İncir Çekirdeği dergisi sayı: 10

58
Ocak 2015 Sayı: 10 dil, edebiyat, kültür, sanat Tanpınar Zamanın ne içinde ne de büsbütün dışında bir Mustafa A. KIRIMOĞLU İle Sohbet HEM ING WAY Vaktiyle Bir ATSIZ Varmış... ERNEST Tarihi Yansıtan FİLMLER

Upload: incir-cekirdegi-dergisi

Post on 07-Apr-2016

255 views

Category:

Documents


8 download

DESCRIPTION

İncir Çekirdeği Ocak 2015 sayısıyla sizlerle!

TRANSCRIPT

Page 1: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak 2015 Sayı: 10 dil, edebiyat, kültür, sanat

Tanpınar Zamanın ne içinde

ne de büsbütün dışında bir

Mustafa A.

KIRIMOĞLU

İle

Sohbet

HEM

ING

WAY

Vaktiyle Bir

ATSIZ Varmış...

ERNEST

Tarihi

Yansıtan

FİLMLER

Page 2: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

E

İncir Çekirdeği

Dergisi

Genel Yayın Yönetmeni

Ayşe Bengisu Akdağ

Yazı İşleri Müdürü

Sırdem Kemiksiz

Editörler

Sultan Demirtaş

Kübra Tarakçı

Yazarlar

Afra Nur Akkayalı

Aziz Nadir

Beyza Arı

Busenur Aslan

Hatice Türk

Hilal Akarslan

Işık Selin Orhuntaş

Mehmet Altınova

Merve Başol

Sema Keser

Süleyman Erkut

Tuğçe Erkol

Zeynep Tosun

Misafirler

Sevil Batan

Tasarım

Ayşe Bengisu Akdağ

İletişim

[email protected]

facebook.com/incircekirdegidergisi

https://twitter.com/IncirCekirdegiD

EDİTÖRDEN...

Değerli İncir Çekirdeği okuyucuları,

Yeni yılın ilk sayısı ile karşınızdayız. Bu sayı siz değerli

okuyucularımıza bizden küçük bir yeni yıl armağanı olsun

diye özellikle erken yayımladığımız bir sayı oldu. Bizler her

ay olduğu gibi Ocak sayımızı da hazırlarken hem çok

eğlendik hem de sizlerle paylaşmak üzere pek çok şey

öğrendik.

Bu ay dopdolu bir şekilde sunduğumuz, dosya konumuz

olan Türk edebiyatının değerli ismi Ahmet Hamdi

Tanpınar’ın hayatını Beyza Arı, mektuplarını Sultan

Demirtaş sizler için yazdı. Onun ‘’Beş Şehir” inden izleri

Mehmet Altınova ve Işık Selin Orhuntaş yazılarında ele

aldılar. Ayşe Bengisu Akdağ unutulmaz lider Mustafa A.

Kırımoğlu ile söyleşisini sizlerle paylaşıyor. Tuğçe Erkol

Nobel ödüllü Amerikan yazar Ernest Hemingway’i

anlatırken Aziz Nadir de “Vaktiyle Bir Atsız Varmış...”

diyor. Sultan Demirtaş ‘’Gulyabani’’ adlı tiyatro yazısıyla

karşınızda. Konusunu tarihten alan filmleri sizlere Afra Nur

Akkayalı sunuyor. Kübra Tarakçı Erasmus maceralarına

kaldığı yerden Paris’le devam ediyor. “Ardından’’ yazı

serisi Deniz’in yeni maceralarını öğrenmek isteyenleri

heyecana davet ediyor. Bunların yanında pek çok deneme,

öykü ve şiir de okunmak üzere siz okuyucularımızı

bekliyor.

Yeni yılın karlı, soğuk ilk sabahında kalbinizi ısıtmak

dileğiyle…

Sırdem KEMİKSİZ

Yazı İşleri Müdürü

Page 3: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Havadis

Ölümsüz Bir İsim: Ahmet Hamdi

Tanpınar / Beyza Arı

Şiir – Selam Olsun / A. Hamdi

Tanpınar

Bir Şehri Sevmek /

Işık Selin Orhuntaş

Tanpınar’ın Mektuplarındaki

Konular / Sultan Demirtaş

Hikaye – “Bursa’da Zaman” /

A. Bengisu Akdağ

Şiir – Bir Adın Kalmalı /

A. Hamdi Tanpınar

Tanpınar’ın “Beş Şehir” Adlı

Eserinden Eyüp Sultan’ın Portresi /

Mehmet Altınova

Şiir – Alem-i Pertev / Süleyman Erkut

Ardından – 7. Bölüm / Sırdem

Kemiksiz

Mustafa A. Kırımoğlu ile Sohbet /

A. Bengisu Akdağ

Deneme – Bir B’aşka Serenad /

Hatice Türk

Şiir – Bütün Kabahat Dilimin /

Sevil Batan

Şiir – Sen / Sema Keser

Cadı Avı- Bölüm:2 “Tezer Özlü” /

Işık Selin Orhuntaş

Şiir – Gün / Sema Keser

Deneme – Huzur / Zeynep Tosun

Vaktiyle Bir Atsız Varmış... /

Aziz Nadir

Hikaye – Yolculuk / Hilal Akarslan

Bir Erasmuslunun Güncesi /

Kübra Tarakçı

“Hem Papa”: Ernest Hemingway /

Tuğçe Erkol

Şiir – Bursa’da Zaman /

A. Hamdi Tanpınar

Fotoğraf / Aybige Akdağ

Kader, Sonsuzluk ve Yalnız Bir Ağaç /

Busenur Aslan

İyi Saatte Olsunlar: Gulyabani -

Tiyatro / Sultan Demirtaş

Arka Kapak / Merve Başol

Beyaz Perde’den – Konusunu

Tarihten Alan Filmler /

Afra Nur Akkayalı

Tanıtım: “Kitap Ağacı” /

Esin Büşra Bekçe

İçindekiler

Page 4: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

HA

DİS

Gaspıralı

İsmail Anısına

Düzenlenen

Kompozisyon

Yarışması

Sonuçları

Açıklandı!

Bursa Türk Ocaklarının 100.

Ölüm yıl dönümünde

Gaspıralı İsmail anısına

düzenlediği kompozisyon

yarışmasının sonuçları

açıklandı. Yarışmanın

üniversiteler arasında

birincisi Uludağ Üniversitesi

Türk dili ve edebiyatı

bölümü son sınıf öğrencisi

Adem Kaçar olurken ikincilik

de yine Uludağ Üniversitesi

Türk dili ve edebiyatı

bölümü son sınıf öğrencisi

olan dergimiz genel yayın

yönetmeni Ayşe Bengisu

Akdağ’ın oldu. Yarışmanın

ödül töreni 10 Ocak

Cumartesi günü saat

15:00’te Heykel Dede Efendi

Salonunda yapılacaktır.

TÜYAP kitap

fuarları

takvimi belli

oldu

TÜYAP Tüm Fuarcılık Yapım

AŞ tarafından Türkiye

Yayıncılar Birliği işbirliği ile

hazırlanan kitap fuarlarının,

2015 takvimi belli oldu

TÜYAP 'tan yapılan

açıklamaya göre, geçen yıl

Adana, Bursa, İzmir,

Diyarbakır ve İstanbul'da 1

milyon 301 bin 500 okur,

kitaplarla ve yazarlarla

buluştu. Bursa Kitap Fuarı,

bu yıl 14-22 Mart'ta Bursa

Uluslararası Fuar ve Kongre

Merkezi'nde kitapseverlerle

buluşacak. Kitap Fuarı,

Bursa'da Haldun Taner'in

100. yaşını kutlamaya

hazırlanıyor. Fuar süresince

Haldun Taner'in, yaşamı,

eserleri ve tiyatroya

sunduğu katkıları söyleşi ve

panellerle ele alınacak. Fuar,

300 yayınevi ve sivil toplum

kuruluşunun katılımıyla

gerçekleşirken 80 kültür

etkinliğiyle yüzlerce yazara

ve şaire ev sahipliği

yapacak.

2015 TÜYAP Kitap Fuarları:

Çukurova 8. Kitap Fuarı: 13-18

Ocak

Bursa 13. Kitap Fuarı: 14-22

Mart

20. İzmir Kitap Fuarı: 18-26

Nisan

Karadeniz Kitap Fuarı-Samsun:

18-24 Mayıs

34. Uluslararası İstanbul Kitap

Fuarı: 07-15 Kasım

Türk ve İslam

Eserleri

Müzesi açıldı

Sultanahmet Meydanı'nda

yer alan ve bir süredir

devam eden restorasyonu

tamamlanan 'Türk ve İslam

Eserleri Müzesi'nin açılışı

yapıldı

Kültür ve Turizm Bakanı

Ömer Çelik'in katılımıyla

Türk ve İslam Eserleri

Page 5: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Müzesi açılışı yapıldı. Bir

süredir çalışmaların sürdüğü

müzenin restorasyonu için

16,4 milyon TL harcandı.

Sultanahmet Meydanı'nda

bulunan Türk ve İslam

Eserleri Müzesi'nin açılış

töreninde konuşan Bakan

Ömer Çelik, "bu kadar

değerli bir eserin restore

edildikten sonra yeniden

açılmasının kendisini

sevindirdiğini" söyledi.

Ayrıca kültürel coğrafyanın

siyasi coğrafyanın ruhu

olduğuna dikkati çekerek,

"dolayısıyla kültürel mirasa

sahip çıkmanın bugün ve

gelecek için bir tercih değil

zorunluluk olduğuna" işaret

etti.

Türk Tiyatrosu

Dergisi

internet

erişime açıldı

Şehir Tiyatroları’nın

yayınlamakta olduğu Türk

Tiyatrosu Dergisi, 100. Yıl

Etkinlikleri kapsamında

internet erişimine açıldı.

100 yıllık Şehir Tiyatrosu

arşivinin kodlanarak

kütüphane programına

geçirilmesi ve dijital ortama

aktarılması için bir yıldır

çalışma yürüten Şehir

Tiyatroları Arşiv Birimi,

kodlama işlemini

tamamladı. Araştırmacılar

için çok önemli bir belge

niteliği taşıyan Türk

Tiyatrosu Dergisi ise

öncelikli olarak dijital

ortama aktarılarak, online

erişime açıldı.

Orhan

Pamuk'tan

yeni roman

Nobel Edebiyat Ödülünü

2006 yılında kazanan yazar

Orhan Pamuk'un yaklaşık 6

yıldır beklenen yeni romanı

'Kafamda Bir Tuhaflık'

raflardaki yerini aldı.

"Kafamda Bir Tuhaflık" hem

bir aşk hikâyesi hem de

modern bir destan. Orhan

Pamuk’un üzerinde altı yıl

çalıştığı roman, bozacı

Mevlut ile üç yıl aşk

mektupları yazdığı

sevgilisinin İstanbul’daki

hayatlarını hikâye ediyor.

En Sevilen

Şiir: Mona

Roza

Cumhuriyet döneminin en

sevilen 12 şiiri, internet

üzerinden yapılan oylamaya

belirlendi. TYB tarafından

her yıl tekrarlanacak ve

geleneksel hale getirilmesi

hedeflenen Şiir Günleri

kapsamında seçilen 12 şiir

TYB İstanbul’un tarihi

binasının yıl boyunca

duvarlarını süsleyecek.

İşte Cumhuriyet döneminin

en sevilen 12 şiiri:

SEZAİ KARAKOÇ - MONA

ROZA

ATTİLA İLHAN - BEN SANA

MECBURUM

AHMED ARİF -

HASRETİNDEN PRANGALAR

ESKİTTİM

NECİP FAZIL KISAKÜREK –

KALDIRIMLAR

İSMET ÖZEL – AMENTÜ

TURGUT UYAR - GÖĞE

BAKMA DURAĞI

ABDURRAHİM KARAKOÇ –

MİHRİBAN

MEHMET AKİF ERSOY -

ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE

SEZAİ KARAKOÇ - SÜRGÜN

ÜLKE

YAHYA KEMAL BEYATLI -

SESSİZ GEMİ

NECİP FAZIL KISAKÜREK -

SAKARYA TÜRKÜSÜ

ERDEM BEYAZIT - SANA,

BANA, VATANIMA,

ÜLKEMİN İNSANLARINA

DAİR

Page 6: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Türk edebiyatının yetiştirdiği değerli ve

bulunmaz isimlerden biri daha… O her ne

kadar “ Kendime gelince… İnsan o kadar

mühim değildir. Ben de herkes gibiyim” dese

de eserlerini ve kendisini tanıyan kimse onun

sıradan bir insan olduğuna inanmaz sanırım. O

“ Belki bir şeyler yaptım; fakat tam istediğimi

değil. Benim istediğim insanın ötesiydi.”

diyerek yaptıklarını eksik bulmasına rağmen

çalışmalarıyla Türk edebiyatını dolu dolu

yapan, adından saygıyla söz ettiren, çok geniş

bir yelpazenin sanatçısı olan, ölümsüzlüğün

ismi: Ahmet Hamdi Tanpınar.

Ahmet Hamdi Tanpınar, Cumhuriyet Devri

Türk edebiyatında çok yönlü bir isim olarak

öne çıkar. Onu Türk edebiyatının gözde ismi

yapan sebeplerden biri de birçok alanda

adından söz ettirmesidir. Tanpınar, bir yönüyle

edebiyat tarihçisi, bir yönüyle Türkçeyi en iyi

kullanan denemecilerden biri, bir yönüyle

ÖLÜMSÜZ BİR İSİM: AHMET HAMDİ

TANPINAR

Beyza ARI

“Geçen gün

Boğaz’daydım.

Âşık olduğum,

yalnız gezdiğim

günleri

düşündüm. Ve

kendi kendime

“Ya Rabbim

dedim, acaba

genç bir âşık bir

gün buralarda

tıpkı benim on

on beş sene

evvelki halimde

dolaşırken

benden bir

mısra okuyacak

mı? Ebediyet

işte bu!”

Page 7: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

romancı, bir yönüyle de şairdir. Onu önemli

kılan sadece birçok alanda başarılı eserler

vermesi değil, aynı zamanda yaşadığı dönem

itibariyle çok geniş ve değişik kaynaklara

ulaşarak, farklı sanat ve estetik disiplinleriyle

beslenmiş olmasıdır.

Tanpınar 23 Haziran 1901’de İstanbul

Şehzadebaşı’nda dünyaya gelir. Babası

Abdülhamit ve İkinci Meşrutiyet dönemlerinde

imparatorluğun çeşitli yerlerinde kadılık

yapmış olan Batumlu Hüseyin Fikri Efendi,

annesi ise Trabzonlu Kansızzadeler ailesinden

Nesime Bahriye Hanım’dır. Tanpınar bu ailenin

üç çocuğundan en küçüğüdür. Babasının

memur olması dolayısıyla sık sık şehir

değiştirmelerine bağlı olarak okul değiştirmek

zorunda kalır. İstanbul’da Ravza-i Maarif’te

başlayan okul hayatı Sinop, Siirt

ortaokullarında Vefa, Kerkük ve Antalya

liselerinde devam eder. Ahmet Hamdi

Tanpınar okuma zevkini daha küçük yaşlarda

edinmeye başlamıştır. 1914-16 yıllarında

Kerkük’te iken basılı tarih kitaplarını, Kısas-ı

Enbiya’yı, Cezmi’yi, Monte Kristo’yu, Servet-i

Fünun sayılarını ve kitap serilerini okur.

Kalabalık bir aile ortamında bulunmasına

rağmen okuduklarının etkisinde kalarak yavaş

yavaş bir sanat adamı olur. Bunda “Meyve

bahçelerinde dolaşırken yavaş yavaş bir hülya

adamı oldum” diyen yazarın yazılarından

anlaşıldığı kadarıyla, bulunduğu coğrafyanın ve

tabiat parçalarının da etkisi büyük olur. Bu dış

dünyaya karşı ilgili tavrın daha çocukluk

yaşlarında başladığı Antalyalı Genç Kıza

Mektup ’undan anlaşılmaktadır: “Ergani

Madeni’nde üç yaşında iken bir gün kendime

rastladım. Çok karlı bir gündü. Ben sıcak ve

buğulu bir camdan karla örtülü bir bayıra

bakıyordum. Sonra birden bire kar tekrar

yağmaya başladı. Bir çeşit çok lezzetli

hayranlık içinde kalmıştım. Bu anı her karlı

günde hatırlar ve yağışı beklerim.”

Tanpınar’ın bu sözleri hakkında Prof. Dr.

Mehmet Kaplan şöyle der: “Üç yaşında iken

böyle bir duyu hissetmek ve onu ömür

boyunca unutmamak, muayyen bir mizaca

tekabül eder.”

Mehmet Kaplan’ın bu saptaması ve

Tanpınar’ın aynı mektupta yer alan “Siirt’te

uzak dağlara akşam saatlerinde çöken

yalnızlığı ve yıldızlı geceleri tanıdım. Yazları

çok sıcak olan bu memlekette damlarda

yatardık. Yıldızlı gece beni büyülerdi sanki.

Sonsuzluk dalga dalga vücudumu

doldururdu.” şeklindeki sözleri, onun

çocukluğundan beri yoğun duygular içinde

olduğunu ve dolayısıyla Tanpınar’ın sanatının

kendi kişiliğinden ayrı

değerlendirilemeyeceğini gösterir. Sinop’ta

denizi, Siirt’te yıldızlı geceleri okuduklarıyla

hamurlayan Tanpınar, geniş bir iç dünyanın,

zengin bir hayal aleminin temellerini kurar.

Ahmet Hamdi 13 yaşında gittiği Kerkük ile ilgili

anılarının “çok silik ve dağınık” olduğunu

belirtir. Yazar Kerkük yıllarını bir “mahrumiyet

dönemi” olarak görür. Yalnızlıktan, okuyacak

kitap bulamamaktan yakınır, ardından bir de

“annenin kaybı” gelir.

Babasının işi dolayısıyla yer değiştirmeler

esnasında Musul’da yazarın annesi tifüse

yakalanarak vefat eder. On dört, on beş

yaslarında iken annesini kaybetmiş olması

Tanpınar üzerinde derin izler bırakır: “Ölüm bu

kadar yakından kokladığı insanların peşini

kolay kolay bırakmıyordu. Er geç bir tarafta

karşılarına çıkıyor, sofrasını açıyor,

“Buyurun!” diyordu.” Yazarın insanın

ölümlüğüne dair ilk teması bu olayla başlar. O

sırada aynı acıyı daha önce yaşamış olan

Ahmet Haşim’in Şiir-i Kamer’lerini

okumaktadır. Mehmet Kaplan bu noktada

“Haşim’in de ölen annesi için yazdığı bu

şiirler, genç Ahmet Hamdi’yi, bir kader birliği

ile devrin meşhur şairine bağlamıştır. Gençlik

şiirlerinde Haşim’in izleri bellidir.”

Page 8: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

15 yaşında yani 1916’da Antalya’ya geçer ve

burada iki yıl kaldıktan sonra İstanbul’a

dönerler. Bu yılların anıları Huzur ve Sahnenin

Dışındakiler adlı eserlerde görülür. Ahmet

Hamdi Tanpınar’ın üniversite yıllarına ait

anıları ise hocası Yahya Kemal için yazdığı

kitapta kendilerine yer bulurlar. Paris’te uzun

süre kalarak, yeni fikirlerle “eve dönen” Yahya

Kemal’in öğrencisi olan Tanpınar, ondan

öğrendikleriyle şiir dilindeki titizliğe ve tarih

görüşüne geniş ufuklar açmıştır.

Ahmet Hamdi Tanpınar 1923’te Erzurum’a

edebiyat hocası olarak atanır. Burada yazar

Mustafa Kemal ile tanışma fırsatı bulur.

Erzurum’dan sonra Tanpınar hayatını Beş Şehir

’den bilindiği gibi Konya, Bursa, Ankara ve

İstanbul’da geçirir. Güzel Sanatlar

Akademisi’nde sanat tarihi hocalığı, Maraş

Milletvekilliği, Milli Eğitim Bakanlığı

müfettişliği ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat

Fakültesi Yeni Türk Edebiyatı kürsüsü

profesörlüğü görevlerinde bulunur. Yıllar

boyunca Avrupa’ya gitmek isteyen Ahmet

Hamdi’nin Avrupa kültür ve sanatıyla

kucaklaşması nihayet 1953 yılında gerçekleşir.

Fransa’nın yanı sıra Belçika, Hollanda,

İngiltere, İspanya ve İtalya’yı gezen yazar, daha

sonra 1959’da ikinci bir Avrupa seyahati daha

yapar. Bütün bu Avrupa seyahatleri,

kitaplarından tanıdığı Batıyı, Batılı yazar ve

şairleri yakından tanıma imkânı verir.

Hikâye, roman, deneme, makale, edebiyat

tarihi gibi nesir sahasında pek çok eser vermiş

olan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın en bariz vasfı,

kendisinin de kabul ettiği gibi şair olmasıdır.

Onun şiirleri sayıca az olmakla birlikte devrinin

en güzel şiirlerinden olduğu gerçeği

eleştirmenlerce belirtilmiştir. Güzelliğe ve

sanatsal olana karşı sevgisi bu derece büyük

olan Tanpınar, sanatta sonsuzluğa ulaşmanın

çaresini mükemmellikte bulur. Bu görüşe

varmasında Valery kadar Yahya Kemal’in de

etkisi olmuştur. Antalyalı genç kıza yazdığı

mektupta bu konuya değinerek “Yahya

Kemal’in üzerimdeki asıl tesiri şiirlerindeki

mükemmeliyet fikri ile dil güzelliğidir” der.

Tanpınar’ın şiir konusundaki titizliğini ve

seçmeciliğini bu “mükemmeliyet”

düşüncesiyle açıklamak mümkündür. “Şiir

söylemekten ziyade bir susma işidir.

Sustuğum şeyleri roman ve hikâyelerimde

anlatırım” diyen yazarın romanlarında ve

hikâyelerinde insan ve problemlerinin yanı sıra

tarih, musiki, rüya, zaman, resim fert hayatının

vazgeçilmez unsurları olarak yer alır.

Ahmet Hamdi Tanpınar’daki “ölümlü”

oluşun bilinci onda önemli bir farkındalık

yaratmıştır. Ölümle yüzleşeceği kesindir; ancak

sanatçı duyarlılığından kaynaklanan asıl

endişesi, ismiyle veya eserleriyle anılıp

anılmayacağıdır. Yaptıklarıyla anılmak,

unutulmamak veya yarına kalmak isteği olarak

nitelendirebileceğimiz yaklaşımın Tanpınar için

oldukça geçerli olduğu görülür. O yaptıklarının

anılmasını bir tür ölümsüzlük olarak

değerlendirmiştir. “Geçen gün Boğaz’daydım.

Âşık olduğum, yalnız gezdiğim günleri

düşündüm. Ve kendi kendime “Ya Rabbim

dedim, acaba genç bir âşık bir gün buralarda

tıpkı benim on on beş sene evvelki halimde

dolaşırken benden bir mısra okuyacak mı?

Ebediyet işte bu! Eğer böyle bir şey olursa

vallahi mezarımda ters dönerim” diyen

şairimizin bu arzusuna çoktan kavuşmuş

olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Hayatı boyunca sağlığından şikâyetçi olan

Tanpınar, 23 Ocak 1962 günü geçirdiği kalp

krizi ile Haseki Hastanesi’ne kaldırılır. Ertesi

sabah ikinci bir krizle hayata veda eder. Ahmet

Hamdi Tanpınar’ın cenazesi Rumelihisarı

Kabristanı’nda hocası ve dostu Yahya Kemal’in

yanı başına defnedilir. Mezar taşı üzerinde çok

bilinen şiirinin ilk iki mısrası yazılmıştır:

Ne içindeyim zamanın

Ne de büsbütün dışında…

Page 9: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Selâm olsun bizden güzel dünyaya

Bahçelerde hâlâ güller açar mı?

Selâm olsun sonsuz güneşe, aya

Işıklar, gölgeler suda oynar mı?

Hepsi güzeldi kar, tipi, fırtına

Günlerin geçişi ardı ardına.

Hasretiz bir kanat şakırtısına

Mavi gökte kuşlar yine uçar mı?

Uzak, çok uzağız şimdi ışıktan,

Çocuk sesinden, gül ve sarmaşıktan,

Dönmeyen gemiler olduk açıktan,

Adımızı soran, arayan var mı?

Ahmet Hamdi TANPINAR

Selâm Olsun

Page 10: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Page 11: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

‘’Anne karnı huzuru/Çocukluğumun sesi’’

Nereden aklıma geldiğini bilmiyorum bu şarkı

sözünün ama Bursa ile ilgili bir şeyler yazmak

isterken birden zihnime giriverdi. Aniden

farkına vardım. Bursa benim için huzur

demekti, çocukluğum demekti.

90’ların sonundaki çocukluğumun en güzel

günleri bu şehirde geçti. Akşam ezanına kadar

dışarıda oynadığımı, Kültürpark’a gidip zaman

geçirdiğimi, Bursa dışından gelen

akrabalarımla çocukluğumu yad ettiğimi

anımsıyorum. Benim çocukluğum onların

içinde büyümeyen çocuk çünkü. Birlikte

geçirilen zamandan çok o zamanla ayrılmaz bir

bütün olan şehir önemli. Anıları güzelleştiren

şey şehir çünkü.

Yokuş aşağı inen sokaklarda huzuru içine

çekmek demek bir şehri sevmek.

Koza Han’da oturup zamanı durdurmak demek

Bursa’yı sevmek. Ulucamii’ye giderken

Tanpınar’ı hatırlayıp tarihin bir parçası olmak

demek…

Bir zamanlar yaşadığın şimdi okuduğun şehri

başkalarına anlatırken ‘’Bursa’da

Zaman’’şiirinden söz edip Tanpınar kadar

Bursa’ya ait olamadığına hayıflanmak demek

Bursa’yı sevmek…

‘’Bu hayâle uyur Bursa her gece,

Her şafak onunla uyanır, güler

Gümüş aydınlıkta serviler, güller

Serin hülyasıyla çeşmelerinin.

Başındayım sanki bir mucizenin,

Su sesi ve kanat şakırtılarından

Billûr bir âvize Bursa'da zaman.’’

Yeşili kalmamış Yeşil’e mistik havayı

koklamaya giderken Irgandı Köprüsü’nden

geçerken altından akıp giden suyla beraber bir

başka zamana yol almak demek Bursa’yı

sevmek…

Annenizi sevmek gibidir bir şehri sevmek. Ne

kadar küskün olursanız olun dizlerinize

yattığınızda her şey biter. Özlersiniz,

sarılasınız gelir. Kaybedince ne yapacağınızı

bilemezsiniz. Alelade bir yerde oturup

çepeçevre saran insanlarla, insanların

gürültüsü kulaklarınızı doldururken derin nefes

alıp tarifsiz bir mutlulukla dolmak…

Maksem yokuşundan aşağı doğru inerken bir

akşamüstü yolun bitimine yakın bütün

heybetiyle Ulu Camii karşınızdadır. Üstünde de

kızıla çalan bir gök. Sırf şairlere şiir yazdıran bu

manzara için seversiniz bir şehri. Bütün

yalnızlığınızı, aşklarınızı, çocukluğunuzu

kısacası yaşanmışlıklarınızı şu cümlelerle

özetleyebildiği için seversiniz bir şehri.

‘’Bir şehri sevmek ; bir zamanı,bir mekanı

sevmektir.

Bir şehri sevmek ; meçhulü,muammayı

sevmektir.

Bir şehri sevmek ; orada kendini bulmaktır.

Bir şehri sevmek ; aşka sebep aramaktır.’’

Ahmet Hamdi Tanpınar

Bir Şehri

Sevmek Işık Selin Orhuntaş

Page 12: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

• Tanpınar, 29 Ocak 1938 yılında Kutsi

Tecer’e yazdığı mektubunda maddi sıkıntısından

bahseder.

“ Cevat Bey’e arz- ı hürmet. Benim maaş işini

derhal halledin. Sekiz senedir 5500 ün

peşindeyim.’’

22 Şubat 1938 tarihli mektubunda da ;

“ Biliyorum bu benim 5500 meselesi sekiz seneden

beri aktüalitedir. Aksi bir tesadüfün işe

girmesinden korkuyorum.”

Yine 1942 yılında yazdığı mektubunda ise artık

parasızlıktan yakınır.

“ Benim buradaki hayatım bir cehennemden

farksızdır. Sebebi de parasızlık. Bütçem çok bozuk.

Bu berbat bütçeyle ev döşemeye çalışmak ne

kadar güç olur?”

• Avrupa’ya gitme isteği Tanpınar’da bir

tutkuya dönüşür. Bunu mektuplarında da dile

getirir.

9 Mayıs 1936 tarihli mektubundan;

“ Bu Avrupa meselesi üzerinde biraz düşün ve

harekete geç. Düşün bir kere o kadar iyi olacak

ki… Dolaşmak, bir kör rüyası gibi sadece vehim

halinde tanıdığım şeyleri yakından kendi ışığı ve

kendi realitesinde görmek…’’

Yine aynı tarihli mektubunda;

“ Kutsi ben gitmeliyim, buna çalışmalısın ve biraz

para vermek imkânını bulmalısın. Beni bir

sonbahar sabahı bir İtalyan peyzajında ve bir kış

gecesi Paris sokaklarında dolaşmış tasavvur

etmen, hakiki bir orkestradan şüphe edilemeyecek

bir musikiyi dinlediğimi bilmen fena bir şey mi?’’

• Yalnızlık en çok değindiği konulardan birisi

olmuştur.

Kutsi Tecer’e yazdığı 27 Temmuz 1959 tarihli

mektubundan;

“ Bazen yalnızlık çok ağır basıyor, bir evi

olmamanın acaipliği insana çeşit çeşit

sabırsızlıklar veriyor.’’

16 Ağustos 1959 yılında Tarık Temel’e yazdığı bir

mektubundan;

“ Bir bakıma hiç yalnız değilim. Hakikatte ise

yalnızlık müthiş. Çünkü yalnızlık içimde.’’

4 Haziran 1953 yılında Mehmet Ali Cimcoz’a yazdığı

mektubundan;

“ Mesela Malraux ile, Sartre’la, Camus ile dost

olabilirdim. Fakat onlar küçük krallar. Benim

haddimi aşmışlar. Beynelmilel şöhretleri var. İşte

bu yalnızlık yok mu? İnsanı çıldırtabilir. Hâlbuki

onların gençliğinde ben de burada olsaydım, şimdi

bir yığın dostum olurdu. Bir şey kalıyor: Kayıtsız

şartsız beğendiğin ve sevdiğin adama gitmek.

Bugünkü Fransa’da benim için böyle bir şey yok.

Ve yalnızlık yürüyor.’’

• Tanpınar Avrupa seyahati nedeniyle

İstanbul’a ve dostlarına derin bir özlem duyar.

Bunu da mektuplarına yansıtır.

4 Haziran 1953 tarihinde Mehmet Ali Cimcoz’a

yazdığı mektubundan;

“ İstanbul’u çok göreceğim geliyor böyle

havalarda. Siz istediğiniz kadar yağmurdan,

Tanpınar’ın

Mektuplarının Konusu

Sultan DEMİRTAŞ

Win 7
Typewritten Text
Kaynak: Tanpınar'ın Mektupları- Zeynep Kerman
Page 13: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

soğuktan, sıkıntıdan bahsedin, kafamda orası

güneş içinde. Adalet’e söyle beyhude yere zahmet

etmesin, değmez. Dünyanın en güzel hayatını

yaşıyoruz orda.’’

Ağustos 1953 yılında Adalet Cimcoz’a yazdığı

mektubundan;

“ Yoruldum. Bırakıyorum. Çok yazacak şey var.

Fakat artık hasretten bıktım. Özlüyorum, demeğe

utanıyorum. Fakat özlüyorum, mümkün olsa

akşamları buluşsak ve konuşsak! Sabahleyin yine

Avrupa’da olsam.’’

22 Ekim 1953 tarihinde Adalet Cimcoz’a gönderdiği

mektubundan;

“ İstanbul’a, Türkçe ’ye, bizim denizlere, Boğaz’a,

sizlere, rakıya hasretim artık. Üç gün sonra

Venedik’e geçiyorum. İkisinde üçünde Roma’ya

döneceğim. Oradan da tayyare ile Dört veya

beşinde ver elini İstanbul… Allah izin verirse.’’

• Bir diğer konu ise Ölüm’dür

Kutsi Tecer’e yazdığı 29 Ocak 1936 tarihli

mektubundan;

“ Hiçbir zaman şu son günlerde olduğu kadar

ölüme yakın olmadım. Adeta bana bir teselli hissi

veriyor, bir gün öleceğimi düşünmek. Başka

şeylerden korkuyorum. Zaten ömrüm korku içinde

geçiyor.”

Adalet Cimcoz’a yazdığı 26 Eylül 1959 tarihli

mektubundan;

“ Ne garip şey bu insan ömrü. Asrını doldur,

herkesten, hepsinden üstün zekâ ol, sonra birkaç

metrelik taşın altına gir ve kaybol.”

• Tanpınar mektuplarında yaşından

yakınmaktadır. Yaşlılık mektuplarının bir diğer

konusu olmuştur.

14 Eylül 1959 yılında Adalet Cimcoz’a yazdığı

mektubundan;

“ Ah bu yaş meselesi, bu içimizden kendimize

tuttuğumuz korkunç ayna. Hiçbir şey onun kadar

zalim olamaz. Bu yamyam, bu korkunç maske

hayatın her dönemecinde karşıma çıkıyor.’’

Mehmet Kaplan’a yazdığı 2 Eylül 1959 tarihli

mektubundan;

“ Benim hayatım tasavvur edeceğin gibi geçiyor,

çok okuyorum. Hatta az çok çalışıyorum,

geziyorum, görüyorum ve yığıyorum. Sonu ne

olacak, bilmiyorum. Şüphem kendimden değil,

yaşımdan geliyor. Altmışa girmek üzereyim. Bir

tek ümidim aynaya bakmadığım ve kendimi

yıkmağa çalışmadığım zamanlarda bu rakamı

hatırlamamamda. Evet yaşımı zaman zaman

unutuyorum. Eğer şiirin damarı tekrar bir şeyler

akıtırsa kurtuldum demektir.’’

“ İhtiyarlık… Cesametler, devam eden şeyler, yani

zaman, kendiliğinden tabakalar vücuda getiriyor.

Öyle ki tekrar kendimiz olmak için bir yığın

ameliyeye, nadasa, derinden hatırlamaya mecbur

oluyoruz. Gencin seçmek ihtiyacı yoktur. Düşünce,

ana fikir varlığın kendi hamlesindedir. Fakat yaşlı

adam… Görüyorsun ki olmak veya olmamak

meseleleri içindeyim. ’’

• Tanpınar mektuplarına ruh halini de

yansıtır. Ruhsal bir bunalım içindedir. Birçok

konuda umutsuzluk taşır. Bu ruh halini

mektuplarında görürüz.

1937 yılında Kutsi Tecer’e yazdığı bir

mektubundan;

“ Hasta değildim, fakat daha beter bir halde idim,

her şeyden vazgeçmiş bir adam olmağa

başlamıştım.”

1938 yılında Kutsi Tecer’e yazdığı bir diğer mektup;

“ Ben burada çalışıyorum, fakat boşuna dönen bir

değirmen gibi, bir iş gördüğüm yok, sadece

zamanı öğütüyorum. İşte iki ayın meyvasını

gördün, ne kadar tatsız ve iptidai… İnsan istidadı

olmayan işlere girmemeli, ben başında gecelik

takkesi, sırtında şal entari, köşesinde sade

kahvesini içmekle veyahut ölümü beklemekle

vakit geçiren bir mütekait hayatının istidatlarıyla

doğdum. Nihayet babam gibi bir memur

olabilirdim. Şiir, güç şey. “ Ol kâra da iktidar

lâzım.” Son derece ümitsizim, fakat ortaya öyle

iddia ile çıktım ki, geriye dönmek imkânsız.”

20 Mart 1960 tarihinde Adalet Cimcoz’a yazdığı

mektubundan;

Page 14: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

“ Hep kendimi toparlamak ihtiyacındayım. Bazen

de olduğu yerde – hep kendimi – bırakıp, başka

tarafa geçmek! Bir kafayı boşaltmak makinesi icat

etseler ne olur? Alkol yapamıyor bunu. Bilakis her

şeyi karıştırıyor, birbiri üstüne yığıyor. Niçin bu

işleri böyle aldım? Niçin kendimi bir yarış atı

sandım? Ben ki tembellikten hoşlanırım ve insan

için en büyük saadeti kaygısız yamakta bulurum.”

• Tanpınar son dönem yazdığı

mektuplarında ise Türkiye’nin içinde bulunduğu

durumları yorumlar. Siyasetten söz eder.

11 Ocak 1960 tarihinde Tarık Temel’e yazdığı

mektubundan;

“ Memleket için verdiğin haberler hazin. Elimizden

ne gelir hayır duadan gayrı. Farz edelim bizim

parti geçti, ne yapabilir? İsmet Paşa yaşadıkça

birçok şey tabii, diyeceksin. Ama değil. O hayatta

iken ne kepazelikler oluyor. Matiére’imiz

insanoğlu denen mahlûk ve bilhassa bizim

insanımız. Hayatın kontrolü bilhassa bizim

rejimlerde çok güç. Sonra İngiltere gibi, hatta

diğer memleketler gibi değiliz, politika adamımız

yok. Ekip kuramadık.”

29 Nisan 1960 tarihinde Tarık Temel’e yazdığı bir

diğer mektuptan;

“ Memleket havadislerini senin mektuplarından,

elime geçen gazetelerden takip ediyorum. Daha

da kötüleşecek gibi. Akif Paşa’da “ âyinesi miyim

bu cihanın…” diye bir ayniyet imajı vardır. Türkiye

buna benziyor, her şeyin, her dakikada yeniden

başlaması lâzım. Hazin talih… Şarkın öbür yüzünü,

asıl yüzünü görüyoruz. Nizamsızlık, sefalet,

konformizm, korkaklık, fert ve şahsiyet yokluğu,

kendisini feda edememek. Galiba hükûmet,

ısrarıyla bütün bu dertlerin tedavisini hazırlıyor.

Kötü günler, korkunç hâdiseler bekleyebiliriz

Tarık.”

• Mektuplarının bir diğer konusu ise şiir

anlayışı ve sanatı olmuştur. Bu mektupları

Tanpınar’ın sanatını anlamamıza yardımcı olur.

27 Ocak 1944 yılında Mehmet Kaplan’a gönderdiği

mektubundan;

“ Orhan Seyfi Bey biraderimiz, daha doğrusu Yusuf

Ziya Bey’in biraderi, “Raks” manzumesi için

yaptığı latif tenkitten sonra, bu sefer de senin

yazdığına cevap vermiş. Ben okumadım. Yine

kafiyelere çatıyormuş. Tabii görüşlerimiz ayrı.

Münakaşaya değmez. Hakikat şu ki, ben kafiyeye

bağlıyım. Yani bir ses müşabehetini mısraın

sonunda lüzumlu görüyorum. Ayrıca kafiyenin

şekl- i kafiyenin şiirde yeri olduğuna inanırım.”

11 Nisan 1960 tarihinde Niyazi Akı’ya gönderdiği

mektuptan;

“ Ben garpla başladım işe. Fakat bizim eski şairleri

ve eski musikiyi tanımadan evvel kendimi

bulamadım. Onların nostaljisini tadınca, kendimi

kendi içimde daha yerleşmiş buldum. Bittabi buna

bu günle de gidebilirsin. Fakat Fransızca bilgin, o

dünyayı iyi tanıman, yenileri daima bir pencere

gibi görmene sebep olacak. Bu tekâmül bütün

vetiresiyle çok gözümüzün önünde.

Bizden evvelki nesillerin hemen hepsi

kendilerinden yirmi sene evvel gelenlerin

hatıracısı, filan oldular; fakat anekdotta kaldılar.

Eskinin apolojisini yapmıyorum. Sadece

zaruriliğini anlatmağa çalışıyorum. Pek az insan

yakın ve uzak maziye benim kadar aksülamel

yapmıştır. Bununla beraber büyük kaynaklardan

biri eskiydi ve eskidir. Hâlâ Nedim’i, Bâki’yi göz

önünde tutarak yazarım.”

Antalyalı Genç Kıza yazdığı mektuptan;

“ Asıl estetiğim Valéry’yi tanıdıktan sonra, (1928-

1930) yıllarında teşekkül etti. Bu estetiği veya şiir

anlayışını rüya kelimesi ve şuurlu çalışma fikirleri

etrafında toplamak mümkündür. Yahut da musiki

ve rüya. Valéry’nin ( velev ki, rüyalarını yazmak

isteyen adam bile azami şekilde uyanık olmalıdır)

cümlesini ( en uyanık bir gayret ve çalışma ile

dilde bir rüya hâlini kurma) şeklinde değiştirin,

benim şiir anlayışım çıkar. Bu metodu evvelâ şekil

verici kaide ve unsurlar temin eder.”

Page 15: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

TANPINAR VE ANTALYALI GENÇ KIZ

Tanpınar’ın “Antalyalı Genç Kıza Mektup” adı ile yayınlanan mektubu günümüzde de konuşulmaya devam

ediyor.. Üzerinde araştırmaların da yapıldığı bu mektubun aslen genç bir kıza değil de Antalya Lisesi

öğrencilerinden Mustafa Erol’a yazıldığı ortaya çıkarılmıştır. Mektup kime yazılmış olursa olsun Tanpınar’ın

sanat hayatı ile ilgili derin bilgiler içermektedir.

Tanpınar kendinden ve sanatından bahsetmeden evvel gence şunları söyler: “ Edebiyatı gerçekten seviyor

musunuz? Eserimle temasınız var mı? Buralarını bilmiyorum. Mektubunuzda beni lâyıkıyla okuduğunuzu

gösteren bir emareye rastlamadım.” Bu soruların yanıtsız olmasına rağmen Tanpınar şahsi konularını gençle

paylaşmıştır.

Bu mektubu, gençten gelen bir mektuba cevap olarak kaleme almıştır Tanpınar. Genç, Tanpınar’ın sanat

hakkındaki fikirlerini merak eder. Tanpınar doğumundan başlayarak ailesini, çocukluğunu, Antalya’da geçirdiği

yıllarını anlatır. Sonra sanat hayatının şekillenişinden, nizamından bahseder. Ardından lafı tekrar kendine getirir

ve “ Şimdi insandan bahsedeyim.” diyerek kişisel özelliklerini, ruh halini anlatmaya başlar. Kendisini tanımlar

kısaca. “ Oldukça çalışkanımdır. Kendime göre derbeder bir intizamım vardır. Hafızam zaman zaman parazit

yapmakla beraber kuvvetlidir. Okumayı çok severim ve okuduğumun esaslı tarafını kolay kolay unutmam…”

şeklinde devam eder bu satırlar.

Tanpınar’ın bu mektubunda yaptığı açıklamalar bir yazar için en mahrem cinstendir. Çünkü yapıtının

dehlizlerine doğru art arda ışıklar yakar. Tanpınar bu mektubunda sürekli şiirseline dikkat çekmektedir. Bütün

yazdıkları şiir yüklüdür çünkü.

Mektubuna son verirken “ Bu mektubu biraz da çocukluğuma göndermiş gibiyim. Bilmem liseniz hâlâ eski

yerinde, yani Ambarlı’da mı? Sizinle konuşurken, sizi hep orada tasavvur ettim. Bana vaktiyle olduğum genç

adamı hatırlattınız. Onun heyecan ve şaşkınlığını yaşadım.” der.

“ Arkadaşlarınıza ve hocalarınıza selam ve dostluklarımı, başarı dileklerimi söyleyin. Minnettarım. Mesut ve

çalışkan olun, aziz yavrum.” diyerek mektubunu sonlandırır.

‘Antalyalı Genç’ten Mektup

29 Aralık 1961

Muhterem Efendim,

Kıymetli mektubunuzu aldım. Bilseniz ne kadar sevindim. Her şeyden önce - büyük bir vazife telâkki ettiğim

için – bütün arkadaşlarıma ve hocalarıma selam ve dostluklarınızı, başarı dileklerinizi söyledim. Bütün hepsi

memnun oldular ve teşekkür ettiler.

Göndermiş olduğunuz kıymetli mektubunuz sayesindedir ki, hayatınız ve şairliğiniz hakkında geniş bilgiye

sahip oldum. Bilhassa bu hususta arkadaşlarıma geniş bilgi vermeye çalıştım; bunda da muvaffak oldum

herhalde.

Eserlerinizden, bazı şiirlerinizi okudum. Bunların hakikaten bünyesinde; rüyanın duygusunu, musikiyi,

form’u ve kafiyeyi taşıdığını görüp anladım. Huzur romanınızı ve Yaz Yağmuru hikâyenizi de okudum.

Hakikaten Huzur romanınız - sizin de işaret ettiğiniz gibi – çözülmesi gereken bazı bağları ihtiva ediyor.

Okurken mümkün mertebe anlamaya çalıştım. Aynı zamanda arkadaşlarıma da tanıttım.

Bu hususta benimle meşgul olduğunuz ve alakalandığınız için çok çok teşekkürlerimi sunarım. Ve yeni yılınız

için mesut günler dilerim.

Antalya Lisesi

Mustafa EROL

Page 16: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Serin hafif rüzgarlı bir Ekim sabahına uyandı Bursa bugün. Her ihtimale karşı şemsiyemi alıp

ceketimin yakalarını kaldırıp ellerimi ceplerime sokarak yürümeye başladım, dökülen çınar yaprakları

arasında, eski Bursa’nın sokaklarında. Gün boyu şehrin içinde dolaştım. Derken inişli çıkışlı Arnavut

kaldırımlı yolların üzerimde bıraktığı yorgunluğu hissettim. Gökyüzüne bakınca ikindi vaktinin

yaklaşmakta olduğunu fark ettim. Hem bedenimi hem ruhumu dinlendirmek üzere I. Murat

Hüdavendigar Camii’ne doğru yürüdüm. Şehrin bu tarafına doğru rüzgar daha sert esmeye

başlıyordu. Bursa’yı korurcasına yükselen dağlar buradan daha yakın görünüyordu.

Cami avlusundaki banklardan birine oturdum. Dört bir yana kollarını açmış tarihi çınarların altında

heybetini I. Murat’ın adından alan büyük ama sade camiinin gölgesinde, kuş cıvıltılarının bir ahenk

içerisinde duyulduğu mütevazı bir çay bahçesi burası. Kimsecikler yoktu o sırada. Yalnız biraz uzakta

çaprazdaki bankta kahverengi takım elbisesiyle, bacak bacak üstüne atmış, gayet saygın görünen, iri

yapılı bir adam vardı. Bir elinde kalemi, önünde zor zapt ettiği anlaşılan kağıtları, dudaklarının ucuyla

tuttuğu sigarasıyla bir uzaklara bir kağıtlarına bakıyordu. Yanına gitmeye karar verdim. Yavaşça

yaklaştım. Gördüklerim gerçek miydi? Biraz daha yaklaştım. “Bu doğru olamaz” derken ciddiyetle

eğildiği kağıtlarından başını kaldırdı. Sigarasını sol elinin işaret ve orta parmağı arasına alarak yavaşça

bana döndü. Geniş alnı, hafif seyrek kırlaşmış saçları, küçük gözlerinde barındırdığı derin bakışlarıyla,

çizgi halindeki küçücük dudaklarından büyük mısralar dökülen o adamdı. Tanpınar’dı o. Yanına

gelişimi onaylarcasına başını hafifçe eğip kaldırdı. Hala sol elinin iki parmağı arasında duran özenle

sardığı sigarasıyla sandalyeyi gösterdi. Sessizce, hayranlıkla, şüpheyle oturdum sandalyeye. Bu havada

burada kendinden başka bir beni görünce benim de Hüdavendigar’ın müdavimlerinden biri olduğumu

anlamış gibiydi. Şöyle bir etrafa baktı ve “Çocukluğumun güzel anıları, geçmiş günlerim var bu

avluda”* dedi. O sırada sessizliği şadırvandan gelen bir damla suyun yere vuruşundaki “şıp” sesi

bozdu. Şadırvana döndü, arkamızdaki Hüdavendigar Camiine baktı. Sonra tekrar uzaklara dalarak

başladı:

“Bursa’da bir eski cami avlusu / Küçük şadırvanda şakırdayan su… / Orhan zamanından kalma-

diyordu ki, tutamadım kendimi. Ben devam ettim, o dinledi.

“ … kalma bir çınar / Eliyor dört yana sakin bir günü.”

Tanpınar kalın kaşlarının çerçevelediği gözleriyle bana bakarak: “Zihnimi mi okudun küçük hanım?”

dedi. “ Bu mısraları hemen not etmeliyim.”

“Ama nasıl? Ben zaten, yani bu şiirinizi biliyorum kaç defa okudum ezberledim sonuna kadar”

deyince o ciddi duruşundan hiç beklemediğim bir tavırla gülüverdi. “Bu mısralar şimdi bu

şadırvandan gelen şıp sesiyle zihnimde bir anda tahayyül etti” dedi. Yavaşça kalemini kağıtlarını

toparladı. Kahverengi ciltli dosyasının arasına sıkıştırarak “Müsaadenizle” dedi tebessüm ederek.

Sigarasını kül tablasına bıraktı. Arkasını döndü, ağır ağır çıktı avludan. Camiinin yanından geçerek, git

gide gölgelenerek kayboldu gözden.

Bir kedinin yanıma sokulmasıyla aniden kendime geldim. Etrafta tek tük insanlar vardı. Geldiğim

bankta hala oturuyor olduğumu fark ettim. Kalktım, yavaşça biraz uzakta çaprazdaki banka doğru

ilerledim. Masadaki kül tablasında henüz bırakılmış, özenle sarılmış eski bir sigara tütüyordu.

HİKAYE A. Bengisu AKDAĞ

ğ

*A. H. Tanpınar, Beş Şehir, Bursa

Page 17: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bir adın kalmalı geriye

Bütün kırılmış şeylerin nihayetinde

Aynaların ardında sır

Yalnızlığın peşinde kuvvet

Evet nihayet

Bir adın kalmalı geriye

Bir de o kahreden gurbet

Sen say ki

Ben hiç ağlamadım

Hiç ateşe tutmadım yüreğimi

Geceleri, koynuma almadım ihaneti

Ve say ki

Bütün şiirler gözlerini

Bütün şarkılar saçlarını söylemedi

Hele nihavent

Hele buselik hiç geçmedi fikrimden

Ve hiç gitmedi

Bir topak kan gibi adın

İçimin nehirlerinden

Evet yangın

Evet salaş yalvarmanın korkusunda talan

Evet kaybetmenin o zehirli buğusu

Evet isyan

Evet kahrolmuş sayfaların arasında adın

Sokaklar dolusu bir adamın yalnızlığı

Bu sevda biraz nadan

Biraz da hıçkırık tadı

Pencere önü menekşelerinde her akşam

Dağlar sonra oynadı yerinden

Ve hallaçlar attı pamuğu fütursuzca

Sen say ki

Yerin dibine geçti

Geçmeyesi sevdam

Ve ben seni sevdiğim zaman

Bu şehre yağmurlar yağdı

Yani ben seni sevdiğim zaman

Ayrılık kurşun kadar ağır

Gülüşün kadar felaketiydi yaşamanın

Yine de bir adın kalmalı geriye

Bütün kırılmış şeylerin nihayetinde

Aynaların ardında sır

Yalnızlığın peşinde kuvvet

Evet nihayet

Bir adın kalmalı geriye

Bir de o kahreden gurbet

Beni affet

Kaybetmek için erken, sevmek için çok geç.

Bir

ADIN Kal-

malı Ahmet Hamdi TANPINAR

Page 18: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Eyüp Sultan semti, İstanbul'un en güzide

semtlerinden bir tanesidir. Gerek yaşayanların

gerekse manevî koruyucuları olsun yerin altında ve

üstünde yatanlar bakımından zengin bir tarihî

vardır. Romanlara, şiirlere ait olsun bazı yazarların

gözbebekleri arasında yer alan bir semt olması

dolayısıyla edebî eserlere yansımıştır. Halide Edip

Adıvar'ın Mor Salkımlı Ev'nden , Ahmet Hamdi

Tanpınar'a kadar birçok edebiyatçının ilgi odağında

olmuştur.

Bu yazıda size Ahmet Hamdi Tanpınar'ın

Beş Şehir adlı eserinde yer alan Eyüp Sultan'ı

anlatmaya çalışacağım. Bu eserdeki Eyüp Sultan ile

şuanki Eyüp Sultan bazı yönlerden birbirine

benzese de zamanın getirdiği bazı değişmeler

olmuştur.

Bilindiği gibi Ahmet Hamdi Tanpınar

gezdiği şehirleri kendi üslubu ile bu eserde

toplamıştır. Ankara,Erzurum,Konya,Bursa ve

İstanbul'daki izdenimlerini, yol maceralarını

anlatır.Ben az evvelde belirttiğim gibi Eyüp Sultan

kısmı hakkında bilgilere yer vereceğim.

"İstanbul'da, işinizin gücünüzün arasında

iken birdenbire Nişantaşı'nda olmak istersiniz ve

Nişantaşı'nda iken Eyüp ve Üsküdar behemahal

görmeniz lâzımgelen yerler olur. Bazen de hepsini

birden hatırladığınız ve istediğiniz için sadece

bulunduğunuz yerde kalırsınız."1

Başka bir Eyüp semtinin geçtiği nokta ise;

"...Boğaz,vapurla geçerken gördüğümüz başka bir

tepeden seyrettiğimiz Boğaz'dan çok farklıdır.

Böylece,Çamlıca ile Üsküdar tepeleri, Küçük

Çamlıca'nın geniş rüzgârlı balkonu, Eyüp sırtları

gözümüzün önüne gündelik ekmeğimiz olan bir

manzarayı başka kıyafetlerde yayarlar;İstanbul,

Yahya Kemal'in: ‘Baktım,konuşurken daha bir kerre

güzeldin’ mısraıyle övdüğü güzele benzer."2

Ahmet Hamdi Tanpınar burada Boğaz'dan

bakıldığında Eyüp ve diğer semtlerin

normalinkinden daha farklı olarak görüldüğünü

söyler ve hocası ve aynı zamanda mezarları komşu

olan edebiyatçımızdan bir şiir örneği ile durumu

açıklamıştır.

Yabancıların çinilerinden dolayı Mavi

Camii-Blue Mosque- dedikleri Sultan Ahmet

Camiisinin çinilerini övmek yerine detaylara

takılmayarak gezmeyi uygun bulunmasını bakın

Eyüp'ü de kullanarak şöyle ifade ediyor;

1 Ahmet Hamdi Tanpınar,Beş Şehir, say. 123,

2011,Dergâh yay. 2 Ahmet Hamdi Tanpınar,a.g.e,say. 138

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Beş Şehir" Adlı Eserinden

Eyüp Sultan'ın Portresi Mehmet Altınova

Page 19: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

"Eski yazıları çiniye daima tercih etmişimdir. Bana

daha ferdî, daha değişik ve daha yapı edalı gelirler.

Bence Sultanahmet'te, meselâ bir yaz öğlesinde

Kozyatağı'nda veya Eyüp Sultan üstlerinde, bostan

dolaplarının, kır böceklerinin sesleri arasında yeşil

renkten ve aydınlıktan yarı sarhoş dinlenir gibi,

yahut Boğaz körfezlerinde mehtap seyreder gibi

gezinmeli Bu mavi aydınlığın etrafımızda kurduğu

sırça sarayı, fazla bir dikkatle kırmamalı."3 der.

Başka bir bölümde ise Eyüp'ün bir

zamanlar çok iyi bir saray merkezinin olduğunu

fakat zamanla bu sarayların yok edildiğini ancak

birkaç küçük eserler kaldığından şu şekilde

bahsetmektedir;

"...Pek az yerde sanat ve mimarî gündelik

hayata bu kadar yakından karışır. İşte, İstanbul

mahallelerinin asıl çekirdeğini bu peyzajlar yapar.

Bunların içinde birbiri peşinden geldikleri

için kendilerine mahsus zamanlarıyla hakikî bir

âbide hâlini alanlar vardır. Bazen bu ısrar şehrin bir

ucunu baştan başa kapsar. Eski damat vezirlerin

oturdukları Ayvansaray ve bilhassa Eyüp

taraflarında asıl güzelliklerini yapan saraylar

kabolduktan sonra bu küçük eserler kalmıştır."*

Eyüp'ün ağaçların gölgesinde bir semt

oluşundan ve servîlerin, çam ağaçlarının Eyüp'ün

peysaj mimarisine ne ölçüde katkı sağladığından

bahsederken yazar;

"Boğaziçi'ndeki o çok uhrevî köşelerle, bazı

peyzajlar da çınarların etrafında toplanırdı. Eyüp

servilikleri bütün Haliç manzarasına üslûbunu

verirdi. İstanbul peyzajındaki asîl hüznü biz bu iki

ağaçla, çam ve fıstık çamlarına borçluyuz. Hissî

terbiyemizde onların büyük payı vardır."**

ifadelerini kullanır.

Günümüzde fazla olmasa da Evliya

Çelebi'nin gezdiği zamanlarda Eyüp civarında çokça

konakların olduğunu Ahmet Hamdi Tanpınar, şu

cümleler ile açıklıyor;

"...Bu gibi meselelerde verdiği malûmat,

mübağlasına rağmen, çağdaşlarınınki ile

karşılaştırılınca doğru söylediği anlaşılan Evliya

Çelebi kendi zamanında İstanbul'da otuz dokuz

3 Ahmet Hamdi Tanpınar,a.g.e, say. 146

vezir konağı sayar. Ve bunlardan on birinin Sinan

yapısı olduğunu söyler. Bu sultan sarayları,

konaklar, zengin evleri Divan Yolu'ndan

Sultanahmet ve Akbıyık'a ve bugünkü Sirkeci'ye,

Kumkapı ve Kadırga'ya , Süleymaniye ve

Şehzadebaşı'na, oradan Fatih ve Edirnekapı'ya,

Aksaray kolunda Koca Mustafa Paşa ve Yedikule'ye

kadar iniyordu. Ayvansaray ve Eyüp taraflarında da

böyle konak ve bilhassa yalılarla dolu idi."***

Eyüp ile ilgili son meseleyi Tanpınar

mezkur eserde İstanbul'un tulumbacılarından Çiroz

Ali'nin ölümüne dair anlattığı bir hikâyede yine

Eyüp civarı geçmektedir. Hikâye Rahmetli Osman

Cemal Kaygılı'nın Semâi Kahveleri adlı kitabında

1308 senelerinin meşhur meydan şairleri ve

âşıklarından olan Çiroz Ali'den şöyle bahseder ve

Bakırköy'den Eyüp Sultan'a indirilişinden bahseder.

Bugün de olduğu gibi cenazeler genelde Eyüp

Sultan camiisinden kaldırılırdı.

Sonuç olarak, yukarıda da bahsedildiği üzere

Eyüp Sultan maneviyatı bol olan bir semttir. Ahmet

Hamdi Tanpınar, kuşkusuz Fatih, Edirnekapı ve

diğer İstanbul'un semtlerinden bahsederken Eyüp

Sultan'nın bu eşsiz güzelliklerinden bahsetmiştir.

Bugün fazla olmasa da o dönemlerde konakların

olduğu, servilerin Haliç'e ayrı bir renk kattığı,

Boğaziçi'nden farklı gözüktüğünü, gezilmesi

gereken yerlerden olduğunu, bir an için orada

bulunma isteği uyandırabileceğinden bahsetmiştir.

Beş Şehir adlı eserini inceleyerek Eyüp'ün bugünkü

portesini çıkarmak hiç de zor değildir. Eyüp halkı o

dönemi yansıttığı için ve ilminden dolayı kendisine

minnettardır. Eyüp Sultanlı insanların deyimiyle

Ebedî Eyüp Sultanlıdır. Ruhu şâd olsun.

* Ahmet Hamdi Tanpınar,a.g.e,say. 152

**Ahmet Hamdi Tanpınar,a.g.e, say. 161

***Ahmet Hamdi Tanpınar,a.g.e, say.163

Page 20: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ÂLEM-İ PERTEV

Farz et ki buraya en güzel şiirleri

yazmışım.

Bu hengâmede beni bensiz

uğurlamışım.

Üçe beşe bakmadan satırlarca

yazmışım.

Yazgılar yangınım, içinde sancı var.

Her satırda bir hatıra, kalbi dağlar.

Ağlar kalem, peyderpey gider

sıradağlar.

Hasretimden sırat ağlar hey gidi sıra

dağlar.

Dağlar yüreği, hiç tükenmeyen

sancılar.

Bir Süleyman’dan ibaret bu dem.

Bir de boynu bükük âdem-i

kalender.

Bazen kalem benim, belki seyreden,

Belki yeri göğü törpüleyen.

Belki de Kelâmullahtır izni veren.

Rabb nefesi ensemde,

Teşbihte kusur yok Rabb nefeste.

Enfes bir âlemi-i Pertev.

Gökte açmış mah-ı nev .

Görelim hanım neyler?

Bî-can bir dem söyler.

Ne gül var ne gülistan,

Kalemden beri Süleyman.

Kalem ehli bir küheylan,

Bir can ile bî-can oldum.

Bak içimdedir her dem.

Akar durur âlem-i Pertev.

Dembedem geçer zaman.

Dağılır yıkılır aşiyan,

Ötmez bülbül açmaz sümbül.

Belki uykulardasın ey gül!

Kavuşmaya niyet etmiş,

Sana sitem eyler gönül.

Aşığın vuslatı maşuk,

Dinle neyden karışık.

Güneş ki sönmeyen bir ışık,

Çile halindedir her dem âşık.

Kişiye elzemdir maşuk.

Şiir çorbaya bir kaşık,

Şair lezzete alışık.

Süleyman Erkut

Page 21: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Ben Ayla… Bu hikâyenin neresindeyim bilmiyorum ama kendi

hayatım için tam ortasındayım yolun. Ya da değilim. Bunu bile

bilmiyorum. Kaç yaşımdayım, kiminleyim, ne zamandan beri varım

kendim için? Deniz doğana kadar hiç kimsenin kimsesiydim.

Sadece bunu biliyorum.

Kimse için önemli değilim bu hayatta. Defalarca kurtulmak

istedim kendimden. Herkesin beni güçlü sanmasının aksine ben,

canıma kıyamayacak kadar acizdim. Hüzünle sonlanmış bir

evliliğim, hiç sahip olunamamış annelik hayallerim, kadınlığım,

umutlarım, umutsuzluklarım birer birer geçiyor şimdi gözlerimin

önünden. Kendimi Orta Çağ’dan kalma bir trajedinin ortasında

buluyorum. Kaderle mücadele eden aciz insandım ben ve eninde

sonunda makûs kader yine alt edecekti bana. Herkes de gülecekti.

Çok farklı olmadı. Yenildim. Üstelik çoğu kez göz göre göre derler ya hani öyle yenildim. Kader bana

tek bir yol verdi ve ben de onu yaşadım, yaşıyorum. Önce bir kadının istenmeyen çocuğu olarak

dünyaya geldim. Çok gençken yaşanmış bir kazanın tek bir sonucuydum ben. Kimse bilmez,

söyleyemedim. Çocuk yaşlarımda annemin elimden tutup beni bir uçurumun yamacına defalarca

götürdüğünü anımsıyorum. İkimiz de yok olmalıydık bu dünyadan. Denizin dalgalarına karışıp bir su

damlası olmalıydık tekrar yağmak üzere. Böylece ölümsüz olacaktık. Bu masalları dinledim ben.

On yaşıma geldiğimde annemi evlendirdiler. Çocuklu bir kadın olmak zormuş, bunu duydum hep.

Ama bunu hiçbir zaman anlamayacaktım. Bu hayat ikimize de yeterdi, ben onu o marazi ruhuna

karşın başka biriyle paylaşmayı hiç istememiştim. Evleneceği gün bu kez ben götürdüm onu o

uçurumun kenarına. Çocuk aklımdan ağzımdan dökülüverdi ölüm isteğim. Bir anne-kız, bir kardeş

yoldaşı olarak şimdi, tam olarak burada arkamıza bakmadan ölmeliydik. Kafamı kaldırdığımda

annemin donuk yüzüne baktım. Bembeyaz teninde inciyi andıran gözyaşları dökülüyordu. Bana

döndü, ellerimi tuttu ve beni kucakladı. Artık rüzgâr da bize eşlik ediyordu. Saçlarımız gözyaşlarımıza

değiyor, ruhumuz birbirine karışıyordu. Birazdan her şey sona erecekti ve biz huzura erecektik.

Birazdan her zerremiz sulara karışacaktı. Annem öne doğru eğildi. Artık kararını vermişti. Gözlerimi

kapamış bekliyordum. Ama o an anneannemin haykırarak bize doğru geldiğini duydum. Birden uyandı

annem o güzel rüyamızdan. Beni yere indirip çekiştirdi kollarımdan. Yolun sonu şimdi başlıyordu.

Annem evlendi, ben öldüm…

Babamdan geldiği ileri sürülen bir rahatsızlığım var. Hiçbir zaman kulak asmadım buna. Öyleyim veya

değilim. Bir ölü için bunların hepsi ne ifade edebilir ki? Şimdi beni bir kliniğe kapatmak istiyorlar. Beni

düşündüklerine zerre kadar inanmıyorum. Üvey ablaları hayatta olmasa çok daha mutlu olacaklar

bundan eminim. Çünkü onlar için bir vicdan azabıyım. Hiç yaşanmamış çocukluğumun, gençliğimin

aksine onlar anneme defalarca doydular. Annem bambaşka bir kadın oldu daha sonra, beni de

görmez oldu gözü. Ben onların beslemesiydim belki de. Ama diyorum ya artık bir önemi yok. Ölüyüm

ben, hem de ölü doğmuş bir ölü...

ARDINDAN Sırdem Kemiksiz

Bölüm -7-

Devamı gelecek…

Page 22: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Türk dünyasının büyük düşünce adamlarından Gaspıralı İsmail Bey, ölümünün 100.

Yıldönümünde Uludağ Üniversitesi’nde düzenlenen bir sempozyumla anıldı. Mete Cengiz

Kültür Merkezi’nde 11-12 Aralık 2014 tarihlerinde yapılan sempozyumda, Gaspıralı İsmail

Bey’in hayatı, dil, eğitim, milliyet ve birlik anlayışı bilim insanları tarafından ele alınarak, bu

kapsamda bugün yapılması gerekenler tartışıldı. Sempozyumun ikinci gününde, hayatı

boyunca Kırım Türklerinin özgürlüğü için mücadele eden, Kırım Türklerinin lideri Mustafa

Abdülcemil Kırımoğlu’na “fahri doktor” unvanı verildi.

Mustafa A. Kırımoğlu Kimdir? 13 Kasım 1943 tarihinde Kırım’ın Sudak şehrine bağlı Ayserez köyünde

doğdu. 6 aylık bebekken 1944 yılı Mayıs ayında Stalin tarafından ailesiyle birlikte Özbekistan'a sürgüne

gönderildi. Taşkent Üniversitesi’nde öğrenim görme talebi, 'Sovyet devletine ihanet eden bir halka mensup

olduğu' gerekçesi ile reddedildi. Sürgün yaşamı sırasında insan hakları mücadelesi verdi. Birçok kez sürgüne

gönderildi, hapse ve çalışma kamplarına atıldı. Mücadelesi sırasında açlık grevine girdi. Direnişi başta ABD ve

Türkiye olmak dünyanın birçok ülkesinde yankı buldu. 12 Ekim 1986 tarihinde ABD Başkanı Ronald Reagan ile

Sovyet lideri Mihail Gorbaçov arasında gerçekleşen Reykjavik Zirvesi'nde Sovyet aydını Andrey Saharov, Sovyet

tümgenerali Pyotr Grigorenko ve Kırım Tatarlarının önderi Mustafa Cemilev’in hürriyetlerine kavuşması karara

bağlandı.

1989 yılında gizlice Kırım’a döndü. 1991 yılında ise Gorbaçov Kırım Tatarlarının vatanlarına dönmesine izin verdi.

Bundan sonra soyadı alarak faaliyete girişti. Kırım Tatarlarının yürütme organı olan Kırım Tatar Millî Meclisi'nin

kararı ile kendisine "Kırımoğlu" soyadı verildi. 1998 yılında Kırım Tatarlarının barışçı mücadelesine katkısı nedeni

ile Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği Nansen Mülteci Ödülüne layık görüldü.

Bizler de İncir Çekirdeği olarak, büyük bir heyecanla beklediğimiz ve katıldığımız sempozyumdan

sonra Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu ile kısa bir sohbet edebilme şansını yakaladık...

Mustafa Abdülcemil KIRIMOĞLU ile Sohbet

A. Bengisu AKDAĞ

Page 23: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Efendim, geçmiş bir mülakatınızda Kırım’ın bugün

en büyük sorunlarından birinin “anadilin”

konuşulamaması olduğunu belirtiyorsunuz. Bugün

de hala bu geçerli midir ve bundan hareketle

anadilin önemiyle ilgili neler söylemek istersiniz?

Anadil elbette ki Kırım’ın yıllardır acısını çektiği

büyük bir sorun ancak şu an Kırım işgal altında. O

yüzden bunu, işgal ortadan kalktıktan sonra çözmek

mümkün olabilir. Ancak işgalin ne zaman biteceği

belli değil. Ama bu şartlarda da millet olarak devleti

ayakta tutabilmek için elbette mücadele etmek

anadile sahip çıkmak, korumak lazımdır. Bugün işgal

altındaki Kırım’da bazı okullarda anadilimizde

eğitim yapıldığı söylenmektedir ama bu okullara

girerken çocuklarımıza Rus bayrağı altında Rus

marşı okutturulmaktadır. Böyle olunca öğrenciler

okullara gitmemeye başladılar. Bu şartlarda sorun

çözülmüş değildir.

Peki efendim, “dilde birlik” ülküsü sizce bütün Türk

Dünyasını birleştirmede ne kadar etkili olabilir? Bir

harç vazifesi görecek midir?

Dilde birlik deyince tabii ki Türkçe konuşan bütün

devletlerin dilde birleştirilmesi belki bugünkü

şartlarda pek mümkün değil. Ama bir kültür birliğini

bir “manevi” birliği yakalamak en mühimidir.

Atatürk’ün de bu konuda, esas manevi birliği

vurguladığı sözleri vardır. Bugün ne yazık ki Türkçe

konuşan, aynı dili konuştuğumuz bazı Türk

devletleri Kırım’ın, Kırım Tatar Türklerinin yanında

yer almamaktalar. Yaşananları görmezden

gelmekteler. Bu noktada dilden dahi önce

düşünülmesi gereken konular vardır.

Çok teşekkür ederim.

Page 24: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bugün maddeden sıyrılıp manaya geçişteki o zar gibi hayal makamında; her zerrem

seninle her zerren benimle sarmaş dolaştık.

Bugün gökyüzü güler yüzlü, toprak tevazulu, kuşlar daha hür… Bugün her karanlığın içinde

bir aydınlık, her çıkmazın içinde bir ferahlık vardı.

Seni daima yanı başımda, gözlerini ise delice sevdiğini söylerken buldum. Yokluğundan

eser yoktu. Hüznüm, özlemin eşiğinden süzülmüş vuslatla vuslat olmuştu. Vakit, maddesel

varlığına koşarken; yokluğundaki varlığından ayrılmak korkusu, yeni günde sensiz bir hicrana

gömülme endişesi koşan vakte düşman ediyor beni.

Anlarda yaşamalı diyorum bazen insan; her anda yeniden dirilmeli. Ayrılığın hüznünden

büyümeli. Hüzünden büyüyen insan, şiir gibi.

Sığabiliyorsa bedenimde bir küçük odaya aşk, karışabiliyorsa damarlarımdaki zehre

panzehir diye, anlamı olmalı -mümkün ise- ayrılığın. Biliyorum kavuşayım diye bu gündüzler,

geceler. Yetişeyim diye bu yarış. Varayım diye bu bitiş. Göğüslenecek bir ip varsa sevdadır

şüphesiz.

Bugün her ses senin sesin. Dağların dumanına, denizin dalgasına, buğdayın türküsüne

rüzgâr sensin. Her çocuk senin dilinde ağlar, her bilmece sende çözüme kavuşur. Şarkım,

garbım, iç sesim, düş yüzüm... Bildim, nihayetinde her söz köşesine çekilir. Yalnız sen kalırsın

geriye, bende.

Varken dünyada 7,2 küsur milyar şiir, sen sevdiğim, hepsinde bercestesin. Hepsinin

içinden geçip hiçbiri değilsin. En güzelsin.

B

SERENAD Hatice TÜRK

Page 25: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bütün kabahat dilimin...

Belleğini temizlesene biraz

Hayatının içine edenlerin üzerine sifonu çek

Başının etini yiyenleri at mutfağa

Portmantoya hayatından gelip geçenleri as

Nasıl beni düşünmen için yer açıldı mı

aklında

Söylesene kaç metrekare senin kalbin

Ne kadar sevebilirsin birini

Tapusu ortak mı yoksa sadece ben olabilir

miyim kalbinin sahibi

Ben güzel kelimeler seçen adamlar severim

Cemal Süreya gibi

Ben de az fena değilim ağzım laf yapar hani

Ama senin karşında lal olmak yok mu ?

Öyle işte be gülüm

Kalbim senin

Düşüncelerimde sen

Aklımda kelimeler en afillisinden

Ama bütün kabahat dilimin

Eşek arısı soksun şu dilimi benim.

Sevil Batan

Misafir

SEN

Öylece bir sevmek olsan,

Yüreğim acısa seni severken.

Nefesin tütse sobada

Gözlerin ışık olsa geceme.

Öylece bir anı olsan,

Anıların Endülüs'de bir mabet olsa,

Mabedinden güvercinler uçsa,

Seni bana anlatsa.

Öylece bir yaşamak olsan

Seninle yaşasam.

Sana susayıp

Senin yaşadıklarını içsem.

Sadece bir gün olsan,

Güneş sende doğsa,

Yağmur sende yağsa,

Ertesi gün olmasa.

Sema KESER

Page 26: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

CADI AVI -2 Işık Selin Orhuntaş

Page 27: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bir Arkadaş Niçin ?

Aşağıda yatıyorum

Sokağa bakan pencerenin orda

Bir ses birden olmaz bir olay oluyor

Kulağımın dibinde

Bir bahar dalı cama vuruyor

Tezer...

Can Yücel

Türk Edebiyatının gamlı ya da nostaljik

prensesi. YKY onu tanıtırken bu lakabı

kullanıyor. İçinde var olmanın dayanılmaz

ağırlığını taşıdığı için belki de... Belki de bu

evrene bir türlü sığamadığı için,

bilemiyorum.

"Gam" kelimesi ona yakışmıyor sanki. Var

olmayla uysal bir kavgası olan kadın yazar

için "gam" çok basit kalıyor. Sığındığı

sözcükler bile onu anlatmaya yetmiyor.

Tezer Özlü kimdir ? Nedir ?

Yazar Demir Özlü ile çevirmen Sezer

Duru'nun kardeşi. 10 Eylül 1943 yılında

Kütahya Simav'da doğar. Anadolu'da

doğmasına rağmen hiç oraya ait hissetmez

kendini. Köklerini aramaz. Avusturya Kız

Lisesi'ni bitirir, yolculuk yapmayı ister hep.

1963 yılında otostopla Avrupa'yı gezer. Üç

kez soyad değiştirir. Tezer Özlü; Tezer

Sümer, Tezer Kıral, Tezer Marti olur.

İçindeki sevgi Erden Kıral ile tutkuya

dönüşür. Bu evlilikten kızı Deniz doğar.

Ancak Erden Kıral'ı çok sevdiği halde

ondan ayrılır. Burs alarak '81 yılında

Berlin'e gider.

Tezer Özlü'nün yazın hayatı için çevresinde

gördüğü her şey malzemeydi. Şüphesiz en

gerçek malzemeyi hastalığı nedeniyle

yattığı İstanbul'un farklı hastanelerinin

psikiyatri kliniklerinde topladı.

"Çocukluğun Soğuk Geceleri" deliliğin

sınırlarında gezdiği günlerle doludur.

Ayrıca hastalığı sırasında en yakın Arkadaşı

Ferit Edgü'ye yazdığı mektuplar "Her Şeyin

Sonundayım" adıyla Sel Yayıncılık

Tarafından basılır. Edgü, bu mektupta

yazan çoğu şey için "saçma" diyerek

okurlardan özür diler. Özlü'nün hastalığı

çok açık şekilde mektuplara yansır bu

yüzden bazı kelimelerin anlamsızlığı göze

çarpar.

18 Şubat 1986 yılında göğüs kanserine

yenik düşer. Tek vasiyeti İstanbul'a

gömülmemek olan yazarın Mezarı

Aşiyan'da bulunur. Başında da bir ağaç.

Hayatına dair ufak bir bilgi; Erden Kıral ve

Yılmaz Güney'in Yol filmini çektiği yılları

anlatan "Yolda" filminde Yelde Reynaud

tarafından canlandırıldı.

Oğuz Atay'ın dişisi olarak adlandırırlar

Özlü'yü. Ne tesadüftür ki Hayalet

Oğuz'ların aynı yaşta aynı ölüm tarzını

paylaşırlar : 43 yaşında kanser.

Tezer Özlü'nün gri renkli samimi anlatımı

ilk kitabı "Eski Bahçe" ile okuyucularla

buluşur.

İlk roman ya da ilk "anlatı"ları "

Çocukluğun Soğuk Geceleri"nden

başlayarak kavgalı olduğu yaşamı,

koridorlarından geçtiği, elektroşoklarına

maruz kaldığı hastaneleri, hasta bakıcıların

tacizlerini, doktorların genç ve güzel

hastalarından faydalanma yöntemlerini,

dahası deliliğin kıyısına geldiği günleri

anlatır. (Bence bu kitabı özel yapan

çocukluğun o saf günlerindeki cinselliği

Page 28: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

keşfetme anlarını yani özelini gayet açık

bir şekilde paylaşmasıdır. ) Ölümle burun

buruna gelir, onunla yüzleşir. Elektroşoklar

yüzünden hafızasının bir bölümünü, yani

anılarını kaybeder. Bu yüzden anıları hep

ölüdür onun için. Ruhunuzu üşütecek

kadar samimi bir otobiyografidir. Dikkatli

okunduğunda hem toplumsal hem de

kişisel yankılar ortaya çıkar. 70'li Yılların

ordusuyla, milliyetçiliği ile dalga geçer.

Alaya alınan yönler günümüz Türkiye'siyle

benzerlik gösterir; içi boş inançlar.

Sistemle hesaplaşan Özlü şöyle der:

“Öğrendiklerimi unutacağım... Yalnız

geceler de biter Çocukluğun Soğuk

Geceleri de.”

"HERHANGİ BIR KENTTE VAROLUŞUN

HERHANGİ BIR ZAMANINDA "

Soğuk gecelerden Kaçış ancak gitmekle

mümkün olur. Pazar günlerinin

sıradanlığını anlatırken gitmek eylemiyle

bitirir cümlesini. "Yaşamın Ucuna

Yolculuk"a uzanır eylemler. Bu anlatısı ise

" Bir İntiharın İzinde" adıyla Almanca

yayımlanır. Yazar Tarafından dilimize daha

sonra çevrilir.

Tren raylarında özgürlük başlar.

Bırakılmışlığın tadı Berlin'in sokak

rüzgarlarıyla gelir. Daha sonra rota

Hamburg- Prag- Viyana- Niş- Zagreb-

Tireste- Torino şeklinde ilerlerler.

Aradığının ne olduğunu bilmez, neyin

izinde olduğunu bilir: İntiharın ve bu

duyguyu aşılayan yazarların. Prag'da

Kafka,Trieste'de Svevo ve Torino'da

Pavese...

Yazarların mezarları başında varoluş

sancısını duyumsar yine ama bu sefer

ziyaretine geldiği ölülerin sancısıdır.

Kaldığı oteller, diş ağrıları, uykusuzluk,

kendini hatırlatan hastalığı ve yanından

ayırmadığı intihar/ölüm isteği. İşin tuhaf

yanı Özlü ölümün bir seçenek olmadığının

farkındadır. Yaşama isteği de yoktur.

Boşluktadır. Kesik kesik derin cümleler

okuyanı rahatsız eder, içini acıtır. (Bu

kitaba daha sonra uzun uzun

değineceğim.)

Bir yazarı tanımanın en iyi yolu

mektuplarını okumaktan geçer. Çünkü

mektuplarda yazar kimliğinden sıyrılır,

insan olur. Ferit Edgü'ye yazdıklarından

sonra gerçek Tezer Özlü'yü "Leyla Erbil'e

Mektuplar"da görürüz. Kanserle savaşan,

yurtdışında kendine yeni bir hayat kuran,

kendine aydınlık görevi yüklemiş burjuva

şımarığının var olma mücadelesini

görüyoruz. Mektupların çoğu Zürih'ten

İstanbul'a gider. Sevgi dolu hitaplar özlem

kokan satırlara karışır. Çok sevdiği kentin

sokaklarını büyük bir heyecanla anlatır. İş

oradaki hayatını anlatmaya gelince değişir.

Hele oradaki Türk'lerden söz ederken yine

kavgacı kadın olur. Türkler gittikleri her

yere lahmacun kültürünü götürmüş,

politikayla ilgilenenler kafayı yemiş.

Page 29: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Nadir iyi niyetli Almanlar kütüphaneler

kurmuş, okuma haftaları düzenlemiş ama

Türkler her Fırsatı tepip yeşil camii

yapmışlar. "Köklerimi hiç aramadım."

deyişini hatırlatıyor bana. Bir yanda

aydınlarını, yazarlarını tutuklayan, kitap

yakan bir ülke diğer yanda kitaplara ticari

mal gözüyle bakan başka bir ülke...

Köklerini araman neyi ifade eder?

İnsanlığa dair gözlemlerini sanki onlardan

biri değilmiş gibi anlatır. Yeryüzüne

katlanmanın tek yöntemi sözcüklere

sığınmak onun için. Can dostu Leyla Erbil'e

yazılan mektuplar onu tanımak için farklı

bir pencere gibidir.

Almanya'da yaşadığı dönemde çeşitli dergi

ve gazetelerde yayımladığı köşe

yazılarından oluşan kitap YKY tarafından

basıldı. Yazar "Yeryüzüne dayanabilmek

için" Edebiyatı seçtiğini Söyler. Ciddi

üslubuyla eleştirilerini yapar. Yıllardır

okuya okuya, geze geze, gözlemleye

gözlemleye biriktirdiklerini satır aralarında

sunar bize. Böylece Tezer Özlü'nün iyi bir

okuyucu olduğunu da görürüz. Bize de

böylesi lazım değil mi ?

Kimisi 20 Yaşında başarılı kimisi de kendi

olur. "Kimseyle yaşlanmak istemiyorum

kendimle bile" diyecek kadar cesur bu

kadın herkesin herkessiz yaşayabileceğini

ondan "Kalanlar"la anlatır.

Bu kitap özel hayatına derin bir yolculuk

için günlüklerinden oluşur. Arka

kapağındaki cümle dikkat çekicidir: Efsane

sahibiyle yüzleşiyor. Sonsuz Ölümlerin

sonsuz acıları aklın Bittiği yerler ile

çıldırmanın sınırları hepsi "Kalanlar"da

Saklı.

Tezer Özlü'yü okuduğumdan beri

huzursuzum. Çünkü biz edebiyatçılar

yaşamın anlamsızlığı ile mücadele etmek

için kendimize paravan bulmada

ustayızdır. O'na dair anlatacak çok şeyim

var yetersiz sözcüklerle. Yazıyı bitirirken

Söylemek istediğim son bir şey var :

Kahrolası yeryüzünün en büyük yalnızıma

intihar ne kadar da yakışırdı !

‘’Bana verilen bu armağandan

Çıldırıp yitmemek için

İki kişi gibi kaldım

Birbiriyle konuşan iki kişi’’

Edip CANSEVER

Page 30: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Yarım kalan bir yağmur, ıslatır düşünceli sabahı.

Şafak karıncaları toplar, geceden kalma erzağı.

Emekli sokakların yalnızlığında ağarır peşin sıra gün,

Bir fabrikanın ardında doğar güneş.

Bir taraftan kaldırım boylarında acele eden insanlar,

Diğer yandan fırının camlarını buğulayan taze buharlar.

Bir balıkçı teknesinin yavaşça uykusuz sulara süzülüşü…

İskelede bir kedinin esneyerek çöp torbasına yürüyüşü…

Sabah 7 vapurunun atkılarına gizlenen müdavimleri…

Tren raylarında, çakıl taşlarının sefer taslarına selam verişi…

Elindeki gazeteyle kapı kapı gezen mülteci çocuk,

Telaşla yürürken düşer elinden gazeteler, yollar hep bozuk.

Yoksul bir müzik duyulur, kıraathane içinde.

Berber dükkânında ağırlanır gelenler gidenler, adeta bir misafirhane.

Döküm bir tenekenin ateşinde ısınan yaşlı işportacı,

Son simidini satmaya çalışan topal adamla şakalaşır.

Gözündeki çapakla meşgul bir küçük mendilci, mırıldanırken müşteriye,

Çiçek satan yaygaracı çingene, kahkahalar atar sebepsizce.

Ve gün kendini teslim eder böylece yorgunluğa.

Kepenkler indirilip, anahtarlar vurulur çelikten kapılara.

Gökyüzünden çekilir soğuk ışık huzmeleri.

Akşam gündüzlüğünde olan caddeler kalabalıklaşır, başlar eve dönme telaşesi.

Yıldızlar yayılır geceye, sonra soğuk bir ayaz…

Son trende durunca istasyonda, ertesi güne merhaba!

GÜN Sema Keser

Page 31: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Huzura Yolculuk / Zeynep Tosun

Kaç mevsim daha geçmeli bilmiyorum, bulut kokan yüreklerin kurtulması için. Bilmiyorum daha

hangi badireler atlatılmalı huzur için. Kar mı yağmalı yağmur mu üzerine?

Sis olmalı. Her yürekte az biraz da olsa sis olmalı. Yahut bulutlarını paylaştığı bir yürekten armağan

kalmalı sis. Yüce dağların gönüllerden büyük azizliğini göstermeli gören gözlere ve insan durmalı,

beklemeli bir an o azizliğin karşısında, dinlemeli uğultuları, dinlemeli yüreğini... İçinden geldiği gibi

yüzmeli düşünceler ve kulaç atmalı zirvelere. Hüzünleri bırakıp zirvede, bırakıvermeli belki kendini

göklerden. Olur da bir damlaya çarparsa eli, belki erer huzura, belki geldiği yere geri dönmek ister ve

pişmanlık sarar her bir yanını. Çaresizliğin uğultusunu duyarsa şayet, yanmasına izin vermeli

damlalarla. Daha çok, daha hızlı, ruhunu teslim edercesine belki tutuşmalı yürek, çarpışmalı soğuk

gerçekle ve nihayetinde sis olup karışmalı göklere. Çünkü her yürekte biraz sis olmalı.

Her yürek görmezden gelebilmeli bazen kalbinin tam ortasındaki gümüş kurşunu. Sis olmalı çünkü

bir perde çekmeli geçmişe. Olur ya, sis dağılıverirse aniden, alev olup taşmalı yüreklerden o vakit. Bu

defa bir damla aramamalı tutmak için elinden. Bizzat kendisi damla olmalı, dört yanı alev ateş yanan

bir damla ki ne söndürebilecek bir su bulunsun ne yok edecek bir rüzgar. Öyle ki bulutlar kıskanmalı

ve bir gün alev yağdırmalı göklerden.

Ve yetmezse tüm bunlar o kayıp huzura ermeye, o vakit unutup hepsini geri dönmeli gümüş

kurşuna, indirmeli perdeleri ve sormalı nedenini, dinlemeli yüreğini. Bir bakmışsın hiç gerek yokmuş o

yaşananlarda. Bir bakmışsın cevap gümüş kurşunun ta kendisiymiş. Adım adım yaklaştıkça cevaba,

ince ince eriyivermiş gümüş, yüreğinin tam ortasında ve soğumak üzereyken o yürek, bir anda sis

içinde kalıvermiş.

Çünkü önce ya da sonra, az ve ya çok, ağır yahut hafif... Her yürek sislidir biraz.

Page 32: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Hüseyin Nihal Atsız Bey (12 Ocak 1905-11

Aralık 1975) ´in babası, Gümüshane ilinin

Dorul ilçesinin Midi köyünden 'Çiftçioğulları'

ailesine mensup (Deniz Makina Önyüzbaşısı)

Hüseyin Ağa´nın oğlu (Deniz Güverte Binbaşı)

Mehmet Nail Bey olup; annesi ise, Trabzon´un

kadıoğulları ailesinden (Deniz Yarbayı) Osman

Fevzi Bey´in kızı fatma Zehra Hanım´dır Atsız´ın

babası Mehmet Nail Bey (1877-1944)

donanmaya girer ve Deniz Güverte

Binbaşılığına kadar terfi eder.1903 yılında

Yüzbaşı iken ilk esi Fatma Zehra Hanım´la

evlenir. Bu evlilikten,12 Ocak 1905´de Hüseyin

Nihal,1 Mayıs 1910´da Ahmet Necdet (Sancar)

ve Aralık 1912´de de Fatma Nezihe (Çiftiçioğlu)

olmak üzere üç çocuğu olur.

Atsız, ilkokula, altı yaşında, Kadıköy´de ki

Fransız okul´unda başlar. Fakat çok geçmeden,

çıkan bir yangında okulun yanması sonucu

aynı semtteki Alman Okulu´na verilir (1911) .

Bir süre sonra, Kızıldeniz´de bulunan Malatya

ganbotunun süvarisi olan babasının yanına

gider. Bu arada Türk-İtalyan savaşı çıkar ve

ganbotun İstanbul´un emri ile Süveyş´e

sığınması üzerine Atsız´da bir kaç ay Fransız

okuluna devam eder. İstanbul sultanisi´nin

onuncu sınıfında iken (1922) , imtihanla Askeri

Tıbbiye ´ye girer. Tıbbiyeden sonra Kabataş

Lisesi´nde üç ay kadar yardımcı öğretmenlik

yapar. Bilahere Deniz Yolları´nın 'Mahmut

Şevket Paşa' adlı vapurunda katip olarak çalışır

ve birkaç seferde katılır. Ancak bu işten tatmin

olmaz ve 1926 yılında İstanbul

Darülfünunu´nun (üniversitesinin) Edebiyat

Fakültesinin yatılı kısmı olan Yüksek Muallim

Mektebi´ne kaydolur. Sınıf arkadaşları

arasında Tahsin banguoğlu, Orhan Şaik

Gökyay, Pertev Naili Boratav gibi isimler

vardır.

Atsız fakülteden mezun olduktan sonra, Hocası

Köprülü, Maarif Vekaleti nezdinde Atsız için

aracılık eder ve sekiz yıllık mecburi

hizmetlerini affettirerek, kendi yanına asistan

olarak alır. (25 Ocak 1931)

15 Mayıs 1931´de 'Atsız Mecmua' yı

çıkartmaya başlar. Yazı kadrosuna M. Fuat

Köprülü, Zeki Velidi Toğan, Abdulkadir İnan

gibi ilim adamları da vardır. Mecmua 25 Eylül

1932'ye kadar çıkar, Türk Tarih Kongresi'nde

Reşid Galib'in Zeki Velidi Togan'a gösterdiği

tutum sebebiyle Atsız ve arkadaşlarının Reşid

Galib'i protesto etmeleriyle başlayan ve

asistanlıktan alınmalarına kadar giden bir dizi

olay sonucu kapatılır.

Edirne'de öğretmenlik yapmaya başlar ve o

yıllarda Orhun adlı dergiyi çıkarmaya başlar.

Degide Türk Tarih Kurumu'nun verdiği bazı

bilgileri yanlış bulduğunu belirten yazılar

yazdığı için bakanlık emrine alınmıştır ve bu

dergide kapatılmıştır.(1933) 1934'te İstanbul'a

tayini çıkmış ve öğretmenliğe devam etmiştir.

Evlenir(1939), iki çocuk (Yağmur Atsız(1939,

Buğra Atsız(1946)) sahibi olur. Boğaziçi

Lisesi'nde öğretmenlik yaptığı 1943 yılında

Selim Sarper'in ısrarıyla Orhun dergisini

Aziz NADİR

Page 33: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

yeniden çıkarmaya başlar. Derginin 15.

sayısında dönemim başbakanı Şükrü

Saraçoğlu'na siyasi sebeplerden ötürü yazdığı

açık mektup sebebiyle hakkında dava açılır,

dergi kapatılır ve öğretmenliğine son verilir.

Sonra mı? Sonrası karışık, sonrası karanlık,

sonrası tabutluk. Meşhur 44 Olayları cereyan

eder. Nice fikir, ilim, sanat adamları demokrasi

kahramanlarınca gayet demokratik hücrelerde

ve tabutluk denen tek insanın sığabileceği

kutularda tutulup işkence edilir. Atsız

yargılamalarda 1,5 yıl tutuklu kaldı ve 23 Ekim

1945'te tahliye oldu.

1950-1951 öğrenim yılının başında Haydar

Paşa Lisesi Edebiyat Öğretmenliğine getirilen

Atsız, burada iki yıl görev yaptı. Bu defa da,3

Mayıs´in kutlamaları için Ankara´da verdiği ilmi

bir konferans bahane edilerek öğretmenlikten

alındı ve Süleymaniye Kütüphanesindeki eski

görevine iade edildi. (1952) . Burada 17 yıl

çalıştıktan sonra 1969´da emekliye ayrıldı.

1950-1952 yıllarında yayınlanan haftalık Orhun

dergisinin başyazarlığını yaptı.1962´de kurulan

Türkçüler Derneği´nin genel başkanlığını

üstlendi.1964´den vefatına kadar Ötüken

dergisini yayınladı. Yine yargılandı fakat

eğilmedi.Fırtınalı hayatı son nefesini verdiği

1975 yılına kadar kesintisiz devam etti. 12

Aralık 1975'te Atsız Bey ebediyyete intikal etti.

Kabri Karacaahmet Mezarlığı'ndadır.

Dergilerde yayınladığı birçok makalesi ve

şiirlerinin toplandığı Yolların Sonu adlı bir şiir

kitabı vardır.

Ayrıca romanları içinde ayrı bir yere sahip olan

Ruh Adam edebiytımızın en mükemmel

romanlarından biri olduğu halde hak ettiği

ilgiyi görmemiştir. Bu roman hakkında Nazan

Bekiroğlu'nun bir makalesi de mevcuttur.Ben

burada kendi fikirlerimi söyleyeceğim.

Romanda sembolizmin ağır etkisi

görülmektedir. Müellifin duygularını

gizlememesi ve olay

örgüsünde olağanüstü

tesadüflere yer vermesi

romantizmin etkisinin de

olduğunu gösterir. Karakterler

başarılı yaratılmış olay örgüsü

gayet güzel ve kimi zaman

meraklandıran, bazen

ürperten, yer yer de

duygulandıran yazarının

karakteriyle benzeşen inişli

çıkışlı bir roman. Etkisinden

uzun süre çıkılamayan garip bir

eser.

Şu an tek kitapta

birleştirilmiş olan Bozkurtların

Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor

adlı romanları Göktürk

döneminde geçen

romanlardır. Deli Kurt ise

Fetret Devri'nin romanıdır. Z

Vitamini yer yer kahkaha

attıracak derecede komik bir

hiciv eseridir. Bu eserle Atsız'ın

ciddiyetinin yanında keskin bir

mizah anlayışının da olduğunu

anlıyoruz. Dalkavuklar Gecesi

alegorik hiciv eseridir.

Şiirlerine baktığımızdaysa her

türde şiir yazmış olduğunu

görüyoruz. Laf olsun diye her

türde demedim. Cidden onun

şiirlerinde aşk da vardır, savaş

da vardır, ülkü de vardır,

yiğitlik de vardır, yalnızlık da

vardır.

Bu tempolu

ömre sığdırdığı

eserleri:

Romanları:

Dalkavuklar Gecesi,

İstanbul 1941.

Bozkurtların Ölümü,

İstanbul 1946.

Bozkurtlar Diriliyor,

İstanbul 1949.

Deli Kurt, İstanbul

1958.

Z Vitamini, İstanbul

1959.

Ruh Adam, İstanbul

1972.

Öyküleri :

'Dönüş', Atsız

Mecmua, sayı.2

(1931), Orhun,

Sayı.10 (1943)

'Şehidlerin Duası',

Atsız Mecmua, Sayı.3

(1931), Orhun,

Sayı.12 (1943)

'Erkek Kız', Atsız

Mecmua, Sayı.4

(1931)

'İki Onbaşı,

Galiçiya...1917...',

Atsız Mecmua, Sayı.6

(1931), Çınaraltı,

Sayı.67 (1942),

Ötüken, Sayı.30

(1966)

'Her Çağın Masalı:

Boz Oğlanla Sarı

Yılan', Ötüken,

Sayı.28 (1966)

Page 34: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

"Gün senden ışık alsa da bir renge bürünse

Ay secde dip çehrene yerlerde sürünse"

dizeleri aruz ölçüsüyle yazdığı “Geri Gelen

Mektup” adlı buram buram divan edebiyatı

kokan şiirinden bir parçadır. Aşkı divan

edebiyatındaki şekliyle işlemiş, aruz kullanmış

ve dile olan hakimiyetini kanıtlamıştır.

"Kayalara çarpmalıdır korkunç türküler

Dalmalıdır gövdelere çelik süngüler

Sert dipçikliler ezmelidir nice başları

Ecel kuşu ayırmalı arkadaşları"

Davetiye adlı şiirinden alıntı olan bu parçada

ise ona göre ideal olan savaş ortamını

anlatıyor. Bir savaş ortamı ancak bu kadar

kafiyeli anlatılabilirdi herhalde.

"Sızlasa da gönüller gidenlerin yasından

Koşaradım gitmeli onların arkasından

Kahramanlık içerek acı ölüm tasından

İleriye atılmak ve sonra dönmemektir" bu

dörtlükte kahramanlığı işleyen Atsız Bey'in

yine kafiyelerdeki başarısı ve konu

bütünlüğünü koruması dikkat çekiyor.

"Şimdi hülyaya gömülmüş

ölüyüm;

Ne gelen var, ne giden var,

ne soran.

Iztırap yaylasıyım gam

çölüyüm;

Esiyor sadece gönlümde

boran. "

Yalnızlık şiirinde bize bu

dörtlükte yine divan

edebiyatı tarzında bir

yalnızlığı işliyor.

Atsız, Ruh Adam, Gök

Bilge, Bilge Yolbaşlı... Adına

ne dersek diyelim büyük

kitleleri etkilemiş, yeni

ufuklar açmış bu adamın

daima yalnız olduğunu

düşünüyorum. Tıpkı Necip

Fazıl Kısakürek ve Nazım

Hikmet Ran gibi. Farklı

şeyler söyleyip aynı şeyleri

öğreten ADAMLAR gibi

okumaya değer bir hayat

macerası ve eserleri var.

Akademik Çalışmaları:

Divan-ı Türk-i Basit, Gramer

ve Lugati, Mezuniyet Tezi,

Türkiyat Enstitüsü, no. 82,

111 s. İstanbul, 1930

XVIıncı asır şairlerinden

Edirneli Nazmî'nin eseri ve

bu eserin Türk dili ve

kültürü bakımından

ehemmiyeti, İstanbul, 1934

Müneccimbaşı, Şeyh

Ahmed Dede Efendi, Hayatı

ve Eserleri', İstanbul, 1940

Türk Edebiyatı Tarihi,

İstanbul 1940

'Ahmedî, Dâstân ve tevârîh-

i mülûk-i Âl-i Osman',

Osmanlı Tarihleri I, İstanbul,

1949

'Şükrüllah, Behcetü't

tevârîh', Osmanlı Tarihleri I,

İstanbul, 1949

'Âşıkpaşaoğlu Ahmed Âşıkî,

Tevârîh-i Âl-i Osman',

Osmanlı Tarihleri I, İstanbul,

1949

Osman (Bayburtlu) ,

Tevârîh-i Cedîd-i Mir'ât-i

Cihân, İstanbul, 1961

Osmanlı Tarihine Ait

Takvimler I, İstanbul, 1961

Ordinaryüs'ün Fahiş

Yanlışları (Ali Fuat Başgil'e

cevap) , İstanbul 1961

Türk Tarihinde Meseleler,

Ankara, 1966

Birgili Mehmed Efendi

Bibliyografyası, İstanbul,

1966

İstanbul Kütüphanelerine

Göre Ebüssuud

Bibliyografyası, İstanbul

1967

Âlî Bibliyografyası, İstanbul,

1968

Âşıkpaşaoğlu Tarihi,

İstanbul, 1970

Evliya Çelebi

Seyahatnâmesi'nden

Seçmeler I, İstanbul 1971

Evliya Çelebi

Seyahatnâmesi'nden

Seçmeler II, İstanbul 1972

Oruç Beğ Tarihi, İstanbul,

1973

Page 35: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Otobüsle okula doğru gidiyorum, yavaş yavaş gözlerim kapanıyor, bir durağa uğruyoruz,

otobüse birileri biniyor. Kim olduklarına bakmıyorum, zaten yeterince kalabalık ve sıcak

içerisi, kafamı kaldırıp bakmaya yeltenemiyorum bile. Gözlerim kapanıyor yavaşça, ağzımda

bir kuruluk, susuyorum. Derinlerden burnuma süt kokusu geliyor. Marketlerden aldığımız

sütlerin kokusundan çok daha farklı, çok daha leziz kokuyor. Sanki süt kokusundan sütün

içindeki vitaminleri, besinleri sayabilecekmişim gibi hissediyorum kendimi. Bu koku bana çok

tanıdık geliyor, uzak değilim bu kokuya... Gözlerimi açmadan içime çekiyorum kokuyu,

hatırıma annem düşüyor, köyüm düşüyor, küçükken babamla çobanlığını yaptığımız

koyunlarımız ve sütünü içerek büyüdüğüm sarı kız düşüyor... Köyüme, çocukluğuma şöyle bir

göz gezdiriyorum. Annemin kokusunu özlüyorum…

Otobüsün ani fren yapmasıyla açıyorum gözlerimi, karşımda oturan kadınla göz göze

geliyoruz. Şiirlere konu olan mavi gözleri, tarlada ekin toplarken yanmış teni, sivri burnu ve

süt kokusuyla, bir köy kadınıyla bakışıyorum. Utandığını anlayınca gözlerimi başak misali

omuzlarına dökülen saçlarına çeviriyorum, yazmasının kırmızı büyük oyaları arasından

dökülen lüle lüle saçları, çatık kaşlarına rağmen kadınlığını ortaya koyuyor. Kucağındaki iki

yaşlarındaki çocuk çarpıyor gözüme... Bir kız çocuğu... Kadının tam aksine kapkara gözleri ve

saçları var. Ayağında siyah küçük lastiklerden biri yere düştü düşecek, eğiliyorum lastiğini

ayağına tam olarak giydirmek istiyorum. Çorabının tabanının yırtık olduğunu fark ediyorum

bu sefer. Elim üşüyen topuğuna değince çocuk gıdıklanıyor, gülüveriyor. O gülünce ben de

gülüyorum. Hatırıma kardeşim düşüyor bu sefer. Çorabımız yırtılınca annemden gizli

aldığımız nakış iğnesi ve iplikleriyle biçimsiz suratlar yapıp, sobanın arkasında kukla yapıp

oynattığımız kış geceleri geliyor gözümün önüne... Saatlerce bitmeyen gülüşmelerimize

kapımızdaki çoban köpeği Paşa'nın havlamaları katılıyordu. Biz güldükçe o havlıyor, o

havladıkça biz daha çok gülüyorduk. Şimdi bu kara gözlü kız çocuğu da büyüyünce yırtık

çorabıyla kukla yapar mı diye düşünüyorum, cevabını bulamıyorum, yüzümde tebessümle

dalıp gidiyorum.

Kadının ayağa kalkmasıyla bakışlarım tekrar kadına yöneliyor, kadın çocuğu iyice kucağına

yerleştiriyor, otobüsün durakta durması için kırmızı düğmeye basıyor. Kapıya doğru

insanların

Yolculuk

Hilal Akarslan

Hikaye

arasından geçerek ilerliyor, otobüs duruyor ve kadın iniyor. Kadın gidiyor ve geçmişim,

çocukluğum, ailem gidiyor... Kadın gidiyor ve ben tekrar şehrin uykusuna dalıyorum.

Page 36: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BİR ERASMUSLUNUN GÜNCESİ Kübra TARAKÇI

Kübra’nın HAYALLERİ GERÇEK OLDU !

Page 37: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İşte o gün gelmişti. Hayallerimin gerçek olduğu gün... Paris artık benim

için bir hayal değildi. Maria'nın önerisiyle nerdeyse bir ay önceden biletlerimizi aldık. Uçağımız Vilnus'dan hareket etti. Bu sayede ben de bir kez daha Vilnus'u görme fırsatı yakaladım. O kadar heyecanlıydım ki. Bu heyecan pasaport kontrolünde bir korkuya dönüşmüştü. Türkiye AB'ye üye olmadığı için Maria ve İlona gibi kolayca kontrolden geçemedim. Ama neyse ki her şey kısa sürede halloldu.

Veee Paris Beauvais Airport. Havaalanının adı bile benim için o kadar

çok havalıydı ki. Tabi hala telaffuz edemiyorum. Paris topraklarına adımınızı attığınız gibi 17 euro çıkıyor cebinizden. Paris'te kalacak yer ve ulaşım biraz pahalı maalesef.

Seine Nehri tarafından Paris ikiye bölünüyor. Eiffel Kulesi, Notre Dame Katedrali, Champs-Élysées Caddesi, Concorde Meydanı, Montmartre Tepesi ve Louvre Müzesi... Görmemiz gereken o kadar çok yer vardı ki...

“Paris Görülecek Yerler” arasında bulunan Notre Dame Catedrali'nde eskiden Kral ve Kraliçelerin taç giyme törenleri yapılırmış. Yapı aslında bütün Dünya'ya yayılan şöhretinin

büyük bir kısmını Victor Hugo’nun “Notre Dame’ın Kamburu” romanına borçlu. Süslü

ve ihtişamlı görüntüsüyle dikkat çeken Notre Dame Katedrali 1163 – 1345 yılları arasında inşa edilmiş. Özelikle iki yanında bulunan kuleler oldukça gösterişli bir mimariye sahip.

Charles de Gaulle Meydanı ve Zafer Takı aralarında Champs-

Elysees’in de bulunduğu 12 caddenin kesiştiği noktada bulunuyor. Charles

de Gaulle meydanı’nın ortasında bulunan Arc de Triomphe de l'Étoile (Zafer Takı), Napolyon tarafından yaptırılmış. Üzerine

Napolyon’un kazandığı zaferler ve generallerinin isimleri yazılan bu anıt, 50 m yüksekliğinde. Anıtın üzerine çıkarak Paris’in en ünlü caddelerinin

manzarasını seyretmek mümkün. Charles de Gaulle anıtı ile Concorde Meydanı arasında 2 km boyunca

uzanan Champs-Elysees, Paris’in ve bütün Dünya’nın en güzel ve şık caddeleri

arasında yer almaktadır. Biz yılbaşına yakın bir tarihte gittiğimiz için cadde alabildiğine ışıklarla doluydu. Orda yediğimiz Waffle'ın tadı hala damağımda.

Dünya’nın en büyük ve en önemli müzelerinden biri olan Louvre Müzesi, Seine nehrinin kenarında bulunuyor. Yılda yaklaşık 8 milyon kişi bu müzeyi geziyor. Aralarında Osmanlı eserlerinin de bulunduğu, Mısır, Uzakdoğu, Yunan ve Avrupa sanat tarihine ait yaklaşık 35.000 esere ev sahipliği yaptığını öğrendik ama maalesef giremedik malum öğrenciyiz biz. :)

Paris Gezilecek Yerler arasında bulunan Paris Opera Binası Mimar Charles Garnier

Page 38: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

tarafından tasarlanmış ve Neobarok stilinde 1875 yılında inşa edilmiş. Bina Paris’te görülmeye değer görkemli eserlerden bir tanesi. Montmartre Tepesi üzerine kurulmuş olan Sacre Coeur kilisesinin yapımına Mimar Paul Abadie tarafından başlanmış. 1914 yılında tamamlanan ve 1. Dünya savaşından sonra ziyarete açılan Bazilika yılda yaklaşık 10 milyon turist tarafından ziyaret ediliyor. Biz bu yapıyı tamamen tesadüf eseriz ziyaret etmiş olduk. Çünkü önceden böyle bir yer olduğunu bilmiyorduk. Rastgele bir metro durağında indik ve kendimizi burda bulduk. Yol biraz uzun ve meşakkatli ama tepeye vardığınızda karşılaştığınız manzara tüm yorgunluğunuzu alacak cinsten. ABD’nin ünlü Özgürlük Anıtı’nın bir kopyasını da içersinde barındıran Lüxemburg Bahçesi... Tabi ben bu heykelin orda bulunduğunu sonradan öğrenmiş olmam da ayrı ilginç bir konu. Paris’in en görülesi yeşil alanlarından bir tanesiymiş ama biz maalesef en kahverengi zamanına denk gelmiştik. Bahçede bulunan ve günümüzde Fransız Senatosu olarak kullanılan bina, 17. yüzyılda Lüksemburg Sarayı olarak inşa edilmiş.

Veee Paris’in sembolü Eiffel Kulesi... İlk önce teorik bilgi ile başlamak

gerek. Gustave Eiffel tarafından Fransız Devrimi’nin 100. Yıl kutlamaları nedeniyle düzenlenen Fuarın giriş kapısı olarak inşa edilmiş. Yapıldığı yıllarda Fransızlar tarafından sevilmeyen ve şehrin manzarasını bozduğu gerekçesiyle, yıkılması için kampanyalar başlatılan kule, bugün şehrin sembolü ve turistlerin en sevdiği yapı olmuş durumda. Gündüz ve gece ayrı güzellikte manzaralar sunan kulede 57m, 115m ve 276m’lerde 3 adet seyir terası bulunuyor. Paris manzarasını yukarıdan görmek ve fotoğraflamak isterseniz, kuledeki seyir teraslarından birine çıkabilirsiniz. Şimdi duygularımı sizinle paylaşabilirim. Kuleyi gördüğüm ilk an sanki küçük dilimi yutacak gibiydim o kadar muhteşem bir şeydi ki kelimelerle anlatmam mümkün değil sanırım bu duyguyu. Geri dönerken bile sırtımı ona dönemedim ve geri geri yürüdüm. Kuleye çıkmak için yaklaşık 2 saat kuyrukta bekledik. Sonunda o muhteşem kuledeydik. Paris'in muhteşem manzarası... Biz ne yazık ki 3. kata kadar çıkamadık çünkü insan yoğunluğu çok fazlaydı. Kötü olan bir yanı ise önündeki bir binanın bu muazzam kuleyi kapatması. Bir de kulenin etrafında gezerken fareler ile karşılaşabilirsiniz bunun nedenini hala daha anlamış değilim doğrusu. Ama ne olursa olsun benim için mükemmel hayatımın muhteşem 3 günüydü.

Eiffel Kulesi sayılarla: Açılış yılı : 1889

Yapımında 10100 ton demir kullanılmış ve 18.038 adet demir parça 2.500.000 adet perçinle birleştirilmiştir. Yapımı 26 ay süren kulede 3000 işçi çalışmıştır. Yüksekliği : 300m, üzerindeki antenle birlikte 324m. İşte böyle bir 3 gün geçirdik. Umarım sizin de yolunuz düşer ve bu muhteşem şehri gezme olanağı bulabilirsiniz. Bu arada Paris'te yaşam pahalı dedim ama hediyelik eşya almak için de Avrupa'nın en ucuz yeri olsa gerek. Gerçekten çok ucuza sevdiklerinizi mutlu

edebilirisiniz. “Nasıl bulcam?” demeyin zira satıcılar sizin ayağınıza gelip size bir şey

aldırmadan yanınızdan ayrılmayacaklardır.

Page 39: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Geçen Yine Paris’teyim...

Page 40: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

“Tüm

hayatım

boyunca

kelimelere

hep onları

ilk kez

görüyor-

muşum

gibi

merakla

baktım.”

Page 41: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Ernest Miller Hemingway 21 Temmuz 1899’da İllinois eyaletinin Oak Park bölgesinde doğmuştur. Onun adı babasının ve amcasının adıdır. 1917’de liseyi bitirdiğinde ailesinin üniversite okuma isteğine çıkarak Kansas City Star’da gazetede muhabirlik yapmaya başlar. 1915’de patlak vermiş olan 1. Dünya Savaşı’na 1917’de Amerika da katılınca Hemingway savaşa katılmak için orduya girer. Ancak sol gözündeki görme bozukluğundan dolayı orduya katılmaz. Yine de savaşta yer almak için Kızılhaç gönüllüsü olarak ambulans şoförlüğü yapar. Avrupa’nın farklı yerlerinde sağlık ekibinde çalışan Hemingway, Milan’daki bir patlamada kendi yaralanmış olmasına rağmen İtalyan askerlerine yardım eder ve ikinci patlamada daha da çok yaralanır. Bu kahraman davranışından ötürü İtalyan Hükümeti tarafından kendisine Gümüş Onur Madalyası verilir ve İtalyan halkı tarafından kahraman ilan edilir. Tedavisi Milan’da gerçekleştirilen Hemingway, hastanede kaldığı sırada Agnes von Kuravsky ile tanışır. Bu tanışıklık bize Silahlara Veda’yı kazandıracaktır. Tedavisi bittikten sonra ABD’ye döner. Ailesi ona iş bulması için baskı yapar. Ancak askerde yaralanmış olmasından dolayı aldığı maaş ile geçimini sağlar onun yerine. 1921’de ilk eşi Hadley Richardson’la tanışır ve kısa süre içinde evlenir. Daily Star gazetesinde yazmaya başlar. İş bulur bulmaz da hemen Paris’e taşınır. Paris’te pek çok yazarla tanışıp dost olur. Paris’te yaşamaktan ziyade elinde bulunan kıt imkanlara rağmen Paris’i yaşamayı seçer. Bununla ilgili olarak da arkadaşının birine yazdığı mektupta şöyle der: “Eğer gençliğinizde Paris’te yaşamak şansına erişmezseniz, ömrünüzün geri kalan bölümünde nereye giderseniz gidin, o sizinle birliktedir artık. Çünkü Paris devingen bir şenliktir.” Paris’te bulunduğu dönemde yaşadığı bazı olayları anı şeklinde Paris Bir Şenliktir kitabında toplayacaktır. Hemingway’ın bu eserinde Paris’te kimlerle dostluk kurduğu

da görülmektedir. Ezra Pound, Scott Fitzgerald, Ernest Walsh, James Joyce… 1922 yılında Türk Kurtuluş Savaşı’nın haber muhabirliğini yapmak adına Toronto’daki Daily Star tarafından İstanbul’a gönderilir. Bu sırada Pera Palas’taki 218 numaralı odada kalır. İsmet Paşa ile Mudanya Mütarekesi zamanında bir röportaj yapar. Ayrıca gazetede yayınlanan bir yazısında Atatürk için şöyle der: “Batılılar buraya barış dilenmeye geliyordu; yoksa barış istemeye ya da barış şartlarını dikte ettirmeye değil… Bu görüşmeler Avrupa’nın Asya üzerindeki egemenliğinin sonunu gösteriyor. Çünkü Mustafa Kemal herkesin bildiği gibi Yunanlılar’ı silip süpürmüştü.” Burada edindiği deneyimlerini, anılarını ve gazete de yayımlanan yazılarını İşgal İstanbul’u adlı eserinde derleyecektir. 1923 yılına kadar Paris’te ciddi anlamdaki az imkanlarıyla yaşayan Hemingway eşi Hadley ile ABD’ye döner ve ilk oğlu Jack doğduktan sonra 1924’te Paris’e geri dönerler. Onun yazdığı ilk roman Gare de Lyon’da bir çanta içinde sır olur ve bir daha da bulunamamıştır. Seneler sonra aslında ikinci olan ilk romanını yazmaya başlamadan önce bu konuyla ilgili şöyle der: “Gare de Lyon’da çantayla birlikte sır olan ilk romanımı yazdığım sıralarda çocukluğun o gençlik gibi dayanıksız ve aldatıcı duygusal kolaylığını atamamıştım henüz. Bu yüzden yitmesi iyi olmuştu bir bakıma ama artık yenisini yazmalıyım.” İlk basılan romanı “Güneş de Doğar” ile yazdığı hikayelerin bir gün elbet okunacağından, özellikle kendi memleketinden tanınacağından, beğenileceğinden emin olan ve bunu dile getirmekten de çekinmeyen Hemingway birden dünyanın ünlü yazarları arasına girer.

“HEM PAPA” Tuğçe Erkol

Page 42: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İlk çocuğunun doğumunun ardından tanıştığı Pauline Pfeiffer ile ilişkisi kısa sürede boyut atlayıp eşini aldatmaya doğru yol almıştır. Eşi Hadley bu ilişkiden haberdar olduğu zaman 1927 yılının Ocak ayında Hemingway’dan boşandı. Aynı yılın mayıs ayında da Pauline ve Hemingway evlenirler. Hayatı boyunca adından nefret eden Hemingway adaşları ile karşılaştıklarında onlara ilk adları ile seslenmekten büyük keyif alırdı. Özellikle Ernest Walsh’a “Ernest” diye hitap ettikçe içinin yağları erirdi. Bu isim takıntısından dolayı ona arkadaşları “Hem” derdi adının kısaltması olduğu için. “Papa” derdi baba anlamına geliyordu bu kelime Fransızcada ve işinin ehliydi Hemingway. Bir de ilk eşi Hadley Tattie derdi eşine. 1928 yılının başlarında ikinci oğlu Patrick dünyaya gelir. Aynı yıl sadece iki gün için gittiği Küba’ya aşık olur ve oradayken karısına yazdığı mektupla Küba ile ilgili şöyle der: “Hayatımın geri kalanında Küba’yı anlamaya çalışacağım.” 1931’de “Öğleden Sonra Ölüm” adlı kitabı yayımlanır. Konusunu Hemingway’ın Avrupa anılarından alıyordu. Aynı yıl üçüncü oğlu Gregory doğar. İlk gidişinde aşık olduğu Küba’ya 1932 Nisan’ında gider ve kısa bir süre sonra geri döner. 1933 yılında ailesi ile birlikte Afrika’ya safariye gider. Bu turla ilgili izlenimleri bize “Afrika’nın Yeşil Tepelerinde” yi kazandırır. 1933 yılında Küba’ya yeniden gelen Hemingway bu sefer oldukça uzun kalır. Havana’da eski kentin tam merkezindeki bir otelin 511 numaralı odasına yerleşir ki bu oda şu anda müze halindedir. Bu dönemde Ya Hep Ya Hiç’i yazmıştır. Aynı zamanda da Çanlar Kimin İçin Çalıyor’un sancılarını çekmeye başlamıştır. Hemingway 1937 yılında İspanya İç Savaşı’nda savaş muhabirliği yapmak için İspanya’ya gider. Orada kendisi gibi savaş muhabirliği yapan Martha Gellhorn ile tanışır. Bu tanışma kısa süre sonra aşka dönüşünce Hemingway Kasım 1940’ta ikinci eşinden de boşanır ve gerçekleşen bu

boşanmadan 3 hafta sonra Martha ile evlenir. Ancak bu evlilik de sadece 5 yıl sürecektir. 1940 yılına gelindiğinde ise Hemingway artık Hemingway olduğunu tamamen ortaya koyan Çanlar Kimin İçin Çalıyor’u yayımlamıştır.

1942 yılında Amerikan Deniz Kuvvetleri’ne girer. 1944 yılında Fransa Çıkarması’na katılır ve çok sevdiği Paris’in Alman işgalinden kurtarılışına şahit olur. 1945 yılında mesleğini yapmasına izin vermediği gerekçesiyle Martha ondan boşanmak ister ve evlilik kısa süre sonra sona erer. 1946 yılında, birkaç ay sonra da dördüncü eşi Mary Welsh ile evlenir. 1928’de ilk keşfinden sonra sık sık gittiği Küba’da 1940’ta bir çiftlik alır. Daha sonraki zamanlarda Silahlara Veda’nın film telifinden aldığı para ile satın aldığı çiftliğin önündeki arsayı da satın alır. Söylenenlere göre bu çiftlikte ailesinin yanı sıra çeşit çeşit tropikal kuşlar, yüzlerce kedi ve köpek

Page 43: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

beslermiş. Hatta bir adet maymunu olduğu bile söylenir. Zaten kendisinin avdan ve safariden hoşlandığı göz önünde bulundurulursa doğru olduğu düşünülebilir. Hayatının yirmi iki yılını Havana’da geçirmiştir. 1947’de II. Dünya Savaşı’ndaki başarısı için bir savaş başarı madalyası verilir ona ABD hükümeti tarafından. Bir süre Havana’da sessiz sakin yaşar. Bu esnada Küba’nın tadını çıkarır, hobilerini gerçekleştirir. Ava gider, yakaladığı hayvanların içlerini doldurur, poslarını saklar, safariye çıkar, içki içer, edebiyat sohbetleri yapar en çok da Fidel Castro’ya da uyan zamanlarda beraber vakit geçirirler, Havana’daki balıkçı köylerini gezip balıkçılarla dostluk kurar. Hemingway Havana’da dostluk kurduğu balıkçılar sayesinde Cojimar Köyü’nü bulur. Orada tanıştığı ihtiyar bir balıkçı ile ilgili gerçekçi bir roman yazar. Bu adam tabi ki de İhtiyar Adam ve Deniz’deki İhtiyar’dır. Bu eser Hemingway’a önce 1953’de Pulitzer Edebiyat Ödülü’nü, 1954’de de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandırır. Nobel Edebiyat Ödülü’nü Küba’ya adarken İspanyolca bir söylevde bulunup Amerika’nın Küba’ya saldırması sonucunda Amerika’ya sırtını dönerek “Bu savaşı biz, Kübalılar, kazanacağız!” der. 1959’da Hemingway İspanya’ya boğa güreşlerini izlemeye gider. Orada olduğu dönemde 1960’ta çok ağır hasta olduğunu

öğrenir bu yüzden de çok sevdiği Küba’ya gitmek yerine Küba sahiline 216 km uzaklıktaki Florida’ya gider. Bir sabah hiçbir şey yokmuş gibi uyanır. Üzerinde pijamaları ile birlikte kahvaltı masasına oturur. Kahvaltısını edip ailesiyle güzel zaman geçirdikten sonra masadan kalkıp 20 mt. ileri yürüdükten sonra en sevdiği av tüfeğini ağzının içine dayayıp intihar eder. Eşi Mary onun ölümünün intihar değil bir kaza olduğunu söylemiştir. Ancak daha sonradan ortaya çıkmıştır ki Hemingway kazayla değil kendi isteğiyle ölmüştür. Ölümü bile kendi isteğiyle yaşamıştır Hemingway. Ama güçsüzlük değildir onunki. Aksine hayatta bir işe yaramayacağını düşünmektedir artık. Tanınıyordur, fakirlikten kurtulmuştur, hatta Nobel’i almıştır. Güçsüz değildir hiçbir şekilde. Her zaman göründüğü gibi, her şey karşısında güçlü kalmak için seçmiştir intiharı. Ölümünün üzerine Cojimarlı dostları köydeki tüm demirleri toplatıp bir demirciye götürmüşler ve onları eriterek bronzdan bir heykel yapmasını istemişlerdir. Ayrıca Fidel Castro onun ölümünün üzerine Havana’ya bir anıtını diktirmiştir. Dünyanın her yerinde ölüm haberi duyulunca dünya basını buna duyarsız kalmamış, anma törenleri düzenlemiş, ve yazarlar onu yazmışlardı ve Nazım Hikmet şöyle bitirmişti bu ölüm ile ilgili yazısını: “Dostum Hemingway, cesur davrandı.”

Page 44: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BURSA'DA ZAMAN

Bursa'da bir eski cami avlusu, Küçük şadırvanda şakırdıyan su;

Orhan zamanından kalma bir duvar... Onunla bir yaşta ihtiyar çınar

Eliyor dört yana sakin bir günü. Bir rüyadan arta kalmanın hüznü

İçinde gülüyor bana derinden. Yüzlerce çeşmenin serinliğinden

Ovanın yeşili göğün mavisi Ve mimarîlerin en ilâhisi.

Bir zafer müjdesi burda her isim:

Sanki tek bir anda gün, saat, mevsim Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın Hâlâ bu taşlarda gülen rüyanın.

Güvercin bakışlı sessizlik bile Çınlıyor bir sonsuz devam vehmiyle.

Gümüşlü bir fecrin zafer aynası, Muradiye, sabrın acı meyvası,

Ömrünün timsali beyaz Nilüfer, Türbeler, camiler, eski bahçeler,

Şanlı hikâyesi binlerce erin Sesi nabzım olmuş hengâmelerin

Nakleder yâdını gelen geçene.

Bu hayâle uyur Bursa her gece, Her şafak onunla uyanır, güler

Gümüş aydınlıkta serviler, güller Serin hülyasıyla çeşmelerinin.

Başındayım sanki bir mucizenin, Su sesi ve kanat şakırtılarından Billûr bir âvize Bursa'da zaman.

Yeşil türbesini gezdik dün akşam, Duyduk bir musikî gibi zamandan

Çinilere sinmiş Kur'an sesini. Fetih günlerinin saf neşesini

Aydınlanmış buldum tebessümünle.

İsterdim bu eski yerde seninle Başbaşa uyumak son uykumuzu, Bu hayâl içinde... Ve ufkumuzu

Çepçevre kaplasın bu ziya, bu renk, Havayı dolduran uhrevî âhenk..

Bir ilâh uykusu olur elbette Ölüm bu tılsımlı ebediyette, Belki de rüyâsı bu cetlerin,

Beyaz bahçesinde su seslerinin.

A. Hamdi TANPINAR

Page 45: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Fotoğraf Aybige Akdağ Şehreküstü Meydanı, Bursa

Page 46: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Günlerden bir gün, elimde kitabım bir büyük

ağacın gölgesinde oturuyordum. Karşımda

birden beliriverdi bir aksakallı dede.

Beyazlardan daha beyaz bir entari giymişti.

Gözleri, gök kadar maviydi. Su gibi berraktı,

yüzü. Sevgiyle gülümsüyordu gözlerinin içi.

Ellerini uzattı ve kaldırdı beni olduğum yerden.

Etraf sanki benim kitap okuduğum yer değildi.

Yemyeşil bir doğada sadece benim sırtımı

dayadığım, koca çınar vardı. Efsunlu gibi her

yan sislerin esiri. Nasıl bir tezat güneş ve sis?

Etrafta yalnız, ulu bir ağaç ilerleyen zamanda

gördüğüm, düşündüğüm hep ağaç oldu.

Yalnızlığın bütün yükünü kaldırabilen bir ağaç

vardı karşımda. O kadar dik ve mağrur.

Yapısında hiç bir eğrilik yoktu ve göğe

uzanıyordu başı. Kafamı kaldırıp sonunu ne

kadar görmek istesem o kadar başarısız

oluyordum. Sordum yanımda sevgiyle bana

bakan gök gözlü dedeye ‘’ Bu ağacın dallarının

sonu nereye uzanır? ‘’ Dedem de kaldırdı

başını sonsuz gökyüzüne ve gözleriyle bir oldu

gök. Döndü ve dedi ki bana ‘’ Bu ağacın dalları

Cennete dek uzanır. Kökleri o kadar uzundur

ki bütün ucunu bucağını sarar yerin. Tanrı

Ülgen yaşar, başının bittiği yerde.’’

Biliyordum, eski Türklerin Sonsuzluk Ağacını.

Başı, göğün dokuzuncu katına kadar ulaşırmış

ve kökleri de bütün dünyayı sararmış. Bu

dünya ve öteki dünya ile bağlantıyı bu ağaç

sağlarmış. Hatta Altay Şamanları, rüyalarında

tanrı Ülgen’in bu ağacın dallarından onlara

parçalar verdiğini görürmüş. Şamanlar da

davullarının kasnaklarını bu ağaçlardan

oluştururlarmış. Ayrıca Şamanların öteki dünya

ile bağlantı kurabildikleri düşüncesi varmış ve

bazı eylemleriyle bunu sağlamaya çalışırlarmış.

Mesela, tepede yalnız bir ağaca dokuz çentik

atılırmış. Bu çentikler dokuz kat cennetin

yolunu tasvir edermiş ve Şamanlar bu

çentiklere basarak dualar ederek öteki

dünyayla olan bağlantıyı sağlarmış. Peki şimdi,

benim karşımda ne arıyordu bu ağaç? Korkut

Atanın söz dizdiği bu heybetli ağaç…

Başına doğru bakar olsam, başsız ağaç

Dibine doğru bakar olsam, dipsiz ağaç

Dedem seslendi; ‘’ Yoktur bu ağacın yemişi,

meyvesi. Tanrı hiç doğmuş ve doğurmuş olur

mu? ‘’ Haklıydı gözleri gök dedem; ne bir

Kader,

Sonsuzluk

ve

Bir Yalnız

AĞAÇ

Busenur Aslan

Page 47: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

meyve vardı ağaçta ne bir yemiş. Yemyeşil

yaprakları, sonsuz başı olan bu heybetli ağacın

olmaz mıydı bir meyvesi? Ama olmazmış. Eski

Türkler inanırlarmış ki Tanrı doğmaz ve

doğurmazmış. Anlaşılacağı üzere eski Türkler,

ağacı tanrının bir yansıması olarak kabul

etmişler. O yüzden doğurmayan tanrının

silüeti olan bu ağaç da meyvesiz ve yemişsiz

olurmuş. Bu yüzden kayın ve çınar gibi ağaçlar,

birçok Türk topluluğu tarafından kutsal

sayılmış. Bunun yanında bazı topluluklar, dut

ağacını da kutsal saymışlar. Altay Şamanları,

tanrıya sundukları adaklarını bu ağaçlara

adamışlar. Kurbanlarını bu ağaçların

gölgesinde kesmişler. Düşünürlermiş ki ağaç

kurbanın ruhunu tanrıya ulaştıracak yoldur.

Altın yapraklı Bay Kayın,

Sekiz gölgeli mukaddes kayın,

Dokuz köklü, altın yapraklı mübarek kayın,

Ey mübarek kayın, sana kara yanaklı,

Ak kuzu kurban ediyorum.

Ağaca baktım ve gölgesine sığınmış hayvanlar

gördüm. Etrafı sıcak olsa bile insan, bu ağacın

gölgesinde serinlermiş. Gök gözlü dedem dedi

ki ‘’ Tanrı kullarını korur ve kollar. Ondan

böyledir ağacın gölgesi. Darda kalana yardım

eder ağaç. ‘’ Tanrı kullarını daima korur ve

kollar. Onun bu dünyadaki yansıması olan ağaç

da korumalı ve kollamalıymış insanı ve diğer

canlıları. İşte bu yüzden insanın huzur bulduğu

bir gölgesi varmış bu ağacın. Sığınılan tanrının

gölgesi, ağaç… İnsanın bu dünyada sığındığı,

tanrının gölgesinin gölgesi…

İnanırlarmış ki çok eskiden, henüz doğmamış

çocukların ruhları bu ağacın dallarında

oynaşırlarmış ve doğacakları günü

beklerlermiş. Çünkü ağaç, bu dünya ile öbür

dünyanın köprüsüymüş. Yine ölenlerin ruhları

bu ağaçların altında yapılan seremonilerle

defnedilirmiş. Sonsuz yaşamı olan tanrının

sembolü olan ağacın altında uğurlanan ruh

huzurla gidermiş öte dünyaya. Zaten sonsuz

olduğu için Tanrı, dökmezmiş yaprağını yaz kış

bu ağaç. Bundan başka bütün dini törenlerde

de bulundurulurmuş bu ağaçlar. Tanrı için

yapılan tanrının gözünün önünde olmalıymış.

Şamanların her birinin kendine ait bir ağacı

olurmuş. Çünkü Şamanın Tanrı ve öteki dünya

ile bağlantılı olduğuna inanılırmış. Evlerinin

önünde bulunan yalnız yemişsiz bir ağaç

Tanrının bu dünyadaki sembolü ve Şamanın

tanrı ile bağı sayılırmış. Şaman, Şaman olduğu

zaman dikilirmiş bu ağaç onun evinin önüne.

Onun ölümüyle de kesilirmiş bu ağaç. Çünkü,

öteki dünyaya sonsuza dek göçen Şamanın

artık bu dünya ile bir bağı kalmamıştır. İki

dünya ve Şaman arasındaki bağı koparmak için

bu ritüel gerçekleştirilirmiş. Acaba karşımdaki

gök gözlü ağacı kesilmemiş bir şaman mı ?

Bir çukur gördüm dipsiz miydi? Sordum gök

gözlüye; ‘’ Nedir bu? ‘’ Eğdi başını içi su dolu

çukura baktı. Kaldırdı başını dikti gözlerini

gözlerime baktı. ‘’ Ab-ı hayat suyudur o. ‘’

dedi. Hayat veren su neden buradadır ki?

Sonsuzluğun gözle görülür ağacının yanında

sonsuzluk suyu…

Büyük bir dağ yükselir, on iki gök katından,

Dağda bir kayın vardı, yaprakları altından,

Kayının altındaysa, küçük bir çukur vardı,

Bir karış bile değil, o kadar yüzlek dardı.

Bu çukur hep doluydu, kutsal hayat suyuyla,

İçen ölmez olurdu, ebedi bir duyuyla

Arkamı döndüm, kayboldu aksakallı, gök gözlü

dedem. Sisler yok oldu, aydınlandı her yer.

Elimde kitabım, sırtım ağaca yaslı. Yalnız o ışıklı

tepe, ben ve yalnız ağaç. Şimdi bir gizli anıda

kaldı hepsi. Acaba benim dostum ağaç,

rüyamdaki o heybetli ağaç mıydı?

Page 48: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Cinler, periler, iyi saatte olsunlar,

safsatalarla örülü bir masal… Güldürüden

ziyade ironiyle işlenmiş bir Hüseyin Rahmi

klasiği, Gulyabani… Kimmiş bu Gulyabani,

neymiş neyin nesiymiş? Gelin hep birlikte

izleyelim.

Bu sezon yine izleyicisinin karşısına dopdolu çıktı Şehir Tiyatrosu. Merakla beklenen yeni

oyunlarıyla her sene olduğu gibi yine tam not aldı seyircisinden. Bu sezonun en yeni

oyunlarından biri de Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanından tiyatroya uyarlanan Gulyabani

oldu.

Adı periliye çıkmış bir köşke hizmetçi olarak giden Muhsine’nin başına gelenleri izliyoruz

oyunda, tabi bir de köşkte neler döndüğünü anlamaya, sır perdesini aralamaya çalışıyoruz.

Çeşmifelek ve Ruşen Kalfa ile birlikte dua ederek, köşkün hanımı ile biraz delirip biraz da

kurtlarımızı dökerek seyirci olmaktan çıkıp köşkün bir ferdi oluyoruz adeta. Bu da oyuncuların

başarısından kaynaklanıyor elbette.

Oyuncuların başarısının yanında oyunu bu kadar başarılı kılan bir diğer etmen de

birbirinden güzel oyun müzikleri olmuş. Bir müzisyen gurubu hemen sahnenin yanında sizleri

bekliyor ve capcanlı müzik sunuyor sizlere. Kemanıyla, kanunuyla, klarnetiyle… Gözleriniz

sahnedeyken, ruhunuz da ritim tutuyor müzisyenlerle birlikte. (Oyun çıkışında hâlâ şarkıları

mırıldandığımız doğrudur.)

İlkin bizi güldürüyor güldürmesine ama sonra düşündürüyor Hüseyin Rahmi, ardından bir

güzel iğneliyor ve dersini verip bir kenara çekiliyor. Roman sahneye o kadar iyi taşınmış ki o

büyülü dünya sizin de evreniniz oluveriyor.

İyi saatte olsunlar hepinizden uzak olsun.

İyi seyirler…

İYİ SAATTE OLSUNLAR Sultan DEMİRTAŞ

Aşağıdaki adresten oyunun sahnelendiği gün ve saatleri

takip edebilirsiniz. http://www.bursasehirtiyatrosu.gov.tr/etkinlik-takvimi

Page 49: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR

GULYABANİ

Oyunlaştıran: Lale ORALOĞLU

Yönetmen Volkan ÖZGÖMEÇ

Dekor Tayfun ÇEBİ

Kostüm Funda ÇEBİ

Işık Zeynel IŞIK

Müzik Murat GEDİKLİ, Ahmet

BARAN

Dans Ferdi YILDIZ

Oynayanlar

ARABACI: Altuğ GÖRGÜ

AYŞE HANIM: Didem AKIN

MUHSİNE : Didem HUN LİMAN

ÇEŞMİFELEK KALFA: Müge

AÇIKDÜŞÜNENLER

RUŞEN KALFA: M. Eren TOPÇAK

HANIMEFENDİ: Nihal TÜRKSEVER

ERTEN

HASAN: Güney Y. GÜNEY

ŞEVKİ BEY: Uğur SERENER

İYİ SAATTE OLSUNLAR:

Aykan YILMAZ , Mehmet Ali AÇIL

Hakan DEMİR, Uğur ÜNSAL ,

Metehan KAYA

Yrd. Yönetmen: Sinem ŞAHİN,

Altuğ GÖRGÜ

Page 50: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

NAR AĞACI

YAZAR: NAZAN BEKİROĞLU

KONU: Nazan Bekiroğlu’ndan Trabzon-

Tebriz-Tiflis-Batum-Bakü-İstanbul hattında

geçen güzel bir roman. Balkan savaşı yıllarında

başalayıp I. Dünya Savaşı’na uzanan bir öykü…

Trabzon’da ve Tebriz’de doğup birbirlerine

doğru yol alan iki hayat; önce delice akan

sonra durgunlaşan iki ırmak… Tebriz’in meşhur

halı tüccarının deli fişek oğlu Setterhan ve

Trabzonlu inci tanesi Zehra…

İki büyük savaşın savurup yeniden

şekillendirdiği hayatlar,

muhacirlik,tehcir,mücadele,kader…Farklı

inançların aktığı ortak zemin, üç ülke üç sevda

Nazan Bekiroğlu’nun mürekkebi aşk olan

kaleminde buluştu. Nar Ağacı bir Doğu masalı

kadar zengin ,haya kadar güzel,hayat kadar

gerçek bir hikaye …

İNCİ

YAZAR: JOHN STEİNBECK

KONU: İnci, John Steinbeck tarafından

yazılmış, zenginliğin ve paranın getirdiği

kötülük ve felaketleri konu alan öyküdür.

Meksikalı inci avcısı Kino dünyanın en

büyük incisini bulduğunda, yoksulluk

içinde geçen hayatının artık değişiceğine

inanır. Sonunda karısı Juana ile kilisede

nikah töreni yapabilecek, oğulları

Coyotito'yu okula yollayabilecektir. Bu

hayalleri kuran Kino, incinin komşularında

uyandırdığı kıskançlığı göremez.

Steinbeck Meksika tarafına doğru yaptığı

bir yolculukta, La Paz bölgesinde Kino'nun

hikayesini duyar. Bu hikaye Meksika'da

çok meşhurdur. Kino bir gün bir inci bulur,

bu inci çok büyüktür ve çok değerlidir.

ARKA KAPAK Merve BAŞOL

Page 51: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Ancak Kino bu inciyi satamaz. Satıcılar fiyat

kırarlar, Kino ve karısı diğer şehre giderler.

Yolda başlarına kötü olaylar icra eder. Geri

dönüşleri efsane olmuştur. Steinbeck bu

hikayeden çok etkilenmiş ve bir film

çekmeye karar vermiştir. Yazdığı kısa

roman bir film romanıdır. Kitapta birçok

tema mevcuttur. Steinbeck'e göre bu kitap

evrensel bir fikri taşımaktadır. Her okuyan

bir çıkarım yapabilmelidir.

İştikakçının Köşesi

Türk Dilinde Kelimelerin ve

Eklerin Hayatı Üzerine

Denemeler

KONU: Şinasi Tekin’in bu çok önemli

eseri, uzun bir aradan sonra yeniden

okuyucuyla buluşuyor...

İştikakçının Köşesi, değerli ilim adamı ve

Türkolog Şinasi Tekin’in etimoloji (köken

bilimi) yazılarından oluşuyor. Bu

makalelerin benzerlerinden ayrıldığı en

önemli nokta; bilimsel titizlikten taviz

vermeden mizahi bir üslupta, okuyucuyla

sohbet eder gibi yazılmaları...

Kitapta “köşk”, “oruç”, “yazı yazmak”,

“üzengi”, “ev bark”, “il”, “gaza ve cihad”,

“bodun” gibi kelimelerin etimolojisi

incelenirken, bir yandan da Türk kültür

tarihine dair pek çok ayrıntı açıklığa

kavuşuyor. Yazarın ifadesiyle:

“Aşırı bir şekilde eğlendirici ve güldürücü

bir eğilim gösterdiği zaman ‘gülünç ve

saçma’ olabilen iştikak ilim dalı, ciddî bir

biçimde uygulandığında tasavvur

edilemeyecek kadar faydalı olabilmekte ve

tarihin, kültür tarihinin karanlık ve öteki

verilerle çözümlenemeyen birçok

noktalarına ışık tutabilmektedir.”

Page 52: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

KONUSUNU

TARİHTEN ALAN

FİLMLER

Page 53: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Değerli İncir Çekirdeği okuyucuları, bu ay sizler için konusunu tarihten almış

yerli-yabancı filmlerden seçmeler hazırladık.

120

Filmin Konusu :

Van.. 1915 Ocak.. Kış... I. Dünya Harbi'nin ilk ayları... Eli tüfek

tutan herkes Ruslarla ölüm – kalım harbindeyken, sınır

birliklerinde cephane tükenir...

Vanlı çocuklar gönüllü olurlar; Yaşları 12 – 17 arasında değişen 120

isimsiz kahraman çocuk... Cephaneyi sırtlanırlar, karlı dağlarda

günlerce gecelerce yürürler...

İşte, isimleri unutulmuş olsa da bu büyük yolculuğu gerçek bir

kahramanlığa dönüştüren gençlerimizin şanlı öyküsü bugünlerde

beyaz perdeye aktarılıyor. Hazırlıkları 3 yıldır sürmekte olan

“120”, özellikle günümüz gençleri için “uzun bir memleket

türküsü” hedefiyle tasarlandı; 1914 yılı dekorları ve kostümleri

yeniden üretildi.

KIRIMLI

Cengiz Dağcı’nın Korkunç Yıllar adlı romanından beyazperdeye

aktarılan film, II. Dünya Savaşı sırasında Alman esir

kamplarında rehin alınan Tatarlı esirlerin yaşadıkları insanlık

dramını ve çektikleri acıları konu alıyor. Kırım'da yaşayan Sadık

Turan savaş başlayınca diğer Kırım Türkleri gibi askere alınır ve

cepheye gider. Savaş esnasında Almanlara esir düşer ve

Almanca biliyor olması nedeniyle bulunduğu esir kampında

irtibat görevlisi olarak çalışmaya başlar. Kısa süre sonra

Almanların, Kırım'ı Ruslardan kurtarıp özgürleştirme vaadiyle

BEYAZ PERDE’den

Afra Nur Akkayalı

Page 54: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Türklerden oluşan birlik kurma planına dahil olarak Alman ordusunda görev almaya başlar.

Ancak bunun bir oyun olduğunu fark eden Sadık artık gerçek Kırım kurtuluşu için harekete geçecek

ve bu esnada hayatının aşkı Maria ile de tanışacaktır.

Filmin yönetmen koltuğunda daha önce Türk Pasaport’u filmine imza atmış olan Burak Arlıel

oturuyor. Oyuncu kadrosundaysa Murat Yıldırım, Selma Ergeç, Bülent Alkış, Gülçin Santırcıoğlu ve

Burç Kümbetlioğlu gibi isimler yer alıyor.

BİRLEŞEN GÖNÜLLER

Filmin Konusu

2. Dünya Savaşı döneminde geçen filmde, yolları trajik bir

şekilde ayrılan iki aşığın hikayesi ele alınıyor. Niyaz ve Cennet

yeni evli bir çifttir. Ancak alevlenen savaş, yaşadıkları köye

kadar yaklaşır ve Nazi işgalinden kaçmak isterken yolları

ayrılır. Niyaz trenden atlar, Cennet ise atlayamadan yakalanır.

Doğumunu dahi trende yapar ve birçok sefaletle tek başına

yaşamak zorunda kalır. Takvimler 1990 yılına ilerler ve tıpkı

onlar gibi birbirlerine aşık bir çift Türkiye'den Kazakistan'a

gider. Amaçlarıysa çorak topraklarda okul inşa etmektir...

Çekimleri Türkiye ve Bulgaristan'da gerçekleştirilen film, İkinci

Dünya Savaşı döneminde geçen bir aşk hikayesini konu

ediniyor. Filmin yönetmen koltuğunda Hasan Kıraç bulunurken oyuncu kadrosunda Hande Soral,

Serkan Şenalp, Sema Çeyrekbaşı ve Atılgan Gümüş gibi isimler yer alıyor.

GANDHİ

Filmin Konusu

1900'lü yılların başında, Hindistan'dayız... İngiliz sömürüsü altındaki

ülke, esareti tüm iliklerinde hissetmekte, özgürlük kavramının

hissettirdiklerini günden güne yitirmektedir. Bu dönem ortaya çıkan

bir kişilik, epik bir tarih yazarak, insanlık tarihinin en önemli

kahramanlarından biri haline gelecektir. Tüm zamanların en ilham

verici kişiliklerinden biri olacak bu adam, Hindistan tarihinin en

önemli kişiliği Mahatma Gandhi'den başkası değildir...

Biyografi filmleri türünün en yetkin örneklerinden biri olan Gandhi,

birçok sebepten dolayı etkisini asla yitirmeyecek, epik bir yapıttır.

Akademi Ödülleri'nde sekiz dalda Oscar kazanan film, 300.000

kişiden oluşan, sinema tarihinin en kalabalık sahnesi rekorunu

elinde bulunduran cenaze sahnesiyle hafızalara kazınmıştır.

Page 55: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

AMİSTAD

Filmin Konusu

Film, 1839 yazında Küba Sahillerinden hareket eden ve

içerisinde tutuklu Afrikalı köleleri taşıyan La Amistad

gemisinin yolculuğuna başlamasıyla açılır. Cinque isimli

bir adamın gemiden söktüğü bir çiviyle prangalarını açar

ve birçok arkadaşını aynı şekilde özgür bırakır. Böylece

gemide esaslı bir isyan başlamış olur. Akabinde gemi

mürettebatı ve köleler arasında başlayan savaş

mürettebattaki birçok kişinin ölümüyle sonuçlanır. Sağ

kalan iki kişi ise köleleri istedikleri yere götürmek

zorundadır. Ancak yolculuk esnasında karşılaşacakları bir

Amerikan savaş gemisi tarafından yakalanacak, ardından

da bu suçlar sebebiyle yargılanmaya başlayacaklardır.

Gerçek bir hayat hikayesinden uyarlanan ve dört dalda Oscar'a aday gösterilen filmin

yönetmen koltuğunda usta yönetmen Steven Spielberg bulunuyor.

CENGİZ HAN

Tarihin en dehşet saçan kudretli hükümdarı Cengiz

Han'ın yaşamından kesitleri çok uluslu bir ortam yapım

2008’de beyazperdeye aktarılmıştır. Kazakistan'ın

Oscar adayı olan 'Cengiz Han', Rus, Alman, Kazak ve

Amerikan ortak yapımı bir film. 'Moğol' üçlemesinin ilk

filmi olan Cengiz Han, genç Temuçin'in savaşarak

esaretten kurtuluşunu ve dünyanın yarısını talan eden

uçsuz bucaksız Moğol İmparatorluğu'nun kurucusu olan

acımasız Cengiz Han ünvanına sahip oluşunu konu

alıyor. Destansı bir dille sinemaya aktarılan film, nefes

kesici savaş sahneleri içeriyor.

Page 56: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Kitap Ağacı; kitaplara inanan, kitapların

dostluğuna güvenen bir avuç kitapseverin

katkıları ile 18 Eylül 2013 tarihinde kuruldu.

İnstagram başta olmak üzere Twitter,

Facebook ve Vikitap ortamlarından çok sayıda

katılımcı ile büyümeye başladı. Hep beraber

aynı kitabı yaşamak ve aynı cümlelerde

buluşmak adına; her ay oylama ile seçilen

ortak bir kitabı okumaktı amacımız.

Bunun akabinde ilk kitabımız George Orwell

– 1984 olarak belirlendi ve 23 Eylül 2013

tarihinde yaklaşık 300 kişi ile aynı anda kitaba

başlandı. Sırası ile şimdiye kadar okunan

kitaplarımız; Khaled Hosseini – Ve Dağlar

Yankılandı, Harper Lee – Bülbülü Öldürmek,

Trevanian – Şibumi, Oğuz Atay –

Tutunamayanlar, Sabahattin Ali – Sırça Köşk,

Cemal Süreya – Sevda Sözleri, Jean-Christophe

Grange – Siyah Kan, Gabriel Garcia Marquez –

Yüzyıllık Yalnızlık ,Fyodor Dostoyevski – Suç ve

Ceza, Emile Zola- Germinal, Kürşat Başar- Yaz,

John Verdon- Peter Pan Ölmeli, Hakan

Günday- Kinyas ve Kayra, Helene Wecker-

Golem ve Cin, Franz Kafka- Milenaya

Mektuplar kitaplarını okuduk ve Ocak ayı

kitabımız Wulf Dorn- Psikiyatrist.

Okunan her kitap, özellikle katılımcıların

İnstagram başta olmak üzere Twitter,

Facebook ve Vikitap profillerinde gerek

fotoğraflar gerekse altı çizilen cümlelerle

paylaşıldı. Mesafeler yok sayılarak bir kitabın

aynı anda yüzlerce okuyucuya neler

hissettirdiği sosyal medyada konuşuldu,

tartışıldı. Kitaplar kadar yazarlar da mercek

altına alındı. Bilgi paylaşıldı, paylaşıldıkça

çoğaldı. Bu etkileşim çığ gibi büyürken her

kitapseverin düşündüğü “Çevremde yalnızım,

kitapları benim kadar seven yok” önyargıları

kırıldı. Yaşanan yalnızlık duygusu yok oldu.

Kendimiz gibi düşünenlerin varlığı saptandı ve

sınandı.

Kitap Ağacı üyeleri sadece sanal ortam ile

yetinmeyip yüz yüze de kitap dostluklarını

pekiştirmek adına buluşmalar düzenlemeye

başladılar. Toplamda 67 buluşma ile 20 farklı

ilde ve Hollanda’da kitap dostları bir araya

geldi. Bu iller; Aydın, Ankara, İstanbul, İzmir,

Konya, Antalya, Tekirdağ, Trabzon, Bursa,

Kocaeli, Gaziantep, Eskişehir, Sakarya,

Samsun, Adana, Erzurum, Diyarbakır, Ağrı,

Malatya. Bu illerimizde her ay düzenli olarak

Kitap Ağacı buluşmaları düzenlenmektedir.

Organizasyon sahiplerinin ve katılımcıların

hediyeleri, kitap çekilişleri ve o ay okunan

Esin Büşra Bekçe

Page 57: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

kitabın analizi ile geçen buluşmalar bir klasik

halini almıştır.

Bu buluşmalarda konuk olarak Serkan

Koktay, Selim Çiprut, Ozanser Uğurlu, Deniz

İrfan, Halim Altınışık, Erol Çelik ve Serkan

Türk , Nermin Bezmen, Hakan Akdoğan gibi

yazarları ağırladık. Şimdiye kadar 4 yazar ile

röportajımız bulunmaktadır. Bu yazarlar;

Ahmet Ümit, Hakan Günday, Ozanser Uğurlu

ve Deniz İrfan’dır.

Buluşmaların haricinde Kitap Ağacı

Kitaplaşma Günleri adı altında Bursa ve

Sakarya’dan katılımcılarımız her 15 günde bir

toplanıp, seçtikleri kişiye kitap almaktadırlar. İl

buluşmaları ve Kitaplaşma Günleri dışında

Kitap Ağacı Ailesi olarak İstanbul, İzmir,

Ankara, Bursa ve Trabzon Kitap Fuarlarına

katıldık. Birincil amacımız kitap okumak olarak

başladı ama biz çıtamızı genişletmeye devam

ettik. Edebiyat sevgimizi her hafta bir edebiyat

filmini beraber izleyerek pekiştirdik. Her hafta

bir üyemizin seçtiği filmi izledik ve üzerinde

tartıştık. Kitaplardan daha güzel hediye olmaz

dedik ve 2 kez hediye çekilişi düzenledik.

Gerek farklı illerde gerekse farklı ülkelerde

toplamda 600 kişinin katıldığı bu çekilişlerde

üyelerimiz birbirlerine kitap hediye ettiler ve

dostluklarını gerçek hayata taşıdılar. Kitabı

okumak değil okutmakta marifet dedik

Tekirdağ ilinin Çorlu ilçesinde bulunan Yıldırım

Beyazıt Han Ortaokulu için bir “Kitap Ağacı

Kütüphanesi” yaptık. Şuan hala devam eden

“Bir Çocuğun Kitap Ağacı” ve “Tekerlekli

Sandalye için Mavi Kapak” adı altında iki

projemiz daha mevcuttur. Kitap sevgisi ile

başladığımız bu yolda Kitap Ağacı ile bambaşka

bir dünyaya kapılarımızı sonuna kadar açtık.

Bugün içinde bulunduğumuz şartları ilk gün

hayal edememiştik, ama bugün

gerçekleştirmesini bildik. En başta söylediğimiz

‘’OKUDUKÇA BÜYÜR İNSAN’’ idealizmini

somut ve soyut her alanda hissettik.

Türkiye’nin birçok yerinden Kitap Ağacı üyeleri

bugün birbirlerinin gerçekten dostu oldular.

Sanalı gerçekliğe dönüştürdük ve bunlar hep

kitapların ortak dili sayesinde gerçekleşti. Biz

kitabın gücünü keşfedip büyürken, dünyamız

küçüldü! Küçük bir grupla çıktığımız bu yolda

kitapseverlerin yanımızda olması, artık ‘’BİZ’’

olmamız, sınırları yok sayan kocaman bir aile

olmamız mucize gibi… Ve bu hayat,

hayatlarımız mucizeleri sonuna kadar hak

ediyor… Aynı ağacın gölgesinde, nesillerce,

ortak paydası kitap olan insanları bir arada

tutmak, birleştirmek, kitapların tek ölümsüzlük

olduğunu bir kez daha kanıtlamak tek

hedefimizdir. Tamamen gönüllülerden oluşan

ekibimizin vakti oldukça buralar da

renklenecek, hiç şüpheniz olmasın!

Page 58: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Uludağlı Edebiyatçıların Sesi, İncir Çekirdeği...