İncir Çekirdeği dergisi sayı:9

50
Aralık 2014 Sayı: 9 dil, edebiyat, kültür, sanat Doğum ve Ölüm Yıldönümünde ÂKİF AŞK ve JANE AUSTEN Somut Olmayan Kültürel MİRAS MEHMED Tiyatrocu Yönüyle: NAMIK KEMAL

Upload: incir-cekirdegi-dergisi

Post on 06-Apr-2016

270 views

Category:

Documents


16 download

DESCRIPTION

İncir Çekirdeği Dergisi Aralık 2014 sayısı ile sizlerle!

TRANSCRIPT

Page 1: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık 2014 Sayı: 9 dil, edebiyat, kültür, sanat

Doğum

ve

Ölüm

Yıldönümünde ÂKİF

AŞK ve

JANE

AUSTEN

Somut Olmayan

Kültürel

MİRAS

MEHMED

Tiyatrocu

Yönüyle:

NAMIK

KEMAL

Page 2: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

E

İncir Çekirdeği

Dergisi

Genel Yayın Yönetmeni

Ayşe Bengisu Akdağ

Yazı İşleri Müdürü

Sırdem Kemiksiz

Editörler

Sultan Demirtaş

Kübra Tarakçı

Yazarlar

Afra Nur Akkayalı

Beyza Arı

Busenur Aslan

Hatice Türk

Hilal Akarslan

Işık Selin Orhuntaş

Mehmet Altınova

Merve Başol

Sema Keser

Süleyman Erkut

Tuğçe Erkol

Misafirler

Nefes Olgun

Hilal Gümüşlü

Tolga Gündoğdu

Betül Nükte

Feyza Sezer

Serhan Demir

Tasarım

Ayşe Bengisu Akdağ

İletişim

[email protected]

facebook.com/incircekirdegidergisi

https://twitter.com/IncirCekirdegiD

EDİTÖRDEN...

Değerli İncir Çekirdeği okuyucuları,

2014’ün son sayısıyla karşınızdayız. Her sayımızda bir

şairimizi, yazarımızı dosya konusu yapmaya devam ediyoruz. Bu

ayki özel sayımızda, “koskoca bir imparatorluğun gün batımını

görmüş, o koca yurttan bir vatan parçası kurtarabilmek için

milletçe girişilen mücadeleyi bütün heyecanıyla yaşamış yaralı bir

yürek olan” Mehmet Akif yer alıyor. “Asım’ın nesli” olarak

doğum ve ölüm yıldönümünde “İstiklal Şairi”nin hayatına,

şiirlerine, anılarına yer verdik.

Bu sayımızda Işık Selin Orhuntaş yeni bir yazı dizisine

başlıyor: Cadı Avı! Her ay bir kadın yazarın anlatılacağı köşenin

ilk konuğu İngiliz edebiyatının unutulmaz ismi Jane Austen.

Busenur Aslan “somut olmayan kültürel miras”lardan hareketle

kültürümüzde düğün geleneği üzerine incelemelerini sizlerle

paylaşıyor. Sultan Demirtaş tiyatro köşesinde Namık Kemal’in

tiyatrocu kimliğini ele alırken sinema ve kitap köşelerimiz de

tanıtımlarıyla sizlerle. Her zamanki gibi hikayelerimiz, şiirlerimiz

ve misafir köşelerimiz de dopdolu. Bu ay Erasmus köşesinde

Kübra Tarakçı ise muhteşem “Baltık” turuyla sizlerle. Bunun

yanında Mehmet Altınova’nın bir kelimeyle başlayan ve

İskender Pala’ya sormaya kadar uzanan merakı nedir? Sırdem

Kemiksiz’in Ardından serisinde Deniz hangi gerçekleri öğreniyor?

Dergimizin sonunda yurtdışındaki yabancı okurlarımız için

sürprizimiz nedir? Hepsi İncir Çekirdeği’nin Aralık sayısında!

Sizleri yeni sayımızla baş başa bırakırken yeni yılınızı şimdiden

kutluyor, Edebiyat dolu bir sene diliyoruz...

Ayşe Bengisu

AKDAĞ

Genel Yayın

Yönetmeni

Uludağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe Tarihi

Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Ahmet Cevizci, 1 Aralık 2014

Pazartesi akşam saatlerinde Üniversitedeki odasında geçirdiği

kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. Uludağlı Edebiyatçılar

olarak, İncir Çekirdeği ailesi olarak Prof. Dr. Ahmet Cevizci

Hoca'ya Allah' tan rahmet, sevenlerine, öğrencilerine baş sağlığı

dileriz...

Page 3: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Havadis

Âkif’in Evinde/ A. Bengisu Akdağ

Mehmet Akif’ten Hatıralar

Bülbül Şiiri / Mehmet Akif Ersoy

Hayat – Şiir / Sema Keser

Nerelerdeydin Beni alıp götüren? –

Deneme / Hilal Gümüşlü

Cadı Avı-1 Jane Austen / Işık Selin

Orhuntaş

Günlerin Hikayesi – Şiir / Tolga

Gündoğdu

Kâf u Nûn / Mehmet Altınova

Çalınsın Sazlar, Vurulsun Davullar /

Busenur Aslan

Şiirler / Betül Nükte - Feyza Sezer

Filmci Nâzım / Tuğçe Erkol

Bir Yasla Kocayanlar – Hikaye/

Serhan Demir

Ara Sokaklar – Şiir / Nefes Olgun

Ardından – 6. Bölüm/ Sırdem

Kemiksiz

Bir Erasmuslunun Güncesi / Kübra

Tarakçı

En Faydalı Eğlence: Tiyatro / Sultan

Demirtaş

Tövbe – Şiir / Hatice Türk

Eşyaların da dili var mıdır acaba? –

Hikaye / Hilal Akarslan

Arka Kapak / Merve Başol

Beyaz Perde / Afra Nur Akkayalı

Keşke – Şiir / İsmihan Öztürk

Fotoğraf / Aybige Akdağ

Şiirler / Sema Keser – Süleyman

Erkut

Gönüllü Mutluluk / Tuğçe Erkol

Erasmus in Rīga / Ilona Taraškevič

from Lithuania

İçindekiler

Page 4: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

HA

DİS PD JAMES

HAYATINI

KAYBETTİ

Kitapları dünyaca tanınan

ünlü yazar PD James

hayatını kaybetti.

Oxford'da 3 Ağustos

1920'de dünyaya gelen

James, İçişleri Bakanlığı

bünyesindeki adli tıp

birimindeki görevini 1979'a

kadar sürdürmüştü. "Cover

Her Face" adlı ilk kitabını,

1962'de 42 yaşındayken

yayımlayan James,

eleştirmenlerden büyük

övgü almıştı.

Yazdığı dedektif Adam

Dalgliesh karakteriyle dünya

çapında ün kazanan

James'in kitaplarının büyük

bir kısmı, televizyona da

uyarlanmıştı. James'in 1992

tarihli "The Children of

Men" romanı, 2006'da

yönetmen Alfonso Cuaron

tarafından beyaz perdeye

aktarılmış, filmde başrolleri

Clive Owen ve Julianne

Moore paylaşmıştı.

“EBRU” DÜNYA

KÜLTÜR MİRASI

LİSTESİNDE

Ebru sanatı, Birleşmiş

Milletler Eğitim, Bilim ve

Kültür Örgütü (UNESCO)

tarafından Türkiye adına

"Dünya Somut Olmayan

Kültürel Miras Listesi'ne

alındı. Kararı değerlendiren

Kültür ve Turizm Bakanı

Ömer Çelik, Türkiye'nin

Paris'te devam eden

toplantılarda bir başarı daha

kaydettiğini belirterek,

"Geçen yıl mart ayında, ebru

Türkiye halk süsleme sanatı

hakkında başvuruda

bulunmuştuk. Bu toplantıda

ebrunun insanlığın somut

olmayan kültürel mirası

listesine alınma önerimiz az

önce kabul edildi. Ebruyla

birlikte Türkiye adına temsil

listesine kaydedilen unsur

sayısı 12 oldu. Diğer

başarımız da ebrunun

yanında 46 dosya sunmamız

oldu. Bizim dosyamız en

başarılı ilk 5 dosya arasında

gösterildi" diye konuştu.

Türk-Fransız

Edebiyat Ödülü

Hakan Günday'a

verildi

'Ziyan' adlı romanıyla Türk-

Fransız Edebiyat Ödülü'ne

layık görülen Hakan

Günday'a Fransa'nın

başkenti Paris'te

düzenlenen bir tören ile

ödülü verildi. Türk-Fransız

Edebiyat Ödülü Komitesi

Başkanı gazeteci - yazar

Kenize Murad gecede

ödülün her yıl Türkiye

konulu roman ve ya deneme

yazıları arasından seçilen

Türk ya da Fransız yazara

verildiğini belirtti.

Page 5: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Kerime

Üstünova’nın

yazdığı “Türkiye

Türkçesinde Yapı

Kavramı ve Söz

Dizimi

İncelemeleri” çıktı!

Söz dizimi çözümlemelerini

farklı bir yaklaşımla ele alan

ve yeni bir yöntemi deneme

temeli üzerine oturtulan bu

çalışmada, birden fazla

cümle, aynı bütünün parçası

olarak görülüp yüzey-derin

yapı ilişkileri doğrultusunda

incelenmiştir. Dil bilgisinin

köken bilgisi ve ses bilgisi

dışındaki biçim bilgisi,

sözcük bilgisi, cümle bilgisi,

anlam bilgisi olmak üzere

dört bölümünü kapsayan bu

çalışmayla varılmak istenen

tezler okuyucuya

sunulmuştur.

ULUDAĞ

ÜNİVERSİTESİ’nde

GASPIRALI İSMAİL

ANILACAK

Türk Ocakları Derneği Bursa

Şubesi her yıl bir büyük Türk

hakkında bilgi şölenleri

düzenleme kararı almış ve

bu yılın UNESCO tarafından

İsmail Gaspıralı yılı olarak

ilan edilmesi nedeniyle bu

büyük Türk’ün vefatının

100. yılında bir bilgi

şöleniyle anılmasını uygun

görmüştür. Türk ve dünya

tarihinin önemli

isimlerinden birisi olan

İsmail Gaspıralı 11-12 Aralık

2014 tarihlerinde Uludağ

Üniversitesi ile ortaklaşa

düzenlenecek bir bilgi

şöleniyle anılacaktır. Bilgi

şöleninde Gaspıralı üzerinde

çalışmış bilim insanları

tarafından konferans ve

bildiriler sunulacak ve şölen

tarihi öncesinde bu

bildirileri içeren kitap

basılacaktır. Böylece bu yıl

için bir büyük Türk

hakkındaki derli toplu bilgi

kayda geçirilecek ve gelecek

nesillere aktarılacaktır.

44. Orhan Kemal

Roman Ödülleri

Başvuruları Başladı

44. Orhan Kemal Roman

Ödülleri için başvurular

başladı. Son başvuru tarihi

10 Ocak 2015. Kazanan,

2015 yılının Mayıs ayında

yapılacak seçici kurul

toplantısında belirlenecek

olup, yazara ödülü 2 Haziran

2015'te yapılacak "Orhan

Kemal'i Anma Günü"nde

verilecek. Ayrıntılı bilgi ve

katılım koşulları için: 0212

252 88 38

(www.orhankemal.org)

Page 6: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Orta Anadolu’nun bozkırlarına kurulmuş; eteklerinde tarihlerin yazıldığı, gölgesinde

yüzlerce yıllık medeniyetlerin hüküm sürdüğü, Anadolu’nun milli mücadele kokan şehri…

Cumhuriyet Caddesi’nden geçerken mütevâzı bir o kadar gururlu bir şekilde göründü Eski

Meclis. Şehre bakarken penceremden giren rüzgâr beni Ankara’yı Ankara yapan; o kandil

ışığında, harita başında geçen uykusuz gecelere, kâh omzunda süngüyle kâh elinde

mürekkeple mücadele edilen o yıllara götürdü. Şehrin hürriyet, milliyet kokan caddelerinde

gezmeye devam ettim.

Eski Anadolu evlerinin olduğu küçük mahalleye geldiğimde beni, günlük hayatın telaşını

kenardan seyreden ancak göğe doğru uzanan uzun gövdesinin oluşturduğu gölgeyle varlığını

hatırlatan saat kulesi karşıladı. Etrafını güvercinlerin sardığı kulenin yanında aradan geçilen

küçük bir sokak fark ettim. Ayaklarım kendiliğinden girdi bu yola. Caddenin sonunda yükselen

çam ağaçlarının çevrelediği, tek katlı, şirince, ahşap pervazlı eski bir ev göründü. Önünde

“İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy’un Evi” yazılıydı. Tahta kapısını yavaşça açtığımda

etrafımdaki insanlar kayboldu aniden. Basamakları çıktım bir bir. Mehmet Akif, duvarlara sıra

sıra asılmış çerçevelerden çıkmış; “Âsım”a*, bana, gözlerimin içine bakıyordu adeta.

Açtığım her kapıdan başka bir rüyaya giriyor, her odada ayrı anılara sürükleniyordum.

Yemek odasında yuvarlak tahta yer sofrasının etrafında cemiyetten arkadaşlarıyla harbin son

durumunu konuşuyorlardı ama boğazlarından bir lokma geçmiyor, kaşıkları masada

amaçsızca duruyordu. Şair, oturma odasında, başından fesini çıkarmış, elleriyle alnını

ovuşturarak hüzün ve endişeyle pencereden Sirâceddin Mahallesinin sokaklarına bakıyordu.

ÂKİF’in

EVİNDE Ayşe Bengisu AKDAĞ

“...Ne tasannu bilirim, çünkü, ne sanatkârım.

Şi’r için “gözyaşı” derler; onu bilmem, yalnız,

Aczimin giryesidir bence bütün âsârım!

Ağlarım, ağlâtmam; hissederim, söyleyemem;

Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!...”

Page 7: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Kalbindeki acı gecenin karanlığından daha çok, daha derindi. Bir diğer tarafta gözlerinden

dökülen yaşların ıslattığı kağıtlara:

“…Asırlar var ki aydınlık nedir, hiç bilmez âfâkım

Tesellîden nasibim yok, hazân ağlar baharımda;

Bugün bir hânümânsız(evsiz) serseriyim öz diyarımda…”**

dizelerini yazıyordu. Öbür yanda kurumadan kullanmaya çalıştığı mürekkebiyle kâğıt

yoksunluğundan duvarlara ince ince işliyordu: “…Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı.

Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı…” mısralarını.

Gelen öksürük sesleri üzerine

biraz ilerleyip yatak odasına

gelince yorganın altında,

hastalıktan sararmış solmuş

benzi, zayıf düşmüş bedeni,

yarı kapalı gözleri, ellerini

başının arkasına almış,

dayanmış bir şekilde görünce

“İstiklal Marşı Şairi”ni,

tutamadım gözyaşlarımı.

Yanaklarımdan süzülürken

yaşlar:

“Hudâ bilir ki dayanmaz, taş olsa bir sîne,

O gözlerinde dönen sağnağın dökülmesine.

Hayır! Yakar beni derdimle âşina çıkman,

Bırak; ben ağlayayım sen çekil de karşımdan.

Bela mı kaldı dünya evinde görmediğim?

Bırak, şu yaşları, hiç yoksa görmeden gideyim.” ***

Beyitleri okundu, Mehmet Akif’in gözlerinden.

Güçlükle çıktım odadan. Trabzanlara tutunarak indim tahta basamaklardan. Titreyen

ellerimle kapıyı yavaşça açarak çıktım. Saat beşi vuruyordu. Dönüş yolunda Eski Meclisten

yükselen ay yıldızlı bayrağın arkasında gökyüzü kızıla bürünmüştü. Bir hilal uğruna yâ Rab, ne

güneşler batıyordu.

*Âsım, M. Akif’in, şiirlerinde hayal ettiği gençliğin sembol ismidir. Memleketi, içinde bulunduğu zor durumdan kurtaracak ve onu geleceğe taşıyacak

bir neslin örnek tipi olarak tasvir edilir. **M. Akif Ersoy, Gölgeler, Bülbül Şiiri, 7 Mayıs 1921 ***M. Akif Ersoy, Gölgeler, San’atkâr, 22 Ağustos 1933

Page 8: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ÂKİF’ten HATIRALAR

Mehmet Akif Terekesi

(Vefatından sonra

kalanlar):*

Ölümünde terekesi muhtasardı:

Bir kat esvap, yepyeni bir şapka -

hayatındaki tek şapkadır- bir

mavzer tüfeği ve bir İstiklal

madalyası, yastığının altında

birkaç lira, bir fakfon saat...

Çalınmasına meşin bir kordonun

mâni olduğu saat...

Bu saat çok mühimdi. Kendi,

verdiği sözü bu saatle tutar; sizin

beş dakika geç kaldığınızı da bu

saatle ispat ederdi ve bu saatin

yanlış olduğunu söyleyemezdiniz:

Yeni Cami ayarıydı.

Bir gün sade kahvesini götürmeye gitmiştim.

Dönüşte elinde tashih edilmekten beyazı kalmamış

bir sahifeye baktığını gördüm. Kahvesini verdikten

sonra, ben de dikkatle baktım. Bir de ne göreyim?

Asım’ın bir tashih sahifesi. Ben birdenbire hayrette

kaldım. Safahat’ı okurken bize öyle gelirdi ki, üstad

sanihalarını hiç düzeltmeden sahifelere geçiriyor,

çünkü ifadeler o kadar tabii ve selis ki, mısraların

bir düşünce mahsulü olduğu kat’iyyen hatıra

gelmiyor. Kendisine bu hususu söyleyince: “Sen ne

diyorsun? Bir kelime için bir hafta düşündüğüm

olur” diye cevap verdi, donup kaldım.

Mahir İz, Yılların İzi**

“Balkan Harbi başlarken Akif Bey

yegane geçim yolu olan resmî

memuriyetinden istifa etti. Kirada

oturduğu evine bir cuma günü gittim.

Beş çocuğundan başka dört çocuğu daha

vardı.

-Bunlar kim? dedim.

-Çocuklarım, dedi.

-Bir hafta içinde fazladan dört çocuk

sahibi olmakta tuhaflık var, dedim.

Sonra anlattı.

Baytar mektebindeyken bir

arkadaşıyla anlaşmışlar. Kim önce

ölürse, ölenin çocuklarına kalan

bakacak. Arkadaşı vefat etmiş. Akif Bey

de anlaşmalarının gereğini yerine

getirmişti.” Mithat Cemal Kaynak:

*Türk Edebiyatı Dergisi – Mart 1984/ Mehmet Akif özel sayısı

**Edebiyat Üzerine İncelemeler, Necat Birinci

Derleyen: A. Bengisu Akdağ

Page 9: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Türk Edebiyatı Dergisi – Mart 1984

Page 10: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Yunan askerleri 8 Temmuz

1920’de Osmanlı Devletinin ilk

payitahtlarından Bursa’ya girdiler.

Bursa’nın işgalinden 2 gün sonra

12 Temmuz 1920’de Hâkimiyeti

Millîye gazetesi “Bahtsız Bursa”

başlıklı bir yazı ile Yunanlıların

burada yaptıkları vahşeti gözler

önüne serdi. Yazıda şöyle

deniyordu:

“...Bahtsız Bursa, artık altı yüz

senedir gönül verdiği Türk’ün

sesinden uzak yabancı bayrakların

gölgesinde sıtmalı bir halde

kurtuluş yolunu bekliyor. Kara

Osman’ın, Uludağ’ın yamaçlarına

yüksekten bakan türbesi, artık bu yeşil Türk beldesine sızılı başını uzatamaz. Başının üstünde

parlayan bir Yunan satırı asılı. Günde beş defa bu fâni toprak adamlarına ilk ümit sesini veren

vakur minareler, minarelerinde cihat hutbeleri okunan camiler belki bir keyif için, bir eğlence için

atılan bomba ve silâh seslerinin aksiyle inliyor. Nilüfer Sultan’ın asırlardır sönmeyen aşk fısıldayan

türbesi, şimdi harap bir mezarlıktan başka bir şey değil, belki de ‘bir penceresi bir Ayasofya eder’

denen Türk mabetleri yıkılıyor.”

Bursa’nın kaybedilişi 10 Temmuz 1920’de TBMM’nde gündeme geldi. 31 Mebus tarafından

verilen bir önerge ile oturuma 20 dakika ara verilmesi ve Riyaset Kürsüsünün üzerinin kara bir

örtü ile örtülmesi teklif edildi. Aynı gün Burdur Mebusu İsmail Suphi Bey de Yunanlıların

Bursa’da yaptıkları kötülükler hakkında bir önerge verdi, bir de konuşma yaptı.

“...Yunanlılar Bursa’ya giriyorlar, eşrafı Ulucami caddesine diziyorlar. ‘Siz, Bursa’yı bizden zapt

ettiğiniz zaman bizden şu kadar kız aldınızdı, onları bize vereceksiniz’ diyorlar, o kadar kız

alıyorlar ve bunları palikaryaların kollarına vererek eşrafın önünden geçiyorlar... Efendiler, Nilüfer

Sultan’ın kabrini, ‘vaktiyle sen bir Türk’e vardın’ diye yedi asır evvelki vak’ayii affetmeyerek

bombalıyorlar.”

Bu kara haberler bütün millet fertlerini olduğu gibi, Mehmet Akif’i de derinden sarsıyordu.

Duyduğu acı haberlerin parçaladığı hassas kalbinin sızılarını, karargâh haline getirdiği Taceddin

Dergâhı’nda “BÜLBÜL” adını verdiği şiirinde dile getirdi.

Yrd. Doç. Dr. Osman AKANDERE

Bu konuda bilgi için: Yrd. Doç. Dr. İhsan Güneş, “Bursa’nın Yunan Ordusu Tarafından

İşgali ve Bunun Doğurduğu Tepkiler”, Askeri Tarih Semineri Bildirileri, Askeri Tarih ve

Staratejik Etüt Başkanlığı Yay., Ank., 1985, s. 140-166

Bülbül: “Kelimeler Ağlıyor, Millet ise Kan Ağlıyordu.”*

*Nihad Sami Banarlı

Derleyen: A. Bengisu Akdağ

Page 11: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bülbül

Bütün dünyaya küskündüm, dün akşam pek

bunalmıştım:

Nihayet bir zaman kırlarda gezmiş, köyde

kalmıştım.

Şehirden çıkmak isterken sular zaten kararmıştı;

Pek ıssız bir karanlık sonradan vadiyi sarmıştı.

Işık yok, yolcu yok, ses yok, bütün hilkat kesilmiş

lâl...

Bu istiğrakı tek bir nefha olsun etmiyor ihlâl.

Muhitin hali "insaniyet"in timsalidir sandım;

Dönüp maziye tırmandım, ne hicranlar, neler

andım!

Taşarken haşrolup beynimden artık bin müselsel

yâd,

Zalâmın sinesinden fışkıran memdûd bir feryad.

O müstağrak, o durgun vecdi nâgâh öyle

coşturdu:

Ki vadiden bütün, yer yer, eninler çağlayıp

durdu.

Ne muhrik nağmeler, ya Rab, ne mevcamevc

demlerdi:

Ağaçlar, taşlar ürpermişti, güya Sur-ı mahşerdi!

-Eşin var âşiyanın var, baharın var ki beklerdin.

Kıyametler koparmak neydi ey bülbül, nedir

derdin?

O zümrüt tahta kondun, bir semavi saltanat

kurdun,

Cihanın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin

yurdun!

Bugün bir yemyeşil vâdi, yarın bir kıpkızıl

gülşen,

Gezersin hânumânın şen, için şen, kâinatın şen!

Hazansız bir zemin isterse, şayet ruh-ı serbâzın,

Ufuklar, bu'd-i mutlaklar bütün mahkûm-ı

pervâzın.

Değil bir kayda, sığmazsın kanatlandın mı eb'ada

Hayatın en muhayyel gayedir âhrara dünyada.

Neden öyleyse matemlerle eyyâmın perişandır,

Niçin bir katrecik göğsünde bir umman

huruşandır?

Hayır matem senin hakkın değil, matem benim

hakkım;

Asırlar var ki aydınlık nedir hiç bilmez afakım.

Teselliden nasibim yok, hazan ağlar baharımda

Bugün bir hanumansız serseriyim öz diyarımda.

Ne hüsrandır ki: Şark'ın ben vefâsız, kansız

evlâdı,

Seraba Garba çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı!

Hayalimden geçerken şimdi, fikrim herc ü merc

oldu,

Salahaddin-i Eyyubi'lerin, Fatih'lerin yurdu.

Ne zillettir ki: nâkûs inlesin beyninde Osman'ın;

Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ'nın!

Ne hicrandır ki: en şevketli bir mâzi serâb olsun;

O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun!

Çökük bir kubbe kalsın ma'bedinden Yıldırım

Hân'ın;

Şenâatlerle çiğnensin muazzam Kabri Orhan'ın!

Ne heybettir ki: vahdet-gâhı dînin devrilip, taş

taş,

Sürünsün şimdi milyonlarca me'vâsız kalan

dindaş!

Yıkılmış hânmânlar yerde işkenceyle kıvransın;

Serilmiş gövdeler, binlerce, yüz binlerce

doğransın!

Dolaşsın, sonra, İslâm'ın harem-gâhında nâ-

mahrem...

Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil

mâtem!

Mehmed Akif ERSOY

Page 12: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Keşke korksam, hayatı sevmekten

Düşler kurmasam uykusuz gecelerden

Uçurtmalar uçursam Afganistan çöllerinden

Siyahi çocuklara bayramları anlatsam

Yağmursuz günlerde yağmur olsam

Habeşistana.

Unuttursam, herkese siyahı beyazı

Anlatsam aleme gökkuşağıdır, evrenin yalansız

tonları.

Şarkılardan yapılan bir dil olsam

Kuşaklar beni konuşsa, lehçeler hiç olmasa

Rotası olmayan bir gemi olsam karada

Çocuk kahkahaları sürüklese, kınalı kızları

oradan oraya.

Atlas dağlarında bir derviş olsam

Horasan topraklarından Maveraünnehiri

arşınlasam

Maskeli gezginler olsa her yerde

Maskeleri tiyatrolarda görsek sadece

Kocaman bir ülke olsam

Sınırlarımda sadece korkuluklar ve kuşlar olsa

Her yerde güneş açsa

Yalınayak gezmek moda olsa

Ayakkabılar hiç olmasa

Hem Avrupa, hem Asya

Hem doğu, hem batı olsam

Her yer tek bir dünya olsa

Hayat, boynu bükük bir hamal olmasa

Hayallere işlemese, Firavunun mahalle

baskıları

Aforizma edilmese, umut tohumları

Efsaneye karışsa, tarihin kapitalist çocukları

Dünyaya hüküm sürmese, koltuğun arka

sevdalıları.

HAYAT Sema KESER

Page 13: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Nerelerdeydin Beni Alıp Götüren?

Aniden yağmur bastırmıştı. Sonbaharın sirenleri çalıyordu. Eylül geldiğini hatırlatıyordu adeta. Her

taraf ıslanmıştı. Ağaçların bayram ettiği kesindi. Yazın mayhoşluğunu almıştı. Her taraf bir 'oh'

çekmişti. Durmak bilmedi.

Genç kız okulun penceresinden izliyordu rahmeti. Sanki o yağan yağmur oydu. Kendini

anlatıyordu. O da böyle düşmüştü hayatın ortasına. Kimi zaman canını acıtan hayata... Sanki içini

döküyordu. Söyleyemediği ne çok şey vardı. O da bu yolu keşfetti. Böyle döküyordu içini; ne var ne

yok böyle anlatıyordu. Biliyordu bu sağanağın altına girdiğinde gözyaşlarının görünmeyeceğini...

Gözlerini kapattı; gözlerinden akan sıcaklığa aldırmadan... Dinginliğe kaptırdı kendini, buna ne kadar

da ihtiyacı vardı... Dünyadan bir dakikalık ayrılığa... Canının yanmamasını özlemişti. Her şey ne de

zordu. Başa çıkmak bu kadar zor olabilir miydi? Bir şekilde başarıyordu işte...

Birden kendini yağmurun kollarında buldu; ağlıyordu galiba ve kimse görmesin istemişti... Ne güzel

çareydi keşke her ağladığında böyle gizleyebilseydi. Aldırmadı ve ağlaya bildiği kadar ağladı.

Yağmurun soğuğuna gözlerinin sıcaklığı karışıyordu. Ağlıyor muydu? Duygu oydu ama hissetmiyordu.

Bahçede sadece o vardı. Yağmurun sesi ve o... Bu dinginlikte kendi başına olmak ne de güzeldi!

Yağmurun şırıltısına kulak kabarttı; yayılan toprak kokusunu tüm benliğiyle hissetti... Ölmek için

yaratılmıştı ya insan; bu yüzden toprak kokusu güzeldi... Ellerini kendine doladı ve yağmurdan

korkmadan kendi etrafında döndü. Sırılsıklam olmuştu; geciken vuslatını yaşıyordu adeta. Özlemiyle

sırılsıklam olmuşken bu neydi ki? Başını göğe kaldırdı ve tabii ki yağmurun tadına baktı...

Hilal Gümüşlü

Page 14: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

‘’Cadı Avı’’ başlıyor!

Didem Madak, Mayıs 2010 tarihli Uluslararası Şiir Festivali’ne gönderdiği özgeçmişinin

sansürlenmesi üzerine festivalden çekilir. Özgeçmiş metninin son cümlesi ‘’Şu sıralar cadılık,

büyü çeşitleri gibi konularla ilgileniyor ve bir ‘efsun kitabı’ düşlüyor ‘’ şeklindedir. Bu duruma

sinirlenen Madak, uzun bir yazı yazarak ne cadılığından ne de büyülerinden ödün vererek, özgeçmişini

makaslayanları festivalleriyle baş başa bırakıp büyülerinin ve kedilerinin yanına döner.

İnternette şöyle bir yazı dolaştığına şahit oldum ‘’Erkeklere duygusuz derler, aşk şiirlerinin en

bilinenleri erkek şairlere/yazarlara aittir.’’ Bunun gibi sığ düşünceye en iyi ne şekilde cevap

verilebilirdi?

Ceylan Ertem’in de sesiyle hayat verdiği bir projede Türkiye’deki kadın şarkıcı/müzisyen/ozanların

şarkıları yeniden yorumlanıyordu. Ben de yukarıda sorduğum sorunun cevabını buldum. Kendi

alanımı –edebiyatı- kullanarak Türkiye ile de sınırlı kalmadan yanıt vermeliydim. Didem Madak’ın

büyücülüğünden yola çıkarak Cadı Avı’na başladım. İlk avımda yüzyıllar öncesine gittim.

Jane Austen

“İnsan ister erkek olsun ister kadın, eğer iyi bir romandan zevk

almıyorsa dayanılmaz ölçüde aptaldır.”

İşaretlere ya da tesadüflere inanır mısınız? Ben

inanırım. Şöyle ki, bir yakın arkadaş düşünün

çocukluktan gençliğe geçtiğiniz döneme şahit

oluyor. Kurduğunuz her hayalde en büyük

destekçiniz oluyor. İşte böyle bir arkadaş

sayesinde en büyük tutkumu tanıdım, yani

Jane Austen’i. O arkadaşın 18. Yaş günü

hediyelerinden biri Becoming Jane (Aşkın

Kitabı) DVD’siydi. Filmde 18. YY’da yaşamış,

kalıpları yıkmış, 21.yüz yıl da dahil, geçen süre

boyunca altı romanı da başyapıt olarak

değerlendirilmiş yazarın hayatını konu alıyor.

Hatta romanlarından birisi isminin tam tersine

duygusal anlatımlardan çok, alaycı,ince

yergilerle dönemini “ti”ye almış, arka planda

çaktırmadan ‘büyük aşklar nefretle başlar’

tezini kanıtlamış. Film kahramanı Jane Austen,

Anne Hathaway ‘in müthiş oyunculuğu ile

yeniden hayat bulmuş. Köy papazının sekiz

çocuğundan yedincisi. Piyano çalar, dikiş diker,

CADI AVI Işık Selin Orhuntaş

Page 15: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

annesine yardım eder fakat yaşıtlarından farklı

olarak eli kalem tutar.

Susan takma adıyla yazılar yazar. Yirmi yaşına

geldiğinde, dönemin sosyal yaşantısının

ayrılmaz parçası olan baloların birinde

hayatının aşkıyla karşılaşır: Tom Lefroy. Genç,

yakışıklı,kültürlü,kibar ve zengin bir

beyefendidir kendileri. Austen ailesinin hemen

yanındaki malikaneyi kiralayan ailenin

misafiridir. Mükemmel erkektir adeta. Jane‘de

hem güzelliği hem de yaşıtlarından farklı

oluşuyla mükemmele yakındır.

Kısa sürede birbirlerine aşık olurlar,

evlenmeye karar verirler. Ancak önlerinde

büyük bir engel vardır: Jane alt sınıftandır,

Lefroylar ise üst sınıftan soylu bir ailedir.

Tanışma yemeği sırasında Jane büyük bir gaf

(!) yapıp yazar olma hayallerinden söz eder. Bu

nasıl mümkün olur? 18. Yy İngiltere’sinde bir

hanımefendi evde oturup, piyano çalıp koca

beklemelidir. İşte tam o sırada zeki hanım

kızımız Jane nezaketi elden bırakmadan, beni

kendisine bağlayan repliği söyler : ‘’Ama bir

yolu olmalı… Bir eş ve bir yazar olarak

yaşamanın bir yolu olmalı…’’ Tabii ki de yolu

yoktur. Evlenmelerine karşı çıkılır, Lefroy da

maddi açıdan amcasına bağlıdır. Bu aşk

romana konu olur. İşte aşkın kitabı, ‘’Aşk ve

Gurur’’ 1797 yılında böyle yazılır.

Doğum günümde, başkalarının koyduğu

kuralları yok sayan, alay etme konusunda

gayet başarılı olan bir yazarla tanışmak hoş bir

tesadüfün yanında klasiklerin korkulacak kadar

sıkıcı olmadığının işaretiydi.

Elizabeth Bennet ve William Darcy’in

birbirlerine karşı önyargılı davranmaları,bu

önyargıların gurura ve aşka dönüşmesini konu

alan Gurur ve Önyargı ya da bilinen adıyla Aşk

ve Gurur romanı Jane Austen’ın kariyerinin

doruk noktasıdır. Aşkın, gururun, önyargının

bol olduğu roman günümüzdeki anlatılar gibi

romantizm dolu değildir. Fazla romantizm

yerine, dönemin sosyal ve siyasal arka planı

ince ironilerle bezenmiştir. Mesela Austen

ailesinin uzaktan kuzeni ve ailedeki tek erkek

olan papaz Bay Collins’i yozlaşmış Hristiyanlığı

ile görürüz. Elizabeth’in en yakın arkadaşı ile

Bay Collins’le evliliği, kilisenin getirdiği

ayrıcalıktan yararlanmak isteğini ve sınıf

atlama kaygısını kanıtlar. Meslekler, savaş

ortamının getirdiği etkiyle askerlik, fakirliğin ya

da alt tabakanın simgesi çiftçilik gibi belirgin

sınıflardan seçilmiştir. Anne Bennet çok

konuşur.

Nefes almadan konuşabilen bu tip kadın

karakterler Austen’ın diger romanlarında da

sık görülür. Yazar, Darcy’yi kitabın başlarında

bize gururlu, insanlarla muhatap olmayı

sevmeyen, kızkardeşinden başka kimseyi

önemsemeyen biri olarak tanıtır. Daha sonra

bize önyargımızın kurbanı olduğumuzu

gösterir. Mr. Darcy karakteri zengin, yakışıklı,

mütevazıdır. Fazla gururludur. Samimiyet

ölçüsünü kaçırmamak ve kırılmamak için soğuk

görünür.

Page 16: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Her Austen romanında olduğu gibi bu roman

da mutlu sonla biter. Darcy ve Elizabeth

kavuşur. Kitaplardan uyarlanmış filmleri

seviyorsanız, izlemekten büyük keyif alırsınız.

Jane Austen Kitap Klübü filmi, yakın

arkadaşlarla sabahlamak için idealdir. Altı

arkadaş (Beş kadın bir erkek ) Jane Austen

kitapları okuyup tartışmak için bir araya

gelirler. Her ay için bir Austen kitabı. Her kitap

ile gözden geçirilen bir hayat… Altı karakter

roman kahramanlarının canlı kanlı halidir bir

nevi. Sadece bir hanımefendi romanına değil

başka romanlara başka hayatlara da

yolculuktur.

Kadınların yazdığı en etkileyici yirmi roman

listesine altıncı sırada giren Aşk ve Gurur,

İngiliz Edebiyatı’nın klasikleri arasında yer alır.

Bir kere okuyan tekrar tekrar okumak ister.

Genellikle Austen okuru kadınların Mr.Darcy

hayranlığı oluşur. Hatta ‘’Austenland’’ filmi ve

Beth Pattillo’nın ‘’Jane Austen Hayatımı

Mahvetti’’ romanı bu hayranlığı mizahi bir

anlatımla işler. Pemberley Malikanesi’nin

sahibi kibar, kültürlü Mr. Darcy hangi genç

kızın hayalini süslemez ki?

Page 17: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Günlerin Hikayesi

Demek bugün doğdun,

Benden on gün önce.

On güne razı olmalıymışım

Bak,

Tanrı aldı seni elimden.

O günden beri kuşlar pencereme konmuyor,

Telaşlanıyorum.

Bozuk saatin geliyor aklıma,

Bir dalga boyu dalıyorum bulutlara.

Sonra,

Güneş’in gözleriyle uyanıyorum,

Ben çizdim.

Beden olamadı yavrucak.

O , senin kadar şanslı değil bugün.

Demek bugün doğdun,

Yürünmemiş yolları yürütmek için,

Şehrimdeki deniz kabuklarını sahiplenmek için,

Yeşili sevdirmek,

Şiir yazdırmak için…

Annemden sonraki,

Güneş’ten önceki kadın olmak için…

Demek bugün doğdun…

TOLGA GÜNDOĞDU

Page 18: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

"Kün (كن) a.fi. Mânâsı "Ol" demektir. Özellikle tasavvufî edebiyatta çok kullanılır. Kur'ân-ı Kerîm'in

birçok yerinde Allah'ın, bir şeyin olmasını istediği zaman ona "Ol!" demesinin yeterli olduğunu;

istenilen şeyin hemen olacağı hususunda âyetler vardır. (Bakara/11; Âl-i İmrân/47, 59; En'âm/73;

Nahl/49; Meryem/35; Yâsîn/ 82; Gâfîr/67). "Kün", kâinâtın ve her şeyin yaratılış emridir. Kâf ve Nun

harflerinden meydana geldiği için "Kâf u Nûn" da denilir. Bu iki harfin akl-ı küll ve nefs-i küll'e işâret

olduğu, yahut Âdem ile Havvâ'ya karşılık gösterildiği rivayetleri vardır. "Kün" emri verilmeden evvel

herkes Elest bezminde idi. Henüz hiçbir maddî varlık yaratılmamıştı. İnsan, Kenz-i Mahfî

mertebesinden "Kün" emri ile çıktı."1

Yukarıdaki paragraf İskender Pala'nın Ansiklopedik Divân Şiiri Sözlüğü'nün Kün (كن)

maddesinden alınmıştır. Amacım tabii ki kün maddesini tanıtmak değildir. İskender Pala'nın yukarıda

geçen , " Kâf ve Nun harflerinden meydana geldiği için "Kâf u Nûn" da denilir." cümlesinin bizi

nerelere sürüklediğini açıklamaktır. Kün kelimesi bilindiği üzere kef ve nun harfleriyle yazılmaktadır.

İskender Pala'nın Kün kelimesini madde başında doğru yazıp açıklamada yanlış yazması bizi

kuşkulandırdı. Açıklamanın iki yerinde kâf ve nun kelimesinin yan yana kullanılması acaba editörden

kaynaklanan hata değil de Arapça gramer yapısından dolayıdır mıdır , bizim bilmediğimiz bir konu mu

var deyip araştırmaya koyuldum. İlk olarak internetten araştırdım. "Kün'e Kâf u Nûn da denir."

ifadesini rastlayamadım. Daha sonra Ferit Devellioğlu'nun Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lûgat'ına

baktım. Orada da Kâf maddesine buldum. Orada da şu şekilde geçmektedir:

Kâf(ك) (a.f.ha) kef harfinin bir başka okunuşu (bkz: kef)

kâf-ı arabî: Arap kefi:"kerim, kerâhat..."vb.

kâf-ı fârisî: g. sesini veren Acem kefi:"gül,gümân..." vb. [bir "ye", "ve" gibi okunan: "eğer,güvercin..."

bir de "deniz, ense ve beniz"de olduğu üzere "n" gibi okunan sağır kef vardır].

Bu açıklamalardan sonra anladığımız şu oldu: kef ve kâf'ın her ikisine de Arap gramerine göre

"kâf" ile isimlendirilmiş olmasından kaynaklandığını düşündük. Daha sonra bu düşünceyi kanıtlayacak

başka bir kaynak elime geçti. Onda da şu bilgiler yazılıydı:

Osmanlıca Kefin Telaffuzu: Sarf ve Nahiv Dersleri Kitabından "Osmanlıcada (kef) harfi 5 türlü

telaffuz olunur:

1.kef; kâf-ı arabî: kitap katip ekmek kelimelerindeki kefler gibi.

2.kef; kâf-i fârisi: gül,guhar,göz kelimelerindeki kefler gibi.

3.kef; kâf-i nûni: deniz-deniz.son-son kelimelerindeki kefler gibi.

4.kef;kâf-i vavi: gügercin-güvercin.ögünmek-övünmek kelimelerindeki kefler gibi.

5.kef; kâf-i ye-i: gögüs-göyüs.ekmek-eymek kelimelerindeki kefler gibi.. "

1 İskender Pala,Ansiklopedik Divân Şiiri Sözlüğü, Kapı yay.,2012

Kâf u Nûn Mehmet Altınova

Page 19: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bu kaynaktaki cümleler de Ferit Devellioğlu'nun mezkur

maddesindeki ifadelere uymaktadır. Beni Türk Dili ve Edebiyatı

bölümüne sürüklendiren, her konuda bilgisine başvurduğum

liseden hocam Şenay Aran'a da sorduktan sonra, İskender

Pala'ya e-posta attım. Daha sonra bizi bu konu hakkında

araştırmaya sevk eden insanla yani İskender Pala ile görüşme

fırsatı elde ettim ve Tüyap kitap fuarında bu soruyu yönelttim.

Önce beni bu soruyu yönelttiğimde, "Gerçekten "Kâf u nûn" mu

yazıyor?" dedi , ardından "Meslektaş olmanın faydaları..."

deyip, "Kef u Nun" olması gerektiği Arapça kavainlerle ilgili bir

kural olmadığını söyleyip bir dahaki basımda editörlere söyleyip

düzeltileceğini söyledi.

Orjinalinde Kef u Nûn olması gereken bu durum bazı

şâirlerin aruzda bir buçuk hece alımına olanak sağladığından

kullanılmış , Osmanlı şiiri ve şiirin dile etkisine de bakıldığı

zaman bu durumun kalıplaşmadan dolayı dile yerleştiğini

görebiliriz. Halbuki Kâf u Nûn ( نون و كاف ) diye bir şey yoktur.

Bu durum aruz kaygısından dolayı şâirlerin "efken "كن "اف

kelimesinin , "فكن"fiken" olarak kullanmasına benzer. Tek fark

elif sesinin düşmesi yerine Kâf u Nûn'da elif sesinin

eklenmesidir. Ama her hâl u kârda Kün(ن kelimesinin (ك

orjinalinde elif olmadığından Kef u Nun denmesi

gerekmektedir.

Böylece Aziz Nadir de bu sorunu buluşu ve lisedeki

hocam Şenay Aran'ın haklı çıkması ile mesele çözümlendi. Bir

yanlış bizi nerelere ve hangi bilgilere sürükledi. Bir yanlış, bize

birçok şey öğretti. İyi ki yapmış, vesselam...

Page 20: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Page 21: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Hayat denen meşakkatli yolun birçok iniş çıkışı

var. Evlilik kurumu, bu yolun önemli

dönemeçlerinden biri. Hem toplum için hem

de birey için ayrı bir önem arz ediyor evlilik.

Toplum için önemli çünkü düzen bu kurumla

devamlılık sağlıyor. Birey için önemli çünkü

ona ait yolda önemli bir adım.

Bu sayımızda –nâcizâne- Türk toplumunda

evlilik geleneklerini, Trabzon yöresi üzerinden

yola çıkarak anlatmak istiyorum sizlere.

Evlilik ritüeline kadar atılması gereken bir

çok adım var. Bildiğiniz gibi öyle ha diyince

olmuyor böyle önemli işler. Evlilik çağına

gelmiş oğlan için ailesi, bir komşu veya bir

yakın vasıtasıyla uygun bir eş aramaya koyulur.

Çevreden sorulur, soruşturulur. Ya da gencin

gönlünü kaptırdığı bir kız vardır ve bu kız ve

ailesi araştırılır. ‘’Kızın ailesinin durumu nasıl?

Ailede herhangi bir hastalık veya akıl yoksunu

biri var mı? ‘’ diye soruşturulur. Eğer ailede bir

hastalık veya deli bir oğlan varsa o aileden kız

alınmaz. Aynı şekilde, kız verilecek ailede de

bu durumlar mevcutsa o aileye kız verilmez.

Ailedeki bu durumların, gelecek nesle sirayet

edeceği düşünülür. Bu olaylar sonuca

kavuştuktan sonra ailenin sevdiği bir komşusu

kız evine gönderilir. Bunun amacı kızı istemek

değildir. Burada amaç, kızın evi düzenli mi, eli

yüzü düzgün mü, elinden iş geliyor mu diye

bakmaktır. Evden ayrıldıktan sonra,

gözlemlerini oğlanın ailesine aktarır. Kızın

ailesi de bu dolapların farkındadır ve görücü

gelecek aileyi araştırmaya koyulur. Daha sonra

oğlanın ailesi, kızın evine ziyarete gider. Onlar

bir de kızı kendi gözleriyle görmek isterler.

Sonuçta, ailelerine yeni bir evlat katacaklar,

kolay değil.

Bu gidiş gelişler artık sonuca bağlanmalı diye

düşünen oğlanın ailesi, kızın babasına ve kıza

haber gönderirler. Kızın babasının kızı verme

düşüncesi olmasa bile, aileye gelmeyin deme

şansı yoktur. Bunun uğursuzluk getireceğine

ve kızın bahtının kapanacağına inanılır.

“Çalınsın Sazlar, Vurulsun Davullar!”

Page 22: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bu yüzden baba “Buyursun gelsinler.’’ der.

Görücüler genellikle uğurlu olduklarına

inandıkları Perşembe veya Pazar günleri

giderler kız istemeye.

Hepimizin aşina olduğu o sözler dökülür

dudaklardan. “Allah’ın emri Peygamber’in

kavliyle, kızınızı oğlumuza istiyoruz.’’

Sanmayın ki bu ilk istemede kız verilir. Kız

isteme denemeleri ikiyi hatta üçü bulabilir.

Bunun sebebi; kızın gelin gittiği evde “Sen

oyle(öyle) iyi olsan, babanlar hemen

vermezlerdi seni.’’ sözleriyle karşılaşmasını

önlemektir. Kızın, gelin gittiği aile içinde

saygınlığını arttırmaktır bunun sebebi. Nitekim

kız, yoğun uğraşlar sonucunda verilir ve söz

kesilir.

Kızın verilmediği durumlarda gençlerin

anlaşıp kaçması sık görülür. Evlilik isteğinin iki

taraflı olmadığı durumlarda, erkek kızı yalnız

bulduğu an kaçırır. Buna ‘’çekme’’ adı verilir.

Kaçırılan kız, eve geri dönemez, oğlanla

evlendirilir. Tabi bu günümüzde

gerçekleşmeyen bir durumdur. Buradan yola

çıkarak ‘’kız kaçırma’’ ya değinmek istiyorum.

Eski Türklerde, kız kaçırma erkeğin gücünü

göstermesi açısından önemliydi. Ayrıca bu,

erkekliğini kanıtlaması açısından da önemliydi.

Öyle ki kaçarak evlenme daha iyi ve doğru

görünür ve halk tarafından uygun bulunurdu.

Tabi, ailelerin üzülmesi ve aileler arası

anlaşmazlık çıkabilmesi gibi durumlardan

dolayı bu geleneğin önüne geçilmeye

çalışılmıştır. Bundan dolayı, kız isteme

usulünün ortaya çıkmış olabileceği

düşünülebilir. Fakat, kaçma olayları

günümüzde de görülmektedir.

Evlilik yolunda atılan adımlardan bir diğeri

başlık parasıdır. Bu konu bazen söz sırasında

bazen de düğünden bir süre önce konuşulur.

Farklı durumlarda söz konusudur. Mesela

başlık parası olarak, damat bir koç kestirip

bunu arkadaşlarıyla birlikte yiyebilir. Eski

Türklerde de başlık parası vardır. Bunun amacı

kızın, gelin gideceği aile içinde aşağı konumda

görünmesini önlemektir. Zaten kız kelimesinin

bir diğer anlamı pahalı olan demektir. Bir

oğlanın gelinine kavuşma süreci ne kadar

meşakkatli olursa o gelinin aile içindeki değeri

daha yüksek olur. Ayrıca, kızın ailesine kızlarını

çok iyi yetiştirdikleri için süt parası adı altında

da verilebiliyordu. Bu para genellikle baba

tarafından kızın düğün alışverişlerinde

kullanılır. Para demiş olmam çok da doğru

değil çünkü, başlık sadece para değil büyükbaş

hayvan da olabilir. Günümüzde, Trabzon

yöresinde pek görülmeyen bir adettir.

Girmiş olduğumuz yolda emin adımlarla

ilerliyoruz. Bir diğer adet olan çeyiz dizme

adeti var sırada. Bunun için, el işlemeli büyük

bir sandık yaptırılır kızın ailesi tarafından.

Çeyizin içine kanaviçeler, iğne oyaları koyulur.

Nevresim takımları, işlemeli havlular ve

yemeniler de eksik edilmez. Yine kız tarafının

oğlan tarafına vereceği bohçalar da bu

sandukanın içine yerleştirilir. Eski zamanlarda

kıza ait yorganlar da bu sandığa koyulurmuş

fakat, bu gelenek günümüzde görülmüyor.

Düğünden bir iki gün önce çeyizler kaynar

kazanlarda yıkanır. Ütülenir. Kızın, baba

evindeki odasına sergilenir. Komşular, aile

dostları ve oğlan tarafı gelip çeyize bakarlar.

Her gelen misafir, çeyiz için güzel bir el

işlemesi getirir. Sonra çeyizler, güzelce sandığa

yerleştirilir. Bunun sebebi kız ve ailesi

hakkında ortaya atılacak dedikoduları önlemek

ve kız tarafının zengin görünmesini

sağlamaktır. Bu adetler de günümüzde pek

Page 23: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

görülmemektedir. Gördüğünüz gibi her şeyin

yığınla olduğu bu dönemde en güzel ve

eğlenceli adetlerimiz bir bir kayboluyor.

Hayatın hiçbir evresi kolay değildir ve hiçbir

evrenin kısa yolu yoktur. Evlilik

geleneklerimizde aynen öyledir. Sıradaki olay

ise, kınadır. Kına, genellikle düğünden bir gün

önce gerçekleştirilir. Gelin kızımız, kına

sırasında ‘’bindallı’’ adı verilen işlemeli bir

elbise giyerler. Kına tepsisi de önemlidir. Kızın

başına kırmızı bir tül örtülür. Geçmiş

dönemlerde bu tül, beyaz renkteymiş. Kız bu

olay sırasında kemençe ile çalan müziklerle

ağlatılmaya çalışılır. Ayrıca eli kınalanacak

gelin kaynanası para verene kadar elini açmaz.

Bu eğlenceye erkekler katılmaz.

Düğün vakti gelmiş çatmıştır artık. Erkek

tarafı kızı almak için eve gelir. Bana kalırsa,

bütün bu adetlerin en eğlenceli kısmı

burasıdır. Gelini gelen erkek tarafının içeri

girmesine izin verilmez. Kapı kızın erkek ya da

kız kardeşi tarafından tutulur ve açılmaz. Erkek

tarafı, kardeşe kapıyı açması için para verir.

Kapı açılır ve gelini alacak olanlar eve girer.

Evin bekar kalan kızı varsa baklava yapar. Bir

sofra kurulur ve bu baklava onun üzerine

konur. Bulundukları yerin zenginleri, bu

sofranın etrafına toplanır. Başlarlar baklavayı

döndürmeye. Sofrada bulunan herkes para

koyar sofranın üzerine ve en çok para koyan

kişi baklavayı alır. Bütün o paralar da evin

bekar kızına kalır. Yine bu sırada çeyiz

götürülür fakat bu da meşakkatlidir. Burada da

kardeşler devreye girer ve çeyiz sandığının

üzerine otururlar. Damat tarafı, sandığı

alabilmek için kardeşlere para verir.

Artık kız evden alınır ve erkek tarafının evine

götürülür. Bu eski zamanlarda, at vasıtasıyla

olurdu. Günümüzde atın kullanılması durumu

söz konusu değildir. Nitekim, kız evin önüne

getirilir. Gelin bereketli olsun diye başından

aşağı arpa dökülür. Yine gelinin önüne bir

kazan getirilir. Gelin bu kazana para atar. Bu

artık kazanın o geline ait olduğunu gösterir.

Bunun dışında erkek tarafı geline bir inek alır.

Bu ineğin kuyruğundan kesilen bir tüy de o

kazana konur. Bunlar, gelinin kendini o eve ait

hissetmesi için yapılır.

Gelin evin bir odasına oturtulur. Damadın

babası, geline bir miktar para verir ve yüzünü

görür. Bu da bir çeşit yüzgörümlüğüdür. Fakat

damadın verdiği yüzgörümlüğü bundan ayrıdır.

Diğer yörelerde bulunan yüzgörümlüğü adeti

Trabzon yöresinde de bulunmaktadır. Yine,

damat gerdek öncesi gelinin yüzünü görmek

için yüzgörümlüğü takar. Bu genellikle bir

ziynet eşyasıdır.

Bütün evlilik adetleri gerçekleşmiştir artık.

Trabzon yöresinde “Yediye gitmek” diye bir

gelenek vardır. Evliliğin yedinci gününde, kızın

ailesinin yanına el öpmeye gidilir. Bu sırada

damat, kızın kardeşleri tarafından bağlanır.

Bana kalırsa bu damada bir gözdağı vermektir.

Ayrıca, damadın ayakkabıları kızın erkek

kardeşi tarafından çalınır. Damat

ayakkabılarını para karşılığında kardeşten geri

alır ve gelinle beraber evlerinin yolunu

tutarlar.

Görüleceği gibi evlilik zor, meşakkatli ve biraz

da eğlenceli bir yol. Ne diyelim, onlar ermiş

muradına bir çıkalım kerevetine.

Busenur Aslan

Page 24: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Hüküm

Tuttu yine huysuz gecenin elinden ahir zaman

Çekildi herkes kendi tenhasına

Uyuyor kedersiz bedenler hayalleriyle kucak

kucağa

Sokaklar ıssız, evler sessiz ağaçlar bile küskün

bu gece

Bir koyu sohbete dalmışım geçmişimle...

Davacı oluyor akan zamandan tüm hayallerim

Kaldıramıyor artık sırpat bedenim

Dayandı yürek kapıma haciz memurları

Umudumu arıyor şimdi uykusuz gözlerim

Çekildiyse bedenimden tüm hislerim

Bende sonsuzluğa selam ederim...

BETÜL NÜKTE

Gökkuşağı Gülümsemesi

Nergisler salıverdi kokusunu odama

Kuşlar kondu pencereme

Raflardaki kitaplar bile canlandı

Duramıyorlar sanki yerlerinde

Sen güldün

İçimin iklimleri değişti

Kışlar bile başka güzel şimdi

Kar bir türkü tutturmuş saçlarıma

Bahçelerime uğramayan yağmur

Bereket gibi indi topraklarıma

Gökkuşağı daha bir renkli

Pembesi bile var içinde

Ve rüzgar...

Kuytulardan getiriyor kokunu

Şimdi çocuklar

Gülüşünün şerefine daha bir masumlar

Daha hoş gelir oldu gözüme

Saksıdaki begonyalar

Ya simit satan çocuklar

Köşe başındaki niyetçi tavşan bile

Evet evet olacak der gibi

Sen güldün diye oluyor tüm bunlar

Biliyorum...

Sen güldün diye

Gök mavi, ağaç yeşil, lale sarı, Dünya pembe

Sen güldün diye

Masum insanlar,dindi savaşlar

Gök, bıraktı tenime gözyaşlarını

Sen güldün diye

İsminin harfleri kikirdeşiyor önümde

Sen güldün ya

Ondan sarı bu kadar sarı

Yeşil bu kadar yeşil

Kırmızı kan kırmızı

Ya mavi?

O daha bir güzel şimdi

Bir güldün

Ömrüme ömür kattın be çocuk

Sesime ses

İçime bir sen daha

Ve sen güldün ya

Özlemim uzadı bir elif miktarı daha

FEYZA SEZER

Page 25: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Nâzım Hikmet denince insanın aklında belirli

olarak uyanan şeyler vardır. Şair oluşu,

Piraye'si ve kimilerine göre vatanperver

kimilerine göre de vatan haini oluşu... Açıkçası

benim aklıma ilk gelen şeylerdi bunlar. Birçok

insanın da aklına geleceği gibi... Ama ben bu

yazıyla farklı bir işle ilgilenen bir Nâzım

Hikmet'ten bahsedeceğim size: Filmci Nâzım.

20 Ocak 1933'de vizyona giren Muhsin

Ertuğrul'un yönettiği Karım Beni Aldatırsa

filminin senaryosunu Mümtaz Osman takma

adıyla yazmıştır Nâzım Hikmet. Ayrıca filmde

geçen şarkıların da söz yazarlığını yapmıştır.

Aynı takma adla yazdığı Muhsin Ertuğrul

tarafından yönetilen bir diğer film de 1933

yılında çekilen Türk-Yunan ortak yapımı Fena

Yol'dur. Filmin aslı Grigorios Ksenopolus'un

yazdığı bir romandan uyarlanmıştır. Ayrıca

Türk sinemasının ikinci (İlki İstanbul

Sokaklarında adlı bir filmdir.) Türk-Yunan ortak

yapım filmi olma özelliğini de taşıyan film

müzikal tarzındadır.

5 Ekim 1933'de vizyona giren Söz Bir Allah Bir

filmi de Mümtaz Osman takma adıyla

yazılmıştır. Bu filminin de yönetmenliğini

Muhsin Ertuğrul yapmıştır. 1934 yılında

çekilen Milyon Avcıları filminin senaryosunu

yazmıştır Nâzım Hikmet. Yönetmen

koltuğunda ise Muhsin Ertuğrul oturmaktadır.

Aysel: Bataklı Damın Kızı filmi 1934 yılında

çıkmıştır. Nâzım Hikmet'in senaryosunu

yazmasının yanı sıra müzikleri de Cemal Reşit

Rey tarafından yapılmıştır.

Leblebici Horhor Ağa isimli bir diğer film ise

Muhsin Ertuğrul yönetmenliğinde 1934 yılında

çekilmiştir. Ancak bu film 1916 yılında eğer

Alman filmci Sigmund Weinberg tarafından

tamamlanabilseydi Türk Sineması'nın ilk filmi

olacaktı. Ancak film 1. Dünya Savaşı nedeniyle

yarım kalmış ve daha sonradan Nâzım Hikmet

ve Muhsin Ertuğrul işbirliği ile tamamlanmıştır.

Ayrıca 1942'de çekilen Kıskanç ve 1946'da

çekilen Kızılırmak Karakoyun adlı iki filmin de

yönetmen koltuğunda Muhsin Ertuğrul

oturmaktadır. Senaryolar ise bu def Ercüment

Er olarak çıkmıştır Nâzım Hikmet'in

kaleminden.

Muhsin Ertuğrul ile bu kadar yakın olan Nâzım

Hikmet senaristliğini yanı sıra biraz da

Ertuğrul'un etkisinde kalmış olacak ki

yönetmen koltuğuna da oturmuştur. Öncelikle

Düğün Gecesi: Kanlı Nigar, İstanbul Senfonisi

ve Bursa Senfonisi adlarını taşıyan 3 de kısa

metrajlı film çekmiştir. Daha sonradan ortaya

çıkan bilgilere göre de Nâzım Hikmet bu üç

kısa metrajlı filmden önce Muhsin Ertuğrul ile

beraber bir defa uzun metrajlı bir film

çektiğinde sene 1933'tü. Üstelik Nâzım Hikmet

aynı zamanda filmin senaristliğini de yapmıştı.

Nâzım Hikmet'in bağımsız olarak hem

senaristliğini hem de yönetmenliğini yaptığı

tek film 1937'de gösterilen Güneşe Doğru

filmidir. Mütareke yıllarında hafızasını yitiren

bir gencin hayal dolu dünyasının ele alındığı bu

filmin oyuncu kadrosu da senaristi ve

yönetmeni kadar dikkate değer kişilerdir: Arif

Dino ve Neyzen Tevfik Kolaylı'dır.

Nâzım Hikmet'in çok geniş çerçeveli bir insan

olduğu bir kez daha kanıtlanmış oluyor

böylece. Her ne kadar sinemacılık da yapmış

olsa biz Nâzım'ı nazmıyla tanıdık... Adını

duyduğumuzda içimizde sızlayan şiirleriyle

bildik. İşte o şirilere küçük bir parça olsa da

değinmeden geçemeyeceğim sanki...

"Ben de gördüm o kahramanları,

ben de sardım o örgüyü,

ben de onlarla güneşe giden köprüden geçtim!

Ben de içtim toprak çanaklarda güneşi.

Ben de söyledim o türküyü!"

(Nâzım Hikmet, Güneşi İçenlerin Türküsü)

FİLMCİ NÂZIM Tuğçe ERKOL

Page 26: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BİR YASLA KOCAYANLAR Hırkasını sırtına giydi ve oğlunun odasına

gitti. Kapıyı tıklattı. İçeriden usulca bir ses

‘’Gir’’ dedi. Salih Bey odaya girdi. Ali,

pencerenin önündeki koltukta oturmuş,

kederli bir şekilde dışarı bakıyordu. Salih Bey

sakin bir sesle:

- ‘’Geç oldu oğlum hadi artık uyu! Yaşadığın

şey kolay değil anlıyorum. Ne desem seni

teselli etmeye yetmeyecek ama bizim hatrımız

için artık kendini bu kadar hırpalama’’ dedi.

Ardından bir cevap bekledi ancak odada

sessizlik hâkimdi. Salih Bey, daha fazla uzatıp

oğlunun canını sıkmak istemedi ve odasına

dönüp yattı.

Ali de duvarların soğuk ellerini boynunda

hisseder hissetmez ceketini alıp tekrar evden

çıktı. Saat altıydı. İş saatine daha iki saat vardı.

Dün akşam çok fazla alkol aldığı için hâlâ

ayılmakta güçlük çekiyordu. Küfrediyordu,

isyan ediyordu. Bir yıl evvel ölen nişanlısını

onu bırakıp gitmekle suçluyordu. Her şeye,

herkese karşı inancını yitirmeye başlamıştı.

Yaşadığı acı gerçekten büyüktü ama hiçbir acı

karşısında küçüleceğimiz kadar büyük

olamazdı. Kendi ölümümüz hariç... Ağır

adımlarla sokakta yürümeye başladı.

Dünyadaki tek dertli insanın kendisi olduğunu

düşünerek, etrafındaki herkesin güllük

gülistanlık yaşadığını zannederek, şikâyet ve

nefret dolu gözyaşları dökerek ve yaşadıklarını

bir türlü kabullenemeyerek iki saat boyunca

yürüdü.

İşe geldiğinde bitkin bir haldeydi. Banka

memurları birer ikişer gelmeye başlamışlardı.

Rozetini taktı, silahını beline koydu ve girişteki

yerini aldı. Girişte bir rakı kokusu hâkimdi ve

öğleye kadar devam etti. İşte yine aynı ihtiyar

kapıda gözüktü. İhtiyar bu bankanın

müdavimiydi. Her haftanın ilk günü öğle

vakitlerinde gelir, kiraladığı kasadaki emaneti -

ki o emanet banka çalışanlarının hakkında

büyük efsaneler uydurduğu bir sırdır- ziyaret

eder ve giderdi. Ali ise senelerdir devam eden

bu ziyaretlerin farkına varalı çok olmamıştı. Bu

durum onun pek ilgisini çekmiyordu. O

dertliydi çünkü. (!) Ta ki ihtiyarı kasa

odasından yürümekte bile güçlük çekerek ve

gözlerinden sağanak sağanak yaşlar dökülerek

çıktığını görene kadar... Uzun zamandır

gördüğü bu ihtiyarı ilk defa kendisine bu kadar

yakın hissetmişti, sebebini bilmiyordu ama

onu o halde görünce bir an kendi dertlerinden

soyunmuştu. Bu kıyafetin insanların üzerinde

ne kadar çirkin durduğunu uzun bir zaman

sonra ilk kez görebilmişti. İhtiyarı bir

sandalyeye oturttu, ellerine kolonya döktü,

kendisine gelene kadar başında durdu ve iyi

olduğunda kapıya kadar eşlik etti. İhtiyarın

senelerdir gelip gittiği bankada konuştuğu tek

kişi olmayı başarmıştı. İhtiyar, Ali’ye ismini lutf

etti. Yardımı için teşekkür etti. Bu büyük bir

şeydi çünkü yıllardır bu bankada ihtiyarın

sesini dahi duyan yoktu. Dertlerinin yerini bu

günden itibaren biraz olsun merak almıştı. Bu

Muhsin Amca kimin nesiydi? Niçin her

Pazartesi buraya geliyordu? O kasada ne

vardı? Bu gibi birçok soru akın etmişti zihnine.

Haftaya geldiğinde bu Muhsin Amcanın sırrını

öğrenmeliydi. Nasıl olsa onunla konuşmuştu.

Belki biraz daha yakınlaşsa, zorlasa

öğrenebilirdi. Acaba o kasanın içinde ne

olabilirdi?

Günler geçti ve pazartesi gelip çattı. Ali bir

haftadır fazla alkol almıyordu, işe pek geç

kalmıyordu. Zihnini meşgul edecek bir şey

bulmuştu nihayet ve biraz olsun dertlerini

unutmuştu. O gün işe tam vaktinde gitti.

Girişte rakı kokusu yoktu. Öğlen ise gelmek

bilmiyordu. Nihayet ihtiyar yine kapıda

gözüktü yaşının beraberinde getirdiği

Hikaye

Serhan DEMİR

Page 27: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

rahatsızlıklar sırtına binmiş belini bükmüştü,

geçen haftadan daha zor yürüyordu,

gözlerinde taşmayı bekleyen okyanuslar vardı

ama dudaklarındaki tebessüm denen o adayı

asla yutamazdı. Muhsin Amca bir haftada çok

fazla çökmüştü ama yine de buraya gelmeyi

ihmal etmemişti. Ali’ye başıyla selam verdi ve

yürümeye devam etti. Ali tam ardından

gidecekti ki müdürü çağırdı ve ‘Çıkışta

konuşurum.’ diyerek müdürünün yanına gitti.

Müdürünün verdiği görevleri yapmış tekrar

girişteki yerini almıştı ancak ihtiyar bir saat

olmasına rağmen kasa odasından çıkmamıştı.

Ali biraz daha bekledi ancak yarım saat daha

geçmesine rağmen hâlâ yoktu. Gittikçe

endişelenmeye başladı ve yetkisi olmamasına

rağmen telaşla kasa odasının kapısını açtı ve

içeri girdi. İhtiyarın başı kasa odasının

ortasındaki masaya düşmüş, gözleri sımsıkı

kapanmış ve son anlarında gözlerinden

süzülüp masada biriken yaşları daha

kurumamış, her şeye inat yüzünden hiç eksik

etmediği o tatlı tebessüm tazeliğini

kaybetmemiş, bir eli sandalyenin kenarından

aşağı düşmüş, diğer eli bir çerçeveyi sıkıca

kavramıştı. Çerçevede siyah-beyaz bir resim

vardı. Resimde üzerinde gelinliği olan güzel

genç bir kız ve damatlığıyla yakışıklı, fidan gibi

bir delikanlı Muhsin Amca vardı. Ali,

gördüklerinin karşısında donup kaldı.

Bir gün sonra Muhsin Amca defnedildi.

Cenazesinde huzurevindeki arkadaşlarından ve

kız kardeşinden başka kimse yoktu. Herkes

dağıldıktan sonra Ali, Muhsin Amcanın kız

kardeşinden Muhsin Amcanın neden o resmi

kasada sakladığını, o resimdeki kadına ne

olduğunu, Muhsin Amcanın neden kimsesiz

meczup bir halde yaşadığını sordu ve Zeynep

Hanım anlatmaya başladı:

Muhsin 1962 yılında resimde gördüğün o güzel

kızla, yani Kadiriye Hanım ile evlendi. Kadiriye

Hanım sara hastasıydı. Düğünün ertesi günü

hava kararmaya başlayınca evdeki kandilleri

yakmaya başlamış, tam o sırada da sara

nöbetine tutulmuş, kriz sırasında elindeki

kandil yere düşmüş ve alev almış. Muhsin de iş

çıkışı düğün günü çektirmiş oldukları o resmi

fotoğrafçıdan almış eve dönüyormuş,

mahalleye girdiğinde evinin etrafında bir

kalabalığın toplanmış olduğunu görüp telaşla

koşmuş, kalabalığı yarmış ancak her şey için

çok geçmiş… Ne Kadiriye Hanım’dan ne de

birlikte kurdukları o sıcacık yuvadan geriye bir

şey kalmış. Muhsin beyin güzel hanımından,

evliliğinden, mutluğundan kalan tek hatıra eve

gelene kadar özenle taşıdığı ve eşine

göstermek için sabırsızlandığı o evlilik

fotoğraflarıymış. Muhsin Bey resmin başına bir

şey gelmesin diye yıllarca onu o kasada tutmuş

ve her pazartesi yani Kadiriye Hanım’ın öldüğü

gün onu görmeye gitmiş.

Ali duydukları karşısında gözyaşlarını

tutamamıştı. Hanımefendiye teşekkür etti ve

müsaade istedi. Yürümeye başladı. Artık

bambaşka biriydi. Muhsin Amcanın hayatı ona

fazlasıyla tesir etmişti ve kendi geçmişi ve

geleceğiyle benzerlikler taşıyordu. ‘’Zavallı

Muhsin Amca’’ dedi, ‘’Bir yastıkta kocamayı

hayal ederken bir yasla kocamış’’, benim gibi...

Page 28: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Ara sokaklarda dolaşır hayat.

O minicik ellerin,

Çöpleri karıştırdığı yerde.

Genç yaştaki eskicilerin,

Ses tellerinin olduğu yerde.

Kucağındaki çocuğuyla oturup,

Dilenen annenin oturduğu yerde...

Ara sokaklarda dolaşır hayat.

Oradaki insanların mücadele edip,

Buradaki insanlığın öldüğü yerde.

Nefes Olgun

Ara Sokaklar

Page 29: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bir gürültüyle uyandım. Aşağı kattan teyzemin sesi geliyordu. Karşılık veren bir ses olmadığına göre

telefonda biriyle tartışıyor olmalıydı. Teyzemin bu asabi halleri beni gerçekten yormaya başlamıştı. Evet

,onu çok seviyordu; hayatımda çok farklı bir renk olduğu aşikardı ama onun ani ruh değişimleri,asabiyeti

beni çileden çıkarmaya yetiyordu. Ayrıca şunu belirtmeliyim ki tatil yapma hayaliyle geldiğim bir evde

çözülmemiş bir cinayetin ortasında bir kaçak gibi durmak ve her sabah çeşitli sebeplerle kötü

uyandırılmak benim de sinirlerimi alt üst etmeye başlamıştı. Bir an öfkelenip yataktan fırladım. Daha

sonra kendimi sakinleştirmem gerektiğini düşündüm. Ne olursa olsun Ayla Teyzemin kalbini

kırmamalıydım. Sakinleşince aşağıya indim ve problemin ne olduğunu sordum. İzmir'den kaçma planları

kuruyorduk, bunu yapmak zorundaydık. Tam olarak bir şeyler anlatmasa da sanırım nereye gideceğimiz

hakkında bir fikri yoktu ve bunu halletmeye çalışıyordu.

Bugün kendime bir söz verdim diyerek başladım kahvaltı hazırlamaya. Bir gün, tek bir gün için bile olsa bu

cinayeti, teyzemi, eniştemi hiçbir şeyi düşünmeyecektim. Şu hayatta kendimi özgür hissettiğim tek bir yer mutfak

diyebilirim. Kimisi için açlığını gidermek yetebilir ama benim için mutfak kesinlikle bir sanat atölyesi. Pembe

fırfırlı, çilek desenli, kendi diktiğim önlüğümü hemen geçiriverdim üstüme. İki yumurtayı çırpıp içinde biraz

süzme peyniri ezdim ve hemen ısınmış tavaya atıp harika bir omlet yaptım. Mis gibi bir çay demledim. Ailemizin

meşhur kahvaltısı gibi olur mu bilmem ama teyzem kalabalık kahvaltı sofrasını görünce çok sevindi. Sıkıntıyla

açılmış iştihamın kapanacağı yoktu ve zaten benim de mutfaktan ayrılmaya hiç niyetim yoktu.

Öğleden sonra teyzem Mırnav için ciğer almaya gitmişti. Mırnav da bizim aileye yarışır şekilde obur bir kedi. Her

sabah onun o şişkoluğunu göbeğimde hissederek uyanmak zor olsa da tatilim sona erdiğinde çok zor ayrılıyoruz.

Teyzemin buradan kaçma planları arasında Mırnav'ı da götürmek vardı tabi. Ama kendine yer bulamazken

Mırnav'la ne yapacakları hakkında en ufak bir tahminim de yoktu.Kötü bir ihtimalde Mırnav'a seve seve

bakabilirdim. Ben bunları düşünürken telefonum çaldı. Arayan annemdi. Normal şartlarda günde hiç

abartmıyorum en az on kez görüştüğüm annemle İzmir'e geldiğimden beri 3 günde bir kez görüşmeye başladık.

Annem teyzemi çok seviyordu bunu biliyorum ama ben ne zaman İzmir'e gelsem annemle görüşmemiz

seyrekleşiyordu. Telefonu açtım annemin endişeli sesini duydum. Olanlardan kesinlikle haberi yoktu bunu

biliyordum. Bana önemli bir şeyden bahsedeceğini söyledi ve şöyle devam etti:

''Sana bunu belki de yıllar önce söylemeliydim yavrum ancak hiçbir zaman seni teyzenden soğutmak istemedim. Çünkü

aslında onun elinde olan bir şey de yoktu. Bir kalıtsal problem sadece onda vuku bulmuştu ve ben senin o minicik kalbini

zavallı teyzeciğinden uzaklaştırma hakkına sahip değildim. Bu zamana kadar ben de suçluyum aslında. Ayla Teyzeni

yalnız bıraktım, bırakmak zorundaydım. Çünkü onun hayal dünyasına eşlik edemez olmuştum. Üstelik hepimizin başına

türlü belalar gelmeye başlamıştı. Bencilce olduğunun farkındayım fakat kendimi soyutlamak zorundaydım. Teyzen bir

şizofreni hastası ve yıllarca hayalinde kurduğu türlü cinayetlerden, türlü katillerden kaçtı. En yakın akrabalarımızı,

komşularımızı hırsızlıkla suçladı. Birinin kendine tecavüz etmeye çalıştığını söyledi. Biz bu rahatsızlığının farkında

olmadığımız için yıllarca herkesi düşman bildik ama bu durum ortaya çıkınca teyzeni tedavi ettirmeye çalıştık. İşte o

zaman tüm bağlarımız koptu ve teyzen bizi terk etti. Fark ettin mi bilmiyorum ama teyzeni yalnızca biz ziyaret ederiz.

Buna rağmen teyzen senin 20 yıllık ömründe bir kez bile senin yaşadığın yeri görmemiştir. Seninle görüşmelerimiz

azaldığından beri hissediyorum. Buna ister annelik de ister de bir paranoya. Teyzenin rahatsızlığı nüksetmiş olabilir.

Hissediyorum ki hayalindeki bir aksilik için seni de peşinden sürüklüyor. Ne olur böyle bir durumun içindeysen kimse

kıracağını düşünmeden hemen buraya gel.''

Kulaklarıma inanamadım. Tek bir cevap bile vermeden kapattım. Gözüm karşımdaki aynaya takıldı. Kulaklarıma

kadar kıpkırmızı olmuştum. Şimdi ne yapacaktım?

ARDINDAN Sırdem Kemiksiz

Bölüm -6-

Devamı gelecek…

Page 30: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Nerden başlasam nasıl başlasam bilmiyorum. Hayatımın en güzel aylarından birisini geçirdim sanırım. Estonya, Finlandiya, İsveç ve Paris... İlk durağımız Estonya, Finlandiya ve İsveç üçlüsü oldu. Bir turla gitme şansı yakaladık. Ülkelerden daha çok gemi seyahati hafızamda yer edindi. Dev bir gemi ile yolculuk... Duygularımı anlatmaya kelimeler bile yardımcı olamaz. Estonya tıpkı Riga gibi bir ülke hatta insanları daha soğuk diyebilirim. Soru sorduğunuzda cevap vermeye tenezzül bile etmiyorlar. Estonya, Dünya’nın en yüksek okuma yazma oranına sahip ülkelerinden biri. Bu oran %95. Ayrıca internet yazılımında da öncü bir ülke. Finliler ile sıkı bir bağlılıkları var. Yani Leton ve Litvanya halkı ile çok yakın ilişki içinde değiller. Estonya'da 1,5 saat gibi bir süremiz olduğu için sadece Old Town'ı gezme fırsatımız oldu. Tarihi Kent UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyor. Şehrin kalbi ve ana meydanı, Old Town'da eski belediye binasının yer aldığı Raekoja Platz. Şehirde hırsızlık olayları artınca buna özel tabelalarda yapılmış hükümet tarafından.

Finlandiya'nın incisi Helsinki... Şehrin tüm merkezi bölgeleri Baltık Denizi'nin kenarında yer aldığı için Helsinki Baltık Denizi'nin Kızı adını almış. Ülke 300 adaya sahip yani tam bir adalar ülkesi. Sanırım tarihten yoksun şehir desem hiç de yalan

BİR ERASMUSLUNUN GÜNCESİ Kübra TARAKÇI

Page 31: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

olmaz. Ben tarihi yerleri gezmekten daha çok hoşlandığım için bu bakımdan Finlandiya'dan çok memnun kalmadım diyebilirim. Onun dışında tabi ki yine kendine has güzelliklere sahip. Talin ile Helsinki arasında 2.5 saat süren gemi yolculuğu ile ulaşabilirsiniz. Uspenski Katedrali şehrin en ihtişamlı yapılarından birisi. Batı Avrupa'nın en büyük Ortodoks Kilisesi olarak kabul edilir. Kayaların içinde yer alan Temppeliaukio Kilisesi yine birçok turist tarafından ziyaret edilen bir yer. Büyük bir kayanın içi dinamitle patlatılarak ve oyularak yapılmış olan bu kilise 1969 yılında inşa edilmiş. Kayalar üzerine oturtulmuş kocaman kubbesi, yerden hiçbir sütunla desteklenmiyor. Cam kubbesinden süzülen ışığın sihirli atmosferi, muhteşem akustiği nedeniyle birçok konsere ev sahipliği yapıyor. Senato Meydanı da gezilmesi gerek yerlerden birisi. Tüm şehirde Wi-Fi ücretsizdi.

İnsanları çok cana yakın ve güler yüzlüler. Türkiye'den sonra şehrin sakinliği çarpıyor insanı. Sakinlik insanların içine işlemiş adeta. Ve Baltık'ın son incisi Stockholm... Bu şehirde sanırım yaşayabilirim. Riga'daki yaşlı nüfus bolluğundan sonra buradaki genç nüfus oranının fazlalığı iyi geldi. Çoğu bebek arabasının içinde iki çocuk görmeniz mümkün. Avrupa Birliği'ne üye olmasına rağmen

para birimini değiştirmeyen bir ülke. Bu bizim açımızdan biraz zor oldu. Hediyelik eşya alırken çok dikkat etmeniz gerekiyor. Yoksa dolandırılabilirsiniz. Kışın gündüz özlemini yaşayan bir ülke. Kuzeyde yer aldığı için kışın gündüz süresi çok az. Tarih ve modernizmin birleştiği bir yer. Refah seviyesi çok yüksek olmasına rağmen intihar oranının da en yüksek olduğu yerlerden birisiymiş bu ülke. Bisiklet kullanımı çok fazla. Bisiklet yolu için ayrılan kısım yaya yolundan bile fazla. Bu benim dikkatimi çeken bir unsur oldu. Aslında fotoğraflarımı gören birçok arkadaşımın da söylediği gibi İstanbul'un tarihi semti Eminönü'nün imitasyonu gibi bir yer de diyebiliriz. Türkiye'deki kadar çok olmasa da balıkçı restoranlarıyla, tramvayı ile bana da İstanbul'u anımsattı. Her ülkede olduğu gibi burada da en dikkati çeken kiliseler oldu. Devasa boyuttaki ve devasa yapıdaki kiliseleri gezerken yapılarına hayran olmamak elde değil. Stockholm denilince ilk akla gelen yer, tarihi bir şehir olan Gamla Stan. Burası, esasında ufak bir ada şehri ve üzerine bir saray, büyük bir kilise ve çeşitli binalar inşa edilmiş. Norrmalm adını alan

Page 32: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

diğer bölge Gamla Stan'ın kuzeyinde kalıyor ve buradan yürüyerek geçilebilecek bu bölgede de müzeler hayli yoğunlukta. İşte böyle bir geziyi Erasmus günlüğüme ekledim. Gelecek ay Paris ve Viyana ile ben yine burada olacağım. Esen kalın...

Ilona Taraškevič from Lithuania,

Erasmus in Rīga, 2014/2015

Merhaba! Muhtemelen birçok kişi beni videodan

hatırlıyor ama ben yine bir kez daha kendimi tanıtacağım. Benim

adım Ilona. Bana Türklerle yaşadıklarımı yazma şansı verdiğiniz

için çok müteşekkirim.

3 ay önce bu sonbaharın farklı olacağını hayal bile

edememiştim. Erasmus'tan önce kültürler arası farklılıklardan korkuyordum. Baltık Bölgesi'nde yaşayan insanlar

genelde soğuk ve kapalılar. Farklı ülkelerden gelen insanlarla nasıl iletişim kuracağım konusunda korkularım

vardı. Çünkü Kore, İspanya, Tayvan, Çin ya da Türkiye gibi ülkelerdeki insanlar sıcaklar ve onlar yeni insanlarla

tanışma konusunda farklı geleneklere sahipler. Ama şimdi kendimden emin bir şekilde söyleyebilirim ki

fikirlerim değişti ve bu korkularım artık geçerli değil.

25 Ağustos tarihinde Riga'ya geldim. 5. kattaki odama yerleştim. Katımızın adı Londra'ydı. Sonraki gün

tüm Erasmus öğrencileri bovling etkinliğine geldi. O gün yani ayın 26'sında Kübra Tarakçı ile tanıştım. O benim

ilk Müslüman arkadaşımdı. İtiraf etmeliyim ki, onun hakkında biraz korkularım vardı. Ama o da aslında benim

gibiydi. Tabi ki bütün hafta onun ismiyle ilgili bir sürü sorun yaşadık. Çünkü adını doğru düzgün hatırlayamadım.

Birlikte diğer etkinliklere de katıldık. Böylece ben de Türk yemekleriyle, Türklerle, Türk kültürüyle tanışmaya

başladım. Erasmus'tan önce Türk kültürü hakkında hiçbir bilgim yoktu. Bu yüzden kalıplaşmış ve doğru olmayan

fikirlere sahiptim. Londra katında birçok Türk'ün yaşadığını farkettim. Birkaç buluşmadan sonra sürekli onların

isimlerini sordum. Çünkü benim için çok farklıydı isimleri. Kübra, Ayşe, Beria, Batıkan, Hasan, Özge, Talha,

Gülay, Volkan, Gözde... Şimdi hepsinin ismini hatırlıyorum ama tabi ki bazı isimleri hala düzgün telaffuz

edemiyorum. 29 Ağustos'ta ESN "Euro Dinner" adı altında bir etkinlik düzenledi. Bu etkinlik sırasında ilk kez

Türk yiyeceklerini denedim. Baklava ve kısır bunlar arasındaydı. Hepsi çok güzeldi.

Page 33: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Aslında yemek konusunda oldukça seçiciyimdir. Kübra'nın

hazırladığı yemeklerden sonra Türk yemeklerini sevmeye başladım.

Tabi ki hepsini değil. Birçok kombinasyon da öğrendim. Kübra'yı

makarna ve yoğurt yerken gördüğümde şok oldum. Nasıl mümkün

olabileceğini kendime sordum. Şimdi ise benim favori

yiyeceklerimden bir tanesi. Ayrıca sahlep de denedim. Sahlebi

sevdim ama aynı şeyi ayran için söyleyemeyeceğim sanırım. Her

neyse Kübra bana birçok yemek gösterdi. Özellikle şekerpareyi çok sevdim. Bu arada

Kübra'nın Riga'daki favori mekanı Türkebap. Riga'daki Türk marketini de ziyaret ettik. Oraya gittiğimizde bir kez

daha anladım ki Türkler gerçekten çok kibar ve cana yakın insanlar. Eve götürmek için birçok şey aldım ve bu

markette yeni bir cümle öğrendim. "Çay ister misin?"

Türkçe kelime öğrenirken Kübra'nın sabrı için gerçekten ona çok teşekkür ederim. Çünkü ben yeni

kelime öğrenirken ona sürekli "Küp, Türkçede bu kelime nasıldı?" diye defalarca sordum. Teşekkür ederim kız.

Dahası, yaklaşık olarak 2 ay önce bayramdı. Birlikte kahvaltı yaptık ve ben bu günlerde yeni Türk

yemekleri tattım. Onlar gerçekten büyük bir aile.

13 Ekim'de Letonya-Türkiye maçına davet

edildim. Muhteşemdi. Birçok Türk futbolcu gördüm. Bu

olaydan sonra kendi fotoğrafımı Türk dergisinde

gördüm. Bazı insanlar televizyonda bizi gördüklerini

söylediler. Küp'ün de dediği gibi artık Türkiye'de ünlü

olmuştuk.

8 Kasım'da muhteşem bir gezi vardı. "Talin-

Helsinki-Stockholm". 3 günde 3 ülke gezdik. Baltık

Denizi'nde gemi ile seyahat etmek mükemmel bir duyguydu. Zaman çok hızlıydı. Türklerin kartla oynadığı birçok

oyun öğrendim. Ayrıca gezi sırasında birçok Türkçe kelime duydum hatta bazen sadece Türkçe. Bazen onların ne

hakkında konuştuğunu anladığımı düşündüm.

Ayrıca Türk şarkı ve danslarını da öğrenme fırsatım oldu. Tabi ki dans benim için daha kolaydı.

6 Kasım bizim için önemli bir gündü. Kübra'nın doğum günü! O gün Kübra için sürpriz hazırladık.

Kübra'yı mutlu gördüğümüz için çok mutlu olduk. Erasmus anılarının yer aldığı kısa bir video hazırladık onun

için. Ve Kübra'ya söz verdik. Bu doğum günü ilk fakat son olmayacak

Ersamus'un başında Kübra Litvanya'ya geldiği için de çok mutluyum. O da benim kültürü tanıma fırsatı

yakaladı. Ayrıca yılbaşında tekrar bekliyorum çünkü yılbaşını bu çılgın kız ile kutlayacağız.

Kübra, bir kez daha sana teşekkür etmek istiyorum bütün bu deneyimlerim için. Mükemmel

zamanlardı benim için ve gelecekte de nicelerine sahip olacağımıza eminim.

Riga’dan selamlar... Greetings from Rīga!

Çeviren: Kübra Tarakçı

Page 34: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

En Faydalı Eğlence

Sanatını, toplum için yapan bir isim olarak

karşımıza çıkar Namık Kemal. Sanatın bir

toplumu nasıl eğiteceğini, geliştireceğini

göstermek ister. Bunun için de edebi türler

içinden romanı, şiiri, tiyatroyu ve daha

nicesini bir silah olarak kullanır. Eserlerinde

insanı ve aklı yüceltir bir yandan da

vatanını, dilini, milletini sonuna kadar

savunur. Tiyatro edebi türler içinden Namık

Kemal’e fikirlerini duyurmak için daha

yakın gelen tür olmuştur. Tiyatronun

gücünü görebilmiştir. Bu yüzdendir ki edebi

türler içinde en fazla tiyatroyu sever.

‘’ Tiyatro, cihânın aynıdır.’’

‘’Tiyatro eğlencedir, fakat eğlencelerin

en fâidelisidir.’’

Bu sözleriyle anlıyoruz ki Namık Kemal

tiyatronun, dünyanın aynısını yansıttığını

düşünür. Tiyatro hayatı anlatan ve içinde

hayattan birebir izler barındıran bir türdür.

Bunun yanında, sahnede her zaman bir

estetik ve güzellik de barındırmalıdır ona

göre. Namık kemal bu hususta altı tane

tiyatro eseri yazmıştır.

‘’Tiyatro fikrin hayâlâtına vicdân,

vicdânın ulviyâtına cân, cânın hayâlatına

lisân verir.’’

Namık Kemal tiyatroda büyük yenilikler

ve değişimler yapmıştır. Onun tiyatrosu

halkı eğitir, halkın milli duygularını

harekete geçirmeyi amaçlar. Namık Kemal

ile birlikte tezli tiyatronun yolu açılır.

Tiyatroyu sadece eğlence aracı olarak

görmeyip tiyatroya farklı bir bakış açısı

getirerek kendinden sonraki yazarları,

gençleri bu yönde etkileyen Namık Kemal

halk tiyatrosunu da sık sık olumsuz yönde

eleştirmiştir.

Eserlerinde romantik bir tutum sergilese

de, toplumun gerçeklerinden kaçmamıştır

Namık Kemal. Kendisi gibi idealist olan oyun

kişileri taşıdıkları düşüncelerle davalarını

sürdürürler. Kahramanlarını bir tutkunun

peşinden sürükler ama kahramanları her

daim fedakârdır. Vatan, İslamiyet, aşk

kavramları üzerinde yoğunlaşıp davasını

savunur, dava tiyatrosu böylelikle Namık

Kemal’in sanatı olur.

Sultan DEMİRTAŞ

Page 35: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

TÖVBE

Bırakma elimden;

Gök dökülecek kanatlarımdan,

Toprağa bulanacak avuçlarım.

Her gelen tekme savuracak;

Ezilecek kalabalıklar altında yalnızlığım.

Şu dingin mavinin koynunda sakladığı yılan,

Sokulacak yedi tarafımdan.

Yedi iklimde

Yedi renkli bir kuşak,

Doğmadan yok olacak.

Bırakma elimden;

Yaz ortasında sıtmalanır yüreğim.

Babam, sevgilim, kardeşim!

Ört toprağı hatalarıma.

Söz,

Nasuh'un tövbesiyle yeniden dirileceğim.

Hatice TÜRK

Page 36: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Yavaş yavaş ve konuşmadan yanıma gel evlat.

Gel bakalım yanıma güzelce. Dikkat et, etrafa

çarpma; çünkü bu evde her yer antikalarla doludur.

Sağında doksan iki yıllık bir vazo var. Sakın ha

dikkatsizlik edip de çarpma ona o çok değerlidir.

Benim için,karım için ve çocuklarım için kıymeti

oldukça çoktur.

Kalk bakalım ayağa, gel gel elimi tut, korkma ben

senin bu evde binevi gözlerin olacağım.Yavaş yavaş

yürü şimdi! Evet, işte tam da böyle yavaş yavaş

otur. Oturduktan sonra göz kapaklarını narince

birleştiriver ve dinle beni şimdi.

Şimdi ise yüz on üç senelik bir koltuğa

oturuyorsun. Kendini tarihî bir objenin sıcak

kucağında hissedebilirsin! Ah be evlat! Senin kadar

antikalarla kaynaşamadım ben bu yaşıma kadar,

senin kadar şanslı olamadım bu konuda.

Kim bilir, belki de yıllardır çok aradığın küçük ama

doyumsuz bir huzuru bu koltukta bulacaksın? Ve

şimdi tıpkı Cihan Sultanları gibi yerleş ve âdeta

muhteşem bir canlı tablo gibi kuruluver şu koltuğa

ve biraz da yaslanıver arkana… Rahat ol diyeceğim

ama duyacaklarından sonra rahat olabileceğin

konusunda sana pek söz veremem. Bu konuda

emin değilim çünkü…

İzninle biraz da beni dinle! Öyle çok anlatacaklarım

var ki sana, ah bir bilsen!...

Şimdi sana küçük ve kısa ama anlamlı ve acıklı bir

hikâye anlatacağım… Ve bu hikâyenin sonunda

sana sadece tek bir soru soracağım unutma! Burası

biraz gürültülü olabilir ama sen bunlara fazla

aldırma!... Anlatılanlara kendini ver, anlatılanları

can kulağı ile dinle yeter.

Şu anda öyle bir evdesin ki; tam yüz yirmi sekiz

yıldır çektiği onca acılara rağmen hâlâ ayakta

durabiliyor. Şu an öyle bir koltuğun üstünde

oturuyorsun ki tamı tamına yüz on üç yıldır bu evin

sessiz çığlığı, sessiz çocuğudur bu koltuk. Ve

çaprazında duran gramofon da bu evin ilk şirin

çocuklarından birisidir. O da nice şirin olmayan

olaylara tanıklık etmiştir.

Şimdi sana bu evde yaşayan ya bir başka dille

konuşan ya da sükûtu ile bizlere çok şey anlatan bu

talihsiz çocukların; bir başka deyişle avizelerin,

duvarlardaki ses yankılarının, ayak seslerinin, kapı

gıcırtılarının gönül dillerinden aktaracağım bu

EŞYALARIN DA BİR DİLİ VAR MIDIR ACABA?

Hikaye Hilal Akarslan

Page 37: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

hikâyeyi. Hikayemize başlıyoruz, dinlemeye hazır

mısın?...

Duvarda ki seslerden en yaşlısı ve en bilgesi olan

koltuk adeta bir başpehlivan gibi peşrev çekerek

söze başlamıştı:

“O gece dışarıda bardaktan boşanırcasına yağan bir

yağmur vardı. Gök gürlüyor, şimşekler çakıyordu.

Gaz lambasıyla aydınlanan ev, o gece yalnız

şimşeklerle aydınlanıyor; gramofonun tatlı

nağmeleri ile huzur bulan ev; o gece gök

gürültüsüyle huzursuzlaşıyor, âdeta azgın bir at gibi

ürküyor ve bizleri de ürkütüyordu. Sanki birazdan

olacakların ilk haberlerini veriyordu. O gece yağmur

damlaları olduğundan farklı bir şekilde cama

çarparak, kendi dili ile âdeta evdekileri

uyandırmaya ve onlarla konuşmaya çalışıyordu. O

da çok iyi biliyordu ki onlarla hiçbir zaman

konuşamayacaktı. Ama o yine de bundan

vazgeçmiyor, bir dost edası ile herkesi

uyarıyordu. Gök gürültüsü sanki savaştaki bir

bombanın sesi gibi gürlüyor, evdekileri olacaklar

karşında ürperterek ve korkutarak; buradan, bu

talihsiz evden uzaklaştırmaya çalışıyordu. Yıldırım

bile bir şekilde bir yerlere düşüp, insanların

yataklarından bir an önce kalkmasını ve dikkatlerini

oraya vererek, o evden uzaklaşmalarını istiyordu. O

gece İlahî kudretle gerçekleşen tabiattaki bütün

med- cezirler, bütün canlı ve cansız şahitler bu

evdekilerin,o gece bu evdeki yataklarda olmasını

istemiyordu. Ama o evdeki masum insanlar bu

kadar sessiz çığlığa rağmen, hâlâ uyumaya; hâlâ

farklı farklı rüyalar görmeye devam

ediyorlardı. Belki bazıları rüyalarının en güzel

yerinde, bazıları ise tam bir kâbusun ortasında

idiler. Ve işte ne olduysa tam o saatten sonra

olmuştu…”

Bundan sonrasını anlatmaya kapı gıcırtısı devam

edecek ve kapı da ona eşlik edecekti:

“Yağmurun yağmasıyla hava çok soğumuş, bizler

çok üşümüş ve de çok ıslanmıştık. Aslında alışkındık

böyle şeylere ama bu gün biraz farklıydı eski

günlere göre… Bu günün sonu da her günden çok

farklı olmuştu zaten… Göğün en heybetli sesleri

arasından kurtulup, tüm köyü saran bir ses

yankılanmıştı karşı ki ovadan. O anda hiçbir sese

benzetemediğim ve ne olduğunu düşünmeye

başladığım bir sesti bu ses. Biraz sonra iri yarı,

yüzleri kara peçeli adamların evimizin bahçe

kapısına gelip, etrafa sinsice bakmasıyla bunun çok

tehlikeli bir ses olduğunu fark etmiştim, ama iş

işten çoktan geçmişti tabiatıyla. Siyah peçeli,

kırmızı kuşaklı, siyah şalvarlı, iri yarı, kimisi mavi,

kimisi simsiyah gözlü o adamlar bahçe kapısından

bize doğru hızla, koşar adımlarla yaklaşmışlardı.

Evet, bunca heyecanıma ve korkuma rağmen;

onları tek tek görebilmiş ve de sayabilmiştim. Tam

olarak yedi kişiydiler. Ancak simaları yedi insandan

çok, yedi belki de yetmiş kişilik bir aç sırtlan

sürüsünü andırıyordu. İçlerinden kahverengi gözlü

olanı Rumca bir şeyler söyledikten sonra tam

canımın en yandığı noktaya geri geri giderek ve

sonra hızlı adımlarla gelip bir tekme atıp bizi, yani

bu huzur evinin ahşap ve işlemeli -kimsenin

tokmağına bile vurmaya kıyamayacağı- kapısını bir

vuruşta yere yıkıvermişti. Canımız çok yanmıştı…

Yedi sırtlan bakışlı adam sert adımlarla üstümüzden

geçip salona doğru yürümüşlerdi.”

Şimdi de ayak sesleri başlamıştı anlatmaya:

“Hayatım boyu, hiç bu kadar utanmamıştım ayak

seslerinden. Kaç yıllık olursa olsunlar başka ayak

seslerini de dinledim . Böyle nefret dolu, böyle

acımasız, böyle isyankâr bir başka ses daha

duymadım bundan önce. Bu evde yıllardır

duyduğum sesler o kadar tatlı ve şirin seslerdi ki;

bu hoyrat ses onun yanında, çok basit ve oldukça

kaba kalıyordu. Aslında benim için acıyı ve felaketi

getiren her ses kaba ve basitti. Bundan bir önceki

ev sahibimin eşi Rum’du. O ara sıra evde kendi

kendine, Rumca bir şeyler mırıldanır, tatlı tatlı

şarkılar söylerdi… Ve yıllar sonra ilk defa bir başka

kişiyi daha Rumca konuşurken duyuyordum. Ama

sanki bu başka bir dildi. İlk başlarda heyecan ve

korkumdan ezberimde olan kelimeler tam olarak

aklıma gelmemişti. Daha sonra yavaş yavaş Rumca

kelimelerin Türkçesi hatırıma geliyor; ben de ne

dediklerini bir bir yanımdaki arkadaşlarıma

anlatıyordum:

“Bu nasıl ev böyle! Saray gibi, çok da güzelmiş.

Aman ha, gördüğünüz her güzelliği acımadan ve

tereddüt etmeden yıkın, kadınları kurşuna dizin,

erkekleri ise yanımızda götürelim!” demişti orta

boylu, olduğundan da fazla kaslı, acımasız katil

suratlı bir adam. Belli ki canilerin reisi idi. Bu

evdekilerin öldürüleceğini duyunca içim cız

Page 38: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

etmişti… İçim öyle yanmış, öyle acımıştı ki, o bir an

sanki beni yerimden söküp çıkarıyorlar sanmıştım.

Önce içlerinden ikisi yatak odasına doğru

yürümüştü!... Geriye kalan beş kişinin üçü diğer

odalara dağılmış, kalan ikisi ise salonda ne varsa

kırıp dökmeye başlamışlardı. Sonrasında yatak

odasında kalemlerin yazamayacağı bir büyük dram

yaşanacaktı.”

Yatağın başucunda ki gelin çiçeği ağlayarak

anlatmaya koyulmuştu bundan sonrasını:

“İçeriden kahkaha sesleri, bağrışmalar geliyordu.

Biliyordum bu gün kötü bir şeylerin olacağını, bunu

yakından hissetmiştim. “Bu felaket evdekileri

uykuda yakalamamalı” diye durmadan dua

ediyordum. Ev sahiplerimiz çocuklarını aralarına

yatırmışlardı, anlatılamaz bir sezgi ile. Yıllar sonra

bugün ilk kez anne ve babasıyla birlikte aynı

yatakta yatmayı istemişti küçük Hasan ve Elifçik.

Bebeklikten çıktıktan sonra ilk kez güzel kokularıyla

uyumuşlardı anne ve babalarının koynunda… Ne

yazık ki ilk ve son kez. Çeteciler öyle bir hışımla

girmişlerdi ki içeriye; önce ev sahibimiz Ahmet

Efendi, bu bedbaht sesleri duyup, anında yataktan

fırlamış ve hemen çekmeceyi açıp revolverini

almıştı ki eline bir el ateş edilmişti. O an da

çocukları da uyanmış ve eşi Gül Hanım gayr-ı

ihtiyari çocuklarının kulak ve gözlerini kapamaya

çalışıyordu. Fakat olmuyordu ne kadar uğraşsa

da! Çocuklar her şeyi görmüşler ve duymuşlardı.

Rumca konuştuklarından, pek de ciddi bir problem

olarak gözükmese de, söylenenleri duymaları

aslında ileride büyük dertlere neden olabilecekti.

Çünkü bu çocuklardan biri kurşun yaralarından

kurtulup da sağ kalmayı başarırsa; yatak odasında

duyduğu bu sesler her yağmurlu gecede, her

ailesini özlediğinde kulaklarında bir çan sesi gibi çın

çın çınlayacaktı. İşin en kötüsü de buydu zaten.

Ahmet Efendi elinden vurulduktan sonra revolver

yere düşmüş ve Rumlardan biri onu alıp onlara

doğrultmuştu. Ahmet Efendi; eşi Gül Hanım’a sakin

olmasını, korkarsa çocuklarının da o korktuğu için

çok korkacağını söylüyordu. Gül Hanım’ın

gözünden inci gibi yaşlar birer birer yerlere

damlıyordu. Peçelilerden biri Gül Hanımın yanına

gidip Hasan ve Elif'i kucağından zorla koparıp almış

ve içerdeki diğer çete mensuplarının yanına

götürmüştü. Onları yatak odasından götürürlerken

çok acıklı sahneler yaşanmıştı. Anne- baba canilerin

onlara ne yapacaklarını tahmin edemiyordu o

anda. Gül Hanım çocuklarını hâlâ sakinleştirmeye

çalışıyor, Ahmet Efendi oğlu Hasan’a kardeşine

sahip çıkmasını, korkmamasını, cesur olmasını ve

onları çok sevdiğini söylüyordu. Daha sonra Ahmet

Efendi; Gül Hanımın yanına gitmişti. Ona sanki

vedalaşır gibi sıkı sıkı sarılmıştı. Kulağına bir şey

fısıldamıştı. Belki de sevgisini haykırmıştı kim bilir.

Caniler daha sonra ikisini de alıp salona

götürmüşlerdi. Arkalarında tek kalan Gül Hanımın

yere düşen küpesi, Ahmet Efendinin bileğinden

yere akmış olan kanları olmuştu.”

Şimdi de evin en ihtişamlı avizesi sessizce

anlatıyordu o gece olanları:

“Çocuklar içeriye geldiğinde neredeyse gözlerinin

pınarları ağlamaktan kuruyacaktı. Elif abisine

sarılmış bir şekilde yürüyor, Hasan on dakika içinde

büyük bir adam olmuş gibi ona sımsıkı sarılmış

ağlamaması gerektiğini söylüyordu. Çocuklar

koltuğa oturduktan sonra içeriden Ahmet Efendi ve

Gül Hanım getirilmişlerdi. Ahmet Efendiyi çetedeki

heybetli peçeliler teker teker dövüyor, daha sonra

Gül Hanımdan hırslarını almaya ve istediklerini

öğrenmeye çalışıyorlardı. Gül Hanım ne kadar

dirense de; bir süre sonra o işkencelere dayanacak

gücü kalmamış, güçsüz bir şekilde bir eşya gibi yere

yığılıvermişti. Peçelilerden biri dışarı çıkıp bir urgan

getirmişti. İşte en korktuğum şey de bu idi. Fakat

bundan daha çok korktuğum bir şey daha vardı. Gül

Hanımın ölüm urganını benim kollarımdan birine

asmalarıydı. Ne acı ki o da olmuştu. Gül Hanımın

urganını benim kollarımdan birine asmışlardı. Gül

Hanımın Ahmet Efendi ile çok kısa vedalaşmasına

izin verdikten sonra; Gül Hanımın kafasını urgana

geçirmişlerdi. O anda öyle bir gök gürlemiş, öyle bir

şimşek çakmıştı ki kara peçeli çeteciler hiç

beklenmedik bir hareket sergilemişler, aniden

irkilmişlerdi. Gök gürlemesi Ahmet Efendi’nin

feryatları ile birleşince çok acı tonda farklı bir ses

oluşmuştu. Gül Hanım eşine ağlamamasını, metin

olmasını söylüyor; Allah’ın yanlarında olduğunu

hatırlatıyordu. Ayrıca Ahmet Efendiye şayet

kendisinden sonra yaşarsa çocuklarını koruyup,

onlara sahip çıkmasını söylüyordu. Çetecilerden biri

Ahmet Efendiye sert bir tekme atıp; onu Gül

Hanımın ayakları altına çökertivermişti. Daha sonra

Gül Hanımı döverek, zorla Ahmet Efendinin

omuzlarına bindirmişlerdi. Bu hain planın ne

Page 39: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

anlama geldiği artık çok açıktı. Ahmet Efendi; eşi

Gül Hanımın ölüm sandalyesi olacaktı. Ahmet

Efendi hırsından yerinde duramıyor, ancak Gül

Hanım için hiç kıpırdamaması gerektiğini de

unutmuyordu. Ahmet Efendi bu halet-i ruhiye

içinde ellerini yumruk yapmış sıkıyor ve

gözlerinden akan yaşlar ahşap tabanı delercesine

yerlere düşüyordu. Güzel bir aşk hikâyesi bu gece

kara peçeli, kara ruhlu, Rum Çeteciler tarafından

sona erdiriliyordu. Ahmet Efendi ölmez de, yarım

yamalak da olsa sağ kalacak olursa mutlaka bunun

hesabını soracaktı. Soramazsa hesabı ahrete,

intikam günün sahibi Rabü’l-âlemine kalmıştı. O ne

güzel hesap sorucu idi.

Peçeli çetecilerden ela gözlü olanı Rumca bir şeyler

söyledikten sonra hepsi de kahkaha ile gülmüştü.

Ne kadar da acı ki, bir masumun ölümüne gülüyor,

zulme alkış tutuyorlardı.

İki peçeli aynı anda Ahmet Efendiye kuvvetli bir

tekme atmıştı. O anda Gül Hanım bu yalan

dünyadaki son nefesini almış, kelime-i şahadetini

getirmiş, Ahmet Efendiye “Seni seviyorum

Ahmedim” demişti. Gül Hanımın hemencecik

hayatını kaybetmesinden sonra eli yüzü kan içinde

olan Ahmet Efendi; son gücünü toplayarak yerden

kalkıp; Gül’üne, can yoldaşına, sırdaşına, eşine

sarıldıktan sonra peçelinin elindeki revolveri kaptığı

gibi çetecilerin reisi olan orta boylu tıknaz çetecinin

beynine sıkıvermişti. Kahkahalarla gülen ve bu

katliam öncesi kafaları çektikleri anlaşılan peçeli

çeteciler o anda ne olduğunu anlayamamış, hatta

içlerinden bazıları Ahmet Efendinin bu hareketini

alkışlayarak tebrik bile etmişlerdi. Daha sonra da

Ahmet Efendiyi kurşuna dizip; gülerek evden çıkıp

gitmişlerdi. Ben hâlâ Gül Hanımın urganın acısını

yüreğimde hissederim. Ve ben hâlâ onları; Gül

Hanım ve Ahmet Efendi ile çocuklarını canı

gönülden özlerim. Hâlâ onlar için kollarımda duran

ampullerimi söndürürüm. Etrafı aydınlatmam onlar

için yas tutarım, onları anarım.

Sesi titreyen koltuk hafif bir gülümsemeyle

anlatıma dâhil olmuştu:

“Şimdi bana soracaksınız çocuklara ne oldu diye.

İzin verirseniz onu da söyleyeyim. Çocuklar şu anda

yukarıdaki odada biraz tedirgin de olsa uyuyorlar.

Hasan bir şekilde kardeşiyle birlikte çetenin elinden

kurtulmuş. Sonra da yurt dışına kaçmış. Yaklaşık bir

buçuk yıl sonra geri döndüklerinde geldikleri ilk yer

evleriydi ve geldiklerinde her şey aynı idi. Sadece

anne ve babaları evde yoktu tek değişiklik oydu.

Onlardan kalan tek şeye sahip çıkıyor ve Elif'in

kulağından annesinden son bir parça olarak kalan

küpeyi hiç çıkarmıyordu. Onlar babalarının

söyledikleri sözü unutmamış birbirlerine sahip

çıkmıştı. Hasan kardeşini kollamış ve ona bakmıştı.”

İşte budur bu evin hayatı budur bu evdeki hüznün

özü. Şimdi yavaşça gözlerini aç. Ayır gözkapaklarını

birbirinden. Sil yaşlarını… Şimdi soracağım soruya

sadece tek cevap ver: “Eşyaların da bir dili var

mıdır acaba?”

Page 40: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ÖLÜ CANLAR

YAZAR: GOGOL

KONU: Ölü Canlar, Ukrayna asıllı Rus

romancısı ve oyun yazarı Nikolay

Vasilyeviç Gogol'un ilk cildini 1842'de

tamamladığı ve bitirilememiş romanıdır.

Romanın konusu kendisine Puşkin

tarafından önerilmiştir. Üç cilt olarak

tasarlanan roman aslında Dante'nin İlahi

Komedya'sı örnek alınarak yazılmıştır.

İlk cilde romanın başkahramanı

Çiçikov'un kendi çıkarları uğruna yaptığı

kötülükler damgasını vurmuştur. Gogol,

cehennemi anlattığı bu bölümden sonra

cenneti anlatacağı, Çiçikov'un ahlak ve

vicdan sahibi olduğunu göstereceği

ikinci cildin el yazmalarını geçirdiği bir

buhran sonucu yakmıştır. Daha sonra

birkaç kez daha yazmaya çalıştığı bu

bölümler sonradan yayımlanmıştır.

Çiçikov, Rusya'da şehir şehir dolaşıp,

feodal kanunlara göre toprak

sahiplerinin malı olan köle köylüleri

satın almaktadır. Ancak istediği köylüler

çalışmasını iyi bilen ya da sağlıklı olanlar

değil, tam aksine ölü olanlardır.

Dönemin eleştiri oklarını üzerine çeken

feodal yapısının temeli olan fikirlerle

karşı koyan roman, bu bakımdan belli

kesimlerin sözcüsü olmuştur.

Kitap’tan:

"Yolculuk sözcüğünün ne tuhaf bir

çekiciliği,ne büyüleyici bir havası

vardır!Yolculuk da başlı başına bir

büyüdür!Açık hava,güz yaprakları...İnsan

kürküne iyice sarınır,kalpağını

kulaklarına kadar çeker,arabanın bir

köşesine büzülür ve içine işleyen titreme

tatlı bir ılıklığa dönüşür.Atlar dört nala

uçar gider...Rahat bir uyku basar

yolcuyu;göz kapakları

kapanır,arabacının türküsü,tekerleklerin

gürültüsü,atların soluması düşteymiş gibi

duyulur,yanındakinin omuzuna yaslanıp

uyur gider insan."

ARKA KAPAK

Merve Başol

Page 41: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BİZİM BÜYÜK ÇARESİZLİĞİMİZ

YAZAR: BARIŞ BIÇAKÇI

KONU: Sıkı bir dostluk… Aslında

hikaye onların hikayesi… Ender’in ve

Çetin’in…

Günün birinde hayatlarına bir genç kız

girer. Şimdi düşünme, hatırlama ve

kendini didikleme zamanıdır.

“Nihal’e başından beri olduğumuzdan

farklı göründük. Böyle gerekmişti.

Koruyucu, kollayıcı, soğukkanlı, ne

yapması gerektiğini bilen, Nihal düzgün

yürüsün, üniversiteyi uzatmadan bitirsin,

yaşadığı felaketten makul adımlarla

uzaklaşsın diye asfalt döşeyen iki orta

yaşlı, deneyimli erkek. Biri göbekli,diğeri

kel.”

Barış Bıçakçı, bu çağa özgü laf

kalabalığından; dil, duygu, düşünce

kirliliğinden paçalarına tek damla çamur

bulaştırmadan çıkabilen, şaşırtıcı bir iç

ışığı cömertçe yayan bir yazar. Nefes alır

gibi, su içer gibi yazıyor.

Ahmet Hamdi Tanpınar’dan

Ders Notları

YAZAR: Güler Güven Hazırlayan: Hayri Ataş

Ahmet Hamdi Tanpınar, İstanbul

Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili

ve Edebiyatı Bölümünde, 1939 yılında

açılan Yeni Türk Edebiyatı Kürsüsü’ne

profesör olarak tayin edilmiş ve bu

görevini ölümüne kadar sürdürmüştür.

Öğrencilerinin ve tanıyanların

ifadelerine göre, Tanpınar’ın derin bilgi

ve kültürü, renkli dünyası derslerine de

yansımıştır. Derslerinde öğrencilerine

zengin çağrışımlarla, çok geniş bir

alanda yolculuklar yaptırdığı da yine

kendisini tanıyanların yazılarında ve

sohbetlerinde ifade edilmektedir. Bu

sebeple de derslerinde not tutmanın

zorluğundan bahsedilir. Bu kitap,

Tanpınar’ın derslerinde zaman zaman

not tutmayı başarmış bir öğrencisinin,

Güler Güven’in notlarından oluşturuldu.

Page 42: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Değerli İncir Çekirdeği okuyucuları, bu ay masallardan uyarlanmış

filmleri sizlere sunacağız.

GÜZEL VE ÇİRKİN

Film Özeti

Disney'in çocuk klasikleri arasına giren

Güzel ve Çirkin masalının yeni bir

uyarlaması olan film, fantastik ve

romantik unsurların yanı sıra gerilim tonu

olan bir yapım. Filmin yönetmenliğini ve

senaristliğini, daha önce Kurtların

Kardeşliği, Sessiz Tepe gibi filmlere imza

atmış olan Christophe Gans üstlenirken,

başroller Fransız oyuncular Vincent Cassel

ve Léa Seydoux.

MALEFİZ

Filmin Özeti

2014 Yapımı, aksiyon, dram macera

türündeki ABD filmi. Yönetmen

koltuğunda Robert Stromberg oturuyor.

Küçükken insanların orman krallığına

saldırdıklarını gördükten sonra kindar ve

taş kalpli bir kahramana dönüşen peri

Malefiz, insanların kralının kızı olan

prenses Aurora’yı lanetler. Fakat Aurora

büyüdükçe, Malefiz onun gerçek barışı

sağlayacak yegane anahtar olduğunu fark

edecektir.

BEYAZ PERDE’den

Afra Nur Akkayalı

Page 43: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Pamuk Prenses ve

Avcı

Filmin Özeti

Kötü kalpli kraliçe (Charlize Theron)

sonsuz güç için yeryüzünde kendisinden

daha güzel olan tek kişiyi, Pamuk Prensesi

(Kristen Stewart) ortadan kaldırmak için

yetenekli avcıyı (Chris Hemsworth) zorla

görevlendirir. Fakat Pamuk Prensesin

insanlığı karanlıktan kurtaracak güce ve

seçilmişliğe haiz olduğunun farkında

değildir. Kendisini öldürmeyen Avcı'dan

savaş sanatı eğitimi alan prenses şimdi

halkını karanlıktan kurtarmak için

mücadele eder.

Alice Harikalar Diyarında filminin

yapımcısı Joe Roth'un da yapımcıları

arasında yer aldığı film Pamuk Prenses

masalını fantastik bir boyuta taşıyor.

Ödüllü reklam filmi yönetmeni Rupert

Sanders'ın ilk sinema filmi olan yapımın

senaryosunda ise Hossein Amini ve Evan

Daugherty'nin imzası var.

Ella Enchanted

Film Özeti

Ella, doğumunda, sihirli bir özellikle

ödüllendirilmiştir: Kusursuz itaat. Kim ne

derse desin, ne kadar tehlikeli ya da

saçma olursa olsun, her türlü emiri

koşulsuz yerine getirmektedir.Ella'nın

zaten zor olan hayatı, babasının eve bir

üvey anne ve iki kötü kalpli kardeş

getirmesiyle kabusa döner. Üvey

kardeşleri Hattie ve Olive'in acımasız

emirler vererek kendisiyle eğlenmesinden

rahatsız olan Elle, üzerindeki büyüyü

bozabilmek için yollara düşer. Krallığın en

tehlikeli ve karanlık ormanında bir Elf ile

tanışır ve, ardından, kendisini Kral'ın

kalesinde bulur. Burada genç Prens CHAR

ile tanışır ve aralarında bir aşk başlar.

Ella, Prens CHAR'ın da yardımıyla kaderini

değiştirmeye çalışır...

Page 44: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

KEŞKE...

Tüm ömrümü bir şarkının sözleriyle izledim;

Tüm özlemim sessizce gözyaşımda gizledim.

Tüm yılları çaresizce geri sarmak istedim;

Yaşanmamış her anın keşkesi var içimde.

Keşke prangalara vurulmasaydı sözler,

Keşke olmasaydı gurur, esir olmazdı gözler.

Keşke hayatımıza karışmasaydı eller,

Yitirilmiş yılların keşkesi var içimde.

İsmihan Öztürk

Page 45: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Fotoğraf Aybige Akdağ

Page 46: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Tahassür

Nasıl söze başlasam, anlatsam?

Yazsam, satırlara sığmasam.

Taşsam, ırmak olsam aksam.

Akşam vakti uyusam,

Seni görsem rüyamda buluşsak.

Çok mu zordu barışmak, sarılıp

kavuşmak?

Dönmeyen bir değirmen, fırtınam tek

çarem.

Yazmak ise tek çare...

Geçmeyen zaman ve hane içinde

unutulan insan.

Şairin konuştuğu dil artık başka lisan.

Ve geçmişten baki kalan bir sevda,

Elveda geçmiş yaşantılar geri

dönmeyecek zaman.

Süleyman Erkut

Sevda

Bir Kasım rüzgarında rastladım

bahara;

Unuttum adımı, aklın diyarında.

Bir Yunus dizesi oldum, gönlün

kırlarında,

Sevdayı aradım, günahkar

sokaklarda.

Düş yolcusuna benzedim, Zühre’nin

arkasında;

Aşığın aşkını tanıdım, bir şadırvan

avlusunda.

Sema KESER

Page 47: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Gönüllü Mutluluk

Üniversitenin en büyük iki gerekliliğinden birisi

yabancı dizi izlemek diğeri de bir öğrenci

topluluğuna üye olmak sanırım. Ben de

üniversiteye başladığım zaman bu ikisinin de

içine düştüm. Haydi yabancı dizileri izlemek

neyse de topluluk olayı tamamen başkaymış

ben de bunu anladım.

Toplum Gönüllüleri Vakfı'nın öğrenci

örgütlenmesi olan UTOG'a kaydoldum.

Katıldığım ilk toplantıda daha bir şeyler

yapmak isteğiyle dolmuştum. İnsanlar için bir

şeyler yapmak, onların mutluluğunu görmek.

Harika, gerçekten harika.

İlk başlarda "Ne yapacağım?" diye soruyor

insan kendine. Zaten ortada var olan bir proje

var; ama yetmiyor işte. İnsanların bir defa

mutlu olduğunu gördün ya, o ateş bir kere alev

aldı ya içinde daha fazlasını istiyor. Daha fazla

ne yapabilirim?

Gönüllü olarak başlanılan bu yolda sorumluluk

bilincini kazanıyor insan bir süre sonra. Öyle

bir hal alınıyor ki ortaya atılan her fikirde

aklınıza ilk önce sorumluluğunuz geliyor. "Ay

ben bunu şöyle yapsam şu da şöyle olsa

aslında ben bunu proje için kullanabilirim."

İnsan sırf bunun için gecesini gündüzüne

katarak çalışabilir. Üstelik kendiniz de

eğleniyorsunuz. Yeni bir çevreyle

tanışıyorsunuz. Etrafınızda sadece kendi

meslektaşlarınız olmuyor artık.

Fakülte binalarınız ne kadar uzak olsa da

mühendis de tanıyorsunuz, işletmeci de...

Benim Kütüphanem projesi de aynen böyle

bir şey işte. İnsanların atmak için bir kenara

koyduğu en ufak bir şeye "Atma!" dedirtiyor

insana. Lazım olur.

Kitapevlerine gidip "Fazladan kitabınız var

mı?" diye sormak, komşunun çocuklarından

kalan kitapların atılacağını duyunca "Acaba

onları ben alabilir miyim? Bizim böyle bir

projemiz var da." demek bile güzel. Aslında en

güzeli de ne biliyor musunuz? İnsanların, sizin

yaptığınız şeylerden mutlu olduğunu görmek

paha biçilemez bir şey.

Adıyaman'da Kahta Fen Lisesi'ne kitap

gönderdik geçenlerde. Gençlerimize faydalı

olmak adına yaptık bunu. Kimsenin bir karı

olmadı o gençlerden başka, hem roman

okuyup ufuklarını genişletecekler hem şiir

okuyup zevk Duygularını canlandıracaklar hem

de test çözüp üniversite sınavında başarı

sağlayacaklar. Onlara yararlı olmak bizi

yeterince mutlu etmişti zaten ama onlardan

bize gelen sürpriz bizi daha da mutlu etti.

Hepsi bize birer mektup yazmış. Üstelik

kendileri adına teşekkür ediyorlar, bir de bize

diyorlar ki: Bizim başka arkadaşlarımız da var.

Mutlu olmayıp da ne yapacağız söyler misiniz

bana? Mektuplarımı okurken ağlayacaktım

neredeyse. O kadar mutlu oldum ki. İçimden

daha çok şey yapmak geldi. Daha fazla yararlı

olmak. Daha fazla insan için bir şeyler

yapmak...

Tuğçe ERKOL

Page 48: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Ilona Taraškevič

from Lithuania,

Erasmus in Rīga,

2014/2015

Merhaba! Probably

a lot of people already remember me from the

video for magazine, but I will remind one more

time who I am ;D Benim adim Ilona! And I am

thankful for giving me an opportunity to write my

experience with Turkish people.

3 months ago I even cannot imagine that

this autumn for me is going to be so unusual.

Before ERASMUS I was afraid about cross-cultural

differences. People in Baltic region usually are cold

and close and I was afraid about how I would

communicate with people from countries like

Korea, Spain, Taiwan, China or Turkey, because

people in these countries are warmer and they

have other traditions how to greet with new

people, which can differ from west countries. But

now, I am surely can say that my opinion has

changed and my fears were not valid.

I arrived to Rīga 25th

of August. After all

boring procedures in the reception of hostel

PRIMA I finally entered my room, which was on 5th

floor which has a name “London”. Next day all

Erasmus people had been invited to play bowling.

At this day, 26th

of August, I met Kübra Tarakçi, at

the first time. She was my first met muslim girl.

I should confess, I was a little bit scared about her,

because at that day she also looked scare about all

surrounding :D Tabi ki, all week I had had some

problems with her name after our meeting,

because I just could not remember her name

properly :D Anyway, we start to communicate and

attended other events together. That is how I start

to familiarize with Turkish people, culture, food

and so forth. Before Erasmus I had not had any

contacts with this culture. So, my knowledges

about Turkey also was poor and only underpined

by stereotypes. Later, in „London“ (:D), I start to

realize that there also live a lot of turkish people.

After few meetings with new people I just stopped

to ask their names because it was not useful for my

memory :D Kübra, Ayşe, Beria, Batikan, Hasan,

Özge, Talha, Gülay, Volkan, Gözde ... now I

remember all this names and even more after 3

months, but, of course (tabi ki), there is some

turkish names which I still cannot spell properly :D

on 29th of August, ESN Rīga, organize an event

„Eurodinner”. During this event I first time tried

some turkish food like baklava or kisir. And it was

muchtesem!

Actually, I am very selective about food, but after

some Kübra‘s prepared meals I start to love turkish

food (not all, of course :D). Also, I have got to know

some interesting combinations in food, which I

even could not imagine before. I was really

shocked when I saw that Kübra eating pasta with

NATURAL YOGURT :D I start to think „How it is

possible?“ :D and she gave me to try .. now I am

eating pasta only with natural yogurt :D. Also I

have already tried Salep and Ayran. I like Salep but

I cannot say that I like Ayran very much, but when I

started to drink it in the mornings – I realized that I

really like it!

Also I was shocked when I saw that phenomena:

Turkish people (and not only they) add sugar to

warm milk … I was really shocked and still cannot

imagine how it is possible :D Probably, I just need

to try ;D Anyway, Kübra showed me a lot of new

things about food. Especially I like small cookies

with sherbet. And I also hope that during these

months she will show me something new and

Page 49: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

shocking :D By the way, our with Kübra one of the

most favorite place in Rīga is „Turkishkebab”

where we have some discounds and eating all the

time one kind of kebab (actually, now I don’t

remember the name of this kebab ;D). Also we

visited Turkish store in Rīga „Stambula” and one

more time I have had an opportunity to persuade

that Turkish people are very kind and warm

people. I had bought a lot of Turkish delights to my

home. And in this store I have learned new Turkish

phrase „Cay ister misin?” ;D I really admire Kübra

that she all the time have a lot of patient with me,

while I am learning new phrases in Turkish,

because then all week she hear from me “Küb,

how is that phrase in Turkish?” ;D Tesekkur ederim,

kiz!

Moreover, approximately 2 months ago I

was invited to one Turkish celebration called

“Bayranlar”. During this celebration I had an

opportunity to try some Turkish food and I was

very admired by Turkish people unity. They were

like one big family and between them I also start to

feel like at home.

On 13th

of October I was also invited to

football match “Latvia – Turkey”. It was amazing! I

have visited trainings, I saw a lot of famous Turkish

footballers, and even I had an opportunity to push

the hand for the coach of this team. After this

event I saw myself in Turkish magazine “Fanatik”

and some people said that we were in Turkish TV.

Like Küb said “Now you are famous in Turkey” :D

On 8th

of November we had amazing trip

Tallinn-Helsinki-Stockholm. In 3 days we visited 3

countries and also had an opportunity to travel by

ferry in Baltic see. It was exciting feeling to realize

that you are somewhere in the middle of Baltic see

traveling by ferry at night. Time in cities had gone

so fast. Also, time in ferries was not very long. I

have got to know a lot of interesting card games

which people playing in Turkey. During this trip I

also heard a lot of Turkish language, trust me,

really a lot of, even only

Turkish language :D

sometimes I start to think

that I understand some

things what they are

talking about :D

Besides, I had an

opportunity to learn some Turkish dancing and

songs. Of course, dancing is easier for me than

Turkish songs ;D

Also, on 6th

of November we have had

special day: Kübra’s Birthday! On this day we

prepare surprise party for Kübra! We bought few

cakes and a lot of fruits. It was so good to see

Kübra happy. We present short movie with wishes

from friends and some memories from Erasmus.

And I promised for Kübra that it is first but NOT the

last our birthday celebrating :D Doğum günün

kutlu olsun, Kübra!

I am also very happy that in the beginning

of Erasmus Kübra visited Lithuania (Vilnius), my

home. She met my mother and she also had had an

opportunity to familiarize with my culture. Also I

am very waiting for Chirstmas because this

celebration this year I am going to celebrate

together with this amazing Turkish girl! Kübra, I

want to say tesekkur ederim one more time for all

this experience. It is a great time for me and I

believe that in the future we will have more çok

komik events together! Greetings from Rīga

Page 50: İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Uludağlı Edebiyatçıların Sesi, İncir Çekirdeği...