demir kucukaydin - kemalzm ve askeri burokratik oligarsi uzerine - v-2
DESCRIPTION
ÂTRANSCRIPT
1
Demir
Küçükaydın
Kemalizm ve
Askeri
Bürokratik
Oligarşi
Yayınları
2
KKeemmaalliizzmm vvee AAsskkeerrii BBüürrookkrraattiikk
OOlliiggaarrşşii ÜÜzzeerriinnee
DDeemmiirr KKüüççüükkaayyddıınn
İİkkiinnccii ssüürrüümm
MMaarrtt 22001133
DDiijjiittaall YYaayyıınnllaarr
İİnnddiirr –– OOkkuu –– OOkkuutt -- ÇÇooğğaalltt –– DDaağğııtt
Bu kitap Köxüz sitesinin dijital yayınıdır.
Kar amacı olmadan, okumak ve okutmak için, indirmek, dijital olarak
basmak ve dağıtmak serbesttir.
Alıntılarda kaynak gösterilmesi dilenir.
YYaayyıınnllaarrıı
3
İçindekiler
Kemalizm’in Yerini Ne Alacak? ............................................................................................ 5
Açmaz ..................................................................................................................................... 8
Sosyal Demokrasi, Türkiye ve CHP..................................................................................... 10
Kolombus’un Yumurtası ...................................................................................................... 12
Tarihin Laneti ....................................................................................................................... 14
Stalinizm ve Kemalizm ........................................................................................................ 16
Kemalizm, Stalinizm, PKK vs. Üzerine ............................................................................... 19
Amaç Stalinizm Üzerine Bir Tartışma Değildi ................................................................ 19
Gelecek ve Geçmişin Dili ................................................................................................ 19
Aktüel Politik Durum'la Bağlantı ..................................................................................... 20
Kemalizm ve Bonapartizm ................................................................................................... 22
Jakobenizm ve Bonapartizm ............................................................................................ 22
Tarihsel Paralellikler ve Anlamları .................................................................................. 23
Sivil Toplumculuğun Devletçiliği .................................................................................... 24
Bu günün Türkiye'sinde Jakobenler Kimlerdir?............................................................... 24
PKK Stalinist midir? ........................................................................................................ 25
Stalinist olmayan Stalinistler ............................................................................................ 26
Politika ve Sosyalistler ......................................................................................................... 28
Atatürk .................................................................................................................................. 33
Politik İslam, AKP ve Sosyalistler ....................................................................................... 37
Genel Kurmay, Sosyalistler ve Politika ............................................................................... 40
Kıyafet Kavgasının İlk Anlamı ............................................................................................ 43
Kemalizm’in Özü ................................................................................................................. 50
Bonapartizm ......................................................................................................................... 52
Kemalizm ve İslam ............................................................................................................... 56
Sabetaycılar, Yahudiler, Anti-Semitizm ve Kemalizm ........................................................ 58
Kemalizm, 12 Eylül, Duvar’ın yıkılışı, Özel Savaş ve Çürüme ........................................... 65
Talat Paşa Jakoben miydi? ................................................................................................... 75
4
Tekinsiz ................................................................................................................................ 83
Başına Topladığı Cinleri Dağıtamayan Büyücü ................................................................... 90
Askeri Bürokratik Oligarşinin Bir Strateji Değişimi Olasılığı ............................................. 96
Zor Dönem ve Olası Gelişmeler ......................................................................................... 103
Liberaller ve PKK .............................................................................................................. 110
Açılımlar ............................................................................................................................. 117
Liberaller (Taraf) ve AKP Ergenekonu ve Askeri Bürokratik Oligarşiyi Niçin ve Nasıl
Destekliyor?........................................................................................................................ 121
Liberaller, Ulusalcı Sosyalistler ve Demokratik Sosyalistler......................................... 121
Korkuların gerçeğe dayanıp dayanmadıkları değil korku olarak gerçeklikleri önemlidir
........................................................................................................................................ 122
AKP Demokratikleşme İstiyor mu? ............................................................................... 126
AKP Neden Gerçek bir demokratikleşme İsteyemez ..................................................... 127
AKP'nin somut politikaları ............................................................................................. 127
Nesnel Desteğin Kendi Dinamiği ................................................................................... 129
Avrupa Birliği Neden Türkiye'yi Üye Yapmaz? ............................................................ 130
Avrupa Birliği Konusunda Ulusalcı Sosyalistler ve Demokratik Sosyalistler ............... 131
Askeri Bürokratik Oligarşi Neden Avrupa Birliği'ni İstemez ........................................ 132
Türkiye'nin Lassale'cıları ............................................................................................... 133
Ordular Savaşı ve Fikirlerin Savaşının Temel Farkı ..................................................... 134
Aykırı Bir Analiz ................................................................................................................ 136
5
Kemalizm’in Yerini Ne Alacak?
Aslında ilk olan "Son Türk Devleti"nin dayanağı ve ideolojisi olan Kemalizm ömrünü
doldurmuş bulunuyor. Bu ideoloji bugün hala devletin resmi dini olmaya devam ediyorsa, bu,
onun insanların kafasındaki egemenliğinden, ideolojik gücünden, yaygınlığından değil;
ideoloji dışı bir unsurun, Osmanlı'nın yaşayan ruhu Türk Ordusu'nun silahlarının fizik
gücünden dolayıdır.
Bir ideoloji, yaratıcılığı; diğer ideolojiler karşısındaki entellektüel üstünlüğü; genç kuşaklar
arasındaki etkisiyle geleceğe damgasını vurabilir ve yaşama yeteneğinin kanıtlarını sunar.
Kemalizm’de ne yaratıcılık, ne de entellektüel üstünlük var. Dolayısıyla genç kuşaklar
arasında hiç bir etkisi yok.
Genç, eğer bir üniversite öğrencisi ve Yupi adayı ise muhtemelen Kemalist değil; "yeni sağ"ın
Türkiye versiyonu olan "Özalizm"in bir taraftarıdır. Özalist olmak için de Özal'ın taraftarı
olmak gerekmez. Genç, eğer şehir varoşlarının bir Türk işçisi ya da işsizi ise muhtemelen
politikleşmiş bir radikal islamcıdır. Genç eğer bir Kürt ise, zaten Kürtleri yok sayan
Kemalizme karşıdır.
***
Kemalizm son yirmi yılda dört koldan gelen eleştiriler karşısında tam bir ideolojik bozgun
yaşadı.
İlk eleştiri sosyalistlerden geldi. Sosyalistler Kemalizmi "çağdaş uygarlık" hedefi bakımından
değil; bu hedefe ulaşmak için izlediği yollar bakımından ve bu yollarla o hedefe
ulaşılamayacağı bakımından; daha eşitlikçi ve demokratik bir bakış açısıyla eleştirdiler.
Sosyalistlerin bu eleştirisi, hem Kemalizmin hem de bizzat Türk sosyalist Hareketinin
temelindeki Aydınlanmacı niteliğiyle, "Burjuva Uygarlığı"nın bir eleştirisine varamadığı için,
yarım bir eleştiri olarak kalmıştır. Radikal bir Kemalizm eleştirisi Türk Sosyalist
Hareketinin kendi hedeflerinin ve tasavvurlarının bir özeleştirisi olmadan mümkün de
değildir.
Türk Sosyalist Hareketinin kısa vadede böyle bir özeleştiriyi geliştirme şansı da yok. Yeni
kuşaklardan, yeni sorularla sosyalizme bir akım, bir gençlik aşısı yok. Erezyona dayanıp
ayakta kalabilenler ise 60'lı ve 70'li yılların Türkiye ortamının şekillendirdiği insanlar. Artık
gençliklerini soluyamayan kuşaklar. Olaylar onlarda yeni sorulara yol açmaktan ziyade,
onlara eski cevaplarının yeni kanıtlarını sunar gibi görünürler.
Max Planck bir yerde, fizikçiler arasında eski bir teorinin yerini yeni bir teorinin almasının,
eski fizikçilerin yeni teoriye ikna olmalarıyla değil, onların ölüp gitmeleri ve yeni kuşağın
onların yerini almasıyla gerçekleştiğini söyler. Fizikte böyleyse Toplumsal alanda daha da
böyledir.
6
Sosyalistlerin Kemalizm eleştirisi hedefler eleştirisinden, yani radikalizmden yoksun olduğu
için Doğu Avrupa'nın çöküşüyle birlikte tüm ampirik ikna gücünü de yitirmiştir. Sosyalizmin
önüne koyulacak bir "Demokratik" sıfatıyla bunun kazanılabileceğini sanmak, gerçek
sorunlardan kaçmaktır.
Bu nedenlerle, eğer bir mucize olmazsa, Sosyalizm bugün Kemalizme bir alternatif değildir.
Kemalizme ikinci eleştiri Politikleşmiş Radikal İslam'dan geldi. Son yıllarda büyük bir
entellektüel canlılık gösteren bu akım, kemalizmin hedefini, "Çağdaş Uygarlık" projesini
özellikle Batı'daki eleştirel Marksist çevrelerin eleştirilerinden hareketle, ama çözümü
Kuran'da bularak eleştirdi. Bu eleştiri aynı zamanda Türk Sosyalist Hareketinin de eleştirisi
oldu ve onun karşısında çözüm yollarıyla ve cevaplarıyla değil ama ortaya attığı yeni
sorunlarla entelektüel üstünlük sağladı.
Kemalizme üçüncü eleştiri bizzat kendi elleriyle yetiştirdiği burjuvaziden geldi. Turgut
Özal'da en bilinçli ifadesini bulan bu eleştiri, Kemalizmi direk olarak karşıya almadan onun
bütün tabularını kemiriyor: "Yurtta Sulh Cihanda Sulh"un yerini "bir koyup beş alma"lar,
"büyük oynama"lar, "Türk Asır"ları; "Milliyetçi"liğin yerini "federasyonu bile tartışmalıyız"
lar; "Devletçi"liğin yerini "Liberalizm"ler; "Halkçı"lığın yerini açıktan işçi düşmanlığı; frak,
smokin ve gravatın yerini şort ve blucinler; "İlelebet payidar kalacak Cumhuriyet"in yerini
"İkinci Cumhuriyet" tartışmaları çoktan almış bulunuyor.
Burjuvazinin bütün sıkıntısı Kemalizmin yerini alacak sistemli, Türkiye koşullarına adapte
olmuş bir ideolojiyi hala şekillendirememiş olmasında yatıyor. Baykal ve M. Yılmaz'ın
oluşturmaya çalıştıkları yeni imajlar; A. Menderes'in girişimleri hep bu arayışın ve bunalımın
ifadeleri. Özal bütün bu opsiyonlar içinde yaptıklarıyla ve tasarılarıyla en atak ve uzak
perspektifli olma özelliğini koruyor.
Kemalizme dördüncü eleştiri Kürtlerden geldi. Kürtlerin eleştirisi hemen hemen sadece
Kemalizmin Kürt gerçekliğini yok sayması noktasındandır. Bu eleştirinin hiç bir
versiyonunda hedefler eleştiri konusu değildir. Hatta kimi versiyonlarında yollara bile eleştiri
yoktur. Bu eleştiri ideolojik bakımdan çok yüzeyde kalan bir eleştiridir de. Kürtlerin
Kemalizme yönelttiği eleştirinin gücü “eleştiri silahı”ndan değil, “silahların eleştirisi”nden
gelmektedir.
***
Kemalizmin yerinin ne alacağını, Türk Ordusu'nun fizik gücü ile Kürt Gerilla Hareketinin
fizik gücü arasındaki çatışmanın sonuçları belirleyecektir.
Eğer Kürt Gerilla Hareketi, Türk Ordusu karşısında kesin bir üstünlük sağlarsa. Bu
Türkiye'nin ikinci kategoriden de olsa gelişmiş ülkeler arasına katılması, tipik bir Avrupa'lı
ülke olması sonucunu verir. Ama bu aynı zamanda Kemalizmin "çağdaş uygarlık" amacına
ulaşması da demektir. Kemalizm göremeyeceği zaferinin şerbetini kendi cellatının elinden
içmiş olur.
Bu durumda Kemalizmin yerini sosyalizm, Türk Sosyalist Hareketinin kısırlığı nedeniyle
alamaz. Ama o demokratik Burjuva Cumhuriyeti 60 ve 70'li yılların sosyalistlerinden, ihtiyacı
7
olan kadroları tabur tabur bulur.
Eğer Türk Ordusu, Kürt Gerilla Hareketi karşısında kesin bir üstünlük sağlarsa, Türkiye'nin
"Batılılaşma" yolu tümüyle kapanmış olur. Kemalizm askeri zaferiyle kendi mezarını
kazar.
Bu durumda Politikleşmiş islam, “Ulus” yerine “Ümmet”; "Batı" yerine "Doğu" ideolojisiyle
Türk ve Kürt burjuvazisine, hem bu ulusları bir arada tutabilecek hem de dünya ölçüsünde
ona hareket alanı sağlayabilecek tek alternatif olarak ortaya çıkar.
En büyük olasılık ise Türk Ordusu ve Gerilla hareketinin birbirine kesin bir üstünlük
sağlayamadığı; Türk ordusunun yıprandığı, çürüdüğü bir durumdur. Bu durumda da
Kemalizmin yaşama şansı olmayacaktır. Bu durumda Kemalizmin yerini Özalizm alacaktır.
Dünya burjuvazisinin de, Türk burjuvazisinin de, bugün radikalleşen Kürt hareketi karşında
sesini kesmiş bulunan Kürt burjuvazisinin de tercihi bu yöndedir. Bu durumda Türkiye "Bask
tipi çözüm”le İspanya, Portekiz, Yunanistan benzeri bir yarı Avrupa'lı Akdeniz ülkesi olur.
Türk ordusunun Kürt Gerilla Hareketi karşısındaki zaferi de, yenilgisi de, patı da Kemalizmin
sonu olacaktır. Yerini ne alacağı henüz belli değil. Ama belli olan bir şey var. Kemalizmin
mezarı Osmanlı'nın "Kürdistan" dediği topraklarda bulunacaktır.
01.12.1992
Hamburg
8
Açmaz
“Savaş askerlere bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir” diye bir söz vardır. Türkiye’de ise,
politika denen şey, askerlere bırakılacak kadar gayrı ciddi bir iştir.
Bir ülke düşünün, orada Genelkurmay Başkanı denen ve milletin hizmetçisi olması gereken
bir memur, gözlerinin içine baka baka milletin temsilcilerinden oluşan Meclisi, o meclise
karşı sorumlu ve onun oylarıyla seçilmiş bakanlar kurulunu en kaba biçimde aşağılıyor.
Aşağılamakla kalmıyor, tutup bir de neyin tehlike olup olmadığını, yani politikayı belirliyor
ve o ülkede Bakanlar kurulu derhal toplanıp, bir memurun, milletin temsilcilerince alınan
siyasi kararları uygulamaktan başka bir yetkisi olmadığını söyleyip bu generali derhal
emekliye sevk etmiyor. Bir meclis düşünün ki, bir generalin böylesine bir yetki tecavüzü
karşısında, kuzu kuzu boyun eğiyor, sesini çıkarmıyor. Bir tek millet vekili ya da bakan, bu
kişiliksizlik karşısında isyan edip protesto kabilinden istifa olsun etmiyor. Sözüm ona bu tür
ordu tarafından belirlenen politikaların en büyük hedefi olan parti bile, kıvırtmaca
demeçlerden ötesine gidemiyor.
Ülkedeki bütün önemli gazete ve gazeteciler bu sözler karşısında hazır ola geçip tekmil
veriyor. Çandar veya Uras gibi, sermayenin kendi mantığı açısından bile iyice akıl dışılığı
iyice sırıtan ordunun vesayetine karşı çıkan yazarlar bile, bu karşı çıkışı, politikacılara veya
gazetecilere serzenişlerle ifade etmekten ötesiyle yapamıyorlar.
Denebilir ki, ordu gerçek bir güce dayanıyor. Elinde silah var. Peki bir de şöyle bir durum
tasavvur edelim. Bakanlar ve Meclis, askerler karşısında güçsüz olduklarını biliyorlar. Ama
en azından, kendi onurlarını korumak için, Genelkurmay başkanı adlı memurun yaptığının
meşru ve kabul edilebilir olamadığını ifade etmek için, istifa ediyorlar. Bunu bir yana
bırakalım, hiç olmazsa beş on millet vekili, bir kaç bakan istifa ediyorlar. Bir kaç gazete,
ortaklaşa manşetten bu olayı protesto ediyorlar. Sadece böyle bir davranış bile dengeleri alt
üst eder. Bütün bunlar yok.
Niye yok? Niçin bütün meclis ve bakanlar ve partiler bu kanun dışı ve suç olan davranış
karşısında kölece bir boyun eğişle suç ortaklığı yapıyorlar? Bunun bir tek nedeni var? Halktan
korkuyorlar. Böyle bir davranışın, halkı nasıl cesaretlendireceğini biliyorlar. Bunun nasıl bir
örnek oluşturacağını biliyorlar. O zaman başına topladığı cinleri dağıtamayan büyücü çırağına
döneceklerini biliyorlar. Ve bu korkuyla, fiilen suç işleyen bir memur karşısında
yaltaklanarak, Kıvrıkoğlu’nun yaptığı türden, her türlü aşağılanmaya layık olduklarını
kanıtlamaktan başka bir şey yapmıyorlar.
Türk egemen sınıflarının açmazı bu. Sınıf olarak egemenliklerini en iyi parlamenter biçimde
sürdürebilirler ama Parlamentonun gerçek bir güce sahip olması için halkın ordunun
dayatmaları karşısında aktif desteği gerekir. Bu ise halkın bir şekilde örgütlenmesi ve
ağırlığını ortaya koyması anlamına gelir. Bu tehlikeyi engellemek için hepsi Genelkurmayın
9
karşısında secde ederler. Bu nedenle politikayı askerlere havale ederler ve kendileri de hınk
deyicilik yaparlar.
Peki şu askerlere bırakılan politika ne? Askerler de aynı korku ile hareket ederler. Bir yandan
eski anlayış ve yapılanmalarla sistemin gidemeyeceğinin farkındadırlar, reformlar ve
değişiklik gerektiğinin farkındadırlar. Değiştirmek ise, her şeyden önce özgür bir ortam
gerektirir. Özgür ortam ise, ezilenlerin, Kürtlerin, işçilerin, yoksulların örgütlenmesi, bir güç
olarak ortaya çıkması, politik ortama ağırlıklarını koyması demektir. Bu ise onların bu günkü
sınırsız egemenliklerinin sonu olur. Öte yandan, eski biçimiyle sürdüğü takdirde yine çıkış
yoktur. Bu durumda asker kafasına göre tek şu yol kalır: demokratları ve demokratik talepleri
olmayan bir demokrasi. Ya da Kürtçe televizyon bile olabilir, ama Kürtler ve Kürtlerin
özlemleri yoksa.
Reformlar, o reformların getireceği hakları kullanabilecek bir güç yoksa bir tehlike
oluşturmaz. O halde, o reform ve özgürlükleri, asker deyimiyle, “kötü niyetli emellerine alet
edecek” güçler, ezilmeli ve yok edilmelidir ki, reformların yolu açılsın.
Ama bunu yapınca da, reformlar için baskı yapan güçler gerilemiş, reform talepleri bastırılmış
dolayısıyla reformlar yapılamaz olur. Ama reformlar olmazsa da olmaz. Bu sefer, reformlara
karşı güçlere karşı tavırlar koyulur. Söz ayağa düşürülmeden, Susurluklar, Hizbullahlar biraz
hizaya getirilir. Ama bundan cesaret alan reform isteyen güçler baş kaldırır. Bu sefer tekrar
aynı oyun olmadı baştan oynanır. Seçimlerden beri politik ortama damgasını vuran gel gitlerin
özü budur. Yani Türkiye’de politika denen şey de Genelkurmayın bu açmaz karşısındaki
manevra ve cambazlıklarından başka bir şey değildir. Meclis ve bakanlar kurulu ise,
Genelkurmay egemenliğini örten asma yaprağı olmaktan başka bir fonksiyona sahip değildir.
Sözüm ona bu politika ve sistemin en büyük kurbanı geçinip parsa toplamaya çalışan Refah
da adi bir suç ortağından başka bir şey değildir.
Meclis, partiler ve bakanlar, ezilenlerin korkusundan Genelkurmay karşısında istediği kadar
secdeye kapansın; Genelkurmay aynı korkuyla istediği kadar manevra yapsın. Korkunun ecele
faydası yok. Kürt hareketinin ayaklarının altındaki toprağı aşındırdığını çok iyi biliyorlar.
Sorun sadece zaman sorunudur, Kürt hareketinin mesajı elbet bin bir kanaldan Türkiye’nin
diğer ezilenlerine ulaşacaktır. Ve insanlar kendilerine şimdiye kadar Kürt hareketi hakkında
yalan söylendiğini kavradıkları an, büyük nefretler büyük dostluklara dönüşecektir.
Göreceğiz.
04 Eylül 2000 Pazartesi
10
Sosyal Demokrasi, Türkiye ve CHP
Sosyal Demokrasinin tüm olanak ve sınırlarını en ideal koşullarda gösterdiği yer Avrupa’dır.
Bunun dışında Sosyal demokrasinin bir yaygınlık ve başarısı görülmemektedir. Burada Sosyal
Demokrasi daima örgütlü işçi hareketine ve sendikalara dayandı. Bu ülkelerde onun başarısı
olarak görülen “sosyal devlet” ise, her şeyden önce, ikinci savaşta tahrip olmuş sabit
sermayenin yeniden inşası ve Fordizmin genelleşmesine dayanan, kapitalizmin tarihinde
gördüğü en uzun yükseliş döneminin sağladığı zenginlik sayesinde bir olanak bulmuştur. Bu
partiler, uzun dalganın yükselen fazı bitince, sosyal harcamaları kısıtlama politikalarından
başka bir şey yapamadılar. O zaman da, kitleler, taklidinden ise, aslına oy vermeyi uygun
gördü ve bundan sonra İngiltere’de Teatcher’le başlayan ve bütün Kuzey Avrupa’ya yayılan
dönem başladı.
Güney Avrupa daha farklı bir yol izledi. Buraların nispi az gelişmişliği, işçilerin daha militan
bir tavrına yol açıyor ve bu da Savaş sonrasında Komünist partilerin etkisinin temelini
oluşturuyordu. Yirmi beş yıl süren kapitalist büyüme bu ülkelerde de belli bir refah
sağlayabilir duruma gelince, bu komünist partiler, bu değişime ayak uydurmak için Avrupa
Komünizmi yolundan sosyal demokratlaşmaya başlayınca, bu sefer taklidinden ise aslını
seçmek, sosyal demokrasinin işine yaradı ve çok güçsüz ve küçük Güney Avrupa sosyal
demokrat partilerinin engellenemez yükselişi başladı. Böylece Kuzey Avrupa’da Muhafazakar
iktidarlara karşılık, Güney’de sosyal demokratların (sosyalistler) iktidara geliş dönemi
başladı.
Ne var ki, sosyal harcamaları arttırarak talep yaratma ve büyümeye hız verme şeklindeki
sosyal demokrasinin kapitalizm çerçevesindeki Keynezyen politikaların yolu çoktan bitmişti.
Bu nedenle, güney Avrupa’da Sosyal Demokrasi kuzeydeki kadar olsun bir sosyal devlet
başaramadı; işsizlik arttı ve sosyal refah hizmetleri getirilmedi.
Böylece Sosyal Demokratlar ile muhafazakarlar arasındaki fark, giderek, Amerika’daki
Demokratlar ve Cumhuriyetçiler arasındaki farka benzedi. Amerika bu anlamda da kapitalist
dünyanın modeli ve idealiydi.
Güney Sosyal demokrasisini, Kuzey’den ayıran bir fark ta, Kuzeydekilerin klasik dönemde
işçi hareketi ve örgütlerine dayanmasına rağmen, Güney’de işçi sınıfının nispi zayıflığı ve
örgütlü kesiminin oranının düşüklüğü nedeniyle, işçi hareketiyle bağlarının zayıflığı, ama
buna karşılık küçük burjuvazi ve aydınlara dayanmasıydı, bu nedenle bu partilerde
kuzeydekiler kadar bile işçilerin kazanımlarını savunmak kaygısı görülmez. Hatta örgütlü İşçi
hareketine bir düşmanlık vardır.
Sosyal devleti uygulayamadığı bu güney ülkelerinde sosyal demokrasinin kullanabileceği tek
rezerv bu ülkelerdeki asker ve polis devletlerinin demokratikleştirilmesi olabilirdi. Sosyal
Demokrasi’nin bu olanakta bile çok yüzeyde reformlardan öteye gitmedi.
11
Güney Avrupa sosyal demokrasisi, Kuzey’in karikatürü ise, Türkiye’ninki de Güney’in
karikatürüdür. Onun kökleri ve dayandığı sınıflar, Güney Avrupa ülkeleri kadar olsun
“sosyal” ve “demokrat” olmasını engeller.
Türkiye’de sosyal Demokrat iddialı parti her şeyden önce devlete dayanmaktadır. Bu onun
“demokrat” sıfatının önündeki engeldir; ama aynı zamanda işçilerden ziyade liberal
burjuvalara dayanmaktadır bu da onun “sosyal”ının engelidir. Sosyal demokrasi Türkiye’de
60’lı ve 70’li yıllarının radikalleşme dalgası ve yükselen işçi hareketi bağlamında bunları
kontrol altına almak ve taşra bezirganlığı ve tekelci sermayeye karşı bir koz olarak kullanma
amacıyla ortaya atıldı. Bu yükseliş sürdüğü sürece bir sistem açısından bir işlevi oldu, ama
bunların ezilmesi aynı zamanda sosyal demokrasinin de sonunu getirdi.
Bu koşullarda sosyal demokrasiye iki hareket alanı kalıyordu. Kürtler ve Aleviler. Önce Kürt
milletvekillerine olanak sağlayarak, onları devletin kontrolü altına almayı denedi. Ama
radikalleşen Kürt hareketini kontrol edemeyeceğini görünce, karşısına geçti ve kimi ihale ve
arpalıklar karşılığı özel savaş rejiminin temel destekçisi oldu. Geriye dayanabileceği tek
Aleviler kalmıştı. Politik İslam’a Genel Kurmay CHP’den daha kararlı karşı durunca ve
Aleviliği bir şekilde bunun karşısında destekleyince CHP’nin bu olanağı da tükenmiş oldu.
Meclis dışı kalış aslında bu toplumsal temeli yitirişin hikayesidir.
Bu yenilgiden sonra, Kürtlerin ve Alevilerin ve kısmen de işçilerin, parti içinde ağırlıklarını
arttırma ve ona damgalarını vurma eğilimleri güç kazanmaya başlayınca, ve Gogol’ün Ölü
Canları gibi, hayali ve ölmüş bir milyondan fazla üyenin seçtiği delegelerin oylarıyla bu
canlanma kıpırtısı olmamışa döndürüldü.
Türkiye’de sosyal demokrat politikalar için hala güçlü rezervler bulunmaktadır. Toplumdaki
muazzam gelir farkları ve uçurum; gayrı adil vergilendirmeler vs. ekonomi alanında hareket
alanı sunmaktadır. Benzer şekilde, Kürtler, Aleviler ve işçilerin hatta büyük burjuvazinin bir
kısmı bile bu günkü Osmanlı kalıntısı, baskıcı, keyfi, devasa; tüm toplumun kanını emen
devletle gitmeyeceğini bilmektedir. Merkezi devlet yapısının zayıflatılması; mahalli idarelerin
seçilmiş yöneticilere verilmesi; resmi laiklik adlı Kemalist İslam’ın yerine gerçek bir laikliğin
getirilmesi; fikir, propaganda ve örgütlenme özgürlüklerinin sağlam hukuksal garantilere
bağlanması gibi tedbirler Avrupa’nın aksine hala sosyal demokrasiye belirli bir hareket alanı
sağlamaktadır. Bunu ise ancak radikal demokrasiyle (Kürtler) ittifak içindeki bir sosyal
demokrasi, ya da radikalliğini sosyal olanla birleştiren bir demokratik hareket başarabilir.
Birincisinde ilk raund başarısızdı, şimdi sıra ikincisinde.
03 Ekim 2000 Salı
12
Kolombus’un Yumurtası
Türkiye’de sağ “Trafik Canavarı” diye bir sahte düşman yaratmış bulunuyor. Solun kendi
“trafik canavarı” da “globalleşme”. O da aynı şekilde, temel sorunları gündemden düşürme
amacına hizmet ediyor. Sol sözüm ona geleneksel olarak, işçi ve emekçilerin haklarını
savunacak ya, bunun için IMF, “Globalleşme” ve anti kapitalist bir söylem bir demokrasi
söylemiyle birlikte götürülüyor. Ama bu ikisi arasında hiç bir organik ilişki bulunmuyor.
Dolayısıyla da bir bütünsel proje geliştirilemiyor.
Çünkü Türkiye’de ezilen emekçi yoksul insanların en yakıcı sorunlarının nedeni, kapitalizm
veya globalleşme değil, doğru dürüst kapitalist olamama ya da globalleşememe. Şu
denklemden kaçıyor Türk solu. Türkiye’de işsizliğin ve pahalılığın temel nedeni, Osmanlı
artığı devlet cihazıdır. Temel sorun orada dururken, “globalleşme” veya IMF’ye çatmak, ucuz
kahramanlıktır.
Bir an için hayali bir hükümet kurulduğunu ve peş peşe şu kararları aldığını var sayalım:
Fikir ve örgütlenme özgürlüğünü kısıtlayan bütün kanunlar iptal ediliyor. Türkçe ortak
konuşma dili olması dışında bütün dillerle eşit oluyor. Herkesin ana dilinde veya istediği dilde
eğitim hakkı tanınıyor. Osmanlı artığı valilik, kaymakamlık gibi makamlar lağvediliyor.
Yerine seçilmiş yerel yöneticiler geliyor ve bunları ancak seçenler değiştirebiliyor. Amerika
ve Avrupa ülkelerinin çoğunda olduğu gibi, emniyet güçleri bu seçilmiş yöneticilerin
kontrolüne veriliyor. Ordu sadece, donanma, radar, uçak, zırhlı birlikler gibi spesifik bilgi
gerektiren birlikler haricinde, terhis ediliyor ve küçültülüp ucuzlatılıyor. Bunun yerine
savunmaya yönelik, İsviçre’de olduğu türden her yurttaşa silah kullanma bilgisini vermeye
yönelik, bir kaç saat içinde on milyonlarca kişilik bir ordu olabilecek milis sistemine
geçiliyor. Bütün servetler bildirime zorlanıyor ve gelirler ve servetler yükselen bir merdivene
göre vergileniyor. İktisadi devlet teşekkülleri özerkleştiriliyor ve vatandaşlara eşit hisse
senetleri olarak dağıtılıyor mülkiyeti. Bir süre için onlarda çalışanların seçtiği yöneticilere
veriliyor.
En önemli bir kaçı bunlar olabilecek bir kaç değişiklikle, bir anda Türkiye’nin çehresi kökten
değişir. Kopenhag kriterleri, işkence vs. birden gündemden düşer. Devletin gelirleri muazzam
artacağı ve giderler muazzam azalacağı için, enflasyon derhal düşer. Fark büyük ölçüde yeni
yatırımlara ve sosyal hizmetlere (eğitim, sağlık vs.) yöneltilir. Hatta vergiden muaf alt gelir
gruplarını büyütmek ve en adaletsiz vergi olan dolaylı vergileri azaltmak ve yaşam düzeyinde
derhal hissedilebilir iyileştirmeler bile mümkün olabilir. Yeni yatırımlar yeni iş alanları,
işsizliğin azalması demektir. Bütün bunlar toptan sanayii yeni yatırımlara yöneltecek talep de
demektir. Toplumdaki zengin ve fakir arasındaki uçurumun kısmen kapanması ve bu eğilimi
göstermesi, bu günkü çürümenin de bir gerilemeye girmesi demektir.
Ama en önemlisi, bu ülke derhal bölgedeki bir örnek ülke olur. Tıpkı doğu Avrupa ülkelerinin
13
Avrupa birliğine katılmak istemeleri gibi, bütün komşularında, bu ülkeyle birleşme eğilimleri
güçlenir. Sadece şu göz önüne getirilsin. Bu ülkenin her türlü özgürlükleri yaşayan ve refah
içindeki Kürtleri, diğer ülkelerdeki Kürtler için müthiş bir çekim gücü oluşturur. Ayrıca böyle
bir örnek, bölgedeki diğer ülkelerin de benzer reformlara gitmesinin yolunu açar. Komşularla
çıkmaz sokağa benzeyen hudutlar ticaret yollarına dönüşür ve bütün bölge ekonomisine
canlılık ve zenginlik getirir. Bu da yakınlaşmaları güçlendirir.
Peki bu programın taraftarları kimler olabilir? Öncelikle bütün emekçiler, ezilen uluslar ve
azınlıklar. Ama sadece bunlar değil, Türkiye’nin Kapitalistlerine de yarar bunlar. Hem
ekonomik olarak yeni ufuklar ve karlar demektir hem de ordunun vesayetinden kurtulup,
emekçileri kendi zafer arabasına bağlayacak bir tarihsel fırsat demektir.
Peki kimdir buna karşı olanlar? Türk Ordusunun kendi egemenliğini ve çıkarını ulusun
çıkarıymış gibi gösteren önemli bir bölümü. Ancak, ordunun önemli bir kesimi bile, özellikle
alt tabakalar böyle bir programı destekleyebilir ve en azından tarafsız kalabilir böylece
tepedekilerin orduyu böyle bir plana karşı sürmesini engelleyebilir. Bu projenin en büyük
düşmanları bu günkü vurguncu sistemden yaşayanlar olacaktır. Zaten bunlar ve özel savaş
rejimi iç içe geçmiş bulunmaktadır.
Böyle bir değişikliğe bölgedeki bütün devletler karşı olur, çünkü dayandıkları temelleri
tehlikeye atacak kötü bir örnektir bu. Amerika ve Avrupa ise böyle istikrarlı ve güçlü bir
müttefiki ve daha geniş bir pazarı bir yandan ister ama diğer yandan, bu artık kontrol dışı
bağımsız bir güç demek olacağından istemez. Hele, savunmaya yönelik, bugünkü orduyu
tasfiye eden yeni sistem hiç işine gelmez. O zaman Türkiye, bölge ülkelerine karşı bir silah
olarak kullanılamaz.
Demek ki, bu günkü orduyu olduğu gibi korumak ve milyarlarca liralık silah siparişleriyle
daha da güçlendirmek isteyenler, diğer devletlerdeki gerici rejimler ve ABD v e Avrupa ile
çıkar ortaklığı içindedir. Bunlar birbirlerinin varlığına haklılık kazandırmaktadırlar.
Bunu yapacak muhalefet niye şekillenemiyor? Türk Sosyalistleri iktisadi eşitliğin
bayraktarlığına soyunurken, bunun demokrasiyle bağını koparıyor, devlete değil soyut bir
“globalizme”, “yeni dünya düzeni”ne yöneliyor. Kürt demokratik hareketi ise, kendi
demokratik talepleri ile işsizliğin ve pahalılığın giderilmesi arasındaki bağı kuramıyor.
Böylece tüm toplumun en geniş kesimlerini kucaklayacak bir program geliştirilemiyor.
Burjuvazi korkaklığı, işçiler demoralizasyon ve perspektifsizliği, Kürtler de kapitalizm öncesi
kültürün ağırlığı nedeniyle böyle bir program geliştiremiyor.
Böyle bir program sosyalizm değil, kapitalizmdir ve başarısı halinde toplum sosyalizmden
uzaklaşır. Buna rağmen sosyalistlerce desteklenmelidir.
17 Ekim 2000 Salı
14
Tarihin Laneti
Kıta Avrupa’sı ve İngiltere arasındaki gelişim zıtlıkları, Balkanlar ve Anadolu’daki gelişim
zıtlıklarına benzer. Avrupa’da Kapitalizm ya da burjuvazi, önce Hıristiyanlık içinde,
Püriten/Protestan mezhepler biçiminde eğilim ve çıkarlarını yansıttı. Ne var ki, bu Burjuva
muhalefetin kaderi, Kıta Avrupa’sı ve İngiltere’de farklı yollar izledi. Püritenlik İngiltere’de
iktidar olurken, aynı Protestanlar Fransa’da, Sen Barthelmi katliamlarında bire kadar kılıçtan
geçiriliyordu. (Doğan burjuva dünyasının Osmanlı’ya sığınan Kılıç artıklarının, Hügontların,
Osmanlı modernleşmesindeki etkileri ayrıca incelenmeye değer bir konudur.)
Bu modern, burjuva ruhun katledilmesinin sonucu, Avrupa’da burjuva gelişiminin yüz yıl
gecikmesi oldu. İngiltere 1688’lerde burjuva devrimini yaparken, Fransa aynı devrimi
1789’da yapabiliyordu.
Ama devrimin şiddeti birikimin ölçüsünde sert oldu, Katoliklik adına Protestanları kesenler,
yüz yıl sonra Hıristiyanlığı tasfiye edip önce akıl dini önerecekler, sonra da en azından dini
politik alanın dışına iteceklerdi.
Balkanlar ve Anadolu’nun tarihsel kaderi bu tarihsel sürece paralellik gösterir. Fransız
ihtilalinden yüz yıl sonra, Osmanlı’nın Müslüman devlet kastlarının kapitalizm öncesi
dünyasına karşı, Balkanların Hıristiyan kapitalizmi, tıpkı İngiltere adalarında, Prütenliğin
zafer kazanması gibi, zafer kazandı ve Osmanlı egemenliğini ve Müslümanlığı balkanlardan
süpürdü. Müslüman kapitalizm öncesi ise, bunun rövanşını Ermeni katliamları ve Rumların
temizlenmesiyle, yani burjuva ve modern olan her şeyin tasfiyesiyle Anadolu’da aldı. Ermeni
ve Rumların Anadolu’dan tasfiyesi, Sen Barthelmi’nin Anadolu’daki paralelidir.
Bu nedenle Anadolu Balkanları yüz yıl geriden izler. Balkan ülkelerinin bu günkü durumu
kimseyi yanıltmamalıdır. Bu ülkeler İkinci Dünya savaşından sonra Sovyet işgal bölgesinde
kalmasalardı, en azından şimdiki Yunanistan’ın gelişmişlik ve zenginlik düzeyinde
bulunurlardı. Örneğin Bükreş’e yüzyılın başında, “Doğu’nun Paris’i” deniyordu, Panait Istrati
gibi yazarlar ve başka Bolşevik partisinde çalışan uluslararası Marksist teorisyenler
yetiştirebiliyordu o zamanlar Romanya.
Batı Avrupa’da burjuva muhalefeti dinsel biçimde var olmuştu, Avrupa’nın doğusunda ise
aynı muhalefet, modern çağın dini olan ulusçuluk biçiminde ortaya çıktı. Balkan uluslarının
kuruluşu, Protestanlığın zaferine denk düşüyordu; Anadolu’da Rum ve Ermeni ulusçuluğunun
tasfiyesi ise, Protestanların katledilmesine. Ama Kıta Avrupa’sında Protestanlığı katledenler
nasıl yüz yıl sonra tümüyle Hıristiyanlığı yok etme, bir akıl dini geçirme ve sonra da en
azından dini politik alının dışına atma zorunda kaldılarsa, Anadolu’da Ermeni ve Rum
ulusçuluğunu katledenler, ulusçuluğu, ulusu dil, kültür ve etni olarak tanımlayan klasik
biçimiyle yok etmek, bütünüyle hukuki bir ulusçuluk kurmak zorunda kalacaklardır. Patlama
birikimin ölçüsünde derin olacaktır. Kürt hareketinin el yordamıyla yaptığı, tarihin bu emrini
15
yerine getirmekten başka bir şey değildir.
Burjuvazinin tasfiyesi, Türkler ve Müslümanlar için aynı zamanda bir modernleşme,
uluslaşma, burjuvalaşma anlamına da gelmiştir. Yani Türk burjuva devrimleri, burjuvaziye
karşı, kapitalizm öncesi Osmanlı’nın devlet sınıfları tarafından güdülen, burjuvaziyi tasfiye
eden, kapitalizm öncesi sınıf ve ilişkileri güçlendiren burjuva devrimleridir. Tarihin laneti
budur.
Görmesini gören gözler bilir. Tasfiye edilen Rum ve Ermeni burjuvazisinin malları, Türk ve
Kürt ağaların ve tefeci bezirganların servet ve sermayeleri, ya da Osmanlı’nın ruhu devletin
daireleri olmuştur.
Böylece yıllarca, Modern Ermeni burjuvalarının mallarına konmuş feodal ağaların
kontrolünde, ortaçağ karanlığında, bezirgan partilerin oy deposu oldu Kürtler. Aynı durum
aşağı yukarı Anadolu’nun bütün bölgeleri için de geçerliydi. 12 Eylül bile hala, Büyük
şehirlerdeki sola yatkın işçi oylarını dengelemek için, Kürtlerin yoğun olduğu bölgelere daha
fazla temsilci veriyordu.
İşte bu denge alt üst olmuş bulunuyor. Kürtler adeta toplu olarak, var olan sistemin karşısına
geçmiş bulunuyor. HADEP’in oyları silme götürmesinin anlamı budur. Egemen sistemin
Kürtler içinde, maaşlı koruculardan başka dayanağı kalmadı.
Normal bir parlamenter işleyiş için, Kürtler içinde bir toplumsal temel bulmak, korucuları,
ağaları, aşiretleri bir yana iterek, modern Kürt burjuvazisiyle tekrar bir ittifak sistemi kurması
gerekir Türk burjuvazisinin. Ama bunun yapılabilmesi, Kürt ve Türk burjuvazisinin eşit bir
partner olarak iş birliğine girmesi, bu günkü ordunun vesayeti, egemen ideoloji ve
politikalarla olamaz. Durum değişmedikçe, burjuvazinin egemenliği için gerekli bir normal
parlamenter sistem işleyemez. Bu durumda ordunun ağırlığı giderek dayanılmaz olmaya
devam edecektir.
Eski sistem, sanki Susurluk, bankalar, çeteler günah tekeleriyle ellerini yıkayıp yeniden
yürüyebilecekmiş gibi görünüyor. Kimi Partilerin biçimsel değişmeleriyle, makyajlarla, hatta
Kürtçe radyo ve televizyon ile varlığını sürdürebilirmiş gibi görünüyor. Yürüyemez.
Toplumdaki ve sınıf ilişkilerindeki derin değişiklik eski politik sistemle götürülemez.
İdeolojisi, partileri, ordusuyla bu günkü sistem, ne kadar makyaj yapılırsa yapılsın, Kürt
burjuvazisinin desteğini sağlayacak bir politik biçim bulmadıkça bunalımlardan çıkamaz. Bu
politik sistemin tasfiyesi için ise, büyük kitlelerin aktif eylemi gerekir. Tarihin lanetine ancak
büyük kitle hareketleri son verebilir.
Yüz yılın başında Osmanlı devlet sınıflarının işbirliği ile Hıristiyan kapitalizmini tasfiye
ederek tarihin lanetine uğrayan Müslüman Türk ve Kürtler şimdi bu lanetten kurtulmak için,
kendi 1789’larını yapmak durumundalar. Ama çok elverişsiz koşullarda. Burjuvazi korkak,
İşçiler tarihin en büyük yenilgileriyle dünya çapında bir demoralizasyon, programsızlık,
yönelimsizlik içindeler. Kürt hareketi yapayalnız. Bu günkü hareketsizlik ve çürüme kimseyi
yanıltmamalıdır. Unutmamalı en güzel çiçekler bataklıklarda yetişir.
20 Kasım 2000 Pazartesi
16
Stalinizm ve Kemalizm
Stalinizm ve Kemalizm arasında en kaba gözlemcinin bile dikkatini çekecek paralellikler
vardır. Bu paralellikler onların öze ilişkin kimi ortaklıklarının yansımasıdır.
Her ikisi de, varlıklarını borçlu oldukları sınıfların zayıflığı temelinde, bu sınıfların
demokrasisine karşı, bürokrasinin bir karşı devriminin adı ve ideolojisidir. Celladı oldukları
devrimlerin vasiyetini, tıpkı Napolyon ya da Bismark gibi yukardan ve diktatörce yöntemlerle
uygularlar. Bu nedenle Bonapartist bir karakterleri vardır.
Stalinizm, Ekim devriminden sonra, muazzam bir köylü ülkesinde işçi sınıfının küçüklüğü ve
uzun iç savaş ve müdahale yıllarında fiilen yok oluşuyla pekişen zayıflığı temelinde egemen
olmuştur.
Kemalizm, Türk ve Müslüman burjuvazinin güçsüzlüğü, korkaklığı ve cılızlığı temelinde.
Türkiye'de elbette adam gibi bir burjuva devrimi görülmedi ama "Kurtuluş Savaşı"na
karikatür de olsa burjuva demokratik devrim olarak bakılırsa, paralellikler daha çarpıcı olur.
Ekim Devrimi ve izleyen ilk bir kaç yılın Türkiye burjuva devrimindeki karşılığı, Osmanlı
ordusunun fiilen çöktüğü, iktidarın silahlı çeteler ve Ankara'daki Türkiye Büyük Millet
Meclisinde bulunduğu, Çerkez Ethem'in tasfiyesine kadar olan dönemdir. Çerkez Ethem ve
Kuvayı Milliye çeteleri, bir bakıma, Lenin-Troçki ve iç savaşın Kızıl Ordusunun karşılığıdır.
Çerkez Ethem'in tasfiyesi, Ali Fuat Cebesoy'un Batı Cephesi komutanlığından alınıp
Moskova'ya elçi yapılması, Mustafa Suphi'lerin öldürülmesi ve iktidarın giderek Mustafa
Kemal'in etrafındaki asker ve sivil bürokratların elinde toplanması ile karekterize olan dönem,
Lenin'in hastalığıyla birlikte başlayan Devrimin ve Devrimi yapan önderlerin tasfiye edilmeye
başlamasının karşılığıdır. Zinovyev, Kamanev, Buharin'lerin Türkiye'deki karşılıkları Kazım
Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay gibi tiplerdir. Rusya'da Kirov'un öldürülmesi
bahanesiyle 30'lu yıllardaki temizliklerin karşılığı, İzmir suikastı bahane edilerek yapılan
idamlar ve daha sonra Takrir-i Sükun'dur.
Paralellikler burada bitmez. Bir zamanlar bütün sosyalist kuşakların temel eğitim kitabı; karşı
devrimin resmi devrim tarihi olan ve Stalinin Rus devrimindeki yerini olağanüstü büyütüp
gerçek devrim kahramanlarını tarihten silen SBKP Tarihi'nin Türkiye'deki karşılığı, "Kurtuluş
Savaşı"nın kahramanlarını tarihten silen ve Mustafa Kemal'in yerini, sonra elde ettiği
noktadan yeniden yazan Nutuk'tur, ve tıpkı SBKP tarihinin resmi devrim tarihi olması gibi
Türk "Kurtuluş Savaşı"nın resmi Tarihi olmuştur.
Kişilikler bile benzer. Stalin Bolşevik Partisinin, en yeteneksiz üyelerinden biridir, kimse onu
ciddiye bile almaz; Mustafa Kemal de Osmanlı ordusunun en yeteneksiz generallerinden
biridir kimse onu ciddiye almaz. Askeri ve siyasi bakımdan hiç bir göz alıcı başarısı yoktur.
Her ikisi de, başlangıçta çok güçsüzdür, çatışan taraflar arasındaki dengelerle ayakta durmaya
17
çalışırlar. Ama her ikisi de, en sıradan, ortalama tiplerden, kendilerine bağlı bir bürokratik
avadanlığı adım adım oluştururlar. Hatta içkicilikleri ve en önemli kararları, akşamları bir
yığın kapıkulunun sofra ahalisini oluşturduğu içki sofralarında almaları bile aynıdır.
Devrimci Yükselişin ön çıkardığı önderlerin sonraki kaderi bile benzer. Çerkez Ethem ve
Troçki sürgünde "hain" damgasıyla ölürler. Tarihten isimleri ve resimleri silinir.
Elbette bu paralellikler, birisi orijinal bir işçi devriminin, diğeri ise karikatür ve suyunun suyu
bir burjuva devriminin kıyaslamasının olanak sunduğu ölçülerdedir. Fransız devrimi de
benzer paralellikleri sunar. Jakoben iktidarının karşılığı, Çerkez Ethem ve TBMM Hükümeti
dönemidir. Thermidor karşı devrimi, Çerkez Ethem'in, yani silahlı köylü ordusunun
tasfiyesidir; Napolyon'un imparatorluğunu ilan etmesi ise, Mustafa Kemal'in Cumhuriyet'i
ilan ederek, fiili padişahlığını başlatmasıdır.
Ne var ki, Kemalizm, ekim ya da Fransız devrimi gibi, dünya tarihindeki en büyük
devrimlerin ardından gelen bir karşı devrim değildir. Daha baştan bürokratik bir yozlaşma
özelliği taşıyan, hiç bir zaman gerçek bir sosyalist demokrasi ve işçi iktidarının yaşanmadığı,
Tito'nun, Mao'nun yaptıklarına benzeyen bir yanı vardır Kemalizm'in. Eğer onlar, daha baştan
bürokratik bir çarpılma içindeki işçi sınıfının son derece zayıf olduğu ülkelerdeki sosyalist
devrimler olarak tanımlanırsa, Kemalizm de burjuvazinin son derece zayıf olduğu bir ülkede,
daha baştan bürokratik bir çarpılma içindeki burjuva devrimidir. Her ikisinde de daha
başından beri o sınıfların gerçek demokratik iktidarları hiç olmamıştır. Bu bakımdan onların
dayanmayı hedefledikleri veya temsilcisi gibi davrandıkları sınıfların, orijinal iktidar biçimleri
ve örnekleri farklılıklar onların ideallerini ve gelişimlerinin de farklı olmasına yol açmıştır.
Var sayalım ki, Rus devrimini bir karşı devrim izlemese ve işçilerin iktidarı ve sosyalist
demokrasi var oluşunu sürdürebilse, Mao'lar, Tito'lar, böyle bir sosyalist demokrasiye
geçmeyi hedef alırlardı. Ama bir yanılsama sonucu örnek aldıkları, sosyalist bir demokrasi ve
işçi iktidarı değil, bürokrasinin diktatörlüğü olduğu için, daha baştan var olan çarpılmışlık
azalmamış, aksine pekişmiştir ve örneğin sosyalist bir demokrasi hiç bir zaman söz düzeyinde
bile hedef olmamıştır.
Buna karşılık, Kemalizm'in örneği olan kapitalist ülkelerde, genellikle burjuva demokrasisi
olduğundan, Kemalizm, bir Mao veya Tito'nun bir sosyalist demokrasi hedefi olmamasının
aksine, bir burjuva demokrasisi hedefine sahip olmuştur. Bu Serbest Fırka gibi deneyleri; çok
partili hayata geçişi mümkün kılmış ve Kemalizm'e Stalinizm'den daha büyük bir esneklik,
dolayısıyla da uzun yaşama olanağı sağlamıştır.
Bu gün Stalin'in heykelleri yıkılmasına rağmen, Atatürk'ün heykelleri hala ayakta
durabiliyorsa, bunun nedeni, kazanan sınıfın tarafında olmanın yanı sıra, gösterebildiği bu
esnekliktir.
Ne var ki, bu esneklik sınırlarına gelmiş görünmektedir. Genel Kurmay artık kendisini bu
kadar uzun ömürlü kılan, Atatürk veya İnönü veya 27 Mayıs'ın gösterdiği esnekliği
gösterememektedir. Çünkü Türkiye'de modern sınıfların gelişmişlik düzeyi ve Kürt
Demokratik hareketinin yükselişi, bunun toplumsal ve sınıfsal temellerini yok etmiştir. En
18
küçük bir esnekliğin, fiili iktidarın elden gitmesine yol açacağını görmektedir. Bunun sonucu
olarak, Batılılaşma ve Demokrasi tarihsel bir hedef olmaktan çıkmakta, bir stratejik ve
jeopolitik zorunluluğa indirgenmiş olmaktadır Genel Kurmay'ın Avrupa Topluluğu
bağlamında belirttiği gibi. Bir ideal olarak batılılaşma ve demokrasi vurgusunun yerini;
demokrasiden hiç söz etmeyen bağımsızlık vurgusu almakta ve bir zamanlar nasıl sosyalizmi
savunmak, her türlü demokratikleşme çabasına karşı, bürokrasinin iktidarını korumanın bir
aracı idiyse, Türk Genel Kurmayı için de şimdi Bağımsızlık aynı fonksiyonu görüyor.
İşin ilginci, bu onu giderek, hiç bir zaman bir demokrasi hedefi olmayan Stalinizm'e
yaklaştırıyor. Batılılaşma hedefinin terk edilmesi, bağımsızlık vurgusunun ardında gizleniyor.
Kemalistler, şimdi de "Komünist" ve "bağımsızlıkçı" olurlarsa kimse şaşırmasın. Aslında,
Aydınlık ve İşçi Partisi'nin böyle öne çıkarılması bunun bir ifadesi. Kemalizm, kendini
ölümden kurtaracak son silahı Stalinizm'de buluyor. Stalinistler ise, demokratikleşmeye karşı
Kemalist bürokrasinin direnişini ve bu direnişin ihtiyacı olan ideoloji ve politikanın
kendilerinde bulunması ve bu nedenle öne çıkarılmalarını, Ordu'nun anti emperyalist ve
Ulusal kurtuluşçu güçlerinin etkisinin artması ve bu geleneğe dönüş gibi görüp göstererek, bu
kastın egemenliğini sürdürmesi için gerekli ideolojik ve politik desteği sağlıyorlar. Kemalizm
ölümünü engelleyecek son ideolojik ve politik silahları ölmüş Stalinizm'de arıyor.
Stalinizm ise Kemalizm'de ölümden sonraki bir diriliş.
19 Mayıs 2001 Cumartesi
19
Kemalizm, Stalinizm, PKK vs. Üzerine
Amaç Stalinizm Üzerine Bir Tartışma Değildi
Günlük Notlar'ın bu sekizincisi "Demokratik Cumhuriyet, Sosyalistler ve Kürt Ulusal
Hareketi" başlıklı geçen yazının devamı olması gerekiyordu. Fakat yine aynı konuyla ilgili
sayılabilecek "Stalinizm ve Kemalizm" yazısına gelen tepkiler tekrar bu konu üzerinde
durmanın gerekli olduğunu gösteriyor. Bu nedenle bu yazıda "Demokratik Cumhuriyet,
Sosyalistler ve Kürt Ulusal Hareketi" yazısına kısa bir ara vererek Stalinizm ve Kemalizm
konularına tekrar girelim.
Stalinizm ve Kemalizm yazısını kimileri, Stalinizm konusunda bir tartışma başlatma çabası
olarak değerlendirdi. Böyle bir amaç yoktu.
Neden yok? Birincisi Türkiye sosyalist hareketinin eski kuşaklarının böyle bir ideolojik
tartışma içinde fikir değiştirmesi söz konusu değildir. Bunun için çok yaşlıdırlar. Kaldı ki,
belli bir görüşle dünyaya gözlerini açanların o görüşün yanlışlığını anlamaları büyük devrimci
kabarışlar ya da büyük hayal kırıklıkları gerektirir. Ortada artık hayalleri olmadığı için hayal
kırıklıkları da yaşaması mümkün olmayan, günlük politikanın ayrıntıları arasında genel ve
temel sorunlara zerrece ilgi duymayan eski kuşaklar var. Ve ortada böyle temel sorunlara
ilişkin tartışmaları kışkırtacak bir devrimci kabarış yok. Bu nedenle eski kuşaklar bakımından
böyle bir tartışmayı açmaya çalışmak bir anlam taşımaz.
Yeni kuşaklar ise dünyaya gözlerini duvarın yıkılışıyla açmışlardır. Bu gibi sorunlar onlara
çok uzak görünür. O tarihin sonuçlarının hala bu günkü çıkmazların nedeni olduğunu
anlayamazlar. Onların böyle sorunlara ilgi duymasını gerektirecek bir devrimci kabarış da
olmadığı için, onların zaten hiç ilgisini çekmez. Zaten onlara o dönemin olayları çok
yabancıdır.
Gelecek ve Geçmişin Dili
Bunun yanı sıra toplumsal mücadelelerin tarihine ilgi de duymazlar. Tarih onlar için bir an
önce unutulması gereken kabus gibidir. Bu nedenle tarihten öylesine kopukturlar ki, bu günü
geçmişin diliyle konuşma yeteneği bile gösteremezler. Tarih ilgilerinin dışında olduğu için de
büyük toplumsal alt üstlükleri yapanların daima geçmişin diliyle konuştuğunu bile bilmezler.
Geleceğin geçmişin diliyle konuştuğunun farkında değildirler. Muhammet İbrahim'in diliyle
konuşuyordu. Fransız devrimcileri Roma cumhuriyetinin. Rus devrimcileri Fransız
devriminin ya da Paris Komünü'nün.
Ama bu gün Türkiye'de hiç kimse hiç bir devrimin ya da geçmişteki bir dönemin diliyle
konuşmuyor. Türkiye'de örneğin 60'lı ve 70'li yılların kabarışlarında insanlar, geçmişin diliyle
konuşuyorlardı. Ya Türkiye tarihi ile bağlantılar kurup "Birinci Kurtuluş, İkinci Kurtuluş"
20
diyorlardı veya örnek aldıkları Rus veya Çin devriminin diliyle konuşmaya çalışıyorlardı. Bu
gün bakıldığında anlaşılmaz ve saçma gelecek bu tartışmalar aslında, daha geniş bir tarihsel
perspektiften bakıldığında, bir değişim ve devrimci kabarış döneminin ifadesiydi. İnsanlar
içinde bulundukları olaylar mahşerinde kendilerinin yönünü yitirmesini engelleyecek bir
referans noktası arıyorlardı bu geçmişin diliyle konuşmalarında. Taklit ve analoji öğrenmenin
başı değil midir?
Bu gün ise, insanların konuştukları bir geçmiş ve onun dili yok, bu ise onların bir geleceği de
olmadığını gösteriyor bir anlamda. Çünkü bu aynı zamanda genelleme yeteneğini yitirmişlik
de demektir.
Bütün bunlar bir yana, Stalinizm üzerine bir tartışma yeni kuşaklara da hiç bir şey ifade
etmez. O dinazonların dili gibi görünür onlara.
Bu gibi nedenlerle, amaç böyle bir tartışma açmak değildi. Türkiye politikasındaki yeni bir
eğilime dikkati çekmekle bu eğilimin tarihsel köklerini vurgulamakla ve Türk solunun politik
olarak bulunduğu durumu açıklamakla ilgiliydi. Yani doğrudan aktüel politik konumlanışlarla
ilgili bir yazıydı.
Aktüel Politik Durum'la Bağlantı
Örneğin "Emek Platformu" var. Bütün vurgusu kapitalizme ve emperyalizme ama Genel
Kurmayın egemenliğine karşı onu zayıflatacak bir şey yoktur. Aksine bilerek veya bilmeyerek
bu egemenliğin kendini korumasına hizmet etmektedirler. Açın Evrensel'i, açın Komünist'i,
açın bu günün en radikal görünen hareketi THKP-C görüşleri paralelinde yayın yapan Vatan'ı.
Hepsinde bir anti emperyalizm ve milli çıkarları savunma edebiyatının arkasında Türkiye'nin
en can alıcı sorununun; iktidarın yurttaşların seçilmiş temsilcilerinin elinde bulunması ve bu
günkü pahalı, baskıcı, bürokratik, militer devlet cihazının tasfiyesinin ikinci plana itilmesi
vardır. Bu, toplumsal muhalefetin yanlış hedeflere yönelmesine yol açmakta hatta onu kendi
gücünü kendine karşı kullanır duruma getirmektedirler, yani bu günkü genel kurmay
iktidarının destekleri durumuna.
Bu destek durumu Aydınlık'ta zirvesine ulaşmakta. Keza ordu da Aydınlığı açıktan
desteklemekte. Televizyon programlarında Aydınlık, namı diğer İşçi Partisi temsilcileri,
ulusal çıkarların savunmasını yapan taraf olarak prezante edilmektedirler. Kemalizm bu sıfır
numara stalinist partide ve onun politikasında gerçek bir müttefik bulmaktadır. Kimi Türk
ordusu subaylarının da son zamanlarda Mao'nun Uzun Yürüyüşünün kendilerinde de yankılar
yaratmış olduğundan söz etmesi basit bir diplomatik nezaket olmasa gerek.
İşte yazı Türk solunun bu durumu ile Kemalizm arasındaki bu zımni ve / veya fiili iş
birliğinin sadece rastlantısal olmadığı; aralarında bir gönül yakınlığı (wahlverwandshcaft)
bulunduğu ve bunun da kökenindeki tarihsel ve sosyolojik paralelliklerle kolaylaştığı tezini
geliştiriyordu. Ama bu tezi geliştirmek için de elbette Stalinizm ve Kemalizm'in belli bir
analizine dayanıyordu. Bu analiz unutulmuş ve bilinmez olmakla birlikte, klasik Marksist
analizdir ve öyle olağanüstü bir orijinalliği de yoktur.
Ama madem ki, bu konu bir kere gündeme geldi. Şu Stalinizm, Kemalizm konularını bir ele
21
alıp bu alandaki muazzam kafa karışıklığını kısaca göstermeye ve mümkün olduğunca bu
karışıklıkları gidermeye çalışalım. Birbiriyle çelişkili gibi görünenlerin nasıl özdeş; özdeş gibi
görünenlerin nasıl çelişkili olduğunu görelim.
22
Kemalizm ve Bonapartizm
Kemalizm'den başlayalım. Kemalizm kavramı sadece bir ideolojiyi tanımlamak için değil,
aynı zamanda bir toplumsal sistem ve o sistemi sürdüren güçlerin karşılığı olarak da
kullanılmaktadır. Bu farklı içeriklerin aynı kelimeyle karşılanması bir çok karışıklıklara da
yol açmaktadır.
Bir siyasi rejim olarak, Kemalizm, Bonapartizmin Türkiye versiyonudur. Korkak ve cılız bir
burjuvazinin yerine devletin bağımsız bir güç gibi davranarak, modern burjuva dönüşümleri
tepeden gerçekleştirmesidir. Buna Alman Bonapartizmi olan Bismarkizmin alaturka
versiyonu da denilebilir.
Ama Bonapartizm devletin sınıflardan bağımsızmış gibi hareket etmesi olarak
tanımlandığında, o farklı tarihsel dönem ve sınıfsal ilişkileri de ifade eden bir kavram olur.
Modern sınıflardan birinin artık yönetemeyip diğerinin henüz yönetemediği veya sınıflar arası
çatışmanın birinin üstün gelmesine yol açmayacak bir denge durumunda ortaya çıkan
Bonapartizmler vardır. Örneğin, birincisinin yeğeni olan Üçüncü Bonapart'ın iktidarı
Burjuvazinin artık yönetemediği, işçilerin henüz yönetemediği bir durumun Bonapartizmidir.
Almanya'da faşizmin arifesindeki Brüning, Papen hükümetlerinin ise sınıf dengelerine
dayanan Bonapartist bir karakteri vardır.
Ama klasik Bonapartizmin esas karakteri halkın ve kitlelerin inisiyatifi ve örgütlülüğünün
parçalanıp, yerini devletin almasında kendini gösterir. Bu nedenle Bonapartizm genellikle
devrimci kabarışların bastırıldığı ve yatağına çekildiği dönemlerde güç kazanır. Birinci
Napolyon imparatorluğunu 1793'ün yıkıntıları üzerinde ilan edebilmişti. Üçüncüsü de 1848
devriminin. Bismark da öyledir. 12 Eylül rejiminin de Bonapartist bir karakteri vardı. 70'lerin
ortalarından sonra yükselen devrimci kabarışın başarısızlığı, yorgunluk ve faşistlerle
devrimciler arasındaki savaşın denge durumu onu mümkün kılabilmişti.
Jakobenizm ve Bonapartizm
Bu da bizi Jakobenizm ve Bonapartizm konusuna getirir. Türkiye'de en az bilinen ve en çok
karıştırılan konulardan biri de budur. Bu vesileyle, Jakobenizm ve Bonapartizm konusundaki
korkunç kafa karışıklığına biraz değinelim.
1980'lı yıllarda "sivil toplumcu"lar, kendilerini Jakobenizme karşı tanımladılar bir
Bonapartizme karşı değil. Böyle yaparak aslında gerici özlerini, devrimci geleneklerle hiç bir
ilişkileri olmadığını ima ediyorlardı. Ve bunu yaparken Bonapartizmi Jakobenizm olarak
tanımlıyorlardı. Yani devletin yukarıdan yaptığı zorlu modernleşmeyi. Böylece eski devrimci
gelenekleri bilmeyen kuşakların kafasında bir Jakobenizm düşmanı oluşuyordu. Bunlara göre
Atatürk de Jakoben'di Stalin de Jakoben'di, 27 Mayıs da Jakoben'di. (Bu yaklaşımın kökleri
de, 1968'de Çekoslovakya müdahalesinden sonra sağa kayan Doğu Avrupalı aydınların
23
ideolojik evrimleri, Wajda'nın Danton gibi filimlerine kadar gidiyordu. Ama bu ayrı bir
konu.)
Böylece bütün kategoriler alt üst oldu. Bütün dünya tarihindeki Jakobenizmin katillerine
Jakoben damgası vurulmuş oluyordu.
Jakobenizm Marks'ın deyimiyle, burjuva tarihsel görevlerin avam yöntemleriyle, yani
Paris'teki donsuzların, baldırı çıplakların yöntemiyle yapılmasıdır. Yani modern proletaryaya
değil genel olarak yoksul köylü ve şehirli tabakalara dayanır. Bu tabakaların eğilimlerini ifade
eder, bunların toplumsal hareketlerinin ifadesidir.
Devrimci kabarışlar çoğunlukla, radikal demokrasiyi, devrimci demokrasiyi öne çıkarır, bu
nedenle devrimci dalganın yükselmesi demek, Jakobenizmin yükselmesi demektir. Buna
karşılık devrimci dalganın geri çekilmesi, yenilgiye uğraması demek ise Bonapartizmin, karşı
devrimin yükselmesi demektir. Bu gidişi hemen hemen bütün modern tarihte görmek
mümkündür.
Tarihsel Paralellikler ve Anlamları
Birinci Paris komünü (sanılanın aksine iki tane Paris komünü vardır. Biri 1791-93 diğeri
1871'dir) bir Jakoben iktidarıdır. İktidarda, Jakoben klüplerinde örgütlenmiş Paris'in
donsuzları, yoksulları vardır. Robespiyer, Mara bu dönemin en bilinen isimleridir. Daha
sonra, Thermidor ile karşı devrimin yükselişi başlar ve Napolyon'un kendini İmparator ilen
etmesine kadar varır.
1848 devriminin yükselişi yine bir tür jakobenizmi yükseltir. Ama artık şehir proletaryası
güçlendiği için, Jakobenizm fiilen sosyalist ve işçi hareketi olmaktadır. Bu devrimin yenilgisi
de bu sefer Üçüncü Napolyon'un hükümet darbesine, kendini imparator ilan etmesine ve
Bonapartist diktatörlüğüne yol açar.
Rus devrimi de benzer akibetten kendini kurtaramaz. Devrimci kabarışın öne çıkardığı
Bolşevik partisi bir bakıma Rus Jakobenizmidir. Bu Jakobenizm artık tümüyle sosyalist bir
karakter almış ve Bolşevizm adını almıştır. Ama devrimci dalganın gerileyişiyle birlikte Rus
Bonapartizminin yükselişi başlar. Bunun adı da Stalinizmdir.
Tabii ne Bonapartlar ne de Stalin'ler mezarını kazdıklarına açıktan karşı çıkmıyorlardı, bizzat
celladı oldukları devrimin bayrağını kullanıyorlardı. Napolyon'un imparatorluk kemeri,
Fransız devriminin üç renkli bayrağıydı. Stalin de Leninizm bayrağıyla, Bolşevizm bayrağıyla
Leninizm'i ve Bolşevizm'i yok ediyordu. Bu bakımdan yeni bir şey de yoktu. Kilise orijinal
Hıristiyanlığın devrimci yükseliş döneminin anlayış ve geleneklerini sürdüren Hristiyan
Katarları, İsa ve Hıristiyanlık bayrağıyla yok etmişti. Muaviye Kuran'ı askerlerinin
mızraklarına taktırmıştı. Bu paralellikler de rastlantısal değildir. Muaviye de antik tarihin
Bonapartı veya Stalinidir. İlk İslam demokrasisini ve yoksul Ali'de ifadesini bulan Mekke
plebliğini tasfiye eder. Cumhuriyeti iptal edip, kendi soyuna dayanan egemenliği kurar.
Aynı paralellik Türkiye Tarihinde de görülür. Hobsbawm'ın "Sosyal İsyancılar" dediği aslında
silahlı halktan başka bir şey olmayan Çeteler, Çerez Ethemler vardır ilk devrimci
24
demokrasinin yükseliş döneminde. Bütün eşraf isyanlarını bastırırlar. Solun ve kitlelerin
inisiyatifinin yükseldiği bir devrimci kabarış dönemidir. Kelimenin tam anlamıyla Jakoben bir
karakteri vardır "milli mücadele"nin bu ilk döneminin. Bunu ise, Osmanlı generallerinin bu
silahlı halk ordusunu tasfiyesi, Kemal'in yükselişi ve Türk burjuvazisinin Muaviye, Bonapart
veya Stalin'i olan Kemal'in yükselişi ve o devrimci yükselişin bütün kurumlarının tasfiye
edilmesi izler.
Bu paralellikler rastlantısal değildir. Bir tarafta Hristiyan olan Roma İmparator'u, Muaviye,
Napolyon, Stalin, Atatürk; diğer tarafta ise Katarlar, Ali, Robespiyer/Jakobenler, Troçki-
Lenin/Bolşevikler, Çekez Ethem / Çeteler.
Sivil Toplumculuğun Devletçiliği
Bir tarafta, devletin dışında "Sivil toplum", ezilen ve yoksul insanların aşağıdan gelme
girişimleriyle örgütlenmeleri; diğer tarafta, Devletin onları tasfiyesi.
Sorun böyle koyulur, tarihe ve kavramlara Klasik Marksizmin bu ışığı altında bakılırsa,
Türkiye'deki Sivil Toplumculuğun sivil toplumculukla ilgisi olmadığı, bir gericilik döneminin
ideolojisi olduğu, aslında devlete egemenlik alanına dokunmayarak, onun dışında bıraktığı
alanlarda ve onun hoşgörüsü kadar kumda çomak oynamak olduğu daha iyi görülür.
Eğer sivil toplumculuk gerçekten sivil toplumculuksa, en başta, sivil toplumun gerçekten
örgütlenip güçlendiği devletin zayıfladığı veya fiili bir dağılma içinde bulunduğu devrimci
kabarış dönemlerini, diğer bir ifadeyle Jakobenizmi savunması ve onun mirasçısı olması
gerekir. Ama Türkiye'dekiler bunu yapmaz, 12Eylül'ün yaydığı ve dayandığı gericilik ve
reaksiyon döneminde bir müttefik bulurlar, her türlü sivil toplum örgütlenmesinin tasfiyesine
Jakobenizm diyerek ve Jakobenizm düşmanlığı yaratarak onun gerçek tarihsel anlamını yok
ederek daha doğarken suç işlerler.
Örneğin 1960'lar, 1970'ler, Türkiye'de sivil toplumun en güçlü olduğu dönemlerdir. İşçiler,
köylüler, gençler ilk kez devletin kontrolü dışında, tamamen kendi girişim ve güçleriyle
örgütlenmişler ve bir toplumsal ağırlık geliştirebilmişlerdir. Herkesin sivil toplumcu olmaya
çalıştığı 90'lı yıllar ise, Türkiye'de Sivil Toplum'un S'ninin bile kalmadığı dönemdir.
Türkiye'deki sivil Toplumculuk ise, Sivil Toplum'un en güçlü olduğu bu dönem ve
hareketlere reaksiyonun ifadesidir. Bu nedenle de devletin dışardan payandası fonksiyonu
görür.
Böylece ilginç bir noktaya geliyoruz. Türkiye'deki politik sistemde, Stalinistler ve Sivil
Toplumcu'lar birbirlerinin düşmanı gibi görünmelerine rağmen, aslında ikisi de genel
Kurmay'ın birer destekçisi fonksiyonu görürler. Bunların arasındaki çatışma aslında, farklı
tarihsel paradigmaların çatışmasıdır ama politik ve metodolojik olarak özdeştirler ve
kolaylıkla da birbirlerine dönüşebilmektedirler.
Bu günün Türkiye'sinde Jakobenler Kimlerdir?
Peki şu soruyu soralım. Bu günün Türkiye'sinde Jakoben var mı? Bir plebiyen hareket var mı?
25
Devrimci demokrasi veya Radikal demokrasi olarak ifade edilebilecek bir güç var mı? Varsa
bu nedir?
Normal olarak bu günün gericiliğin egemen olduğu, devletin her şeyi belirlediği bir
Türkiye'de Jakobenizm'den söz edilebilir mi? Devrimci bir yükseliş yok ki bir Jakobenizm
olsun diye düşünülebilir. Ama bu düşünce çok yanlıştır. Bu Türk merkezci bir düşünüştür ve
yanı başındaki Jakobenizmi görmez.
Evet Türkiye Genel Kurmay egemenliği altındadır. Gericilik almış başını gitmiştir ama Kürt
ulusu aynı zamanda bir devrimci yükseliş yaşamaktadır. Ve bu yükseliş bütünüyle
Kürdistan'ın pleplerine dayanmaktadır. Büyük ölçüde HADEP (HADEP'te "büyük ölçüde"
çünkü Kürt Burjuvazisi, Kürt Jirondenleri onda daha güçlü bir biçimde kendini temsil
edebilmektedir) ve hemen hemen tamamiyle PKK bu Jakobenizmi, bu devrimci demokrasiyi,
radikal demokrasiyi ifade eder.
Bu Jakobenizmin ve devrimci yükselişin talihsizliği, bütün dünyada ve Türkiye'de gericiliğin
yükseldiği bir dönemde yükselmiş olmasındadır. Bu da onu en yakın müttefiklerinden bile
yoksun bırakmaktadır. Bu da onun başarısını, dolayısıyla o devrimci kabarışın yayılmasını
engellemektedir. Gericiliğin yükselişi aynı zamanda insanların genelleme yeteneğinin yitişi,
dar kafalılaşması, aptallaşması da demektir. Bu da onun gerçek anlamının kavranılmasını
zorlaştıran ek bir etki yapar.
PKK Stalinist midir?
İlk bakışta PKK tipik Stalinist bir örgüttür. Hatta bir dönem Öcalan'ın resimleri bile Staline
benzetilerek yapılırdı. Bir çok PKK'lı hala Stalin'e toz kondurmaz. Şimdi nasıl olur da biz bu
Stalinist örgüte Jakobenizm diyebiliriz. Bu bir çelişki değil mi?
Eğer öz ve görünüm aynı olsaydı bütün bilim gereksiz bir şey olurdu. Çünkü stalinistler
Stalinist değildirler sanılanın aksine. Ve onların da kendilerini sandıklarının aksine.
Sınıf mücadelesi sosyolojik bir olgudur. Yani sınıfsal eğilimler, her biçim altında bir şekilde
ifadelerini bulurlar. Nasıl en devrimci partilerde bile, burjuvazinin ve küçük burjuvazinin
eğilimleri ifadesini bulursa, en gerici partiler içinde de ezilenlerin eğilimleri bir şekilde
ifadesini bulur.
Örneğin Kilise Katarların köküne kibrit suyu ekmiş, onlar sadece Kafkas, Balkan ve Pirene
dağlarının doruklarının özgür havasında bilgi ve bilinçlerden uzak olarak varlıklarını
sürdürebilmişlerdir. Ama kilise ve onun yaydığı resmi Hıristiyanlık bir kere egemen olunca,
dünyaya onunla gözünü açan, ondan başka bir şey bilmeyen kuşaklar Katarları var eden
toplumsal eğilimleri, sınıfsal eğilimleri bu sefer, o ezilenlere karşı silah olarak kullanılmış
ideolojinin, söylemin, dünyanın içinde, o kavramları kullanarak, o kavramlara başka anlamlar
vererek; o problematikler içinde ifade etmeye başlarlar.
Bütün sapkın tarikatların, ortaçağ manastırlarındaki tartışmaların, Jan Hüs, Thomas
Münzer'lerin hatta Modern burjuvazinin ilk partileri olan, Püritenlerin, Luther ve Kalvin'in
yaptığı hep bu olmuştur. Böylece bir yandan içinde doğdukları yaygın ideoloji nedeniyle,
26
diyelim ki Katarların düşmanıdırlar, ama diğer yandan nesnel olarak yaptıkları ve
savundukları katarların yaptıkları ve savunduklarından başka bir şey değildir.
Bunlardan ancak sonuna kadar gidebilenler, sonunda kullandıkları ve içinde gözlerini
dünyaya açtıkları kavram sistemiyle aslında gerçek amaçlarının çeliştiğini görüp tekrar
Katarları keşfedebilirler. Benim kuşağımdan bir çok sosyalistin böyle bir evrimi oldu. O güne
kadar bildiğiniz her şeyin ters yüz olduğunu görürsünüz bambaşka bir ışık altında. Şeyh
Bedrettin bütün kitaplarını Nil nehrine attığında da muhtemelen böyle bir buluşmayı
başarmıştı bir medreseli İslam alimi olarak.
Ama biz çoğunlukta kalalım. Çoğunluk bunu bilmez ve başaramaz, var olan kavram sistemi
içinde kendini ifade eder. Bütün muhalif tarikatlar, içinde büyüdükleri ve çerçevesinde
muhalefetlerini sürdürdükleri söylem ve öğretinin etkisiyle diyelim Katarların düşmanıdırlar
ama, yorumları ile yaptıkları aslında Katarların yaptığını yapmaktan başka bir şey değildir.
Egemen sınıfların, devletin resmi Hıristiyanlığına muhalefet. Bu anlamda bu Hıristiyanlık
bayraklı Hıristiyanların aslında Hıristiyan olmaması gibi, Stalinistlerin çoğu da Stalinist
değildir.
Türkiye'de Stalinist deyince, akla daha ziyade Arnavutluk çizgisindeki "Halkın Sülalesi"
denilen hareketler gelir. Gerçekten de bunlarda Ustalar arasında Stalin, Stalin'in övgüsü ve
savunusu çok güçlüdür. Ama bu hareketler stalinist değildir. Stalinist olarak nitelenebilecek
hareketler, TKP, Aydınlık (şimdiki İşçi Partisi) vb. hareketlerdir.
Burada, Stalinizm aslında stalinist politikalara stalin bayrağıyla iç güdüsel ve bilinçsiz ve de
yanılsamalara dayanan bir muhalefetten başka bir şey değildir. İşin ilginci onlar Stalinizme
tepkilerinin güçlülüğü ölçüsünde, Stalinde olmayan bir devrimciliğin varlığına
inandıklarından, o ölçüde güçlü Stalin savunucularıdırlar.
Ve tarihsel olgularla o savunuları ve yorumları karşılaştırdığınızda ortada, Stalinle ve
Stalinizmle ilgisi olmayan bir şeylerin, yorum farklılıkları, yanlış bilgilenmelere, yanlış
anlamalarla savunulduğunu görürsünüz. Tıpkı orta çağın Hıristiyan sapkın öğretileri gibi.
Bu hareketlerin iç tartışmaları, o ortaçağ skolastiğini anıştıran tartışma ve dilleri, tıpkı
ortaçağdaki muhalif akımların felsefelerinin farklı yorumlarla resmi Hıristiyanlığı bir
muhalefetin aracı yapmaya çalışmaları gibi, resmi Stalinizmi çok özel yorumlarla
devrimcileştirme ve radikal değişim özlemlerinin aracı yapma çabasından başka bir şey
değildirler.
Stalinist olmayan Stalinistler
Sorunu uluslararası boyuta alabiliriz. Orada bu çok daha açık görülür. Örneğin Mao, Tito gibi,
ülkelerinde devrim yapmış önderler, Stalinist olmayan Stalinistlerdir.
Şunu unutmamak gerekmektedir, Stalin'in önderi ve teorisyeni olduğu bürokratik kast Karşı
devrimini, devrim ve Sovyet bayrağıyla yapmıştır. Dolayısıyla Ekim devriminin bütün
prestijinin üzerine oturmuştur. Dolayısıyla bütün dünyadaki devrimciler ona gerçekte
olmayan bir devrimcilik ve sosyalistlik atfetmektedirler.
27
Ancak o devrimciler fiili mücadele içinde, o devrimci ideallerine uygun davrandıkça
Stalinizmle, resmi öğretiyle çelişmek, ve devrimlerini ona rağmen yapmak zorunda
kalmışlardır. Çin ve Yugoslavya devrimleri, İkinci Dünya Savaşından sonraki bu iki orijinal
devrim, Stalin'e rağmen gerçekleşir.
Daha da ilginci şudur. Bu Stalinizmi Marksizm, Rusya'daki Bürokratik kastı da Prolataryanın
öncü müfrezesi sanan Stalinistler, pratikte Troçkist olarak davranırlar, yani demokratik
karakterdeki devrimleri sosyalist devrimlere dönüştürürler. Ama bunu yaparken Troçki'yi
lanetlerler, Tıpkı Stalin hakkındaki bilgileri gibi, Troçki hakkındaki bilgileri de ters yüzdür.
Ülkelerinde Staline rağmen, Stalin bayrağıyla, Troçki'nin Sürekli Devrim teorisindeki ön
görüye uygun olarak davranırlar. Bu karmaşık mekanizmalardır yirminci yüzyılın tarihinin
anlaşılmasını zorlaştıran. Her şey kendi zıttı biçiminde görünmektedir.
Diğer bir ifadeyle, Mao'lar , Tito'lar devrimlerini yaparken Jakobendirler, ama bayrakları bir
Bonapart'ın bayrağıdır. Onların bayraklarının rengine bakıp Bonapartist olarak tanımlamak,
öz ve görünümü özdeş kabul eden bir kolaycılıktır.
İşte PKK tıpkı bunlar gibi bir harekettir. Öcalan, Kürt Mao'sudur, Tito'sudur, Fidel'idir. Aynı
çizginin son temsilcilerinden biridir. Kürt hareketi devrimci demokratik ve Jakoben bir
harekettir. Diğer bir ifadeyle Kürt yoksullarının, pleplerinin hareketidir.
(devam Edecek)
23 Mayıs 2001 Çarşamba
28
Politika ve Sosyalistler
Türkiye'de Sosyalistler politika yapmayı bilmemeleri bir yana politik değildirler. Yani
olaylara politik olarak bakma ve politik davranma yeteneğinde değildirler. Ekonomisttirler,
politik değildirler. Buradaki ekonomist ekonomi uzmanı anlamında değildir. Sosyalist politik
gelenekte, Lenin'in Ne Yapmalı'da kullandığı anlamda ekonomisttirler. Yani tıpkı sendikacılar
gibi, düşünüp davranırlar. Sendikalist de denebilir.
Lenin'in Ne Yapmalı'sı en az anlaşılan kitaplardan biri ola gelmiştir. Sanılır ki, Lenin bu
kitapta "Leninist parti anlayışını" formüle ediyor. İlgisi yoktur. Lenin bu kitapta, sendikalist
bir politika yapış tarzıyla ya da işçilerin kendiliğinden bilincinin politik ifadesinin
ulaşabileceği en geniş sınırlarla, işçici bir politikayla, devrimci bir politika arasındaki farkın
neler olduğu arasında durur. Bunu anlattığı son derece açık ve duru satırlar vardır. Birer
sendikacı ve sendikalist olan bay ve bayan Webb'ler ile bir devrimcinin arasındaki farkın ne
olduğunu, bunun nasıl bir ilkellik olduğunu anlatır durur. (Meraklısı şu adreste Lenin'in
kitabının ilgili bölümlerini bulup okuyabilir ve bu günkü ekonomizmin, ilkelliğin
egemenliğini daha iyi görebilir: http://www.kurtuluscephesi.com/lenin/neyapmali.html#b3 )
Bir zamanlar bütün sosyalistler bu kitapları okumuştu. Ne var ki, insanlar okuduklarını zadece
zamana göre anlamakla kalmazlar, zamana göre hatırlarlar ve unuturlar da. Her şeyin nasıl
unutulduğunu görmek istiyorsanız. Açın bir zamanların THKO'sundan kaynaklanan
Arnavutluktan sonra Dünyadaki en büyük Enver Hocacı partinin – Ve de hala öyle Hocacı,
Arnavutlar Enver Hoca'yı attılar, bizimkiler hala onun eserlerini yayınlamaya devam
ediyorlar- Halkın Kurtuluşu'nun bu günkü uzantısı Evrensel'e bakın. Açın bir zamanların
TİP'inin bu günkü uzantısı SİP'e bakın, açın bir Dev-Yol'un devamı ÖDP'ye bakın. Bunların
kesin bir hafıza kaybıyla malul olduklarını görürsünüz. Boş tencerelerden, Mac Donalt'tan,
İşçi ve Köylülerin gelirlerindeki düşmeden söz ederler ve bunlardan söz etmeyi emekten yana,
anti emperyalist veya kapitalist bir politika gibi görmeye ve göstermeye devam ederler.
Bunların yaptığı politika değildir, daha doğrusu ekonomist politikadır. İki anlamda ekonomist.
Sendikalizm anlamında ve ekonomik çıkarlar ile politika arasında doğrudan bir ilişkinin var
sayılması anlamında. Politikanın ekonominin yoğunlaşmış ifadesi olduğunu anlamama,
sınıfların konumları, çıkarları, eğilimleri ve karakterleri ile onların kısa vadeli çıkar ve
tepkilerin özdeş görme anlamında. Yani metodolojik olarak ekonomik materyelist anlamında,
burjuva ufkunun ötesini aşamamış, aynı metodolojik yanılgılarla malul bir materyalizm
anlamında.
Fark şöyle özetlenebilir, sendikalizm, ekonomizm veya ilkellik, (ki hepsi aynı şeydir) işçileri
işçiler üzerinde ve işçiler için politika yapmaya çağırır ve bununla sınırlı kalır. Devrimci
politika ise işçileri tüm ezilenlerin ve gayrı memnunların sorunlarına yöneltir. Kıvılcımlı'nın
bu gün artık unutulmuş, Proletarya Partisi Nedir? adlı bir yazısında Lenin'in Ne Yapmalı'da
anlattığını veciz biçimde anlattığı buydu. Şöyle yazıyordu:
"Siyasi parti bir sınıfın sınırları ve sınıf bencilliği içine hapsolmamış bir örgüttür. Kendi
29
sınıfından başkasını görmeyen bir örgüt, siyasetin dışında kalmış ve parti olmaktan çıkmış
olur. Çünkü parti, ne bir zümreyi, ne bir sınıfı değil, sınıflı toplumda bütünüyle bir ülkeyi ve
tüm Dünya'yı içine alacak, yönetecek, değiştirecek bir örgüttür. Parti bu evrensel görevini
yerine getirebilmek için sınıf körlüğü denilen dar düşünce ve davranıştan kurtulmak, siyaset
yapmak zorundadır" (http://members.nbci.com/_XMCM/Marksizm_k/sosya42.html )
Ya da aynı yerde biraz aşağıda şöyle yazar:
"Proletarya partisi hem bütün işçi sınıfının içinde olacak, hem de öteki bütün sosyal
sınıfların içinde olacaktır. Proletarya partisi: Hem bütünüyle işçi sınıfının devrimcilerini
içine alacak, hem de bütünüyle öteki sınıf, tabaka ve zümrelerin devrimcilerini içine alacak...
Bu apaçık bir çelişki değil midir? Bir çelişkidir. Ama, akıldan uydurma, sübjektif ve soyut bir
ölü çelişki, yâni saçma değildir: Tanı tersine, yaşantıdan gelme, en objektif ve en somut bir
canlı çelişkidir, yâni gerçekliğin tâ kendisidir.
Proletarya partisinin bütün gücü ve bütün dinamizmi bu gerçeklerin canlı diyalektiğinden
gelir. Proletarya partisi iliklerine dek bir sınıf partisi, işçi sınıfının partisidir. Ama egoist,
kendi sınıf tekkesinin aşılmaz duvarları içinde bunamış sınıf tekelcisi bir parti değildir.
Örneğin İngiliz Trade- union'larının işçi partisi öyle dar sınıfcıl kaldığı için, herşeyden önce,
sendika ağalarının, Finans-Kapital uşaklığına yatkın, işçi sınıfı düşmanı, emperyalizm dostu
örgütüdür.
Proletarya partisi, yalnız işçi sınıfının çıkarlarını ve dar çerçevesini düşünmekle kalmaz.
Sosyal sınıflar tabusunu, işçi sınıfı ile birlikte toplum alın yazısından siler. Ortada yalnız
insan varlığını yüceltecek bir toplum ülküsünü taşır. En az sınıfcıl olduğu kertede insancıldır.
Ham ervahı çileden çıkaran başdöndürücü diyalektik buradadır." (aynı yerde).
Sosyalistlerin politik düşünme ve davranmadan uzak oluşları, daha doğrusu böyle ekonomist
politika anlayış ve uygulamalarının fiili sonuçları, bu gün Türkiye'nin içinde bulunduğu kritik
momentte, fiilen onların esas olarak Genel Kurmay'ın dolaylı yedekleri olması sonucunu
doğurmaktadır. Böylece ekonomizm ve MHP ve Genel Kurmay'ın politikaları arasında
herkesi şaşırtan bir paralellik ve ortaklık ortaya çıkmaktadır.
Politika demek her şeyden önce vurulacak ana hedef demektir. Türkiye'de gerçek iktidarın
orduda ve MİT'te bulunduğu, bunun içinden de aslında savaşla özdeşleşmiş bir küçük
zümrenin hala bütün iktidarı elde tuttuğu kimse için bir sır değilken, buna karşı şeytanla bile
iş birliği yapmak, önce bu kastı yerinden sarsmak, dişlerini dökmek gerekirken, bizim
baylarımız, hala Derviş'le, Mac Donalt'la veya boş tencerelerle uğraşıyorlarsa, bunlar
ezilenlerin gözüne kül atıyorlar demektir.
Bu gün politika yapmak isteyen sosyalist şunu demelidir aç emekçiye
"karnını doyurmak istiyorsan her şeyden önce gerçek iktidar araçlarını şu bürokratik, senin
vergilerinle yaşayan kastın elinden almalısın. Ve bunu yapmak için eğer TÜSİAD ile,
Amerika ile veya Şeytan'la iş birliği yapman gerekiyorsa yapmalısın, onların çelişkilerinden
yararlanman gerekiyorsa yararlanmalısın. Aslında bu kadar ileri gitmene bile gerek de yok.
Kürtler gibi muazzam bir demokrasi gücü nasıl senin sorunlarına sahip çıkıp bir demokratik
Cumhuriyet programı geliştiriyorsa senin yapman gereken de buradan hareketle onlar için bir
30
şeyler yapmaktır. Kürtlerin demokrasi çağrısına batıdan destek ver bu iktidar o an çöker.
Çünkü o zaman ilk defa doğu ve batıyı birbirine karşı kullanma oyunu tutmaz iki taraf da ilk
defa ortak bir programda birleşmiş olur."
Hayır bunu diyen ve böyle bir politika uygulayan yok.
Böylece Ekonomizm, somut politika bakımından fiilen Genel Kurmay destekçiliğine
dönüşüyor. Onu uygulayanların niyetleri ne olursa olsun. Veya bütün iyi niyetlerine rağmen.
Örneğin şu beğenmediğiniz Doğu Perincek politik düşünüp davranıyor. O Genel Kurmay'ın
çıkarlarını savunmayı temel politika benimsemiş. Bu politikaya karşı olabiliriz. Ama o karşı
olduğumuz çıkarlar açısından son derece açık olarak politik davranıyor. Onun birbirine zıt
gibi görünen politikaları her zaman Genel Kurmay'a indeksli olmuştur. Ege ordusu Doğuya
derken de aynı şeyi yapıyordu, bu gün sözüm ona Amerika ve Derviş'lere karşı Rusya ile
kırıştırırken de.
Genel kurmay politik düşünüp davranır. Kendi egemenliğini korumak için, Doğu Perincek
veya ekonomist soldan Amerika veya Avrupa'ya kadar bütün güçlerin çelişkilerinden
yararlanarak zaman kazanmak. Osmanlı'nın bu ezeli ve ebedi politikası Genel Kurmay'ın da
politikasıdır.
Öcalan ve PKK politik düşünüp davranırlar örneğin. Aslında Türkiye'de Genel kurmay ve
PKK dışında politik düşünüp davranma yeteneğinde olan bir güç yok.
*
Burada metodolojik temeller arasındaki ilişkiler sorununa tekrar geliyoruz. Stalinizm ve
Kemalizm'de bunların dayandıkları toplumsal ve tarihsel güçlerin paralelliğinden hareket
etmiştik. Ama bu paralellik ve yakınlığın yanı sıra hiç de rastlantısal olmayan metodolojik
akrabalıklar, daha doğrusu özdeşlikler de vardır.
Ekonomizm ayın zamanda sendikalizm demektir. Sendikalizm'in politik ifadesi ise
Reformizm'dir, Sosyal demokrasi'dir her şeyden önce. Lenin'in ilkelliği ve ekonomizmi
eleştirirken, kökenindeki özdeşliğe dikkati çekmek için örnek verdiği sendikalizmin bay ve
bayan Webb'leri aynı zamanda, daha sonra sosyal demokrasi adını alacak Fabiancılığın
öncüleredirler.
Lenin'in dikkati çektiği gibi, ikellik, ekonomizm, sendikalizm, sosyal demokrasi hap aynı
temel eğilimin farklı adları ve ifadeleridirler ve aynı metodolojik köklerden kaynaklanırlar.
Ama bundan daha az bilineni de, Stalinizmin bunlarla özdeşliğidir. Stalinizm de, bunlarla aynı
metodolojik yanlışları paylaşır. Zaten bu nedenle, Stalinizm ve sosyal demokrasi kolayca
birbirlerine dönüşebilirler. Duvar'ın çöküşünden sonra, veya ondan da önce Batı Avrupa veya
dünyanın her yerindeki pro-sovyet komünist partilerin nasıl sosyal demokrat partiler haline
geldiği az çok bilinir. Ama bunun tersinin de olduğu pek bilinmez. İkinci Dünya Savaşından
sonra, doğu Avrupa'da Sosyal Demokrat Partilerin kolayca stalinist partiler haline dönüşmesi.
Bu da bir rastlantı değildir. Sosyal Demokrasi, kapitalist ülkelerdeki işçi ve sendika
bürokrasisinin partisi ise, Stalinizm de devlet bürokrasisinin partisidir. İşçilerin üzerinde
31
onların kanını emen bir ur olmaları ama varlıklarını işçi sınıfının varlığına borçlu olmaları
belirler onların temel karakterini. Her ikisi de, işçiler devrimci bir politikanın izleyicisi
olmadıkları sürece etkilerini ve egemenliklerini sürdürebilirler.
Böylece ilkellik, ekonomizm, sendikalizm, sosyal demokrasi ve stalinizm özdeşliklerine
geliriz. Ve nihayet bütün bunların da, burjuva aydınlanmasıyla ve dolayısıyla Kemalizmle
paralellik ve özdeşliklerine.
Türk sosyalist hareketinde Kemalizm'in etkileri konusunda çok konuşulur. Ama bu etkiler
sadece politik sonuçlar bağlamında görülür, Stalin'in politikalarıyla bağlantısı ele alınmaz.
Ama sadece bu kadar da değil, Kemalizm'in etkisinin tarih anlayışı ve metodolojik köklerine
hiç değinilmez. Kemalizmin etkisine karşı mücadele her şeyden önce, onun metodolojik
köklerine yönelmelidir. Yani Ekonomizm'e, Stalinizm'e. Evrimci tarih anlayışlarına
yönelmelidir.
Bütün bu özelliklerin daha da derin metodolojik köklerinde, evrimin düz bir kavrayışı; vülger
bir materyalizm ve bunun özel bir biçimi olan bir ekonomik materyalizm vardır. Bu
bakımdan, klasik sosyal demokrasinin düzgün evrimci anlayışları ile, Stalinizmin ilkel-köleci-
feodal deli gömlekleri hep aynı metodolojik yanlışların, yani diyalektiğin zıttı bir burjuva
metafiziğinden başka bir şey değildirler.
Böylece son yıllarda unutulmuş bazı temel sorunlara tekrar geliyoruz. Diyelim ki, tarihin
izlediği yol, aydınlanmacılığın eleştirisi, veya Sürekli devrim teorisi gibi konularla günlük
canlı politikanın ilişkisi. Bu metodolojik tohumların acı meyvelerini somut politikada
vermesi.
Bu gün sosyalistlere egemen olan ilkellik ve Ekonomizm veya Stalinizm veya reformizm ile
örneğin Kıvılcımlı'nın İlkel-Köleci-Feodal deli gömleğini parçalayan, klasik Marksizmin açık
uçlu ve sıçramalı tarih anlayışı konusunda suskunluk ilişkisi. Tarih anlayışı üzerine
tartışmanın bu günün politikalarıyla ilişkisi.
Aynı şekilde Frankfurt okulunun, Kıvılcımlı'nın tarih alanında yaptığını felsefi alanda
yaparak, düzgün ve mekanik, aklı bir tanrı yerine geçiren Burjuva aydınlanması ve onun işçi
hareketindeki Stalinizm ve sosyal demokrasideki yansımalarının köklerini havaya uçuruşunun
Türkiye Sosyalist hareketinde hiç bilinmemiş, tartışılmamış olması ile bu günkü ekonomist ve
ilkel politikaların ilişkisi.
Ya da örneğin eşitsiz ve kombine bileşik gelişim yasasıyla, evrimci burjuva anlayışı ve
bunların politik taktiklerde yansıması ve bunun bu günkü solun Ekonomizmi arasındaki ilişki.
Türkiye'nin solu bir zamanlar altmışlı yıllarda, pek beceremese de böyle düşünmeye çalışırdı.
Politik tavırların köklerindeki metodolojik yanılgılar aranırdı. Şimdi bütün bunlar da
unutulmuş bulunuyor.
*
Böylece zincir sadece Ekonomizm ve Stalinizm ilişkisi olarak değil; sadece Stalinizm ve
Kemalizm ilişkisi olarak değil; aynı zamanda Ekonomizm ve Kemalizm ilişkisi olarak da
32
ortaya çıkar. Ve bütün bunların kökeninde de, düzgün ve doğrusal bir evrim anlayışı vardır.
Bir modernizm hayranlığı vardır.
Halbuki, sanılanın aksine Marksizm sadece Modernizm övgüsü değildir. Onun bilinmeyen
köklerinden biri de, kapitalizmin romantik eleştirisidir. Bu eleştiri ise köklerini daima
kapitalizmin yok ettiği ilkel sosyalist örneklerde ve bunun hayallerinde bulmuştur. Marksizm'i
modernleşme hayranlığı anlayan ve onu modernleşmenin aracı yapanlar, bir modernleşme
ideolojisi olan Kemalizm'le aynı noktada buluşuyorlar.
01 Haziran 2001 Cuma
33
Atatürk
Atatürk, her şeyden önce bir Bizans-Osmanlı Generalidir. Bizans-Osmanlı ise, Sümerlerden
beri gelen uygarlıklar, imparatorluklar ve devletler zincirinin, o doğulu, devleti her şeyden
üstün tutan, bu gün moda deyimiyle “sivil toplum” denen, devlete karşı her türlü halk
örgütlülüğü ve inisiyatifinde kendi varlığına bir tehdit gören ve onu yok eden kahredici
devletçiliğinin son halkasıdır.
Dolayısıyla Atatürk de binlerce yıllık bu geleneğin, olağan bir cisimleşmesinden başka bir şey
değildir. Bu kapıkulları için, varoluşlarının temel koşulu olan devletin varlığı ve devamlılığı
kendi başına bir amaçtır. İçe işlemiş temel kavrayışta, Devlet, insanlar, halk ya da ulus için
değil, İnsanlar, ulus ya da halk devlet için vardır.
Atatürk’ün sık sık bir Jakoben olduğu söylenir. Atatürk bir Jakoben değil, bir Bonapart’tır.
Bir Robespiyer ya da Marat değil., bir Napoleon’dur. Jakobenizm, burjuva karakterdeki
tarihsel görevlerin “avamca”, yani geniş yoksul kitlelerin meşrebiyle, gerçekleştirilmesidir.
Yoksul kitlelerin bu devrimci yükselişleri ise daima, sonradan Bonapart’ların darbelerinin
kurbanı olmuşlardır. Bu sadece modern değil, bütün tarihte görülebilecek bir eğilimdir ve iki
farklı tarihsel tipe karşılık düşerler. Devrimci dalgaların yükselişler, Hazreti Ali, Robespiyer,
Marat, Lenin, Troçki’leri öne çıkarır; Bunu izleyen reaksiyon dönemleri ise Muaviye,
Napolyon, Stalin’leri yükseltir. Birinde yoksul kitlelerin tarihsel inisiyatifi ve
örgütlenmelerinin damgası, diğerinde ise bunların dağıtılması, devletleşme, devletin ve
devletçiliğin damgası döneme ve tarihsel kişiliklere damgasını vurur.
Türkiye’nin tarihinde iki Jakoben yükselişi ve iki Bonapart olmuştur. Birincisi Fransa’daki
orijinalinin her bakımdan bir karikatürü, ikincisi bu karikatürün de karikatürüdür.
Birinci Bonapart Enver’dir veya Enver-Talat-Cemal Maceracılığıdır.
İkinci Meşrutiyet öncesinin Osmanlısında Balkan ve Anadolu dağları “Çete” ya da “Komita”
denen Jakoben köylü çeteleriyle doluydu. Yükselen İşçi örgütlenmeleri ve sosyalist partiler bu
jakoben hareketin şehirlerdeki karşılığı idi.
“1908 Devrimi” denen olay, aslında devlet sınıflarının yükselen halk hareketinin kontrolünü
ele geçirmek için bir manevrası, Fransız ihtilalının diliyle konuşmak gerekirse Jakobenliği
tasfiye eden bir “Thermidor”du.
Thermidor’dan Brümer’e (Jakobenlerin tasfiyesinden Bonapart’ın Hükümet darbesine) giden
yolun Osmanlı’daki karşılığı İttihat Terakki’nin Babıali baskını ve hükümet darbesidir.
Napolyon’un seferlerinin karşılığı ise Birinci Dünya Savaşına Osmanlı’nın girişi.
İkincisi ise bu karikatürün de karikatürüdür.
34
Türkiye’deki burjuva devrimi çok karikatür ölçülerde olmakla birlikte, Birinci Dünya Savaşı
sonunda Osmanlı’nın yıkılışı, Anadolu’da çeteler ve öz savunma biçiminde halk örgütlenme
ve direnişlerinin gelişimine yol açmıştı. Dolayısıyla “Kurtuluş Savaşı”ndaki gerilla savaşı
dönemi de, “Kediye göre budu” bir tür Jakobenizme denk düşer.
Eğer tarihsel kişiliklerle paralellikler kurmak gerekirse, Karikatürün de karikatürü olması
unutulmamak koşuluyla, Robespiyer’lerin, Marat’ların, Lenin ve Troçki’lerin, Ali’lerin
Türkiye’deki karşılığı, Çerkez Ethem ve silahlı halktan başka bir şey olmayan çetelerdir.
Atatürk’ün yükselişi, bu Jakobenizmin ezilmesinin tarihidir.
Bu da iki önemli aşamada gerçekleşir.
Birinci Aşamada, Batılı Emperyalistler’den Londra’da garanti alındıktan sonra, kısa zaman
içinde, Ali Fuat Cebesoy, Batı Cephesi komutanlığından alınır, Çerkez Ethem kuvvetlerinin
tasfiyesine girişilir ve Karadeniz’de Suphi ve arkadaşları öldürülür. Bu bir bakıma,
Türkiye’de Jakoben harekete son veren Thermidor adlı karşı devrimin ikinci bir versiyonudur.
Ne var ki henüz, Fransa’da olduğu gibi Cumhuriyet (Üçüncü Meşrutiyet veya Ankara’daki
Millet Meclisi) henüz yerinde durmaktadır. Napolyon’un bütün temsili kurumları feshedip,
kendisini imparator ilan etmesinin, yani Brümer’in (Hükümet Darbesinin) Türkiye’deki
karşılığı ise, Cumhuriyet’in ilanıdır.
Bir bakıma, Atatürk, Jakobenliğin ve Cumhuriyet’in tasfiyesini şahsında birleştirmek ve bunu
bir kaç yıl içinde gerçekleştirmek ve bunu sözde Cumhuriyetin ilanı biçiminde yapmak
bakımından Napolyon’dan ileridir.
Tasfiyenin bu hızla gerçekleşmesi de onun yeteneklerinden ziyade, demokrasi ve kitle
örgütlenmelerinin cılızlığı ile devlet ve devletçiliğin güçlülüğünden gelir.
Ne var ki, Mustafa Kemal’in hükümet darbesi ve İmparatorluğunu ilanı, Üçüncü
Meşrutiyet’in ve Padişahlığın tasfiyesi ve Cumhuriyet ilanı biçiminde gerçekleştiğinden, bu
biçimsel özellikler onun özünün kavranmasını engellemektedirler.
Üçüncü Meşrutiyet’te milletvekilleri iyi kötü siyasi iktidara sahiptiler, Cumhuriyet’te ise
onlar, Atatürk tarafından atanan birer basit birer memurdular ve hiç bir gerçek güçleri yoktu.
Cumhuriyet aslında, padişahsız bir padişahlıktan başka bir şey değildi.
Atatürk bir Bonapart’tır. Ama Bonapart’ların bir özelliği, öldürdüklerinin tarihsel vasiyetini
yerine getirmektir. Napolyon, Fransız devriminin, Bismark 1848 devriminin tarihsel
vasiyetini, yukarıdan gerçekleştirmek zorunda kalmışlardır. İttihat Terakki gibi Atatürk de,
öldürdüğü burjuva devriminin tarihsel vasiyetinin bir gerçekleştiricisidir elbette bir Bonapart
olarak.
Yalnız onlardan temel bir farkı vardır. Onların, bulundukları ülkelerde iyi kötü gelişmiş bir
burjuvazi vardı, Türkiye’de ise, Ermeni ve Rum katliamlarıyla ve mübadelelerle tasfiye
edilmişti bu burjuvazi. Bu nedenle, Türk Bonapartizmi, burjuvaziden ziyade, Ermeni ve Rum
burjuvazisinin mallarına konan Müslüman taşra bezirganlığının ve ağalığının, politik
iktidardan uzaklaştırılması ve vesayet altına alınmasıdır.
35
Kalan tek burjuvazi, zaten Rum ve Ermeni burjuvazileri karşısında Müslüman ahaliden Türk
ulusunu yaratarak kendine bir temel arayan Yahudi burjuvazidir.
Bu burjuvazi ile kendisinden Türk ulusu yaratılmak istenen Müslüman ahalisi arasındaki
kültürel kopuklukların ortadan kaldırılmasıdır o kıyafet inkılapları. Herkes şapka giyerse
kimin Müslüman, kimin “gavur” olduğu anlaşılamazdı.
Ne var ki, Türkiye’deki Bonapartizm, klasik Bonapartizm’den farklı olarak, daha doğarken,
tekelci ve devletçi olarak doğar. Böylece, batıda o burjuvazinin nispi ilericiliği bile
yaşanılamaz. Atatürk’ün Devletçiliği de özünde budur: Tekelci Devlet kapitalizmidir.
Böylece geçmişin (Ermeni ve Rumların tasfiyesiyle daha da güçlenen Tefeci Bezirganlı,
Ağalık ve Devlet) ve geleceğin kamburu (Tekelci ve Devletçi Kapitalizmi) tüm iktisadi,
sosyal ve politik hayatı soluk alınmaz boğucu bir dumanla kaplar.
Peki, bütün bunlara rağmen niye bunca uzun yaşar?
Bunu Atatürk’ün dehası veya Kemalizmin benzersizliği ile açıklamaya çok heveslidir bizzat o
devlet sınıfları. Ne var ki öz ve görünüş aynı değildir.
Güçlü bir proletaryanın olmadığı ülkelerdeki devrimler, Çin’den Yugoslavya ve Vietnam’a
kadar, daha baştan bir bürokratik deformasyonla ve Bonapartist karakterde gerçekleşirler.
Bunlar hiç bir zaman Rusya’da olduğu gibi, daha sonra karşı devrimle ezilen bir işçi
demokrasisi dönemi yaşamazlar. Sınıfın zayıflığı, daha baştan onun yerine ikame olan bir
Parti-Devletin egemenliğine yol açar.
Türkiye’de burjuvazi tasfiye edildiği ve çok zayıf olduğu için, siyasi yapı, daha baştan
bürokratik bir deformasyona uğramış bir burjuva iktidarı olarak da görülebilir, Çin,
Yugoslavya vs. gibi ülkelerdeki zayıf işçi sınıfıyla paralellik içinde.
Ne var ki, bu paralellikte onları yıkıma götüren şey tam da Kemalizm’in ömrünü uzatandır.
Onların, sosyalist örneği ve esin kaynağı, Sovyetler Birliği idi. Sovyetler Birliği ise, kendisi
bizzat, bürokratik bir karşı devrimle sınıfın iktidardan uzaklaştırıldığı bir bürokratik
diktatörlüktü.
Dolayısıyla, İşçi sınıfının sınıf olarak iktidarı alması, yani bir sosyalist demokrasi, bu
ülkelerdeki Bonapartist ve bürokratik iktidarlarda hiç bir zaman bir örnek olarak ortaya
çıkamıyordu.
Kemalizm ise, cılız burjuvazinin yerine ikame olmuş bir bürokratik diktatörlük olduğundan,
burjuvazinin egemen olduğu kapitalist ülkeleri örnek alıyordu ve bunlar aynı zamanda
genellikle burjuva demokrasileriydi.
Dolayısıyla, geri ülkelerdeki sosyalist devrimleri yapanların, (Mao’ların, Ho’ların, Tito’ların
vs.) demokrasi diye bir hedef ve denemeleri olmaz iken, Kemalizm’in Serbest Fıkra
denemeleri ve daha sonra çok partili sisteme geçiş, ona belli bir esneklik kazandırmış bu da
onun ömrünü uzatmıştır.
Eğer Sovyetler Birliği karşı devrime uğramamış bir İşçi Demokrasisi olarak var olabilseydi,
36
İşçi Sınıfının cılız olduğu ülkelerdeki, sosyalist yönelimli ama daha baştan bürokratik
çarpılma içindeki bürokratik iktidarlar için, bir model ve ideal olarak, Batı demokrasilerinin
Kemalizm’e örnek olması gibi onlara örnek olabilir ve onlara benzer bir esneklik
sağlayabilirdi.
Ama Kemalizm’in ömrünü asıl uzatan, ne Atatürk’ün dehası, (ki aslında en sıradan Osmanlı
generallerinden biridir, pragmatik bir politikacıdır) ne de uzak görüşlülüğüdür. Bu gün
Stalin’in heykelleri yıkılmış, Mao bir kenara itilmiş, Tito’nun adını kimse ağzına bile almaz
iken, Atatürk’ün heykelleri hala duruyor ve Atatürkçülük Türkiye’nin resmi devlet dini
olmaya devam ediyorsa, bu Kapitalizmin, Bürokratik diktatörlükler karşısında kazandığı
tarihsel zafer nedeniyledir.
Müttefikleriniz ve örnekleriniz kazanırsa siz de kazanırsınız, kaybederse siz de.
Onun modeli ve ideali zafer kazanmıştır; ve o modelin temsili niteliği ona esneklik
kazandırmıştır.
Kemalizm şimdilik bu kapitalizmin tarihsel zaferinin rantını yemektedir. Yoksa tarihsel
ömrünü çoktan doldurmuş bulunmaktadır. Henüz öldüğünün farkında değildir.
Genelkurmay destekli “Doğuluyuz”, “Asyalıyız” şiarları bu ölümün bizzat Kemalistlerce
ilanından başka nedir ki?
10 Kasım 2001 Cumartesi
37
Politik İslam, AKP ve Sosyalistler
Metodolojik sorunların canlı politik gelişmeler ve tavırlarla ilişkisinin yakıcılığı en iyi kendini
dünya çapında Politik İslam ve Türkiye’de de AKP konusunda gösterir. Aydınlanmanın
ilerlemeci tarih anlayışı ve Avrupa Merkezcilik gibi metodolojik sorunlar sosyalistlerin nasıl
bir politika ve programlarının olacağı konusunda hayati önemdedir.
Sosyalistlere egemen klasik denebilecek görüşün ana hatları şöyledir: din feodalizmin,
kapitalizm öncesinin ideolojisidir, bu ideolojiye dayanan politik İslam ve onun Türkiye
versiyonu da, yapısı gereği emperyalizmle uzlaşmaya hazır ve onun kışkırttığı feodal
gericiliğin partileridir. Bunlar modernleşmenin düşmanlarıdır. Kadınların türban takmasını
savunmakta böylece Kemalizm’in burjuva üst yapı reformlarını bile tasfiye etmek
istemektedirler. Bu ideolojiye karşı aydınlanmanın ideolojisi savunulmalı, politik olarak da bu
dinsel gericiliğe karşı, Kemalizm’le ittifak yapılmalıdır.
Bu yaklaşımın en tipik örneği Doğu Perincek’in İşçi Partisi ve TKP’de görülmektedir.
CHP’ye oy veren şehir orta sınıfları da aşağı yukarı böyle düşünmektedir. Diğer sosyalistler
de onlar kadar açık olarak böyle bir yaklaşıma sahip değillerse de, bunu politik İslam’ın
niteliği konusunda bir suskunluğa borçludurlar ve o esnek formüllerin kabuğu kazınınca
altından yine aynı ilerlemeci ve modernleşmenin Avrupa yolunu biricik geçerli biçim olarak
gören Avrupa Merkezci tarih anlayışı çıkar.
Bu yaklaşım “gericilik” karşısında Burjuva “ilericiliğini”; “Sağ” AKP karşısında “Sol”
CHP’yi destekleme politikasıyla sonuçlanır. Yukarıdaki adı verilen iki parti, bu yaklaşımı
mantık sonuçlarına varmış şekliyle savunmaktadırlar ve diğer sol bakımından kendi içlerinde
daha tutarlıdırlar. Diğer sol ise gericiliği ve sınıf temeli hakkında bunlardan ayrı
düşünmemekle birlikte, Kemalizm’le ve devletle aynı konuma düşmeme kaygıları nedeniyle,
ancak bir iç tutarsızlık karşılığında İP ve TKP’nin konumlarına düşmekten kurtulur. Ama
Türkiye politikası bağlamında kapıdan kovduğu, dünya politikası bağlamında bacadan girer.
Dünyadaki politik İslam’ı bayrak yapan direniş, Emperyalizmin bir oyunu ve komplosu
olarak görülür.
Marksizm aydınlanmanın çocuğudur, ama onun inkarıdır da aynı zamanda. Aydınlanmanın
ilerleyen tarih anlayışı, Marksizm’e yabancıdır. Onun yönteminin zorunlu bir koşulu değil,
geçmişin bir kalıntısı olarak vardır. Marksizm’in gelişmesinin tarihi bir bakıma
aydınlanmanın evrim anlayışlarından metodolojik kopuşların tarihidir. Marksizm içindeki her
türlü reformizm, yedi başlı ejderha gibi, hep bu aydınlanmanın kalıntısı yöntemsel yanlışlara
dayanmıştır. Troçki, Sürekli Devrim teorisini yöntemsel düzeyde, ancak bu düzgün ilerleyen
tarih anlayışıyla hesaplaşarak şekillendirebilmiştir. Rosa Lüksemburg, “Ya Barbarlık ya
Sosyalism” formülüne, ve oradan da Sosyalist Devrimin acilliği noktasına, ancak ilerleyen ve
tek uçlu tarih anlayışıyla kopuşarak ulaşmıştır. Benjamin, Marks’tan sonra tarihsel
maddeciliğe en büyük katkıyı, ilerleyen tarih anlayışıyla kesin bir kopuş ifade eden,
38
devrimleri “tarihin imdat frenleri” olarak tanımlayan formülüyle yapmıştır. Sosyalistler
dünyada Politik İslam ve Türkiye’de AKP karşısında sosyalist bir muhalefeti de,
Aydınlanmanın kalıntılarından arınmış bu Marksizm’in yaklaşımlarıyla başarabilir.
Ancak o zaman, Politik İslam’ın “gerici” değil, “modern ve modernist” bir hareket olduğu;
AKP’nin savunduğu dinci ideolojinin, kapitalizm öncesi sınıfların değil modern burjuvazinin
bir ideolojisi olduğu; başlarını bağlayarak okula girmek için direnen ve bu uğurda gerekirse
okula gitmeyen ve resmi görevlerden dışlanan kadınların aslında, Kemalistlerin iddiasının
aksine, modern bir kadın hareketini temsil ettikleri görülebilir. Baş örtüsü, o kadınların
modern toplumsal hayatın her alanına girebilmeleri için bir kurşun geçinmez hamaylısıdır.
Kafasına baş örtüsü takmadığı takdirde fahişe olarak tanımlanmakla sonuçlanacak her şeyi
yapabilir. Sevgilisiyle el ele dolaşabilir; iş hayatına ve toplumsal hayatın her alanına girebilir;
erkeklerle yere bakarak değil, korkmadan gözlerinin içine bakarak, kendine güvenle konuşup
selamlaşabilir. Aslında türban takmaya karşı çıkmak o kadınları ev köleliğine mahkum etmek,
sokağa çıkışlarının, toplumsal hayata girişlerinin yolunu kapamak demektir.
O zaman, İslamcı Parti ile Kemalist bürokrasi arasındaki çatışmanın, ilerici gerici kavgası
değil; güneşin altındaki yerini isteyen burjuvazinin bir kanadı ile, politik iktidarı elinden
kaçırmak istemeyen devlet sınıflarının çatışması olduğu kavranabilir. Eğer gericilik ve
ilericilik modernleşme karşısındaki tavırlar olarak tanımlanırsa, aydınlanmacılığı savunuyor
gibi görünen devlet sınıflarının, aslında Osmanlı’nın yaşayan ruhunu, yani gericiliği; politik
İslam ideolojisiyle gericiliği savunuyor gibi görünenin, aslında modernleşmeyi temsil ettiği
görülür.
Sosyalistler Politik İslam’a karşı eleştirilerini, gerici olduğu noktasından değil aksine, onların
modernist ve modernleşmeci oldukları noktasından yaptıkları takdirde, devlet sınıfları ile
burjuvazi arasındaki bu çatışmada, devlet sınıflarının bir piyonu ve yedeği olmaktan
kurtulabilirler.
Türkiye Sosyalist Hareketi’ndeki Kemalizm’in etkisinden çok söz edilir. Ama bu söz ediş,
onun politik tavır alışları bağlamında ve özellikle Kürt sorunuyla sınırlıdır. Gerçek Kemalist
etki, aydınlanma kalıntısı bu ilerlemeci tarih anlayışının kalıntısıdır. Ve Türk Sosyalist
Hareketi, Marksizm’in Aydınlanmanın ilerleyen tarih anlayışının etkileriyle mücadele içinde
ortaya çıkan kazanımlarından bihaberdir ve bu kazanımları yapan geleneklere de düşmandır
işin ilginci. Bu teorik, metodolojik arka plan yokluğu, Türk sosyalistlerinin Politik İslam ve
AKP karısında, karşı bir program geliştirmek için hiçbir şanslarının bulunmadığını gösterir.
Ya İP ve TKP gibi ilericilik adına Kemalizm’e destek, ya da yine tıpkı Kürt hareketi
karşısında yapıldığı gibi, Demokratik Cumhuriyet parolasının önüne, soyut bir anti-
emperyalizm adına yapılan Avrupa Birliği karşıtlığı ve emekçiler adına yine soyut bir IMF
karşıtlığı ile yine fiilen devlet sınıflarının dolaylı desteği olma sonucu veren politikalar
uygulamayacaklarının hiçbir belirtisi bulunmuyor.
AKP veya Politik İslam karşısında, onları moderniteye karşı veya gerici değil, modern ve
modernist olduğu için eleştiren bir yaklaşım, onları karşı olduklarını söyledikleri burjuva
uygarlığını yeniden ürettiği bakımından eleştirebilir. Ama böyle bir eleştiri, o burjuva
39
uygarlığı karşısında başka bir uygarlığı taslaklaştırmak zorundadır. Böyle bir başka uygarlık
programına dayanan bir politika, ulusal sınırların ırkçı sınırların aracı olduğu bu dünyada,
AKP iktidarını, örneğin, bu günkü klasik solun aksine, Avrupa’ya girmeye çalışarak ulusal
bağımsızlığı yok ettiği gibi bir noktadan değil; Avrupa’ya girerek, Türkiye’yi yer yüzünün
nispeten demokratik, sosyal bakımdan daha adil ve daha refah içinde yaşayan imtiyazlıları
arasına sokmaya çalıştığı noktasından eleştirmelidir.
Böyle bir eleştirinin ön koşulu ise, dünya çapında bir başka uygarlık programıdır. Türk
sosyalistlerinde ise böyle bir program bir yana böyle bir sorun bile yoktur.
Kemalizm’in hedefi Batılılaşma, modernleşme ve çağdaş uygarlığa ulaşmaydı. Kemalizm’in
bu hedefine batılılaşmanın ve modernleşmenin düşmanı gördüğü İslam dini aracılığıyla
ulaşacak gibi görünüyor. Bu paradoksun açıklaması Türkiye’de Politik İslam’ın, veya
AKP’nin, modern ve modernist bir burjuva partisi olmasındadır. Türkiye Kemalizm’den, yani
Osmanlı artığı devlet sınıflarının egemenliğinden kurtuldukça, Kemalizm’in İdealleri gerçek
olabilir. Sosyalist bir politika ise, Kemalizm’in ideallerinin, yani aydınlanmanın ve burjuva
uygarlığının sorgulandığı noktada başlar.
20 Kasım 2002 Çarşamba
40
Genel Kurmay, Sosyalistler ve Politika
Romalı Cato, hangi konuda konuşursa konuşsun sözünü bağlarken, bir şekilde sözü
Kartaca’ya getirip, “Kartaca Yıkılmalı!..” dermiş. Türkiye’de bir parça demokratik veya
devrimci veya solcu politika yapmak isteyen de temel vuruş noktasını, Türkiye’nin gerçek
hakimi; bütün çekilenlerin gerçek sorumlusu Genel Kurmay’ın temsil ettiği bu orduya, bu
“devlet sınıfları”na, bu bürokratik kasta, bu “nomena klatura”ya, bu Osmanlının yaşayan
ruhuna, bu binlerce yıllık medeniyetler zincirinin devletçiliğinin son halkasına yöneltmediği;
bu pahalı, baskıcı, bürokratik, militer cihazın parçalanmasını programının, stratejisinin,
politikasının, her şeyin kendisine bağlı olduğu ana hedefi; yakalanacak ana halkası yapmadığı
sürece, bırakalım sosyalist bir politikayı bir yana, demokratik veya devrimci veya solcu bir
politika yapmış olmaz.
Sosyalistler nasıl politika yapıyorlar? Tam tersi. Romalı ihtiyar Cato gibi, her şeyi getirip, bu
bürokratik kastın egemenliğinin yıkılmasına bağlayacak, bütün vuruşlarını bu yönde yapacak
yerde, kendileri bizzat bu kastın basit bir piyonu işlevi görüyorlar.
En tipik örneği verelim. IMF’ye karşı politika Türkiye sosyalistlerinin politikasının eksenidir,
bu politika aracılığıyla ezilenlerin ekonomik çıkarları ile politika arasında doğrudan bir ilişki
kurup onları emperyalizme ve kapitalizme karşı örgütleyip harekete geçireceklerini
düşünürler. Hatta Blok’un seçim başarısızlığını, bunun yeterince yapılamamış olmasına
bağlarlar.
Bırakalım sosyalisti bir yana, devrimci, demokratik veya solcu bir politika ise, sosyalistlerin
izlediği bu IMF eksenli politikanın, gerçek düşman ve hedefi gizlediğini, dolayısıyla
demokratik, solcu veya devrimci bile olamadığını söylemelidir;. Ordu’nun, bu bürokratik
kastın iktidarı yıkılmadan IMF’ye hayır demenin olanağı varmış gibi gösterdiği; sahte
hayaller yayıp, gerçek düşmanı gözlerden kaçırdığı için eleştirmelidir.
Gerçek düşmanı gözlerden kaçıran politika ise, öznel niyeti ne olursa olsun gerçek düşmanın
işine yarar. Gerçek düşman ise Genel Kurmay’ın sembolize ettiği bürokratik kasttır.
IMF’ye hayır demek her şeyden önce bu pahalı devlet cihazını tasfiye edip oradan tasarruf
edilen kaynakları yatırıma ve sosyal harcamalara yöneltme ile olabilir. İster demokratikleşme,
ister sosyal haklar ve eşitlik ikisinin de temel koşulu, bu ordunun sert çekirdeğini oluşturduğu
bürokrasinin iktidarına son vermektir. Bütün ideolojik, politik, ekonomik mücadelesini bu
noktaya yöneltmeyen bir hareketin en küçük bir başarı şansı yoktur.
Bunun en son örneğini AKP iktidarı gösteriyor. Anadolu burjuvazisi 28 Şubat’ta aldığı
darbenin de dersiyle, tıpkı Kürt hareketinin yaptığına benzer bir strateji değişikliği yaptı.
Nasıl Kürt hareketi, tüm Türkiye için Demokratik Cumhuriyet programıyla, Kürtler
Üzerindeki ulusal baskıya, tüm Türkiye’nin demokratikleşmesi aracılığıyla, çok daha geniş
güçleri birleştirerek ve harekete geçirerek ulaşma stratejisine yöneldiyse (ve maalesef zerrece
41
uygulama yeteneği gösteremiyorsa); Anadolu Burjuvazisi de, benzer bir stratejiyle politik
iktidarı ele geçirmeyi hedefledi. Artık sorun başörtüsü sorun yapılmayacak, örneğin
Avrupa’ya girilerek, dolaylı olarak bu sorunu da çözmüş olacaktı; Ordunun ideolojisi
Kemalizm, Avrupa-Batılılaşma mı diyordu? AKP Avrupa ve Batılı dünyaya entegrasyon için
her şeyi yapacaktı. Böylece, hem burjuvazinin batılı ve batıcı kanatları hem de ezilenlerin
tepkileri aynı bayrak altında toplanacaktı. Bu değişikliklerle bizzat Ordu’nun ayağının
altındaki toprak kayacak ve politik iktidar giderek parlamenter sistem aracılığıyla
burjuvazinin elinde toplanacaktı.
Kürt hareketinin yapamadığını, Anadolu burjuvazisi yaptı. Gerçekten bu stratejiyle, işçi
sınıfının, yoksulların tepkisini ve burjuvazinin diğer kesimlerini kendi bayrağı altında topladı.
AKP’nin seçim başarısının sırrı onun çalışma tarzında değil, bu büyük stratejik dönüştedir.
Seçim sonrasının ilk günleri, Anadolu Burjuvazisinin bu politika ve stratejiyi kararlılıkla ve
başarıyla uygulayabileceği izlenimleri yarattı. Milletvekilleri lojmanlara taşınmadı, bu
bürokratik kastın ayrıcalıklarını budamaya yönelik bir saldırı için mevzilenmekti.
Dokunulmazlık konusuna dokunulmuyor ama ilerde yeterli güç bulununca, memurların fiili
dokunulmazlıklarıyla bir arada kaldırılacağı söyleniyordu. İşkence suçunda zaman aşımı ve
izinin, Uyum Yasaları bağlamında kaldırılacağı teklifleri hazırlanıyordu.
Hani ne derler? “Türk polisi yer mi?” Türk ordusu hiç yemez. O binlerce yıllık geleneği, iyi
yetişmiş kurmaylarıyla, bu stratejilere karşı ayrıntılı savaş planlarını çoktan hazırlamıştır.
Bıraktı Tayyip Avrupa’yı dolaşsın, böylece kendisinin Avrupa ile pazarlık gücünü arttırmış
oluyordu. AKP Avrupa aracılığıyla Genel Kurmayı kuşattığını sanırken, Genel Kurmay, AKP
aracılığıyla Avrupa’yı kuşatıyordu. Dokunulmazlıkları şimdilik ellememesi, Baykal
aracılığıyla sözünde durmamak olarak nitelenip oradan kıstırılıyordu, ilerde b konuya el
atarsa, bürokrasinin dokunulmazlıklarına dokunacak gücü kalmıyordu. Denktaş aracılığıyla
da, Kıbrıs konusunda söylediklerinin bir kıymeti harbiyesi olmadığı, gerçek iktidarın kimin
elinde bulunduğunun unutulmaması gerektiği hatırlatıldı.
Gerisi de ilk MGK toplantısında halledildi. Gerçek Anayasa olan Kırmızı Kitap, imzalı olarak
birer tane zimmetlerine verildi. Toplantıdan çıkar çıkmaz, işkencede izin ve zaman aşımının
kaldırılmasından; yeniden yargılamadan vaz geçildiği ilan edildi.
Hükümet polisten iki tokat yiyince çözülenlere döndü. AKP ilk MGK toplantısında, “ülkenin
gerçek sahipleri”ne yuları kaptırdı. Artık davul AKP’nin boynunda, Tokmak Genel
Kurmay’ın elindedir. Bu işler böyledir. İlk anda yuları kaptırdınız mı gerisi gelir. Nereye
kadar gidebileceklerini merak edenler, bir zamanların Moskova duruşmalarının zabıtlarına
baksınlar. Devrimin önderlerinin “biz ajandık” diye itiraflarını okusunlar.
Seni Meclis başkanı olarak, generaller birkaç dakikalığına ayakta ziyaret ettiklerinde, yüzüne
tükürülünce “Allaha şükür yağmur yağdı” diyenlerin yüzsüzlüğüyle, “işleri varmış, bunda bir
şey yok” deyip pişkinliğe vurursan; bu davranışı protesto ettiğini söylemez ve örneğin
protesto için istifa etmezsen; yani gerçek seçilmiş organların iktidarı için savaşa girme
cesareti göstermezsen; MGK toplantısında, zimmetine imzalı Kırmızı Kitap verildiğinde, “Bu
nedir? Anayasa’dan başka kitap tanımıyorum”, diyerek imzalamayı reddetmez ve o kitabı
42
kuzu kuzu alırsan. Bunu protesto için, örneğin toplu halde MGK toplantısını terk edip, bir
basın toplantısıyla bu durumu protesto etmezsen, yani ulusun oylarıyla seçilmiş ve kendisine
iktidar verilmiş olarak bu iktidarı ele alma, kullanma ve bunun için gereğinde çatışmaya
girme cesareti göstermezsen, daha baştan kuyruğu kaptırmışsın demektir. Ve bu her şeyden
önce sana oy verenlere ihanettir. Genel Kurmay, bu ihaneti, Oktay Ekşi’nin bile itiraf ettiği
gibi, Siirt Seçimlerini iptal ettirip, Tayyip’e Başbakanlık yolunu açarak ödüllendirdi. Onlar
“bu memleketin gerçek sahipleri” olarak, dövmeyi de bilirler sevmeyi de.
Niçin böyle? Burada burjuvazinin gerçek çıkmazı var. Bir yandan gerçek politik iktidarı
istiyor, ama diğer yandan güçlü devlet cihazı ve orduya dokunmak istemiyor. O gücü
koruyarak kendi politik iktidarının bir aracı olarak kullanabilmeyi arzuluyor. Çünkü, böyle bir
araç olmazsa, egemenliğini sürdüremeyeceğini biliyor. Ama onun gücüne dokunmayınca da,
politik iktidarı onun elinden alma şansı bulunmuyor. Ve sonunda onun basit bir piyonuna
dönüşüyor.
Sosyalistlerin de durumu böyle. Onlar da ister IMF’ye, ister Savaşa karşı politika yapsınlar,
gerçek hedefi gizleyip, fiilen Genel Kurmay’ın basit piyonları olmaktan öteye gidemiyorlar.
Türk Genel Kurmayının, Irak’ta bir savaş istemediğini bile bile, Türkiye’de savaş karşıtı
miting yapmak, anti-emperyalist görünüp, Genel Kurmaya selam çakmaktan başka bir anlama
gelmez. Demokratik bir politika, temel sorunu Genel Kurmay egemenliğinin yıkılması olarak
görür ve örneğin, onunla paralel düşecek bir “Savaş’a Hayır” mitinginden ise, Kıbrıs’tan Türk
ordusunun çekilmesi, Kıbrıs’ın geleceğine Kıbrıs’ta yaşayanların karar vermesi; Kıbrıslıların
mitingine Türkiye’den destek vermek için miting yapar. Böyle bir politika, Genel kurmayın
elini zayıflatır.
Gerçek demokratik bir politika AKP’ye muhalefeti, IMF’ye değil, Genel Kurmaya hayır
diyemediği açısından yapar. Ama böyle bir politikayı sosyalistlerden beklemek, ölü gözünden
yaş ummaktır.
04 Aralık 2002 Çarşamba
43
Kıyafet Kavgasının İlk Anlamı
Baş örtüsünde sembolize olan Kıyafet kavgası niçin bu kadar önemlidir? Benzeri kavga ne
nüfusunun çoğu Müslüman olan diğer ülkelerde, ne de başka ülkelerde görülmektedir. Niçin
Türkiye’ye has bir görüngüdür ve bunca önemlidir?
Baş örtüsüne karşı çıkanlar da, onu örtmek isteyenler de aynı neden ve kaygılarla bunca zıt
gibi görünen konumlardadırlar, bu zıtlık onların temeldeki özdeşliğinden kaynaklanır.
Bu tersliği açıklayacak iyi bir örneklerden biri, İngiltere, onun eski kolonileri ve Japonya’da
Trafiğin soldan, Fransa ve sonradan Fransız devriminin etkisiyle bütün dünyada sağdan
olmasının, yani bu iki zıt ilkenin aynı nedenden kaynaklanması olabilir. İkisinin de temelinde
insanların büyük çoğunluğunun solak değil de sağlak olması vardır. Soldan ve sağdan gibi,
birbirine zıt bu trafik ilkelerini yaratan aynı sağlaklıktır. Çoğunluk sağ kolunu kullandığı için,
atı ve kalkanını sol; kılıcını veya silahını sağ elle tuttuğu ve soldan gidildiği takdirde sağ kolla
dahi iyi savunma ve saldırı yapılabileceği için eskiden karada soldan gidiş yaygındır; yine
insanlar bir sandala bindiklerinde küreği sağ ellerinin gücünü kullanacak şekilde tutmaları
nedeniyle, suda sağdan gitme daha rahat hareket ve özellikle iskelelere yanaşmalarda daha
geniş bir manevra ve daha yüksek bir isabet olanağı sağladığı için su trafiği sağdan çalışır.
İngiliz sistemi kara trafiğine, Fransız sistemi de su trafiğine dayandığı için biri sağdan, diğeri
soldan olmuştur. Aynı neden, farklı koşullarda birbirine zıt biçimlerde ortaya çıkmaktadır.
Gerçi şöyle bir soru da sorulabilir.İngiltere ve Japonya birer adadır ve bunlar denizci
uluslardır, niye oralarda su trafiğinin ilkesi olmamıştır da aksine karada su trafiğinin ilkesi
geçerli olmuştur. Bu ilk başta çelişki gibi görünen durumun da sırrı yine onların ada olmasıyla
ilgilidir. İngiltere ve Japonya uygarlıkların kenarlarında kalmış adalar olduğu, uygarlıkla çok
geç buluştuğu, her ikisinde de Komünün gelenekleri ve şövalyelik (Japonya’da Samuraylık)
daha uzun süre yaşadığı ve etkili olduğu; buna karşılık kara Avrupa’sında Uygarlık daha önce
yayıldığı; uygarlık ise ticaret demek olduğu; ticaret de her şeyden önce su yolları boyunca
yayıldığı için Kıtada Su trafiğinin; adada Kara trafiğinin ilkesi geçerli olmuştur. Diğer bir
deyişle, Kapitalizme ilk geçiş, medeniyetten değil, “İlkel Sosyalizm”den olduğu için,
Kapitalizme ilk geçen ülkede, Trafik soldan olmuştur.
Neyse konumuz bu değil, ama Kıyafet meselesinde de, benzer bir durum söz konusudur. Aynı
neden, farklı koşullarda başka ilkelerin öne çıkarılmasına yol açmaktadır.
Matematik problemleri çözülürken, önce problemle ilgisizmiş gibi görünen temel başka
önermelere gitmek gerekir. Benzer şekilde, biz de bu kıyafet kavgasını anlamak için, önce çok
temel ama konuyla ilgisiz gibi görünen başka önermelerden başlamalıyız.
Kapitalizm ve kapitalizm öncesinde sınıf mücadeleleri arasında temel bir fark vardır.
Kapitalizm öncesinde, egemen sınıflar, zümreler, kastlar, giyinişleri, davranışları, mekanları
dilleri ve hatta kavimleriyle diğer sınıflardan ayrılırlar. Sadece egemen sınıflar değil, bu ayrım
44
bütün toplum için geçerlidir. Her mesleğin, her sınıfın, her cemaatin kendine has giyinişleri;
mekanları; hatta dilleri ve “ulusları” bile vardır. Her şey çok açık ve kesin olarak belirlidir. Bu
nedenle kapitalizm öncesi toplumlar sistematik bir kastlaşma eğilimi gösterirler. Eğer
“barbar” denen kavimlerin akınları sık sık o kapitalizm öncesi uygarlıkları alt üst etmeseler
bütün antika uygarlıkları bu türden, Hindistan’daki gibi bir kastlaşma beklerdi.
Kapitalizmde ise, durum tam tersinedir. Zaten ulusun ve ulusçuluğun nedeni de budur. Geniş
yeniden üretim strandartlaşma gerektirir. Ulus da bu standartlaşmanın bulunmuş en son
biçimidir.
Ama kapitalizmde, kapitalizm öncesinden daha farklı bir durum daha vardır. Kapitalizm
öncesinde, silah taşıyanlar zaten aynı zamanda egemen sınıftırlar. Kapitalizmde ise, bütün
ulus gereğinde silahlandırılır. Hem diğer uluslara, hem de Fransız devriminden sonra olduğu
gibi, bütün Kapitalizm öncesi dünyaya meydan okuyabilmek, onun tehditlerine karşı
koyabilmek için de bu zorunludur. Ama bu çok riskli bir durumdur. Egemen sınıf, yani
burjuvazi, çok küçük bir azınlıktır; buna karşılık ücretliler ve diğer emekçiler çok büyük
çoğunluk.
Bunun mahzurlarını ortadan kaldırmak için burjuvazi, kapitalizm öncesinin tamamen tersi bir
savaş yöntemi izler ve kendisi ve ezilen sınıflar arasındaki bütün biçimsel dil, giyim, yaşam
alanı gibi farklılıkları ortadan kaldırır. Ancak bu koşulda kendisinin ayrı bir sınıf olduğunu
gizleyip egemenliğini sürdürebilir. Bu ideolojiden kıyafete kadar her alanda yapılır.
Bunu anlamak için modern toplumdaki sınıflar savaşı ve ordular savaşının zıtlığını göz önüne
getirelim. Ordular savaşında her ordunun ayrı bayrakları, ayrı siperleri, ayrı kıyafet ve
parolaları vardır. Her şey kesin olarak ayrıdır. Modern sınıflar savaşında böyle olsaydı,
burjuvazi bir saniye bile iktidarını sürdüremezdi. Bu ancak bin bir parçaya bölünmüş
kapitalizm öncesi uygarlıklarda mümkündü. O halde burjuvazinin, egemeni olduğu ulusun;
sömürdüğü işçilerden biçimsel özellikler bakımından (giyim, yaşam tarzı, yaşam yerleri vs.)
farklı olmamasının, onun egemenliğini sürdürmesi için hayati bir önemi vardır.
Burada Türkiye’nin özgüllüğüne geliyoruz. Osmanlı İmparatorluğu, Bizans adlı Doğu
Roma’yı fethetmiş Oğuz boylarından çıkmıştır. Eğer bu boylar, uygarlıkla ilk ilişkilerini,
Karadeniz üzerinden gelen Oğuz boyları, veya yeterince uygarlığa bulaşmamış, Osmanlı ve
Selçuklu’nun “Cahil Türkler” dediği Karamanlılar gibi, Bizans aracılığıyla kursalardı; feth
ettikleri Hıristiyan Bizans uygarlığı tarafından feth edilirler, onun dinine geçerlerdi.
Ama Oğuz boyları, Müslümanlaşmış Pers ve İslam uygarlıkları aracılığıyla daha önce
uygarlığın gerektirdiği kavram sistemi ile zırhlandıklarından Hıristiyanlaşmadılar. Bizans’ı
Feth ettiklerinde, müziğinden yemeğine, vücut diline kadar bu uygarlıkça feth edildiler ama,
bu fetih din alanına işlemedi. İşlemediği için de dilleri, Pers ve İslam Uygarlıklarının dili
oldu, Bizans’ın dili değil.
Böylece nüfusunun çoğu binlerce yıldır uygarlaşmış Hıristiyan’lara egemen, onları Pers ve
İslam uygarlıklarının kendine kazandırdığı kurumsal ve kavramsal araçlarla yöneten
batılıların “Türk” dediği Müslüman bir kast oluştu. İşin ilginci, bu Kast kastlaştıkça, yani
45
devletleştikçe, uygarlaştıkça, silahlı eşit Oğuz boylarının içinde birinci olmaktan çıkmak,
onları silahsızlandırmak ve kendine bağlı silahlı özel birlikler oluşturmak zorunda kalmıştır.
Muaviyelerin, Stalinlerin yaptığını yapmıştır. Yani giderek devşirmelerden oluşan,
Müslümanlaştırılmış Hıristiyan çocuklarından oluşan bir devlet kastıdır bu. Yani batılının
Türk dediği egemen Müslüman kastın, Oğuzluk veya “Türklük”le de hiç ilgisi de yoktur.
Anadolu’nun Bizans’tan önce (Ermeni, Süryani vs. kiliselerinin ayrılığı bu önceliği ifade
eder), Balkanlar’ın Bizans aracılığıyla (Balkan Ortodoksluğu Bizans aracılığıyla
uygarlaşmanın sonucudur) Osmanlı’dan önce uygarlaşmış kavimleri, zanaat ve ticaret
hayatına egemendiler. Müslüman ahali ise, ya Ticaret ve sanayi ile ilgisiz, bunu “haşa min
huzur Tüccar taifesinden” diye aşağı ve hor gören devlet kastından, ya göçebelerden, ya da
tehdit görüldükleri için zorla yerleştirilmiş Müslüman veya Alevi yoksul köylülerden
oluşuyordu. Dolayısıyla Müslüman ahali veya egemen yönetici kast içinden bir burjuvazi
çıkması söz konusu olamazdı.
Bu ortaya çıkan burjuvazilerin her birinin iyi kötü dilini konuşan bir nüfusu da bulunuyordu.
Balkan ulusları böyle oluştu. Balkan’lardan Osmanlı’nın atılışı, bir bakıma, oralarda burjuva
devrimleri anlamına gelir. Balkan ülkelerinin bu gün bulunduğu geri durum kimseyi
yanıltmamalıdır. Onların bu günkü geri durumlarının nedeni, Yirminci Yüzyılın ikinci
yarısını, Osmanlı benzeri Ekim devriminin tasfiyesi üzerine oturmuş Rus Bürokratik kastının
egemenliği altında yaşamalarıdır. Eğer İkinci dünya savaşından sonra, Yunanistan gibi bunun
dışında kalsalardı, bu gün, Yunanistan,İspanya, Portekiz’in bulunduğu refah ve gelişmişlik
düzeyinde bulunurlardı.
Eğer Kıta Avrupa’sı ve İngiltere gelişim zıtlıkları arasında bir paralellik kurulursa,
İngiltere’de Püritenlik, ilkel sosyalizm geleneklerinin gücü sayesinde, Roma’nın “ruh ül
habis”i Katolikliği Britanya adalarından sürerek, kapitalist gelişimin yolunu açarken, Kıta
Avrupa’sında, O “ruh ül habis”, ilkel sosyalizm geleneklerinden güç alan Protestanları, Sen
Barthelmi katliamlarıyla bire kadar kılıçtan geçiriyor ve kıta Avrupa’sında burjuva gelişimi
bir asır geciktiriyordu.
Balkanlar Anadolu gelişim zıtlıkları kıta Avrupası İngiltere zıtlıklarına benzer. Osmanlı’nın
Balkanlardan sürülüşü, Katolikliğin İngiltere’den sürülüşüne, Püriten devrimine benzer. Ama
Anadolu’da ermeni ahalinin katli ve sürülmesi ile Rumların sürülüşü ve Mübadelesi, Kıta
Avrupa’sının Sen Barthelmi katliamlarına benzer, Anadolu’nun gelişimini yüz yıl
geciktirmiştir.
Türklerin; burjuva devrimi olarak gördükleri, ikinci ve üçüncü meşrutiyetler, aslında
Anadolu’daki burjuvaziye karşı, burjuvaziyi tasfiye eden, tefeci bezirganlığı ve derebeyliği
pekiştiren bir karşı devrimdir. Osmanlı’ya egemen Müslüman devlet kastı, egemenliğini
korumak için, burjuvaziyle birlikte o Ermeni ve Rum burjuvazisinin dayanacağı kitleyi de
tasfiye etmiştir. Burjuvazinin evleri Derebey konakları veya devlet dairelerine dönüşmüştür.
Müslüman ahalinin içinde ilk sermaye birikimi de bir bakıma, bu katliamların ve sürgünlerin
sonunda ele geçirilmiş zenginliklere dayanır. Eğer bu gün gelişmiş Taşra burjuvazisinin ve
Müslüman burjuvazinin servetlerinin kaynakları araştırılırsa, ardında hep Ermeni veya Rum
46
malları veya onların kaçarken bıraktıkları servetlerin bulunuşları vardır. Kapitalizm dünyanın
her yerinde ilk sermaye birikimini, korsanlık, katliam, gasp aracılığıyla yapmıştır.
Ama hikayenin buraya kadar olan kısmı şu kıyafet meselesini açıklamaz, onun ortaya çıkış
koşulları hakkında bir fikir vermek için bunlara değinmek gerekti. Osmanlı devlet sınıfları,
modernleşme ihtiyacıyla, bir sürü kıyafet değişiklikleri yapmışlardır. Cumhuriyet’in “Şapka
Devrimleri” bunun devamı olarak görülür ama değildir ve onlardan köklü bir fark gösterir.
Diğerleri, bütünüyle, modern savaş ve idare veya üretim tekniğinin getirdiği zorunluluklardır
ve bunların uygulanması sadece o görevi yapanlarla sınırlıdır. Yani sarık atılıp fes
koyulduğunda bu bütün ahaliye zorlama değil, sadece devlet memurlarına has kalmıştır. Bir
tür üniforma değişikliğidir bunlar. Ama Atatürk’ün “Kıyafet Devrim”i bunlardan temelden
farklıdır: o bütün toplumu kıyafetini değiştirmek zorunda bırakır; burada yeni bir üniforma
değil, çok başka derin bir farklılık vardır. Bu kıyafet meselesinin bunca önemli olmasının
nedeni de budur aslında. Ama bunun için Tekrar Osmanlı’daki burjuvaziye dönelim.
Osmanlı’da egemen Müslüman bir devlet kastı, Müslüman ve yoksul bir ahali vardır.
Bunların burjuvazisi yoktur. Hıristiyan ulusların burjuvazileri ve halkları vardır. Ama bir de
halksız bir burjuvazi vardır: Yahudiler ve Sabetaycılar.
Antik uygarlıklarda ticaret daima belli kavimlerin iş olagelmiştir. Akdeniz uygarlığı
bölgesinde, İtalyanlar (Romalılar), Rumlar (Yunanlılar) gibi ve onlardan çok daha eskilere
giden ve köklü Yahudiler de bir ticaret kastı olarak yaşayagelmişlerdir. Osmanlı’nın,
İspanya’daki engizisyondan kaçan Yahudilere sığınma ve ticaret ayrıcalıkları sunması, aslında
Venedik ve İspanya gibilerin rekabetine karşı yapılmış girişimler olsa da, belli bir yakınlaşma
da yaratmıştı.
Yahudiler ve Sabetaycılar da, İzmir, İstanbul, Selanik gibi büyük ticaret ve liman şehirlerinde
bulunuyorlardı. Onlar da modern kapitalist ilişkilerle ilişkiye geçtikçe burjuvalaşıyorlar,
aydınlanmanın fikirleriyle silahlanıyorlardı. Ancak bu oluşan modern Yahudi burjuvazisinin,
Rum, Ermeni veya diğer Balkan ülkeleri burjuvazilerinden temel bir farkı vardı. Kendi dili ve
diniyle ortak bir nüfusu yoktu. Ayrıca bu burjuvazi, Rum ve Ermeni burjuvazisiyle ciddi bir
rekabet içinde bulunuyordu.
Bu Yahudi burjuvazinin kendi egemenliğini koyacağı ve bir ulus yaratabileceği aynı dili
ve/veya dini olan bir kitle yok; öte yandan burjuvazisi olmayan Müslüman bir kitle ve egemen
devlet kastı var. Ermeni ve Rum burjuvazisinin girişimleri zaten bu Devlet kastının
egemenliğini ve varlığını tehdit ediyor. Bu durumda bir ulusu, ya da ulus hammaddesi
olabilecek bir kitlesi olmayan Yahudi burjuvazisinin çıkarları ile; bir burjuvazisi olmayan
devlet sınıflarının çıkarları çakışır. İkisi de, farklı gerekçelerle de olsa, Ermeni ve Rum’ları
tasfiye etmek ve Müslüman ahaliden bir ulus yaratmak zorundadırlar.
Böylece tencere yuvarlanır ve kapağını bulur. Sabetaycılar zaten görünüşte Müslüman’dırlar
da. Bu nedenle en büyük Türk milliyetçileri Yahudiler arasından çıkmıştır. Hasan Tahsin’den
Tekin Alp’e kadar bir çok örnek sayılabilir. İttihat terakki de bizzat bu Yahudi Burjuvazisinin
güçlü damgasını taşır.
47
Ama en sembolik kişilik ve zaten Türklerin babası adını alan ve Türk ulusunu yaratan
Atatük’tür. Hem Müslüman devlet sınıflarındandır. Hem Selanik’teki Aydınlanmacı Yahudi
cemaatinin okulunda okumuştur. Müslüman Devlet’e egemen kast ile Yahudi burjuvazisinin
sentezidir, kesişme noktasıdır. Zaten, onu Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu yapan da bu
özelliğidir.
Ne var ki, bu Levant’ın liman şehirlerinde yerleşmiş Yahudi burjuvazisi, giyimi, yaşamı, dili,
şivesi, adetleriyle Müslüman ahaliye hiç benzememektedir. Tipik bir Avrupalı veya Hıristiyan
gibidir. Halbuki modern toplumda, kapitalizmde egemen sınıfın ayrı bir kast özellikleri
taşıması olacak iş değildir. Daha baştan yenilgi demektir.
O zaman bir tek yol kalır, bütün ulusu kendisi gibi giydirirse, kimin Müslüman kimin gayrı
Müslim olduğu anlaşılmaz, bütün dünyanın diğer burjuvaları gibi, bir süre devlet sınıflarının
koruması altında palazlandıktan sonra, siyasi iktidarı da doğrudan ellerine alabilirlerdi.
Kıyafet inkılaplarının ve laikliğin anlamı, Burjuvazi ile halkın arasında giyim; yaşam tarzı,
din vs. bakımdan olaşabilecek ve sınıf ayrılıklarına tekabül edebilecek farklılıkları giderme
kaygısında gizlidir. Müslüman’ın fes, gayrı Müslim’in şapka giydiği bir toplumda, kıyafet bir
sınıfsal aidiyeti de belirler. Ama herkes şapka giyerse, kimin Müslüman, kimin gayrı Müslim
olduğu anlaşılmaz olur.
Hasılı Atatürk’ün kıyafet devrimi, İkinci Mahmut’unki gibi resmi görevlilerin bir üniforma
değişimi değil; burjuvazinin zeytinyağı gibi açıkta kalmasını engellemek için tüm toplumu
onun gibi giydirme girişimidir.
Ama bu Yahudi burjuvazisinin de küçümsenmeyecek teşviki ile Rum ve ermeni burjuvazi ve
ahalinin tasfiyesi, Anadolu’da tefeciliği, derebeyliği iyice güçlendirdi. Bu güçlenen gericilik,
Hıristiyanların tasfiyesiyle güçlendiği; onların mallarına konduğu için, Müslümanlık
burjuvaziye karşı oluşun bayrağı da oldu. Çünkü burjuvazi ve kapitalizmi bir bakıma
Hıristiyanlık sembolize ediyordu. Ama bu bezirgan ağa ve derebeyi Müslümanlığın
egemenliği demek, şehirlerin Yahudi burjuvazisinin zeytinyağı gibi açıkta kalması ve tasfiyesi
anlamına gelirdi. Bu nedenle, Türkiye Cumhuriyeti’ne egemen Devlet kastı ve egemen Liman
şehirleri burjuvazisi, buna karşı en sert tedbirleri almaktan başka bir şey yapamazlardı.
Eğer cumhuriyet burjuvazisi, belli bir refah sağlasa ve bu refahın sağladığı güvenle belli
ölçüde bir demokrasiye geçebilseydi, kimse kıyafeti veya laikliği sorun etmezdi. Ama ne
refah ne de demokrasi olmayınca, herkes zorla aynı kıyafeti giyse de, yaşantısı, zevkleri hatta
tipiyle kendinden farklı olanların aynı zamanda üsttekiler olduğu bütün ezilen Müslüman
ahali tarafından görülebiliyordu. Bu memnuniyetsizlik her zaman olduğu gibi, egemen sınıfı
ve onun yaşam tarzının sembollerine yöneliyordu. Tabii bu memnuniyetsizliği aynı zamanda
taşra bezirganlığı ve derebeylik de kendince kullanıyordu.
Ne var ki, kapitalist ilişkiler geliştikçe, tefecilerin, ağaların, beylerin çocukları okuyor,
yabancı şirketlere acentalıkla da olsa giderek modern burjuvalar haline dönüşüyorlardı. İlk
kuşak, yani Erbakanlar kuşağı, hem geçmişteki Hıristiyan katliamlarıyla müthiş yükselmiş,
Müslüman tefeci bezirgan ve ağa gericiliğinin geleneklerine dayanıyorlardı; hem de büyük
48
ölçüde, petrol zengini Arap ülkelerinin pazarının cazibesinden etkileniyorlardı. Bu iki
nedenle, onların kıyafeti sorun yapmalarının, pre-kapitalist Müslümanlığın, kapitalist
Hıristiyanlığa karşı düşmanlığının sembolleriyle ortaklığı, ayrılığının görülmesini
engellemiştir.
Tefeci bezirganlıktaki şapka düşmanlığı, kapitalizm düşmanlığının bir ifadesidir. O
modernliği reddeder. Onun girişinin kendisinin sonu olacağını bilir. Radyo, futbol, hasılı her
şey gavur icadıdır der ve kullanılmasını reddeder. Gavur icadı, kapitalizm icadı olarak
okunabilir. Ama onların artık burjuva olmuş çocuk ve torunlarının başörtüsünü bunca sorun
etmesi tamamen farklıdır. Bu torunlar modern tekniği ve araçları en iyi şekilde
kullanmaktadırlar onları reddetmek bir yana. Aynı şekilde, kıyafete bunca önem vermesinin
de nedeni bambaşkadır. İşin ilginci tam da, Yahudi burjuvazinin herkese şapka giydirmesinin
nedenidir. Egemeni olacağı halkın içinde zeytin yağı gibi açıkta kalmamak.
Büyük şehirlerde yaşayan, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Finans-Kapital’e dönüşen bu
burjuvazi, herkese şapka giydirerek açıkta kalmaktan kurtulurken, taşrada gelişmiş Müslüman
burjuvazi, Cumhuriyet burjuvazisine tepki duyan halk gibi giyinerek, onun gibi yaşayarak
açıkta kalmaktan kurtulunabileceğini söylüyor. Hem de böyle yaparak, ezilen halkın, devlete
egemen bürokrasiye ve büyük şehirler burjuvazisine ve duyduğu tepkiyi onların sembollerine
karşı çıkarak kendi arkasına alabiliyor.
Bu açıdan, bir taşla iki kuş vuruyor Müslüman taşra burjuvazisi. Hem Büyük şehirlerin
burjuvazisine ve Devlet sınıflarına karşı egemenlik mücadelesinde, ezilenleri kendi yedeğine
alıyor, hem de diğer burjuva zümrelere karşı kendi stratejisinin doğruluğunu kanıtlamış
oluyor. Diğer strateji kimseye refah getirmediği için iflas etmiş ve devlet sınıfları ve şehir orta
sınıfları hariç tüm desteğini yitirmiş bulunuyor. Bu onun, burjuvazinin diğer kanadının da
temsilcisi olması olanağını yaratıyor.
Tabii bu arada köprülerin altından çok sular geçti ve burjuvazinin bu iki kanadı birbirine daha
da çok yaklaştı.
Birincisi, son yirmi yıldır Kürdistan’da yürütülen savaşın saçmalığı, Batının büyük
şehirlerinin burjuvazisinin bile devlet sınıfları ile arasının bozulmasına yol açtı. Bu burjuvazi,
yeni kuşak modern Müslüman burjuvazi ile Devlet sınıflarının keyfiliğine karşı iş birliği
yapmaya yanaşıyor. ANAP’tan AKP’ye geçişler bunun tipik bir örneğidir.
Öte yandan, Müslüman burjuvazi de eskisi gibi retorikle meşgul olmaktansa, fiili kazanımlara
ağırlık veren bir stratejinin daha geniş güçleri bir araya getireceğini görmüş bulunuyor.
Herkese başörtüsü taktırmaya kalkmak, hem orduyu, hem şehir orta sınıflarını hem de batılı
burjuvaziyi karşıda bir cephe oluşturmaya itiyordu. Halbuki, artık, post modern çağdayız.
İsteyen açar, isteyen kapar, açan da kapayan da zenginliktir dediniz mi, bütün bu kıyafet
sorunları bir anda olaylarca aşılmış olur.
Gerek batının batıcı burjuvazisi, gerek taşranın Müslüman burjuvazisi bu adımı atmış
bulunuyor. Aslında, burjuvazinin bu iki farklı kesimi arasındaki bu sorun, olaylarca ve
dünyadaki gelişmelerce aşılmış bulunuyor. Şimdi bunun hala sorun olması, devlet kastının,
49
elindeki iktidarı koruma çabasıyla ilgilidir.
27.12.2002
50
Kemalizm’in Özü
Stalinizm nasıl işçi sınıfının zayıflığı ve imhası (iç savaş ve müdahale fiilen Rusya’daki İşçi
sınıfını olmamışa çevirmiş, kalan çok küçük bir kaymak tabaka da devlet aygıtına kaymıştı)
koşullarında iktidarı ele geçirmiş bir bürokrasinin egemenliğinin siyasi ve ideolojik formu ise,
Kemalizm de burjuvazinin zayıflığı ve imhası (Ermeni, Süryani katliamları, Rumların
sürülüşü ve mübadelesi aynı zamanda burjuvazinin tasfiyesi anlamına gelir) koşullarında
iktidarı ele geçirmiş bürokrasinin egemenliğinin siyasi ve ideolojik formudur. Stalinizm’in de
Kemalizm’in de özü onun bu tarihsel ve sınıfsal temellerindedir. Bu temeller anlaşılmadan
onun aldığı somut ideolojik biçimler anlaşılamaz ve onun göründüğü somut tarihsel
biçimlerin onun özü olduğu yanılgısına düşülür.
Stalinizm’i böyle kavradığınızda, Kruçef, Brejnev, Gorbaçov’un aynı bürokratik kastın
çıkarlarını ve iktidarını farklı tarihsel dönemler ve güç ilişkileri içinde savunmaya ve
pekiştirmeye yönelik Stalinistler olduğu anlaşılır. İşin gerçeği ve doğrusu da budur. Ama
Stalinizm’i, onun özünü oluşturan tarihsel ve toplumsal bağlardan koparıp, tipik idealist bir
yaklaşımla, yani varlığın düşünceyi değil, düşüncenin varlığı belirlediği anlayışıyla,
tanımladığınızda, o sadece bir ideoloji, bir politika, gaddarlık, cinayetler olarak görünür. Bu
takdirde tanımlamanız, Stalinizm’in özüne değil, onun ilk dönemindeki görünümüne, aldığı
somut tarihsel bir biçime ilişkin olur. Tarihsel ve toplumsal temellere inmeyen tanımlamalar
onun metodolojik köklerine de inemez. O tıpkı bir yer altı gövdesi gibi varlığını sürdürür ve
her budamadan sonra daha güçlü olarak yeniden yeşerir. Bu nedenle, Stalinizm’i sadece bir
ideoloji ve baskı ve cinayet rejimi olarak tanımlama, ne ideolojik ne de politik olarak
Stalinizm’in köklerine yönelmediğinden, onun yeniden ve daha gür olarak ortaya çıkışı için
bir budama işlevi görür. Türkiye’nin sosyalistlerinin Stalinizm karşısındaki tavrı esas olarak
da böyledir.
Türkiye’nin sosyalistleri, Stalinizm’i ele alışlarındaki temel metodolojik yanılgıyı aynen
Kemalizm konusunda da yapmaktadırlar. Kemalizm sadece somut tarihsel bir biçimiyle, bir
ideoloji olarak tanımlanmaktadır. Tarihsel ve toplumsal temellerine yönelik bir tanımlama
olmadığından, ne politik olarak onun toplumsal temellerine ne de yöntemsel olarak ideolojik
köklerine yönelmek mümkün olmamaktadır.
Kemalizm, Osmanlı yadigarı bir bürokratik kastın egemenliğini ve çıkarlarını koruma ve
pekiştirmenin çok özel bir biçimidir. Bu bakımdan Stalinizm’den çok daha güçlü bir geleneği
vardır. Stalinizm bir işçi devriminin ardından bir karşı devrimle bir bürokrat tabakanın
iktidara gelişiydi, Kemalizm ise, zaten iktidarda olan bir bürokrat tabakanın, bu iktidarı yeni
tarihsel koşullara uyarlamasıydı. (Gerçi 1920’lerin başında, Çeteler (yani silahlı halk)
döneminde, Üçüncü Meşrutiyette, iktidarın da bir ölçüde Meclis’in elinde olduğu dönemde bir
ara yitirir gibi olduysa da bu dönem fazla sürmedi ve hemen Çerkez Ethem’in, çetelerin
tasfiyesi ile başlayan süreçte tekrar ipleri eline aldı.)
51
O halde Kemalizm, çok özel bir tarihsel dönemdeki ideolojik ve siyasi formu olarak ortaya
çıkar bu bürokrasinin ya da “Devlet Sınıfları”nın. Onun iki özü vardır. Birincisi, “Devlet
sınıfları”, yani bürokrasi, iktidarını ancak, iktidarın gerçekten halkın seçilmiş temsilcilerinin
olmadığı koşullarda sürdürebilir. Yani anti-demokratiktir. İkincisi, bu iktidarı sürdürebilmek
için, zamana uymak zorundadır, yani modernleşmecidir. Bu iki özellik aynen, Stalinizm’in de
özelliğidir. Bu toplumsal ve yöntemsel akrabalıklar ya da “gönül yakınlıkları” nedeniyle,
kolaylıkla birbirine geçişler olabilmektedir.
Türkiye’deki bürokrasi, Bizans, hatta Sümerlerden beri gelen çok güçlü bir tarihsel tecrübeye
sahiptir. Stalinist bürokrasiden daha fazla esneklik ve daha fazla yaşama gücü göstermiştir.
Fransız Devrimi’nden beri bu tabaka, bir takım ideolojik ve siyasi reformlarla iktidarı elinde
tutmayı başarabilmiştir.
Ancak bütün bu değişikliklere baktığımızda, bunların içerdeki direnişlerden ziyade, uluslar
arası dengelerin değişmesiyle gerçekleştiği görülmektedir. Fransız devrimi, Üçüncü Selim’in
reformlarını tetiklemişti. Yunanistan’ın bağımsızlığı, Kırım Harbi vs. daha sonraki
reformların zorlayıcılarıdır. Birinci Dünya Savaşı ve Ekim Devrimi ile Cumhuriyet’in
kuruluşu ve son olarak İkinci Dünya savaşı sonrasında çok partili hayata geçiş. Her biri
uluslar arası dengelerdeki çok köklü bir değişikliği izler.
ABD’nin Irak’ı işgali, uluslar arası dengelerde yine çok köklü bir değişiklik. Bürokrasiye
egemenliğini korumak için bir reform zorunluluğunu dayatıyor. Nasıl, Stalin’in cinayetlerini
mahkum eden bir Kuruçof veya Gorbaçov Stalinizmi mümkün idiyse, Kürtlerin inkarını
mahkum eden bir Kemalizm de mümkündür. Bu bürokrasi, çok sıkıştığında, “Gereğinde
Şeytan da oluruz Bolşevik de” veya “Memlekete komünizm lazımsa onu da biz getiririz”
diyebilen bir zümredir. Bu güne kadar iktidarını Kürtlerin inkarıyla sürdüren bu zümre yarın
bir numaralı Kürtçü de olur. Yeter ki ipler elinde olsun.
Ama bu değişimlerin hepsinde görülen bir özellik daha var. Her bir modernleşme çabası ve
reformun öncesinde aşağıdan gelen demokratik bir hareketin imhası vardır. Yeniçerilik
biçimindeki silahlı İstanbul Halkı katledilerek, modern orduya geçilir ve İkinci Mahmut
reformları yapılır. Çerkez Ethem kuvvetleri imha edilir, Mustafa Suphi’ler öldürülür,
komünistler katledilir ve cumhuriyet kurulur. Çok partili hayata geçilirken, Şefik Hüsnü’nün,
Esat Adil’in partileri ve sendikalar kapatılır herkes tutuklanır. Öyle görülüyor ki, Kürtçü bir
Kemalizm’e de KADEK’in imhası ve tasfiyesiyle bir geçiş hazırlanıyor,
Kemalizm’in özüne yönelen bir politik program, Demokratik bir cumhuriyet programı
olabilir. Yoksa Kürtçe’nin ve Kürtlerin tanınması, kendi başına demokratikleşme anlamına
gelmeyebilir. Çünkü Kemalizm’in özü burada değildir. Kürtçü bir Kemalizm de mümkündür.
Tıpkı Türk burjuvazisiyle olduğu gibi, Kürt burjuvazisiyle de bir uzlaşma yapabilir. Aynı
tabakanın bir zamanlar Türkçülükten önce Osmanlıcı olduğunu unutmayalım. Pek ala çok dil
ve kültürlü bir Kemalizm de mümkündür. Ama demokratik bir cumhuriyetle Kemalizm bir
arada var olamaz. Demokratik bir Cumhuriyette gerçek iktidar halkın seçilmiş temsilcilerinin
elinde olur, bürokrasinin değil.
12 Mayıs 2003 Pazartesi
52
Bonapartizm
Bonapartizm, modern toplumsal sınıf ve güçlerin zayıflığı ya da dengesi koşullarında,
devletin, sanki onlardan bağımsızmışçasına davranması olarak tanımlanabilir. Bunun en
klasik örneği, 19. yüzyıl Avrupa’sındaki üçüncüsü birincisinin yeğeni olan Bonapart’ların ve
Bismark’ın rejimleridir. Bonapartizm deyimi, onun antik çağdaki benzeri olan Sezarizmden
çok farklı tarihsel ve sınıfsal koşullara dayandığını, modern bir fenomen olduğunu
vurgulamak için türetilmiştir. Nasıl oluyordu da o muazzam devrim- tıpkı antik çağdaki
benzeri Roma gibi Cumhuriyet ve demokrasiden bir İmparatorluğa dönüşüyor; kendini
imparator ilan eden bir maceracı kariyeristin ellerine düşebiliyordu? Keza aynı olayın ikinci
baskısı da, yine 1848 devriminden sonra, ama bu sefer komedi olarak, birincisinin yeğeni
tarafından gerçekleştiriyordu?
Bu rejimlerin ortaya çıkışının tarihsel koşulları en çarpıcı biçimde: “Burjuvazi artık
yönetemiyor, proletarya ise henüz yönetemiyor” diye tanımlanmıştı. Bu denge ya da zayıflık
durumunda, çapsız bir kariyerist (Napolyon), bir maceracı (Ücüncü Napolyon) veya dar kafalı
bir toprak ağası (Bismark) siyasi gücü mutlak olarak ele geçirebiliyor ve son duruşmada siyasi
iktidardan uzaklaştırdığı burjuvazinin sosyal ve ekonomik iktidarının gereklerini yerine
getiriyordu.
Bonapartizm On dokuzuncu yüz yılda, Avrupa’da bile bir istisna sayılırdı. Ne var ki,
Bonapartizm yirminci yüz yılda, bir istisna olmaktan ziyade bir kural olarak ortaya çıktı.
Yirminci Yüzyılda, uluslar sanki, bir zamanlar doğadaki bazı canlı türlerinin 300 milyon ve
60 milyon yıl önceleri arasında, yani şu dinasorlar çağında bir gigantanomi “hastalığına”
yakalanması benzeri, bir Bonapartizm hastalığına yakalanmış gibidir. Zengin batı ülkeleri
hariç, ki orada da özellikle iki savaş arası dönemde zaman zaman ortaya çıkar, bütün
dünyadaki rejimlerin neredeyse tamamı Bonapartist karakterdedir.
Tarihin bu girdabını yaratan son duruşmada, geri bir ülkede gerçekleşen bir devrimin, tarihsel
koşullar yeterince uygun olmadan bir sosyalist devrime dönüşmek zorunda kalması ve bunun
da tecrit olup yayılamamasıdır. Bu hastalığın çıkığı yer Sovyetler’dir. Geri bir ülkede işçi
sınıfının iktidara gelmesi, ama bu devrimin tecrit olarak kalması ve ileri ülkelerde devrimlerin
gerçekleşmemesi ve de savaş, iç savaş koşullarında bu işçi sınıfının zayıflaması hatta fiilen
yok olması, Rusya’da Stalinizm de denen, bürokrasinin iktidarına dayanan Bonapartist
karakterde bir rejimin ortaya çıkmasına yol açtı. Bu bonapartizm işçi sınıfının zayıflığının
sonucu olarak başarı kazanmıştı. Ama bu Bonapartizm, bir kere ortaya çıktıktan sonra, Ekim
devriminin prestiji aracılığıyla, bütün dünyada işçi hareketini de darmadağın edip kendi dış
politikasının araçlarına dönüştürünce, modern işçi sınıfı iradesini yitirdi; niceliği dünya
çapında aksine elvermesine rağmen, bağımsız bir sınıf olmaktan çıktı. Yani Rus işçi sınıfının
fiili yok olmuşluğunun ve zayıflığının ürünü olan Stalinizm bir kere ortaya çıktıktan sonra bu
zayıflığı dünya çapında pekiştirdi ve yaydı. Böylece tüm dünya çapında öznel nedenlerle işçi
53
sınıfının bir zayıflık ve iradesizliği; bağımsız bir program ve ideolojiden yoksunluğu durumu
ortaya çıktı. Ve bütün bu sürecin sonuçları tekrar nesnel koşullar olarak ortaya çıktı. Tıpkı
yuvarlanan bir kar topu gibi, bizzat kendi sonuçları kendi var oluş koşullarını pekiştiren ve
güçlendiren bir süreç. Çin, Yugoslavya, Vietnam gibi ülkelerdeki devrimler, işçi sınıflarının
zayıflığına ek olarak, Sovyet Bonapartizminin de desteği, baskısı ve örneğiyle hızla
Bonapartist diktatörlüklere dönüştüler.
Diğer yanda, burjuva karakterli devrimler de, Türkiye’deki Kemalizm, Arap ülkelerindeki
Baas’çı, Nasır’cı veya diğer Üçüncü Dünya devletlerindeki rejimler de, Burjuvazinin zayıflığı
koşullarında birer Bonapartist rejim karakteri aldılar ya da baştan o karakterde doğdular.
Atatürk’ten Nasır’a, Nkrumah’tan Sukarno’ya bir saat intizamıyla hep aynı süreç işledi.
Burjuvazi ya da proletarya, bu iki modern sınıf, bir sınıf olarak politik iktidara, ancak
demokrasi ve iktidarın seçilmiş kurumlarda bulunması aracılığıyla egemen olabilir. Halbuki,
bütün geri ülkelerde, demokrasinin ve seçilmiş organların yokluğu veya gerçek iktidarla ilgisi
olmayan ayıbı örten asma yaprakları olması söz konusudur. “Doğu”daki bonapartizmler İşçi
sınıfının zayıflığına dayanıyordu ise, batıdaki Bonapartizmler de bir bakıma burjuvazinin
zayıflığına dayanıyordu. Ne var ki, aynı zamanda, doğu ve Batı arasındaki denge durumu da,
dünya ölçüsünde, Bonapartist rejimlerin varlığı için uygun bir hareket alanı oluşturuyordu.
Bağlantısızlar hareketinin aynı zamanda bu rejimlere dayanması da rastlantı değildir.
Yirminci yüzyılın bütün geri ülkelerde yaygın Bonapartizmi bir bakıma, paradoksal olarak
zayıf burjuvazileri göz önüne getirilirse, 19. yüzyıl bonapartizminin aksine, “Burjuvazi henüz
yönetemiyor” ve keza işçi hareketinin uğradığı darmadağın oluş göz önüne getirilirse, “işçiler
artık yönetemiyor” diye tanımlanabilir. Burjuvazi ve İşçiler için, objektif ve sübjektif koşullar
yer değiştirmiş gibidir.
Sovyetler ve ABD, doğu ve Batı arasındaki denge durumu da bu Bonapartizmin varlığının ve
yaşamasının bir koşuluydu. Bu Bonapartist rejimlerin bu dengelere oynaması ve kısmi bir
hareket alanı kazanması, Sovyetler’e egemen Bonapartist bürokratik kast açısından destek ve
hareket alanının genişlemesi anlamına geliyordu. Böylece aslında hiç ilgileri olmamasına
rağmen, bu rejimler, Sovyet dış politikasının ihtiyaçlarına uygun olarak anti emperyalist veya
milliyetçi olarak tanımlanıyorlardı. Yine Sovyet bürokrasinin ideolojik kaygılarının yanı sıra,
Sovyet dış politikasının bu Bonapartist rejimlerle ittifak ihtiyaçlarına da uygun olarak,
sosyalist ve işçi hareketleri bizzat bu rejimlerin destekçisi yapılıyor, sosyalistler ve işçiler
bütün 19 Yüzyıl boyunca Devrimci işçi ve sosyalist hareketin bayrağı olmuş, Demokratik
Cumhuriyet parolasını bile unutuyor; Bonapartist rejimlerle adeta bağımsızlık ve milliyetçilik
yarışına giriyorlardı.
Sosyalist hareketin yaşadığı bu paradigma değişimi sonuçları bakımından en tehlikeli ve
korkunç olanıydı. Böylece Sosyalist hareketler bizzat bu Bonapartist rejimlerin birer desteği
haline dönüşüyordu. Böylece sosyalistler tüm toplumdaki memnuniyetsizleri devrimci ve
radikal bir demokrasi bayrağı altında birleştirme olanağını tümden yitiriyorlar, bürokratik
kastların denge hesaplarında basit bir piyon durumuna düşüyorlardı.
Bugün bu Bonapartizmin toplumsal temeli büyük ölçüde aşınmış bulunuyor. Birincisi artık
54
dünya çapındaki doğu – batı dengesi yok. Avrupa ve Amerika çelişkileri bu Bonapartist
kastlara çok sınırlı bir hareket olanağı sağlıyor.
İkincisi, işçi sınıfı ve ezilen halklar, Sovyetlerdeki rejimin yıkılmasıyla, Stalinizmin yarattığı
tahribata ek olarak, tam bir güvensizlik ve yılgınlık ve bunun yanı sıra zengin ve fakir
ülkelerin işçileri olarak çok tehlikeli bir bölünmüşlük içinde. Dünya ölçüsünde ve her ülkede
tam anlamıyla, kendisi için bir sınıf olmaktan çıkmış kendi kendine bir sınıfa dönüşmüş
durumda. İşçi sınıfı, doğuşundan Ekim devrimine kadar kat ettiği yolu olmadı baştan ama bu
sefer dizleri üzerinde kat etmek zorunda tekrar bağımsız bir sınıf olarak ortaya çıkabilmek
için. Artık ne bağımsız bir ideolojisi, ne bağımsız bir programı, ne de örgütlülüğü var. Bu
durumdan ne zaman çıkacağı da belirsiz. Bu durumda işçiler burjuvazi için bir tehlike
olmaktan çıkmış bulunuyor. Zaten ezilen sınıflar burjuvaziyi korkutacak hiçbir şey yapamıyor
ve yapmıyor. Güney Afrika’dan Doğu Almanya’ya ya da Nikaragua’dan Brezilya’ya işçiler
ve ezilenler hiçbir yerde kapitalizmi yıkmaya cesaret edemiyor. Kapitalizme bir alternatifi
düşünmüyorlar bile. İçiler realist insanlardır, bu günkü koşullarda böyle bir şeye giriştikleri
takdirde hiçbir şanslarının olmadığını herkesten daha iyi bilmektedirler. En fazla istedikleri
kapitalizm çerçevesinde daha adil ve demokratik bir düzen.
Buna karşılık burjuvazi, bu arada hem büyümesi ve güçlenmesi; hem de tarihsel zaferi ve işçi
sınıfının sıfırlanması nedeniyle, tekrar kendine güvenini kazanıyor. Ezilen sınıflardan eskisi
kadar korkmuyor. Artık güçlü bir devlete dayansa da, burjuvazi iktidarı parlamenter araçlarla
sınıf olarak sürdürebilmek için daha elverişli koşullara sahip bulunuyor.
İşçi sınıfının bir tehlike olmaktan çıkması ve artık burjuvazinin ondan korkmaması; hatta kriz
dönemlerinde kestaneleri ateşten çıkarmak için ona kısmen politik iktidarı bile bırakacak güce
ve esnekliğe ulaşması; buna karşılık işçilerin iktidarı almaktan ve sosyalist dönüşümler
yapmaktan korkması, bütün dünyada adeta bütün devrimci hareketler ve toplumsal hareket
canlanmaları sosyal devrimlerden ziyade, parlamenter rejimlere dönüşmelerle yol açıyor.
Bonapartizmin bu tarihsel konjonktürdeki sosyal temelinin yok oluşu ve parlamenter
rejimlerin yaygınlaşması, yüzeyde bir değerlendirmeyle, zamandaşlığa bakarak, onun
globalleşmenin bir ürünü gibi görülmesine yol açıyor. Bunların bambaşka toplumsal ve
ekonomik güçlere bağlı, süreçler olduğu görülmüyor. Ama bizzat bu yaygın kanının kendisi
de burjuvazinin artan gücü ve ideolojik egemenliğinin bir ifadesinden başka bir şey değildir.
Dünya burjuvazisindeki bu kendine güvenin en son örneği, ABD’nin Irak’ta atadığı konseye
bir de Komünist almasıdır.
Bu genel tablo içinde, Türkiye’deki Bonapartizm en çok direnenlerden biri. Bu direnişte
elbette onun müthiş esnekliği, parlamentarizmi iyi kullanabilmesi ve Türkiye’nin uluslar arası
dengelere oynamaya iyi imkan sağlayan stratejik konumu gibi etkenler var. Bunun yanı sıra,
Türkiye’deki sınıflar ve politik güçler de hala, “üzerlerine bir kabus gibi çöken geçmişin
mirasıyla” davranıyorlar. İşçiler ve sosyalistler Sovyet bürokrasisinin dış politika ihtiyaçlarına
uyan ve bir zamanlar iyi kötü yine de Emperyalizme karşı dengeleyici bir işlev gören eski
bağımsızlık ve anti-emperyalizm paradigmalarıyla nesnel olarak Türkiye’deki bonapartizmin
yedeği işlevini görüyorlar. Burjuvazi ise eski korkaklığını ve pısırıklığını sürdürüyor. Kürt
özgürlük hareketi ise bu durumda yapayalnız kalıp kapatıldığı gettonun duvarlarını yıkamıyor.
55
Bütün bunlar hepsi birlikte, Bonapartist rejimin giderek daralan bir alanda da olsa, çeşitli
dengelere oynayarak varlığını sürdürmesini mümkün kılıyor.
Bu rezil ortamda, kimi sosyalistlerin, hala iyimser, mücadelenin yükseldiğine, kapitalizmin
yıkılacağına ilişkin tablolar çizmesi sosyalist hareketin düştüğü sefil durumun sadece bir
yansıması olarak görülebilir.
İyimserler olası dünyaların en iyisinde yaşadıklarını düşünürler. Kötümserler ise, bunun doğru
olmasından korkarlar. Çünkü o iyi görülen dünya, olasıların en kötüsüdür. Gerçeğin
dayanılmazlığı ancak hayal gücünün aynasında görülebilir. Bu nedenle kötümserlik devrimci
bir erdemdir. Türkiye’nin devrimcileri ve sosyalistleri, kötümser değiller, çünkü hayal
güçlerini yitirmişler. Dolayısıyla ne devrimciler ne de sosyalistler.
21 Temmuz 2003 Pazartesi
56
Kemalizm ve İslam
Kemalizm ve Politik İslam aynı madalyonun iki yüzüdür. Politik İslam’ın Kemalizm’e;
Kemalizm’in Politik İslam’a hava gibi, su gibi ihtiyacı vardır.
Türkiye batılılaştıkça, modernleştikçe ve de laikleştikçe Müslümanlaşmıştır. Türkiye bu kadar
laik ve batılı olmasaydı bu kadar Müslüman olmazdı. Osmanlı güya bir İslam imparatorluğu
idi, nüfusunun büyük bölümü Müslüman değildi; Türkiye Cumhuriyeti ise laik, batıcı ve de
Batılıdır ama, Politik İslam’ın çok sevdiği ifadeyle, nüfusunun yüzde doksan dokuzunu
Müslüman yapmayı başarmıştır. (Alevileri Müslüman saymakta Politik İslam’ın Kemalizm’e
bir itirazı yoktur.)
Osmanlı’ya egemen olanlar, Müslüman devşirmelerdi, onlara Türk diyen batılılardı; onlar
kendilerini Türk olarak görmüyor ve Türk’ü kaba, cahil anlamında bir hakaret sıfatı olarak
kullanıyorlardı. Bu sınıfın sonradan uydurması olan “Türklerin devlet geleneği” denen şey
aslında, Bizans-Osmanlı’dan beri gelen ve kökleri Sümer’e dayanan bu sınıfın geleneği ve
ideolojisidir.
Tarihte bir tek Türk devleti vardır: Türkiye Cumhuriyeti. Ve onu da Türkler değil işte bu
Türklerin devlet geleneğinden söz eden, Bizans-Osmanlı artığı sınıf kurmuştur. Daha doğrusu
zaten var olan devleti Türk devleti yapmıştır.
Bu Müslüman devşirmeler kastı ya da sınıfı; varlığını ve egemenliğini borçlu olduğu devleti
sürdürebilmek için her şeyi yapmaya ve her şey olmaya hazırdı. Birinci Büyük Millet
Meclisinde bunu açıkça da ifade ediyorlardı: “Şeytan da oluruz Bolşevik de” diye.
Milliyetçiliğin Osmanlı’ya geldiği dönemde, artık milliyetçilik eski demokratik ve
cumhuriyetçi niteliğini yitirdiğinden, Balkan ve Anadolu’da bir burjuvazi de Hıristiyanlar
arasında geliştiğinden, Burjuvazinin milliyetçiliği, bir etniye ve dine dayanan, çoğu kez de
etni ve din çakıştığı için ikisine birden dayanan bir milliyetçilikti. Burjuvazinin bu
milliyetçiliği, Bizans-Osmanlı devletçiliğini ve varlığı buna bağlı Müslüman Devlet
Sınıflarını tehdit ediyordu. Bu nedenle onlar, egemenliğini sürdürmek için Osmanlı
Ulusçuluğu para etmeyince bir süre Pan İslamizm ile oyalandıktan sonra, Türk ulusçuluğunda
karar kıldılar ve Müslüman ahaliden bir Türk ulusu yaratıldı.
Ne bu ulusu ve ulusçuluğu yaratan kastın; ne de kendisinden bu ulus yaratılan nüfusun soy
olarak Türklükle bir ilgisi bulunmuyordu. Balkan ve Kafkas göçmenlerinden; Anadolu’nun
büyük ölçüde Müslümanlaşmış ahalisinden, biraz da Türkmen ve Oğuz soyundan göçebe ve
köylülerden yaratıldı bu ulus. Öyle ki, soy ve dilce herkesten daha Türk olan Karamanlılar,
sırf Ortodoks oldukları için zorla Yunanistan’a sürüldüler; Adaların bir kelime Türkçe
bilmeyen muhtemelen Rum asıllı Müslümanları da onlara karşılık alındılar.
Müslüman Hıristiyan çelişkisi gibi görünen aslında, Kapitalizm öncesini temsil eden Osmanlı
57
Devlet sınıfları ile Hıristiyanlar arasında gelişmiş modern burjuvazinin çatışmasıydı.
Osmanlıcılık da, Pan İslamizm de, Türk milliyetçiliği de gerici Bizans-Osmanlı devletçiliğini
temsil ediyordu. Başta Ermeniler olmak üzere, Hıristiyan ahalinin katliam, sürgün ve
mübadeleleri, kapitalizmin tasfiyesi, prekapitalizmin güçlenmesidir. Bu tıpkı, “devlet benim”
deyişinin çıktığı Fransız devletçiliğinin, Sen Bartelmi katliamlarında Protestanlığı, yani
burjuva gelişimi katletmesi gibidir. Bu katliam Fransa’nın modern burjuva gelişime girişini
100 yıl geciktirmiş ve sonunda Fransız Devrimi bu gecikmenin acısını çıkarmıştır.
Hıristiyan burjuvazinin devlet sınıflarınca tasfiyesi, devletçiliğin yanı sıra prekapitalist toprak
ağa ve şeyhliğinin; tefeci bezirgânlığın güçlenmesi sonucunu vermiştir. Bu tefeci
bezirgânlığın ve ağalığın ideolojisi ise Müslümanlıktı. Güçlendirdiği tefeci bezirgânlığı
kontrol altına alabilmek için, devlet sınıfları kendi İslam yorumunu devlet dini yaptı ve bu
resmi Müslümanlığa da laiklik adını verdi. Bu devletçilik Hıristiyan katliamlarıyla, laikliğin
temeli olan nüfusu ve toplumsal ilişkileri bizzat kendi yok etmişti.
Ne var ki, 1970’lere kadar, İslam genel olarak tefeci bezirgânlığın ideolojisiyken, 1970’lerden
sonra yeni çıkan ve çoğu bu tefeci bezirgânların çocukları olan, Anadolu Burjuvazisinin
bayrağı oldu. Politik İslam’ı bayrak yapan burjuvazi, sadece devletçiliğin keyfiliğinden
bıkmış işçileri değil, büyük şehirlerin Seküler burjuvazisinin bile desteğini aldı. Bu destekle
birlikte de eskiden Müslüman yazarların konusu olan “Sabetaycı Komplo” “teorileri”
Kemalistlerin başlıca ilgi konularından oldu.
Ama dikkat edilsin, Politik İslam’ı bayrak yapan burjuvazi, devlet sınıflarına karşı gerçekten
onları tecrit edecek, politik iktidarın seçilmiş temsilcilerin elinde bulunacağı tedbirler almıyor;
böyle girişimlerde bulunmuyor.
Devletin her türlü din eğitiminden elini çekmesi, İmam Hatiplerin kapanması; Diyanet
İşlerinin lağvı; İmam, Müezzin gibilerin maaşının vergilerden ödenmesine son verilmesi ve
bunların Müslümanların bağışlarıyla geçinmesi; devletin sadece inanç özgürlüğünü ve
eşitliğini garanti altına alması gibi gerçekten laik girişim ve talepleri ağızlarına bile
almıyorlar. Hâlbuki böyle talep ve girişimler bir anda, Türkiye’deki bütün Alevilerin,
dinsizlerin, şehir orta sınıflarının desteğini alır ve Kemalist bürokrasinin bütün demagojisini
açığa çıkarıp onu tecrit eder.
Böyle gerçek bir laiklik -ki demokratikleşmenin şartlı olan devletçiliğin tecridini de getirir,
Kemalizm’in laiklik denen resmi İslam’ını yok edeceğinden, Politik İslam’ın mazlumu
oynama şansı kalmaz. Bu da geniş ezilen yığınların hızla burjuvazisin etkisinden sıyrılışını
getirir. Bu nedenle AKP Kemalist devletçiliği tümüyle tasfiye edecek hiçbir adım atmıyor.
Çünkü ancak bir Kemalist İslam olan Laiklik var olursa Burjuvazinin Politik İslam’ı var
olmaya devam edebilir ve bu ideolojik kayıkçı dövüşünü sürdürebilir.
28 Mayıs 2004 Cuma
58
Sabetaycılar, Yahudiler, Anti-Semitizm ve Kemalizm
Eskiden İslamcı yazarların ilgi alanında bulunan Sabetaycılar, Yahudiler ve bunlar üzerine
komplo Teorileri, son zamanlarda Soner ve Küçük Yalçın’ların kitaplarıyla tekrar gündeme
geldi.
Sanılanın aksine, bu kitaplarda neyin söylendiği değil, niçin, şimdi ve nasıl söylendiği daha
önemli ve anlamlıdır ve toplumsal sınıfların konum, yapı ve ilişkilerindeki değişmeleri
anlamak için ilginç ip uçları sunarlar. Herkesin bildiği gibi, tarih tarihle değil, bu günün
tartışmalarıyla ilgilidir ve bu gün çatışan güçlerin çıkarlarını korumanın aracıdır.
O halde soralım: “Bayram değil, seyran değil eniştem beni niye öptü?” Türkiye’nin devlet
sınıflarının, ya da Kemalist nomenaklaturanın çıkar ve eğilimlerini yansıtan bu yazarlar niye
Sabetaycılara taktılar? Bu hangi toplumsal gücün eğilim, çıkar ve konumunun savunusudur?
Yirminci yüzyıla kadar İslam’ın yayıldığı ülkelerde bir Yahudi düşmanlığı yoktur. Yahudi
düşmanlığı, Batı Ortaçağının Hıristiyan ülkelerinde, kimi zaman tefeci-bezirgan sermayeye
yönelik bir tepkinin; kimi zaman da kendileri tefeci bezirganlaşmış Hıristiyan tüccarların ve
burjuvaların, bezirgan bir kavim olan Yahudilere rekabetinin bir aracı olarak görülür.
Burjuva devrimleri Batı Avrupa’da Yahudileri gettodan kurtarıp eşit yurttaşlar haline getirdi.
Bundan sonra Yahudiler devrimci demokratik fikirlerin en büyük taşıyıcısı olmuşlar ve İbrani
dininde derin kökleri olan ve bütün Hıristiyan ve İslam ihtilalcı tarikatlara ilham veren
mesiyanik (mesihçi) gelenek üzerinden modern sosyalizmin de en büyük kurucuları ve
geliştiricileri olmuşlardır. Proletarya, yeryüzünde bin yıllık adil düzeni kuracak modern bir
Mesih'tir de.
Bu nedenle, burjuva devrimcisi mason derneklerinde de; sosyalist ve işçi örgütlerinin içinde
de, kapitalizmi ve komünizmi bir Yahudi komplosu olarak gören teorileri haklı çıkarırcasına,
Yahudiler toplumdaki oranlarıyla kıyaslanamayacak bir nicelik ve nitelikte yer almışlardır.
İçinden Yahudilerin çıkarıldığı bir burjuva uygarlığından ve modern sosyalist ve işçi
hareketinden geriye pek bir şey kalmazdı.
Ne var ki, burjuvazinin ezilen sınıfların korkusu yüzünden gericileşmesi ve modern toplumun
politik örgütlenmesinin temeli olan ulusu, yurttaşlık haklarıyla değil, dil, din, soy, etni ile
tanımlamaya başlamasıyla birlikte; Burjuva gelişim Avrupa’da doğuya doğru yayıldıkça,
Yahudileri gettodan kurtaran burjuva devrimciliğinin; demokratik ve cumhuriyetçi; insan ve
yurttaş haklarına dayalı ulusçuluğun yerini; dine, dile, soya dayanan milliyetçilikle birlikte
anti Semitizm ve Yahudi pogromları almaya başladı.
Buna karşılık, hem buna bir tepki olarak, hem de bizzat kendisi de aynı gericileştirici eğilimin
etkisinde olduğundan; Yahudi burjuvazisi de demokratik ve cumhuriyetçi bir ulusçuluktan;
dile, dine, soya dayanan Yahudi ulusçuluğuna, yani Siyonizm'e geçiş yaptı.
59
Ama aynı zamanda Yahudi işçiler ve entelijansiya, burjuva devrimlerinin ideallerinin tek
tutarlı sürdürücüsü kalmış işçi hareketine daha bir güçle yöneldi. Ve bu aşağı yukarı
Sovyetlerin bürokratik bir kast tarafından ele geçirilmesine kadar devam etti.
Yahudiler içindeki sosyalizm mi Siyonizm mi tartışması, özünde, Yahudiler üzerindeki
baskının, tüm diller, dinler, kültürler, etniler arasında eşitliği sağlayan devrimci ve demokratik
bir ulusçulukla mı; yoksa kendilerini dışlayanlar ve ezenlerinki gibi, dile dine soya dayanan
bir ulusçulukla mı son verebileceği tartışmasıdır. Yani bu gün Kürt hareketi içinde Öcalan ve
diğer Kürt milliyetçileri arasındaki tartışmadır.
Ne var ki, Sovyet devriminin geri bir ülkede olup yayılamaması, tecridi ve sonunda bir
bürokratik kasın iktidarının aracı olması; bunu sonucu olarak, dünyadaki sosyalist hareketin
de ulusu, gerici burjuvazi gibi, dil, soy, etni ile tanımlaması ve demokratik geleneklere veda
etmesi sonucu, Yahudiler de, özellikle soykırımın da etkisiyle önceleri hiçbir zaman güç
bulamamış gerici ulusçuluğa, yani Siyonizm’e akmaya başladılar.
Ve bu gerici milliyetçilikle kurulan İsrail devletinin dünyanın aort damarını garanti altına
almak için Emperyalist ülkelerce desteklenmesi sonucu, Siyonizm mi sosyalizm mi; yani
ulusu dille, dinle, soyla tanımlamayan demokratik cumhuriyetçi bir ulusçuluk mu; ulusu dile
dine, etniye soya göre tanımlayan bir ulusçuluk mu çatışmasını, bütün dünyada olduğu gibi,
Yahudiler arasında da, bu gün Siyonizm kazanmış gibi görünmektedir.
Ama unutmamalı, yirminci yüzyılın başlarında da Sosyalizm karşısında Siyonizm’in en küçük
bir şansı görülmüyordu.
İslam ülkelerinde Yahudi düşmanlığının ve Siyonist komplo teorilerinin yankı bulması Irkçı,
İsrail devletinin kuruluşundan sonradır ve Arap ve Müslüman burjuvazinin eğilimlerini
yansıtır.
Batı’nın emperyalistlerinin artık bir anti-Semitizm’e ihtiyacı yoktur, aksine, Orta Doğu
petrollerini garantilemek için, Siyonist İsrail devletinin varlığı ve ona destek hayati
önemdedir.
Avrupa ve Almanya için, Nazi’lerin yaptığı Yahudi soykırımı karşısındaki lanet törenleri, bu
politikayı meşrulaştırmanın bir aracıdır. Nasıl Türkiye’nin solcuları anti-emperyalizm adına
genelkurmay politikalarının destekçiliğini yaparlarsa; Alman solcuları da; Nazi vahşetinin
lanetlenmesi adına, Siyonist ırkçılığı, “İsrail devletinin yaşama hakkı” diye desteklerler ve
hatta kendine “anti-Nasyonalist” diyen kimileri, İsrail ve Amerikan bayraklarıyla yürüyüşler
düzenlerler.
Ama aynı zamanda anti-Semitizm ithamı, ABD karşısında Arap ülkelerini destekleyerek bir
denge kurmaya çalışan Avrupalı emperyalistlere ve güçlere karşı, ABD emperyalizminin ve
Irkçı İsrail Siyonizm'inin onları hizaya getirmeye yarayan bir sopasıdır.
Örneğin bu çatışma geçen yıl Almanya’da, Araplarla daha yakın ilişkileri savunan bir
politikacının, İsrail tarafından manevi olarak öldürülmesi ve onun da dayanamayıp intihar
etmesine karşılık, Siyonist bir talksohwcunun, kirli çamaşırlarının ortaya çıkarılarak yine
60
manevi olarak saf dışı edilmesinde olduğu gibi, “bir bizden bir sizden” mesajlarıyla, zaman
zaman çok sert biçimlerde sürmektedir.
*
Arap ve İslam ülkelerindeki anti Semitizm İsrail’in varlığıyla doğrudan bağlıdır ve ondan
sonra ortaya çıkmıştır, Siyonizm’e karşı Arap ve Müslüman burjuvazinin bir karşı tepkisi
olarak.
Buna karşılık, Osmanlı’da burjuva devrimlerinde ve Türk ulusunun yaratılmasında, yani Türk
modernleşmesinde Yahudilerin oynadığı çok özel rol nedeniyle, Türkiye’deki anti-Semitizm
ve Komplo teorileri daha eskilere gider ve çok ayrı sebepleri vardır.
Osmanlı’da Müslüman devlet sınıfları, bütün fatih kavimler gibi, haraçla yaşadıklarından ve
devleti oluşturduklarından bunlar arasında, ticaret ve zanaat, “haşa min huzur tüccar
taifesinden” denerek aşağılanmıştır. Bu nedenle, ticaret ve zanaat, zaten binlerce yıldır bu
alanlarda gelişmiş olan Hıristiyan nüfusun işi olmuştur. Dolayısıyla da burjuvazi ilk kez
Hıristiyanlar arasından çıkmıştır.
Ama Osmanlı Topraklarında bu Hıristiyan burjuvazi tarih sahnesine geç çıkmıştır, dolayısıyla
bu burjuvazi ortaya çıktığında, artık dünyada sınıf olarak burjuvazi, demokratik ve
cumhuriyetçi insan ve yurttaş haklarına dayalı ulusçuluğu çoktan terk etmiş; dile, dine, etniye
dayanan bir ulusçuluğa geçmiştir. Öte yandan, bütün bu Hıristiyan burjuva sınıflarının,
kendisinden dile, dine, soya dayanan uluslar ve ulusal devletler kurabilecekleri bir nüfus
vardır. Rumlar ve Ermeniler ve diğer Balkan halkları gibi.
Osmanlı topraklarında, Hıristiyan burjuvazi dışında, kendi içinden bir burjuvazi çıkarmış bir
tek istisna vardır: Yahudiler. Zaten Fenikelilerden beri Akdeniz ticaretini elinde tutan;
Venediğe karşı Osmanlı ticaretini güçlendirmek için, İspanya’dan gelmeleri teşvik edilen,
Doğu Akdeniz’in (Levant) ticaret yolları ve liman şehirlerinde bir Yahudi burjuvazi de
oluşmuştur. Ayrıca bu burjuvazinin önemli bir bölümü, daha önceki yüzyıllarda Mesihçi bir
hareket ve tarikatın dışarıdan Müslüman görünmeyi kabul etmiş; “Sabetaycılar”,
“Selanikliler” veya “Dönmeler” diye tanımlananlarından oluşmaktadır.
Hıristiyan halkların burjuvazisi ile hala prekapitalist dünyada yaşayan ve burjuva
değişimlerde kendi varlığına ve yaşamına karşı bir tehdit gören Müslüman ahali ve oluşacak
burjuva devletlerin kendi varlığının koşulu olan devleti yok edeceğini gören Müslüman devlet
sınıfları arasındaki çatışmanın yanı sıra, Yahudi burjuvazi ile Ermeni ve Rum Hıristiyan
burjuvazisi arasında da bir rekabet ve çatışma bulunmaktadır. Bu durum da ister istemez,
Prekapitalizmin temsilcisi Müslüman devlet sınıfları ve ahali ile modern Yahudi
burjuvazisi arasında bir çıkar ve konum ortaklığı yaratmıştır.
Gerek Osmanlı’nın Katolik engizisyona karşı sığınma sunması; gerek İslam’ın kendini, özüne
dönmüş saf İbrahim dini ve İbrahim’i Müslüman olarak görmesi; gerek Sabetaycıların
Müslüman görünmesi gibi ek katalizatörlerle bu yakınlık daha da pekişmiştir.
Böylece, bir yanda burjuvazisi olmayan, Hıristiyan ulus ve burjuvaların tehdidi altında
prekapitalist bir Müslüman nüfus ve devlet sınıfları; diğer yanda yine bir burjuva olarak aynı
61
tehdidi hisseden ve Hıristiyan burjuvaziyle rekabet içinde bulunan ama aynı dile ve dine sahip
içinden dayanacağı bir ulus yaratabileceği bir nüfustan yoksun Yahudi ve onun bir biçimi
Müslüman görünüşlü Sabetaycılardan oluşan bir burjuvazi vardır.
Ve böylece “Tencere yuvarlanmış ve kapağını bulmuş”tur. Müslüman prekapitalizmin devlet
sınıflarının ve Müslüman halkın burjuvazisi yoktur; buna karşılık, bir kısmı dış görünüşüyle
de Müslüman olan (Sabetaycılar) Yahudi burjuvazinin de dayanacağı ve içinden bir ulus
yaratacağı halkı yoktur.
Avrupa’daki Yahudilerin arasında o zamanlar henüz Siyonizm çok zayıftır ve ulaşılmaz bir
hayal gibi görünmektedir. Bu nedenle bu Osmanlı Topraklarındaki Yahudi burjuvazisi için
Siyonizm'in bir çekiciliği yoktur. Olsa bile Rum ve Ermeni burjuvazisinin tehdidi ve
rekabetine karşı kısa vadede somut bir çare olmaktan uzaktır. Diğer yandan Avrupa’daki
Yahudilerin çoğu devrimci demokratik özlemlerin biricik tutarlı savunucusu olan sosyalist ve
işçi harekete angajedir. Onlarla arasında bu nedenle her hangi bir rezonans olmaz. Çünkü
kendisi de tıpkı diğer Hıristiyan burjuvalar gibi artık burjuvazisinin devrimci barutunu
tükettiği bir çağın burjuvazisidir ve ulusu gerici imparatorluk karşısında yurttaşlıkla
tanımlayan devrimci demokratik bir ulusçuluğa değil; soyla, dille, dinle tanımlayan gerici bir
ulusçuluğa eğilimlidir. Bu nedenle, Avrupa’dan, ideoloji ve teori olarak, aydınlanmanın
demokratik devrimciliği ya da sosyalizm değil, pozitivizm ve gerici sosyolojiler ve gerici
ulusçuluklar getirilir (Ziya Gökalp).
Ne sonra güçlenen Siyonizm ne de devrimci demokratik idealleri savunan sosyalizm bu
Yahudi burjuvazinin siyasi projesi olamazdı. Öte yandan çıkar ortaklıklarının beslediği
olağanüstü bir olanak ortada duruyordu. Müslüman ahaliden bir Türk ulusu yaratmak ve
kendilerinin de o ulusun burjuvazisi olması. Böylece Osmanlı devlet sınıfları ile Selanik ve
İzmir gibi şehirlerde özellikle yoğunlaşmış ama bütün ticaret yollarının düğüm noktalarında
da var olan Yahudiler ve Sabetaycılar arasında bir çıkar ve kader ortaklığı ortaya çıktı. Bu
İttihat Terakki’de açıkça görülebilir. Bu günkü komplo teorileri bu ortaklığın somut
görünümlerine dayanmaktadır.
Tabii Müslüman ahaliden bir Türk ulusu fikri hemen doğmadı önce Osmanlıcılık gibi
denemeler de yapıldı. Bu Türk ulusu fikri oldukça sonra, Avrupalıların Osmanlılara ve o
topraklarda yaşayan Müslüman ahaliye Türk demesi; Almanya’nın Rusya’yı arkadan
kuşatmak ve Hint yolu için pan Türkizmi yaratıp beslemesi; daha önce İpek yolu üzerinde
bezirgânlaşmış ve zenginleşmiş Türk dilinden Hazar kavminin Musevi dinini benimsemesi ve
bunların kalıntılarından (Kerait Yahudileri) ortaya çıkmış burjuvazinin geliştirdiği bir Türk
milliyetçiliğinin etkileri gibi birçok rastlantının bir araya gelmesi sonucu ortaya çıkmıştır.
En ateşli Türk milliyetçileri ve Türk milliyetçiliğinin kurucuları genellikle Yahudiler ve
Sabetaycılar arasından çıkmıştır. Hasan Tahsin ve Tekin Alp bunların en bilinen örnekleridir.
Türklerin atası olan, Atatürk, Osmanlı Devlet sınıfları ile bu Yahudi ve Sabetaycı
burjuvazinin çıkar ve kader ortaklığının en somut sembolüdür. Muhtemelen Sabetaycı bir
kökenden gelen, ama öyle olmasa bile Selanik nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturan
62
Yahudiler ve “Dönme”lerin kültürel atmosferinde; Kerayit öğretmenlerden ders almış; bu
“dönme”lerin kurduğu modern okullarda okumuş bir Osmanlı paşasıdır.
Denebilir ki, Yahudiler dünyada iki ulus yaratmış iki devlet kurmuştur: biri İsrail ulusu ve
devleti diğeri Türk ulusu ve devleti.
Batı Avrupa’nın Yahudileri kendilerini gettodan kurtaran insan ve yurttaş haklarına dayalı
ulusçulukla kendilerini kurtarmışken; Orta ve Doğu Avrupa’nın Yahudileri bu devrimci
demokrasiye sosyalizm bayrağı altında İşçi hareketi aracılığıyla ulaşmaya çalışırken,
Osmanlı’daki Yahudiler, kader ve çıkar ortaklığı içinde oldukları Osmanlı’nın Müslüman
devlet sınıfları ile birlikte, Müslüman Ahaliden bir Türk ulusu yaratarak; dile ve dine dayanan
bir ulusçulukla üçüncü ve gerici bir denemede bulundular.
Doğu Avrupa’nın Eskenazi Yahudileri, Siyonist milliyetçilik ile İsrail devletini ve ulusunu
kurmadan önce; Osmanlı’nın ve Levant’ın Sefarat Yahudileri, Türk milliyetçiliği ile Türk
devletini kurdular.
Ama bunu yaparken başına topladığı cinleri dağıtamayan büyücüye de döndüler ve bizzat
kendi yarattıkları bu gerici ulusçuluğun da sık sık kurbanı olmaktan kurtulamadılar.
Anadolu’nun Hıristiyan Rum ve Ermenilerinin fizik olarak imhası, sadece Osmanlı Devlet
sınıflarının çıkarlarının savunusu değil; bu Yahudi burjuvazisinin rakibinin tasfiyesi anlamına
da geliyordu. Ne var ki, bu Rum ve Ermeni burjuvazi ve üretmenlerin tasfiyesi, Anadolu’nun
üretim ilişkilerini ve kültürel dünyasını, Fransa’daki Sen Bartelmi katliamında olduğu gibi, en
az yüz yıl geriye götürdü ve tefeci bezirganlığı, derebeyliği ve devletçiliği, hasılı gericiliği
güçlendirdi. Bu da, laiklik denen, dinlerin politik alanın dışına itilmesinin toplumsal temelini
yok etti.
Şapka ve gardırop inkılâpları, bu Yahudi ve Sabetaycı burjuvazinin kendisinden Türk ulusunu
yaratacağı Müslüman halkıyla görünür bir farkın olmaması için yapılmıştı.
Ama Ermeni ve Rumların tasfiyesiyle güçlenen tefeci bezirgân ve derebeyliğin ideolojisi
Müslümanlıktı. Bu tefeci bezirgânlığı kontrol atında tutabilmek için, bir yandan laiklik adı
altında bir resmi devlet İslamlığı oturtuldu; diğer yandan yine aynı zorla kıyafet inkılâpları.
Modern Türk devletinin kuruluşunda Yahudilerin oynadığı bu özgül rol ve katliamların
modern kapitalist üretim ve kültür ilişkilerini yok eden, prekapitalızmi güçlendirmesi belirler
Cumhuriyet döneminin tarihini ve reformlarını.
Bu nedenle; Türkiye’deki Yahudi düşmanlığı, Arap ülkelerinden önce, Hıristiyan ahali ve
burjuvazinin katliamlarıyla güçlenen Müslüman tefeci bezirgânlığın ve derebeyliğin, Kemalist
modernleşmeye karşı mücadelesinin de bir aracı olmuştur.
Daha sonra, Anadolu burjuvazisi, tam da bu büyük şehirlerin Yahudi ve laik burjuvazisinin
kıyafet inkılâbını yaptığı nedenlerle, yani sömürdüğü kitleden ve ulustan farklı olmamak
için, yine aynı şekilde kıyafeti bayrak yaptı. Anti semitizm ve komplo teorileri, taşranın
Müslüman burjuvazisinin, bir yandan büyük şehirlerin Yahudi burjuvazisine karşı; diğer
63
yandan devlet sınıflarının egemenliğine ve onların bu ittifakına karşı mücadelesinin bir silahı
oldu uzun yıllar boyunca.
İhtiyacı olan malzemeyi de, önceleri Avrupa’da Hıristiyan ülkelerin gerici burjuvazisi
tarafından geliştirilmiş; sonra Araplarca alınmış komplo teorileri ve anti Semitizmden alıyor
onları Türkiye tarihinin bu özgüllüğüyle birleştirince, sadece kapitalizm, komünizm ve
Siyonizm değil, Kemalizm de bu komplonun bir ayağı olarak ortaya çıkıyordu. Bütün burjuva
devrimleri mason localarında örgütlenmemiş miydi? Marksist ve sosyalist önderlerin çoğunun
Yahudi olması bir tesadüf müydü? İşte, Türkiye’deki modernleşmeci Kemalizm de bir Yahudi
komplosu değil miydi? Bütün bunlar İslamiyet’e karşı Yahudiliğin bir komplosundan başka
bir şey olamazdı.
Ne var ki, son yıllarda, Anadolu’nun İslamcı Burjuvazisi ile büyük şehirlerin laik ve Yahudi
kökenli burjuvazisi arasında bir fiili yakınlaşma başladı. Buna karşılık devlet sınıfları ile bu
büyük şehirlerin laik burjuvazisi arasında giderek büyüyen bir çatlak oluştu.
Kemalist devlet sınıflarının her türlü esneklikten yoksun, özellikle Kürtleri inkâra yönelik
politikası ve savaş masrafları burjuvazi için çok ciddi engeller yaratıyordu. Türkiye dünya
pazarına entegre olmalıydı ama bunun için gerekli reformların önündeki en büyük engel bu
devlet sınıflarıydı. Böylece önceleri devlet sınıflarının gölgesinden çıkmayan Sabetaycı,
Yahudi ve laik burjuvazi, giderek politik iktidarı doğrudan sınıf olarak burjuvazi ele
almadıkça hiçbir reformun yapılamayacağı sonucuna ulaştı ve İkinci Cumhuriyetçiliği
geliştirmeye başladı. Ne var ki, bu İkinci Cumhuriyetçilik, şehirlerin modern ve genç
tabakaları dışında, geniş ezilen yığınları hareket geçirmeyi sağlayamadı.
Bunu Anadolu’nun yeni palazlanan burjuvazisinin genç kuşağı başardı. Bu değişimi de birçok
gelişme kolaylaştırdı. 1970’lerde Anadolu burjuvazisinin ayrılıp Erbakan önderliğinde ayrı
parti kurması, büyük ölçüde Petro-dolarların desteğine ve Arap ülkelerinde büyük umutlar
vadeden pazara dayanıyordu. Ama arada geçen zamanda, bütün bu Arap pazarı hülyaları
büyük ölçüde yok olmuştu. Bunun yerini Avrupa ve diğer ülkelerle ticaret almıştı. O zamanlar
Avrupa ve ortak Pazar karşıtlığı bir olanak açarken şimdi Avrupa’ya girmek hem yeni
olanaklar ve pazarlar açar hem de siyasi iktidarı doğrudan ele almak için daha iyi olanaklar
sunardı
Bütün bu ve benzeri değişmelerin sonucu olarak, yeni kuşak taşranın İslamcı burjuvazisi ile
büyük şehirlerin genellikle Yahudi, Laik ve batıcı burjuvaları arasında Kemalist oligarşinin
iktidar tekeline karşı bir yakınlaşma doğmaktadır. AKP hem seçim başarısını bu
yakınlaşmaya ve desteğe borçludur; hem de seçim sonrası politikaları bütünüyle bu
yakınlaşmayı güçlendiricidir.
Burjuvazi artık sınıf olarak gerçek politik iktidarı almak istemektedir. Bürokrasinin ve
ordunun gücünü korumasına karşı değil, hatta ondan yanadır ama politik iktidar kendi
ellerinde kaldığı takdirde. Burjuvazi artık, işçi hareketinin dünya çapında bir yenilgi yaşadığı;
kendisi için hiçbir tehlike olması olasılığının kalmadığı bu koşullarda kendine güveni
kazanmış, hatta işçilerin memnuniyetsizliğini kendi değirmenine akıtmayı başarmıştır. Ayrıca
yapacağı reformların sağlayacağı nispi refah ile önündeki bir kaç on yılı bile götürecek bir
64
desteğe bile ulaşması söz konusudur. Bu durum, şimdiye kadar Doğu Avrupa ülkelerindeki
Nomenaklatura gibi yaşayan devlet sınıflarının imtiyazlarını ve iktidarını ciddi ciddi tehdit
etmektedir.
Burjuvazinin bu iki kanadının çıkarlarının birleşmesi, ideolojik planda en iyi biçimde İkinci
Cumhuriyetçiler ve Politik İslam’ın teorisyenleri arasındaki yakınlaşmada görülür.
İşte büyük şehirler burjuvazisinin ve bunların eğilimlerinin kültür ve düşün hayatındaki
uzantılarının ve temsilcilerinin, devlet sınıfları ile arasındaki farkın giderek açılması
sonucunda, elindeki iktidar tekelini sorgulayan burjuvazinin yeni tavrına karşı, bürokratik
oligarşinin savaşının bir aracı olarak ortaya çıkar son zamanlardaki Sabetaycılık ve komplo
teorileri.
Politik İslam’ın artık Yahudi burjuvazisine karşı komplo teorilerine ihtiyacı yoktur, aksine
bunları unutmak ve unutturmaktan çıkarlıdır. Buna karşılık şimdi, bürokratik oligarşinin bu
teorilere ihtiyacı vardır, burjuvazinin siyasi iktidar tekelini ele geçirme girişimlerine karşı.
Ne var ki, Kemalist oligarşinin bu Sabetaycılık üzerine komplo teorilerinin bazı zorlukları
vardır ve kendisini de vurur.
Öncelikle şimdiye kadar, kendisine karşı mücadele ettiklerini söyledikleri, İslamcılarla aynı
tezlerde birleşmiş bulunuyorlar.
Ama asıl önemlisi, Savunduklarını söyledikleri laiklik ve cumhuriyet, Türklük ve Türk
Devleti de bir “Sabetaycı komplosu” değil midir?
Atatürk’ün hadi soyu bir yana, kültürü ve sosyal şekillenmesi öyle değil mi?
O zaman eğer söyledikleri gibi bir “Sabetaycılar komplosu” geçerliyse, bizzat kendileri de bu
komplonun bir ürünüdürler.
O zaman, komplo teorilerinin mantığıyla varılacak sonucun şu olması gerekir: Sabetaycı
komployu açıklayan bu tartışmaların kendisi bir Sabetaycı komplosudur.
A’yı söyleyen B’yi de söyler. Söyleyenler de çıkacaktır.
15 Haziran 2004 Salı
65
Kemalizm, 12 Eylül, Duvar’ın yıkılışı, Özel Savaş ve Çürüme
Türkiye’de sol, burjuvaziden daha az dar kafalı, daha az taşralı, daha az ben merkezci
değildir. Türkiye’de sol Türkiye’ye Dünya’dan bakmaz, Dünya’ya Türkiye’den bakar. Bu
tavır, kendi geçmişiyle ve yöntemsel hatalarıyla yüzleşmekten bir kaçış olduğu kadar,
taşralılıkla da ilgilidir.
Bu fenomeni, solun açıklamalarında çok kullandığı 12 Eylül ve Kemalizm konularında
görelim.
Türkiye’de solun milliyetçiliği, Kemalizm’i konusunda çok konuşulmuştur. Sanılır ki, Soldaki
Kemalizm’den söz edenler ciddi bir Kemalizm eleştirisi yapıyorlar. Yoktur böyle bir şey.
Kemalizmden söz ediş, solun özeleştiriden, kendindeki Kemalizm’in köklerini bulup onları
sökme görevinden kaçışının bir örtüsünden başka bir şey değildir.
Solun Kemalizm’inden söz edenler çok basit bir gerçeği unutmayı tercih ederler: 1970’lere
kadar Türkiye’de sol namına, bırakalım sosyalizmi bir yana, az çok modern veya muhalif ne
varsa bir şekilde TKP ile ilgiliydi. Yani fiiliyatta TKP dışında bir sol yoktu. Ve TKP üçüncü
Enterasyonal’in bir seksiyonuydu. Yani dünyayı bir ülke gibi düşünürsek, TKP dünya
ölçeğinde, örneğin Türkiye çapındaki bir partinin Çankırı veya Kastamonu il örgütü
durumundaydı. Nasıl bir partinin il örgütünün politika ve teorisi o partinin merkezinin politika
ve teorisinden ayrı düşünülemezse, ve ayrı olduğu zaman zaten merkez o örgütü fesheder
veya atar ve yerine yenisini kurar, TKP’nin politikası ve Teorisi de Üçüncü Enternasyonal ve
Sovyetlerden ayrı düşünülemezdi.
1940’ların ortalarında, savaş içinde Stalin’in bir emriyle ortadan kaldırılıncaya kadar, tüzüksel
olarak TKP Üçüncü Enternasyonal’in bir seksiyonudur, yani dünya partisinin bir şubesidir.
Ama önceleri yani 1920’lerin ortasından sonra fiilen, dünya partisi Sovyet dış politikasının bir
aracı olduğundan, formel olarak eşit bir şube gibi görünmesine rağmen, fiilen Sovyet dış
politikasının bir aracıdır ve zaten bu nedenle de Üçüncü Enternasyonal ortadan kalktıktan
sonra da bu ilişki, Sovyetlerin yok oluşuna kadar, “Kardeş partiler” biçiminde devam etmiştir.
Gerçek durum bu olduğuna göre, bir parça düşüncesini mantık sonuçlarına götüren bir kimse
şöyle düşünür: “Bir partinin il örgütünün politikaları merkez tarafından hiç eleştirilmemiş ve
bizzat merkez ona bu politikaları dayatmışsa, bu il örgütünü hedef tahtasına yatırmak, o
politikaların gerçek sorumlusunu ve nedenlerini gizlemekten başka bir anlama gelmez.”
İşte Türkiye’deki Kemalizm eleştiricilerinin yaptığı fiilen tamı tamına budur.
TKP’nin ya da Türkiye’de sol hareketin Kemalizm denen politikalarının gerçek sahibi ve
nedeni üçüncü Enternasyonal, fiilen de SBKP’dir.
O halde Kemalizm eleştirileri, SBKP’nin eleştirileri olmak zorundadır. TKP’nin bu
politikaları hiçbir zaman SBKP tarafından eleştirilmemiştir, aksine bu politikalar ona SBKP
66
tarafından dayatılmış ve önerilmiştir. TKP’nin lağvından CHP’ye girmeye kadar bütün
politikalar SBKP tarafından önerilmiş ve dayatılmıştır.
Gerçekten ciddi bir eleştiri bu olgulardan hareket etmek zorundadır. O zaman da şu soru
ortayla çıkar, TKP’nin milliyetçi ve Kemalist denen politikalarının gerçek müsebbibi SBKP
olduğuna göre, SBKP niçin ve nasıl olmuştur da, bu politikaları savunmuş ve TKP’ye dikte
ettirmiştir?
Kemalizm’i hedef tahtasına oturtanlarda bu soru hiç görülmez. Bu görülmeyen soru
sorulduğunda ise, bunun bir açıklaması, yani Stalinizm denen şeyin ne olduğu ve bunun
nedenleri konusu gündeme gelir. Gerçek bir Türkiye’deki solun veya TKP’nin milliyetçiliği
ve Kemalizmi eleştirisinin karşılaşacağı problem budur.
O zaman da, şu soru ortaya çıkar, nasıl olmuştur da bu politikalar SBKP ve Üçüncü
Enternasyonal’e egemen olmuştur?
Bunun nedenlerine indiğinizde de Rusya gibi geri bir ülkede devrimin yayılamadan kalması
ve tecrit olmasının bunun temel nedeni olduğunu görürsünüz. Bu geri bir ülkedeki tecrit oluş
koşullarında, devrimin bir bürokratik kast tarafından bir karşı devrimle tasfiye edildiğini, ama
bu tasfiyenin tıpkı Muaviye’nin askerlerinin mızraklarına Kuran asmaları gibi, Lenin ve
sosyalizm bayrağıyla yapıldığını görürsünüz.
Hasılı, ciddi bir Kemalizm hesaplaşmasının ve Kemalizm etkilerini tasfiye, onun nedenlerini
görme ve aşma çabasının varabileceği biricik nokta budur.
Bakın Türkiye’de soldaki Kemalizm’den şikayet edenlere. Hiç biri bu konulara girmezler,
TKP’nin dünya partisinin bir seksiyonu olduğu gibi çok temel bir gerçeklik karşısında
susarlar, yokmuş gibi yaparlar.
Bu bağlamda, Kemalizm’i bir günah tekesine çevirip ona saldırmak, aslında o Kemalizm
biçiminde görünen milliyetçi sosyalizmin savunusundan başka bir şey değildir. Kemalizm’i
eleştirir görünenler aslında Kemalizm’i, en derindeki kökleriyle birlikte savunmaktadırlar.
Ama bu Kemalizm’i hedef tahtasına koyup eleştirir görünerek savunan Kemalizm kaynağını
her şeyden çok, solun taşralılığında bulur. Ufuklarında bir dünya ve dünya tarihi yoktur.
Ülkedeki gelişmeleri bu dünya ve dünya tarihi içinde anlama gibi bir çaba yoktur. Tipik
taşralı dar görüşlülüğü egemendir. Bu sayede böylesine köpeksiz köyde değneksiz gezer bu
Kemalizm’i eleştirir görünen Kemalizmler.
Hasılı Kemalizm solun bir günah tekesidir, günahlarını yüklediği.
*
12 Eylül de benzer bir işlev görmektedir.
Kemalizm nasıl milliyetçilik ve burjuvaziyle ittifak politikalarının gerçek nedenleriyle
yüzleşmekten kaçınmayı sağlıyorsa, 12 Eylül de, solun zayıflığının nedenlerini gizlemenin,
bunlarla ve nedenleriyle gerçek bir yüzleşmeden kaçışın bahanesidir.
Sol neden zayıf? 12 Eylül darbesinden. Kitleler niye sağa kaydı? 12 Eylül darbesinden. Aynı
67
dar görüşlülük, aynı ulusal dar perspektif burada da görülür.
Buraya nereden geldik? Bir okuyucu, Köxüz’e Bianet’te çıkan bir haber yorumu yollamış
koyulması için. Aslında çok ilginç bir haber yorum. Bunu okuyunca aklımıza geldi bu konu.
Aslında geçenlerde, 12 Eylül darbesi, çeyrek yüzyılı vesilesiyle gündeme geldiğinde yazmak
istiyorduk bu konuyu ama olmadı, araya başka işler girdi, bu haber yorumla karşılaşınca da
dilimizi tutamadık.
Bu haber yorumu okuyalım şimdi:
*
“Kenan Evren'e Yıldızlı Pekiyi!
Evren, artık kefeni yırttığının farkındaydı. Karşısındaki ezik, militarist eğilimli gençler, onun
ürünüydü. Bunu, yüzde 97'lik zaferinden sonraki ikinci zaferi olarak kabul ediyor gibiydi ki, "
bizi yargılasalardı, şimdiye kadar yargılarlardı" diyor.
İrfan AKTAN
BİA (Ankara) - Abbas Güçlü'nün Kanal D'de gece geç saatlerde yayımlanan "Genç Bakış"
adlı programı dün de (1 Mart) Muğla Üniversitesi'nin bin kişilik salonunda, "tarihi bir
şahsiyeti" ağırlıyordu. Salon tıklım tıklımdı ve program sunucusu Güçlü, salona yüzlerce
üniversite öğrencisinin daha girmek istediğini, ancak salonun kapasitesinin buna yetmediğini
söylüyordu. Hakikaten de devasa salonda neredeyse tek boş koltuk görünmüyordu. Üniversite
öğrencileri son derece heyecanlı görünüyor, hemen her cümlesine alkış tutuyordu, programa
katılan tarihi şahsiyetin.
Gecenin bir yarısında bize programı izlettiren de üniversite öğrencilerinin, programın
konuğuna tuttukları bu coşkulu alkıştan başka bir şey değildi. Zira Genç Bakış'ın konuğu
"ünlü bir ressam olan" Kenan Evren'di.
Her zamanki gibi, vakti zamanında ülkeyi anarşiden kurtarmış olduğunu sanma hissinin
verdiği kahramanlık edasıyla konuşan, yaşlılıktan mı yoksa pişkinlikten mi olduğu
anlaşılamayan 'saflığıyla' üniversite öğrencilerinin sorularını yanıtlayan Kenan Evren, bu
ülkeye iki boy büyük gelecek kadar demokrattı, Muğla Üniversitesi'nin salonunda!
"Genç Bakış"
Evren'in ve üniversite öğrencilerinin dudak uçuklatan, uyku kaçıran tutumlarına dair
notlarımızı aktarmadan evvel, programı bilmeyenler için bir özet sunalım: Abbas Güçlü her
hafta bir üniversiteye giderek öğrencileri topluyor ve karşılarına da bir siyasetçiyi, sanatçıyı
vs, çıkararak, 'sorulu-cevaplı' bir "Genç Bakış" programı hazırlıyor.
Güçlü, öğrencilerin 'radikal' sorularına bile müdahale etmeyen, gayet sakin ve makul bir
sunucu olduğu için de, program katılımcısı öğrenciler istedikleri soruları yöneltebiliyorlar,
haftanın konuğuna.
Öyle ki, geçen hafta Ankara Üniversitesi'nde düzenlenen programa katılan Anavatan Partisi
Genel Başkanı Erkan Mumcu, öğrencilerin 'zor' soruları karşısında epeyce ter dökmüş ve
68
lakin salonda çıkan karışıklıktan, Mumcu'nun Stalin-Hitler karşılaştırması yapmasından
dolayı yükselen tansiyondan dolayı Güçlü, programı yarıda kesmişti.
Ancak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, iyi bir hatip olmasa da Abbas Güçlü, son derece
makul ve söz hakkını diğer sunucular gibi zehir etmeyen bir sunucu. Ayrıca, her zaman için
öğrencilerin tarafını tutmaya çalışan, muktedirleri gerçekten de sorgular gibi yapan bir tavır
sergiliyor Güçlü. Ancak önceki akşam Güçlü, öğrencilerin tarafında durmaktan utanır
gibiydi. Gayet haklıydı.
En radikal soru: Hiç düşündünüz mü?
Günler öncesinden anons edilen Evren-gençlik buluşmasında enteresan bir atmosfer
yaşanacağı beklentisi programın ilerleyen dakikalarda şaşkınlığa, sonlara doğru kızgınlığa
ve biterken de hayal kırıklığına dönüştü. Çünkü Kenan Evren, üniversite öğrencisi
olduklarına bin şahit isteyen gençlerin 'asalım-keselim, daha ne bekliyoruz paşam! '
nidalarını gayet makul açıklamalarla yanıtlıyor, demokrasi ve hoşgörü dersi veriyordu,
program boyunca.
Başta da belirttik, Evren bunu yaşlılıktan mı, pişkinlikten mi yapıyordu, kestirmek güç. Fakat
önemli olan Evren'in hali-tavrı değil, öğrencilerin yüz kızartıcı durumuydu.
Salondaki en radikal soru mealen şöyleydi: "Sayın Evren, 12 Eylül'de yaptığınız darbeden
dolayı çok insanın canının yandığını hiç düşündünüz mü? "
Evren'in bu 'en radikal' soruya yanıtı mealen şöyleydi: "Bilmez miyim. . . Bakın gençler hiç
sormuyor ama o dönemde çok işkence olayı yaşandı. Hatta işkenceden dolayı hayatını
kaybedenler oldu. Bunlara çok üzüldük. Bazı idam kararlarını niçin verdiğimizi
bilmiyorsunuz. Bir bilseniz, bize hak verirsiniz. . . "
"Protesto alkışları"
Evren'in sözlerini, coşkulu alkışlar bölüyor. Üniversite gençliği, hiç abartısız, avuçları
kızarana kadar Evren'i alkışlıyor. Abbas Güçlü son derece şaşkın, arada bir söze karışıp
"tabii bunlar protesto alkışları" diyor ama ne gam! Alkışların protesto olmadığına,
programın ilerleyen dakikalarında istemeye istemeye, canınız acıya acıya kabulleniyorsunuz.
Evren'in keyfi yerinde. "Eğer ben YÖK'ü kurmasaydım, şu an bu kadar rahat olmazdınız"
diyor ve yine alıyor alkışı.
Salonda tek bir siyasi görüş mensubu öğrencilerin bulunduğunu düşünüp kendimizi
aldatmaya çalışmamız da kâr etmiyor. Hakikat öyle değil zira. "Çok çeşitli" görüşten,
yüzünden hayranlık ve mutluluk ifadeleri okunan bini aşkın öğrenci doldurmuştu salonu ve
yaşlı bilgeden akıl almaya çalışıyordu.
Programın sonlarına doğru Evren, kalp hastalığı olduğunu, üzülünce veya sinirlenince
hastalandığını açıklıyor ve "o yüzden Abbas'ın beni bu programa gelmeye ikna etmesi için
çok uğraşması gerekti" diyerek, gençlerin karşısına çıkmaktan çekindiğini itiraf ediyordu,
korkusunun yersiz olduğunu anlamışçasına.
Üstelik programın başında ellerinin titrediğinin fark edildiğini anlayınca, çökmüş asker edası
69
ve "Çöküş" filmindeki Hitler'i anımsatırcasına son kez haykırmış ve "Ellerimin titremesi
heyecandan değil. Benim annemin de babamın da elleri titrerdi. Ben de yaşlandım, ellerim
titriyor" diyen Evren'in, programın sonuna doğru elleri de titrememeye başlamıştı.
AB'ye bastırdın mı suspus olurlar!
Evren, artık kefeni yırttığının gayet farkındaydı. Karşısındaki ezik ve bir o kadar da militarist
eğilimli gençler, onun ürünüydü. Dolayısıyla heyecana ve korkuya mahal yoktu. Bunu, yüzde
97'lik oyla kazandığı zaferden sonraki ikinci zaferi olarak kabul ediyor gibiydi ki, "eğer bizi
yargılasalardı, şimdiye kadar yargılarlardı" diyor.
Ağzımız bir karış açık, "Genç Bakış"ı izlemeye devam ediyoruz. Gençler, alkış tutmaktan
bıkmıyor. Yaşlı bilgeden, paşadan, "Sayın cumhurbaşkanım"dan akıl almak için kuyrukta.
Yaşlı bilge açıklıyor: "Avrupa Birliği ülkelerini çok iyi bilirim. Biraz bastırdın mı, hemen sus
pus olurlar" diyor.
Evren, coştukça coşuyor. Öğrenciler, sık sık kalkıp Abdullah Öcalan'ın neden asıl(a)madığını
ima eden sorular soruyor. Evren, idama karşı olduğunu söyleyince, öğrenciler suspus oluyor.
Evren, 16 yaşındaki çocuğun yaşını büyüttük de idam ettik diyorlar, vallahi de yalan billahi
de yalan. Çocuk 18 yaşındaydı, diyor. Gençler basıyor alkışı.
Pol-Der ile Pol-Bir'i karıştıran yaşlı bilge, Abbas Güçlü'nün "Peki efendim, siz darbe yapmak
durumunda kal. . . " Güçlü lafını bitirmeden Evren uyarıyor, "Abbas, sen söyleme bari
bunları" diyor. Evren, 12 Eylül'deki işkenceleri de idamları da bir bir konuşmak ve hepsinden
aklanmak istiyor. Oysa öğrencilerin bunları konuşmaya niyeti yok.
Televizyon dizilerinden fırlamış gibi görünen bir üniversite öğrencisi, "Sayın Paşam, terör
örgütüne karşı 70 milyon Türk insanı olarak ne zaman başkaldıracağız" diye soruyor, destek
alkışları arasında. Evren, üniversite öğrencisine iki boy büyük gelecek düzeyde demokrat:
Çocuğum, her şey diyalogla çözülür. Medeni olun, herkes aynı düşünmez, kavga etmeyin,
birbirinizi ikna edin, diye yanıtlıyor.
Evren'in karnesi. . .
"Genç Bakış"ın sonuna doğru, gelen her konuğa yapıldığı gibi Evren'e de bir 'okul karnesi'
hazırlanıyor. Ünlü ressam Kenan Evren'in, programdaki performansına göre hazırlanıyor
'karne'. Altı tane ders var. Abbas Güçlü tek tek dersleri soruyor ve öğrencilerin alkışlarına
göre notlar veriyor. Sonuç, Türkiye'nin durumunun da karnesi adeta:
Konuya Hakimiyet: Pekiyi
İnandırıcılık: Pekiyi
Vizyon: Pekiyi
Hitabet: Pekiyi
Karizma: Yıldızlı Pekiyi
Samimiyet: Pekiyi
Giyim Kuşam: Pekiyi.
70
Fazla uzağa gidip memleket gençliğini anlamaya çalışıp enerji berhava etmeye gerek yok.
Üniversite öğrencileri, Evren'in karnesini kendi karnelerinden farklı görmüyorlar. Mesele bu
kadar basit: Yıldızlı Pekiyi. (İA/TK)”
*
Bu ibret verici ve gerçekten Türkiye’nin içinde bulunduğu çürümeyi çok canlı fırça
darbeleriyle aktaran haber-yorumun olayı açıklaması bu yukarıda sözü edilen tipik Türkiye
merkezli, taşralı, klişe açıklamanın bir örneğini oluşturuyor.
Belki edebi bakımdan, 12 Eylül ile ilgili bir programda Gençlerin gericiliğini yine 12 Eylül ile
açıklamak ilginç ve hoş olabilir ve diyalektik bir açıklama izlenimi de yaratabilir ama bu
gerçek nedenlerin açıklaması olmaz.
Türkiye’de 12 Eylül olmasaydı, bu gençler farklı mı olacaktı sanıyorsunuz? Almanya’da
Yunanistan’da, İngiltere’de, İspanya’da, Portekiz’de 12 Eylül’ler olmadı. Oralardaki gençler
farklı mı sanıyorsunuz? Hayır hiçbir farkı yok. Aynı apolitizasyon, aynı durumu katlanılmaz
olarak görme yokluğu.
Geçenlerde 12 Eylül’ün üzerinden çeyrek yüz yıl geçişinin yıl dönümüydü. Bu yıl dönümünde
yazılan yazılara bakın, hepsinde solun ve Türkiye’nin bütün sorunlarının temeline 12 Eylül’ün
koyulduğunu görürsünüz.
Bu kolay ve basit açıklamanın gerçek durumla hiçbir ilgisi bulunmamaktadır ve burada da 12
Eylül, gerçek sorunlardan kaçışın, gerçek nedenlerle yüzleşmeden kaçmanın bahanesi olarak
ortaya çıkmaktadır.
Türkiye solu 12 Eylül’ün etkisinden 1980’lerin sonunda sıyrılmıştı. Bunun çok açık maddi
delilleri vardır.
1980’lerin ortası ile sonu arasında çıkan teorik dergilere, politik dergilere, sol tartışmalara
bakın; o dönemdeki kitle örgütlenmelerini, kitle hareketlerini ve baş kaldırılarını göz önüne
getirin. 1980’lerin sonuna gelindiğinde 12 Eylül’ün sersemliğini solun ve ezilenlerin hareket
ve örgütlenmelerinin neredeyse tamamen attığını, yeni bir sıçramanın eşiğinde bulunduğunu
görürsünüz.
11 Tez, Yapıt, Saçak, Zemin, Birikim, Öncü, Toplumsal kurtuluş, Yeni Ülke, Devrimci
Marksist vs. gibi burada saymakla bitmeyecek, oldukça kaliteli ve eleştirel dergiler çıkıyordu.
Sol birbiri peşi sıra şiir, müzik ve edebiyatta yepyeni ürünler veriyordu. Yeni Türkü’nün
Günebakan ve Yeşilmişik gibi kasetleri bu dönemin dinamizmini ve ruh halini son derece
güzel yansıtır. Benzeri daha bir sürü grup vardı. Bir yığın genç yazar ve şair ilk eserlerini
veriyordu. Bütün sol uzun yıllar sonra sosyalist hareketin tarihi ve teorisi üzerine gerçekten
eleştirel ve verimli tartışmalar yürütüyordu. O dönem çevrilen ve yayınlanan kitaplara bakın
ne kadar geniş bir alanı kapladığını görürsünüz.
Kadın hareketi bir yükseliş içindeydi. Kadınlar binlerce kişiyle “Dayağa Karşı” yürüyüşler
yapıyordu. Dünyadaki bütün feminist literatür müthiş bir açlıkla çevriliyordu. Kaktüs,
Feminist gibi kaliteli dergiler çıkarıyorlardı.
71
Düşünce alanına yansıyan bu dinamizm elbette sınıf ve ezilenlerin mücadelesindeki bir
yükselişe dayanıyordu. İşçiler her yerde grevler yapmaya, tekrar sendikalarda örgütlenmeye
başlamıştı. Gençler hızla radikalleşiyor ve politize oluyordu. Üniversite kantinleri tekrar her
türlü teorik ve politik tartışmaların yapıldığı, örgütlenmelerin ortaya çıktığı kuluçka
mekanlarına dönmüşlerdi.
Ama en önemlisi, Kürdistan’da gerçekleşmişti. Seksenlerin ortalarından sonra, Kürdistan’da
yoksul gençlere, kadınlara ve azınlıklara özellikle dayanan muazzam bir radikalleşme,
örgütlenme ve uyanış başlamıştı. Bu Gerilla mücadelesinin yükselişinde görülüyordu.
Kürdistan’ın şehirlerinde gerçek ayaklanmalar yaşanıyordu.
Toplumsal muhalefetin bu senkronize ve kombine yükselişi, burjuvaziyi reformlara
zorluyordu. O zamanlar Kürt sorunu bu gün olduğundan on kat ilerde tartışılıyordu. O
zamanlar Türkiye’deki halkın çok büyük bir bölümü, Kürtlerin tüm haklarının verilmesinden
yanaydı. Bu dergilerde tartışılıyordu. Gazeteciler Öcalan’la ve gerillalarla Röportajlar
yayınlıyordu.
Bu yükselişlere bağlı olarak solun toparlanma çabaları başlamıştı. Kuruçeşme’de solun çok
büyük bir bölümü ilk defa bir araya gelmişti. Benzeri Avrupa’daki sürgünler arasında
yaşanıyordu.
Peki ne oldu da bu gidiş durdu ve bu gün Kenan Evren’i alkışlayan gençler ortaya çıktı?
Türkiye’deki açıklamalarda unutulan ama dünya tarihi bakımından, tarihte eşi benzeri
görülmemiş bir olay oldu: 1980’lerin sonunda Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa çöktü.
Gerçi Sovyetler bir engeldi Dünya işçi hareketinin gelişmesi önünde ama her şeye rağmen
gücü ve varlığıyla, yarattığı yanılsamalarla ezilenlerin mücadelesine belli bir güç katıyordu.
Bu çöktüğü an gerek jeopolitik bir güç olarak yok oluşu nedeniyle, gerek yarattığı manevi
yıkımla, ezilenlerin mücadelesine en büyük darbe oldu dünya çapında.
Bunun ilk etkisi sosyalistlerde görüldü. Demokrasi mücadelesinin motoru olan sosyalistlerin
demoralizasyonu ve apolitikleşmesi bütün demokrasi güçlerinin dağılışını getirdi. Kürt
hareketi Türkler içindeki müttefiğinden yoksun kaldı.
Bunun yanı sıra Sovyetlerin çöküşü sonrasında ortaya çıkan “Türki Cumhuriyetlerin”
Türkiye’ye yönelmeleri faşistlere müthiş bir güç verdi. İdeolojik iklim tamamen ters yüz oldu.
İşte bu ortamda, TC devleti, Şort’la birlik teftiş eden, yani Orduya gerçek iktidarın kendisinde
olması gerektiğini söyleyen burjuvazinin, Özal’ların Kürt sorununda reformist yaklaşımını,
onları öldürerek tasfiye etti ve özel savaş rejimini oturttu.
Yani bu gün Kenan Evren’i alkışlayan gençler, 12 Eylül’ün değil, Duvar’ın çöküşünün ve bu
ortamda Türkiye’ye egemen olan Özel savaş rejiminin yetiştirdiği gençlerdir.
Bu gün Türkiye’de insanlar artık Deniz, Mahir’leri değil, Faşist ve devlet destekli Mafyacı
Çatlılar’ı, Çakıcı’ları kahraman yapıyor. Oran Pamuk’un Kara Kitabı değil, Sabetaycı komplo
teorileri, gerzekler için yazılmış “Çılgın Türkler” satış rekorları; Kurtlar Vadisi seyirci
rekorları kırıyor.
72
O halde eşyayı adıyla çağıralım. O gençler 12 Eylül’ün değil, Duvar’ın yıkılışının ve o
ortamda kolaylıkla yerleşen Özel savaş rejiminin gençleridir. Kürt Özgürlük hareketinin aldığı
ağır darbelerin gençleridir.
Bu gün, 1980’lerdeki bu son yükselişin kalıntısı olan tek güç kuzey Kürdistan’da en örgütlü
ve güçlü hareket olmaya devam eden PKK ve onun legal politikadaki yansıması olan
Demokratik Toplum Partisi gibi hareket ve örgütlerdir.
Kürt uyanışı, bu dönem boyunca bir yükseliş yaşadığından, bu muazzam sağa kayıştan, bu
demoralizasyondan bir ölçüde kendini koruyabildi. Dünya çapındaki demoralizasyon ve
çöküş onu Türkiye ve dünyada müttefiklerden yoksun bıraktı; hareket alanını daralttı, sadece
birinci Körfez savaşının Irak’ta yol açtığı koşullar ona bir parça hareket alanı sağladı. Bu alan
sayesinde, on yılı yükselen, en azından kendisini koruyan ve sürdüren bir hareket olarak
devamını sağladı.
Ama 11 Eylül, ABD’nin Irak işgali ve Barzani’ye verdiği destek, şimdi, bir zamanlar
Duvar’ın yıkılışının sol üzerinde yaptığı etkiye benzer bir etkiyi 1980’lerdeki bu son
yükselişin son kalıntısı, artçı savaşı veren Kürdistan’daki demokratik hareket üzerinde
yapıyor. Kürtler bu hareketin 1960’yarın, 70’lerin ve seksenlerin yükselişinden kaynaklanan
devrimci demokratik programını terk ederek, yavaş veya hızlı bir şekilde, tıpkı Sovytler’in
çöküşünden sonra bütün Doğu Avrupa’da etnik ve dini milliyetçiliğin yükselişinde yaşandığı
gibi, etnilere, dillere, dayanan bir milliyetçiliğe doğru kayıyorlar. Yani Kürtler de Türklerin
yoluna girmiş bulunuyor.
Böylece, etnik boğazlaşmaları şimdiye kadar engellemiş bulunan son siper de yitiriliyor.
PKK’nın gerileyişi veya çöküşünü bekleyenler ve gerilime ve bölünmeler karşısında
sevinenler, aslında kendi mezarlarını kazdıklarının, bu yıkıntıların altında kalacaklarının
farkında bile değiller.
*
İşte bu gün Kenan Evren’i alkışlayanlar, açtığı yaralar seksenlerin sonuna doğru çoktan
iyileşmiş, hatta bazı hastalıklara karşı şerbetlenmiş, 12 Eylül’ün değil, bu muazzam çöküşün
ürünüdürler.
Bir de şöyle düşünün. PKK gerillalarının birkaç Türk Ordusu tümenini esir ettiğini, her gün
bir Türk helikopteri veya uçağı düşürdüğünü göz önüne getirin. O faşistlerin yönlendirdiği
“Şehit Cenazeleri”, barış isteminin yükseltildiği gösteriler olurdu; o gençler şimdi, Genel
Kurmay Özel Harp Dairesinin örgütlediği Kürt katliamı yapmaya hazır hale getirilmiş sürüler
değil; barış ve hakların kardeşliği için sokaklarda yürüyüş yapan; polislerle çatışan
muhalefetin en önünde vuruşanlar olurlardı.
Bırakalım Askeri başarıları bir yana, ABD Irak’ı işgal etmemiş olsaydı bile, bu gün Barzani
ve Talabani’nin tabanının hızla PKK’ya kayışı devam ediyor olurdu. Türkiye’de Kürt
sorunun çözümünde bir çok önemli reform yapılmış, en azından Özel Savaşın eylem alanının
epey sınırlandığı; daha liberal ve demokratik rüzgarların estiği bir ülkede yaşanıyor olurdu.
Bütün bunlar yokmuş gibi 12 Eyül’ü bütün pisliklerin gerçek nedeni gibi göstermek, aslında
73
gerçek pisliği ve nedenini gizlemek anlamına gelmektedir.
Gerçek nedenlere yönelen ise, tıpkı Kemalizm’de olduğu gibi yine Soövyetler ile karşı karşıya
gelirdi: Sovyetler niye çöktü? Çöken neydi?
Bu da yine soruyu soranı Sovyetlerde, o devrimin hemen ardındaki yıllarda olan bitenle karşı
karşıya getirir. Bu ise bu soruların soranların bizzat kendi politik geçmişlerini ve dayandıkları
teorik ve metodolojik temelleri tartışmaya açması demektir.
İşte 12 Eylül açıklaması, bu ciddi teorik ve metodolojik hesaplaşmadan kaçışın bir örtüsü
işlevi görmektedir.
Benzer şekilde, bu günkü çürümenin esas nedeni, İnkar ve imha politikasını tüm topluma
zorla dayatan Bürokratik oligarşi; onun çekirdeği Ordu ve o çekirdeğin de çekirdeği, Teşkilatı
Mahsusa, seferberlik Tetkik Kurulları’na dayanan, Ermeni Katliamlarını, 6-7 Eylül’leri, Kanlı
pazarları, 11 Mayıs katliamlarını, suikastları örgütlemiş, “Derin devlet” denen kanun dışı gizli
ordusudur. 12 Eylül sözde açıklaması, bu gerçek düşmanı da gözlerden gizlemeye
yaramaktadır.
*
12 Eylül açıklaması, bu dünya tarihsel değişimleri bir kenara atıp unutarak sadece taşralılığı
yansıtmıyor, onu yeniden de üretiyor.
Ama 12 Eylül’ü her derde deva ebegümeci gibi bütün pisliklerin temel nedeni saymak sadece
bir taşralılığı, dünyaya Türkiye’den bakmayı değil, aynı zamanda, bizzat Türkiye içinde Türk
merkezli ve ırkçı, ezilen ulusu sadece bir nesne olarak gören bir düşünce ve kafa yapısını da
yansıtır.
12 Eylül sonrası, Türkiye’nin üçte birini oluşturan Kürtlerin uyanış ve yükselişiyle
damgalıdır. 12 Eylül Kürt gençlerin, kadınların, yoksulların radikalleşmesi, politikleşmesidir.
Bu yükseliş hala bir şekilde Diyarbakır ve diğer şehirlerde açık olarak, Batı’dan gitmiş
ziyaretçilerin hayretlerini mucip olarak varlığını sürdürmektedir. O açık oturum Diyarbakır’da
oralı gençlerle yapılsaydı, tamamen ters bir manzara çıkardı.
12 Eylül’ü sırf çöküş olarak görmek, bu üçte biri, hesabın dışında tutup, gençliği Türk
gençlerinden ibaret saymaktır da. Bu anlamda gizli ve ifade edilmemiş bir ırk ayrımcılığının
dışa vurumudur.
*
Ama 12 Eylül’den söz edenlerde çok daha temel bir yanlışlık da var. Darbecileri suçlayıp,
kendi yanlışları üzerine konuşmaktan kaçış.
70’li yıllar Türkiye tarihinin en muazzam kitle radikalleşmesiydi. Dünyanın her yerinde
orduların görevi darbe yapmaktır, ezmektir halkın muhalefetini. Onlar görevlerini yaptı. Biz
görevimizi niye yapmadık? Bu muazzam radikalleşme ve politikleşmeye rağmen niçin bir
devrim başaramadık? 12 Eylül gelmeden çok önce yükselişin hızı kesilmemiş miydi? 12
Eylül’ü en devrimcilerin aileleri bile hayırhah bir tarafsızlıkla karşılamamışlar mıydı? Yani 12
Eylül geniş destek görmedi mi?
74
Bütün bu ve benzeri sorulardan kaçıştır da darbecileri suçlamak.
Ciddi sol, düşmanlarının zaten yapması gerekeni yapmasında bir sorun görmez, onu niye
engelleyemediğinde sorun görür. O dikkatini düşmanına değil kendi hatalarına yöneltir.
Var sayalım ki, 12 Eylül o gençlerin, bu günkü sefaletin nedeni bile olsa, gerçekten ciddi sol,
“o gençlerin bu hale gelmesinin gerçek nedeni bizlerin çapsızlığıdır; Tarihin önüne koyduğu
fırsatı değerlendirmekteki yeteneksizliğidir” diye koyar.
Bizler bunları yapamadığımız için Evrenler geldi diye koyar.
Türkiye’de görülmeyen ise bu.
Yani bu anlamda da 12 Eylül darbecilerini suçlamak, aslında kendi hatalarını kedi pisliği
örterce örtmenin, onlarla yüzleşmekten kaçışın bir örtüsüdür.
O gençlerin o hale gelmesinden Kenan Evren’ler değil, biz suçluyuz. Onlar görevini yaptı.
Biz yapamadık.
Sorunu böyle koymayan, bilerek ya da bilmeyerek, Ordu hakkında, girçek sınıf ilişkileri ve
güçler hakkında yanlış ve sahte hayaller yaymış olur.
Hasılı, haber-yorumu yazan, demokratik ve ilerici özlemlerinden hiç bir şekilde kuşku
duyulmayacak yorumcu bile aslında, o eleştirdiği gençlerden daha az sorunlu değildir ve
kendisi de bizzat yine 12 Eyül’ün değil ama işte bu Sovyetlerin Çöküşü sonrası dünyanın;
kendine karşı gaddar olmayı; düşmanlarından öğrenmeyi unutmuş bir dünyanın ürünüdür.
03 Mart 2006 Cuma
75
Talat Paşa Jakoben miydi?
Jakobenizm Nedir? Osmanlı’da Kim Jakobendi? Bugün Kimdir?
Ortaya çıktığı günden beri sol görünümlü bir gericiliği ve milliyetçiliği savunan Doğu
Perinçek ve partisi, her zaman olduğu gibi şimdi de tarihi ve kavramları alt üst ederek bu
günkü gerici ve ırkçı politikalara sol bir cila sürmeye çalışıyor. Bunlar için olaylar ve
kavramlar, o an izlenen gerici politikalara bir sol görünüm kazandırmak için içerikleri
boşaltılacak ve istenildiği gibi oynanacak basit araçlardır.
Türkçü Bonapartist Talat Paşa’yı Jakoben yaptıkları kolaylıkla, Hazreti Muhammet’i de
cuntacı yaparlar. Örneğin şöyle yazıyor “Bilim ve Ütopya” dergisinde “Silahlı Peygamber
Hazreti Muhammet’in Medeniyet Devrimi” adlı çok bilimsel yazısında bay Doğu Perinçek:
“Hz. Muhammed de, bütün devlet ve medeniyet kurucuları gibi, elbette silahlı bir güce
kumanda etmiştir. Silahlı güç tekeline sahip olmak, devletin ayırt edici özelliğidir. Silahlı güç
varsa, devlet vardır. Ve her medeniyet, ancak devletle, silahlı güçle kurulur. İnsanlık kabile
toplumundan devlet ve medeniyet kuruculuğuna silahın tekelde toplanmasıyla geçmiştir. İşte
İslam Peygamberi'nin büyük başarısı da buradadır.
Mezopotamya uygarlığı, Mısır, Çin, İran, Türk, Yunan, Roma uygarlıkları, Cromwell'in
İngiliz demokrasisi, Washington ve Lincoln'ün Amerikan demokrasisi, Robespierre'in Fransız
demokrasisi, Bismarck'ın Alman birliği, Garibaldi'nin İtalyan birliği, hep silahla
kurulmadılar mı?”
Burada yapılan oyunun niteliği çok açıktır. Aynı şekilde, silah ve savaş aracına baş vurdukları
için, sosyolojik olarak tamamen farklı karakterdeki, farklı sınıfların ve tarihsel dönemlerin
ifadesi olan kişi ve hareketler, sadece silaha baş vurmalarından hareketle aynı sepete
atılmaktadır.
Bay Perinçek, İslam peygamberinin büyüklüğünü onun başarısında, başarısını da silah
kullanmasında bulmaktadır. Muhammed’in büyüklüğü Perinçek’in başarısını bağladığı silah
kullanmasında değildir, aslında Muhammet başarılı da olamamıştır kurmak istediği düzen göz
önüne getirilirse, daha ölümüyle birlikte, cesedi soğumadan, Mekke eşrafı su başlarını kesmiş
ve adım adım birkaç on yıl içinde, İslam’ı tipik bir uygarlık ve devlet dini yapmıştır. Tümü
silahlı ve eşit Müslümanların Camide toplanarak ortak kararlar aldıkları ilk günlerin yerini,
Müslümanların silahsız olduğu, silahın sadece devlet ve onun asker ve zaptiyelerinde
bulunduğu; Camilerin devletin başındakilerin kararlarının halka duyurulma ve bu karar ve
uygulamaları meşrulaştırmanın aracı olduğu, namaz saflarında sembolize olan hukuksal
eşitliğin yerine aşılmaz sınıf farklarının geçtiği İslam namlı bir gericilik, soygun ve zulüm
düzeni almıştır.
Muhammet’in büyüklüğü başarısında değil, tam da o başarısız kaldığı noktadadır.
76
Eğer Muhammet ile bu gün arasında bir paralellik kurmak gerekirse, bu günün Muhammet’i,
tüm ulusal devletlere, özellikle bunlar içinde bir ulusu dil, din, etni, soy, tarih vs. ile
tanımlayan devletlere karşı, “vatanım yeryüzü milletim İnsanlık” parolasıyla bu devletleri
yıkmak için mücadele eden olabilir. O günün putları ve aşiretleri, ve soy kardeşliği ne ise ve
nasıl Muhammet o soyları, aşiretleri ve onların putlarını parçaladı ise, bu günün Muhammet’i
de bu günün dünyasının aşiretleri olun ulusları, bu günün dünyasının putları olan ulusal
bayrakları; bu günün soydaşlığı olan ulusçuluğa ve ulus kardeşliğine kutsal cihat açan, bütün
ulusal devletleri “dar ül harp” olarak görendir.
Eğer Muhammet’in silah kullanması ile günümüz arasında bir bağ kurmak gerekirse, bu gün
bütün ulusal devletleri, dolayısıyla öncelikle de vatandaşı olduğu ulusal devleti yıkmak için
silah kullanmak Muhammet’in yaptığına benzer. Muhammet silahı kendi içinden çıktığı
kabileye (Kureyş’e) ve şehre (Mekke’ye) karşı kullanıyordu. Mekkeliliğin ve Kureyşliliğin
yerine Müslümlüğü, yani insan kardeşliğini geçiriyordu. Allah, tüm insanlığın ifadesini
bulduğu genel kavramdı. Ruhunu Allah’a teslim etmek, yani Müslüman olmak, tüm insan
kardeşliğine inanca teslim olmak anlamına geliyordu. Muhammet’in Kabeye girip putları
yakmasının bu günkü karşılığı, bir Türkiyeli veya Türk için, Ankara’yı ele geçirip, Türk
bayrağını yıkmaktır. Ve oradan da bütün ulusal devletlere, tıpkı Muhammet gibi savaş açmak,
bütün ulusal devletleri “dar ül harp” olarak görmektir.
Perinçek devrimci Muhammet’i, kendisi gibi basit bir gerici milliyetçi gibi görmektedir. Doğu
Perinçek’in Muhammet dönemindeki karşılığı, hala o Kureyş ve aşiretler dönemini savunan
Ebu Cehil’lerdir.
Bay Perinçek’in devrimcilik olarak vaftiz ettiği şey sadece silah ve şiddettir. Devrimi şiddet
olarak görmek, en karşı devrimci devrim kavrayışıdır.
Perinçek’in tahrifatları tarihi alt üst edişleri, son “Talat Paşa Harekatı”da Talat Paşa denen
darbeci Bonapartı Jakoben olarak satmasında da görülür. Bunun için Jakobenlik kavramının
içini boşaltır ve onu bir şiddet kullanımı, bir yukarıdancılıkla özdeşleştirir. Yani son yılların
gerici atmosferinde devrimci ideallerinden vaz geçen aydınların Jakobenliğe yüklediği anlama
aynen sahip çıkar.
Ama önce şu Jakobenin ne olduğuna bir bakalım. Çünkü yeni kuşaklarca Jaıkoben’in gerçek
ve otantik anlamı unutulmuş bulunuyor.
Yeni kuşaklar Jakoben diye, üstten darbecilik yapanı anlamaktadır. Jakobene bu anlamını
verenler, 12 Eylül darbesinden sonra gericilik ve yılgınlık ortamında demokrasiyi terk edip
liberallere dönüşen aydınlar oldu. Ondan sonra bu yeni yanlış anlamıyla yayıldı ve öyle
bilindi.
Belli bir çağın ruhu ve sınıfsal çıkarlar sadece olayları tahrif etmez, kimilerini unutup
kimilerini öne çıkarmaz, kavramların da anlamların da anlamlarını değiştirir. Ve bu anlam
değişmeleri hiç de masum değildir, Jakoben kavramında olduğu gibi.
Örneğin bu gün bir hakaret sıfatı olan Herif, Hırfetten gelir ve bir zamanlar zanaat ehlini
tanımlamakta kullanılırdı. Osmanlı Devletinin çürümesilyle birlikte emeğiyle yaşamanın,
77
zanaatın toplumdaki değerinin azalmasına paralel olarak bu günkü olumsuz ve aşağılayıcı
anlamını almıştır.
Jakoben kavramı da böyle bir anlam değişmesine uğramıştır Türkiye’de, hatta dünyada.
Devrici demokrasiyi, burjuva devrimleri ideallerinin ezilen ve yoksullar tarafından sonuna
kadar savunulmasını ifade eden bir kavram olan Jakoben, 68 sonrasındaki gericiliğin
yükseldiği atmosferde, Wajda’nın Dandon gibi filimleriyle birlikte, bu gerçek tarihsel
anlamından boşaltılıp, sadece şiddetle özdeşleştirildi.
Jakobenizm, Marks’ın deyimiyle Burjuva devriminin ideallerini Plepçe, avamca
gerçekleştirmeye denir.
Yani Jakobenizm, bırakın üstte olmak, darbecilik veya yukarıdan devrimciliği bir yana bunun
tam zıddıdır. Paris’in donsuzları, yani baldırı çıplakları, yani yoksulları, Jakoben
derneklerinde örgütlenmişlerdi. Burjuvazinin devrimi savunmakta kararsız olduğunu
görüyorlardı. Devrim dört bir yandan kuşatılmıştı. O devrimi savunmak için devrimi yok
etmeye kalkanların şiddetine karşı şiddet uygulamak zorunda kalmasıdır bu yoksulların
Jakobenizm.
Jakobenizmin şiddeti yüceltmek gibi bir yanı da yoktur. Robespiyer, idam cezasının
kaldırılmasını ilk isteyendir.
Jakobenizm, bu yoksulların iktidarıdır. Bunun unutulmuş bir adı da Birinci Paris Komünü’ür.
İkinci Paris Komünü’nü yapanlar da, yine kuşatma şartları altında, Jakobenlerdir, yani
Paris’in yoksullarıdır. Ama artık, birinci Paris Komünü’nün o yarı esnaf işçileri az çok
modern proletarya oldukları için, ikincisinde, Jakobenizm fiilen bir İşçi İktidarı olur, Marks’ın
“Güneşi fethe çıktılar” diye selamladığı.
Jakobenizmin gerçek mirasçısı Rus devriminde Bolşeviklerdir. Bolşevikler de yukarıdan
darbeci değildiler,dünya tarihinde eşi görülmemiş işçi ve köylülerin ayaklanmasının öne
çıkardığı devrimcilerdi. Tıpkı Robespiyer gibi, karşı devrimin kuşatma ve saldırısına karşı
Kızıl Orduyu kuran Troçki de İdam cezasının kaldırılmasını önerenlerdendi devrimin ilk
günlerinde.
Ne Robespiyer’de, ne Troçki’de şiddetin ve insan öldürülmesinin yüceltilmesinin zerresi
yoktur. Bu doğu Perincek gibi nasyonal sosyalistlerin bir özelliğidir. Onlar sadece devrimi
savunmak için buna baş vurmuşlar ve onu hiçbir zaman yüceltmemişlerdir.
Yani Jakobenizm, burujuva devriminin ve aydınlanmasının, tüm insanların eşitliği; fikir ve
örgütlenme özgürlüğü gibi ideallerini savunan yoksulların hareketidir. Bu anlamda, örneğin,
PKK bir Jakoben hareket karakteri taşır. 12 Eylül öncesinin devrimci radikal sol hareketleri
Jakoben sayılabilirdi.
Türkiye tarihine bakarsak, Jakoben kavramına darbeci yukardancı anlamını veren liberal
aydınların iddialarının aksine, Atatürk bir Jakoben değil, bir Bonapart’tır. Eğer jakobene
benzeyen bir şeyler aranırsa, son duruşmada silahlı halk olana, Çerkes Ethem, Yeşil Ordu ve
çetelerin güçlü ve egemen olduğu dönem, bir parça Fransa’nın Jakoben iktidarı dönemine
benzer. Thermidor’un karşılığı, Çerkez Ethem’in tasfiyesi, Suphi’lerin öldürülmesi ve Ali
78
Fuat Cebesoy’un batı Cephesi komutanlığından alınıp onan yerine İsmet İnönü’nün
getirilmesidir. Bonapart’ın İmparator ilan edilmesinin karşılığı da Cumhuriyet’in ilanıdır.
Jakobenizm, ezilenlerin toplumsal bileşiminin değişmesiyle birlikte, kendisi de evrim
geçirmiş ve Rus devriminde Bolşevizme dönüşmüştür. Paris’in yarı esnaf “san kilot”ları
Putilov fabrikalarının işçileri olunca, Jakobenizm de Bolşevizm olmuştur. Robespiyer ve
Marat’nın, Rus devrimindeki karşılığı, Lenin ve Troçki’dir. O zamanlar hızlı geçinen
Napolyon’un karşılığı da Stalin’dir.
Ama yoksullar sadece işçilerden ibaret değildir, işsizler, küçük üreticiler de bunlara
dahildirler. Hatta işçiler kendilerini iyi kötü sendikalarla koruyabildiklerinden bu tabaklar
daha korumasız olduklarından, kriz dönemlerinde bunlar hızla radikalleşme eğilimi
gösterirler. Eğer bu radikalleşme devrimci bir yükseliş döneminde, devrimci umutların
yaşadığı bir çağda gerçekleşirse, bir işçi sınıfı devrimciliğiyle, yani kendi evrilmiş biçimiyle
ittifaka girebilir. Sandinist, Küba, Çin, Vietnam devrimleri bu anlamda Jakoben devrimlerdir.
Ama gericiliğin ve devrimci umutların yitirildiği bir dönemde, bu radikalleşme pek ala
faşizmde olduğu gibi, işçi sınıfına karşı bir küçük burjuva haçlı seferine de dönüşebilir.
Jakobenizm ile Faşizm’in bu bağlamda belli bir ilişkisi de vardır. Ama bu da yine, işçi
sınıfının yeterince Jakoben olmamasının, yani devrimci olmamasının, oportunist günahlarının
bir cezası olarak ortaya çıkar.
*
Bonapartizm Jakobenizmin zıddıdır. Tepeden darbe yapar o devrimin kazanımlarına oturur ve
onları budar. O budadığı biçimiyle de genellikle başka ülkeleri istila eder.
Bonapartizm’e adını veren Napolyon Bonapart böyledir. Örneğin İslamiyet’in Bonapart’ı
Muvaiye’dir. İslamiyet’in Robespiyer’i Ali’dir. Ekim Devrimi’nin Robespiyer’i Lenin
Troçki’dir, Bonapartı Stalin’dir. Ama devrim ile bu karşı devrimler arasında, Fransa’da
Jirondenler; İslam’da Dört halife Devri, Rusya’da Zinovyev, Kamanav, Buharin’li dönem
vardır. Napolyon, Muaviye ya da Stalin, ancak bunlardan sonra imparator olacak güce
ulaşırlar.
Bonapartların esas karakteri, onların Jakobenizmi, yani devrimin ideal ve amaçların terk
etmesinde ve bu geleneği sürdürenleri tasfiyesinde toplanır. Bonapartizm bir karşı devrimdir.
Bonapartizm, devrimi, bir egemen sınıfın ele geçirmesidir. Bu hiç şaşmazca aynı biçimde
olur. Egemen sınıf bunu devrimin bayrağıyla yapar. Napolyon İmparator olduğunda, Fransız
devriminin, Eşitlik, Özgürlük, Kardeşliği sembolize eden üç renkli bayrağını İmparatorluk
Kuşağı olarak kuşanmıştı. Muaviye, Ali’ye karşı Sıffın savaşında, Askerlerinin mızraklarının
ucuna Kuran yaprakları taktırarak yok olmaktan kurtulmuştu. Stalin, Lenin’i bir tanrı gibi
dokunulmaz tabu yaparak karşı devrimini yapmıştı.
Bu tarihsel ortaklıklar ışığında baktığımızda Osmanlı tarihinde kimdir Jakoben?
Osmanlı tarihinde Jakoben neredeyse yok denecek kadar azdır. Çünkü, Osmanlı’da burjuvazi
çoktan devrimci barutunu yitirdiğinden, burjuva devrimlerinin tüm insanların eşitliği ideali
terk edilmiş, ulus bir etni, dil veya din ile tanımlanmaya başlanmıştı. Diğer yandan.,
79
Rusya’nın aksine, bir modern ve büyük sanayi olmadığı için, bu gerici burjuvazi karşısında,
bu Jakoben gelenekleri savunacak bir işçi sınıfı da yoktu. Dolayısıyla Jakobenizm çok sınırlı
ve cılız bir eğilim olarak vardır Osmanlı’da.
Jakobenizm’e en yakın eğilim, Ermeni ve Rumlar ve Balkan halkları arasındaki işçi ve
sosyalist partiler olabilir. Osmanlı imparatorluğunda hem modern işçileri içerdikleri hem de
ezildikleri için, Rum ve Ermeni ahali arasında bir Jakobenliğin izleri görülebilir. Ama bu bile
sınırlıdır. Çünkü, sadece burjuvazi devrimciliğini yitirmemiş, işçi hareketi de bu gerici
milliyetçilikten etkilenmiştir. Ulus artık, insan haklarıyla değil, Ermenilik, Türklük, Rumluk,
Bulgarlık vs. ile tanımlanmaktadır.
Fransız derimi olduğunda Früansa’nın yüzde onu Fransızca konuşuyordu. Fransız olmanın
devrimde bu günkü gibi bir etnik aidiyetle ilişkisi yoktu;. Fransız imparatorluğunun yayılmış
oluğu topraklarda yaşayan yurttaşlar anlamına geliyordu.
Osmanlı’da böyle bir hareket olmadı. Osmanlıcılık, egemen Müslüman devlet kastının
kendini savunma ideolojisiydi, bu anlamda aydınlanmayla bir ilgisi yoktu. En Devrimci ve
Sosyalist Hınçak partisi bile, hiçbir zaman, bir tüm Osmanlıda bir Fransız devrimi gibi devrim
yaparak, Osmanlı topraklarında dilsiz, dinsiz., etnisiz, tarihsiz bir cumhuriyet kurmayı
düşünmezdi, bir Ermeni partisi olmaktan öteye gidemedi.
Bu anlamda, içinde Türk ve başka din ve milliyetlerden komutanlar yöneticiler bulunan ve
etnik milliyetçiliğe daima mesafeli duran PKK, Türkiye’de Jakobenizm’e en yakın eğilimi
temsil eder. Osmanlı’da en devrimci ve sosyalist örgütler bile buna uzaktı. Hıncak içinde,
Kürtler, Türkler, Rumlar ve diğerleri yer almıyordu. Bu nedenle, Hınçak bile tam bir jakoben
sayılmazdı.
Osmanlı’da bilinen meşhur aydınlar arasında, Jakoben adını almaya layık olarak Tevfik
Fikret’ten söz edilebilir. O “Vatanm yeryüzü milletim İnsanlık” diyerek, her hangi bir etni,
dil, din, soy aidiyetini, ulusun buna göre tanımlanmasını reddetmiştir. Yani burjuva devrimi
ideallerinin, aydınlanmanın tutarlı bir savunucusudur.
Sadece bu idealleri sonuna kadar ve tutarlı savunmaz, bunlara ulaşmak ve bunları savunmak
için, tıpkı jakobenler gibi her şeye de hazırdır. Örneğin bir “lahza i teahhur” şiirinde, Sultan
İkinci Abdülhamit’e suikast yapan Ermeni devrimcinin bombasının biraz geç patalaması ve
bu nedenle müstebit sultanın ölmemesi nedeniyle hüznünü anlatır. Fikret, eğer yaşasaydı,
1908 devrimini (Babıali Baskını denen) darbeyle gömen, Ermenileri katleden Talat Paşa’nın
öldürülmesini, muhtemelen alkışlardı.
Bu gün bile böyle devrimciler yokken. Türkiye’nin sosyalistlerini çoğu Genel Kurmayın
peşine takılmışken, kendini Türklükle tanımlayan bir devletin yurttaşları olmak onları
rahatsız etmez ve sözde ABD’ye karşı olmak adına bu devleti savunmaya geçmiş
bulunurlarken, Tevfik Fikret, cumhuriyet döneminin bir sürü komünistinden bile,
Jakobenizme çok daha yakındır. Çünkü Cumhuriyet’in Komünistleri de Türk “Komünist”i
olmuşlardır, Osmanlı’nın komünistlerinin Ermeni “Komünist”i olmaları gibi.
1908 kıytırık devriminin Bonapart darbesi, İttihat Terakki’nin babıali baskını, yani darbesidir.
80
1908 devriminde bir Jakoben iktidarı yoktur.
İşte Talat Paşa, bu darbenin örgütleyicisi, devrimin kardeşlik ve özgürlük idealleri yerine
devleti yaşatma ve korumayı geçiren adamdır.
Zaten tam da bir Bonapart olduğu için, bir karşı devrimci olduğu için, o cılız devrimi yok
ettiği için Hitler’e ilham veren Ermeni katliamının örgütleyicisi olmuştur.
Biz sosyalistler ve devrimci demokrasi, Talat’ın değil, veya Ulusu din yani İslam ile
tanımlayarak Osmanlıyı yaşatmaya çalışan Teşkilatı Mahsusacı Mehmet Akif’in değil;
“Vatanım Yeryüzü Milletim İnsanlık” diyerek, her hangi bir din, etni, dil ya da toprak
parçasıyla ulusu tanımlamayı reddeden, tkarafını daima ezilenlerden, yoksulardan yana
koyan, kadın haklarını savunan, çok yönlü aydın (Ressam, eğitimci, mimar vs.) burjuva
devrimlerinin idealinin, aydınlanmanın o gerçekleşmemiş projesinin savunucusu belki de tek
Jakoben, Tevfik Fikret’in mirasının savunucularıyız.
*
Bu vesileyle Tevfik Fikret’in Sultan’ı öldürmek isteyen Ermeni devrimcisinin başarısız kalan
teşebbüsüne duyduğu üzüntüyü anlatan şiiriyle bu Jakobeni analım:
Önce bu günkü Türkçe’yle sonra o zamanın diliyle:
bir anlık gecikme
bir patlama...bir duman...ve bütün bir şenlik alayı,
sahnelediği oyunu seyreden kalabalık; haşin, azgın
tırnaklarıyla bir kahredici elin, didik didik,
yükseldi havaya bacak, kelle, kan, kemik...
ey yüce patlama, ey öc alıcı duman,
kimsin? nesin? bu saldırıya iten ne, sebep ne? kim?
arkanda bin meraklı bakış ve sen yoksun,
görünmeyen bir eli andırıyorsun, kurtarıcı.
sesinde o öfkenin o korkunç yıldırımı var ki
her yerde hak ve kurtuluş duygusunu tetikler.
vuruşunla kahredici ayağı titrer zorbalığın,
en gururlu, görkemli tâcı sarsar yaklaşışın.
silkip yüzyılların boyunlarındaki ilmiklerini, en çetin
bir uykudan uyandırır milleti dehşetin.
ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın!
attın...ama yazık ki, yazıklar ki vuramadın!
dursaydı bir dakikacık (bu hep) geçen zaman,
81
ya da o durmasaydı o tâlihsiz* taç,
kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş
bir iyilik olurdu, benzeri yüzyıllarca geçmemiş.
ancak, rastlantı... âh o güçlülerin dostu,
güçsüzlerin, zavallıların değişmez düşmanı,
birden yetişti etkisiz kılmaya, bu yakıcı planı,
söndürdü bir nefeste bu parlak umudu;
yazdı, alay etmek için bilinçsiz yazgı,
zulüm tarihine bir övünme önsözünü.
kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi öcünü;
ancak; unutmasın şunu (ki) alçaklığın tarihi:
bir milleti çiğnemekle bu gün eğlenen (alçak)
bir anlık gecikmeye borçlu bu keyfini
Orijinal dilinde:
bir lahza i teahhur
bir darbe... bir duman... ve bütün bir gürûh-ı sûr,
bir ma'şer-i vaz'ı temâşâ, haşin, akuur
tırnaklariyle bir yed-i kahrın, didik didik,
yüseldi gavr-ı cevve bacak, kelle, kan, kemik...
ey darbe-i mübeccele, ey dûd-i müntakim,
kimsin? nesin? bu salvete sâik, sebeb ne? kim?
arkanda bin nigâh-ı tecessüs, ve sen nihân,
bir dest-i gaybı andırıyorsun, rehâ-feşân.
mâlik sensin o servet-i ra'dîn-i gayza ki
her yerde hiss-i hakk u halâsın muharriki.
sadmenle pâ-yı kaahiri titrer tegallübün,
en gırca tâc-ı haşmeti sarsar takarrübün.
silkib ukuud-u rikba-i a'sârı, en çetin
bir uykudan uyandırır akvâmı dehşetin.
ey şânlı avcı, dâmını bîhûde kurmadın!
atdın... fakat yazık ki, yazıklar ki vuramadın!
dursaydı bir dakîkacağız devr-i bî-sükûn,
yâhud o durmasaydı, o iklîl-i ser-nigûn,
kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş
82
bir hayr olurdu, misli asırlarca geçmemiş.
lâkin tesâdüf...âh o kavîler münâdimi,
âcizlerin, zavallıların hasm-ı dâimi,
birden yetişdi mahve bu tedbîr-i hârikı,
söndürdü bir nefesde bu ümmîd-i bârikı;
nakş etdi bir tehekküm içün baht-ı bî-şuûr
târih-i zulme bir yeni dîbâce-i gurûr.
kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi intikaam;
lâkin unutmasın şunu tarih-i siflekâm:
bir kavmi çiğnemekle bu gün eğlenen...(denî)
bir lâhza-i teahhura medyun bu keyfini!
-5 temmuz 1322-
-18 temmuz 1906-
tevfik fikret
Bu gün böyle şiir yazacak demokrat var mı bu Osmanlı artığı kayfi, ırkçı, inkarcı, baskıcı
devlete karşı mücadele eden Kürt gerillalar için?
Demokratı bırakalım sosyalist var mı?
Yok.
Nereden nereye gelindiği böyle daha iyi görülüyor.
Osmanlı’nın Jakobeni, Tevfik Fikret’i bile yok bugün.
Yirmi birinci yüzyılın devrimcisi ve Jakobeni bir yana.
16 Mart 2006 Perşembe
83
Tekinsiz
“Danıştay 2. Dairesi’ne yönelik silahlı saldırı olayıyla ilgili hakimliğe sevk edilen Muzaffer
Tekin’in serbest bırakılmasına karar verildi.”
Bu kısa haberin gerisini okumaya gerek yok. Adam evini gizli dinlenmeye karşı Amerikan
filmlerindeki gibi “hava yastıklı iki metal profil” zırhla kaplatıyor; Özel harpçi Veli Küçük ve
İbrahim Şahin gibilerle ilişki ve resimleri ortaya çıkıyor ama nedense soruşturma bu yönlerde
derinleştirilmiyor ve sağlam olmayan delillerle mahkemeye çıkarılıyor.
Soruşturmanın başlangıçta suçlanan dincilerden birden ulusalcılarla ve özel savaş dairesi
bağlantılarına kayması; Recep’in yine Şemdinli öncesinde olduğu gibi “Susurluk dahil
raflardaki dosyaları indiririz” tarzında esip gürlemeleri, liberaller arasında, artık bu sefer
Hükümetin bağlantıların üzerine gidip gizli örgütlenmeleri tasfiye edeceği gibi bir beklentinin
gelişmesine de yol açtı.
Ne var ki, politikada kişiler kişiler değildir. Onlar belli toplumsal sınıfların eğilimlerini
yansıtırlar ve zaten öyle oldukları için de o politik konumlarda bulunurlar. Sorun Recep Tayip
denen adem oğlunun karakteri veya yetenekleri veya kararlılığı sorunu değil; onun bu gün
sözcüsü olduğu sınıfın, yani Anadolu burjuvazisinin konumu, çıkarları ve karakteri sorunudur.
Bunun ötesi, eskilerin deyişiyle belki Recep Tayyip’in meşrebi, stili bahsine girer. Yani şu
insanların geri yanlarına hitap eden kabadayı stili mesela. Aslında bu stil de tamı tamına
burjuvazinin çıkarlarına uymaktadır.
Bilinir, kabadayılar, garibanlara karşı esip gürlerler, kabadayılıkları güçsüzlere karşıdır. Ama
iş, devletin ordusuna polisine gelince, onun karşısında süt dükmüş kediye dönerler; en sıradan
karakol polisinin bile karşısında, “Gözünün yağını yiyem abi” türünden yaltaklanma moduna
geçerler.
Tayyip de öyledir. Eser gürler de, garibanlara, Kürtlere, Çocuklara, Alevilere, İşçilere karşı
öyledir. Ordu devreye girince, karakol polisiyle başı derde girdiğinde ona yaltaklanan mahalle
kabadayısından farkı kalmaz. Tek farkı bu sefer bu Kasımpaşalı mahalle kabadayısı
üslubunun koca bir ülke çapında uygulanmasıdır.
İster Recep Tayyip gibi mahalle kabadayısı üslubuyla burjuvazinin çıkarlarını savunma
durumunda olsunlar; ister devletin gizli ve açık desteğinde Çaltı, Çakıcı ve benzerleri gibi
faşist ve mafyacı olsunlar bu kabadayı taifesinin hepsi son derece çapsız ve korkaktırlar.
Çünkü hiç birinde devlete karşı kabadayılık yapacak yürek yoktur. En büyük gücü, yani
devleti arkalarına alarak iş yaparlar. Bu bakımdan, devlete meydan okuyan en sıradan
devrimci bile bunlardan bin kat daha yüreklidir.
Her neyse, geniş yoksul yığınların gözüne kül atma ötesinde bir işlevi olmayan bu kabadayı
stili ile konuştuğunda zaten işin üzerine gitmeyeceği belli olmuştu. Kendileri açısından amaç
84
hasıl olmuştu. Kendi üzerindeki kuşkuları bertaraf etti ve bürokratik oligarşiye karşı üstün bir
pozisyona geçti.
Ama bu fırsatı kullanıp sonuna kadar gidip, karşı güçleri imha etmeyen; yani bütün
bağlantıları ortaya çıkarıp, geniş toplumsal güçleri seferber etmeyen; doğrudan Askeri
bürokratik oligarşinin çekirdeğine yönelmeyen her davranış, bir süre sonra karşı güçlerin
toparlanıp yeniden saldırısı için koşulları ona sağlamış olur ve kendi saflarında da güvensizlik
ve moral bozukluğunun tohumlarını yeşertir.
Şimdi olacak olan budur. Bürokratik oligarşi ilk fırsatta tekrar, bu sefer daha iyi planlanmış
olarak saldırıya geçecek buna karşılık AKP saflarında demoralizasyon ve dağılma eğilimleri
ortaya çıkacaktır.
*
Bu günkü Türkiye’nin politikasını anlamak isteyenler, Marks ve Engels çağlarının
Avrupa’sına ve sınıf ilişkilerine baksınlar. 1848 devrimleri ve sonrasında Marks Engels’in
bütün politik analizleri şu basit ilişkiye indirgenebilir aslında. Burjuvazi işçilerin korkusundan
büyük toprak sahipleri; Feodaller veya Prusya devletçiliğiyle uzlaşmaya girmiş, onun
karşısında yerlere kapanmıştır; bizzat kendi koyduğu ideallere ve hedeflere ihanet etmiş ve
onlardan yüz çevirmiştir. 1848 devrimlerinin yenilgisinin de; Birinci ve Üçüncü Napoleon
gibi maceracı ve serserilerin Fransa’nın başına geçmelerinin de; Bismark gibi bir toprak
ağasının bir başka Napolyon olarak başbakan olmasının da nedeni bu ilişkidir.
Türkiye’de de Büyük toprak Sahipleri veya Prusya Junker’liği yerine, Osmanlı yadigarı
Bürokratik Oligarşi koyulabilir. O zamanların Avrupa burjuvazisinin yerine de bu günkü
AK Parti veya Anadolu Burjuvazisi. Davranışlar tıpı tıpına aynıdır.
Bu aynılığı gösterebilmek için, AK Partinin dayanağı olan Anadolu Burjuvazisi “1789’ların
devrimci burjuvazisi gibi olsaydı ne yapardı”ya bakalım.
Gerçekten Prusya Yunkerliği benzeri Askeri Bürokratik Oligarşiyi tasfiye etmeyi hedefleyen
bir burjuvazi veya hükümet ne yapardı son suikastten sonra?
Önce derhal Veli Küçük’ten başlayarak bütün bağlantıların üzerine gider ve onları sorguya
çekerdi. Yani bu emekli generallerin teker teker tutuklanmaları veya sorguya çekilmeleri
gazetelerin sayfalarını doldurmaya başlardı. Bu hem onların çözülüşünü hızlandırır hem de
demokratik güçlere büyük bir cesaret ve inisiyatif verirdi.
Ama bu sadece marş dinamosu görevi görebilirdi, esas motorun harekete geçirilmesini
sağlayan. Çünkü böyle tedbirlerle muazzam bir gücün tasfiyesi mümkün değildir.
Bu her şeyden önce politik, dolayısıyla, büyük toplumsal güçlere dayanan bir mücadeledir. Bu
hukuki prosedür ancak bunun bir aracı olarak bir işlev görebilir. Sadece Hukukun bir
bürokratik ve askeri oligarşiyi tecrit ve tasfiye için yeteceğini sadece çocuklar düşünebilir. Bu
hukuki süreç bir anlamda politik güçler dizilişi için bir başlangıç sağlayıp, politik sürecin
destekçisi olduğu takdirde güç ilişkilerinde köklü bir değişimin kapısını açabilir.
Hukuki saldırı idari imkanlarla da desteklenir, Örneğin bunun için aynı zamanda derhal bu
85
işle ilişkili bütün generaller, başta Büyükanıt olmak üzere “tahkikatın selameti” bakımından
emekliye sevk edilir.
Ama bu gibi hukuki ve idari tedbirler de yetmez. Bunlara paralel olarak, Türkiye’nin üç
büyük toplumsal gücünün desteğini almadan bu bürokratik askeri oligarşiye dokunulmaz ve
onun gücü ve egemenliğinin kökleri kazınamaz: Bu güçler İşçi Sınıfı; Kürtler ve Aleviler’dir.
Bunun için en asgari olanları sıralayalım.
İşçilerin desteğini kazanmak için ilk elde minimumundan şunlar yapılabilir: İşçiler için en
önemli sorun, kendilerini sermayenin saldırılarına karşı koruyacak birlikler kurabilme
sorunudur. Bütün anti demokratik yasalar bunları engellemektedirler. Bu nedenle ilk elde
Terörle Mücadele Yasası gibi yasalar derhal geri çekilir. İşçilerin grev ve örgütlenme hakkını
kısıtlayan yasalar kaldırılır. Sosyal sigortalar gibi işçilerin paralarıyla kurulmuş kurumlar
bütünüyle işçilerin denetimine verilir. Asgari geçim endeksini belirlemek işçi örgütlerine
bırakılır ve hiç kimsenin ücreti bu endeksin aşağısında olamaz. Bunlar bir iki gün içinde bu
günkü çoğunlukla çıkarılabilecek yasalardır. Böylece hem işçilerin desteği alınır hem de aktif
bir politik özne olarak harekete geçmesinin yolları açılır.
Alevilerin ve diğer azınlıkların ve de şehir orta sınıflarının desteğini kazanmak ve Bürokratik
ve askeri oligarşiyi tecrit etmek, kitle desteğinden mahrum kılmak için: Diyanet derhal
lağvedilir. Bütün imam hatipler normal okullara çevrilir. Bütün kilise, Cami, Cemevi, Havra
vs.den her türlü devlet desteği çekilir; devlet müdahaleleri bırakılır ve onlar cemaatlerin
gönüllü bağışlarına terk edilir. Yani gerçek anlamda bir laikliğe geçmeyi sağlayacak tedbirler
ve yasalar peş peşe yürürlüğü konur. Bununla şehir orta sınıfları, bu Bürokratik Oligarşinin
militan destekçi güç tarafsızlaştırılabilir veya kazanılabilir. Ama en azından militan bir
savunun durumundan çıkarılır.
Kürtlerin desteğini kazanmak için: Derhal bir Af çıkartılarak ve PKK’ya legal alanda politika
yapma olanağı verilir. Buna bağlı olarak derhal seçim barajı düşürülür. Osmanlı kalıntısı
Kaymakamlık, Valilik gibi makamlar derhal kaldırılır ve mahalli polis ve jandarma seçilmiş
mahalli yöneticilerin emrine verilir. Madem ki Türklük hukuki bir kavramdır deniyor,
Türklüğü, her türlü dil, din, etni ile tanımlanmaktan kurtarmak için, derhal herkesin ana
dilinde eğitim yapma hakkı her Türk yurttaşının temel hakkı olarak tanınır. Keza Türklüğü
Türk etnisinden soyutlamak ve gerçekten hukuki bir içerikle doldurmak için, Tarih
kitaplarından Türk Tarihi ile ilgili bölümler çıkarılır. Genel bir insanlık tarihi ve Anadolu’da
yaşamış bütün kavim ve uygarlıkların tarihi öğretilir.
Hiçbir etni veya dil diğerlerinden üstün olmayacağından, Türk Dil ve Tarih kurumları da,
tıpkı diyanet gibi kapatılır. Şu veya bu dilden veya etniden veya kültürden olmak, tıpkı din
gibi kişisel bir sorun olur. Tıpkı dinsel bir cemaatin bir araya gelmesi gibi, şu veya bu kültür,
etni, dillerden insanlar bir araya gelip onları geliştirmek veya korumak için istedikleri türden
birlikler kurabilirler. Ama bunların hepsi tıpkı gerçekten laik bir ülkedeki dini kurumlar gibi
devletin dışında ve özel bir sorun olarak kalırlar. Sadece bu tedbirler bile, sadece Kürtleri
değil, bütün diğer ezilen azınlıkları kazanır ya da tarafsızlaştırır.
Bu üç büyük gücün aktif desteğini almaya yönelik tedbirlere paralel olarak, bürokratik
86
oligarşinin, kendini toparlayamadan üzerine gitmek; onun sabotajlar yapmasını engellemek
için; kararnamelerle, bütün Özel Harp Dairesi, Seferberlik Tetkik Kurulu gibi kurumların
lağvı; soruşturmanın gizli ve örgütlü ilişkilere yönelik olarak derinleştirilir.
Böyle tüm cephelerde yürütülecek kombine ve en büyük güçleri harekete geçiren, karşı
güçleri tecrit eden kararlı ve sonuna kadar giden bir saldırı, bürokratik oligarşi saflarında hızla
bir panik ve gemisini kurtaran kaptan duygusunun yayılmasına yol açar ayrıca bu da çeşitli
ilişkilerin itirafları vs. aracılığıyla saldırıya güç katar.
Çünkü bürokrasi ne kadar güçlü olur ve görünürse görünsün, kapıkulu ruhludur. Güç ve irade
karşısında eğilmekten başka bir şey bilmez. O en tafrasından yanına varılmaz “kahraman”
generaller bile aslında, üzerlerindeki sırmalı elbiseler çıkarıldığında, son derece sıradan ve
korkak birer adem oğlu olarak ortada cascavlak kalırlar.
İşte o hayali burjuvazinin yapabileceği böylesine bir kararlı harekat dışında Türkiye’de
bürokratik oligarşiyi iktidardan uzaklaştırmak ve nispi bir demokrasiye ulaşmak mümkün
değildir.
Fransız Devrimi’nde olan işte böyle bir şeydi. Burjuvazi Asillere ve Krallara karşı tam da
geniş halk kesimlerinin desteğini alacak Benzeri tedbirlerle ve kararlılıkla harekete geçmişti.
Türkiye’nin burjuvazisi de bir zamanlar Fransız devrimini yapan burjuvazinin Kral, kilise ve
soylulara karşı gösterdiği kararlılığı, bürokratik oligarşiye karşı gösterecek bir yapıda olsaydı,
böyle davranırdı.
Elbette AKP veya Anadolu Burjuvazisi bütün bunların hiç birini yapmadı ve yapmaz. Tıpkı
1848 devrimlerini satan ve ondan sonra da eski rejimin güçleri karşısında yerlere kapanan
burjuvazi gibi davranmaktadır.
Akibetlerinin de aynı olacağı tahmin edilebilir.
Peki İşçiler yapabilir mi?
İşçiler nesnel toplumsal konumlarıyla elbette böyle bir değişimi başarabilecek biricik
güçtürler. Ama... bu gün böyle davranamaz durumdalar.
1848 Devrimlerinde İşçiler yükselen bir güçtü ve Demokratik Cumhuriyet esas işçilerin
sloganıydı. Bugün ise, İşçiler sınıf olarak çok daha güçlü olmasına rağmen milliyetçilik ile
zehirlenmiş ve demokratik cumhuriyet hedefini terk ettikleri için ekonomizme gömülmüş
ilkelliği ebedileştirmiş bir sınıf durumundadır.
Aynı zamanda 20. yüzyıldaki yenilgilerin de etkisiyle, kendi kendine bir sınıftırlar ve
bağımsız bir politik bir güç olarak ortaya çıkamamaktadırlar. Bu günün işçileri, 1848’in yarı
esnaf işçilerinden bile daha kötü bir durumdadırlar politik, örgütsel olarak ve ideolojik olarak.
Bürokratik Oligarşi, yirmi birinci yüzyılda bile hala 19 yüzyılda olduğu gibi egemenliği
elinde tutabiliyorsa, bu burjuvazinin korkaklığı kadar, İşçilerin bu demoralizasyonu,
programsızlaşması ve kendi kendine bir sınıf haline dönüşmesi nedeniyledir.
Böylece 19. Yüzyıldaki gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. “Burjuvazi “artık” yönetemiyor,
İşçiler de “henüz” yönetemiyor. Bu sayede bonapartizm var olabiliyor” diyordu Marks ve
87
Engels. Büyük tarihsel yenilgiler sonucu, demoralizasyon ve programsızlık sonucu işçi sınıfı
19 yüzyıldakinden de kötü bir durumda olunca, aynı koşullar ortaya çıkıyor.
Bu durumda, İşçiler öznel nedenlerle, burjuvazi korkaklığından bu gerekli değişiklikleri
yapacak gücü ve kararlılığı gösteremeyince, bunları burjuvazi adın yukarıdan, anti demokratik
bir biçimde yapacak ve böylece kendi gücün ve iktidarını da pekiştirecek Bonaparizmin önü
açılıyor.
Marks ve Engels, “devrimin cellatları onun vasiyetini yerine getiriyor” diyorlardı kıta
Avrupa’sında 1848 devrimleri sonrasındaki gelişmelere bakarak. Yani politik iktidara
egemen olan Bonapartlar burjuvazinin ihtiyacı olan sosyal değişiklikleri gerçekleştiriyorlardı.
Ama bu anti demokratik ve yukarıdan bir biçimde yapılıyordu. Bir bakıma Burjuvazi politik
iktidarı Bonapartlara bırakıyor; Bonapartlar da buna karşılık onların ihtiyacı olan işleri
yapıyorlardı.
Türkiye’de de böyle olmaktadır ve böyle olacaktır.
Burjuvazinin bu korkaklığı karşısında Kürt sorununda da belli reformları, bizzat yine bu
askeri bürokratik oligarşi yaparsa kimse şaşırmasın. Çünkü Bu oligarşi, giderek, bu sorunu
çözmedikçe iktidarı elinde tutmanın mümkün olmadığını görmektedir. Bu nedenle, aslında
bürokrasi içindeki Kürt sorunu karşısındaki tavırlar nedeniyle çatışma, Hükümet ile Bürokrasi
arasındakinden daha da serttir. Aslında hükümetin korkaklığı, bürokrasi içindeki reform
yanlısı güçlerin zayıflamasına da sebep olmaktadır.
Diğer bir ifadeyle bürokratik oligarşinin genel ve uzun vadeli çıkarlarıyla; inkar ve baskıya
dayanan, güçlerin çıkarları arasında belli bir çelişki bulunmaktadır.
Bu bürokratik oligarşinin uzun genel ve vadeli çıkarlarını savunanların bir çok ifadesinden
görülen odur ki, bürokratik oligarşi içinde bu konuda daha açık sözlülük ve kararlılık vardır.
Örneğin bu kararlılık ve açık sözlülük, Mahir Kaynak’tan, Yalçın Küçük’e veya Emekli MİT
görevlilerinin yazdığı raporlardan, kimi Emniyet görevlilerinin Meclis’te söyledikleri sözlere
kadar yansımaktadır.
Son suikast hadisesinde de, ortaya çıkarılan belgeler, ilişkiler bile bizzat bu çatışmanın ve
mücadelenin bir göstergesidirler. Devletin bir kanadı, el altından veya açıktan desteklemese,
AKP veya hükümetin bir şey yapacağı yoktur ve bu desteği de sadece kendi konumunu
sağlamlaştırarak kullanmakla yetinmekte; özel savaşçıların üzerine gidecek cesareti
gösterememekte ve böylece bizzat kendini zayıflatmaktadır. Ama sadece kendini değil,
Bürokratik oligarşi içinde Hükümete açık veya gizli destek veren güçleri de zayıflatmakta ve
onlarda moral bozukluğuna yol açmaktadır.
Özetle Hükümet, AKP ya da burjuvazi (özünde hepsi aynı şeydir), eline geçen fırsatları,
Askeri bürokratik oligarşiyi tecrit etmek ve iktidardan uzaklaştırmak için, dolayısıyla da
demokratikleşme için değil, var olan sistem içinde kendi mevzilerini güçlendirmek (örneğin
Cumhurbaşkanlığını ele geçirmek vs. için) kullanmaya kalkınca bizzat kendi konumunu
zayıflatmakta, kendi ayağına da kurşun sıkmaktadır. Ama sadece kendini değil, askeri
Bürokratik oligarşi içindeki farklı stratejilerin mücadelesinde, kendisinin ittifak yapabileceği
88
güçleri de zayıflatmaktadır.
Uluslar arası durum da İran vesilesiyle ABD’ için bu Askeri bürokratik oligarşinin daha ehven
bir partner olduğu koşulları da yaratınca, AKP veya hükümetin giderek tecrit olma durumu
pekişmektedir.
Buna Avrupa Birliği’nin zaten gönülsüz ve ABD’nin baskılarıyla usulen açılmış görülen
kapılarının da daralacağı ve Avrupa ufkunun kararacağı da eklenirse, bu Hükümetin ayakta
kalma şansı bulunmamaktadır.
Eğer hala hükümet olmaya devam ederse, bu pis işleri yaptırmak için, kestaneleri ateşten
çıkarmak için işe yarayabileceği düşüncesiyle olabilir. Elbet, örneğin İran’a karşı bir
saldırının kararının bu hükümet eliyle alınması, Erbakan’a İsrail ile anlaşmalar yaptırılması
gibi, hem ABD’nin hem de Ordu’nun tercih edeceği bir durumdur.
Ama daha büyük bir olasılık., önümüzdeki dönemde yeni siyasi cinayetler.
Ama bu sefer daha iyi planlanmış ve örneğin politik İslam ile ilişkileri daha net ve açık
olanlara; örneğin Hizbullahçılara işletilecek politik cinayet ve sabotajlar, hükümetin bu son
suikastte olduğu gibi, kendini öyle kolay temizleyemeyip suçlu olarak derin devleti
gösteremeyeceği, böylece kendisinin tecridini ve iktidarsızlığını iyice pekiştirecek sabotaj ve
cinayetler beklenebilir.
Bu darbeler altında, iktidar partisi iyice köşeye sıkışıp, panikledikçe ve hata üstüne hata
yaptıkça, bizzat kendi içinde de bölünmeler açığa çıkabilir. Örneğin, aslında ruhuyla MHP’li
olan milletvekilleri ayrılabilir. Hükümet Erken seçime zorlanabilir ve seçimlerden en büyük
parti olarak çıksa bile, DYP, CHP ve MHP karşısında bir çoğunluktan yoksun olup, iktidarı
bu koalisyona bırakmak zorunda kalabilir.
İşlerin böyle gelişmesi durumunda, Ağar’ın, Başbakanlığı ve bu mafyacı derin devletçilerin
iktidarlarını korumak için “Kürt sorunu”nda adımlar atması, Barzani’ye kayışı durdurmak için
PKK’nin önünü açmak zorunda kalmaları gibi durumlarla karşılaşılırsa, kimse şaşırmasın.
Unutmamalı, bütün dünyada, ezilen uluslarla uzlaşmaları ellerinde onların kanını en çok
taşıyanlar, o güne kadar onlara karşı en sert politikaları uygulamış ve savunmuş olanlar
yaparlar ve yapabilirler.
Kürt hareketi içinde, Barzani ve Talabani şimdiye kadar Öcalan ve PKK’nın rantını yedi.
Gerek Türk devleti gerek ABD ve gerek Avrupa, Öcalan ve PKK’ya karşı Barzani ve
Talabani’yi desteklediler. Onun güçlenmesini engellemek için, önünü tıkamak için, Barzani
ve Talabani’nin önünü açtılar.
Ama bu sefer, Türk bürokratik oligarşisinin PKK’ya karşı bizzat kendi besleyip büyüttüğü
Barzani ve Talabani şimdi kendisini tehdit eder bir güç olarak ortaya çıkınca, bu sefer onlara
karşı PKK ve Öcalan’ın önünü açmak, onunla uzlaşmalara girmek zorunda kalabilir.
Barzani ve Talabani, bütün bu geniş olanaklara rağmen, gerek sınıfsal konumları gerek
ideolojileri nedeniyle bu olanağı, bölge halklarının bir ortak kurtuluşu yolunda kullanma
eğiliminde olmadılar, olamazlardı ve zaten öyle olmadıkları için de destekleniyorlardı.
89
Ama PKK ve Öcalan, eğer yeterince iyi hazırlanabilirlerse, ellerine böyle bir fırsat geçtiğinde,
bu güne kadar kapatıldıkları gettodan çıkabildiklerinde, birden bire Bürokratik Oligarşinin de,
ABD’nin de, Burjuvazinin de bütün hesaplarını alt üst edebilecek çok güçlü bir demokratik
hareketin doğuşuna katalizatörlük edebilirler. Bu olasılık, zayıf olsa da ve her geçen gün
zayıflasa da var olmaya devam etmektedir.
Ama olayların böyle gelişmemesi, PKK’nın yavaş yavaş eriyip çözülmesi; Öcalan’ın giderek
şimdi her gün daha fazla olduğu gibi bir sembol olarak kullanılması ama fiiliyatta onun
dediklerine tümüyle ters bir politika ve hat izlenmesi veya onun savunduğu hattın sabote
edilmesi, anlamsızlaştırılması, şekilsizleştirilmesi sürerse, Türkiye’de bir Türk-Kürt savaşı
çıkar, bir kaç milyon insanın ölümünden sonra ortaya iki devlet çıkar.
Ama buna sıranın gelmesi için, önce şu İran meselesinin halli, yani Orta Asya ve Orta
Doğunun kontrol altına alınması; Rusya ve Çin’in kuşatılmasının tamamlanması; Avrupa’nın
iyice ABD’nin vesayetini kabul edebilmesi için, İran’ın bir şekilde kontrol altına alınması
gerekmektedir. Şimdilik olayların gelişimi bunu işaret ediyor.
30 Mayıs 2006 Salı
90
Başına Topladığı Cinleri Dağıtamayan Büyücü
Türkiye denen ülkenin topraklarında yaşayan insanların, insan gibi yaşamasının, en önemli
ve büyük engeli ve düşmanı bizzat Türk Devleti ve ona egemen olan askeri bürokratik
oligarşidir.
Bu temel gerçek ve önermeden yola çıkmayan her düşünce, her davranış, her politika, her
hareket, her siyasi parti, son duruşmada gelir bu askeri bürokratik oligarşinin manevra ve
taktiklerinin basit bir aracı olmaktan kurtulamaz.
Elbette bu askeri bürokratik oligarşi öyle soyut bir varlık değildir. Somuttur. En somut biçimi
de, bizzat Genelkurmaydır.
Bu Askeri Bürokratik Oligarşi, hem devlet memurlarının işledikleri suçlardan dolayı
muhakemesini izne tabi kılan yasalar gibi bir sürü yasayla; hem de her türlü demokratik
kontrol dışı, “derin devlet” denen, devlet sırrı ardına gizlenmiş ve fiilen yasa dışı örgütler
aracılığıyla bu egemenliğini sürdürmektedir.
Ancak Yaşar Büyükanıt ve İlker Başbuğ ekibinin ordunun başına geçişinden beri, çok temel
bir değişiklik gerçekleşmiş bulunmaktadır.
Daha önceleri bu yasa dışı ve örgütler önceleri Genelkurmayın, diğer ifadeyle Askeri
Bürokratik oligarşinin egemenliğini korumanın araçlarıyken, simdi bizzat Genelkurmay ve
Askeri Bürokratik Oligarşi bu yasa dışı ve gizli örgütlerin bir aracına dönüşmüş
bulunmaktadır.
Bu Genel kurmay sitesini bile askeri müdahaleler için kullanan; Türkiye denen ülkenin
topraklarında yaşayan insanlar içinde “Ne mutlu Türküm” demeyenleri açıkça düşman ilan
edip, “Söz konusu olan vatansa gerisi teferruattır” diyerek, en sıradan farklı düşüncede olma
hakkını bile kabul etmeyen ve bu hakkın kabul edilmesini bile düşman ve askeri hedef olarak
tanımlayan, açıkça ırkçı ve faşist bir ideolojiye sahip ekip, bugün devlete egemendir.
Türkiye’ye egemen askeri bürokratik oligarşinin kendisi bile, bu yasa dışı ve gizli ekibin
elinde rehin durumuna düşmüştür ve onun basit bir aracıdır.
Türkiye’deki güç ve iktidar ilişkilerinde son bir iki yılda gerçekleşen bu köklü değişiklik
görülmediği takdirde Türkiye’deki politik gelişmeleri anlamak olanaksızdır.
Bu ekip başa geldiğinden beri, Türkiye politikası, hepsi de bu ekip tarafından tetiklenmiş
politik krizlerin içinde yuvarlanıp durmaktadır. En son örneği Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve
onun yol açtığı erken seçimlerde görüldü. Şimdi yeni bir kriz tetiklenmiş bulunuyor.
Aslında seçimlerde geniş emekçi kitleleri, tam da bu ekibin tetiklediği bunalımlara bir cevap
olarak ve onların karşısında bulunduğunu göstermek için, AKP’ye büyük bir destek vererek
ve bağımsız milletvekillerini Meclis’e göndererek Parlamento ve hükümete, bu askeri
91
bürokratik oligarşiye ve onu da kontrol altına almış bu Kontrgerillacı, ırkçı ve faşist çeteye
karşı açık ve kararlı bir politika için gerekli desteği verdi ve beklentisini iletti.
Ama Anadolu’nun katledilmiş ve sürülmüş Hıristiyan ahalisin mallarıyla ilk sermaye
birikimini yapan Müslüman burjuvazi, demokrasi gibi bir gerçek hedefi bulunmadığından,
kendisine açılmış bu krediyi bir mirasyedi gibi harcamıştır.
Halbuki seçimlerde aldığı ağır darbe ile, askeri bürokratik oligarşi ve ona egemen olmuş bu
ırkçı ve faşist çete tam bir dağınıklık, şok ve ararsızlık içinde bulunuyor, Genelkurmay
başkanı ha bre “amuda mı kalkayım” diye sorup duruyordu..
Anadolu burjuvazisinin korkak ve anti demokratik karakterini yansıtan hükümet ve
parlamento, askeri bürokratik oligarşinin gücüne ve egemenliğine son vermek veya en
azından onu sınırlamak için, toplumun önüne bir altın tabak içinde sunduğu bu fırsatı
değerlendirmek için hiçbir şey yapmadı.
Bir parça demokratik bir burjuvazi, AKP veya Parlamento, Alevilerin ve şehir orta sınıflarının
korkularını, örneğin diyanet işlerini kapatarak, bütün cami görevlilerinin de tıpkı Alevi
dedeleri ve Hıristiyan papazları gibi cemaatin gönüllü bağışlarıyla yaşamasının yolunu
açarak; İmam hatipleri kapatarak; okullardan din derslerini kaldırarak aynı zamanda da
kimsenin giyiminden veya ramazanda sokakta yemek yediği için en küçük bir farklı davranış
veya tehditle karşılaşmayacağı gerçek bir gerçek bir laikliğin koşullarını sağlayarak,
giderebilir ve bu askeri bürokratik oligarşiyi en büyük desteğinden tecrit edebilirdi.
Aynı şekilde yeni anayasada, tıpkı din gibi bir dilin ve soyun da politik bir anlamı
olmamasını, Türklüğün sözde değil gerçekten, belli bir ülkenin topraklarında yaşayan
insanları tanımlamak için hukuki bir kavram olmasını, Türk devletinin adı dışında bütün dil,
kültür ve etnilere eşit mesafede bulunmasını sağlayarak, örneğin ilk elde, tıpkı Diyanet İşleri
ve İmam Hatipler gibi, Türk Tarih ve Dil Kurumu gibi kurumları kapatarak veya resmi
kurumlar olmaktan çıkararak ve her kültüre, her dile istediği kurumları özgürce kurmanın
yollarını açarak, okullarda Türk Tarihi değil, insanlık tarihi okutarak; herkese ana diylinde
eğitim hakkı vererek ve Türkçe’yi bir tür “Lingua Franz”, ulusu tanımanın bir aracı değil,
teknik bir sorunu çözümleyen bir ortak konuşma dili olarak öğreterek, Kürtlerle ve diğer
halklarla barışmanın ve PKK’nın silah bırakmasının yolunu açabilirdi. Bizzat Öcalan, yeni
anayasada Kültürlerin farklılığı tanınsın iki ay içinde gerilla biter diyordu İmralı’dan. Yani
böylesine uygundu şartlar. Hem arkasında destek vardı, hem kendisine barış eli uzatılmıştı.
Böylece bu demokratikleşme adımları demokratik güçleri güçlendirir ve de böylece bir
kartopu etkisi sağlanarak, bu askeri ve bürokratik oligarşinin egemenliği adım adım
geriletilebilirdi.
Ancak bütün bunların hiç biri yapılmadı. Aylar türban tartışmalarıyla, göstermelik Kürdistan
gezileriyle yitirildi. Bu yönde en küçük bir niyet gibi görülmedi. Aksine Hükümet izlediği
politikalarla, kendisini destekleyen liberallerden bile koptu.
AKP veya burjuvazi, 1848 devriminde korkaklığı ve kararsızlığıyla ün salmış ve o
zamanlardaki Alman burjuvazisinin korkaklığını ve anti demokratik karakterini yansıtan
92
“Frankfurt Parlameterleri” gibi davrandı.
“Frankfurt Parlamenterleri”nin korkaklıkları Avrupa gericiliğinin kendini tekrar toplamasının
ve 1848 devrimlerini boğmasının yolunu açmıştı. Benzer şekilde AKP’nin korkakığı ve anti
demokratik karakteri de, askeri bürokratik oligarşinin ve ona da egemen olan bu kontr
gerillacı yasa dışı ve gizli ekibin tekrar toparlanmasına ve ipleri ele geçirmesine olanak
sağladı.
Şimdi artık, AKP ve Hükümetin kendisi de bizzat bu çetenin elinde bir rehinedir. Demokratik
olmamanın ve kararsızlığın cezasını, tıpkı Erbakan’a bir zamanlar İsrail’le anlaşma
yaptırılması gibi, çekecektir.
Barzani ve Talabani, Kürtler içinde Demokratik ve Laik karakterli yoksullara dayanan Öcalan
ve PKK’ya karşı, AKP’yi desteklemişlerdi. Şimdi AKP, Genelkurmayın bir rehini olarak,
kendisini destekleyen Barzani ve Talabani’nin başında bulunduğu devletlere karşı savaş
kararları çıkartmaktadır.
(Türkiye’nin aptallık ve korkaklıkta AKP’den hiç de daha geri olmayan ikinci cumhuriyetçi
liberalleri de, bunu PKK ve DTP’den bir uzaklaşma olarak selamlamışlardı. Halbuki bu
uzaklaşma son duruşmada, daha anti demokratik, daha gerici bir ulusçuluğa gidiş, PKK’nın
temsil ettiği demokratik hedeflerin ve programın terk edilişi anlamına geliyordu.)
Ancak bu askeri bürokratik oligarşi ve bu yasa dışı ve gizli çete de çok tehlikeli bir oyun
oynamakta ve tıpkı AKP ve bir zamanlar Babıali baskını ile iktidara gelmiş İttihat Terakki
çetesi gibi kendi sonunu hazırlayacak gelişmeleri tetiklemektedir.
Büyükanıt-Başbuğ kliği, Kürt sorununda tamamıyla inkar ve baskı politikası izleyerek ve bu
sorunun çözümü için demokratik bir tartışman bile yolunu tıkayarak kendi engelleyemeyeceği
süreçlere yol açacaktır.
Bu askeri bürokratik oligarşiyi bile kendine esir ve rehin almış, İttihat Terakki gibi ırkçı, gizli
ve yasa dışı ekip, kendi varlığı ve egemenliği ile ABD’nin Dünya egemenliği için yapmak
istediği düzenlemeler arasında çelişki olduğunu görmektedir.
Bu askeri bürokratik oligarşi, kendi içindeki Büyükanıt - Başbuğ benzeri İttihat ve Terakki
maceracılarını tasfiye ederek, dünya dengelerine uygun pozisyonlar alarak bu güne kadar
egemenliğini sürdürebilmiştir. Bu gibi maceracı ekiplerin kendi egemenliğini bile tehlikeye
attığını tecrübesine sahipti. Bunun sağladığı bir esnekliği vardı.
Örneğin Binirci Dünya savaşandan sonra, Sovyetler’in varlığını tanımış ve tarafsız bir politika
izlemişti uzun yıllar. Buna uygun olarak da Turan hayallerini bir kenara atmıştı.
İkinci Dünya savaşında, bütün el altından desteklere rağmen, tarafsız bir konumu korumuş ve
Sovyetler’e karşı Almanya’nın yanında savaşa girmemişti.
Savaştan sonra, çok partili rejime geçerek yeni dünya dengeleri içinde yerini almıştı.
27 Mayıs darbesi ile bu dengeler içindeki yerini sağlamlaştırmıştı.
Bu esneklikleri gösteremeseydi bu gün askeri bürokratik oligarşinin egemenliği çoktan bitmiş
93
olabilirdi. Bunlar onun ömrünü böyle uzatabildi. Ve benzer bir esnekliği gösteremeyen Doğu
Avrupa’nın bürokrasileri alaşağı olurken, Atatürk’ün heykelleri hala yerinde durabilmiştir.
Bu gün bu esnekliği gösteremediği görülmektedir. Aslında ABD’nin dünya egemenliği
politikaları içinde, bu Askeri Bürokratik oligarşinin egemenliğine iyi bir yer var.
ABD bu büyük orduyu ve devleti yanında ve iyi bir müttefik olarak desteklemekten yanadır.
Hem radikal politik İslam’a karşı, hem de Avrupa Birliğinin siyasi bir irade oluşturmasına
karşı, hem Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar’da güçlü bir konum için Türkiye, ABD’nin
kendisinden kolay vazgeçilemeyecek bir destek üssüdür.
Ama bunun için, askeri Bürokratik oligarşinin bu günkü dünya dengelerine uygun bir
değişime ayak uydurması gerekir geçmişte olduğu gibi.
Örneğin Avrupa Birliği’ne Türkiye’nin girmesi, ABD için büyük stratejik öneme haizdir.
ABD ekonomik olarak birlik olmuş bir AB’ye karşı değildir. Ama bunun siyasi bir irade ve
askeri güç oluşturmasına ve karşısına bir rakip olarak çıkmasına karşıdır. Bunu engellemek
için, İngiltere’nin yanı sıra Türkiye’nin de kendi müttefiki olarak AB’ye girmesinin ABD’nin
dünya ölçüsündeki planları açısından hayati bir önemi bulunmaktadır. Sanılanın aksine AB
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesini istemiyor. Bunu isteyen ABD ve onun Avrupa
Birliği içindeki müttefikleridir.
Ama bunun olabilmesi için, Türkiye’nin belli bir demokratikleşme ve ekonomik refaha
ulaşması gerekir. Bu ise her şeyden önce Kürt sorununun en azından İspanya ve Bask’ta
olduğu gibi bir çözümünü gerektirir. Böylece Türkiye, ABD’nin Avrupa ve Orta doğuya
ilişkin planları için uygun biçimi almış olur. Askeri Bürokratik oligarşi böyle bir politikaya
geçiş yapabilirse, bir zamanlar Atatürk ve İnönü’lerin yapabildiği gibi, daha onlarca yıl
egemenliğini bile garanti altına alabilir.
Normal olarak askeri bürokratik oligarşinin, bunları görebilecek bunun için gerekli
düzenlemeleri yapabilecek ve ömrünü uzatabilecek esneklikleri göstermesi gerekirdi tarihsel
geleneklerine bakıldığında.
Örneğin Susurluk olarak bilinen çetelerin kısmen açığa çıkartılıp kontrol altına alınması, bu
yönde bir hamleydi.
Öcalan bu askeri bürokratik oligarşinin gerçek gücünü ve esnekliğini bildiği için, tıkanmış
olan Kürt sorununu açacak bir kanal için hep bu zümrenin bu yönüne hitap etmeye çalıştı
yıllardır.
Ne var ki, nasıl Özal’ın önce Orduya verdiği güç, sonra onun daha esnek politikalara geçişinin
önünde bir engel oldu, kendisi başına topladığı cinleri dağıtamayan büyücüye dönüp o
cinlerin kurbanı oldu ise, bu gün askeri bürokratik oligarşi de aynı durumdadır. Kendi
yarattığı derin devlet, kendisini rehin almıştır. Başına topladığı cinleri dağıtamamaktadır.
Ama sadece bu kadar değil, bizzat tüm ülkeyi, hatta bizzat askeri ve bürokratik oligarşiyi
rehin almış olan bu yasa dışı ve gizli ekip, kendisi de başına topladığı cinleri dağıtamayan bir
büyücüye dönecek ve tıpkı İttihat Terakki gibi kendisiyle birlikte egemen olduğu ve rehin
94
aldığı ülkeyi de tarihe gömecektir.
Bir kere son manevraların esas konusu PKK değil. Güney’deki Kürt oluşumu. Yoksa
PKK’nın bitirilemeyeceği yıllardır nice kurmayların ağzından açıklandı. Nice kurmaylar
Güney’e yapılacak, ki bir zamanlar Barzani’nin desteği ile de yapılıyordu bu harekatlar, bir
hareketin bir netice getirmeyeceğini defalarca kamuoyuna açıkladılar.
Peki bu kamuoyunu PKK’ya karşı savaş için Güney’e girme yönünde hazırlama ne oluyor?
Her zaman onlarca asker cenazesi geliyor. Genel Kurmay politik ortama göre ya bunları
sessizce geçiştiriyor ya da şimdi olduğu gibi ırkçı bir milliyetçiliği sokağa salmanın ve tüm
demokratik özlemleri bastırmanın bir aracı olarak kullanıyor. “Şehit”ler aslında “Söz konusu
olan vatansa (yani bu gizli ve yasa dışı zümrenin çıkarlarıysa) gerisi teferruattır” diyen
Genelkurmayın basit manüplasyon araçlarıdır.
Hasılı, şimdi ortada bir harekat var ve bu harekat için şehit cenazesi, ırkçı sürüleri sokaklara
salma zamanı.
Peki neden böyle?
Askeri bürokratik oligarşi ve simdi onu da rehin almış Ergenekon, gerek Güney’deki
gelişmelerin gerek AKP’nin seçim başarısının kendisinin egemenliğini artık iyice tehdit
ettiğini görüyor. Son bir umutla bütün varını yoğunu ortaya koyan bir kumarbaz gibi, bu
egemenliği garanti altına almak için, tüm güçlerini ortaya sürüyor ve kaybettiği mevzileri geri
almayı planlıyor.
Yani ABD’yi Barzani ve AKP’yi değil, kendisini desteklemeye razı etmek istiyor. Stratejinin
özü bizzat kendileri ve sözcüleri tarafından her yerde açıkça ifade edilmiş bulunmaktadır. Bu
stratejinin özü, ABD’yi tercih zorunda bırakmak olarak tanımlanabilir. Yani öyle kararlı ve
kesin olarak ortaya çıkmalıdır ki, ABD, Türk ordusu ve Türkiye gibi bir müttefikten
olmaktansa, güneydeki Kürt oluşumunu ve AKP’yi desteklemekten var geçmelidir.
Bunun için, bu yasa dışı ve gizli çete, Askeri bürokratik oligarşiyi, bu stratejinin başarısı için
bütünsel ve kararlı bir görünüm olmazsa olmazdır diyerek daha baştan yanına almış
bulunuyor.
Aynı şekilde, burjuvaziyi ve AKP’yi de, aman birlik görünümünü bozmayalım, siz de
kararlılığınızı gösterin kararlılığı göstermek bu stratejinin en önemli öğesidir diyerek kendi
basit bir aracına dönüştürmüş bulunuyor.
Gerisini de zaten sokağa salınmış özel savaş dairesinin örgütlediği çeteler tamamlamakta,
hiçbir muhalif sesin çıkmaması sağlanmaktadır.
Ama ABD’nin bu tehdit ve blöf karşısında geri adım atacağı şüphelidir. Belki zaman
kazanmak ve ortalığı yumuşatmak taktiği izleyebilir.
Griye bir adım, ABD’nin bütün caydırıcılığını yitirmesine yol açar. ABD’nin caydırıcılığını
yitirmesi ise, Dolar alma ve elde bulundurma zorunluluğunu yaralar ve bu da ABD’nin
çöküşü anlamına gelir. ABD’nin bütün stratejisini terk anlamına gelir.
Ayrıca Türkiye’nin ne ekonomik, ne politik ne de askeri gücü böyle bir kafa tutmaya yetmez.
95
Yani bu , aslında bunca tehlikeli ve güçlü görünmesine rağmen, ABD’ye Barzaniyi, AKP’yi
bırak beni destekle diye yalvarış anlamına gelmektedir. Ama bu yalvarış bir kabadayılık
gösterisi ve tehdidin ardına gizlenmiştir ve aslında koca bir blöften başka bir şey değildir.
Elbette ABD ve İngiltere bunu görecek ve bilecek durumdadırlar.
Ama tam da blöf olduğu için, başarısız kalacak ve ABD’den beklediği yön ve politika
değişikliğini sağlayamayacaktır.
Bu arada kendisi de bizzat başına topladığı cinleri dağıtamayan büyücüye dönecektir.
Güçsüzlüğü görüldüğünde rehin ve baskı altına aldığı bütün güçlerin tepkileri bir çığ gibi
büyüyecektir. Bunu engellemek için ise, kararlı ve güçlü görünme oyununu sürdürmek ve
oyundan ciddiyete geçmek zorunda kalabilir. Yani kuzey Irak’ı işgale başlayabilir.
Ama bu da onun sonu olur. Osmanlı, İttihat Terakkiyi ve koca imparatorluğu bir darbeyle
rehin almış, İttihat Terakki’den bile gizli bir çeteyle birlikte son bulmuştu. Osmanlı’nın bu
son kalesi ve yaşayan ruhu Türkiye Cumhuriyet’i de Büyükanıt, Başbuğ gibilerin başında
bulunduğu bu gizli ve yasa dışı çeteyle birlikte son bulacak gibi görünüyor.
***
Ya devrimler savaşı engeller ya da savaşlar devrimlere yol açar.
Şu an Türkiye’de bir devrimci kabarış görülmüyor. Aksine bırakalım devrimciliği, bırakalım
demokrasiyi bir yana liberallere bile vatan haini muamelesi yapılıyor ve gerekli toleransı
göremeyen liberaller bile sinmiş durumda. Hasılı bir derin savaşı engellemesi söz konusu
değil.
Bu durumda savaşın devrime yol açması tek olasılık olarak geriye kalıyor. Türkiye’deki
çürümeyi belki de savaşın ateşinden ve ciddi yenilgilerden başka hiçbir şey dağlamaz
görünüyor.
Eğer olaylar böyle bir yola girerse, biz sosyalistlere düşen görev, her şeyden önce ulusun her
hangi bir dil, din, etni, soy, din ile tanımlanmasına karşı, gerçekten, demokratik; ucuz,
askercil ve bürokratik olmayan, bir köyden şehre ve ülkenin tümüne kadar iktidarın gerçekten
seçilmiş organların elinde bulunduğu bir hedefi şimdiden açıklıkla ortaya koymaktır.
Ancak böyle bir program bütün bölgedeki halkların önüne bir direniş ve kurtuluş alternatifi
sunabilir. Ancak böyle bir program bölgedeki oligarşiler ve ABD karşısında üçüncü bir
alternatif olabilir.
22 Ekim 2007 Pazartesi
96
Askeri Bürokratik Oligarşinin Bir Strateji Değişimi Olasılığı
Kürdistan Özgürlük ve Demokrasi Hareketi, yani PKK, hiçbir zaman böyle kuşatılmamış ve
tecrit olmamıştı. Bu kuşatma nasıl yarılabilir? Bunun üzerine elbette çok yazmak tartışmak ve
davranmak gerekiyor. Ama biz bu yazıda daha geniş bir tarihsel perspektif içinde,
toplumdaki temel güçlerin çıkarları, eğilimleri ve karakterlerini göz önüne alarak olası
gelişmeler üzerine bazı akıl yürütmeler yapalım
Türkiye'deki askeri bürokratik oligarşi, daha da kesin ifadeyle, bunun Ergenekoncu-Gladyocu
çekirdeği, gerek AKP ve Politik İslam, gerek Irak'taki Kürt oluşumu tarafından adım adım
kuşatılıp tek tek kalelerini kaybettiğini gördükçe, gücünü ve egemenliğini korumak için
ABD'ye karşı bir kumara girdi, “ya ben ya Barzani” dedi. Böylece, bu açmaz karşısında
ABD'nin kendisini seçeceğini, Barzani ve AKP'nin kazandığı mevzileri geri alacağını
düşünüyordu.
Bürokratik oligarşinin “başka bir strateji izlemek gerekir” diyen kesimleri zaten pasif bir
durumdaydı. Sorun AKP'yi de hareketsiz durumda bırakıp, kendi manevrasının destekçisi
durumuna getirmekti. Bunun için tüm güçlerini cepheye sürdü, korkunç riskli ve etkileri çok
derine işleyen bir ırkçı bir kampanya başlattı.
AKP her zaman olduğu gibi, buna açık karşı çıkmaktansa, açık karşı çıkıp kırılmaktansa,
üzerine kar yığılmış bir kiraz dalı gibi, akıntıya ayak uydurup, o gücü kendi hedefleri için,
kendi politikalarına destek sağlamak için bir pazarlık unsuru olarak kullanmak yolunu seçti.
AKP zaten, Barzani'nin de, ABD'nin de, Avrupa Birliği'nin de gönlünün ve çıkarının
şimdilik, “ılımlı bir İslam” altında Irak’taki Kürtlerin hamiliğine soyunmuş ve PKK’yı tasfiye
etmiş bir Türkiye’den yana olduğunu biliyordu.
Böylece Büyükanıt ve ekibinin kumarı, şimdi AKP, Barzani ve ABD ittifakının ve bunların
"ılımlı İslam" ve kendisini Türklük yerine İslam’a vurgu yaparak, Güney'deki Kürtlerin
hamisi olmuş desteğini almış bir Türkiye projesinin uygulamaya geçirişinin vesilesi ve bir
aracı durumuna düşmüş bulunuyor.
Şimdi Büyükanıt ve ekibine tek çare kalmış gibi görünüyor: PKK'ya yönelik bir sınırlı
operasyon çerçevesinde Güney'e girip, bir kere girdikten sonra fiilen Güney'deki Kürt
oluşumuna yönelmek; bir emrivaki yapmak. Daha önce yapmak istediğini bir emrivaki
çerçevesinde denemek.
Ama bunun için artık çok geç gibi görünüyor. Hem siyasi olarak hareket alanı yok, hem askeri
olarak ABD'ye rağmen böyle bir girişim zor, hem de kış geliyor.
Öte yandan, bu Ergenekoncu-Gladyocu çekirdeğin bizzat bu askeri bürokratik oligarşi
içindeki durumu iyice sarsılmış bulunuyor. Askeri bürokratik oligarşinin giderek daha geniş
bir kesimi, bu inkarcı ve baskıcı politikalarda ısrar etmenin giderek tüm varlıklarını ve
97
iktidarlarını tehdit ettiğin görerek, bu politikalara mesafe koyuyorlar. Gerek emekli
generallerin söyledikleri gerek CHP içinde Baykal'a karşı büyüyen muhalefet ve en
yakınlarının Baykal’ı terk etmesi, bunun en açık göstergeleri.
Böyle giderse, Ergenekoncu çizgi, sadece Cumhurbaşkanlığı çerçevesinde kopan muharebeyi
kaybetmiş olmayacak; aynı zamanda PKK bahanesiyle, Kuzey Irak'taki Kürt oluşumuna karşı
şimdiki kumarda da ikinci bir yenilgi alıp, en kritik mevzileri AKP'ye teslim etmiş olacaktır.
PKK’yı tasfiye ederek Irak’taki Kürt oluşumunun hamiliğine soyunma projesi tutarsa, bu
kendisinin politik gücünü büyük ölçüde yitirmesi ve bundan sonra gerilemeyi durduramaz bir
duruma düşmesi anlamına gelecektir.
*
Hiçbir sınıf ve de toplumsal güç, kendisine peş peşe ağır yenilgiler yaratan bir politikanın
yürütücülerini yerinde tutmaz. İkinci yenilgi de kesinleştiği an, Askeri Bürokratik oligarşi, bu
ekibi tasfiye edip, egemenliğini ve gücünü başka politikalarla koruyacak ve tekrar
güçlendirecek düzenlemeye gitmek zorundadır.
Bu da Türk ordusu ve bürokrasisi içinde, aynı zamanda bir politika ve strateji değişikliğine
denk düşen, ciddi bir kadro ve yönetici değişikliği demektir; yani Büyükanıtların,
Baykalların uzaklaşması demektir. Askeri Bürokratik Oligarşi bunu yapmadığı takdirde
gerileyişini durdurması mümkün olamaz.
Her dış savaş, hangi güçlere, hangi stratejiye dayanılacağına dair bir iç savaşla birlikte yürür.
Askeri bürokratik oligarşi içinde de, hangi strateji ve politikanın doğru olduğu yönünde bir iç
savaş yaşanmaktadır elbette. Bizzat emekli generallerin itirafları ve bunların yayınları bile bu
savaşın bir görünümü ve biçimidir. Benzeri bir mücadele bizzat bu askeri bürokratik
oligarşinin partisi ve parlamento içindeki uzantısı olan CHP içinde de giderek
şiddetlenmektedir.
*
Peki böylesine tecrit olmuş ve peş peşe birbirinden önemli stratejik mevzileri kaybeden askeri
bürokratik oligarşi, tekrar nasıl hareket alanını genişletip saldırı inisiyatifini kazanabilir?
Bunun için çok köklü stratejik bir dönüş yapması gerekir.
Anadolu burjuvazisinin AKP'yi kurarak yaptığı stratejik dönüşün bir benzerini de kendisi
başarmak zorundadır.
AKP'de bir araya gelen burjuvazi ne yaptı? Önceden Avrupa Birliği'ne girmeye milli sanayi
diyerek karşı çıkıyordu, bu sefer stratejik dönüşle, Avrupa Birliği'ne girmenin savunucusu
oldu örneğin. Böylece büyük şehirlerin batıcı-laik burjuvazisini, liberal aydınları, hatta
Kürtlerin üst kesimlerini yanına aldı. Uluslararası alanda da ABD ve AB'nin desteğini aldı.
Böyle bir stratejik dönüş ile yeni bir güçler dizilişi sağladı.
Ama bu değişikliğin gerçekleşebilmesi için de, İslamcı Burjuvazinin 28 Şubat yenilgilerini
yaşaması gerekiyordu. 28 Şubat yenilgileri olmadan, Gül ve Erdoğan ekibinin Erbakan
ekibinin yerini alması dolayısıyla bu strateji ve politika değişikliği mümkün olamazdı.
98
İşte 28 Şubat yenilgisinin Müslüman Burjuvazi'de yol açtığı türden bir kadro, program ve
strateji değişikliğinin benzerine, seçim ve son Kürdistan kumarı yenilgileri de Askeri
Bürokratik oligarşi içinde yol açacaktır. Daha doğrusu açması beklenir. Bu güçler bunu
başaramadıkları takdirde zaten bir güç olmaktan çıkarlar ve çıkmışlar demektir.
*
Ama binlerce yıl gerilere giden "Sünuf-u Devlet"in, kökleri çok derinlerdedir ve çok köklü
devrimler olmadıkça bu kökleri kazımak hiç de kolay değildir.
Bizzat İran devrimi bu köklerin nasıl derinlere gittiğini ve zengin bir tarihsel tecrübeye
dayandığını gösterir. Kökleri ta Sümer medeniyetindeki ilk Rahip devletlerinin rahipler
kastına giden, daha sonra Sasaniler döneminde Mecusi (Zerdüşt) rahiplerine dönüşen; İslam
ile birlikte Şii mezhebi ve Mollalar biçiminde devam eden hep aynı toplumsal katmandır
son duruşmada İran’daki mollalar oligarşisi.
Ve en son noktada, İran devrimi gibi tarihin gördüğü en büyük devrimlerden birine önderlik
edip, geniş kitleleri mobilize ederek harşeyi riske edebilmiş ve onu kendi iktidarını ve gücünü
korumanın aracına dönüştürebilme cesaretini bile gösterebilmiştir bu mollalar. Böylece
sağladığı dinamizm ile, İran'ın etkisini doğu Akdeniz kıyılarından, Irak, Orta Asya ve Suudi
Arabistan ve Arap yarımadasına kadar tekrar genişletmiştir.
Türkiye'deki askeri bürokratik oligarşinin İran'daki molla oligarşisinden daha az esnek ve
daha az kıvrak olduğunu düşünmek için hiçbir neden yoktur.
Bu askeri bürokratik oligarşi, örneğin Bizanslı iken ve çürümüşlük içinde neredeyse
tükenmek üzereyken, Osmanlı ile bir rönesans yaşayarak egemenliğini ve gücünü bir altı yüz
yıl daha uzatmayı bilmiştir. Osmanlı olarak aynen Bizans'a dönmüşken, Islahat, Tanzimat,
Meşrutiyet, Cumhuriyet, çok parti, 27 Mayıs gibi önemli dönüşümlerle, gücünü ve
egemenliğini bu güne kadar taşımayı bilmiştir. Ve bu değişimlerin her birinin ardında ciddi
yenilgiler bulunmaktadır.
*
Türk milliyetçisi tarihler, Selçukluları ve Anadolu Selçuklularını Türk devletleri ve
uygarlıkları imiş gibi tanımlarlar. Halbuki tarihe, zaten tarihi olmayan ulusların değil, büyük
uygarlık alanları ve onların evrimi açısından bakıldığında bambaşka bir manzara çıkar ortaya.
Selçuklular, İran uygarlığını, dolayısıyla Emevilerin yerini almış bir İran uygarlığı olan
Abbasileri, feth edip onlar tarafından feth edilmişlerdi. Yani Seçuklu devleti, İran uygarlığının
bir rönesansıydı.
Alp Aslan'ın Romanos Diyogenes'i Malazgirt'te yenişi, bu günün Türk tarihçilerinin anlattığı
gibi, Türklerin Anadolu'yu feth etmesi değil; Oğuz komünleriyle gençlik aşısı almış İran
uygarlığının, çürüyen Bizans uygarlığını geriletmesi ve etkisini Anadolu yarımadasına
yaymasıydı. Bir bakıma Termopil’de Grek uygarlığına yenilmiş Pers uygarlığının rövanşıydı.
Bu Rönesans ile Pers uygarlığı etki alanını tekrar şimdiki Konya ve Ege'ye kadar, yani
İyonya’ya kadar, ta Atina ve Isparta gibi şehir devletleri zamanında olduğu gibi, yayabilmişti.
99
O zamanlar Bizans, bu ilerleyiş karşısında hiçbir şey yapamaz durumdaydı.
Konya'yı feth edip başkent yapanlar Türkler değil, İran Uygarlığı idi. Örneğin Mevlana bu
uygarlığın birikimini yansıtıyor ve bu birikimi ve uygarlığı Konya'ya taşıyordu.
Bizans ancak daha sonra, yine başka Oğuzlar aracılığıyla kendini Osmanlı Hanefiliği
biçiminde yeniledikten, ya da ikinci Roma imparatorluğu (Bizans) kendini Üçüncü Roma
İmparatorluğu (Osmanlı) olarak yeniledikten sonra, İran uygarlığının etkisini bu günkü
Kürdistan'ın doğusuna (Yani bugünkü Türk - İran hududuna) kadar geriletmiştir.
İran uygarlığında, daha sonra Ak koyunlular, Kara Koyunlular, Safeviler gibi (ki bunlar
Osmanlı'dan yüz kat daha "Türk" idiler ama Türk tarihinde anılmazlar. Türklüğün ve Türk
tarihinin nasıl uydurma olduğunun da ek bir kanıtıdır bu olgu) rönesansların hiç biri ona
tekrar eski gücünü ve tazeliğini kazandıramadı ve gerileyişini durduramadı. Osmanlı ise
Balkanların komünleriyle (Bogomiller, Balkan Bektaşiliği) ve Ermenistan komünleri
(Anadolu Aleviliği) ve Kürdistan'ın komünleriyle (Şafiilik) ittifak yaparak etkisini ve
genişlemesini sürdürdü.
İran devrimi bir bakıma, İran uygarlığında Oğuzların yol açtığı canlanmalar gibi bir canlanma
sağladı bu Mollalar oligarşisine ve İran'ın etkisi şimdi olduğu gibi, Orta Asya'dan Akdeniz
kıyılarına kadar uzanır oldu.
Eğer tarihsel paralellikleri izlersek, şimdi kendini yenileme sırasının Bizans - Osmanlı
geleneğinin has devamcısı Türkiye Cumhuriyeti'nde olduğu söylenebilir. Çünkü tarihsel
paralellikler genellikle İran'ın önce bir canlanma yaşadığını, Küçük Asya'nın biraz daha geç
ama daha köklü bir canlanma yaşadığını göstermekte.
*
İşte AKP'nin birbiri ardından Askeri Bürokratik oligarşi karşısında kazandığı başarılar, İran'ın
mollaları gibi bu binlerce yıllık kökleri olan oligarşiyi, egemenliğini ve varlığını korumak
için, tıpkı Bizanslının (Ortodoks Hıristiyan) Osmanlı (Hanefi Müslüman) olması; Osmanlı'nın
Türk olması vs. gibi, yeni bir değişikliğe zorlayabilir.
Yani bu anlamda, AKP'nin başarıları kendi yenilgisine yol açacak büyük değişikliklerin
tohumlarını içinde taşımaktadır. Tıpkı 28 Şubat'ta askeri bürokratik oligarşinin İslamcı
burjuvaziyi iktidardan uzaklaştırma başarısının, kendisinin bu günkü yenilgilerinin tohumunu
içinde taşıması gibi.
Geleceğin nasıl bir yol izleyeceğini elbet bilemeyiz ve bunu var olan güçlerin mücadelesi
belirleyecektir. Ama en azından tarihsel analoji ve paralelliklere bakarak belli eğilimlerin
varlığı öngörülebilir.
*
Evet bu askeri bürokratik oligarşi kadrolarını, stratejisini ve politikasını yeni baştan
belirlemek zorunda eğer varlığını ve gücünü korumak istiyorsa.
Ama ne yapabilir? AKP, ABD, Avrupa ve Barzani, aynı strateji ve projede anlaşıyorlar.
Onların çıkarları birbirine uyuyor.
100
Bu proje, bu gün bir araya gelmesi düşünülemeyecek iki gücü ister istemez birbirine
yaklaştırır. Çünkü projenin başarısı sadece PKK’nın, yani Kürdistan’daki devrimci
demokratik hareketin tasfiyesi anlamına gelmez, askeri bürokratik oligarşinin de politik
iktidardan uzaklaştırılması, bütün ideolojik ve politik dayanaklarının terki anlamına gelir.
Yani bu projenin başarıya ulaşması, aynı zamanda laiklik denen Atatürk dininin ve Türklüğün
yerini Sünni İslam'ın alması demektir. Askeri ve Bürokratik oligarşi ise bu durumda
egemenliğini koruyacak her türlü programatik ve ideolojik araçtan yoksun kalır.
Bu durumda, askeri bürokratik oligarşinin gücünü ve egemenliğini koruması için, çok geniş
kesimleri bir araya getirecek bir stratejiden başka hiçbir çıkış yolu yoktur.
AKP, ABD, AB ve Barzani’nin uzlaştığı plan, Politik İslam nedeniyle, şehir orta sınıflarını
ve Alevileri; anti demokratik karakteri nedeniyle de Kürtlerin PKK ve DTP'yi destekleyen
modern ve aydınlanmacı kesimlerini karşıya alır.
Askeri bürokratik oligarşi şimdiye kadar, bir demokratik program çerçevesinde
birleşebilecek bu güçleri, birbirine karşı kullanarak ve aralarındaki dengeye dayanarak
gücünü ve egemenliğini sürdürüyordu. Ama yeni durumda, AKP, ABD, AB ve Barzani'nin
projesine karşı duracak güçlü bir cephe yaratabilmek için bu güçleri birleştirmek zorundadır.
Ama bu da yetmez. Batıcı-laik burjuvaziyi ve liberalleri de kazanacak bir dönüş yapmak,
onları AKP'nin yedeği olmaktan çıkarmak, kendi destekçisi haline getirmek zorundadır.
Ancak o zaman bu günkü tecrit durumundan kurtulup, tekrar eski gücünü ona sağlayacak ve
kaybettiği mevzileri kazanmasını sağlayacak bir güçler dizilişi sağlayabilir.
Peki bunu nasıl bir politikayla yapabilir?
Şimdiye kadar yaptığı, ABD karşısında Çin ve Rusya ekseniyle flörte ve ABD ile pazarlığa
yarayan, ama en büyük yararını solcuları kendi politikasının destekçileri ve araçları haline
getirmek olan, Doğu'culuk ve sözde "anti emperyalizm" ile sağlayabilir mi?
Bu yolun çıkmazı ve hiçbir şey getirmediği şimdiye kadar görülmüş bulunuyor. Bu yol,
aksine tecride yol açıyor.
Peki Kürtlere karşı inkar ve baskı politikası eskisi gibi etkili olabilir mi? Bunun iflasını bizzat
emekli generaller ilan etmiş bulunuyor. Kaldı ki, hükümetin Barzani ile Kürtlerin hamisi
politikasını uyguladığı, bu politikanın ayrılmaz bir bileşeni olarak da PKK'yı tecrit etmek için
Türkiye'deki Kürtlere belli bir gevşekliğin getirileceği bir ortamda bunun da şansı
bulunmamaktadır.
Peki Laiklik bu geniş cepheyi sağlar mı? Cumhurbaşkanlığı seçimi bunun harekete
geçirebileceği azami güçlerin çerçevesini gösterdi. Bu güçlerin AKP karşısında bir başarı
şansı bulunmamaktadır.
Öte yandan Hükümet, bizzat Avrupa Birliği hedefiyle şehir orta sınıflarındaki ve Alevilerdeki
korkuları bile belli bir sınırın altında tutmayı başarmaktadır.
Askeri bürokratik oligarşi için bir tek yol kalmaktadır, daha ileri kaçmak. AKP nasıl
kuruluşunda, batılılaşma mı diyorsunuz, o halde ben en batıcıyım, Avrupa Birliği'ne
101
gireceğim diyerek, böyle ileriye kaçarak askeri bürokratik oligarşiyi tecrit edebilip bu günkü
başarıları kazanabildiyse, aynı şeyi askeri bürokratik oligarşi de yapmak zorundadır. Artık,
AKP karşısında eski egemenliğini ve gücünü korumak ve pekiştirmek için başka hiçbir
alternatifi bulunmamaktadır.
Yani AKP'den daha batıcı, daha demokratik görünmek zorundadır; AKP'den daha fazla
Kürtlerin hamisi olmak zorundadır. Ancak bu takdirde tekrar AKP'yi tecrit edebilecek güçleri
bir araya getirebilir.
Bunun tek yolu var: daha demokratik ve daha laik bir projeyi savunmak. Ama böyle bir
projeyi savunmak ve böyle güçleri harekete geçirmek, sadece AKP'yi değil, bu askeri
bürokratik oligarşiyi bile tehdit eder ve her şeyi riske atar. Dimyata pirince giderken evdeki
bulgurdan olmak vardır. Bütün açmazı burada toplanmaktadır.
*
Ne var ki, bu askeri bürokratik oligarşi sanıldığından daha büyük risklerin altına girer
tehlikeyi görünce. Tıpkı İran’ın mollaları gibi. Bilinir Birinci Büyük Millet Meclisi veya
“Üçüncü Meşrutiyet”te vekiller "Şeytan da oluruz Bolşevik de" diyorlardı. Yeter ki ipler
ellerinde olsun. Hele bir güçler harekete geçsin ve zafer kazanılsın, sonra teker teker tasfiye
edilirler. Gereğinde Komünist Partisi de kurmuştur bu oligarşi. Önemli olan gücü elde
bulundurmaktır.
İşte bu yaklaşımla askeri bürokratik oligarşi ileriye kaçabilir.
AKP'nin silahlarını elinden almak için başka bir şansı da bulunmamaktadır.
Peki bunu nasıl yapacak?
İçinde böyle bir projeyi işleyip savunan bir lider var mı? Yok.
Ama dışında böyle bir AKP'den daha ileri bir demokrasi ve laikliği hedefleyen bir projesi ve
gücü olan bir lider var: Abdullah Öcalan. Bir hareket ve örgüt var: PKK.
AKP, ABD, AB ve Barzani projesinin başarısı bizzat Öcalan'ın ve dayandığı güçlerin tecridi
ve politik ve ideolojik olarak imhasına dayanıyor.
Ama bu proje başarıya ulaştığı an, Askeri bürokratik oligarşinin de bütün ideolojik ve siyasi
dayanakları yok olacağından, bu durumda, koşullar Askeri Bürokratik oligarşiyi Öcalan ile
ittifaka zorlamaktadır.
Bu riski göze almak zorundadır. Başka hiçbir çıkış yolu bulunmamaktadır. Öte yandan
AKP'nin politikasının başarısı, böyle bir dönüş için koşulları da hazırlayacaktır. Eğer
Kürtlerle iyi geçinilecek ve onların koruyucusu olunacaksa, niye feodal ve gerici bir
milliyetçiliğe dayanan, demokratik bir özelliği bulunmayan Barzani ile ittifak yapılsın da laik
ve demokratik talepleri olan ve modern tabakalara dayanan PKK ve Öcalan ile yapılmasın?
Niçin PKK desteklenerek ABD, AKP ve AB ve Barzani karşısında, Kürtlerin içinde ve
Kürdistan’da bir karşı ağırlık, bir denge oluşturulmasın?
Yani askeri bürokratik oligarşi, AKP'den daha fazla ve güçlü bir Kürtlerle ittifak ve onların
102
haklarının savunucusu pozisyona geçmek zorundadır egemenliğini koruyabilmek ve ılımlı
İslam projesini durdurabilmek için. Ama hangi Kürtlerle ittifak yapabilir? Barzani ve
Talabani bizzat AKP'nin müttefikidir. Geriye bir tek güç kalmaktadır: PKK ve Öcalan.
Dolayısıyla olaylar askeri bürokratik oligarşiyi PKK ve Öcalan'la ittifaka ve böylece ileriye
kaçarak, Kürtlerin haklarının daha ileri bir savunucusu olarak ortayla çıkarak cephesini
genişletmeye zorlamaktadır.
Bu ise PKK’nın bulunduğu tecridi aşması anlamına gelir. Bu biraz, Lenin’in Alman Genel
Kurmayının mühürlü vagonuyla Rusya’ya gitmesine benzer.
*
Ancak işlerin bu noktaya gelebilmesi için, PKK'nın şimdi bulunduğu çok tehlikeli tecrit
ortamında varlığını ve gücünü koruması; yoksul ve demokrat Kürtlerin ve Türkiye’deki
demokratların PKK'nın arkasında saflarını bozmadan durup bu saldırıyı savuşturması
gerekmektedir.
Bu başarıldığı takdirde, Askeri bürokratik oligarşi PKK ve Öcalan'ın önünü açabilir.
O zaman, içine atıldığı tecritten kurtulan PKK ve Öcalan'ın akıl almaz bir şekilde etkisinin
arttığı görülecektir.
Sonrasının nasıl bir yola gireceği ise, Türkiye'nin bütününde demokratik güçlerin
örgütlenmesi ve ağırlığına bağlı olacaktır.
Ya Kürtlerle gücünü pekiştirmiş yeniden konumunu güçlendirmiş nispeten daha esnek bir
askeri bürokratik vesayet sistemi ya da AKP'nin de bu askeri bürokratik oligarşinin de gücüne
son vermiş, gerçekten demokratik bir cumhuriyet.
İkincisinin olması için işçi sınıfına ve emekçilere dayanan gerçekten demokratik bir
cumhuriyeti hedefleyen açık ve net programa sahip bir politik parti ve hareket olması
gerekiyor.
Bu olmadığı takdirde, Çin ve Vietnam gibi ülkelerin bütün tarihsel tecrübesinin gösterdiği
gibi, şimdiden yarı bürokratlaşmış yapısıyla, PKK’nın kendisi kolayca bir askeri bürokratik
kasta dönüşebilir ve onun tarafından kolaylıkla özümlenebilir.
Bu gün, bu stratejik dönüşler ve olayların bu yönde akması neredeyse olanaksız gibi
görülmektedir.
Ama Tarihsel eğilimler, temel güçlerin çıkarları ve karakterlerine bakıldığında, bu yönde bir
gidiş hiç de küçümsenmeyecek bir olasılık olarak ortaya çıkmaktadır.
22 Kasım 2007 Perşembe
103
Zor Dönem ve Olası Gelişmeler
Türkiye'deki askeri bürokratik oligarşi, daha da kesin ifadeyle, bunun Ergenekoncu-Gladyocu
çekirdeği, gerek AKP ve Politik İslam, gerek Irak'taki Kürt oluşumu tarafından adım adım
kuşatılıp tek tek kalelerini kaybettiğini gördükçe, gücünü ve egemenliğini korumak için,
ABD'ye karşı bir kumara girdi, ya ben ya Barzani dedi. Böylece açmaz karşısında ABD'nin
kendisini seçeceğini, Barzani ve AKP'nin kazandığı mevzileri geri alacağını düşünüyordu.
Bürokratik oligarşinin başka bir strateji izlemek gerekir diyen kesimleri zaten pasif bir
durumdaydı. Sorun AKP'yi de hareketsiz durumda bırakıp, kendi manevrasının destekçisi
durumuna getirmekti. Bunun için tüm güçlerini cepheye sürdü, korkunç riskli ve etkileri çok
derine işleyen bir ırkçı bir kampanya başlattı.
AKP her zaman olduğu gibi, buna açık karşı çıkmaktansa, açık karşı çıkıp kırılmaktansa,
üzerine kar yığılmış bir kiraz dalı gibi, akıntıya ayak uydurup, o gücü kendi hedefleri için,
kendi politikalarına destek sağlamak için bir pazarlık unsuru olarak kullanmak yolunu seçti.
Zaten AKP ve Barzani'nin de, ABD'nin de, Avrupa Birliği'nin de gönlünün bundan yana
olduğunu biliyordu.
Böylece Büyükanıt ve ekibinin kumarı, şimdi AKP, Barzani ve ABD ittifakının ve bunların
"ılımlı İslam" ve kendisini İslam'la tanımlayarak, Güney'deki Kürtlerin hamisi olmuş bir
Türkiye projesinin uygulamaya geçişinin vesilesi ve bir aracı durumuna düşmüş bulunuyor.
Şimdi Büyükanıt ve ekibine tek çare kalmış gibi görünüyor, PKK'ya yönelik bir sınırlı
operasyon çerçevesinde Güney'e girip, bir kere girdikten sonra fiilen Güney'deki Kürt
oluşumuna yönelmek; bir emrivaki yapmak; daha önce yapmak istediğini bir emrivaki
çerçevesinde denemek.
Ama bunun için artık çok geç gibi görünüyor. Hem siyasi olarak hareket alanı yok, hem askeri
olarak ABD'ye rağmen böyle bir girişim zor, hem de kış geliyor.
Öte yandan, bu Ergenekoncu-Gladyocu çekirdeğin bizzat bu askeri bürokratik oligarşi
içindeki durumu iyice sarsılmış bulunuyor. Askeri bürokratik oligarşinin giderek daha geniş
bir kesimi, bu inkârcı ve baskıcı politikalarda ısrar etmenin giderek tüm varlıklarını ve
iktidarlarını tehdit ettiğin görerek, bu politikalara mesafe koyuyorlar. Gerek emekli
generallerin söyledikleri, gerek CHP içinde Baykal'a karşı büyüyen muhalefet ve en
yakınlarının kendisini terk etmesi, bunun en açık göstergeleri.
Böyle giderse, Ergenekoncu çizgi, sadece Cumhurbaşkanlığı çerçevesinde kopan muharebeyi
kaybetmiş olmayacak; aynı zamanda PKK bahanesiyle, Kuzey Irak'taki Kürt oluşumuna karşı
şimdiki kumarda da ikinci bir yenilgi alıp, en kritik mevzileri AKP'ye teslim etmiş olacaktır.
*
Hiçbir sınıf ve de toplumsal güç, kendisine peş peşe ağır yenilgiler yaratan bir politikanın
104
yürütücülerini yerinde tutmaz. İkinci yenilgi de kesinleştiği an, Askeri Bürokratik oligarşi, bu
ekibi tasfiye edip, egemenliğini ve gücünü başka politikalarla koruyacak ve tekrar
güçlendirecek düzenlemeye gitmek zorundadır.
Bu da Türk ordusu ve bürokrasisi içinde, aynı zamanda bir politika ve strateji değişikliğine
denk düşen ciddi bir kadro ve yönetici değişikliği demektir; yani Büyükanıtların, Baykalların
uzaklaşması demektir. Bunu yapmadığı takdirde gerileyişini durdurması mümkün olamaz.
Her dış savaş, hangi güçlere, hangi stratejiye dayanılacağına dair bir iç savaşla birlikte yürür.
Askeri bürokratik oligarşi içinde de bir iç savaş yaşanmaktadır elbette, hangi strateji ve
politikanın doğru olduğu yönünde. Bizzat emekli generallerin itirafları ve bunların yayınları
bile bu savaşın bir görünümü ve biçimidir. Benzeri bir mücadele bizzat bu askeri bürokratik
oligarşinin partisi ve parlamento içindeki uzantısı olan CHP içinde de giderek
şiddetlenmektedir.
*
Peki böylesine tecrit olmuş ve peş peşe birbirinden önemli stratejik mevzileri kaybeden askeri
bürokratik oligarşi, tekrar nasıl hareket alanını genişletip tekrar saldırı inisiyatifini
kazanabilir?
Bunun için çok köklü stratejik bir dönüş yapması gerekir.
Anadolu burjuvazisinin AKP'yi kurarak yaptığı stratejik dönüşün bir benzerini de kendisi
başarmak zorundadır.
AKP'de bir araya gelen burjuvazi ne yaptı? Önceden Avrupa Birliği'ne karşı çıkıyordu, bu
sefer Avrupa Birliği'nin savunucusu oldu örneğin. Böylece laik burjuvaziyi, liberal aydınları
hatta Kürtlerin üst kesimlerini yanına aldı. Uluslararası alanda da ABD ve AB'nin desteğini
aldı. Böyle bir stratejik dönüş ile yeni bir güçler dizilişi sağladı.
Ama bu değişikliğin gerçekleşebilmesi için de, 28 Şubat yenilgilerini yaşaması gerekiyordu
İslamcı Burjuvazinin. 28 Şubat yenilgileri olmadan, Gül ve Erdoğan ekibinin Erbakan
ekibinin yerini alması dolayısıyla bu strateji ve politika değişikliği mümkün olamazdı.
İşte 28 Şubat yenilgisinin Müslüman Burjuvazi'de yol açtığı türden bir kadro, program ve
strateji değişikliğinin benzerine, seçim ve son Kürdistan kumarı yenilgileri de Askeri
Bürokratik oligarşi içinde yol açacaktır. Daha doğrusu açması beklenir. Bu güçler bunu
başaramadıkları takdirde zaten bir güç olmaktan çıkarlar ve çıkmışlar demektir.
Ama binlerce yıl gerilere giden "Sünuf-u Devlet"in, kökleri çok derinlerdedir ve çok köklü
devrimler olmadıkça bu kökleri kazımak hiç de kolay değildir.
Bizzat İran devrimi bu köklerin nasıl derinlere gittiğini ve zengin bir tarihsel tecrübeye
dayandığını gösterir. Kökleri ta Sümer medeniyetindeki ilk Rahip devletlerinin rahipler
kastına giden, daha sonra Sasaniler döneminde Mecusi (Zerdüşt) rahiplerine dönüşen; İslam
ile birlikte Şii mezhebi ve mollalar biçiminde devam eden hep aynı toplumsal katmandır son
duruşmada.
Ve en son noktada, İran devrimi gibi tarihin gördüğü en büyük devrimlerden birine önderlik
105
edip onu kendi iktidarını ve gücünü korumanın aracına dönüştürebilme cesaretini bile
gösterebilmiştir bu mollalar. Böylece sağladığı dinamizm ile İran'ın etkisini Suriye ve
Lübnan'ın Akdeniz kıyılarından, Irak, Orta Asya ve Suudi Arabistan ve Arap yarımadasına
kadar tekrar genişletmiştir.
Türkiye'deki askeri bürokratik oligarşinin İran'daki mollalardan daha az esnek ve kıvrak
olduğunu düşünmek için hiçbir neden yoktur.
Bu askeri bürokratik oligarşi, örneğin Bizanslı iken ve çürümüşlük içinde neredeyse
tükenmek üzereyken, Osmanlı ile bir rönesans yaşayarak egemenliğini ve gücünü bir altı yüz
yıl daha uzatmayı bilmiştir.
Osmanlı olarak aynen Bizans'a dönmüşken, Islahat, Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet, 27
Mayıs gibi önemli dönüşümlerle gücünü ve egemenliğini bu güne kadar taşımayı bilmiştir. Ve
bu değişimlerin her birinin ardında ciddi yenilgiler bulunmaktadır.
Türk milliyetçisi tarihler, Selçukluları ve Anadolu Selçuklularını Türk devletleri ve
uygarlıkları imiş gibi tanımlarlar. Hâlbuki tarihe, zaten tarihi olmayan ulusların değil, büyük
uygarlık alanları ve onların evrimi açısından bakıldığında bambaşka bir manzara çıkar ortaya.
Selçuklular, İran uygarlığını, dolayısıyla Emevilerin yerini almış bir İran uygarlığı olan
Abbasileri, feth edip onlar tarafından feth edilmişlerdi. Yani Seçuklular, İran uygarlığının bir
rönesansıydılar.
Alp Aslan'ın Romanos Diyogenes'i Malazgirt'te yenişi, bu günün Türk tarihçilerinin anlattığı
gibi, Türklerin Anadolu'yu feth etmesi değil; Oğuz komünleriyle gençlik aşısı almış İran
uygarlığının, çürüyen Bizans uygarlığını geriletmesi ve etkisini Anadolu yarımadasına
yaymasıydı.
Bu Rönesans ile Pers uygarlığı etki alanını şimdiki Konya ve Ege'ye kadar tekrar, ta Atina ve
Isparta gibi şehir devletleri zamanında olduğu gibi, yayabilmişti. O zamanlar Bizans, bu
ilerleyiş karşısında hiçbir şey yapamaz durumdaydı. Konya'yı feth edip başkent yapanlar
Türkler değil, İran Uygarlığı idi. Örneğin Mevlana bu uygarlığın birikimini yansıtıyor ve bu
birikimi ve uygarlığı Konya'ya taşıyordu.
Bizans ancak daha sonra, yine başka Oğuzlar aracılığıyla kendini Osmanlı Hanefiliği
biçiminde yeniledikten, ya da İkinci Roma İmparatorluğu (Bizans) kendini Üçüncü Roma
İmparatorluğu (Osmanlı) olarak yeniledikten sonra, İran uygarlığının etkisini bu günkü
Kürdistan'ın doğusuna (Yani Türk İran hududuna) kadar geriletebilmiştir.
İran uygarlığında, daha sonra Ak koyunlular, Kara Koyunlular, Safeviler gibi (ki bunlar
Osmanlı'dan yüz kat daha "Türk" idiler ama Türk tarihinde anılmazlar. Türklüğün ve Türk
tarihinin nasıl uydurma olduğunun da ek bir kanıtıdır bu olgu) rönesansların hiç biri ona
tekrar eski gücünü ve tazeliğini kazandıramadı ve gerileyişini durduramadı. Osmanlı ise
Balkanların komünleriyle (Bogomiller, Balkan Bektaşiliği) ve Yunan-Ermeni neolitik köy
komünleri geleneği (Anadolu Aleviliği) ve Kürdistan'ın komünleriyle (Şafiilik) ittifak yaparak
etkisini ve genişlemesini sürdürdü.
106
İran devrimi bir bakıma, İran uygarlığında Oğuzların yol açtığı canlanmalar gibi bir canlanma
sağladı bu Mollalar kastına ve İran'ın etkisi şimdi olduğu gibi, Orta Asya'dan Akdeniz
kıyılarına kadar uzanır oldu.
Eğer tarihsel paralellikleri izlersek, şimdi kendini yenileme sırasının Bizans - Osmanlı
geleneğinin has devamcısı Türkiye Cumhuriyeti'nde olduğu söylenebilir. Çünkü bu
paralellikler genellikle İran'ın önce bir canlanma yaşadığını, Küçük Asya'nın biraz daha geç
ama daha köklü bir canlanma yaşadığını göstermekte.
İşte AKP'nin birbiri ardından Askeri Bürokratik oligarşi karşısında kazandığı başarılar, İran'ın
mollaları gibi bu binlerce yıllık kastı, egemenliğini ve varlığını korumak için, tıpkı
Bizanslının (Ortodoks Hıristiyan) Osmanlı (Hanefi Müslüman) olması; Osmanlı'nın Türk
olması vs. gibi, yeni bir değişikliğe zorlayabilir.
Yani bu anlamda, AKP'nin başarıları kendi yenilgisine yol açacak büyük değişikliklerin
tohumlarını içinde taşımaktadır. Tıpkı 28 Şubat'ta askeri bürokratik oligarşinin İslamcı
burjuvaziyi iktidardan uzaklaştırma başarısının bu günkü yenilgilerinin tohumunu içinde
taşıması gibi.
Geleceğin nasıl bir yol izleyeceğini elbet bilemeyiz ve bunu var olan güçlerin mücadelesi
belirleyecektir. Ama en azından tarihsel analoji ve paralelliklere bakarak belli eğilimlerin
varlığı gözlemlenebilir.
*
Evet, bu askeri bürokratik oligarşi kadrolarını, stratejisini ve politikasını yeni baştan
belirlemek zorunda eğer varlığını ve gücünü korumak istiyorsa.
Ama ne yapabilir? AKP, ABD, Avrupa ve Barzani, aynı strateji ve projede anlaşıyorlar.
Onların çıkarları birbirine uyuyor.
Bu proje iki gücü ister istemez birbirine yaklaştırır.
Birincisi, AKP, ABD, AB ve Barzani'nin stratejisi, programı ve çıkarları şimdi PKK'yı tecrit
ve yok etmeye dayanmaktadır. Bu projenin başarısı ve uygulanması buna bağlıdır.
Ama bu projenin barıya ulaşması aynı zamanda laiklik denen Atatürk dininin ve Türklüğün
yerini Sünni İslam'ın alması demektir. Askeri ve Bürokratik oligarşi ise bu durumda
egemenliğini koruyacak her türlü programatik ve ideolojik araçtan yoksun kalır bu durumda.
Öte yandan böyle bir program, şehir orta sınıflarını, Kürtlerin PKK ve DTP'yi destekleyen
modern ve aydınlanmacı kesimlerini, Alevileri karşıya alır.
Askeri bürokratik oligarşi şimdiye kadar, bir demokratik program çerçevesinde birleşebilecek
bu güçleri birbirine karşı kullanarak gücünü ve egemenliğini sürdürüyordu. Ama yeni
durumda, bu güçleri birleştirmek zorundadır AKP, ABD, AB ve Barzani'nin projesine karşı
duracak güçlü bir cephe yaratabilmek için.
Ama bu da yetmez. Laik burjuvaziyi ve liberalleri de kazanacak bir dönüş yapmak, onları
AKP'nin yedeği olmaktan çıkarmak, kendi destekçisi haline getirmek zorundadır.
107
Ancak o zaman bu günkü tecrit durumundan kurtulup, tekrar eski gücünü ona sağlayacak ve
kaybettiği mevzileri kazanmasını sağlayacak bir güçler dizilişi sağlayabilir.
Peki, bunu nasıl bir politikayla yapabilir? Şimdiye kadar yaptığı, ABD karşısında Çin ve
Rusya ekseniyle flörte ve ABD ile pazarlığa yarayan, ama en büyük yararını solcuları kendi
politikasının destekçileri ve araçları haline getirmek olan, Doğu'culuk ve anti emperyalizm ile
sağlayabilir mi? Bu yolun çıkmazı ve hiçbir şey getirmediği görülmüş bulunuyor: aksine
tecride yol açıyor.
Peki, Kürtlere karşı inkâr ve baskı politikası eskisi gibi etkili olabilir mi? Bunun iflasını bizzat
emekli generaller ilen etmiş bulunuyor. Kaldı ki, hükümetin Barzani ile Kürtlerin hamisi
politikasını uyguladığı bir ortamda, bu politikanın ayrılmaz bir bileşeni olarak da PKK'yı
tecrit etmek için Türkiye'deki Kürtlere belli bir gevşeklik getirileceği bir ortamda bunun da
şansı bulunmamaktadır.
Peki, “Laiklik” bu geniş cepheyi sağlar mı? Cumhurbaşkanlığı seçimi bunun harekete
geçirebileceği azami güçlerin çerçevesini gösterdi. Bu güçlerin AKP karşısında bir başarı
şansı bulunmamaktadır.
Öte yandan Hükümet, bizzat Avrupa Birliği hedefiyle bu yöndeki şehir orta sınıflarındaki ve
Alevilerdeki korkuları bile belli bir sınırın altında tutmayı başarmaktadır.
Askeri bürokratik oligarşi için bir tek yol kalmaktadır, daha ileri kaçmak. AKP nasıl
kuruluşunda, batılılaşma mı diyorsunuz, o halde ben en batıcıyım, Avrupa Birliği'ne
gireceğim diyerek, böyle ileriye kaçarak askeri bürokratik oligarşiyi tecrit edebilip bu günkü
başarıları kazanabildiyse, aynı şeyi askeri bürokratik oligarşinin de yapması gerekir. Onun
egemenliğini ve gücünü korumak ve pekiştirmek için başka hiçbir alternatifi
bulunmamaktadır.
Yani AKP'den daha batıcı, daha demokratik olmak zorundadır. Yani AKP'den daha fazla
Kürtlerin hamisi olmak zorundadır. Ancak bu takdirde tekrar AKP'yi tecrit edebilecek güçleri
bir araya getirebilir.
Bunun tek yolu var: Daha demokratik ve daha laik bir projeyi savunmak. Ama böyle bir
projeyi savunmak ve böyle güçleri harekete geçirmek, sadece AKP'yi değil, bu askeri
bürokratik oligarşiyi bile tehdit eder ve her şeyi riske atar. Dimyata pirince giderken evdeki
bulgurdan olmak vardır. Bütün açmaz burada toplanmaktadır.
Ne var ki, bu askeri bürokratik oligarşi sanıldığından daha büyük risklerin altına girer
tehlikeyi görünce.
Bilinir, Birinci Büyük Millet Meclisi veya “Üçüncü Meşrutiyet”te vekiller "Şeytan da oluruz
Bolşevik de" diyorlardı. Yeter ki ipler ellerinde olsun. Hele bir güçler harekete geçsin, sonra
teker teker tasfiye edilirler. Gereğinde Komünist Partisi de kurmuştur bu oligarşi. Önemli olan
gücü elde bulundurmaktır.
İşte bu yaklaşımla askeri bürokratik oligarşi ileriye kaçabilir. AKP'nin silahlarını elinden
almak için de başka bir şansı bulunmamaktadır.
108
Peki, bunu nasıl yapacak? İçinde böyle bir projeyi böyle işleyip savunan bir lider var mı?
Yok.
Ama dışında böyle bir AKP'den daha ileri bir demokrasi ve laikliği hedefleyen bir projesi ve
gücü olan bir lider var: Abdullah Öcalan.
AKP, ABD, AB ve Barzani projesinin başarısı bizzat Öcalan'ın ve dayandığı güçlerin tecridi
ve politik ve ideolojik olarak imhasına dayanıyor. Ama bu proje başarıya ulaştığı an, Askeri
bürokratik oligarşinin de bütün ideolojik ve siyasi dayanakları yok olur.
Bu durumda, koşullar Askeri Bürokratik oligarşiyi Öcalan ile ittifaka zorlamaktadır. Bu riski
göze almak zorundadır. Başka hiçbir çıkış yolu bulunmamaktadır. Öte yandan AKP'nin
politikasının başarısı böyle bir dönüş için koşulları da hazırlayacaktır. Madem Kürtlerle iyi
geçinilecek ve onların koruyucusu olunacaksa, niye feodal ve gerici bir milliyetçiliğe
dayanan, demokratik bir özelliği bulunmayan Barzani ile ittifak yapılsın da, niye laik ve
demokratik talepleri olan ve modern tabakalara dayanan PKK ve Öcalan ile yapılmasın?
Yani askeri bürokratik oligarşi, AKP'den daha fazla ve güçlü bir Kürtlerle ittifak ve onların
haklarının savunucusu pozisyona geçmek zorundadır egemenliğini koruyabilmek ve ılımlı
İslam projesini durdurabilmek için. Ama hangi Kürtlerle ittifak yapabilir? Barzani ve
Talabani bizzat AKP'nin müttefikidir. Geriye bir tek güç kalmaktadır: PKK ve Öcalan.
Dolayısıyla olaylar askeri bürokratik oligarşiyi PKK ve Öcalan'la ittifaka ve böylece ileriye
kaçarak, Kürtlerin haklarının daha ileri bir savunucusu olarak ortayla çıkarak cephesini
genişletmeye zorlamaktadır.
Ancak işlerin bu noktaya gelebilmesi için, PKK'nın şimdi bulunduğu çok tehlikeli tecrit
ortamında varlığını ve gücünü koruması; yoksul ve demokrat Kürtlerin PKK'nın arkasında
saflarını bozmadan durup bu saldırıyı savuşturması gerekmektedir.
Bu başarıldığı takdirde, Askeri bürokratik oligarşi PKK ve Öcalan'ın önünü açabilir. O
zaman, içine atıldığı tecritten kurtulan PKK ve Öcalan'ın akıl almaz bir şekilde etkisinin
arttığı görülecektir.
Sonrasının nasıl bir yola gireceği ise, Türkiye'nin bütününde demokratik güçlerin
örgütlenmesi ve ağırlığına bağlı olacaktır.
Ya Kürtlerle gücünü pekiştirmiş yeniden konumunu güçlendirmiş nispeten daha esnek bir
askeri bürokratik vesayet sistemi ya da AKP'nin de, bu askeri bürokratik oligarşinin de
gücüne son vermiş gerçekten demokratik bir cumhuriyet.
İkincisinin olması için işçi sınıfına ve emekçilere dayanan gerçekten demokratik bir
cumhuriyeti hedefleyen açık ve net programa sahip bir politik parti ve hareket olması
gerekiyor.
PKK bütün Çin ve Vietnam gibi ülkelerin tarihsel tecrübesinin gösterdiği gibi, şimdiden yarı
bürokratlaşmış yapısıyla, kendisi kolayca kendisi kolayca bir askeri bürokratik kasta
dönüşebilir ve onun tarafından kolaylıkla özümlenebilir.
*
109
Ama bütün bu değişiklikler aynı zamanda ezilenlerin ve geniş yığınların bir mobilizasyonu,
demokratik özlemlerin somut bir program ve hareket şeklinde somutlaşması anlamlarına da
gelir. Yani bir devrimci alt üstlük dönemi demektir.
İşte böyle bir durumda pek ala, Askeri Bürokratik Oligarşinin de Anadolu veya büyük şehirler
burjuvazisinin de iktidarına son verebilecek, işçilerin ve ezilenlerin eğilimlerini yansıtan bir
demokratik cumhuriyet de ortaya çıkabilir.
O zaman binlerce yıllık politik partiler ve güçler gerçekten temizlenmiş ve Ortadoğu’ya
Aydınlanma’nın ve sosyalist hareketin gelenek ve idealleri girmiş olur ki, bunun sonucunda
nesnel olarak, Çin, Hint ve İran uygarlıklarının ve bunların devamı olan demokratik olmayan
ulus devletlerin karşısında, Ortadoğu ve Akdeniz’in klasik alanında, tarihte gösterdiği
kıvraklığa uygun demokratik bir Ortadoğu-Akdeniz ulusu ortaya çıkar.
Öyle görülüyor ki, Öcalan bir yandan taktik esnekliklerle Askeri bürokratik oligarşi ile flört
etmekten kaçınmaz ve kendini tecritten kurtarıp hareket alanını genişletmeye çalışırken, diğer
yandan Ulusçuluğa karşı vurgularıyla; İkili iktidar anlamına gelecek ve kitleleri örgütlemeye
yönelik önerileriyle böyle kritik günler için şimdiden bir birikim, bir lojistik yığınak yapmaya
çalışmaktadır.
Bu resimde elbette sosyalizm yoktur. Sosyalizm öncelikle yeryüzünde uluslara, ulusal
devletlere ve ulusal sınırlara karşı bir savaşla bütün insanların biçimsel eşitliği
sağlandıktan sonra gerçek bir eşitliği sağlamak için gündeme gelebilir. Sosyalist ve İşçi
hareketinin tarihinden çıkarılabilecek en önemli ders budur.
Sosyalist bir devrimi yapmak için İşçiler önce Türk, Kürt, Alman, Amerikalı vs. olmaktan
çıkıp önce İnsan olmalıdırlar. Çünkü ancak İnsanlar sosyalist olabilir.
Şimdiye kadar izlenen yol ise, önce Türk, Kürt, Alman, Amerikalı olarak sosyalist olmak,
ondan sonra İnsan olmaktı. Bunun yanlış, arabayı atın önüne koşmak olduğunu sadece son
yüz elli yıllık Sosyalist ve İşçi hareketi tarihi göstermiyor. Gören göz için tüm tarih bunun
kanıtlarıyla dolu.
Roma’nın köleleri ve yoksulları, Hıristiyan olduktan sonra bir devrimci parti olup dünyayı
değiştirebildiler.
Mekke’nin plepleri de aynı şekilde Müslüman olduktan sonra dünyayı değiştirebildiler.
Modern işçiler de Aydınlanmanın o zamanın dinlerine ve soylara karşı formüle ettiği idealini
Uluslara karşı yükseltip, ulusal olanla politik olanın bağını koparıp İnsan olduktan sonra
dünyayı değiştirebilirler.
22.Aralık.2007
110
Liberaller ve PKK
Liberallerin ve onların sosyalistler içindeki uzantılarının hiç sormadığı ve sorulmasından
hoşlanmadığı soru şudur:
Barzani ile Öcalan arasındaki fark nedir?
Kişiler ve semboller düzeyinde sorulmuş bu soru, politik ve örgütsel olarak şöyle de
sorulabilir:
PKK ile diğer Kürt ve/veya Kürdistan partileri, özellikle KDP ve KYB (ve onların Türkiye'de
ve diğer parçalardaki uzantıları) arasındaki fark nedir?
Bu soru Programatik ve Stratejik olarak şöyle de sorulabilir:
PKK'nın ve diğer Kürt/Kürdistan partilerinin hedefleri (Programları); kazanmaya ve yedeğe
almaya çalıştığı güçler ile karşıya aldığı güçler arasındaki fark nedir?
Bu soru sosyolojik olarak şöyle de sorulabilir:
PKK ve diğer Kürt partileri hangi farklı sınıfların konum ve çıkarları savunmaktadır?
Bu soruları sormadan ve bu sorulara açık ve doğru cevaplar vermeden, Türkiye'de ve
Ortadoğu'da kimse doğru dürüst, bırakalım sosyalisti, demokratik karakterde bir politika
yapamaz.
Biz bu soruya son derece açık ve net cevaplar veriyoruz.
PKK Kürdistandaki pleplere (yoksullara), kadınlara, gençlere dayanan, en modern, laik ve
demokratik bir ulusçuluğa açık ve buna evrilen devrimci demokratik karakteri ağır basan bir
partidir. Öcalan da bu sınıfsal ve toplumsal eğilimin örgütsel, politik ve teorik önderidir.
Barzani ve diğer bütün Kürt partileri, burjuvaziye ve aşiretlere dayanmaktadırlar, laik ve
modern olmaktan çok uzaktırlar, devrimci demokratik değildirler, mücadele ettikleri ülkelerin
ulusçuluğuyla aynı gerici ulusçuluğa dayanmaktadırlar ve bu eğilimlerin önderidirler.
*
Sorunu böyle koyup tartışan liberale nedense rastlanmıyor. Burada yanlış veya doğru bir
cevaptan değil, sorunun böyle sorulmamasından söz ediyoruz. Diyebilirsiniz ki, Öcalan
Barzani ve Talabani'den daha anti demokratiktir. Bu yanlış da olsa bir cevaptır. Tartışılır.
Ama bu soru olmayınca bu cevap bile var olamıyor.
Çünkü böyle bir cevabı olgularla kanıtlamak güçtür. Kanıtlanamaz da. Ama örneğin bizim
savunduğumuza benzer bir değerlendirme yapılırsa, o zaman niye daha demokratik bir
eğilimin desteklenmediği; niye PKK ve Öcalan'ın bu niteliğinin vurgulanmadığı ve bunun
mantıki sonuçlarının ortaya koyulmadığı soruları birbirini izleyecektir. Bütün bu
tutarsızlıklardan kaçmanın bir tek yolu vardır: suyu baştan kesmek, bu soruyu hiç sormamak.
111
Bir parça demokrat olan herkes, bölge oligarşilerine ve bunlardan en etkilisi olan Türk
devletine karşı mücadelelerinde genel olarak Kürt hareketini desteklemelidir. Çünkü baskıya
karşı bir harekettir ve nesnel sonuçları itibariyle demokratiktir.
Ama demokrat olan, Kürtler içinde de, diğerleri karşısında PKK'yı desteklemelidir.
Emperyalistler, Türk devleti ve Bölge oligarşileri çok açık olarak, PKK'ya karşı diğer
partileri, Barzani ve Talabani'yi desteklemektedir. Bu anlaşılır bir durumdur.
Ama Türkiye'deki sosyalistlerin, demokratların ve liberallerin, PKK'yı diğer Kürt partileri
karşısında desteklememeleri ve bir fark yokmuş gibi davranmaları açık bir intihar
politikasından başka bir anlama gelmez.
Türk Devleti, Amerika, Avrupa, bunların politik eliti, istihbarat teşkilatları, orduları, stratejik
araştırma merkezleri vs., bu farkı ve farkın ne olduğunu çok iyi bilmektedirler. Yani PKK'nın
bütün Kürt/Kürdistan partilerinden farklı olarak, Modern, Laik ve Plebiyen (Yoksullara
Dayanan) bir hareket olduğunu çok iyi bilmektedirler.
Ama tam da bunu çok iyi bildikleri ve bu gerçeği diğer uluslardan milyonlarca ezilenden
gizlemek ve onu tecrit edebilmek için, bu gerçeği gizlemek zorundadırlar. Onlar karşı
cephededirler ve böyle davranmalarında anlaşılmayacak hiçbir yan yoktur.
Bu güçlere, yani Türkiye'nin egemenlerine, büyük ve güçlü emperyalist ülkelere karşı
olduğunu, demokratik olduğunu iddia eden güçlerin bu soruyu sormamaları ve sorduklarında
açık bir cevap vermemeleri kendileri hakkındaki kendi tanımlarıyla çelişmektedir. Ama bu
çelişki, tam da Küçük burjuvazinin karakterinin bir dışa vurumdur. Yani, mantıksal olarak
çelişki olan, sosyolojik olarak çelişki değildir.
*
Peki, niçin PKK'nın sınıfsal niteliği ile Türkiye ve Orta Doğu'da politika yapabilmek arasında
kopmaz bir ilişki vardır?
Bu ilişki en iyi bir analoji aracılığıyla açıklanabilir.
PKK'nın niteliği, sınıfsal temeli ve programının ne olduğu, tıpkı duvarın çökmesi öncesinde
Sovyetler’in niteliği gibidir.
O zamanlar Sovyetler’in niteliği konusunda doğru bir görüşe sahip olmadan, dünyada kimse
doğru dürüst bırakalım sosyalisti, demokratik karakterde bir politika yapamazdı.
Sovyetler kapitalist bir ülke olarak tanımlandığı takdirde, "Üç Dünya Teorisi"ni ortaya atan
Çin veya onun Türkiye'deki uzantıları gibi (Doğu Perincek ve partisi), birden bire en saldırgan
emperyalist politikaların yedeği konumuna düşmek kaçınılmazdı.
Örneğin bu bakışı mantık sonuçlarına götüren Doğu Perincek "Ege Ordusu Rus hududuna"
diye slogan atıyor ve böylece en azgın, en şahin Nato generalleriyle, en saldırgan ve savaşçı
emperyalist politikaların savunucularıyla aynı telden çalıyordu. Bırakalım bir demokrasi veya
reformlar cephesini, en gerici emperyalistlerin cephesinde yer alıyordu.
Benzer şekilde, Sovyetleri sosyalist olarak tanımlamak da, onun sosyalist olduğunu söyleyen
112
emperyalistlerle ve kendi egemenliklerinin sosyalizm olduğunu söyleyen bürokratik kastla
aynı varsayımı paylaşmak, dolayısıyla orada eşitsizlikler ve baskı bir gerçeklik olduğundan,
tutarlı bir demokrat olamamak; ezilenlerin sosyalizmden uzaklaşmasına yol açmak; politik
olarak da Sovyet dış politikasının, bu Bürokratik kastın dış politikasının ve diplomatik
manevralarının basit bir aracı olmak sonucunu veriyordu.
Ancak Sovyetlerin hiç de kapitalist olmadığını, ama sosyalist de olmadığını, orada kapitalist
olmayan bir ekonomiye egemen bürokratik bir kastın, bir "Nomenaklatura"nın egemen
olduğunu savunan doğru bir çözümleme, böylece ne emperyalist gericiliğin ne de bu
bürokratik kastın yedeği olmayan devrimci ve demokrat bir politikayı mümkün kılıyordu.
*
İşte PKK'nın niteliği sorunu da Türkiye ve Orta Doğu'da aynı durumdadır.
Kimi radikal Türk solcularının veya birçok PKK'lının kendisini gördüğü gibi, PKK'yı bir
sosyalist örgüt olarak, bir proletarya partisi olarak görmek ve değerlendirmek, tıpkı bir
zamanlar Sovyetler Birliğini sosyalist görmek gibi sonuçlar verir. Sosyalizmi diskredite eder
ve PKK politikalarının ve diplomatik manevralarının basit bir aracı olmakla sonuçlanır.
Ama PKK'yı diğer Kürt ve Kürdistan partileri gibi, sadece bir ulusal hareket, bir Kürt hareketi
olarak görmek de, tıpkı bir zamanlar Sovyetler'i kapitalist bir ülke olarak tanımlamak gibi en
gerici politikaların destekçisi olmakla sonuçlanır.
"PKK'nın diğer Kürt ve Kürdistan partilerinden farkı nedir? " sorusunu sormayan veya sorsa
bile bu soruya yanlış cevap verenler; yani zımnen ve fiilen onu sadece Kürtlerin hakları için
mücadele eden bir Kürt partisi olarak tanımlayan liberaller ve onların sosyalistler içindeki
uzantıları (en tipik örneği ÖDP'dir) son duruşmada hem Türkiye'de hem de Kürtler içinde en
gerici parti ve politikaların nesnel destekçisi olurlar.
Bu nedenle PKK'nın niteliği konusunda açık bir görüş, doğru bir gürüş, ekmek kadar su kadar
hayati öneme sahiptir.
*
Türkiye'nin liberalleri bu sorudan niçin kaçmaktadır? Niçin kendi ayaklarına kurşun
sıkmaktadırlar?
Bu mekanizma şöyle işlemektedir.
Liberal demek burjuva demektir.
Burjuvazinin en kendine demokrat diyenleri bile, 1848 devriminden beri ezilenlerden,
pleplerden korkar.
Burjuvazi on dokuzuncu yüzyılda, birkaç kere bu plepleri (Baldırı çıplakları, Donsuzları (San
Kilot), feodal beylere ve büyük toprak sahiplerine karşı bir koçbaşı olarak öne sürdü. 1791'de,
1830'da ve en son 1848'de. Ama her seferinde, başına topladığı cinleri dağıtamayan büyücüye
döndü. Her seferinde Plepler bir süre sonra burjuvaziye karşı yöneldiler. Bu cinleri tekrar
şişeye sokmak için, yani ezmek için, burjuvazi tüm programından vazgeçmek, tüm
113
söylediklerini inkar etmek, kendi kurduklarını yıkmak; tekrar Napolyon avantüryeleriyle, eski
rejimin destekçileriyle ittifak yapmak zorunda kaldı.
İlk Fransız devriminde o plepler henüz modern proleterler haline gelmemişlerdi, o nedenle
onları bir koçbaşı olarak kullanmak o kadar büyük bir risk oluşturmamış ve kolaylıkla
ezilmişlerdi. Ama onlar yavaş yavaş modern sanayinin ürünü işçiler haline gelince, onları
kontrol etmenin güçlüğü daha bir açık olarak görülmeye başlıyordu.
Örneğin daha 1848'in arifesinde, hala yarı esnaf karakteini taşıyan lonca benzeri meslek
esasına dayanan sendikalarda örgütlü olsa bile, bu artık modern proleterler haline gelmiş
plepler, burjuvazinin karşısına "Komünist Manifesto" gibi, bambaşka bir programla
çıkabiliyorlardı. Burada onu yazan ve kabul edenlerin gücü değil, niteliği, sembolik anlamı
önemlidir.
Bu nedenle bir rastlantı değildir, 1848'in burjuvazinin son kez demokratik özlemlerle
ayaklanan kitlelerle çok kısa bir süre için de olsa aynı saflarda olması. Korkusu haklıydı.
Ve o günden beri, burjuvazi kitlelerden korkar olmuştur. Anti demokratik bir rejimin artık
katlanılmaz olduğu tipik Türkiye gibi ülkelerde bile, burjuvazi (yani liberaller) kitleleri
örgütleyip sokağa çıkarmaya kalkmazlar, bundan korkarlar ve bu eğilimdeki sosyalist ve
plebiyen (devrimci demokrat) hareketlere karşı güç gizleyebildikleri bir düşmanlık ve kuşku
beslerler.
Bu durumda, bu artık katlanılmaz olmuş keyfi askeri bürokratik oligarşinin egemenliğine
karşı ezilenlerin devrimci demokrat kitle hareketlerini destekleme ve örgütleme olmayınca,
dayanılacak güç, uluslar arası çelişkilerde aranır. ABD'nin Orta Doğu'da "ılımlı İslam" planı
veya Avrupa Birliği'nin kendisine rakip bir siyasi irade Oluşturmasını engellemek için
Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmesini desteklemesi ve bunlar için gereken kimi reformlar,
biricik gerçekçi program ve ezilenlerin kitle hareketlerinin yerini dolduracak biricik güç
kaynağı olarak ortaya çıkar liberallerin bakışında.
O zaman, liberaller konumlarını bu güçlere göre belirlerler. Ama tam da bu güçler bilmektedir
PKK'nın plebiyen özelliğini ve tam da bu nedenle PKK'yı tecrit etmek istemektedirler.
Çünkü bu hareketin başarısı, sadece Türkiye'ye değil bütün bölgeye gerici ulusçuluğa
dayanmayan, bölge halklarını birleştirebilecek bir demokrasi getirebilir. O zaman bölgenin,
emperyalist ihtiyaçlara uygun olarak bu günkü gibi birbirine karşı kullanılması mümkün
olmaz.
Emperyalistler bu hesapça, çok iyi bildikleri niteliği nedeniyle PKK'ya karşı Barzani ve
Talabani'yi desteklerler. Liberaller de, kitlelerden korktukları ve bunun yerini dolduracak
gücü Amerika ve Avrupa'da buldukları için, otomatikman bu politikaların destekçisi olurlar.
Böylece demokrasi özlemleri ile gerçek yaptıkları arasında bir çelişki oluşur. Demokrasi
isterler ama bölgedeki ve Türkiye'deki en büyük ve demokratik kitle hareketine karşıdırlar,
onun başarısını istemezler. Böylece demokratik hareketten tecrit olurlar. Ve demokratik
hareketi tecrit etmenin aracı olurlar.
Ama bu durum, onu karşı olduğu güçler karşısında da tecrit eder.
114
Çünkü bu konumlarıyla liberaller, aslında Amerika ve Avrupa ile Türkiye’nin askeri
bürokratik oligarşisinden çok daha az içli dışlı olmalarına rağmen (Türk ordusu Nato üyesidir.
Bütün silahlarını hatta günlük istihbarını bile onlardan alır), fiili politikalarıyla bu güçlerin
Türkiye'deki bir uzantısı olma görünümünden kurtulamazlar. Ve böylece aslında kendilerinin
destekçisi olabilecek şehir orta sınıflarını, Askeri Bürokratik Oligarşinin yedeğine terk
ederler. Şehir orta sınıflarının böylesine Askeri Bürokratik Oligarşinin kontrolüne
kaymalarının kendi suçlarının sonucu olduğunu; tutarlı demokrat bir çizgiyi savunamadıkları
için onların oraya hapsolduğunu göremezler.
Ve tam bu durum nedeniyle, geniş orta sınıfları ve işçileri örgütleme potansiyeli
gösteremezler. İşçiler AKP'nin, orta sınıflar Askeri Bürokratik Oligarşinin yedek gücü olmaya
devam ederler.
*
Liberallerin bu durumdan kurtuluşunun bir tek yolu vardır.
Demokrasi mücadelesinin öz gücünü, Amerika veya Avrupa veya AKP'de veya Barzani AKP
işbirliğinde değil, Kürt Özgürlük hareketinin Plebiyen kanadında görmek. Açıkça ondan yana
tavır almak. O zaman liberaller PKK'nın bir türlü başaramadığı Batı'nın şehirlerini örgütleme
becerisini gösterip gerçek bir güç haline gelebilirler.
Ama bu takdirde de Amerika ve Avrupa'nın desteğini kaybedecekleri açıktır. Askeri
bürokratik Oligarşinin ve AKP'nin saldırılarının hedefi olacakları da açıktır. Bu saldırıları
göze almadan da olumlu bir gelişme ve tıkanıklığın aşılması mümkün değildir.
Ve böyle davranabildikleri an Liberal olmaktan çıkıp bir demokrat haline gelirler.
*
Liberaller ve onların uzantıları, bu günkü yaklaşımlarıyla sadece işçileri AKP'ye, orta sınıfları
Askeri Bürokratik oligarşiye mahkûm etmezler; kendilerini ve Kürt hareketini de güçsüzlüğe
mahkûm ederler.
Ama daha önemlisi, bu miyop politikalar sonucunda karşı çıktıkları askeri bürokratik
oligarşinin ömrünü ve egemenliğini güçlendirme şansı sunarlar.
Nasıl mı?
ABD+AB+AKP+Barzani= Ilımlı İslam denklemi karşısında, iyice tecrit olan ve egemenliğini
tehlikede gören Askeri Bürokratik Oligarşi, bu denklemin tecrit edip yok etmeye çalıştığı
PKK ile açıktan ittifaka girip, yani onun önünü açıp, yani liberallerin korkusundan
yapamadığını yapıp bütün inisiyatifi ele alıp, ömrünü bir elli yıl daha uzatmanın yolunu
arayabilir. Bu sanıldığından çok daha güçlü bir olasılıktır ve bütün bilinen kalıplar alt üst olur.
O zaman "bu memlekete komünizm lazımsa onu da biz getiririz" diyen Ankara Valisi gibi, en
iyi ve hızlı Kürtçülüğe de soyunup liberallerin bütün silahlarını elinden almakla kalmaz,
cephesini korkunç ölçülerde genişletebilir de.
Bu eğilimin Askeri Bürokratik Oligarşi içinde her zaman bulunduğu açıktır. Yalçın
115
Küçük'ten, Erdal İnönü'ye kadar geniş bir yelpaze bu stratejiyi savunmuştur. Ancak bu
stratejinin Askeri Bürokratik oligarşi içinde güçlenmesi ve başat eğilim halini alması, inkâra
dayanan konseptin iflasıyla, yani ciddi askeri yenilgiler ve tecrit ile mümkündür.
Ama o zaman liberaller tüm silahlarının elinden alındığını, dayandıkları tüm kavram ve
kabullerin tuzla buz olduğunu göreceklerdir. Ve bunu hazırlayan bizzat liberallerin kendisidir.
Örneğin Taraf, bu gün fiilen, böyle bir stratejinin askeri bürokratik oligarşi içinde daha etkili
olmasının koşullarını hazırlamaktadır muhtemelen. Ve yine muhtemelen böyle bir stratejiyi
savunanlar Taraf'a gerekli belge ve bilgiyi sunmaktadırlar.
Yani tarihin liberallerle alayı öyle olabilir ki, liberaller askeri bürokratik oligarşinin Kürt
sorununa bir çözüm bulmasının, örneğin Kürt ve Türk devletinin veya Anayasal vatandaşlıkta
bir Türkiye devletinin ve dolayısıyla onun ömrünün bir elli yıl daha uzamasının aracı
olabilirler. Ve şimdi gidiş de bu doğrultudadır.
*
Tarihsel tecrübelere bakıldığında, burjuvazinin korkaklığı karşısında, Askeri Bürokratik
Oligarşi daha kararlı ve zorda kaldığında epeyce esnek de olabilme özelliği göstermiştir.
Örneğin Burjuvazi İkinci dünya savaşı sonrasında, Demokrasi ve Çok Partili Rejim isteme
cesareti gösteremezken, o günkü dünyanın değişen dengelerini gören "Milli Şef" İnönü, çok
partili rejime geçmiş ve bu oligarşinin egemenliğinin bu güne kadar yaşamasını sağlayan bir
esnekliği sisteme sağlamıştır.
Yarın çok sıkışınca, Ilımlı İslam projesi, liberallerin de desteğiyle yerleşip şehir orta
sınıflarının ve Alevilerin tepkisini arttırınca ve bu durumda Askeri Bürokratik Oligarşi köşeye
sıkışıp egemenliğinin ve gücünün elinden gittiğini görünce, stratejik bir dönüş yapabilir; tıpkı
İnönü'nün 1946'da yaptığı gibi. AKP ve ABD'nin Barzani ile ittifakı karşısında PKK ile ittifak
yapabilir. PKK modern ve laik bir harekettir, böyle bir ittifak Alevilere ve şehir orta
sınıflarına sadece muazzam bir enerji vermez büyük ölçüde işçileri de kazanabilir.
Bu olasılık sanıldığından çok daha güçlüdür. Ve Ilımlı İslam projesi güçlenip mevziler
kazandıkça bunun gerçekleşme olasılığı artar.
*
Türkiye'de geleceği PKK ile ittifak yapan kurar.
AKP (Anadolu Burjuvazisi) bu şansı kaçırdı. Liberaller (Batı Burjuvazisi) bu şansı tepmeye
devam ediyorlar. Askeri Bürokratik oligarşi ise bu kartı henüz oynamadı.
Oynadığında ne olur? Bu otomatikman onun egemenliğini pekiştirmez.
Askeri Bürokratik Oligarşi açısından bu kartı oynamak, Alman Genelkurmayı'nın, Doğu
cephesinde rahatlamak için Lenin'in Rusya'ya girişini sağlamasına benzer. Cinler şişeden
çıkar. Bundan kimin kazançlı çıkacağı belli olmaz.
PKK'nın plep ve Jakoben özelliği ile Askeri Bürokratik Oligarşi'nin Bonapartist özelliği
çelişki içindedir. Ama PKK’nın bu günkü durumda yeterince ortaya çıkmamış bürokratik ve
116
Bonapartist bir yanı da vardır.
Türkiye'nin askeri bürokratik oligarşisi PKK'nın bu yanıyla ittifak edip bir Kürt Türk
bürokrasisi biçiminde egemenliğini ve ömrünü uzatabilir.
Ama böyle uzlaşma için bile, PKK'nın önünün açılması, aynı zamanda, Türkiye'deki
yoksulların da hızlı bir politizasyonu ve radikalizasyonu demektir. Ve PKK'nın esas başat
eğilimi, yoksullara dayanan radikal demokrasidir.
Bu eğilim o zaman kendini ifade ve Türkiye’nin ezilenlerine anlatma olanağı bulabilir.
Bu gün Kürtleri linç etmek isteyen veya Apo'yu yakmak isteyen Türkiye'nin şehir yoksulları,
şimdiye kadar aldatıldıklarını anlayınca, yaktıklarına tapmaya başlarlar.
Türk Askeri Bürokratik Oligarşisinin devletini ve ömrünü uzatabilmek için böyle bir girişimi,
hiç hesaplanmayan sonuçlarıyla, batıda gerçekleşecek böyle bir politizasyon ve radikalleşme
gerçek bir demokratik devrimin vesilesi de olabilir.
Sonuç ne olursa olsun, Askeri Bürokratik Oligarşinin stratejik bir dönüşle yol açacağı
gelişmelerle, her halükarda, Bürokratik ve Bonapartist güçler ile, Plebiyen ve Jakoben güçler
arasında bir hesaplaşma ve çatışma kaçınılmaz olur.
Sonucu mücadele belirler: Sonucu bu günden oluşan küçük de olsa birikimler belirler.
Demir Küçükaydın
22 Ekim 2008 Çarşamba
117
Açılımlar
"Uzun zamandır yazı yazmadım, bayram olanağından yararlanarak kafamda birikmiş
yazılardan bir ikisini yazayım bari" diyerek bilgisayarım başına oturduğumda, kafamda iki
konu vardı ve hangisini önce yazacağımı o anki ruh halime bırakmıştım. İki konunun ikisinde
de önceden yazdığım yazılardaki öngörüler doğrulanıyor görünüyordu.
Konulardan birisi Krizdi.
Mali Kriz daha ilk patladığı günlerde, bunun 1929 Krizi ayarında ilerde büyük harflerle
anılacak bir kriz olduğunu ve bir kaç yıl sonra bu günküne hiç benzemeyen bir dünyada
yaşayacağımızı yazmıştım.
Şimdi gelişmeler bu öngörünün doğrulandığını, hatta bu değerlendirmenin yetersiz olduğunu,
bu krizin kapitalizmin tarihindeki en büyük kriz olduğunu gösteriyordu.
Biraz Kriz hakkında söylenenler ve bu gün varılan yere ilişkin bir iki hatırlatma yaptıktan
sonra, burjvazinin kriz konusundaki programlarını ele alıp bundan sonra bizim (Sosyalistlerin
ve Demokratların) programımız nedir ve ne olmalıdır sorularının cevaplarını tartışmayı
planlıyordum.
Böylece Kriz üzerine, ilerde birbirini tamamlayıp bir kitap olarak da derlenebilecek yazılara
da devam etmiş olacaktım.
Konulardan diğeri de Baykal'ın son "Açılım"ları ve buna bağlı olarak da AKP'nin hazırlandığı
Alevi ve Kürt "Açılım"larıydı. Bu alanda da belirtiler öngördüğümüz olasılıkların
gerçekleşme eğiliminde olduğunu gösteriyordu.
Yine eski yazılardan bir iki hatırlatma ile bu öngörüleri hatırlatarak, bu değişimlerin stratejik
anlamları ve arkasındaki sosyolojik güçler üzerine bir şeyler karaladıktan sonra, bizlerin
(Sosyalistlerin ve Demokratların) açılımının neler olması gerektiği üzerine yazmayı
planlıyordum.
*
Yazıya başlamadan önce günlük gazetelere bakayım dedim. Taraf gazetesinde Alper Görmüş
aşağı yukarı yazmayı düşündüğüm Baykal'ın Açılımları konusunda benzer değerlendirmeler
yapmıştı. Bunun üzerine Baykal'ın "açılım"ları konusunu öne alıp bu konuda yazmaya karar
verdim.
Baykal'ın bu "açılım"ları, sadece Baykal’ın açılımları olarak görülmemelidir. O belli bir
zümrenin, yani bizlerin "askeri bürokratik oligarşi" dediğimiz, birçoklarının "askeri vesayet
rejimi", "Kemalizm", "Devlet Sınıfı" vs. dediği zümrenin eğilimlerini ve çıkarlarını savunan ve
yansıtan denenmiş bir politikacıdır.
Bu zümrenin özelliği, politikadaki ağırlığı bir sınıf gibi olmasına rağmen, bir sınıf olmaması,
118
var olan sınıfların veya başka toplumsal bölünmelerin arasındaki dengelere dayanarak
iktidarını sürdürmesidir. Dolayısıyla güçlerdeki değişmelere ayak uydurmak zorundadır.
Ve Tarih göstermiştir ki, bunların, değişen dengelere göre konum değiştirme özelliği hiç de
küçümsenecek gibi değildir. Kırk yıllık "Milli Şef" İsmet İnönü örneğin faşizm yükselince
onunla flört etmiş, sonra Müttefikler savaştan sahip çıkınca "Çok Partili Hayat"a geçmiş,
1960'larda da yükselen işçi hareketi ve bağlantısızlar hareketi baskısıyla da "Ortanın solu" na
geçmiştir.
Benzer özellikler Ecevit ve Baykal gibilerinde de görülür.
Alper Görmüş'ün de dikkati çektiği gibi, Baykal, Uğur Mumcu'nun öldürülmesi ile birlikte
şimdiye kadar bulunduğu çizgiye gelmiştir. Mumcu'nun öldürülmesi, Şehir Orta Sınıflarının
Özel savaş rejiminin yedeğine düşmesi anlamına geliyordu.
Şimdi ise dengelerin değişmesine bağlı olarak, işlerin böyle gidemeyeceğini görüp, tıpkı bir
zamanlar İsmet Paşa'nın "Ortanın Solundayız" demesi gibi, bir pozisyon değişimine
gitmektedir, "Açılım"lar yapmaktadır.
Baykal'daki bu değişimin öznel nedenleri onun ihtirasıyla veya politik manevralarıyla
açıklanabilir. Ancak politikada, ardındaki motif ne olursa olsun, insanlar sözleri ve
davranışlarıyla değerlendirilir ve öyle olmak zorundadır.
Sorun böyle konulduğunda Baykal'daki değişme, aslında Askeri Bürokratik Oligarşi'nin
yavaş yavaş bir strateji değişimi ihtiyacının bir yansıması olarak görülmelidir.
*
Sadece savaş değil, barış ta politikanın başka araçlarla devamıdır; yani farklı sınıfların ve
güçlerin çıkarlarının, duruma göre, kâh barışçıl, kâh savaşçıl yöntemlerle savunulmasıdır. Her
ikisi de karşı tarafı geriletme, gücünü azaltma, köşeye sıkıştırmaya yöneliktir.
Askeri Bürokratik Oligarşi, burjuvaziyi temsil eden AKP'ye cepheden saldırınca, seçim
yenilgisi ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde olduğu gibi ciddi mevziler kaybettiğini gördü.
Bunun üzerine Genelkurmay bir uçtan diğerine sıçrayıp bu sefer onunla bir barış yaparak ve
bunun karşılığında bazı tavizler kopararak onun etkisini sınırlandırmanın yollarını aradı. Ama
bu da bir avantaj sağlamadı. Hatta tam bir teslimiyete dönüştü.
Zaten tam bu noktada Baykal'ın Ordunun AKP'ye teslim olmuş veya onunla uzlaşmış
kanadına karşı sesini yükseltmeye başladı. Roller değişmeye başlamıştı, AKP Genelkurmaya
toz kondurmazken, Baykal eleştiren role geçmişti.
Şimdiki gelişmeler bir bakıma bu rol değişiminin devamı olarak da görülebilir.
Tam bu noktada, yani AKP orduyu kendisiyle uzlaşmaya zorladığı noktada, onun savunucusu
ve koruyucusu olarak ortaya çıkarak, aslında kendi toplumsal temeline ters düşüyor ve bir
anlamda Ordu tarafından teslim alınmış oluyordu. Feth edenler feth edilirler.
Baykal bu durumu çok iyi değerlendirdi ve AKP'nin daha önce muhalif olarak bulunduğu
pozisyonlara kendisi geçmeye başladı. Şimdiki "açılım", bu çizginin ve pozisyonların
119
değişiminin devamı olarak görülmektedir.
AKP Alevi ve Kürt "açılımları" ile, yani Alevilerin içindeki ve Kürtlerin içindeki burjuvazi
ve eşraf ile ittifak kurarak, adımlar atmaya başlayınca, ayağının altındaki toprağın kaydığını
gören Bürokrasi, buna karşı yeni açılımlar yapıp yeni bir strateji geliştirmedikçe gidişi geri
çeviremeyeceğini gördü.
Ama AKP'nin bu açılım diye öne sündükleri nedir özünde? Ordunun yıllardır yaptıkları değil
midir?
Alevileri Diyanete bağlamak; Barzani ve Talabani ile görüşmeler yapmak ve onları tanımak,
onların Türkiye'deki uzantılarının oyunu almak, ordunun yaptıklarının devamından başka bir
şey değildir. Bu ordu değil miydi PKK'ya karşı küçük tavizler karşılığında Çevik Güç'ten
Barzani ve Talabani'nin fiili devletler kurmalarına kadar yeşil ışık yakan. Bu ordu değil
miydi, fiilen Alevileri yedeğine alan ve Diyaneti gözü gibi koruyan?
Yani AKP'nin şimdiye kadar Ordunun izlediği politika ve güçleri izlemeye başladığı noktada,
Baykal da pozisyon değiştirerek, AKP'nin daha önce bulunduğu pozisyona geçmektedir.
İşte Baykal'ın bu yeni "açılım"ları, AKP'nin "açılım"larına karşı yapılmış karşı hamlelerdir.
Tıpkı İsmet Paşa'nın "Ortanın Solundayız" demesi gibi stratejik bir değişimin işaretleridir.
Bu durumda Baykal'ın, ya da Askeri Bürokratik oligarşinin, bu stratejik dönüşünde, AKP'nin
müttefiki olan güçlere parat olabilecek güçler kimler olabilir?
Kürtleri ve Alevileri göz önüne getirelim.
Aslında Kürtler ve Aleviler diye bir bütün yoktur. Bu özgül baskı biçimi karşısında Kürtlük
ve Alevilik içindeki sınıfların farklı duruşları bulunmaktadır.
Örneğin Aleviler içinde, burjuva ve sisteme entegre bir kesim, Diyanet’in Aleviliği
tanımasını isterken, Alevilerin geniş bir kesimi de Diyanetin kaldırılmasını istemektedir.
Şimdi AKP, Diyanetin Aleviliği tanımasını isteyen anti demokratik kanatla ittifak yaparken,
buna karşılık Baykal da Diyanetin kaldırılmasını isteyen kanatla ittifak yapmak zorunda
kalacaktır.
Böyle olmadığı takdirde Aleviler içinde dayanacağı bir güç bulunmayacaktır.
Aslında şimdiye kadar CHP'nin hiç dillendirmediği diyanetin lağvı, yarın öbür gün "aşağıdan
baskı ile" CHP'nin bir sloganı olabilir. Hatta çok uzun yıllardır ilk defa somut politik bir
hedefi olan bir miting olan, Alevilerin Diyanetin Kaldırılması mitinginin bu az rastlanır
somutluğunun ve başarısının ardında Baykal'daki bu değişim, el altından bu hareketin
desteklenmesi ve doğrudan kendisi söylediği takdirde tepki çekecek bir talebin, Aleviler
aracılığıyla ifade edilmesi, sonra da bu talebe kendisinin sahip çıkması gibi bir hesabın etkisi
bile var olabilir.
Kürtlere gelince, Kürtler içinde, korucular bir yana bırakılırsa -ki onlar da büyük ölçüde
Barzanicidirler- Barzani ve Talabani çizgisine karşı Öcalan çizgisi bulunmaktadır.
Barzani ve Talabani ile ittifakı AKP kaptığına göre, Baykal da Kürtler içinde de Öcalan
120
çizgisi ile ittifaka yönelmek zorundadır. Aksi takdirde dayanacağı hiç bir gücün kalmaması,
tam bir tecrit tehlikesi bulunmaktadır.
Bu bakımdan, Baykal'ın bayram namazından sonra, pek üzerinde durulmayan sözleri ve
vurgular da aslında bu "Türban açılımı"nı ilerde bir "Kürt açılımı"nın izleyeceğinin habercisi
gibi görünmektedir.
*
Ordular savaşında, savaşın akışı içinde bazan cephe 180 derece dönebilir. Savaşan orduların
gerisi karşı tarafın gerisi olabilir. O zaman, savaşı sürdürebilmek için ordular, dün
bombaladığı köprüleri yeniden onarmak, dün yaptığı köprüleri şimdi bombalamak durumunda
kalırlar. Benzeri sınıflar ve politik güçlerin mücadelesinde de olur
Öyle görülüyor ki şimdi Türkiye politikasında gerçekleşmekte olan benzeri bir durum. AKP
işkenceye sıfır tolerans Kürt sorunun çözümü, bürokratik ayrıcalıklara son, Avrupa Birliği ve
tam üyelik, “ahlaki çöküşe” karşı değerler gibi sloganlarla iktidara gelmişti.
AKP şimdi en işkenceci ve keyfi polis rejimini oturttu, Kürt sorununda en gerici yöntemlerle
çözüm arıyor, laiklik yerine Diyaneti güçlendiriyor, bürokratik ayrıcalıklara dokunmak bir
yana onları koruyor, Avrupa Birliği'nden ters yüz etmiş ve Ahlaki çöküşü bizzat kendi
tabanının tepkisini çekecek şekilde bizzat kendisi yaşıyor. Erdoğan'ın bütün mesaisi, devletin
arpalıklarını, ihaleleri tanıdıklara dağıtmakla geçiyor.
Elbette binlerce yıldır denenmiş o bürokrasi, böyle bir fırsatı kaçırmayıp bütün bu
pozisyonların karşısında yer alarak bütün gayrı memnunların muhalefeti ile kendi yelkenlerini
doldurabilir. Baykal bunu yapabileceklerinin işaretlerini veriyor.
Kimse şaşırmasın, yarın Baykal'ı Avrupa Birliği konusunda Hükümeti ipe un sermekle
suçlarken, bürokratik ayrıcalıkları koruduğundan dolayı Hükümeti eleştirirken veya Diyanetin
lağvını İsterken veya DTP ile flört ederken görürse.
*
Elbette bu gibi değişimler düz bir yol izlemezler, inişler çıkışlar, geri dönüşler, geri çekiliş ve
ileri atılışlarla gerçekleşirler. Ama yeni bir süreç başladığına dair çok alametler belirdi.
Bizlerin nasıl bir açılıma ihtiyacı olduğu ise bütün yazdığımız yazıların konusudur.
Ortadoğu İçin Demokrasi Manifestosu adlı metinde bir programatik belge olarak da ifade
edilmiştir.
Ama yine de daha somut ve taktik adımlar bağlamında ayrı bir yazıda ele alınabilir.
*
Askeri Bürokratik Oligarşinin karakteri ve olası bir strateji değişimi üzerine yazdığımız
yazıları bu yazının altına koyuyoruz.
Galiba şimdi gerçekleşen, orada bir olasılık olarak ön görülenler.
09 Aralık 2008 Salı
121
Liberaller (Taraf) ve AKP Ergenekonu ve Askeri Bürokratik Oligarşiyi
Niçin ve Nasıl Destekliyor?
İlk bakışta yukarıdaki başlık saçma gibi görünebilir.
Ama öz ve görünüm aynı olsaydı bütün bilim gereksiz bir şey olurdu.
Bir çağ nasıl onun kendi hakkındaki yargılarıyla yargılanamazsa, politik eğilimler ve güçler
de yargılanamazlar.
Politik güçlerin deklare edilmiş amacları ile bu amaçlar için yaptıkları ve yapmadıkları
arasında farklar ve çelişkiler vardır.
Bu çelişkilere ve gerçekten yapılan ve yapılmayanların sonuçlarına bakıldığında ortaya çıkan
Liberallerin ve AKP'nin nesnel olarak Askeri Bürokratik Oligarşiyi destekledikleridir.
"Cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarılma döşelidir".
*
Liberaller, Ulusalcı Sosyalistler ve Demokratik Sosyalistler
Biz, demokratik sosyalistler, Türkiye'nin gerçek egemeninin "Askeri Bürokratik Oligarşi"; bu
nedenle Türkiye'nin esas sorununun gerçekten demokrasi olduğunu ve gerçekten demokratik
bir sisteme ulaşmak için de esas hedefin, bu askeri bürokratik oligarşinin varoluş koşulu ve
egemenliğinn en büyük dayanağı bu askeri, bürokratik, keyfi, kırtasiyeci, merkezi pahalı,
gerici bir ulusçulukla tanımlanmış devlet cihazının tasfiyesi olduğunu söylüyoruz.
Yani kategorik olarak, hedefin, "yakalanacak ana halka"nın ve "acil görevler"in, "minima
program"ın tanımlanması bakımından, bizim yakın olduklarımız, "Ulusalcı Sosyalistler" veya
ulusalcı olmadıklarını iddia etmekle birlikte "sosyalizm"i veya "anti kapitalizm"i, "anti
emperyalizm"i, "sınıf"ı veya "emek eksenli politikalar"ı öne sürerek bu demokratik görevleri
fiilen ikinci plana itip bunlardan kaçan ve dolayısıyla bu askeri bürokratik oligarşinin nesnel
olarak yedeği olan sosyalistler değil; nesnel olarak ulusalcı (İşçi Partisi ve TKP gibi kimileri
öznel olarak da ulusalcı olan) sosyalistlerin kendilerine saldırmayı spor haline getirdikleri
liberallerdir.
Ulusalcı Sosyalistler liberallere sosyalizme saldırdığı için veya yeterince anti-emperyalist
olmadığı için vs. saldırıyorlar veya onları bu nedenle eleştiriyorlar.
Bizim liberallere eleştirimiz, hiç de onların sosyalizme saldırılarıyla ilgili değildir. Elbette
liberaller sosyalizme saldıracaklardır, tanımı gereği, eşyanın tabiatı gereği böyledir bu.
Ama keşke sosyalizme saldırsalar. "Keşke" diyoruz, çünkü onların sosyalizm diye bildikleri,
sosyalizmle ilgisi bulunmayan, bürokratik stalinist rejimler; bu bürokrasinin ideolojisi ve
pratiklerinden oluşan stalinizmdir.
Onlar aslında stalinist rejimlere ve stalinizme sosyalizm diye saldırarak, bu rejimleri ve
122
stalinizmi sosyalizm diye savunan Stalinistlerle ya da ulusalcı sosyalistlerle aynı sosyalizm
anlayışında anlaştıklarını ele vermektedirler. Bu anlamda liberallerin, sosyalizm anlayışları
bakımından, saldırdıkları stalinistlerden bir farkları da yoktur. ya da bu önerme tersinden
şöyle de formüle edilebilir: Stalinistlerin ve büyük ölçüde onlarla da çakışan ulusalcıların
sosyalizm anlayışlarıyla liberallerinki özdeştir.
Zaten tam da bu nedenle, eski stalinistler (Nabi Yağcı, Oya Baydar, Oral Çalışlar vs., vs.)
temeldeki bu metodolojik yakınlık ve özdeşlikleri nedeniyle kolayca liberal olabilirler, bir
zamanlar, sosyalizm idealinin itibarlı olduğu yıllarda da liberallerin kolayca stalinistler haline
dönüşmeleri gibi. TKP, TSİP, TİP yükselişlerinin ardında aslında bu akış vardı.
Liberaller keşke, gerçekten sosyalizme saldırabilseler ve saldırsalar, o zaman gerçek
sosyalizmin tartışılmasına yol açarlar ve niyetleri ne olursa olsun muazzam devrimci bir iş
yapmış olurlardı. Bu gün yaptıkları iş ise, stalinistlerle suç ortaklığı içinde sosyalizmle ilgisiz
düşünce ve davranışları sosyalizm olarak pazarlamaktır1.
Ama bu eşyanın tabiatı gereğidir ve burada esas tartışmak istediğimiz sorun bu değildir.
Biz liberalleri, kapitalizmi savundukları için değil, tutarlı demokratlar olmadıkları için
eleştiriyoruz. Hatta kapitalizm için en ideal koşulları en tutarlı demokrasi
sağlayabileceğinden, onları kapitalizmi bile doğru dürüst savunmamakla eleştirdiğimiz
söylenebilir.
Biz liberalleri demokrasiyi gündemin başına aldıkları için değil, bu konuda onlarla tamamen
anlaşıyoruz, demokrasi uğruna mücadelede sahte hayaller yaydıkları ve yaydıkları bu sahte
hayallerle bu mücadeleyi zayıflattıkları için eleştiriyoruz2.
Liberallerin ve AKP'nin nasıl bir mekanizmayla Askeri Bürokratik Oligarşinin bir destekçisi
olduğunu görelim.
*
Korkuların gerçeğe dayanıp dayanmadıkları değil korku olarak gerçeklikleri
önemlidir
Türkiye'de en az anlaşılar temel konu, Kürt sorununun çözümünün, şehir orta sınıfları ve
Alevilerin bu çözüme kazanılmasından, onların bu yönde aktif desteğinden veya en azından
hayırhah bir tavra çekilip tarafsızlaştırılmasından geçer. Bu olmadıkça hiç kimse Askari
Bürokratik Oligarşının onu tecrit edemez ve direncini kıramaz. Çünkü bu tabakalar, Askeri
1 Bunun daha spesifik bir biçimi, 68'lerin devrimcilerini ittihatçı olarak tanımlayarak 68'lerin o muazzam
devrimci yükselişini bu günkü ulusalcılıkmış gibigösteren ulusalcı sosyalistlerle aynı 68 kavrayışında
buluşmaktır. Deniz'i bir ulusalcı gibi gösteren ulusalcılar ile liberaller aynı madalyonun iki yüzüdürler. Örneğin
bir Mustafa Zülkadiroğlu ile bir Rasim Ozan Kütahyalı arasında bu bakımdan bir fark yoktur.
2 Tabii burada bir antı parantez olarak şunu belirtelim ki, liberal var liberalcik var. Bir tarafta radikal bir demokrasi anlayışına
daha yakın Ahmat Altan gibileri, diğer tarafta plebiyen Kürt özgürlük hareketine karşı gizleyemediği bir düşmanlığı sürekli
söyleşileri için seçtiği kişilerden sorduğu sorulara kadar her davranışıyla dışa vuran Neşe Düzel gibiler var. Biz burada liberaller
derken, genel ortalamayı ya da daha doğrusu tipik özellikleri ele alıyoruz.
123
Bürokratik Oligarşinin, onun siyasi ifadesi olan CHP'nin en büyük desteğini ve kitle temelini
oluşturmaktadır.
Yüzyılın başında sürülen ve katledilen Rum ve Ermeniler gibi bir yaşam tarzı olan, yani
Önasya-Akdeniz uygarlık alanının üç büyük ve birbirinin mirasçısı Roma, Bizans, Osmanlı
imparatorluklarının şehir kültürünün Türkiye'de yaşayan son temsilcileri olan şehir orta
sınıfları (ki bunların bir kısmı aynı zamanda Türkiye'nin gerçek egemeni Askeri Bürokratik
Oligarşi ile iç içedir), ve Orfeusçuluk, Hristiyanlık, Manicilik, Paulikanlık ve Alevilik
biçiminde varlığını sürdürmüş Anadolu ve Balkanların neolitik ortaklaşmacı köy komününün
heretik geleneğinden gelenler, politik İslam ve AKP'nin artan gücü ve etkisi karşısında tam
bir panik içinde bulunuyorlar.
Onlar bu korku ve panik duygusuyla Genelkurmay'ın ve askeri bürokratik oligarşinin yedeği
durumuna düşüyorlar. Böylece Askeri Bürokratik Oligarşi, hiç de küçümsenemeyecek
militan; etkisi gerek eğitim düzeyleri ve mevkileri, gerek şehrin modern toplumun sinir
merkezleri olması nedeniyle, nüfus içindeki oranlarından çok daha büyük, en azından nüfusun
üçte veya dörtte birini oluşturan (ki CHP'nin aldığı oy da aşağı yukarı bu aralıkta oynar) bir
kitle desteğine sahip bulunuyor ve bunu koşullar uygun olduğunda mobilize edebiliyor.
Bu korkunun haklı ya da haksız olduğu ayrı bir sorundur ama bu korku var ve bu tabakalar
yaşam tarzlarının ve kültürlerinin tehdit altında olduğuna inanıyorlar.
Bu korkunun haklı sebepleri olup olmadığının somut politika açısından bir anlamı yoktur.
İnsanlar kendilerini baskı altında hissediyorlar veya korkuyorlarsa, bu neredeyse nüfusun üçte
veya dörtte birlik bir kesimini kapsıyorsa, yapılabilecek olan bunu veri olarak ele almak
politikaları ona göre belirlemektir.
Bu korku, bu panik sınıfsal imtiyazlardan ziyade yaşam tarzına, kültüre ve inançlara ilişkindir.
Bu kadar geniş bir kitlenin egemen sınıf olmadığı ve olamayacağı, esas olarak içinde hiç de
küçümsenmeyecek ölçüde geniş bir işçi ve yoksul kesim bulundurduğu en sıradan gözlemle
bile görülebilir.
Bu korkunun gereksiz olduğu, temeli olmadığı yönündeki her argümana bu kitlenin kulakları
tıkalıdır. Aslında yaşam tarzının tehdit altında olduğu duygusu ve korkusu olmadığı
koşullarda dinleyebileceği ve kabul edebileceği hiçbir argümanı artık dinlememekte ve kabul
etmemektedir.
Örneğin, türbanın aslında müslüman topluluktaki kadının modern şehir hayatına katılmasının
bir aracı olduğunu, bir yanıyla elbette Müslüman erkeğin ve Müslüman burjuvazinin kadına
karşı bir baskısının ifadesi olduğu kadar, Müslüman kadınların evden çıkıp özgürleşme ve
toplum hayatına katılabilmek; erkekleri kendi oyunlarına getirip kendi silahlarıyla vurabilmek
için içgüdüleriyle geliştirdikleri bir savaş stratejisi olduğunu söylediğiniz, bunu örneklerle
desteklediğiniz zaman, aslında normal koşullarda bunları dinleyebilecek, hatta kabul edip
müslüman kadınları bu yolda destekleyebilecek, yani onların baş örtüsüyle okullara
gitmelerini bile destekleyebilecek olanlar, bir kirpi gibi içlerine kapanmakta, bunu anlamak
istememektedirler; böyle bir desteğin bir oyuna gelmeyle sonuçlanmasından
124
korkmaktadırlar.
Bu durumda, argümanların, ikna çabalarının hiçbir anlamı bulunmamaktadır. Korkunun
olduğu yerde akıl durur, korku belirler insanların davranışlarını.
Bu kitle, kendilerinin nüfusun daha küçük bir yüzdesini oluşturduklarını bildikleri için,
demokrasi ve seçimler sistemi içinde azınlıkta kalmaya mahkum olduklarını gördüklerinden,
bu zaaflarını dengeleyecek gücü, aynı zamanda sıkı ilişkiler içinde bulundukları ve benzer bir
yaşam tarzını paylaştıkları Askeri Bürokratik Oligarşide bulmaktadırlar ve ona her türlü
desteği sunmaya hazırdırlar.
Bu psikoloji ya da konumlanma kendini en veciz biçimde "Darbe olur ve ordu gelirse on yıl
geri gideriz, ama şeriat gelirse yüz yıl geri gideriz" sözleriyle ifade etmektedir. Bu basit bir
demagoji değlidir, bu kesimlerin içinde bulundukları çaresizlik ve köşaya sıkışmışlık
psikolojisinin ifadesidir. Çaresizlik ve köşeye sıkışmışlık duygusunun nasıl intiharvari bir
saldırganlıkla sonuçlandığı ise bilinir.
Yani şeriat tehlikesi olduğuna inanmasalar cuntalara karşı durmaya hazırdırlar, çünkü bizzat o
sözlerinde cuntaların ülkeyi birkaç on yıl geri götüreceğini de söylemektedirler.
Tek tek konuşulduğunda, bu kitleyi oluşturanlar aslında potansiyel olarak AKP'ye oy
verenlerden çok daha geniş ve radikal demokratik tedbirleri desteklemeye de eğilimlidir.
Peki bu durumda soruna nasıl yaklaşmak gerekir?
Bu kitleyi, korkularını böyle ifade ettiği için demokrasi düşmanlığı vs. ile suçlamak veya
onları kimi argümanlarla böyle bir tehlike olmadığına ikna etmeye çalışmak, gerçek sorunlara
gözleri kapamak olur. bu korku ve panigin kendisini bir gerçeklik olarak alıp ona uygun
politik cevaplar vermek gerekir.
Bu durumu nasıl ele almak gerektiğine ilişkin olarak şöyle bir örnek verilebilir.
Bir tarihte bir Çerkez bana "Çerkezlerin ulusal bir baskı altında olduğunu kabul ediyor
musun?" diye sormuştu.
Benim cevabım da şöyleydi: "Kendilerini Çerkez olarak görenler, ulusal baskı altında
olduklarını hissediyorlar ve kendilerini öyle görüyorlarsa öyledirler".
Bir Çerkez kendisinin ulusal baskı altında olduğu hissine sahipse, hayır sen ulusal baskı
altında değilsin diye ona argümanlar getirmek anlamsız olur. O kendini öyle hissediyorsa
öyledir. Yapılacak iş, ona bu hissi veren olguları ortadan kaldırmaktır. Bu yaklaşım bütün
uluslara, bütün dinlere, bütün kültürlere, bütün cinslere uygulanabilir. Ama o baskı haklı
görülüyorsa o ayrı bir sorundur.
Şehir orta sınıfları ve Aleviler de, kendilerini böyle bir tehdit altında hissediyorlarsa
öyledirler. Onlara böyle bir tehdit yok demenin bir anlamı yoktur ve doğru bir tavır değildir.
Yapılması gereken bu tehdit duygusunu yaratan koşulları ve olguları ortadan kaldırmlaktır.
Şehir orta sınıfları ve Aleviler, elbette şu an yaşam tarzlarıyla henüz açık bir baskı altında
değildirler ama bu yaşam tarzını savunan etkili bir gücün, örneğin ordunun gücünün, bir
125
dengeleyici unsur olarak bulunmadığı koşullarda, pek ala tıpkı bu gün türbanlı kızların
uğradığı baskılar gibi bir baskıya, bu sefer bu yaşam tarzını sürdürmek isteyenlerin hem de
sadece devlet aracılğıyla değil bir de kitle desteğiyle (mahalle baskısı) uğrayacakları ve bunun
çoğunluğa dayandığı için, çok daha da boğucu bir baskı olacağı da kesindir. Bu anlamda şu an
aktüel bir tehlike görünmese de, bu kesimlerin korkuları pek de temelsiz değildir.
Kaldı ki, bu tehlike bu günkü ehlileşmiş biçimleriyle politik iktidardan pay isteyen politik
İslamdan da gelmeyebilir. Çünkü Türkiye'deki politik İslam, burjuvazinin politik İslamıdır ve
radikal değildir. Türkiye'de radikal, plebiyen bir politik İslam damarı çok güçlü değildir.
Dünyü pazarı için üretim yapan "Anadolu kaplanları"nın işine gelmez böylesi "huzur ve
sükunu" bozacak radikal davranışları kışkırtmak.
Ancak Türkiye gibi, istikrarsız ve yoksul ve zengin arasındaki uçurumun çok derin olduğu bir
toplumda, ani bir ekonomik kriz, yoksul kitlelerin ve alt sınıfların hızlı bir radikalleşmesine
yol açabilir. Alt sınıfların radikalleşmeleri, bir Fransız devriminde, bugünkü Kürtler arasında
veya 70'lerin Türkiye'sinde olduğu türden, ille de demokratik hedeflerde bir radikalleşme ile
sonuçlanmayabilir; pek ala faşizme benzeyen biçimler de alabilir. Faşizm de küçük burjuva
kitlelerin ve işçi sınıfının alt kesimlerinin hızla radikalleşmeleriyle yükselişe geçmişti 1929
büyük buhranının ortaya çıkardığı koşullarda 1930'lar Almanya'sında. Ve bu günkü dünyanın
ideolojik ve politik atmosferinde esas güçlü olan olasılık budur.
Ayrıca yoksul ve alt kesimlerin özgürlükçü bir programa yönelmeyen radikalleşmelerinin her
zaman özellikle, nispeten daha üst toplum kesimlerinin giyim ve yaşam tarzlarına yönelik
saldırılarda ortaya çıktığı da bir sır değildir.
Dolayısıyla Türkiye gibi istikrarsız ve yoksullarına belli bir refah düzeyi sağlamaktan uzak bir
ülkede, yoksulların ani bir radikalleşmesi kendini modern batılı şehir hayatının sembollerine
karşı bayraklarla donanmış olarak, onlara karşı İslam ve Şeriat bayraklı bir haçlı seferine
dönüşebilir.
Şehir orta sınıfları ve Alevilerin korkularının ardında, bu olasılığın varlığı da çok ciddi bir yer
kaplamaktadır ve hiç de temelsiz değildir.
Ama nedeni ne olursa olsun ortada bir korku var ve bu korku nedeniyle şehir orta sınıfları ve
Aleviler, Askeri Bürokratik oligarşide bu tehdide karşı bir garanti görmektedirler ve onu
desteklemek için her şeyi yapmaya hazırdırlar. Bu nedenle Ergenekon davasını da Politik
İslamın ya da AKP'nin tek garanti görülen bu gücün dişlerini sökmeye ve kendilerini
korumasız bırakmaya yönelik bir komplosu olarak görmektedirler.
Bunu herkes çevresinde görebilir. Ben örneğin bizzat Annemde bunu görüyorum. Atık
85'lerinin ortalarına gelmiş, inançlı bir Müslüman ve çok radikal bir demokrat olmasına
rağmen, başının kapatılacağı ve Şeriat geleceği korkusu, onun her soruna gözünü kapamasına
yol açmaktadır. Aslında örneğin Kürtlerin haklarını en herkesin telaffuz etmekten korktuğu
biçimleriyle bile desteklemeye hazırdır. Tam bir fikir özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğünü
savunmaya hazırdır. Hette şeriat tehlikesine inanmasa, türbanlı kızların okula gitme haklarını
da savunmaya hazırdır. Ama bu korku yüzünden bütün bu sorunlara kulaklarını tıkamakta,
126
hiçbir argümanı işitmek istememektedir.
Nedeni ne olursa olsun bu durum bir veridir. Ve bu durum Türkiye'deki demokrasi
mücadelesinin kitlenmesinin en önemli nedenlerinden biridir. Ve aslında demokrasi
mücadelesinin saflarında yer alabilecek devasa bir güç, bu korku nedeniyle demokrasiye
düşman bir konumda bulunmaktadır.
CHP'nin başındaki Baykal'ın temsil ettiği gericilik biraz da bu korku sayesinde orada
durabilmektedir.
Bu durumlarda argümanlar değil ancak ve ancak somut işler, somut politikalar, davranışlar,
paradigma alt üst oluşları bu açmazdan çıkmayı sağlayabilir.
Bu durumu, Genelkurmayın ve Ergenekon’un manüplasyonlarıyla ve propagandasıyla
oluşmuş bir durum gibi görmek ve göstermek, sorunu hiç görmemek, ya da İslamcı
yazarların, Fehullahçıların ya da kimi Liberallerin gözüyle görmek olur.
Şehir orta sınıflarını, Alevileri bu açmaza mahkûm edenler bizzat İslamcılar, Fethullahçılar,
AKP'dir. Yani İslamcı burjuvazidir.
Bu mahkum edişin kendisi bizzat AKP ve islamcı burjuvazinin demokrasi istemediğinin,
aslında güçlü devletten yana olduğunun, sorununun sadece askeri, bürokratik, pahalı, gerici
devlet iktidarından daha büyük bir pay peşinde olduğunun en büyük kanıtıdır.
*
AKP Demokratikleşme İstiyor mu?
Liberaller, AKP'nin demokratikleşme istediği ama buna müsaade edilmediği ya da Kürt
Özgürlük Hareketinin varlığının onların bu yöndeki girişimlerini engelediği gibi bir
düşünceyi ve varsayımı tüm yazılarında ifade ediyorlar.
Buna karşılık biz, bugün AKP'nin temsil ettiği toplumsal güçlerin, yani özellikle Anadolu
Burjuvazisinin, demokratikleşme değil, bu gerici, askeri, bürokratik, baskıcı mekanizmayı
korumak, onun kontrolünü ele geçirmek istediğini; iktidardan güneşin altındaki yerine uygun
bir pay istediğini; liberallerin, bu amaç için yapılmış kimi taktik manevraları demokratikleşme
amacıymış gibi görüp pazarladıklarını ve demokratikleşme mücadelesini zayıflattıklarını
yazıyoruz.
Elbette biz, Türkiye'nin gerçek egemeni Askeri bürokratik Oligarşi'nin bu egemenliğinin
tasfiyesinin en önemli ve birinci sorun olduğunu söylüyoruz. Ama AKP'yi bizzat bu
egemenliğin sürdürülmesinin olmazsa olmazı olarak da görüyoruz.
Liberallerdern farklı olarak diyoruz ki: Türkiye'de Askeri Bürokratik Oligarşi ve Politik İslam
aynı madalyonun iki yüzüdürler ve varlıklarını sürdürmeleri için birbirlerine muhtaçtırlar.
Dolayısıyla ikisi de gerçek bir demokratikleşmeye karşıdırlar.
Bütün gelişmeler ve olgular bu dediklerimizi doğrulamaktadır. Buna karşılık liberaller
AKP'nin konjonktüre uygun manevraları karşısında coşkunluklar ve hayal kırıkları arasında
bir sarkaç gibi sallanmaktadırlar.
127
*
AKP Neden Gerçek bir demokratikleşme İsteyemez
Biz AKP'nin demokratik hedefleri olmadığının ve olamayacağının nesnel nedenlerini de şöyle
koyuyoruz:
Burjuvazi, ta 1848 devrimindeki ihanetlerinden beri tarihçe kesin olarak tasdik edildiği gibi,
demokrasinin ezilenlerce kendisine karşı bir silaha dönüştüğünü gördüğü için, artık
demokrasiden korkan, demokrasi düşmanı ve gerici bir sınıftır. O gericiliğini aydınlanmanın
demokratik ulusçuluğunu terk ederek; onun yerinebir ırka, soya, dile, dine dayanan
ulusçuluğa geçerek; aynı zamanda askeri, bürokratik ve militer olmayan, iktidarın her
düzeyde seçilmiş temsilcilerin elinde olduğu Ucuz Devlet hedefini terk ederek, merkezi,
bürokratik ve pahalı Güçlü Devlet'i onun yerine koyarak göstermektedir.
Ama Türkiye'de buna ek olarak, Burjuvazi, Hıristiyan ahalinin katliyle ve sürgünüyle "ilk
sermaye birikimi"ni yapıp ortaya çıkmış bir sınıf olduğu için (ve tam da bu nedenle politik
İslamı bayrak yaptığı ve yapabildiği için) bu gerici ve anti demokratik karakterin, çifte
kavrulmuş gericilik3 olduğunu da söylüyoruz.
Tam da bu nedenle burjuvazi, Demokrasi değil İslam bayrağıyla ortaya çıkmış ve yıllarca
ideolojik ve programatik hazırlığını böyle yapmıştır.
Bütün bu nedenlerle liberalleri, AKP veya Anadolu Burjuvazisi hakkında sahte hayaller
yaymakla itham ediyoruz.
*
AKP'nin somut politikaları
AKP'nin somut politikaları bütün bu sosyolojik tespitleri doğrular.
AKP'nin başındakiler gerektiğinde, en ince dengelere dayanan politikaları izleyebiliyorlar.
yani kavrayışları ve zekalarında bir sorun yok.
Eğer AKP, liberallerin gördüğü veya göstermek istediği gibi, bir parça demokratik bir
karaktere sahip olsa, yani şu askeri, bürokratik, krırtasiyece, keyfi merkezi, pahalı ve güçlü
devleti korumak ve ondan pay almak değil; bu cihazı tasfiye etmek ve onun yerine
demokratik ve ucuz bir cihazı geçirip bir demokratikleşme sağlamak gibi bir hedefi olsa; yani
şu askeri bürokratik oligarşinin egemenliğini gerçekten kaldırmaya ve onun yerine bir
parçacık demokratik bir düzen getirmeye niyeti olsa, daha doğrusu bu yönde sınıfsal bir
eğilimi olsa, şehir orta sınıfları ve Alevilerin bu korkuları karşısında, bırakalım bu yönde daha
önceden bir hazırlık ve demokratik ideolojik şekillenme olmamasını bir yana, sadece her
hangi bir mücadeleye girmiş gücün ya da insanın içgüdüsel olarak görebileceğini görüp
3 Burada şunu not edelim ki, AKP'nin veya burjuvazinin gericiliğinden söz ederken kullandığımız gericilik kavramı ile
Kemalistlerinkini de karıştırmamak gerekiyor. Bizim gericilik kavramımız demokratiklikle ve halkçılıkla özdeştir. Kemalistlerinki
ise anti demokratizmi meşrulaştırmanın aracıdır; metodolojik olarak da Pozitivist bir düzgün doğrusal ilerleme anlayışına dayalı,
o çok sevdiklerini söyledikleri "bilim" dışı bir kavrayıştır.
128
yapabileceğini yapar.
Nedir bu yapılabilecek olan?
Madem ki şehir orta sınıfları, modern batılı hayat tarzına alışmış olanlar ve Aleviler böylesine
bir korku ve panikle adeta domuz topu olmuşlar, her şeyi yapmaya hazır durumdalar, o halde
bunların bu korkularını izale etmek, onları tarafsızlaştırmak, böylece Askeri Bürokratik
Oligarşiyi bu geniş kitle desteğinden yoksun bırakmak gerekir.
Bu korkuyu gidermek için yapılabilecekler de aslında çok basit ve temel bir takım demokratik
tedbirlerdir. Örneğin diyanetin kaldırılması, imam hatiplerin kapatılması, okullardan din
derslerinin kaldırılması, bütün cemaatlerin dinsel görevleri, eğitimleri vs., kendi gönüllü
bağışlarıyla yapması. Devletin görevinin sadece bu hakları garanti altına almak olması. Yani
gerçek bir laiklik. Bu kadar basit.
Ve bütün bunlar için, yasa bile gerekmemektedir. Bakanlar kurulu kararıyla bile bütün
bunların çoğu yapılabilir.
Bunlar yapıldığı an, bu gün Genelkurmayın, Ergenekonun yedeği durumuna düşmüş bulunan
nüfusun yüzde yirmibeş veya otuzuna yaklaşan, CHP'ye ve Baykal'a mahkum olmuş, darbe
destekçiliğine bile razı olmuş bu geniş kitle, bir anda rahatlar, hatta bir sonraki seçimlerde
AKP'yi Türkiye tarihinde görülmemiş bir yüzdeyle tekrar iktidar bile yapabilir. O zaman bu
geniş kitle, şeriat gelir, sokağa çıkamaz oluruz, bu kültürümüzü sürdüremeyiz korkularını
attığı için, baş örtülü kızların üniversiteye gitmeleri özgürlüğünün de en büyük savunucusu
haline gelebilir.
Herşey bu kadar basittir aslında.
Bunu yaptığı an askeri bürokratik oligarşi bütün yedeklerinden tecrit olacağı için, onun
egemenliğine ve gücüne son verecek bütün tedbirler birbiri peşisıra kolaylıkla alınabilir.
Keza Askeri Bürokratik Oligarşinin kitle desteği kaybolduğunda bu güçler "Kürt sorunu"nun
çözümü içinz de en cesur adımlard bilekolaylıkla atılabilir hale gelir. Ayrıca Kürtlerin de
desteğini alan böyle bir hükümeti ve sınıfı kimse yerinden kımıldatamaz.
AKP'nin başındakiler bunları görmeyecek ve akıl edemeyecek kadar kör, esneklikten yoksun,
kıvraklıktan yoksun politikacılar değildir. Ama nedense bu yönde en küçük bile adım
atmamaktadırlar.
Ama AKP bunu yapmıyor ve yapmayacak.
Çünkü bunu yaptığı an gerçek bir demokratikleşmenin de yolunu açar, o andan itibaren o
gelişen demokratik ortamda Türkiye'nin bütün ezilenleri, yoksulları ve işçileri hızla örgütlenip
kendi çıkarlarını korumaya demokratik bir kontrol oluşturmaya başlarlar. O zaman ise,
iktidar, arpalıklar vs. hepsi kaybolmaya başlarlar yavaş yavaş. O zaman Türkiye'de sadakaya;
avane, kliyan ilişkilerine dayanan bu şarklı sistemin yerine, haklara dayanan, modern
toplumda örgütlü bir şekilde çıkarlarını savunan toplumsal gruplara dayanan az çok batı
ülkelerindeki gibi bir toplumsal yapı yerleşmiş olur.
Ama AKP böyle yapmayarak ve yapmaktan korktuğu için, Genelkurmay'ın en azından yüzde
129
yirmi beşlik militan bir şehir orta sınıfları ve Aleviler desteğini garantilemesini sağlamakta,
onun egemenliğini sürdürmesinin aracı olmaktadır.
Diğer bir ifadeyle Genelkurmay'ın da, Askeri Bürokratik Oligarşinin de egemenliğini
sürdürebilmek için, AKP'ye ihtiyacı vardır. AKP korkusu ve sopası olmasa, o şehir orta
sınıflarını ve Alevileri kendi yedeği olarak ağılına tıkamaz.
*
Nesnel Desteğin Kendi Dinamiği
Ama burjuvazinin korkusunun sonuçları sadece bu noktada kalmaz, onun da kendi iç dinamiği
vardır.
AKP demokratik olmadığı, politik İslam aracılığıyla şehir orta sınıflarını Askeri bürokratik
oligarşiye mahkum ettiği için, bırakalım demokratikleşmeyi bir yana, gerçek hedefi olan,
kendisinin bu güçlü devlete ortak olma ve iktidardan pay alma hedefine bile ulaşamaz.
Bu süreç, sadece AKP bir süre sonra yıpranmaya başlayacağı, iktidar arpalıkları yozlaşmayı
hızlandıracağı için gerçekleşmez. Şimdiden AKP'yi desteklemiş yoksul Müslüman kesimler
AKP'den uzaklaşmakta ve eleştirileri giderek daha yüksek sesle ve dehe radikal tonlarda
çıkmaktadır. Ama sorun sadece bu değildir.
Bizzat AKP'nin kazandığı başarılar ve yaptıkları, Askeri bürokratik oligarşinin, AKP'nin
yapamadığı nı yapacak ve AKP'yi tecrit edecek, bir esneklik kazanmasına ve kendini
yenilemesine yol açar. Bu biraz mikroplarla antibiyotiklerin ilişkisine benzetilebilir.
Nasıl 28 Şubat, Saadet Partisinin sonunu getirdi ve politik İslamın kendini yenileyerek daha
geniş ve esnek AKP'ye dönüşmesini ve onun iktidarını sağladıysa; bir süre sonra, bizzat
Ergenekon tevkifatı da, askeri bürokratik oligarşi içindeki, en şoven, mafyalaşmış, gerici
kesimlerin tasfiye ederek ve güçten düşürerek, daha reformcu ve esnek kesimlerinin etki ve
gücünün artmasının, buna bağlı olarak seslerinin de daha gür çıkmasının yolunu açacaktır.
Yani nasıl politik İslam, Askeri bürokratik Oligarşinin 28 Şubat sopası ile kendini
yenileyebildi ise, Askeri Bürokratik Oligarşi de AKP'nin Ergenekon sopası ile kendini
yenileyecektir.
Aslında olan tam da budur. Bu eğilim şimdiden görülebilir. Örneğin Baykal'ın "Açılım"ları
tam da bu sürecin, bu eğilimin görünümleridir.
AKP, şehir orta sınıfları ve Alevilerdeki korkuları ortadan kaldırmak için kılını bile
kıpırdatmazken, en küçük bir demokratikleşme ve gerçekten laikleşme adımını göze
alamazken, CHP baş örtülülerdeki korkuyu ve ön yargıları kaldırma yolunda küçük
başlangıçlar yapmaktadır. Keza son olarak Kürt sorununda Baykal'ın söyledikleri, benzer bir
dönüşümün Kürt sorununda da başladığını göstermektedir. Yedinci Ok gibi siteler de bu
eğilimin yansımalarıdır.
Yani bir süre sonra bu günkü roller tam tersine dönebilir. Askeri Bürokratik oligarşi, pek ala
Müslümanları tarafsızlaştırarak, daha gerici Iraklı Kürtlere dayanarak "Kürt Sorunu"nu
130
"çözmeye" kalkan AKP karşısında, daha modern ve laik Kürtlerle ittifaka girerek AKP'yi
tecrit edip, etkisizleştirerek, kaybettiği mevzileri tekrar geri alabilir. Hatta bunun için 27
Mayıs gibi bir darbe yapmasına bile gerek olmayabilir.
Böylece çok partililiğe geçişin ve 27 Mayıs'ın yol açtığı türden, egemenliğini en azından bir
çeyrek yüzyıl daha sürdürmeyi sağlayacak düzenlemeleri yapabilir.
*
Avrupa Birliği Neden Türkiye'yi Üye Yapmaz?
Liberallerin yaydığı ikinci hayal, Avrupa Birliği'nin Türkiye'nin demokratikleşmesini istediği
veya Avrupa Birliği hedefinin Türkiye'nin demokratikleşmesini sağlayacağı hayalidir.
Buna karşılık biz, Avrupa Birliği'nin Türkiye'de demokratikleşme istemediği gibi, Askeri ve
Bürokratik oligarşiyle nesnel bir çıkar ortaklığı içinde bulunduğunu yıllardır yazıyoruz4.
Avrupa Birliği'nin Türkiye'nin demokratikleşmesine karşı olmasının nedeni de, onun var oluş
nedeni ve jeopolitik çıkarlarıdır.
O her şeyden önce Amerika'ya karşı öncelikle bir ekonomik bir rekabet gücü oluşturabilmek
sornra da bunu bir politik ve askeri rekabet gücüne dönüştürebilmek; ABD'nin ipoteğinden
kurtulmak için kurulmuştur.
Ve bu yolda Avrupa, Amerikaya karşı bir denge oluşturabilmek için, ta de Gaulle'den beri
Rusya ile ittifaklar kurmak zorundadır. Rekabet ve Jeopolitik onu buna zorlamaktadır.
Buna karşılık Türkiye Rusya'nın gücü ve etki alanı karşısında, tam da Avrupa Birliği'nin
Rusya'yla ittifaklar kurmak zorunda olması nedeniyle, Amerika ile bir ittifak ve denge
kurmak zorundadır.
Türkiye küçük bir ülke olsaydı, Avrupa Birliği açısından çok büyük bir sorun oluşturmazdı bu
konumlanışlar. Ama Türkiye büyük bir ülkedir ve nüfusu da çok büyüktür. Bu büyüklükte bir
ülke, Avrupa Birliği içindeki bütün dengeleri alt üst eder. Avrupa Birliği içindeki bir Türkiye
İngiltere ve diğer doğu Avrupa ve Akdenizin kimi ülkeleriyle birlikte, ABD'nin Avrupa
birliğine egemen olması, Avrupa Birliği'nin ABD'ye karşı bir politik ve diplomatik ağırlık
geliştirememesi, sardece iktisadi ve mali bir birlik olarak kalması demektir. Bu ise tam da
ABD'nin istediği Avrupa Birliği'dir.
Bu nedenle ABD Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmesinin en büyük destekçisidir.
Öte yandan Avrupa Birliği de bilmektedir ki, demokratikleşmiş bir Türkiye'nin Avrupa
Birliği'ne girmesini engellemek güç olur. Bunun için de Türkiye'nin demokratikleşmesine
çomak sokmak, Avrupa Birliği'nin hedefleri ve stratejik çıkarları gereğidir.
Türkiye'nin büyüklükleri ve Avrupa Birliği içindeki, İngiltere gibi ABD müttefik ve uzantıları
dikkate alındığında, bu Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmesinin Alman - Fransız ekseninin
4 Elbet Avrupa Birlği içinde farklı eğilimler olduğunu biliyoruz. Ama esas olarak Avrupa Birliği demek, Alman-Fransız ekseni
demektir ve aslında Fransa'yı öne sürerek arkada libero oynayan ve Hitler gibi bir "Avrupa Kalesi" oluşturan Almanya demektir.
Almanya'nın bu duruşu belirleyicidir.
131
kontrolü kaybetmesi ve ABD – İngiltere ekseninin Avrupa Birliğinin kontrolünü ele geçirmesi
anlamına geleceğine göre, Türkiye'nin Avrupa Briliği'ne girmesi sorunu, aslında ABD ve
Almanya arasındaki emperyalist rekabete ilişkin bir sorundur. Son duruşmada, bu
mücadelenin sonucu Avrupa Birliği'ne girip girmemeyi belirler.
Liberaller, demokrasi istediği yönünde hayaller yaydıkları burjuvazinin isteksizliğini ve
yalpalamalarını görünce, Kürt özgürlük hareketinin plebiyen demokratik karakteriyle de
uyuşamadıklarından, demokratikleşmeyi Avrupa Birliği'ne girişin bir yan ürünü olarak elde
etmeye çalışırlar.
Ama tam da böyle yaparak, deklare ettikleri demokrasi amacını torpilleyen ikinci bir intihar
politikası izlemiş olurlar. Sahte hayaller yayarak demokrasi mücadelesini zayıflatırlar.
Biz ise, demokratikleşmeyi Avrupa Birliği'nin normlarına ve baskılarına bağlamanın tam da
demokratik mücadeleyi zayıflattığı ve sahta hayaller yaydığını; Avrupa Birliği'nin bütün
yaptıklarının aslında demokrasi mücadelesini zayıflatmaya ve Türkiye'yi Avrupa Birliğine
giremez durumda tutmaya yönelik olduğunu anlatmaya çalışırız.
Eğer Avrupa Birliği Türkiye'nin gerçekten demokratikleşmesini istese, Türkiye'deki biricik
ciddi demokrasi gücü olan Kürt Özgürlük Hareketini destekler, Öcalan'ı Türk devletine teslim
etmezdi. Avrupa Birliği ise, Kürt Özgürlük hareketinin en büyük düşmanıdır ve ortadoğudaki
en demokratik, halkcı ve örgütlü bu harekete karşı Barzanilerin, Talabanilerin destekçisidir.
Liberaller de, tıpkı Avrupa Birliği ve AKP gibi, Kürt hareketi içindeki en modern, en
plebiyen, en özgürlükçü, en demokratik ve gerici bir milliyetçilikten uzak Kürt Özgürlük
Hareketine karşı, en gerici, en milliyetçi, en demokratik, en üst sınıflara dayanan Barzani,
Talabani ve onların benzerlerini ve paralellerini desteklemektedirler.
İşte tam da bu nedenle ve tam da böyle yaptıkları için, demokrasi mücadelesini
baltalamaktadırlar.
*
Avrupa Birliği Konusunda Ulusalcı Sosyalistler ve Demokratik Sosyalistler
Diğer o sözümona "anti emperyalist", "anti kapitalist" vs. sosyalistlerden farklı olarak biz
Avrupa birliği'ne girmenin Türkiye'de refah ve demokrasiyi geliştirmeyeceğini söylemiyoruz.
Aksine, Avrupa Birliği Türkiye'yi gerçekten almak istese ve alsa bu otomatikman belli bir
demokratikleşme ve refah sağlar.
Eğer Avrupa Birliği Türkiye'yi almak istese, bir zamanlar Portekiz, İspanya ve Yunanistan'a
yaptığı gibi kendi normlarını dayatıp, gereken politik güçleri destekleyip, Euroları da akıtsa,
Türkiye'nin tıpkı o Akdeniz ülkeleri gibi olabileceğini ve bunun da Türkiye'deki insanların
büyük bölümünün umut ve beklentileriyle uyuştuğunu söylüyoruz.
Biz olgulara gözlerini kapayanlardan değiliz.
Yani Türkiye'nin o ulusalcı sosyalistlerinden farkımız şudur. Onlar Avrupa Birliği'ne
girmenin Ezilenlerin ve İşçilerin ekonomik ve demokratik konumlarında bir iyileşmeye yol
132
açmayacağını söyleyerek karşı çıkarlar. Biz aksini söyleriz. Çünkü Avrupa Birliği demek,
sadece burjuvazi demek değildir, Avrupadaki burjuvazi ve işçi sınıfı dengesi de demektir.
Avrupa Birliği demek, işçi sınıfının ve modern çağların işçi hareketinin demokratik ve sosyal
kazanımları da demektir. Ve bu işçiler, bu kazanımlarını daha kötü durumdaki (örneğin
Türkiye'deki) işçilerin rekabetine karşı korumak için, kazanımlarını Avrupa Birliği'nin
normları haline de getirmişlerdir. Bu normlar Türkiye'nin bugünkü gerçeğine göre çok ileri
bir sosyal ve demokratik haklar manzumesi demektir5.
Ama biz bundan Avrupa Birliğine girmek sonucunu çıkarmayız. Çünkü bu son duruşmada,
Türkiye'de yaşayan insanların yeryüzünün imtiyazlıları arasına girmesi demektir,
yeryüzünden imtiyazlılığın kalkması değildir. Bu beyazlığı yok etme değil, beyazlar arasına
katılma demektir. Yani ulusalcı bir perspektiften liberallerin Avrupa'ya girmeyi savunmanın
gerekçesi olan Türkiye için daha çok refah ve demokrasi. bizim için Avrupalılığın yok
edilmesinin, yani uluslara ve ulusal sınırlara savaş çağırımızın gerekçesidir.
*
Askeri Bürokratik Oligarşi Neden Avrupa Birliği'ni İstemez
Ama İşçi Sınıfı ve Burjvazi arasındaki mücadele ve dengeyi yansıtan bu normlar, aynı
zamanda Genelkurmayın, böyle bir demokaratik haklar manzumasenin olduğu yerde, eskisi
gibi devlete ve tüm politikaya egemen olamayacağı anlamına da gelir. O nedenle Askeri
Bürokratik Oligarşi de Avrupa Birliği'ne girmekten çıkarlı değildir.
O kendisinin iktidarını koruyacak normlar dışı özel bir konum koşuluyla Avrupa Birliği'ni
evet demektedir. Ama bu da Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmesi değil, Avrupa'nın
Türkiyeli olması anlamına gelir.
Dolayısıyla Avrupa Birliği'ne damga vuran Alman - Fransız çıkarları ile Genelkurmayın, ya
da Askeri Bürokratik Oligarşinin çıkarları çakışmaktadır. İkisi de farklı gerekçelerle,
demokratik bir Türkiye istemezler.
Ve işte Avrupa Birliği, tam da bu nedenle, yani sonucu hiçbir zaman demokrasi olmayacağı,
Avrupa hakkında sahte hayaller yaydıağı için, burjuvazinin ve liberallerin politikalarını
destekler.
Ama liberaller de kendilerine verilen bu desteği, kendilerini demokratlar olarak gördükleri
için, demokrasiye verilmiş bir destek gibi görerek, yaydıkları sahte hayallere daha bir inançla
bağlanırlar.
*
Özetle, biz liberalleri, diğer sosyalistlerden farklı olarak, tutarlı demokrat olmamakla; tam da
5 Biz bir sosyalistin, Avrupa Birliğine girme konusunda, demokrasi ve refah sağlamayacağı için değil, çünkü bu
olgularla uyuşmaz, veya tam da bunları sağlayacağı için değil, bunların imtiyazlılar arasına katılmak anlamına
geleceği ve imtiyazları yok etmek hedefiyle çeliştiği için karşı çıkması gerektiğini; sosyalistlerin Avrupalılığı
ortadan kaldırmayı, yani her türlü ulusal sınırları ortadan kaldırmayı hedef alması gerektiğini söylüyoruz.
133
tutarlı demokratlar olmadıkları için, kendi öznel niyetlerine rağmen egemenliğine karşı
mücadele ettiklerine inandıkları Askeri Bürokratik Oligarşinin gücüne ve egemenliğine nesnel
olarak hizmet ettikleri için eleştiriyoruz.
Liberallerin deklare ettikleri amaçlarıyla o amaçlara uluşmak için dayanmaya çalıştıkları
güçler,stratejiler ve taktikler çelişmektedir diyoruz.
Buna karşılık ulusalcı sosyalistleri de, "sınıf", "anti-emperyalizm", "ekonomik talepler",
"Sosyalizm" gibi gibi şiar ve hedefleri öne çıkararak fiilen demokratik görevlerden kaçtıkları
için, yani hedefleri açısından eleştiriyoruz.
Ulusalcı sosyalisler sadece kaba ulusalcılardan ibaret sanılmamalıdır. "Demokratik
Cumhuriyet değil, Sosyalist Cumhuriyet"; "Emeğin talepleri"; "Emeğin politikaları"; "emek
eksenli politikalar", "önce sınıfa gidelim" gibi binbir ince biçimi var bunun sosyalistler
arasında.
Ve Türkiye'de güçlü bir demokrasi cephesi bulunmamasının en büyük sorumlusunun
sosyalistlerin bu ulusalcı karakteri olduğunu söylüyoruz.
En radikal demokratlar olan ve olması gereken sosyalistler demokrat olmayınca, bir
demokrasi cephesinin şekilleneceği bir kristalizasyon tohumu bulunmamakta, tüm demokratik
özlemler buharlaşıp, politik İslam, Alevilik, Kürtlük vs. görünümler altında burjuvazinin
değirmenine su akıtır duruma gelmektedir.
Sosyalistlerin demokrat olmadığı bir ortamda Liberallerin demokrat olması da beklenemez
elbette.
*
Türkiye'nin Lassale'cıları
Aslında tavrımız, on dokuzuncu yüzyılda Almanya'da Marks ve Engels'in izledikleri çizginin
sürdürülmesinden başka bir şey değildir. Aynı çizgi yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde çarlığa
karşı Lenin ve Bolşevikler tarafından da izlenmiştir.
Bu çizgi, Prusya Yunkerliği ve Burjuvazi karşısında tarafsız değildir. Bu çizgi burjuvaziyi
Prusya Yunkerliğine karşı tutarlı ve kararlı mücadele etmemekle, demokrat olmamakla suçlar
ve kendi demokratik programını ortaya koyar. Bu çizgi çarlık ve Rus burjuvazisi (Kadetler)
karşısında tarafsız değildir. Kadetleri yani Rusya'nın liberallerini, AKP'sini çara karşı
mücadele etmemekle, onunla uzlaşmakla, nesnel olarak ona güç vermekle suçlar.
Örneğin, AKP ve Ergenekon tevkifatı söz konusuolduğunda, "Yesinler birbirini, ikisi de
egemen güçtür" diyen veya Burjuvaziye karşı "anti kapitalist", "Anti emperyalist" bir
söylemin ardına sığınıp, askeri bürokratik oligarşiyi ana hedef olmaktan çıkararak fiilen onun
desteği durumuna düşen bir tavır değildir bu.
Bu Marks ve Engels'lerin en sert biçimde eleştirdiği tavrın adı Lassale'cılıktır.
Bismark'ın veya Almanyadaki Prusyalı Bonapartist rejimin yerine Türkiye'deki Askeri
Bürokratik Oligarşiyi; korkak, pısırık; korkaklığı ve pısırıklığı nedeniyle henüz bir
134
aydınlanmacı olduğu dönemlerde bile, ideallerini Müzik ve Felsefe gibi en keşfi zor
biçimlerde ifade ederek o devasa Klasik Alman Felsefesi'ni ve Klasik Müziğin büyük
ustalarını (Bach, Mozart, Beethoven vs.) ortaya çıkarmış, sonra da bu ideallere ihanet etmiş,
1848 devrimini ezilenlerden korkusundan satan "Franfurt Parlamenterleri"ni çıkarmış; soya
dayanan bir ulusçuluğu keşfetmiş Alman burjuvazisinin yerine de, hiçbir şey çıkaramamış
Türkiye'deki korkak, politik İslam'ı bayrak yapan AKP'yi veya sözümona "laik" burjuvaziyi
koyabiliriz.
Tıpkı bugünkü Türkiye'nin ulusalcı sosyalistleri gibi, esas hedef olarak burjuvaziyi gösterip
gerçek egemene saldırmayanlar, o zamanın Almanyasında da işçi ve sosyalist hareket içinde
vardı. Lassale örneğin, burjuvaziye karşı bir anti kapitalizm bayrağını yükselterek fiilen
Bismark'ı desteklemiş oluyordu. Ve onlar bizdekiler gibi, karikatürleri de değildi. Lasale
Almanya'da politik bir işçi hareketini oluşturmuş en önemli kişilerden biriydi.
O zamanlar Marks ve Engels, Bismarkizmin egemen olduğ bir ülkede (yani Türkiye gibi
Askeri bürokratik oligarşinin gerçek politik iktidarı elinde bulundurduğu bir ülkede)
Lassale'ın yaptığı gbi, burjuvaziye ve kapitalizme saldırmayı "alçaklık" olarak tanımlıyorlar
ve şöyle yazıyorlardı örneğin:
"Esas olarak bir tarım ülkesi olan Almanya'da sanayi proletaryası adına yalnızca burjuvaziye
saldırmak ve köy proletaryasının büyük feodal soylular tarafından ataerkil biçimde "sopayla"
sömürülmesine hiç ses çıkarmamak bir alçaklıktır." (Marks 1865)
Marks'ın o zaman Almanya için söylediklerini bu günün Türkiyesi için şöyle formüle etmek
mümkündür:
"Esas olarak ulusun dile, soya hatta ırka dayanan bir Türklükle ve bir Sünnilikle tanımlandığı
bir ülke olan Türkiye'de, İşçi sınıfı adına yalnızca burjuvaziye ve emperyalizme saldırmak,
Ordu ve Bürokrasi tarafından Kürtlerin; Alevilerin ve diğer halkların baskı altında
tutulmasına ses çıkarmamak alçaklıktır."
Marks yaşasaydı, Türkiye'nin 1900'lü ve 2000'li yıllarının Ulusalcı-Lassalcılarına herhalde
böyle derdi.
Ama burada daha da ilginç bir nokta var, Marks, Lassal'ın bu politikasını nesnel olarak
eleştirmekle kalmıyor, onun fiilen de Bismark ile bir uzlaşma yaptığı kanısını da taşıyordu.
Daha sonra arşivler açıldığında böyle olduğu da ortaya çıkmıştır bildiğim kadarıyla.
Bismark'la işbirliği yerine bugün Genelkurmay veya Ergenekon ile işbirliğini koyarsak pek
yanılmış olmayız. Yani ortada sadece nesnel bir politik ihanet veya alçaklık değil, öznel ve
bilinçli yapılmış bir ihanet de vardır. Bütün belirtiler bu yöndedir.
*
Ordular Savaşı ve Fikirlerin Savaşının Temel Farkı
Nasıl Genelkurmay ile Burjuvazi aynı madalyonun iki yüzüyse ve birbirlerinin varlığını
meşru gösteriyorlarsa, Türkiye'nin liberallere saldırmayı iş edinmiş sosyalistleri ile bu
sosyalist karikatürü ulusalcıları hedef tahtasına koyarak sosyalizme saldırmayı iş edinmiş
135
liberalleri de aynı madalyonun iki yüzüdürler ve birbirlerinin varlığına haklılık kazandırırlar.
İkisi birden ortaklaşa biribirlerini hedef tahtasına koyarak, bizler gibi devrimci ve demokratik
görevleri öne koymuş sosyalistleri ve bakışları susuş kumkumasına getirirler.
Elbette bizler gibi radikal demokrat sosyalistlerden hareketle sosyalizm fikrine saldırmak ve
onun değerden düşürmek pek kolay değildir.
Gerçi böyle davranarak liberaller de kendi amaçları açasından savaşın yasalarına uymaktan
başka bir şey yapmış olmazlar. Savaşın yasası, savaşanların savaşı düşmanının istediği
koşullarda değil kendi istediği koşullarda kabul etmesidir. Bir diğer yasası ise, güçlerin en
irisini düşmanın en yaralanabilir yerine, en zayıf yarına yığmaktır.
Liberaller açısından, Sosyalizme saldırmak için bizler iyi bir koşul ya da hedef sunmayız
çünkü. Ayrıca, sosyalizmin karikatürlerine ve onu toyca savunanlara eleştiri oklarını
yönelterek çok daha kolay başarı kazanılabilir.
Ama genel olarak savaş sanatı açısından geçerli olan bu kuralın, demokratik amaçları
olduğunu söyleyenler için geçerli olmaması gerekir.
Gramsci'nin dediği gibi, ezilen sınıflardan ya da demokrasiden yana olduğunu söyleyenler,
fikir savaşında, askerlikteki savaşın aksine, rakibin en zayıf yerine en büyük güçle vurmayı
seçmezler ve seçmemelidirler; rakip görüşlerin en güçlü, en yetkin savunucularını
seçmelidirler. Hatta böylesi yoksa onu yaratmalıdırlar. Ancak böyle ezilenlerin geri yanlarına
hitap etmeyip, güçlendirmeyip, o geri yanlarla karşı mücadele edebilirler.
Yani aslında liberaller sosyalizme onun karikatürleri aracılığıyla saldırarak insanların geri
yanlarına hitap etmiş ve kendi deklare ettiği demokratik amaçlarıyla çelişmiş olurlar.
Ama böyle yaparak, burjuvazinin aslında artık demokratik olmadığı sosyolojik gerçeğini, yani
Marksizmi, bir kez daha kendi davranışlarıyla doğrulamış olurlar.
Böylece liberaller yanlışlığnı söyledikleri Marksizmin doğruluğunu somut davranışlarıyla
somut olarak kanıtlamış olurlar.
25 Mayıs 2009 Pazartesi
136
Aykırı Bir Analiz
Savcıların generalleri tutukladığı şu günlerde; ulusalcılar kıyamet ya da panik, liberaller ve
politik İslamcılar zafer havası içindeyken; ayrıntılar arasında boğulmak istemeyen ve oyunun
genel gidişi ve ağırlık noktası hakkında daha kuşbakışı bir kavrayışa ulaşmak isteyen bir
satranç oyuncusu gibi, olaylara geriye çekilerek uzaktan bakmakta yarar var.
Böyle zamanlarda, genel sosyolojik ve tarihsel eğilimler üzerinde durarak, olayların,
aktörlerin ve çatışan güçlerin onlara yüklediği anlamlarıyla değerlendirmenin girdabına
kapılmadan, nesnel anlamlarını açığa çıkarmak ve genel gelişme eğilimini belirlemek daha
büyük önem taşıyor.
Genel ve tarihsel eğilimlere baktığınızda ise, şu an çok önemli olan veya öyle gibi görünen
güçlerin ve eğilimlerin aslında çok da önemli olmadığı veya göründüğü gibi olmadığı ortaya
çıkar.
Bunu fizikten şöyle bir benzetmeyle açıklamak mümkün olabilir. Bir tek hücreli yaratık hatta
küçük bir böcek için, yer çekiminin hiçbir önemi yoktur. Ama küçük boyutlar ve bu
boyutlardaki canlılar için, örneğin sıvılardaki yüzey geriliminin, yani atomları birbirine çeken
güçlerin önemi çok daha büyük ve hayatidir. Bu nedenle, bakteriler veya küçük böcekler için,
çekim gücünü algılamayla ortaya çıkmış, yukarı ve aşağı gibi kavramlar bir şey ifade etmez.
Ama örneğin bir fare veya bir fil için suyun yüzey gerilimi artık hesaba bile katılamayacak
derecede hiçbir anlamı olmayan bir kuvvet haline gelir. Yerçekimi dolayısıyla yukarı ve aşağı
gibi kavramlar o canlı için hayati bir önem kazanır.
Benzeri durum genel ve sosyolojik eğilimlerle günlük politika arasındaki ilişkide de söz
konusudur. Tarihsel veya temporal boyutlarda kısa ve uzun dönemlerde; topluluklarda küçük
ve büyük boyutlarda benzer ilişkiler görülebilir.
Bu kısa girişten sonra, iki aykırı tespitle başlayalım.
Birincisi, bütün bu gelişmeleri her iki taraf da İslamcı Burjuvazinin veya Politik İslam’ın ve
onların politik ifadesi olan AKP’nin, “Askeri Vesayet Rejimi”ne karşı bir başarısı (veya bakış
açısına göre, İslamcıların Laiklere karşı bir darbesi) olarak görme ve gösterme eğiliminde.
Ulusalcılar ve Laikler; Liberaller ve Politik İslamcılar, birbirine zıt gibi görünen bu iki taraf
(ki neredeyse tüm egemen basın ve entelektüel hayat demektir bu gün) aynı değerlendirmede
anlaşmaktadırlar.
Bu bakış, olayların ardındaki derin değişmeleri ve güçleri görmemek, o güçlerin yansılarına
göre gelişmeleri değerlendirmek olur. Her iki taraf da bu aynı yanlışı yapmaktadır.
Bütün bu gelişmeler, Burjuvazinin marifeti değildir, her şeyden önce İşçi Sınıfı ve Kürt
Özgürlük Hareketinin var oluşu ve mücadelesi sayesinde mümkün olabilmiştir. Bunu biraz
açalım.
137
İşçi sınıfı deyince herkesin aklına Sendikalar, Sosyalist Partiler, Grevler geliyor. Bu işçi
sınıfının sendikalist ve ekonomist algılanışıdır.
İşçi sınıfı modern bir sınıftır, genel eğilimlerini bir şekle toplumsal hayatın içinde yansıtır ve
yansıtacak kanalları yaratır. Bu kanallar çoğu kez hemen görülemeyebilir ve
anlaşılamayabilir.
Tipik bir örnek verelim, başörtüsü. Altmışlarda ve yetmişlerde işçi sınıfı, uzun saç, İspanyol
paça ve geniş yakalı gömlekler ve bunun muadili kadın kıyafetleriyle var olan sistem
karşısında eğilimlerini dile getiriyor, kültürel dönüşümler yapıyor ve siyasete ağırlığını CHP
ve diğer sosyalist parti ve gruplar aracılığıyla koyuyordu.
Seksenlerden sonra ise, aynı işçi sınıfı başını örterek, Askeri bürokratik oligarşinin bayrağına
ve kadınların sarıya boyanmış saçlarına karşı, başörtüsünü bayrak yaparak ve aynı zamanda
bu bayrak aracılığıyla kadını sokağa toplumsal hayata katmanın başka yollarını bularak;
giderek CHP ve diğer sosyalist gruplardan uzaklaşarak eğilimlerini dile getirmeye başladı.
İşçi sınıfının bu eksen kayması aynı zamanda Saadet ve Refah’ın aşılıp, ortaya kitlesel AK
Parti’nin ortaya çıkışına da denk gelmektedir. Sendikalist ve ekonomist bir bakış açısı İşçi
Sınıfını bu gelişmelerde göremez. Ama daha derine inen bir sosyolojik bakış açısı bunu
görebilir.
İşçi sınıfı, en büyük silahı olan oylarıyla AKP’yi destekleyerek, Ordunun her tehdidi ve darbe
teşebbüsüne oylarıyla daha güçlü ve sert cevap vererek, fiilen ordunun siyasi gücünü ve
hareket alanını daraltarak, bu günkü gelişmelerin yolunu döşedi. İşçi sınıfının bu desteği ve
oyları olmasaydı, burjuvazi bu günkü adımları atabilecek ne gücü ne de cesareti bulabilirdi.
Son gelişmelerde dünyadaki politik konjoktürünün uygunluğu ve uluslar arası desteğin de
önemi üzerine geniş yorumlar yapanların bu çok temel gücün esas rolünü görmemeleri
anlamlıdır.
İkinci büyük güç ise, politik bir güç olan, Kürt Özgürlük Hareketidir. Kürt özgürlük hareketi,
liderini bile esir olarak kaptırmasına rağmen var olmaya devam etmeseydi. Var olmakla
kalmayıp, politik mücadelede yeni alanları zapt etmeseydi. Ve nihayet bütün bunların yanı
sıra Türk Ordusuna ağır askeri yenilgiler tattırmasaydı, bu günkü gelişmelerin esamesi
okunamazdı. Burjuvazi, İşçi sınıfının ve Kürt Özgürlük hareketinin pişirdiği yemeği
yemektedir şimdi ve kendisi yediğine göre kendisinin pişirdiğini iddia etmektedir.
Aslında Kürt Özgürlük Hareketi de bir ölçüde İşçi Sınıf ve Hareketi olarak görülebilir. DTP
veya bu hareketin bir derneğine giden esas kitlenin aşiret bağlarından kopmuş, şehre gelmiş
modern ücretli insanların, İşçi Sınıfının en alt katmanlarının bu hareketin omurgasını
oluşturduğunu görür. Sadece biraz daha ruhça köylü ama aynı zamanda daha alttaki bir işçi
sınıfına dayanmaktadır bu hareket de.
Bütün zıt görünüşüne rağmen kadınların durumu da iki harekette benzemektedir. Şehirlerde
veya politik İslam içinde, kadının evden çıkıp sosyal hayata katılmasının aracı olan
başörtüsünün Kürdistan’daki karşılığı, kadın gerillaların elindeki Klaşinkovlar ve cinsel ilişki
yasaklarıdır.
138
Kürt hareketinde ve politik İslam’da temel modern sınıfların durumları da farklıdır. Politik
İslam’da bayrak burjuvazidedir; politik hareketin başını burjuvazi çeker. İşçiler oyları ve
bayraklarıyla, kültürel kotlarıyla onlara destek verirler adaletsizlikleri gidermeleri ve daha
geniş bir özgürlükler alanı sağlamaları için.
Kürt Özgürlük hareketinde ise, her ne kadar yeterince şehirli bir ruh egemen olmasa da,
öncülük bir şekilde işçilerdedir, Kürt burjuvazisi bağımsız bir parti olarak çıkamamakta,
hareketin içinde hem destek hem köstek olmaktadır. Aslında AKP’ye oy veren geniş işçi
kitleler ile Kürt Özgürlük hareketinin çekirdeği; Kürt Özgürlük hareketine hem destek hem de
köstek olan burjuvazi ve AKP’nin yönetimi birbirine daha yakındır. Bu çakışmayı engelleyen
ise, sınıfsal çıkarlar değil, kültürel ve tarihsel araka planlardır.
Olaylara böyle baktığımızda, Türkiye’deki değişimlerin motorunun İşçi Sınıfı olduğu, bu
sınıfın, Politik İslam ve Kürt Özgürlük hareketi gibi politik biçimler altında kendi genel ve
tarihsel eğilimlerini yansıttığı görülür. Bunu burjuva sosyologları da bir şekilde ifade
ediyorlar ve Türkiye’nin artık bir köylü değil, şehirli ve sanayi toplumu olduğundan söz
ediyorlar. İşçi sınıfsız şehirli ve sanayileşmiş olunamayacağına göre, bu İşçi sınıfının rolünün
utangaçça kabulünden başka bir anlama gelmez.
Bu iki tespitten sonra bir üçüncü tespit daha yapalım.
Askeri Bürokratik Oligarşi, “İdeoloji” veya bir “Rejim” veya bir “Politika” değildir.
Türkiye’deki sosyalistlerin çoğu, Askeri Bürokratik Oligarşiyi, bir “İdeoloji” olarak
tanımlama eğilimindedir ve Kemalizm’le yapılacak bir ideolojik mücadelenin onunla en iyi
mücadele aracı olduğunu sanmaktadırlar. Fikret Başkaya’dan, İsmail Beşikçi’ye kadar geniş
bir yelpaze vardır böyle. Bunların dillerinden düşürmediği kavram “Kemalist İdeoloji”dir.
Bir de Askeri Bürokratik Oligarşi’yi bir takım idari ve hukuki düzenlemelerle ortadan
kaldırılabilecek bir Politika veya Rejim olarak tanımlayan genellikle Liberal diyebileceğimiz,
geniş bir kesim bulunmaktadır.
Ne var ki ne ideolojik mücadele, ne de politik ve hukuki düzenlemeler askeri bürokratik
oligarşinin toplumsal temeline dokunamazlar. Bu gücün çok sağlam ve derinlere giden bir
toplumsal temeli bulunmaktadır. Bu toplumsal temel, ekonomi dışı cebir aracılığıyla, artı
ürünün bir bölümüne el koyulmasıdır. Yani özünde kapitalizm öncesi bir soygun ve sömürü
ilişkisi üzerinde var olur bu tabaka.
Türkiye’de bir zamanlar toprak ilişkilerinde feodalizm (Kapitalizm öncesi) aranırdı. Tam da
modernleşmeleri yürüten “Devlet sınıflarının” bu modern öncesi sömürüye dayanan tabaka
olduğu kavranamazdı.
Askeri ve Bürokratik bu devlet cihazı var oldukça, bu toplumsal güç var olmaya devam eder.
Bu gücü ancak radikal ve devrimci bir demokratik program tasfiye edebilir. Yani bu pahalı,
baskıcı, bürokratik, keyfi cihaz tasfiye olmadan bu gücün ortadan kaldırılması mümkün
olmaz. Dolayısıyla bu son gelişmelerin bu gücün temellerine hiçbir şekilde dokunmayacağı
bellidir.
139
Ayrıca Askeri Bürokratik Oligarşinin kendi içinde, çok uzun zamandan beri, bugünkü politika
ve yapıya karşı bir yenileme ihtiyacını dile getiren, “aynı kalmak için değişmemiz gerekiyor”
diyen güçlü bir reformcu kanat bulunmaktadır. Ve bu iç mücadele kimi politikacıların,
subayların ve gazetecilerin öldürülmesi gibi çok sert biçimlerde de yıllardır sürmektedir. Eğer
böyle bir kanatın desteği ve varlığı olmasa bu günkü gelişmelerin hiç birisi olmayabilirdi.
İşçilerin ve Kürt Hareketinin darbeleri bu kanadın konumunu güçlendirmiştir. Bu sayede en
gizli toplantı ve planlar gazete sayfalarına geçmiştir.
Bu durumda, şu sonucu kolaylıkla çıkarabiliriz. Bütün bu tevkifatlar, davalar, askeri
bürokratik oligarşinin gücünün budanması gibi görünen ve bu şekilde liberallerce alkışlanan
gelişmeler nesnel olarak Askeri Bürokratik Oligarşi’nin kendini daha modern bir ideoloji ve
politikayla donatması, politika ve ideolojiye egemen fosillerin tasfiyesi ve etkinliğinin
kırılması, ama aynı zamanda yeniden gücünü kazanmak için stratejik bir ricat; ileriye fırlamak
için gerilemesi olarak da görülebilir.
Şöyle tersinden bir benzetme belki durumu kavramayı kolaylaştırabilir.
28 Şubat, Politik İslam’ın ideolojik ve politik olarak kesin bir tasfiyesi gibi görülüyordu. Ama
onun sosyal temellerine dokunmadığı ve dokunamayacağı için, aslında İslamcı Burjuvazi’ye
fosilleşmiş eski ideoloji ve politikadan kurtulma ve daha geniş bir cephe oluşturma gereğini
gösterdi ve olanağını sundu.
AKP, tam da 28 Şubat’ın ürünü olan bu gelişmeler ve değişimler sayesinde, laik burjuvazi ve
işçi sınıfının desteğini alarak ezici bir seçim zaferiyle iktidarı aldı. Güç yerinde duruyordu ve
gücünü politik alana yansıtabilmesi için uygun ideolojik ve politik biçimlerin ortaya çıkıp
gelişmesinin yolunu açmıştı bu budama.
Şimdi de, AKP, bu borcunu ödüyor sayılabilir askeri bürokratik oligarşiye. Şimdi aynı
şekilde, bizzat kendisi demokrat olmadığı için, Askeri bürokratik oligarşinin temellerine
dokunmadığından ve dokunamayacağından, bu budama fiilen Askeri Bürokratik Oligarşi’nin
fosilleşmiş ideoloji ve politikalardan kurtulmasının yolunu açacaktır. 28 Şubat’ın İslamcı
Hareket’e yaptığı gençlik aşısını, Ergenekon tevkifatlarıyla AK Parti hükümeti Askeri
Bürokratik Oligarşiye yapmaktadır.
Aslında, bu anlamda bakıldığında, AKP, Askeri bürokratik oligarşi içinde reformcu
denebilecek; “aynı kalabilmek için değişmeliyiz” diyen kanat için kestaneleri ateşten
çıkarmaktadır da denebilir.
Ama askeri bürokratik oligarşi, gerçek politik iktidarı, aldığı artı ürünü vermemek için bu
tazelenmiş ideoloji ve politikalarla (ve muhtemelen buna uygun yeni öndelikler ve kadrolarla)
mücadelesine devam edecektir.
*
Yarın öbür gün, Askeri bürokratik oligarşi, 27 Mayıs döneminde olduğu gibi, demokratik
özlemlerin bayrağını ele geçirip, AKP’nin Barzani ve Talabani ile ittifakı karşısında Kürt
Özgürlük Hareketi ile ittifak yapıp, İslamcı Burjuvazi karşısında Laik burjuvaziyi de yanına
140
alıp kendini yenilemiş bir güç olarak ortaya çıkabilir ve çıkacaktır da muhtemelen.
O zaman, Kürt Özgürlük Hareketi, kendisini bir yol ağzında bulacaktır. (1) Bu olanaktan
yararlanıp, üzerindeki tecridi kırarak gerçekten köklü demokratik dönüşümlerin başını
çekebilen bir güç haline dönüşebilir. (2) Ama kendini yenilemiş Kürt-Türk Askeri Bürokratik
oligarşisinin kadrolarına da dönüşebilir. Tabii böyle bir dönüşüm, Kürt Özgürlük Hareketi
içindeki çok güçlü demokratik eğilimlerin kanlı bir tasfiyesiyle atbaşı gider.
Kendini yenilemiş bir askeri bürokratik oligarşi ve onun ipleri elinde tuttuğu asma yaprağı bir
parlamentarizm mi, yani Şarklılığın modern biçimi mi, yoksa askeri bürokratik oligarşinin
toplumsal temellerini yok eden bir demokratik devrim mi, yani Batının Orta Doğu’ya
yayılması mı?
Hangi yolun üstün geleceğinde her şeyden önce Kürt Özgürlük hareketi içinde şimdiden
oluşacak birikimler, hazırlıklar ve uyanıklıklar belirleyici olacaktır.
Bunun için işçi hareketinin tarihsel deneylerini incelemenin büyük önemi vardır.
Sovyetlerin, ondan önceki ve sonraki bütün devrimlerin bürokratlaşmalarının ve devrimler
içindeki karşı devrimlerin tarihi bunun dersleriyle doludur.
24 Şubat 2010 Çarşamba