İncir Çekirdeği dergisi sayı: 10
DESCRIPTION
İncir Çekirdeği Ocak 2015 sayısıyla sizlerle!TRANSCRIPT
Ocak 2015 Sayı: 10 dil, edebiyat, kültür, sanat
Tanpınar Zamanın ne içinde
ne de büsbütün dışında bir
Mustafa A.
KIRIMOĞLU
İle
Sohbet
HEM
ING
WAY
Vaktiyle Bir
ATSIZ Varmış...
ERNEST
Tarihi
Yansıtan
FİLMLER
E
İncir Çekirdeği
Dergisi
Genel Yayın Yönetmeni
Ayşe Bengisu Akdağ
Yazı İşleri Müdürü
Sırdem Kemiksiz
Editörler
Sultan Demirtaş
Kübra Tarakçı
Yazarlar
Afra Nur Akkayalı
Aziz Nadir
Beyza Arı
Busenur Aslan
Hatice Türk
Hilal Akarslan
Işık Selin Orhuntaş
Mehmet Altınova
Merve Başol
Sema Keser
Süleyman Erkut
Tuğçe Erkol
Zeynep Tosun
Misafirler
Sevil Batan
Tasarım
Ayşe Bengisu Akdağ
İletişim
facebook.com/incircekirdegidergisi
https://twitter.com/IncirCekirdegiD
EDİTÖRDEN...
Değerli İncir Çekirdeği okuyucuları,
Yeni yılın ilk sayısı ile karşınızdayız. Bu sayı siz değerli
okuyucularımıza bizden küçük bir yeni yıl armağanı olsun
diye özellikle erken yayımladığımız bir sayı oldu. Bizler her
ay olduğu gibi Ocak sayımızı da hazırlarken hem çok
eğlendik hem de sizlerle paylaşmak üzere pek çok şey
öğrendik.
Bu ay dopdolu bir şekilde sunduğumuz, dosya konumuz
olan Türk edebiyatının değerli ismi Ahmet Hamdi
Tanpınar’ın hayatını Beyza Arı, mektuplarını Sultan
Demirtaş sizler için yazdı. Onun ‘’Beş Şehir” inden izleri
Mehmet Altınova ve Işık Selin Orhuntaş yazılarında ele
aldılar. Ayşe Bengisu Akdağ unutulmaz lider Mustafa A.
Kırımoğlu ile söyleşisini sizlerle paylaşıyor. Tuğçe Erkol
Nobel ödüllü Amerikan yazar Ernest Hemingway’i
anlatırken Aziz Nadir de “Vaktiyle Bir Atsız Varmış...”
diyor. Sultan Demirtaş ‘’Gulyabani’’ adlı tiyatro yazısıyla
karşınızda. Konusunu tarihten alan filmleri sizlere Afra Nur
Akkayalı sunuyor. Kübra Tarakçı Erasmus maceralarına
kaldığı yerden Paris’le devam ediyor. “Ardından’’ yazı
serisi Deniz’in yeni maceralarını öğrenmek isteyenleri
heyecana davet ediyor. Bunların yanında pek çok deneme,
öykü ve şiir de okunmak üzere siz okuyucularımızı
bekliyor.
Yeni yılın karlı, soğuk ilk sabahında kalbinizi ısıtmak
dileğiyle…
Sırdem KEMİKSİZ
Yazı İşleri Müdürü
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Havadis
Ölümsüz Bir İsim: Ahmet Hamdi
Tanpınar / Beyza Arı
Şiir – Selam Olsun / A. Hamdi
Tanpınar
Bir Şehri Sevmek /
Işık Selin Orhuntaş
Tanpınar’ın Mektuplarındaki
Konular / Sultan Demirtaş
Hikaye – “Bursa’da Zaman” /
A. Bengisu Akdağ
Şiir – Bir Adın Kalmalı /
A. Hamdi Tanpınar
Tanpınar’ın “Beş Şehir” Adlı
Eserinden Eyüp Sultan’ın Portresi /
Mehmet Altınova
Şiir – Alem-i Pertev / Süleyman Erkut
Ardından – 7. Bölüm / Sırdem
Kemiksiz
Mustafa A. Kırımoğlu ile Sohbet /
A. Bengisu Akdağ
Deneme – Bir B’aşka Serenad /
Hatice Türk
Şiir – Bütün Kabahat Dilimin /
Sevil Batan
Şiir – Sen / Sema Keser
Cadı Avı- Bölüm:2 “Tezer Özlü” /
Işık Selin Orhuntaş
Şiir – Gün / Sema Keser
Deneme – Huzur / Zeynep Tosun
Vaktiyle Bir Atsız Varmış... /
Aziz Nadir
Hikaye – Yolculuk / Hilal Akarslan
Bir Erasmuslunun Güncesi /
Kübra Tarakçı
“Hem Papa”: Ernest Hemingway /
Tuğçe Erkol
Şiir – Bursa’da Zaman /
A. Hamdi Tanpınar
Fotoğraf / Aybige Akdağ
Kader, Sonsuzluk ve Yalnız Bir Ağaç /
Busenur Aslan
İyi Saatte Olsunlar: Gulyabani -
Tiyatro / Sultan Demirtaş
Arka Kapak / Merve Başol
Beyaz Perde’den – Konusunu
Tarihten Alan Filmler /
Afra Nur Akkayalı
Tanıtım: “Kitap Ağacı” /
Esin Büşra Bekçe
İçindekiler
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
HA
VÂ
DİS
Gaspıralı
İsmail Anısına
Düzenlenen
Kompozisyon
Yarışması
Sonuçları
Açıklandı!
Bursa Türk Ocaklarının 100.
Ölüm yıl dönümünde
Gaspıralı İsmail anısına
düzenlediği kompozisyon
yarışmasının sonuçları
açıklandı. Yarışmanın
üniversiteler arasında
birincisi Uludağ Üniversitesi
Türk dili ve edebiyatı
bölümü son sınıf öğrencisi
Adem Kaçar olurken ikincilik
de yine Uludağ Üniversitesi
Türk dili ve edebiyatı
bölümü son sınıf öğrencisi
olan dergimiz genel yayın
yönetmeni Ayşe Bengisu
Akdağ’ın oldu. Yarışmanın
ödül töreni 10 Ocak
Cumartesi günü saat
15:00’te Heykel Dede Efendi
Salonunda yapılacaktır.
TÜYAP kitap
fuarları
takvimi belli
oldu
TÜYAP Tüm Fuarcılık Yapım
AŞ tarafından Türkiye
Yayıncılar Birliği işbirliği ile
hazırlanan kitap fuarlarının,
2015 takvimi belli oldu
TÜYAP 'tan yapılan
açıklamaya göre, geçen yıl
Adana, Bursa, İzmir,
Diyarbakır ve İstanbul'da 1
milyon 301 bin 500 okur,
kitaplarla ve yazarlarla
buluştu. Bursa Kitap Fuarı,
bu yıl 14-22 Mart'ta Bursa
Uluslararası Fuar ve Kongre
Merkezi'nde kitapseverlerle
buluşacak. Kitap Fuarı,
Bursa'da Haldun Taner'in
100. yaşını kutlamaya
hazırlanıyor. Fuar süresince
Haldun Taner'in, yaşamı,
eserleri ve tiyatroya
sunduğu katkıları söyleşi ve
panellerle ele alınacak. Fuar,
300 yayınevi ve sivil toplum
kuruluşunun katılımıyla
gerçekleşirken 80 kültür
etkinliğiyle yüzlerce yazara
ve şaire ev sahipliği
yapacak.
2015 TÜYAP Kitap Fuarları:
Çukurova 8. Kitap Fuarı: 13-18
Ocak
Bursa 13. Kitap Fuarı: 14-22
Mart
20. İzmir Kitap Fuarı: 18-26
Nisan
Karadeniz Kitap Fuarı-Samsun:
18-24 Mayıs
34. Uluslararası İstanbul Kitap
Fuarı: 07-15 Kasım
Türk ve İslam
Eserleri
Müzesi açıldı
Sultanahmet Meydanı'nda
yer alan ve bir süredir
devam eden restorasyonu
tamamlanan 'Türk ve İslam
Eserleri Müzesi'nin açılışı
yapıldı
Kültür ve Turizm Bakanı
Ömer Çelik'in katılımıyla
Türk ve İslam Eserleri
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Müzesi açılışı yapıldı. Bir
süredir çalışmaların sürdüğü
müzenin restorasyonu için
16,4 milyon TL harcandı.
Sultanahmet Meydanı'nda
bulunan Türk ve İslam
Eserleri Müzesi'nin açılış
töreninde konuşan Bakan
Ömer Çelik, "bu kadar
değerli bir eserin restore
edildikten sonra yeniden
açılmasının kendisini
sevindirdiğini" söyledi.
Ayrıca kültürel coğrafyanın
siyasi coğrafyanın ruhu
olduğuna dikkati çekerek,
"dolayısıyla kültürel mirasa
sahip çıkmanın bugün ve
gelecek için bir tercih değil
zorunluluk olduğuna" işaret
etti.
Türk Tiyatrosu
Dergisi
internet
erişime açıldı
Şehir Tiyatroları’nın
yayınlamakta olduğu Türk
Tiyatrosu Dergisi, 100. Yıl
Etkinlikleri kapsamında
internet erişimine açıldı.
100 yıllık Şehir Tiyatrosu
arşivinin kodlanarak
kütüphane programına
geçirilmesi ve dijital ortama
aktarılması için bir yıldır
çalışma yürüten Şehir
Tiyatroları Arşiv Birimi,
kodlama işlemini
tamamladı. Araştırmacılar
için çok önemli bir belge
niteliği taşıyan Türk
Tiyatrosu Dergisi ise
öncelikli olarak dijital
ortama aktarılarak, online
erişime açıldı.
Orhan
Pamuk'tan
yeni roman
Nobel Edebiyat Ödülünü
2006 yılında kazanan yazar
Orhan Pamuk'un yaklaşık 6
yıldır beklenen yeni romanı
'Kafamda Bir Tuhaflık'
raflardaki yerini aldı.
"Kafamda Bir Tuhaflık" hem
bir aşk hikâyesi hem de
modern bir destan. Orhan
Pamuk’un üzerinde altı yıl
çalıştığı roman, bozacı
Mevlut ile üç yıl aşk
mektupları yazdığı
sevgilisinin İstanbul’daki
hayatlarını hikâye ediyor.
En Sevilen
Şiir: Mona
Roza
Cumhuriyet döneminin en
sevilen 12 şiiri, internet
üzerinden yapılan oylamaya
belirlendi. TYB tarafından
her yıl tekrarlanacak ve
geleneksel hale getirilmesi
hedeflenen Şiir Günleri
kapsamında seçilen 12 şiir
TYB İstanbul’un tarihi
binasının yıl boyunca
duvarlarını süsleyecek.
İşte Cumhuriyet döneminin
en sevilen 12 şiiri:
SEZAİ KARAKOÇ - MONA
ROZA
ATTİLA İLHAN - BEN SANA
MECBURUM
AHMED ARİF -
HASRETİNDEN PRANGALAR
ESKİTTİM
NECİP FAZIL KISAKÜREK –
KALDIRIMLAR
İSMET ÖZEL – AMENTÜ
TURGUT UYAR - GÖĞE
BAKMA DURAĞI
ABDURRAHİM KARAKOÇ –
MİHRİBAN
MEHMET AKİF ERSOY -
ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE
SEZAİ KARAKOÇ - SÜRGÜN
ÜLKE
YAHYA KEMAL BEYATLI -
SESSİZ GEMİ
NECİP FAZIL KISAKÜREK -
SAKARYA TÜRKÜSÜ
ERDEM BEYAZIT - SANA,
BANA, VATANIMA,
ÜLKEMİN İNSANLARINA
DAİR
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Türk edebiyatının yetiştirdiği değerli ve
bulunmaz isimlerden biri daha… O her ne
kadar “ Kendime gelince… İnsan o kadar
mühim değildir. Ben de herkes gibiyim” dese
de eserlerini ve kendisini tanıyan kimse onun
sıradan bir insan olduğuna inanmaz sanırım. O
“ Belki bir şeyler yaptım; fakat tam istediğimi
değil. Benim istediğim insanın ötesiydi.”
diyerek yaptıklarını eksik bulmasına rağmen
çalışmalarıyla Türk edebiyatını dolu dolu
yapan, adından saygıyla söz ettiren, çok geniş
bir yelpazenin sanatçısı olan, ölümsüzlüğün
ismi: Ahmet Hamdi Tanpınar.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Cumhuriyet Devri
Türk edebiyatında çok yönlü bir isim olarak
öne çıkar. Onu Türk edebiyatının gözde ismi
yapan sebeplerden biri de birçok alanda
adından söz ettirmesidir. Tanpınar, bir yönüyle
edebiyat tarihçisi, bir yönüyle Türkçeyi en iyi
kullanan denemecilerden biri, bir yönüyle
ÖLÜMSÜZ BİR İSİM: AHMET HAMDİ
TANPINAR
Beyza ARI
“Geçen gün
Boğaz’daydım.
Âşık olduğum,
yalnız gezdiğim
günleri
düşündüm. Ve
kendi kendime
“Ya Rabbim
dedim, acaba
genç bir âşık bir
gün buralarda
tıpkı benim on
on beş sene
evvelki halimde
dolaşırken
benden bir
mısra okuyacak
mı? Ebediyet
işte bu!”
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
romancı, bir yönüyle de şairdir. Onu önemli
kılan sadece birçok alanda başarılı eserler
vermesi değil, aynı zamanda yaşadığı dönem
itibariyle çok geniş ve değişik kaynaklara
ulaşarak, farklı sanat ve estetik disiplinleriyle
beslenmiş olmasıdır.
Tanpınar 23 Haziran 1901’de İstanbul
Şehzadebaşı’nda dünyaya gelir. Babası
Abdülhamit ve İkinci Meşrutiyet dönemlerinde
imparatorluğun çeşitli yerlerinde kadılık
yapmış olan Batumlu Hüseyin Fikri Efendi,
annesi ise Trabzonlu Kansızzadeler ailesinden
Nesime Bahriye Hanım’dır. Tanpınar bu ailenin
üç çocuğundan en küçüğüdür. Babasının
memur olması dolayısıyla sık sık şehir
değiştirmelerine bağlı olarak okul değiştirmek
zorunda kalır. İstanbul’da Ravza-i Maarif’te
başlayan okul hayatı Sinop, Siirt
ortaokullarında Vefa, Kerkük ve Antalya
liselerinde devam eder. Ahmet Hamdi
Tanpınar okuma zevkini daha küçük yaşlarda
edinmeye başlamıştır. 1914-16 yıllarında
Kerkük’te iken basılı tarih kitaplarını, Kısas-ı
Enbiya’yı, Cezmi’yi, Monte Kristo’yu, Servet-i
Fünun sayılarını ve kitap serilerini okur.
Kalabalık bir aile ortamında bulunmasına
rağmen okuduklarının etkisinde kalarak yavaş
yavaş bir sanat adamı olur. Bunda “Meyve
bahçelerinde dolaşırken yavaş yavaş bir hülya
adamı oldum” diyen yazarın yazılarından
anlaşıldığı kadarıyla, bulunduğu coğrafyanın ve
tabiat parçalarının da etkisi büyük olur. Bu dış
dünyaya karşı ilgili tavrın daha çocukluk
yaşlarında başladığı Antalyalı Genç Kıza
Mektup ’undan anlaşılmaktadır: “Ergani
Madeni’nde üç yaşında iken bir gün kendime
rastladım. Çok karlı bir gündü. Ben sıcak ve
buğulu bir camdan karla örtülü bir bayıra
bakıyordum. Sonra birden bire kar tekrar
yağmaya başladı. Bir çeşit çok lezzetli
hayranlık içinde kalmıştım. Bu anı her karlı
günde hatırlar ve yağışı beklerim.”
Tanpınar’ın bu sözleri hakkında Prof. Dr.
Mehmet Kaplan şöyle der: “Üç yaşında iken
böyle bir duyu hissetmek ve onu ömür
boyunca unutmamak, muayyen bir mizaca
tekabül eder.”
Mehmet Kaplan’ın bu saptaması ve
Tanpınar’ın aynı mektupta yer alan “Siirt’te
uzak dağlara akşam saatlerinde çöken
yalnızlığı ve yıldızlı geceleri tanıdım. Yazları
çok sıcak olan bu memlekette damlarda
yatardık. Yıldızlı gece beni büyülerdi sanki.
Sonsuzluk dalga dalga vücudumu
doldururdu.” şeklindeki sözleri, onun
çocukluğundan beri yoğun duygular içinde
olduğunu ve dolayısıyla Tanpınar’ın sanatının
kendi kişiliğinden ayrı
değerlendirilemeyeceğini gösterir. Sinop’ta
denizi, Siirt’te yıldızlı geceleri okuduklarıyla
hamurlayan Tanpınar, geniş bir iç dünyanın,
zengin bir hayal aleminin temellerini kurar.
Ahmet Hamdi 13 yaşında gittiği Kerkük ile ilgili
anılarının “çok silik ve dağınık” olduğunu
belirtir. Yazar Kerkük yıllarını bir “mahrumiyet
dönemi” olarak görür. Yalnızlıktan, okuyacak
kitap bulamamaktan yakınır, ardından bir de
“annenin kaybı” gelir.
Babasının işi dolayısıyla yer değiştirmeler
esnasında Musul’da yazarın annesi tifüse
yakalanarak vefat eder. On dört, on beş
yaslarında iken annesini kaybetmiş olması
Tanpınar üzerinde derin izler bırakır: “Ölüm bu
kadar yakından kokladığı insanların peşini
kolay kolay bırakmıyordu. Er geç bir tarafta
karşılarına çıkıyor, sofrasını açıyor,
“Buyurun!” diyordu.” Yazarın insanın
ölümlüğüne dair ilk teması bu olayla başlar. O
sırada aynı acıyı daha önce yaşamış olan
Ahmet Haşim’in Şiir-i Kamer’lerini
okumaktadır. Mehmet Kaplan bu noktada
“Haşim’in de ölen annesi için yazdığı bu
şiirler, genç Ahmet Hamdi’yi, bir kader birliği
ile devrin meşhur şairine bağlamıştır. Gençlik
şiirlerinde Haşim’in izleri bellidir.”
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
15 yaşında yani 1916’da Antalya’ya geçer ve
burada iki yıl kaldıktan sonra İstanbul’a
dönerler. Bu yılların anıları Huzur ve Sahnenin
Dışındakiler adlı eserlerde görülür. Ahmet
Hamdi Tanpınar’ın üniversite yıllarına ait
anıları ise hocası Yahya Kemal için yazdığı
kitapta kendilerine yer bulurlar. Paris’te uzun
süre kalarak, yeni fikirlerle “eve dönen” Yahya
Kemal’in öğrencisi olan Tanpınar, ondan
öğrendikleriyle şiir dilindeki titizliğe ve tarih
görüşüne geniş ufuklar açmıştır.
Ahmet Hamdi Tanpınar 1923’te Erzurum’a
edebiyat hocası olarak atanır. Burada yazar
Mustafa Kemal ile tanışma fırsatı bulur.
Erzurum’dan sonra Tanpınar hayatını Beş Şehir
’den bilindiği gibi Konya, Bursa, Ankara ve
İstanbul’da geçirir. Güzel Sanatlar
Akademisi’nde sanat tarihi hocalığı, Maraş
Milletvekilliği, Milli Eğitim Bakanlığı
müfettişliği ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Yeni Türk Edebiyatı kürsüsü
profesörlüğü görevlerinde bulunur. Yıllar
boyunca Avrupa’ya gitmek isteyen Ahmet
Hamdi’nin Avrupa kültür ve sanatıyla
kucaklaşması nihayet 1953 yılında gerçekleşir.
Fransa’nın yanı sıra Belçika, Hollanda,
İngiltere, İspanya ve İtalya’yı gezen yazar, daha
sonra 1959’da ikinci bir Avrupa seyahati daha
yapar. Bütün bu Avrupa seyahatleri,
kitaplarından tanıdığı Batıyı, Batılı yazar ve
şairleri yakından tanıma imkânı verir.
Hikâye, roman, deneme, makale, edebiyat
tarihi gibi nesir sahasında pek çok eser vermiş
olan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın en bariz vasfı,
kendisinin de kabul ettiği gibi şair olmasıdır.
Onun şiirleri sayıca az olmakla birlikte devrinin
en güzel şiirlerinden olduğu gerçeği
eleştirmenlerce belirtilmiştir. Güzelliğe ve
sanatsal olana karşı sevgisi bu derece büyük
olan Tanpınar, sanatta sonsuzluğa ulaşmanın
çaresini mükemmellikte bulur. Bu görüşe
varmasında Valery kadar Yahya Kemal’in de
etkisi olmuştur. Antalyalı genç kıza yazdığı
mektupta bu konuya değinerek “Yahya
Kemal’in üzerimdeki asıl tesiri şiirlerindeki
mükemmeliyet fikri ile dil güzelliğidir” der.
Tanpınar’ın şiir konusundaki titizliğini ve
seçmeciliğini bu “mükemmeliyet”
düşüncesiyle açıklamak mümkündür. “Şiir
söylemekten ziyade bir susma işidir.
Sustuğum şeyleri roman ve hikâyelerimde
anlatırım” diyen yazarın romanlarında ve
hikâyelerinde insan ve problemlerinin yanı sıra
tarih, musiki, rüya, zaman, resim fert hayatının
vazgeçilmez unsurları olarak yer alır.
Ahmet Hamdi Tanpınar’daki “ölümlü”
oluşun bilinci onda önemli bir farkındalık
yaratmıştır. Ölümle yüzleşeceği kesindir; ancak
sanatçı duyarlılığından kaynaklanan asıl
endişesi, ismiyle veya eserleriyle anılıp
anılmayacağıdır. Yaptıklarıyla anılmak,
unutulmamak veya yarına kalmak isteği olarak
nitelendirebileceğimiz yaklaşımın Tanpınar için
oldukça geçerli olduğu görülür. O yaptıklarının
anılmasını bir tür ölümsüzlük olarak
değerlendirmiştir. “Geçen gün Boğaz’daydım.
Âşık olduğum, yalnız gezdiğim günleri
düşündüm. Ve kendi kendime “Ya Rabbim
dedim, acaba genç bir âşık bir gün buralarda
tıpkı benim on on beş sene evvelki halimde
dolaşırken benden bir mısra okuyacak mı?
Ebediyet işte bu! Eğer böyle bir şey olursa
vallahi mezarımda ters dönerim” diyen
şairimizin bu arzusuna çoktan kavuşmuş
olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Hayatı boyunca sağlığından şikâyetçi olan
Tanpınar, 23 Ocak 1962 günü geçirdiği kalp
krizi ile Haseki Hastanesi’ne kaldırılır. Ertesi
sabah ikinci bir krizle hayata veda eder. Ahmet
Hamdi Tanpınar’ın cenazesi Rumelihisarı
Kabristanı’nda hocası ve dostu Yahya Kemal’in
yanı başına defnedilir. Mezar taşı üzerinde çok
bilinen şiirinin ilk iki mısrası yazılmıştır:
Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında…
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Selâm olsun bizden güzel dünyaya
Bahçelerde hâlâ güller açar mı?
Selâm olsun sonsuz güneşe, aya
Işıklar, gölgeler suda oynar mı?
Hepsi güzeldi kar, tipi, fırtına
Günlerin geçişi ardı ardına.
Hasretiz bir kanat şakırtısına
Mavi gökte kuşlar yine uçar mı?
Uzak, çok uzağız şimdi ışıktan,
Çocuk sesinden, gül ve sarmaşıktan,
Dönmeyen gemiler olduk açıktan,
Adımızı soran, arayan var mı?
Ahmet Hamdi TANPINAR
Selâm Olsun
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
‘’Anne karnı huzuru/Çocukluğumun sesi’’
Nereden aklıma geldiğini bilmiyorum bu şarkı
sözünün ama Bursa ile ilgili bir şeyler yazmak
isterken birden zihnime giriverdi. Aniden
farkına vardım. Bursa benim için huzur
demekti, çocukluğum demekti.
90’ların sonundaki çocukluğumun en güzel
günleri bu şehirde geçti. Akşam ezanına kadar
dışarıda oynadığımı, Kültürpark’a gidip zaman
geçirdiğimi, Bursa dışından gelen
akrabalarımla çocukluğumu yad ettiğimi
anımsıyorum. Benim çocukluğum onların
içinde büyümeyen çocuk çünkü. Birlikte
geçirilen zamandan çok o zamanla ayrılmaz bir
bütün olan şehir önemli. Anıları güzelleştiren
şey şehir çünkü.
Yokuş aşağı inen sokaklarda huzuru içine
çekmek demek bir şehri sevmek.
Koza Han’da oturup zamanı durdurmak demek
Bursa’yı sevmek. Ulucamii’ye giderken
Tanpınar’ı hatırlayıp tarihin bir parçası olmak
demek…
Bir zamanlar yaşadığın şimdi okuduğun şehri
başkalarına anlatırken ‘’Bursa’da
Zaman’’şiirinden söz edip Tanpınar kadar
Bursa’ya ait olamadığına hayıflanmak demek
Bursa’yı sevmek…
‘’Bu hayâle uyur Bursa her gece,
Her şafak onunla uyanır, güler
Gümüş aydınlıkta serviler, güller
Serin hülyasıyla çeşmelerinin.
Başındayım sanki bir mucizenin,
Su sesi ve kanat şakırtılarından
Billûr bir âvize Bursa'da zaman.’’
Yeşili kalmamış Yeşil’e mistik havayı
koklamaya giderken Irgandı Köprüsü’nden
geçerken altından akıp giden suyla beraber bir
başka zamana yol almak demek Bursa’yı
sevmek…
Annenizi sevmek gibidir bir şehri sevmek. Ne
kadar küskün olursanız olun dizlerinize
yattığınızda her şey biter. Özlersiniz,
sarılasınız gelir. Kaybedince ne yapacağınızı
bilemezsiniz. Alelade bir yerde oturup
çepeçevre saran insanlarla, insanların
gürültüsü kulaklarınızı doldururken derin nefes
alıp tarifsiz bir mutlulukla dolmak…
Maksem yokuşundan aşağı doğru inerken bir
akşamüstü yolun bitimine yakın bütün
heybetiyle Ulu Camii karşınızdadır. Üstünde de
kızıla çalan bir gök. Sırf şairlere şiir yazdıran bu
manzara için seversiniz bir şehri. Bütün
yalnızlığınızı, aşklarınızı, çocukluğunuzu
kısacası yaşanmışlıklarınızı şu cümlelerle
özetleyebildiği için seversiniz bir şehri.
‘’Bir şehri sevmek ; bir zamanı,bir mekanı
sevmektir.
Bir şehri sevmek ; meçhulü,muammayı
sevmektir.
Bir şehri sevmek ; orada kendini bulmaktır.
Bir şehri sevmek ; aşka sebep aramaktır.’’
Ahmet Hamdi Tanpınar
Bir Şehri
Sevmek Işık Selin Orhuntaş
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
• Tanpınar, 29 Ocak 1938 yılında Kutsi
Tecer’e yazdığı mektubunda maddi sıkıntısından
bahseder.
“ Cevat Bey’e arz- ı hürmet. Benim maaş işini
derhal halledin. Sekiz senedir 5500 ün
peşindeyim.’’
22 Şubat 1938 tarihli mektubunda da ;
“ Biliyorum bu benim 5500 meselesi sekiz seneden
beri aktüalitedir. Aksi bir tesadüfün işe
girmesinden korkuyorum.”
Yine 1942 yılında yazdığı mektubunda ise artık
parasızlıktan yakınır.
“ Benim buradaki hayatım bir cehennemden
farksızdır. Sebebi de parasızlık. Bütçem çok bozuk.
Bu berbat bütçeyle ev döşemeye çalışmak ne
kadar güç olur?”
• Avrupa’ya gitme isteği Tanpınar’da bir
tutkuya dönüşür. Bunu mektuplarında da dile
getirir.
9 Mayıs 1936 tarihli mektubundan;
“ Bu Avrupa meselesi üzerinde biraz düşün ve
harekete geç. Düşün bir kere o kadar iyi olacak
ki… Dolaşmak, bir kör rüyası gibi sadece vehim
halinde tanıdığım şeyleri yakından kendi ışığı ve
kendi realitesinde görmek…’’
Yine aynı tarihli mektubunda;
“ Kutsi ben gitmeliyim, buna çalışmalısın ve biraz
para vermek imkânını bulmalısın. Beni bir
sonbahar sabahı bir İtalyan peyzajında ve bir kış
gecesi Paris sokaklarında dolaşmış tasavvur
etmen, hakiki bir orkestradan şüphe edilemeyecek
bir musikiyi dinlediğimi bilmen fena bir şey mi?’’
• Yalnızlık en çok değindiği konulardan birisi
olmuştur.
Kutsi Tecer’e yazdığı 27 Temmuz 1959 tarihli
mektubundan;
“ Bazen yalnızlık çok ağır basıyor, bir evi
olmamanın acaipliği insana çeşit çeşit
sabırsızlıklar veriyor.’’
16 Ağustos 1959 yılında Tarık Temel’e yazdığı bir
mektubundan;
“ Bir bakıma hiç yalnız değilim. Hakikatte ise
yalnızlık müthiş. Çünkü yalnızlık içimde.’’
4 Haziran 1953 yılında Mehmet Ali Cimcoz’a yazdığı
mektubundan;
“ Mesela Malraux ile, Sartre’la, Camus ile dost
olabilirdim. Fakat onlar küçük krallar. Benim
haddimi aşmışlar. Beynelmilel şöhretleri var. İşte
bu yalnızlık yok mu? İnsanı çıldırtabilir. Hâlbuki
onların gençliğinde ben de burada olsaydım, şimdi
bir yığın dostum olurdu. Bir şey kalıyor: Kayıtsız
şartsız beğendiğin ve sevdiğin adama gitmek.
Bugünkü Fransa’da benim için böyle bir şey yok.
Ve yalnızlık yürüyor.’’
• Tanpınar Avrupa seyahati nedeniyle
İstanbul’a ve dostlarına derin bir özlem duyar.
Bunu da mektuplarına yansıtır.
4 Haziran 1953 tarihinde Mehmet Ali Cimcoz’a
yazdığı mektubundan;
“ İstanbul’u çok göreceğim geliyor böyle
havalarda. Siz istediğiniz kadar yağmurdan,
Tanpınar’ın
Mektuplarının Konusu
Sultan DEMİRTAŞ
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
soğuktan, sıkıntıdan bahsedin, kafamda orası
güneş içinde. Adalet’e söyle beyhude yere zahmet
etmesin, değmez. Dünyanın en güzel hayatını
yaşıyoruz orda.’’
Ağustos 1953 yılında Adalet Cimcoz’a yazdığı
mektubundan;
“ Yoruldum. Bırakıyorum. Çok yazacak şey var.
Fakat artık hasretten bıktım. Özlüyorum, demeğe
utanıyorum. Fakat özlüyorum, mümkün olsa
akşamları buluşsak ve konuşsak! Sabahleyin yine
Avrupa’da olsam.’’
22 Ekim 1953 tarihinde Adalet Cimcoz’a gönderdiği
mektubundan;
“ İstanbul’a, Türkçe ’ye, bizim denizlere, Boğaz’a,
sizlere, rakıya hasretim artık. Üç gün sonra
Venedik’e geçiyorum. İkisinde üçünde Roma’ya
döneceğim. Oradan da tayyare ile Dört veya
beşinde ver elini İstanbul… Allah izin verirse.’’
• Bir diğer konu ise Ölüm’dür
Kutsi Tecer’e yazdığı 29 Ocak 1936 tarihli
mektubundan;
“ Hiçbir zaman şu son günlerde olduğu kadar
ölüme yakın olmadım. Adeta bana bir teselli hissi
veriyor, bir gün öleceğimi düşünmek. Başka
şeylerden korkuyorum. Zaten ömrüm korku içinde
geçiyor.”
Adalet Cimcoz’a yazdığı 26 Eylül 1959 tarihli
mektubundan;
“ Ne garip şey bu insan ömrü. Asrını doldur,
herkesten, hepsinden üstün zekâ ol, sonra birkaç
metrelik taşın altına gir ve kaybol.”
• Tanpınar mektuplarında yaşından
yakınmaktadır. Yaşlılık mektuplarının bir diğer
konusu olmuştur.
14 Eylül 1959 yılında Adalet Cimcoz’a yazdığı
mektubundan;
“ Ah bu yaş meselesi, bu içimizden kendimize
tuttuğumuz korkunç ayna. Hiçbir şey onun kadar
zalim olamaz. Bu yamyam, bu korkunç maske
hayatın her dönemecinde karşıma çıkıyor.’’
Mehmet Kaplan’a yazdığı 2 Eylül 1959 tarihli
mektubundan;
“ Benim hayatım tasavvur edeceğin gibi geçiyor,
çok okuyorum. Hatta az çok çalışıyorum,
geziyorum, görüyorum ve yığıyorum. Sonu ne
olacak, bilmiyorum. Şüphem kendimden değil,
yaşımdan geliyor. Altmışa girmek üzereyim. Bir
tek ümidim aynaya bakmadığım ve kendimi
yıkmağa çalışmadığım zamanlarda bu rakamı
hatırlamamamda. Evet yaşımı zaman zaman
unutuyorum. Eğer şiirin damarı tekrar bir şeyler
akıtırsa kurtuldum demektir.’’
“ İhtiyarlık… Cesametler, devam eden şeyler, yani
zaman, kendiliğinden tabakalar vücuda getiriyor.
Öyle ki tekrar kendimiz olmak için bir yığın
ameliyeye, nadasa, derinden hatırlamaya mecbur
oluyoruz. Gencin seçmek ihtiyacı yoktur. Düşünce,
ana fikir varlığın kendi hamlesindedir. Fakat yaşlı
adam… Görüyorsun ki olmak veya olmamak
meseleleri içindeyim. ’’
• Tanpınar mektuplarına ruh halini de
yansıtır. Ruhsal bir bunalım içindedir. Birçok
konuda umutsuzluk taşır. Bu ruh halini
mektuplarında görürüz.
1937 yılında Kutsi Tecer’e yazdığı bir
mektubundan;
“ Hasta değildim, fakat daha beter bir halde idim,
her şeyden vazgeçmiş bir adam olmağa
başlamıştım.”
1938 yılında Kutsi Tecer’e yazdığı bir diğer mektup;
“ Ben burada çalışıyorum, fakat boşuna dönen bir
değirmen gibi, bir iş gördüğüm yok, sadece
zamanı öğütüyorum. İşte iki ayın meyvasını
gördün, ne kadar tatsız ve iptidai… İnsan istidadı
olmayan işlere girmemeli, ben başında gecelik
takkesi, sırtında şal entari, köşesinde sade
kahvesini içmekle veyahut ölümü beklemekle
vakit geçiren bir mütekait hayatının istidatlarıyla
doğdum. Nihayet babam gibi bir memur
olabilirdim. Şiir, güç şey. “ Ol kâra da iktidar
lâzım.” Son derece ümitsizim, fakat ortaya öyle
iddia ile çıktım ki, geriye dönmek imkânsız.”
20 Mart 1960 tarihinde Adalet Cimcoz’a yazdığı
mektubundan;
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
“ Hep kendimi toparlamak ihtiyacındayım. Bazen
de olduğu yerde – hep kendimi – bırakıp, başka
tarafa geçmek! Bir kafayı boşaltmak makinesi icat
etseler ne olur? Alkol yapamıyor bunu. Bilakis her
şeyi karıştırıyor, birbiri üstüne yığıyor. Niçin bu
işleri böyle aldım? Niçin kendimi bir yarış atı
sandım? Ben ki tembellikten hoşlanırım ve insan
için en büyük saadeti kaygısız yamakta bulurum.”
• Tanpınar son dönem yazdığı
mektuplarında ise Türkiye’nin içinde bulunduğu
durumları yorumlar. Siyasetten söz eder.
11 Ocak 1960 tarihinde Tarık Temel’e yazdığı
mektubundan;
“ Memleket için verdiğin haberler hazin. Elimizden
ne gelir hayır duadan gayrı. Farz edelim bizim
parti geçti, ne yapabilir? İsmet Paşa yaşadıkça
birçok şey tabii, diyeceksin. Ama değil. O hayatta
iken ne kepazelikler oluyor. Matiére’imiz
insanoğlu denen mahlûk ve bilhassa bizim
insanımız. Hayatın kontrolü bilhassa bizim
rejimlerde çok güç. Sonra İngiltere gibi, hatta
diğer memleketler gibi değiliz, politika adamımız
yok. Ekip kuramadık.”
29 Nisan 1960 tarihinde Tarık Temel’e yazdığı bir
diğer mektuptan;
“ Memleket havadislerini senin mektuplarından,
elime geçen gazetelerden takip ediyorum. Daha
da kötüleşecek gibi. Akif Paşa’da “ âyinesi miyim
bu cihanın…” diye bir ayniyet imajı vardır. Türkiye
buna benziyor, her şeyin, her dakikada yeniden
başlaması lâzım. Hazin talih… Şarkın öbür yüzünü,
asıl yüzünü görüyoruz. Nizamsızlık, sefalet,
konformizm, korkaklık, fert ve şahsiyet yokluğu,
kendisini feda edememek. Galiba hükûmet,
ısrarıyla bütün bu dertlerin tedavisini hazırlıyor.
Kötü günler, korkunç hâdiseler bekleyebiliriz
Tarık.”
• Mektuplarının bir diğer konusu ise şiir
anlayışı ve sanatı olmuştur. Bu mektupları
Tanpınar’ın sanatını anlamamıza yardımcı olur.
27 Ocak 1944 yılında Mehmet Kaplan’a gönderdiği
mektubundan;
“ Orhan Seyfi Bey biraderimiz, daha doğrusu Yusuf
Ziya Bey’in biraderi, “Raks” manzumesi için
yaptığı latif tenkitten sonra, bu sefer de senin
yazdığına cevap vermiş. Ben okumadım. Yine
kafiyelere çatıyormuş. Tabii görüşlerimiz ayrı.
Münakaşaya değmez. Hakikat şu ki, ben kafiyeye
bağlıyım. Yani bir ses müşabehetini mısraın
sonunda lüzumlu görüyorum. Ayrıca kafiyenin
şekl- i kafiyenin şiirde yeri olduğuna inanırım.”
11 Nisan 1960 tarihinde Niyazi Akı’ya gönderdiği
mektuptan;
“ Ben garpla başladım işe. Fakat bizim eski şairleri
ve eski musikiyi tanımadan evvel kendimi
bulamadım. Onların nostaljisini tadınca, kendimi
kendi içimde daha yerleşmiş buldum. Bittabi buna
bu günle de gidebilirsin. Fakat Fransızca bilgin, o
dünyayı iyi tanıman, yenileri daima bir pencere
gibi görmene sebep olacak. Bu tekâmül bütün
vetiresiyle çok gözümüzün önünde.
…
Bizden evvelki nesillerin hemen hepsi
kendilerinden yirmi sene evvel gelenlerin
hatıracısı, filan oldular; fakat anekdotta kaldılar.
Eskinin apolojisini yapmıyorum. Sadece
zaruriliğini anlatmağa çalışıyorum. Pek az insan
yakın ve uzak maziye benim kadar aksülamel
yapmıştır. Bununla beraber büyük kaynaklardan
biri eskiydi ve eskidir. Hâlâ Nedim’i, Bâki’yi göz
önünde tutarak yazarım.”
Antalyalı Genç Kıza yazdığı mektuptan;
“ Asıl estetiğim Valéry’yi tanıdıktan sonra, (1928-
1930) yıllarında teşekkül etti. Bu estetiği veya şiir
anlayışını rüya kelimesi ve şuurlu çalışma fikirleri
etrafında toplamak mümkündür. Yahut da musiki
ve rüya. Valéry’nin ( velev ki, rüyalarını yazmak
isteyen adam bile azami şekilde uyanık olmalıdır)
cümlesini ( en uyanık bir gayret ve çalışma ile
dilde bir rüya hâlini kurma) şeklinde değiştirin,
benim şiir anlayışım çıkar. Bu metodu evvelâ şekil
verici kaide ve unsurlar temin eder.”
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
TANPINAR VE ANTALYALI GENÇ KIZ
Tanpınar’ın “Antalyalı Genç Kıza Mektup” adı ile yayınlanan mektubu günümüzde de konuşulmaya devam
ediyor.. Üzerinde araştırmaların da yapıldığı bu mektubun aslen genç bir kıza değil de Antalya Lisesi
öğrencilerinden Mustafa Erol’a yazıldığı ortaya çıkarılmıştır. Mektup kime yazılmış olursa olsun Tanpınar’ın
sanat hayatı ile ilgili derin bilgiler içermektedir.
Tanpınar kendinden ve sanatından bahsetmeden evvel gence şunları söyler: “ Edebiyatı gerçekten seviyor
musunuz? Eserimle temasınız var mı? Buralarını bilmiyorum. Mektubunuzda beni lâyıkıyla okuduğunuzu
gösteren bir emareye rastlamadım.” Bu soruların yanıtsız olmasına rağmen Tanpınar şahsi konularını gençle
paylaşmıştır.
Bu mektubu, gençten gelen bir mektuba cevap olarak kaleme almıştır Tanpınar. Genç, Tanpınar’ın sanat
hakkındaki fikirlerini merak eder. Tanpınar doğumundan başlayarak ailesini, çocukluğunu, Antalya’da geçirdiği
yıllarını anlatır. Sonra sanat hayatının şekillenişinden, nizamından bahseder. Ardından lafı tekrar kendine getirir
ve “ Şimdi insandan bahsedeyim.” diyerek kişisel özelliklerini, ruh halini anlatmaya başlar. Kendisini tanımlar
kısaca. “ Oldukça çalışkanımdır. Kendime göre derbeder bir intizamım vardır. Hafızam zaman zaman parazit
yapmakla beraber kuvvetlidir. Okumayı çok severim ve okuduğumun esaslı tarafını kolay kolay unutmam…”
şeklinde devam eder bu satırlar.
Tanpınar’ın bu mektubunda yaptığı açıklamalar bir yazar için en mahrem cinstendir. Çünkü yapıtının
dehlizlerine doğru art arda ışıklar yakar. Tanpınar bu mektubunda sürekli şiirseline dikkat çekmektedir. Bütün
yazdıkları şiir yüklüdür çünkü.
Mektubuna son verirken “ Bu mektubu biraz da çocukluğuma göndermiş gibiyim. Bilmem liseniz hâlâ eski
yerinde, yani Ambarlı’da mı? Sizinle konuşurken, sizi hep orada tasavvur ettim. Bana vaktiyle olduğum genç
adamı hatırlattınız. Onun heyecan ve şaşkınlığını yaşadım.” der.
“ Arkadaşlarınıza ve hocalarınıza selam ve dostluklarımı, başarı dileklerimi söyleyin. Minnettarım. Mesut ve
çalışkan olun, aziz yavrum.” diyerek mektubunu sonlandırır.
‘Antalyalı Genç’ten Mektup
29 Aralık 1961
Muhterem Efendim,
Kıymetli mektubunuzu aldım. Bilseniz ne kadar sevindim. Her şeyden önce - büyük bir vazife telâkki ettiğim
için – bütün arkadaşlarıma ve hocalarıma selam ve dostluklarınızı, başarı dileklerinizi söyledim. Bütün hepsi
memnun oldular ve teşekkür ettiler.
Göndermiş olduğunuz kıymetli mektubunuz sayesindedir ki, hayatınız ve şairliğiniz hakkında geniş bilgiye
sahip oldum. Bilhassa bu hususta arkadaşlarıma geniş bilgi vermeye çalıştım; bunda da muvaffak oldum
herhalde.
Eserlerinizden, bazı şiirlerinizi okudum. Bunların hakikaten bünyesinde; rüyanın duygusunu, musikiyi,
form’u ve kafiyeyi taşıdığını görüp anladım. Huzur romanınızı ve Yaz Yağmuru hikâyenizi de okudum.
Hakikaten Huzur romanınız - sizin de işaret ettiğiniz gibi – çözülmesi gereken bazı bağları ihtiva ediyor.
Okurken mümkün mertebe anlamaya çalıştım. Aynı zamanda arkadaşlarıma da tanıttım.
Bu hususta benimle meşgul olduğunuz ve alakalandığınız için çok çok teşekkürlerimi sunarım. Ve yeni yılınız
için mesut günler dilerim.
Antalya Lisesi
Mustafa EROL
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Serin hafif rüzgarlı bir Ekim sabahına uyandı Bursa bugün. Her ihtimale karşı şemsiyemi alıp
ceketimin yakalarını kaldırıp ellerimi ceplerime sokarak yürümeye başladım, dökülen çınar yaprakları
arasında, eski Bursa’nın sokaklarında. Gün boyu şehrin içinde dolaştım. Derken inişli çıkışlı Arnavut
kaldırımlı yolların üzerimde bıraktığı yorgunluğu hissettim. Gökyüzüne bakınca ikindi vaktinin
yaklaşmakta olduğunu fark ettim. Hem bedenimi hem ruhumu dinlendirmek üzere I. Murat
Hüdavendigar Camii’ne doğru yürüdüm. Şehrin bu tarafına doğru rüzgar daha sert esmeye
başlıyordu. Bursa’yı korurcasına yükselen dağlar buradan daha yakın görünüyordu.
Cami avlusundaki banklardan birine oturdum. Dört bir yana kollarını açmış tarihi çınarların altında
heybetini I. Murat’ın adından alan büyük ama sade camiinin gölgesinde, kuş cıvıltılarının bir ahenk
içerisinde duyulduğu mütevazı bir çay bahçesi burası. Kimsecikler yoktu o sırada. Yalnız biraz uzakta
çaprazdaki bankta kahverengi takım elbisesiyle, bacak bacak üstüne atmış, gayet saygın görünen, iri
yapılı bir adam vardı. Bir elinde kalemi, önünde zor zapt ettiği anlaşılan kağıtları, dudaklarının ucuyla
tuttuğu sigarasıyla bir uzaklara bir kağıtlarına bakıyordu. Yanına gitmeye karar verdim. Yavaşça
yaklaştım. Gördüklerim gerçek miydi? Biraz daha yaklaştım. “Bu doğru olamaz” derken ciddiyetle
eğildiği kağıtlarından başını kaldırdı. Sigarasını sol elinin işaret ve orta parmağı arasına alarak yavaşça
bana döndü. Geniş alnı, hafif seyrek kırlaşmış saçları, küçük gözlerinde barındırdığı derin bakışlarıyla,
çizgi halindeki küçücük dudaklarından büyük mısralar dökülen o adamdı. Tanpınar’dı o. Yanına
gelişimi onaylarcasına başını hafifçe eğip kaldırdı. Hala sol elinin iki parmağı arasında duran özenle
sardığı sigarasıyla sandalyeyi gösterdi. Sessizce, hayranlıkla, şüpheyle oturdum sandalyeye. Bu havada
burada kendinden başka bir beni görünce benim de Hüdavendigar’ın müdavimlerinden biri olduğumu
anlamış gibiydi. Şöyle bir etrafa baktı ve “Çocukluğumun güzel anıları, geçmiş günlerim var bu
avluda”* dedi. O sırada sessizliği şadırvandan gelen bir damla suyun yere vuruşundaki “şıp” sesi
bozdu. Şadırvana döndü, arkamızdaki Hüdavendigar Camiine baktı. Sonra tekrar uzaklara dalarak
başladı:
“Bursa’da bir eski cami avlusu / Küçük şadırvanda şakırdayan su… / Orhan zamanından kalma-
diyordu ki, tutamadım kendimi. Ben devam ettim, o dinledi.
“ … kalma bir çınar / Eliyor dört yana sakin bir günü.”
Tanpınar kalın kaşlarının çerçevelediği gözleriyle bana bakarak: “Zihnimi mi okudun küçük hanım?”
dedi. “ Bu mısraları hemen not etmeliyim.”
“Ama nasıl? Ben zaten, yani bu şiirinizi biliyorum kaç defa okudum ezberledim sonuna kadar”
deyince o ciddi duruşundan hiç beklemediğim bir tavırla gülüverdi. “Bu mısralar şimdi bu
şadırvandan gelen şıp sesiyle zihnimde bir anda tahayyül etti” dedi. Yavaşça kalemini kağıtlarını
toparladı. Kahverengi ciltli dosyasının arasına sıkıştırarak “Müsaadenizle” dedi tebessüm ederek.
Sigarasını kül tablasına bıraktı. Arkasını döndü, ağır ağır çıktı avludan. Camiinin yanından geçerek, git
gide gölgelenerek kayboldu gözden.
Bir kedinin yanıma sokulmasıyla aniden kendime geldim. Etrafta tek tük insanlar vardı. Geldiğim
bankta hala oturuyor olduğumu fark ettim. Kalktım, yavaşça biraz uzakta çaprazdaki banka doğru
ilerledim. Masadaki kül tablasında henüz bırakılmış, özenle sarılmış eski bir sigara tütüyordu.
HİKAYE A. Bengisu AKDAĞ
ğ
*A. H. Tanpınar, Beş Şehir, Bursa
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bir adın kalmalı geriye
Bütün kırılmış şeylerin nihayetinde
Aynaların ardında sır
Yalnızlığın peşinde kuvvet
Evet nihayet
Bir adın kalmalı geriye
Bir de o kahreden gurbet
Sen say ki
Ben hiç ağlamadım
Hiç ateşe tutmadım yüreğimi
Geceleri, koynuma almadım ihaneti
Ve say ki
Bütün şiirler gözlerini
Bütün şarkılar saçlarını söylemedi
Hele nihavent
Hele buselik hiç geçmedi fikrimden
Ve hiç gitmedi
Bir topak kan gibi adın
İçimin nehirlerinden
Evet yangın
Evet salaş yalvarmanın korkusunda talan
Evet kaybetmenin o zehirli buğusu
Evet isyan
Evet kahrolmuş sayfaların arasında adın
Sokaklar dolusu bir adamın yalnızlığı
Bu sevda biraz nadan
Biraz da hıçkırık tadı
Pencere önü menekşelerinde her akşam
Dağlar sonra oynadı yerinden
Ve hallaçlar attı pamuğu fütursuzca
Sen say ki
Yerin dibine geçti
Geçmeyesi sevdam
Ve ben seni sevdiğim zaman
Bu şehre yağmurlar yağdı
Yani ben seni sevdiğim zaman
Ayrılık kurşun kadar ağır
Gülüşün kadar felaketiydi yaşamanın
Yine de bir adın kalmalı geriye
Bütün kırılmış şeylerin nihayetinde
Aynaların ardında sır
Yalnızlığın peşinde kuvvet
Evet nihayet
Bir adın kalmalı geriye
Bir de o kahreden gurbet
Beni affet
Kaybetmek için erken, sevmek için çok geç.
Bir
ADIN Kal-
malı Ahmet Hamdi TANPINAR
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Eyüp Sultan semti, İstanbul'un en güzide
semtlerinden bir tanesidir. Gerek yaşayanların
gerekse manevî koruyucuları olsun yerin altında ve
üstünde yatanlar bakımından zengin bir tarihî
vardır. Romanlara, şiirlere ait olsun bazı yazarların
gözbebekleri arasında yer alan bir semt olması
dolayısıyla edebî eserlere yansımıştır. Halide Edip
Adıvar'ın Mor Salkımlı Ev'nden , Ahmet Hamdi
Tanpınar'a kadar birçok edebiyatçının ilgi odağında
olmuştur.
Bu yazıda size Ahmet Hamdi Tanpınar'ın
Beş Şehir adlı eserinde yer alan Eyüp Sultan'ı
anlatmaya çalışacağım. Bu eserdeki Eyüp Sultan ile
şuanki Eyüp Sultan bazı yönlerden birbirine
benzese de zamanın getirdiği bazı değişmeler
olmuştur.
Bilindiği gibi Ahmet Hamdi Tanpınar
gezdiği şehirleri kendi üslubu ile bu eserde
toplamıştır. Ankara,Erzurum,Konya,Bursa ve
İstanbul'daki izdenimlerini, yol maceralarını
anlatır.Ben az evvelde belirttiğim gibi Eyüp Sultan
kısmı hakkında bilgilere yer vereceğim.
"İstanbul'da, işinizin gücünüzün arasında
iken birdenbire Nişantaşı'nda olmak istersiniz ve
Nişantaşı'nda iken Eyüp ve Üsküdar behemahal
görmeniz lâzımgelen yerler olur. Bazen de hepsini
birden hatırladığınız ve istediğiniz için sadece
bulunduğunuz yerde kalırsınız."1
Başka bir Eyüp semtinin geçtiği nokta ise;
"...Boğaz,vapurla geçerken gördüğümüz başka bir
tepeden seyrettiğimiz Boğaz'dan çok farklıdır.
Böylece,Çamlıca ile Üsküdar tepeleri, Küçük
Çamlıca'nın geniş rüzgârlı balkonu, Eyüp sırtları
gözümüzün önüne gündelik ekmeğimiz olan bir
manzarayı başka kıyafetlerde yayarlar;İstanbul,
Yahya Kemal'in: ‘Baktım,konuşurken daha bir kerre
güzeldin’ mısraıyle övdüğü güzele benzer."2
Ahmet Hamdi Tanpınar burada Boğaz'dan
bakıldığında Eyüp ve diğer semtlerin
normalinkinden daha farklı olarak görüldüğünü
söyler ve hocası ve aynı zamanda mezarları komşu
olan edebiyatçımızdan bir şiir örneği ile durumu
açıklamıştır.
Yabancıların çinilerinden dolayı Mavi
Camii-Blue Mosque- dedikleri Sultan Ahmet
Camiisinin çinilerini övmek yerine detaylara
takılmayarak gezmeyi uygun bulunmasını bakın
Eyüp'ü de kullanarak şöyle ifade ediyor;
1 Ahmet Hamdi Tanpınar,Beş Şehir, say. 123,
2011,Dergâh yay. 2 Ahmet Hamdi Tanpınar,a.g.e,say. 138
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Beş Şehir" Adlı Eserinden
Eyüp Sultan'ın Portresi Mehmet Altınova
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
"Eski yazıları çiniye daima tercih etmişimdir. Bana
daha ferdî, daha değişik ve daha yapı edalı gelirler.
Bence Sultanahmet'te, meselâ bir yaz öğlesinde
Kozyatağı'nda veya Eyüp Sultan üstlerinde, bostan
dolaplarının, kır böceklerinin sesleri arasında yeşil
renkten ve aydınlıktan yarı sarhoş dinlenir gibi,
yahut Boğaz körfezlerinde mehtap seyreder gibi
gezinmeli Bu mavi aydınlığın etrafımızda kurduğu
sırça sarayı, fazla bir dikkatle kırmamalı."3 der.
Başka bir bölümde ise Eyüp'ün bir
zamanlar çok iyi bir saray merkezinin olduğunu
fakat zamanla bu sarayların yok edildiğini ancak
birkaç küçük eserler kaldığından şu şekilde
bahsetmektedir;
"...Pek az yerde sanat ve mimarî gündelik
hayata bu kadar yakından karışır. İşte, İstanbul
mahallelerinin asıl çekirdeğini bu peyzajlar yapar.
Bunların içinde birbiri peşinden geldikleri
için kendilerine mahsus zamanlarıyla hakikî bir
âbide hâlini alanlar vardır. Bazen bu ısrar şehrin bir
ucunu baştan başa kapsar. Eski damat vezirlerin
oturdukları Ayvansaray ve bilhassa Eyüp
taraflarında asıl güzelliklerini yapan saraylar
kabolduktan sonra bu küçük eserler kalmıştır."*
Eyüp'ün ağaçların gölgesinde bir semt
oluşundan ve servîlerin, çam ağaçlarının Eyüp'ün
peysaj mimarisine ne ölçüde katkı sağladığından
bahsederken yazar;
"Boğaziçi'ndeki o çok uhrevî köşelerle, bazı
peyzajlar da çınarların etrafında toplanırdı. Eyüp
servilikleri bütün Haliç manzarasına üslûbunu
verirdi. İstanbul peyzajındaki asîl hüznü biz bu iki
ağaçla, çam ve fıstık çamlarına borçluyuz. Hissî
terbiyemizde onların büyük payı vardır."**
ifadelerini kullanır.
Günümüzde fazla olmasa da Evliya
Çelebi'nin gezdiği zamanlarda Eyüp civarında çokça
konakların olduğunu Ahmet Hamdi Tanpınar, şu
cümleler ile açıklıyor;
"...Bu gibi meselelerde verdiği malûmat,
mübağlasına rağmen, çağdaşlarınınki ile
karşılaştırılınca doğru söylediği anlaşılan Evliya
Çelebi kendi zamanında İstanbul'da otuz dokuz
3 Ahmet Hamdi Tanpınar,a.g.e, say. 146
vezir konağı sayar. Ve bunlardan on birinin Sinan
yapısı olduğunu söyler. Bu sultan sarayları,
konaklar, zengin evleri Divan Yolu'ndan
Sultanahmet ve Akbıyık'a ve bugünkü Sirkeci'ye,
Kumkapı ve Kadırga'ya , Süleymaniye ve
Şehzadebaşı'na, oradan Fatih ve Edirnekapı'ya,
Aksaray kolunda Koca Mustafa Paşa ve Yedikule'ye
kadar iniyordu. Ayvansaray ve Eyüp taraflarında da
böyle konak ve bilhassa yalılarla dolu idi."***
Eyüp ile ilgili son meseleyi Tanpınar
mezkur eserde İstanbul'un tulumbacılarından Çiroz
Ali'nin ölümüne dair anlattığı bir hikâyede yine
Eyüp civarı geçmektedir. Hikâye Rahmetli Osman
Cemal Kaygılı'nın Semâi Kahveleri adlı kitabında
1308 senelerinin meşhur meydan şairleri ve
âşıklarından olan Çiroz Ali'den şöyle bahseder ve
Bakırköy'den Eyüp Sultan'a indirilişinden bahseder.
Bugün de olduğu gibi cenazeler genelde Eyüp
Sultan camiisinden kaldırılırdı.
Sonuç olarak, yukarıda da bahsedildiği üzere
Eyüp Sultan maneviyatı bol olan bir semttir. Ahmet
Hamdi Tanpınar, kuşkusuz Fatih, Edirnekapı ve
diğer İstanbul'un semtlerinden bahsederken Eyüp
Sultan'nın bu eşsiz güzelliklerinden bahsetmiştir.
Bugün fazla olmasa da o dönemlerde konakların
olduğu, servilerin Haliç'e ayrı bir renk kattığı,
Boğaziçi'nden farklı gözüktüğünü, gezilmesi
gereken yerlerden olduğunu, bir an için orada
bulunma isteği uyandırabileceğinden bahsetmiştir.
Beş Şehir adlı eserini inceleyerek Eyüp'ün bugünkü
portesini çıkarmak hiç de zor değildir. Eyüp halkı o
dönemi yansıttığı için ve ilminden dolayı kendisine
minnettardır. Eyüp Sultanlı insanların deyimiyle
Ebedî Eyüp Sultanlıdır. Ruhu şâd olsun.
* Ahmet Hamdi Tanpınar,a.g.e,say. 152
**Ahmet Hamdi Tanpınar,a.g.e, say. 161
***Ahmet Hamdi Tanpınar,a.g.e, say.163
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ÂLEM-İ PERTEV
Farz et ki buraya en güzel şiirleri
yazmışım.
Bu hengâmede beni bensiz
uğurlamışım.
Üçe beşe bakmadan satırlarca
yazmışım.
Yazgılar yangınım, içinde sancı var.
Her satırda bir hatıra, kalbi dağlar.
Ağlar kalem, peyderpey gider
sıradağlar.
Hasretimden sırat ağlar hey gidi sıra
dağlar.
Dağlar yüreği, hiç tükenmeyen
sancılar.
Bir Süleyman’dan ibaret bu dem.
Bir de boynu bükük âdem-i
kalender.
Bazen kalem benim, belki seyreden,
Belki yeri göğü törpüleyen.
Belki de Kelâmullahtır izni veren.
Rabb nefesi ensemde,
Teşbihte kusur yok Rabb nefeste.
Enfes bir âlemi-i Pertev.
Gökte açmış mah-ı nev .
Görelim hanım neyler?
Bî-can bir dem söyler.
Ne gül var ne gülistan,
Kalemden beri Süleyman.
Kalem ehli bir küheylan,
Bir can ile bî-can oldum.
Bak içimdedir her dem.
Akar durur âlem-i Pertev.
Dembedem geçer zaman.
Dağılır yıkılır aşiyan,
Ötmez bülbül açmaz sümbül.
Belki uykulardasın ey gül!
Kavuşmaya niyet etmiş,
Sana sitem eyler gönül.
Aşığın vuslatı maşuk,
Dinle neyden karışık.
Güneş ki sönmeyen bir ışık,
Çile halindedir her dem âşık.
Kişiye elzemdir maşuk.
Şiir çorbaya bir kaşık,
Şair lezzete alışık.
Süleyman Erkut
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Ben Ayla… Bu hikâyenin neresindeyim bilmiyorum ama kendi
hayatım için tam ortasındayım yolun. Ya da değilim. Bunu bile
bilmiyorum. Kaç yaşımdayım, kiminleyim, ne zamandan beri varım
kendim için? Deniz doğana kadar hiç kimsenin kimsesiydim.
Sadece bunu biliyorum.
Kimse için önemli değilim bu hayatta. Defalarca kurtulmak
istedim kendimden. Herkesin beni güçlü sanmasının aksine ben,
canıma kıyamayacak kadar acizdim. Hüzünle sonlanmış bir
evliliğim, hiç sahip olunamamış annelik hayallerim, kadınlığım,
umutlarım, umutsuzluklarım birer birer geçiyor şimdi gözlerimin
önünden. Kendimi Orta Çağ’dan kalma bir trajedinin ortasında
buluyorum. Kaderle mücadele eden aciz insandım ben ve eninde
sonunda makûs kader yine alt edecekti bana. Herkes de gülecekti.
Çok farklı olmadı. Yenildim. Üstelik çoğu kez göz göre göre derler ya hani öyle yenildim. Kader bana
tek bir yol verdi ve ben de onu yaşadım, yaşıyorum. Önce bir kadının istenmeyen çocuğu olarak
dünyaya geldim. Çok gençken yaşanmış bir kazanın tek bir sonucuydum ben. Kimse bilmez,
söyleyemedim. Çocuk yaşlarımda annemin elimden tutup beni bir uçurumun yamacına defalarca
götürdüğünü anımsıyorum. İkimiz de yok olmalıydık bu dünyadan. Denizin dalgalarına karışıp bir su
damlası olmalıydık tekrar yağmak üzere. Böylece ölümsüz olacaktık. Bu masalları dinledim ben.
On yaşıma geldiğimde annemi evlendirdiler. Çocuklu bir kadın olmak zormuş, bunu duydum hep.
Ama bunu hiçbir zaman anlamayacaktım. Bu hayat ikimize de yeterdi, ben onu o marazi ruhuna
karşın başka biriyle paylaşmayı hiç istememiştim. Evleneceği gün bu kez ben götürdüm onu o
uçurumun kenarına. Çocuk aklımdan ağzımdan dökülüverdi ölüm isteğim. Bir anne-kız, bir kardeş
yoldaşı olarak şimdi, tam olarak burada arkamıza bakmadan ölmeliydik. Kafamı kaldırdığımda
annemin donuk yüzüne baktım. Bembeyaz teninde inciyi andıran gözyaşları dökülüyordu. Bana
döndü, ellerimi tuttu ve beni kucakladı. Artık rüzgâr da bize eşlik ediyordu. Saçlarımız gözyaşlarımıza
değiyor, ruhumuz birbirine karışıyordu. Birazdan her şey sona erecekti ve biz huzura erecektik.
Birazdan her zerremiz sulara karışacaktı. Annem öne doğru eğildi. Artık kararını vermişti. Gözlerimi
kapamış bekliyordum. Ama o an anneannemin haykırarak bize doğru geldiğini duydum. Birden uyandı
annem o güzel rüyamızdan. Beni yere indirip çekiştirdi kollarımdan. Yolun sonu şimdi başlıyordu.
Annem evlendi, ben öldüm…
Babamdan geldiği ileri sürülen bir rahatsızlığım var. Hiçbir zaman kulak asmadım buna. Öyleyim veya
değilim. Bir ölü için bunların hepsi ne ifade edebilir ki? Şimdi beni bir kliniğe kapatmak istiyorlar. Beni
düşündüklerine zerre kadar inanmıyorum. Üvey ablaları hayatta olmasa çok daha mutlu olacaklar
bundan eminim. Çünkü onlar için bir vicdan azabıyım. Hiç yaşanmamış çocukluğumun, gençliğimin
aksine onlar anneme defalarca doydular. Annem bambaşka bir kadın oldu daha sonra, beni de
görmez oldu gözü. Ben onların beslemesiydim belki de. Ama diyorum ya artık bir önemi yok. Ölüyüm
ben, hem de ölü doğmuş bir ölü...
ARDINDAN Sırdem Kemiksiz
Bölüm -7-
Devamı gelecek…
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Türk dünyasının büyük düşünce adamlarından Gaspıralı İsmail Bey, ölümünün 100.
Yıldönümünde Uludağ Üniversitesi’nde düzenlenen bir sempozyumla anıldı. Mete Cengiz
Kültür Merkezi’nde 11-12 Aralık 2014 tarihlerinde yapılan sempozyumda, Gaspıralı İsmail
Bey’in hayatı, dil, eğitim, milliyet ve birlik anlayışı bilim insanları tarafından ele alınarak, bu
kapsamda bugün yapılması gerekenler tartışıldı. Sempozyumun ikinci gününde, hayatı
boyunca Kırım Türklerinin özgürlüğü için mücadele eden, Kırım Türklerinin lideri Mustafa
Abdülcemil Kırımoğlu’na “fahri doktor” unvanı verildi.
Mustafa A. Kırımoğlu Kimdir? 13 Kasım 1943 tarihinde Kırım’ın Sudak şehrine bağlı Ayserez köyünde
doğdu. 6 aylık bebekken 1944 yılı Mayıs ayında Stalin tarafından ailesiyle birlikte Özbekistan'a sürgüne
gönderildi. Taşkent Üniversitesi’nde öğrenim görme talebi, 'Sovyet devletine ihanet eden bir halka mensup
olduğu' gerekçesi ile reddedildi. Sürgün yaşamı sırasında insan hakları mücadelesi verdi. Birçok kez sürgüne
gönderildi, hapse ve çalışma kamplarına atıldı. Mücadelesi sırasında açlık grevine girdi. Direnişi başta ABD ve
Türkiye olmak dünyanın birçok ülkesinde yankı buldu. 12 Ekim 1986 tarihinde ABD Başkanı Ronald Reagan ile
Sovyet lideri Mihail Gorbaçov arasında gerçekleşen Reykjavik Zirvesi'nde Sovyet aydını Andrey Saharov, Sovyet
tümgenerali Pyotr Grigorenko ve Kırım Tatarlarının önderi Mustafa Cemilev’in hürriyetlerine kavuşması karara
bağlandı.
1989 yılında gizlice Kırım’a döndü. 1991 yılında ise Gorbaçov Kırım Tatarlarının vatanlarına dönmesine izin verdi.
Bundan sonra soyadı alarak faaliyete girişti. Kırım Tatarlarının yürütme organı olan Kırım Tatar Millî Meclisi'nin
kararı ile kendisine "Kırımoğlu" soyadı verildi. 1998 yılında Kırım Tatarlarının barışçı mücadelesine katkısı nedeni
ile Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği Nansen Mülteci Ödülüne layık görüldü.
Bizler de İncir Çekirdeği olarak, büyük bir heyecanla beklediğimiz ve katıldığımız sempozyumdan
sonra Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu ile kısa bir sohbet edebilme şansını yakaladık...
Mustafa Abdülcemil KIRIMOĞLU ile Sohbet
A. Bengisu AKDAĞ
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Efendim, geçmiş bir mülakatınızda Kırım’ın bugün
en büyük sorunlarından birinin “anadilin”
konuşulamaması olduğunu belirtiyorsunuz. Bugün
de hala bu geçerli midir ve bundan hareketle
anadilin önemiyle ilgili neler söylemek istersiniz?
Anadil elbette ki Kırım’ın yıllardır acısını çektiği
büyük bir sorun ancak şu an Kırım işgal altında. O
yüzden bunu, işgal ortadan kalktıktan sonra çözmek
mümkün olabilir. Ancak işgalin ne zaman biteceği
belli değil. Ama bu şartlarda da millet olarak devleti
ayakta tutabilmek için elbette mücadele etmek
anadile sahip çıkmak, korumak lazımdır. Bugün işgal
altındaki Kırım’da bazı okullarda anadilimizde
eğitim yapıldığı söylenmektedir ama bu okullara
girerken çocuklarımıza Rus bayrağı altında Rus
marşı okutturulmaktadır. Böyle olunca öğrenciler
okullara gitmemeye başladılar. Bu şartlarda sorun
çözülmüş değildir.
Peki efendim, “dilde birlik” ülküsü sizce bütün Türk
Dünyasını birleştirmede ne kadar etkili olabilir? Bir
harç vazifesi görecek midir?
Dilde birlik deyince tabii ki Türkçe konuşan bütün
devletlerin dilde birleştirilmesi belki bugünkü
şartlarda pek mümkün değil. Ama bir kültür birliğini
bir “manevi” birliği yakalamak en mühimidir.
Atatürk’ün de bu konuda, esas manevi birliği
vurguladığı sözleri vardır. Bugün ne yazık ki Türkçe
konuşan, aynı dili konuştuğumuz bazı Türk
devletleri Kırım’ın, Kırım Tatar Türklerinin yanında
yer almamaktalar. Yaşananları görmezden
gelmekteler. Bu noktada dilden dahi önce
düşünülmesi gereken konular vardır.
Çok teşekkür ederim.
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bugün maddeden sıyrılıp manaya geçişteki o zar gibi hayal makamında; her zerrem
seninle her zerren benimle sarmaş dolaştık.
Bugün gökyüzü güler yüzlü, toprak tevazulu, kuşlar daha hür… Bugün her karanlığın içinde
bir aydınlık, her çıkmazın içinde bir ferahlık vardı.
Seni daima yanı başımda, gözlerini ise delice sevdiğini söylerken buldum. Yokluğundan
eser yoktu. Hüznüm, özlemin eşiğinden süzülmüş vuslatla vuslat olmuştu. Vakit, maddesel
varlığına koşarken; yokluğundaki varlığından ayrılmak korkusu, yeni günde sensiz bir hicrana
gömülme endişesi koşan vakte düşman ediyor beni.
Anlarda yaşamalı diyorum bazen insan; her anda yeniden dirilmeli. Ayrılığın hüznünden
büyümeli. Hüzünden büyüyen insan, şiir gibi.
Sığabiliyorsa bedenimde bir küçük odaya aşk, karışabiliyorsa damarlarımdaki zehre
panzehir diye, anlamı olmalı -mümkün ise- ayrılığın. Biliyorum kavuşayım diye bu gündüzler,
geceler. Yetişeyim diye bu yarış. Varayım diye bu bitiş. Göğüslenecek bir ip varsa sevdadır
şüphesiz.
Bugün her ses senin sesin. Dağların dumanına, denizin dalgasına, buğdayın türküsüne
rüzgâr sensin. Her çocuk senin dilinde ağlar, her bilmece sende çözüme kavuşur. Şarkım,
garbım, iç sesim, düş yüzüm... Bildim, nihayetinde her söz köşesine çekilir. Yalnız sen kalırsın
geriye, bende.
Varken dünyada 7,2 küsur milyar şiir, sen sevdiğim, hepsinde bercestesin. Hepsinin
içinden geçip hiçbiri değilsin. En güzelsin.
B
SERENAD Hatice TÜRK
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bütün kabahat dilimin...
Belleğini temizlesene biraz
Hayatının içine edenlerin üzerine sifonu çek
Başının etini yiyenleri at mutfağa
Portmantoya hayatından gelip geçenleri as
Nasıl beni düşünmen için yer açıldı mı
aklında
Söylesene kaç metrekare senin kalbin
Ne kadar sevebilirsin birini
Tapusu ortak mı yoksa sadece ben olabilir
miyim kalbinin sahibi
Ben güzel kelimeler seçen adamlar severim
Cemal Süreya gibi
Ben de az fena değilim ağzım laf yapar hani
Ama senin karşında lal olmak yok mu ?
Öyle işte be gülüm
Kalbim senin
Düşüncelerimde sen
Aklımda kelimeler en afillisinden
Ama bütün kabahat dilimin
Eşek arısı soksun şu dilimi benim.
Sevil Batan
Misafir
SEN
Öylece bir sevmek olsan,
Yüreğim acısa seni severken.
Nefesin tütse sobada
Gözlerin ışık olsa geceme.
Öylece bir anı olsan,
Anıların Endülüs'de bir mabet olsa,
Mabedinden güvercinler uçsa,
Seni bana anlatsa.
Öylece bir yaşamak olsan
Seninle yaşasam.
Sana susayıp
Senin yaşadıklarını içsem.
Sadece bir gün olsan,
Güneş sende doğsa,
Yağmur sende yağsa,
Ertesi gün olmasa.
Sema KESER
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
CADI AVI -2 Işık Selin Orhuntaş
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bir Arkadaş Niçin ?
Aşağıda yatıyorum
Sokağa bakan pencerenin orda
Bir ses birden olmaz bir olay oluyor
Kulağımın dibinde
Bir bahar dalı cama vuruyor
Tezer...
Can Yücel
Türk Edebiyatının gamlı ya da nostaljik
prensesi. YKY onu tanıtırken bu lakabı
kullanıyor. İçinde var olmanın dayanılmaz
ağırlığını taşıdığı için belki de... Belki de bu
evrene bir türlü sığamadığı için,
bilemiyorum.
"Gam" kelimesi ona yakışmıyor sanki. Var
olmayla uysal bir kavgası olan kadın yazar
için "gam" çok basit kalıyor. Sığındığı
sözcükler bile onu anlatmaya yetmiyor.
Tezer Özlü kimdir ? Nedir ?
Yazar Demir Özlü ile çevirmen Sezer
Duru'nun kardeşi. 10 Eylül 1943 yılında
Kütahya Simav'da doğar. Anadolu'da
doğmasına rağmen hiç oraya ait hissetmez
kendini. Köklerini aramaz. Avusturya Kız
Lisesi'ni bitirir, yolculuk yapmayı ister hep.
1963 yılında otostopla Avrupa'yı gezer. Üç
kez soyad değiştirir. Tezer Özlü; Tezer
Sümer, Tezer Kıral, Tezer Marti olur.
İçindeki sevgi Erden Kıral ile tutkuya
dönüşür. Bu evlilikten kızı Deniz doğar.
Ancak Erden Kıral'ı çok sevdiği halde
ondan ayrılır. Burs alarak '81 yılında
Berlin'e gider.
Tezer Özlü'nün yazın hayatı için çevresinde
gördüğü her şey malzemeydi. Şüphesiz en
gerçek malzemeyi hastalığı nedeniyle
yattığı İstanbul'un farklı hastanelerinin
psikiyatri kliniklerinde topladı.
"Çocukluğun Soğuk Geceleri" deliliğin
sınırlarında gezdiği günlerle doludur.
Ayrıca hastalığı sırasında en yakın Arkadaşı
Ferit Edgü'ye yazdığı mektuplar "Her Şeyin
Sonundayım" adıyla Sel Yayıncılık
Tarafından basılır. Edgü, bu mektupta
yazan çoğu şey için "saçma" diyerek
okurlardan özür diler. Özlü'nün hastalığı
çok açık şekilde mektuplara yansır bu
yüzden bazı kelimelerin anlamsızlığı göze
çarpar.
18 Şubat 1986 yılında göğüs kanserine
yenik düşer. Tek vasiyeti İstanbul'a
gömülmemek olan yazarın Mezarı
Aşiyan'da bulunur. Başında da bir ağaç.
Hayatına dair ufak bir bilgi; Erden Kıral ve
Yılmaz Güney'in Yol filmini çektiği yılları
anlatan "Yolda" filminde Yelde Reynaud
tarafından canlandırıldı.
Oğuz Atay'ın dişisi olarak adlandırırlar
Özlü'yü. Ne tesadüftür ki Hayalet
Oğuz'ların aynı yaşta aynı ölüm tarzını
paylaşırlar : 43 yaşında kanser.
Tezer Özlü'nün gri renkli samimi anlatımı
ilk kitabı "Eski Bahçe" ile okuyucularla
buluşur.
İlk roman ya da ilk "anlatı"ları "
Çocukluğun Soğuk Geceleri"nden
başlayarak kavgalı olduğu yaşamı,
koridorlarından geçtiği, elektroşoklarına
maruz kaldığı hastaneleri, hasta bakıcıların
tacizlerini, doktorların genç ve güzel
hastalarından faydalanma yöntemlerini,
dahası deliliğin kıyısına geldiği günleri
anlatır. (Bence bu kitabı özel yapan
çocukluğun o saf günlerindeki cinselliği
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
keşfetme anlarını yani özelini gayet açık
bir şekilde paylaşmasıdır. ) Ölümle burun
buruna gelir, onunla yüzleşir. Elektroşoklar
yüzünden hafızasının bir bölümünü, yani
anılarını kaybeder. Bu yüzden anıları hep
ölüdür onun için. Ruhunuzu üşütecek
kadar samimi bir otobiyografidir. Dikkatli
okunduğunda hem toplumsal hem de
kişisel yankılar ortaya çıkar. 70'li Yılların
ordusuyla, milliyetçiliği ile dalga geçer.
Alaya alınan yönler günümüz Türkiye'siyle
benzerlik gösterir; içi boş inançlar.
Sistemle hesaplaşan Özlü şöyle der:
“Öğrendiklerimi unutacağım... Yalnız
geceler de biter Çocukluğun Soğuk
Geceleri de.”
"HERHANGİ BIR KENTTE VAROLUŞUN
HERHANGİ BIR ZAMANINDA "
Soğuk gecelerden Kaçış ancak gitmekle
mümkün olur. Pazar günlerinin
sıradanlığını anlatırken gitmek eylemiyle
bitirir cümlesini. "Yaşamın Ucuna
Yolculuk"a uzanır eylemler. Bu anlatısı ise
" Bir İntiharın İzinde" adıyla Almanca
yayımlanır. Yazar Tarafından dilimize daha
sonra çevrilir.
Tren raylarında özgürlük başlar.
Bırakılmışlığın tadı Berlin'in sokak
rüzgarlarıyla gelir. Daha sonra rota
Hamburg- Prag- Viyana- Niş- Zagreb-
Tireste- Torino şeklinde ilerlerler.
Aradığının ne olduğunu bilmez, neyin
izinde olduğunu bilir: İntiharın ve bu
duyguyu aşılayan yazarların. Prag'da
Kafka,Trieste'de Svevo ve Torino'da
Pavese...
Yazarların mezarları başında varoluş
sancısını duyumsar yine ama bu sefer
ziyaretine geldiği ölülerin sancısıdır.
Kaldığı oteller, diş ağrıları, uykusuzluk,
kendini hatırlatan hastalığı ve yanından
ayırmadığı intihar/ölüm isteği. İşin tuhaf
yanı Özlü ölümün bir seçenek olmadığının
farkındadır. Yaşama isteği de yoktur.
Boşluktadır. Kesik kesik derin cümleler
okuyanı rahatsız eder, içini acıtır. (Bu
kitaba daha sonra uzun uzun
değineceğim.)
Bir yazarı tanımanın en iyi yolu
mektuplarını okumaktan geçer. Çünkü
mektuplarda yazar kimliğinden sıyrılır,
insan olur. Ferit Edgü'ye yazdıklarından
sonra gerçek Tezer Özlü'yü "Leyla Erbil'e
Mektuplar"da görürüz. Kanserle savaşan,
yurtdışında kendine yeni bir hayat kuran,
kendine aydınlık görevi yüklemiş burjuva
şımarığının var olma mücadelesini
görüyoruz. Mektupların çoğu Zürih'ten
İstanbul'a gider. Sevgi dolu hitaplar özlem
kokan satırlara karışır. Çok sevdiği kentin
sokaklarını büyük bir heyecanla anlatır. İş
oradaki hayatını anlatmaya gelince değişir.
Hele oradaki Türk'lerden söz ederken yine
kavgacı kadın olur. Türkler gittikleri her
yere lahmacun kültürünü götürmüş,
politikayla ilgilenenler kafayı yemiş.
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Nadir iyi niyetli Almanlar kütüphaneler
kurmuş, okuma haftaları düzenlemiş ama
Türkler her Fırsatı tepip yeşil camii
yapmışlar. "Köklerimi hiç aramadım."
deyişini hatırlatıyor bana. Bir yanda
aydınlarını, yazarlarını tutuklayan, kitap
yakan bir ülke diğer yanda kitaplara ticari
mal gözüyle bakan başka bir ülke...
Köklerini araman neyi ifade eder?
İnsanlığa dair gözlemlerini sanki onlardan
biri değilmiş gibi anlatır. Yeryüzüne
katlanmanın tek yöntemi sözcüklere
sığınmak onun için. Can dostu Leyla Erbil'e
yazılan mektuplar onu tanımak için farklı
bir pencere gibidir.
Almanya'da yaşadığı dönemde çeşitli dergi
ve gazetelerde yayımladığı köşe
yazılarından oluşan kitap YKY tarafından
basıldı. Yazar "Yeryüzüne dayanabilmek
için" Edebiyatı seçtiğini Söyler. Ciddi
üslubuyla eleştirilerini yapar. Yıllardır
okuya okuya, geze geze, gözlemleye
gözlemleye biriktirdiklerini satır aralarında
sunar bize. Böylece Tezer Özlü'nün iyi bir
okuyucu olduğunu da görürüz. Bize de
böylesi lazım değil mi ?
Kimisi 20 Yaşında başarılı kimisi de kendi
olur. "Kimseyle yaşlanmak istemiyorum
kendimle bile" diyecek kadar cesur bu
kadın herkesin herkessiz yaşayabileceğini
ondan "Kalanlar"la anlatır.
Bu kitap özel hayatına derin bir yolculuk
için günlüklerinden oluşur. Arka
kapağındaki cümle dikkat çekicidir: Efsane
sahibiyle yüzleşiyor. Sonsuz Ölümlerin
sonsuz acıları aklın Bittiği yerler ile
çıldırmanın sınırları hepsi "Kalanlar"da
Saklı.
Tezer Özlü'yü okuduğumdan beri
huzursuzum. Çünkü biz edebiyatçılar
yaşamın anlamsızlığı ile mücadele etmek
için kendimize paravan bulmada
ustayızdır. O'na dair anlatacak çok şeyim
var yetersiz sözcüklerle. Yazıyı bitirirken
Söylemek istediğim son bir şey var :
Kahrolası yeryüzünün en büyük yalnızıma
intihar ne kadar da yakışırdı !
‘’Bana verilen bu armağandan
Çıldırıp yitmemek için
İki kişi gibi kaldım
Birbiriyle konuşan iki kişi’’
Edip CANSEVER
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Yarım kalan bir yağmur, ıslatır düşünceli sabahı.
Şafak karıncaları toplar, geceden kalma erzağı.
Emekli sokakların yalnızlığında ağarır peşin sıra gün,
Bir fabrikanın ardında doğar güneş.
Bir taraftan kaldırım boylarında acele eden insanlar,
Diğer yandan fırının camlarını buğulayan taze buharlar.
Bir balıkçı teknesinin yavaşça uykusuz sulara süzülüşü…
İskelede bir kedinin esneyerek çöp torbasına yürüyüşü…
Sabah 7 vapurunun atkılarına gizlenen müdavimleri…
Tren raylarında, çakıl taşlarının sefer taslarına selam verişi…
Elindeki gazeteyle kapı kapı gezen mülteci çocuk,
Telaşla yürürken düşer elinden gazeteler, yollar hep bozuk.
Yoksul bir müzik duyulur, kıraathane içinde.
Berber dükkânında ağırlanır gelenler gidenler, adeta bir misafirhane.
Döküm bir tenekenin ateşinde ısınan yaşlı işportacı,
Son simidini satmaya çalışan topal adamla şakalaşır.
Gözündeki çapakla meşgul bir küçük mendilci, mırıldanırken müşteriye,
Çiçek satan yaygaracı çingene, kahkahalar atar sebepsizce.
Ve gün kendini teslim eder böylece yorgunluğa.
Kepenkler indirilip, anahtarlar vurulur çelikten kapılara.
Gökyüzünden çekilir soğuk ışık huzmeleri.
Akşam gündüzlüğünde olan caddeler kalabalıklaşır, başlar eve dönme telaşesi.
Yıldızlar yayılır geceye, sonra soğuk bir ayaz…
Son trende durunca istasyonda, ertesi güne merhaba!
GÜN Sema Keser
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Huzura Yolculuk / Zeynep Tosun
Kaç mevsim daha geçmeli bilmiyorum, bulut kokan yüreklerin kurtulması için. Bilmiyorum daha
hangi badireler atlatılmalı huzur için. Kar mı yağmalı yağmur mu üzerine?
Sis olmalı. Her yürekte az biraz da olsa sis olmalı. Yahut bulutlarını paylaştığı bir yürekten armağan
kalmalı sis. Yüce dağların gönüllerden büyük azizliğini göstermeli gören gözlere ve insan durmalı,
beklemeli bir an o azizliğin karşısında, dinlemeli uğultuları, dinlemeli yüreğini... İçinden geldiği gibi
yüzmeli düşünceler ve kulaç atmalı zirvelere. Hüzünleri bırakıp zirvede, bırakıvermeli belki kendini
göklerden. Olur da bir damlaya çarparsa eli, belki erer huzura, belki geldiği yere geri dönmek ister ve
pişmanlık sarar her bir yanını. Çaresizliğin uğultusunu duyarsa şayet, yanmasına izin vermeli
damlalarla. Daha çok, daha hızlı, ruhunu teslim edercesine belki tutuşmalı yürek, çarpışmalı soğuk
gerçekle ve nihayetinde sis olup karışmalı göklere. Çünkü her yürekte biraz sis olmalı.
Her yürek görmezden gelebilmeli bazen kalbinin tam ortasındaki gümüş kurşunu. Sis olmalı çünkü
bir perde çekmeli geçmişe. Olur ya, sis dağılıverirse aniden, alev olup taşmalı yüreklerden o vakit. Bu
defa bir damla aramamalı tutmak için elinden. Bizzat kendisi damla olmalı, dört yanı alev ateş yanan
bir damla ki ne söndürebilecek bir su bulunsun ne yok edecek bir rüzgar. Öyle ki bulutlar kıskanmalı
ve bir gün alev yağdırmalı göklerden.
Ve yetmezse tüm bunlar o kayıp huzura ermeye, o vakit unutup hepsini geri dönmeli gümüş
kurşuna, indirmeli perdeleri ve sormalı nedenini, dinlemeli yüreğini. Bir bakmışsın hiç gerek yokmuş o
yaşananlarda. Bir bakmışsın cevap gümüş kurşunun ta kendisiymiş. Adım adım yaklaştıkça cevaba,
ince ince eriyivermiş gümüş, yüreğinin tam ortasında ve soğumak üzereyken o yürek, bir anda sis
içinde kalıvermiş.
Çünkü önce ya da sonra, az ve ya çok, ağır yahut hafif... Her yürek sislidir biraz.
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Hüseyin Nihal Atsız Bey (12 Ocak 1905-11
Aralık 1975) ´in babası, Gümüshane ilinin
Dorul ilçesinin Midi köyünden 'Çiftçioğulları'
ailesine mensup (Deniz Makina Önyüzbaşısı)
Hüseyin Ağa´nın oğlu (Deniz Güverte Binbaşı)
Mehmet Nail Bey olup; annesi ise, Trabzon´un
kadıoğulları ailesinden (Deniz Yarbayı) Osman
Fevzi Bey´in kızı fatma Zehra Hanım´dır Atsız´ın
babası Mehmet Nail Bey (1877-1944)
donanmaya girer ve Deniz Güverte
Binbaşılığına kadar terfi eder.1903 yılında
Yüzbaşı iken ilk esi Fatma Zehra Hanım´la
evlenir. Bu evlilikten,12 Ocak 1905´de Hüseyin
Nihal,1 Mayıs 1910´da Ahmet Necdet (Sancar)
ve Aralık 1912´de de Fatma Nezihe (Çiftiçioğlu)
olmak üzere üç çocuğu olur.
Atsız, ilkokula, altı yaşında, Kadıköy´de ki
Fransız okul´unda başlar. Fakat çok geçmeden,
çıkan bir yangında okulun yanması sonucu
aynı semtteki Alman Okulu´na verilir (1911) .
Bir süre sonra, Kızıldeniz´de bulunan Malatya
ganbotunun süvarisi olan babasının yanına
gider. Bu arada Türk-İtalyan savaşı çıkar ve
ganbotun İstanbul´un emri ile Süveyş´e
sığınması üzerine Atsız´da bir kaç ay Fransız
okuluna devam eder. İstanbul sultanisi´nin
onuncu sınıfında iken (1922) , imtihanla Askeri
Tıbbiye ´ye girer. Tıbbiyeden sonra Kabataş
Lisesi´nde üç ay kadar yardımcı öğretmenlik
yapar. Bilahere Deniz Yolları´nın 'Mahmut
Şevket Paşa' adlı vapurunda katip olarak çalışır
ve birkaç seferde katılır. Ancak bu işten tatmin
olmaz ve 1926 yılında İstanbul
Darülfünunu´nun (üniversitesinin) Edebiyat
Fakültesinin yatılı kısmı olan Yüksek Muallim
Mektebi´ne kaydolur. Sınıf arkadaşları
arasında Tahsin banguoğlu, Orhan Şaik
Gökyay, Pertev Naili Boratav gibi isimler
vardır.
Atsız fakülteden mezun olduktan sonra, Hocası
Köprülü, Maarif Vekaleti nezdinde Atsız için
aracılık eder ve sekiz yıllık mecburi
hizmetlerini affettirerek, kendi yanına asistan
olarak alır. (25 Ocak 1931)
15 Mayıs 1931´de 'Atsız Mecmua' yı
çıkartmaya başlar. Yazı kadrosuna M. Fuat
Köprülü, Zeki Velidi Toğan, Abdulkadir İnan
gibi ilim adamları da vardır. Mecmua 25 Eylül
1932'ye kadar çıkar, Türk Tarih Kongresi'nde
Reşid Galib'in Zeki Velidi Togan'a gösterdiği
tutum sebebiyle Atsız ve arkadaşlarının Reşid
Galib'i protesto etmeleriyle başlayan ve
asistanlıktan alınmalarına kadar giden bir dizi
olay sonucu kapatılır.
Edirne'de öğretmenlik yapmaya başlar ve o
yıllarda Orhun adlı dergiyi çıkarmaya başlar.
Degide Türk Tarih Kurumu'nun verdiği bazı
bilgileri yanlış bulduğunu belirten yazılar
yazdığı için bakanlık emrine alınmıştır ve bu
dergide kapatılmıştır.(1933) 1934'te İstanbul'a
tayini çıkmış ve öğretmenliğe devam etmiştir.
Evlenir(1939), iki çocuk (Yağmur Atsız(1939,
Buğra Atsız(1946)) sahibi olur. Boğaziçi
Lisesi'nde öğretmenlik yaptığı 1943 yılında
Selim Sarper'in ısrarıyla Orhun dergisini
Aziz NADİR
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
yeniden çıkarmaya başlar. Derginin 15.
sayısında dönemim başbakanı Şükrü
Saraçoğlu'na siyasi sebeplerden ötürü yazdığı
açık mektup sebebiyle hakkında dava açılır,
dergi kapatılır ve öğretmenliğine son verilir.
Sonra mı? Sonrası karışık, sonrası karanlık,
sonrası tabutluk. Meşhur 44 Olayları cereyan
eder. Nice fikir, ilim, sanat adamları demokrasi
kahramanlarınca gayet demokratik hücrelerde
ve tabutluk denen tek insanın sığabileceği
kutularda tutulup işkence edilir. Atsız
yargılamalarda 1,5 yıl tutuklu kaldı ve 23 Ekim
1945'te tahliye oldu.
1950-1951 öğrenim yılının başında Haydar
Paşa Lisesi Edebiyat Öğretmenliğine getirilen
Atsız, burada iki yıl görev yaptı. Bu defa da,3
Mayıs´in kutlamaları için Ankara´da verdiği ilmi
bir konferans bahane edilerek öğretmenlikten
alındı ve Süleymaniye Kütüphanesindeki eski
görevine iade edildi. (1952) . Burada 17 yıl
çalıştıktan sonra 1969´da emekliye ayrıldı.
1950-1952 yıllarında yayınlanan haftalık Orhun
dergisinin başyazarlığını yaptı.1962´de kurulan
Türkçüler Derneği´nin genel başkanlığını
üstlendi.1964´den vefatına kadar Ötüken
dergisini yayınladı. Yine yargılandı fakat
eğilmedi.Fırtınalı hayatı son nefesini verdiği
1975 yılına kadar kesintisiz devam etti. 12
Aralık 1975'te Atsız Bey ebediyyete intikal etti.
Kabri Karacaahmet Mezarlığı'ndadır.
Dergilerde yayınladığı birçok makalesi ve
şiirlerinin toplandığı Yolların Sonu adlı bir şiir
kitabı vardır.
Ayrıca romanları içinde ayrı bir yere sahip olan
Ruh Adam edebiytımızın en mükemmel
romanlarından biri olduğu halde hak ettiği
ilgiyi görmemiştir. Bu roman hakkında Nazan
Bekiroğlu'nun bir makalesi de mevcuttur.Ben
burada kendi fikirlerimi söyleyeceğim.
Romanda sembolizmin ağır etkisi
görülmektedir. Müellifin duygularını
gizlememesi ve olay
örgüsünde olağanüstü
tesadüflere yer vermesi
romantizmin etkisinin de
olduğunu gösterir. Karakterler
başarılı yaratılmış olay örgüsü
gayet güzel ve kimi zaman
meraklandıran, bazen
ürperten, yer yer de
duygulandıran yazarının
karakteriyle benzeşen inişli
çıkışlı bir roman. Etkisinden
uzun süre çıkılamayan garip bir
eser.
Şu an tek kitapta
birleştirilmiş olan Bozkurtların
Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor
adlı romanları Göktürk
döneminde geçen
romanlardır. Deli Kurt ise
Fetret Devri'nin romanıdır. Z
Vitamini yer yer kahkaha
attıracak derecede komik bir
hiciv eseridir. Bu eserle Atsız'ın
ciddiyetinin yanında keskin bir
mizah anlayışının da olduğunu
anlıyoruz. Dalkavuklar Gecesi
alegorik hiciv eseridir.
Şiirlerine baktığımızdaysa her
türde şiir yazmış olduğunu
görüyoruz. Laf olsun diye her
türde demedim. Cidden onun
şiirlerinde aşk da vardır, savaş
da vardır, ülkü de vardır,
yiğitlik de vardır, yalnızlık da
vardır.
Bu tempolu
ömre sığdırdığı
eserleri:
Romanları:
Dalkavuklar Gecesi,
İstanbul 1941.
Bozkurtların Ölümü,
İstanbul 1946.
Bozkurtlar Diriliyor,
İstanbul 1949.
Deli Kurt, İstanbul
1958.
Z Vitamini, İstanbul
1959.
Ruh Adam, İstanbul
1972.
Öyküleri :
'Dönüş', Atsız
Mecmua, sayı.2
(1931), Orhun,
Sayı.10 (1943)
'Şehidlerin Duası',
Atsız Mecmua, Sayı.3
(1931), Orhun,
Sayı.12 (1943)
'Erkek Kız', Atsız
Mecmua, Sayı.4
(1931)
'İki Onbaşı,
Galiçiya...1917...',
Atsız Mecmua, Sayı.6
(1931), Çınaraltı,
Sayı.67 (1942),
Ötüken, Sayı.30
(1966)
'Her Çağın Masalı:
Boz Oğlanla Sarı
Yılan', Ötüken,
Sayı.28 (1966)
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
"Gün senden ışık alsa da bir renge bürünse
Ay secde dip çehrene yerlerde sürünse"
dizeleri aruz ölçüsüyle yazdığı “Geri Gelen
Mektup” adlı buram buram divan edebiyatı
kokan şiirinden bir parçadır. Aşkı divan
edebiyatındaki şekliyle işlemiş, aruz kullanmış
ve dile olan hakimiyetini kanıtlamıştır.
"Kayalara çarpmalıdır korkunç türküler
Dalmalıdır gövdelere çelik süngüler
Sert dipçikliler ezmelidir nice başları
Ecel kuşu ayırmalı arkadaşları"
Davetiye adlı şiirinden alıntı olan bu parçada
ise ona göre ideal olan savaş ortamını
anlatıyor. Bir savaş ortamı ancak bu kadar
kafiyeli anlatılabilirdi herhalde.
"Sızlasa da gönüller gidenlerin yasından
Koşaradım gitmeli onların arkasından
Kahramanlık içerek acı ölüm tasından
İleriye atılmak ve sonra dönmemektir" bu
dörtlükte kahramanlığı işleyen Atsız Bey'in
yine kafiyelerdeki başarısı ve konu
bütünlüğünü koruması dikkat çekiyor.
"Şimdi hülyaya gömülmüş
ölüyüm;
Ne gelen var, ne giden var,
ne soran.
Iztırap yaylasıyım gam
çölüyüm;
Esiyor sadece gönlümde
boran. "
Yalnızlık şiirinde bize bu
dörtlükte yine divan
edebiyatı tarzında bir
yalnızlığı işliyor.
Atsız, Ruh Adam, Gök
Bilge, Bilge Yolbaşlı... Adına
ne dersek diyelim büyük
kitleleri etkilemiş, yeni
ufuklar açmış bu adamın
daima yalnız olduğunu
düşünüyorum. Tıpkı Necip
Fazıl Kısakürek ve Nazım
Hikmet Ran gibi. Farklı
şeyler söyleyip aynı şeyleri
öğreten ADAMLAR gibi
okumaya değer bir hayat
macerası ve eserleri var.
Akademik Çalışmaları:
Divan-ı Türk-i Basit, Gramer
ve Lugati, Mezuniyet Tezi,
Türkiyat Enstitüsü, no. 82,
111 s. İstanbul, 1930
XVIıncı asır şairlerinden
Edirneli Nazmî'nin eseri ve
bu eserin Türk dili ve
kültürü bakımından
ehemmiyeti, İstanbul, 1934
Müneccimbaşı, Şeyh
Ahmed Dede Efendi, Hayatı
ve Eserleri', İstanbul, 1940
Türk Edebiyatı Tarihi,
İstanbul 1940
'Ahmedî, Dâstân ve tevârîh-
i mülûk-i Âl-i Osman',
Osmanlı Tarihleri I, İstanbul,
1949
'Şükrüllah, Behcetü't
tevârîh', Osmanlı Tarihleri I,
İstanbul, 1949
'Âşıkpaşaoğlu Ahmed Âşıkî,
Tevârîh-i Âl-i Osman',
Osmanlı Tarihleri I, İstanbul,
1949
Osman (Bayburtlu) ,
Tevârîh-i Cedîd-i Mir'ât-i
Cihân, İstanbul, 1961
Osmanlı Tarihine Ait
Takvimler I, İstanbul, 1961
Ordinaryüs'ün Fahiş
Yanlışları (Ali Fuat Başgil'e
cevap) , İstanbul 1961
Türk Tarihinde Meseleler,
Ankara, 1966
Birgili Mehmed Efendi
Bibliyografyası, İstanbul,
1966
İstanbul Kütüphanelerine
Göre Ebüssuud
Bibliyografyası, İstanbul
1967
Âlî Bibliyografyası, İstanbul,
1968
Âşıkpaşaoğlu Tarihi,
İstanbul, 1970
Evliya Çelebi
Seyahatnâmesi'nden
Seçmeler I, İstanbul 1971
Evliya Çelebi
Seyahatnâmesi'nden
Seçmeler II, İstanbul 1972
Oruç Beğ Tarihi, İstanbul,
1973
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Otobüsle okula doğru gidiyorum, yavaş yavaş gözlerim kapanıyor, bir durağa uğruyoruz,
otobüse birileri biniyor. Kim olduklarına bakmıyorum, zaten yeterince kalabalık ve sıcak
içerisi, kafamı kaldırıp bakmaya yeltenemiyorum bile. Gözlerim kapanıyor yavaşça, ağzımda
bir kuruluk, susuyorum. Derinlerden burnuma süt kokusu geliyor. Marketlerden aldığımız
sütlerin kokusundan çok daha farklı, çok daha leziz kokuyor. Sanki süt kokusundan sütün
içindeki vitaminleri, besinleri sayabilecekmişim gibi hissediyorum kendimi. Bu koku bana çok
tanıdık geliyor, uzak değilim bu kokuya... Gözlerimi açmadan içime çekiyorum kokuyu,
hatırıma annem düşüyor, köyüm düşüyor, küçükken babamla çobanlığını yaptığımız
koyunlarımız ve sütünü içerek büyüdüğüm sarı kız düşüyor... Köyüme, çocukluğuma şöyle bir
göz gezdiriyorum. Annemin kokusunu özlüyorum…
Otobüsün ani fren yapmasıyla açıyorum gözlerimi, karşımda oturan kadınla göz göze
geliyoruz. Şiirlere konu olan mavi gözleri, tarlada ekin toplarken yanmış teni, sivri burnu ve
süt kokusuyla, bir köy kadınıyla bakışıyorum. Utandığını anlayınca gözlerimi başak misali
omuzlarına dökülen saçlarına çeviriyorum, yazmasının kırmızı büyük oyaları arasından
dökülen lüle lüle saçları, çatık kaşlarına rağmen kadınlığını ortaya koyuyor. Kucağındaki iki
yaşlarındaki çocuk çarpıyor gözüme... Bir kız çocuğu... Kadının tam aksine kapkara gözleri ve
saçları var. Ayağında siyah küçük lastiklerden biri yere düştü düşecek, eğiliyorum lastiğini
ayağına tam olarak giydirmek istiyorum. Çorabının tabanının yırtık olduğunu fark ediyorum
bu sefer. Elim üşüyen topuğuna değince çocuk gıdıklanıyor, gülüveriyor. O gülünce ben de
gülüyorum. Hatırıma kardeşim düşüyor bu sefer. Çorabımız yırtılınca annemden gizli
aldığımız nakış iğnesi ve iplikleriyle biçimsiz suratlar yapıp, sobanın arkasında kukla yapıp
oynattığımız kış geceleri geliyor gözümün önüne... Saatlerce bitmeyen gülüşmelerimize
kapımızdaki çoban köpeği Paşa'nın havlamaları katılıyordu. Biz güldükçe o havlıyor, o
havladıkça biz daha çok gülüyorduk. Şimdi bu kara gözlü kız çocuğu da büyüyünce yırtık
çorabıyla kukla yapar mı diye düşünüyorum, cevabını bulamıyorum, yüzümde tebessümle
dalıp gidiyorum.
Kadının ayağa kalkmasıyla bakışlarım tekrar kadına yöneliyor, kadın çocuğu iyice kucağına
yerleştiriyor, otobüsün durakta durması için kırmızı düğmeye basıyor. Kapıya doğru
insanların
Yolculuk
Hilal Akarslan
Hikaye
arasından geçerek ilerliyor, otobüs duruyor ve kadın iniyor. Kadın gidiyor ve geçmişim,
çocukluğum, ailem gidiyor... Kadın gidiyor ve ben tekrar şehrin uykusuna dalıyorum.
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
BİR ERASMUSLUNUN GÜNCESİ Kübra TARAKÇI
Kübra’nın HAYALLERİ GERÇEK OLDU !
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
İşte o gün gelmişti. Hayallerimin gerçek olduğu gün... Paris artık benim
için bir hayal değildi. Maria'nın önerisiyle nerdeyse bir ay önceden biletlerimizi aldık. Uçağımız Vilnus'dan hareket etti. Bu sayede ben de bir kez daha Vilnus'u görme fırsatı yakaladım. O kadar heyecanlıydım ki. Bu heyecan pasaport kontrolünde bir korkuya dönüşmüştü. Türkiye AB'ye üye olmadığı için Maria ve İlona gibi kolayca kontrolden geçemedim. Ama neyse ki her şey kısa sürede halloldu.
Veee Paris Beauvais Airport. Havaalanının adı bile benim için o kadar
çok havalıydı ki. Tabi hala telaffuz edemiyorum. Paris topraklarına adımınızı attığınız gibi 17 euro çıkıyor cebinizden. Paris'te kalacak yer ve ulaşım biraz pahalı maalesef.
Seine Nehri tarafından Paris ikiye bölünüyor. Eiffel Kulesi, Notre Dame Katedrali, Champs-Élysées Caddesi, Concorde Meydanı, Montmartre Tepesi ve Louvre Müzesi... Görmemiz gereken o kadar çok yer vardı ki...
“Paris Görülecek Yerler” arasında bulunan Notre Dame Catedrali'nde eskiden Kral ve Kraliçelerin taç giyme törenleri yapılırmış. Yapı aslında bütün Dünya'ya yayılan şöhretinin
büyük bir kısmını Victor Hugo’nun “Notre Dame’ın Kamburu” romanına borçlu. Süslü
ve ihtişamlı görüntüsüyle dikkat çeken Notre Dame Katedrali 1163 – 1345 yılları arasında inşa edilmiş. Özelikle iki yanında bulunan kuleler oldukça gösterişli bir mimariye sahip.
Charles de Gaulle Meydanı ve Zafer Takı aralarında Champs-
Elysees’in de bulunduğu 12 caddenin kesiştiği noktada bulunuyor. Charles
de Gaulle meydanı’nın ortasında bulunan Arc de Triomphe de l'Étoile (Zafer Takı), Napolyon tarafından yaptırılmış. Üzerine
Napolyon’un kazandığı zaferler ve generallerinin isimleri yazılan bu anıt, 50 m yüksekliğinde. Anıtın üzerine çıkarak Paris’in en ünlü caddelerinin
manzarasını seyretmek mümkün. Charles de Gaulle anıtı ile Concorde Meydanı arasında 2 km boyunca
uzanan Champs-Elysees, Paris’in ve bütün Dünya’nın en güzel ve şık caddeleri
arasında yer almaktadır. Biz yılbaşına yakın bir tarihte gittiğimiz için cadde alabildiğine ışıklarla doluydu. Orda yediğimiz Waffle'ın tadı hala damağımda.
Dünya’nın en büyük ve en önemli müzelerinden biri olan Louvre Müzesi, Seine nehrinin kenarında bulunuyor. Yılda yaklaşık 8 milyon kişi bu müzeyi geziyor. Aralarında Osmanlı eserlerinin de bulunduğu, Mısır, Uzakdoğu, Yunan ve Avrupa sanat tarihine ait yaklaşık 35.000 esere ev sahipliği yaptığını öğrendik ama maalesef giremedik malum öğrenciyiz biz. :)
Paris Gezilecek Yerler arasında bulunan Paris Opera Binası Mimar Charles Garnier
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
tarafından tasarlanmış ve Neobarok stilinde 1875 yılında inşa edilmiş. Bina Paris’te görülmeye değer görkemli eserlerden bir tanesi. Montmartre Tepesi üzerine kurulmuş olan Sacre Coeur kilisesinin yapımına Mimar Paul Abadie tarafından başlanmış. 1914 yılında tamamlanan ve 1. Dünya savaşından sonra ziyarete açılan Bazilika yılda yaklaşık 10 milyon turist tarafından ziyaret ediliyor. Biz bu yapıyı tamamen tesadüf eseriz ziyaret etmiş olduk. Çünkü önceden böyle bir yer olduğunu bilmiyorduk. Rastgele bir metro durağında indik ve kendimizi burda bulduk. Yol biraz uzun ve meşakkatli ama tepeye vardığınızda karşılaştığınız manzara tüm yorgunluğunuzu alacak cinsten. ABD’nin ünlü Özgürlük Anıtı’nın bir kopyasını da içersinde barındıran Lüxemburg Bahçesi... Tabi ben bu heykelin orda bulunduğunu sonradan öğrenmiş olmam da ayrı ilginç bir konu. Paris’in en görülesi yeşil alanlarından bir tanesiymiş ama biz maalesef en kahverengi zamanına denk gelmiştik. Bahçede bulunan ve günümüzde Fransız Senatosu olarak kullanılan bina, 17. yüzyılda Lüksemburg Sarayı olarak inşa edilmiş.
Veee Paris’in sembolü Eiffel Kulesi... İlk önce teorik bilgi ile başlamak
gerek. Gustave Eiffel tarafından Fransız Devrimi’nin 100. Yıl kutlamaları nedeniyle düzenlenen Fuarın giriş kapısı olarak inşa edilmiş. Yapıldığı yıllarda Fransızlar tarafından sevilmeyen ve şehrin manzarasını bozduğu gerekçesiyle, yıkılması için kampanyalar başlatılan kule, bugün şehrin sembolü ve turistlerin en sevdiği yapı olmuş durumda. Gündüz ve gece ayrı güzellikte manzaralar sunan kulede 57m, 115m ve 276m’lerde 3 adet seyir terası bulunuyor. Paris manzarasını yukarıdan görmek ve fotoğraflamak isterseniz, kuledeki seyir teraslarından birine çıkabilirsiniz. Şimdi duygularımı sizinle paylaşabilirim. Kuleyi gördüğüm ilk an sanki küçük dilimi yutacak gibiydim o kadar muhteşem bir şeydi ki kelimelerle anlatmam mümkün değil sanırım bu duyguyu. Geri dönerken bile sırtımı ona dönemedim ve geri geri yürüdüm. Kuleye çıkmak için yaklaşık 2 saat kuyrukta bekledik. Sonunda o muhteşem kuledeydik. Paris'in muhteşem manzarası... Biz ne yazık ki 3. kata kadar çıkamadık çünkü insan yoğunluğu çok fazlaydı. Kötü olan bir yanı ise önündeki bir binanın bu muazzam kuleyi kapatması. Bir de kulenin etrafında gezerken fareler ile karşılaşabilirsiniz bunun nedenini hala daha anlamış değilim doğrusu. Ama ne olursa olsun benim için mükemmel hayatımın muhteşem 3 günüydü.
Eiffel Kulesi sayılarla: Açılış yılı : 1889
Yapımında 10100 ton demir kullanılmış ve 18.038 adet demir parça 2.500.000 adet perçinle birleştirilmiştir. Yapımı 26 ay süren kulede 3000 işçi çalışmıştır. Yüksekliği : 300m, üzerindeki antenle birlikte 324m. İşte böyle bir 3 gün geçirdik. Umarım sizin de yolunuz düşer ve bu muhteşem şehri gezme olanağı bulabilirsiniz. Bu arada Paris'te yaşam pahalı dedim ama hediyelik eşya almak için de Avrupa'nın en ucuz yeri olsa gerek. Gerçekten çok ucuza sevdiklerinizi mutlu
edebilirisiniz. “Nasıl bulcam?” demeyin zira satıcılar sizin ayağınıza gelip size bir şey
aldırmadan yanınızdan ayrılmayacaklardır.
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Geçen Yine Paris’teyim...
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
“Tüm
hayatım
boyunca
kelimelere
hep onları
ilk kez
görüyor-
muşum
gibi
merakla
baktım.”
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Ernest Miller Hemingway 21 Temmuz 1899’da İllinois eyaletinin Oak Park bölgesinde doğmuştur. Onun adı babasının ve amcasının adıdır. 1917’de liseyi bitirdiğinde ailesinin üniversite okuma isteğine çıkarak Kansas City Star’da gazetede muhabirlik yapmaya başlar. 1915’de patlak vermiş olan 1. Dünya Savaşı’na 1917’de Amerika da katılınca Hemingway savaşa katılmak için orduya girer. Ancak sol gözündeki görme bozukluğundan dolayı orduya katılmaz. Yine de savaşta yer almak için Kızılhaç gönüllüsü olarak ambulans şoförlüğü yapar. Avrupa’nın farklı yerlerinde sağlık ekibinde çalışan Hemingway, Milan’daki bir patlamada kendi yaralanmış olmasına rağmen İtalyan askerlerine yardım eder ve ikinci patlamada daha da çok yaralanır. Bu kahraman davranışından ötürü İtalyan Hükümeti tarafından kendisine Gümüş Onur Madalyası verilir ve İtalyan halkı tarafından kahraman ilan edilir. Tedavisi Milan’da gerçekleştirilen Hemingway, hastanede kaldığı sırada Agnes von Kuravsky ile tanışır. Bu tanışıklık bize Silahlara Veda’yı kazandıracaktır. Tedavisi bittikten sonra ABD’ye döner. Ailesi ona iş bulması için baskı yapar. Ancak askerde yaralanmış olmasından dolayı aldığı maaş ile geçimini sağlar onun yerine. 1921’de ilk eşi Hadley Richardson’la tanışır ve kısa süre içinde evlenir. Daily Star gazetesinde yazmaya başlar. İş bulur bulmaz da hemen Paris’e taşınır. Paris’te pek çok yazarla tanışıp dost olur. Paris’te yaşamaktan ziyade elinde bulunan kıt imkanlara rağmen Paris’i yaşamayı seçer. Bununla ilgili olarak da arkadaşının birine yazdığı mektupta şöyle der: “Eğer gençliğinizde Paris’te yaşamak şansına erişmezseniz, ömrünüzün geri kalan bölümünde nereye giderseniz gidin, o sizinle birliktedir artık. Çünkü Paris devingen bir şenliktir.” Paris’te bulunduğu dönemde yaşadığı bazı olayları anı şeklinde Paris Bir Şenliktir kitabında toplayacaktır. Hemingway’ın bu eserinde Paris’te kimlerle dostluk kurduğu
da görülmektedir. Ezra Pound, Scott Fitzgerald, Ernest Walsh, James Joyce… 1922 yılında Türk Kurtuluş Savaşı’nın haber muhabirliğini yapmak adına Toronto’daki Daily Star tarafından İstanbul’a gönderilir. Bu sırada Pera Palas’taki 218 numaralı odada kalır. İsmet Paşa ile Mudanya Mütarekesi zamanında bir röportaj yapar. Ayrıca gazetede yayınlanan bir yazısında Atatürk için şöyle der: “Batılılar buraya barış dilenmeye geliyordu; yoksa barış istemeye ya da barış şartlarını dikte ettirmeye değil… Bu görüşmeler Avrupa’nın Asya üzerindeki egemenliğinin sonunu gösteriyor. Çünkü Mustafa Kemal herkesin bildiği gibi Yunanlılar’ı silip süpürmüştü.” Burada edindiği deneyimlerini, anılarını ve gazete de yayımlanan yazılarını İşgal İstanbul’u adlı eserinde derleyecektir. 1923 yılına kadar Paris’te ciddi anlamdaki az imkanlarıyla yaşayan Hemingway eşi Hadley ile ABD’ye döner ve ilk oğlu Jack doğduktan sonra 1924’te Paris’e geri dönerler. Onun yazdığı ilk roman Gare de Lyon’da bir çanta içinde sır olur ve bir daha da bulunamamıştır. Seneler sonra aslında ikinci olan ilk romanını yazmaya başlamadan önce bu konuyla ilgili şöyle der: “Gare de Lyon’da çantayla birlikte sır olan ilk romanımı yazdığım sıralarda çocukluğun o gençlik gibi dayanıksız ve aldatıcı duygusal kolaylığını atamamıştım henüz. Bu yüzden yitmesi iyi olmuştu bir bakıma ama artık yenisini yazmalıyım.” İlk basılan romanı “Güneş de Doğar” ile yazdığı hikayelerin bir gün elbet okunacağından, özellikle kendi memleketinden tanınacağından, beğenileceğinden emin olan ve bunu dile getirmekten de çekinmeyen Hemingway birden dünyanın ünlü yazarları arasına girer.
“HEM PAPA” Tuğçe Erkol
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
İlk çocuğunun doğumunun ardından tanıştığı Pauline Pfeiffer ile ilişkisi kısa sürede boyut atlayıp eşini aldatmaya doğru yol almıştır. Eşi Hadley bu ilişkiden haberdar olduğu zaman 1927 yılının Ocak ayında Hemingway’dan boşandı. Aynı yılın mayıs ayında da Pauline ve Hemingway evlenirler. Hayatı boyunca adından nefret eden Hemingway adaşları ile karşılaştıklarında onlara ilk adları ile seslenmekten büyük keyif alırdı. Özellikle Ernest Walsh’a “Ernest” diye hitap ettikçe içinin yağları erirdi. Bu isim takıntısından dolayı ona arkadaşları “Hem” derdi adının kısaltması olduğu için. “Papa” derdi baba anlamına geliyordu bu kelime Fransızcada ve işinin ehliydi Hemingway. Bir de ilk eşi Hadley Tattie derdi eşine. 1928 yılının başlarında ikinci oğlu Patrick dünyaya gelir. Aynı yıl sadece iki gün için gittiği Küba’ya aşık olur ve oradayken karısına yazdığı mektupla Küba ile ilgili şöyle der: “Hayatımın geri kalanında Küba’yı anlamaya çalışacağım.” 1931’de “Öğleden Sonra Ölüm” adlı kitabı yayımlanır. Konusunu Hemingway’ın Avrupa anılarından alıyordu. Aynı yıl üçüncü oğlu Gregory doğar. İlk gidişinde aşık olduğu Küba’ya 1932 Nisan’ında gider ve kısa bir süre sonra geri döner. 1933 yılında ailesi ile birlikte Afrika’ya safariye gider. Bu turla ilgili izlenimleri bize “Afrika’nın Yeşil Tepelerinde” yi kazandırır. 1933 yılında Küba’ya yeniden gelen Hemingway bu sefer oldukça uzun kalır. Havana’da eski kentin tam merkezindeki bir otelin 511 numaralı odasına yerleşir ki bu oda şu anda müze halindedir. Bu dönemde Ya Hep Ya Hiç’i yazmıştır. Aynı zamanda da Çanlar Kimin İçin Çalıyor’un sancılarını çekmeye başlamıştır. Hemingway 1937 yılında İspanya İç Savaşı’nda savaş muhabirliği yapmak için İspanya’ya gider. Orada kendisi gibi savaş muhabirliği yapan Martha Gellhorn ile tanışır. Bu tanışma kısa süre sonra aşka dönüşünce Hemingway Kasım 1940’ta ikinci eşinden de boşanır ve gerçekleşen bu
boşanmadan 3 hafta sonra Martha ile evlenir. Ancak bu evlilik de sadece 5 yıl sürecektir. 1940 yılına gelindiğinde ise Hemingway artık Hemingway olduğunu tamamen ortaya koyan Çanlar Kimin İçin Çalıyor’u yayımlamıştır.
1942 yılında Amerikan Deniz Kuvvetleri’ne girer. 1944 yılında Fransa Çıkarması’na katılır ve çok sevdiği Paris’in Alman işgalinden kurtarılışına şahit olur. 1945 yılında mesleğini yapmasına izin vermediği gerekçesiyle Martha ondan boşanmak ister ve evlilik kısa süre sonra sona erer. 1946 yılında, birkaç ay sonra da dördüncü eşi Mary Welsh ile evlenir. 1928’de ilk keşfinden sonra sık sık gittiği Küba’da 1940’ta bir çiftlik alır. Daha sonraki zamanlarda Silahlara Veda’nın film telifinden aldığı para ile satın aldığı çiftliğin önündeki arsayı da satın alır. Söylenenlere göre bu çiftlikte ailesinin yanı sıra çeşit çeşit tropikal kuşlar, yüzlerce kedi ve köpek
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
beslermiş. Hatta bir adet maymunu olduğu bile söylenir. Zaten kendisinin avdan ve safariden hoşlandığı göz önünde bulundurulursa doğru olduğu düşünülebilir. Hayatının yirmi iki yılını Havana’da geçirmiştir. 1947’de II. Dünya Savaşı’ndaki başarısı için bir savaş başarı madalyası verilir ona ABD hükümeti tarafından. Bir süre Havana’da sessiz sakin yaşar. Bu esnada Küba’nın tadını çıkarır, hobilerini gerçekleştirir. Ava gider, yakaladığı hayvanların içlerini doldurur, poslarını saklar, safariye çıkar, içki içer, edebiyat sohbetleri yapar en çok da Fidel Castro’ya da uyan zamanlarda beraber vakit geçirirler, Havana’daki balıkçı köylerini gezip balıkçılarla dostluk kurar. Hemingway Havana’da dostluk kurduğu balıkçılar sayesinde Cojimar Köyü’nü bulur. Orada tanıştığı ihtiyar bir balıkçı ile ilgili gerçekçi bir roman yazar. Bu adam tabi ki de İhtiyar Adam ve Deniz’deki İhtiyar’dır. Bu eser Hemingway’a önce 1953’de Pulitzer Edebiyat Ödülü’nü, 1954’de de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandırır. Nobel Edebiyat Ödülü’nü Küba’ya adarken İspanyolca bir söylevde bulunup Amerika’nın Küba’ya saldırması sonucunda Amerika’ya sırtını dönerek “Bu savaşı biz, Kübalılar, kazanacağız!” der. 1959’da Hemingway İspanya’ya boğa güreşlerini izlemeye gider. Orada olduğu dönemde 1960’ta çok ağır hasta olduğunu
öğrenir bu yüzden de çok sevdiği Küba’ya gitmek yerine Küba sahiline 216 km uzaklıktaki Florida’ya gider. Bir sabah hiçbir şey yokmuş gibi uyanır. Üzerinde pijamaları ile birlikte kahvaltı masasına oturur. Kahvaltısını edip ailesiyle güzel zaman geçirdikten sonra masadan kalkıp 20 mt. ileri yürüdükten sonra en sevdiği av tüfeğini ağzının içine dayayıp intihar eder. Eşi Mary onun ölümünün intihar değil bir kaza olduğunu söylemiştir. Ancak daha sonradan ortaya çıkmıştır ki Hemingway kazayla değil kendi isteğiyle ölmüştür. Ölümü bile kendi isteğiyle yaşamıştır Hemingway. Ama güçsüzlük değildir onunki. Aksine hayatta bir işe yaramayacağını düşünmektedir artık. Tanınıyordur, fakirlikten kurtulmuştur, hatta Nobel’i almıştır. Güçsüz değildir hiçbir şekilde. Her zaman göründüğü gibi, her şey karşısında güçlü kalmak için seçmiştir intiharı. Ölümünün üzerine Cojimarlı dostları köydeki tüm demirleri toplatıp bir demirciye götürmüşler ve onları eriterek bronzdan bir heykel yapmasını istemişlerdir. Ayrıca Fidel Castro onun ölümünün üzerine Havana’ya bir anıtını diktirmiştir. Dünyanın her yerinde ölüm haberi duyulunca dünya basını buna duyarsız kalmamış, anma törenleri düzenlemiş, ve yazarlar onu yazmışlardı ve Nazım Hikmet şöyle bitirmişti bu ölüm ile ilgili yazısını: “Dostum Hemingway, cesur davrandı.”
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
BURSA'DA ZAMAN
Bursa'da bir eski cami avlusu, Küçük şadırvanda şakırdıyan su;
Orhan zamanından kalma bir duvar... Onunla bir yaşta ihtiyar çınar
Eliyor dört yana sakin bir günü. Bir rüyadan arta kalmanın hüznü
İçinde gülüyor bana derinden. Yüzlerce çeşmenin serinliğinden
Ovanın yeşili göğün mavisi Ve mimarîlerin en ilâhisi.
Bir zafer müjdesi burda her isim:
Sanki tek bir anda gün, saat, mevsim Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın Hâlâ bu taşlarda gülen rüyanın.
Güvercin bakışlı sessizlik bile Çınlıyor bir sonsuz devam vehmiyle.
Gümüşlü bir fecrin zafer aynası, Muradiye, sabrın acı meyvası,
Ömrünün timsali beyaz Nilüfer, Türbeler, camiler, eski bahçeler,
Şanlı hikâyesi binlerce erin Sesi nabzım olmuş hengâmelerin
Nakleder yâdını gelen geçene.
Bu hayâle uyur Bursa her gece, Her şafak onunla uyanır, güler
Gümüş aydınlıkta serviler, güller Serin hülyasıyla çeşmelerinin.
Başındayım sanki bir mucizenin, Su sesi ve kanat şakırtılarından Billûr bir âvize Bursa'da zaman.
Yeşil türbesini gezdik dün akşam, Duyduk bir musikî gibi zamandan
Çinilere sinmiş Kur'an sesini. Fetih günlerinin saf neşesini
Aydınlanmış buldum tebessümünle.
İsterdim bu eski yerde seninle Başbaşa uyumak son uykumuzu, Bu hayâl içinde... Ve ufkumuzu
Çepçevre kaplasın bu ziya, bu renk, Havayı dolduran uhrevî âhenk..
Bir ilâh uykusu olur elbette Ölüm bu tılsımlı ebediyette, Belki de rüyâsı bu cetlerin,
Beyaz bahçesinde su seslerinin.
A. Hamdi TANPINAR
Fotoğraf Aybige Akdağ Şehreküstü Meydanı, Bursa
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Günlerden bir gün, elimde kitabım bir büyük
ağacın gölgesinde oturuyordum. Karşımda
birden beliriverdi bir aksakallı dede.
Beyazlardan daha beyaz bir entari giymişti.
Gözleri, gök kadar maviydi. Su gibi berraktı,
yüzü. Sevgiyle gülümsüyordu gözlerinin içi.
Ellerini uzattı ve kaldırdı beni olduğum yerden.
Etraf sanki benim kitap okuduğum yer değildi.
Yemyeşil bir doğada sadece benim sırtımı
dayadığım, koca çınar vardı. Efsunlu gibi her
yan sislerin esiri. Nasıl bir tezat güneş ve sis?
Etrafta yalnız, ulu bir ağaç ilerleyen zamanda
gördüğüm, düşündüğüm hep ağaç oldu.
Yalnızlığın bütün yükünü kaldırabilen bir ağaç
vardı karşımda. O kadar dik ve mağrur.
Yapısında hiç bir eğrilik yoktu ve göğe
uzanıyordu başı. Kafamı kaldırıp sonunu ne
kadar görmek istesem o kadar başarısız
oluyordum. Sordum yanımda sevgiyle bana
bakan gök gözlü dedeye ‘’ Bu ağacın dallarının
sonu nereye uzanır? ‘’ Dedem de kaldırdı
başını sonsuz gökyüzüne ve gözleriyle bir oldu
gök. Döndü ve dedi ki bana ‘’ Bu ağacın dalları
Cennete dek uzanır. Kökleri o kadar uzundur
ki bütün ucunu bucağını sarar yerin. Tanrı
Ülgen yaşar, başının bittiği yerde.’’
Biliyordum, eski Türklerin Sonsuzluk Ağacını.
Başı, göğün dokuzuncu katına kadar ulaşırmış
ve kökleri de bütün dünyayı sararmış. Bu
dünya ve öteki dünya ile bağlantıyı bu ağaç
sağlarmış. Hatta Altay Şamanları, rüyalarında
tanrı Ülgen’in bu ağacın dallarından onlara
parçalar verdiğini görürmüş. Şamanlar da
davullarının kasnaklarını bu ağaçlardan
oluştururlarmış. Ayrıca Şamanların öteki dünya
ile bağlantı kurabildikleri düşüncesi varmış ve
bazı eylemleriyle bunu sağlamaya çalışırlarmış.
Mesela, tepede yalnız bir ağaca dokuz çentik
atılırmış. Bu çentikler dokuz kat cennetin
yolunu tasvir edermiş ve Şamanlar bu
çentiklere basarak dualar ederek öteki
dünyayla olan bağlantıyı sağlarmış. Peki şimdi,
benim karşımda ne arıyordu bu ağaç? Korkut
Atanın söz dizdiği bu heybetli ağaç…
Başına doğru bakar olsam, başsız ağaç
Dibine doğru bakar olsam, dipsiz ağaç
Dedem seslendi; ‘’ Yoktur bu ağacın yemişi,
meyvesi. Tanrı hiç doğmuş ve doğurmuş olur
mu? ‘’ Haklıydı gözleri gök dedem; ne bir
Kader,
Sonsuzluk
ve
Bir Yalnız
AĞAÇ
Busenur Aslan
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
meyve vardı ağaçta ne bir yemiş. Yemyeşil
yaprakları, sonsuz başı olan bu heybetli ağacın
olmaz mıydı bir meyvesi? Ama olmazmış. Eski
Türkler inanırlarmış ki Tanrı doğmaz ve
doğurmazmış. Anlaşılacağı üzere eski Türkler,
ağacı tanrının bir yansıması olarak kabul
etmişler. O yüzden doğurmayan tanrının
silüeti olan bu ağaç da meyvesiz ve yemişsiz
olurmuş. Bu yüzden kayın ve çınar gibi ağaçlar,
birçok Türk topluluğu tarafından kutsal
sayılmış. Bunun yanında bazı topluluklar, dut
ağacını da kutsal saymışlar. Altay Şamanları,
tanrıya sundukları adaklarını bu ağaçlara
adamışlar. Kurbanlarını bu ağaçların
gölgesinde kesmişler. Düşünürlermiş ki ağaç
kurbanın ruhunu tanrıya ulaştıracak yoldur.
Altın yapraklı Bay Kayın,
Sekiz gölgeli mukaddes kayın,
Dokuz köklü, altın yapraklı mübarek kayın,
Ey mübarek kayın, sana kara yanaklı,
Ak kuzu kurban ediyorum.
Ağaca baktım ve gölgesine sığınmış hayvanlar
gördüm. Etrafı sıcak olsa bile insan, bu ağacın
gölgesinde serinlermiş. Gök gözlü dedem dedi
ki ‘’ Tanrı kullarını korur ve kollar. Ondan
böyledir ağacın gölgesi. Darda kalana yardım
eder ağaç. ‘’ Tanrı kullarını daima korur ve
kollar. Onun bu dünyadaki yansıması olan ağaç
da korumalı ve kollamalıymış insanı ve diğer
canlıları. İşte bu yüzden insanın huzur bulduğu
bir gölgesi varmış bu ağacın. Sığınılan tanrının
gölgesi, ağaç… İnsanın bu dünyada sığındığı,
tanrının gölgesinin gölgesi…
İnanırlarmış ki çok eskiden, henüz doğmamış
çocukların ruhları bu ağacın dallarında
oynaşırlarmış ve doğacakları günü
beklerlermiş. Çünkü ağaç, bu dünya ile öbür
dünyanın köprüsüymüş. Yine ölenlerin ruhları
bu ağaçların altında yapılan seremonilerle
defnedilirmiş. Sonsuz yaşamı olan tanrının
sembolü olan ağacın altında uğurlanan ruh
huzurla gidermiş öte dünyaya. Zaten sonsuz
olduğu için Tanrı, dökmezmiş yaprağını yaz kış
bu ağaç. Bundan başka bütün dini törenlerde
de bulundurulurmuş bu ağaçlar. Tanrı için
yapılan tanrının gözünün önünde olmalıymış.
Şamanların her birinin kendine ait bir ağacı
olurmuş. Çünkü Şamanın Tanrı ve öteki dünya
ile bağlantılı olduğuna inanılırmış. Evlerinin
önünde bulunan yalnız yemişsiz bir ağaç
Tanrının bu dünyadaki sembolü ve Şamanın
tanrı ile bağı sayılırmış. Şaman, Şaman olduğu
zaman dikilirmiş bu ağaç onun evinin önüne.
Onun ölümüyle de kesilirmiş bu ağaç. Çünkü,
öteki dünyaya sonsuza dek göçen Şamanın
artık bu dünya ile bir bağı kalmamıştır. İki
dünya ve Şaman arasındaki bağı koparmak için
bu ritüel gerçekleştirilirmiş. Acaba karşımdaki
gök gözlü ağacı kesilmemiş bir şaman mı ?
Bir çukur gördüm dipsiz miydi? Sordum gök
gözlüye; ‘’ Nedir bu? ‘’ Eğdi başını içi su dolu
çukura baktı. Kaldırdı başını dikti gözlerini
gözlerime baktı. ‘’ Ab-ı hayat suyudur o. ‘’
dedi. Hayat veren su neden buradadır ki?
Sonsuzluğun gözle görülür ağacının yanında
sonsuzluk suyu…
Büyük bir dağ yükselir, on iki gök katından,
Dağda bir kayın vardı, yaprakları altından,
Kayının altındaysa, küçük bir çukur vardı,
Bir karış bile değil, o kadar yüzlek dardı.
Bu çukur hep doluydu, kutsal hayat suyuyla,
İçen ölmez olurdu, ebedi bir duyuyla
Arkamı döndüm, kayboldu aksakallı, gök gözlü
dedem. Sisler yok oldu, aydınlandı her yer.
Elimde kitabım, sırtım ağaca yaslı. Yalnız o ışıklı
tepe, ben ve yalnız ağaç. Şimdi bir gizli anıda
kaldı hepsi. Acaba benim dostum ağaç,
rüyamdaki o heybetli ağaç mıydı?
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Cinler, periler, iyi saatte olsunlar,
safsatalarla örülü bir masal… Güldürüden
ziyade ironiyle işlenmiş bir Hüseyin Rahmi
klasiği, Gulyabani… Kimmiş bu Gulyabani,
neymiş neyin nesiymiş? Gelin hep birlikte
izleyelim.
Bu sezon yine izleyicisinin karşısına dopdolu çıktı Şehir Tiyatrosu. Merakla beklenen yeni
oyunlarıyla her sene olduğu gibi yine tam not aldı seyircisinden. Bu sezonun en yeni
oyunlarından biri de Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanından tiyatroya uyarlanan Gulyabani
oldu.
Adı periliye çıkmış bir köşke hizmetçi olarak giden Muhsine’nin başına gelenleri izliyoruz
oyunda, tabi bir de köşkte neler döndüğünü anlamaya, sır perdesini aralamaya çalışıyoruz.
Çeşmifelek ve Ruşen Kalfa ile birlikte dua ederek, köşkün hanımı ile biraz delirip biraz da
kurtlarımızı dökerek seyirci olmaktan çıkıp köşkün bir ferdi oluyoruz adeta. Bu da oyuncuların
başarısından kaynaklanıyor elbette.
Oyuncuların başarısının yanında oyunu bu kadar başarılı kılan bir diğer etmen de
birbirinden güzel oyun müzikleri olmuş. Bir müzisyen gurubu hemen sahnenin yanında sizleri
bekliyor ve capcanlı müzik sunuyor sizlere. Kemanıyla, kanunuyla, klarnetiyle… Gözleriniz
sahnedeyken, ruhunuz da ritim tutuyor müzisyenlerle birlikte. (Oyun çıkışında hâlâ şarkıları
mırıldandığımız doğrudur.)
İlkin bizi güldürüyor güldürmesine ama sonra düşündürüyor Hüseyin Rahmi, ardından bir
güzel iğneliyor ve dersini verip bir kenara çekiliyor. Roman sahneye o kadar iyi taşınmış ki o
büyülü dünya sizin de evreniniz oluveriyor.
İyi saatte olsunlar hepinizden uzak olsun.
İyi seyirler…
İYİ SAATTE OLSUNLAR Sultan DEMİRTAŞ
Aşağıdaki adresten oyunun sahnelendiği gün ve saatleri
takip edebilirsiniz. http://www.bursasehirtiyatrosu.gov.tr/etkinlik-takvimi
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR
GULYABANİ
Oyunlaştıran: Lale ORALOĞLU
Yönetmen Volkan ÖZGÖMEÇ
Dekor Tayfun ÇEBİ
Kostüm Funda ÇEBİ
Işık Zeynel IŞIK
Müzik Murat GEDİKLİ, Ahmet
BARAN
Dans Ferdi YILDIZ
Oynayanlar
ARABACI: Altuğ GÖRGÜ
AYŞE HANIM: Didem AKIN
MUHSİNE : Didem HUN LİMAN
ÇEŞMİFELEK KALFA: Müge
AÇIKDÜŞÜNENLER
RUŞEN KALFA: M. Eren TOPÇAK
HANIMEFENDİ: Nihal TÜRKSEVER
ERTEN
HASAN: Güney Y. GÜNEY
ŞEVKİ BEY: Uğur SERENER
İYİ SAATTE OLSUNLAR:
Aykan YILMAZ , Mehmet Ali AÇIL
Hakan DEMİR, Uğur ÜNSAL ,
Metehan KAYA
Yrd. Yönetmen: Sinem ŞAHİN,
Altuğ GÖRGÜ
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
NAR AĞACI
YAZAR: NAZAN BEKİROĞLU
KONU: Nazan Bekiroğlu’ndan Trabzon-
Tebriz-Tiflis-Batum-Bakü-İstanbul hattında
geçen güzel bir roman. Balkan savaşı yıllarında
başalayıp I. Dünya Savaşı’na uzanan bir öykü…
Trabzon’da ve Tebriz’de doğup birbirlerine
doğru yol alan iki hayat; önce delice akan
sonra durgunlaşan iki ırmak… Tebriz’in meşhur
halı tüccarının deli fişek oğlu Setterhan ve
Trabzonlu inci tanesi Zehra…
İki büyük savaşın savurup yeniden
şekillendirdiği hayatlar,
muhacirlik,tehcir,mücadele,kader…Farklı
inançların aktığı ortak zemin, üç ülke üç sevda
Nazan Bekiroğlu’nun mürekkebi aşk olan
kaleminde buluştu. Nar Ağacı bir Doğu masalı
kadar zengin ,haya kadar güzel,hayat kadar
gerçek bir hikaye …
İNCİ
YAZAR: JOHN STEİNBECK
KONU: İnci, John Steinbeck tarafından
yazılmış, zenginliğin ve paranın getirdiği
kötülük ve felaketleri konu alan öyküdür.
Meksikalı inci avcısı Kino dünyanın en
büyük incisini bulduğunda, yoksulluk
içinde geçen hayatının artık değişiceğine
inanır. Sonunda karısı Juana ile kilisede
nikah töreni yapabilecek, oğulları
Coyotito'yu okula yollayabilecektir. Bu
hayalleri kuran Kino, incinin komşularında
uyandırdığı kıskançlığı göremez.
Steinbeck Meksika tarafına doğru yaptığı
bir yolculukta, La Paz bölgesinde Kino'nun
hikayesini duyar. Bu hikaye Meksika'da
çok meşhurdur. Kino bir gün bir inci bulur,
bu inci çok büyüktür ve çok değerlidir.
ARKA KAPAK Merve BAŞOL
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Ancak Kino bu inciyi satamaz. Satıcılar fiyat
kırarlar, Kino ve karısı diğer şehre giderler.
Yolda başlarına kötü olaylar icra eder. Geri
dönüşleri efsane olmuştur. Steinbeck bu
hikayeden çok etkilenmiş ve bir film
çekmeye karar vermiştir. Yazdığı kısa
roman bir film romanıdır. Kitapta birçok
tema mevcuttur. Steinbeck'e göre bu kitap
evrensel bir fikri taşımaktadır. Her okuyan
bir çıkarım yapabilmelidir.
İştikakçının Köşesi
Türk Dilinde Kelimelerin ve
Eklerin Hayatı Üzerine
Denemeler
KONU: Şinasi Tekin’in bu çok önemli
eseri, uzun bir aradan sonra yeniden
okuyucuyla buluşuyor...
İştikakçının Köşesi, değerli ilim adamı ve
Türkolog Şinasi Tekin’in etimoloji (köken
bilimi) yazılarından oluşuyor. Bu
makalelerin benzerlerinden ayrıldığı en
önemli nokta; bilimsel titizlikten taviz
vermeden mizahi bir üslupta, okuyucuyla
sohbet eder gibi yazılmaları...
Kitapta “köşk”, “oruç”, “yazı yazmak”,
“üzengi”, “ev bark”, “il”, “gaza ve cihad”,
“bodun” gibi kelimelerin etimolojisi
incelenirken, bir yandan da Türk kültür
tarihine dair pek çok ayrıntı açıklığa
kavuşuyor. Yazarın ifadesiyle:
“Aşırı bir şekilde eğlendirici ve güldürücü
bir eğilim gösterdiği zaman ‘gülünç ve
saçma’ olabilen iştikak ilim dalı, ciddî bir
biçimde uygulandığında tasavvur
edilemeyecek kadar faydalı olabilmekte ve
tarihin, kültür tarihinin karanlık ve öteki
verilerle çözümlenemeyen birçok
noktalarına ışık tutabilmektedir.”
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
KONUSUNU
TARİHTEN ALAN
FİLMLER
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Değerli İncir Çekirdeği okuyucuları, bu ay sizler için konusunu tarihten almış
yerli-yabancı filmlerden seçmeler hazırladık.
120
Filmin Konusu :
Van.. 1915 Ocak.. Kış... I. Dünya Harbi'nin ilk ayları... Eli tüfek
tutan herkes Ruslarla ölüm – kalım harbindeyken, sınır
birliklerinde cephane tükenir...
Vanlı çocuklar gönüllü olurlar; Yaşları 12 – 17 arasında değişen 120
isimsiz kahraman çocuk... Cephaneyi sırtlanırlar, karlı dağlarda
günlerce gecelerce yürürler...
İşte, isimleri unutulmuş olsa da bu büyük yolculuğu gerçek bir
kahramanlığa dönüştüren gençlerimizin şanlı öyküsü bugünlerde
beyaz perdeye aktarılıyor. Hazırlıkları 3 yıldır sürmekte olan
“120”, özellikle günümüz gençleri için “uzun bir memleket
türküsü” hedefiyle tasarlandı; 1914 yılı dekorları ve kostümleri
yeniden üretildi.
KIRIMLI
Cengiz Dağcı’nın Korkunç Yıllar adlı romanından beyazperdeye
aktarılan film, II. Dünya Savaşı sırasında Alman esir
kamplarında rehin alınan Tatarlı esirlerin yaşadıkları insanlık
dramını ve çektikleri acıları konu alıyor. Kırım'da yaşayan Sadık
Turan savaş başlayınca diğer Kırım Türkleri gibi askere alınır ve
cepheye gider. Savaş esnasında Almanlara esir düşer ve
Almanca biliyor olması nedeniyle bulunduğu esir kampında
irtibat görevlisi olarak çalışmaya başlar. Kısa süre sonra
Almanların, Kırım'ı Ruslardan kurtarıp özgürleştirme vaadiyle
BEYAZ PERDE’den
Afra Nur Akkayalı
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Türklerden oluşan birlik kurma planına dahil olarak Alman ordusunda görev almaya başlar.
Ancak bunun bir oyun olduğunu fark eden Sadık artık gerçek Kırım kurtuluşu için harekete geçecek
ve bu esnada hayatının aşkı Maria ile de tanışacaktır.
Filmin yönetmen koltuğunda daha önce Türk Pasaport’u filmine imza atmış olan Burak Arlıel
oturuyor. Oyuncu kadrosundaysa Murat Yıldırım, Selma Ergeç, Bülent Alkış, Gülçin Santırcıoğlu ve
Burç Kümbetlioğlu gibi isimler yer alıyor.
BİRLEŞEN GÖNÜLLER
Filmin Konusu
2. Dünya Savaşı döneminde geçen filmde, yolları trajik bir
şekilde ayrılan iki aşığın hikayesi ele alınıyor. Niyaz ve Cennet
yeni evli bir çifttir. Ancak alevlenen savaş, yaşadıkları köye
kadar yaklaşır ve Nazi işgalinden kaçmak isterken yolları
ayrılır. Niyaz trenden atlar, Cennet ise atlayamadan yakalanır.
Doğumunu dahi trende yapar ve birçok sefaletle tek başına
yaşamak zorunda kalır. Takvimler 1990 yılına ilerler ve tıpkı
onlar gibi birbirlerine aşık bir çift Türkiye'den Kazakistan'a
gider. Amaçlarıysa çorak topraklarda okul inşa etmektir...
Çekimleri Türkiye ve Bulgaristan'da gerçekleştirilen film, İkinci
Dünya Savaşı döneminde geçen bir aşk hikayesini konu
ediniyor. Filmin yönetmen koltuğunda Hasan Kıraç bulunurken oyuncu kadrosunda Hande Soral,
Serkan Şenalp, Sema Çeyrekbaşı ve Atılgan Gümüş gibi isimler yer alıyor.
GANDHİ
Filmin Konusu
1900'lü yılların başında, Hindistan'dayız... İngiliz sömürüsü altındaki
ülke, esareti tüm iliklerinde hissetmekte, özgürlük kavramının
hissettirdiklerini günden güne yitirmektedir. Bu dönem ortaya çıkan
bir kişilik, epik bir tarih yazarak, insanlık tarihinin en önemli
kahramanlarından biri haline gelecektir. Tüm zamanların en ilham
verici kişiliklerinden biri olacak bu adam, Hindistan tarihinin en
önemli kişiliği Mahatma Gandhi'den başkası değildir...
Biyografi filmleri türünün en yetkin örneklerinden biri olan Gandhi,
birçok sebepten dolayı etkisini asla yitirmeyecek, epik bir yapıttır.
Akademi Ödülleri'nde sekiz dalda Oscar kazanan film, 300.000
kişiden oluşan, sinema tarihinin en kalabalık sahnesi rekorunu
elinde bulunduran cenaze sahnesiyle hafızalara kazınmıştır.
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
AMİSTAD
Filmin Konusu
Film, 1839 yazında Küba Sahillerinden hareket eden ve
içerisinde tutuklu Afrikalı köleleri taşıyan La Amistad
gemisinin yolculuğuna başlamasıyla açılır. Cinque isimli
bir adamın gemiden söktüğü bir çiviyle prangalarını açar
ve birçok arkadaşını aynı şekilde özgür bırakır. Böylece
gemide esaslı bir isyan başlamış olur. Akabinde gemi
mürettebatı ve köleler arasında başlayan savaş
mürettebattaki birçok kişinin ölümüyle sonuçlanır. Sağ
kalan iki kişi ise köleleri istedikleri yere götürmek
zorundadır. Ancak yolculuk esnasında karşılaşacakları bir
Amerikan savaş gemisi tarafından yakalanacak, ardından
da bu suçlar sebebiyle yargılanmaya başlayacaklardır.
Gerçek bir hayat hikayesinden uyarlanan ve dört dalda Oscar'a aday gösterilen filmin
yönetmen koltuğunda usta yönetmen Steven Spielberg bulunuyor.
CENGİZ HAN
Tarihin en dehşet saçan kudretli hükümdarı Cengiz
Han'ın yaşamından kesitleri çok uluslu bir ortam yapım
2008’de beyazperdeye aktarılmıştır. Kazakistan'ın
Oscar adayı olan 'Cengiz Han', Rus, Alman, Kazak ve
Amerikan ortak yapımı bir film. 'Moğol' üçlemesinin ilk
filmi olan Cengiz Han, genç Temuçin'in savaşarak
esaretten kurtuluşunu ve dünyanın yarısını talan eden
uçsuz bucaksız Moğol İmparatorluğu'nun kurucusu olan
acımasız Cengiz Han ünvanına sahip oluşunu konu
alıyor. Destansı bir dille sinemaya aktarılan film, nefes
kesici savaş sahneleri içeriyor.
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Kitap Ağacı; kitaplara inanan, kitapların
dostluğuna güvenen bir avuç kitapseverin
katkıları ile 18 Eylül 2013 tarihinde kuruldu.
İnstagram başta olmak üzere Twitter,
Facebook ve Vikitap ortamlarından çok sayıda
katılımcı ile büyümeye başladı. Hep beraber
aynı kitabı yaşamak ve aynı cümlelerde
buluşmak adına; her ay oylama ile seçilen
ortak bir kitabı okumaktı amacımız.
Bunun akabinde ilk kitabımız George Orwell
– 1984 olarak belirlendi ve 23 Eylül 2013
tarihinde yaklaşık 300 kişi ile aynı anda kitaba
başlandı. Sırası ile şimdiye kadar okunan
kitaplarımız; Khaled Hosseini – Ve Dağlar
Yankılandı, Harper Lee – Bülbülü Öldürmek,
Trevanian – Şibumi, Oğuz Atay –
Tutunamayanlar, Sabahattin Ali – Sırça Köşk,
Cemal Süreya – Sevda Sözleri, Jean-Christophe
Grange – Siyah Kan, Gabriel Garcia Marquez –
Yüzyıllık Yalnızlık ,Fyodor Dostoyevski – Suç ve
Ceza, Emile Zola- Germinal, Kürşat Başar- Yaz,
John Verdon- Peter Pan Ölmeli, Hakan
Günday- Kinyas ve Kayra, Helene Wecker-
Golem ve Cin, Franz Kafka- Milenaya
Mektuplar kitaplarını okuduk ve Ocak ayı
kitabımız Wulf Dorn- Psikiyatrist.
Okunan her kitap, özellikle katılımcıların
İnstagram başta olmak üzere Twitter,
Facebook ve Vikitap profillerinde gerek
fotoğraflar gerekse altı çizilen cümlelerle
paylaşıldı. Mesafeler yok sayılarak bir kitabın
aynı anda yüzlerce okuyucuya neler
hissettirdiği sosyal medyada konuşuldu,
tartışıldı. Kitaplar kadar yazarlar da mercek
altına alındı. Bilgi paylaşıldı, paylaşıldıkça
çoğaldı. Bu etkileşim çığ gibi büyürken her
kitapseverin düşündüğü “Çevremde yalnızım,
kitapları benim kadar seven yok” önyargıları
kırıldı. Yaşanan yalnızlık duygusu yok oldu.
Kendimiz gibi düşünenlerin varlığı saptandı ve
sınandı.
Kitap Ağacı üyeleri sadece sanal ortam ile
yetinmeyip yüz yüze de kitap dostluklarını
pekiştirmek adına buluşmalar düzenlemeye
başladılar. Toplamda 67 buluşma ile 20 farklı
ilde ve Hollanda’da kitap dostları bir araya
geldi. Bu iller; Aydın, Ankara, İstanbul, İzmir,
Konya, Antalya, Tekirdağ, Trabzon, Bursa,
Kocaeli, Gaziantep, Eskişehir, Sakarya,
Samsun, Adana, Erzurum, Diyarbakır, Ağrı,
Malatya. Bu illerimizde her ay düzenli olarak
Kitap Ağacı buluşmaları düzenlenmektedir.
Organizasyon sahiplerinin ve katılımcıların
hediyeleri, kitap çekilişleri ve o ay okunan
Esin Büşra Bekçe
Ocak’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
kitabın analizi ile geçen buluşmalar bir klasik
halini almıştır.
Bu buluşmalarda konuk olarak Serkan
Koktay, Selim Çiprut, Ozanser Uğurlu, Deniz
İrfan, Halim Altınışık, Erol Çelik ve Serkan
Türk , Nermin Bezmen, Hakan Akdoğan gibi
yazarları ağırladık. Şimdiye kadar 4 yazar ile
röportajımız bulunmaktadır. Bu yazarlar;
Ahmet Ümit, Hakan Günday, Ozanser Uğurlu
ve Deniz İrfan’dır.
Buluşmaların haricinde Kitap Ağacı
Kitaplaşma Günleri adı altında Bursa ve
Sakarya’dan katılımcılarımız her 15 günde bir
toplanıp, seçtikleri kişiye kitap almaktadırlar. İl
buluşmaları ve Kitaplaşma Günleri dışında
Kitap Ağacı Ailesi olarak İstanbul, İzmir,
Ankara, Bursa ve Trabzon Kitap Fuarlarına
katıldık. Birincil amacımız kitap okumak olarak
başladı ama biz çıtamızı genişletmeye devam
ettik. Edebiyat sevgimizi her hafta bir edebiyat
filmini beraber izleyerek pekiştirdik. Her hafta
bir üyemizin seçtiği filmi izledik ve üzerinde
tartıştık. Kitaplardan daha güzel hediye olmaz
dedik ve 2 kez hediye çekilişi düzenledik.
Gerek farklı illerde gerekse farklı ülkelerde
toplamda 600 kişinin katıldığı bu çekilişlerde
üyelerimiz birbirlerine kitap hediye ettiler ve
dostluklarını gerçek hayata taşıdılar. Kitabı
okumak değil okutmakta marifet dedik
Tekirdağ ilinin Çorlu ilçesinde bulunan Yıldırım
Beyazıt Han Ortaokulu için bir “Kitap Ağacı
Kütüphanesi” yaptık. Şuan hala devam eden
“Bir Çocuğun Kitap Ağacı” ve “Tekerlekli
Sandalye için Mavi Kapak” adı altında iki
projemiz daha mevcuttur. Kitap sevgisi ile
başladığımız bu yolda Kitap Ağacı ile bambaşka
bir dünyaya kapılarımızı sonuna kadar açtık.
Bugün içinde bulunduğumuz şartları ilk gün
hayal edememiştik, ama bugün
gerçekleştirmesini bildik. En başta söylediğimiz
‘’OKUDUKÇA BÜYÜR İNSAN’’ idealizmini
somut ve soyut her alanda hissettik.
Türkiye’nin birçok yerinden Kitap Ağacı üyeleri
bugün birbirlerinin gerçekten dostu oldular.
Sanalı gerçekliğe dönüştürdük ve bunlar hep
kitapların ortak dili sayesinde gerçekleşti. Biz
kitabın gücünü keşfedip büyürken, dünyamız
küçüldü! Küçük bir grupla çıktığımız bu yolda
kitapseverlerin yanımızda olması, artık ‘’BİZ’’
olmamız, sınırları yok sayan kocaman bir aile
olmamız mucize gibi… Ve bu hayat,
hayatlarımız mucizeleri sonuna kadar hak
ediyor… Aynı ağacın gölgesinde, nesillerce,
ortak paydası kitap olan insanları bir arada
tutmak, birleştirmek, kitapların tek ölümsüzlük
olduğunu bir kez daha kanıtlamak tek
hedefimizdir. Tamamen gönüllülerden oluşan
ekibimizin vakti oldukça buralar da
renklenecek, hiç şüpheniz olmasın!
Uludağlı Edebiyatçıların Sesi, İncir Çekirdeği...