geçmişini, üzerinde yaşamış insanları, kültür-leri, medeniyetleri tanıyarak ibret almalı ve bize mi-ras olarak bırakılan şehirleri koruyup güzelleştirerek gelecek nesillere taşımalıyız. Dünyanın en güzel şehri İstanbul’da yaşamanın ayrıcalığını farkındalığa dönüş-türerek anlamlandırmalı ve doya doya yaşamalıyız bu özel şehri.

İstanbul; üzerinde birçok farklı inancın, medeniyetin, kültürün, milletin yaşadığı her birinden özellikler ve güzellikler biriktirerek yaşayan eşsiz ve abide bir şehir. Camileri, kiliseleri, havraları, medreseleri, hamamları, çeşmeleri, sebilleri, mezarlıkları, koruları, yalıları, sa-rayları ile dünyanın adeta bir minyatürü, özeti. Allah’ın lütfu doğal güzellikleriyle birlikte İstanbul bir şaheser, canlı bir tablo…

Şehrimizin güzelliklerini, tarihini, maddi manevi bü-tün birikimlerini hakkıyla keşfedip yaşamak dileğiyle...

* Üsküdar Belediyesi Gençlik ve Spor Hizmetleri Müdürü

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 9

Page 12: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

İ s h a k A S L A N *

Beş Şehir kitabı, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın en önem-li eserlerinden biridir. Tanpınar, eserin önsözünde bu çalışmaya götüren saik ile ilgili olarak şunu söyler; ‘ha-yatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyak.’ Paradoksal bir durum esasında. Lakin zıtların uyumu sayesinde tablo anlamlı bir harmoniye dönüşür. Bu harmoniyi oluşturan asal unsur ise ‘sevgidir’. Sevgi çerçevesinde var olan şehir-ler onun için hayatının tesadüfleridir. Çünkü Tanpınar, karşılaştığı, tesadüf ettiği şehrin katmanlarını açtığın-da, içinde saklı en saf insanı ve deruni kültürü görür. Bu fenomenolojik incelemede; geride duran mazi ve gelecekte bizi bekleyen ati ile ilgili derin insicamı gö-ren Tanpınar, yaşadığımız an ile bir hesaplaşma içine girer.

İşte bu hesaplaşma geçmiş ile gelecek arasında şeh-rin içinden geçtiği zamanların da diyalektiğini oluştu-rur. Bu diyalektik; ‘neredeydik, neyiz, nereye gidiyo-ruz?’ suallerine indirgenecek kadar basit temellere dayanmıyor. Esasında, basit bir tarihsel arka planın vuzuhundan ziyade, yürüdüğü yolda, metafizik ge-rilim sonucunda, derin kültürün müşahhas halleri ile karşılaşması neticesinde duyduğu üzüntüdür. Selçuklu eserlerini dolaşırken, Süleymaniye’nin kubbesi altın-dan küçüldüğünü hissederken, Bursa manzaralarında yalnızlığını avuturken, divanlarımızı dolduran kervan seslerine karışmış su seslerinin gurbetini, Itri’nin Dede Efendi’nin musikisini dinlerken, gelen üzüntü halleri esasında Tanpınar’ı hesaplaşmaya götürür. Bu hesap-laşmayı geçmiş ve gelecek muvazenesinde yaptığı te-

10

TANPINAR’IN BEŞ ŞEHİR KİTABINDA ŞEHİR FENOMONOLOJİSİNE GİRİŞ DENEMESİ

Page 13: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

zekkür, tefekkür ile harmanlayıp nihayetinde arzu ettiği saf şehri okuyucuya sunar.

Şehir Oluşumunun Önsözü: İklim

İklim birey üzerinde olduğu kadar, bireyin toplum-sallaşmasının düzenli sağlayıcısı olan kentlerin şekil-lenmesinde en önemli faktörlerinden biridir. Bilindiği gibi, yeryüzünde nüfusun dağılışı büyük ölçüde iklimin kontrolü altındadır. Nüfusun yatay dağılışı incelendi-ğinde, nüfusun yoğun olduğu ülkelerin, iklimin ılıman olduğu Orta Kuşak ’ta toplandığı görülür. Buna karşın sıcak ve kurak çöller ile kutuplarda nüfus yok denecek kadar azdır.

Tanpınar, Beş Şehir Kitabında Erzurum ile ilgili bah-sinde iklim hususuna yoğun değinilerde bulunuyor. Er-zurum, iklimin bir yapı ustası gibi hamurunda yoğur-duğu, şekillendirdiği ve sonra karşısına geçip seyrettiği kenttir. Dört mevsim, burada iliklerine kadar hakkıyla yaşanır. Bununla beraber iklim, saat gibi, klimatolojik saat gibi düzenli çalışır. ‘Mevsimler kendilerine has teşri-

fatla gelirdi. Çünkü her şey evvelden tanzim edilmişti. Bina-

enaleyh hepsinin habercileri ve solakları vardı. Çocuklar yaz

geldiğini çadırcı ustasının eve uğradığı zaman öğrenirlermiş.

O zaman bahçeye çadırlar yığılır, ihtiyar, yatkın elli ustalar

Boğaz’a, Ilıca’ya, açık havaya, eğlenceye kavuşacaklarını

anlayacaklarını anlayıp sevinen küçüklerin çığlıkları arasın-

da onları tamir eder, söküklerini diker, yırtık yerlerini değiş-

tirirler… Kışın geldiğini kürkçü müjdelermiş. Palandöken

kaşlarını çatmadan önce, Erzurum’dan gelen siyah üzümün

renginden, yaylanın üstünden cenuba doğru akan kuş sürü-

lerinden vaktin yaklaştığını anlayan tecrübeliler, kürkçüyü

çağırırlarmış.’ Yine bahar sonunda, çadırcılar, yaylaya çıkılacağını, yani yazın yaklaştığının habercileri olurlar. İklim, ebemkuşağı gibi Erzurum’u o kadar sarmalamış-tır ki her Erzurumlu bu bakımdan ‘biraz nüktedan, biraz

hicivcidir.’

Şehir Oluşumunun Esas Unsuru, İnsan

Tasavvufta insan, küçük bir âlem, âlem ise büyük bir insan. Aynı zamanda âlemin varlık sebebi insan-dır. Âdem, eşyanın adını öğrenirken tek tek şeylerden

tümele doğru anlam haritalarını öğrenmişti. Bireyden topluluğa, haneden şehre toplumsal yapı, insan ile vü-cuda gelmiştir. Şehir, bu bakımdan insan suretinden yapılmıştır. Tanpınar Konya’yı anlatırken insan tipo-lojisi üzerinde yola çıkar; O’na göre şehir kıskanç bir varlıktır. Sağlam ruhlu, kendi başına yaşamaktan hoş-lanan, dışarıdan gösterişsiz, içten zengin Orta Anadolu insanına benzer. Onu yakalayabilmek kolay değil, bu-nun için saat ve mevsimlerine karışmanız gerekir. Bir defa şehir size alıştı mı kitabın sahifeleri gibi kendini açar. ‘Tıpkı’ der, Tanpınar, ‘bugün için verebileceği her şeyi

verdikten sonra, sizden uzakta geçmiş çocukluğunu ve genç-

liğini de hediye etmek isteyen, kesik başıboş hatırlamalarla

onları anlatan, güzel ve sevmesini bilen bir kadın gibi mazisini

açar’. Bu mazide, her bir taşa işlenmiş, muzafferiyeti, mağlubiyeti, sevinci ve trajediyi görür. Erzurum Çif-te Minareli medrese, Ankara Hacı Bayram Veli, Konya Selçuk işlemeleri, Bursa Ulu cami, İstan-bul Sur içi ve Üsküdar, insan serencamının tüm veçhelerinin hülasasıdır esasında. Bu sebeple in-san, sevincini ve trajedisini taşa işleyip ölümsüzleşerek varlığını gelecek nesillere açar.

Mükemmel bir varlık olan insan, içsel olarak gerçek-leştirdiği yolculuğun nihayetinde, vücut kentinin bütün organizmaları arasındaki mükemmel eşgüdüm ve har-moniyi görüp deneyimleyerek elde ettiği bilgiyi, dışsal

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 11

Page 14: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

olarak yaşadığı şehre uygulamaya çalışır. Bu sayede hizmet, en ücra organlara kadar kılcallar aracılığıyla devridaimle ulaştırılmaya çalıştırılır. Hakikat şu ki doğadan ve insan vücudundan ilhamla ortaya konulan her eser, insanidir, ekolojiktir ve israf-tan azade geri dönüşlüdür.

Kent mi? Şehir mi?

Şehir ile kent kavramları arasında farklılıklar, değişen sosyal hayatın kaotik değişmeleri sürecinde tartışılan iki kavram. Şehrin medeni hayatı temsil etmesi, öte yandan kentin ise kaos üreten bir yapı olarak görülme-si kent-şehir ayırımını ortaya çıkarır. Esasen problem, şehirden kente taşınma ile ortaya çıktığı kent sosyolo-jisi bağlamında görülür. Şehir, kadim olanı ifade eder-ken, kent çağdaş olanı temsil eder. Aslında birbirleriy-le, içi içe geçmiş, farklılıkları nüans olan iki kavram. TDK şehri tanımlarken; ‘nüfusunun çoğu ticaret, sana-yi, hizmet veya yönetimle ilgili işlerle uğraşan, genel-likle tarımsal etkinliklerin olmadığı yerleşim alanı’ ola-rak kent ile eş anlamlı olarak kullanır. Şehir, etimolojik olarak, Arapçada; şahr, şar vilayet, memleket anlamın-dadır. Kent ise Farsça bir kavram olup yine şehir ile eş değer bir tanıma sahiptir. Nitekim Hacı Bayram-ı Veli bir Nutk-ı Şerif şiirinde ‘şar’ kavramını şehir anlamında kullanır:

Çalabım bir şâr yaratmış iki cihân âresinde

Bakıcak dîdâr görünür ol şârın kenâresinde

Nâgehân ol şâra vardım ol şârı yapılır gördüm

Ben dahî bile yapıldım taş ü toprak âresinde

Beşir Ayvazoğlu’na göre, şehri Türkçeden kovmak için kent kavramı getirilmiştir. İster kent deyin ister şe-hir. Bu sosyolojik yapı insanoğlunun yapay mekânıdır. Bu mekân; bakılan, seyredilen, okunan, sevilen, hayran olunan rahatsız eden ya da insanı sıkan bir yapıdır. Do-ğaldan uzak, yapay, estetik hassasiyetlerden uzak, her tür ulustan gelen insanlarla heterojen bir yapının oluş-turulduğu, ulaşım ve iletişimin tüm veçheleriyle zaman geçtikçe zorlaştığı kaotik, kalabalık ve birey ıssızlığının yoğun yaşandığı yerlerdir.

Bir Medeniyet Tasavvuru Olarak Şehir

Saadettin Ökten, şehri tanımlarken; insanın bida-yetten (başlangıçtan) bugüne kadar ortaya koyduğu en karmaşık, en üst düzeydeki organizasyonudur, der. İnsanı hayvandan ayıran temel özelliklerin başında organizasyon yeteneği ile inşa edebilmesidir. Bu inşa sürecini medeniyet tasavvuru ile gerçekleştirir. Mede-niyet tasavvuru, Ökten’in ifadesiyle; kendi değerler sis-temine göre bir davranış biçimleri kompozisyonu öne-ren, bu biçemlere dayalı eylem yapmalarını sağlayan, eylemin gerçekleşip gerçekleşmediğine dayalı ahlaki ve hukuki statüleri ortaya koyan bir kavramdır. Ta-savvurda esas unsurlar; düşünce, eylem ve hu-kuk birlikteliğinin sağlanmasıdır. Bir medeniyet tasavvuru üzerine inşa edilen şehirler, insan ve doğa diyalektiğine dayalı olarak olduğunda ka-dim ve değerlidir.

Şehirler ya medeniyeti kurar ya da medeniyet tara-fından kurulur. Ahmet Davutoğlu, şehirleri medeni-yet ile ilişkisine göre sınıflandırırken; medeniyetle-rin kuruculuğu ile inşa edilen şehirleri: Bağdat,

12

Page 15: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

ve kasırların taştan yapılması, dayanıklılık ve estetik bakımdan daha güzel görünmesi sebebiyle evlerin de taş gibi sağlam unsurlar ile yapılması, O’na göre hem ekonomiklik hem de hayatiyet bakımından elzemdi. Bu sayede kadim kültürümüzden beslenerek kurulacak evler, gelecek nesiller için miras olarak daha kalıcı ola-caktı.

Yangın konusu açılmışken Tanpınar, evvelinde İs-tanbul’da sık aralıklarla trajediye dönüşen yangınların Tanzimat’tan sonra bir zevke dönüştüğünü anlatır. Bu yangınlar, keyfi uygulamalardan dolayı da çıkabileceği gibi;

Eyledim icad bin yangın bir ateşparedenVe yahutKarşımda yangın olsa ısıtsam vücudumu

dercesine, tulumbacıların keyfi uygulamalarıyla key-fi geç söndürülmesi veya hükümete kızarak asker ta-rafından Neronvari çıkarılan yangıların İstanbul şehri başta olmak üzere ahşapla inşa edilen Anadolu şehri-nin makûs talihlerindedir.

Şehir Kültürünün Tüttürüldüğü Edebiyat Mahfi-li; Kahveler

Şehri anlamlı kılan, sosyal, siyasal ve edebiyat çevre-lerinin oluşumuna katkı sağlayan güzide mekânlardan biri de kahvelerdir. Tanpınar, havuzlu, fıskiyeli, pey-keli duvarlarına kehribar ağızlı çubuklar dizilmiş eski Türk kahvesi, diye iç geçirerek o dönem kahvelerinin tasvirini yapar. Ancak; ‘Tanzimat’tan sonra insanla be-

Kurtuba, İsfahan, Delhi, Paris, Pekin, Londra, Berlin, Amsterdam, Moskova, St. Petersburg; medeniyete ku-rucu özellikte olan şehirleri: Pataliputra, Atina, Roma ve Medine; medeniyetlerin oluşumuyla aktarılan/taşınan şehirleri: İskenderiye, Konya, Bursa ve Sa-raybosna olarak sınıflandırır. Ancak esas olan, mede-niyet tasavvuru ile inşa edilen şehirlerdir. İnsan-tabiat merkezli bir anlayışla inşa sürecinden geçtiği için an-lamlıdır. Ancak başka kültürlerin yıkıcı unsurlarına ma-ruz kalan şehirler, kurucu unsurları olan anlam-değer kürelerini zamanla kaybederler.

Yıkıntılar ve Yangınlar İçinde Estetik Düşü

Tanpınar’ın yaşadığı dönem, şehirlerin bu yıkıcı et-kilere maruz kaldığı zamana denk düşmektedir. Yahya Kemal’in ‘Bozgunda Fetih Düşü’nde umuda ve muştu-ya doğru insanı, anlam haritalarına doğru yönlendirir-ken Tanpınar da savaşın yıkıntıları içinde Erzurum’un caddelerinde, medeniyetin kurduğu Erzurum’a gider, elinde bir yığın düş ile sokaklarını gezer. Toparlama sürecinde olan Erzurum’a son gelişinde kadim şehrin dokularına uyuşmayan bir şekilde kentin betonlar ile kurulduğunu görür. Bu durumla aynı şekilde Ankara’da da karşılaştığında, bu şehirlerin tabii unsurlarından olan taşlar ile inşa edilmemesindeki, kendi tabiri ile, nedeniyetleri sorgular. Aynı şekilde İstanbul’un ah-şap binalar ile birbirine bitişik tarzda ve daracık so-kaklar ile birbirinden ayrılarak inşa edilmesini yadırgar. Yirmi yılda bir yangınla yok olan şehir, büyük maddi imkânlarla tekrar aynı tarzda kurulmasındaki sebepleri sorgular. Selâtin camileri başta olmak üzere, saraylar

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 13

Page 16: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

raber kahve zevki de değişti’ der. Ancak bu değişim kıraathanelere doğru bir değişimdir. Bir edebiyat mah-fili olan bu mekânlardan, Naşit, Sultanahmet, Küllük, Yıldız, Yeni Şark, Şehzadebaşı, Marmara Kahvelerinin müdavimlerinden, Yahya Kemal, Rıza Tevfik, Hasan Ali Yücel, Nurullah Ataç gibi edebiyatımızın söz ustaları-nı, zevkli ve lirik örneklerle yad eder. Şimdi bu munis mahfillerden hiç birisi maalesef kalmadı. Tanpınar’ın deyişiyle, mahalle kalmadığı gibi mahallenin en önemli unsurlarından biri olan kahve de kalmadı. Diğer bir un-sur olan cami ise ıssız ve loş olarak sadece o pitoresk içinde uzletinde bekliyor.

“Şehrin İnsanı Şehrin”

Apartman kültürü, medeniyet tasavvurunun tahrip-kâr unsurlarından biridir. Estetik anlam taşımayan, gelişigüzel yapılmış, toplum değerlerinden apart bina-lardır. Bu mekanlardaki insanlar, kapitalizmin çarkın-da koşturan, deyim yerindeyse kendisiyle dahi karşı-laşmayan, izole edilmiş, selamlaşmayan, musafaha ve musahabe(sohbet) edilmeyen, öldüğünde günler son-rasında ceset kokusundan anlaşılan, herkesin burnunu tutarak kaçıştığı kişilerdir. Ayrıca apartman kültürüne destekleyici olarak türeyen AVM’ler ve servet gösterisi olarak şehrin bağrında fışkıran iğreti yapılar olan gök-delenleri Tanpınar görse ne derdi acaba?

Şehir Geçmişiyle Yaşanır

Tanpınar, yukarıda bahsi geçtiği gibi Tanzimat son-rasında başlayan şehir bozulması sürecini yaşamasına rağmen, şehirleri geçmişi ile yaşayan kişidir. Ankara ka-lesine, akşam çıkarak yeni kurulan şehrin tarihini, Hacı Bayram-ı Veli’nin rahle-i tedrisinde takrir yaparken,

Evliya Çelebi ile seyahate çıkarak İnönü Muharebesini yaşar. Erzurum’u Lala Paşa Camisinde, Çifte Minarede estetiği işlerken aynı zamanda kente özgü hicvi, türkü-leri ve zamanı hususiyle bağrında taşıyan yaylalara gö-türüp, bu yiğit Anadolu şehrini keçeciler ile birlikte do-kur. Konya Tanpınar için Selçuklu tarihinin hülasasıdır. Mevlâna olup bütün Orta Asya’yı ulemasıyla, Moğol istilasıyla, beylikler arasındaki mücadelesiyle Divanı Kebir’de sayfa sayfa dokur. Bursa’yı, Osmanlı tarihinin dibacesi olarak görür. Bursa’da yaşadığı zamanın için-de ikinci bir zamanı daha yaşar; bu zaman, muayyen olan zamandan ayrı, sanatın, ihtirasla, imanla yaşan-mış hayatın, tarihin şehirde ebedi bir mevsim olarak ayarlandığı velut ve yekpare bir zamandır. Tanpınar, bu zamanın izleğinde Orhan devrinden başlayarak Emir Sultan, Kul Hasan, Vanî Efendi, Eşrefoğlu ile Muradiye mezarlığında iç geçirerek tarihin derununda seyahate devam eder. İstanbul ise hasta olan kadının şehrin su-larının isimlerini sayarak şifa bulması gibi Tanpınar için sağaltıcıdır. Yahya Kemal’in ‘Sade bir semtini sevmek bile bir ömre bedel’ dediği mahalleler, tepeler, deniz, çeşmeler, camiler… hülasa tüm veçheler derin anlama dönüşerek onda şiire ve nesre dökülür. İstanbul, ön-cesinde bahsettiği dört şehrin toplamından büyüktür. Ama Üsküdar İstanbul içinde ama İstanbul’dan ayrı bambaşka bir şehir olarak önemli bir mevkide durur. Ona ayrı aşk ve muhabbet besler.

Nihayetinde şehir, Tanpınar’da ontolojik bir varlık-tır; yaşayan, sevinen, üzülen, sevap ve günah işleyen. Ahmet Davudoğlu’nun deyişiyle, şehir bir hocadır. Bir insan olan şehrin, kendine özge aksiyolojisi(değer), epistemolojisi(bilgi) ve etiği(ahlakı) vardır. Doğurgan bir ana gibi medeniyeti doğurur, büyütür, anlamlandı-rır. Kendi varoluşunu, biçimini ve üslubunu kaybettiği anda şehir gibi insan da medeniyet de yıkılır, tarumar olur.

* Üsküdar İlçe Milli Eğitim Şube Müdürü

KAYNAKÇA

Tanpınar, A.H, Beş Şehir, Dergâh Yay.

Ökten, S. İçimdeki AVM’ler, Tuti Yay.

Davutoğlu, A. Duruş, Küre Yay.

http://www.birdunyabilgi.org/

ttps://defter-i-ussak.blogspot.com

14

Page 17: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

ASKIDA MUHABBET

Mana zora girdi, mefhum dara düştüÖlen gitti hatır, hatıralarda artık.Yekvücut olan sevda, râm oldu ayrılığaGayrilik baş tacı bu asırda.Askıda para...Şehrin meydanı yalnızlığın bam teliKalabalık içinde ıstırap en müstesnaÇok insan az tebessüm Zira vurgun hicran üzreBeni alan, beni bende eden ümit yok bu asırdaAskıda riyaNimet artık ağızda değil aslanı yedi fitneKarıştı şark, emek ziyan şimdiFark eden yok fark edilesi paylaşmayıPay edilen zulüm, inat ve bir avuç gözyaşıAç kaldı insan, insan insanı yediLakin bana kalırsa ki bu da doğruysaAskıda ekmekSeni anlattım aşk diye gurbet diyaraSes geldi ayrılıktan, girdap ummandaPeyda oldu ölüm mevt üzre mevtMevta topraktaYine de sen kalırsın adın kalır, mısrada saklıMatemin hicrandır, hayatın gayyaHüzün sensiz olmaz düşün sevdayıAskıda muhabbet

Erkan KAHRAMAN*

* Hakkı Demir İHL Türk Dili Edebiyatı Öğretmeni

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 15

Page 18: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

Matrakçı Nasuh ,İstanbul TasviriBeyan-ı Menazil-i Sefer-i IrakeynNurhan Atasoy, Hasbahçe

Nice revnaklı şehirler görünür dünyada Lâkin efsunlu güzellikleri sensin yaratan Yaşamıştır derim en hoş ve uzun rüyada Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan

Yahya Kemal Beyatlı, Bir Başka Tepeden

16

R e y h a n Ç E L İ K *

DÜNYANIN HASBAHÇESİİSTANBUL

Page 19: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 17

Page 20: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

Dünyanın hasbahçesi İstanbul, her mevsimde ayrı bir güzelliğe bürünse de “efsunlu güzellikleri yaratan hoş

ve uzun rüya” alemini bahar mevsiminde yaşar. Zama-na yayılan İstanbul kasidesinin bahariyyesinde şairler, iklimi, ağaçları, rüzgarları ile tabii bir hasbahçe olan İstanbul’un bahar coşkusunu anlatır. İslâm inancında, yemyeşil ağaçlarla, çiçeklerle bezenmiş, altından ır-maklar akan cennet bahçeleri misali hasbahçelerin ol-mazsa olmazı suyun kalbinden aktığı yegâne şehirdir İstanbul… Saraya mahsus hasbahçeler gibi, İstanbul da ancak aşina ruhların girebildiği görünmez surlar-la ve sularla kuşatılmıştır. Tarihteki yolculuğumuzda, Topkapı Sarayı’ndan Boğaziçi’ne uzanan hasbahçeler-de gezinecek; çiçeklerle söyleşecek, nihayetinde “hoş

ve uzun rüyanın” zamane elinde hüsrana dönmesine ta-nıklık edeceğiz.

İslâm medeniyetinde, “Şehre, toprağa, dünyaya Allah’ın

azametinin ve Cemâl sıfatının tecelli ettiği yerler ve insanların

idrak edeceği alanlar olarak bakmak”(1) anlayışı, asırlar boyunca hakim olmuş ve bu anlayış hayatın her ala-nında tezahür etmiştir. Turgut Cansever, “İslâm’da Şehir

ve Mimari” adlı kitabında bu anlayışın insana yüklediği

sorumluluğu şöyle ifade eder: “Allah’ın yarattığı dünya-

yı hüsn ü muhafaza etmek ve dünyayı güzelleştirmek insanın

birbirinden ayrılmaz iki görevidir.” (2) Müslümanlar, hayat-larını, şehirleri, evleri bu ulvî görevleri yerine getirmek gayesiyle kurmuşlardır. Osmanlı devrinde, doğal güzel-likleri, suları, ayazmaları muhafaza edilen şehirler, bah-çelerle, hasbahçelerle kuşatılarak güzelleştirilmiştir.

Osmanlı kültürü ve sanatına hayatını adayan Hoca-mız Prof. Nurhan Atasoy, “Hasbahçe- Osmanlı Kültüründe

Bahçe ve Çiçek” adlı muazzam emeğin ve sevginin ürünü olan eserinde, İslâmî bahçe geleneğini, Osmanlı dev-rinde Bursa, Edirne ve İstanbul saraylarının hasbahçe-lerini ve çiçek kültürünü her yönüyle tanıtır. Topkapı Sarayı Müzesi koleksiyonunda ve önemli kütüphane-lerde bulunan yazmalardaki minyatürler eşliğinde biz-leri İstanbul’un hasbahçelerinde gezdirir. Tabiatın ha-yal perdesindeki aksi olan bu minyatürlerde, Fatih’in kokladığı gülle Hz.Peygamber sevgisine, Kanunî’nin av merakına, servilerin, çiçek açmış meyve ağaçlarının gölgesinde padişahların meclislerine, avlarına, saray şenliklerinde esnaf alaylarının geçişlerine şahit oluruz.

Eski Saray’ı Ziyaret, Surname-i Vehbi

18

Page 21: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

İslâmî geleneği yansıtan Selçuklu bahçelerinin deva-mı olan Osmanlı bahçeleri, geleneksel bahçelerle ortak özellikler yanında farklılıklar da taşımaktadır. “Osmanlı

bahçeleri, diğer İslâm ülkelerindeki bahçelerle aynı amaca;

Kur’an’da anlatılan akarsuların çiçek açmış ağaçlarla dolu

cennet imgesine benzetme amacına yönelik ise de Osmanlılar

bahçelerini ne Isfahan’a benzer, ne de Agra’ daki gibi geniş

alanlar kaplayacak şekilde planlamışlardır. Osmanlılar ke-

sintisiz olarak yaşattıkları göçebe çadır kültürünü, nasıl yeni

tip çadırlarla imparatorluk düzeyine çıkarmışlarsa, bahçeler

oluştururken de göçebeliğin koşullara uyum sağlamadaki

ustalığını göstermişlerdir. İran bahçelerine, cennette olduğu-

na inanılan dört nehir fikrinden yola çıkarak, bahçe alanını

dört ana bölüme, birbirini kesen dört su kanalıyla ayıran ve

havuzlarla, çiçek tarhlarıyla zenginleştirilen formel bir dü-

zen egemendir. Kaçınılmaz bir kültür ilişkisi içinde bulunulan

İran’ın birbirini kesen su kanalları ile belli bir düzen göste-

ren, çahar-bağ, yani dört bahçe şeması ve kültürünün etkisi

Anadolu’ya gelip yerleşen ve çeşitli devletler kuran Türklerin

yarattıkları bahçelerde kendini gösterir. Osmanlılarda ise bu

etkileşim, birkaç bahçeyle sınırlı kalmış görünmektedir. Diğer

yandan Roma bahçe kültürü ile gelişmiş, formel olmayan,

havuzlu, fıskıyeli Bizans bahçe kültürü, Osmanlı bahçeleri

üzerinde doğrudan etkili olmuştur. Osmanlılar tanıştıkları

kültürleri kendi geleneklerine uygun olarak yeni baştan yoğur-

muşlar ve yepyeni bir birleşim ortaya koymuşlar; bahçelerini

doğanın bir parçası olarak ele almışlar; ağaçlar, çiçekler dike-

rek bunları yalnızca zenginleştirmişler, güzelleştirmişlerdir. Su

kanalları yapmak yerine, bahçelerini akarsuların bulunduğu

yerlerde yapmış, birçok ağaç dikerek bahçeleri geliştirmiş, çi-

çekleri için tarhlar düzenlemişler, ama bunları katı bir düzen

içine sokmadan yaptıkları ekler ve müdahalelerle doğal ola-

rak gelişmiş görüntüsü verecek şekilde bırakmışlardır. Güzel-

likleri genellikle “irem bağı” gibi diye tasvir edilen Osmanlı

hasbahçelerinin, yani padişaha ait olan bahçelerin başında

sarayların bahçeleri gelir. (3)

Osmanlı hasbahçe geleneği ilk başkent olan Bursa ve Edirne Sarayı bahçeleri ile başlamıştır. Saray bahçele-rinin bir kısmı hasbahçe olarak setler halinde meyve, sebze ve çiçek bahçesi olarak düzenlenmiştir. Vahdet timsali sayılarak çok değer verilen selvi ağaçları, en gü-zel manzaralı yerde yapılan etrafı açık bahçe köşkleri ve fıskıyeli havuzlar hasbahçelerin en önemli unsurları

olmuştur. Hasbahçelerde, selvi ağacının yanında çınar, dişbudak, ıhlamur, meşe, defne, erguvan ve ahlat ağacı fidanları dikilmiştir. “Fatih Sultan Mehmed, ilk kez çadırıy-

la konaklayıp, savaş gazilerine ganimet dağıttığı arazide bir

bahçe yapılmasını buyurmuş ve buraya on iki bin selvi ağacını

“satranç nakşı” düzeninde diktirmiştir. Fatih’in buraya ken-

di elleriyle de yedi selvi, hocası Akşemseddin’in de bir selvi

dikmesi anlamlıdır.” (4) Fatih Sultan Mehmed tarafından imar edilen ve içinde Tersane Kasrı yaptırılan bu bahçe daha sonra Tersane Bahçesi olarak adlandırılmıştır.

İstanbul’un fethinden sonra inşa edilen ilk saray olan Beyazıt’taki Eski Saray, Topkapı Sarayı, Üsküdar Sa-rayı (Kavak Sarayı), Beşiktaş Sarayı, Çırağan Sarayı, Baltalimanı Sarayı bahçeleri başlıca saray hasbahçe-leridir. İstanbul’da bulunan diğer hasbahçeler kitapta şöyle sıralanır: Florya Bahçesi, Langa Bahçesi, Kara-bali Bahçesi; günümüzde Fındıklı Kabataş’ta olduğu tahmin edilmektedir. Haliç’te Kağıthane’ye yakın Süt-lüce Kasabası’ndaki Karaağaç Bahçesi, Aynalıkavak Bahçesi; Boğaziçi’nin en güzel bahçelerinden biri olan Bebek Bahçesi, Emirgan Bahçesi, Kalender Bahçesi, Büyükdere Bahçesi, Fener Bahçesi, Beylerbeyi (İstav-roz Bahçesi), Kuleli Bahçesi ve Kandil Bahçesi. Evliya Çelebi, İstanbul’da kırk adet hasbahçe olduğundan ve bu bahçelerin yaşatılmasını sağlayan bostancılardan bahseder.

“İstanbul’daki bahçeler, yalnızca saray bahçeleri ve padi-

şahların yaptırdıkları hasbahçelerle sınırlı değildi. İstanbul’un

her semtinde, doğanın tüm güzelliğini sunduğu, havası, suyu

ve manzarası güzel, genellikle bir dere kıyısında olan, çimen-

lerle kaplı, ağaçlarla gölgelenen çayırlar; dinlenme ve eğlen-

me yerleri olan mesireler halkın sosyal yaşamında önemli bir

yer tutardı.(5) Lâle Devri’nde İstanbul’un zevk ve sefa yaşamıyla anılan Kağıthane Sadabad Mesiresi, mehtap sefalarının yapıldığı Göksu ve Küçüksu Mesireleri, Be-şiktaş’taki Ihlamur Mesiresi, Çubuklu Bahçesi, Tokad Bahçesi, Sultaniye Bahçesi hem sarayın hem de halkın yaşamında önemli yeri olan mesire alanlarıydı.

İstanbul’un çevresindeki araziler de tüm Osmanlı şe-hirlerinde olduğu gibi halkın çeşitli ihtiyaçları için kul-lanılmıştır. “Şehirlerin çevresinde, şehrin beslenmesini sağla-

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 19

Page 22: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

yan kıymetli tarım alanları, bostanlar, bağlar, zengin meralar

ve hayvancılık alanları, okmeydanı ve bayram yerleri, pek çok

defa şehre özellik katan, şehrin çeşitli bölümlerin birbirinden

ayıran dere boyları ve mesire yerleri Osmanlı şehirlerinin ay-

rılmaz parçalarını oluşturur. Şehirde ve çevresinde tabiatın

korunması ve geliştirilmesi için Osmanlıların sarf ettiği gayret

ve gösterdiği itinayı anlamak için İstanbul Okmeydanı’nda

veya Boğaziçi, Kağıthane gibi mesire yerlerinde çeşitli otların

bir araya getirildiği çayırların korunmasından sorumlu “çayır

bekçileri”nin, toprak erozyonunu önlemek için funda dikmek

ve yetiştirmekle sorumlu “fundacı takımları”nın Cumhuriyet’e

kadar varlığını sürdürdüğünü hatırlamak yeterli olacaktır.”

(6)

Hasbahçelerin ve mesirelerin dışında halk da evle-rini, mahalleleri, tüm İstanbul’u meyve ağaçlarıyla, çiçeklerle adeta süslemiştir. İstanbul’da her kesimden halkın evi, ister büyük konaklar, isterse mütevazı evler olsun mutlaka bahçeliydi. Tabiatla iç içe yaşamın izleri şehir halkının davranışlarına da yansımaktaydı. “Evlerin

arasında bahçe duvarlarının üzerinden yollara uzanan meyve

ağaçları ve çiçekler, evlerin avlularından toplumsal mekânla-

ra taşan zenginlikleri ve güzellikleri ile bereketin ve tabiatın

lütfu, güzellikler ile mimarinin vakar ve zarafetinin, gerçeklik

ve tezyînîliğin bütünleşmesi, Osmanlı şehirlerinin biçim ve üs-

lûp özelliğini, şehir halkının davranış tercihlerini belirler.” (7)

Bahar Müjdecisi Çiçekler ve Bahar Satıcıları

İstanbul, kurulduğundan beri çiçeklerle anılmıştır. Bizans’ın saltanat pelerinini Boğaziçi’ne yayan ve su-lara buse konduran erguvanlarla başlayan İstanbul’un çiçek saltanatı, devirler değişse de daima canlılığını korumuştur. Erguvan mevsiminde kurulan* ve aynı mevsimde Fatih’i karşılayan İstanbul’da fetihten sonra kurulan hasbahçeler, Kanunî devrinde tüm şehre yayıl-mıştır. Kanunî Sultan Süleyman’ın pek bilinmeyen bir yanı; çiçeğe ve bahçeye olan düşkünlüğüdür. “Kanunî

döneminde Edirne’den kırmızı gül, sakız gülü fidanı, Ha-

lep’ten sümbül soğanı, Maraş’taki yaylaklardan ve dağlardan

ak sümbül soğanı ve gök sümbül soğanının getirildiği belge-

lerde yer almaktadır.”(8) Lâle-i Rûmî (Osmanlı lâlesi/ İs-tanbul lâlesi) diye isimlendirilen lâleyi ilk kez yetiştiren Kanunî devrinin Şeyhülislâmı Ebussuud Efendi’dir .(9) Lâle Devri’nde olduğu gibi İstanbul’da çiçek sevgisi bazen tutkuya dönüşmüş, her meslekten şehir halkı yeni lâleler yetiştirmek için adeta yarışmış; özel bir lâle soğanı inanılmaz fiyatlara satılmıştır.

“Çiçek sevgisi ve merakı, bütün Osmanlı Türklerinde, köy-

lüsünde kentlisinde ortak ve yaygın bir tutkudur. Bunu, onun

bütün hayatında buluyoruz. Evinde, bahçesinde, manilerinde,

türkülerinde, şiirlerinde… Çiçek günümüzde olduğu gibi pek

bir ticaret metaı da değildir; musikı gibi, şiir gibi bir sevda

işidir. Çiçeklerle ilgili kitaplarda yer tutan yüzlerce adın, ne iş

yaptıklarına baktığınız zaman, devrin padişahından başlayıp

sadrazamlara, vezirlere, kapudanı deryalara, şeyhülislamla-

ra, tanınmış bilginlere, tarikat reislerine, şairlere, zenaat ehli-

ne, bütün halka kadar sıralandığını görüyoruz” (10)

Söz ülkesinin sultanı olmadıkça cihan hükümranlığı-nı murad etmeyen Osmanlı padişahları, divanlarında Mutlak Güzel Allah’ı övmek için adeta kelimelerden hasbahçeler kurmuşlar; şadırvanların su sesleriyle gül-ler arasında gönülleri abad etmişlerdir. Hz. Peygam-berimizin kokusunu müminlerin kalbine ulaştıran gül, daima baş tacı olmuş, gazeller, gül ile bülbülün aşkını terennüm etmiştir. Türklerin ana vatanından Anado-

Kanunî Sultan Süleyman, Üsküdar Sarayı bahçesinde. Hünername II, Nurhan Atasoy, Hasbahçe, s.34

20

Page 23: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

lu’ya getirdiği dağların nazlı çiçeği lâle, Osmanlı’nın muhteşem çağında saray başnakkaşı Kara Memi’nin tasvirleriyle, Kuran-ı Kerim’lerde hattatların harfle-rine yoldaş olmuş, turkuaz damlalarla camilerin sırlı mihraplarına, çinilere, türbelere, kumaşlara, kaftanlara dalga dalga yayılmış ve bütün medeniyeti vahdet boya-sıyla boyamıştır.

Tarikat ehlinin Allah’ın Cemâl sıfatının tecellisi olan çiçekleri yetiştirmesi ve çiçeklerle ilgili risaleler yaz-ması biz Üsküdarlılar açısından özel bir anlama sahip-tir. Üsküdar’ın manevi sultanı Aziz Mahmûd Hüdayî Hazretleri’nin, çiçekçilerin piri olduğu hikâyet edilir. “Şukûfenâme-i Ali Çelebi adlı çiçek risalesinde yer alan hikâ-

yeye göre Ahmet Dede adında bahçeye ve çiçeğe çok düşkün

bir zat, bir gün bir miktar çiçek tohumunu Aziz Mahmûd Hü-

dayî’ ye götürüp önüne koyar. Bunları onun emriyle dikmek

istediğini, bu konuda izin ve nefesinin bereketi ile tohumla-

rın çoğalmalarını arzu ettiğini anlatır. Aziz Mahmûd Hüdayî

Hazretleri izin verip dua eder; Ahmet Dede, tohumları zamanı

gelince dikip yetiştirir ve çiçekler dünyaya yayılır. (11) Aziz Mahmûd Hüdayî Hazretleri’nin duasıyla Üsküdar’ın maddi ve manevi toprağından hasıl olan tohumlardan fışkıran güller, lâleler, sümbüller gönülleri sarar. Çiçek-lerin efendisi Ali Üsküdarî gibi bir müzehhip ve ruga-ni üstadının elinde açan güller, karanfiller, nergisler; Özbekler Tekkesi Şeyhi İbrahim Efendi’nin gönlünden “suya düşen ateşle” kızaran lâleler; Hezarfen Necmed-din Okyay’ın elinden Yeni Vâlide Camii avlusunda yeti-şen güller bu tohumlardan tüm medeniyete yayılır.

Osmanlı saray törenlerinde çiçekler önemli bir yere sahiptir. Sultan düğünlerinde ve şehzadelerin sünnet düğünlerinde sepetlerle meyve, tablalarla, çiçek hediye edilmesi gelenek olmuştur. Seyyid Lokman tarafından 1582’de yazılan ve Nakkaş Os-man’ın minyatürlerini yaptığı Surname-i Hümayun

adlı eserde, Sultan III. Murad’ın oğlu Şehzade Meh-med’ in 1582 yılındaki sünnet düğününde 52 gün 52 gece süren şenlikler, eğlenceler ve geçit törenle-ri anlatılmaktadır. Atmeydanı’nda yapılan şenlikler, nahıl adı verilen, renkli kâğıt ve mumlardan çeşitli çiçekler ve süslerle yapılmış çok sayıda ağacın dü-ğün alayının önünden ilerleyerek taşınmasıyla baş-lamıştır. İki yüzü aşkın esnaf loncası hünerlerini sergileyen gösterilerle törene katılmışlardır. “Ba-har satıcıları” denen çiçekçilerin geçişi eserde şöyle anlatılır:

“Bahar satıcıları”, yani çiçekçiler ise, ellerinde ve

tablalar üzerinde yerleştirdikleri vazolarda taşıdıkları

birbirinden güzel çeşitli çiçeklerle gelip, meydanı irem ba-

ğına çevirmişlerdir. Bazıları ellerinde çiçekli dallar tutar-

ken, başları üzerinde de içinde nar, elma gibi meyvelerin

bulunduğu kaselerle yürürler. Meyve satıcıları kendilerini

çiçeklerle süsleyerek şenlik meydanına tekrar tekrar gel-

mişlerdir.” Nurhan Atasoy, Hasbahçe, s.38

Bahar Satıcıları

11.yüzyıldan itibaren Haçlı Seferleri ile İslâm bahçe kültürü ile tanışan Avrupa’da yepyeni bir çiçek kültürünün

gelişmesinin köklerinin, Osmanlı İmparatorluğu’nu ziyaret

eden Avrupalıların Osmanlıların çiçek sevgisinden ve çiçekli

Osmanlı bahçelerinden etkilenmelerine dayandığı söylenebilir.

(12) Kanunî devrinde İstanbul’da görev yapan Avustur-ya Macaristan elçisi Busbecg’in beraberinde götürdü-ğü bitkiler arasında bulunan lâle soğanları, Avrupa’da büyük hayranlık uyandırarak yayılmıştır.18.yüzyılda yaygınlaşan “Turguerie” akımıyla Osmanlı yaşamı, ku-maşları, giyim kültürü yanında bahçe kültürü de Avru-pa’da moda haline gelmiştir. Asiller Osmanlı kıyafetleri içinde aile tabloları yaptırırken, Avrupa bahçeleri, lale,

Sünnet Alayı: Mimarlar ve nahıllar, Surname-i Vehbi

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 21

Page 24: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

sümbül, nergis ve zambaklarla donanmıştır. Vaktiyle

Türkiye’den aldığı ilham ve bitkilerle geliştirilen Avrupa bah-

çeleri,18.yüzyıldan başlayarak 19.yüzyıl boyunca yavaş ya-

vaş artık Osmanlı bahçelerine örnek oluşturmaya başlamıştır.

(13) 19.yüzyılda saray bahçeleri için artık Avrupa’dan yaban-

cı bahçıvanlar getirtilmeye başlanmasıyla, bahçeler tamamen

Batı tarzında düzenlenmeye, Osmanlı bahçe tarzından gittik-

çe uzaklaşılmaya başlanmıştır. (14)

“Hoş ve Uzun Rüyadan” Uyanmak

İstanbul’un tarihî güzellikleriyle mest olarak “hoş ve

uzun rüyada” yaşamak, şehrin zarafetini anmak ruhu-muzu ve gönlümüzü okşasa da günümüz şehirli insa-nının dünyasında bu nostaljik sevinçlerin yeri var mı-dır? 20.yüzyıldan itibaren yaşanan kültürel kirlenme ve tahribat sonucunda şehirler, bürokratların ve teknok-ratların icraatlarına teslim edilmiştir. Plansız göçler ve çarpık kentleşme ile her geçen gün İstanbul’un güzel-liklerini yok ettiğimiz aşikâr. Tarihî mesireler, dere ya-takları da dahil olmak üzere tüm şehir hızla zevksiz ve sakat binalarla doldu. Yazımı yazarken İstanbul’un or-tasında bir bina daha onlarca cana mezar olarak yıkıl-dı. İstanbul ve aynı kaderi yaşayan Bursa gibi özel şe-hirleri, yöneticilerin, müteahhitlerin insafından ziyade insanî, bilimsel ve estetik değerler şekillendirmelidir.

Şehirlerimizin ağaçları, suları, çiçekleri kaybolurken ardında ruhları yaralı nesiller bırakıyor çünkü ruhumuz şehirle alışveriş halindedir. Şehrin güzelliklerinden, yeşilden, şiirden, sanattan uzaklaştıkça toplumda ne-zaketsizlik, kabalık yaygınlaşıyor. Cumbalı evlerinin komşuya gölge etmediği, tevazu ile anılan Üsküdar’ın kalbinde yükselen devasa alışveriş merkezi kaç evi güneşten mahrum bırakacak? Mütevazı büyüklükte-ki Beylerbeyi Parkı’nın girişindeki Roma tapınakları benzeri mermer sütunlu tak, Kandilli Parkı’ndaki be-ton çardaklar hangi estetik zevkin(!) ürünüdür? Tarihî Küçüksu Mesiresi uzun bir aradan sonra yeniden dü-zenlendi; çok güzel bir hizmet fakat artık tarihî mesire değil Küçüksu Parkı olarak. Etrafını saran beyaz mer-merlerin üstündeki uzun siyah parmaklıklarıyla, yollar-la, renkli plastik oyun parkıyla, mesirenin tam ortası-na yerleştirilen -Anadoluhisarı Kalesi’nin önüne denk gelen- parlak yeşil kabin ile mesire anlayışından uzak,

İstanbul’un sıradan parklarından biri oldu. Projeyi ha-zırlayanlar tarihî mesirenin bir gravürünü gördüler mi acaba? Benzer bir proje ile anılan Âdile Sultan’ın Va-lidebağ Korusu’nda seyir terasları, yollar, plastik oyun gruplarına değil, çocuklarımızın ve yaşlılarımızın tabi-atın içinde gezmeye ihtiyacı vardır.

Millet Bahçeleri, yeşil şehirler, yatay mimari, şehrin etrafına kurulacak tarım alanları gibi şehirli insanın ta-biatla kopan bağını yeniden kurma çabaları son günler-de ülkemizin gündeminde önemli bir yer tutuyor. Gele-neksel mimarimizin insani ikliminden uzaklaşarak çok katlı binalara, gökdelenlere mahkûm edilen şehirlerin ruhundan akmayan sesler, Millet Bahçelerinin üstün-de çınlayabilecek mi? İnsanların şehrin kalabalığından kaçıp sığınabileceği vahalar imdada yetişebilecek mi? Yöneticilerden başlayarak şehre, tabiata, toprağa karşı vefasızlığımızı artık geride bırakmalı ve umutlu olma-lıyız.

Dünyanın hasbahçesi İstanbul ve Boğaziçi bunu faz-lasıyla hak ediyor…

* Eğitimci - Yazar

KAYNAKÇA

1. Turgut Cansever, İslâm’da Şehir ve Mimari, İstanbul, Timaş Yay.2016, s.8

2. Turgut Cansever, İslâm’da Şehir ve Mimari, İstanbul, Timaş Yay.2016, s.132

3. Nurhan Atasoy, Hasbahçe-Osmanlı Kültüründe Bahçe ve Çiçek, İstanbul, KitapYay.2011, s. 21-27

4. Nurhan Atasoy, Hasbahçe, s.43

5. Nurhan Atasoy, Hasbahçe, s.290

6. Turgut Cansever, a.g.e.s.123.

7. Turgut Cansever, a.g.e s.117

8. Nurhan Atasoy, Hasbahçe, s.258

9. Gül İrepoğlu, Lâle, Doğada, Tarihte, Sanatta, İstanbul, YKY, 2012

10. Orhan Şaik Gökyay, Divan Edebiyatında Çiçekler, Nurhan Atasoy, Has-bahçe, s.126

11. Nurhan Atasoy, Hasbahçe ,s.344

12. Nurhan Atasoy, Hasbahçe, s.58

13. Nurhan Atasoy, Hasbahçe, s. 59

14. Nurhan Atasoy, Hasbahçe, s.

15. *Hasan Kanbolat, İstanbul’un Gölgede Kalmış Rengi ve Simgesi:Ergu-van,2009, www.hurriyet.com

22

Page 25: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

RABİA GÜLNUŞ EMETULLAH SULTAN

Eleğimsağma köprülerden geçelim mi?Salıncak kuralım u kollarımız Bir ayağımız Girit, Üsküdar bir Ayağımız sürüne sürüne sulardan kaleİçinde çiçek sütü rengi cariyeliğimiz.

Büyüyoruz küçüldükçe dünya Kanadım kocaman, Hezarfen, uçalım mı?Yer ayağıma basmıyor yerçekimsizFiillerim buğday zülüflerim gibi dolaşıkUçalım öyleyse yönümüz Doğancılar.

Sözü aldım elime cidarından sıyırdımLal renkli gözlerimdir saklı duran sözlerSöylene söylene sessizlik haykırdıkça aşkGiritli ozanım cebimde kritiçes madinadhes;itan tis miras mas grafto, emeis na gnoristume.

Mehmet sultandır bir kucak bir doru sevdaSarsın beni içine dolambaçlı yoldan o kollarEridikçe hiçleniyorum, içlendikçe seniZerrelerimden kuşlar olup uçmakta Gök ülkemden beyaz kanatlı gelinim.

Girit manileri

(Rumca) alnımıza yazılmış

bizim tanış olmamız

Bir sürü kuş davetlimdi geldiler mi kethüdamBir süre kış davetlimdi gittilerdi değil mi?Bahar saatine de ayarlı mı muvakkithaneArtık kurulalım Üsküdar’da şehir içinde şehirTaze ekmek kokusu gibi hayat sunalım ahaliye.

Kulunuz işte, Rabia Gülnuş Emetullah Sultanım, emrinizdeyim baş hasekinizKuş melikesi huş ülkesinden evimizMustafa ve Ahmed. İki sultan annesiFakir fukaranın hamisi, Valide Sultan.

Evimizi kurduk kuş tüyü taşlardanİbadet içredir tasviri göndersem sultanım‘Bu zülal-i hoş güvara yaptırıp bir selsebil’Akmalı bu kevser ümmete, ben haremi hümayunBir şişe dolu aşk göndersem surei hümayun.

Vakt erişti Sultanım kuşlar toplandı huzurumuzdaEleğimsağma köprülerden geçelim mi?Kafesim hazır gök kıvılcımından çatıHaber salın, Edirne ilinden naaşımGetirilip konula, yüz sürüle yüz Fatihalarla.

İshak ASLAN

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 23

Page 26: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

Fa t m a G i z e m A S İ LT Ü R K *

İçinde çeşit çeşit ağaçlar olan büyük bahçeli bir evden kentte doğru düzgün bir balkonu bile olmayan eve yerleştiğimde neden daha özgür ne-den daha birey hissetmiştim kendimi? İstanbul’a çocukluk yıllarımdan beri gelip gitmişsem de bu-rada yaşama fikrinin ilk defa on yedi yaşımday-ken kafama yerleştiğini çok net anımsıyorum. Bir an önce büyüme çabalarının en yoğun yaşandığı, ruhun karmaşık duygularla çalkalandığı çocuk-lukla yetişkinlik arasındaki on yedi yaşın insan hayatındaki yerini hepimiz biliriz. Şimdi kendi deneyimime bakarak bu bireyselleşme ve kar-maşıklaşmanın aynı zamanda kentin ruhuyla da ilişkili olduğunu görüyorum.

Özellikle lise yıllarımda okuduğum, İstanbul’un daha çok zengin kesiminin aile yaşamına ait Tan-zimat ve Servet-i Fünun, Fecr-i Âti dönemleri ro-manlarının uyandırdığı merak, Sergüzeşt’te çeşit çeşit konaklar ve buralarda yaşanan farklı hayat-lar, Aşk-ı Memnu romanında Beyoğlu, Kâğıtha-ne, Göksu, Kalender, Bendler gibi mesire yerleri; Mai ve Siyah’ta Süleymaniye, Tepebaşı, Erenköy, Beyoğlu sokak ve kahveleri; Eylül romanında Boğaziçi’nde kiralanan yalı; diğerlerindeki gibi zengin bir hayatı anlatmasa da Sinekli Bakkal ro-manının semti Aksaray, tüm olumsuz anlatımıyla beraber Sodom ve Gomore’de Arnavutköy, Ye-niköy, Galatasaray, Büyükdere, Beyoğlu, Nişanta-

24

KENTE DÂHİL OLMAK VE KENTLİLİK

Page 27: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

şı, Şişli’deki levanten çevreler; Fatih-Harbiye’de yaşa-ma tarzı ve zihniyet bakımından birbirine karşıt hatta düşman gibi sunulan Fatih ve Harbiye semtleri; Benim Adım Kırmızı’da eski dönemlerin nakkaşhaneleri, esir pazarları, külliye ve medreseleri, kahvehaneleri haya-limde ayrı ayrı canlanıyordu. İstanbul elbette aslında şiirlerde daha derin, daha içten bir yaşam buluyordu edebiyatımızda. Yahya Kemal’in “aziz İstanbul” diye-rek hakkında semt semt gazeller kaleme aldığı bu şe-hir Orhan Veli’de daha içeriden bir bakışla yansıtılıyor, Necip Fazıl’da mistik katlara yükseliyor, Attilâ İlhan’da birbirinden ilginç çeşitli serüvenlerin yaşandığı renkli tablolarla canlanıyor, Ziya Osman Saba’da munis bir kimlik kazanıyor, Bedri Rahmi’de deniziyle, doğasıyla, yaşama kültürüyle destanlaşıyor, İlhan Berk’te karşıt kimliklerin tarihsel süreç içindeki varlığı kentin ayrı bir değeri olarak dile geliyordu.

Küçük bir beldeden gelen biri olarak İstanbul’da dik-katimi çeken ilk şey hemen herkesle aynıydı: kalabalık. Şu anda, uzun süre içinde yaşayan pek çok kişiye tik-sinti ve sıkıntı veren kalabalık o zaman benim için çok

farklı bir anlam taşıyordu. Birbirine hiç benzemeyen yüzlerce insanı bir arada gördüğümde kentin insana farklı olma izni verdiğini anlamıştım. Kentin sadece, coğrafya dersindeki köy, belde, bucak, kasaba gibi sı-nıflandırmalarla, yalnızca yüzölçümü ve nüfus gibi sa-yısal verilerle kent olmadığını biliyordum artık. Daha çok dille, felsefeyle, sanatla açıklanabilirdi. Pek çok dil-de kent, “uygarlık, medeniyet, civilization” kelimeleriy-le karşılanıyordu. Uygarlık kentsel zenginliği, kentsel zenginlik farklılığı, farklılık da özgürlüğü getiriyordu.

Kent deyince de bütün çekiciliğiyle akla gelen ilk yer kentler kenti İstanbul oluyordu. Bütün yolların İstan-bul’a çıktığını düşünmeye başlasak da Yeşilçam filmle-riyle büyümüş bir nesil olarak kente dair korkularımız yok muydu? Pek çok film büyük hayallerle kente gelip içinden çıkılmaz durumlara düşmüş, hayal kırıklıkları ve büyük ümitsizlikler içinde perişan olan hayatları göstermiyor muydu? Belki hepsinden de kötüsü kent sakininin taşradan geleni aşağıladığını gösteren yayın-ların etkisidir. Kentin kent dışında kalana bakışı diğer kültürlerde de farklı değildir. Yine de burada yerli tu-

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 25

Page 28: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

rist olarak kente gelmek ile içinde yaşamak için gel-mek arasında çok ciddi fark olduğunu söylemek zo-rundayım. Birincisinin daha az stresli olduğu kesindir. Hatta eğlenmek görevinizdir. Önemli yerleri gezer, yer, içer, bol bol fotoğraf çektirir, çok uzun ve can sıkıcı olmayan bir misafir havasında gidersiniz. Pek çok yer-li turistin yaptığı gibi benim de geldiğimde gezdiğim ilk yerler Beyoğlu, Şişli, Eminönü, Yerebatan Sarnıcı, Yıldız Parkı, Beşiktaş, Sultanahmet, Ayasofya, Mı-sır Çarşısı, Fatih, Üsküdar, Maltepe, Kadıköy, Bağdat Caddesi idi. Ancak kente yaşamak için geldiğinizde durum farklıdır. Önce ayrık otu gibi hissedersiniz; fark edilmemek, göze çarpmamak için uğraşırsınız. Kenti çeşitlilik, kozmopolitlik, mozaik, harman kelimeleriy-le eşleştirseniz de kendinizi bunun herhangi bir yeri-ne yerleştiremezsiniz. Çünkü kentli olmak zaman ve eğitim isteyen bir süreçtir. Paraya sahip olmak da sizi kentli yapmaz, sadece kentte yaşayan zengin bir taşralı olursunuz ve kentliler sizden parasız taşralılardan et-tiklerinden daha çok nefret ederler. Bunda zengin taş-ralının kent hayatına dâhil olmaya değil, onu zorbaca değiştirmeye olan meylinin de etkisi inkâr edilemez. Çünkü bireyin şahsiyeti olduğu gibi kentin de bir şah-

siyeti vardır ve ne kadar farklı olsalar da bu şahsiyetler arasında bir saygı, uyum ve mesafe olması beklenir. Kentle özdeşleşmiş kentli insanın birbirlerine dokun-madan, müdahale etmeden birbirlerini anlamalarını, kentin değerler sistemini, sosyal dinamiklerini, üretim, tüketim, boş vakit ve eğlence anlayışlarını kavramadan kente dâhil olmak da mümkün değildir. Mümkün ol-saydı, bu durum kenti yamalı bir bohça gibi birbirine eklenmiş koca bir köyden farksız kılardı.

Belki bir kente kabul edilmenin en kolay yolu benim yaptığım gibi, öğrenci olarak gelmektir. Kentin insan zihnini derinleştiren bir yapısı vardır. Kent deyince akla mimarinin, büyük-küçük pek çok kalıcı yapının gelmesi oldukça doğal. Özellikle İstanbul gibi kuruluşu M.Ö. VII. yüzyıla dayanan, neredeyse 3000 yıllık tarihî bir kent olunca bu daha da önemli. Victor Hugo kentin taştan bir kitap olduğunu, ancak taştan kitabın yerini kâğıttan kitaba bırakacağını sezmişti. Her mimari ese-rin bir anlamı, temsil ettiği bir düşünce vardı. Benim gibi büyük kente dışarıdan gelen pek çok kişi bu taş-tan kitabı anlamaya çalışmış, ancak her kentin yaşadığı gibi yalnızca evlerden oluşan vahşi büyüme Avrupa’nın kentleri gibi İstanbul’u da bozmuş, taştan kitap burada da yerini kâğıttan kitaba bırakmıştı. Öğrenci olmak bu yüzden önemliydi; öğrenmek kenti anlamaktı, kentli olmaktı. Kente sahip olmaya çalışmamak, kente dâhil olmaktı.

Derinleşen insan zihninin ihtiyaçlarının farklılaşma-sı, sanat ihtiyacını ortaya çıkarıyordu… Aristocu bir anlayışla bakarsak sanatın görevi duyguları arıtmaktı. Her şeye yetişmeye çalışan, zamanla yarışan, stresle mücadele eden kent sakininin arınmaya ihtiyacı vardı. Birey olmakla beraber bütünü anlamaya -belki de far-kında olmaksızın- bir eğilimi oluyordu. Resim, müzik, edebiyat, tiyatro, sinema toplum ile birey arasında bir çeşit konsensüs işlevi görecekti. Ama diğer taraftan da öğrenim görmeden kentte yaşamayı sürdüren, sadece giyinme-beslenme-barınma ihtiyaçlarını gideren insan-la aradaki uçurum gittikçe daha da derinleşecekti.

Taşradaki okulumda bulunan minik kütüphaneyi an-siklopedi maddelerine kadar okumuş biri olarak ken-

26

Page 29: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

dimle ilgili fark ettiğim ilk şeylerden biri insanlarla zorunlu olarak iletişim kurma mecburiyetinden kaçma isteğimdi. Oysa taşranın ruhu buna asla izin vermez-di. Kamusal olan ile bireysel olan arasında neredey-se hiç mesafe yoktu. Tek bir organizma, belki aynı başın kontrol ettiği bir ahtapotun kolları gibiydik. Ay-rıca birey olmaya izin yoktu. Bu, organizmada uyum içinde yaşayanlar için sorun değildi. Merakı bir türlü bitmeyen, dünyayı sürekli anlamaya çalışan, kafasın-da durmaksızın bir şeyler tasarlayan, doğalı değiştir-mek, nesnelere yeni biçimler vermek, kelimelere yeni anlamlar yüklemek arzusu ve estetik heyecan ile dolu bir insan bu organizma için neredeyse bir tümördü. Önce içine kapanan, yalnızlaşan, yalnızlaştığı için de büyüyen bir tümör. Yalnızlık her şeyi büyütmüyor mu? Çok daha sonraları şehirdeki hayatımda da uzun uzun düşünecektim bunu. Yalnızlığın insanın çabalama is-teğini büyüttüğü, tamamlanmamışlık hissini artırdığı kesindi. İnsanın aşırı karmaşıklığının farkına vardığı bu yalnızlık anlarında kendini ifade etmek için bir şey meydana getirmek en büyük ihtiyaçtı. Bu anlarda pra-tik ve üretken olunabileceği gibi, delilik ve buhran hâ-linde de olunabilirdi. Evet, yalnızlık gerçekten de her şeyi büyütüyordu. Kartal, Maltepe, Bostancı, Göztepe, Üsküdar, Taksim, Kâğıthane, Kadıköy, Feneryolu gibi kentin farklı semtlerinde ve bölgelerinde çalıştığım ve oturduğum yaklaşık yirmi yıllık yolculuğumdan sonra yalnızlığın kenti de büyüttüğünü görecektim. Bütün bu yalnızlaşma ve bireyleşmeyle beraber kentin aynı zamanda sadece bireyin kendi arzularına göre sosyal-leşmeye olanak sağladığını da anladım. Restoranlar, pastaneler, kafeteryalar, çeşitli eğlence mekânları buna imkân veriyordu.

Çocukluk yıllarımda kente ve kentliye dair en keskin hatırlamalarımdan biri de tanımadığımız misafirlerin “İstanbul’da oturuyorum.” derken seslerindeki tuhaf övünmeydi. Bu aynı zamanda gizemli, farklı bir dünya-dan geliyorum, sizin bilmediğiniz çok şeyi biliyorum, anlayamayacağınız pek çok deneyime sahibim demek-ti. Kentin davetkârlığının küçücük zihnimi öfkeyle dol-durduğunu, misafirlerin yüzlerindeki kibirli ve neşeli ifadeden huzursuz olduğumu hatırlarım. Heidegger’a göre “oturmak” bir var olma biçimi. Bu yüzden oturma

yeri de dünya üzerinde var olma şekli ile ilişkili. Otur-ma biçimimiz ölümlü insanın dünyada bir iz bırakma şekli. Antik bir kentin harabeleri karşısında olduğu ka-dar, bir kentin tanımadığım, henüz yeni gördüğüm bir sokağına girdiğimde de şaşkınlığa düşer, aynı şeyi dü-şünürüm: “Burada nasıl insanlar oturmuş, oturuyor?” Binalarına, pencerelerine, kapılarına, çatılarına, bahçe-lerine, sokaklarına, kaldırım taşlarına, sokak lambaları-na, ağaçlarına, çiçeklerine bakarım. Nesnelere bakarak zihnimde orada yaşayanları kurgularım. Kiminde fazla neşe görürüm kiminde kentli insan bunalımı, kiminde müreffeh bir hayat görürüm kiminde alt düzey bir ha-yata sahip olsa da kendini orta hâlli sanan sıkıştırılmış bir hayat.

Kentin şahsiyeti ile bireyin şahsiyetini karşılaştırdığı-mızda insanın içindeki birbirine zıt duygu ve durumlar-la uyum içinde yaşaması; kentin farklı dokularla, fark-lı estetik anlayışlarla var olması paralellik taşır, bunu görebiliyoruz. Sözgelimi Üsküdar’daki mistik hava ile hemen yanıbaşındaki Kadıköy’ün dışa açık dünyası arasında dağlar kadar fark var ama bu ikisi de İstan-bul’un kimliğinden dışlanamaz. O kadar uzağa gitmeye de gerek yok aslında; sadece Üsküdar içinde bile, Sala-cak ile Validei Atik arasında veya Bağlarbaşı ile Beyler-beyi arasında ciddi bir görünüm farklılığı dikkat çeker. Bu farklılık bugünün değil, yüzyılların bir fotoğrafıdır aslında çünkü kentte semtten semte her şey öyle kısa sürede değişmez, değişemez. Ciddi değişimlerin olma-sı için on yıllar yetmez, yüzyılların geçmesi gerekir. Kentli insanın gündelik hayatındaki, kılık kıyafetindeki, davranış biçimindeki değişimler kentin kimliğinden ba-ğımsız düşünülemeyeceği için bu değişimlerin yüzyılla-ra eşdeğer olduğunu kabul etmek gerekir.

Yazının başlarında bahsettiğim, kentte yaşamaya dı-şarıdan gelen insanın fark edilmeme isteği, kentlileşme süreci tamamlandıktan sonra tersine döner. Bundan sonra bu istek aksine, kalabalıklar içinde var olma, fark-lılığıyla kabul edilme, sivrilme arzusuna bırakır yerini.

* Mithatpaşa MTAL Türk Dili Edebiyatı Öğretmeni

Fotoğraflar Mithatpaşa MTAL Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni

Erva KARA’nın özel albümünden alınmıştır.

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 27

Page 30: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

İ s h a k A S L A N * , S e l a h a t t i n Ö Z KÖ K * *

İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü (1976) ve İstanbul Üniver-sitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirdi (1977). Bu fakültenin Türk ve İslam Sanatı Kürsüsünde Prof. Dr. Oktay Aslanapa’nın dok-tora derslerine devam etti. 1984’te Dr., 1990’da Doç., 1997’de Prof. unvanlarını aldı. 70’li yıllarında merhum Hattat Hamid Aytaç’ın öğrencisi oldu. Vefatına dek kendisinden meşk ederek hat sanatının inceliklerini öğrendi. 1987-1988 yıllarında Kahire Üniversitesi’nde bulundu ve Türk hattatlığının Mısır’daki izle-rini araştırdı. M.Ü. İlahiyat Fakültesi’nde Türk İslam Sanatları Tarihi, Paleografi, Epigrafi ve Hat dersleri verdi.

Türk İslam sanatları ve Hat sanatı alanında ulusal ve ulusla-rarası kongrelere katıldı, bildiriler sundu, konferanslar verdi. Kitap, makale ve bildirileri yayınlandı. Radyo ve TV program-larına katıldı. Çeşitli dergi ve gazetelerde yazı ve mülakatları neşredildi. Bu gibi vesilelerle geleneksel sanatlarımızı yaşatma ve kültür mirasımızı koruma bilincinin yaygınlaştırılması gibi konularda görüşlerini açıklamaya çalıştı.

Tezhip sanatçısı eşi Naciye Subaşı ile birlikte Kahire, Bursa, Dubai, Sharjah, Tunus, Cidde, Berlin, Tahran

ve İstanbul’da sergiler açtı.

Modern oldum diyerek, kravatla, iskarpinle modern olunmaz. Geleneği, geçmişten tevarüs edilen birikimi

sağlıklı okuduğumuzu düşünmüyorum. Kitap okumayı kast etmiyorum; değerlendirmeyi ve istişareyi kast ediyorum.

28

PROF. DR. HÜSREV SUBAŞI ile GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ŞEHİR ve ESTETİK ÜZERİNE

Page 31: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

Mekteb-i Üsküdar dergisi adına bizlere bu rö-portajı yapma fırsatı verdiğiniz için, siz değerli hocama, minnetlerimi sunuyorum. Geleneksel Türk Sanatları ile ilgili yoğun ve kıymetli çalış-malar yaptığınızı biliyoruz. Bu bağlamda Ge-leneksel Türk Hat Sanatları üzerine yaptığınız çalışmalarla Eski Yazı Ana Sanat Dalı’nın 1990 yılında ilk doçenti oldunuz. Hocam alanınızda bir ilk olma durumu üzerine nasıl bir değerlen-dirme yapmak istersiniz?

Üç yaşından beri İstanbul’da yaşıyorum. Beyoğlu, Fatih, Kasımpaşa, Aksaray, Beyazıt, Eminönü hep bu-ralarda geçti ömrüm. Otuz yılı geçeli de Üsküdar’da ikamet ediyorum. Genelde İstanbul’un tarihi yerlerin-de yaşadım. O tarihî mekânlarda, tarihi dokunun güçlü olduğu yerlerde çalışmanın getirdiği bir etkiyle mi bile-miyorum, tarihi, edebiyatı, musikiyi, hat sanatını, dini mimariyi sevdim. Dini mimarinin görkemli eserleriyle süslü İstanbul’u o şekliyle ayrıca sevdim. Dolayısıyla bunların bütünlüğü içinde büyüdüm. Lise, üniversi-te yıllarında bile sahaflardan çıkmazdım. Çok az kişi böyledir. Sahaflarda peşinde koştuğum, az bulunan ve kaç yıl önce basılmış olursa olsun bende olmasını is-tediğim dergiler vardı. Dolayısıyla çoklu alan ilgisiyle büyüdüm.

Bizim zamanımızda İmam Hatip Lisesi mezunları, lise fark dersleri vererek lise diploması alır, onunla üniversite imtihanına girer; diğeriyle de Yükseköğre-tim Genel Müdürlüğü’ne başvururduk. Böylece ikili bir eğitimin içinden geçtik. Lisede kültür edebiyat kolun-

daydım. Sınıfımızda bir duvar gazetesi çıkarırdık. Bu gazetede yazılar yazardım. Yazı yazmaya böylece bir merakım oluştu. Şiir denemelerim oluyordu. Bu çalış-malar içerisinde kendimi bir gün eski adıyla Yüksek İslam Enstitüsü olan Marmara İlahiyat Fakültesinde asistan olarak buldum. Bunun yanında İstanbul Üni-versitesi Edebiyat Fakültesi’ni de bitirdim. Bir yandan Edebiyat Fakültesi’nde sanat tarihinde Oktay Aslana-pa’dan doktora dersleri alıyorum. Marmara İlahiyat’ta İslami Türk Edebiyatı asistanı ve sonra hocası olarak Yavuz Sultan Selim’in Türkçe şiirlerini çalıştım. Yüzler-ce yazma eserden cımbızla ayırır gibi tek tek mısralar bularak ilk kez Divançe’sini oluşturdum. Bir yandan da İstanbul irfanı ile büyümüş bir İstanbul hanımefendisi olan Necla Pekolcay hocamın teşvikiyle YÖK’ün ilan ettiği alan listesinde hat sanatı alanında “Eski Yazı Ana Sanat Dalı” şeklinde yer bulan alana başvurdum. Baş-vuru yapmak için çalışmalarımı tararken elde ettiğim verilerden bir kitap ortaya çıktı. Bu çalışmaları güzel bir kapak ve bir önsöz ile bir araya getirdiğimde 150-170 sayfalık bir kitap olabilecek bir dosya ortaya çıktı. Dosyayı rektörlüğe ulaştırdık. Değerlendirme sonucu beni çağırdılar. Bir jürinin önüne çıktım. Jüridekiler çok muhterem insanlar olmasına rağmen, hat sanatı alanında uzmanlıkları yoktu. Heyecanla ve merakla so-racakları soruları bekliyorum. Onlar soruyor, ben anla-tıyorum. Beni rahatlatmak için de: “Biz burada hiçbir şey bilmiyoruz. Sen anlatacaksın biz dinleyeceğiz.” de-diler. Böyle bir atmosferde geçen doçentlik savunması sonucu Türkiye’deki ilk hat doçentliğini almış oldum. Tabii bu bir sorumluluk da yüklüyordu aynı zamanda insana. Unvan gelince üniversitede kadro açıldı ve ata-

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 29

Page 32: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

mam yapıldı. Bundan sonra edebiyat dersleri yerine Türk İslam Sanatları Tarihi, Hat, Osmanlı Türkçesi, Paleografi gibi alanlarda derslere girmeye başladım. “Türk Hat Sanatında Hilyeler” konulu tezimle 1997 yılında Türk İslam Sanatları Tarihi Anabilim dalında profesörlüğe yükseltildim. Bu çalışma da yine alanında bir ilk oldu.

Hocam önceki soruda biraz bahsettiniz ancak ben yine de sormak istiyorum. Çocukluğunuzun geçtiği Beyoğlu penceresinden şehr-i İstanbul’a nasıl bakardınız?

Ben Türk İslam Sanatları Tarihi okuttuğum yıllar boyunca Marmara Üniversitesi’ndeki öğrencilerimle sanat tarihi gezileri yaptım. Sadece İstanbul’u değil; Edirne, Bursa, Kayseri, Konya, Sivas, Tokat, Amasya gibi Selçuklu ve Osmanlı merkezlerini de gezdirdim. İstanbul’u gezdirmeye ilk olarak Tepebaşı’ndan baş-larım. Onları oradan karşı sırtlara baktırırdım. Çün-kü gerçek İstanbul’u görmek için, ona doğru yerden bakmak gerekir. Oradan bakıldığında bir yanda Eyüp’e doğru uzanan bir yamaç, bir yanda Sultan Selim, biraz daha gelince Fatih, Şehzade, Süleymaniye, Ayasofya… Hepsi muhteşem bir manzaranın parçalarıdır.

Bir defasında Galata Kulesi’ne gitmiştim. Ancak bi-letin pahalı olması sebebiyle çıkamamıştım. Kırkından sonra çıktım. Şimdi diyorum ki: “Öğle yemeğini yeme, akşam aç kal. Git o bilet ne kadarsa ver parayı, çık yukarı! Bu güzelliği erteleme. Kaç yaşında olursan ol fark etmez, kültürle alakalıysan, çık oradan Süleymani-

ye’ye, Sultanahmet’e, Topkapı Sarayı’na, Ayasofya’ya bir bak. Muhteşem bir manzara.

Beyoğlu’nun hafızamda derin izleri var. Şişhane’ye giderken Tevfik Sağlam İlkokulu vardı. Oradan mezu-num ben. Beyoğlu’nda İngiliz Konsolosluğu’nun hemen yanında Kamer Hatun Cami var. Biz oraya “sefaretha-ne” derdik. Babam o camiinin imamıydı. Oralarda bü-yüdüm ben. Oralardaki mevlithanların sesleri hafıza-ma nakşolundu. Nişantaşı, Osmanbey, Taksim’e yakın o zamanki İstanbul’un elit mekânlarının müdavimleri arasından ölenlerin mevlitleri Ağa Cami’nde ya da Ka-mer Hatun’da okunurdu. Onun için de en usta mevlit-hanlar bu camilere gelirlerdi. Şekeri çok sevdiğimden şeker alma bahanesiyle mevlide giderdik. Bir olta mi-sali şekere takılırdık. Buralarda dinlediğim nağmeler, kulaktan girip yüreğe iner, hafızama nakşolurdu.

Güzel komşulukları yaşadık. Rum, Ermeni komşula-rımız vardı. Ramazan ayında sokakta simit yiyen bir Rum çocuğa, annesi “Müslümanlar oruç tutarken sen nasıl simit yersin!” diye kızmıştı. Bu olayı unutamam. İşte bu, ahlâktı. İstanbul, İstanbullu buydu. Şimdi bunu anlatsan, yeni nesil “Ne diyorsun?” diyecektir. Nesil çok değişti. Beyoğlu böyle bir yerdi. Beyoğlu, hem musiki kulağı alma hususunda, hem de insanî değerler kazanma hususunda bende özel bir yere sahiptir. Hoş-görüyü, insanları ayırmadan sevmeyi, şefkat ve sevgi kanadı altına çekebilmeyi, Yunusça bir yolun yolcusu olabilmeyi buralarda öğrendim.

Hocam, hiç bir şeyin rastgele yapılmadığı Os-manlı’dan günümüzün modern Türkiye’sine na-sıl bakmak gerekiyor? Değişen nedir? Modern yapıların kimlik sorunu mu var? Modern yapıda olmayan nedir?

Çok güzel bir soru. Buna cevap verebilmek için ön-celikle modern yapının ne olduğunu tanımlamalıyız. Estetik çehre bakımından, gelenekte olmayan yeni-likler taşıyor olması mı yapıları modern kılıyor, yoksa bu eserin yüz sene, iki yüz sene evvel değil de bugün yapılmış olması mı? Aslında her iki anlamda da kulla-nılıyor.

30

Page 33: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

İlahiyat Fakültesi yıllarında yapmış olduğum geziler-den birinde Konya’ya giderken sabah namazını kılmak için Ankara Kocatepe Camii’ne misafir olduk. Namaz çıkışında öğrencileri topladım, dedim ki: “Beş dakika boyunca çıt çıkarmadan camiyi izleyin, cami hakkın-daki intibalarınızı otobüste alacağım.” Öğrenciler öyle güzel şeyler söyledikler ki, bu kadarını ummuyordum açıkçası. “Camiye baktığımızda büyük bir eserin kar-şısındayız, muhteşem, kocaman bir bina diyoruz. Ama Süleymaniye’ye baktığımız zaman duyduğumuz heye-canı duyamıyoruz. Bir şey eksik, ama adını koyamıyo-ruz.”dediler.

İşte bu yapı modern bir yapı. Evet üslup olarak eski, klasik ama inşaat yeni. Eksik olan şeyin adını koyamı-yoruz. Çünkü Süleymaniye’ye, Şehzadebaşı’na, Selimi-ye’ye baktığımız zaman duyduğumuz heyecanı duya-mıyoruz.

Osmanlı, gerilemeye başladığı dönemde, gerileme-sinin sebeplerini düşündü; baktı ki Batı medeniyeti sürekli ilerliyor. Biz de onları kendimize örnek alalım diyerek, siyasi, kültürel, sosyo-politik birtakım kararlar alındı. Bunun neticesinde eskiye, kadim değerlere ait her şey atılmaya, yeni diye birtakım unsurlar alınma-ya başlandı. Böylece etkisi uzun yıllar sürecek kör bir düşüncenin içine düştü. Nihayetinde eski kültürün taşı-yıcıları teker teker öldüler. Eski mimarlar, minareciler, mahyacılar, tezyinat, ebru, tezhip, hat sanatı ustaları… Çok Partili Dönemle birlikte eski değerlere dönüşler oldu ama arada birkaç nesli kaybettik. Eski kültürün yaşatıcısı ve taşıyıcısı o kıymetli insanlar o güzel ve vakur çehreleriyle, tavırlarıyla, yürüyüş şekilleriyle, birbirleriyle konuşurken hangi kelimeleri kullanacakla-rına dikkat etmeleriyle birlikte göçüp gittiler.

Dil devrimiyle birlikte bizi biz yapan bütün kelimeleri atıp yerine batı kökenli biraz da uydurukça diyebile-ceğimiz kelimeler koyduk. Dilin ve yazının değişmesi, esasında kültürel akışı da kopardı. Biz aslında tam ma-nasıyla modern de olamadık. Şimdi eskinin birikimini, bir insaf düzleminde bir araya getirip, geleceğe kuvvet-le yürüyecek kuvveti arıyoruz.

Eskiden, İslam şehrindeki en kutsal değer, en tepe-sinde Allah’ın varlığını yüceltircesine bir hilalle göğe yükselen minarelerken, bugün kapitalizmi güçlendirir-cesine gökdelenler yükseliyor ve bu beni kahrediyor. Üsküdar gibi kadim bir semtin göbeğinde gördüğüm bu yapılar bana alışılmışın dışında geliyor. İnsanlarsa bunu modernlik olarak algılıyor. Tabii ki yenilik olmalı. Ancak bu, eskiyle yeniyi bütünleştirmeyi başarabilecek bir birikime sahip kişilerce yapılmalı.

Nihayetinde şehirlerin karakterleri değişiyor. Şurası unutulmamalı ki mimarlar, şehirleri, şehirler de insanı inşa eder. Nasıl bir insan tipi istiyorsak, o tipin inşa edileceği bir şehir inşa etmeliyiz.

Bilge mimar Turgut Cansever’in ifade ettiği gibi artık kubbeyi yere koyma durumuna geldik. Peki Hocam, camiler ve şehirlerden bahsettiniz; şehirler, medeniyetin neresindedir?

Al birini vur ötekine. Yeni yaptığın camiler cami de-ğil. Mesela yeni yapılan camilerin çoğunlukla iki kapısı var. Neden iki kapı? Cami, birliğin yeridir. Tek olmalıdır. İhtiyaç için yanlardan kapılar açılır, o ayrı. Yine başka bir cami. Ana kapısında üçgen var. Sen o üçgenin içine hilal ve yıldız koyduğun zaman, o bayrak olmuyor bana göre. Niye üçgen? Bunu sorarım ben. Üçgen teslistir. Caminin ana kapısında ne işi var? Bu olmamalı. İstişa-re olmadan bu işler olmamalı. Bu kültürel bir davadır. Biz bugün varız, yarın yokuz. Bir iş yapılacaksa, hak-kıyla yapılmalı.

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 31

Page 34: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

Modern oldum diyerek, kravatla, iskarpinle modern olunmaz. Geleneği, geçmişten tevarüs edilen birikimi sağlıklı okuduğumuzu düşünmüyorum. Kitap okuma-yı kast etmiyorum; değerlendirmeyi ve istişareyi kast ediyorum. Herkes iyi niyetle bir şeyler yapmaya çalışı-yor, ama istişare yapılmıyor. İstişarenin önemi üzerine ayetler, hadisler var. Buna rağmen bu noktayı atlıyo-ruz. Ama ümitsiz değilim. Yanlış ebedi olamaz. Yeni nesiller bu yanlışı görecek ve düzeltecektir.

Hocam bu noktada şehrin inşası mı, neslin ih-yası mı ön planda olmalı? Neden?

Konuşmamın bir noktasında “mimarlar şehri inşa eder, şehirler de insanı” demiştim. Mesela Edirne’ye giderken, şehre yaklaştığınızda taa üç dört kilometre öteden Selimiye sizi “Gel bakalım gel, hoş geldin!” di-yerek kucaklıyor. Keza, Güzel Sanatlar Fakültemizin yakınında bulunan Ömer Öztürk Camii’ne doğru ge-lirken, altı-yedi yüz metre öteden iki minaresi ve kub-besiyle harika bir şekilde size “Gel” diyor. Kime diyor bunu? Namaz kılana da kılmayana da, inanana da inan-mayana da, “Gel, ben buradayım” diyor. Sonra önüne binalar yaptılar, caminin kubbesini kapattılar. Şimdi camiye yaklaşınca ancak iki tane minarenin ucunu gö-rebiliyorsun, kubbe mubbe, yapı falan görünmez oldu! Bu nasıl bir şeydir ki, caminin önünü kapatıyorsun. Bu tür yapılara izin verilmemeli. Çünkü yapının, mekânın insanı eğiten bir yapısı var.

‘Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyle-yeyim’ derler. Günlük hayatının hangi mekanlarda geçtiğini söyleyen birisine, nasıl bir insan olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Mimari mi insanı, insan mı mimariyi inşa eder? İşte, cevabı burada. Nasıl mekân-ların müdavimi olduğunu söyle; ben de senin ruh tahli-lini yapayım, ruh profilini çıkarayım. Kanaatkâr mısın, bencil mi, hırslı mı? Yalan söyler misin, hak yer misin, yemez misin? Bu bakımdan esas olan, mekân üzerin-den insan eğitimi. Mekân insanı eğitir. Olumsuza doğ-ru da eğitir, olumluya doğru da. Mesela; şu mübareğin (tavandaki ahşabı göstererek) olduğu yerde huzur çok, yalan az olur. Kanaat, sabır gibi hikemi özellikler böy-lesi mekânlarda, gelişmeye imkân bulabilir.

Okullara bakalım; hepsi tek düze yapılıyor. Koridor belli, sınıf belli. Binanın kimliği yok! Biz buralarda me-deniyetimizi nasıl öğreneceğiz. Kimliğini belli etmeyen mekânda, kimlik nasıl öğrenilir? Mahallelerimiz, soka-ğımız, içinde yaşadığımız evlerimiz… Hasılı ömrümü-zün geçtiği mekanlar çok önemli.

Maalesef ki, dikey mimarinin insan ruhunu öldürdü-ğü kanaatindeyim. Şehrin merkezî yerlerinde buna izin verilmemesi gerektiğini düşünüyorum. İlla yapılacak-sa, bu iş için bir alan belirlenmeli ve bu alanın dışına, bu iş taşmamalı.

Hocam, estetik bilince sahip nesil yetiştirebil-mek için işe nereden başlamak gerekir? Nasıl bir eğitimle öğrencilerimizi yetiştirmeliyiz? Öğret-menlerde estetik bilincini oluşturmak için neler yapmamız lazım? İslam şehirlerinin yeniden di-rilişi bağlamında bu konuda dertli mimarlar ye-tiştirmek için neler tavsiye edersiniz?

Evvela, eğitimcileri eğitmek lazım. İki eğitimci düşü-nün. İkisi de öğrencilerini Süleymaniye gezisine götür-mekle görevlendirilmiş olsun. Biri akşam evine geldi-ğinde internetten Süleymaniye Cami ile ilgili neler var, bakar, bilgi toplar. Çocuklara bunları okur, anlatır. Bir de küçük gezi düzenler. Diğer öğretmen ise, Yahya Ke-mal’in ‘Süleymaniye’de Bayram Sabahı’nı içine sindi-rerek okur, sonra öğrencileriyle paylaşır. Yahya Kemal

32

Page 35: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

ne hissiyatını anlamaya çalışır. Önce duygularını, son-ra öğrencilerini bu hikmetten besler. Süleymaniye’nin sade bir inşadan ibaret olmadığını, Türk-İslam tarihi içinde, Osmanlı İstanbul’unda ne ifade ediyor; bunu irdeleyerek anlatmaya çalışır. En sonunda da ‘Süley-maniye, İstanbul’un askeri fethinin kültürel manada ta-mamlanışıdır, diyebilir miyiz çocuklar?’ gibi bir soruyla öğrenciyi askeri anlamda ‘fetih’ kavramından, kültürel manada fetih kavramına doğru düşünmeye sevk eder. Sizce bu iki öğretim yönteminden hangisi amaca daha çok yaklaştırır?

Hakikatte, minare ayakta durduğu müddetçe, bir eği-tim vasıtasıdır. Çocuk büyüdüğü zaman babasına sora-cak: “Bu uzun bina ne?” Babanın cevap vermesi lazım: ‘cami’ der. Çocuk tekrar soracak: “cami ne?” Baba bu durumda Allah’tan bahsedecek. Derken, Kur’an, din, iman, dua… kelimeler ardı ardına sökün edecek. İşte sana en güzel eğitim. Orada ateist yetiştiremezsin!

Hakikat şu ki, eskinin insanlarıyla, bugünün insanları arasından çok sular aktı. Eskiyi anlamak artık gittikçe zorlaşıyor. Eskiyle yeni arasındaki o köprüyü kurdura-cak olan mütefekkir, öğretmendir. Sadece bakarak alan değil, perdenin ardını merak edip okuyan, görebilen, gördürmeye çalışan eğitimciler bu köprüyü kuracaktır. Bunlar da eğitilmiş eğitimcilerle mümkün olur ki, bu da ayrı bir konudur.

Tekrar etmek babında, gerek öğretmenler, gerek öğ-renciler açısından eğitim için gezi olayının çok ustaca yapılması gerektiğini düşünüyorum. Dört duvar arasın-da, istediğin kadar iyi anlat, yine de yetersiz kalacak-tır. Sahaya inmeden bu iş olmaz. Nedir saha? Mesela Çanakkale sırtlarıdır. İşte o sahaya indiğinde bazen bir şey anlatmana gerek bile kalmaz. Bazen, sessizce yü-rümen bile yeterli olur. Toprak konuşur adeta, o şehit-lerin ruhu konuşur. Al oradan Sivas Gök Medrese’ye, Konya’da Mevlâna’ya, orayı görsün, hissetsin. Üç asır sonrasına, Selimiye’ye gel; hiçbir şey anlatma, bırak çocuk o ruhu dinlesin. İnan o çocuk, bütün bu gördük-lerinden alacaktır.

Bunlar detay gibi görünüyor, ama detay değil olma-

sı gereken bu. Çocuğu al Çifte Minareli Medrese’nin önüne koy, çocuk orayı seyretsin. Baksın ve sonra sor-gulasın. Neden iki tane minare? Hem, burası medrese, neden minareye ihtiyaç duyulmuş? Burası cami değil. Minarenin yoksa başka anlamı da mı var? Sorsun bun-ları. Bu işi sadece öğrenciye değil, öğretmene de yap-mak lazım.

Çocuğu anaokulundayken gezdireceksin, nihaye-tinde ses güzelliğiyle, estetikle, davranış güzelliğiyle tanıştıracaksın. Sıhhatli bir bakış için seyahat şarttır. Gezin ki sıhhat bulasınız. Zaten sonrasında o kendine yol açacaktır. Çocukta kendiliğinden bir estetik bakış oluşacaktır.

İşte, nasıl estetik zevki olan nesiller yetiştiririz derse-niz, ben size çocukları okulun dört duvarının içinden, sağlıklı anlatan rehberlerle birlikte dışarı çıkarın derim.

Hocam Güzel Sanatlar Fakültesi’nin başında-sınız. Türk İslam Sanatlarının yeniden neşv ü nema bulması hususunda gayretleriniz var. Bu hususta neler söylemek istersiniz?

Sanatlar, medeniyet anlayışımızın adeta bize uza-nan köprüleridir. Medeniyetler, sanatın diliyle konuşur. Onun için de geleneksel sanatlar, o medeniyetin ifade dili içinde önemli bir yer işgal ediyor. Biz fakültemizde geleneksel Türk sanatlarından hat, tezhip, minyatür, cilt, çini, halı-kilim dokuma olmak üzere altı dalda li-sans, lisansüstü ve doktora eğitimi veriyoruz. Buralara yetenek sınavı ile öğrenci alıyoruz.

Hocam, altından daha kıymetli vaktinizi ayırarak kül-liyat derecesinde önemli bilgileri bizlerle paylaştığınız için size Mekteb-i Üsküdar dergisi adına çok teşekkür ediyoruz.

Böylesi güzel bir çalışmanın içinde bulunma fırsatı verdiğiniz için ben teşekkür ederim.

* Üsküdar İlçe MEM Şube Müdürü** Pendik Tefik İleri İlkokulu MüdürüRöportaj Deşifre: Tuğba TATLI Mithatpaşa MTAL Türk Dili Edebiyatı Öğ-retmeni

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 33

Page 36: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

İnsan çevresinden etkilenen, çevresini değiştiren, zaman-

la kendi de değişen aktif bir organizmadır. Birey yaşama

ortamından soyutlanmış olarak düşünülemez. Ortam ise

bireyin her gün içinde bulunduğu mekânsal çevre hem de

bireyin bir parçası olduğu sosyal çevre olarak ele alınır. Me-kansal ortam; kişisel mekân, ev, komşuluk çevresi, şehir,

bölge ve ülke gibi farklı ölçeklerde düşünülebilir. Sosyal çevre ise; kişisel özellikler, aile etkileri, komşuluk, hemşeri-

cilik, alt kültürler ulusal kültürler olarak ifade edilebilir.

İçinde yaşadığımız, çalıştığımız, iş yaptığımız, oyun oy-

nadığımız vb. fiziksel çevrenin, davranışlarımızı, deneyimle-

rimizi, yaşamımızı nasıl etkilediğini pek düşünmeyiz. Oysa

günlük yaşamımızı çevreleyen ve destekleyen çeşitli düzen

ve tasarımlar, düşüncelerimiz, davranışlarımız ve duyguları-

mız üzerinde önemli bir rol oynar. Hatta denilebilir ki; tasa-

rım o kadar güçlü bir olgudur ki, tasarım yapılan mekândan

faydalanacak, o mekanda bulunacak insanların davranışla-

rını doğrudan etkiler. Bu yazı da işte bunu biraz irdeleyece-

ğiz.

Bugün binaların ve şehirlerin genel sağlığımızı ve ruh ha-

limizi etkilediğini biliyoruz. Bu nedenle şehirler ve yapılar

tasarlanırken o şehirde yaşayanların üzerindeki etkisini göz

ardı etmemek gerekir. Bunun içinde psikoloji biliminin yak-

laşımını işin içine katmak gerekiyor.

Yan yana dikilmiş çok sayıda apartman, içinde yaşayanla-

ra izolasyon hissi veriyor, doğru tasarlanmamış kamu alan-

ları, onları kullananları mutlu etmemektedir.

Psikoloji alanında son yıllarda çevre ile davranış arasın-

daki ilişkiyi araştırma gereği ön plana çıkmıştır. Çevresel

stres ve bununla başa çıkma yolları, kalabalık ve yarattığı

“Biz binaları biçimlendiriyoruz, sonra onlar bizi biçimlendiriyor”Winston Churchill

34

Ç e t i n K I L I Ç *

ŞEHİR, PSİKOLOJİ VE ÇOCUK

Page 37: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

stres, mahremiyet, kişisel alan, kent yaşamı, çevre büyüklü-

ğü, hava kirliği, gürültü kirliliği gibi pek çok konuyu kapsar.

Dış cephelerin psikolojik etkileri

Bina cephesinde, cepheyi oluşturan elemanların fiziksel

yansımaları, farklı psikolojik etkiler yaratabilmektedir. Ya-tay yapılar insanda rahatlama etkisi uyandırır ve daha

insancıldır. Günlük yaşantımızda hareketlerimizin büyük

çoğunluğu yatay hareketlerdir. Basit ve kendi kendine yapı-

labilir. Dikey yapılar ise uzunluğu ölçülemez, elle tutula-

maz gibi görünmekte heyecan, belirsizlik, insanüstü bir güç

ve başarı etkisi uyandırmaktadır. Eğer dikey hareket etmek

isterseniz, merdiven ya da asansör gibi araçlardan destek

almamız gerekir. Ayrıca dar cadde ve üzerinde adeta bir

duvar gibi yükselen yapılar, uzunluğu ölçülemez, elle tutula-

maz gibi görünmekte ve düşey hareket insanı ezen bir etki

yaratmaktadır. Bu psikolojik etkiler nedeniyle insanlar daha

çok yatay yapıları tercih etmektedirler.

Dış mekanlarda kullanılan renkler insanlarda psikolojik

etki yaratır. Renkler insanlar üzerinde psikolojik olarak ya-

rattıkları etkiye göre sıcak ve soğuk diye ikiye ayrılmaktadır.

Sıcak renkler, sarı, kırmızı ve turuncudan oluşmakta-

dır. Sıcak renklerin ruhsal etkisi, neşe canlılık ve harekettir.

İzleyeni uyarır ve neşelendirir. Fiziksel gücü, enerjiyi, dina-

mizmi artırır, metabolizmayı hızlandırır; fazlası ise heyecan,

yorgunluk, şiddet, saldırganlık ve konsantrasyon güçlüğü

yaratır.

Soğuk renkler; mavi, mor ve yeşildir. Yatıştırıcı ve din-

lendiricidir; güven, huzur, üretkenlik, sorumluluk, düzen,

huzur, ferahlık, barış özgürlük gibi psikolojik etkiler yaratır.

Soğuk renklerin yoğun kullanıldıklarında ise kasvetli, hatta

moral bozucu, bir etki yaratabilmekte, tembellik, ağırkanlı-

lık, hayalperestlik, duygusallık uyandırabilmektedir.

Yaşanacak en iyi şehirler binaların dağ, orman ve deniz

manzarasını görecek şekilde inşa edilmesine özel önem

veriliyor. Yeşil alanların sağlık ve psikolojik olarak sağaltıcı

etkisi biliniyor.

Şehirlerde kısıtlı sosyalleşme insanları mutsuz

ediyor

Araştırmalar, şehirde yaşayanlarda şizofreni, depresyon,

kronik anksiyete gibi ruhsal hastalıkların gelişmesi riski çok

daha fazla. Bunun başlıca nedenlerinden biri, araştırmacı-

ların “sosyal stres” olarak adlandırdığı ve komşularla sosyal

ilişki geliştirememekten kaynaklıdır.

Sosyal izolasyonun birçok hastalık açısından risk faktö-

rü oluşturduğu kabul ediliyor. O halde, bu durumu ortadan

kaldıracak, insanlar arasında bağlantı kurulmasını teşvik

edecek tasarımlara ağırlık verilebilir mi?

Mekanların çeşitli seviyelerde iletişimleri desteklemek,

kentlerdeki dışlanmayı azaltabilmek, insanların birbiriyle

etkileşime geçebilmeleri için fırsatlar yaratmak gerekir.

Kamu alanlarını zenginleştirmek şehirdeki yalnızlığı

ortadan kaldırmaz, ama şehir sakinlerinin kendilerini daha

iyi hissetmesini sağlar. Şehirde insanların birbirine iyi dav-

ranmasını sağlayacak ortamların yaratılması gerekmekte-

dir. Bunun da insanların kendisini iyi hissedecekleri ortam-

larla mümkündür.

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 35

Page 38: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

Komşuluk ilişkilerinin zayıfladığı binlerce yabancıyla ya-

şadığımız şehirlerde kısıtlı sosyalleşmeden dolayı mutsuz

oluyoruz. Bizi yakınlaştıran planlamalarla mesela büyük

parklarla (millet parkları gibi.), etkinlik alanlarıyla insanla-

rın kendilerini daha iyi hissetmesi sağlanılabilir.

Şehirde kaybolmuş hissini yaşamak istemiyoruz

Şehirde insanların kendisini kötü hissetmesine neden ola-

cak şeylerden biri yön belirlemesini zorlaştıran ve sürekli

bir kaybolmuşluk hissi veren tasarımlardır Bir yere ait olma

duygusunu hissetmek için orada yön duygusunu hissetme-

niz, her şeyin birbiriyle uzamsal bağlantısını anlamanız ge-

rekir. Binaların içinde de yön duygusu önemlidir.

Çoğumuz yönümüzü yollara göre hesaplarız. Yollara göre

kafamızda bir harita oluştururuz. Çünkü insan doğrultusunu

unutmadığı yolları olan, kaybolmuş hissini daha az yaşadığı

şehirlerde mutlu oluyor. Rastgele birleşen yollar değil planlı

yollar ve sokaklar bizi mutlu ediyor.

İnsanlar çevreleri üzerinde kontrolün ellerinde

olmasını istiyor.

Kontrol edemediğimiz şeyler korkutur bizi. Şehirdeki bir

tasarım insanların tercih ettiği şekilde olmayabilir. Bunu en

bariz biçimiyle parklarda görürüz. Tasarlanmış yürüyüş gü-

zergâhlarından farklı olarak çimenlerin üzerinde patikalar

oluşur.

Başarılı tasarım, binaların bizi nasıl şekillendirdiğiyle ilgili

değil, insanlara çevreleri üzerinde kontrolün ellerinde ol-

ması hissini vermekle ilgilidir.

Şehir ve Çocuk

“Çocuklarla dolu bir caddeyi, oyuncaklarla dolu bir oda-

ya tercih eder çocuklar.”

Çocukların kent yaşamına dahil olabilmesi, sağlıklı ve gü-

venli çevrelerde büyüyebilmesi adına ortaya atılan çocuk

dostu kent kavramı çerçevesinde bakmak yerinde olacaktır.

1996 yılında İstanbul’da düzenlenen Habitat II konfe-

ransı kapsamında UNICEF tarafından düzenlenen atölye

çalışmasında, Çocuk Hakları’nın tanımlanması ve hızla

kentleşen dünyada bu hedeflere ulaşmak için yapılması

gerekenler üzerine tartışıldı. Sonucunda yayımlanan “The Children’s Rights and Habitat Report, 1997” ise

Çocuk Dostu Şehirler (ÇDŞ) programı konusunda atıl-

mış ilk önemli adım oldu. 2000’ler itibariyle öne çıkmaya

başlayan kavram, çocuk hakları sözleşmesinde tanımlanan

hakların hayata geçirilmesi konusunda yol gösterici ola-

cak kriterlerin tanımlanması ile sonuçlandı. Çocuk Dostu

Şehirlerde aşağıdaki hedefler çocuğun iyi hali gözetilerek

önceliklendirilir:

• Sağlık ve eğitim gibi temel hizmetleri almak

• Caddede tek başına güven içinde yürümek

• Arkadaşları ile oyun oynamak ve yeşil alana sahip ol-

mak

• Kültürel ve sosyal etkinliklere katılmak

• Etnik köken, din, gelir, cinsiyet veya engellilik durumu

ne olursa olsun, her hizmete erişime sahip şehrin eşit va-

tandaşı olmak

36

Page 39: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

İki temel özellik farklı başlıklar içinde kapsayıcı ve diğer

kriterleri de sağlayan özellikler olarak öne çıkmaktadır:

1. Mekân içinde rahat hareket edebilme, erişilebilirlik;

2. Oyun oynama ve etkinliklerdir.

“Çocuklar, İçinde yaşadıkları kenti hareket ederek tanır-

lar.”

Mekân içinde rahatça hareket edebilmek alanı kavra-

yabilmenin birincil yöntemidir. Mekansal kısıtlamalardan

uzak; toplumsal ve mekansal olarak güvenli alanlarda yü-

rümek, bisiklete binmek ve özgürce hareket etmek kentli

olmanın temel özelliğidir.

Kent içi yeşillerin ve doğaya erişimin azalması şehirlerde

büyüyen çocukların doğa ile kurdukları ilişkiyi kötü etki-

lemiş, çocukların sokaklarda ve kent için yeşillerde kendi

başlarına hareket durumları ortadan kalkmış, çocukların

mekanlarla anlamsal ilişki geliştirmelerine engel olmuştur.

Çocukların yaşadığı mekanları sahiplenebilmesi için ön-

celikle orayı iyi tanıması ve kullanması gerekmektedir. Bu

da ancak hareket ile mümkündür. Çocuklar, içinde yaşadık-

ları kenti hareket ederek tanırlar. Hareket etme miktarları

ve dolaşabildikleri alan ne kadar genişse kent ile kurdukları

ilişki de o kadar genişler. Mekanını kendisi gezebilen çocuk-

lar yol bulmak/keşfetmek için alanı daha detaylı inceledik-

lerinde duygusal olarak da etkileşime daha açık olmakta,

aidiyet geliştirmek ve mekânı sahiplenmekte kolaylık sağ-

layacaktır. Yürümek için tercih edilen bir yer kullanıcılar

tarafından tercih edilip boş kalmayacağından sosyal olarak

daima kontrol edilebilir, dolayısıyla güvenli olabilecektir.

Çocuklar evlerine okullarına yaya olarak güvenli bir biçim-

de gitmeleri için güvenli yaya geçişleri, trafik ışıklı kavşak-

lar, kontrollü yol üzeri park alanları ve güçlü yaya-taşıt ayrı-

mı teknik olarak mekânı doğru düzenlemek çocukları kent

yaşamı ve trafik konusunda farkındalık kazandırmak önem

arz etmektedir.

“Oyunlar Gülden Zincirlerdir.”

“Oyunlar Gülden Zincirlerdir. Eğitici onlarla gençliği ken-

dine bağlar. Fakat oyunlar aynı zamanda karekter parlatan

ve cilalayan çakmak taşlarının bulunduğu akar bir sudur

da!”

C.H. Gotthilf Salzman

Oyun oynamak çocuk gelişiminin en önemli yapıtaşla-

rından biridir. Sosyalleşmenin, öğrenmenin, yaşıtları ile

etkileşime geçmenin, mekânı kavramanın ve yeni fikirler

geliştirmenin, keşifler yapmanın başlıca yöntemi oyun oy-

namaktır.

Kent içinde yer alan oyun alanlarında çocukların yaratıcı-

lıklarını geliştirecek nitelikte yoksun olduğunu söyleyebili-

riz. Yönlendirilmiş eylemler içeren oyun parkları (kaydırak,

salıncak vb.) çocukların gelişimi için yeterli desteği sağla-

maktadır. Kentlerde oyun mekanları çekici hale getirileme-

mekte ve “oyun”u gündelik hayatın içine sokulamamakta-

dır. Çocuklar için oluşturulan oyun mekanlarını çekicilikten

uzaktır. Bununla birlikte güvenlik ve erişim doğru planlan-

madığı için çocuklar kendi başlarına gidebilecekleri alanlar

haline gelememektedir. Oysa bu mekanlar o kente yaşayan

çocukların serbestçe hareket edebilme, yaşıtları ile sosyal-

leşme, toplumla etkileşim içine girebilme ve oyun oynama

gibi birden fazla ihtiyacını karşılayabilecekleri mekanlar

oluşturulmalıdır.

İstanbul gibi büyük ölçekli kentsel alanlarda yapılan

çocuk dostu mekansal müdahaleler yetersiz kalmaktadır.

Güçlü erişim noktaları ile birbirine bağlanan oyun ve et-

kinlik alanları çocukları olduğu kadar büyükleri de kendine

çekeceği için beklenen sosyalleşme, etkileşim ve katılım or-

tamını yaratmak adına önemli bir adım olacaktır.

İnsan odaklı kentler planlanması gerekir. Yürünebilir kent

için de sokakların canlı olmasına, ailelerin sokağa çıkma-

sına, sokakta olmasına, sokağı yaşamasına ihtiyaç vardır.

Yaşayan sokaklar sayesinde insanlar mahallerini keşfetme,

benimseme, mahalleyle sosyalleşme imkânına sahip olur.

* Psikolojik Danışman Üsküdar Rehberlik ve Araştırma Merkezi

KAYNAKÇA

http://unicef.org.tr/sayfa.aspx?id=64http://www.mimdap.org/?p=2544

https://www.bbc.com/turkce/vert-fut-40303350

Üstündağ, B. (2009). Bina cephesi ve işlevlerinin görsel analiz kapsamında değerlendirilmesi.

Yazgan, B. (2017). İstanbul İlinde çocuk dostu kent için mekân, çevre, ta-sarım, gelişim eksenli bir proje: “Esenler Çocuk Sokağı” örneğinin ince-lenmesi.

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 37

Page 40: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

M e h m e t C e m a l Ö Z T Ü R K *

Üsküdar, 1352’de Orhan Gazi tarafından fethedilmiş-tir. Ancak Karacahmet adlı Müslüman Mezarlığı, I. Mu-rad devrinde oluşmaya başlamış, İstanbul’un fethinden sonra giderek genişlemiştir. Karaca Ahmed, Anado-lu’nun İslamlaşmasında önemli katkıları olan abdalân-ı Rûm zümresinden menkıbevî bir şahsiyettir. Bundan dolayı adına çeşitli yerlerde türbeler yapılmıştır. Üskü-dar’da kabristan içindeki türbesi de bunlardan biridir. Evliya Çelebi’nin, “Karaca Ahmed Sultan Tekkesi me-zaristan içindedir” şeklindeki ifadesinden burasının o dönemde bir türbe-tekke olduğu anlaşılmaktadır.

750.000 m2 olan mezarlık Miskinler, Saraçlar Çeşme-si, Şehitlik, Musalla ve Duvardibi adlı beş büyük bölge-ye, Çiçekçi, Duvardibi, Harmanlık, Hattatlar, Hünkâr İmamı Mevkii, İnadiye, Kaygusuz İbrahim Baba, Ku-yubaşı, Miskinler, Saraçlar Çeşmesi, Seyitahmet Dere-si, Şehitlik, Kaldırım ve Tunusbağı olmak üzere 14 alt bölgeye ayrılmıştır.

Menzilhane’den başlayarak Karacaahmet Türbe-si’nin önünden geçen ve mezarlığı geçerek Ayrılık Çeş-mesi’ne ulaşan güzergâh, surre alayının ve ordunun sefere çıktığı yoldur.2 Bu yol, iki yanında yer alan ve her biri bir mimari şaheseri olan aile sofaları ve devlet adamlarının mezarlarıyla Karacaahmet Mezarlığı’nın

Deryada sonsuzluğu zikretmeye ne zahmet!

Al sana, derya gibi sonsuz Karacaahmet!

Söyle Karacaahmet, bu ne acıklı talih!

Taşlarına kapanmış, ağlıyor koca tarih!

Necip Fazıl Kısakürek

II. Bayezid’in hat hocası Şeyh Hamdullah’ın

(ö.927/1520)

Karacaahmet mezarlığındaki mezartaşı.

“Reîsü’l-Hattâtîn Hamdullah

el-ma’rûf bi-ibni’ş-şeyh rahmetullâhi aleyh”

38

KARACAAHMET’İ ZİYARET1

Page 41: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

bel kemiğini oluşturur. Yol üzerinde mezarlar arasın-da sırasıyla Hoca Sâdeddin Efendi, Karaca Ahmed, Arapzâde, Mollacık, Miskinler ve Hacı Hüseyin Paşa sebilleri bulunmaktadır.3

Mehmed Süreyyâ Bey, Fındıklılı İsmet Efendi, Ali Fuat Paşa, Şeyh Kemâleddin Efendi gibi araştırmacılar, Karacaahmet Mezarlığı’nda yatanların kabir taşlarını ve kimliklerini araştırmışlardır. Mekteb-i İ‘dâdî Harbiy-ye-i Şahane öğretmenlerinden Kolağası Mehmed Râif Efendi, Mir’ât-ı İstanbul (İstanbul 1314) adlı eserinde burada gömülü 138 meşhur kişi hakkında bilgi vermek-tedir (s. 149-197). Behcetî ailesinden İsmail Hakkı Üs-küdarî, Merâkid-i Mu‘tebere-i Üsküdar adlı kitabında (İstanbul 1976) 540 adet kabir ve kitabesini tanıtmak-tadır. Son dönemde üniversitelerde bazı tezler de yapı-larak mezar taşları kaydedilmeye çalışılmıştır.4

İçinde birçok kuş türünün yaşadığı Karacaahmet Mezarlığı başta servi olmak üzere çınar, defne, çitlem-bik gibi ağaçları ve çeşitli bitkileriyle bir koru gibidir. Mezarlığın içinde ve çevresinde altı tekke ve namaz-gâh, üç cami, yedi çeşme, iki mektep, bir hastane ve bir kireçhane yapılmış, ayrıca irili ufaklı çeşitli kuyular açılmıştır.

Tunusbağı’ndan Ayrılık çeşmesine kadar birçok tari-hi mezar taşı yakın zamana gelebilmişken tarihin tah-ribatı bir kenara, ya istimlak ya defin sebebiyle maa-lesef ortadan kalkmıştır. Mezarlık hizmetleri de vakıf sisteminden çıkarılarak belediye hizmetleri kapsamına alınınca âbkeş, duâgû ve hafızlık gibi resmî paralı me-muriyetler kalkmış, böylece gravürlerdeki görüntüler bir hayal olmuştur.

Karacaahmet’te, Şeyh Hamdullah, Nabi, Nedim, Ya-man Dede, Sebilci Hüseyin, Esat Paşa, Ali Fuat Başgil, Mustafa Düzgünman, Necmeddin Okyay, İbrahim Hak-kı Konyalı, Burhan Felek, İsmail Hakkı Altunbezer gibi pek çok meşhur zevat burada metfundur.

Yahya Kemal’in bir şiirinde “Ölüm asude bahar ülke-sidir bir rinde” şeklinde ifade ettiği ölüm, korkulan-ka-çınılan bir yok oluş olarak değil de bir evden diğer eve Surre Alayını tasvir eden bir resim.( Seppings Wright (1850–1937))

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 39

Page 42: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

gidiş olarak algılanmış, “Ölüm ayırsa bile, mahşerde buluşuruz” inancı ile “Ölüm Allah’ın emri, ayrılık ol-masaydı” gibi ifadelerle geçici ve mecburi ayrılık gö-rülmüş, en nihayetinde mahşerden sonra ebedi bir ha-yat bulunması insanlarımızda bir teselli uyandırmıştır. Bu sebeple mezarlıklarımızın bir kısmı mahallemizdeki camilerin içindedir. Bu durum bir nevi ölümle iç içe yaşamak gibidir. Zaten bir sözümüz “hiç ölmeyecek-miş gibi dünya, hemen ölecekmiş gibi ahiret için çalış”5 demektedir. Dünyayı bilip aldanmamamız, ahireti bilip aldatmamamız, gerektiğinden inançlı-ölçülü bir hayat yaşamaya çalıştığımızda ahiretteki hesabımızın kolay olmasını ümit ederiz. Bir hadis-i şerif; her gün, ya bir hastayı ziyaret etmemizi, ya bir cenazeye katılmamızı ya da kabir ziyaret etmemizi öğütler ki, dünyaya da-lıp, ahiretten gafil olmayalım6. Kabristana girdiğimiz-de “es-selamu aleyküm ya ehle’l-kubur” diyerek selam verir, üç ya da on bir İhlas bir Fatiha suresini okuruz. Kabirlerin üstüne basmamaya dikkat ederiz. Ölmüşle-

rimizin mezar taşlarını ve mezarlarını gösterişe düşme-den, sade ve basit bir şekilde yaptırırız ki israfa düşme-yelim. Karacaahmet olsun, başka mezarlıklar olsun çok şatafatlı kabirler yapılmasa, defnedilen kişi kadar daha defin yapılabilir belki.

Gözlerim ebnâ-yı âdemden o kadar yıldı ki,İstemem ben Fatiha, tek çalmasınlar taşımı...

diyen Şair Eşref (ö. 1912) o zamanlarda dahi mezar taşlarının tahribatından bizar olduğunu belirtmektedir. Her biri bir sanat eseri olan eski mezar taşlarımız birer tapu mesabesindedir.

Biraz gayretle 3-5 satırlık mezar taşlarımızı okumak o kadar da zor bir şey değildir. İlk ve son satırları genel-de “Hüve’l-Baki, el-merhum ve’l-mağfur el-muhtac ila rahmet-i Rabbihi’l-gafur, ruhuna el-Fatiha” şeklindedir.

KAYNAKÇA

1 Bu yazı, Necdet İşli, Karacaahmet, DİA, XXIV/375-377 İstanbul, 2001, Erkan Övüç, Bir Osmanlı Sokağı’nın Tasavvuf Merkezli Tahlili: Üsküdar İnadiye Caddesi Örneği, Basılmamış YLT, İstanbul, 2007, M. Nermi Haskan, Yüzyıllar Boyunca Üsküdar, II/667-884, İstanbul, 2001’den yararlanılarak yazılmıştır.2 Hamidiye Hicaz Demiryolu’nun 1908’de açılmasıyla surre alayı trenle gönderilmeye başlanmış idi.3 Mehmed Süreyyâ Bey, Fındıklılı İsmet Efendi, Ali Fuat Paşa, Şeyh Kemâleddin Efendi gibi araştırmacılar, Karacaahmet Mezarlığı’nda yatanların kabir taşlarını ve kimliklerini araştırmışlardır. Mekteb-i İ‘dâdî Harbiyye-i Şâhâne öğretmenlerinden Kolağası Mehmed Râif Efendi, Mir’ât-ı İstanbul (İstanbul 1314) adlı eserinde burada gömülü 138 meşhur kişi hakkında bilgi vermektedir (s. 149-197). Behcetî âilesinden İsmâil Hakkı Üsküdârî, Merâkid-i Mu‘tebe-re-i Üsküdar adlı kitabında (İstanbul 1976) 540 adet kabir ve kitâbesini tanıtmaktadır. Son dönemde üniversitelerde bazı tezler de yapılarak mezartaşları kaydedilmeye çalışılmıştır. 4 Mezarlık, yüzyıllar boyunca yabancı seyyahları büyülemiştir. Bunlardan 1852’den itibaren Ernest de Caranza, Abdullah Biraderler, Bergren, Foto Sabah, Theophile Gautier (Karacaahmet’in Doğu’nun en büyük mezarlığı olduğunu söyler ki, 750.000 m2’dir), R. Walsh ve Thomas Allom resimlerini yapmış, fotoğraflarını çekmişlerdir. 5 Câmiu’s-Sagîr, II/12, Hadis No:1201. Bu hadisi şu şekilde anlayabiliriz; Dîninin, milletinin ve devletinin kıyâmete kadar bekâsı için çok çalışman lâzımdır. Beri tarafda, nefsin için yarın ölecekmişsin gibi âhirete hazırlanman gerekir. Zîrâ sen de her kul gibi ölüme namzedsin...Sen ölümlüsün ammâ milletinin ve dîninin kıyâmete kadar bâkî kalması için de çalışman şartdır. Eğer çalışmazsan, okumazsan, anlamazsan, marifet ve san’at sâhibi olmazsan, düşmanların seni yaşatmazlar....Kâfire esîr, zâlime uşak olursun.6 Vaktiyle İstanbul’da bazıları sünnetten maada, mekteb başlarken her sene Eyüp Sultan, Sünbül Efendi, Merkez Efendi, Yahya Efendi ve Aziz Mahmud Hüdâyî hazretlerini ziyaret ederlermiş…

40

* Uzman Öğretmen

Page 43: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

İnsan yaşamı boyunca bir dizi eylem içerisinde bu-lunur. Bu eylemlerini de bir mekân içinde gerçekleşir. Bu mekân evi, mahallesi, semti, köyü, kasabası, kenti, ülkesi ve dünyadır. İnsanı biçimlendiren, ona kimlik, kişilik kazandıran kısacası hayata dokunduğu yerdir kent…

Yalnız kent mi etkiler insanı. İnsan da yaşadığı kenti etkiler. Karşılıklı bir etkileşim vardır aralarında. Kent aslında insana benzer. Kişilerin nasıl özellikleri varsa kentlerinde kendine has özellikleri vardır. Kimi kentler-de yaşam sakin akarken kimi kentlerden yaşam hare-ketli, hızlı, yoğun, stresli ve kargaşa içinde akar gider.

Bir kentin coğrafi özellikleri, sosyo-ekonomik duru-mu, büyük alışveriş merkezleri, tiyatroları, sinemaları, kültür merkezleri, rezidansları, iş kuleleri, yüksek katlı siteler insan üzerinde büyük bir etki yaratır. İnsan ya-şadığı kent ile arasında bir bağ kurar. Bağ kuramadığı bir kentte yaşamak insanı mutsuz eder. Hayata bakış açımız, yaşam tarzımız, iş olanakları, sevdiklerimizin olması, hayallerimiz yaşayacağımız kenti seçmemizde önemli rol oynar.

Kent yaşamı, geleneksel kent yaşamından modern kent yaşamına doğru yol almıştır. Modernleşme elbette

yaşamımıza iyi yönde kolaylıklar getirse de bizden gö-türdüklerini de göz ardı edemeyiz. Modern kentleşme insanın kendine, diğer insanlara yabancılaştırmaktadır. Sabahın erken saatlerinde koşturmaya başlar, gecenin karanlığı, yalnızlığı, yılgınlığı ve tükenmişliği ile evine döner kent insanı… Bu duyguları yaşayan insandan çevresiyle sağlıklı bir iletişim kurması beklenemez. Kendine ve kentine yabancılaşan insan sonunda bir çıkmaza girer. Hiçlik duygusu hisseder. Sonra durur ve kendine şu soruyu sorar insan: ‘Ne oldu bu kente? Ne oldu bana?’ O güzelim toprak kokan yeşilliklerin ye-rini yüksek katlı lüks siteler, rezidanslar aldı. O sıcak, samimi, insana güven duygusu veren mahalle kültürü yok oldu. Sadece kentin görünüşünü değil insanı da de-ğiştiriyor modern kent yaşamı. İnsanların birbirlerine karşı sevgisi, hoş görüsü, samimiyeti, güveni, dostluğu, yardımlaşması, paylaşımı sadece öykülerde kalıyor. Bu yüzden midir insanların ‘yaz gelse de memlekete git-sem ‘demesi. Kentte bulamadığı insanlardaki samimi-yeti, muhabbeti, doğayı memleketinde bulmak istemesi midir, kim bilir……

*Türkan Sabancı Görme Engelliler Okulu

KENTİN İNSANLARIS a b r i ye S ev i l Y İ Ğ İ T E R *

41M E K T E B - İ ÜSKÜDAR

Page 44: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

“12 Eylül 1920’de Antalya’da doğmuş, Bursa’da

İlkokulu, İstanbul’da Galatasaray Lisesi’ni bitirmiş-

tir. Üniversiteyi Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık

Bölümü’nde okuyan Cansever, babasının, ressam

olma isteğine karşı, girdiği mimarlık sınavını ka-

zanmış, Sedat Hakkı Eldem’in yapı derslerini takip

etmiş, mimarlıkla ilgili bazı toplantılara katılmış ve

onun asistanı olmuştur. Ayrıca Mimar Muhiddin

Güven’in bir projesinde desinatör olarak çalışmış-

tır. Daha sonra İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi

Bölümü’nde 1949 yılında meşhur sanat tarihçisi

Ernst Diez’den doktorasını tamamlamış ve ilk sa-

nat tarihi doktoru unvanını almıştır. 1960 yılında ise

doçent olan Cansever’in, özellikle Bursa’daki ço-

cukluk yılları ve İstanbul’daki tecrübeleri, düşünce

sisteminin ve mimari merakının gelişiminde etkili

olmuştur. Babasının mizacı, sosyal ilişkileri ve kü-

tüphanesi Cansever’in zihin dünyasının şekillenme-

sinde önemli derecede rol oynamıştır.

Usta Mimar, Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğre-

tim üyeliği, Marmara Bölgesi Planlama Teşkilatı’n-

da ve İstanbul Belediyesi’nde, müdürlük yapmıştır.

ODTÜ Mimarlık Fakültesi’nde iki yarıyıl diploma

projesi yöneticiliği yapan Cansever, İmar ve İskân

Bakanlığı danışmanlığı ve İstanbul Metropol Plan-

42

K a r a n i B E D İ R *

MİMAR TURGUT CANSEVER

Page 45: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

lama Dairesi Başkanlığı görevlerinde de bulunmuştur.

Ayrıca 1974-1977 yılları arasında Avrupa Konseyi

Türk delegasyonu üyeliği ve İstanbul Belediyesi’nde

danışmanlık görevi yapmıştır. Özellikle 1972-1979 yıl-

ları arasında, İstanbul için yeniden düzenleme çalış-

malarına yoğunlaşmıştır. 1983 yılında Mekke Üniver-

sitesi’nde program danışmanlığı yapmıştır.

Cansever, 4 büyük şehir ve bölge planlama çalışma-

sı içinde bulunmuştur. Bunlardan birisi de 17 Ağustos

Marmara ve 12 Kasım Düzce depreminden sonra ya-

pılan Yenişehirler Projesi’dir. Onun mimar olarak du-

yulması 1990’lı yıllarda başlamıştır. Mimari projeleri

yoluyla dünyada tanınması ise 1980’li yıllarda, Bod-

rum’daki Ertegün Evi ve Ankara’daki Türk Tarih Ku-

rumu Binası ile uluslararası Ağa Han Mimarlık Ödül-

leri’ni kazanması ile olmuştur. Ayrıca 2008 yılında

Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük ödülüne layık

görülmüştür.

Usta Mimar’ın Düşünce Dünyası

İslâm Medeniyeti diğer medeniyetlerden farklı ola-

rak mütevazı yapıları tercih etmiştir. Olabildiğince

küçük yaşam alanları şehrin ve tabiatın ruhuna uy-

gun düşecek şekilde, ayrıca diğer insanların yaşam

alanlarına ve mahremiyetine gölge düşürmeyecek

şekilde inşa edilmiştir. Sadelik, kullanışlılık, doğaya

uygun malzeme ile imar, bu yaşam alanlarının temel

özelliklerindendir. Diğer medeniyetlerde görülen şato-

lar, büyük ve görkemli taş yapılar, İslâm Medeniyeti

havzasında görülmez. İslâm mimarisinde büyük çap-

lı binalar daha çok mabedlerde ve diğer dini içerikli

yapılarda görülür. Bu sebeple camiler şehrin en yük-

sek ve en muhkem yerlerinde taştan veya mermerden

inşa edilmiştir. Aynı şekilde saraylar, medreseler, şifa-

haneler, köprüler, imaretler de dinin yüceliğine uygun

şekilde imar edilmiştir. Peki, ne oldu da bugün beton

blokların, arasına hapsedilmiş bir hale geldik? Belki

de en önemli sebebi batılılaşmanın etkisiyle kendi öz

değerlerimizden uzaklaşmamızdır. Batı Medeniyetinin

izlerini taşıyan beton yapılaşmanın aksine medeniye-

timizin mimari yaklaşımını esas alarak imar faaliyet-

leri ortaya koyanlar, aynı zamanda İslâm’ın estetik ve

mimari anlayışını da yeni nesillere aktararak büyük

bir boşluğu doldurmuşlardır. Usta Mimar, bu isimlerin

önde gelenlerindendir.

Cansever’e göre, İslâm Mimarisinde Allah’ın yüce-

liğini vurgulamadan hiçbir yapı inşa edilemez, ayrıca

Müslüman yaptığı her şeyi en güzel şekilde yapmalı-

dır. İslam düşüncesine göre, şehirler, caddeler, sokak

ve evler, O’nu arayan insana göre konumlandırılır.

Çünkü İslam, insana evreni kucaklayabilme bakış açısı

kazandırır. Böylece insan inşa ettiği her şeyde O’nu

arar. Bir ev tasarlarken de evin içini düzenlerken de,

çevre düzenlemesi yaparken de ona göre şekillendirir.

İslâm medeniyeti temeli oluşturur; kültürler ise bunun

üzerine kurulur. Eğer bu değerlerden kopmadan mi-

mariyi inşa edersek üslûp bütünlüğünü her yerde ya-

kalayabiliriz.

İslâm mimarisinde, malzemenin doğal haliyle kulla-

nılması gerektiğini, bu malzemenin niteliklerini inkâr

etmeden ve önemlerine aşırı vurgu yapmadan kulla-

nılmasını ister. Osmanlı evlerinin örnek alınması ge-

rektiğini, hatta şehir ve mahalle inşası için tek örnek

olduğunu savunur. İnsan ve İslâm mimarisi vurgusunu

yine tevhit anlayışı üzerinden şekillendiren Cansever,

İslâm’da asıl olanın hayatın merkezine Allah’ı yerleş-

tirmek olduğunu söyler ve İslâm mimarisinde de son

yüzyıllarda Batı’nın oluşturduğu insan merkezli mima-

rinin yer almaması gerektiğini vurgular. İslâm mimari-

sindeki mutluluk, ümitvar ve neşeli olma hâli İslâm’ın

bütün sanatlarında ortak bir özellik olarak görülür.

Batı mimarisine baktığımızda, ihtişamı gözler önüne

sermeye çalışsalar bile, bir karamsarlık, bir keskinlik

ve insana ıstırap veren bir anlayış vardır. İnsan ölçü-

sünde mütevazı binalar, Batı’nın beşerî ebedîlik yanıl-

samasına karşı fanilik bilincinin ifadesidir.

Osmanlı’da evler genellikle ahşaptan yapılırken

mabetler ve mabet gibi hizmet veren binalar taş ve

mermerden yapılmıştır. Çünkü evler, insanlara faniliği

43M E K T E B - İ ÜSKÜDAR

Page 46: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

hatırlatırken mabetler yaratıcının ebediliğini hatırlatmak-

tadır. Mimari dış mekânlarda olduğu kadar iç mekânlarda

da önemliydi. Mabetler ve külliyeler cümle kapısında yer

alan kitabeler ve içeriye girildiğinde duvarlarda yer alan

hat eserleriyle ayrı bir güzelliğe, gözü dinlendiren ve gö-

nüllere huzur veren estetik bir özelliğe sahiptir.

Şehrin estetiği mimari, insanın estetiği ahlak, kalemin

estetiği ise hattır. Evlerin, mabetlerin ve diğer yapıların

iç güzelliği ise duvarlarda yer alan eşsiz hat eserleridir.

Bu eserlerin de insana hitap eden ayrı bir yönü vardır.

Duvarları süsleyen “Ah teslimiyet” hattı, özellikle zor za-

manlarda Allah’a tevekkül etmeyi hatırlatırken, “La ga-

libe illallah” hattı, başarı ve galibiyetin ancak Allah’a ait

olduğunu, Edep yâ hû” hattı, edeple, nezaket ve zarafet

sahibi olmak gerektiğini, “Hiç” hattı, Allah’ın baki kulla-

rın fani olduğunu dolayısıyla hırs ve tamaha kapılmamak

gerektiğini, “Esma-i Hüsna” hattı ise, evreni bir bütün ola-

rak düşünerek yaratıcıyı daha iyi idrak etmek gerektiğini

hatırlatır. “Elif ” hattı, tevhit inancını, Allah’ın birliğini ve

müminin zorluklar karşısında dimdik ayakta durması ge-

rektiğini, “Vav” hattı ise, insanın anne karnındaki serüve-

nini hatırlatır.

Osmanlı zamanında yalıların ve diğer binaların girişin-

de duvara “Ya hâfız” hattı nakşedilirdi. Bununla yangın,

deprem gibi afetlerden mutlak koruyucunun Allah olduğu

belirtilmek istenirdi. Hatta Osmanlı’nın son dönemlerin-

de Avrupa’da yaygınlaşan sigorta şirketleri İstanbul’a da

açılınca binaları sigorta yaparken duvardaki bu yazının

yerli bir sigorta şirketinin ismi olduğunu düşünerek kendi

amblemlerini onun üzerine yapıştırdıkları söylenir. Bina

giriş kapılarına “Ya Fettah” hattı yazılarak kapıları mut-

lak açanın Allah olduğu vurgulanırdı. Böylece, mimariden

edebiyata, tezhipten hatta sanatın her dalında Allah’ın

mutlak kudreti vurgulanmıştır.

Türkiye’de şehircilik alanında büyük hatalar yapıldığını

söyleyen Cansever’in, düşüncelerinden yeterince istifa-

de edilememiştir. O, gelenekten kopuk şehircilik anlayı-

şı yüzünden şehirlerimizin yozlaşmasından dolayı büyük

üzüntü duymuştur. İslâm medeniyetinde şehrin, insanlık

tarihinin en müstesna ürünü olduğuna inanan Cansever’e

göre, Osmanlı şehirleri de güzelliğin yaşandığı yerlerdir.

Dolayısıyla mimarın görevi dünyayı güzelleştirmektir,

Türk mimarisinin zengin birikiminden faydalanmadan bir

çıkış yolu bulmak mümkün değildir. Ona göre, birey ola-

rak insanların standart birer varlık kabul edilmesi nasıl

büyük bir yanlışlık ise, apartmanlaşma sisteminin de bü-

tün aileleri standartlaştırması aynı şekilde yanlıştır. “Artık

çocuklar, evlerinin bahçesinde, evlerinin önünde, mahal-

lelerinin meydanlarında büyümek, dünyayı tanımak ve

oynamak imkânından; mahallede ve evde yaşlıların sevgi

dolu bakışlarıyla korunmaktan mahrumdur.” (T. Cansever,

İslâm’da Şehir ve Mimari, s. 143).

O, Türk mimarisinin tarihi köklerini koruyarak çağdaş

çizgiyi yakalayan ender mimarlardandır. Şehirli insana

karşı kaygı duyan ve düşünen, dertli bir insandır. Çünkü

şehir hayatında mimari düzensizlik ve gelenekten kopuk-

luk, zamanla insanı yalnızlaştırır ve psikolojik sıkıntılara

sokar. Osmanlıda ev halkının yaşam alanı olan “hayat”

adlı ortak bir mekânı vardı, çocukların çalışması ve yat-

ması için hayata açılan birer odası vardı. Kalabalık aile

olsa bile, kişi başına düşen konut alanında büyük oranda

tasarruf edilirdi. Şimdi ise kişi başına düşen 25m2’lik alan

ile ortalama bir aile 100 m2’lik bir alanda yaşıyor. Oysa

70 m2’lik bir alan yeterlidir. Eskiden dini yapılarda nicelik

değil ölçek önemliydi. Atalarımız cami yaparken arkasın-

daki evin camını normal ölçülerden daha küçük yaparak

camiye ölçekle heybetli bir duruş kazandırmıştır. Önce-

den gösteriş olmadığı için sadelik ve zarafet esas alınırdı.

Osmanlı’da evler kıble yönündeydi. Tanzimat ile birlikte

modernleşme adına 45 derece döndürüldü. Paris Bulvarı

44

Page 47: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

taklit edilecek diye denize bağlanan iki yanı ağaçlı yollar

ve tarihi yapılar yok edildi ve doğal olmayan bir yapılaş-

maya gidildi. Cansever’e göre, esas itibarıyla loncalar ve

tekkeler kapatılınca mimari sorunlar başladı. Kalfa mi-

marlar yetişmeyince yurtdışından kültürümüze yabancı

mimar ve plancılar getirildi. Böylece başkasını da düşü-

nen ve yaşadığı çevreyi güzelleştirme görevini üstlenen

tevazu sahibi insanlar yok oldu. Usta mimara göre günü-

müzün sorunlarından birisi de ranttır. Parsel büyüklüğü,

merkezde bulunan dini ve sosyal tesisler çevresinde daha

küçük olmalı, şehir merkezinden uzaklaşıldıkça parseller

kademeli olarak büyümeli. Böylece daha büyük parselin

yeşil alanı, daha küçük olan komşu parsele manzara sağ-

lamış olur.

Rant sorununun olmadığı zamanlarda adalet hâkimdi.

Arazi mülkiyeti ticari alanlarda vakıf ve hayır kurumları-

na aitti. Bu arazilerden gelecek gelirler vakıf yoluyla tek-

rar kamuya dönerdi. Dolayısıyla şahısların tekeline geç-

mezdi. Osmanlı döneminde bir binanın kaç katlı olduğu

önemli değildi. Evler müstakil yapıldığı için yoğunlaşma

olmazdı. Mahallelerin sosyal donatıları da mahalle sakin-

leri tarafından yapılırdı. Dolayısıyla sadece ticari kurum

bulunan alanlarda rant oluşurdu.

Usta mimar: “Çevre bilinciyle şehir kendi kendini inşa

edebilir fakat insan gelecek kuşaklara da geçmişin mima-

risini yansıtan eserler bırakmalıdır. Gösteriş ve komşu-

larla yarışın değil, çevreyle uyum içinde olmayı gözeten

bir anlayışa sahip olmalı ve komşuluk ilişkilerini öncelik-

le düşünmelidir” diyerek geleneksel ve yerel değerlere

önem veriyor. Şehirlerin medeniyetimizin izlerini taşı-

yan özellikleri kayboluyor. Artık nasıl bir kimlik taşıdığı-

nı bilmediğimiz şehirlerde yaşıyoruz. Şehirleri kendi de-

ğerlerimize göre inşa etmeliyiz. Biz 1900’lerdeki Tire’yi,

Safranbolu’yu, Bursa’yı ve İstanbul’u kendimiz yok ettik.

Dolayısıyla bu tarihi tekrar gündeme getirerek yeniden

inşa etmeliyiz.

Cansever, geleneklere bağlı, insani özelliklerin barınıp

gelişebileceği bir konut düşünüyordu. Bahçeli konutlar

dururken neden berbat ve deprem güvenliği olmayan

apartmanlara mahkûm olalım diyordu? En çok istediği

1984’te Venedik Bienali’ne davet edilen Beyazıt Meydan

Projesini hayata geçirmekti. Projeyi hazırladığı zaman

doğal ve tarihi çevreye uyum sağlasın diye meydanın ta-

banını kırmızı taşlarla kaplamayı planlıyor ancak, önyar-

gılı insanlar tarafından; “Beyazıt Meydanı’nı Kızıl Meydan

yapmak istiyor” diye yaftalanıyor ve o proje uygulanamı-

yor.

Usta Mimar, geçmişi anlamamızı sağlayacak eserlere

imza atmış, makale yayımlamış ve projeler yönetmiştir.

Kubbeyi Yere Koymamak, İstanbul’u Anlamak, İslam’da

Şehir ve Mimari, Osmanlı Şehri, Sonsuz Mekânın Peşin-

de: Selçuklu ve Osmanlı Sanatında Sütun Başlıkları adlı

kitaplarıyla toplumun bilinçlenmesine yardımcı olmuştur.

Önemli bir eser olan Mimar Sinan isimli kitabını da 2005

yılında yayımlamıştır. O, kendi alanıyla ilgili eserlerinin

yanında İslam klasiklerini de masasından eksik etme-

yen bir mimardı. Şiirde Ahmet Haşim hayranıydı. Ahmet

Hamdi Tanpınar ve Asaf Halet Çelebi’yi de beğenirdi.

Elmalı tefsirini dikkatle okurdu. Nietzsche ise ilgiyle oku-

duğu isimlerdendi.

22 Şubat 2009’da İstanbul’da vefat eden Turgut Canse-

ver, bilgi birikimine ve çalışkanlığına bakarsak yeterince

anlaşılamamış bir mimar ve bu ülkenin yetiştirdiği ender

insanlardan biridir.

Dünyada üç kez Ağa Han Mimarlık Ödülü’nü alan ve

günümüz çarpık yapılaşmasına karşı tarihi mimari biri-

kimimizi esas almamız gerektiğini savunan Bilge Mimarı

vefatının 10 yılında rahmet ve minnetle anıyoruz.

* Henza Akın Çolakoğlu Anadolu İmam Hatip Lisesi Müdürü

KAYNAKÇA

http://www.timas.com.tr/kitap/istanbulu-anlamak/

https://www.kitapyurdu.com/yazar/turgut-cansever/9581.html

http://yenidunyadergisi.com/mimaride-irfani-bir-yorum-turgut-cansever/

http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=571

http://gencdergisi.com/4037-alisilmisin-disinda-bir-mimar-turgut-canse-ver.html

Bilgili, Ahmet Emre, Şehir ve Kültür İstanbul, İstanbul 2011

Davutoğlu, Ahmet, Duruş: Gençlerle Yüz Yüze, İstanbul 2017

Dünyabizim/ Fatma Betül Demirel, 1 Nisan 2013

AYŞE GÜLGÜN SONUŞEN – KUZEY HABER AJANSI, Sondevir 10 Mart 2015

Estetik kaygılarla çok az işi kabul etti, Yeni Şafak 22 Mart 2015

Cansever’e Cumhurbaşkanlığı Büyük Ödülü, Hürriyet 30 Ekim 2008

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 45

Page 48: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

Zorunlu göç durumu her zaman psikolojik

travmalara gebe.

Zira mülteci alıştığı çevreyi, uzun yıllar topla-

dığı eşyalarını, kendi evini, alıştığı arkadaş çevre-

sini ve komşularını kaybediyor. Zorunlu göçmen

bir anda kendini farklı bir dünyada buluveriyor.

Burada ona göre hem iklim farklı, hem gökyü-

zü, hatta koku bile. Uzun yıllar topladığın serveti

kaybetmek, evini kaybetmek-büyük maddi ka-

yıplara sebep olur ki, bu da daha sonra elde ol-

madan ciddi psikolojik travmaya dönüşür. İnsan

belirsizlik içinde kendini buluverir, kendi içinde

çatışma haline girer, kişiliği darbe almıştır, haya-

tı anlamını yitirir, bununda akabinde depresyon

hali gelir. Bu gibi durumlarda insanların bir şok

yaşama olasılığı çok yüksek. Bu duygusal travma

veya kültür şoku şeklinde kendini gösterebilir.

Dünyada kötülükler çoğaldıkça insanlar huzur

bulabilmek adına canları pahasına topraklarını

terk etmek zorunda kalıyor. Kimi zengin bir ülke-

de iş bulup memleketinde ailesine bakmak için

kaçıyor, kimi tüm ailesini toplayıp hayatlarını

kurtarabilmek için.

Suriye’den ülkemize göç edenleri ve Myan-

mar’da Budist işkencesinden ve savaştan kaçan-

ların meşakkatli bir yolculuğu göze alıp evlerini

terk etmeleri ve bunun hem kendilerinde hem de

gittiği yerdeki insanlar üzerindeki psikolojik etki-

lerini, göçün sebep olduğu travmalar ve bunlarla

nasıl mücadele edebileceklerine dair söylenecek

çok şeyler var.

46

Z e ke r i ya Ç İ Ç E K *

ZORUNLU GÖÇ VE PSİKOLOJİK ETKİLERİ

Page 49: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

Aslında göç insanlık tarihi kadar eski bir olgudur.

İnsanoğlu devamlı bir yer değiştirme hareketi için-

de olmuştur. Fakat günümüzde göçün hızı ve içeriği

değişmiştir. Özellikle küreselleşme olgusu günümüz-

de uluslararası göç hareketlerini hızlandırmıştır. Aynı

zamanda önceleri daha çok doğudan batıya doğru

olarak gelişen göçler bugün artık farklı yönler içer-

mektedir. Göçün çok çeşitli nedenleri vardır. Bunları

genel olarak ekonomik, siyasi ve sosyal sebepler ol-

mak üzere üç yere ayırabiliriz.

Özellikle son dönemlerde işsizliğin yoğun olduğu

ülkelerde insanlar iş imkânlarının bol olduğu yerleri

tercih etmesine dayalı İş göçü ve beyin göçü olarak

isimlendirilen iyi eğitilmiş insan gücünün kendini ger-

çekleşme olanağı bulduğu yörelere göç etmesi ağırlık

kazanmaktadır. Gönüllü göç dışında insanları göçe

sevk eden ve zorlayan sebepler bunlarla da sınırlı de-

ğil. Etnik kökeni, dili veya dini farklı olduğu için ay-

rımcılığa maruz kaldığı için göç etmek mecburiyetin-

de kalan insanların sayısı bir hayli fazla.

Günümüzde göç bir takım şeylerin özlemi olarak

da kendini gösterebiliyor, insanlar kendi ülkelerinde

bulamadıkları fırsatları yakalayabilmek için farklı ül-

kelere bu hayallerin peşine koşabiliyorlar. Biraz da

küreselleşme olgusunun getirmiş olduğu şartlardan

dolayı göç, özellikle süreli göç bir gereklilik haline ge-

lebiliyor. Örneğin çocuklara iyi eğitim olanaklarının

sağlanması, dil öğrenme, belli bir konuda araştırma

yapmak, kendini geliştirmek gibi etmenler burada söz

konusu.

Zorunlu göç dediğimizde şu sıralar akla ilk gelenler:

Suriye’den ülkemize yaşanan göç ve Myanmar’da Bu-

dist işkencesinden kaçan Müslümanların göçü.

Günümüz dünyasında zaman-zaman baskı, savaş ve

zulümden kaçabilmek için insanlar başka ülkelere göç

etmek zorunda kalıyorlar. Bu tarz göçler bilimsel lite-

ratürde zorunlu veya sığınma göçler olarak tanımla-

nır. Özellikle son dönemlerde Türkiye bu tarz göçleri

sık kabul eden bir ülke konumuna geldi.

Yakın tarihimize baktığımız zaman 1980’lerin so-

nunda önce asimilasyon ve etnik temizlemeden kaç-

mak için Bulgaristan’da yaşayan Türk soydaşlarımız,

daha sonra Körfez Savaşı sırasında Türkiye’ye sığınan

insanlar ve son olarak da Suriye’deki malum olaylar-

dan sonra sayıları psikolojik sınır olan yüz bini aşan

sayıda insan Türkiye’ye sığınmışlardır.

Bu insanların Türkiye’yi tercih etmelerinin temel

nedenlerden biri yalnız coğrafi yakınlık değil, aynı za-

manda Türk halkının tarihi geleneklerden gelen maz-

luma sahip çıkmak, kollamak vasfının da çok büyük

etkisi olduğunu söyleyebiliriz.

Türkiye ise ensar ve muhacir kardeşliği anlayışı

gereği etnik kökenine bakmaksızın üç buçuk milyon

Suriyeliye vatan olmuştur. Anadolu insanı, 1988-89

yılları arasında Türkleri asimile politikası başlatan

Bulgaristan’dan göç etmek zorunda kalan bir milyona

yakın soydaşımıza hiç düşünmeden kapısını açmıştır.

Bosna savaşı sırasında zor durumda kalan Boşnakla-

ra, Çeçen-Rus savaşı sırasında Çeçenlere, Irak savaşı

sırasında kuzey Iraklılara kapısını açan hep ülkemiz

olmuştur. Anadolu yıllardır zor durumda kalanların

sığınağı olmuştur.

Avrupalıların ve Amerika’nın emperyal çıkarlarını

destekleyen savaşlar maalesef kısa sürede biteceğe

benzememektedir. Bu emperyalist anlayışa bağlı ola-

rak göçler de bitmeyecektir. Büyük, muktedir sözde

demokrat olan ülkeler çıkarlarına son vermedikleri

sürece savaşlar sona ermeyecektir.

Bizler ise çevremizde yaşanılan bütün bu olaylar-

dan ders çıkararak, iri olarak, diri olarak, bir olarak

bu emperyal oyunun parçası olmamalıyız. Ülkemize

göç edenlerin zor durumda olan muhacirler olduğunu

unutmadan ensar tavrı sergilemeliyiz.

* Şadıman Polat Çebi İlkokulu Müdürü

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 47

Page 50: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

M e h m e t C e m â l Ö Z T Ü R K *

Sultan II. Mahmud’un 1826’da Yeniçeri Ocağını kaldırmasından

sonra, Mekteb-i Tıbbiye (Tıp Okulu) (1827) ve Mekteb-i Harbiye

1834 (Harp Okulu) açılmıştır. Söz konusu okullar bir taraftan yeni

kurulan ordunun subay ve doktor ihtiyacını karşılarken, diğer taraf-

tan da Batı düşüncesinin ve modernizmin temel değerlerinin İmpa-

ratorluğa giriş kanalları olmuşlardır. Bu doğrultuda, 1839’da Evkaf-ı

Hümayun Nezareti içinde Mekatib-i Rüştiye Nezareti kurulmuştu. Bu

süreçte açılan okulların medreselerden farkı, dini dersler, sosyal ve

fen dersleri, Arapça ve Farsçanın yanı sıra bir Batı dilinin de öğretil-

mesi olmuştur. 1845’te kurulan Meclis-i Maarif-i Muvakkat, eğitimin

sıbyan, rüştiye ve dârü’l-fünûn şeklinde düzenlenmesini önermişti.

1846 tarihinde Meclis-i Maarif-i Umumiye kurulmuştur. 1857’de Ma-

arif-i Umumiye Nezareti ve 1869’da Maarif-i Umumiye Nezaretinin

kuruluşu ile eğitim teşkilatı ortaya çıkmıştır. Devlet, yabancı devlet,

yabancı vakıf vs. tüm okullar Maarif Nezareti’ne, Müslümanlara ait

medreseler ve sıbyan mektepleri ise Meşihat’a2 bağlıydı. Dolayısıyla

Müslüman halka hitap eden okullar iki ayrı sistem içinde yer almak-

taydı.

Modern genel eğitim sisteminin kurulmasına ortaöğretim kademe-

sinden başlanmıştır. İlk genel okullar, 1846 yılında açılmaya başlanan

Batı tipi ortaokullar (rüştiye) olmuştur. Bu okullara öğretmen yetiş-

tirmek için 1848’de Dârü’l-muallimîn adıyla erkek öğretmen okulu

açılmıştır. 1850 yılında lise seviyesinde Dârü’l-maârif adlı bir okul

açılmıştır. Tanzimat Devri, İslâm dünyasında kız çocukların eğitimi

için 1859 yılında İstanbul’da açılan ilk kız ortaokulu (inas rüştiyesi)

on yaş üstü Müslüman kızlara 3-4 yıl fazla öğrenim görme fırsatı

sunmuştur.

1 Bu makale, Prof.Dr. Cezmi Eraslan’ın hazırladığı “Objektiften Yansıyanlarla Sultan II. Abdülha-mid Döneminde Eğitim, İstanbul, 2017” adlı eserden yararlanılarak hazırlanmıştır. 2 Şeyhülislamlık, Osmanlı Devletinde din işlerini düzenleyen daire.

48

OSMANLI DEVLETİNDE MAARİF VE SULTAN II. ABDÜLHAMİD HAN’IN ÜSKÜDAR’DA AÇTIĞI MEKTEPLER1 (Vefatının 101. Yılı Anısına)

Page 51: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

Üsküdar Merkez Rüştiye Mektebi 1847’de açılmıştır .

Bu binanın akıbeti hakkında bir bilgiye ulaşamadık.

1792’de açılan Hacı Selim Ağa Mektebi 1893-1909 arası Üsküdar İnas Rüştiyesi olmuştur.

Taşmektep diye de anılan bina, sağlam olmasına rağmen,

1930’lı yıllarda okulu genişletmek için müdürü tarafından

yıktırılmıştır.

1890- Üsküdar Nehâri Kız Sanat Mektebi -Üsküdar Kız

Sanayi Mektebi, 1914’te Mithatpaşa Kız Sanayi Mektebi

adını almıştır.

Aziz Mahmud Hüdayi Mahallesi, Açık Türbe Sokağı, 72

numarada olduğunu tahmin ettiğimiz bu binada 1928’e ka-

dar eğitime devam edilmiştir.

1870 yılında açılan kız öğretmen okulu (Dârü’l-mual-limât) ise yükseköğrenim görme, öğretmen olma yolu-nu açmıştır. 1840’lı ve 1850’li yıllardaki kısa süreli bazı meslek okullarından sonra, 1860’lı yıllarda açılan kız ve erkek meslek okulları (sanayi mektepleri) ve daha sonraki dönemlerde açılan birçok yeni meslekî eğitim kurumu, ülkenin nitelikli meslek erbabı ihtiyacını kar-şılamada önemli katkılarda bulundu.

Batı modelinde bir üniversite kurma çabaları sonucu

1863’te İstanbul’da, Dârü’l-fünûn adıyla açılan üniversi-

te binası, 1865’te kütüphanesinde bulunan 4.000 kitap ile

beraber yandı. Bunun üzerine üniversite fiilen kapandı.

Üniversite, 1870’te parlak bir törenle yeniden açılsa da

1873’te kapatıldı. Fakat 1874’te hukuk, mühendislik ve

edebiyat okullarına sahip olarak Galatasaray Sultanîsi

içinde hizmete girdi. Bu kurum da 1881’de kapandı.

Sultan II. Abdülhamid’in tahta çıkışı olan 1876 tarihin-

de, Osmanlı İmparatorluğu dâhilinde, 4 yüksekokul, 4

Dârü’l-muallimîn, 253 Rüştiye, 1849 Sıbyan mektebi ve 1

özel okul bulunmaktaydı. Tanzimat Döneminde rüştiyele-

rin açılmasına ağırlık vermesine rağmen Sultan II. Abdül-

hamid Dönemi maarifinin simgesi idadiler olmuş ve bu

dönem eğitim tarihçileri tarafından idadilerin altın çağı

olarak nitelendirilmiştir. Osmanlı eğitim sistemi içinde ilk

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 49

Page 52: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

olarak İstanbul’da 19 Aralık 1873 tarihinde açılmış olan

idadiler, yüksekokullara öğrenci hazırlayan ve günümüz-

de liseye denk gelen kurumlardır. 1893 yılında yürürlüğe

konulan idadi ders programına, Tarih-i İslam, Akaid ve

Fıkıh, Ahlak dersleri eklenmiştir. II. Abdülhamid’in Tan-

zimat Dönemi eğitim sisteminden devraldığı mirasta, din

ve ahlak derslerinin, rüştiye düzeyine kadar olan okulların

ders programlarında oldukça az, idadi ve yükseköğretim-

de ise hiç yer almadığını görmekteyiz.

Sultan II. Abdülhamid tahta geçtiğinde 250 olan rüştiye

mekteplerinin sayısı 1909 yılına gelindiğinde 900 mek-

tebe çıkmıştı, idadi 109’a, dârü’l-muallimîn 32’ye ibtidai

mekteb sayısı da 5000’ine yaklaşmıştır. 1892 yılında rüş-

tiyeler, idadîler (lise) ile birleştirilmiş ve öğretim süreleri

3 yıla indirilmiştir.

İstanbul’da 1848 yılında Rüştiye mekteplerine başlan-

gıç olarak Üsküdar, Davud Paşa, Bayezid, Tophane ve Ba-

bıali civarında Ağa Camii’nde olmak üzere 5 adet rüştiye

mektebi açılmıştır. 1909 yılı istatistiklerine bakıldığında,

II. Abdülhamid devri bitiminde (1908) İstanbul’da Rüşti-

ye düzeyinde eğitim yapan okul sayısı 33 devlet, 39 özel

okul olmak üzere, toplam 72 Rüştiye vardı.

Bu dönemde, İstanbul’da Soğukçeşme, Beşiktaş, Fa-

tih, Kocamustafapaşa ve Toptaşı askerî rüştiyeleri kurul-

dukları gündeki işlevleriyle bırakılmış, Kasımpaşa Askerî

Rüştiyesi Bahriye’ye devredilmiş, Gülhane Askerî Rüşti-

yesi Gülhane Tatbikat Mektebi ve Seririyat Hastanesine,

Hasköy Askerî Rüştiyesi Topçu Mektebi’ne, Paşakapısı

Askerî Rüştiyesi Üsküdar İdadisine çevrilmiştir.

Üsküdar Rüştiye Mektebi

Üsküdar Rüştiye Mektebi- Paşakapısından Tunusba-ğına giden yolun sağında idi.

İstanbul’un işgalinde, işgal kuvvetleri tarafından karargâh

haline getirilen okul binaları 1918 Doğancılar yangını ile ta-

rihe karışmıştır. Günümüze ahşap kısmı yanmış halde alt katı

ulaşmıştır.

50

Page 53: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

II. Abdülhamid devri sonlarında imparatorluk dâhilinde

93 adet resmi, 11 adet özel, 5 adet de askerî olmak üze-

re, toplam 109 adet olan idadîlerdeki öğrenci sayısı ise

20.000’e yaklaşmıştı. İdadiler için güzel taş binalar inşa

edilmiş, elde yeteri kadar mimar olmadığı için, Paris’ten

planlar getirilmiş, Fransız mimari modeli takip edilmiştir.

İstanbul’da 7, taşrada ise ancak 1 idadi bulunmaktaydı.

İstanbul’da Mercan, Vefa, Numune-i Terakki, Üsküdar,

Makriköy/Bakırköy ve Kabataş İdadileri olarak toplam 6

idadi vardı.

1595-1793 arası Vâlide-i Atîk Külliyesi’nin Tabhânesi,

1793-1808 arası Nizam-ı Cedîd Süvâri Kışlası, 1875-1908

arası da Üsküdar/Toptaşı Askerî Rüştiyesi olan bina gü-

nümüzde Sokullu Mehmet Paşa İlkokulu’dur.

Tarihi binada günümüzde eğitime devam edilmektedir.

Selimiye-Veterinerlik Sağlık Meslek Lisesi, 2018-2019

öğretim yılı itibariyle tarihi binalarından ayrılarak Çavuş-

derede yeni yapılan binalarına taşınmışlardır.

1827’de açılan 1903-1933 Mekteb-i Tıbbiyye-i Şâhâne

1903-1933 arası Sultan II. Abdülhamid Han’ın yaptırdı-

ğı Haydarpaşa’daki bu muazzam binada eğitim vermiş-

tir. Bu tarihte liseye çevrilerek Haydarpaşa Lisesi olmuş

iken, 1983’te Marmara Üniversitesi-Tıp Fakültesi, 2016

yılından itibaren de Sağlık Bilimleri Üniversitesi haline

getirilmiştir.

Üsküdar Mekteb-i İdadi-i Mülkisi

İşgal kuvvetleri karargâhı olan bu bina, 1918 yılı yangının-

da yanmıştır.

* Uzman Öğretmen

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 51

Page 54: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

52

H a t i c e K ü b r a A K Y Ü Z *

TÜKENMİŞLİK SENDROMU VE EĞİTİMEYANSIMALARI

Bir güçlükle karşılaştığınızda kendinize bir kaçışyolu değil bir çıkış yolu arayın

D. L. Weatherford

Page 55: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

Sürekli kendinizi yorgun mu hissediyorsunuz? Enerji-

nizin düştüğünden ve işe gelirken ayaklarınızın geri geri

gittiğinden mi yakınıyorsunuz? Sürekli bir huzursuzluk,

kızgınlık ve öğrencilere karşı tahammülsüzlük mü ya-

şıyorsunuz? Kendinizi desteksiz ve güvensiz hissediyor,

yaptığınız işten doyum almadığınızı mı düşünüyorsunuz?

Baş ve boyun ağrıları ile kas tutulmalarından mı şikâyetçi-

siniz? Güne uykunuzu alamamış olarak mı başlıyorsunuz?

Bütün bu belirtiler bende var diyorsanız Tükenmişlik

Sendromuna yakalanmış olma ihtimalinden söz edebili-

riz.

Nedir bu Tükenmişlik Sendromu? Bu sendromun, isim

babası Herbert Freudenberger adlı bir Psikanalist. 1974

yılında, İlk olarak bu belirtileri kendinde gözlediğinde,

işini çok sevmesine rağmen artık işinden doyum alama-

dığını ve motivasyonunu kaybettiğini fark etmiş. Doktor

arkadaşlarına ve diğer meslek gruplarına baktığında on-

ların da benzer şikâyetlerden yakındıklarını görmüş. Freu-

denberger bu şikâyetleri; “profesyonel yaşamdan kaynak-

lanan zihinsel ve bedensel tükenme hali” diye tanımlamış.

Günümüzde tükenmişliğin en yaygın ve kabul gören ta-

nımı, kendi adıyla anılan Maslach Tükenmişlik Ölçeğini

de geliştirmiş olan Christina Maslach tarafından yapıl-

mış. Maslach’a göre tükenmişlik; işi gereği yoğun duygu-

sal taleplere maruz kalan ve sürekli insanlarla yüz yüze

çalışmak durumunda olan kişilerde sıklıkla görülen, uzun

süreli yorgunluk, çaresizlik ve umutsuzluk duygularının,

yapılan işe, hayata ve diğer insanlara karşı olumsuz tu-

tumlarla kendini gösteren bir sendromdur. Duygusal tü-

kenme, Duyarsızlaşma ve Düşük Kişisel Başarı Hissi şek-

linde üç boyutu bulunmaktadır.

Duygusal Tükenme: Kişinin yaptığı iş nedeniyle

kendisine aşırı yüklenmesi ve tüketilmiş olma duyguları

olarak tanımlanmaktadır. Kişinin kendisini değersiz his-

setmesi, çaresizlik, hiçbir şeyden keyif alamama, hayal

kırıklığı, kolay öfkelenme gibi duygular bu boyut kapsa-

mındadır. Duygusal tükenme daha çok insanlarla yoğun

ve yüz yüze ilişkinin kaçınılmaz olduğu öğretmenlik, sağ-

lık çalışanı gibi meslek gruplarında görülmektedir. Duy-

gusal tükenme, tükenmişlik durumunun başlangıcı, mer-

kezi ve en önemli bileşenidir.

Duyarsızlaşma: Kişinin hizmet verdiği gruba karşı,

duygudan yoksun biçimde tutum ve davranışlar sergi-

lemesini içermektedir. Duygusal tükenme yaşayan kişi,

kendisini diğer insanların sorunlarını çözmede güçsüz

hisseder ve duyarsızlaşmayı bir kaçış yolu olarak kullanır.

Maslach’a göre tükenmişliğin üç bileşeninden duyarsız-

laşma alt boyutu en problemli boyut olarak görülmektedir.

Düşük Kişisel Başarı Hissi: Kişisel başarı duygu-

sunda azalma ise, kişinin kendisini işinde yetersiz ve ba-

şarısız olarak algılamasıdır.

Diğer bir ifadeyle, bireyler yaptıkları işten kaynaklı ola-

rak yorgunluk ve bitkinlik hissettiklerinde, işlerinin gereği

olarak bir arada olmak zorunda oldukları kişilerden soğu-

yarak onlardan uzaklaştıklarında ve işlerinin gerektirdiği

faaliyetleri başarılı bir biçimde yapamadıklarına yönelik

bir düşünce geliştirdiklerinde tükenmişlik yaşıyorlar de-

mektir.

Tükenmişlik aynı zamanda stres kavramıyla da yakın-

dan ilişkilidir. İş ortamında yaşanan stresin sürekli hale

gelmesi sonucu fiziksel belirtilerin eşlik ettiği psikolojik

bir durum olarak da tanımlanabilir. Stresin 3 aşaması var-

dır: alarm, direniş ve tükenme. Birey, bir stres kaynağıyla

karşılaştığında bedensel ve ruhsal olarak zorlandığını his-

seder ve bu uyarandan kaçarak ya da savaşarak yeniden

eski uyum düzeyine dönmeye çalışır. Direnme aşamasın-

da birey stresin tüm olumsuz etkilerine karşı savaşır. Bu

aşamada birey, strese karşı koyabilirse genel uyum dü-

zeyine döner. Ancak stres kaynağı çok şiddetli ve birey

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 53

Page 56: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

bununla baş edemeyecek durumdaysa, stres faktörüne

uzun süre maruz kalmışsa, tükenme aşaması ortaya çıkar.

Tükenmişlik sadece bireyi değil hizmet verdiği bireyle-

ri, çalışma arkadaşlarını ve çalışan kurumun işleyişini de

olumsuz etkileyen bir durumdur.

Tükenmişliği Etkileyen Faktörleri, • Bireysel,

• Sosyal,

• İş ve Örgütle ilgili faktörler olarak sınıflandırabiliriz.

Bireysel Faktörler: Bireysel faktörler arasında cinsi-

yet, yaş, eğitim, medeni durum, işte çalışma süresi, kişilik

ve beklentiler sayılabilir. Aynı meslekte çalışan kadın ve

erkekler tükenmişliğin farklı boyutlarını farklı düzeylerde

yaşayabilmektedir. Örneğin yapılan çalışmalarda kadınla-

rın erkeklere göre duygusal tükenmeyi daha fazla yaşadığı

görülmektedir. Genç çalışanların, mesleğin ilk yıllarında

beklentilerinin fazla olması nedeniyle daha fazla tüken-

mişlik yaşadıkları görülmüştür. Aynı zamanda eğitim se-

viyesinin yüksek oluşu, bireylerin kariyer beklentilerini

ve çalışma ortamında fazla sorumluluk alma olasılığını

arttırmakta ve bireyin tükenmişliğe maruz kalma ihtima-

lini yükseltmektedir. Tükenmişlik duygularını yaşamada,

kişilik yapısı çok önemli olup bireyin, çevresini ve olayları

algılayış şekli, olaylara nasıl tepki verdiği, duygusal olarak

içe dönük ya da dışa dönük oluşu, benlik imajı, sorumlu-

luk almadaki tutumları, stresle baş edebilme becerisi gibi

özellikler etkilidir.

Sosyal Faktörler: Sosyal faktörler içerisinde aile ve

sosyal çevre önemli bir etkiye sahiptir. Sağlıklı bir aile ya-

pısının varlığı yanında iş arkadaşları ve sosyal ilişkilerdeki

paylaşım ve çözüm odaklı tutumlar tükenmişliği önleme-

de etkilidir.

İş Ve Örgütle İlgili Faktörler: İş ve örgütle ilgili

faktörler arasında ise performansa yönelik sözlü onay ek-

sikliği ya da yetersiz ödüllendirme, adaletsiz yönetim bi-

çimi ve adam kayırma, demokratik ve katılımcı olmayan,

hiyerarşik, merkeziyetçi bir yönetim anlayışı, gelişme ve

ilerleme fırsatlarının olmayışı veya yöneticiler tarafından

bu fırsatlara katılımın engellenmesi, kararlara katılama-

ma, örgüt içi çatışma ve kişiler arası iletişimin yetersizliği

gibi konular düşünülebilir.

Peki, tükenmişlik sendromunu yaşamamak ve varsa bu

durumdan kurtulmak nasıl mümkün olacaktır. Bunun çö-

zümüne, devlet politikası ve sistem odaklı çözümler üre-

tilebileceği gibi kurumsal ve kişisel düzlemde de yapıla-

bilecekler bulunmaktadır.

Tükenmişlik Sendromu İle Baş Etme Strateji-leri

Bireysel Düzeyde Baş Etme Stratejileri

Bu sendromu yaşamamak için öncelikle bireysel olarak

neler yapabileceğimize bakalım.

• Bireyin, sorunlarla nasıl başa çıkacağını bilmesi onu

güçlü kılar. Bunun için öncelikle bireyin, kendisini tanıma-

sı, güçlü ve zayıf yönlerini bilmesi, zayıf yönlerini geliştir-

meye çalışması ve değişime açık olması gereklidir.

• Bireyin, tükenmişlik sendromu hakkında bilgi sahibi

olması ve kendisinde tükenmişlik belirtileri varsa bunun

çözümüne yönelik önlem alması hayatını kolaylaştıracak-

tır.

• Çalıştığı işle ilgili gerçekçi hedef ve beklentiler geliş-

tirmesi önemlidir.

• Stresle baş etme konusunda becerilerini geliştirmesi

gerekir.

• Birey ailesiyle zaman geçirmeye önem vermeli, aile

ve yakın çevresinin desteğini göz ardı etmemelidir.

• Bireyin sınırlarını bilmesi ve kontrolü dışında olan du-

rumlarla ilgili bilinç sahibi olması ve bu durumun kendisi-

ni olumsuz etkilemesine izin vermemesi için çaba göster-

mesi gerekmektedir.

54

Page 57: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

• Problem çözme becerilerini geliştirmelidir.

• İlgi alanlarını belirlemeli ve bu alanda yapmak istedi-

ği etkinlikler için kendisine zaman ayırmalıdır.

• Hem fiziksel hem ruhsal sağlığına dikkat etmeli, kendi

hayatı üzerinde kontrol sahibi olduğunu unutmamalıdır.

• Mizah duygusunu kaybetmemeli, eğlenceyi hayatının

her alanına katarak pozitif bakış açısı oluşturmaya çalış-

malıdır.

• Bireyin hayatındaki olumsuzluklar işlevselliğini boza-

cak şekildeyse yardım almaktan çekinmemelidir. Ruh ve

beden sağlığı her şeyden önce gelir.

Kurum Yöneticileri Düzeyinde Geliştirilecek Stratejiler

• Hoşgörülü, esnek, katılımcı ve adaletli bir yönetim

anlayışının uygulanması gereklidir.

• Kurum yöneticilerinin, çalışanlarına, sözlü onay ve

takdir içeren dönütler vermeleri önemlidir.

• Sorun çözmede kalıcı bir mekanizmanın oluşturulma-

sı ve sorunlar ortaya çıktığında kronikleşmeden çözülme-

sine dikkat edilmelidir.

• Kurum yöneticilerinin aldıkları ve uyguladıkları karar-

larda çalışanların ihtiyaç ve beklentilerini göz ardı etme-

meleri gereklidir.

• Kurum kültürünün oluşturulması için çaba gösteril-

mesi önemlidir.

• Kurum içi iletişimin arttırılması ve motivasyon oluştu-

racak etkinliklerin düzenlenmesi gereklidir.

• Yöneticilerle çalışanların birbirlerini tanımaları, anla-

maları yardımlaşmaları, birbirlerine destek olmaları için

ortam oluşturulması gereklidir.

• İşe yeni başlayanlara kurum ve işleyiş konusunda or-

yantasyon çalışmasının yapılması önemlidir.

• Çalışanların bilgi, deneyim ve becerilerini arttırmaya

yönelik hizmet içi eğitim programlarının bir süreç dâhilin-

de verilmesi gerekir.

Tükenmişlik Sendromu, farkına varılması ve sonuçları

açısından önlem alınması gereken bir konudur.

2023 Eğitim Vizyonunu açıklayan Milli Eğitim Bakanı-

mız Ziya Selçuk, “Öğrencilerimizin içindeki saklı cevheri

mücevhere dönüştürecek olanlar öğretmenlerdir. Şahsi-

yeti, şahsiyet inşa eder. Öğretmenin şahsiyeti yeterli ol-

gunluğa ve güce erişmezse içerik, teknoloji, fiziksel alt-

yapı değerini bulamaz. Bu nedenle, Vizyonumuzun ana

aktörü “öğretmen”dir.” diyerek öğretmenlik mesleğine ve

öğretmenlerimize vurgu yapmıştır. 2023 Eğitim Vizyonu

kapsamında yürütülen projelerden bazıları öğretmenle-

rin, öğretmenlik becerilerinin gelişimine yönelik olması

yanında bireysel, sosyal, kültürel yönden gelişimine de

katkı sağlayacak şekilde oluşturulmuştur. Bu konudan

burada bahsetmemin sebebi, 2023 Eğitim Vizyonunun

Tükenmişlik Sendromu konusunda, Devlet Politikası Dü-

zeyinde Geliştirilen Stratejiler açısından değerlendirilebi-

leceğini belirtmek içindir.

Tükenmişlik Sendromu, belirtilerinin oluşması zaman

alan ve ortaya çıktığında öğretmeni, öğrenciyi, çalıştığı

kurumu ve bununla ilişkili tüm eğitim sistemini etkileye-

cek önemli bir konu olup bu konuda farkındalığın artması

için çalışılmalıdır.

* Psikolojik Danışman

KAYNAKÇA

Ardıç, K. ve Polatcı, S. (2008). Tükenmişlik Sendromu. Akademisyenler Üzerinde Bir Uygulama (GOÜ Örneği). Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi 10 (2). Syf 69-96

Şanlı, Ö. ve Tan, Ç. (2017). Öğretmenlerin Tükenmişlik Düzeylerinin Çeşitli Değişkenler Açısından İncelenmesi. Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergi-si 27 (2). Syf 131-142

Akyüz, H.K. (2012). Bakım Veren Kişilerde Tükenmişlik Sendromu. Yaşlıya Psikolojik Destek Kitabı (Huzurevi ve Bakımevi Çalışanları İçin Rehber). İs-tanbul Büyükşehir Belediyesi Yayını. Syf 273-282

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 55

Page 58: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

D o ç . D r. F i l i z M e ş e c i G I O RG E T T I 1 *

Haydarpaşa Lisesi müdürü Dr. Ömer Faruk Araz’ın teşviki ile 2017 yılında Haydarpaşa

Lisesi’nin tarihini yazmaya başladım. Bu çalışmanın 2019 yılı içerisinde tamamlanmasını

hedeflemekteyim. Çalışmada önce arşiv çalışması yaptım, sonra da Haydarpaşa Lise-

si’nin öğretmen öğrenci, mezun, emekli öğretmen ve yöneticileri ile görüşmeler yaptım.

Bu inceleme ve görüşmelerim sırasında belki de ismi en çok anılan öğretmen Yahya

Kızılsümer idi. Yahya Hocanın arşiv belgelerinden bilgilerine ulaştım. Ne yazık ki 2013

yılında 101 yaşında vefat eden yüzyıllık eğitim çınarımızla görüşebilme imkânım olmadı.

Ancak Hasan Hüseyin Tekışık ve Nebahat Bayram’ın Yahya Hoca ile yaptıkları görüş-

meleri, öğrencileri ve meslektaşlarının Yahya Hoca ile ilgili anıları hocayı dolaylı da olsa

tanımamı sağladı. Yahya Kızılsümer’in öğrencilik ve öğretmenlik kariyeri eğitim alanında

çalışan herkese örnek oluşturacak niteliktedir. Yahya Hoca kendisini “yaşamında dürüst,

basit hırslardan uzak olan, ülkesini ve halkını seven ve onlar için çalışan, yetişmiş halkı ile

gurur duyan ve özellikle köylerin kalkınmasını ideal edinen” bir öğretmen olarak tanımlar.

Yahya Hoca’nın yaşamı, kendisi için yaptığı bu tanımı doğrulayan örneklerle doludur.

İşte size Haydarpaşa Lisesi’nin bu efsane Fizik öğretmeni Yahya Kızılsümer’i tanıtmaya

çalışacağım.

Yahya Kızılsümer 1912 Sivas, Suşehri ilçesi Gölova Bucağı Sarıyusuf Köyü doğumludur.

Babası Birinci Dünya Savaşında Kop dağında, üç amcası da Sarıkamış’ta şehit düşer. Tey-

zesine evlatlık olarak verilir. Küçük yaşından itibaren hem çobanlık yapar hem de Şuşehri

Avanıs Nahiyesi İlkokulu’na devam eder. Tebeşir ve kalem bulunmadığından kireç suyu

ile yazmayı öğrenir. İlkokul hocaları onun iyi bir öğretmen olacağına kanaat getirirler.

İlkokulu bitirdikten sonra 12 yaşındayken teyzesinin ortaokula gitmesin diye komşuda

sakladığı diplomasını ve nüfus cüzdanını alarak üç arkadaşıyla beraber yaya olarak köy-

1 İstanbul Üniversitesi-Cerrahpaşa, Hasan Ali Yücel Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü. [email protected]

56

HAYDARPAŞA LİSESİ’NİN FİZİĞİ SEVDİREN EFSANE ÖĞRETMENİ:YAHYA KIZILSÜMER

Page 59: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

den kaçar. Soğuk, karlı ve dağlık arazide iki gün yürü-

dükten sonra Giresun’a, oradan vapurla İstanbul’a gelir.

Çeşitli ağır işlerde çalışarak para kazanmaya bir yandan

da yeni kabul edilen Türkçe alfabeyi öğrenmeye çalışır.

Saraçhane’de Gelenbevi Ortaokuluna müdürün yaptığı

sözlü sınavı geçtikten sonra kayıt yaptırabilir. Ardından

İstanbul Parti Başkanı Cevdet Kerim Bey’in desteği ile

Özel İstiklal Lisesine yatılı olarak yerleşir. Daha sonra İs-

tanbul Erkek Öğretmen Okulu sınavlarına girer ve yatılı

olarak sınavı kazanır. Hıfzırahman Raşit Bey’den usul ve

tedris, Sadrettin Celal’den pedagoji, Ali Hikmet Bey’den

fizik dersleri alır. Okulda J.J. Rousseau’nun Emile Yahut

Terbiyeye Dair eserini her öğrenci gibi o da büyük bir

hevesle okur. İstanbul Erkek Öğretmen Okulu’nda iki yıl

okuduktan sonra okul kapanır. Yahya Kızılsümer eğitimi-

ne İstanbul Lisesinde devam edip 30 Eylül 1934’te mezun

olur.2 Yahya Kızılsümer’in Haydarpaşa Lisesi Arşivindeki

dosyasında altı senelik İstanbul Erkek Muallim Mektebin-

den (mezuniyet: 30.09.1934, dip. No: 1045) mezun oldu-

ğu yazar.3 Yahya Kızılsümer hemen mezuniyetin ardından

1934’te Şebinkarahisar’a tayin olur. Ancak tarım bilgisine

de ihtiyacı olduğunu düşünerek göreve gitmez ve Anka-

ra Gazi Çiftliğinde Türk Macar ve Alman bilim adamla-

rı tarafından verilen tarım kurslarına katılır. Bu esnada

kursları ziyaret eden Atatürk’ü yakından görür, sorduğu

sorulara cesaretle cevap verir.4 Kurslar bittiğinde 1 Mart

1935 tarihinde Giresun ili Şebinkarahisar İlçesi Merkez İl-

kokulu’nda 1600 TL aylıkla öğretmenlik kariyerine başlar.

Bir yıl sonra askere çağrılır. Askerlikten sonra 1936 yılın-

da evlenir. 1937 Eylül ayına kadar ilkokul öğretmenliğine

devam eder.5

Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü sınavlarına girer ve 1936

yılında toplu dersler (Fizik-Kimya-Tabiat Bilgisi) bölümü-

nü kazanır. Yahya Kızılsümer’in eğitim gördüğü tarihlerde

Gazi Eğitim Enstitüsü öğrencilerinin ezici çoğunluğu il-

köğretmen okulundan gelmektedir. Gazi Eğitim Enstitüsü

Tabiat Şubesi 1931-32 öğretim yılında açılmıştır. Öğren-

ciler Enstitüye birkaç aşamalı sıkı bir eleme sınavı ile se-

çilmektedir. Bu öğrenciler sosyo-ekonomik köken olarak

yoksul ya da dar gelirli ailelere mensuptur. Gazi Eğitim

Enstitüsü, başkentte, Hukuk Mektebi’nden sonra açılan

ilk yükseköğretim kurumudur. Cumhuriyetin gözde ku-

rumlarından biri olduğundan altyapısı, öğretim kadrosu,

yöneticileri ve öğrencileri de özenle seçilmiştir.6

Yahya Kızılsümer’in eğitim gördüğü dönemde Gazi Eği-

tim Enstitüsü Fen Bilimlerinde Hayri Dener (fizik Prof.)

ve Dr. Avni Refik Bekman (kimya Prof.) gibi ünlü isimler

görev almaktaydı. Bu iki isim daha sonra Ankara’da ku-

rulacak olan Fen Fakültesinin kurucu profesörleri olmuş-

lardır. Hayri Dener yurt dışında eğitim gördükten sonra

çeşitli okullarda fizik öğretmenliği yapmıştı. Cumhuriyet

döneminde fizik öğretimi alanında yazdığı kitaplarıyla,

dersleriyle, program düzenlemeleriyle başlıca önderler-

den birisidir. 1928 – 43 yılları arasında Ankara Gazi Eği-

tim Enstitüsü muallimliği yanında, Millî Eğitim Bakanlığı

genel müfettişliği ve Kültür Kurulu (Talim Terbiye Heyeti)

üyeliği de yaptı.7 Bu dönemde, gözlem ve deneye dayatıl-

ması gereken fizik, kimya ve biyoloji dallarındaki eğitimin

ortaokul, lise ve öğretmen okullarında bu amaca yöneltil-

mesini sağlayan çok önemli çalışmalarda bulundu. Bu uğ-

raşısı esnasında Millî Eğitim Bakanlığınca bütün okulların

ihtiyacı olan deney aletlerinin sağlanması ve bunların

kullanımına ilişkin öğretmen kurslarının düzenlenmesi ile

de görevlendirildi. Ayrıca, deneysel fizik üzerine, özellikle

öğretmen yetiştirmeye yönelik kitaplar yazdı.8

Gazi Eğitim Enstitüsünde bu öğretmenlerin ışığında

Yahya Kızılsümer laboratuar, deney, gösteri merkezli fi-

zik kültürünü edinir. Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Tabi-

at Şubesinden mezun (mezuniyet: 25.05.1938, dip. No:

821) olur. Mezun olduktan hemen sonra 30 Eylül 1938

tarihinde 2500 TL aylıkla Şebinkarahisar Ortaokuluna

Tabiiye öğretmeni olarak atanır.9 Burada bir laboratuar

kurmayı hedefler ancak aletler yetersizdir, okul yönetimi

2Hüseyin Hüsnü Tekışık, “101 yaşında örnek bir öğretmen… Gölova’lı Yahya Kızılsümer”. Sivas Öğretmen Okulu Mezunları. 30 Kasım 2012. http://www.sivasogretmeno-kulumezunlari.com/haberler/962-101-yasinda-ornek-bir-ogretmengolovali-yahya-kizilsumer; Nebahat Bayram’ın 2 3Yahya Kızılsümer ile yaptığı görüşme videosu, “Gölova’lı yaşayan tarih : Yahya Kızılsümer” https://www.dailymotion.com/video/xblzvy. 10 Aralık 20093Yahya Kızılsümer Dosyası. Dosya No:142, Sicil No: 8872. Haydarpaşa Lisesi Arşivi.4Hüseyin Hüsnü Tekışık, “101 yaşında örnek bir öğretmen” 5Yahya Kızılsümer Dosyası.6Niyazi Altunya, Gazi Eğitim Enstitüsü: Gazi Orta Öğretmen Okulu ve Eğitim Enstitüsü, 1926-1980. (Ankara: Gazi Üniversitesi Yayını, 2006).7 Erdal İnönü, “Profesör Hayri Dener ve Ankara Fen Fakültesinin Başlangıç Yılları,” Çağdaş Fizik 10 (1980): 4-6.8 Demir İnan, “Prof. Dr. Hayri Dener (1898 – 1980)” http://fizikciler.info.tr/index.php/13-fizikciler/69-hayri-denel9 Yahya Kızılsümer Dosyası.

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 57

Page 60: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

destek olmaz. Gelen müfettişe durumu anlattığında ise

müdür ile arası bozulur. Bu Ortaokulda okuyan öğrencile-

rin gidebilecekleri yakın bir lise olmadığından Kızılsümer

öğrencilerini yazılı sınavları kazanabilecek şekilde yetiş-

tirmeye özen gösterir. Bu azmin sonucunda öğrencileri

yatılı öğretmen okullarına, Kuleli Askeri Lisesi’ne ve yatılı

liselere yerleşir. Çeşitli mesleklerde Şebinkarahisarlı bir

bilim ordusu yetişir. Öğrencilerinden biri de Türkiye’de

eğitimin her alanında hizmetleri ve ödülleri olan Hüse-

yin Hüsnü Tekışık idi. Tekışık, Yahya Kızılsümer’in onu en

çok etkileyen öğretmenlerinden olduğunu belirtir. Hem

okuyup hem çobanlık yaparken geçmişi efsane şeklinde

okulda anlatılan Yahya Kızılsümer hocasını örnek alıp öğ-

retmen olmayı düşünmeye başlar.10 1948’de Sivas Öğ-

retmen Okulunu, 1959 Gazi Pedagoji bölümünü bitirir.

Yaptığı eğitim faaliyetleriyle Yahya Hocanın kendisinde

uyandırdığı hayali fazlasıyla gerçekleştirir.

Yahya Kızılsümer 1950 senesine kadar atanmış olduğu

bu ortaokulda görevine büyük bir azimle devam eder. Şe-

binkarahisar Ortaokulunda on beş sene çalıştıktan sonra

tedavi amaçlı İstanbul’a tayin olur. İlk olarak depo tayini

olarak 23.10.1950 tarihinde İstanbul Erkek Lisesine nakil

olur. Daha sonra Sultanahmet Erkek Sanat Enstitüsünde

Fizik ve Kimya öğretmeni olarak atanır. Burada fizik la-

boratuarı kurar. Bu görevlerinde üstün gayret ve başarı-

larından dolayı Maarif Vekâletince teşekkürle taltif edilir.

Yahya Kızılsümer’in 7 çocuğu olur. Malı mülkü, evi olma-

yan Kızılsümer’in arşiv belgelerinden nerede olduğu tam

anlaşılmayan bir arazisi vardır sadece. Kızılsümer Maarif

Vekâletinin bilgisi dâhilinde lisede öğretmenlik yaparken

aynı zamanda Pınar Dershanesi’nde de (1958) ders ver-

mektedir.11

Yahya Kızılsümer Sultanahmet Erkek Sanat Enstitüsün-

deki başarılı çalışmaları nedeniyle Haydarpaşa Lisesine

çağrılır. 16.11.1959 Tarihinde Haydarpaşa Lisesi’nde gö-

revlendirilir ve görevine başlar. Kadrosu ise Haydarpaşa

Lisesi’ne 1963 yılında gelecektir. Haydarpaşa Lisesi’ne

geldiğinde okul müdürü Matematik ve Astronomi ala-

nında önemli öğretmenlerden biri olarak tanınan Vehbi

Güney’dir. Yahya Kızılsümer azimli çalışmasını Haydar-

paşa Lisesi’nde de gösterir. Okul müdürünün desteğini de

alarak depoda kullanılmayan fizik aletleriyle, gece okulda

nöbetçi kalarak bir fizik laboratuarı kurar. 1960’ta Halil

Tekinalp müdür olarak atanır. 1961’de okula binbir zor-

lukla fizik aletleri alınır. Ayrıca okul kooperatifi kanalıy-

la da bazı fizik aletleri alınmıştır. Kızılsümer dersleri hep

amfi şeklindeki fizik laboratuarında yapar, sadece yazılı

sınavlarda sınıfı kullanır. Geç geleni laboratuara almaz.

Deneysiz ve araçsız fizik dersi olamayacağına iman et-

miştir. Yahya Kızılsümer sadece kendi çalıştığı Haydarpa-

şa Lisesi değil, Türkiye’nin diğer okullarının da fizik araç-

ları bakımından müşküllerini çözmektedirler.12 Bugün

İTÜ Uçak ve Uzay Bilimleri Fakültesi öğretim üyesi olan

Prof.Dr. Selahattin İncecik Haydarpaşa Lisesinden sonra

İTÜ’de eğitime başladığında “Haydarpaşa’da gördüğüm

aletler İTÜ’den aşağı değildi.” der.13

Kızılsümer 1962 yılında bir yıl süreyle bilgi ve görgü-

sünü artırmak için Fransa’ya gönderilmiş ama burs bu-

lamadığı için bu imkândan faydalanamamıştır. Bu arada

fizikteki gelişmeleri takip edebilmek için kendi kendine

11Yahya Kızılsümer Dosyası.12Yahya Kızılsümer Dosyası.131971 mezunu Sezai Kutlu ile Mayıs 2017 tarihinde yapılan görüşme.

58

Page 61: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

Fransızca öğrenir. Fransızca kitaplardan derslerinde fay-

dalanır. Ford Vakfı kursuna gidip kendini mesleki anlamda

geliştirir. Nadir de olsa yaz tatillerinde yurt dışına gidip

gezip gözlem yaptığı dosyasında yer alan izin belgelerin-

den anlaşılmaktadır.14

Kızılsümer Haydarpaşa Lisesi’nde çalıştığı yıllarda okul

yönetimi ve Millî Eğitim Bakanlığının bilgisi ve onayı dâ-

hilinde başka eğitim kurumlarında da dersler vermekte-

dir. Bu kurumlardan biri Haydarpaşa Lisesi’nin ilk müdü-

rü Saffet Şav tarafından 1958 yılında kurulan Özel Ata

Koleji’dir. Kızılsümer’in ders verdiği diğer kurum, İstan-

bul Tekniker Yüksekokulu’dur. Kızılsümer’in dosyasında

1967 ve 1969 yıllarında İstanbul Tekniker Yüksekokulun-

da ders vermek üzere kendisine istekte bulunulduğu ve

müdürlüğün de bu izni verdiğine ilişkin yazışmalar bulun-

maktadır. Ancak okul dışında yürüttüğü bu görevler Hay-

darpaşa Lisesi’ndeki çalışmalarını hiç etkilemez. Okula

hiç devamsızlığı olmadığını 1964’te ve 1969’da müdür

Halil Tekinalp tarafından verilen teşekkür yazısı ile an-

lıyoruz. Teşekkür yazısında Halil Tekinalp feragatli çalış-

malarından çok memnun olduğunu belirtir. Ayrıca Yahya

Kızılsümer’in öğrencilerinin üniversite sınavlarına girişte

gösterdikleri başarılar da okul müdürü Halil Tekinap ta-

rafından takdir edilmektedir. Tekinalp, Yızılsümer’e, okula

şeref kazandırdığını belirten teşekkür ve takdir belgeleri

vermektedir.15

Yahya Hocanın Haydarpaşa Lisesi Arşivinde bulunan

dosyası Milli Eğitim Bakanlığı, İstanbul Teknik Üniversi-

tesi Rektörlüğü ve Haydarpaşa Lisesi okul yönetiminden

gelen takdir, teşekkür belgeleri ile doludur. Haydarpaşa

Lisesi’nde laboratuarda öğrencilerine prizma ile ilgili bir

deney yaparken kapı aralanır ve öğrencisi sandığı biri-

nin derse geç geldiğini görerek çok kızar. Deney bittikten

sonra içeriye giren kişinin kendisini denetlemeye gelen

bakanlık müfettişi olduğunu anlayınca şaşırır. Ama asıl

şaşıran, bu deneylerden ve disiplinden etkilenen müfet-

tiştir. Yahya Hocayı kutlar ve takdirname gönderir. Ödül-

ler, takdirnameler birbirini izler. Bu nitelikli çalışmaları

sonucunda Yahya Kızılsümer Türkiye’de en çok Teknik

Üniversiteyi kazanan fizik öğrencisi yetiştirme ödülü-

nü kazanır.16 Kızılsümer’in dosyasında bulunan Maarif

Vekâleti Disiplin komisyonu mazbata suretinde belirtil-

diği üzere 28 Mart 1961 tarihinde alınan bir kararla İs-

tanbul vilayetinde beş öğretmen vazifelerinde fevkalade

muvaffakiyet gösterdikleri ve Teknik Üniversite sıralama

imtihanı neticelerine göre ikişer bin liralık (Yüksek Mü-

hendis Ragıp Devres) mükâfatını kazandıklarından, 1702

c sayılı kanunun 18. maddesine göre takdirname ile taltif

edilmiştir. Bu öğretmenler arasında iki Haydarpaşa Lisesi

öğretmeni vardır. Biri Matematik Öğretmeni Ayten Şamil-

gil, diğeri Fizik öğretmeni Yahya Kızılsümer’dir.17 Yahya

Kızılsümer için okula gelen her taltif yazısı için müdür

Halil Tekinalp’te Kızılsümer’e teşekkür eder. Haydarpaşa

Lisesi öğrencilerinin başarısı için sarf ettiği müspet me-

sainin bir neticesi olan şahsi başarılarının devamını te-

menni ederek tebrik eder.18

Yahya Kızılsümer’in başarıları devam eder. 1967-68’de

İstanbul Teknik Üniversitesi giriş sıralama imtihanları

neticesinde İstanbul Teknik Üniversitesi’ne girmeye hak

kazanan 1966-67 eğitim öğretim yılı lise mezunları içe-

risinde Matematik ve Fizik imtihanlarında %50’den fazla

puan alan öğrenci miktarına nazaran Yahya Kızılsümer

7161 puanla ikincilik ödülü kazanır. Hemen bir yıl sonra

1968-1969’da ise İTÜ sıralama imtihanlarında öğrencile-

rinin gösterdiği başarıdan dolayı üçüncülük kazanmıştır.19

14Yahya Kızılsümer Dosyası.15Yahya Kızılsümer Dosyası.16Hüseyin Hüsnü Tekışık, “101 yaşında örnek bir öğretmen” 17Yahya Kızılsümer Dosyası.18Yahya Kızılsümer Dosyası.

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 59

Page 62: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

Yahya Kızılsümer’e göre bu başarıların temelinde öğ-

retim yöntemi vardır. Yahya Hoca’ya göre formülü basit

şekilde öğrenciye göstermek gerekir, deneyin çok değeri

var. Deney olmadan, formülü, kanunu oradan çıkarma-

dıktan sonra öğrencinin bir konuyu iyi anlayabileceğine

inanmaz. Tahtada tebeşir ile anlatılan fiziğin anlaşılmaz

olduğunu söyler. Ona göre eğitim ahırda da yapılsa eğer

ders materyali varsa, öğretmen iyi yetişmişse oradan çok

iyi öğrenci yetişir. Tebeşir tahtayla yeterli olsa o zaman

hocaya da lüzum yoktur. Beynin belli kavrayış seviyesi

vardır, o seviyeye göre bilgiyi vermek lazımdır.20

Kızılsümer Haydarpaşa Lisesi’ndeki derslerini Tıbbiye-

den kalan iki laboratuarda yapar. Laboratuardaki malze-

menin tümü gösteri deneyi içindir. Meslektaşları Yahya

Hocayı kendini iyi yetiştirmiş, bilgili bir öğretmen olarak

tanımlar. Derste laboratuar ortamında verici yapar ve

okula radyo yayını yapmaya başlayarak meslektaşlarını

şaşırtır. Ancak Yahya Kızılsümer ile çalışmak her zaman

kolay değildir. Meslektaşları ile yapılan görüşmelerden

Yahya Hoca’nın laboratuar malzemelerini meslektaşları

ile paylaşma konusunda çok da hevesli olmadığı anlaşıl-

maktadır. Hocanın deney yaptığı malzemeleri diğer öğ-

retmenlerle paylaşmadığı, laboratuara giden öğretmenle-

ri bile sorguladığı, bilgisini kolay kolay paylaşmadığı dile

getirilir meslektaşları tarafından.21

Laboratuardaki malzemenin kayda alınması hususunu

da çok önemsemez Yahya Hoca. Ekim 1968’de müdür

Halil Tekinalp tarafından Yahya Kızılsümer’e gönderilen

bir uyarı yazısında iki senedir fizik aletlerinin tespitinin

yapılamadığı, okul ve kooperatif tarafından alınan fizik

aletlerinin kayıt edilmediği yazmaktadır. İki yıldır Hay-

darpaşa Lisesi fizik laboratuarı malzeme tespitinin niçin

yapılamadığına bir türlü akıl erdiremediğini, kendisini ay-

dınlatırlarsa memnun olacağını belirten ve saygılarımla

ifadesiyle biten otoriter, aynı zamanda taltif eden ve say-

gıda kusur etmeyen bir uyarı yazısıdır bu. Bu yazıya nasıl

bir cevap verildiğine arşiv belgelerinden ulaşılamadı.22

Ancak Yahya Hoca’nın yönetim ile arasını iyi tutmak gibi

bir kaygı gütmediği de ortadadır. Meslektaşlarıyla yapı-

lan görüşmelerden yola çıkarak Haydarpaşa Lisesinin iki

güçlü ismi Yahya Kızılsümer ile müdür Halil Tekinalp’in

ara sıra sürtüştüklerini söyleyebiliriz. Hele bir öğretmen-

ler kurulunda yaptıkları tartışma sonunda Yahya Kızılsü-

mer’in Halil Tekinalp’e “senin yerine bu okulda 10 müdür

bulurlar, ben gidersem 1 tane fizik öğretmeni bulamaz-

sın.” demesi okulun dilden düşmeyen hikâyelerindendir.23

Yahya Kızılsümer hem kendisi hem de meslektaşları ta-

rafından aşırı otoriter olarak tanımlanır. Ancak öğrencile-

rin gözünde Yahya Kızılsümer tatlı sert bir noktada durur.

İlkönce öğrencilerin öğretmenlerine olan saygılarının en

üst noktada olduğunu söylemek gerekir. Yahya Hoca ile

19Yahya Kızılsümer Dosyası.20Yahya Kızılsümer ile yapılan görüşme videosu. https://www.youtube.com/watch?v=rddsVWaznew. 25 Nisan 2012. Yükleyen: Ahmet Sema Efe21Haydarpaşa Lisesi emekli Kimya öğretmeni Nurettin Yaman ile Mayıs 2017 tarihinde yapılan görüşme.22Yahya Kızılsümer Dosyası.23Haydarpaşa Lisesi emekli Kimya öğretmeni Nurettin Yaman ile Mayıs 2017 tarihinde yapılan görüşme.

60

Page 63: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

ilgili anlatılan bütün anıların içinde tebessümle anlatılan

saygı korku ve haylazlık vardır. Öğrencilerin saygısı öğ-

retmenlerinin bilgisinden ve yönteminden, korkuları oto-

riterliğinden, ona karşı yaptıkları haylazlıklar ise hocanın

dersler dışındaki konulara tolere edici bir yaklaşımı olma-

sından kaynaklanmaktadır.

Haydarpaşa Lisesi’nde son sınıfa kadar başarıyla gelen

Ali Baykal, Fizikte kaldığı için üniversiteye girişi bir yıl

gecikmiştir. Sınıfta kalmasının nedeni sözlü sınavda bir

katsayıyı bilememesidir. Bir yılına mal olur ama Yahya

Hocaya hiç kızmaz. Fizikten lisede bir sene kalmıştır ama

mezun olunca ODTÜ Fizik bölümünü kazanır. Üniversite-

de akademik kariyerine devam eder, Boğaziçi Üniversite-

si Eğitim Fakültesi’ne dekan olur. Yıllar sonra pilav gün-

lerinde Yahya Hoca ile karşılaşsa da saygı ve çekinceden

bu başarılarından kendisine hiç bahsedemez.24

Yahya Kızılsümer’in Haydarpaşa Lisesi’nde öğrenciler

tarafından kullanılan lakabı Kel Yahya’dır. Bir gün öğren-

cilerine laboratuarda hafif elektrik verir, sonra da “kork-

mayın faydası var” der. Sınıfta sesi gür olan Kasım adlı

öğrenci “saç mı çıkarır” diye cevap verir. Yahya Hoca o

espriye güler ve tolere eder.25 Yahya Hoca bir gün labo-

ratuarda bir radyo vericisi yapar. Öğrencinin bir bölümü

mikrofona konuşup radyo yayını yapmak amacıyla labo-

ratuarda kalır, diğer bölümü de okulun öteki ucuna gider.

Sınıfta kalan öğrenciler “Öhö öhö öhö” diye sesler çıkar-

maya başlar, Yahya Hoca da “doğru dürüst bir şey söyle-

yin” der. Öğrenciler “Yahya! Yahya! Kel Yahya!” der, tabi

kimin söylediği belli değil. Hoca “yanınızda olsam ben

size gösteririm” der.26 Bazen lakabını söyleyen öğrenci-

lere kızar gibi yapar bazen ise ne olmuş kel olmuşsak der

ve aldırmadan geçer. Anlaşılan tek tahammülü olmayan

şey başarısızlıktır.

Yahya Kızılsümer 2 Haziran 1972 tarihinde kendi isteği

ile emekli oluncaya kadar Haydarpaşa Lisesi’nde çalış-

mıştır. Emekli olduktan sonra Özel Ata Lisesi’nde ve Mo-

ran Lisesi’nde çalışmaya devam eder. Bunun yanında Ye-

şilköy Hava Harp Okulu’ndan, Çamlıca Kız Lisesi’nden,

Kabataş Erkek Lisesi’nden, Yeditepe İstek Vakfı Okulu ve

Üniversitesi’nden fizik laboratuarları kurmak için çağrılır.

Özel Moran Lisesi kapanırken laboratuardaki fizik aletleri

Yahya Hocaya armağan edilir. Yahya Hoca bu aletlerle

evinde dostlarına ve torunlarına deneyler yapar, fiziği

sevdirmeye devam eder.27

1972 Haziran ayında emekli olarak görevinden ayrılan

Yahya Kızılsümer okul ile ilgili en fazla konuşulan öğret-

men olma özelliğini taşımaktadır. Özellikle laboratuarın-

da yaptığı Fizik deneyleri öğrencilerini oldukça etkilemiş-

tir. Yahya Hoca okul ile bağını emekliliğinden sonra da

kesmez. Öyle ki, Haydarpaşa Lisesi yeni binasına taşındı-

ğında Fizik ve Kimya Laboratuarlarının oluşturulmasında

meslektaşlarına ve öğrencilere desteğini esirgememiştir.28

Yetiştirmiş olduğu bütün öğrencileri adına Yahya Hocayı

saygıyla anıyoruz.

241964 mezunu Ali Baykal ise 22 Mayıs 2018 tarihinde yapılan görüşme. 251970 mezunları Oğuz Saygın ve Remzi Sarıoğlu ile 30.05.2017 tarihinde yapılan görüşme261969 mezunu Hamdi Gezmiş ile 19.12.2018 tarihinde yapılan görüşme27Hüseyin Hüsnü Tekışık, “101 yaşında örnek bir öğretmen” 281985-1994 Haydarpaşa Lisesi emekli okul müdürü Huzeyfe Coşkun ile 27 Nisan 2017 tarihinde yapılan görüşme.

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 61

Page 64: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

M i n e K I L I Ç *

Türk edebiyatının tamamı terazinin bir kefesine, Dede Korkut Hikâyeleri ise diğer kefesine konulursa Dede Korkut ağır basar.

Fuat Köprülü

62

DÜNYA KÜLTÜR MİRASINA DEV ARMAĞAN: “KİTAB-I DEDEM KORKUD ALÂ LİSÂN-I TÂİFE-İ OĞUZÂN”

Page 65: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

Kısa adı UNESCO olan Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve

Kültür Kurumu’nun Paris’te 29 Eylül-17 Ekim 2003 tarihleri

arasında toplanan 32.Genel Konferansı, 17 Ekim 2003 1972

tarihinde “Somut Olmayan Kültürel Mirasın Korunması Söz-

leşmesi”ni kabul etmiştir. Sözleşme, TBMM’nin 19.01.2006

tarihli oturumunda oy birliği ile kabul edilmiş, “Somut Olma-

yan Kültürel Mirasın Korunması Sözleşmesinin Onaylanma-

sının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun” (No: 5448) 21 Ocak

2006 tarih ve 26056 Sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yü-

rürlüğe girmiş ve Türkiye’nin taraf olma süreci 27 Mart 2006

tarihinde tamamlanmıştır.

Sözleşmenin 16. 17. ve 18. Maddelerine göre oluşturulan

Somut Olmayan Kültürel Miras Listeleri bulunmaktadır ve bu

listelerin adları şunlardır:

1. İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirası Temsilî Listesi

2. Acil Koruma Gerektiren Somut Olmayan Kültürel Miras

Listesi

3. En İyi Uygulama Örnekleri Listesi

Türkiye’nin ilk yazımları Hükümetlerarası Komite’nin 2008

yılında İstanbul’da gerçekleşen Üçüncü Olağan Toplantısı’n-

da daha önce ilan edilen başyapıtların 16. Madde kapsamın-

daki Somut Olmayan Kültürel Miras Temsilî Listesine alınma-

sıyla gerçekleşmiştir.

Kasım 2018 tarihi itibariyle Türkiye’nin İnsanlığın Somut

Olmayan Kültürel Mirası Temsilî Listesine kayıtlı 16 adet un-

suru bulunmaktadır:

1. Meddahlık Geleneği (2008)

2. Mevlevi Sema Törenleri (2008)

3. Âşıklık Geleneği (2009)

4. Karagöz (2009)

5. Nevruz (2009)

6. Geleneksel Sohbet Toplantıları: Yaren, Barana, Sıra Ge-

celeri vd. (2010)

7. Alevi-Bektaşi Ritüeli Semah (2010)

8. Kırkpınar Yağlı Güreş Festivali (2010)

9. Geleneksel Tören Keşkeği (2011)

10. Mesir Macunu Festivali (2012)

11. Türk Kahvesi ve Geleneği (2013)

12. Ebru: Türk Kâğıt Süsleme Sanatı (2014)

13. İnce Ekmek Yapımı ve Paylaşımı Geleneği (2016)

14. Geleneksel Çini Sanatı (2016)

15. Bahar Bayramı Hıdırellez (2017)

16. Dede Korkut-Korkut Ata Mirası: Kültürü, Efsaneleri ve

Müziği (Azerbaycan ve Kazakistan ile Ortak Dosya, 2018)

Dede Korkut; 28.11.2018 tarihinde Morityus Cumhuri-

yeti’nin başkenti Port Louis’de gerçekleştirilen UNESCO

Somut Olmayan Kültürel Mirasın Korunması 13. Hükü-

metler arası Komite Toplantısı’nda listeye alınmış ve Tür-

kiye listeye en çok eser veren beş ülke arasındaki yerini

yine korumuştur. Listede 122 ülkeden 508 unsur yer al-

maktadır.

Türkçenin konuşulduğu bütün ülkelerde bu haber bü-

yük bir sevinçle karşılandı. Türk ve dünya edebiyatlarında

özel bir yeri olan Dedem Korkut Kitabı’nın yazılı metni

(Dresden nüshası) bulunalı iki yüz yıl oldu. 1815 yılında

Heinrich Friedrich Von Diez’in bir incelme yazısıyla bilim

dünyasına tanıtılan eser, o günden beri Türklük biliminin

eskimeyen ve tüketilemeyen konularından biri olarak yer-

li ve yabancı araştırmacıların, mütercimlerin hep ilgisini

çekmiştir ve çekmeye de devam edecektir. Burada dikka-

te şayandır ki bu abidenin Türkiye’deki ilk neşri, bulunu-

şundan yüz yıl sonra 1916 yılında Kilisli Muallim Rifat ta-

rafından yapılmıştır. Kilislinin bu çalışması, eserin Orhan

Şaik Gökyay (1938) ve Muharrem Ergin (1958) tarafından

yapılan Latin harfli neşirlerine kadar yıllarca elden ele tek

kaynak olarak dolaşmıştır. Türkiye’deki bu ilk yayından

günümüze yaklaşık yüzyıl geçmiştir. Bu zaman zarfında,

eserin birçok araştırıcı tarafından bilimsel ölçütlere uy-

gun kitap halinde neşirleri ile yüzlerle ifade edilebilecek

makale yayımlanmıştır (Bekki, 2015).

Bugüne kadar iki ayrı nüshası (Dresden Nüshası ve Va-

tikan Nüshası) tespit edilen metindeki bölümler, tek ba-

şına birer hikâye özelliği gösterseler de, bütüncül olarak

ele alındığında bir ilişki ağı içerisinde olan toplam on iki

hikâyeden ve bunlara ek olarak bir mukaddimeden oluş-

maktadır. Dede Korkut Kitabının asıl adı, eserin giriş kıs-

mında belirtildiği üzere, “Oğuzların Diliyle Dedem Kor-

kut Kitabı” anlamına gelen “Kitab-ı Dedem Korkud Alâ

Lisân-ı Tâife-i Oğuzân”dır.

Dede Korkut Hikâyeleri Oğuz Türklerinin 12.-14. yüz-

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 63

Page 66: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

yıllarda Anadolu’nun doğusundaki geleneksel yaşam tar-

zını, aile yapısını, dilini, dinini, dünyaya mitolojik açıdan

bakışını, etnografyasını, mücadelelerini anlatmakta ve

kesin olarak bilinmemekle birlikte 15. yüzyılın ortaların-

dan itibaren yazıya geçirildiği tahmin edilmektedir. Dede

Korkut Kitabı, mukaddimesi ve bu mukaddimenin somut

hikâyeleri sayılabilecek on iki boyuyla Türk mitolojisi açı-

sından geçmişi açıklayan, geleceğe örnek insan tipleri su-

nan bir “töre” kitabıdır. Oğuznamecilik geleneğinin en gü-

zel örneklerinden olan kitap ihtiva ettiği atasözü, deyim,

ağıt, alkış-kargış örneklerinin yanı sıra, eski Türk gelenek-

leri, inanışları ve pratikleri ile eski Türk şiiriyle nesrinin

en güzel örneklerini sunması bakımından halk edebiyatı

araştırmaları için eşsiz bir kaynaktır (Aça, 2000). Bugün

birçok aile terapisti, eğitimci için de bir kaynak olduğu,

üzerinde yapılmış çalışmalardan anlaşılmaktadır.

Dedem Korkut Kitabı, Dresden nüshasında, kendi içeri-

sindeki anlatıları yani her bir hikâyeyi “boy” veya “oğuz-

name” olarak tanımlamaktadır. Vatikan nüshasında “hikâ-

yet” terimi “boy”u karşılar şekilde kullanılmıştır. Ayrıca

bu nüshada da anlatılar için “oğuzname” terimi de kulla-

nılmaktadır. Bir kahramanın maceralarını anlatmaya “boy

boylamak”; boylar içindeki manzum kısımlara “soy”, bu

soyları kopuz eşliğinde belli bir ezgiyle okumaya ise “soy

soylamak” dendiği metinlerin akışından anlaşılmaktadır

(Ercilasun, 2000).

Hikâyelerin tümünde rol alan Dede Korkut (Korkut,

Korkut Ata, Dedem Korkut), Oğuzların Bayat boyundan-

dır. Onun diğer Oğuzlardan farklı olarak olağanüstü özel-

likleri vardır. Bu özelliklerden birisi “Alplık” diğeri “Veli”-

liktir. Ayrıca Dede Korkut bu hikâyelerde yol gösterici,

problem çözücü işleviyle de çoğu zaman öne çıkar.

64

Page 67: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

Böylesine kıymetli bir tarihi metnin okunuşunun ve de-

ğerlendirilmesinin bir kuyumcu titizliği ile düşünülmesi

gerekmektedir.

Dede Korkut hikâyelerinin en önemli özelliklerinden bi-

risi de “Model Oluşturma” ya da “Model Gösterme” yo-

luyla iyi ve doğruyu göstermesidir. Bu modeli gösterirken

zaman zaman kötü modelleri de göstererek olmaması ge-

rekenleri somutlaştırır (Arı, Karateke, 2010).

Mehmet Kaplan’ın toplumun inandığı temel kıymetle-

ri temsil ederler dediği tiplerin, bir milletin anlatılarında

yüzyıllar geçse de izlerini sürdürüyor olmaları dikkate de-

ğer ve kıymetlidir. Ortak bir belleğin ve kültürün temsili

olan tipler üzerinden milletin değerlerindeki değişimi de,

kalıcı olmuş unsurları da gözlemlemek mümkündür. Zira

anlatılarda yaratılan tipler ve kahramanlar aynı zaman-

da canlı birer toplumsal bellek taşıyıcısı konumundadır-

lar. Onlar kültürel sürekliliği kültürel bellek aracılığıyla

canlı tutarlar. Kültürel bellek, kültürel kodlar ve sembol-

ler tarafından oluşturulur, yaşatılır ve nesillere aktarılır.

Kültürel kodlar ise toplumsal yaşamın sürdürebilirliğini

imkânlı hale getirirken normları ve değerleri her defasın-

da yeniden yaratmakta görev üstlenirler. Kadim anlatılar

olan destanlardaki tiplerin ve değerlerin tekrar edilerek

geçmişle geleceği birleştirmesi toplumların güçlenmesi-

ni sağlar ve var oluşlarını pekiştirir. Dolayısıyla modern

çağda, toplumların geleneklerinden beslenen kimlikleri-

nin canlı tutulmasında, bu kadim anlatılar önemli bir yere

sahip olurlar.

Kadim bir anlatı olarak Dede Korkut Hikâyeleri kültü-

rel bellek eğitimi anlamında hem kadın hem erkek her

dönem her yaş her sınıf için içinde birçok kıymetli kodu

barındıran bir yapıya sahiptir.

Çocuk eğitiminden başlayacak olursak, Dede Korkut

hikâyelerinde çocuk eğitiminin büyük bir yeri vardır.

Eserin mukaddime kısmında da buna dikkat çekilir: “Kız

anadan görmeyinçe öğüt almaz, ogul atadan görmeyin-

çe sofra çekmez. Ogul atanın yetürüdir, iki gözinin biridir.

Devletlü ogul kopsa ocagının közidir. Ogul dahi neylesin

baba ölüp mal kalmasa. Baba malından ne faid başta dev-

let olmasa. Allah devletsüz serinden saklasın hanum sizi.”

Dede Korkut Hikâyelerinde atlı göçebe yaşam tarzının

bir gereği olarak, kendi boyunu koruma, tabiata ve düş-

man kavimlere karşı güçlü olma ve kendilerini savunma

amacıyla sürekli mücadele içinde olmak, insanlara ister

istemez savaĢçı ve mücadeleci bir kimlik kazandırmıştır

(Başar, 2012). Bu noktadan hareketle, Dede Korkut Hikâ-

yelerinde eğitimin bir başka basamağı Alplığa geçiştir

ki insan hayatının da önemli bir dönüm noktasıdır. Bu

dönüm noktasında ise 15 yaş özel bir anlam ifade eder.

Nerdeyse her hikâyedeki kahramanın 15 yaşına kadar

olan yaşam öyküsü bir iki kalıp cümle ile geçiştirilirken,

kahramanın yetişkinler dünyasına katılması için 15 yaşı,

buna ilaveten “hüner” ve “erdem” sahibi olması beklenir

(Duymaz,1998). Alplığın iki temel öğesi vardır: hüner ve

erdem. Hüner: at binmek, kılıç kuşanmak, ok atmak, düş-

mana galebe çalmak yani göçebe yaşam koşulları düşü-

nüldüğünde hayatın aktif olarak sürdürülmesinde fiziksel

anlamda beceri kazanmış olmak anlaşılır. Erdem ise insa-

ni vasıfları içerir ki açları doyurmak, çıplakları giydirmek,

cömert olmak, vefalı olmak, büyüğüne saygı duymak, an-

neye babaya hürmetkâr olmak, töresine, toprağına sahip

çıkmak… (Deveci vd. 2013) birçok özelliği sayarken “Bir

güne bir gün babasını önüne geçmedi.” diye ifadesini bu-

lan hassasiyet örnekleri metinlerin dikkat çeken noktaları

arasında sayılabilir.

Yetişkinler dünyasına geçmek için -ki bugün bizim ço-

cuk dediğimiz yaşta gerçekleşiyor- bireyin yine bugün

üstün zekâlı dediğimiz niteliklerle donanmış olması bek-

leniyor. Problem çözme becerisi çocuk kahramanların

hemen hepsinde görülmekteyken hayal etme, sezgilerini

kullanabilme, birçok sayıda fikir üretme ve sınırları aşarak

düşünebilme özelliklerinin de alplığa aday bireylerin öne

çıkan nitelikleri arasında. Dil gelişimi alanına ait özellikle-

rin tamamı çocuk kahramanlarda mevcuttur. Yazının kul-

lanılmadığı dönemleri düşündüğümüzde bireyin kendini

çok iyi ifade etmesi de onun yetişkinler dünyasına kabul

edilmesinde önemli bir rol oynuyor. Göçebe olmaları ne-

deniyle sürekli savaş halinde olan Oğuzlarda; ata binmek,

ok atmak, yay kullanmak büyük bir meziyettir. Çocuklar

daha küçük yaşta ok atmak, ata binmek, kılıç kuşanmak

gibi bir eğitim süreciyle karşılaşırlar. Bu nedenle de tüm

çocuk kahramanların fiziksel gelişim alanına ait yüksek

düzeyde fiziksel enerjiye sahip olduğu görülür. Günümüz

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 65

Page 68: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

eğitimde sporun bireye kazandırdığı zindelik bilimsel ola-

rak ispatlanmışken; bu aktiviteleri günlük hayat becerileri

olarak düşündüğümüzde yetişkin hayata hazırladığımız

çocuklarımıza modern hayatın hızına uygun nitelikleri ka-

zandırmanın aslında bir “töre” olduğunu bilmek gereğini

bu metinler ortaya koyar. Ayrıca duygusal duyarlılık, yo-

ğunluk ve tepki, güçlü oldukları alanlarda kendine güven

duyguları, mükemmeliyetçilik ve erken benlik gelişimi

gibi duygusal gelişim alanına ait pek çok özellik çocuk

kahramanlarda dikkat çeker (Hakkoymaz/ Uygun, 2017).

Dede Korkut Kitabında kadınlar da geniş bir yer bulur

kendilerine. Önce mukaddimede genişçe yer ayrılır onla-

ra: “Dede Korkut dilinden ozan der: Karılar dört türlüdür.

Birisi solduran soptur. Birisi dolduran toptur. Birisi evin

dayağıdır. Birisi ne dersen bayağıdır.

Ozan, evin dayağı odur ki kırdan yabandan eve bir mi-

safir gelse, kocası evde olmasa, o onu yedirir içirir, ağır-

lar azizler gönderir. O Ayişe, Fatıma soyundandır hanım.

Onun bebekleri yetişsin. Ocağına bunun gibi kadın gelsin.

Geldik o ki solduran soptur… Sabahleyin yerinden kal-

kar, elini yüzünü yıkamadan dokuz bazlama ile bir külek

yoğurt bekler, doyuncaya kadar tıka basa yer, elini böğ-

rüne koyar, der: Bu evi harap olası kocaya varalıdan beri

daha karnım doymadı, yüzüm gülmedi, ayağım pabuç,

yüzüm yaşmak görmedi der, ah nolaydı, bu öleydi, biri-

ne daha varaydım, umduğumdan daha uygun olaydı der.

Onun gibisinin, hanım, bebekleri yetişmesin. Ocağına bu-

nun gibi kadın gelmesin.

Geldik o ki dolduran toptur… Dürtükleyince yerinden

kalktı, elini yüzünü yıkamadan obanın o ucundan bu ucu-

na, bu ucundan o ucuna çırpıştırdı, dedikodu yaptı, kapı

dinledi, öğleye kadar gezdi; öğleden sonra evine geldi,

gördü ki hırsız köpek, büyük dana evini birbirine katmış,

tavuk kümesine sığır damına dönmüş; komşularına sesle-

nir ki: kız Zeliha, Zübeyde, Ürüveyde, Can Kız, Can Paşa,

Ayna Melek, Kutlu Melek ölmeğe yitmeğe gitmemiştim,

yatacak yerim gene bu harap olası idi, nolaydı benim

evime birazcık bakaydınız, komşu hakkı Tanrı hakkı diye

söyler. Bunun gibisinin, hanım, bebekleri yetişmesin. Oca-

ğına bunun gibi kadın gelmesin.

Geldik o ki ne kadar dersen bayağıdır: Uzak kırdan ya-

bandan bir edepli misafir gelse, kocası evde olsa, ona

dese ki: kalk ekmek getir yiyelim, bu da yesin dese, pişmiş

ekmeğin bekası olmaz, yemek gerektir; kadın der: Ney-

leyeyim, bu yıkılacak evde un yok elek yok, deve değir-

meninden gelmedi der; ne gelirse benim kalçama gelsin

diye elini arkasına vurur, yönünü öteye kalçasını kocasına

döndürür; bir söylersen birisini koymaz, kocasının sözü-

nü kulağına koymaz. O Nuh peygamberin eşeği asıllıdır.

Ondan da sizi, hanım, Allah saklasın. Ocağına bunun gibi

kadın gelmesin.” (Ergin, 1971)

Bütün olarak metinler ele alındığında iki kadın tipinin

ön planda olduğunu görmekteyiz: Alp tipi kadın, ideal eş

ve anne olan kadın. Mukaddimede iyi bir eş olmanın te-

melinde evinde misafir ağırlayan eşler ön plana çıkarılsa

da metnin devamında alp tipi kadınların da genişçe yer

aldıklarını görürüz. Dede Korkut Kitabı’nda alp tipinin

özelliklerini taşıyan Selcen Hatun, Boyu Uzun Burla Ha-

tun, Banu Çiçek gibi birden çok kadın kahraman mevcut-

tur (Koç, 2017).

66

Page 69: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

Bugün Türk dünyasının geniş sahalarında, Türkçe ko-

nuşulan tüm ülkelerde Dede Korkut bir ortak mirastır.

Azerbaycan’da Dedem Korkut Kitabı ile ilgili çalışmaları

ve çalışanları kapsayan özel bir terim dahi ortaya çıkmış-

tır: “Korkutşinaslık”. İpek Yolu üzerine yapılan birçok ça-

lışma Dede Korkut’un Oğuzların ipek yolundaki yolculuk-

larını yönlendiren, hayatlarına ve düşüncelerine etki eden

çok önemli bir eser olduğunu gösteriyor. Yani bir bakıma

Türklerin, Dede Korkut’un ve İpek yolunun hikâyelerinin

tarihte birlikte yaşanmış olduğu ve bütünleştiği anlaşılı-

yor (Özçelik, 2016).

Binlerce yıldır, yüzlerce medeniyete vatan olmuş bu

topraklarda kültürel belleği canlı tutmak, yaşatmakta da

en büyük görev biz eğitimcilere düşüyor. Biz bu mirasların

değerini nasıl anlatırsak, genç neslin dimağında öyle kod-

lanacak. Kıymetlere kıymet katmak, onları günümüzün

yaşam koşullarında somut davranış örnekleri haline getir-

mek bizim elimizde. “Bir güne bir gün büyüklerinin önüne

geçmeyecek” hassasiyette nesiller yetiştirmek dileğiyle…

* Çağrıbey Anadolu Lisesi Müdür Yardımcısı

KAYNAKÇA

AÇA, M. (2000) “Türk Destancılık Geleneğine Bütüncül Yaklaşabilme ve Alp Kavramı Üzerine Bazı Yeni Yaklaşım Denemeleri” Milli Folklor Dergisi Yıl:12 Sayı:48, Kış

ARI, B./ KARATEKE, E. (2010) “Dede Korkut Hikâyelerinde Kadın ve Ço-cuk Eğitimi”, Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt: 7 Sayı: 14, (275-284)

BAŞAR, L. K. (2012) “Dede Korkut Hikâyelerinde Savaşçı Eğitimi” Turkish Studies - International Periodical For The Languages, Literature and His-tory of Turkish or Turkic Volume 7/4, Fall, (1009-1017)

BEKKİ, S. (2015) “Dedem Korkut Kitabı Araştırmalarının 100 Yıllık Tarihi Ve ‘100 Temel Eser’ Kapsamında Yayımlanan Dede Korkut Hikâyeleri Adlı Kitapların Niteliği Üzerine Bir Değerlendirme”, Düşünce Hayatımızda ve Kültürümüzde Dede Korkut Uluslararası Sempozyumu Tebliğler, Haz. Fatih Yalçın-Kürşat Kara, Bayburt Üniversitesi Yayınları, (179-198)

DEVECİ, H. vd. (2013) “Dede Korkut Hikâyelerinde Yer Alan Değerler” Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi Electronic Journal of Social Sciences, ISSN:1304-0278, Yaz, Cilt:12 Sayı:46 (294-321)

DUYMAZ, A. (1998) “Dede Korkut Kitabı’nda Alplığa Geçiş ve Topluma Katılma Törenleri üzerine Bir Değerlendirme”, İkinci Uluslararası Dede Korkut Kollokyumu, Bakü/Azerbaycan

ERCİLASUN, A. B. (2000) “Dede Korkut Mirası”, C: 2000/I, S: 578, (111-115) Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi

ERGİN, M. (2004), Dede Korkut Kitabı I, TDK Yayınları

HAKKOYMAZ, S./ UYGUN, N. (2017) “Dede Korkut Hikâyelerindeki Üs-tün Yetenekli Çocuklar” Ekuar Jetpr Eğitim Kuram ve Araştırmaları Dergisi Cilt: 2017 Sayı: 2 (22-34)

KOÇ, Y. (2017) “Banu Çiçek’ten Gülcemal’e Alp Kadın Tipinin İzleri” Litte-ra Turca Journal Of Turkish Language And Literature. Cilt: 2017/3. Sayı: 2

ÖZÇELİK, S. (2016) “Dede Korkut İpek Yolunda” Teke Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi Sayı: 5/1 s. 1-11

http:/+/basin.kulturturizm.gov.tr/TR-219846/turk-destani-dede-korkut-u-nescoda.html (erişim tarihi: 10 Ocak 2019)

http://www.unesco.org.tr/Pages/126/123/UNESCO-%C4%B0nsan-l%C4%B1%C4%9F%C4%B1n-Somut-Olmayan-K%C3%BClt%C3%BC-rel-Miras%C4%B1-Temsili-Listesi (erişim tarihi: 10 Ocak 2019)

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 67

Page 70: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

A h s e n Ç A M L I C A / U l a ş E V R E N *

İngiliz General Aspinall-Oglander, Çanakkale Sava-şında verdiğimiz genç şehitleri ifade ederken bu cüm-leyi kurmuştur. Bu cümle, savaşın sebep olduğu acı ka-yıpları özetler niteliktedir.

I. Dünya Savaşında Türkler hemen her cephede o ka-dar çok kayıp vermişti ki, ülke genelinde savaşı devam ettirecek yetişkin erkek bulunamaz olmuştu.

11 Mayıs 1915…

Binlerce lise ve üniversite öğrencisi İstanbul’un Be-yazıt Meydanında toplanıyor. Harbiye Nâzırı Enver Paşa gençlere şöyle sesleniyor: “Vatan elden gidiyor. Vatanın geleceği Çanakkale Savaşı’na bağlı. Binlerce askere ihtiyaç var. Eli silah tutan gençler gönüllü ola-rak silâh altına alınacaklar”. Ortalığı büyük bir heye-can dalgası sarıyor. Başta tıbbiyeli gençler olmak üzere üniversiteli gençlerin çoğu, zaten askere alınmışlardır. Şimdi de 20 yaşın altındaki liseli gençler askere çağ-rılmaktadır. Meydandaki lise öğrencilerinin yürekleri, vatan ve millet aşkıyla çarpmaktadır ve her vatan evla-dı gibi cepheye koşmak için can atmaktadırlar. Ancak 1909-1914 Askerî Mükellefiyet Kanunu’na göre, Sul-taniye (Lise) öğrencileri askere alınamaz. Ama hiçbiri kanun dinlemez ve gönüllü asker olarak isimlerini yaz-dırmak için kuyruğa girerler.

Çiçeğin tomurcuğu...

Vakti gelmeden solan gül goncası...

Hey on beşli...

Türkiye’nin gözü yaşlı...

68

TÜRK ORDUSUNUN AÇMADAN SOLAN ÇİÇEKLERİ

“Gelibolu’daki kanlı muharebeler, Türk ordusunun çiçeğini bitirmiştir.”

Page 71: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

Sultan V. Mehmed Reşad, Askeri Mükellefiyet Kanu-nunda değişiklik yaparak eli silah tutan ve fiziksel geli-şimini tamamlamış gençlerin muayene edildikten son-ra cephelere sevk edilmesini emreder. Böylece “Hey On Beşli” türküsünün hikayesi başlamış olur.

Böylece cepheden dönemeyenlerin anısına, şahadet-le şereflenenlerin anısına matem rengi siyah; sarılarla, bordolarla simge olur da bir kahramanlık destanı yazar bayraklara.

Türkiye’nin dört bir yanından cephelere akın akın Mehmetçik yağar. Hepsinin tek bir amacı vardır: “şehit olmak”. Hiçbirinin aklında geri dönmek yoktu, gider-ken arkalarına bakmadılar. Çünkü hepsi görevlerinin bilincindeydiler, kutsal bir göreve talip olmuşlardı.

Bu savaş, vatan yolunda kendi hayatlarını ‘yok’ yaz-dıranların savaşıydı.

18 Mayıs 1915’i 19 Mayıs 1915’e bağlayan gece, cep-hede heyecan doruk noktasındadır. Yapılan plana göre, düşman mevzilerine ani ve sessizce saldırılacak, düş-man gafil avlanıp yok edilecektir. Bu nedenle saldırı, marş söylenmeyerek ve borazan çalınmayarak sessizce yapılacaktır.

Saat 03.30’da hücum emri verildiğinde heyecanlanan

ve coşan gençler, marşlarla hücuma geçerler. Halbuki düşman, gündüzden keşif uçaklarıyla böyle bir hazırlı-ğın yapıldığını tespit etmiş, gerekli bilgileri toplamıştı. Böylece koca tümen tuzağa düşer, düşmanın makineli (mitralyöz) ateşiyle gençlerden binlercesi hücum anın-da yere yıkılır. Anzaklarla yapılan bu iki saatlik çatış-mada binlerce şehit verilir. 2. Tümenin bazı alaylarının yer aldığı cephenin uzunluğu 600 metre olup, her 15 cm’ye bir asker düşmektedir. Düşmanın bu saldırısında her bir Türk askerine 95 mermi isabet eder. 2. Tümen-den geriye dönen olmaz.

Çanakkale Savaşı’nın en kanlı anlarından biri, bu an olur. Bu nedenle bu bölgeye “Kanlısırt” adı verilir. Böy-lece eğitimli binlerce genç, cepheye gittikten bir gün sonra şehit olurlar.

Şehit haberleri okullara ulaşınca, okullar yasa bürü-nür ve geride kalan öğrenciler, ağabeylerinin anısına okulun bütün kapı ve pervazlarını matem rengi siyaha boyarlar.

Sarı ve siyah; bordo ve siyah… Aslında bir acı ama bir o kadar onurlu bir hatıranın izleridir.

Anadolu’da açılan ilk devlet lisesi olan Kastamonu Abdurrahmanpaşa Lisesi 120 öğrencesini cepheye gönderdiği 4 yıl boyunca mezun veremez.

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 69

Page 72: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

Üsküdar Mekteb-i Sultanisi, Galatarasay Lisesi, Ka-bataş Lisesi, Vefa Lisesi, Balıkesir Lisesi, Konya Lisesi, Sivas Lisesi, Yozgat Lisesi ve İzmir Lisesi de I. Dünya Savaşında mezunları yerine şehitlerini anar.

“Ahmet Kemaleddin Efendi geri döndü, Fransızca sözlü sı-

navından 5 alarak sınıfını geçti.

Hasan Numan Efendi geri dönemedi.

Mehmed Sadi Efendi’nin akıbetinden bihaberiz.

Mehmed Nazmi, Aziz Ulvi, Halit Fuat, Besim İbrahim,

Mehmed Muzaffer, Hasan Tahsin…

Bugün kimliklerini bile bilemediğimiz 100’den fazla eğitimli

insan… ”

Hasan Numan Efendi, Ahmet Kemaleddin Efendi, Mehmed Sadi Efendi ve daha niceleri... Adını bile duy-ma şansımızın olmadığı meçhul çocuk askerler... Hepsi şehit düşerek fidan oldular, o fidanlar büyüdü ve gü-nümüz Türk gençliğine nefes aldıran ormanlar oldular. Hepsine minnettarız.

“Bir çocuk düşün; henüz on beş yaşında

Hayatının en başında

Bir çocuk düşün; dipçik izi kaşında

Cesedi musalla taşında

Bir çocuk düşün; adanmış hayatları cesaretiyle yoğurdu

Şanlı anneler her çakala bir aslan doğurdu

Bir çocuk düşün, mavi gözlü bir devin asaleti var kanında

Bu yüzden ezilirsin karakterinin yanında

Bu çocuk ki yurdun temeli

Ülkesini geliştirmek olmalı tek emeli

Atasının her vizyonunu benimsemeli

Vatanına değmesine izin veremez yabancı eli

Bir savaş düşün; olmaya yakın bir Yaş, renk, cinsiyet gözet-

meksizin kötülüktür ikonu

Sonu esarettir savaşın her tonu

Türkler tunçtan kalkan, vatansa konu”

Türk halkının geçmişini, varlık mücadelesini, şanlı tarihini anlatan; çocukluktan yeni çıkmış bedenlerin, pırıl pırıl zihinleri, en iyi hatıraları cephedeki bomba-lar ve ellerindeki silahlarken günümüz gençliğinin bu vatanı bağrına basması uğruna her şeyi feda edecek durumda olması bir zarurettir.

Gençliğin baharında, yaşama sevincinin doruğunda, savaşın bağrında kalan Türk gençliği duygularını hiçe sayarak cepheye koştu. Öğretmeni, öğrencisi, hade-mesi, aşçısı kime kim demeden koştu. Geriye bomboş bina yığınları, soğuk duvarlar, tebeşir değmemiş tahta-lar ve tozlu sıralar kaldı. Önemli değildi. Çünkü gençler vatandan önemli hiçbir şeyin olmadığını biliyorlardı. Savaş için kendini feda etmek bu yiğitliği göstermek. Türkiye olmak için verilen mücadelenin önemini en çarpıcı ve yıkıcı şekilde gözler önüne sermektedir. Bu kahramanlık hikayesini biz gençlerin sahip çıkması, ko-ruması boynumuzun borcudur.

Atatürk’ün “Biz Çanakkale’de bir Darülfünun göm-dük!” sözü, ülkelerini savunmak uğruna şehit düşen okumuş nesillerin kaybının memleket için ne denli mü-him olduğundan ve zaferin ne büyük bir fedakârlık so-nucu elde edildiğinin bir kanıtıdır.

Bir nesil cepheleri sınıf, silahları kalem, asker arka-daşlarını sınıf arkadaşı, komutanlarını da öğretmen olarak bildi.

Bu zaferin bize öğretmesi gereken çok şey var, unu-tulmamalı ki:

“O gün şehit olanlar, bugün yaşayan insanlar için vardı.”

* Çağrıbey Anadolu Lisesi 11. Sınıf Öğrencileri

70

Page 73: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

İçimdeki çavlanı serbest bıraktım ya sevgili

Meraktan bir yorgunluk telvesi hesap istedi benden

Şehirlerin en durusu gelip dayandı aşka

Ve istanbul vefalı bir tapınak sundu bana

Gözlerinle kurtuldum sunak bozması taştan

Yazdı mevsim can çekişiyordu ülküler kederliydi

Bir can simidi gibi yapışmıştım gölgeye

Şimdi istanbul gibi bir sevdasın gönlümde

Artık taşralı değilim geldin payitahtı oldun kalbimin

Şehrin böğrüne bir hançer olarak saplandım önce

Yüzüm görünmüyor bir süredir fotoğraflardan

İncecikten bir kar yağacak kabrimin de üstüne

Leyla baksa belki de o kar yağmayacaktır

İstanbul beni affet sana geldim koynuna geldim

Sana geldim seni sormaya geldim yaşlı sevgilim

Sevildikçe onanan nadide bir çiçeğim süsen

Gidiyorum kavuşma emeliyle hasreti duya duya

Ey sevgili şehir senin olmamak kötülüklerin en yücesi

Hadi söyle bana gel de koynunda yer aç

Öleceksem sende ölmeliyim işvende dirilmeliyim

Sen bana gelmeden kucak açtın ne güzel bir sevdasın sen

Şivekâr nazenin beka yolcusu süreyya gelinliği

İpekten yumuşak öpüşün dağlara doğarız biz seninle

Dağlar bir türkünün son mısraı sen aşkın öbür yarısı

(27.02.2019, pazar)

İSTANBUL’A MERHABA

* Şair Yazar

71M E K T E B - İ ÜSKÜDAR

İ s m a i l AY K A N AT *

Page 74: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

Soğuk kış günlerinde siyah beyaz takvim yap-rakları bir bir yırtılırken büyüklerimizin dilinden heyecanlı ve sevinçli bir eda ile “cemre düştü” müjdesini duymayanımız yoktur. (19-20 Şubat) Cemre havaya düştü… (26-27 Şubat) cemre suya düştü… Sonunda (5-6 Mart) cemre toprağa düş-tü… Neydi cemre? Neye benzerdi? Dahası na-sıl ve niçin düşerdi? Birçoğumuz hayatımızın ilk dönemlerinde körpe zihinlerimizde bu ve benzeri sorulara cevaplar aramışızdır hep. Baharın müj-desidir dedi babaannem cemre havaya düşer o kasvetli ve soğuk günler yavaş yavaş çekilir, gü-neş bulutlara inat ara sırada olsa sıcak ve aydın-

lık yüzünü gösterir, cemre suya düşer sular ısınır, buhar olur yağmurlara karışır, sonunda cemre toprağa düşer bahar gelir… Üçüncü cemre düş-müş, tabiat güneşine buluşmuştur artık. Kuşlar bu buluşmanın sevinciyle ötüşür, böcekler arılar, kelebekler bu buluşmanın sevinciyle uçuşurlar. Öbek öbek eriyen kar yığınlarının altında, akan derelerin kanaralarında filizlenen baharın ilk çi-çekleri, adeta bizlere haşrı müjdeler… O anlat-tıkça derin hülyalara dalar, söylediklerini küçük zihnimde anlamlandırmaya ve kavramaya çalış-tırdım.

72

Tayfur KOZAN*

BAHARIN MUŞTUSUCEMRE VE NEVRUZ

Şubat’tan Mart’a üç sıcak muştu var,

Düşer cemre, sonra nevruz, sonra bahar.

Page 75: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 73

Anlamıştım bir zaman sonra. Cemre bir mahlûk de-ğildi, güneşi, ateşi, bereketi hassaten yeniden dirilme-yi müjdeleyen tecrübî bir simgeydi. Zira kadim kültü-rümüzde tarih boyunca doğayla adete hem hal olan insanlar doğayı gözlemlemiş, doğada belli aralıklarla gerçekleşen iklim olaylarından yola çıkarak, temel uğ-raşlarının, yaşam şekillerinin ve sosyal hayatlarının da etkisiyle doğal takvimler meydana getirmişlerdi. Bununla beraber tüm yaşam biçimlerini, doğanın mü-saade ettiği ölçüde bu takvime göre düzenlemişlerdi. Mesela en önemli geçim kaynağımız olan hayvancılık-la uğraşanlar için cemre rızık ve berekete açılan kapı demekti. Göç başlayacak, koçlar katımlanacak, saya-lar dökülecek, koyunlar kuzulayacak demekti. Nitekim benim çocukluğumda köylerimizde ilk cemreyle bera-ber hayvancılıkla uğraşan göçebe (yaylacı) ailelerde hummalı bir hazırlık başlar, ikinci ve üçüncü cemrenin düşmesiyle birlikte harekete geçilip yemyeşil yaylala-ra doğru göçler dizilirdi. Soğuk ve kara bir zemheri-nin ardından cemrelerin düşeceği, havanın, suyun ve toprağın güneşle buluşacağı günlere koyunların kuzu-lamasını denk getirmek isteyen yaylacılar, kasım ayı ile birlikte koç katımını yapar ve bu günleri şenlik hava-sında “çoban bayramı” adı altında kutlardı. Davul ve zurna eşliğinde süslenmiş, kınalanmış koçlar dualarla ağıllara salınır, ağıldan çıkarılırken sırtlarına küçük ço-cuklar bindirilir, erkek çocuk bindirilirse erkek kuzu, kız çocuk bindirilirse dişi kuzu olacağına inanılırdı.

Kuzunun annesinin karnında tüylenmeye başlandı-ğı birinci ve ikinci cemreye denk gelen “saya gezme”

günlerinde ise köyümüzün çobanları ve onlara katılan çocuklar kapı kapı dolaşarak bugüne özgü sözler eş-liğinde yiyecek ve bahşiş toplarlar, köyün delikanlıla-rınca “köse oyunu”, “köse gezdirme”, “saya gezme”, “koyun

yüzü” gibi adlarla anılan oyunlar oynanırdı. Daha sonra evlerden toplanan yiyecekler, sayacılar tarafından hep beraber yenilir, duaya çıkılır, gece geç saatlere kadar eğlenceler düzenlenirdi.

Koyunların kuzulamaya başladığı göç kervanlarının dizildiği üçüncü cemreye denk gelen tabiatla güneşin adeta nikâh tazelediği günlerde ise yayla şenlikleri dü-zenlenir, çobanlara bahşişler verilir şükür ve bereket duaları edilirdi.

Güneşi, ateşi, bereketi simgeleyen baharın muştusu cemrelerin düşmesi tarımla uğraşanlarımız içinde ayrı bir anlam ifade ediyordu. Birinci cemreyle ısınan hava güneşi, ikinci cemreyle ısınan su yağmurları, üçüncü cemreyle ısınan toprak ise uzun kasvetli kış gecelerin-de kurulan bahar düşlerinin gerçekleştiğinin müjdesini verirdi. Zira Anadolu’mun bağrında havaya suya ve gü-neşe doymuş toprak bembeyaz gelinliğini çıkarıp yem yeşil elbisesini yeniden kuşanırken, çiftçisine rızık ve bereket ikram ederdi. Bunun için üçüncü cemreyle be-raber toprak sürülür, tohum serpilir, yağmur ve bere-ket için duaya çıkılır, kazanlar kaynar, yemekler pişer konu komşuya ikram edilirdi.

Üçüncü cemrenin sonunda 21 Mart’a denk gelen günler Nevruz olarak adlandırılırdı. Nevruz değişik top-lumlarda farklı tezahür ve şekillerde kutlansa da kadim tarihimizde ve Anadolu kültüründe tıpkı cemrenin düş-mesi gibi bolluğun, bereketin, kardeşliğin paylaşmanın ve yardımlaşmanın simgesi; kapalı bir mekândan açık bir mekâna doğru hareket etmenin, yeşile, güneşe, yağ-mura ve berekete duyulan özlemin timsali kutlu bir gün olarak kabul edilirdi. Bugünde eğlenceler düzenlenir, toylar kurulur, güreş müsabakaları düzenlenir, atlı ci-rit oyunları oynanırdı. Kazanlarla yemekler pişer, konu komşuya ikram edilir, fakir fukara gözetilirdi.

Page 76: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

Kışın ardından baharın gelişinin çeşitli şenlik ve eğ-lencelerle kutlandığı, halkın bayram yaptığı bir gün olan Nevruz’un sembolü, kıştan sonra kırlarda diğer çiçeklerden daha önce çıkan ve adını bugünden alan Nevruz çiçeğidir. Bu çiçeğe Türk kültüründe üçüncü cemrenin toprağa düşmesiyle beraber baharın somut simgesi olarak kıymet atfedilmiştir. “Dirilik, yemlik, tazelik” sembolü olarak ta kabul edilen bu çiçeğin ba-harın simgesi olması yanında tabiatta nadir bulunma-sı, fiziki görünümü, sert ve zorlu kışa başkaldıran, zor şartlara cesaretle karşı koyan bir çiçek olması da onu orta Asya’dan Anadolu’ya tüm Türk boyları arasında hürriyet ve bağımsızlığın sembolü haline getirmiştir.

Tarihten günümüze toplumsal tecrübenin bir ürünü olarak ortaya çıkan ve sosyal hayatımızda derin tesir-ler uyandıran bu sembolik zamanlar ve takvimler, söz-lü ve yazılı edebiyatımız içinde ilham kaynağı olmuş, orta Asya’dan Anadolu coğrafyasına birçok ozanımı-zın, şairimizin kaleminde neşet etmiştir. Bineanalyh, Türklerin İslamlaşma süreciyle beraber Fars ve Arap Edebiyatının da tesiriyle teşekkül eden Divan edebi-yatımızda bir kısım şairlerimiz, baharın yaklaşması ile

74

birlikte devrin önemli kişiler için övgü dolu şiirler ya-zarlardı. Bu şiirlere Cemreviyye denilmiştir. Ancak bu türde şiirler diğer divan şiir türleri kadar revaçta de-ğildi. Bunun yanında baharın gelişini tabiatın uyanışını ifade eden Bahariyye, Nevruziyye tarzı şiirlerde vardı. Örneğin gazel nazım şekliyle şiirler yazan divan şai-ri Fıtnat Hanım (1286) bir şiirinde cemrelerin havaya, suya, toprağa düşmesini bilmece üslubunda şöyle ifade edilmiştir:

Ol nedür kim üç birâder her zaman

Birbiri ardınca olmuşdur revân

Yılda bir kerre gelirler âleme

Makdemiyle kesb-i feyz eyler cihân

….Divan şiirinde Cemreviyye, Bahariyye, Nevruziy-

ye tarzı şiirlerin yanında “melheme” türü şiir yazan şairlerimizin kaleminde de zaman zaman cemrelerin düşüşü, baharın gelişi doğanın yeşille buluşması man-zum biçimde tasvir edilmiştir. Bu tarz şiir yazan divan şairimizden birisi olan İbrahim Cevrî, mesnevi nazım şekliyle yazmış olduğu melheme türü şiirinde cemre olayını baharın gelişini şu mısralarla ifade eder:

Page 77: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

* Üsküdar İmam Hatip Ortaokulu

Müdür Yardımcısı

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 75

Hem yedincide cemre-i ûlâ

Ola meşşâtâ-ı izâr-ı hevâ

Tokuzıncısı sa’d-ı ekberdür

On birincide kâr ebterdür

….Mevlana’da kalemine cemre düşmüş şairlerimizden-

dir. O baharın gelişini, cemrelerin düşüşünü, güneşin tabiatla vuslatını şöyle tasvir etmiştir:

Gök Gülerek Davul Çalar!

Artık tabiatın ciz’i de küllü de dirilmiştir!

Ağaçların gönüllerine, güllerin burunlarına hoş bahar ko-

kuları gelir!

Bahar gelir menekşe kalkar süsenin yanına varır.

La’l rengi elbiseler giyen gül sevdalanır da kaftanını yırtar.

Sümbül, yasemine; “Merhaba seni saygı ile selamlarım” der.

Yaseminde “Ey nazik dost seni candan selamlarım” der.

Ekşi suratlı kış geçer gider. O zevki, neşeyi kaçıran soğuklar

yok olur.

Sevdalı nergis sahralara dalar da çimenlere göz kırpar!

….

Kadim kültürümüzde ata yurttan Anadolu’ya, tabiat-la hem hal olan milletimizin hayatında yaşanan acıları, sevinçleri saza ve söze dökerek halkların sesi olmuş nice ozanlarımızın, halk şairlerimizin dizlerinde de cemrelerin düşmesi, baharın gelmesi, tabiatın uyanışı, nevruz vs. geniş yer bulur. Mesela Doğu Türkistan’ın ünlü ozanı Abdurrezzak Bahşi baharın uyanışını nevru-zun gelişini dizelerinde şöyle ifade eder:

Kış kiçti vü yaz boldı

Mahbub-lara naz boldı

Kar muz şimdi az boldı

Nevruz mübarek-bad

….

Hulasa Orta Asya’dan Anadolu’ya kadim kültürü-müzün her döneminde, şehirlerimizde, köylerimizde, hanelerimizde şubat ayı girince cemreler konuşulur, takvim yapraklarında cemreler aranır ilk cemreyle be-raber adeta hayat yeniden başlardı. Yüz yıllardır mısra-lara, namelere, destanlara konu olmuş, nesilden nesile intikal eden, bir çoğumuzun hafızalarında hala tazeliği-

ni koruyan işte bu tecrübî sembol ve zamanlar, adet-ler gelenekler, yaşam biçimleri maalesef bugün yeni nesillerimiz tarafından pek bilinmemekte, bu nedenle unutulmaya yüz tutmaktadır. Nitekim sanayileşme ile birlikte gelişen modern yaşam biçimi ve şehirleşme toplumsal dinamiklerin, sosyal ve iktisadi uğraş ve bi-çimlerin farklılaşmasına neden olmuş, doğadan uzak-laşan topraktan kopmuş nesillerimize zalimane, sefih bir menfaatperestliğin tahakkümü altında ölçüsüz, ruh-suz muvazeneden yoksun bir yaşam biçimi dayatmıştır. Hal böyle olunca koca koca binaların arasında ağaçtan, çiçekten, yeşilden mahrum yapay parklarda veya dara-cık odalarında kelebeğin zarafetini, çiçeklerin güzelli-ğini, kuşların cıvıltısını, akan derelerin şırıltısını bilme-yen zamana tutsak olmuş çocuklarımızdan cemrelerin düşüşünü, zor şartlara cesaretle karşı koyan nevruz çiçeğinin vakarını, baharı, Hıdırellez’i idrak etmelerini beklemek beyhude bir uğraş olacaktır vesselam…

KAYNAKÇA

Remzi Duran “Türk Süsleme sanatlarının ortak motifi Nevruz Çiceği” Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi Sayı II, îzmir 1997, ss. 125-171

Yrd. Doç. Dr. Abdulkadir ERKAL, Divan Şiirinde cemre ve Bosnalı Sabitin Cemreviyyesi, http://dergipark.gov.tr/download/article-file/157192

Agm, s.7

Mevlâna, Divan-ı kebir cilt 1s,211

Mehmet TEMİZKAN, Türk Dünyasında Nevruz Şiirleri üzerine Bir İncele-me, http://www.turkishstudies.net/dergi/cilt1/sayi3/temizkan.pdf

Page 78: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

Ş ü k r ü B İ Ç E R *

Birleşmiş Milletler Mülteci Örgütünün (UN-HCR) 2018 yılında yayınladığı Küresel Eğilimler raporuna göre, 2017 yılı sonu itibariyle 68,5 mil-yon kişi vatanından edildi. Bunların 25,4 milyonu ülkelerinde yaşanan çatışma ve zulüm nedeniyle evlerini terk eden mültecilerden oluşuyor. Aynı rapor, çoğunluğunun gelişmiş ve refah düzeyi yüksek ülkelerde bulunduğuna dair yaygın kanı-nın pek de doğru olmadığını ortaya koymuştur. Mültecilerin yüzde 85’i, kendileri ciddi derecede yoksul olan ve bu nüfusa yardım etmek için çok küçük miktarlarda destek alan gelişmekte olan ülkelerde, her beş mülteciden dördü kendi ülke-lerinin kapı komşusu olan ülkelerde yaşamak-tadır. Zorla yerinden edilen kişilerin neredeyse üçte ikisi ülkelerini terk etmemiş ve kendi ülke-leri içerisinde yerinden edilmişlerdir. 25,4 milyon mültecinin, yalnızca beşte birinden biraz fazlası UNRWA’nın sorumluluğu altındaki Filistinliler-den oluşmaktadır. Dünya çapındaki göçmenlerin %68 i Suriye, Afganistan, Güney Sudan, Myan-mar, Somali’den. Türkiye açık ara farkla 3,5

milyon göçmene kapılarını açan bir ülke olarak, ev sahibi ülkeler listesinin başında yer almakta. Çocuklar dünya çapındaki mültecilerin %52 sini oluştuyor. Bunların büyük bölümü ise refakatsiz ve ebeveynlerinden ayrı düşmüş olan çocuklar-dan oluşuyor.1

Sayılar ve oranlar böyle, okuyup geçtiğimizde sadece rakamlardan ibaret. Oysa içinde milyon-larca hikaye barındırıyor. Bırakın bir şehirden başka bir şehre yerleşmeyi, bir semtten bir semte taşınırken bile binbir tereddüt yaşıyoruz. Konfor-lu alanlarımızın dışına çıkmak dünyanın sonu gibi geliyor çoğumuza. Dili, kültürü yabancı yeni bir ülkede neyle karşılacağınızı bilemeden hayatta kalabilmek için yaşamak zorunda kalmayı düşü-nün bir de. Daha beteri çıkmayı başarabilirseniz yabancı diyarlarda bir yabancı olarak yaşama şansınızın olması. Evliyseniz bu maceraya eşini-zi, çocuklarınızı belki yaşlı anne ve babanızı da sürükleyeceksiniz, yolda nelerle karşılaşacağınızı bilmeden.

76

SÜRGÜNDEKİ ÇOCUKLAR

Page 79: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

Göçmenlik, sürgünde olmak, iltica, mültecilik gibi kavramlar insani duygulardan bağımsız sosyolojik ya da politik açıdan ele alınıp birer olgu olarak açıkla-nabilir. Sanat ise bunları birer terim olmaktan çıkarır, zaten bildiğimiz şeyleri bazen sert, bazen naif bir bi-çimde önümüze sererek bilgiden kalan boşluğu dol-durur. Sanat yoluyla insanın ve toplumun ahvalini, tek bir kare fotoğrafa sığdırmak, yada tuvale yansıtmak herkesin harcı değildir. Ancak insanlık arşivi bunların muhteşem örnekleriyle doludur. Edebiyatın veya güzel sanatların çıktılarından, okuma bilen ve duyuları sağ-lam herkes kalemden zihne, suretten göze ve gönüle kendi idrakince bir şeyler alır. Gerektiğinde eser üze-rine sayfalar dolusu yazılar yazabilir veya konuşabilir.

Peki bir şarkının ruhunu anlatmak mümkün müdür? Notalar mı? Keşke notaları okur okumaz melodiyi du-yabilsek zihin dünyamızda. Bazılarımız için mümkün olsa bile müziğin göz ve akılla değil kulak ve gönülle idrak edilen bir bir araç olduğu kanaatindeyim. Dinle-diğim bir melodiyi bu değersiz yazıya ekleyip nasıl bir ruh katabilirim, bilmiyorum. Yine de şarkıdan şarkıya dolaştığım dünya müzikleri arasında tesadüfen kar-şıma çıkan, bir şarkıyı paylaşmak isterim.2 Dünyanın heryerine çocuklarını serpiştirmiş coğrafyadan tınısı acıyı, isyanı ve umudu harmanlamış kısacık bir şarkıyı.

Merak ettiyseniz bu noktada internet üzerinden her-hangi bir müzik platformuna giriniz ve şiirin ilk satı-rını yazınız. Arapça klavyeniz yoksa “Marcel Khalife & Oumaima Khalil - A Child” yazmanız yeterli. Gönül isterdi ki bu kâğıdın üzerine, satırların arasına bir bağ-lantı yazayım, işaret parmağınızla iki kere dokunun ve ses başlasın şarkısını söylemeye. O günler de gelecek kim bilir. Ya da kâğıda düşen kalemin itibarının azaldığı şu günler yerini ekranların hükümranlığına bırakacak. Çevirdiğim sayfaların sesi, kitabın kokusu nostaljisi yapmayacağım ama kâğıdın ve kalemin saltanatında büyümüş biri olarak, güncel malumatlara göz atmak, gelir geçer merak konuları arasında dolaşmak dışında, kallavi bir metni ekrandan okuyup bitirmişliğim yok-tur. İlle de uzun bir metni okumam gerekiyorsa, kâ-ğıda basmayı yeğlerim: Kitapları elektroniğinden değil matbusundan okumayı, resimleri kopyalarından değil orjinalinden görmeyi, filmi sinemada izlemeyi, şarkıyı plağından dinlemeyi de. Elbette teknolojinin nimet-lerinden kendime göre sonuna kadar yararlanıyorum. Bugün beyaz camın karşısında dünya müziğiydi, Filis-tin’di, mülteciydi, Mahmud Derviş’ti derken tüm saflı-ğı, öfkesi ve suskunluğuyla yeniden çıktı karşıma Han-zala3 ve fondaki Filistin şarkılarına eşlik etti.

Bilenler bilir Hanzala’yı. Sırtı her zaman dünyaya dö-

Duvara yazıyor bir çocuk,Parmaklarının arasından ateş filizlenen çocukEy beyaz miğferler dikkat edin!Parmaklarının arasında ateş filizlenen çocuğaDuvara yazan çocuğaBazı taşlara yazan çocuğa;Ve bazı ağaçlara,Ve bazı şiirlere…

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 77

Page 80: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

nük, elleri arkasında bağlı, 1969’dan beri hep on yaşın-da bir çocuk. On yaşında kaldı çünkü çizeri, Naci El Ali, ülkesi Filistin’i terkedip Lübnan’daki mülteci kampına gitmek zorunda kaldığında henüz on yaşındaydı. Ka-rikatürist Ali, insanlığın Filistin’de yaşananlara sessiz kalmasından ötürü küskünlüğünün ifadesi olarak Han-zala’yı sürekli sırtı dönük halde resmetti. Bir açıklama-sında Ali, Hanzala’ya ilişkin şu ifadelere yer vermişti:

“Hanzala 10 yaşında doğdu ve her zaman 10 yaşın-da olacak. Vatanına döndüğünde de 10 yaşında olup büyümeye başlayacak. Doğanın kanunları ona işleme-yecek. O eşsiz. Her şey vatanına döndükten sonra nor-malleşmeye başlayacak. Onu yoksul ve acının sembolü olarak resmettim ve adını Hanzala koydum. En başta Filistinli bir çocuktu. Fakat şuuru, onu ulusaldan ulus-lararası bir yere taşıdı. Basit fakat sert bir çocuk. İşte bu nedenle insanlar onu sahiplendi ve kendi duyguları-nı temsil ettiğini hissetti.”4

Naci El Ali’nin 40 binin üzerindeki karikatürlerinden en bilineni ve mesajı tüm dünyada en güçlü olanı şüp-hesiz Hanzala’nın baş kahraman olduğu çizgileriydi. Mesajı o kadar güçlüydü ki, bu sesin susturulması istendi. Sanatçı 1987’de Londra’da gazetesine gitmek üzereyken yol ortasında MOSSAD’ın suikastı sonucu öldürüldü. Çizeri öldü ama Hanzala’nın çığılığı dün-yanın pek çok yerindeki protestolarda yankılanmaya devam ediyor. Hanzala duvarlarda, gazetelerde, dergi-lerde ve her neredeyse göründüyse sırtı dönük olup bitene.

Dönelim bu satırlara vesile olan şarkıya, sözler Mah-mud Derviş’in bir şiirinden. Naci El Ali adı sanı olan, hayali, büyümeyen bir çocuk çizerek tüm dünyanın dikkatini Filistin meselesine çekti. Derviş ise zalimi tenbihledi, korkun çocuktan! Şairin kaderi çoğu kez örtüştü Naci El Ali ile. Ondan üç yaş daha erken, yedi yaşında ülkesini terkedip aynı gurbete, Lübnan’a göç etmek zorunda kaldı. Bir şiirinde geçen babasının ya-sağına rağmen Moskova, Kahire, Beyrut, Tunus ve Pa-ris’te bir sürgünden diğerine yolculuğu sürdü:

Babam bir kez şöyle dedi: “Vatanı olmayanın, Toprakta bir mezarı olmaz”Ve yasakladı bana yolculuğu!

…Ve Sen Annem, babam, kardaşlarım, akra-balar ve dostlarım, belki sağsınız, belki ölü. Belki benim gibi adressiz-siniz. İnsanın değeri nedir, Vatansız Bayraksız Ve adressiz Nedir değeri insanın?

Derviş’in Sürgünden Mektuplar şiirinin5 son bölümü bu yazının da sonu olsun. Sürgünlerin, zorunlu göç-lerin son bulduğu, duvarlara, taşlara ağaçlara öfkeyi değil aşkı, mutluluğu, barışı, sevinci yazan çocukların yaşadığı bir dünya temennisiyle.

* Üsküdar MTAL Muhasebe ve Finansman Öğretmeni

4https://www.aa.com.tr/tr/kultur-sanat/filistinin-sembolu-hanzalanin-babasi-naci-el-ali-istanbulda-anilacak/8878295https://www.aldiwan.net/poem2304.html (Şiirin tümüne bu adresten ulaşabilirsiniz)

78

Page 81: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

BİR YETİŞ/TİR KİTABI: AÇILIN BEN ÖĞRETMENİMM a h m u t S a i d C E L AY İ R *

“İlk kez bir sınıfa öğretmen olarak giriyorsunuz. Birazdan

kapıyı açacaksınız ve herkes gözlerindeki öğrenme ışığı ile

sizi izlemeye başlayacak. Defterler açık, kalemlerin ucu siv-

riltilmiş, silgiler ve diğer araç gereçler masanın üstünde ha-

zır. Sınıfa genel bir sessizlik hâkim, öğrenmeye aç öğrenciler

ağzınızdan çıkanları dinlemek için pür dikkatler, saha ders

başlamadan susmuş ve öğrenmeye hazır olmuşlar. Kapıyı açıp

içeri girdiğinizde bir soru soruyorsunuz ve sınıftaki herkes size

bakıyor, sessizce parmaklarını kaldırarak söz hakkı vermenizi

bekliyor. İçerdeki ahenk gözlerinizi yaşartıyor. Hayal etmesi

bile güzel öyle değil mi?

Gerçekte olan ise şöyle; (…)”

Eğitim fakültesindeyken ezberlemekten zihinlerimi-zin kamburu hâline gelmiş kuramlar, teoriler, süreçler ve akımlar ile onların savunucularının öğretmenliğe başlayınca bizlere yardımcı olmadığı hepinizin malu-mudur. Yanlış anlaşılmasın, maksadım bu pedagojik yapıyı eleştirmek değil; teorik bilgilerle baskı altına alınmış zihinlerimizin pratik değerler karşısında tökez-lemesini göstermektir. Durum böyle olunca mesleğe adım attığımız anda “Skinner, Erikson, John Dewey aklı-

mızdan silinirken eğitime gerçek anlamda el yordamıyla giriş

yapmış” oluyoruz. Belli bir dönem eğitim odaklı düşün-mekten ziyade, öğretme kaygısıyla yol aldığımız için fasit bir daire içinde dolaşıp duruyoruz. Çocukların salt akademik başarıları karşısında egolarımızı tatmin edi-yor, aslında “öğretmencilik” oynadığımızın bilincinde olmadan çok iyi öğretmenler olduğumuzu düşünüyo-ruz. Çünkü “öğretmenlik adına çıktığımız yolda ku-ramsal kuru bilgilerle donatılıyoruz. Bu bilgilerin üs-tüne bir şeyler eklemek için başladığımız yüksek lisans programlarında yetmeyen ve ucu bucağı görünmeyen teorik bilgiler üstüne yeni teorik bilgiler ekliyoruz.”

Öğretmen olarak başladığı eğitim hayatına yönetici

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 79

Page 82: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

olarak devam eden ve bu süreçte eğitim adına paydaş edinmeyi ve meslektaşlarına el uzatmayı kaçınılmaz bir mesuliyet addeden sevgili Müjdat Ataman’ın son kitabı “Açılın Ben Öğretmenim” son zamanlarda yazıl-mış en güzel ve en çarpıcı eğitim kitaplarından birisi. Eğitim fakültelerinde kuşatıldığımız ve uygulamaya dö-kemediğimiz onlarca kuram ve tekniği; samimi, sıcak ve yalın bir üslupla, bilgi ve deneyimleriyle harmanla-yarak okuyucularına ve biz eğitimcilere aktarmış Müj-dat Ataman. Kitabın ilk sayfasından son sayfasına ka-dar eğitim-öğretim yaşantısından ve deneyimlerinden örnekler verirken, aslında bizim başımızdan geçenleri anlatıyor. Hatalarını, eksikliklerini, deneyimlerini, ha-tıralarını, metot yanlışlarını nasıl toparlayıp düzeltti-ğini, kısa ama etkili anekdotlarla sunuyor. Bunları su-narken zihnimize üşüşen soru bombardımanından ise kurtulamıyoruz: Öğretmencilik mi oynuyorsun yoksa yetişmiş/yetişen bir öğretmen misin? “Kimler bitirdi” diyerek, zamanın ritmini bozanlardan mısın? Çektiğin fotokopilerin posta görevi sana mı ait? Sık sık “yapma, etme, dur” diyenlerden misin? Derslere ve içeriklere göre kendine rol biçiyor musun? Sınıfa girişin nasıl? Çocukları düşünmeye mi sevk ediyorsun yoksa net ce-vaplarla, düşünmeden, hamuru yoğurmadan konu ge-çişleri mi yapıyorsun? Oyun oynuyor musun? Bahçeyi etkili bir eğitim alanı olarak kullanıyor musun? Sınıfın

sus pus mu olmalı? Bilginin hamalı mısın? Dramayı ne kadar kullanıyorsun? Dersini başka eğitimcilere açıyor musun? Heyecan ve gerilimden ne kadar besleniyor-sun? Takım çalışması ve akran eğitimi senin için ne kadar önemli? Bilgiye ulaşılabilecek onlarca mecra varken ve çocuklar sınıfta senden erken davranabi-liyorken, öğrenmeyi paylaşmayı hiç düşündün mü? Çember buluşmasının bütünün parçası olma olanağı sağladığını biliyor musun? Meslektaşların seni ne ka-dar geliştiriyor? Rol model olma konusunda ne kadar kaygılısın? Daha ne kadar uzatılabilir bilmiyorum ama ufuk açan ve isabetli sorularla sizi kendinize getirme-yi hedefleyen bir kitap… Umarım okuduğunuzda, bu soruların devamını getireceksiniz ve kendinizi sorgu-layacaksınız.

“Açılın Ben Öğretmenim”, mesleki anlamda defor-masyona uğramaktan çekinen ve yenilenmek/geliş-mek isteyen öğretmenlerimiz için, tekdüzelikten sıyrı-lıp keyifli bir eğitim inşa etmeye, esnek bir öğrenme ortamı oluşturmaya, sınıf yönetimine ve öğrenme biçimlerine kadar, dikkat etmeyip es geçtiğimiz pek çok konuda yardımcı olabilecek bir kitap. Yazar, “Biz-

ler öğrenciyken bilgiyi temsil eden öğretmeni can kulağıyla

dinlemek zorundaydık çünkü anlatılacak bilgiye başka türlü

erişme şansımız yoktu. Günün öğrencileri ise en hızlı şekilde ve

farklı kanallarla bilgiye ulaşabiliyorken; haydi sınıfta durun,

susun, beni dinleyin size bilgi vereceğim demenin hiçbir an-

lamı kalmıyor.” derken, aslında biz öğretmenlere kendi duygu, düşünce ve davranışlarımız konusunda dikkat etmemiz gerektiğini belirtiyor. Unutulmamalı ki yeryü-zünde eğitime dair ne kadar kuram, teori, süreç, akım vb. olursa olsun bilinen ve yüzleştiğiniz tek bir gerçek var: Her öğretmen yeni bir kuramdır, yeni bir akımdır. Kimse sizin sınıfta Skinner’a göre mi yoksa Piaget’e göre mi ders işlediğinize, metotlarınızı belli kalıpla-ra mı sığdırdığınıza bakmaz. Siz, tek başınıza yeni bir süreci temsil ediyorsunuz. Sınıfınızı paylaştığınız öğ-renciler, zihninizde tasarladığınız ve ilk paragrafta yer alan ifadelerde olduğu gibi karşılamıyorlar sizi. Eğitim algınızı tersyüz edebileceğiniz bir gelişimle onların kar-şısına çıkmanız gerekiyor. Çünkü gerçekte olan tama-men farklı. “İlk kez bir sınıfa öğretmen olarak giriyorsunuz.

80

Page 83: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

Derse gireceğiniz sınıfın kapısına doğru ilerliyorsunuz. Sınıfın

kapısı açık, içerden duyma bozukluğuna yol açacak bir ses

koridorlara taşıyor. Sınıf kapısından, hızla kaçar gibi çıkan

bir öğrencinin peşinden koşan diğer bir öğrencinin savurduğu

tekme havaya karışıyor. Üç öğrenci koridorla sınıf kapısının

arasında kalan bölümde ağızlarındaki sakızları çiğneyerek

sohbet edip yüksek sesle bir arkadaşları hakkında atıp tutu-

yorlar. Koridoru bitirip sınıf kapısından içeri giriyorsunuz.

Bu sırada sınıfın dışında bekleyen öğrenciler peşinizden içeri

girmiyor. Arka arkaya dizilmiş öğrenci masaları ve sıraları

darmadağınık duruyor. Öğrenci çantalarının ve montlarının

çoğu yerde. Yerdeki çanta ve montların arasında yer yer def-

terler, buruşturulmuş çalışma kâğıtları, mandalina kabukları

ve açılmış kalemlerin atıkları göze çarpıyor. (…)” Hangi ka-demede olursa olsun, hangi branşa ait olursa olsun bu ve buna benzer ortamlar çoğu öğretmenimizin rastla-dığı ve yüzleşmek zorunda kaldığı ortamlar olmuştur. Bu süreçte üslup geliştirmek, uygulama farkındalığı oluşturmak, normlar ve değerler felsefesi inşa etmek ve kitapta yer alan eğitimci profili itibariyle etkin bir role bürünmek zorundasınız. Anahtar basit: “Siz” ku-ramı ya da adına ne derseniz. Çünkü karşılaşabileceği-miz örnek, deneyim ve olaylar üzerine pratik yapmaya dayalı bir eğitim yapısından çıkmadık. Uygulama alanı bulamadığımız için stajlarımız bile “devamsızlık yaz-masınlar” denilerek ancak bir imza değeri taşıyordu. Sınıfa girince de haliyle sudan çıkmış balığa dönmüş-tük. Tüm bu noktaların ışığında kendi eğitim devrimi-ni oluşturabilecek, dönüşüm inkılâbıyla ve her daim gelişim meşalesi elinde öğretmenlere ihtiyacımız var. Her öğretmen, kendini geliştirip yenileyebildiği ölçüde deneyim sahibidir. Değilse 25-30 yıl sabit bir mecrada sıkışıp kalmış öğretmen deneyim sahibi değil, olsa olsa pinekleyen bir emekli adayıdır.

Müjdat Ataman, belli bir yaş veya eğitim-öğretim grubuna değil her yaştan öğrenci gruplarına ait ör-neklerle gerek sınıf içerisinde gerekse sınıf dışında yapılabilecek uygulamalarla geniş bir yelpazeye yay-mış kitabını. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi gerek öğretmenlik gerek yöneticilik yaşamında başına gelen olaylardan deneyimler elde ederek ve hiç gocunmadan dersler çıkarıp bize sunmuş. Tek başına yeterli ol(a)mayan eğitim kuramlarını ve süreçlerini, dizayn edip

yeni modellemeler meydana getirmiş. Formalitelerden sıyrılıp özgün ve kalıcı etkinlikler geliştirmiş. Tüm bu etkinlikleri ve örnekleri planlarken de kendisini bilgi-nin merkezi ilan etmemiş. Farklılıklar üzerine bir tabi-atı olan eğitim, öğrenciyi merkeze alır. Bu da öğrenci-yi tanımayı, başkalarından ayırt etmeyi, nevi şahsına münhasır bir kıymete haiz olduğunu, uygulamalar es-nasında bireysel farklılıklara dokunmayı gerektirir. Do-layısıyla devamlı bir arayış içinde, ortaya kalbin ve vic-danın konularak sunulduğu bir kitap meydana çıkmış. Öğretmencilik oynamamayı ve “yetkin” bir fotoğrafın içinde kendini öğretmen olarak adamayı, öğretmenliği iş olarak görmeyip, onun kutsiyetine sığınmayı yeğle-miş. “Şu an iyi öğretmen olarak çizeceğim bir resmin içine, o

zamanlar sınıfta öğretmencilik oynayan beni koymayacağım

kesin.” ifadesinde buna vurgu yapmış, bize de uyarı ma-hiyetinde.

“Öğretmenler artık II. Dünya Savaşı sonrası tezgâh önünde

bantta çalışacak bireyleri yetiştirmek için değil, bizi yaşadı-

ğımız distopyadan kurtarmak için yaratıcı düşünceler geliş-

tirecek çocukların özgün öğrenme ortamlarını oluşturmanın

yollarını aramalı.”

Çektiği derdin türküsünü yakan bir eğitimci Müjdat Ataman. Yılların getirdiği dinamizm, coşku, paylaşma ve yol gösterme arzusuyla kaleme aldığı “Açılın Ben Öğretmenim” kitabında aslında mesleki olarak yıprat-tığımız kalbimizi ve zihnimizi de yoklamamızı sağlıyor. Kalıcılığı yakalamak adına, evrensele ulaşma adına, paylaştıkça çoğalacağına inanan bir eğitimci edasıy-la arkasında şimdiden güzel bir iz bırakmış oldu. Ne diyordu sahi: “Eğitimci kimliğimizi kişisel değerler üstüne

değil, evrensel değerler üstüne kurmalı ve okulda bunu yan-

sıtmalıyız.”

Madem ilk söz kendisinindi, son söz de onun olsun: “Dünyayı emek verdiğimiz çocuklar güzelleştirecek.”

Müjdat AtamanElma Yayınevi296 sayfa

* Kuzguncuk İlkokulu Sınıf Öğretmeni

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 81

Page 84: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

Tür: Dram, Savaş Filmi.Yapım: 1997- ABD, İngiltereIMDB Puanı: 7.0Yönetmen: Jean-Jacques ANNAUDOyuncular: Brad PITT, David THEWLIS, Vic-tor WONG, B.D. Wong, Ingeborga DAPKUNAI-TE, MAKO ve Dalai LAMA rolleri; Jamyang Jamtsho WANGCHUK, Sonam WANGCHUK, Dorjee TSERING.

Sevgili sinemasever öğretmenlerim, bugüne kadar siz-

lerle eğitim konulu filmleri paylaşmıştım. Fakat bu defa bu

konuyu alt tema olarak ele alan, bir yandan “medeniyetler

ve şehirler” üzerine odaklanırken aynı zamanda hırstan

arınmanın önemine gönderme yapan bir filme değinelim

ve Orta Asya’ya gidelim istedim. O halde 4900 m yüksek-

likteki “Dünyanın Çatısı” Tibet’e yüzümüzü çevirebiliriz.

Filmimiz bir dram ve savaş filmi. Fakat daha ziyade bir

yol hikâyesi. Hem ruhsal hem de yaşamsal bir serüven.

Savaş döneminde Uzak Asya’da yer alan bir şehir ne ka-

dar gizemli olurdu bir düşünün. Zira Çin zulmü altında

bulunan Tibet şehri de aklınıza geldiği gibi yalnızca rüya-

larda görülebilecek türden. Bugün yeryüzünde ilgi çeken

ve insanların sıklıkla ziyaret etmeyi tercih ettiği birçok Av-

rupa ülkesi yerine, böylesi sofistike bir şehri konu edinmiş

bir filmi izlemeyi, sizler açısından ayrıcalık olarak görüyo-

rum. Belki de bilinmeyene dokunmak, bir keşfetme fırsatı

sağlayacaktır. Görsel zenginliğinin ötesinde, konu derin-

liği ve Uzak Asya’nın kendine has öğretilerinin detaylan-

dırıldığı Tibet’te Yedi Yıl, izleyiciyi, zihinsel bir yolculuğa

davet etmekle birlikte, hiç akla gelmeyen bir medeniyete

de ışık tutuyor. Öyle ki masal ninesinin sandığında bulu-

nan altınlar, inciler, yaldızlı ve rengarenk saten kumaşla-

rın arasından saf bir peri misali yükselen Tibet hakkında,

“meğer bilmediğim ne çok şey varmış” diyeceğinizi dü-

şünüyorum. Üstelik çoğumuzun oyunculuğunu beğeniyle

karşıladığı Brad PİTT’i de farklı bir konuda beyaz perdede

görme imkânı tanıyor.

Deniz SARIBUDAK*

“Yolculuk ne kadar zor olursa, ruhunun temizliği o kadar

derindendir.”

TİBET’TEYEDİ YIL

82

Page 85: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

1939 yılında Avusturalya’dayız. Ülkesinde tanın-

mış bir dağcı olan Avusturalyalı Heinrich Harrer, hamile

karısını ülkesinde bırakarak takımıyla birlikte yola düşer.

Himalayaları aşarak Hindistan üzerinden Nanga Parpat’a

varacaklardır. Almanlar bu bölgeyi kendilerinin kabul et-

mişlerdir ve buraya “Bizim Dağımız” adını vermektedirler.

Önceden beş Alman dağcının ulaşamadığı zirveye ulaş-

mak, Heinrich için kutsal bir amaç olmuştur.

II. Dünya Savaşı yıllarıdır. Almanlar Harrer’yı, kendi

dağcıları sayarak ve zirveye ulaştığında ülkelerinin bay-

rağını dikerek onları onurlandıracak bir dağcı olarak

görme hevesindedirler. Bunu adeta ırkçı bir yaklaşımla

dayatma telaşındadırlar. Başlangıçta sadece dört aylık

bir yolculuk olarak planlama yapmış olmalarına rağmen,

Himalayalara tırmanacak olan Heinrich ve arkadaşlarını

zorlu günler beklemektedir. O ise, bir taraftan doğacak

olan bebeğini düşünmektedir, diğer taraftan da zirveye

ulaşma ateşini duymaktadır. Zihni bu gelgitlerle doludur.

4 Ağustos tarihinde takım arkadaşlarıyla kamp kurarlar.

Çığ düşme endişesi içindedirler. Bu yüzden Himalayaların

tepesinde beklemeye karar verirler. Bu bekleyiş günler-

ce sürer ve Heinrich, bunalıma girmek üzeredir. Kendisi-

ni sorgulamak açısından gereğinden çok vakti olduğunu

düşünmesine rağmen, çıkan kar fırtınasını dinlemez. Ta-

kım kaptanının geri dönelim uyarılarına da kulak asmayıp

zirveye tek başına çıkma kararı alır. Grubundan ayrılarak

yola, kimse olmadan devam etmek ister. Yürüyüşe başla-

dığı sırada, Tibetli dağcılarla karşılaşır. Bu insanlar, çocuk

yaştaki ruhani lider Dalai LAMA’nın ülkesinde yaşamak-

tadırlar. Onu kutsal kabul etmişlerdir ve ellerinde onun fo-

toğraflarıyla yolculuk etmektedirler. Ancak öyle abes bir

durum mevcut bulur ki Heinrich’in attığı ironi dolu kah-

kaha, mevzuyu özetleyecektir. Çünkü “Majesteleri’nin ül-

kesi İngiltere” ile Almanya arasında bir savaş yaşanmak-

tadır. Bu iki şoven toplumun, kendilerini adlandırırken

bile açık verdiğini de anlayabiliyoruz böylece. İngilizler

savaş sırasında, Himalayalara yakın yerlerde gezinen tüm

yabancıları kendi ülkeleri adına tutuklama emrini yerine

getirmektedirler. Bu bölgede bulunan tüm yabancıları

düşman sayarlar. Bunun üzerine, Heinrich -umrunda ol-

mamasına rağmen- küstah bir şekilde Almanlardan kabul

edilir ve diğer dağcılarla birlikte İngilizlerin onu savaş esi-

ri almaları sonucu, Hindistan’ın İngiltere tarafından sö-

mürüldüğü Dehra Dun kampına götürülür. Kendisinin bir

Avusturalyalı olduğunu ve Almanların “saçma” savaşıyla

bir ilgisi olmadığını iddia etse de esir edilmeye zorlanır.

Heinrich, birçok kez kaçma planı yaparken aynı kampta

bulunan arkadaşlarının önerisini kabul etmeyip kendi yo-

lunu çizme kararındadır. Bu sırada karısından bir mektup

alır. Oğlu iki yaşındadır ve karısı boşanmayı istemektedir.

Boşanma belgelerini ona göndermiştir ve imzalamasını

talep etmektedir. Zaten Heinrich’in doğmasını istemedi-

ği oğluna, zamanı geldiğinde babasının Himalayalarda

kaybolduğunu açıklayacağını belirtmektedir. Bu mektup,

Heinrich’i yaralar. Heinrich kamptan kaçmak için, kendi

girişimleri başarısız olunca arkadaşlarının önerisini kabul

eder ve Hindistanlı bir sömürge kılığına girerek kamptan

kaçmayı başarır. Böylece mecburen bir araya geldiği yol

arkadaşı Peter Aufschnaiter ile yolu Tibet’e çıkacaktır.

Esasında Tibet’e gitmek gibi bir fikri olmayan Heinrich,

kenti ilk gördüğünde, düşüncelerini şu sözlerle ifade eder:

“Tibet, dünyanın çatısı. İnsan kendini Asya’nın ortasına

kurulmuş Orta çağdan kalma etrafı taş bir kalenin üstüne

çıkmış gibi hissediyor. Burası dünya üstündeki en yüksek

ve en kendi içine kapalı ülke…’’ Bir izleyici gözündense;

mistik, yüksek kızıl dağların eteklerine uzanmış, allı ye-

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 83

Page 86: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

şilli yaylaları olan ve Asya’nın kendi kaderine terk edil-

miş suskun, korkak insanlarıyla, el çırpmanın kötü güçleri

uzaklaştırmak anlamına geldiği düşsel ülke Tibet. Dahası,

eşsiz dağ manzaraları ve Himalayaların bembeyaz bulut-

ları delip geçen hoyrat başını izlemenin verdiği heyecan-

la, Heinrich’in Tibet’te başlayan ruhsal yolculuğunun de-

viniminde süregelen ebruli bir izlence… Nereye gittiğini

bilmeyen bir adam. Ruhu bir girdabın içine hapsolmuş

gibi ama aynı zamanda bir o kadar da durulmuş bir kâşif.

Zaman dışında her şeyin hareket ettiği, başları sonsuz-

luğa uzanan dumanlı dağları, kar buzullarının altından

akan soğuk pınarları, geniş platolarının hemen üzerinde

gök kubbe misali asılı duran pamuktan bulutları, dağların

köşesinden sızan rengarenk gökkuşağı, üst üste yığılmış

ve kutsallık uğruna, her türlü zorluğu aşmaya çalışan ve

yabancılara karşı kaçan insanlarıyla tıpkı bir masal ülke-

sidir, Tibet.

Heinrich, uzaktan uzağa, artık üç buçuk yaşına gelmiş

olan oğluna, iç dünyasından seslenmektedir mektup-

larında. Günahlarından temizlenip temizlenemediğine

dair emin olamadığından, yaptıklarından duyduğu piş-

manlıktan bahsetmektedir ona. Kendini sorgulamaya

başlamıştır. Diğer taraftan Heinrich, bu yolculukta yalnız

değildir. Kendisi gibi dağcılığa merak sarmış ve ardın-

dan İngilizlere esir düşmüş, zorunlu yol arkadaşı Aufs-

chnaiter ile birlikte yürümektedir bu yolu. Başlangıçta

birbirine katlanmak zorunda kalan ikili, kendilerini ortak

bir mücadele içinde bulurken bir taraftan da Heinrich’in

akıl almaz bencilliğinden evirilip gelen içsel dönüşümü-

ne tanık olurlar. Heinrich ve Aufschnaiter, vahşi doğanın

ortasında asılı duran gün ışığının altında uyudukları bir

gece, kurmuş oldukları kampta yaşadıkları kovalamaca-

nın ardından, vurulan atlarının ciğerini yemek zorunda

bile kalmışlardır. Beyazların ortasında maddeden mana-

ya geçişin sonsuzluğu içine düşmüşlerdir. Birkaç yıl sü-

ren çetin yolculuklarından sonra, nihayet Tibet’in ruhani

lideri Dalai LAMA’nın şehrine, fark ettirmeden girmeyi

başarırlar. Çünkü Tibet halkı, kesinlikle yabancılara açık

değildir ve birinin gelip de aralarına sızacak olması, onla-

rın öğretisine göre kötü ruhların etkisidir. Gerçekte, doğa-

da yaşayan tüm canlılara yaşama hakkı veren ve asla sa-

vaşçı olmayan bu toplum, kendilerine zarar gelmesinden

çekinmektedir. Bütün bunlar olup biterken, Heinrich ve

yol arkadaşının karşısına, “yabancı ön yargısı”nı kırmış,

olgun ruhlu Tibetli Kungo Tsarong çıkınca, bir müddet

kentte kalmaları, üst düzey yöneticiler tarafından zor da

olsa kabul edilir. Bu sekanslarda, izleyici, sıra dışı Uzak

Asya kültürüne artık ısınmaya başlar. Bu duyguyu yaşa-

tan ikincil karakterlerden biri terzi kızı, diğeri de misafir

84

Page 87: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

* Milli Eğitim Vakfı Ortaokulu Türkçe Öğretmeni

olarak evinde kaldıkları işte bu yaşlı Kungo Tsarong’dur.

“Kendi egolarını terk eden insana saygı duymak” deyimi,

Tibetli terzi kızın dilinden dökülen önemli bir öğretidir ki

Heinrich de bunun etkisinde kalacaktır. Heinrich, Tibet

ülkesinde savrulmaya devam ederken bir gün çok ümit-

siz olduğu bir anda “Kutsal Efendi” olarak nitelenen, tah-

tın çocuk yaştaki sahibi Dalai LAMA’dan bir mektup alır.

Dalai LAMA ondan, kendisi için bir sinema salonu inşa

etmesini ister. Ayrıca Heinrich’ten, geldiği ülkenin kül-

türünü öğrenmeyi istemektedir. Heinrich bu teklifi kabul

eder ve bu yeni süreçle birlikte, Tibet kültürünü de içsel-

leştirmeye ve anlamaya başlar. Dalai LAMA filmin kilit

ana karakterlerinden olarak, kendini öğrenmeye, geliş-

tirmeye adamış, son derece erdemli, saygın ve mütevazı

bir kişilik olarak ekrandan sızıp izleyicinin duygularına te-

mas etmektedir. Sabretmeyi ve affetmeyi, düşmanlarının

zulmüyle öğreneceğine inanan Tibet halkı, onurlu insan

olarak gelişmeye devam etmenin dışında, Çin’e karşı ru-

hani liderleri Dalai LAMA’nın önderliğinde, özerk olarak

varlığını sürdürme savaşı da vermektedir. Ve Heinrich de

bu insanların bağımsızlık mücadelesinin bir parçası ola-

rak maddi ve manevi savaşlardan payına düşeni alacaktır.

Heinrich, Tibetlilerle birlikte dostluğu, sevmeyi, barışçıl

olmayı, çalışmayı ve en önemlisi de kendi yolunu bulmayı

öğrenecektir.

Tabii ki her filmde olduğu üzere bu filmin de olumsuz

bir karakteri vardır. O da Tibet Hükümeti’nde sekreterlik

yapan Ngawang Jigme’dir. Ne yazık ki kendinden yapıl-

maması bekleneni, duruşuna uygun olmayanı yaparak

halkını satacaktır. Bu karakter bize, iyiliği ve kötülüğü sor-

gulatır ve hatta neyin iyi, neyin kötü olduğu konusunda

izleyenleri biraz da kararsız bırakır. Denilebilir ki her iyi-

nin içinde bir de kötü mevcuttur. Bu durumda hangi yönü-

müzü besleyeceğimize bizler karar veririz. Bu karakterle

bize anlatılmaya çalışılan da işte budur. Aslında izleyici

yanıltılarak bir alt mesaja vurgu yapılmıştır.

Böylelikle, “büyülü fener”den sızan Tibet kentine ilişkin

manzaralar eşliğinde, zorlu bir kişiliğin, erdem boyutu-

na ulaşma aşamasına ve başka bir açıdan bakıldığında,

savaşların gölgesinde yaşayan halkların, sömürgeci top-

lumlar tarafından çektiği ıstıraplara tanık olmak, bu filmin

izlenmeye değer noktalarındandır. Aynı zamanda, esra-

rengiz bir kültürün inançları, müzikleri, dansları ve gele-

nekleri, bu kente dair merak uyandırıyor. İnsanın dağlara

tırmanarak, aslında ruhunun en dik yokuşlarını aşmakta

olduğunun ilanı ise izleyenlerin filmden, dokunaklı bir tat

almasını sağlıyor. Son olarak Heinrich, 1951 yılında yeni-

den Avustralya’ya geldiğinde artık bambaşka biri oluyor.

Bu filmden aklıma yer eden şu sözlerse, fazladan bir de

kitap okumuş olma hissini uyandırıyor:

“Bir arkadaşın iyi şansı, lütuftur.”

İyi seyirler…

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 85M E K T E B - İ ÜSKÜDAR

Page 88: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

Tu ğ b a TAT L I C Ö M E RT *

Bu yazıya edebiyat ve sanatın tanımlarını yaparak başlarsam eğer sığ bir başlangıç

olacağını biliyorum. Sığlığının yanında bu başlangıç konuyla ilgili az çok bilgisi/ilgisi olan

okura “Sen ne bilirsin, ben söyleyeyim de öğren!” demek olur ki, böyle bir saygısızlık

yapmayı da kesinlikle istemem. Zira zaten haddim de değil. Hem kime denk gelip de bu

iki kelimeyi “nedir?” diye sorsan, elbette kendince verecek bir cevabı vardır. Bu aklıma,

Milli Edebiyat dönemindeki Arapça-Farsça kelimelerin Türkçe karşılıklarının bulunup bu

karşılıkların kullanılacağı ancak Türkçeleşmiş olanların dilde aynen kullanılmaya devam

edeceği durumunu getirdi. Yani mesela “kalp” sözcüğü Arapça olmasına rağmen, bu ke-

limenin yerine Türkçe karşılığı olan yürek yaygın olarak kullanılmamış, kalp kullanımda

kalp olarak kalmıştır. Kullanıldığını ve deyimlerin bile “kalp” yerine “yürek” ile değişti-

rildiğini varsayalım. O zaman “kalpten ölmek” yerine “yürekten ölmek” demek gerekir

ki bu sefer de deyim ilk kullanımdaki etkililiğini yitirir sanki. Köydeki neneme de gidip

falanca “kalpten ölmüş” desen, üniversitedeki profesöre de aynısını söylesen ikisinin de

anlayacağı aynıdır.

Neyse konumuz bu değil. Benim bahsetmek istediğim edebiyat ve sanatın bize ne ifade

ettiği ve aralarındaki kopmaz bağ. Şair deyince akla ilk gelen isimlerden olan Necip Fazıl

“Canım İstanbul” şiirinde ay ve güneşin ezelden iki İstanbullu olduğunu söyler. Ben de na-

çizane edebiyat ve sanatın ezelden iki dost olduğunu düşünürüm hep. Edebiyat insanoğlu

var olduğu andan itibaren şiirler, masallar, destan ve efsaneler, roman ve hikayelerle dile

gelmiş, tiyatroyla vücut bulmuştur. Mevsimlerin belki de insana en çok yarayanı, insanda

mutluluk ve umut adına karanlık sis perdelerinin ardına saklanmış ne kadar duygu varsa

şaha kaldıranı olan baharın ise geçmişi edebiyatın geçmişinden daha eskilere dayanır.

86

EZELDENİKİ SEVGİLİ

Page 89: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

Bahar ve edebiyat birbirlerinden farklı zamanlarda gel-

miş olsalar da dünyaya yolları kesişmiş ve ezeldeki sıkı

dostluklarını dünyaya taşımışlardır. Baharın insanı mayış-

tıran ve doğayı uyandırıp ona canlılık veren ışıltılı havası,

örneğin ilk kez Orta Asya bozkırlarında tarih sahnesine

çıkmış olan Türklerin çevresindeki devasa ve mis koku-

lu kayın ağaçlarına da can vererek onu yapraklarla taç-

landırmış, bir inanca sarınmak ve “Ben nereden geldim?

Anam kim? Babam kim?” gibi aklındaki bir sürü soruya

cevap bulmak ihtiyacı hisseden bu insanların kendileri-

ne bir ağacı tanrı diye kabul etmelerini sağlamıştır. İnsa-

noğlunun dünyaya gelmesine vesile kayın ana da kayın

baba da (günümüzdeki kaynana/kayınvalide, kayınbaba/

kayınpeder) bir baharın ürünüdür. Belki de bahar ve dili

şekillendiren edebiyatın yeryüzündeki ilk temaslarından

birisi budur?

Edebiyat deyince aklımıza genelde şiir gelmekle bera-

ber bahar deyince de aklımıza mevsimlerden ikincisi olan

ve bir yenilenmeyi temsil eden ilkbahar mevsimi gelmek-

tedir. Sonbahar da aslında bir bahar mevsimi olmasına

karşın her nedense aklımıza ya genelde gelmez ya da yine

de ilkbahardan sonra gelir. Burada bizi düşündürmesi ge-

reken şey aslında bu sözcüğün “anlam daralması”na uğ-

ramış olabileceğidir. Bu noktada ise bir sözlüğe bakmak

düşüncemizde haklı olup olmadığımızı bize gösterecektir.

Farsça bir sözcük olan “behâr”ın sözlükte geçen dokuz

manasından bahsetmek mümkündür:

1. Mevsim-i ma’rûftur ki fasl-ı rebi’dir. Şuhûr-ı şemsiyeden

Mart, Nisan ve Eyâr aylarına şâmildür ki Âfitâb’ın Hamel,

Sevr ve Cevzâ burçlarında zamân-ı seyerânıdır.

2. Çin ikliminde bir puthâne adıdır.

3. Türkistan’da bir âteş-kede ismidir.

4. Hâne-i zer-endûd-ı pür nakş ü nigârdır.

5. Put ve sanem manasınadır.

6. Şükûfeye derler umûmen; turunç ve nârenc şükûfesine

derler husûsen.

7. Gûl-i gav-çeşm’dir. Türkî’de sığır gözü, sığır papatyası

ve sarı papatya tabir olunan nebatın çiçeğidir. Bu manada

Arabî olduğu dahi menkûldür.

8. Bir cezîre ismidir. Âb ü hevâsı gâyette mutedildir.

9. Harem-serâ-yı selâtin manasınadır.

Bunların yanında sözcüğün ağaç yaprağı (berg-i draht),

turunç ağacının yaprağı, çiçek(şukufe), Türkistan’da meş-

hur bir hanenin ismi, sarı gül, nakışla süslenmiş ev (mü-

nakkaş), Hindistan’da bir hıtta (memleket adı) gibi anla-

maları da vardır.

Edebiyat ise, kullanılan dili süsleyen, zenginleştiren, in-

sandaki hayal-duygu-düşünce evrenine ve üçgenine bir

dinamizm katan, insana kendini ifadelerin en güzelinin

imkanını sunan bir şanstır bana göre. Zira bu iki güzellik

bir araya gelince işte “Havalar ısınınca kendimi bir başka

hissediyorum.” gibi yalın, edebi dil ve zevkten uzak sıra-

dan bir cümle belki de şairin dilinde;

Beni bu güzel havalar mahvetti,

Böyle havada istifa ettim

Evkaftaki memuriyetimden.

Tütüne böyle havada alıştım,

Böyle havada aşık oldum;

Eve ekmekle tuz götürmeyi

Böyle havalarda unuttum;

Şiir yazma hastalığım

Hep böyle havalarda nüksetti;

Beni bu güzel havalar mahvetti. (O.Veli)

Mısraları olarak hayat buluyor.

Bahar, kelime olarak da kullanılan konu olarak da ede-

biyatımızda en çok Divân şairlerinde kendini gösterir.

Sözlükte bu kadar çok manası olmakla birlikte “behâr” ya

da yaygın imlâsıyla “bahar” Divan edebiyatında genellikle

mevsim adı olarak yani birinci manasıyla kullanılagelmiş-

tir.

Divan şiirinde manayı bir hasrın telleri gibi sağlam ve

ilmik ilmik ören Fuzuli;

Muanber sünbülünden almadan bû olmadum rüsvâ

Bu rüsvâlık bana senden degül bâd-ı sabâdandur

(Senin sünbüle benzeyen anber kokulu saçından koku

almadan aleme rezil olmadım; bu rezilliğin sebebi ise sen

değil sabah rüzgarıdır)

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 87

Page 90: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

Derken, Divan şiirinin son büyük temsilcisi kabul edilen

Şeyh Galip baharı şöyle tasvir etmiştir;

Nihâlin agzı köpürdü şükûfe zannetme

Cihânı eyledi dîvâne cûybâr-ı bahâr

Esürdi cûş-ı mahabbetle ehl-i sevdâ hep

Dimâga bûy-ı cünûn verdi rûzgâr-ı bahâr

(Fidanın ağzı köpürdü, onu çiçek sanma. Bahar ırmağı

dünyayı deli divane yaptı. Bahar rüzgârı beyne deliliğin

kokusunu verince, aşıklar sevgi coşkunluğuyla kendilerin-

den geçtiler.)

Zahiri alemde işiten bir kulağı olmasa da çoğu kimse-

nin göremediğini gören, duyamadığını duyan bir gönle

sahip ve yine Divan edebiyatının önde gelen şairlerinden

olan Zâti’nin ustaca ifade ettiği bahar ise şöyledir:

Ancak seni mi eyledi dîvâne ol perî

‘Âlem bahâr-ı hüsninün ey dil delüsidür

(O peri gibi olan sevgili, sadece senin mi aklını başın-

dan aldı? Ey gönül herkes senin bahar gibi güzel yüzünün

delisidir.)

Divan edebiyatı şairlerinden bahsedip de ünlü Kanuni

Mersiyesi ve daha birçok başka şiiriyle tanıdığımız Bâ-

ki’den bahsetmemek olmaz diye düşünüyorum. Bir şiirin-

de usta şair baharı şu dizelerle ele alır:

Nev-bâhâr oldı yine geldi cünûn eyyâmı

Takdı zencîrlerin bâd-ı bahâr enhârun

(İlkbahar oldu, yine delilik günleri geldi. Baharın rüzgârı

nehrin zincirlerini taktı.)

Bu ve buna benzer örnekleri Divan edebiyatı için çoğal-

tabiliriz. Divan şiirinde önemli bir yer tutan bahar mevsi-

mini şairler, bu mevsimle birlikte doğada meydana gelen

ve insana büyük bir güçle sirayet eden mayhoşluğu, insa-

nı sarhoş, aşık eden, onun içini var gücüyle dolduran ve

ona mutluluk veren, kasavetten kurtaran ve insanda yaşa-

mak arzusu uyandıran coşkunluğunu kimi zaman sevgili

yerine koyarak, kimi zaman deliliğe vurarak kimi zaman

da çiçeklerden ve doğadaki değişimlerden bahsederek

coşkunlukla anlatmışlar, bu coşkunluklarını okuyucuya da

geçirmişlerdir. İşte, bu noktada devreye edebiyatın gücü

girmektedir. Şiir tür olarak, içinde barındırdığı ahenk un-

surları ve dilin imkanlarından en yüksek derecede fayda-

lanabilme olanağı ile şairi bir ustanın tuğlaları üst üste

koyarak duvar örmesi misali kelimeleri üst üste koyarak

şiir evini yapmaya mecbur bırakmaktadır.

Peki bahar sadece Divan edebiyatında mı rağbet gör-

müş, şairlerin mısralarına sadece bu dönemde mi can

vermiş, nefes olmuştur. Elbette ki buna cevabım hayır

olacak ve bu cevabın neden hayır olduğunu örneklerle

açıklamaya çalışacağım. Mesela Divan edebiyatıyla çağ-

daş olan ve Türk edebiyatının da İslamiyet Sonrası Dö-

nemi’nin önemli bir bölümünü oluşturan Halk edebiyatı

şairleri de şiirlerinde bu konuya sıklıkla yer vermişlerdir.

Kahramanmaraşlı ve asıl adı Şerif Cırık, mahlası ise Aşık

Mahsuni Şerif olan büyük halk ozanı bir şiirinde baharı;

Aha geldi geçti bahar ayları

Kuş mu konar gayrı selvi dalına

Şeklinde yorumlayarak, aslında insan hayatının gençlik

dönemlerinin bittiği ve ömrün sonuna yaklaşıldığı zama-

nına vurgu yapmıştır. Aşık Mahzuni bu dizelerle insanı

ebedi uyku zamanına doğru bir yolculuk yaptırırken Ka-

rac’oğlan sanki ona itiraz edercesine ve uyuyanı uyandır-

mak için bizlere şöyle seslenmiştir:

Bülbül ne yatarsın, bahar erişti?

Ulu sular bulandığı zamandır.

Kat kat olup gül yaprağa karıştı,

Yine bülbül kul olduğu zamandır.

Yine bahar oldu, açıldı güller,

Figana başladı yine bülbüller.

Başka bir hâl olup açtı sümbüller,

Âşıkların del’olduğu zamandır.

Küçük yaşta gözlerini kaybetmesine rağmen tıpkı Zâti

gibi gönlüyle gören ve duyan büyük usta Aşık Veysel ise

baharın yenilenmenin, yeniden doğuşun simgesi oluşunu

şu dizelerle bizlere aktarmıştır:

Esti bahar yeli karlar eridi

Kubarmış dağlarda kar çiçekleri

88

Page 91: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

Kavlettim yar ile ahdim var idi

Birlikte dermeye mor çiçekleri

Baharda coşarsa bu ulu toprak

Vücuda getirir her türlü yaprak

Al yeşil giyinmiş dağlara bir bak

Besleyip büyütür yer çiçekleri

Biraz daha günümüz edebiyat dünyasına yaklaştığımız-

da ise edebiyatın insana dilin kıvraklığından ve az söyle-

yip çok kastedebilme kolaylığını sunmasından faydalanan

birçok şairden söz edebiliriz. Yazımın başlarında da zikret-

tiğim üzere Orhan Veli mahvına bu güzel havaların sebep

olduğunu söylerken, Bedri Rahmi ağaçların sevincinden

yılda bir kere çıldırdığını hem de ne güzel çıldırdıkları-

nı söyler ve bizleri aslında bir ikilemin ve sorgunun içine

çeker. Ağaç ve çıldırmak!? Ağaç çıldırır mı hiç? Ağacın

çıldırması da nasıl olur? Olur işte bak olmuş. Bedri Rah-

mi oldurmuş. Ama nasıl oldurmuş? Malzemesini doğru

seçerek! Dili etkili kullanarak. Ezelden dost olanın dost-

luğundan faydalanarak. Bahar geldi de ağaçlar çiçek açtı

deseydi de “Yılda bir kere çıldırır ağaçlar sevincinden”

dediğinde de aslında aynı şeyi yani ağaçların dallanıp

budaklandığını, yaprağa çiçeğe büründüğünü söylüyor,

ama o söyleyeceklerinin etkililiğini ve hatırda kalıcılığını

artırmak için edebi dil gibi bir cevherden faydalanmayı

tercih ediyor. Birinci ifadedeki sığlık ile ikinci ifadedeki

coşkunluğu ve hareketliliği kıyasladığımızda, bize zaten

çok güzel olan bahar mevsiminin bu güzelliğini hak ettiği

şekilde ifade edebilecek edebiyattan ve edebi türlerden

başka seçenek kalmadığını görüyoruz.

İşte bu noktada, doğaya hayat veren bahar ile bahara

hayat veren edebiyatın neden ezelden iki dost olduğunu

ve birbirlerini ne denli besleyip büyüttüklerini görebiliriz.

Cahit Sıtkı’nın “Bahar Sarhoşluğu”nda onunla birlikte

kafesteki esaretimizden kurtuluyor, erik ağaçlarının gelin

olduğunu görüyoruz. İşte yine ayrılmaz ikili: Edebiyatın

sunduğu imkanlar ile baharın güzelliğinin usta ellerde sa-

nat eserine dönüşmesi…

Edebiyatın gücü ile baharın güzelliği birleştiğinde nasıl

da okumalara doyulamayan eserlerin ortaya çıktığından

bahsettiğimiz bu noktada, Nazım Hikmet’i, Ahmet Muhip

Dıranas’ı Ceyhun Atuf Kansu, Ziya Osman Saba, Melih

Cevdet Anday ve Yahya Kemal Beyatlı’yı… anmadan ge-

çemeyiz.

Buraya kadar okuduklarımıza göre bir yorum yapmaya

kalkarsak elbette ki bu eksik bir yorum olacaktır çünkü

bahar her ne kadar daha çok şiirde konu olarak işlenmiş-

se de düz yazı türünde eser veren sanatçılarımız da bahar

konusunu bazen ana konu olarak bazen de ana konuyu

destekleyici bir konu olarak kullanmışlardır. Bu noktada

aklıma hemen Ömer Seyfettin’in kaleme aldığı ve Türk

kadınını övdüğü en ünlü öykülerinden biri olan “Bahar ve

Kelebekler” eseri geliyor. Bir büyükanne evlerinin bahçe-

sinde kitap okuyan torununun yanına oturur ve bir müd-

det sonra bin bir zahmet neticesinde onunla sohbet et-

meye başlar. Kendi gençlik yıllarından ve bahar aylarında

içlerinin nasıl bir sevinçle dolduğundan bahseder. Bahar

geldi mi geleceklerinin bir öngörüsü olarak gördükleri ilk

kelebeğin rengine göre yorumlar yaparlar. Beyaz kelebek

şanstır örneğin ve kızlar ilk kez beyaz kelebek görmek

için heyecanla beklerlerken sarı kelebek pek hayra alamet

kabul edilmediği için görmeyi değil görmemeyi yeğlerler.

Genç kızlar bir bahar günü aşık olurlar, genç adamlar

gömleklerinin ilk üç düğmesini açarak güneşin soğuk kış

günlerinin ardından insanın içini gıcıklayan pırıl pırıl yü-

zünü gösterdiği bir bahar gününde sokaklarda filinta gibi

dolaşırlar, depresyonlar bahar aylarında biter, hayata kar-

şı yeni umutlar bahar aylarında gün yüzüne çıkar roman

ve hikayelerde.

Ve her martta başlayıp mayısta biten o güzelim bahar,

tıpkı hikaye ve romanlardaki gibi bizlere de umut aşılar.

Sonra bir gün bir yerlerde o yazılanlarla yollarımız kesi-

şir, belki bir şiiri okur, yahut şiirin bestelenmiş hali önce

kulaklarımıza sonra dilimize takılır da, biz baştan başa

bunların hepsiyle dolarız. Bizden yıllar önce yaşamış bi-

riyle aynı duyguları paylaşmak hoşumuza gider, ölüm-

süzlüğüne ithafen “ Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil”i

düşünür baştan ayağa etkileniriz. Aslında bilmeyiz ki bu

etkilenmenin altında koca bir ezeli dostluk yatar. Ve bu

ölümsüzlüğü sağlayan yine bu ezeli dostluktur. Ne güzel

olurdu vanilya kokulu dondurmacımız kapımızın önünde,

bu ezeli dostlar hayatımızda biz var oldukça var olsalar!

* Mithatpaşa MTAL Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 89

Page 92: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

90

Uzman Psikolog Arzu Yı ld ı r ım*

DUYGULARINGÖÇÜ ZORDUR

Page 93: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

* Acıbadem Türk Telekom Şehit Mete Sertbaş Ortaokulu

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 91

Yıl 1981, doğudaki şirin kasabalarımızdan birin-

de ilkokul üçüncü sınıftaydım. Eylül ayında okullu

olduk; sınıfları doldurduk, ben neşe dolmuştum,

sevinçliydim. Fakat sevinçli değildik hepimiz. Bir

arkadaşım neler konuşulduğunu anlamaya çalışa-

rak şaşkın şaşkın bakınıyordu sağına soluna. Aynı

dili konuşmuyorduk. “Göçer” diyorlardı ona. İlk o

gün duydum “göçmek” kelimesini ve ilk kez o za-

man gördüm göçmekte olan birini. Ha…! Yanlışım

olmasın, ikinci sınıfa giderken okuma parçamızda

geçen göçmen kuşlardan bir de leylek vardı. Yıl

1982, göçtük İstanbul’a; başladım okula. Sevinç-

liyiz hepimiz; yaşasın okulumuz diyememe sırası

artık bendeydi. Aynı dili konuşuyordum onlarla;

ama yine de anlayamıyorduk birbirimizi. Ne de

olsa büyük bir şehirdi burası. Yıl 1985, sınıfımıza

Köstence’den bir çocuk gelmişti. Romanya’dan

göç eden soydaşlarımızdan. Aynı dilin, benzer ge-

leneklerin insanıydık. Yine de anlayamıyorduk bir-

birimizi; şaşkındık.

Leylekler göçüp gidiyorlar sıcak ülkelere. Gö-

çerler iniyorlar kışın kasabalara. Göç alıyor büyük

şehirler. Göç veriyor ülkeler. Göçmek zorunda ka-

lıyor dil bilmez, yol bilmez, iz bilmez mülteciler.

Göçün bir gönüllü olanı var -hani beyinle ilgili, be-

yin göçü denileni- bir de meyilli olunanı var; yeni

fırsatlar, başka olanaklar sunanı. Göç aslında hem

bedenen hem ruhen yaşanılan bir süreç. Gönüllü

olunduğunda da bocalatır insanı, zorunlu gönüllü

olunduğunda da. Uysa da uymasa da uymak, farklı

olana uydurmak ister insan kendini.

Yıl 2017, Sultanbeyli’de bir ilkokul. Suriyeli mül-

tecilerle ilgili yürütülen Avrupa destekli bir pro-

jede gönüllü olarak çalışıyorum. Sekiz dokuz yaş-

larında bir çocuk. Yarım yamalak olduğu daha ilk

kelimesinden anlaşılan Türkçesiyle dedi ki: “Ke-

çim kaldı Suriye’de”. Yirmi yıldan fazladır psiko-

logdum. Lakin bilgim, ilgim, mesleğim yetmedi

çocuğa bir karşılık vermeye. Ne kadar ağır bir üç

kelimeydi öyle! Dil yarımdı, zor anladık birbirimizi.

Fakat asıl önemlisi, anladıklarımın ağırlığıydı. O,

yüzlerce kilometre öteden, kelimelerin ağırlığına,

boyuna posuna bakmadan taşımıştı onları. Ben bir

yetişkin olarak o günden bugüne taşımakta hâlâ

zorlanıyorum o kelimeleri. Sultanbeyli’de bir lise.

Bir çalışmada sardı çevremizi Suriye’den göçen

gençler. Öğretmen dedi ki: “Kokuyor bu çocuklar,

duymuyor musun dört yanımızı sardı kokular; el

sıkıştık aileleriyle. Ellerimi yıkamalıyım böyle du-

ramam”. Söyleyecek kelime bulamadım yıllarca

öğrencilerle çalışmış bir eğitimci olarak.

Yurdunda keçisi kalanın kim bilir yüreğinden bı-

raktığı neler kalmıştır yuvasında? Keçisini özleyen

küçük kız evini, kedisini, arkadaşını, çiçeğini özle-

mez mi ola? Kokan genç kız, toprağında mis gibi

kokan bir mimozaydı aslında. Yurdundan uzaklara

düşünce kurudu bedeni; duyguları kokuştu. Dedim

ya göç aslında hem bedenen hem ruhen yaşanı-

lan bir süreç. Beden kokar; bir geride kalır, bir öte

gider. Duyguların göçü elbet zordur. Fakat ruh;

ancak ölündüğünde göçüp gider. O her yeri yurt

tutabilir; iyi olan her kalıba girer. Yeter ki ruh, ken-

dine dokunabilen ellere düşsün.

Page 94: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

92

ÜSKÜDAR

FAALİYET BÜLTENİRümeysa KARIŞMAZ /Üsküdar İ lçe Mi l l i Eği t im Müdür lüğü Özel Büro

”VALİDE SULTAN GEMİSİ İLE TARİHE YOLCULUK” PROJEMİZ KAPSAMINDA BOĞAZDA KÜLTÜR DERSLERİMİZ DEVAM EDİYOR

İlçe Millî Eğitim Müdürlüğümüz ve Üsküdar Bele-

diyesinin birlikte yürüttüğü “Valide Sultan Gemisi ile

Tarihe Yolculuk” projemiz kapsamında lise son sınıf

öğrencilerimiz rehber eşliğinde boğaz turu ve kahvaltı ile

birlikte kültür, sanat ve tarih derslerine devam ediyorlar.

Derslerini Tamamlayan Okullarımız:1. Burhan Felek Anadolu Lisesi

2. Çengelköy Şehit Okan Altıparmak Anadolu Lisesi

3. Kandilli Kız Anadolu Lisesi

4. Hacı Sabancı Anadolu Lisesi

5. Haydarpaşa Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi

6. Hakkı Demir Anadolu İmam Hatip Lisesi

7. İMKB Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi

8. Mihrimah Sultan Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi

9. Selimiye Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi

EĞİTİM DONATIM GELİŞİM(EDGE) PROJE LANSMANIMIZI GERÇEKLEŞTİRDİK

İstanbul Kalkınma Ajansı’nın “Çocuklar ve Gençler

Malî Destek Programı” kapsamında İlçe Millî Eğitim

Müdürlüğümüzün hak kazandığı “Eğitim, Donatım,

Gelişim (EDGE)” projemizin tanıtım programı Kaymaka-

mımız Murat Sefa DEMİRYÜREK, İl Milli Eğitim Mü-

dürümüz Levent YAZICI, Medipol Üniversitesi Eğitim

Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Şeref DEMİRAYAK, İlçe Milli

Eğitim Müdürümüz Sinan AYDIN ve ISTKA Proje İzle-

me Uzmanı Arzu PARMAKSIZ’ın katılımlarıyla gerçek-

leştirildi.

Page 95: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 93

ŞEHİDİMİZ OKAN ALTIPARMAK’I SENE-İ DEVRİYESİNDE ANDIK…

HER ANNE BİR OKUL PROJEMİZİN AÇILIŞ PROGRAMINI GERÇEKLEŞTİRDİK

Şehidimiz Okan Altıparmak’ın şehadetinin sene-i

devriyesi münasebetiyle Üsküdar Müftülüğü ve İlçe Milli

Eğitim Müdürlüğümüzün birlikte düzenlemiş olduğu

Mevlid-i Şerif, Çengelköy İmam-ı Azam Caminde Kay-

makamımız Sayın Murat Sefa DEMİRYÜREK, İlçe Milli

Eğitim Müdürümüz Sayın Sinan AYDIN, İlçe Müftümüz

Sayın Ali ÇAKMAK, Şehidimizin muhterem babası Yaşar

Altıparmak, okul müdürlerimiz, öğretmenlerimiz ve

vatandaşlarımızın katılımıyla gerçekleştirildi.

Öğrenci ve öğretmenlerimizin kişisel gelişimlerine

önem verdiğimiz kadar Her Anne Bir Okul Projesi

ile veli eğitimlerimize de devam ediyoruz. Bu yıl

üçüncüsünü düzenlediğimiz Her Anne Bir Okul

Projemizin açılış programını Üsküdar Engelsiz Yaşam

Merkezi’nde gerçekleştirdik.

Proje Kapsamında Verdiğimiz Seminerlerimiz:1. Uzman Psikolog Rukiye KARAKÖSE-Ana Baba

Tutumları

2. Doç. Dr. M.Lütfi ARSLAN- Aile ve Medeniyet

3. Doç Dr. Ş. Senem BAŞGÜL-Çocuk ve Ergenlerde

Ruhsal Sorunlar

4. Abdurrahman ASLAN-İslam ve Modernizm

5. Uzman Psikolog Rukiye KARAKÖSE-Maneviyat

Psikolojisi

6. Prof. Dr. Beylü DİKEÇLİGİL-Zannın Çoğundan

Kaçınmak

7. Doç. Dr. M.Lütfi ARSLAN-Çocuk Eğitimnde Babanın

Rolü

8. Uzman Psikolog Kadriye Slocum İNCE-Sağlıklı ve

Mutlu Ailenin Özellikleri

9. Dr. Mahmut KARAMAN-Kardeşlik Seferberliği

10. Dr. Melike GÜNYÜZ-Edebiyat Ne İşe Yarar?

Page 96: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

94

“YÜZME BİLMEYEN KALMASIN” PROJESİ İLE ÖĞRENCİLERİMİZ YÜZME DERSLERİNE BAŞLADILAR Cumhurbaşkanlığımızın himayelerinde Gençlik Spor

Bakanlığı ile Millî Eğitim Bakanlığımızın ortaklaşa yürüt-

tükleri “Yüzme Bilmeyen Kalmasın” projesi kapsamında;

Müdürlüğümüze bağlı ilkokul 3.ve 4.sınıf öğrencilerimize

Burhan Felek Yüzme havuzunda 4 hafta boyunca yüzme

dersi verilmeye başlandı. Yüzme derslerini, Kaymakamı-

mız Sayın Murat Sefa DEMİRYÜREK, İlçe Milli Eğitim

Müdürümüz Sayın Sinan AYDIN, İlçe Gençlik Spor

Müdürümüz Sayın İsmail İLHAN yerinde incelediler.

YEŞEREN UMUTLAR PROJEMİZ KAPSAMINDA OKÇULUK VAKFINI ZİYARET ETTİK Öğrenci ve öğretmenlerimizin kişisel gelişimlerine

önem verdiğimiz kadar Her Anne Bir Okul Projesi ile

veli eğitimlerimize de devam ediyoruz. Bu yıl üçün-

cüsünü düzenlediğimiz Her Anne Bir Okul Projemizin

açılış programını Üsküdar Engelsiz Yaşam Merkezi’nde

gerçekleştirdik.

Proje Kapsamında Verdiğimiz Seminerlerimiz:1. Uzman Psikolog Rukiye KARAKÖSE-Ana Baba Tu-

tumları

2. Doç. Dr. M.Lütfi ARSLAN- Aile ve Medeniyet

3. Doç Dr. Ş. Senem BAŞGÜL-Çocuk ve Ergenlerde

Ruhsal Sorunlar

4. Abdurrahman ASLAN-İslam ve Modernizm

5. Uzman Psikolog Rukiye KARAKÖSE-Maneviyat Psi-

kolojisi

6. Prof. Dr. Beylü DİKEÇLİGİL-Zannın Çoğundan Kaçın-

mak

7. Doç. Dr. M.Lütfi ARSLAN-Çocuk Eğitimnde Babanın

Rolü

8. Uzman Psikolog Kadriye Slocum İNCE-Sağlıklı ve

Mutlu Ailenin Özellikleri

9. Dr. Mahmut KARAMAN-Kardeşlik Seferberliği

10. Dr. Melike GÜNYÜZ-Edebiyat Ne İşe Yarar?

Page 97: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 95

“AİLE SICAKLIĞINDA SOHBETLER” İÇİN PANSİYONDA KALAN ÖĞRENCİLERİMİZİN YANINDAYIZ Kaymakamımız Sayın Murat Sefa DEMİRYÜREK ve

İlçe Milli Eğitim Müdürümüz Sayın Sinan AYDIN, “Aile

Sıcaklığında Sohbetler” projesi kapsamında, pansiyo-

nunda kalan öğrencilerimizi ziyaret ettiler. Ailelerinden

uzakta olan öğrencilerimize moral ve motivasyon için

her zaman yanlarında olduklarını vurguladılar.

Ziyaret Ettiğimiz Okul Pansiyonlarımız:1. Türkan Sabancı Görme Engelliler İlkokulu/Ortaokulu

2. Çamlıca Kız Anadolu Lisesi

3. Çamlıca Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi

4. Hakkı Demir Anadolu İmam Hatip Lisesi

5. Araştırma Geliştirme Eğitim ve Uygulama Merkezi

6. Üsküdar Anadolu İmam Hatip Lisesi

7. İTO Marmara Anadolu İmam Hatip Lisesi

İSTİKLÂL’DEN İSTİKBAL’E PROJEMİZ İLE HER HAFTAYA ÖĞRENCİLERİMİZİ ZİYARETLE BAŞLIYORUZ

İstiklâl’den İstikbal’e projemiz kapsamında kaymaka-

mımız, belediye başkanımız ve ilçe milli eğitim müdü-

rümüz her pazartesi öğrenci ve öğretmenlerimizle bir

araya gelmeye devam ediyor.

Ziyaret Ettiğimiz Okullarımız:1.Yıldırım Beyazıt Ortaokulu

2.Şehit Kader Sivri Ortaokulu

3.Çağrıbey Anadolu Lisesi

4.Cumhuriyet Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi

5.Saffet Çebi Ortaokulu

6.Şadıman Polat Çebi İlkokulu

7.Ahmet Keleşoğlu Anadolu Lisesi

8.Nezahat Ahmet Keleşoğlu Ortaokulu

9.Çamlıca Kız Anadolu Lisesi

10.Çengelköy Şehit Okan Altıparmak Anadolu Lisesi

11.Bülent Akarcalı Anadolu Lisesi

Page 98: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

96

TÜBİTAK 4006 BİLİM FUARLARI DESTEKLEME PROGRAMI SONUÇLARI AÇIKLANDI

TÜBİTAK 4006 Bilim Fuarları Destekleme Programı

sonucunda 14 okulumuz destekleme hibesi almaya hak

kazandı. Tüm hızla projelerin hazırlanması ve fuar düzen-

leme hazırlıkları başladı.

ORTAOKULLAR ARASI MÜNAZARA YARIŞMASINDA ÖĞRENCİLERİMİZ BİRİNCİ OLMAK İÇİN MÜCADELE ETTİLER Türkiye Gençlik Vakfı ve İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü-

müzün birlikte düzenlemiş olduğu “Ortaokullar arası Mü-

nazara Turnuvası” ve ödül töreni Kaymakamımız Murat

Sefa DEMİRYÜREK, İlçe Milli Eğitim Müdürümüz Sinan

AYDIN, Türkiye Gençlik Vakfı İl Başkan Yardımcısı Ahmet

Yakup GÖKÇE, Türkiye Gençlik Vakfı Üsküdar Başkanı Bilal

ERMİŞ’in katılımıyla

GENÇ NİDA KUR’AN-I KERİM’İ GÜZEL OKUMA HAFIZLIK YARIŞMASI BÖLGE FİNALİ GERÇEKLEŞTİRİLDİ

2018-2019 Genç Nida Kur’an-ı Kerim’i Güzel Okuma

Hafızlık Yarışması Bölge Finali Ģehit Ayşe Aykaç Kız

İmam Hatip Ortaokulu’nda gerçekleştirildi.

Page 99: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 97

DAHA YEŞİL VE DAHA TEMİZ BİR DÜNYA İÇİN SIFIR ATIK PROJEMİZ DEVAM EDİYOR

İsrafın önlenmesi, kaynakların verimli kullanılarak

geri kazanımın sağlanması kapsamında “Sıfır Atık Pro-

jesi” etkinliğimiz, Üsküdar Kaymakamımız Murat Sefa

DEMİRYÜREK, Belediye Başkanımız Hilmi TÜRKMEN,

İlçe Milli Eğitim Müdürümüz Sinan AYDIN ve misafirle-

rimizin katılımıyla Yavuztürk İlkokulunda gerçekleştirildi.

EĞİTİM YÖNETİCİLERİ AKADEMİSİNDEKİ KONULARIMIZ “AFET EFFETMEZ ” ve “BİLİM TARİHİ SOHBETLERİ” Okul müdür yardımcılarımızın çok yönlü gelişimi

için düzenlediğimiz Eğitim Yöneticileri Akademisindeki

eğitimlerimizi Prof. Dr. Mikdat KADIOĞLU ve Prof. Dr.

Mustafa KAÇAR ile gerçekleştirdik.

1. Prof. Dr. Mikdat KADIOĞLU-Afet Affetmez

2. Prof. Dr. Mustafa KAÇAR-Bilim Tarihi Sohbetleri

MEB 2023 EĞİTİM VİZYONU ÇALIŞTAYIMIZI GERÇEKLEŞTİRDİK

Üsküdar İlçe Milli Eğitim Müdürlüğümüzün “2023

Eğitim Vizyonu Çalıştayı”nı İlçe Millî Eğitim Müdürü-

müz Sinan AYDIN, Şube Müdürleri, Üniversite ve STK

temsilcileri ile Resmi ve Özel Okul/Kurum Müdürlerinin

katılımları ile Adile Sultan Kasrı Öğretmenevinde ger-

çekleştirdik.

Page 100: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

98

TBMM BAŞKANIMIZ SAYIN BİNALİ YILDIRIM TENZİLE ERDOĞAN KIZ ANADOLU İMAM HATİP LİSESİNE ZİYARETTE BULUNDULAR

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanımız Sayın Binali

YILDIRIM, İlçemiz Tenzile Erdoğan Kız Anadolu İmam

Hatip Lisesi’ni ziyaret ederek incelemelerde bulundular.

“KENDİNİ GELİŞTİR GELECEĞİ DEĞİŞTİR” PROJEMİZ ÖĞRETMEN SEMİNER VE ATÖLYELERİYLE DEVAM EDİYOR

Öğretmenlerimizin hem mesleki hem kişisel hem de

kültürel yenilenmelerine katkı sunmak için yürüttüğümüz

öğretmen seminer ve atölyelerimiz devam ediyor.

1. Oktay AYDINLAR-İletişimin Temel İlkeleri ve Sağlıklı

İletişim

2. Cavit YEŞİLDAĞ-Waldorf Yaklaşımı

3. Hüseyin ÖZTÜRK-Ritim Atölyesi

4. Doç. Dr. Can POLAT-Neyi Parlatacağız?

5. Neriman YILMAZ-Akıl Oyunları Atölyesi

6. Zeynep Hülya KANBAY-Müzik Ritim Drama

7.Cavit YEŞİLDAĞ-Özel Eğitimde Finlandiya Modeli

8. Yrd. Doç. Dr. Nilüfer ÇELİKKOL-Motivasyon

9. Sara ŞAHİNKANAT- Erken yaşta kitap okumanın öne-

mi ve püf noktaları

10. Jale TURHAN-Su Doku ve Ötesi

11. Cavit YEŞİLDAĞ-Öğrenmede Hareketin Önemi

12. Bahadır Emre BOZKURTLAR-Her Fotoğrafın Hika-

yesi Vardır

Page 101: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 99

2018-2019 EĞİTİM ÖĞRETİM YILI KAPANIŞ PROGRAMINA ENERJİ VE TABİİ KAYNAKLAR BAKANIMIZ FATİH DÖNMEZ KATILDI

“2018-2019 Eğitim Öğretim yılı 1. Dönem Kapanış

Programı ve Karne Töreni”; 4.Murat İlkokulu’nda Enerji

ve Tabii Kaynaklar Bakanımız Sayın Fatih DÖNMEZ,

Kaymakamımız Murat Sefa DEMİRYÜREK, Belediye

Başkanımız Hilmi TÜRKMEN, İlçe Millî Eğitim Müdü-

rümüz Sinan AYDIN, öğrencilerimiz, öğretmenlerimiz ve

velilerimizin katılımıyla gerçekleşti.

Ardından evde eğitim alan öğrencimiz, İlçe protokolü-

müz tarafından evinde ziyaret edilerek karne ve hediyesi

takdim edildi.

“ÜSKÜDAR EĞİTİM OKUMALARI” PROJEMİZ KAPSAMINDA AHMET DAVUTOĞLU’NDAN DURUŞ’U DİNLEDİK

Otuz Beşinci kitabımızın okunduğu okul müdürleri-

mizin yoğun ilgi gösterdiği Üsküdar Eğitim Okumaları

projemize ocak ayında Prof. Dr. Ahmet DAVUTOĞLU

ve şubat ayında Prof. Dr. Deniz Ülke ARIBOĞAN misafir

oldu.

1. Prof. Dr. Ahmet DAVUTOĞLU-Duruş

2. Prof. Dr. Deniz Ülke ARIBOĞAN-Duvar

“İSTANBULU OKUYORUM” PROJESİ KAPSAMINDA İLÇE MİLLİ EĞİTİM MÜDÜRLÜĞÜ PERSONELİ OLARAK KİTAPLARIMIZI OKUDUK “İstanbul’u Okuyorum” projesi kapsamında Üsküdar

İlçe Millî Eğitim Müdürlüğü personeli olarak hepimiz güne

kitaplarımızı okuyarak başladık.

Page 102: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

AZERBAYCAN TAHSİL CEMİYETİNDEN MİSAFİRLERİMİZ VAR

Azerbaycan Tahsil Cemiyeti’nden gelen öğretmen,

okul yöneticisi ve akademisyenler İlçe Millî Eğitim Mü-

dürümüz Sinan AYDIN’ı makamında ziyaret ettiler.

100

HÜSEYİN AVNİ SÖZEN ANADOLU LİSESİ ÖĞRENCİLERİMİZ BİLİM OLİMPİYATLARINDAN MADALYALARLA DÖNDÜ Antalya’da yapılan Ulusal Bilim Olimpiyatları TÜ-

BİTAK Organizasyonu’na katılan Hüseyin Avni Sözen

Anadolu Lisesi öğrencilerimiz Matematik alanında 2

bronz, Biyoloji alanında 1 bronz madalya almaya hak

kazanmışlardır.

DİYANET İŞLERİ BAŞKANIMIZ İTO MARMARA ANADOLU İMAM HATİP LİSEMİZİ ZİYARET ETTİLER

Diyanet İşleri Başkanımız Prof. Dr. Ali ERBAŞ, İTO

Marmara İmam Hatip Lisesini ziyaret ettiler.

Kaymakamımız Murat Sefa DEMİRYÜREK, İl Milli Eği-

tim Şube Müdürümüz Mustafa AKHAN, İlçe Milli Eğitim

Müdürümüz Sinan AYDIN, İlçe Müftümüz Ali ÇAKMAK

ve ÖNDER Başkanı Halit BEKİROĞLU’nun da katılım-

larıyla gerçekleşen ziyarette, Diyanet İşleri Başkanımız

Prof. Dr. Ali ERBAŞ okulun bölümlerini gezerek, yürü-

tülen projeler, hafızlık eğitimi ve Kur’an-ı Kerim dersi

hakkında bilgi aldılar.

Page 103: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 101

Page 104: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ

102

Page 105: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ
Page 106: YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ