İncir Çekirdeği dergisi sayı:3

50
Haziran 2014 Sayı: 3 dil, edebiyat, kültür, sanat BEŞİR AYVAZOĞLU İle SÖYLEŞİ TABANCAlakaplı İngiliz: Charles DICKENS Yurdunu Yazan Adam: Cengiz DAĞCI BOZKIRDA BİR ŞAMAN

Upload: incir-cekirdegi-dergisi

Post on 09-Mar-2016

272 views

Category:

Documents


13 download

DESCRIPTION

İncir Çekirdeği Haziran 2014 sayısı

TRANSCRIPT

Page 1: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

Haziran 2014 Sayı: 3 dil, edebiyat, kültür, sanat

BEŞİR

AYVAZOĞLU

İle

SÖYLEŞİ

“TABANCA”

lakaplı

İngiliz:

Charles

DICKENS

Yurdunu

Yazan

Adam:

Cengiz

DAĞCI

BOZKIRDA

BİR

ŞAMAN

Page 2: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

İncir Çekirdeği

Dergisi

Genel Yayın Yönetmeni

Ayşe Bengisu Akdağ

Yazı İşleri Müdürü

Sırdem Kemiksiz

Editörler

Sultan Demirtaş

Kübra Tarakçı

Yazarlar

Afra Nur Akkayalı

Beyza Arı

Busenur Aslan

Hatice Türk

Hilal Akarslan

Merve Başol

Sema Keser

Seren Kotik

Süleyman Erkut

Şeyda Üzer

İletişim

[email protected]

facebook.com/incircekirdegidergisi

https://twitter.com/IncirCekirdegiD

EDİTÖRDEN...

Değerli İncir Çekirdeği okuyucuları…

Bir sayımızda daha sizlerle buluşabildik. Edebiyat,

kültür ve sanat ile dolu olan Haziran sayısı ile yine

siz okuyucularla buluşmanın verdiği bir sevinç var

içimizde.

Ölümünün 51. yılında Nazım Hikmet’i anmak

istedik ve bu ay dosya konumuzu Nazım Hikmet

olarak belirledik. Sırdem Kemiksiz kalemiyle

yeniden yaşattı kıymetli şairi. Doğumunun 113.

yılında Tanpınar’ın yalnızlığıyla okuyucu arasında

köprü kurmaya çalıştım. Ayşe Bengisu Akdağ,

Kırım sürgününün yıl dönümünde Cengiz Dağcı’yı

yazdı. Beyza Arı, Charles Dickens’ın ilginç

yaşamının kapısını araladı bu ay. Söyleşi

köşemizde Beşir Ayvazoğlu yer alıyor. Usta yazar,

okuyucularımıza bir de kitap önerilerinde

bulundu. Şiirler, hikâyeler ve festival filmlerini

bulacağınız sayımızı beğenilerinize sunuyoruz.

İlginize şimdiden teşekkür ederim ve keyifli

okumalar dilerim. Bir sonraki sayımızda buluşmak

dileği ile…

Sultan Demirtaş

Editör

Page 3: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

Havâdis

Prof.Dr. Coşkun Ak’la Son Ders

Âgâh Ol Erenler / Hatice Türk

Bir Kamanın-Şamanın Ağzından / Busenur Aslan

Yurdunu Yazan Adam / Ayşe Bengisu Akdağ

Güçlü Bir Kalem / Beyza Arı

Yalnızlık Bâki / Sultan Demirtaş

Güzel Yüzlü Şair / Sırdem Kemiksiz

Nazım Hikmet’ten Şiirler

Nazım Hikmet ve Necip Fazıl’ın Mektubu

Beşir Ayvazoğlu Söyleşisi / Ayşe Bengisu Akdağ

SOMA

Umut’un Karası / Hilal Akarslan

Boşluk – Şiir / Sema Keser

Hâile-i Osmaniyye / Seren Kotik

Risâle – Şiir / Süleyman Erkut

Asya / Zübeyde Belet

Edebiyat Tarihinde Haziran

Arka Kapak / Merve Başol

Beyaz Perde’den / Afra Nur Akkayalı

Büyük Ödül: Kış Uykusu / Sultan Demirtaş

Ayın Fotoğrafı / Aybige Akdağ

Gençlere Sorduk / Kübra Tarakçı

İçindekiler

Page 4: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

HA

DİS Aşık Veysel

müzikali ünlü

ozanın

memleketinde

sahnelendi

Karabük Üniversitesi'nde

eğitim gören 20 öğrenci,

ünlü halk ozanı Aşık Veysel'i,

memleketi Sivas'ın Şarkışla

ilçesinde sahneye koyduğu

müzikalle anlattı.

Öğrenciler, Şarkışla'daki

Seyfettin Soysal Konferans

Salonu'nda, ünlü ozanın

hayatını ve sanatını,

sahneye koydukları

müzikalde canlandırdı.

Gençler, oyunu, çocuklara

ayrı, ilçe protokolüne ayrı

olmak üzere iki ayrı seansta

sahneye koydu. Müzikal

sırasında gözyaşlarını

tutamayan Aşık Veysel'in

torunu ve projenin

danışmanı Nazender Süzer,

çok anlamlı bir müzikal

olduğunu belirtti.

"Bülbülü

Öldürmek" e-

kitap oluyor!

Dünyada giderek

yaygınlaşan e-kitabın

gücü karşısında 88

yaşındaki ünlü yazar

Harper Lee de

dayanamadı.

İlk baskısı 1960’ta yapılan

Bülbülü Öldürmek (To Kill A

Mockingbird) romanının

yazarı Lee, geçtiğimiz

günlerde kutladığı 88. yaş

gününde eserinin e-kitap

olarak yayınlanacağını

duyurdu.

Harper Lee, "Bülbülü

Öldürmek" kitabının e-kitap

ve dijital ses kaydı olarak

yayınlanmasına izin vererek,

uzun yıllar direndiği

elektronik kitap piyasası

karşısında teslim bayrağını

çekmiş oldu Pulitzer Ödüllü

roman Bülbülü Öldürmek’in

dijital versiyonu 8

Haziran’da yayınlanacak.

Kolombiya

Büyükelçiliği

Márquez'i anıyor

Kolombiya Büyükelçiliği,

Nobel ödüllü Kolombiyalı

yazar Gabriel García

Márquez'in anısına anma

törenleri düzenleyecek.

Márquez'in yaşamını ve

yapıtlarını konu eden bir dizi

konferansı yine Kolombiyalı

yazar Eduardo Márceles

sunacak.

Konferanslar Márquez'in

Latin Amerika ve Kolombiya

öykücülüğüne olan katkıları,

yapıtlarındaki ana konular

ve özellikle Márquez

sonrasındaki Kolombiyalı

yazarlarda yeni edebi

akımlar üzerine

odaklanacak.

Orhan Kemal

ödülü 'Çıplak ve

Yalnız'ın

43. Orhan Kemal Roman

Armağanı Hamdi Koç'un

"Çıplak ve Yalnız" adlı

eserine verildi.

Orhan Kemal Roman

Armağanı'na, Hamdi Koç'un

Page 5: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

"Çıplak ve Yalnız" adlı

romanı değer bulundu.

Orhan Kemal Roman

Armağanı Sekreterliği'nden

yapılan yazılı açıklamaya

göre, armağan için 44 eser

başvurdu.

Tahsin Yücel, İnci Aral,

Turhan Günay, Feyza

Hepçilingirler, M. Nuri

Gültekin, Ahmet Telli ve

Nazım K. Öğütçü'den oluşan

seçiciler kurulu yaptığı

toplantıda, 43. Orhan Kemal

Roman Armağanı'na Hamdi

Koç'un "Çıplak ve Yalnız"

adlı romanını layık gördü.

Milletlerarası

Klasik Türk

Edebiyatı

Sempozyumu

Şanlıurfa’da

yapıldı

Türk Dil Kurumu ve Harran

Üniversitesi iş birliğiyle

hazırlanan Prof. Dr.

Abdülkadir KARAHAN

anısına III. Milletlerarası

Klasik Türk Edebiyatı

Sempozyumu 5- 6 Mayıs

2014 tarihlerinde

Şanlıurfa’da düzenlendi.

Açılışa Şanlıurfa Valisi

İzzettin KÜÇÜK, Şanlıurfa

Milletvekili Doç. Dr. Zeynep

Armağan KARAHAN USLU,

Şanlıurfa Büyükşehir

Belediye Başkanı Cellalettin

GÜVENÇ, Harran

Üniversitesi Rektörü Prof.

Dr. İbrahim Halil MUTLU,

Türk Dil Kurumu Başkan

Yardımcısı Ali KARAÇALI ve

AK Parti Genel Başkan

Yardımcısı Prof. Dr. Numan

KURTULMUŞ ile

akademisyenler, öğrenciler

ve çok sayıda davetli katıldı.

Ali Emîrî Efendi

anıldı

Yahya Kemal’in “Muhtâc

isen füyûzuna eslâf

pendinin/Diz çök önünde

şimdi Emîrî Efendi’nin”

dediği Millet Yazma Eser

Kütüphanesi’nin kurucusu

Ali Emîrî Efendi, ölümünün

90. yıl dönümü olan 24 Ocak

2014 günü Millet Yazma

Eser Kütüphanesi’nde anıldı.

Ali Emîrî’nin Fatih Camii

haziresindeki kabrinin

ziyareti ve hatim duasının

ardından kurduğu

kütüphanede anma

konuşmaları yapıldı.

Konuşmacılar, Ali Emîrî

Efendi’nin yaşamı, eserleri,

kütüphanesi ve Dîvânu

Lugâti’t-Türk adlı eserin

bulunuş hikâyesiyle

kütüphaneci (Hâfız-ı Kütüp)

ve arşivci (Müstahfız-ı

Hazine-i Evrak) Ali Emîrî

Efendi’yi anlattılar.

‘Mirasçıları’ Sait

Faik’i anlattı

Sait Faik , ölümünün 60.

yılında, adına verilen öykü

ödülünün son yıllardaki

sahipleriyle anılıyor. Ödülün

bu yılki sahibi Mahir Ünsal

Eriş’ten Necati Tosuner’e

kadar öykümüzün yetkin

kalemleri, Sait Faik’in

kendileri ve Türk öyküsü

üzerindeki etkisini anlattı.

Türk edebiyatının ‘Kelebek

Avcısı' Sait Faik

Abasıyanık'ın 60. ölüm

yıldönümü. Tam 50 yıldır

her 11 Mayıs'ta onu Sait

Faik Abasıyanık Hikâye

Armağanı ile anılıyor.

Page 6: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

TDK kararını

verdi, selfie

"özçekim" oldu

Türk Dil Kurumu (TDK),

vatandaşlardan gelen

önerileri değerlendirerek,

"kendi fotoğrafını çekmek"

anlamına gelen "selfie"ye

Türkçe karşılık olarak

"özçekim"i seçti.

Yabancı sözlere karşılıklar

bulma çalışmalarına geniş

katılımı sağlamak ve konuya

katkısı olabilecek herkesin

görüşlerini alabilmek

amacıyla yapılan çalışma

sonucunda TDK, "selfie"ye

en çok önerilen "özçekim",

"kendiçekim", "görçek",

"kendinçek" ve "bakçek"

sözcüklerini yine vatandaşa

sorarak seçmişti.

Yordam Kitap,

Germinal'in

geliriyle

Soma'daki

madenci

çocuklarına burs

verecek

Dünya edebiyatının

devlerinden Emile Zola'nın,

bir madenci grevinin

öyküsünü anlattığı ünlü

romanı Germinal, Soma'da

yaşanan maden faciasının

ardından herkesin hatırına

gelen ilk eserlerden biri

oldu. Soma'da ortaya çıkan

gerçekler, Germinal'de

anlatılan 1860'lar

Fransa'sından hiç de farklı

değildi. Germinal'i yeniden

yayına hazırlayan

yayınevlerinden biri de

Yordam Kitap'tı. Soma'da

"işçi katliamı" diye anılan

kaza yaşanınca yayınevi,

kitabın gelirini, babasız

kalan madenci çocuklarının

eğitimine bağışlama kararı

aldı.

Altın Palmiye "Kış

Uykusu"nun

Yönetmen Nuri Bilge Ceylan,

Cannes Film Festivali'nde

"Kış Uykusu" filmiyle "Altın

Palmiye Ödülü"nü

kazandıCeylan, törende

yaptığı konuşmada, ödülün

kendisini için sürpriz

olduğunu ifade ederek, "Bu

ödülü beklemiyordum"

dedi.

ŞAİR ALİ EMRE

EDEBİYAT

AKŞAMLARI’NDA

Bursa Büyükşehir Belediyesi

Kültür AŞ’nin İbrahim Paşa

(Mahkeme Hamamı) Kültür

Merkezi’nde gerçekleştirdiği

Edebiyat Akşamları

programının Mayıs misafiri

şair Ali Emre’ydi.2 8 Mayıs

2014 Çarşamba günü saat

20.00’de gerçekleştirilen

Mayıs ayı Edebiyat

Akşamları aynı zamanda

sezonun da son

programıydı… Edebiyat

Akşamları’nın son

oturumuna katılan Ali Emre,

farklı edebi çalışmalara imza

atmış son dönem

şairlerindendir. Özellikle

şiirleriyle son yılların öncü

isimlerinden olan Ali Emre,

kendisine Cevat Akkanat

tarafından sorulan sorular

eşliğinde poetik tutumunu

anlattı.

Derleyen:

Beyza ARI

Page 7: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

Uludağ Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü kurucusu Prof. Dr.

Coşkun AK Hocamız 21 Mayıs’ta bizlere duygu dolu son dersini vererek

veda etti. Hocamıza Türk dili ve Edebiyatı bölümü öğrencileri olarak

bölümümüze verdiği emeklerden dolayı sonsuz teşekkürlerimizi sunarız.

Prof. Dr. Coşkun Ak’la Son Ders

“...43 seneye sığdırılmış koca bir çalışma hayatı

duruyor karşımızda. Kendini mesleğine, işine adamış

iyi bir Eski Türk Edebiyatı profesörü, bürokrasiyi

yakından tanıyan iyi bir yöneticidir Prof. Dr. Coşkun

Ak. Dekan yardımcılığından bölüm başkanlıklarına,

dekanlıklara varınca çeşitli kadrolarda idarecilik

yapma; Balıkesir ve Bursa’da Türk Dili ve Edebiyatı

Bölümlerini kurma; yurdun dört bir yanına edebiyat

öğretmenleri, üniversitelere akademisyenler

yetiştirme, Coşkun Ak’ın yaşamı boyu en iyi yaptığı

işlerdendi. İlkeli, dürüst, çalışkan ama mesafeli

tavırlarıyla öğrencilerinin gözünde rol model olan

Prof. Dr. Coşkun Ak, “Muhibbȋ” ve “Bağdatlı Ruhȋ”

adlarıyla özdeşleşti adeta. Divanlarıyla can verdi, ruh

verdi onlara. Kanȗnȋ’nin Farsça Dȋvȃnı’nı, Nedim’i,

Sultan Padişahlar’ı çalıştı. Muhibbȋ Dȋvȃnı’yla

Avrupa’ya, Amerika’ya açıldı; Kanȗnȋ sergilerinde

eseriyle yer aldı.” Prof. Dr.Kerime Üstünova İncir Çekirdeği Yazı İşleri Ekibi olarak Coşkun Ak

hocamızla veda fotoğrafı çektirdik.

“Mushaf�da kadd ü zülf ü dehânın mı gördü kim

Dil tıfli okuduğu elif-lâm-mîmdir”

Page 8: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

"Sûfî o kişidir ki hiçbir şey onu

bulandırmaz, her şey onunla saflaşır."

Sûfîlerin etrafında Kur'an ve sünnetten

örülü öyle bir duvar vardır ki bu duvar

etraftan gelecek her türlü sıkıntıyı,

dünyayı çevreleyen atmosfer misali,

sinesinde eritir. Sûfî bu duvarın dışında

nefes alamaz. Bu sağlam kuşatılmış

kalesinde sevgilinin didarını düşleyerek,

saçını sarkıtmasını ümit ederek canla

başla çalışır. Gönlü gibi kalesi de geniştir ki

her isteyen bu kalenin nüfusuna

katılabilir.

Kumaşın incesi ipek, insanın incesi Sûfîdir.

Sûfîler edep elbisesini üzerlerinde büyük

bir özenle taşırlar. Her işlerini, her

ibadetlerini, her tavır ve hareketlerini

edeple yaparlar. Edebi bir kenara koymak,

sûfî elbisesini çıkarmak demektir.

Bir gün kuşun biri Süleyman

aleyhisselama, bir dervişten kendisine

saldırdığı gerekçesi ile şikâyette bulunur.

Süleyman aleyhisselam dervişi huzuruna

çağırır, "Neden kuşa saldırdın?" diye sorar. Derviş, "Efendim, bu kuş benden kaçmadı, ben de onu

avlamak istedim." der. Süleyman aleyhisselam bu sefer kuşa döner, " Peki sen neden kaçmadın?" diye

sual eder. Kuş, " Efendim." der, " Ben bu adamın üzerindeki derviş elbisesini gördüm, bana saldırmaz

diye düşündüm, bu yüzden kaçmadım." Sonunda adamın derviş kıyafeti çıkartılır ki başka kuşlar da

aldanıp yanına yaklaşmasın.

Edep, insan şöyle dursun; bir kuşu, bir çiçeği dahi incitmemektir. Edep hiç kimseye zarar vermemek,

herkese faydalı olmaktır. Edep daima sevgili seni görüyormuşçasına yaşamak, daha da ilerisi daima

sevgiliyle göz gözeymişçesine yaşamaktır. " Edep ya Hu !" cümlesi Hz. Ömer'in adam tutup her gün

söylettiği " Ölüm var ya Ömer!" cümlesi gibi kulağımızdan, gözümüzden, gönlümüzden eksik

olmamalıdır.

Sûfî, şeffaflığını kalplerden pası sileceğine inandığı " La ilahe illallah" ile kazanmaya çalışır. O hanesini

gül yüzlü için mamur kılmalıdır ki padişah sarayına gelsin.

Hayata “sûfî”ce bakıp onu sûfîce algılamayı temenni ederiz. Derin bir uykudan agâh olalım erenler!

ÂGÂH OL ERENLER

Hatice TÜRK

Foto

ğra

f: A

ybig

e A

kda

ğ

Page 9: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

Bir Kamanın/Şamanın Ağzından Birçok isim verildi bana. Altaylar kam demeyi tercih ettiler, Yakutlar udagan, Çuvaşlar ise yum dediler. Kırgızlara ve Kazaklara gelecek olursak, onlar da baksı ismini verdiler bana. İsmim ne olursa olsun ben, onların her şeyiydim. Doktorlarıydım, bütün hastalıklarına çare oldum. Büyücüleriydim, düşmanlarının üzerine, cinler saldım. Din adamlarıydım, ruhlarını uçmağa(cennete) gönderdim. Ben, birçok şeydim. Müzik, benim ellerimde şekillenirdi.Ağıtlar,benim ağzımdan dökülürdü. Şimdi, hiç biriniz beni hatırlamazsınız. Artık sararmış kitap yapraklarının arasındayım. Ben bir kamanım. Bir kaman, kaman olarak doğar. Ben olduğum kişi olmak için doğmuştum. Dedemin dedesinden, hatta onun dedesinden bana kalan bir armağan bu. Anlayacağınız üzere kamanlık kandan gelir. Kamanın bütün çocukları kaman olmak zorunda değildir elbet. Ben seçilmiş olanım. Bir gün rüyama geldi dedem ve bana el verdi. O günden sonra belirlenmişti benim geleceğim. Bir kamanın yanında eğitim görecektim. Uzunca bir süre eğitim gördüm. Eğitimim bittikten sonra, kaman olmak üzere yerine getirmem gereken son bir görevim kalmıştı artık. Üzerime kumu denen kıyafeti giydim ve bütün oymağımız, toplanıp yüksekçe bir tepeye çıktık. Elimde at kılları tutturulmuş bir asa vardı. Karşıma dokuz tane kız dokuz tane erkek kardeşim çıktı. Onların ortasında ihtiyar bir kaman vardı.

İhtiyar kaman mesleğe başlama yeminini okudu, ben tekrarladım. “ Zavallıların koruyucusu, yoksulların babası, öksüzlerin anası olmağa ant içiyorum. Yüksek dağ tepelerinde bulunan ruhlara saygı göstereceğim. Ant içiyorum ki onlara candan bütün varlığımla hizmet edeceğim. Bunların en büyüğü ve en kudretlisi, üç bölük ruhların amiri olan, dağ tepesinde yaşayan, şamanlar tarafından Sustuganah Ulu Toyon tesmiye olunan Tanrıya, onun büyük oğlu olan Uygul Toyon’a, karısı Uygul Hâtun’a … Bunların sayısız ailelerine ve uşaklarına saygı göstermeğe, hizmet etmeğe söz veriyorum. “ Bunlar dışında iyi ve kötü ruhlara, o ruhları koruyanlara hizmet edeceğime ve onlar için dualar edeceğime söz verdim. Böylece kamanlık yoluna baş koymuş oldum. Obamda bulunan diğer insanlardan farklıydım. Öyleyse bu farkın bir şekilde ortaya konulması lazım gelirdi. Bu yüzdendir ki benim kıyafetlerim, obamdaki diğer insanlardan farklıydı. Cübbe ya da hırkaya benzer bir üstlük giyerdim. Onun dışında serpuş (köşeli bir başlık), göğüslük, eldiven ve yüksek ökçeli ayakkabı giyerdim. Kıyafetime asılı birçok sembol bulunurdu. Ruhları kovmak için, elbisemin kollarına ve sırtına küçük ziller asardım. Sırtımda birkaç sıra çıngırak bulunurdu, kötü ruhları ürkütmeleri için. O çıngırakların altında, birkaç sıra ok ve yay bulunurdu yine kötü ruhlarla savaşmak için. İki

Page 10: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

omzumda güneş ve ayı simgeleyen iki levha bulunurdu. Tanrı Ülgen’in dokuz kızını simgeleyen dokuz bebek asılırdı sırtımın yaka kısmından itibaren. Bunlar dışında, birçok hayvan simgesi olurdu kıyafetimde. Görüyorsunuz anlam yüklü, çok özel bir kıyafete sahiptim ben. Ben bir kamandım. Ayinler ve törenler düzenlemek benim önemli görevlerimden bir tanesiydi. Her vakitte yapılmazdı bu ayinler. Bazı belli dönemlerde yapılırlardı. Bazen de tesadüfi olaylar sonucunda yapılırlardı. Düzenli olarak yapılan ayinler ilkbahar ve güz dönemlerinde gerçekleştirilirdi. İlkbaharda yapılan ayinlere Örös Sara denirdi. Bu sürüleri otlatmaya çıkarma ayı anlamına gelirdi. Güz döneminde yapılan ayinlere ise Sagan Sara denirdi. Bu Ak Ay anlamına gelmekteydi. Bunlar dışında kurban ayinleri düzenlenirdi. Kanlı ya da kansız kurbanlar olurdu. Kişiler bana gelirlerdi ve Tanrıya ıdık (adak) olarak belirledikleri hayvanı bu tören için hazırlamamı isterlerdi. Kırmızı şeritlerle süslenirdi hayvan ve adak olarak sunulacağı zamana kadar en iyi şekilde beslenirdi. Ben belli dönemlerde adağın yanına gider görevimi yerine getirirdim. En sonunda adak adanacağı gün tekrar yanına gider ve dualarla onun adanmasını sağlardım. Adağın ruhuna yol gösterirdim. “ Ak ayazın önünden, ak bulutun üstünden Gök ayazın önünden, gök bulutun üstünden Gök tanrıya doğru git “ Hanım obam benden sorulurdu. Her durumda yardım ettim onlara. Hatırlıyorum bir gün, büyük bir savaş oldu. Erler dayanacak durumda değildi artık. Yaralananlar, ölenler… Anlayacağınız, işim pek çoktu o zaman. Çekildim, içinde beni iyi ve kötü ruhlara daha yakın hissettirecek eşyaların olduğu çadırıma. Tanrı Kuday’a, onun oğul ve kızlarına, iyi ve kötü ruhlara dualar ettim. Cinlerle anlaşmalar yaptım. Şimdi size söylemek isterdim o an nasıl dualar ettiğimi ya da hangi efsunlu sözleri söylediğimi. Söyleyemem. O an ruhlarla

çevriliydi etrafım. Benim, bizim bildiğimiz dünyayla olan bağlarım kopmuş gitmişti. Neyse, kendime geldiğimde etrafta bir sevinç vardı. Duydum ki savaş alanında galip gelmiş erlerimiz. Bu olaydan günler sonra geldi erler obamıza. Büyükmüş savaş, çileliymiş. Tam umutlarını kaybettiklerinde bilemedikleri bir güç belirmiş kollarında. Sanki sayıları ikiye katlanmış. Savaş alanında onken yirmi olmuşlar. Yardımlarımın farkına varmışlar ki pek çoğu çadırıma misafir oldu ve teşekkürlerini sundu. Gördüğünüz gibi ben obamı koruma görevine de tabiidim. Ruhlarla pek çok bağlantım vardı. Bu yüzden obamızın bütün insanları saygı duyarlardı bana. Dualarımı almak için birçok hediye verirlerdi

bana. Birine ne kadar çok dua edersem o kişi kendini Tanrı katında yüksek

hissederdi. Bunu nedeni, benim ruhlar âleminde ve ruhların

yanında olduğuma inanmalarıydı. Öyle miydi gerçekten? Hatırlasam… Söyleyemiyorum, çünkü ben, kendimden geçmiş halde ederdim dualarımı. Bir de bizim gibiler dışında, gerçekten kaman olmayan kişiler vardı. Bunlar bizim

gibi davranırlar fakat gerçekte bizden değildiler.

İnsanların duygularını sömürürlerdi, hediyelerini almak

isterlerdi. Bunlar dışında bir de bizim gibi olanlar vardı fakat bunlar da

kara büyü yaparlardı. Umumiyetle kötü ruhlara dua ederler, onlardan medet umarlardı. İnsanların başına daima kötülük getirirlerdi. Ben hiç kara büyü yapmadım. Yolu kara olanın kendi de kararır zamanla. Sizce de öyle değil mi? Obamın doktoru bendim. Kimin ne derdi olursa olsun bana gelirdi. Karabasanlarla boğuşanlar bana gelirdi. Dualarımla kovardım karabasanları. Kara büyü yüzünden al basan lohusa kadınları iyi ederdim. Aklınıza gelebilecek her hastalığa çare bulurdum. Küçük çocukların ellerinde çıkan siğiller için, fasulyeleri haşlar toprağa gömerdim. Sonra o toprağın başında dualar ederdim. Birkaç güne iyi olurdu elleri. Bazen kurtaramadıklarım da olurdu. Onların ruhlarını uçmağa gönderirdim.

Page 11: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

Bunun için ayinler yapardım. Huzur içinde olsunlar diye dualar okurdum Tanrıya. Ruhun uçmağa kolayca çıkabilmesi için yardım isterdim iyi ruhlardan. Anlayacağınız hem doktordum hem de din adamı. Hep merak konusu olmuştur rüyalar. Her zaman da sormuştur insanoğlu, “ Rüyalar gelecekten haber verir mi? “ diye. Ben gelecekten haber verdiğine inanırım rüyaların. Nitekim öyle olmuştur. Gördüğüm rüyalar gelecekten haber vermiştir bana. Obamın başına kötü bir şey gelecek olsa önceden bunu görür ve obamı bilgilendirirdim. Böylece başımıza gelecek olan felaketlere karşı önceden önlem alırdık. Bizde kadınların hissiyatlarının, erkeklerinkinden daha kuvvetli olduğu düşünülürdü. Anlayacağınız üzere ben bir kadın kamanım. Bilmem bilir misiniz? Erkek kamanlar, özel kıyafetleri olmadığı zamanlar kadın entarileriyle yaparlardı ayinlerini. Neyse, diyeceğim odur ki ben, aynı zamanda rüya tabircisiydim.

Efsunlara neden olan sözler etmişimdir. Uzun uzun dualar okumuşumdur. Bunlar her daim benim görevlerim olmuştur. Ama bilir misiniz ki ben aynı zaman da şiirler söylerdim. Çocukları toplardım etrafıma, onlara hikâyeler anlatırdım. Ayinlerimi gerçekleştirirken, danslar ederdim, çalgılar çalardım. Bugün sizin sanatçı dediğiniz kişilerin görevleri de o gün benimdi. Yani ben bir de sanatçıydım. Çok zaman geçti. Belki birkaç yüz yıl. Değişmeye başladı her şey. İnsanlar unuttular benim görevlerimi. Artık din işlerine din adamları bakar oldu. Hastaları doktorlar iyi eder oldu. Savaşlarda hiçbir önemim kalmadı. Şiirler ozanların oldu. İnsanların hürmetleri kayboldu. Ben, onların gözünde sadece büyücü olarak kaldım. Zaman eritti beni. Değişen düşünceler, yaşayışlar, eritti beni. Her şey değişti, ben de değiştim. Elimde kalan tek şey büyücülük oldu ki o da insanların inancı olmadan işlemez oldu. Diyorum ya, zaman eritti beni. Asırlar geçti gitti. Ben hâlâ aranızdayım sizin. Gözleriniz görmüyor beni, kulaklarınız duymuyor. Pek çoklarınız adımı bile unuttunuz bugün. Ne giyerdim, neler yapardım, görevlerim nelerdi? Bana merakı olmayanınız, bilmiyor bunları. Olsun, varsın bilmesinler. Ben biliyorum. Hâlâ aranızdayım ben sizin. Atalarınızın dualarındayım. Benden geldiğini bilmeden ağaçlara bağladığınız çaputlardayım. Koca karı ilacı diyerek ötelediğiniz ilaçlardayım. Aktarlarınızın kurutup sizlere önerdiği çeşit çeşit bitkideyim. Düğünlerde kapının önünde kırdığınız nardayım. Kapınızın eşiğine sürdüğünüz baldayım. Diyorum ya, siz bilmiyorsunuz ama ben her yerdeyim. Hep sizdeyim. Hiçbir zaman gitmedim. Belki birazcık tozlandı üzerim ama hâlâ kaybolmadım. Çünkü ben sizin geçmişinizim, özünüzüm. Ben aslında sizin kendinizim.

Busenur Aslan

Page 12: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

Tepelerin ardında gün boyu yüzünü göstermeyen güneş batıyordu. Rüzgâr ağaçların yapraklarını

uçuruyor, şehrin tüm sesleri tahta penceremden içeri doluyordu. Tek şekerli çayımı elime, yeleğimi

sırtıma ve kitabımı yanıma aldım; balkona çıktım. Günlerden 18 Mayıs. Mayıs’ın daha adı

duyulduğunda içi ısıtan o sevimli tazeliğine karşın havada kara bulutlar çarpışıyordu. Kırların kokusu

daha bir güzel doluyordu içeri. Çayımdan bir yudum aldım ve kitabımda ilk gördüğüm satırları

okumaya başladım:

“Enver yanaklarındaki yaşları siliyor, artık ağlamıyor; iri açık gözlerinde yılmaz bir azim var, gözlerinde

intikam ateşi parlıyor: ‘Kaçmam’ diyor ‘Kaçmam! Yeter artık, yeter! Ne zamandır kaçtık, yurdu terk

ettik. Siz de kaçmayınız, gidin! Kırım’ın sevgisini, Kırım için dökülen kanları, gözyaşlarını, Kırım’ın

acısını beraberinize alın, kalplerinizde götürün. Türk dünyası geniştir, gidin! O güneşin doğduğu

yerlerde kalplerinizi Türk kardeşlerinize açın’ ”

Sayfayı kapatmadan tutarken hafifçe döndürüp kapağına baktım. Cengiz Dağcı’nın gözlerimden

boğazıma düğümlenen adı yazıyordu.

1920’nin 9 Mart’ında

Kızıltaş Köyü’nde bu fâni

dünyada çekeceği acıları

bilmeden bir bebek

dünyaya gelmişti. Ne var ki

hayatla yüzleşmesi çok

gecikmedi. Açlıkla daha

çocukken karşılaşmış,

sürgüne giden babaları,

arkalarından ağlayan anaları

görmüştü. Henüz on bir

yaşındayken ise kendi

babası tutuklanmıştı.

Yirmisinde II. Dünya

Savaşı’nda askere çağrılınca okulundan ayrılmış, bir yıl sonrasında Almanlara esir düşmüş, esir

kamplarına götürülmüştü. Esir kampından kurtulduktan sonra Alman bozgun sırasında kendini

Almanlar arasında Türkistan’ın özgürlüğü için savaşacaklarını zanneden Türkistan Lejyonu içinde

bulmuştu. Romanlarında, “Eğer Alman ordusuna asker olursam üniformaları hoşuma gittiği için değil,

canım Alman kahvesi çektiği için de değil, Rus itinin bir kez daha bu yurda ayak basmasını

istemediğim için” diyen Cengiz Dağcı ve niceleri Almanların da zalimlikte Ruslardan farksız olduğunu

kısa sürede anlamıştı. Aynı kanı taşıyan, aynı dili konuşup aynı dine inanan, bir zamanlar

çocukluklarını bir arada geçiren gençler karşı karşıya getirilmişti.

Yazar, 1946’da yirmi altı yaşında Londra’ya yerleşmek zorunda kalmış ve bir daha Kırım’a

dönememişti. Ama penceresinden Londra sokaklarını değil, Kırım’ı seyretmişti hep. Alabildiğine yeşil,

bahçeli, güzel evleriyle Kırım’ı... Memleketine duyduğu hasreti kalemiyle gidermeye çalışmıştı.

Mürekkebinin kurumasına izin vermeden hafızasında kalanları, Kırım’ın hatıralarında kalan tablosunu

unutmadan yazmış, kendisi gibi “diaspora” kurbanı olmuş vatandaşlarının ata topraklarından

Men Bu Yerde Yaşalmadım

Page 13: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

uzaklaştırılmalarını, acı hikayelerini tek tek işlemişti, “Korkunç Yıllar”da, “Yurdunu Kaybeden

Adam”da, “Onlar da İnsandı”da, “O Topraklar Bizimdi”de ve daha nicelerinde...

Cengiz Dağcı, bizleri “İyi bak bu yıkıntılara! Sen benim evladım olmakla beraber, bu toprağın bu

yıkıntıların bir parçasısın. Seni bu toprak doğurdu, bu toprak besledi. Bil ki yalnız değilsin” satırlarıyla

duygulandırmış; “Bize Tatar

diyorlar, Çerkes diyorlar,

Türkmen diyorlar, Kazak, Özbek,

Azer diyorlar, Karakalpak, Çeçen,

Uygur, Kırgız diyorlar. Bunlar hep

yalan! Deniz parçalanmaz. Biz

Türk Tatarız” sözleriyle derin

düşüncelere sevk etmişti. Doksan

bir yıllık ömrüne en büyük acıları,

hasretleri sığdırmış, memleketini

göremeden hayatını kaybetmişti.

Yazar, 69 yıldır görmediği Yalta'ya

bağlı Kızıltaş köyünde toprağa

verilmiş, böylece ebedi uykusunu

doğduğu topraklarda uyumak

imkanına kavuşmuştu.

Uzaklara dalan gözlerimi kitabın sayfalarına geri çevirdim:

“ ‘Bu toprağın... Dedelerimin kemikleri üzerine benim de kanım aksın. Gidin! Bir gün gelecek

yavrularımız geri dönecekler. Şimdi ayaklarımın, dizlerimin olduğu yerde benim bu izlerim silinecek,

gelincik çiçekleri açacak. Gidin, bilin ki yavrularımız geri dönecekler. Bu toprağın, bu yurdun kıymetini

bizden daha çok bilecek, daha çok sevecekler.’ Enver sözünü bitirmeden İvan elini kaldırdı. Gerideki

askerlerin tüfeklerinin patlamasıyla Enver’in evinin gürlemesi bir oldu...”

Aynı anda gökyüzünün gürlemesiyle bir an irkildim. Buğulanan gözlerimle gökyüzüne baktım, kurşun

yağar gibi yağmur damlaları sertçe vurmaya başlamıştı demirlere. Düşen her damla yüreğimdeki ateşi

söndürmüyor daha da alevlendiriyordu. İçmeden bıraktığım çay bardağıma baktım. Sular dolmuş

taşıyordu bardaktan, sokaklardan, gözlerimden... Enver’in ve daha nicelerinin evine düşen acının

yankısı çığlık olup duyuluyordu göklerden.

Evet, takvim yaprağı 18 Mayıs 2014’ü gösteriyordu. Yazan 2014’tü ama 18 Mayıs takvimlerde

1944’te kalan, ötesine gitmeyen, gidemeyen 70 yıldır soğumayan, kapanmayan bir yaraydı. Başımı

kaldırdım. Gökyüzüne baktım tekrar. Kırım’ın berrak mavisini aradım semâda, parlayan sarısını

kaybolan güneşte. Açtım ellerimi ve Cengiz Dağcı’nın kitabındaki son satırları döküldü dudaklarımdan:

“ Evet, onlar da insandır! Pavlenkolar, İvan’lar, Stepan’lar... ‘Tanrım!’ diyorum, onlar da insan! Acı

onlara! Kendileri gibi başkalarının da insan olduklarına inandır onları! Ötekiler o hayvan gibi sürülüp

götürülenler... Onlar da insandı!”

A. Bengisu AKDAĞ

Kaynak: “Bir Kırım Türkü’nün Kaleminden Kırım Diasporası”, Prof. Dr. Alev Sınar Uğurlu

Cengiz Dağcı – Onlar da İnsandı

Page 14: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

GÜÇLÜ BİR

KALEM: Charles

DICKENS

“Ömrünüzdeki sayılı günlerden bir tekini

yaşanmamış sayalım. Kaderinizin akışı

kim bilir ne kadar farklı olurdu? Bu

satırları okurken bir an durun, yaşamınızı

saran o uzun zinciri düşünün. İster

demirden olsun, ister altından, ister

dikenden olsun. O sayılı günlerden birini

yaşamayıp da ilk halkası meydana

gelmeseydi, bu zincir belki de hiç

örülmezdi.” Charles Dickens

İngiliz edebiyatından dev bir isim daha… Victoria devrinin en iyi romancısı kabul edilen, yaşadığı

sürede eserleri benzeri görülmemiş bir üne sahip olan, yirminci yüzyılda edebi dehası eleştirmenler

ve ilgili kişiler tarafından kabul gören ve romanları, öyküleri dünya çapında hala tanınmaya devam

eden Charles Dickens…

Klasik İngiliz edebiyatının büyük şöhreti, usta gözlemcisi, aynı

zamanda çocukluğuyla da dikkatleri üzerine toplayan Charles Dickens,

hemen hemen herkesin hayatına çocukluk yıllarında girmiştir. Büyük

çoğunluğumuz onu çocuk yaştaki o masum dünyamızı süsleyen ilk

yazarlardan biri olarak tanırız. Kitaplarıyla, çocuk kahramanlarıyla

kendisini çocuklara sevdiren Dickens’ın çocukluk yılları ise insanı acı acı

gülümsemeye sevketmektedir.

7 Şubat 1812 günü Hamsphire’da sekiz çocuktan ikincisi olarak

dünyaya gelen oğullarına Charles adını veren aile, üç yıl sonra

Londra’ya taşınır. Babasının memur olduğu çocukluk yıllarını hayatının

en güzel dönemlerinden biri olarak hatırlayan Charles, iki yıl boyunca

okula gider. Ancak on iki yaşına geldiğinde, sorumsuzca para harcayıp

ardından borçlarını ödeyemez hale gelen babası John hapse atılır. Onu

annesi ve ailenin diğer fertleri izler. Bir kimsesiz çocuk yuvasına sığınan

küçük Charles, günde on saat haftada yedi gün, farelerin cirit attığı,

güneş yüzü görmeyen kasvetli bir fabrikada çalışmak zorunda kalır. O

yıllarda çok güç şartlarda tek başına yaşam mücadelesi verirken bir

yandan da yıllar sonra kaleme alacağı romanlarının kahramanlarıyla

tanışmaktadır.

“Borcunu

ödeyemeyen biri,

ödeme gücü

olmayan bir

başkasını kefil

gösterir. Bu durum,

tahtadan bacakları

olan bir kişinin,

tahta bacakları

olan bir başkası

garanti verince

yürüyebileceğini

sanması gibi bir

yanılsamadan

başka bir şey

değildir.”

Charles Dickens

Page 15: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

Üç yıl sonra Charles’ın babaannesinin ölümüyle ele geçen miras, biriken borçların ödenmesine

yetecek ve babası hapishane hayatından kurtulacaktır. Eve dönen annesi Elizabeth, Charles’ın o sefil

ortamda çalışmaya devam etmesini ister. Ancak Charles, babası sayesinde öğrenimine devam edecek,

on yedi yaşında bir avukatlık bürosunda yeniden para kazanmaya başlayacaktır. Ardından bir

mahkemede zabit memuru, yirmi yaşında ise parlamento muhabiri olur.

Parlamento muhabiri olduğu yılda yani 1835’te “Boz” takma adıyla “Boz’un Karalamaları” başlığı

altında notlar yayımlamaya başlar. Yeni yeni konuşmaya başlayan kardeşi Augustus’a, “Moses” adını

takar; ancak adını telaffuz edemediği için Moses zamanla “Boses” ardından da “Boz”a dönüşür. Bu

yazıların kazandırdığı başarıdan sonra “Bentley’s Miscellany” dergisine editör olan Dickens’ın Pickwick

Papers(Tuhaf Bir Serüven) adlı romanı iki yıl boyunca dergide yayınlanır. Eserde Bay Pickwick’in

ziyaret ettiği handa Sam Weller adında bir işçi sınıfı şivesiyle konuşan

hazır cevapla tanışması, Sam Weller’in kurnazlıkları, basitliği, dobralığı

okurların büyük beğenisini kazanır. Bu sayede Dickens’ın okur kitlesi

genişlemeye, ünü hızla yayılmaya ve pekişmeye başlar.

Charles Dickens’ın romanlarının çoğunlukla haftalık ya da aylık

yayınlar şeklinde çıkması Viktorya döneminde en yaygın basım şekli olan

dizi yayınlarına öncülük etmiştir. Dizi olarak çıkan eserler Dickens’a

okuyucuların tepkisini iyi değerlendirme fırsatı vermiş ve o da konuların

ve karakterlerin gelişimini sık sık aldığı yorumlara göre şekillendirmiştir.

Örneğin, eşinin pedikürcüsünün David Copperfield’taki Bayan Mowcher’ın

kusurlarının fazla ön planda olduğu konusundaki ifadelerinden sonra

karakterin iyi özelliklerini geliştirmiştir. İngiliz edebiyatının gerçekçi

yazarlarından olan Charles Dickens, insan karakterlerinin en ince

ayrıntısına kadar çizme konusunda dikkat çekici bir başarıya ulaşmıştır.

Eserlerindeki çoğu kahramanı gerçek kişiliklerden esinlenerek

oluşturmuştur. Konularını özenle seçmiş, hikâyelerine sıklıkla güncel

olaylardan unsurlar serpiştirmiştir.

Yazar edebiyat dünyasında hızla yükselirken babası bir kez daha borçları yüzünden hapse girer. İyi

bir gelire kavuşmasıyla birlikte ailesi de sürekli kendisinden para istemeye başlamıştır. Dickens o

yıllarda tanıştığı yeni sevgilisi Catherine Hogarth ile 1836 yılında evlenir. Evlendikten sonra en ünlü

eserlerinden biri olan The Adventures of Oliver Twist (1837-1839) , ardından da The Life and

Adventures of Nicholas Nickleby bölümler halinde yayınlanır. Başarısı The Old Curiosity Shop-Antikacı

Dükkânı (1840-1841) ile devam eder.

Artık mali durumu iyice düzelen yazar, eşiyle birlikte Amerika’ya gider. Esas amacı orada hiçbir

telif ücreti ödemeden eserlerinin yayınlayanlarla mücadele etmek, bir yandan da kölelik karşıtı

görüşlerini dönemin önde gelenleriyle paylaşmaktı. Amerika’da büyük bir coşkuyla karşılanır, birçok

davetlere katılır. Ancak yaptığı bu seyahat Charles Dickens’ta büyük hayal kırıklığı yaratır ve burada

demokrasi bulacağını uman yazar, köleci bir toplumun gerçekliğiyle yüzleşir. Amerika izlenimlerini

1842 yılında Amerika Anıları’nda anlatırken üslubu da hayli dikkat çekicidir. Çünkü yaşadığı bunalım

sonucu üslubu daha çok romantizme yaklaşmıştır.

“Charles Dickens

destansı

hikâyeleri, renkli

karakterleri,

yaşadığı dönemi

her yönüyle

gözümüzde

canlandıran güçlü

tasvirleriyle

edebiyat tarihinin

unutulmazları

arasında yerini

almıştır.”

BBC

Page 16: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

1843 yılında yazmış olduğu Bir Noel Şarkısı adlı kitabı en çok satılan Noel kitapları içinde yerini

alır. 1843-1844 yılında yazmış olduğu Martin Cuzzlewit adlı romanı ise yazarın az bilinen

romanlarından birisidir.

Bir süre İtalya’da daha sonra Lozan’da yaşamayı deneyen yazar, bu

girişimlerinden olumlu sonuç alamayınca İngiltere’ye döner ve oraya

yerleşir, hemen ardından da 1846’da Daily News adıyla bir gazete

çıkarır. Burada İtalya’da yaşadığı serüvenlerini yazı dizisi şeklinde

yayımlar.

Charles Dickens İsviçre’de oğlunun Eton Koleji’ne girdiği yıl bir

çocuğun ölümünü konu alan Dombey ve Oğlu eserini yazmaya başlar.

1848’de ise sıra, hayatı hakkında birçok ayrıntıyı içeren ünlü başyapıtı

David Copperfiel’a gelecektir. David Copperfield adındaki erdemli,

dürüst ve ahlaklı kahramanın doğumundan başlayarak orta yaşlarına

ladar olan hayat macerasını anlatır.

Dickens’ın romanlarında izlemiş olduğu kaynaklar Ortaçağa deği,

İngiliz ulusal edebiyatının kurulmuş olduğu Rönesans’a aittir.

Romanlarında ağırlıklı olarak sefalet ve yoksulluk içinde yaşayan ve var

olma çabası içinde olan çocukları anlatmış ve her zaman çocukları

romanlarında merkeze koymasını bilmesine rağmen sadece çocuk

edebiyatı yapmamıştır. Yetişkin okurlara çocukların karmaşık kaotik

dünyasını tasvir etmiş, o dünyada çektikleri sıkıntıyı, olumsuzlukları ve

neşeyi resmederek çeşitli mesajlar vermeye çalışmıştır. Taşrada

yoksulluk, sefalet ve sıkıntı çekmekte olan masum çocuk figürünü

Londra’nın lüks ve şatafatlı sokaklarına sokmuştur. Charles Dickens’ın çocukları

böylesine yoğun bir şekilde anlatması, kendisinin sefalet içinde geçirmiş olduğu

çocukluğuna bağlanmıştır.

Bunca öykü, dizi ve roman yayınlarken Dickens tiyatroyla da aktif olarak

ilgilenmekte, oyunlar yazmakta, oyunculuk yapmaktadır. O 1851 yılında devrin

dünyaya hükmeden kraliçesi Victoria önünde sergilenen bir oyunda yer alarak

ne kadar üstün yeteneklere sahip olduğunu adeta kanıtlamıştır.

Üretmeye doymayan yazarın bölümler halinde yayınlanacak bir sonraki

eseri Bleak House-Kasvetli Ev (1852-1853) olur. Onu Hard Times- Zor Yıllar

izler. Kasvetli Ev bir gözlem gücü kullanarak bakabilme kabiliyetiyle Viktorya

dönemi İngiltere’sinin katı ahlakçılığı ve Chancery mahkemesinin adaletsizliği

mükemmel bir şekilde kelimelere dökülmüştür.

Hiç durmadan üretmeye devam eden yazarın Little Dorrit (1855-1857) adlı

eserinden sonra en nihayet ünlü eserlerinden biri olan, A Tale of Two Cities-İki

Şehrin Hikâyesi gelir. Yazarın bu hikâyesi, Fransız ihtilalinin insanların

hayatlarına etkilerini ve bu insanların ruhsal değişimlerini ele alarak dönem

tarihini aydınlatır ve okuyucunun merakını son sayfaya kadar sürükleyecek bir

akışla kendisine hayran bırakır.

“ İnsanlar

neşelenmek

istediklerinde

ve tutkunun

acınası

çekişmelerinde

n yorularak

şiirin gizemli

tınısını

aradıklarında

Dickens,

unutulduğu

yerden mutlaka

çıkıp

gelecektir.”

Stefen Zweig

“ Dün

Dickens’tan

aşağı yukarı yüz

sayfa okudum…

Ne kadar

dolambaçsız,

renkli. Daha çok

tekdüze ama

nasıl da zengin

ve yaratıcı.

Ancak yüce bir

yaratıcılık değil

bu. Ne varsa

orta yerde.”

Virgina Woolf

Page 17: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

Dickens’ın en geniş kapsamlı eserlerinden biri de çocukluk yıllarında şahit olduğu olaylardan

esinlenerek kaleme aldığı Great Expectations-Büyük Uumutlar (1860-1861) olur. Our Mutual Friend-

Müşterek Dostumuz’un (1864-1865) son bölümlerini Paris’te tamamlar.

22 yıl evli kalmış olduğu eşinden 5’i ölmüş 15 çocuk sahibi olan Charles Dickens’ın 1858 yılında

eşinden genç bir oyuncu için ayrılması, dönemin İngiltere’sinde büyük dalgalanma yaratmış ve daha

sonra ortaya çıkan bir mektup, Dickens’ın 10 çocuğunun annesi olan Catehrine’ı 18 yaşındaki aktris

Ellen Ternan için terk etmeyi düşündüğü sırada avukatına yazdığı satırları ortaya koymuştur.

İngiltere’nin Costswolds kentindeki bir evde tavan arasındaki temizlik sırasında bulunan mektup, o

tarihlerde 45 yaşında olan yazarın Ellen Lawless Ternan’la yaşadığı ilişkiye ışık tutmuştur. Yazarın

ölümünden 6 yıl kadar sonra evlenen Ternan ile olan ilişkisi, masumiyet ve aile huzurunu kitaplarında

ön planda tutmaya çalışmış olan yazara karşı eleştiri ile yaklaşılmasına sebebiyet vermiştir.

Charles Dickens, sevgilisi ve onun

annesiyle birlikte evlerine dönerken bir

tren kazası geçirirler. Dickens, kazayı

kayda değmeyecek birkaç yara bereyle

atlatmasına ve yaşamının ilk yıllarında

onca felaketle baş edebilmiş olmasına

rağmen, bu tren kazası onu büyük bir

ruhsal çöküntüye sürükler. Uzun süre

yazmaya ara verir. O yıllarda yeniden

Amerika’ya gider. Son romanı olan ve ilk

klasik polisiye romanı kabul edilen Edwin

Drood’un Gizemi adlı kitabını

tamamlayamadan henüz elli sekiz

yaşındayken 9 Haziran 1870’te felç

geçirerek ölür.

Ölümüyle İngiliz halkını büyük bir

üzüntüye, acıya boğan Dickens, ardında

bıraktığı dopdolu ve olağanüstü edebi

mirasıyla hayatına veda eder. Neredeyse

bütün derdi üretmek olan bu güçlü

kalem, yedi asırlık tarihi geçmişiyle ve

gotik mimarisiyle ünlenmiş kiliseye,

Londra’nın merkezindeki Westminster Abbey’in

şairler köşesine defnedilir. Mezar taşına ise şöyle yazılır;

“ O, fakirlerin, acı çekenlerin, ezilenlerin duygudaşıydı. İngiltere’nin en büyük

yazarlarından biri ölümüyle dünyanın da kaybı oldu.”

Beyza ARI

Page 18: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

Bir Tanpınar var kitaplarda, kitaplarında. Okunduğunda düzenin pek de dışına çıkmayan, sadece

eserleriyle, sanatıyla bizleri etkileyen. Peki ya diğer Tanpınar: hayatı oradan oraya savrulan, çocuk

yaşta annesini kaybeden Tanpınar kim? Mektupları ve günlüğü ile su yüzüne çıkanlara baktığımız

zaman görüyoruz asıl Tanpınar’ı. Çünkü Tanpınar onlarda yaşıyor hâlâ. Doğu ve batı arasında gidip

gelmiş, eskiyle yeniyi harmanlamış, sembolizmi üst basamaklara taşımış bir adam o. Ama içinde

fazlası var, içinde göremediklerimiz var.

Ahmet Hamdi, 23 Haziran 1901 tarihinde İstanbul’da dünyaya gelir. İmparatorlukta yıllarca kadılık

yapan Hüseyin Fikri Efendi’nin oğludur. Çocukluk yılları babasının görevi nedeniyle İstanbul ile

imparatorluk topraklarının kaza ve şehirlerinin birinden diğerine dolaşmakla geçer. 1914 Temmuz’u

başlarında, on üç yaşında yeni bir tayin üzerine ailecek Kerkük’ e giderler. Annesi bir yolculuk

sırasında hastalanıp Musul’da tifüsten ölür. Bu hayatının ilk büyük ve derin acısıdır. Ardından babası

Antalya’ya tayin olunur. Bu dolaşmalar yüzünden öğrenim hayatı da değişik muhit ve okullarda geçer.

Öğrenim hayatı hakkında şöyle der : “Herhâlde babamın Anadolu memuriyetleri dolayısıyla bir yerde

oturmamamız, o zamanların uzun süren yolculukları, gittiğimiz uzak imparatorluk memleketlerindeki

değişik iklim ve yaşama şekilleri, ani ayrılışların hüznü, dönüşlerin saadeti, daha çocuk yaşlarda iken

hayatıma dikkat etmeme, hiç olmazsa onu bir sergüzeşt gibi görmeme sebep olmuştur sanırım.’’

Gittiği her şehir onda farklı izlenimler bırakır, onu farklı hülyalara sevk eder. Sinop’ta denizle dost

olur. Yedi sekiz yaşında iken bir ustanın gemi imalathanesinin gönüllü işçileri arasına girer. Siirt’te ise

uzak dağlara akşam vakti çöken yalnızlığı ve yıldızlı geceleri tanır. Geceleri damlarda yattığını söyleyen

Tanpınar bu anılarıyla ilgili şunları anlatır: “ Yıldızlı gece beni büyülerdi sanki. Sonsuzluk dalga dalga

vücudumu ve ruhumu doldururdu. Bir Sümer rahibi gibi muhayyilem hep yıldızlarla meşguldü. Sırrın

içinde yüzerdim.” Antalya sahillerinde denize bakarak, lodosu seyrederek, meyve bahçelerinde

dolaşarak ilk şiirlerini tasavvur eder, edebiyattan başka bir şey yapamayacağını anlar.

YALNIZLIK BÂKİ

Page 19: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

Tek başına deniz kıyısında veya kayalıklarda dolaşır, karanlık çökene kadar sahilde kalırdı. Denizin iki

manzarasının kendisini çıldırttığını söyler:

“ Biri bu kayaların sahile bakan bir yerinde sabah ve akşam saatlerinde durgun denizin ışığıyla dipteki

taş ve yosunlarla aldığı manzara, biri de öğle saatlerinde güneş vuran suyun elmas bir havuz gibi

genişlemesi. Bunlar benim muhayyilem için büyük mânaları olan şeylerdi. Bu mânalar sade güzel

değildiler, bana bir türlü çözemediğim bir hakikati veya sırrı anlatıyorlardı.”

Tanpınar işte bu sırra kendini adamıştır adeta

ve kendini şiire vermeye başladığı zamanı da

bu devir olarak gösterir. “ Bu manzaranın

sırrını çözebilsem, çözersem, çözebilirsem

kendim için her şeyi halletmiş olacağıma kani

idim.” der o günler için. 1921 yılında tekrar

Antalya’ya gittiğinde aynı manzarayla tekrar

karşılaşır. Manzara ona bir ölüm düşüncesi

arasından gelir. O gün kendi şiirinin bir

örneğini dışarıdan görmüştür. “ Bir insan,

kendisini ancak hayatının küçük

meselelerinden sıyrıldığı yahut da onları zihni

bir şekle soktuğu zaman bulabilir. Tâli’imiz

içimizde çok gizli bir yerdedir. Fakat ona

erişebilmemiz için birçok şeyden kurtulmamız

lâzımdır.’’ der. Ama Tanpınar o yıllarda henüz

buna hazır değildir. Antalya’da, onun için

estetiğinin temellerinden birini oluşturan rüya

fikri de ortaya çıkar. Güvercinlik denen deniz

mağarasını görür. “Suyun hücumuyla, açılıp

kapanan aydınlığıyla benim için mühim bir şey

oldu.” cümlesiyle rüyanın nasılda bilincimizle bağlantılı olduğunu bir o kadar da ondan ayrı olduğunu

anlatır.

Yıldızlı geceleri sever Tanpınar, denizle konuşur. Çünkü insanın içindeki yalnızlık biraz da olsa geçer

gider böylece. Tanpınar da yalnızlıktan kaçmıştır o yıllarda. Annesini kaybettikten sonra sığındığı

liman Antalya’nın yıldızlı geceleri, deniz, kayalıklar, mağaralar olmuştur. Onlarla konuşmuştur. Yıllar

yılları kovalar, zaman akıp gider. Tanpınar hep yalnızdır, yalnızlık duygusu hep onunla kalmıştır,

ölürken de olduğu gibi.

Sultan DEMİRTAŞ

Page 20: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

Ben bir insan,

ben bir Türk şairi Nazım Hikmet

ben tepeden tırnağa insan

tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret...

Yıl 1839.Karl Detroit adlı bir çocuk Kız Kulesi’ne yüzüyor.Onu Kız Kulesi’nde bir bekçi

kurtarıyor.Bekçiye geri dönmek istemediğini söyleyen bu çocuk bir politik krize neden olmuş olmasına

rağmen Sadrazam Ali Paşa tarafından çok seviliyor ve ona ‘’Mehmet ‘Ali’’ ismi veriliyor.

Yıl 1878.Berlin Antlaşmasında Osmanlı’yı temsil eden üç ismin içinde ‘’Mehmet Ali Paşa’’ yer

alıyor.Bunun yanı sıra şairliği de dilden dile yayılıyor.Saray ressamı Anton von Werner onun

için:’’Şiirlerini Alman,Fransız,Yunan,Fars ve Arap dillerinin tümünde aynı maharetle kaleme alabilen

bir şair’’ ifadelerini kullanıyor.

Yıl 1902.Mehmet Ali Paşa’nın torunlarından Celile Hanım’ın bir oğlu dünyaya geliyor:Nâzım Hikmet!

Güzel yüzlü şair,o mavi gözlü bir dev,romantik devrimci…O kendini şöyle özetlemiştir mısralarında:

1902’de doğdum

doğduğum şehre dönmedim bir daha

geriye dönmeyi sevmem

üç yaşımda Halep’te paşa torunluğu ettim

on dokuzumda Moskova’da komünist Üniversite öğrenciliği

Güzel Yüzlü Şair

Page 21: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

kırk dokuzumda yine Moskova’da Tseka-Parti konukluğu

ve on dördümden beri şairlik ederim

kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir

ben ayrılıkların

kimi insan ezbere sayar yıldızların adını

ben hasretleri

Nazım Hikmet doğruyu söylemiştir. Gerçekten de doğduğu

topraklara hiç dönmemiştir. Özgürlükçü ve ilerici düşüncelerin

beslediği bir aile ortamında büyüyen Nazım’ın şiirlerinde, içinde

yaşadığı dönemin toplumsal sorunları yer almıştır ve mücadeleyle

geçen 61 yıllık ömründe aşkı ise baş tâcı yapmış,kalbinden ırak

tutmamıştır.Bu temiz yürekli aşk adamı kutsal gördüğü aşkı şöyle

anlatmıştır:

“ Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da

hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,

bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte

yani yürekte.

Meselâ bir barikatta dövüşerek

meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken

meselâ denerken damarlarında bir serumu

ölmek ayıp olur mu?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da

hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.”

Sürgünler ve hapislerle geçen yaşamında o memleket sevdasıyla

hayata veda ederken büyük şairlerin kaleminde tek bir isim vardı:

Nâzım Hikmet!Şöyle diyordu Pablo Neruda:

“ niçin öldün nâzım?

ne yaparız şimdi biz

şarkılarından yoksun?

nerde buluruz başka bir pınar ki

onda bizi karşıladığın gülümseme olsun?

seninki gibi ateşle su karışık

acıyla sevinç dolu,

gerçeğe çağıran bakışı nerde bulalım?”

3 Haziran 1963’te hayata gözlerini yuman büyük şair Nâzım Hikmet ardında bir çok gözü yaşlı

edebiyatsever bırakmış olsa da onun adıyla büyüyen onu bir kere bile görmeden ruhunda büyüten

gençler bırakmıştır.Ölümünün 51. Yılında ‘’herkese selam,sana hasret’’ güzel gözlü,büyük yürekli

Nâzım usta!

Sırdem KEMİKSİZ

Page 22: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

KUVÂYİ MİLLİYE

Başlangıç

Onlar

Onlar ki toprakta karınca,

suda balık,

havada kuş kadar

çokturlar;

korkak,

cesur,

câhil,

hakîm

ve çocukturlar

ve kahreden

yaratan ki onlardır,

destânımızda yalnız onların mâceraları

vardır.

Onlar ki uyup hainin iğvâsına

sancaklarını elden yere düşürürler

ve düşmanı meydanda koyup

kaçarlar evlerine

ve onlar ki bir nice murtada hançer

üşürürler

ve yeşil bir ağaç gibi gülen

ve merasimsiz ağlayan

ve ana avrat küfreden ki onlardır,

destânımızda yalnız onların mâceraları

vardır.

Memleketim

Dört nala gelip Uzak Asya’dan

Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan

bu memleket, bizim.

Bilekler kan içinde, dişler kenetli,

ayaklar çıplak

ve ipek bir halıya benziyen toprak,

bu cehennem, bu cennet bizim.

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,

yok edin insanın insana kulluğunu,

bu dâvet bizim….

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür

ve bir orman gibi kardeşçesine,

bu hasret bizim…

Seni Düşünmek

Seni düşünmek güzel şey, ümitli şey,

Dünyanın en güzel sesinden

En güzel şarkıyı dinlemek gibi birşey...

Fakat artık ümit yetmiyor bana,

Ben artık şarkı dinlemek değil,

Şarkı söylemek istiyorum.

Nâzım Hikmet’ten...

Page 23: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

"Sevgili Necip, ismin temiz demek, necîb temiz

demektir benden iyi bilirsin. Necip'i necis yapma. Sen

en cihanşumül eserlerini beş parasız Paris sokaklarında

dolanırken vermiş bir şairsin, cebin para para olacak

diye ruhun pare pare olmasın. Bilirim kalemin kıvraktır

lisanın çeviktir, bilirim üç satırda ruh üflersin kağıda,

bilirim bir yazsan parçalarsın edebiyatın Çin Seddi'ni, o

lisan-i mücerret dilinle Babıali yokuşunun yollarını

yalaman beni kahrediyor Necip.

Sevgili Necip, inandığın Allah'ın aşkına, o kudretli

kalemini iktidara payanda yapacağım diye camii

direğine çevirme, o kudretli kelimelerini üç kuruşa parselleme üç tanesi üç kuruş etmeyecek ciğersizlere. Sevgili

Necip, elinde sur-u israfil var, onu borazana çevirme.

Eski dostun

Nazım."

“Nâzım Hikmet!

Nafile çabalıyorsun.

Sana kızmıyorum. Kızmayacağım.

Hiç bir operatör, ameliyat masasından kendisini yumruklayan kanserliye, hiç bir gardiyan, parmaklığı içinden

kendisine deli diye bağıran çılgına, hiç bir hâkim darağacı önünde küfürler savuran mahkûma kızamaz.

Ben kendimi, ne kanser operatörü, ne deli gardiyanı, ne de ağır ceza hâkimi şeklinde görmüyorum. Fakat

görüyorum ki her hareketim, seninle hiç de alâkadar olmadığı halde, ciğerine neşter gibi saplanıyor, seni

delilerin parmaklığı gibi bir azap çerçevesine hapsediyor ve başının üstünde ip varmış gibi kudurtuyor. Beni,

doktor, gardiyan ve hâkim şeklinde gören sensin! Senin bu halini sezer sezmez artık sana kızmıyorum.

Merhamet ediyorum.

Sanma ki ben öfke kabiliyetini kaybetmiş bir adamım. İnsan başiyle fare kafasını birbirinden ayıran tek hassa,

bence fikir öfkesidir. Bir hiç için ölçüsüz öfkeler duyacak kadar alıngan ve hassas bir mizaç taşıdığımı sen de

bilirsin. Fakat bu öfke, iyi kötü bir kudreti, bir şahsiyeti, bir mesuliyeti kalmış insanlara ve hadiselere karşıdır.

Sen mazursun.

...

Benim hakkımda, içinde hapsettiğin şeylerin hacmini bilmiyorum. Rivayete göre üç perdelik bir piyes, rivayete

göre bir roman…

Fakat sana karşı hiçbir taktiği kalmamış adamın, bütün bir samimiyet ve açıklıkla içini tasfiye etmesine rağmen

söyleyebileceği her şey ve sırf sana hitap etmekle düşebileceği bayağılık burada toptan ve ebediyen nihayete

eriyor.

İşte görüp göreceğin rahmet!

(11 Nisan 1936)

Necip Fazıl Kısakürek”

Page 24: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

Beşir Ayvazoğlu

ile Söyleşi

Page 25: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

Beşir Ayvazoğlu kimdir?

11 Şubat 1953 tarihinde Sivas'ın Zara ilçesinde

doğdu. İlk ve orta öğrenimini Sivas'ta, yüksek

öğrenimini Bursa'da tamamladı. Çeşitli

liselerde Türkçe ve edebiyat öğretmeni olarak,

TRT'de de uzman olarak çalıştı. Mahalli

gazetelerde başladığı gazetecilik hayatını

Hergün, Tercüman, Türkiye, Yeni Ufuk ve

Zaman gazeteleriyle, haftalık Aksiyon

dergisinde yönetici ve köşe yazarı olarak

sürdürdü. Hisar, Türk Edebiyatı, Hareket,

Dergâh, Kubbealtı Akademi, Türkiye Günlüğü,

Yeni Türkiye, İzlenim vb. gibi dergilerde çok

sayıda makale ve denemesi yayımlandı. Halen

TDV İslam Ansiklopedisi Türk Dili ve Edebiyatı

Merkez İlim ve Redaksiyon Kurulu Üyesi ve

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir

Tiyatroları'nda da repertuvar kurulu üyesidir.

1982'de yayımlanan "Aşk Estetiği" adlı ilk eseriyle Türkiye Yazarlar Birliği’nin fikir dalında Yılın Yazarı

ödülü

1986'da "Muradiye Ölüm ve Gül" adlı belgesel metniyle TMKV Türk Millî Kültürüne Hizmet Ödülü

1992'de "Güller Kitabı" adlı eseriyle Türkiye Yazarlar Birliği inceleme Dalında Yılın Yazarı Ödülü

1998'de "Yahya Kemal; Eve Dönen Adam" adlı eseriyle Avrasya-Bir Vakfı Ödülü

1999'da Kombassan Vakfı tarafından Mevlana Edebiyat Büyük Ödülü

“Gülün kültürüne, güle, kısaca şiire tutkun” olduğunu belirten ve yazı

hayatına şiirle başlamış biri olarak sonradan şiir yazmayı neden

bıraktınız?

Şiir, her anınızı kendisine vermenizi isteyen kıskanç bir sanattır; iyi bir şair olmak için

şiirden başka bir şey düşünmeyecek, şairce yaşamayı göze alacaksınız. Uzunca bir süre

şiire emek verdikten sonra, mevcut şartlarda büyük şairlerle yarışamayacağımı

anladığım için şiiri bırakmayı uygun buldum; orta halli şiirler yazmaktansa, şiiri, büyük

şairleri okuyarak tatmak daha doğrudur. Ayrıca gazetecilik mesleği özellikle şiirle hiç

bağdaşmayan bir meslekti. Bir de, laf aramızda, nesrin tadına vardım ve şiire emek

verdiğim yıllarda kazandığım dil zevkini nesrime taşıdım.

SÖYLEŞİ

Page 26: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

Bizim de derslerimizde işlediğimiz Mehmet Akif, Ahmet Haşim, Peyami

Safa, Tarık Buğra gibi biyografi türünde çok sayıda eseri kültür edebiyat dünyamıza kazandırdınız. Biyografisini yazdığınız edebiyatçılarımızdan

sizi en çok etkileyeni kimdi, neden?

Biyografisini yazdığım bütün şahsiyetlerden hayatımın

bir döneminde okuyup etkilenmişimdir. Ama Yahya

Kemal’in hayatımda özel bir yeri vardır. İlkokul okuma

kitaplarından birinde yer alan “Akıncı” şiirini 7-8

yaşından beri ezbere bilirim. Lisede okuduğumuz,

Nihat Sami Banarlı tarafından yazılan edebiyat ders

kitaplarındaki Yahya Kemal şiirlerinden de çok

etkilenmiştim. Ama onu asıl keşfim, 1969 yılında Milli

Eğitim Bakanlığı’nın yayımlayamaya başladığı 1000

Temel Eser dizisinde çıkan üç kitabıyla oldu: Aziz

İstanbul, Eğil Dağlar ve Kendi Gök Kubbemiz... Beşinci

kitap da Tanpınar’ın Beş Şehir’iydi. Kısacası,

şahsiyetimin ve dünya görüşümün, daha da önemlisi

ilgi alanlarımın oluşmasında Yahya Kemal’in büyük

tesiri vardır. Yahya Kemal’i okuduğunuz zaman

Osmanlı tarihiyle, eski şiirle, eski musikiyle, hat

sanatıyla ve tabii “Aziz İstanbul”la tanışıyorsunuz.

Yahya Kemal, hakikaten medeniyetimizin şairidir. Onun kitapları, açmasını

başarabilenler için bir “altın kapı”... Ben onun eserlerini okuduktan sonra henüz

görmediğim İstanbul’a âşık olmuştum. Tabii zamanla Yahya Kemal’e borcumu ödemek

istedim. 1980’lerin başında onun hakkında bir kitap yazayım dedim ve Eve Dönen

Adam adını uygun gördüğüm küçük bir kitap yazdım. Sonra biyografik bir roman,

ardından ansiklopedik bir biyografi… Yahya Kemal hakkında yayımlanmış dört

kitabım bulunduğuna göre, beni en fazla etkileyen şahsiyetin o olduğunu

söyleyebilirim.

Türk Edebiyatı Dergisi Eylül 1984 sayısında mimari mirasımızla ilgili bir yazınızda “Kültürel değerlerimiz bir bütün olarak düşünülmezse, korunan mimari miras, yaşamayan, içinde yaşayamadığımız bir müze

olmaktan öte bir mana ifade etmeyecektir” diyorsunuz. Bu bağlamda Bursa’da yaşamış bir edebiyatçı olarak sizce Bursa yazarlara ve şairlere

eski ilhamını veriyor mu?

Tanzımat’tan sonra aydınlarda Bursa’ya karşı özel bir ilgi uyanmıştı. Bursa’ya yolunu

düşürüp bir şeyler yazmaya yok gibiydi. Bunu “Osmanlı’nın Ana Rahmi: Bursa” başlıklı

yazımda uzun uzun anlatmıştım. Bu Bursa sevdası yakın zamanlara kadar sürdü.

Özellikle Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’de yazdıklarından sonra, Bursa hakkında

söz söylemek adeta “aydın”lığın bir icabı haline gelmişti. Ama son zamanlarda

Bursa’nın şair ve yazarlara eskiden olduğu gibi ilham verdiğini söylemek çok zor. Tarihi

eserler büyük bir özenle restore edilip korumaya alınmakla beraber, Bursa otantikliğini

ve ruhaniyetini kaybetmiş gibi görünüyor. İnsanı eskisi gibi sarıp sarmaladığını

söylemek zor.

Page 27: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

“Yunus Ne Hoş Demişsin”

kitabınızda ozana Cumhuriyet rejiminin, kültür

politikalarının, aydınlarının hangi zamanlarda nasıl bir

bakış açısıyla yaklaştığını irdeliyorsunuz. Sizce Yunus

Emre’nin bağrındaki aşkı gerçek anlamda hisseden kişi

kitabınızda ele aldığınız hangi şahsiyet?

Yunus Emre’yle ilgilenen herkes, onun şiirinde ifade ettiği düşüncelerden ve şiirleri

yakıcı hale getiren aşk felsefesinden değişik şekillerde etkilenmişlerdir. Onun şiirinin

farklı yorumlara elverişli derinliği, “en iyi ve en doğru hangisi?” sorusuna net bir cevap

vermeyi zorlaştırıyor. En doğru olan, bakış açınıza göre değişebilir.

Geçmişten günümüze Türk dilinin lezzetini doya doya tadacağımız

başucu kitapları olarak tavsiyeleriniz neler olur?

Edebiyatımızın temel klasiklerini ve Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Mehmed Âkif, Refik

Hâlid Karay, Abdülhak Şinasi Hisar, Ahmet Hamdi Tanpınar, Kemal Tâhir, Nâzım

Hikmet, Peyami Safa, Tarık Buğra gibi yazar ve şairleri külliyat olarak okumakta fayda

vardır. Yine de hemen aklıma gelen bazı eserleri tavsiye edebilirim:

Abdülhak Şinasi Hisar: Fahim Bey ve Biz

Ahmet Hamdi Tanpınar: Huzur, Saatleri

Ayarlama Enstitüsü, Beş Şehir

Ahmet Haşim: Piyale, Gurabâhâne-i

Laklâkan,

Asaf Hâlet Çelebi: Bütün Şiirleri

Cemil Meriç: Bu Ülke

Fazıl Hüsnü Dağlarca: Çocuk ve Allah

Halide Edip Adıvar: Sinakli Bakkal

Kemal Tahir: Devlet Ana

Mehmet Âkif: Safahat

Midhat Cemal Kuntay: Üç İstanbul

Nazım Hikmet: Memleketimden İnsan

Manzaraları

Necip Fazıl: Çile

Nihad Sami Banarlı: Türkçe'nin Sırları

Peyami Safa: Dokuzuncu Hariciye Koğuşu

Refik Halit Karay: Gurbet Hikayeleri,

Memleket Hikâyeleri

Sait Faik: Semaver

Sâmiha Ayverdi: İbrahim Efendi Konağı

Sezai Karakoç: Hızırla Kırk Saat

Tarık Buğra: Küçük Ağa

Yahya Kemal Beyatlı: Kendi Gök

Kubbemiz, Aziz İstanbul

Son olarak üzerinde çalıştığınız, yakın zamanda okuyucuları bekleyen bir

çalışmanız var mıdır?

Kapsamlı bir Asaf Hâlet Çelebi biyografisi yazdım; sonbaharda çıkacak.

A. Bengisu AKDAĞ

Page 28: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

“Yüz karası değil, kömür karası

Böyle kazanılır ekmek parası”

Orhan Veli

Page 29: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

Soma Mersiyesi

Madende çalışan cevher yürekler,

Bir ekmek uğruna soldu çiçekler.

Kömür karası eller yorgun düştüler.

Aydınlık kalpleriyle karanlıkta kaldılar.

Ekmek parası alın teri uğruna

Birçoğu geldi yolun sonuna.

Ne acı ne elem dolu bir biçimde,

Ağlamamak çok zor ülkem yas içinde.

Gözyaşları sel olur akar.

Ateş düştüğü yeri yakar.

Ne gelir ki elden Ya Rab,

Yardım et ki kurtulsun nice can.

Kalem anlatamaz böyle elem, acı ve kederi

İnşallah gidenlerin hepsinin cennettir yeri.

Süleyman ERKUT

Page 30: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

Ben bir madenci oğluyum. Ben emeğin, çalışmanın, alın terinin çocuğuyum.Ben evine ekmek getirmek için yerin

sayamadığım kat altında çalışan adamın oğluyum.Manisalıyım,Somalıyım…

Babam ailesine düşkün biriydi. Yorgun olmadığı zamanlarda erkenden kalkar bahçeyi sular,taze sebzelerden

toplar,sabah kahvaltısını hazırlardı.Dün sabah da öyle yaptı.Erkenden kalktı,kahvaltıyı hazırladı ,çayına iki şeker

attı,bakışlarını bıraktı ve gitti.Bir daha da geri dönmedi.

Hüseyin amca vardır siz bilmezsiniz, babamın en yakın dostlarından biridir, o da madende çalışır.Fakat üç

gündür grip salgınına yakalandığı için madende çalışmıyormuş. Dün öğlen saatlerinde, ben tam da burada,

bahçede oturmuş elimdeki taşlarla oynarken birden bahçe kapısından içeriye fırladı.’’Hayırdır Hüseyin Amca ne

oluyor’’demeye kalmadan, nasırlı elleriyle sırtımı sıvazladı. Anlamadım ,ilk başta hiçbir şey anlayamadım. Durdu

gözlerime, göz torbası hayli büyük olan kahverengi gözleriyle baktı.’’Kardeşin nerede, Umut?’’ dediğinde ilk

başta kardeşime bir şey oldu sandım,durdum cevap veremedim. İkinci kez soruyu tekrarlayınca kurumuş

ağzımla konuşmaya çalıştım: “İçeride uyuyor ne oldu, amca?’ ‘Tamam, Elif teyzen şimdi buraya gelecek ve

kardeşinin yanında duracak, biz de seninle madene gidiyoruz… Oğlum, amcam ,madende patlama olmuş.Sakın

üzülme şimdi herkes oradadır kurtarmaya başlamışlardır bile,baban da sağ salim çıkar,kimseciğe bir şey

olmaz.Sen bakma bana ben yaşlı adamım duygulanıyorum öyle gözlerim doluverdi işte.Bak Ayşe de geldi,hadi

gidelim.”

Yolda giderken bir sürü insan gördüm. Hepsi madene doğru koştura koştura gidiyorlardı. En son böyle koşturan

insanları aşağıdaki yolda kamyonların kaza yaptığını duyduğumda görmüştüm. Ben de onların içindeydim ve

ben de koşturuyordum, şu anki gibi…

‘Hüseyin amca nasıl olmuş, ne patlamış hiçbir şey bilmiyor musun?’’ ‘‘Nerden bileyim oğul, ben de duyduğum

gibi seni almaya geldim. Belki lazım oluruz,aşağıya inmemiz gerekir diye düşündüm.’’

Maden ocağına geldiğimizde sokakta gördüğüm insan kalabalığının daha fazlasını burada gördüm. Bizim

tanıdıklarda çoktu ama hiç görmediğim insanlar sanki onlardan da çoktu. Bu kadar insan nasıl haber aldı, kim

anında çağırdı onları bilmiyorum. Sağ tarafa baktığımda ambulansların ard arda dizilmiş içeriden çıkaranları

aldıklarını ve hızla oradan uzaklaştıklarını gördüm.

….

Orada yaklaşık otuz iki saat ayakta bekledik. Hüseyin amca yaşlı olduğu için bir duvarın dibine elinde sigarasıyla

çöktü, kaldı. Ben ise babamı otuz iki saat aradım. Yüzünü, gülüşünü, ellerini tanımadığım insanlarda bulmaya

çalıştım. Yorulmadan, usanmadan aradım. Tek tek tüm çıkarılanlara baktım ama bulamadım. Babam hiç biri

değildi.

Bu bir umut muydu, babam içeriden sağ kurtulabilir miydi bilmiyorum ama saatler ilerledikçe tükenen anneleri,

babaları,kardeşleri,evlatları gördükçe ben de tükenmeye başlıyordum.

Keşke ellerim uzansaydı ve oradaki her ağlayanın yaşlarını silebilseydim. Keşke ellerim uzansaydı ve her yetim

kalan çocuğun başını okşayabilseydim. Yapamadım,ellerim ne uzandı,ne de yüreğim dayandı…

Otuz iki saatten fazla olduğunda etrafta kimse kalmamıştı. Ben,Hüseyin Amcam ve yokluğun sessizliği orada baş

başa kalmıştık. Kapılar yüzümüze kapatılmış, aramalar bitmişti.

‘’Beyefendi, ben babası madendeki patlamada bulunamamış bir çocuğum. Babasının mezarı olmayan, kardeşine

bunu açıklayamayan bir oğulum. Size daha fazla olanlardan bahsedemem. Nasıl ağladığımı, kaç damla gözyaşı

akıttığımı size bildiremem. Daha fazla yayını devam ettirmeyin lütfen, yorgunum. Şuan burada olmak yerine

diğer aileler gibi mezarın başında durup babamla konuşmalıydım. Gördüğünüz gibi bunu yapamıyorum,

babamın bir mezarı yok, babamın bir mezar taşı bile yok.Bu kadar yeterli,irdelemeyin lütfen. Saat geç oldu

uyumalıyım ve yarın sabah kalkıp ocağa gitmeliyim çünkü bakmakla yükümlü olduğum küçük bir kız kardeşe

sahibim.’’

Şimdi reklamlar...

UMUT’UN KARASI

Hilal AKARSLAN

Page 31: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

Gece yine telaşlı başladı, her bir canlı hareket

içinde.

Kapı gıcırtıları sıklıklarla kulağı tırmalıyor,

Ahmet Bey evden çıkmadan evvel Güzin

Hanıma yine bağırıyor.

Basamakları hızlıca inerken mırıltılar, sonra

boşluk...

Elif Hanımın parfümü boca edişini

hissedebiliyorum.

Derinden gelen ritmik topuk sesleri yavaşça

kesiliyor,

Mehmet Bey çakır keyif şarkılarla yukarı

çıkıyor,

Bugün daha erken geliyor.

Bir fare tıkırtısı alabildiğine sessiz yumuşak,

biri ışığı yakıyor.

Nilgün Hanımlar Remzi Beyle balodan

geliyorlar.

Nilgün Hanım gecenin dedikodusunu

anlatırken,

Bileziklerinin ahengi konuşmasına arka fon

oluyor.

Karşı koruda bir curcuna, böcek uğultuları...

Belli ki düğünleri var.

Sonra hafif bir esinti... Akdenizimsi bir

meltem... hava soğuyor .

Nazife kadının ağzında her zamanki türkü,

Detone ola ola çöpleri topluyor.

Sonra hayat yine lalleşiyor, geriye sadece saat

tiktakları ve ben kalıyoruz.

Zaten bu aralar uyumak ayrı bir zor;

Sanki bilinçsiz olduğum her an,

Gökyüzünden bir yıldız kayıyor ve ben

Yavaşça karanlığa mahkum oluyorum.

Ağrılarım daha bir sancılı ama

Buna rağmen her hücremdeki ağrıya

minnettarım.

Onlar benim hayatta olduğumun, içimde

bulunan, nefes parçacıklarının kanıtları

Ama şu susuzluk yok mu ne hain ne düşmanca,

kendimi her susadığımda

Vuslata da vuslatsızlığa da maşuk

Suya Leyla bir kum tanesi gibi hissettiriyor.

Üzerimde bir battaniye amaçsız sadece

duruyor.

Gözkapaklarımın direnci sanırım mağlup

oluyor, eski çerçevelere bakarken.

Kulağımda bir gençlik tınısı,

Gençliği düşlüyorum gözlerim yine

zamansızlığa dalarken...

BOŞLUK Sema KESER

Page 32: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

Osmanlı padişahlarının 16'ncısı olan ve henüz on dört yaşındayken

tahta çıkan II. Osman, belki de Osmanlı padişahları arasında en

bahtsız olanıydı. Çok iyi eğitim almış; Arapça, Farsça, Latince,

Yunanca ve İtalyanca öğrenmişti. Aynı zamanda Farisî

mahlasıyla da şiirler vermişti. Fakat çok genç ve tecrübesizdi.

Genç Osman olarak da bilinen II. Osman, öteden beri

fark ettiği sorunları bir çırpıda çözüp devleti, atası Kanunî

Sultan Süleyman dönemindeki göz kamaştırıcı hâline

tekrar yükseltmek istiyordu. Ordudaki itaatsizliği,

saraydaki casus faaliyetlerini ve toplumdaki başıbozukluğu

iyi analiz etmiş; Osmanlı'da topyekün bir düzenlemenin

şart olduğuna inanmıştı. Genç Osman, saraydaki

kokuşmanın sebebini de yabancı uyruklu kadınlarda

görüyordu. Sarayı yabancı kadınların istilasından kurtarmak

için ilk reform hareketini gerçekleştirdi. Fatih Sultan Mehmet

devrine kadar yapıldığı gibi saray dışından, Şeyhülislam Es'ad

Efendi'nin ve Pertev Paşa'nın kızlarıyla evlendi.

Şüphesiz Genç Osman'ın yapmak istediği en büyük reform her fırsatta saraya dayanıp, kazan kaldıran

yeniçeri ocağını bir an evvel yok etmek istemesiydi. Genç Osman, yeniçeri ocağını kaldırarak yerine

Anadolu, Mısır ve Suriye'den toplayacağı askerlerden oluşan bir ordu kurmayı planlıyordu. Bunun için,

kendisinden önce hiçbir Osmanlı padişahı hacca gitmediği hâlde, Genç Osman hacca gitme bahanesiyle

hazırlıklara başladı. Yeniçeriler de bu hac yolculuğunun bir bahane olduğunu anlamışlardı ki

Atmeydanı'nda toplanıp:

-"Padişahın bu şekilde Hicaz'a gitmesi bizden yüz çevirmesindendir. Nizâm-ı âlem için padişahlar haccı

terk edegelmişlerdir. Payitahtı bırakıp gitmek hatadır. Bu işten vazgeçmelidir." diye bağırıyorlardı.

İsyancılar aynı gün, padişahın hocası Ömer Efendi’nin konağını yağmalayıp, Sadrazam Dilaver Paşa’nın

konağına da saldırdılar.

Genç Osman, akşama doğru, durumun kötüye gittiğini anlayarak, ulemaya isyancıların isteklerini

sordurdu. Onlar da:

-"Kul taifesi, padişahın Anadolu’ya gitmesine razı değildir. Hoca Ömer Efendi’nin ve Darüsseade Ağası

Süleyman Ağa’nın görevden alınmasını isterler"deyince, Genç Osman:

-"Varın söyleyin, hacca gitmekten vazgeçtim, fakat hoca ile Darüseade Ağasını görevden almam”

dedi.

Birkaç gün sonra Atmeydanı'nda(Sultanahmet Meydanı) toplanan isyancılar padişahtan, Sadrazam

Dilaver Paşa, Hoca Ömer Efendi, Vezir Ahmed Paşa, Darüsseade Ağası Süleyman Ağa, Başdeftardar Vezir

Baki Paşa ve Sekbanbaşı Nasuh Ağa’nın öldürülmelerini istediler. Genç Osman, isyancıların taleplerini

kabul etmeyince, sarayın kapısına dayandılar. Saray'a giren isyancılar, padişahı ayak divanına çağırdılar.

Genç Osman divanı kabul etmeyince:

-”Sultan Mustafa’yı isteriz” diye bağrışmaya başladılar. I.Mustafa’nın bulunduğu odaya, kubbesini

delerek giren isyancılar, I.Mustafa’yı oradan alıp Orta Cami’ye götürdüler. Bu arada isyancılar

hapishaneleri boşaltarak, şehri yağmalamaya başladılar. Şeyhülislam Es'ad Efendi isyancılara:

-”Kardeşlerim, gelin etmeyin, Sultan Osman istediklerinizi verdi ve dahi kimi isterseniz sultandan

HÂİLE-İ OSMÂNİYYE

Page 33: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

alıverelim” dediyse de asiler:

-”Mustafa'dan başka sultan tanımayız” diyerek, I.Mustafa’yı padişah olarak istediklerini bildirdiler.

Osman, Bursa’ya gitmek istediyse de bunu başaramadı. Bunun üzerine yanındakiler Ağakapısı'na

sığınmasını istediler. Genç Osman, yanında Veziriazam Ohrili Hüseyin Paşa, Bostancıbaşı Mahmud Ağa ve

Sadaret tezkirecisi Sıtkı Çelebi olduğu halde, Ağakapısı'na gitti. Yeniçeri ağası Kırkçeşmeli Ali Ağa ile

isyanın nasıl bastırılabileceğini görüştüler. Alınan kararlar, Yeniçeri Odabaşılarına bildirildi. Ali Ağa, sabah

namazından sonra, yeniçerilere durumu anlatmak istedi. Fakat konuşmaya başlar başlamaz isyancılar

tarafından feci şekilde öldürüldü. Ohrili Hüseyin Paşa’yı da öldüren yeniçeriler, kesik başını Orta Cami’ye

getirdiler. Genç Osman, Ağakapısı’ndan çıktığında,

Hüseyin Paşa’nın cesedini görünce:

-”Bu mazlumun, günahı yoktu. Her zaman kul

hakkında bana iyilik söylerdi. Eğer onun sözünü

dinleseydim bu işler başıma gelmezdi. Beni bu hale

düşüren, Ömer Hoca ile haremağasıdır” dedi.

İsyancılar Ağakapısı'ndan aldıkları Genç Osman’ı,

Orta Cami’ye götürmek üzere yola çıktılar. Yolda

rastladıkları bir ata bindirdiler. Devrik padişahın

sırtında eski bir beyaz elbise, başında bir sipahinin

verdiği kirli bir sarıkla sarılmış bir kavuk vardı. Genç

Osman, yolda su istediğinde bir testiyle su getirip,

Genç Osman’a vermeden yere attılar. Hakaretler,

küfürler eşliğinde, Orta Cami’ye doğru yola

koyuldular. Altıncıoğlu adlı bir asi, Genç Osman’ı

tartaklayıp küfürler edince, Genç Osman ağlayarak:

-”Behey edepsiz! Ben padişahınız değil miyim,

nedir bu ettiğiniz cefa?” diyerek gözyaşları içinde

yola devam etti. Orta Cami’ye gelindiğinde, Genç

Osman’ı bir odaya hapsettiler. Caminin etrafı

isyancılarla doluydu. salası verildiğinde askerler

Genç Osman öldürüldü sanıp:

-”Zinhar, Sultan Osman’a bir şey yapılmaya,

vücuduna zarar erişmeye, buna rızamız yoktur.

Sultan Osman mahpus dursun, sonra ne gerekirse

öyle olsun” diye bağırdılar. Bu arada I.Mustafa

tarafından sadrazamlığa getirilen Davud Paşa, Genç Osman’ı pencereye getirip askerlere göstererek

onları yatıştırdı. Genç Osman başındaki kirli sarığı çıkararak oradakilere:

-"Bilmeden size cefa ettimse affeyle, ben ettim siz etmen. Görün dünyanın halini, dün sabah cihan

padişahı idim, şimdi üryan kaldım. Malımın, esbabımın haddi hesabı yok iken, on akçelik bir arakiyeye

(sarıklı kavuk) gücüm yok. Merhamet edin, halimden ibret alın, dünya size de kalmaz. Hangi padişahın

kulları, padişahlarına bu kötülüğü yaptılar.” deyince, yeniçeri ağalarından biri, temiz bir sarık uzatıp:

-”Padişahım, temizdir çıplak durmasın, kavuğunuza sarın” diye verdi. Yeni sadrazam Davud Paşa,

yanında kement olan bir Cebecibaşıyla Genç Osman’ın yanına gelerek:

-”Osman Çelebi, bu durum nedir? Hele şimdi elimdesin, sana istediğimi yapmaya gücüm mü yetmez”

diyerek, Genç Osman'ı boğdurmaya kalktı. Cebecibaşı, kemendi Genç Osman’ın boynuna atınca odada

bulunan yeniçeri ağaları:

-”Neylersiniz şimdi, dışarıda asker duyarsa hepizi kırar” diyerek engel oldular. Genç Osman, Davud

Page 34: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

Paşa’ya:

-”Behey zalim! Ben sana neyledim, iki defa katlin gereken suçunu affeyledim. Sana memuriyet verdim,

bana düşmanlığın nedendir?” deyince,yeniçeri ağaları:

-"Padişahımız hatırınızı hoş tutun. Ortalık yatışsın yine padişahımız sensin” dediklerinde,Davud

Paşa,ağalara:

-”Siz bilmezsiniz, bu ne yılandır.Buradan sağ çıkarsa,hiç birimizi sağ komaz” dedi. Genç Osman,

pencere kenarına gelerek,dışarıdakilere:

-”Benim sipahi ağalarım, yeniçeri ihtiyarları, babalarım!Gençlik haliyle,münafık sözüne uydum.Bana

bu hakaretleri yapmadan keşke orada öldürseydiniz.Ya beni istemez misiniz?” diye seslenince,isyancılar:

-”Seni halife istemeyiz ama katline de rızamız yoktur” dediler. Genç Osman son bir umutla:

- "Şimdi beni katle razı değilseniz, sultan Mustafa’nın odasına hapsedin” diye

yalvarınca,cebecibaşı,sırtından çekerek tekrar boğmaya kalktı.Ancak Haseki Mehmed Ağa engel

oldu.I.Mustafa’yı Topkapı Sarayına götürüp tahta çıkarttılar.Davud Paşa ve yeniçeri ağası,Orta Cami’ye

geri geldiler.Orada bulunan yeniçeri ağalarına:

-”Burası ibadethanedir, mahpushane değil.Osman’ı Yedikule’ye gönderelim,sonra ne gerekirse o

yapılsın” diyerek,Genç Osman’ı Orta Cami’den çıkardılar,sebze taşıyan atlı bir pazar arabasına

bindirerek,Yedikule’ye doğru yola koyuldular.Halk yol bunca toplanmış asilerin arasındaki devrik padişahı

seyrediyordu.Bir çeşmeye gelindiğinde,Genç Osman su içmek istedi,izin verdiler,kana kana su içti.Tekrar

yola koyuldular,devrik padişaha,küfürler,hakaretler ederek,yola devam ettiler. Yedikule’ye vardıklarında,

Genç Osman’ı bir odaya hapsettiler.Askerler dağıldıktan sonra,Davud Paşa,kethüdası Ömer

Ağa,Cebecibaşı ve birkaç adamla,Genç Osman’ı katletmek üzere harekete geçtiler.Cebecibaşı,kement atıp

boğarken, "Kilindir Uğrusu" denen asi de Genç Osman’ın hayalarını sıkıp işkence yaparak katlettiler(20

Mayıs 1622). Nâşı gece saraya nakledilip, öğle namazından sonra, küçük bir kalabalıkla cenaze namazı

kılınarak, Sultan Ahmed Türbesine defnedildi.

Genç Osman’ın katline sebep olan, Sadrazam Davud Paşa,13 Haziran 1622′de görevden alınarak,

yerine Mere Hüseyin Paşa getirildi. Davud Paşa,8 Ocak 1623 tarihinde, Genç Osman’ın öldürüldüğü

Yedikule'ye, Genç Osman’ı götüren arabayla getirilip, Genç Osman’ı boğmak için kullanılan kemendle

boğularak öldürüldü. Genç Osman'ın katline karışanlar tek tek yakalanarak öldürüldüler. Dönemin

şairlerinden Nev'i, Genç Osman’ın katli üzerine aşağıdaki ünlü mersiyesini yazmıştır:

" Bir şâh-ı alîşan iken şâh-ı cihana kıydılar

Gayretli genç aslan iken şâh-ı cihana kıydılar

Gazi bahadır han idi alî-nesep sultan idi

Namıyla Osman Han idi şâh-ı cihana kıydılar

Niyet edip hacc itmeğe komadı kullar gitmeğe

Kulak gerek işitmeğe şâh-ı cihana kıydılar

Hükmetmeye kâdir iken emr-i Hakk'a nazır iken

Hacc itmeğe hazır iken şâh-ı cihana kıydılar

Ey dil ciğerler oldu hûn derdim bir iken oldu on

Kan ağladı ehl-i fünûn şâh-ı cihana kıydılar

Eşrât-ı saatdir bu dem rûz-ı kıyametdir bu dem

Kula nedametdir bu dem şâh-ı cihana kıydılar"

SEREN KOTİK

Page 35: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

Bir bitiş ve bir yeni başlangıç,

Bir iniş bir çıkış bir de haykırış…

Bilimi bilip ilim ile amel edebilmek edebiyle,

Yaşayabilmenin erdemiyle kitlelere sesleniş…

Basit bir kelamdan ibareten yazılmış bir risale,

Masal misali bedaheten çıkan bir hikâye.

Sonuç uçsuz bucaksız masmavi bir deniz,

Kalemden güç alıp Rabbin lütfunu bekleriz.

Kelam, dilden dile gönülden gönüle bir kervan,

Şiir, cennet bahçesi, kulak tınısı bir de küheylan,

Şair, manadan manaya , deryadan deryaya bir umman,

Issız ve sessiz bir çöl bir âmâ bir dilsiz bir de Süleyman.

Anlat! Ne istiyorsun ne umdun ne bekliyorsun?

İmtihan için geldin, ak saç kara defterle gidiyorsun.

Nereden biliyorsun ne gördün, ne okudun?

Sordun soruşturdun en sonunda yoruldun.

Şükret ve hâmdet yolun sonunu görüyorsun.

Çünkü biliyorsun her şey aslında iki kelamdan ibaret;

Rahmet ve hikmet sonrası sonsuz bir nimet.

Dünya bir tarla verimli kullan ektiğini biçmeye bak.

Hasat zamanı mahsul sonrası cennet ve cehennem hak.

Nur cemal-i bâ kemâl Enel Hak.

Risâle Süleyman Erkut

Page 36: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

Güneşin lepiska ışıkları, pencerenin koyu kahve panjurları arasından içeri sızıyor; Asya'nın beyaz, narin simasında çizgi çizgi gölgeler oluşturuyor ve yastığa saçılmış saçları arasında dağılıyordu. Göz kapakları az sonra müthiş bir gösterinin başlayacağını haber veren sahne perdesi gibi ağır ağır yukarı kalkıyor ve balköpüğü gözleri güneş ışınlarını içine alarak koyulaşıyordu. Üzerindeki kuş tüyü yorganı, tatlı bir uyku mahmurluğuyla aşağı iterek doğruldu ve çıplak ayaklarıyla tahta döşemelere bastı. Ardından duvarda asılı duran saman kâğıdı takvime yaklaştı, uzun uzun baktı, dudağındaki çizgileri gerdiren geniş tebessümle bir sayfa daha kopardı. Bir gün daha eksilmişti. Asya henüz üç yaşındayken annesinin ve babasının mesleğinden doğan zorunlulukla Fransa'ya gelmişti. Babası Murat Bey büyük başarılara imza atmış bir mühendis, annesi Fatma Hanım ise Fransızca öğretmeniydi. Asya '' Memleket, insanın doğduğu yer değil doyduğu yerdir.'' sözüne inat doğduğu toprakları merak ediyor ve hiç görmediği Bursa'yı özlüyordu. İnsan görmediği bir yeri ciğerini patlatırcasına özler mi hiç? Özler. Öyle özler ki, öle öle özler. Yıllardır annesine doğduğu yerleri anlattırıyor, aynı hikâyeleri usanmadan dinliyordu. Annesi de babasıyla beraber sahili gören bir terasta, adeta yeşil Bursa'nın şapkası olmuş gök gözlü denizi izlerken çaylarını soğuttuğu günlerini anlatıyordu. Bursa'da geçirdiği her anıyı anlattıktan sonra sisli gözlerle kendine bakan kızının gözlerini, gözleriyle öperek derin bir göğüs geçiriyordu. Son günlerde Asya, tüm bu üzüntülerden arınmış ve sadece 12 Temmuz'un gelmesini bekliyordu. Ama sanki geceler bitmiyor, saatler inadına uzuyor, tik taklarını milyonlarca yıl öncesinden alıp getiriyordu. Babası Murat Bey, ilk defa bu yaz yoğun işlerinden sıyrılabilecekti. Uçak biletleri aylar öncesinden alınmış ve Asya'nın firkatten vuslata perde aralamasına çok az kalmıştı. Asya banyoya doğru ilerleyerek musluğu usulca açtı ve avuçlarından taşarcasına doldurduğu suyu defalarca yüzüne çarparak derin nefes aldı. Aynaya baktığında alnının yukarı bitimindeki saç diplerinin ıslandığını ve damla damla su taneciklerinin yüzünden aşağı süzüldüğünü gördü. Yüzü çok canlı ve dinç duruyordu. Kendini mutlu hissetti ve mutfağa doğru yönelerek kapıyı araladı. Kahvaltıyı hazırlayan Fatma Hanım, zeytin dolu minik kâseyi de masaya bırakarak son hazırlığını tamamlamıştı. Asya ani bir hareketle sıçrayarak annesinin boynuna atılıp sımsıkı sarıldı ve :

__''Bir hafta kaldı anneciğim, sadece bir hafta'' dedi. __''Evet kızım, sayılı günler artık.'' diyerek kızının omuz başlarından tutarak kendini hafif geriye doğru çekti ve ışıltılı gözlerini kızının yüzünde gezdirdi. Sonra sofraya geçip gelecek günlere dair hararetli bir muhabbete koyuldular. Günler hızla geçiyor, takvim yaprakları akrep ve yelkovanın raksı eşliğinde birer birer intihar ediyordu. Beklenen gün gelmiş, takvimler 12 Temmuz'u gösteriyordu. Üç buçuk saat süren kısa bir yolculuğun ardından Asya artık Türkiye sınırları içinde nefes alıyor ve ailesine şükran dolu gözlerle bakıyordu. Bursa'daki eski evlerine gitmek üzere taksiye bindiler ve nihayet uzun, siyah, güneşin yalayıp parlattığı asfaltın sağ kolundaki mavi tabelaya beyaz harflerle yazılmış ''BURSA'' yazısı göründü. İki bacaklı bir teneke bir insanı bu kadar mutlu edebilir miydi? Evet. Ediyordu, etmişti. Bayram çocukları kadar keyifli ve şendi. Onlardan tek eksiği kırmızı pabuçları, altın sarısı saçlarını süsleyecek kurdeleli tokaları ve beyaz entarisiydi. İçi içine sığmıyor, ufacık yüreği göğüs kafesini zorluyordu. Dar sokaklardan geçtikten sonra taksi yavaşladı ve aşağı indiler. Fatma Hanım iki katlı ahşap eve yönelerek: __''İşte burası'' dediğinde, Asya'nın yüreği gökyüzü kadar genişlemiş ve bir yıldız kayıvermişti. Mavi ve ince bulutları yırtıp göğe yükselecek bir hıçkırık koyuverecek gibi oluyordu. Dişlerini pembemsi dudaklarına bastırıyor ve usul usul inen gözyaşları dudak çizgileri arasına sızıyor, sızıyor, sızıyordu. Fatma Hanım paslanmış kilidi zorlayarak kapıyı açmaya çalışırken hemen ardında Asya ve bavulları taşımakla meşgul olan Murat Bey görünmekteydi. Açılan kapının gıcırtısı dinmeden içeride bulmuştu kendini Asya. Annesinin Fransa'da anlattıklarından yola çıkarak doğduğu odayı buldu ve içeri doğru adım adım ilerledi. Evet, Asya hastanede değil, evde doğmuştu. Bu yüzden muhayyilesinde yaşattığı bu eve ve semte adeta âşıktı. Odanın ağır perdeli geniş penceresinden dışarısı muhteşem, parlak bir sulu boya levhası gibi görünüyordu. Saf, mavi, durgun bir sema; pembe, beyaz çiçekli ağaçlar, uyur gibi duran sessiz bir deniz... Ve Asya'nın düşlerinde yeşerttiği sırlar dünyasının havadaki hakikati gibi uçan martı sürüleri… Durdu, düşündü. Daha önce hiç bu kadar mutlu olmamıştı. Eve iyice yerleştikten sonra evin odalarını geziyor, duvardaki eskitme fotoğrafları inceliyor ve mini mini odasının geniş penceresinden maviyi izliyordu. O günün verdiği yorgunlukla dışarı çıkamamış ve doğduğu yatakta uyumak üzere kendini beyaz, kolalı çarşafların arasına bırakıvermişti.

ASYA Zübeyde BELET

Page 37: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

Güneş, bucaksız denizin üzerinden doğarak göğe doğru yükseliyor ve ışınlarıyla Mudanya'nın sık ve geniş çatılarını ısıtıyordu. Asya'nın odası da bundan nasibini alıyor ve odada bir ışık huzmesi yaratıyordu. Uyandı Asya. Annesinin hazırladığı omletin ve patateslerin mis kokusu ikinci kata, odasına kadar ulaşıyordu. Güzel bir kahvaltının ardından dışarı çıktı ve karşı sokağın sol çaprazındaki ev ilgisini çekti. Mavi kireçle boyanmış evin önündeki çamaşır ipinde unutulmuş üç beş mandal, dişleri dökülmüş çalı bir süpürge ve mavi kirecin altından sırıtan sinir bozucu bir beton grisi. Bu griliği pek sevmese de ev gözüne çok şirin görünmüştü. Mahalledeki evleri, insanları, sokakları inceleyerek geziniyordu. Toprak rengi ahşap evlerin, zamanla kararmış birbirine yaslanmış tavan sarkaçları arasında yürüyerek bu doğal yapıları hayranlıkla izliyordu. Bu ufak mahalleyi çok sevmişti. Biraz daha ilerledi. Yolun hemen sağında, kapının önündeki tezgâha dizilmiş, tahtadan yapılmış oyuncak bisikletler, arabalar, bebekler dikkatini çekti. Kafasını kaldırdığında yine tahta bir tabelanın üzerine kazınarak yazıldığı belli olan, yalın bir ''Oyuncakçı'' ifadesi yer alıyordu. İçeri girerek neşeli bir tonla : __'' Merhaba amca.'' dedi. Elindeki tahtayı yontmakla meşgul olan adam, gözlüklerinin üstünden bir bakış fırlatarak: __'' Buyur, hoş geldin kızım.'' diye karşılık verdi. Asya adamın elinde yonttuğu tahtaya bakarak : __''Dışarıda gördüğüm bütün oyuncakları sen mi yaptın amca?'' Adam gülerek : __''Oradan bakınca amca gibi mi duruyorum güzel kızım? Bana dede diye hitap et olur mu? Dede, Nesim Dede.'' __''Olur Nesim Dede'' dedi Asya ve cevap alamadığı soruyu tekrar yöneltti: __''Bütün oyuncakları sen mi yaptın Nesim Dede?'' __''Evet, ben yapıyorum kızım'' __''Hepsi çok güzel, ellerine sağlık. Peki, hiç ahşaptan yapılmış kocaman bir bisiklet yaptın mı? Mesela benim binebileceğim kadar.'' __''Hayır hiç o kadar büyüğünü yapmadım.'' diye karşılık verdi dede. Asya anladığını ifade eden bir hareketle başını öne doğru salladı. İçinden bir gün böyle bisikletinin olmasını istediğini söyledi kendine. Ardından Nesim Dede'yi iyice incelemeye koyuldu. Onun yonttuklarından yere düşen tahta parçacıklarını gözüyle takip ediyordu. Göz bebekleri bir tahta oyuncağa, bir de yere gidip gelerek mekik dokuyordu. Gözleri yeniden oyuncağa gittiğinde, birden Nesim Dede'nin ellerine takıldı. Elleri bir mumya uzvu kadar sarı ve katılaşmıştı. Ela gözleri kırışmış göz

kapakları arasında fersiz ve sönük görünmesine rağmen yine de güzelliğini koruyordu. Saçlarıysa dökülmüştü. Sadece sağ kulağının arkasından, sol kulağının arkasına kadar iki parmak kalınlığında yay gibi duran bir saç uzanıyordu. Seksen yaşında olmasına rağmen gayet dinç, sağlıklı ve uzun boyuyla heybetli görünüyordu. Asya bu dedeyi çok sevmişti. Artık her gün Nesim Dede'yi ziyaret ediyor ve en az iki saatini onunla geçiriyordu. Asya, Nesim Dede'nin gönül kapısını aralayabilmişti. Her gün ondan mutlaka iki üç öykü dinliyor ve anlattığı öyküye göre bazen buruşuk bir hal alan suratını, bazen kahkaha atarken görünen dişlerini, bazen de çatılan kaşlarını dikkatle izliyordu. Zaman ilerledikçe bu mahalle, bu semt, bu insanlar Asya için vazgeçilmez bir hal alıyordu. Yarısı kopmuş bir ay geceyi yararak hüzünle doğuyor ve buna inat Asya sonsuz bir huzurla başını yastığa bırakıyordu. Tan yeri ağarmadan, ağlayan minarelerden gök kubbeye ezan sesleri yükseliyor ve aynı anda kâinat milyarlarca şükür demetleri sunuyordu. Bir başka türlüydü bu kent, bir başka türlüydü bu semt, insanlar bir başka türlüydü. Asya ertesi gün yine doğruca oyuncakçıya gitti. Nesim Dede üzerine haki yeşili bir gömlek giymiş ve

böylelikle ela gözleri ortaya çıkmıştı. Asya'yı görünce:

__''İşte günümün neşesi, renkli kelebeğim de geldi.'' dedi. Asya da:

__''Günaydın dedeciğim.'' diyerek yaşlı cildine taze bir

öpücük kondurdu. Birbirlerine çok alışmışlardı. Nesim Dede onu öz torunlarından ayırmıyor, koruyor,

kolluyordu. Onun buraya geçici olarak geldiğini düşününce

gözlerine bir perde iniyor, hüzün bulutlarıyla kaplanıyordu. Bütün

bunları unutmak istercesine boşluğa dalan gözlerini kırptı ve yine Asya'nın âşık

olduğu bu semtle ilgili öyküler anlatmaya koyuldu. Nesim Dede örf ve adetlerinden, eğlence tarzlarından bahsediyordu. Asya ara sıra onun sözünü kesiyor ve sorular sorarak bu anlatışlar saatlerce uzayıp gidiyordu. Nesim Dede geçmişteki mesire yerlerinden, faytonlarla yaptıkları gezintilerden, sahilde balık tutmaya çalışan arkadaşlarını suya iterek sırılsıklam kesilmesinden, üstelik bu kişinin bu kıyafetlerle nasıl yarım saat yol yürümesi gerektiğinden bahsedip dizlerine vurarak katıla katıla gülüyordu. Sayfiyeye gideceği zaman giydiği kıyafetlerden ve bu kır yerlerinde rengârenk çarşaflarıyla adeta bir renk cümbüşü yaratan kızların eğlencelerinden söz ediyordu. Nesim Dede bunları anlatırken o yıllara dönüyor ve bıyıkları daha yeni yeni terlemeye başlayan bir delikanlı oluveriyordu. Asya da onun anlattıklarına doya doya gülüyor ve kimi zaman karnını ağrıtacak derecede keyifli krizlere giriyordu. Biri seksen yaşında bir dede, diğeri ise henüz on beş yaşında olan bu iki insanın aralarındaki sevgi bağı imrendirecek güzellikteydi. Asya bir gün Nesim Dede'ye bu hikâyelerin bir kaynağı olup olmadığını sordu. Fransa'ya gittiğinde bu hikâyelerden mahrum kalacağına dair üzüntüyle dem

Fotoğraf: Aybige Akdağ

Page 38: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

vuruyordu. O vakit Nesim Dede çok sevdiği bu kızla bütün bir hazinesi olan kitaplarını paylaşabileceğini söyledi. Yıllardır içeriye hiç kimseyi sokmadığı kitaplarının bulunduğu mahzene Asya'yı misafir edecekti. Dükkânın girişinden ileri doğru yürüdükten sonra, güneş ışınlarının oraya yetmeye vakıf olmadığı bir nokta vardı ki kitaplığa açılan kapı orada bulunmaktaydı. Kapıyı açarak içeri ilk adımı atan Nesim Dede'nin ardından beliren Asya, burnuna vuran rutubetle karışık kitap kokuları arasında mest olmuştu. Kitaplığın etrafı kasvet duvarlarıyla örülmüşçesine karanlıktı. Sadece duvarın en yukarısında, minik kare bir pencereden içeri belirsiz bir ışık sızıyor ve o ışığın aydınlattığı uzun yolda toz tanecikleri uçuşuyordu. Asya tozlanmış kitap raflarını gözüyle süzüyor, bazılarını eline alıp inceliyor ve sırt sırta yaslanmış yüzlerce kitabın birbirini ayakta tutan kardeş tavırlarına hayran kalıyordu. Nesim Dede raftan bir kitabı çekerek Asya'nın beyaz, parlak, zarif, ince elleri arasına bırakıverdi. Asya, kitabın yüzünü kendi yüzüne çevirdiğinde simasında milyonların sevinci yaşanıyordu adeta. Kitabın siyah kaplı kapağında büyük ve altın yaldızlı harflerle ''BURSAM'' yazıyordu. İşte o zaman Asya; tümcelerin, sözcüklerin, hatta harflerin bile konuşabildiğini anladı. Şimdi kulağı insan koşuşturmacaları, araba gürültüleri, vapur düdükleri, martı çığlıkları içinde çalkalanan bir şehir gibi uğulduyor, kitaptaki her harf ona farklı bir dünyanın rengini fısıldıyordu. Kitapta geçmişe dair anlatılan öyküler şimdi kitaptan fırlamış ve her biri Asya'nın kafasının bir köşesinde sahne alarak zihninin duvarlarına çarpıyordu. Bir an durdu ve kendi yaşadıklarını düşündü. Beyninde aniden bir şimşek çaktı. Asya'da bu eşsiz kitabın son kısmına kendi öyküsünü ekleyecekti. Koşarak uzaklaştı. Bu serin ve karanlık gecenin yıldızsız seması altındaki hüzünlü Bursa; sanki gündüzki gösterişlerden, heyecanlardan, gürültülerden yorulmuş, baygın ve sakin uyuyordu. Asya da gecenin bu durgunluğunda kendi öyküsünü yazıyordu. Simdi Asya'nın bağrından elifler çekiliyordu ama o ne susmaya ne de konuşmaya istekliydi. Sadece çıplak ayaklarla öyküsüne yürüyordu. Pencerenin oynaşan etekleri altında, dışarıdan esen çiçek ve çimen kokuları arasında kalemi tutan zambak ellerinden kâğıda mürekkepler sızıyordu. Şimdi teni harflerle yıkanıyor, içi yer yer sözcüklerle kefenleniyordu. Kederle kâğıda dikilen bal köpüğü gözleri, yazdığı sözcükleri takip ederek onlarca kez sayfanın sonuna gidiyor ve tekrar başa dönüyordu. Asya, Fransa'dan yola çıkışından başlayarak burada geçirdiği tüm günlerini eksiksiz kağıda döküyor ve Bursa'ya dair hoş izlenimleri şu satırlarla sona eriyordu: ''...Sesi, güzelliği, görüntüsü ve hatta gürültüsüyle masalsı bir perde açar karşınıza Bursa. O perdeye sadece bugünün değil, geçmişin öyküleri ve efsaneleri de yansır. Geçmişten günümüze taşıdığı değerleri, geleceğe aktarılmasını istediği öyküleri vardır. Semtler de insanlar gibidir. Ruhları vardır. Bu semtin her sokağı birbirine benzese bile, her birinin farklı bir güzelliği, farklı bir adı, farklı bir kimliği vardır aslında. Ve yaşam yalnızca sokaklardadır. Bakmaktan ziyade görmesini, duymaktan ziyade dinlemesini biliyorsanız size kendini anlatır Bursa. Tarihin en derininden çıkıp gelmiş olsa bile bugün çağdaş

dünyayı yakalamasını bilmiş ve hatta geçmesini bilmiş, sanatçılara ilham kaynağı olmuş ender şehirlerden birisidir. Bursa bu kadar eşsiz olmasını biraz da denizin gerdanına dizilmiş kayıklarına borçludur belki de. Denizin arsız çocukları martılar, yol boyunca uzayıp giden rengârenk lale cümbüşleri ve yer yer beliren erguvanlar... Erguvanın ömrü kısacıktır. Geçen vakit birçok şeyin gelip geçici olduğunu, güzelliklerin ancak bakmasını bilen gözler tarafından fark edilebileceğini anlatmak ister adeta. Yağmurları da bir başka türlüdür bu kentin. Ceketini yağmurlarına asar insanlar. Sahile bakan bir mekânda Türk kahvenizi yudumlarken izlenen gün batımı mest eder insanı. Kahveniz azaldıkça saygınız artar bu kente. Ardından bir çift ilişir gözünüze. Kocaman bir çiçek demetini karşısındaki bayana uzatan bir bey... Çünkü mutluluk, mutlu etmektir ve kadınlar biraz da anılarıyla, kendilerine yaşatılanlarla yaşarlar. Teşekkürler Bursa'ya ve sevdasını ölümsüz kılan herkese.'' Asya bu mısraları yazarken zaman ilerliyor, saatler dakikaların içinde, dakikalar saniyelerin içinde, saniyeler de saliselerin içinde eriyip gidiyordu. Gece gökyüzünü gündüzden ödünç alıyor, yıldızlarını serpiştiriyordu. Vakit tamam olunca da gün ışığı emanetini geri alıyor ve yirmi dört saat onlarca kez tamamlanarak devam ediyordu. Asya nihayet öyküsünü bitirdiği gecenin sabahında soluğu hemen Nesim Dede'nin yanında almıştı. Öyküsünü üstü çizik kumbaraya kahkahalar biriktirmişçesine anlattığı öyküsünü ona okumuştu. Nesim Dede yazdığı kitabın sonuna Asya'nın da kendi öyküsünü eklemesinden dolayı çok duygulanmıştı. Elinden tutarak Asya'yı dükkânın önüne çıkarttı ve şöyle dedi : __''Semtleri tanıyıp anlayabilmek için onunla ilgili yazılanları okumak yetmez. Sokaklarını gezmek, hatta kaybolmak gerekir. Sen bu sokakları gezdin, fakat şimdi kaybolma zamanı.'' Ardından parmak ucuyla bir noktayı işaret ederek : __''Haydi atla bakalım kelebeğim'' dedi. Ve Asya sağına döndüğünde orada, güneşin altında cilaları ışıldayan bir ahşap bisikletin durduğunu gördü. Hemen ayağını pedala götürmek istedi ve o sırada bacağının üstünde bir ağırlık hissetti. Bu ağırlık, rüyasında üzerinden bir kuş tüyü gibi sıyrılan yorganıydı. Ne kadar da ağırlaşmıştı şimdi. Hâlbuki Asya'nın göz kapakları hiç aralanmamış ve bal köpüğü gözleri güneş ışınlarını içine alarak koyulaşmamıştı. İşte o zaman, hepsinin bir rüya olduğunu anladı. Kaldığı yerden devam etmek istercesine gözlerini tekrar kapatarak hüzne uyudu Asya.

Page 39: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

Edebiyat

Tarihinde

HAZİRAN

1 Haziran 1826: Türk Divan

edebiyatı şairi, Sultan II. Mahmut'un kızı

Adile Sultan doğdu. Döneminin kadın

şairleri Leylâ ve Fıtnat hanımlardan yetenek

ve teknik bakımdan daha az başarılı sayılsa

da Âdile Sultan özellikle Osmanlı tarihine

tuttuğu ışık nedeniyle önemlidir. Önemli

bir vasfı da Osmanlı hanedanından Divan

tertip etmiş tek kadın şair olmasıdır. Ayrıca

Muhibbî Divanı'nın basılmasını sağlamıştır.

2 Haziran

1943: Jean-Paul Sartre ile Albert Camus,

Sartre'ın Les Mouches (Sinekler) oyununun

sahneye konuluşunun ilk gecesinde

tanıştılar. Bütün görüş ayrılıklarına karşın

süren dostlukları, 1952 yılında tamamen

bozulacaktı.

1970: Orhan Kemal öldü. Orhan Kemal,

yoksul kesimin, işçilerin, öğrencilerin,

"kerhanedeki adamın" yaşamını anlatan

öykü ve romanlar yazmış ve insan-toplum

ilişkilerini gerçekçi bir dille yansıtmıştı.

1991: Ahmed Arif öldü. Değişik

dergilerde yayınladığı şiirlerinde kullandığı

kendine has lirizmi ve hayal gücüyle Türk

edebiyatındaki yerini aldı. Türkçeyi en iyi

kullanan şairlerdendi. Şiirlerinde hep

ezilen insandan yana oldu ve ezilenlerin

kardeşliğine vurgu yaptı.

3 Haziran

1924: Modern dünya edebiyatının ikonik

ve özgün yazarlarından biri olan Kafka

öldü. Eserlerinde suç, özgürlük,

yabancılaşma ve sorumluluk ayrıca

otoriteye bireysel karşı koyma gibi temaları

işlemiştir. Kafka’nın en tanınmış eserleri

Dava, Şato ve Dönüşümdür.

1963: Nâzım Hikmet öldü. Şiirleri

yasaklanan ve yaşamı boyunca yazdıkları

yüzünden 11 ayrı davadan yargılanan

Nâzım Hikmet cezaevlerinde 12 yılı aşkın

süre yattı. Hem içerik hem de biçim

bakımından dönemindeki şairlerden

farklıydı. Hece ölçüsünden ayrılarak

Türkçenin vokal özellikleri ile ahenk

oluşturan serbest ölçüyü benimsedi.

4 HAZİRAN 1933: Ahmet Haşim

öldü. "Edebiyatı ideolojinin değil, estetiğin

emrine vermek" prensibinden hareket eden

Servet-i Fünûn dergisinde şiirler yayınladı

ve Servet-i Fünûn - Edebiyat-ı Cedide -

topluluğuna yapılan hücumlara

makaleleriyle katıldı. 1911'de yayınlanan

Göl Saatleri adlı şiirleriyle haklı bir şöhret

kazandı. Fecr-i Atî dağıldıktan sonra siyasî

ve edebî akımların dışında kendisine has bir

şiir ve nesir anlayışının tek temsilcisi olarak

kaldı.

6 HAZİRAN 1799: En büyük Rus şairi

ve Rus Edebiyatı'nın kurucusu kabul edilen

Puşkin doğdu. Henüz sekiz yaşındayken

Fransızcası Rusçası kadar iyiydi. On bir

yaşına geldiğinde ise özgürlükçü ve alaycı

yazarlarını beğendiği Fransız

Edebiyatı’ndan etkilenerek Fransızca şiirler

ve komediler yazmaya başlamıştı.

Page 40: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

7 Haziran 1987: Şair Cahit Zarifoğlu

öldü. 47 yaşında hayata veda eden şairin

Diriliş dergisinde şiirleri yayımlanmıştı.

9 HAZİRAN 1870: İngiliz romancı

Charles Dickens öldü. En unutulmaz

kurgusal karakterlerden bazılarını

yaratmasının yanında Victoria devrinin en

iyi romancısı olarak kabul edilir. Yaşadığı

sürede eserleri benzeri görülmemiş bir üne

sahip oldu ve yirminci yüzyılda edebi

dehası eleştirmenler ve ilgili kişiler

tarafından kabul gördü. Oliver Twist,

David Copperfield, İki Şehrin Hikayesi gibi

unutulmaz eserlere imza attı.

10 HAZİRAN

1966: Hamdullah Suphi Tanrıöver öldü.

Önce 1909'da Fecr-i Ati topluluğuna katıldı.

1911'de bu topluluktan ayrılarak Ziya

Gökalp önderliğindeki Genç Kalemler

çevresinde gelişen Milli Edebiyat akımına

bağlandı. Zamanla siyasi kimliği, şair ve

yazar kimliğinin önüne geçti. Mehmet

Akif’in yarışmaya katılması için çaba

harcayan ve İstiklâl Marşı’nı etkili sesi ile

meclis kürsüsünde okuyan Hamdullah

Suphi'dir.

1984: Romancı ve şair Halide Nusret

Zorlutuna öldü. "Kadın yazarların annesi"

olarak anılır. Hece ölçüsünde hamasi şiirleri

ve konuşulan Türkçe ile yazılmış romanları

vardır. Romancı Emine Işınsu'nun annesi,

Pınar Kür'ün teyzesidir. Kurtuluş Savaşı'nın

etkisi ve heyacanıyla millî edebiyat akımına

katıldı. Millî duygularla kaleme aldığı “Git

Bahar" adlı şiiri tanınmasını sağladı. Millî

edebiyat akımı içinde değerlendirilen

şiirlerinde hececi anlayışa bağlı kaldı. Ünlü

şair Yahya Kemal'in şiirlerini ezberlediği

ender şairlerden birisi olarak bilinir.

13 HAZİRAN 1987: Ünlü sosyolog

Cemil Meriç (kendi sözleriyle: "kendi

semasında tek yıldız"), İstanbul'da öldü.

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi

Felsefe bölümünde bir süre okudu. Daha

sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat

Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı

bölümünü bitirdi. 1955'te görme yetisini

kaybetti.

15 Haziran 1961: Peyami Safa öldü.

Peyami Safa, bir hastanın psikolojisini

anlattığı otobiyografik romanı Dokuzuncu

Hariciye Koğuşu’nu Nazım Hikmet’e ithaf

etmişti. Bu roman hariç, 1922-1939 yılları

arasında yazdığı Mahşer (1924), Şimşek

(1928), Fatih-Harbiye (1931) ve Biz İnsanlar

(1939) adlı romanlarında Doğu-Batı

sorunsalını karakterlerde somutlaştırarak

işledi. Safa, bu romanlarında, ruh hallerini

çözümlemede, kurguda, dilinin

kıvraklığında, anlatım tekniklerindeki

denemelerde başarılı bulunurken

romanlarında düşünceyi öne çıkarması

dolayısıyla eleştiriler aldı.

18 Haziran 1902: İdeal bir antiütopya

olan Erewhon'un yazarı, İngiliz romancı

Samuel Butler öldü. Yazdığı eleştiri

kitapları, romanlarıyla Darwin kuramını,

kilise öğretisini ve Victoria döneminin

ütopyacı felsefesini hicvederek

Hristiyanlıktaki mucizeleri alaya aldı.

19 HAZİRAN 1973: Türkolog,

halkbilimci Tahir Alangu öldü. Şiirleri,

eleştirileri, edebiyat, tarih ve halk bilim

üzerine yazıları öğrencilik yıllarından

başlayarak çeşitli dergilerde yayımlandı.

Ömer Seyfettin'in bütün eserlerini baskıya

hazırladı. Masallar, gölge oyunları,

destanlar, göçmen folkloru ve bunlarla ilgili

kuramsal sorunlar hakkında araştırmalar

yaptı.

Page 41: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

20 HAZİRAN 1997: Şair Cahit Külebi

öldü. Halk şiirinden, türkülerden

yararlanarak çağdaş bir şiir oluşturmuş,

konu olarak yurt, insan ve doğa sevgisini

işlemiştir. Şiirlerinde çocukluğunun ve

gençlik yıllarının geçtiği yörelerden

izlenimlerini yansıtmıştır. 1940 sonrasında

başlayan şiirimizin yenileşmesi hareketinde

kendine özgü bir yeri vardır. Rahat

anlatımı, içtenlik ve duyarlılığıyla ilgi çeken

titiz bir şiir işçisidir.

21 HAZİRAN

1905: Jean-Paul Sartre Paris'te doğdu.

Felsefi içerikli romanlarının yanı sıra her

yönüyle kendine özgü olarak geliştirdiği

Varoluşçu felsefesiyle de yer etmiş; bunların

yanında varoluşçu Marksizm şekillendirmesi

ve siyasetteki etkinlikleriyle 20. yüzyıl'a

damgasını vuran düşünürlerden biri

olmuştur. O, her şeyden önce bir anlatıcı,

denemeci, romancı, filozof ve eylemci

olarak yalnızca Fransız aydınlarının

temsilcisi olmakla kalmamış, özgün bir

entelektüel tanımlamasının da temsilcisi

olmuştur.

1980: Ahmet Muhip Dıranas öldü. Hece

şiirinin son kuşağı denilebilecek şairler

arasında Ahmet Muhip Dıranas, çağcıl Batı

şiirine (Baudelaire, Verlaine) en yakın,

kendinden bir iki kuşak sonrası şairler

üzerinde, az sayıda şiirle bile olsa, uzun

süre etkili olan bir şairdir. O da hocası

Tanpınar gibi az yazmış, seyrek yayımlamış,

şiirlerini şiire başladıktan neredeyse elli yıl

sonra (1974) kitaplaştırmıştır. Gerek Fransız

şiiri, gerekse kendinden önceki nesilden

ustaları Ahmet Haşim ve Ahmet Hamdi

Tanpınar'dan aldığı etkileri sanatına

yedirerek özgün bir şiire ulaşmıştır.

23 HAZİRAN 1901: Ahmet Hamdi

Tanpınar doğdu. Şiirlerinde bir imaj ve

müzik kaygısı taşıdığı, hikâye ve

romanlarında da, başta zaman teması

olmak üzere, psikolojik anları, bilinçaltını

aradığı, yansıttığı görülür. Mezartaşı

üzerinde çok bilinen "Ne İçindeyim

Zamanın" şiirinin ilk iki mısrası yazılmıştır:

"Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün

dışında".

28 HAZİRAN

1712: Jean-Jacques Rousseau doğdu. Siyasi

fikirleri, Fransız Devrimini etkilemiştir.

Düşünceleri özellikle, Devrim'den sonra

kurulan yeni devletin kalkınmasında,

toplumun sosyal yapısında ve eğitim

sisteminde etkili olmuştur. Rousseau

anlaşılması güç bir düşünür olmuştur.

Kendisini hep halktan birisi olarak görmüş,

halktan kişiler arasında daha rahat etmiştir.

Romantizmden etkilenmiş ve etkileri

görülmüştür.

1952: Enis Batur Eskişehir’de doğdu.

Şiirleriyle Cemal Süreya, Altın Portakal,

Sibilla Aleramo, Necatigil ödüllerini,

denemeleriyle TDK ödülünü kazandı.

1966: Fuat Köprülü öldü. Türk ordinaryüs

profesör tarihçi, Türkolog, Dışişleri

Bakanlığı yapmış siyasetçi ve edebiyat

araştırmacısıdır. 1909’da Fecr-i Ati

topluluğuna katıldı. Şiirlerini 1913’e kadar

Mehasin ve Servet-i Fünun dergilerinde

yayımladı. Bu yıllarda “Milli Edebiyat” ve

“Yeni Lisan” akımlarına karşıydı. 1910’dan

sonra İstanbul’un çeşitli okullarında Türkçe

ve edebiyat okuttu, liselerin edebiyat

programını düzenledi. Ziya Gökalp

çevresine girdikten sonra Milli Edebiyat

akımını benimsedi. Çok verimli bir

araştırmacı olan Köprülü, ardında 1500'ü

aşkın kitap ve makale bırakmıştır.

Derleyen: Ayşe Bengisu Akdağ

Page 42: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

Bu ay sizlere Türk ve dünya edebiyatından üç unutulmaz eseri

tanıtacağız. Biri Yaşar Kemal’in İnce Memed”i bir diğeri Soma

acısından sonra bir kez daha kendini hatırlatan Germinal ve son

olarak Sevinç Çokum’dan Çok Yapraklı İlişkiler...

İNCE MEMED - Yazar: YAŞAR KEMAL

İnce Memed’in konusu, Cumhuriyet döneminin ilk

yıllarında geçer. Anadolu halkının geri kalmışlığı, cahil

bırakılmışlığı, köy hayatının sefaleti ve ağaların tüm

yöreye tamamen hakim olması üzerine bu duruma karşı

bir isyan öyküsüdür.

Eser, yazarın baş yapıtı olarak değerlendirilir. Kitabı

okuduğumuzda zulme sessiz kalanların bir gün zulme

uğrayacağı fikrine kapılıyoruz.

Yaşar Kemal’in 1995 tarihli bu ilk romanı, 1984 yılında

İngiliz aktör ve yazar Peter Ustinov tarafından Memed

My Hawk ( Şahinim Memed) adıyla sinemaya uyarlandı.

Yorumlar

“ Bir şaheser olarak biçimlendirilmiş eser.” Daily Telgzath

“Büyük bir başarı yazarı başka bir eser vermese bile bu romanı onun dünyaca ün

kazanmasına yeter.” Evning News and Times

“ Türkiye’den büyük bir şair tanıyorduk, Nazım Hikmet. Şimdi de Türkiye’nin büyükbir

romancısı var. Yaşar Kemal “ Anne Thilit

ARKA KAPAK

Page 43: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

GERMİNAL - Yazar: Emile ZOLA

Natüralist edebiyatın en usta yazarı olan Emile Zola 1840-

1902 yılları arasında yaşadı. İnsan iradesinin önemsizliğini,

yaşamı asıl belirleyenin doğa ve toplumsal çevre olduğunu

savunan Zola, tüm yapıtlarında bu görüşünü kanıtlamaya

çalıştı. Kitle hareketlerini ve kitlenin ruhsal durumlarını,

ele aldığı çeşit çeşit tiplerle aktaran Zola, 1885’te yazdığı

Germinal’de yeraltında kömür çıkaran işçilerin zorlu

yaşamı olağanüstü bir başarıyla anlatıyor.

1860’larda Fransa’nın kuzeyinde maden işçileri, çetin

koşullar altında yaşam mücadelesi vermektedir. Çalıştıkları

ocaklarda her an iç içe oldukları göçük ya da grizu

patlaması tehlikesinin yanı sıra, açlık ve sefaletle boğuşup

dururlar. Son çare olarak gördükleri grev onlar için

kaçınılmazdır artık. Her şeyi göze almaya hazırdırlar,

içlerinde filizlen umut en büyük destekçileridir. Ne yazık ki direnişleri acımasızca bastırılır.

Şimdi geride sadece ölüm, kan, gözyaşı ve yok olan hayaller kalmıştır…

Çok Yapraklı İlişkiler – Yazar: Sevinç Çokum

Bu ülkede nasıl gelirsin bir yerlere ha? Daha bilmiyorsun.

Kimseye minnetin yok, öyle mi? Özgür kuş! Seni de

koyacaklar bir kafesin içine! Yürü, diyecekler,

yürüyeceksin. Dur, diyecekler, duracaksın. O irade seni de

zayıf bir noktandan yakalayacak sonunda. Şeklini çizecek

senin, benim çizdiğim grafikler gibi. Al, diyecek, sana bir

elbise, bir biçim, bir surat! İşte senin işlevin bu! İşte sen

busun...”

Sevinç Çokum, belirsiz bir zamanı ele aldığı romanını,

gerçekler ve gerçeküstü olaylarla kurguladı. Romanda

itirazlarını kaybetmiş kitlelerin belli bir hedefe

yönlendirilmesinden doğacak sonuçlar işaret ediliyor. Yer

yer ince bir alay ve isyan tonunda yürüyen kitapta yazar,

edebiyatın ciddi yüzüne adeta muzip bir kalemle değişik

çizgiler ekliyor. Hayatı insan grafikleriyle belirleyen bir

çağın baskılı atmosferinde, yok edilemeyen asıl gerçeğe de

vurgular yapıyor. İnsanın en doğal hakkı olan düşünce

özgürlüğünün aşılamayacağına da...

Merve BAŞOL

Page 44: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

Sevgili İncir Çekirdeği okurları dergimizin sinema bölümünde bu ay sizlere

festival filmlerinden bir kaçını sunacağız.

ANA | THE MOTHER |

Yönetmen: Ebubekir Uyğur / Senarist: Ebubekir Uyğur / Görüntü Yönetmeni: Kadir Yücel / Kurgu: Kadir Yücel,

Ebubekir Uyğur / Özgün Müzik: Gökhan Tanacı / Oyuncular: Habib Turan, Çiçek Babayiğit, Z. Hamit Altın,

İbrahim Halil Taşdemir / Yapımcı: İbrahim Halil Taşdemir /

Filmin özeti: Adalet duygusu, hukuk kurallarının salt doğru kabul edilen yazılı metinleriyle sağlanabilir mi?

Nazife Ana’nın oğlu Metin, 1993 yılında, henüz 16 yaşındayken, dağa çıkar. 20 yıl haber alamadığı oğlunun

yaşamından ümidini kesen Nazife Ana, bir gün oğlunun sağ olduğu ve kendisine ulaşabileceği yönünde haber

alır. Örmüş olduğu kazağı çocuğuna ulaştırma girişimi “terör örgütüne yardım ve yataklık” olarak karşılık bulan

77 yaşındaki Nazife Ana’yı, cezaevi süreci beklemektedir.

BÜYÜK MÜZE | DAS GROSSE MUSEUM| THE GREAT MUSEUM |

Yönetmen: Johannes Holzhausen / Senarist: Johannes Holzhausen, Constantin Wulff / Görüntü Yönetmeni:

Joerg Burger, Attila Boa / Kurgucu: Dieter Pichler / Yapımcı: Johannes Holzhausen /

2014 Berlin Caligari Ödülü Büyük Müze; Viyana Sanat Tarihi Müzesi Kunsthistorisches Museum’un “sahne

arkası” üzerine benzersiz bir bakış sunuyor. Film öncelikle müzedeki günlük rutinden kısa kesitler sunsa da, asıl

odak noktası müze çalışanları arasında yaşanan mikro-dramalar. Müzenin restorasyon sürecini de inceleyen

Büyük Müze aynı zamanda zamansallık ve geçicilik üzerine bir film. Habsburg Monarşisine dayanan uzun

geçmişi ve geleneği, sanat eserlerinin ölümsüzlüğü ile müzenin günlük, sıradan işleri arasında çoğu zaman

mizahi bir bağlantı kuruyor.

BEYAZ PERDE’DEN

Page 45: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

DÜŞMAN | ENEMY| ENEMY |

Yönetmen: Denis Villeneuve / Senarist: Javier Gullón / Özgün Kitap: The Double, Jose Saramago / Görüntü

Yönetmeni: Nicolas Bolduc / Kurgucu: Matt Hannam / Özgün Müzik: Danny Bensi, Saunder Jurriaans /

Oyuncular: Jake Gyllenhaal, Mélanie Laurent, Isabella Rossellini

2013 Courmayeur Noir En İyi Film

Denis Villeneuve ve Jake Gyllenhaal’ın bu yılki ve festivaldeki ikinci ortaklığı, José Saramago’nun bizde de

yayımlanan Kopyalanmış Adam isimli romanının bir uyarlaması. Üstelik Gyllenhaal bu kez bir değil, iki karakter

canlandırmakta. Tarih öğretmeni Adam, bir gün izlediği filmde kendisine tıpatıp benzeyen bir adam görür. Bu

oyuncunun izini sürmeye başladıkça da gizemli ve ürkütücü bir dünyanın içine çekilir. İlk gösterimi Toronto Film

Festivali’nde gerçekleşen ve özellikle atmosferiyle beğeni toplayan Düşman'ı Cronenberg, Lynch, Nolan, De

Palma gibi yönetmenlerin filmleriyle karşılaştıran eleştirmenler olmuştu.

SEVGİLİNİN ARDINDAN | LILTING| LILTING |

Yönetmen: Hong Khaou / Senarist: Hong Khaou / Görüntü Yönetmeni: Ula Pontikos / Kurgucu: Mark Towns / Özgün Müzik: Stuart Earl / Oyuncular: Ben Whishaw, Cheng Pei Pei, Peter Bowles, Andrew Leung, Naomi Christie, Morven Christie / Yapımcı: Dominic Buchanan / Yapım Şirketi: Film London, Microwave Film

GörüntüÖdülü Günümüz Londra’sında geçen bu evrensel aşk ve keder hikâyesi, Kamboçya doğumlu İngiliz yönetmen Hong Khaou’nun ilk uzun metraj filmi. Filmin yapımcısı Dominic Buchanan’ın ilk uzun metraj filmi ise Filmekimi’nde de gösterilen Malları Ver / Gimme The Loot. Filmde, zamansız ölümünden sonra oğlunu tanımaya çalışan Kamboçyalı-Çinli bir annenin hikâyesini izliyoruz. Kadının hayatı oğlunun “en yakın arkadaşının” varlığıyla birden darmaduman olur. Aynı dilde anlaşamasalar da birlikte bu acıyı yenmeye, sevdikleri insanın anılarını bir araya getirmeye uğraşırlar.

Afra Nur AKKAYALI

Page 46: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

Geçtiğimiz Mayıs ayında 67.si düzenlenen Cannes Film Festivali Nuri Bilge Ceylan’a bir yeni

ödül daha kazandırdı. Nuri Bilge Ceylan, “Kış Uykusu” filmi ile en iyi filme verilen “Altın

Palmiye”yi kucakladı. Daha önceki yıllarda da festivalde isminden oldukça söz ettiren Ceylan,

“Yol” filminin aldığı ödülden sonra büyük ödülü Türkiye’ye getiren ikinci isim oldu. Aldığı

ödülü geçtiğimiz yıllarda ve Soma’da hayatını kaybedenlere ithaf eden Ceylan:

“Bu benim için çok büyük sürpriz oldu. Beklemiyordum. Ne

diyeceğimi bilmiyorum. Bu yıl Türk sinemasının 100. yılı. Çok

güzel bir tesadüf. Festivale ve jüriye teşekkür ediyorum bu

ödül için. Bu ödülü Türkiye’nin gençlerine ithaf ediyorum.

Ödülümü son bir yılda hayatını kaybeden Türk gençlerine ve

Soma’da hayatını kaybeden madencilere adıyorum.” dedi.

Haluk Bilginer, Demet Akbağ ve Melisa Sözen’in

başrollerini paylaştığı Kış Uykusu filmi Kapadokya’da inzivaya

çekilen emekli bir oyuncu olan Aydın’ın hikâyesini anlatıyor.

Film üç saati aşkın bir süreye sahip olması nedeniyle

eleştiriler almış olsa da uzunluğu ödülü almasında bir engel

teşkil etmedi.

Nuri Bilge Ceylan, Cannes’de

2002 yılında Uzak filmi ile Grand

Prix( Büyük Jüri Ödülü), 2008

yılında Üç Maymun filmi ile En İyi

Yönetmen ve 2011 yılında Bir

Zamanlar Anadolu’da filmi ile de

Grand Prix ödüllerine layık

görülmüştü.

Sultan Demirtaş

BÜYÜK ÖDÜL: KIŞ UYKUSU

Page 47: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

TOĞRAF

F “Ayıracım Çiçekler Olsun”

Page 48: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

Gençlere Sorduk Kübra TARAKÇI

Sevgili İncir Çekirdeği okuyucuları, bu köşemizde her ay

gençlere sorduğumuz bir takım soruları ve cevapları sizlere

sunuyoruz. Bazen şaşırtacak bazen güldürecek bazen de pes

artık dedirtecek cevaplarla karşılaşabilirsiniz.

Bu ay ki sorularımız şunlardı: "Absolutizm ve Anagram sizin için ne ifade ediyor?"

Absolutizm ve Anagram sizin için

ne ifade ediyor?

Eda Yaylamaz: Absolutizm

diyince solunum, Anagram

diyince ise annem aklıma

geliyor.

Absolutizm ve Anagram sizin

için ne ifade ediyor?

Seren Kotik: Anagram diyince

aklıma ana hakkı ödenmez,

Absolutizm diyince de nedir bu

-izm'lerden çektiğimiz geliyor.

Absolutizm ve

Anagram sizin için

ne ifade ediyor?

Yağmur Kıvılcım:

!?!?

Absolutizm ve Anagram sizin için ne ifade

ediyor?

Beyza Arı: Anagram diyince instagram,

Absolutizm diyince de içki aklıma geliyor.

Absolutizm ve Anagram sizin için ne ifade ediyor?

Şeyma Ünal: Anagram sadece annelere ait bir

fotoğraf paylaşım platformu olabilir. Sadece anneler

çocuklarının veya kendilerinin fotoğraflarını

paylaştıkları. Instagram'ın anne için olanı gibi yani.

Absolutizm absürt bir yasam tarzı benimseyen

insanların oluşturduğu akım. Ama hep mavi renk

giyiyorlar tek şart bu.

Absolutizm ve Anagram sizin için ne ifade ediyor?

Murat Şan: Absolutizm diyince votka markası,

Anagram diyince büyük bir konunun sadece bir

gramını inceleyen bilim dalı geliyor.

Absolutizm ve Anagram sizin

için ne ifade ediyor?

Makbule Korsal: Absolutizm

saçma olan kurgulanmış

gerçekte olmayan bir akım

gibi bir şey.

Anagram da oyun aklıma

geldi bir de bir şeyin temeli

de olabilir.

Absolutizm ve Anagram sizin için ne ifade ediyor?

İlkay Gürü: Anagram anaç, Absolutizm de absürt demektir.

Absolutizm ve Anagram sizin için ne ifade ediyor?

Naciye Ercan: Absolutizm bir Yönetim şeklidir.

Page 49: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

Absolutizm ve Anagram

sizin için ne ifade ediyor?

Aylin Dinç: Anagram

deyince kilolu kadın

aklıma geldi. Absolutizm

de absürt kişilerin

savunduğu şeyler.

Absolutizm ve Anagram sizin için ne ifade

ediyor?

Funda Çağırıcı: Anagram diyince bulmaca

aklıma geldi bir yerde duymuştum

anagram bulmaca diye Absolutizm

diyince de aklıma absoliti getirdi. Votka o

severim.

ABSOLUTİZM: Mutlakçılık demektir. Herhangi bir eserde ya da ilkede

bir ebedinin varlığına ve değişmezliğine inanmak, eseri ya da ilkeyi bu

değişime göre incelemektir.

ANAGRAM: Bir sözcükteki harfleri kullanarak başka bir sözcük

kurmaktır. Bazı özel adların incelikle saklanması amacıyla o sözcüğün

harfleriyle kurulmuş başka bir sözün kullanımıyla yapılan incelik

gösterisidir. Özge – göze, Bahri - ihbar gibi. Günümüzde en güncel

örneği ise "The Simpsons" çizgi filminde vardır; Bart isimli karekterin

adı İngilizce 'yaramaz, anlamına gelen 'Brat'ten türetilmiştir. Harry

Pooter’da Tom Marvolo Riddle isminden ise "I am Lord Voldemort"

cümlesi türetilmiştir. Güncel ve bilindik bir diğer örnek olarak İngiliz

yazar Samuel Butler'ın "Erewhon" adlı eseri verilebilir. Bu isim

İngilizcedeki 'nowhere' kelimesinden anagram yoluyla üretilmiştir.

Esas anlamı 'hiçbir yer' olmasına rağmen, yazarın yorumuna göre 'her

şeyin bittiği yer' anlamında kullanılmıştır

Absolutizm ve Anagram sizin için ne

ifade ediyor?

Sinem Dönmez: Anagram deyince

anagram bulmaca geliyor aklıma.

Absolutizm diyince hiçbir şey gelmedi

aklıma.

Absolutizm ve Anagram

sizin için ne ifade

ediyor?

Sümeyye Öztürk:

Aklıma direkt tıbbi bir

terim olabileceği geldi

İlaç adi ya da o tür bir

şeyler.

Absolutizm ve Anagram sizin

için ne ifade ediyor?

Sırdem Kemiksiz: Anagram Bir

sözcüğün yerlerini değiştirerek

başka bor sözcük oluşturma.

Absolutizm de Bana votkayı

hatırlattı.

Absolutizm ve Anagram sizin için ne ifade ediyor?

Onur Kahvecioğlu: Absolutizm sadece si noktasını

aklında tutan ve hiç übir ses almadan o sesi veren

absolute müzisyen notasıdır.

Absolutizm ve Anagram sizin için ne ifade ediyor?

Arzu Girgin: Absolutizm absorbe olmaktır.

Page 50: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

Uludağlı Edebiyatçıların Sesi, İncir Çekirdeği...