demir kucukaydin - 12 eylul uzerine yazilar - v-3

84
Demir Küçükaydın 12 Eylül Üzerine Yazılar Yayınları

Upload: demir-kuecuekaydin

Post on 10-Mar-2016

268 views

Category:

Documents


7 download

DESCRIPTION

 

TRANSCRIPT

Page 1: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

Demir Küçükaydın

12 Eylül Üzerine Yazılar

Yayınları

Page 2: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

12 Eylül Üzerine Yazılar

Demir Küçükaydın

(Üçüncü Sürüm – 21 Ağustos 2012)

Bu kitapta yer alan yazılar daha önce çeşitli gazete ve internet sitelerinde yayınlanmıştır.

Dijital Yayınlar İndir – Oku – Okut - Çoğalt – Dağıt

Bu kitap Köxüz sitesinin dijital yayınıdır.

Kar amacı olmadan, okumak ve okutmak için, indirmek, dijital olarak basmak ve dağıtmak serbesttir.

Alıntılarda kaynak gösterilmesi dilenir.

Yayınları

Page 3: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

12 Eylül Üzerine Yazılar

İçindekiler

İkinci Basılışa Kısa Bir Not.................................................................................................... 4

12 Eylül Rejiminin Karakteri Üzerine 12 Eylül’den Hemen Sonra Yazılmış İki Yazı ......... 5

12 Eylül Rejiminin Karakteri Üzerine.................................................................................... 6

Cunta’nın 1 Nolu Bildirisi.................................................................................................... 49

“Türkiye’de Sosyalist Hareketin Tarihini Yazacaklar İçin Tezler” Adlı Yazıdan 12 Eylül ve Öncesiyle İlgili Bölüm ......................................................................................................... 54

XIX................................................................................................................................... 54

XX .................................................................................................................................... 55

XXI................................................................................................................................... 55

XXII ................................................................................................................................. 56

XXIII ................................................................................................................................ 56

XXIV................................................................................................................................ 57

XXV ................................................................................................................................. 57

12 Eylül Üzerine Düşünceler ...............................................................................................59

Kemalizm, 12 Eylül, Duvar’ın yıkılışı, Özel Savaş ve Çürüme........................................... 65

Teori ve Politika (12 Eylülcülerin ve Diğerlerinin Yargılanması Karşısındaki Tavırlar Üzerine) ................................................................................................................................ 75

Page 4: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

İkinci Basılışa Kısa Bir Not

12 Eylül üzerine yazılmış yazılar derlememesini tekrar yaylınlıyoruz. Derlemeye sadece geçen yıl yazdığımız 12 Eylül üzerine yazıyı bu seneki küçük bir notla birlikte ekledik.

Ayrıca bir de, yine 12 Eylül döneminde Niğde cezaevinde yazdığımız, Ertuğurul Kürkçü’nün 12 Eylül rejiminin karakterini ele alan yazısını polemik olarak eleştiren çok uzun, neredeyse orta boy kitap olacak bir yazı vardı. Ama bu yazı henüz dijitalize edilemediğinden bu derlemede yer almıyor.

12 Eylül 2010 Pazar

Page 5: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

12 Eylül Rejiminin Karakteri Üzerine 12 Eylül’den H emen Sonra Yazılmış İki Yazı

Bu sene 78’liler vakfının girişimleri sayesinde 12 Eylül darbesi ve rejimi kısmen daha bir gündeme oturdu ve hatırlandı. Ama yazılan yazılara bakıldığında, 12 Eylül darbesinin hangi tarihsel ve toplumsal koşullarda mümkün olduğu; bu rejimin karakteri gibi konularda hemen hemen hiçbir yazı görülmüyor.

Bu vesileyle 12 Eylül darbesi ve rejimi üzerine bu gün bulunduğumuz yerden, yeni veriler ve daha gelişmiş kavramsal araçları kullanarak bir yazı yazmaya niyetlenmiştim. Tabii bu arada o zaman bu konuda yapılmış bazı tartışmaları gözden geçirmek ve hatırlamak da gerekiyordu. Bu vesileyle eldeki malzemeleri karıştırırken, 12 Eylül’den hemen sonraki dönemde 12 Eylül rejiminin karakteri üzerine yazdığım ve artık neredeyse unuttuğum bir yazıya rastladım. Yazıyı okuyunca, o zamanki bilgi düzeyine rağmen yeni de pek fazla yanlış bir şeyler söylemediğimi fark ettim.

Bu arada araya giren başka işler nedeniyle 12 Eylül darbesi ve rejimi üzerine yeni bir yazı yazmak için zaman da kalmamıştı ve başka acil işler ve konular kendilerine sıranın gelmesini bekliyordu. Bu sene yeni yazı yazamasam da hiç olmazsa 12 Eylül üzerine 12 Eylül’den hemen sonra yazılmış bu ki yazıyı hiç olmazsa dijitalize ederek bir ölçüde eksiği kapatabileceğimi düşündüm.

Yazılar 12 Eylül’den hemen sonraki günler ve aylar içinde Niğde Cezaevi’nde yazılmıştı. Sonra gizlice dışarıya çıkarılmış ve Almanya’da çıkan Der Weg – Yol adlı derginin Mayıs 1981 tarihli 12-13’üncü sayısında yayınlanmıştı. Yazılar o dönemin tartışılan konularını ve atmosferini göstermesi bakımından ilginçtir ve bir tarihsel belge özelliği de taşımaktadır.

Aslında yazıların, en azından Rejimin karakteri üzerine olanın, ağırlıklı konusu 12 Eylül rejiminin karakteri olmaktan ziyade, bu rejimin karakterini açıklayacak kavramsal araçlar üzerinedir ve bu anlamda skolastik bir niteliği vardır. Tıpkı Lenin’in Devlet ve Devrim’i gibi, Marksist kavramların otantik anlamları üzerinedir ve onların bayağılaştırılmasına ve unutulmasına karşı bir mücadele için yazılmıştır. Daha sonra 12 Eylül rejimi konusuna zaman zaman geçer ayak göndermeler şeklinde çeşitli yazılarımızda değindiysek de, bu konuda ayrı bir yazı yazmadık. Sadece daha sonra PKK üzerine yazdığımız bir yazıda, 12 Eylül’e ön gelen koşullar üzerine nispeten daha geniş bir değerlendirmede bulunmuşuz. O yazıdan bu bölümü de yine aktarıyoruz.

13 Eylül 2004 Pazartesi

Page 6: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

12 Eylül Rejiminin Karakteri Üzerine

12 Eylül bir dönüm noktasıdır. 12 Eylül' de kurulan rejimin niteliğinin doğru bir biçimde çözümlenmesi yolundaki teorik görev, en acil pratik görevlerimizden biridir. Çünkü yeni rejimin niteliğinin, dolayısıyla ona yol açan sınıf ilişkilerinin herhangi bir yanlış tanımlaması, devrimcilerin daha dolaysız pratik görevlerini, taktiklerini de yanlış belirlemelerine yol açar. Bu da, ister istemez, yeni güç ve zaman israfına, disiplinin aşınmasına, giderek yeni yenilgilere neden olur. O halde, bu yazı çerçevesinde, 12 Eylül rejimi' nin karakterini çözümleme görevinin yapmaya, ya da en azından bu çözümlemeyi taslaklaştırmaya çalışalım.

I

12 Eylül Darbesi diyalektiğin sıçrama momentine karşı düşer. Diğer bir değişle bir nitelik değişikli ğidir...

Bunları yazarken bir itirazı duyar gibi oluyoruz: "Nitelik değişikliğinden söz ediyorsun. Nitelik

değişiklikleri toplumda devrimlere veya karşıdevrimlere karşılık düşerler. 12 Eylül'de ise bu

anlamda bir değişiklik söz konusu değildir. Egemen sınıf değişmemiştir. Devlet aynı devlettir.

Eğer karşıdevrim anlamımda bir nitelik değişikliğinden söz ediliyorsa, bu, ister istemez 12

Eylül öncesi rejimin daha ilerici olduğu, dolayısıyle kutsanması anlamını taşır. . . " Ve benzeri şeyler.

Bu gibi itirazlar çoğu kez ilerici ve haklı kaygılardan kaynaklanırlar. Ancak, teorik olarak böyle bir itiraz, nicelik ve nitelik kategorilerini soyut, mutlak, değişmez bir şekilde anlamaktan, nicelik ve nitelik değişmelerinin çelişkili bir birlik karakteri taşıdıklarını, diyalektiğin bu temel kategorilerinin de diyalektik olduklarını kavramamaktan kaynaklanır.

Nicelik ve nitelik değişmeleri göreli (izafi) kavramlardır. Belli bir bakımdan bir nicelik değişikli ği gibi görülen olay, başka bir bakımdan bir nitelik değişikli ği karakteri gösterir. Bu nedenledir ki, nicelik ve nitelik değişmeleri aynı olgunun farklı görünümleridir. Bunu bir kaç örnekle açalım.

Matematikten bir örnek: 1; 2; 3; . . . 9 hep birler hanesindeki sayılardır. 9'dan sonra nicelik birikimi bir nitelik değişikli ğine yol açar ve onlar hanesine geçilir. Onlar hanesine göre l'den 2'ye, 2'den 3'e geçişler hep nicelik değişmeleridir. Diğer yandan bu değişmeler tam sayılardan küçük artışlara göre nitelik değişmeleridir. Birler hanesi niteliğine göre 1, 1; 1, 2; 1, 3; . . . 1, 9 nicelik değişmeleri olurlar. Demek ki, nicelik değişiklikleri aynı zamanda nitelik değişiklik-leridir. Hem birbirinin aynı, hem biribirirnin zıddıdırlar.

Biyolojiden bir örnek: doğum ve ölüm bir canlının hayatı bakımından birer nitelik değişikli ğidir. Ama o canlının içinde bulunduğu tür ve o türün başka bir türe dönüşmesi

Page 7: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

açısından, o tür içindeki binlerce canlının doğumu ve ölümü bir nicelik değişikli ği karakteri taşırlar.

İşte biz, 12 Eylül Darbesi'ni bir nitelik değişikli ği olarak tanımlarken, böyle göreli bir anlamda nitelik değişikli ğinden söz ediyoruz. Yoksa elbet bir sosyal devrime göre 12 Eylül bir nicelik değişikli ğinden başka bir şey ifade etmez. Yukarıda var saydığımız itiraz, bu göreliliği kavrayamadığı için eksik ve yanlıştır. Şimdi konuyu biraz daha açalım.

Burjuvazinin egemenlik biçimleri değişmez değildir. Belli koşullarda belli bir biçim, burjuva egemenliğinin korunması ve gelişmesininin aracı olurken, bir süre sonra koşulların değişmesine bağlı olarak, o egemenliğini koruma görevini yapamaz olur. Olumluluk olumsuzluğa dönüşür. O zaman eskiyen biçimin (kabuğun) yerine yeni bir biçimin koyulması, ağır ya da hafif, uzun ya da kısa sancılı bir döneme, yani hükümet ya da rejim bunalımlarına yol açar. Bu bunalımlar çoğu kez, yeni durumun ihtiyaçlarına uygun bir hükümet ya da rejimin kurulmasıyla sonuçlanır.

Bu bunalım dönemleri, burjuva egemenliğinin en zayıf anlarıdır. Doğadaki yaratıklar bile, en zayıf anlarının doğum yapacakları, kabuk ya da gömlek değiştirecekleri anlar olduklarını içgüdüsel olarak bilirler. Bu nedenle böyle anlarla emin bir yer bulmaya çalışırlar.

Burada, hükümet ve rejim bunalımlarını ayırmak, sınırlarını daha net çizmek gerekiyor. Hükümet ve rejim değişiklikleri aynı değerde değildir. Elbet bugünkü bunalımlar çağında, her hükümet ya da rejim bunalımı devrimci bir bunalıma dönüşebilme potansiyeli taşır. Ancak, bu potansiyeli taşımaları, hatta çoğu kez hükümet ve rejim değişikliklerinin çakışması, bu ayı-rımı, bu soyutlamayı yapmamızı engellememelidir.

Şöyle diyebiliriz; Hükümet değişiklikleri, belirli bir rejim çerçevesinde olan nicelik değişiklikleridir. Hükümet değişiklikleri özünde, verili bir devlet biçimi(rejim) çerçevesindeki politika değişiklikleridir. Değiştirilen, ya da tartışma konusu olan, aracın (rejimin, devlet biçiminin) niteliği değil, o aracın hangi politika yönünde kullanılacağıdır.

Rejim bunalımları ve değişiklikleri ise, aynı zamanda hükümet değişiklikleri ile çakışsalar da, bizzat aracın, yani devlet biçimini, rejimin kendisini tartışma konusu yapar ve değiştirir. Burjuva devlet cihazının örgütlenmesinde ve yapısında oldukça önemli değişiklikler rejim değişikliklerinin belirleyici niteliğini oluştururlar.

Örneğin 1975'den sonraki MC Hükümetleri, CHP koalisyonları, AP azınlık hükümeti değişikliklerinde, araç yani rejim değişmemiştir, parlamentarizm niteliği sürmüştür. Ama 12 Eylül'de rejim değişmiştir. O halde, sözü geçen hükümet değişiklikleri, 12 Eylül rejim değişikli ğine göre nicel değişikliklerdir.

12 Eylül ise, önceki parlamentarizme göre bir nitelik değişikli ğidir.

Biz Türkiyeli devrimciler açısından bu ayrımların büyük önemi vardır. Çünkü bu ayrımlar yapılmamakta, kafa karışıklığına yol açmaktadır. Bu kafa karışıklığının özünde ayrılıklar arasındaki ayrılıkları görmemek, kategorileri birbirine karıştırmak yatmaktadır.

Örneğin parlamentarizm, faşizm, bonapartizm, askeri diktatörlük özünde aynı burjuva devlet

Page 8: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

çerçevesinde, başka başka burjuva devlet biçimleri (rejimleri)dir. Ama skolastik Marksistler, bu rejimlerin yalnızca birini (ve çoğu kez faşizmi) tüm bu rejimleri içine alan çok daha genel bir kategori durumuna yükseltmekte, yani onu burjuva egemenliği genel kavramıyla özdeşleştirmekte, tüm rejimlerin özü haline getirmekte ve böylece "Parlamenter Faşizm", "Açık Faşizm", "Askeri Faşizm" vb. gibi bir sürü saçma sapan kavramlar türetilmektedir. Türkiye’de çok yaygın olan bu kavrayış açısından, 12 Eylül'de "Parlamenter Faşizm" den "Askeri Faşizm" e geçildiğini söylemek gayet kolaydır.

Buradaki temel yanılgı nedir? Buradaki temel yanılgı, hem yukarıda sözünü ettiğimiz nitelik ve nicelik kategorilerinin ilişkisini kavramamaktan, hem de yine bununla bağlantılı olarak

Diktatörlük kavramının politik ve sosyolojik kullan ımlarının birbirine zıt içeri ğini ayıramamaktan gelir.

Özellikle toplum bilimlerinde bir terim bambaşka içerikli kavramların karşılığı olarak kullanılabilir. Kullanımdaki bu içerik ayrılıklarını görmemek sık sık yanılgılara yol açmaktadır…

Örneğin Felsefi madde kavramıyla, Fizik bilimindeki madde kavramı bambaşka içeriklere sa-hiptirler. Hatta bir de günlük dilde, klasik fiziğin kullanımına yakın olarak cisim anlamında da kullanırız. Ama bu bambaşka kavramları hep aynı terimle karşılarız: Madde…

Şimdi, idealizme karşı sözüm ona materyalizmi savunan bir yazıda, madde kavramının hep ona fizik bilimindeki ya da günlük dildeki içeriğinin yüklenerek kullanıldığını göz önüne getirelim. Savunulan maddecilik en bayağısından mekanik bir maddecilik olacaktır. Eğer yazıda bol miktarda Marksist terminoloji de kullanılmışsa, gramatik olarak yerli yerinde kullanılmış madde kavramlarının felsefi olmayan bir içeriğe sahip olduklarını kavramak, görmek son derece güç olur. Böyle yanlış bir kullanımım farkına varabilmek epey bir soyutlama gücü gerektirir. Ama bizzat bu karışıklıklardır ki, giderek daha derin çözümlemelerin, kavramların dakikleşmesinin yoluna açar.

Diktatörlük kavramının kullanımı bakımımdan da benzer bir karışıklık söz konusudur.

Diktatörlük terimi, günlük politik dilde kullanılan biçimde ya da metafizik anlamıyla demokrasinin zıddıdır. Ama sosyolojik ya da özcül, diyalektik anlamıyla demokrasinin ta kendisidir . Örneğin „en demokratik cumhuriyet özünde burjuva diktatörlüğüdür“ dediğimizde, onu sosyolojik anlamıyla kullanmış oluruz. Keza "proletarya diktatörlüğü

proletarya demokrasisidir" dediğimizde de. . .

Küçük burjuva devrimcileri, finans-kapital diktatörlüğünün bir biçiminden başka bir şey olmayan faşist diktatörlüğe, finans-kapital diktatörlüğü özcül anlamını yüklerler, yani ona sosyolojik kullanımdaki içeriği verirler. Bu mantıkla, her finans-kapital rejimi faşist diktatörlüğün farklı biçimleri olmaktadır.

Gerçekte ve doğru kullanımda, küçük burjuva devrimcilerinin "parlamenter faşizm" dedikleri parlamentarizm de, "askeri faşizm" dedikleri bonapartizm veya askeri diktatörlükler de, "açık faşizm" dedikleri faşist diktatörlük te, "faşist diktatörlüğün" değil, finans-kapital diktatör-lüğünün farklı biçimleridir. Onlar aynı rejim ya da devlet biçimi içindeki nicelik değişiklikleri

Page 9: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

değil, aynı sınıf diktatörlüğü içindeki başka devlet biçimleridir. Onlar, "faşist diktatörlük" çerçevesindeki nicelik değişmeleri değil, finans-kapital diktatörlüğü çerçevesindeki nicelik değişmeleridir. Ama onlar, faşist diktatörlüğe göre nitelik değişmeleridir.

Türkiye'de hemen hemen tüm devrimcilerin terminolojisine yerleşmiş olan bu uydurma kavramların ne kadar saçma anlamlar içerdiğini daha iyi göze batırabilmek için, aynı yanılgıyı başka bir alana taşıyalım…

Kölecilik, feodalizm, kapitalizm birbirinden nitelikçe farklı üretim biçimleridir. Hepsinin ortak özelliği sınıfların ve sömürünün olmasıdır, ilkel ve modern sosyalizmden bu nitelikleriyle ayrılırlar. Eğer sınıfsız bir toplum açısından bakarsak, onlarda değişen sömürünün biçimidir, bir bakıma sömürüye dayanan toplumlardaki nicelik değişiklikleridir…

Şimdi tutup ta, hepsi özünde sınıflı toplumdur diyerek, çok genel bir kategori olan sınıflı toplum kavramının içeriğini kapitalizme yüklediğimizi varsayalım. Bu mantıkla kolayca "köleci kapitalizm", "feodal kapitalizm" gibi saçma sapan kavramlar türetebiliriz. "Köleci

kapitalizm" kavramı ne kadar olanaklı ise, "parlamenter faşizm" kavramı da o kadar olanaklı-dır. Her ikisi de aynı metodolojik yanılgıyı içermektedirler. Biri bambaşka üretim biçimlerini çiftleştirmekte, öbürü devlet biçimlerini. Biri kapitalizme çok daha bir genel kategori olan sınıflı toplum kavramının anlamını yüklemekte ve böylece "köleci sınıflı toplum" diyecek yerde "köleci kapitalizm" demekte, öbürü "faşist diktatörlük" kavramındaki diktatörlüğe genel sosyolojik anlamını yüklemekte, ve örneğin: "parlamenter finans-kapital diktatörlüğü" diyecek yerde "parlamenter faşizm" demektedir.

Evet, bütün bu kullanımlar anlamsız saçmalıklardır. Ama saçmalık olarak vardırlar, bir gerçektirler… Ve "gerçek olan aklidir". O halde bu anlamsızlığın bir anlamı, bir açıklaması da olmalıdır.

Stalinizm’in, kendine özgü, beyni bir çelik çemberin içine hapseden ve kendi içinde kapalı bir sistem oluşturan bir mantığı vardır. Bütün bu örneklerde ele aldıklarımızda böyle bir mantığa sahiptirler.

Diktatörlük kavramınım sosyolojik kullanımına biçimsel, politik anlamıyla diktatörlük kavramının içeriğini yüklemek bürokrasinin ve onun teorisyeni Stalin' in politik, ideolojik ihtiyacı idi. Böylece bürokrasinin diktatörlüğü gizlenip, proletarya diktatörlüğünün en yetkin biçimi gibi gösterilebiliyordu.

Proleterya diktatörlüğü kavramındaki diktatörlük deyimi sosyolojik bir içeri ğe sahiptir.

Yani proletarya diktatörlü ğünün diktatörce bir yönetim olduğu anlamına gelmez, nasıl sosyolojik kullanımıyla burjuva diktatörlüğü o anlama gelmez ve bu diktatörlüğün en yetkin biçimlerinde burjuvazi açısından gerçek bir demokrasi varsa öyle. Yani proleterya diktatörlüğü, proletarya demokrasisidir ve proletarya bu demokrasiden birçok parti aracılığıyla yararlanabilir. Çünkü sınıflar monolitik değildirler, çeşitli zümreler vardır. Bürokrasi de bu zümrelerden biridir proletarya diktatörlüğünde. Ama bugünkü işçi devletlerinde var olduğu gibi sınıf diktatörlüğü, bir zümre diktatörlüğü biçiminde de var olabilir. Ve böyle egemen bir zümre, kendi egemenliğini koruma ve güçlendirmeye yarayan

Page 10: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

biçimi bizatihi proletarya diktatörlüğünün özü gibi göstermek zorundadır egemenliğini sürdü-rebilmek için.

Bu nedenle hiç bir Stalinist'te proletarya diktatörlüğünün Marks, Engels, Lenin'deki gibi bir kavranışına rastlanamaz. Stalinistler proletarya diktatörlüğü kavramına sosyolojik, özcül değil biçimsel, politik anlam yükleyince kendi içinde tutarlı olabilmek için bu kavrayışı simetrik ya da zıt olarak burjuva diktatörlüğüne de uygulamak zorunda kalırlar. Eğer "sol" bir politika uygulanıyorsa, zıddı yapılır. Örneğin Faşist Diktatörlük kavramına sosyolojik içerik yüklenir. Yok, eğer "sol" çocukluk asılmış, reformizme varılmış ve sağ bir politika izleniyorsa burjuva demokrasisinin özünde bir diktatörlük olduğu unutulur ve bu sefer demokrasiye sosyolojik içerik verilir. Böylece demokratik öz burjuvaziye terk edilir, diktatörce biçimler proletaryanın payına kalır.

Stalinistler kadar hiç kimse sınıf düşmanlarına böyle ideolojik silahları kendi elleriyle sunmamışlardır. Yukarıdaki mantık program ve taktiklere de yansır. Burjuva demokrasisinin burjuva diktatörlüğünün bir biçimi olduğu unutulunca faşizm karşısında demokrasiyi savunmak için burjuvazinin kuyruğuna takılmakla kalınmaz, burjuvazinin demokrasi şampiyonu kesilerek sosyalizme karşı ideolojik saldırısı için alan açılır. Ve son aşamada, demokrasi şampiyonluğunu burjuvaziye bırakmamak için proletarya diktatörlüğü amacından vazgeçilir, Marksist geçmişin son kalıntılarından kurtulunur açıkça burjuvazinin safında yer alır, Kautsky'ci ya da Avrokomünist "saf demokrasi" anlayışına varılır. Hemen bütün Stalinist partilerin evrimi aşağı yukarı böyle bir yol izlemektedir. . . Bu nedenledir ki, soyut bir tartış-ma gibi görünebilecek yukarıdaki açıklamaların büyük pratik önemi vardır.

Bizim Stalinistlerimizin izleyeceği yol aşağı yukarı budur. Ancak eşitsiz gelişim bu alanda da geçerlidir ve bizimkiler şimdi Avrupa'dakilerın onlarca yıl önce bulundukları yerde bulunmaktadırlar.

Ancak bütün bunlar, 1980'ler Türkiye'sinde Stanilinizm’in niçin bu kadar yaygın olduğunu ve Türkiye’nin somut sınıf ilişkileri açısından anlamını kavramaya yetmez. Evet, hepsi son duruşmada aynı skolastik mantığa Marksizm’in tahrifatına dayanmaktadırlar. Ama bu ideolojinin 1980 ler Türkiye'sinde Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi bir bürokrasinin çıkarları-nın ideolojik ifadesi olmasından başka bir anlamı vardır.

Bu "parlamenter faşizm" gibi kavramlar hangi sınıfın çıkarlarını, eğilimlerinin savunusuna hizmet etmektedirler? Bu saçmalıklar 1920-30 larda Sovyet Burokrasisi'nin çıkarlarını savun-maya yarayan ideolojik araçlardı. Peki, bugünün Türkiye’sinde hangi sınıf ya da zümre eğilimlerinin çıkarlarını savunmaya yarayan ideolojik araçlardır?

Bunların, Türkiye devrimci hareketinin pratiğinde ilerici, demokrtik bir anlamı vardır. Bunlar, demokratik ütopyayı, küçük burjuva ütopyasını savunmanın araçlarıdır.

Türkiye deki burjuva sosyalist ya da reformist partiler (mantıki sonuçlarına varmış biçimiyle Stalinist partiler) faşizme karşı savaş gerekçesiyle, demokrasi denilen ve finans-kapital egemenliğinin aracından başka bir şey olmayan parlamentarizmi savunma, dolayısıyla burjuvazi ile ittifak, demokratik devrimi ikinci plana atma stratejisi izlerler, reformlar uğruna

Page 11: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

mücadeleyi devrim mücadelesinin önüne geçirirler. Bu günümüzün Menşevizm’idir.

Bu durumda, burjuva sosyalizminin ufkunda, onun kavram ve kategorileri çerçevesinde ona -reformist ütopyaya - karşı çıkma durumundaki küçük burjuva devrimcilerinin Stalinist olanları, yani Stalinist merkezciler, demokratik bir devrim görevini en acil bir görev olarak koyabilmek, demokratik ütopyayı ifade edebilmek için parlamentarizme bile faşizm demek zorunda kalırlar Ancak böyle diyerek, bugünkü devletin yıkılması, bir küçük burjuva demokrasisinin kurulması özlemlerinin ifade ederler.

Ama, parlamentarizme bile faşizm diyerek, 19. yüzyıl tipi bir devrimci demokrasiyi ululamış, yüceltmiş olurlar. Devletin her biçimi faşizm olduğuna göre, faşizmden kurtuluş, devrim yanı bugünkü devletin yıkılması ile mümkündür. Çarpıtmanın temelinde bu mantık yatmaktadır.

İşte mantıksızlıkların anlamı (mantığı) budur Ve bu anlam, bir demokratik küçük burjuva ütopyasının ifadesi olduğu ölçüde, devrimimizin bugünkü görevleri bakımından, Devrimci Marksist’lerin ya da proletaryanın ittifak edebileceği bir politikayı tanımlar.

Ama ne yazık ki bu ittifak gerçekleşmez, gerçekleşmemiştir. İttifak yapılabilecek ortak politik hedefler olmamasından dolayı değil, bambaşka bir nedenden dolayı. Onlar için, demokratik özlemleri ifade edebilmek Stalinist ideolojiyi yaratır. Ama o ideoloji bir kere ortaya çıktıktan sonra, tıpkı üst yapının görece özerkliği ile alt yapıyı etkilemesi gibi, politik hedefler ve taktikler üzerinde bir karşı etkide bulunur. O ideolojiye göre Devrimci Marksistler (Troçkistler) ajandır, faşisttir, yanı siperin karşı tarafındadır, dolayısıyla onlarla ittifak soz konusu olmaz. Ama bizim Stalinist merkezciler bu yargıya Troçkistlerin politik hedeflerini inceleyerek varmamışlardır. Aksine bu yargı, demokratik ütopyanın ifadesi olarak kullanılan Stalinizm’den gelen hazır bir genellemedir. Bu nedenledir ki, ittifak yapabilecek olan bu siyasetler, ideolojinin politika üzerindeki karşı etkisinden dolayı ittifak yapamazlar.

Ancak şunu itiraf etmekten de çekinmeyelim ki, bu karmaşık durumu kavrama yeteneğinde olmayan bir çok Troçkist de, tıpkı Stalinistlerin kendilerine yaklaştığı mantıkla onlara yaklaşmaktadırlar Ne kadar zıt görünürse görünsünler, bu bakımdan özdeştirler.

Biz, madem ki bizdeki Stalinizm’in objektif anlamını doğru olarak verebilmişizdir, Stalinistlerin sekterizmi karşısında teslim olmak değil, mücadele etmek gerekir Türkiye'deki Stanilinizm’in bu objektif anlamı kavranmadıkça onların bize karşı sekter davranışlarına, hatta bizi en tehlikeli karşı devrimciler olarak gördüklerine ve bu görüş açısından tutarlı olarak fiziki mücadeleye de girdiklerine bakıp, onlara aynı metotla karşılık vermemeliyiz. Onlara bıkmaksızın politikamızın ve hedeflerimizin içeriğini açıklamalı, kendilerini objektif olarak bir müttefik gördüğümüzü anlatmalıyız

Bugünun Türkiye'sinde Devrimci Marksistler, bir bakıma Türkiye'de 10 yıl önce kendine komünistim diyenlerin yaptığını yapmak zorundadırlar.

Daha 10 yıl önce Türkiye de köylüler, hatta işçilerin dilinde Komünist pezevenk ya da zengin anlamına gelirdi. O komünistler ki, onların tek gerçek dostuydu. Ama komünistler, işçilerle köylüler komünistlere düşmanca davranıyor diye, onlara düşmanlıkla karşılık vermediler Sabırla, bıkmadan, örnek davranışla bu ön yargılarla mücadele ettiler. Çünkü işçi ye

Page 12: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

köylülerin objektif olarak kendileriyle çıkar ve kader ortaklığı içinde olduğu noktasından hareket ediyorlardı.

Bugünde Türkiye'nin devrimci Marksist’lerin önünde kendilerine benzer bir düşmanlıkla davranan diğer devrimciler, Stalinistler karşısında benzer bir mücadele yürütme görevi vardır. Sabırla, örnek davranışla, onları bizler hakkındaki peşin hükümlerinden şüpheye düşürmeli düşündürmeliyiz…

Ve bu çember bir kere kırıldı mı, aldatıldığını anlayan her insanda olduğu gibi düşmanlık çok daha şiddetli bir dostluğa ve giderek yoldaşlığa varacaktır.

*

Buraya kadar ele aldığımız görüşlerin en tipik örneği, Stalın'ın "Üçüncü Dönem“ politikasını DSM’lerine (Devrimci Sendika Muhlfeti) kadar tıpı tıpına uygulayan Halkın Kurtuluşu'dur.

Bu hareket, Stalinist Merkezcilik olarak tanımlayabileceğimiz şeyin tipik örneğidir Ama bir de, daha ziyade 1960'lar Latin Amerika'sındaki merkezci hareketlerden esinlenen, Latin Amerika devrimcilerinin terminolojisine yatkın merkezci akımlar vardır. Onlar da, bambaşka bir terminoloji çerçevesinde benzer yanlışlıklar yaparlar. Bunların en tipik ve en doktriner örneklerinden biri Kurtuluş'tur. Bunların çarpık kavramlarının, gerçekliği örneğin 12 Eylül rejiminin niteliğini kavramayı nasıl olanaksızlaştırdığını gösterebilmek için bir örnek olarak alalım.

Kurtuluş dergisi 12 Eylül öncesindeki rejimi "Oligarşik Dikta" olarak tanımlıyordu. İlk bakışta doğru gibidir. Ama Kurtuluş bu kavramı, devletin biçimin, yani rejimi tanımlamak için kullanmaktadır. Yani, emperyalizm, finans-kapital çağında her burjuva devletinin, parlamenter demokrasiler de dahil, burjuvazinin ve burjuvazi içindeki bir avuç finans-kapital oligarşisinin diktası olduğu anlamında değil. Eğer bu genel sosyolojik anlamda kullanılsaydı, mesele yoktu. Ama Kurtuluş finans-kapital çağında burjuva devletini, özcül niteliği açısından değil, Türkiye deki devletin biçimini tanımlamak için bu "Oligarşik Dikta" kavramına başvurmaktadır

Bilindiği gibi oligarşi azınlık egemenliği anlamında kullanılır. Terminolojide, oligarşi deyimiyle, bugün anlatılmak istenen, bir avuç finans-kapitalist parababası azınlığı veya onların egemenliğidir.

Emperyalizm çağında bu parababalan oligarşisi üretime, ekonomiye, politika ve kültüre egemendir. Bu güçlülükleri nedeniyledir ki, emperyalizm döneminde her devlet, burjuva devleti, hangi biçim altında olursa olsun bu oligarşiye hizmet eder, onun diktasıdır.

Bu nedenle, 20. yüzyılda, sosyolojik anlamıyla burjuva diktatörlüğünden soz ederken, finans-kapitalin ya da oligarşinin diktatörlüğü demek de doğrudur. İster parlamenter, ister askeri ya da faşist bir rejim olsun, tüm burjuva diktatörlükleri özünde finans-kapital oligarşisinin birer egemenlik aracıdırlar, ona hizmet ederler, onun egemenliğini korurlar. Bu anlamda Latin Amerika'daki askeri diktatörlükler de, Fransa veya İngiltere'deki parlamenter demokrasiler de, Türkiye'deki bütün rejimler de 12 Mart, 12 Eylül, parlamenter dönem vs. hepsi birer "Oligarşik Dikta" dırlar.

Page 13: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

Ama dediğimiz gibi, Kurtuluş terimi bu anlamda kullanmıyor. Özel olarak Türkiye'deki parlamentarizmi tanımlamak için, biçime ilişkin olarak "Oligarşik Dikta" kavramına başvuruyor. Yanı sınıf egemenliğine, devletin özüne ilişkin bir kavramı, sosyolojik bir kategoriyi, devletin biçimini tanımlamak için, biçimcil, politik bir kategori olarak kulla-nıyor. Ve böyle yaparak ta hiçbir şey açıklamış olmuyor. Örneğin, 12 Eylül' den önceki rejim de sonraki rejim de "Oligarşik Dikta"dırlar. Ama bu onların kendine özgü niteliklerini açıklamayı sağlamaz.

12 Eylül öncesi rejim: bir parlamenter demokrasidir. Denecek ki: "Bu ne biçim parlamenter

demokrasidir" ?

Bu itirazı yapanlar, farkına varmadan parlamenter demokrasiyi ülküleştirmekte, onu ve mut-lak ve idealist bir kategori durumuna dönüştürmektedirler.

Parlamenter demokrasi var, parlamenter demokrasicik var. Şimdilik koyalım 20. yüzyılı bir yana, 19. yüzyıldaki parlamenter demokrasiler bile, birbirinden dağlar kadar başkalık gösterirler, örneğin, Fransa'da Üçüncü Cumhuriyet bir parlamenter demokrasidir, ama Birinci Cumhuriyet'le veya İngiliz parlamenter demokrasisi ile karşılaştırılamayacak kadar geri kurumlarla donatılmış, birçok burjuva özgürlüğünün bulunmadığı bir rejimdir. Bütün bunlar, onun, ustalarca, parlamenter demokrasi olarak tanımlanmasını engellememiştir. Keza, 20. yüzyılın Batı'daki parlamenter demokrasileri 19. yüzyıldakilere göre büyük başkalıklar gösterirler. Bir yandan proletaryanın mücadelesi sonucu genel oy hakkı yaygınlaşmıştır, diğer yandan emperyalizm çağının siyasi gericilik eğilimi, parlamentoyu yürütmenin artan gücünü gizleyen bir asma yaprağı durumuna düşürmüştür. Ve yine birçok burjuva özgürlükler klasik demokrasilerle kıyaslanmayacak ölçüde kısıtlanmıştır. Bu ortak niteliklerin yanı sıra, emperyalist ülkelerdeki parlamenter demokrasiler de birbirleriyle büyük başkalıklar gösterirler, İsveç ve Almanya'daki rejimlerin en kaba bir karşılaştırması bile bu ayrılıkları hemen göze batırır.

Bütün bu karşılaştırmalar Batı'nın ileri kapitalist ülkelerine ilişkindir. Elbet Türkiye gibi bir yeni sömürge ülkenin parlamenter demokrasisi de, ekonomik yapısında olduğu gibi siyasi yapısında da bir yandan kapitalizm öncesinin kamburunu, diğer yandan çürüyen kapitalizmin kamburunu taşıyacaktır.

Ama böyle olması, onun parlamentarizm olarak nitelenmesini engellemez. O geri ülkenin parlamentarizmidir. Elbet te, yeni sömürge Türkiye'nin parlamentarizmi, Batı'dakilerden çok başka sınıf ilişkileri üzerinde yükselir, çok daha sınırlı özgürlüklere dayanır, çok daha gerici kurumlarla pekiştirilmi ştir. Ama bütün bunlar, onu, parlamentarizm kavramından dıştalamamızı, örneğin, Kurtuluş’un kullandığı devlet biçimi anlamında "Oligarşik Dikta" olarak tanımlamamızı gerektirmez.

Peki, Kurtuluş 'un böyle bir tanımlamaya başvurmasının somut anlamı nedir?

Kurtuluş'un, diğer küçük burjuva devrimci siyasetler gibi buna ihtiyacı vardır. Burjuva sosyalizminin sağ politikasına, reformizme, onun ufkunda karşı çıkabilmek, bugünkü (daha doğrusu 12 Eylül'den önceki) parlamentarizmi koruma ve kimi reformlarla geliştirme

Page 14: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

stratejisinin oportünizmine karşı, devrim, yani bugünkü devleti yıkma ve ideal bir demokratik düzeni kurma görevini önüne koyabilmek için parlamenter demokrasiye "Oligarşik Dikta" demek zorundadır. Kurtuluş demokrasiyi öylesine saf bir şekilde düşünmektedir ki, onu o devrimden sonraki düzene verilecek bir ad olarak saklamaktadır. Ama böyle yaparken, o, tıpkı Stalinci Halkın Kurtuluşu gibi parlamenter demokrasiyi idealize etmiş olur ve bu idealizasyonu ile de, kendi demokratik devrimci özlemlerini dile getirir.

Kurtuluş gibi hareketler de, devrimimizin bugünkü obejektif görevleri bakımından ittifak yapabileceğimiz ve de yapmamız gereken hareketlerdir. Onlar kimi Stalinist doğmalarından kurtuldukları için ve o ölçüde Devrimci Marksistlere karşı daha az ön yargılı davranmaya eğilimlidirler. Ama öte yandan onlar, aynı teorik hataları daha ince, daha esnek, daha örtük yaptıkları için ideolojik bakımdan daha da tehlikelidirler. Bu nedenle de onlarla ideolojik savaşa bir kat daha çok güç ayırmak gerekir.

Buraya kadar, Türkiye devrimci hareketinde en etkililerinden olan ve oldukça doktriner görünen iki merkezci hareketin devlet sorununa ilişkin kavramlarının yanlışlığını, nedenlerini, bu gibi kavramlarla 12 Eylül rejiminin niteliğinin çözümlenemeyeceğini göstermeye çalıştık.

Bunu yapmak zorundaydık. Bu en alfabetik terminoloji karışıklıklarını göstermeden 12 Eylül rejiminin karakterinin çözümlenmesine giremezdik. Girseydik de zaten kimse ne dediğimizi, ne demek istediğimizi anlayamazdı. Çünkü Türkiye'deki binlerce devrimci, böyle altüst edilmiş kavramlarla düşünmektedir. Okuduğu her şeyi de, o kavramların sınırlı ufkunda yorumlamaktadır. Bu ise yazdıklarımızın hiç anlaşılamaması tehlikesini beraberinde getirirdi.

Burada gerçek bir çelişkiyle karşı karşıyayız. Anlatmak istediğimizi dosdoğru anlatsak, kimi önermelerin okuyucu tarafından bilindiğini ve kabul edildiğini varsaysak yazı çok dar bir okuyucu kitlesine hitap edebilir. Yok, eğer açıklamalara girsek, bu sefer konunun dağılması tehlikesi vardı. Bu nedenle ortalama bir yol tutmak zorundayız.

Şimdi, 12 Eylül rejiminin karakteri sorununa girebiliriz.

II

12 Eylül'de kurulan rejim faşizm olarak tanımlanabilir mi? Bu soruyu soruyoruz, çünkü birçok hareket yukarıda açıkladığımız nedenlerle onu böyle tanımlıyorlar…

Bu soruya cevap vermeden önce, faşizmin ne olup ne olmadığını tanımlamak gerekiyor. Bu bölümde faşizm kavramının içeriğini açıklamaya çalışacağız.

Önce, faşizmin en doğru ya da doğruya yakın biçimde nasıl tanımlanabileceğine metodolojik bir cevap vermeye çalışalım. Bu sorun da, genel olarak olgu ve onu açıklayan teori, özel olarak faşizm olgusu ve faşizm teorisi arasındaki ilişki ve çelişkiler sorununu gündeme getirir.

Marks'ın dediği gibi, “ insanın anatomisi nasıl maymunun anatomisinin anahtarı” ise, bir şey, bir olgu en iyi nasıl, en gelişmiş biçimi altında incelenebilirse, gelişmiş bir faşizm teorisi de faşizmin en gelişmiş, en "saf" biçimlerinin incelemesiyle oluşturulabilirdi.

Marks, Kapital'i hazırlarken izlediği yöntemi şöyle anlatır:

"Fizikçi, fiziksel olguları, ya en tipik biçimde oldukları ve bozucu etkilerden en uzak

Page 15: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

bulundukları yerde gözlemler, ya da mümkünse, olayın en normal biçimde geçmesini

sağlayacak koşullar altında deneyler yapar. Ben, bu yapıtta, kapitalist üretim biçimini ve bu

biçime tekabül eden üretim ve değişim koşullarını inceleyeceğim. Bugüne kadar, İngiltere

bunların klasik yurdu olmuştur. Teorik düşüncelerimin gelişimi içinde, İngitere'nin başlıca

örnek olarak gösterilmesinin nedeni işte budur. "(Karl Marks, Önsöz, "Kapital", s. 14)

İngiltere, nasıl kapitalizmin "klasik" yurdu olmuş; kapitalizmi araştırmacı için "en tipik", "bozucu etkilerden en uzak" biçimde sunmuş ve kapitalist toplumu açıklayan teori bu biçimin incelenmesi ile oluşmuşsa; faşizmi açıklayan teori de, faşizmin en "saf", "en klasik", "en

tipik", "bozucu etkilerinden en uzak" biçimlerinin ortaya çıktığı Almanya ve İtalya örneklerine dayanarak, onların incelenmesiyle kurulabilirdi.

Kapitalizmin en çok geliştiği İngiltere nasıl ekonomi politiğin anavatanı ise, ciddiye alınabilecek bütün faşizm teorileri de özel olarak İtalya ve Almanya'dan genel olarak ta Avrupa'dan çıkmıştır. Bu teorisyenler arasında İtalya'dan Antonio Gramsci, P. Togliatti, İngnazio Silone, Almanya'dan Thalheimer ve yine bir Alman sayılabilecek Avusturyalı Otto Bauer sayılabilir.

Evet, bu ismi zikredilenler -ki bunlara eklenecek pek az isim kalır- ciddiye alınabilecek faşizm teorileri ortaya koymuşlar, faşizm olgusunun belirli yönlerine dikkati çekmişler, ama hiç bir zaman tutarlı ve kapsamlı doğru bir faşizm teorisi ortaya koyamamışlardır. Bunların teorik yanılgıları ile politik saplantıları ve oportünizmleri organik bir ilişki içindedir.

Faşizmin emperyalizm çağına ilişkin olgu olması, faşizm teorisinin oluşumu ve gelişimini karmaşıklaştırmıştır. Kapitalizmin rekabetçi çağında, hatta o kadar geniş bir dönemde bile değil, proletarya kendisi için bir sınıf olarak tarih sahnesine çıkana kadar, toplumsal bilimler alanında burjuvazi az çok ilerici ve namuslu olabiliyordu. Ama, hele emperyalizm çağında, ilerici bir burjuva toplum bilimi, ekonomi politiği olanaksız hale gelmiştir. Bu nedenle burjuva sosyolojisinden, ya da teorisyenlerinden az çok namuslu, ilerici bir faşizm teorisi beklemek saflık olur. Nasıl, Marksizm sonrası burjuva sosyolojisi ve ekonomi politiği bayağılık ise, burjuva faşizm teorileri de öyledir.

Demek ki, doğru bir faşizm teorisi örneğin klasik ekonomi politik gibi nispeten ilerici ama metafizik teorilerden oluşan bir aşamadan geçmeden, doğrudan doğruya diyalektik olarak doğabilirdi ve öyle de olmuştur. Ciddiye alınabilecek faşizm teorileri, en azından Marksizm’i bir platform olarak benimseyenlerce ortaya atılmıştır. Ancak, metafizik yalnızca Marksizm’in dışında değildir. O, Marksizm görünümü altında da işçi sınıfı içindeki çeşitli zümre eğilimlerinin ifadesi olarak yaşamaktadır. Dolayısıyla, Marksist görünümlü metafizik ve skolastik faşizm teorileri de vardır ve yukarda ismi zikredilenlerin hemen hepsi bu kategoriye girer.

Faşizm toplumsal bir olgudur. Toplumun temel hareket yasalarını Tarihsel Maddecilik açıklar. Tarihsel maddeciliğin (ya da diyalektik sosyolojinin) ve Marksist ekonomi politiğin kavramlarına ve bu kavramların doğru bir kullanımına dayanmadan doğru ve tutarlı,

Page 16: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

diyalektik bir faşizm teorisi kurmak olanaksızdır. Marksizm görünümlü ama metafizik tüm faşizm teorileri ister istemez ekonomi politiğin ve tarihsel maddeciliğin temel kavramlarında bir çarpıtmaya yol açmak, ekonominin sınıflarla, sınıfların birbiriyle, partilerin sınıflarla, devletin sınıflarla, partilerle ekonomi ile vs. ilişkisini mekanik bir şekilde alırlar.

Hemen hemen bütün belli başlı faşizm teorilerinin, böyle metodolojik yanılgılarından hareketle eleştirisi, E. Mandel'in, Troçki'nin "Faşizme Karşı Mücadele" başlığı altında derlenen kitabına yazdığı önsözde yer almaktadır.

Marksist faşizm teorisi Troçki tarafından geliştirilmi ştir. Elbet bu teorinin Troçki' nin kavrayışında belli bir gelişimi, evrimleşmesi olmuştur. Ancak, Troçki'nin teorisinin bu hareketi bilgisizlikten bilgiye giden sürecin olağan hareketidir. Bu teorinin özlü bir anlatımı yine Mandel'in önsözünde yer almaktadır.

Daha 1921, 1922 yıllarında faşizmin, İtalya’da henüz ortaya çıktığı günlerde Marksist bir faşizm teorisine başlangıç olabilecek öğeleri içeren görüşler Komintern'de yer alıyordu. Lenin, faşist çetelerle Rusya'daki KaraYüzler arasında analojiler(benzetmeler) yapıyordu. Clara Zetkin, proletaryanın oportünist günahları ile faşizmin yükselişi arasındaki ilişkiyi göze batırıyordu.

Ama tarih düz bir yol izlemedi, belki ileriye sıçramak için geriledi. Devrimci dalganın geri çekilişi, ilk i şçi devletindeki bürokratlaşmaya bağlı olarak Komintern'e egemen olan teorinin gerilemesi sonucu Marksist faşizm teorisi boğuldu. Yani, sınıfların durumlarındaki muazzam değişikli ğe bağlı olarak gerileyen teorinin hareketi, hareketin teorisini (diyalektiği, diyalektik bir faşizm teorisini) boğdu.

Diyalektik bir faşizm teorisinin gelişimi, işçi hareketine egemen olan örgütler içinde boğuldu, ama yok edilemedi. Troçki, faşizmin Marksist Leninist teorisini geliştirdi. Ne yazık ki, yine aynı nedenlerle bu teori işçi sınıfının öncüsünü, yığınları kaplayıp maddi bir güç haline gelemedi.

Faşizmin gelişmesi ile doğru bir faşizm teorisinin gelişimi bir çelişki arz eder.

Faşizm ancak, proletarya yanlış bir faşizm teorisine dayandığı, yanlış bir teoriden kaynaklanan strateji ve taktiklere göre davrandığı takdirde zafer kazanabilirdi.

Diğer yandan, faşizm zafer kazandığı takdirde en "saf", en gelişmiş halini alabilir, dolayısıyla bu gelişmiş, ilerlemiş biçimin incelenmesiyle yetkin bir faşizm teorisi geliştirilebilirdi. Denebilir ki, proletarya, az çok doğru bir faşizm teorisine dayanarak (proletaryanın güçlü olduğunu ve böyle bir teoriye dayanan öncülük etrafında birleştiğini varsayıyoruz) faşizme karşı mücadele edilebilseydi, belki de hiçbir zaman, en azından bugünkü kadar gelişmiş bir faşizm teorisi ortaya çıkmayacaktı. Çünkü faşizm var olmayacaktı. Daha İtalya’da doğumu ile ölümü birlikte olacaktı, dolayısıyla da onu anlama ihtiyacından doğan bir faşizm teorisi. . .

Faşizm ve işçi hareketine egemen olan faşizm teorilerinin uyumsuzluğu sorunu son derece önemlidir. Ve doğru bir faşizm teorisinin temel öğelerinden biri olmak zorundadır. Bir faşizm teorisi, faşizmin yükselişini, egemen faşizm teorisinin yanlışlığı dışında açıklamaya kalkarsa, faşizmin yükselişinin sırrına eremez ve giderek faşizm karşısında bir tür kaderciliğe varır.

Page 17: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

Çünkü şu soruya cevap vermek zorundadır: "Faşizme karşı teori ve politika doğru idi ise,

İtalya, Almanya ve İspanya'da faşizm nasıl oldu da zafer kazandı?"

Yenilgiyi sosyal demokratların ihanetine veya emperyalistlerin desteğine bağlamak bir şeyi açıklamaz. Sosyal demokratlar sosyal demokrat ise ihanet edeceklerdir, emperyalistler de müdahale…

Onlar kaderleri değişmediğine göre bugün de aynı şeyi yapacaklardır. O halde yenilgi mukadderdir!.. Ve yapılacak iş: Sosyal demokratları ihanet etmemeye, emperyalistleri müdahale etmemeye zorlamaktır. Bu giderek onları ürkütmeme politikasına varır.

Demek, doğru bir faşizm teorisinin unsurlarından biri, egemen faşizm teorisinin yanlışlığı olmak zorundadır. Bu da ister istemez kişiyi, niçin yanlış bir faşizm teorisi, starteji ve taktikler işçi hareketine egemen olmuştur, nasıl olmuştur sorusuna götürür. Bu soru ister istemez, Sovyet iktidarının ilk yıllarındaki altüstlüğe varır. Bu altüstlüğün, yani bürokrasinin egemenliğinin açıklanması ise, geri bir ülkede proletaryanın iktidara gelme, yani “sürekli devrim” sorununu gündeme getirir. Bütün bu sorunlar organik bir ilişki içindedir.

Bu nedenledir ki, Sürekli Devrim teorisini ilk kez ortaya koyanın, Sovyet Devleti'ndeki bürokratlaşmaya karşı çıkanın ve onu açıklamaya çalışanın, yani Troçki' nin, aynı zamanda tek doğru faşizm teorisini ortaya koyması rastlantı değildir. Bu teorik bir zorunluluktur da. . .

Faşizm ve Faşizm teorisinin birliktelikleri ve çelişkileri üzerine Mandel'in şu sözlerini aktarmadan geçmeyelim:

". . . Faşizmin ve Faşizm teorisinin yan yana gelişmeleri, zorunlu olarak belli bir

uyumsuzluğa da işaret eder. Faşizm, ancak gerçek nitelikleri doğru olarak anlaşılamadığı,

hasımları bilimsel bir faşizm teorisine sahip olmadığı, hakim teori yanlış ya da eksik olduğu

için, 20 yıl boyunca ciddi bir engelle karşılaşmadan gelişebilmiştir. "Bir uyumsuzluktan söz etmemiz gerekiyor, çünkü İtalyan, Alman ve İspanyol faşizmlerinin

geçici başarısını, insanlar ve toplumsal sınıflar tarafından etkilenmeyen kaderin kör

kuvvetlerinin işi değil, kapitalizmin üçüncü döneminin toplumsal sınıfları arasındaki

kavranabilen, kesin olarak ölçülebilen ve aşılabilen, ekonomik, politik ve ideolojik

ili şkilerinin ürünü olarak görüyoruz. Faşizmin geçici zaferinin kaçınılmaz kader olmadığı

varsayımından çıkan sonuç, gerçekteki olgularla uyumlu ve bu olguları aydınlatan bir teo-

rinin faşizme karşı mücadeleyi önemli ölçüde kolaylaştırabileceğidir.

"Bu yüzden, faşizmin yükselişinin tarihi aynı zamanda hakim faşizm teorisinin yetersizliğinin

de tarihidir. (…) " (E. Mandel. Önsöz, age. , s. 89)

İşçi hareketine egemen olan teori hiçbir yerde faşizme karşı bir zafer kazanamamıştır. Evet, faşist İtalya ve Almanya yıkılmıştır, ama birer halk ayaklanması ile değil Kızıl Ordu'nun zaferiyle. (Bu zaferlerin pahası ise ayrı bir konu)

*

Komüntern'in faşizme karşı politikasını, kabaca iki büyük döneme ayırmak mümkündür: 1935'deki VII. Kongre ve arifesine kadar olan sol ve dogmatik dönem; VII. Kongre'den

Page 18: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

sonraki sağ ve revizyonist dönem.

Türkiye'de Komintern'in teori ve politikası hakkında öyle bir anlayış egemen olmuştur ki, bu anlayışa göre, 1935'de Dimitrof'un Rapor'undan sonraki hat faşizme karşı başarılı bir mücade-leye olanak sağlamış, doğruluğu pratikte kanıtlanmıştır!. . Bizde çok yaygın olan bu kanaat tamamen olgulara aykırı düşmektedir. Çünkü VII. Kongre'nin hattı da İspanya'da yenilgiye uğramıştır. "Sol" politika ve fa şizm teorisinin iflasını Almanya'da Hitler' in zaferi kanıtladıysa, sağ politika ve teorisinin iflasını da İspanya'da Franko' nun zaferi kanıtladı.

Tarihte iflas etmiş ve birbirini izleyen bu iki politika ve teori, Türkiye'de bir arada ve hemen tüm devrimci harekete egemen bulunmaktadır.

Gerçi, birkaçı dışında hemen tüm hareketler Dimitrof'un Raporunu onayladıklarını söylerler. Ama dedikleri ve kanıtları biraz dikkatle incelenirse, özellikle küçük burjuva hareketlerin "sol" dönem politika ve taktiklerine dayandıkları görülür. Gerçekte, onlar Dimitrof'un 1935 öncesi anlayışına dayanmaktadırlar. Bunlar kanıtlarını genellikle "Faşizme Karşı Birleşik

Cephe" derlemesindeki ilk yazılarından getirirler. Ama bu ilk yazıdaki politikanın, Rapordaki politikayla çeliştiğine dikkat bile etmemişlerdir. Dimitrof'ta çelişki mi?.. Bu aklın kabul edebileceği bir şey değildir.

Burjuva sosyalistler, yani reformist parti ve eğilimler VII. Kongre sonrası hattı savunurlar. Bu hatta uygun olarak ta sosyal demokrasiyi faşizme karşı tutarlı bir mücadeleye (tutarlı bir reformizme diye okuyun) çekmek başlıca politikadır. Ve tabii, antifaşist cepheye sosyal demokratları kazanabilmek için anarşistlik yapılmamalıdır. O halde anarşistlerle, "goşistlerle" ili şki kesilmelidir!. .

Küçük burjuva devrimci eğilimler ilke olarak VII. Kongre'nin taktiklerini reddetmezler. Zaten onu kabul ettikleri içindir ki, kendi demokratik özlemlerini ifade edebilmek için, parlamentarizmi "parlamenter faşizm" olarak tanımlamak ihtiyacını duyarlar.

Bu çerçevede, örneğin 1933'e kadar Almanya'da Komünist Partisi ile Sosyal Demokrat Parti arasındaki ilişkiler, bizde büyük ölçüde sosyalistler arasında geçer. O dönemde Komünist Partisi'nin oynadığı rolü küçük burjuva eğilimler, Sosyal Demokratların rolünü de burjuva sosyalist partiler oynar.

İspanya'yı örnek alırsak, Komünist Partisinin rolü: bizim burjuva sosyalist partilere, anarşistlerinki küçük burjuva sosyalistlerine, Cumhuriyetçilerinki de CHP'ye karşılık düşer.

TİP, TSİP, TKP, SVP, TEP, Birlik Yolu, İşçinin Sesi, Kurtuluş. Dev-Yol, Halkın Kurtuluşu, Birli ği vs. , Türkiye sosyalist hareketine egemen olan bütün bu siyasetlerin faşizm karşısındaki politikaları, VII. Kongre öncesi ve sonrasının "sol" ve sağ politikalarına indirgenebilir. Oysa ki, her iki teori de, her iki politika da sırasıyla Almanya ve İspanya'da faşizm karşısında yenilgiye neden olmuştur.

***

Peki, faşizm nedir? Onu nasıl tanımlayabiliriz? Bu soruya önce onun ne olmadığı ile cevap

Page 19: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

vermeye çalışalım.

Faşizmi belirleyen zorbalığın ve baskının derecesi midir? Bu soruyu sormak gerekiyor, çünkü "örtülü faşizm", "açık faşizm" gibi kavramların dayandığı temel varsayım budur.

Faşizm zorbalığın ve baskının niceliği ile belirlenemez. Tarihte gaddarlığı faşizminki ile ölçülebilecek, hatta faşizminkine benzeyen ideolojik renkler taşıyan birçok rejim faşizm değildir. Faşizm emperyalizm çağında sınıf ilişkilerinin belli bir biçimi altında söz konusu olabilir. Faşizmi diğer rejimlerden ayıran, zorbalığın, gaddarlığın dozu değil, niceliği değil, niteliğidir. Herhangi bir dikta rejimine faşizm demeden önce, o rejimin hangi ekonomi temeli üzerinde, hangi sınıfın çıkarlarını, hangi sınıfa dayanarak, hangi sınıfa karşı, nasıl koruduğuna bakmalıdır.

Örneğin, Kamboçya'daki Pol Pot rejiminin katliamları hiçte, Hitler rejiminkilerden geri kalmamıştır. Pol Pot rejimi faşist midir? Bu söylenemez. Gerçi Pol Pot rejiminin dayandığı sınıf ilişkileri hakkında bilgimiz sınırlıdır. Ama en azından, genel bazı özelliklere bakarak bir kıyaslama yapılabilir.

Faşizm, emperyalizm çağında kapitalizmin genel bunalımını artıkdeğerin üretilmesi ve gerçekleştirilmesinden doğan bunalımı sermayenin çıkarları lehine çözümleme girişimidir. Kamboçya ise, ne emperyalist bir ülke idi, nede sermayenin egemenliği söz konusuydu. Kamboçya'daki bunalım bir aşırı üretim bunalımı değildi. Aşırı üretim bunalımları kapitalizme has olgulardır. Diğer üretim biçimlerinde yeterli üretememekten doğan bunalımlar söz konusudur. Kamboçya'daki bunalım da bir bakıma bir kıtlık bunalımı idi. Kıtlığın olduğu yerde ise, toplum tekrar yamyamlığa ya da benzer çirkeflerin içine düşmekten kurtulamaz.

Emperyalizm çağında proletarya, sırf devlet zoruyla darmadağın edilip, atomlarına ayrıştırılıp, en basit meşru savunma birliklerinden yoksun bırakılamaz. Finans-kapital'in bunu başarmasının tek yolu, umutsuzluğa gark olmuş küçük burjuva kitleleri işçi sınıfına karşı saldırtmaktır. Kamboçya'da ise böyle bir durum söz konusu değildir. Ne Kamboçya proletaryası böyle güçlüdür, ne küçük burjuva kitlelerin işçi sınıfına karşı sürülmesi söz konusudur.

Bu kıyaslamalar uzatılabilir. Sonuç değişmeyecektir. Bir başka örnek olarak İdi Amin rejimi ele alınabilir. Onun rejiminin gaddarlığı kadar, kimi ideolojik renkleri ile faşizme de benzemektedir. Ama sonuç değişmez. Orada, geri bir ülkenin cılız burjuvazisinin, bir tür bonapartist bir diktatörlük altında komprador burjuvaziyi tasfiyesi kadar, kapitalizmin şafağında görüldüğü biçimde ilk sermaye birikiminin yapılışı söz konusudur. Sermaye, Tarih sahnesine "gözeneklerinden kan ve irin akarak" çıkmıştır. Uganda burjuvazisinin yaptığı da pek farklı bir şey değildir.

Konumuza ilişkin olan şu satırları. Mandel'in Önsöz’ünden aktarmadan geçmeyelim:

"Faşizmin özgül karakteri ancak emperyalist tekelci kapitalizmin çerçevesi içinde

anlaşılabilir. Yarı sömürge ülkelerdeki otoriter hareketleri, sırf bir lidere bağlanıyorlar, ya

da taraftarlarına üniforma giydiriyorlar diye faşist olarak nitelendirmek saçmadır.

Page 20: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

Sermayenin en önemli kısmının yabancı ellerde olduğu ve ulusun kaderini bu yabancı

emperyalizmin hakimiyeti tarafından belirlendiği ülkelerde, kendi çıkarları için bu

hakimiyetten kurtulmaya çalışan yerli burjuvazinin hareketini faşizm olarak nitelendirmek

anlamsızdır. Bu tür hareketin faşizmle bazı yüzeysel benzerlikleri olabilir: Aşırı milliyetçilik,

lidere tapmak, hatta bazen antisemitizm. Faşizm gibi, bu hareket te, kitle tabanını

sınıfsızlaşmış ve yoksullaşmış küçük burjuvazi içinde bulabilir. Ama böyle bir hareketle

faşizm arasında, toplumsal ve ekonomi politika açısından belirleyici fark, modern toplumun

iki belirleyici sınıfına, büyük sermaye ile işçi sınıfına karşı tavrını incelediğimiz zaman hemen

ortaya çıkar.

Faşizm büyük sermayenin iktidarını sağlamlaştırır ve ekonomi de ona en yüksek kârları

sağlar; i şçi sınıfını ayrıştırıp parçalar ve örgütlerini ezer. Buna karşılık yarı sömürge

ülkelerde sık sık yanlış olarak "faşist" diye nitelenen yerli burjuvazinin milliyetçi hareketleri

büyük sermaye ve özellikle yabancı sermayeye bazı kalıcı ve ciddi darbeler indirirken işçiler

için yeni örgütsel olanaklar yaratabilir. Bunun en iyi örneği Arjantin'deki Peronist harekettir;

bu hareket işçi sınıfını ayrıştırıp parçalamak söyle dursun, fabrika işçilerinin ilk kez

sendikalarda genel örgütlenmesini mümkün kılmıştır; bu sendikalar günümüze kadar da

ülkede önemli bir etki sağlamışlardır.

"Bu sözde ulusal burjuvazinin yabancı emperyalizmle yerli kitle hareketi arasında manevra

yapabilme yeteneğine toplumsal ve tarihsel bakımdan sınırlı olduğu ve bu iki belli başlı kamp

arasında sürekli olarak salınıp duracağı doğrudur. Sınıf çıkarları onu hiç kuşkusuz sonunda

emperyalizmle ittifaka itecek ve kitle hareketinin yarattığı baskının yardımıyla bu

emperyalizmden toplam artık değerin daha büyük bir parçasını koparmaya çalışacaktır. Buna

karşılık kitle hareketinin fazla güçlü bir yükselişi de kendi sınıf egemenliğini tehlikeye

atacaktır. Elbette 1965 Ekim' inden sonra Endenozyalı generaller örneğinde olduğu gibi

kitlelerden böyle bir kopuşun ve onların karşısına çıkışın, ani ve faşizme benzeyen bir baskı

biçimini alması mümkündür. Gene de kavramlarda bir bulanıklığa meydan vermemek için iki

süreç arasındaki (emperyalist metropollerdeki faşizmle Üçüncü Dünya'nın yarı sömürge

ülkelerinde en kötü halde gerici bir askeri diktatörlük arasındaki) temel farkı iyice

anlamalıyız. "(s. 35)

Karıştırılan bir nokta da, faşizmin 'güçlü devlet' eğilimi ile özdeşleştirilmesidir. Bu sorun üzerine de sözü Mandel'e bırakalım.

"Günümüzde 'güçlü devlet' doğrultusundaki gittikçe belirgin eğilimi ile, 'tırmanan faşizm'

veya hatta 'açık faşitleşme'yi birbirine karıştırmamak ta önemlidir. Faşizmin kalkış noktası,

sürekli vurguladığı gibi, umutsuz ve yoksullaşmış bir küçük burjuvazidir. 'Uzun devrenin 20

yıllık yükseliş çizgisinden' sonra Batı'nın hemen hiç bir emperyalist ülkesinde böyle bir

umutsuz küçük burjuvazi yoktur. En fazlası, köylülüğün ve kentsel orta sınıfların uçta kalan

bir tabakası, yoksullaşma doğrultusundaki bir eğilimden etkilenmektedir. Ama, hiçbiri toplam

nüfusta önemli bir ağırlığa sahip olmayan bu tabakaların bile, ticaret, hizmetler ve sanayide

yeniden iş bulmaları çok zor olmamaktadır, (bu satırlar 1969'da yazılmıştır. ) Bugün 1918-

1933 yıllarmdakinin tersi olan bir süreç cereyan etmektedir O donemde, orta sınıflar

proleterleşmeksızın yoksullaşıyorlardı bugünse, yoksullaşmaksızın proleterleşiyorlar

Page 21: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

"Kuçuk burjuvazinin genellikle müreffeh ve tutucu olduğu bir durumda, neo faşizmin geniş bir

kitle tabanı kazanması ıçm nesnel bir neden yoktur. Zengin mülk sahipleri, devrimci işçilerle

ya da radikal öğrencilerle sokak kavgası yapmazlar. Polisi çağırmayı ve 'huzursuzluğun

icabına bakması' için onu daha iyi silahlarla donatmayı tercih ederler. Umutsuz küçük

burjuva unsurları örgütleyerek onları, sanayi bölgelerinin bütününü ve şehirleri tedhişe

boğmak için kullanan faşizm ile hiç kuşkusuz şiddet ve baskı kullanan ve işçi hareketine ve

radikal gruplara sert darbeler indirebilen ama işçi örgütlerini imha edemeyen ve işçi sınıfını

ayrıştıramayan otoriter 'güçlü devlet' arasındaki fark ta işte budur. Almanya'da 1933' den

sonraki gelişmelerle, 1958'de 'güçlü devlet' in kurulmasından sonra Fransa'daki gelişmelerin

yüzeysel bir karşılaştırması bile bu farkı açıkça ortaya çıkarır. İspanya'da da 1939-45 donemi

faşist diktatörlükle, polis ve askeri aygıt tarafından zaman zaman yapılan en sistemli

baskılara rağmen yükselen bir kitle hareketini bastırmaktan bütünü ile aciz olan günümüzün

çürüyen tek 'guçlu devleti' arasında yapılacak bir karşılaştırmadan sadece aynı sonuç çıkar."

(s 35-36)

*

Buraya kadar faşizmin ne olmadığını, faşizm kavramıyla en çok karıştırılan iki ayrı olgu açısından ele aldık. Şimdi, İtalyan ve Alman faşizmlerinin tahliliyle geliştirilmi ş olan, Troçki'nin faşizm teorisini ya da faşizmin Marksist çözümlemesini kısaca özetleyebiliriz. Bu özetlemeyi de yine Mandel'ın gürültüye gelmiş, susuş kumkumasına boğulmuş önsözünden aktarak yapalım.

« Troçkı'nın faşizm teorisi 6 öğenin birliğinden oluşur Bu birliğin içindeki her öge belli bir

özerkliğe sahiptir Ve hepsi de iç çelişkilerinden oturu belli bir gelişmeden geçer. Ama bu

birlik ancak kapalı ve dinamik bir bütünlük olarak anlaşılabilir, bu bütünlük içindeki ögeler

tecrit olmuş bir halde değil, birbirleriyle olan bağlar içinde faşist dikatatörlüğün yükseliş, zafer ve düşüşünü açıklayabilirler.

"1) Faşizmin yükselişi çağdaş kapitalizmin şiddetli bir toplumsal bunalımının ifadesidir. Bu,

1929-1933 yıllarında olduğu gibi, bir aşırı üretim bunalımıyla aynı zamana rastlayabilen

ama bu konjonktür dalgalanmalarının çok ötesine geçen bir bunalımdır Temelde, bizzat artı

değerın üretilme ve gerçekleşme şartlarmdakı bir bunalımdır Dünya pazarının mevcut reka-

bet şartlarında (yanı, belli bir ücret düzeyi, emek üretkenliği, ham madde ve pazar bulma

olanaklarıyla) 'doğal' bir sermaye birikimini sürdürmenin olanaksızlığıdır Faşizmin iktidara

el koymasının tarihsel işlevi, artık değerin üretilme ve gerçekleşme şartlarını tekelci

kapitalizmin belirleyici grupaları lehine birden bire ve şiddetle değiştirmesidir

"2) Emperyalizm çağında ve işçi hareketinin uzun bir tarihsel gelişmeden geçtiği yerde,

burjuvazi politik egemenliğini en yararlı biçimde, yanı en az maliyetle burjuva parlamenter

demokrasisi yoluyla uygular Bu egemenlik biçiminin iki büyük üstünlüğü vardır. Bazı

toplumsal refomların ihsan edilmesiyle toplumsal zıtlaşmaların patlayıcılığının dönemsel

olarak azaltılmasına fırsat verir. Burjuvazmını geniş bir kesimine de, burjuva partileri,

gazeteler, üniversiteler, işveren dernekleri, belediyeler ve mahalli hükümetler, devlet aygıtının

zirveleri, merkezi banka sistemi vb. yoluyla politik iktidarın kullanılmasına dolaylı dolaysız

Page 22: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

katılma olanağı verir

"Ancak, büyük burjuvazinin egemenliğinin bu biçimi ki, tek tarihsel biçim değildir ekonomik

ve toplumsal güçlerin bir hayli değişken istikrarsız bir dengesine bağlıdır Nesnel gelişmeler

bu dengeyi bozunca, siyasi iktidarın dolaysız kullanımından vaz geçmek pahasına bile olsa,

tarihsel çıkarlarını gerçekleştirmek için devletin yürütme gücünü daha merkezileştimeye

çalışmaktan başka bir seçeneği kalmaz büyük burjuvazinin. Tarihsel olarak bakıldığında,

faşizm, tekelci sermayenin toplumsal hayatın bütününü kendi çıkarlarına uygun olarak

totaliter bir biçimde 'örgütleme' eğiliminin (ilk kez Rudolf Hılferdıng tarafından belirtilen bir

eğilim) hem gerçekleşmesi hem de yadsınmasıdır. Faşizm bu eğilimin gerçekleşmesidir, çunku

son tahlilde bu tarihsel işlevi yerine getirmiştir. Bu eğilimin yadsınmasıdır, çünkü

Hilferding'in beklediğinin tersine faşizm bu görevi ancak burjuvazinin büyük olçude poilitik

mülksüzleştirilmesiyle ile yerine getirebilmiştir "3) Modern sanayi tekelci kapitalizmin şartları ve ücretli işçilerle büyük kapitalistler

arasındaki sayısal oransızlıktan otürü devlet gücünün böyle zorla merkezileştirilmesini salt

teknik yöntemlerle gerçekleştirmek olanaksızdır Troçkı'nın işçi hareketinin kitle örgütlerini

doğru olarak nitelediği gibi 'burjuva demokrasisi çerçevesi içindeki proleter demokrasisi

çekirdekleri' de dahil modern işçi hareketinin bütünü değilse bile çoğu kazançlarını salt bu

tur yöntemlerle ortadan kaldırmak ta aynı olçüde olanak dışıdır

"Değil bir mutlak monarşi, bir askeri diktatörlük veya katıksız bir polis devleti bile

milyonlarca üyesi olan bilinçli bir toplumsal sınıfı uzun sure için parçalayacak ve yıldıracak

ve bu şekilde pazar kanunlarının en basit ışleyişleriyle dönemsel olarak ortaya çıkan ilkel

sınıf mücadelelerinin bile yeniden belirmesini engelleyecek olanak ve yetilere sahip değildir.

Bu amaçlara ulaşmak için, büyük burjuvazinin kitleleri kendi yanında seferber edecek bir

harekete, düzenli kitle tedhişi ve sokak savaşlarıyla proleteryanm daha bilinçli kesimlerinin

yoracak ve yıldıracak, iktidarın ele geçirilmesinden sonra da proleter kitle örgütlerini

topyekun yıkarak böylece bilinçli ögeleri sadece parçalanmış (atomize olmuş) değil aynı

zamanda yılmış ve teslim olmuş bir halde bırakacak bir harekete ihtiyacı vardır

"Kitle psikolojisinin histerilerine uydurulmuş yöntemlerle böyle bir kitle hareketi sokak

muhafızları, semt bekçileri, fabrika hücreleri ( ) ve basit muhbirlerden oluşan devasa aygıtlar

yoluyla sınıf bilincine sahip ucertlı işçiler üzerinde sürekli bir denetim kurabilir Üstelik daha

az bilinçli işçilerin bir bölümünü, özellikle beyaz yakalı işçileri ideolojik bakımdan

etkileyebilir Ve işlemekte olan sınıf işbirli ğine kısmen katabilir

"4) Böyle bir kitle hareketi ancak kapitalizmin üçüncü toplumsal sınıfı olan ve burjuvazi ile

proletarya arasında bulunan küçük burjuva tabanına dayanarak yukselebilir. Eğer bu küçük

burjuvazı, umutsuzluğa kapılacak ölçude enflasyonun darbesine kuçuk firmaların iflasına,

üniversite mezunlarının, teknisyenlerin ve daha yüksek maaşlı memurların kitle halinde

işsizliğine maruz kalmışsa, işte o zaman bu toplum sınıfının hiç olmazsa bir kısmında

ideolojik özlem ve hatırlayışlarla, pisikolojik tepki ve kızgınlıkların bileşimi olan tipik bir

küçük burjuva hareketi yükselebilir. Bu hareket aşırı milliyetçilik ve lafzi bir anti kapitalist

demogojiyi örgütlü işçi hareketine karşı korkunç bir nefretle birleştirecektir ('marksizme

Page 23: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

karşı', 'komünizme karşı'). Bu hareket işçilere, işçi örgütlerine ve eylemlerme karşı fiziksel

saldırılara geçtiği anda, bir faşist hareket doğmuş demektir Böyle bir hareket, eğer kitle etkisi

kazanacaksa mutlaka geçmesi gereken bir özerk gelişme doneminden sonra iktidara el

koymaya kadar gidebilmek ıçin tekelci sermayenin önemli kesimlerinin mali ve politik

desteğine ihtiyaç duymaya başlar

"5) Faşist diktatörlüğün tarihsel görevini yerine getirebilmesi için işçi hareketi iktidarın ele

geçirilmesinden önce kırılmalı ve geri püskürtülmelidir. Ama bu, ancak iktidarın ele

geçirilmesinden önce durum kesinlikle faşist çetelerin lehine ve işçi sınıfının aleyhine

dönmüşse olanaklıdır. Faşist kitle hareketinin yükselişi iç savaşın bir çeşit kurumsallaşmasına benzer, oyle ki, nesnel olarak, her iki taraf ta kazanma şansına sahiptir bu

savaşta (Bu arada büyük burjuvazinin ancak çok özel, 'anaormal' durumlarda böyle deneyleri

tercih etmesinin ve mali bakımdan desteklemesinin nedeni budur. Bu tur 'ya hep ya hiç'

politikalarında daha başından belirli bir risk vardır. )

"Eğer faşistler, düşmanı (örgütlü işçileri) parçalamayı, felce uğratmayı, yıldırmayı ve

morallerini yıkmayı başarırsa, zaferleri kesindir. Ama işçi hareketi başarıyla karşı darbeyi

vurur ve insyatifi kendi eline alırsa, yalnız faşizmi değil ama onu doğuran kapitalizmi de ciddi

olarak yenilgiye uğratabilir. Bu toplumsal politik ve toplumsal psikolojik olduğu kadar teknik

politik nedenlerden de ileri gelir. Faşist çeteler ilkönce küçük burjuvazınm sadece en umutsuz

ve en kararlı kesimlerini ('çıldırmış' kısmını) örgütlerler. Ücretli işçilerin bilinçsiz ve örgütsüz

kesimleri (özellikle genç işçiler ve beyaz yakalı gençler) kadar küçük burjuva kitleler de iki

kamp arasında sallantıda kalırlar. Daha büyük cesaret ve kararlılığı gösteren tarafa

katılmaya yatkındırlar. Kazanan ata oynamak isterler.

"Tarihsel olarak bakıldığında, faşizmin zaferi, işçi hareketinin çağdaş kapitalizmin yapısal

bunalımını kendi çıkarları ve kendi amaçları doğrultusunda çözümleyemeyişinin ifadesidir.

Böyle bir bunalım, ilkönce işçi sınıfına galibiyet şansı tanır genellikle. Ancak kandırıldığı,

bölündüğü ve yıldırıldığı için bu şansı kullanamazsa faşizmin zaferi ile sonuçlanabilir savaş. "6) Eğer faşizm, 'işçi hareketini bir balyoz gibi ezmeyi' başarırsa, tekelci kapitalizmin

açısından görevini yapmış demektir. Bundan sonra, faşizmin kitle hareketi bürokratlaştırılır ve büyük bir ölçüde burjuva devlet aygıtı içinde eritilir. E ğer 'hareketin amaçları' içinde

bulunan avam ve küçük burjuva demagojisinin en aşırı biçimleri unutulmaz ve resmi

ideolojinin dışına çıkarılmazsa bu erimenin olanağı yoktur.

"Bu gelişim, son derece merkezileşmiş devlet aygıtının süregelen bağımsızlaşma eğilimine hiç

te zıt değildir. Çünkü bir defa işçi hareketi yenildikten ve artıkdeğerin üretilme ve

gerçekleşme şartları ülke içinde büyük burjuvazinin lehine değiştirildikten sonra, bütün

çabalar dünya pazarında da benzer bir değişiklik yapmaya yönelecektir. Faşizmin ya hep ya

hiç politikası toplumsal politik alandan mali alana aktarılır: bu politika sürekli enflasyonu

teşvik eder ve sonuçta dış askeri maceradan başka bir seçenek bırakmaz. Ama bütün bu

gelişimin getirdiği ekonomik durumda (savaş ekonomisinin sonuçlarını düşünün) ve küçük

burjuvazinin (gittikçe bağımsızlaşan devlet aygıtının arpalıklarıyla beslenenler hariç) politik

durumda bir düzelme değil kötüleşmedir.

Page 24: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

" 'Faizci sermayenin pençelerinden kurtulmak' yerine sermayenin yoğunlaşmasında ve orta

sınıfların proleterleşmesinde gözle görülür bir hızlanma mey adana gelir. Bu olgu faşist

diktatörlüğün sınıf karakterini açıkça ortaya koyar; bu karakter faşist kitle hareketinin sınıf

karakteriyle özdeş değildir. İlki tekelci sermayenin tarihsel çıkarlarını temsil eder, küçük

burjuvazinin değil. Bu eğilim bir defa egemen olduktan sonra, faşizmin bilinçli ve eylemli kitle

tabanı zorunlu olarak küçülür. Faşist diktatörlüğün kendi kitle tabanını bırakma ve

parçalama eğilimi vardır. Faşist çeteler polisin ekleri haline gelir. Faşizm çöküş döneminde

yeniden bonapartizmin özel bir türüne dönüşür.

"Troçki'nin faşizm teorisinin kurucu öğeleri bunlar. Bu teori, bir yandan kapitalizmin üçüncü

döneminin yapısal bunalımı (Troçki'nin kendisi 'kapitalizmin çürüme çağından söz ediyordu')

sırasında sanayileşmiş ülkelerde sınıf mücadelesinin gelişme şartlarının tahliline dayanır, öte

yandan da bu mücadelenin pratik gelişiminin ve teorik yorumlanmasında öznel ve nesnel

etkenler arasındaki ilişkinin, Troçki' nin Marksizmine özgü olan, çok belirli bir kurulma

tarzından doğmaktadır. " (s. 16-20)

*

Buraya kadar, genel olarak faşizm kavramının içeriğini, faşizmin ne olup ne olmadığını, faşist rejimin özgül niteliklerini anlamaya çalıştık.

En kaba bir gözlem bile, 12 Eylül rejiminin burada tanımlanan faşizm kavramıyla tanımlanmasının yanlış olacağını fark eder. 12 Eylül rejimi bir parlamenter demokrasi değildir. Faşist bir rejim de değildir. Peki ama nedir?

Bu soru bize, daha başka kavramsal araçlara ihtiyacımız olduğunu da sezdirir. Böyle bir kavramsal araç var mıdır? Böyle bir araç daha önce Bilimsel Sosyalizmin klasiklerince geliştirilmi ş midir? Yoksa şimdiye kadar hiç karşılaşılmamış, eski kavramların çerçevesine sığmayan yepyeni bir olgu karşısında mıyız?

Türkiyeli devrimciler, devlet biçimleri konusunda, hemen hemen sadece iki kavramla, parlamentarizm ve faşizm kavramlarıyla, düşünmeye alışmışlardır. Ama Türkiyeli devrimcilerin bu iki kavramla sınırlı olmaları, Marksizmin ve Leninizmin böyle sınırlı olduğu anlamına gelmez. Marksizm de askeri diktatörlük gibi, Bonapartizm gibi kavramlar da vardır. Ve bir Bonapartizm kavramı, 12 Eylül rejiminin niteliğini kavrayabilmemizi sağlayacak olanaklar sunabilir. Onun için, 12 Eylül rejiminin niteliğine geçmeden evvel Türkiye devrimcilerinin yabancısı oldukları Bonapartizm kavramımda ele almamız gerekiyor.

** *

Bonapartizm kavramının bizlere yabancı kalması bir rastlantı değildir. Bizlerin skolastik, metafizik mantığımızın bir ürünüdür bu yabancılık. Marksizm ise, diyalektiktir, supleksli (esnek) bir mantığı gerektirir. Devlet sorununda da böyleyizdir. Marksizmin şu en temel önermesini hepimiz biliriz ve kabullenmişizdir: Devlet egemen sınıfların bir baskı aracıdır. Ama hepimiz burada kalırız. Devletin görece özerkliği gibi diyalektik bir kavrayışa doğru ikinci adım atamayız, korkarız. Sanki görece özerkliği kabul etsek ipin ucunu kaçıracağımızı, önceki önermeyi inkar edeceğimizi sanırız. Ama bizzat böyle davranarak ta, Marksizmi bir

Page 25: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

türlü kavrayamayız, skolastik Marksistler olmaktan kurtulamayız.

Bonapartizm kavramı, devlet görece özerkliği kavramıyla yakından bağıntılıdır. Belli bir ekonomi ve sınıflar ilişkisi üzerinde şekillenen devlet, bir kere ortaya çıkıp gelişti mi, kendisini var eden temel üzerinde bir karşı etkide de bulunmaya başlar. Karşı etki, sınıf mücadelesinin bazı aşamalarında, sanki onun sınıflardan bağımsızını gibi görünmesine de yol açar.

İşte Bonapartizm de, sınıfla arasındaki belirli bir denge durumunda, devletin görece bağımsızmış gibi bir görünüm kazanmasıdır. Sözü fazla uzatmadan ustalara bırakalım.

Bu görece bağımsızlık durumu sadece modern topluma has bir olgu değildir. Aynı karakterdeki olgular Antika Tarihte de görülmüştür.

Örneğin Antik Roma'da görülene, Sezar'ın adına izafeten S e z a r i z m denmiştir. Ancak, görece bağımsızlık bakımından benzeşmelerine karşın, Bonapartizmle Sezarizm bambaşka toplumsal gelişme aşamalarının ve sınıf ilişkilerinin ürünüdürler. Antik Roma ya da Atina Cumhuriyeti, modern kapitalist cumhuriyete ne kadar benzerse, Searizm de Bonapartizme o kadar benzer.

Toplumsal gelişmede yepyeni bir olguyla karşılaşan insanlar, onu anlamak için, olaylara geçmişin aynasından bakarlar, tarihsel analojilere başvururlar. Bu belirli bir dereceye kadar kaçınılmaz, gerekli, hatta yararlıdır. Ama burada kalınırsa büyük yanılgılara düşülür. Her olay kendi özgül çelişkileri içinde incelenmelidir.

Bonapart'ın “bulutsuz bir gökte çakan şimşek gibi” görünen hükümet darbesiyle kurduğu rejimi, kimileri böyle tarihsel analojilerle "sezarizm" diye tanımlamışlardır. Marx ise, Bonapart’ın hükümet darbesinin gerçekleştiği sınıf ilişkilerini çözümleyerek, tarihsel analojilerle sınırlı kalmanın tehlikesini göstermiş ve modem sezarzmi bonapartizm kavramıyla tanımlamıştır. Bu sorun üzerine Marx, 18 Brümaire'in önsözünde şunları yazıyor:

"Sonuç olarak eserimin C a e s a r i s m diye adlandırılan, bu günlerde Almanya'da sık sık

sözü edilen skolastik deyimin ortadan kaldırılmasına katkıda bulunacağını umuyorum. Bu

yüzden tarihi analojiyi yapanlar, ana noktayı, yani eski Roma sınıf mücadelesinin sadece

imtiyazlı bir azınlık içinde özgür zenginlerle özgür fakirler arasında verildiğini ve nüfusun

büyük bir üretken bölümü olan kölelerin, bu mücadeleye katılanlar değil sadece pasif bir

temel oluşturduğunu unutmaktadır. İnsanlar Sismondi'nin şu önemli sözünü unutuyorlar:

Roma proletaryası toplumun sırtından geçiniyorken modern toplum, proletaryanın sırtından

geçiniyor. Eski ve modern sınıf mücadelelerinin maddi ve ekonomik koşulları birbirlerinden

öylesine ayrıdırlar ki, bunların arasındaki, politik ürünleri arasındaki benzerlik, Centerbury

Piskoposu ile Başrahip Samuel arasındaki benzerlikten daha fazla değildir. "

Peki, modern Bonapartizmin öğeleri nelerdir? Bunun kısa ve özlü bir çözümlenmesini Engels, Bismark'ın mutlakiyetçi Bonapartizmini incelerken . Konut Sorunu 'nda anlatır.

"(…) Gerçekte ise Almanya' da var olduğu şekliyle devlet aynı şekilde içinden geliştiği

toplumsal tabanın zorunlu ürünüdür. Prusya'da -ve Prusya şimdi belirleyicidir- hala güçlü

bir toprak sahibi aristokrasisi ile, bugüne kadar ne Fransa'daki gibi dolaysız siyasal

Page 26: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

egemenlik kazanmış, ne de İngiltere'deki gibi az çok dolaylı bir egemenlik kazanmış olan

oldukça genç ve son derece korkak bir burjuvazi bir arada bulunmaktadır. Ancak entelektüel

yönden çok gelişmiş ve günbegün giderek daha fazla örgütlü hale gelen, hızla çoğalan bir

proletarya bu iki sınıfla bir arada bulunmaktadır. Biz dolayısıyla, burada, eski mutlakıyetçi

temel koşulun yanı sıra toprak sahibi aristokrasi ve burjuvazi arasında bir denge modern

bonapartçılığın temel koşulunu da burjuvazi ile proletarya arasında bir denge buluyoruz.

Ama gerek eski mutlakiyetçi, gerek modern bonapartçı monarşide gerçek hükümet yetkisi,

özel bir ordu subayları ve devlet memurları kastının elindedir. Prusya'da bu kast kısmen

kendi saflarından kısmen daha az kökenli aristokrasiden ve en az da burjuvaziden

beslenmektedir. Toplumun dışında ve söz üstünde bir konum işgal eder görünen bu kastın

bağımsızlığı, devlete, toplumun karşısında bir bağımsızlık görünümü vermektedir. "

Engels, daha sonra tekrar bu soruna döner ve Almanya'da Köylü Savaşı 'nın Üçüncü Baskısı için, ikinci baskının önsözüne yaptığı bir ekte şöyle yazar:

“(. . . ) 1840 tan sonra savaş yavaş dağılan kırallığın temel varlık koşulu, soyluluk ile

burjuvazi arasındaki mücadeleydi, krallık bu mücadele içinde dengeyi sağlıyordu; artık

soyluluğu burjuvazinin baskısına değil, ama tüm varlıklı sınıfları işçi sınıfının baskısına karşı korumanın önem kazandığı andan itibaren, eski mutlak krallık, özel olarak bu erkle hazır-

lanmış devlet biçimi olan Bonapartçı krallığa dönüşmek zorunda kaldı. Prusya'nın bu

Bonapatrçılığa geçişini bir başka yerde çözümledim. (Konut Sorunu…. ) Orada

belirtmediğim, ama burada son derece önemli olan şey şudur ki, bu geçiş Prusya'nın 1848

den sonra ileriye doğru attığı en büyük adım olmuştur. Prusya, modern gelişmenin bu derece

gerisinde kalmıştı. Prusya henüz yarı feodal bir devletti; oysa Bonapartçılık, ne olursa olsun,

feodalizmin ortadan kaldırılmasına dayanan modern bir devlet biçimidir. ”

Engels, Fransa’da İç Savaş'a yazdığı Giriş' te Bonapartizmin Fransa’da ki biçiminin yaptığı objektif tarihsel görevleri anlatırken Bonapartizm'in kavranması bakımından büyük önemi olan, Marx'ın da yaptığı bir ayrımı yapar, sosyal iktidar ve politik iktidar kavramlarını ayırır.

"Ceza kendini bekletmedi. Eğer proletarya henüz Fransa'yı yönetemiyor idiyse, burjuvazi de

artık yönetemiyordu. Hiç değilse burjuvazinin henüz çoğunlukla kralcı eğilimde olduğu ve üç

hanedancı parti ile bir dördüncü cumhuriyetçi parti biçiminde bölündüğü bu dönemde demek

istiyorum. Serüvenci Louis Bonaparte'ın, bütün kilit noktalarını, ordu, polis, yönetim

mekanizması ele geçirmesini ve 2 Aralık 1851 günü burjuvazinin son kalesi olan Ulusal

Meclisi havaya uçurmasını sağlayan şeyler de, burjuvazinin bu iç çekişmeleridir. İkinci

İmparatorluk, ve onunla birlikte de Fransa'nın bir siyaset maliye serüvencileri çetesi

tarafından sömürülmesi başladı; ama aynı zamanda, sanayi de, Louis Philippe'in, büyük

burjuvazinin sadece küçük bir bölümünün başkalarını dıştalayıcı egemenliği ile birlikte

soysuz ve pısırık sisteminin ona hiç bir zaman veremiyeceği bir atılım kazandı. Louis

Bonaparte, burjuvaları işçilere karşı ve sırası gelince de işçileri de burjuvalara karşı koruma

bahanesiyle kapitalistlerin elinden siyasal iktidarlarını aldı; ama, buna karşılık, egemenliği,

spekülasyon ve sanayi etkinliği, uzun sözün kısası, tüm burjuvazinin yükselme ve

zenginleşmesini, görülmemiş derecede kolaylaştırdı. Bununla birlikte, imparator sarayı

Page 27: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

çevresinde toplanan büyük çaplı rüşvet ve soygun da çok daha yüksek bir derecede gelişip, bu

zenginleşme üzerinden büyük yüzdeler vurdular. "

Buraya kadar Marx-Engels'ten bazı alıntılarla bonapartizm kavramının içeriğini aydınlatmaya çalıştık.

Kimileri, bonapartizmin kapitalizmin rekabetçi çağına has bir olgu olduğunu emperyalizm çağında bonapartizmden söz edilemeyeceğini söylemektedirler. Tabi bu bir iddiadır ve hiç bir kanıtı olmayan bir iddiadır. Kaynağında da bonapartizmin asli öğelerinin kavranmaması yatar. Bu asli öğeler başlıca iki noktaya indirgenebilir. Sınıf mücadelesinin belli bir anında, sınıflar arasındaki bir denge durumunun varlığı ve bu denge durumda, devletin, yürütme gücünün burjuvaziyi politik iktidarından ederek, burjuvazinin sosyal iktidarını ve tarihsel çıkarlarını korumasıdır. Diğer bir deyişle, sosyolojik anlamıyla burjuvazinin diktatörlüğünü korumak için, sanki burjuvaziden bağımsızmış gibi görünen bir politik diktatörlüğün kurulmasıdır. . . Sınıf mücadelesi emperyalizm çağında da vardır, hem de en keskin biçimiyle. Dolayısıyla bu mücadelenin belli anlarda sınıflar arası bir denge de daima olasıdır. Diğer yandan emperyalizm çağında, devlet ve onun yürütme gücü devasa boyutlara ulaşmıştır. Bu da dev-letin ve yürütme gücünün sınıflardan bağımsız gibi davranabilme yeteneğini arttırır. Toplumun üzerinde yükselen bürokratik bir baskı aygıtının varlığı, bonapartizmin olmazsa olmaz koşullarından biridir.

Emperyalizm çağında bonapartizm olmayacağını söyleyenler, gerçekte Lenin'i de okumamışlardır. Çünkü Lenin, ekim devriminin arifesindeki aylarda yer alan Kerenski hükümetini bonapartist olarak niteler. Bir yanda Sovyetler, bir yan da Kornilov'lar. . . Kerenski bir kaç ay boyunca bu geçici denge durumunda varlığını sürdürebilmiştir. Lenin yazıyor:

"(…) Askerler tarafından seçilen örgütlere tam bir güven duyulmadığı için, komutanların

askerler tarafından seçilmesi ilkesi tam olarak uygulanmadığı için, Kornilov'lar, Kaledin'ler

ve karşı devrimci subaylar, ordunun başına geçtiler. Bu bir olgu. Gözünü körü körüne

yummadıkça Kornilov ayaklanmasından sonra, Kerenski hükümetinin her şeyi olduğu gibi

bıraktığını, gerçekten Kornilovizmi onardığını görmemek olanaksız. Aleksiyev'in atanması;

Klembovski’er, Sagarin'ler, Bagration 'lar ve Kornilov'un öbür suç ortakları ile yapılan

"barış". Kornilov ve Kaledin'in kendilerine gösterilen iyi davranış, bütün bunlar, Kerenski'nin

gerçekte Kornilovizmi onardığını daha açık gösterilemeyecek bir biçimde gösteriyor.

"Orta yol yoktur. Deney bunu gösterdi. Ya tüm iktidar Sovyetlere ve ordunun tam

demokratlaştırılması, ya da Kornilovizm" (27 (14) Eylül 1917)

"(. . . ) Bunların uygulanmasına daha şimdiden başlandı, ama bu önlemler, büyük toprak

sahipleri ve kapitalistlerin direnci tarafından, hem (gerçeklikte, tamamen burjuva ve

bonapartcı bir hükümet olan) Kerenski hükümeti aracılığı ile, hem de eski devletin bürokratik

aygıtı aracılığı ile, ve hem de Rus ve "bağlaşık" mali sermayenin dolaysız ve dolaylı baskısı

ile uygulanan direnç tarafından her yerde engellenmiş ve engellenmektedirler. " (a. y. )

Dikkat edilirse Lenin burada Kornilovizm diye bir kavram da geliştirmektedir. Eğer Lenin'in

Page 28: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

partisi olmasaydı, proletarya iktidarı ele alıp köylü devriminin taleplerini tamamlamasaydı, burjuvazi ve proletarya tarafından özlemlerine karşılık verilmeyen köylülük ilgisizliğe, karşı devrimci umutsuzluğa kayabilir ve bu ortamda Kornilov'un darbesine olanak sağlıyabilirdi. Bu gerçekleşmedi. Ama gerçekleşseydi eğer, Rus devrimcileri muhtemelen Komilovizm’in de bir çözümlenmesini yapmak zorunda kalacaklardı. Muhtemelen, Komilovizm de emperyalizm çağında, bir devrimci durumun arkasından gelen, geri Rusya'nın koşullarına özgü bir bonapartizm olabilirdi. Ya da yarı faşist, yarı bonapartist bir geçiş tipi. . . Neyse konumuz bu değil.

Lenin'le aynı sıralarda Troçki de Kerenski hükümetini bonapartizm olarak tanımlamakta ve onun varoluş koşullarını, büyük bir öngörüyle şöyle şöyle çözümlemektedir:

"Eski çarlık hür bir toplumun bağrındaki sınıf kavgaları esnasında kurulmuştu, fakat kavga

halindeki bütün fesat komiteleri ile çarların altında emekçilerin durağan bir alt yapısı vardı.

Yeni çarlık varlığı için gerekli desteği köylülüğün sessizliğinde, pasifliğinde arıyor. Disiplinli

bir orduya dayanan bonapartizmin en önemli aygıtı. Fakat ülkemizde henüz bu şartlardan

hiçbiri gerçekleşmedi. Toplumumuz boydan boya en uç noktalarına ulaşmış açık uzlaşmaz

çelişkilerle kaplıdır. İşçilerle kapitalistler, köylülerle toprak sahipleri, askerlerle genelkurmay

ezilen uluslarla merkezi iktidar, arasındaki mücadele, hükümet kaderini bu kavga halindeki

güçlerden birine dayandırmağa karar vermedikçe (toplumumuza) hiç bir durağanlık unsuru

getirmez. Tarım devriminin tamamlanmasına kadar diktatörün "sınıflar üstü" girişimleri

ancak geçici olur.

" Milioukov, Rodeianko ve Riaboutchinski iktidarın, kendi ellerinde toplanmasının, yani

işçilerin, köylülerin ve devrimci askerlerin üstünde sömürücülerin karşı devrimci

diktatörlüğüne dönüşmesini istiyorlar. Kerenski demokrasiyi karşı devrimin yardımı ile karşı devrimi de demokrasi yardımı ile korkutmak, sonra da kitlelerin hiç bir iyilik göremeyecekleri

kişisel diktatörlüğü sağlamak istiyor. Fakat evdeki hesap çarşıya uymaz. Devrimci kitleler

henüz son sözlerini söylemediler. " ( L. T. , 1917 Yılı, s. 48 )

*

Yukarılarda bir yerde, parlamenter demokrasi var, parlementer demokrasicik var demiştik. Aynı şey bonapartizm için de geçerlidir. Bonapartizm var, bonapartizm var… Rekabetçi dönemin bonapartizmi var, emperyalist döneminin bonapartizmi var. Emperyalist ülkenin bonapartizmi var, geri ülkenin bonapartizmi var. Sınıf mücadelesinin keskinleştiği dönemlerde bir geçiş rejimi karekteri taşıyan bonapartizm var, proletaryanın bir yenilgisinden sonra oluşabilecek nisbeten istikrarlı bir bonapartizm var.

Emperyalizm çağındaki bir bonapartizmin özgül niteliklerini Troçki özellikle 1930-33 yılları arasındaki Almanya'ya ilişkin incelemelerinde çözümlemiştir. Daha sonra bu çözümlemeleri geliştirmiş, genellemeler de yapmıştır. Şimdi Troçki'nin bu çözümlemelerini görelim.

Aktaracağımız bölümler Ekim 1932’de yazılmıştır. Yani henüz faşistler iktidara gelmeden önce. Faşist iktidarın arifesinde Almanya' da, Brüning ve Von Papen hükümetleri kurulmuştu. Troçki bunları sırasıyla yarı-bonapartist ve bonapartist olarak tanımlamaktadır. Aynı

Page 29: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

tarihlerde Komüntern, bizim küçük burjuva devrimcileri gibi, sosyal demokratlara sosyal faşist demekte ve her hükümeti faşizmin bir çeşidi olarak tanımlamaktadır. Troçki çözümlemesini diğer çözümlemelerle örneğin Brandler ve Thalheimer'in çözümlemeleriyle karşılaştırmakta, görüşlerini bir polemik biçiminde açmaktadır.

"Reichtag seçimleri, 'başkanlık' hükümetini yeni ve kritik bir sınavdan geçirdi. Bu yüzden bu

hükümetin toplumsal ve siyasi özelliklerini hatırlamakta yarar var Zaten Marxist yöntem de

Papen-Schleicher hükümeti gibi somut ve ilk bakışta „ani“ politik olayların tahlili ile

üstünlüğünü gösterir.

"Bir tarihte 'başkanlık' hükümetini bonapartizmin bir çeşidi olarak tanımlamıştık. Bu tanımı,

bilinmeyen bir olguya bilinen bir ad bulma arzusunun rastlantısal sonucu gibi görmek yanlış olur. Kapitalist toplumun gerilemesi, bonapartizmi faşizmle yan yana ve birlikte yeniden

gündeme getirir. Daha önce Brüning'in hükümetin bir bonapartist hükümet olarak

nitelendirmiştik. Sonra geri baktığımızda, bu tanımlamayı bir yarı bonapartizm ya da ön

bonapartizm olarak sınırlandırdık.

"Öteki komünistler ve genel olarak 'sol' gruplar ne diyorlardı bu bağlamda? Komüntern'in

bugünkü liderliğinden yeni bir siyasi olgunun bilimsel tahliline girişmesini beklemek saflık

olur. Stalinistler, Papen'i kolayca faşist kampa yerleştiriyorlar. Eğer Papen ve Hitler 'ikizler'

olarak görülüyorsa, Papen gibi önemsiz bir olay kafa yormaya değmez bile. Marksizm

'bayağı' olarak nitelendirdiği ve bize uzak durmayı öğrettiği siyasi literatürün aynısıdır.

Gerçekte, faşizm iç savaşın iki ana kampından birini temsil etmektedir. Elini iktidara doğru

uzatan Hitler önce yetmiş iki saat süreyle sokakların kendisine terk edilmesini istemişti. Hindenburg, bunu reddetmiştir. Pen Schleicher'in Görevi: Nasyonal Sosyalistleri dostane

yollarla disiplin altına almak ve proletaryayı polis zinciriyle bağlamaktı. Böyle bir rejimin

mümkün oluşu bile proletaryanın görevce zayıflığıyla belirlenir.

"SAP (Sosyalist işçi Partisi), öteki sorunlarda olduğu gibi, Papen hükümeti sorununu da

genel sözlerle geçiştirmeye çalışmaktadır. Sorun Bruning'le, ya da bonapartizmin kuluçka

dönemiyle ilgili olduğu sürece Brandler'ciler de getirdiğimiz tanımla ilgili olarak

suskunluklarını korumuşlardır. Ama ne zaman ki Bonapartizmin Marxist tanımı başkanlık

hükümetinin teori ve pratiğinde kendini bütünüyle doğrulamıştır, işte o zaman Brandler'ciler

de eleştirileriyle birlikte orta çıkmışlardır: Thalheimer'in akıllı baykuşu, gecenin geç

saatlerinde uçmaya başlıyor.

"Stuttgart'da çıkan Arbeitertribune gazetesi, bonapartizmin, burjuvazinin sınıf egemenliğini

gene burjuvazinin kendi siyasal partilerine karşı korumak için asker-polis aygıtını

burjuvazinin üzerine çıkarırken, köylülük tarafından desteklemek ve Sosyal Demokrasinin

yöntemlerim kullanmak zorunda olduğunu öğretiyor bize. Papen köylülük tarafından

desteklenmemekte ve sözde radikal bir program sunmamaktadır. Dolayısıyla, Papen'in

hükümetini bonapartizm olarak tanımlama çabamız 'hiç yerme oturmamaktadır'. Bu sert ama

yüzeysel bir yargı.

"Bradlercilerin kendileri nasıl tanımlıyor Papen hükümetini? Arbeıtertribüne'nün aynı

sayısında Brandler'in bu konu üzerinde çok vakitli açıklamaları yer alıyor: 'Junker-monarşist

Page 30: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

mi, Faşist mi, yoksa proleter diktatörlüğü mü?' Bu üçleme içinde Papen hükümeti bir

Junkermonarşist diktatorlük olarak sunulmaktadır. Bu Vorwarts'a ve genel olarak kaba

demokratlara yakışan bir düşünce tarzıdır. Sıfatları alınlarında yazılı Alman

bonapartistlerinin Junkerlere bazı küçük hediyeler verdikleri açıktır. Bu bayların monarşist

bir kafa yapısına yatkın oldukları da bilinmektedir. Ama başkanlık rejiminin özünün yunker

monarşizmi olduğunu iddia etmek, katıksız liberal saçmalıktır.

"Liberalizm, Bonapartızm, Faşizm gibi terimler genelleme özelliği taşırlar. Tarihsel olgular

hiçbir zaman kendilerin bütünüyle tekrar etmezler. l. Napolyon hükümetleriyle

karşılaştırıldığı zaman 3. Napolyon'un hükümetinin 'Bonapartist' olmadığını kanıtlamak zor

olmazdı. Sadece Napolyon' un kendisi kan bağları bakımından biraz belirsiz bir Bonapart

olduğu ıçm değil, ama aynı zamanda sınıflarla, özellikle köylüler ve lunpen proleterlerle

ili şkisi l. Napolyon'un bu sınıflarla olan ilişkisiyle aynı olmadığı için. Dahası klasik

Bonapartizm büyük savaş zaferleri döneminden doğmuştur. Oysa İkinci imparatorluk hiç

böyle şeyler görmemiştir. Ama Bonapartizmin bütün çizgilerinin tekrarını arıyacak olursak,

Bonapartızmin geçmişte kalmış, benzersiz, tekil bir olgu olduğunu, yanı genel olarak

Bonapartızm diye bir şeyin olmadığını ama bir zamanlar Bonapart adında Korsika'da

doğmuş bir generalim yaşadığını görürüz. Liberalizm ve tarihin bütün öteki genelleştirilmi ş terimleri için de aynı durum söz konusudur. Bonapartizm analojisi ile konuşulduğu zaman, bu

olgunun kesinlikle hangi çizgilerinin mevcut tarihsel durumunda en gelişmiş ifadelerini

bulduğunu da belirtmek şarttır.

"Günümüz Alman Bonapartizminin çok karmaşık, denebilirse bileşik bir karakteri vardır.

Faşizm olmasaydı Papen 'm hükümeti mümkün olmazdı. Ama faşizm iktidarda değil. Ve

Papen hükümeti de faşizm değil. Öte yandan Almanya'nın en sonunda savaşta yenik

düşmesine rağmen, gene de Almanya'nın zaferlerini temsil eden ve halk kitlelerinin ellerinde

ordunun simgesi olan Hindenburg olmasaydı, Papen hükümeti en azından bugünkü biçimiyle

mümkün olmazdı. Hindenburg'un ikinci seçilişi bir plebisitin bütün özelliklerim taşıyordu.

Milyonlarca işçi, küçük burjuva ve koylu (Sosyal Demokrat ve Merkez), Hındenburg'a oy

vermişti. Onda buldukları şey, herhangi bir siyası program falan değildi. Bu milyonlar, en

başta iç savaştan kaçınmak istiyorlardı ve bu yüzden Hındenburg'u bir üst uzlaştırıcı olarak,

ulusun uzlaştırıcı hakemi olarak omuzlarına yükseltmişlerdi. Ama zaten bu da, Bonaportızmın

en önemli işlevidir: mülkiyeti ve düzeni korumak amacıyla, kendini mücadele eden iki kampın

üzerine çıkarmak. Bonapartızm, ya iç savaşı bastırır, ya ondan önce çıkar, ya da iç savaşın

yeniden parlamasını önler. Papen'den soz ederken Sosyal Demokrasinin onayına sahip olan

Hindenburg'u unutamayız. Alman Bonapartizminin bileşik özelliği, demogoji ile kitleleri

Hindenburg'a çekme görevinin iki büyük bağımsız parti tarafından, Sosyal Demokrasi ile

Nasyonal Sosyalistler tarafından yerine getirilmesinde ifadesini bulmuştur. Her iki parti de

çalışmalarının sonucunu şaşkınlıkla karşılasalar bile, bu hiç bir şeyi değiştirmez.

"Sosyal Demokrasi, faşizmi doğuranın Komünizm olduğunu iddia ediyor. Bu iddia bir

anlamda doğrudur: Sınıf mücadelesinin keskinleşmesi olmasaydı, devrimci proletarya

olmasaydı, kapitalist toplumun bunalımı olmasaydı, faşizme hiç gerek kalmazdı. Hilferding

Otto Bauer'in uşakça teorisinin bundan başka bir anlamı olamaz. Evet faşizm burjuva toplu-

Page 31: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

munun proleter devrimi tehlikesine karşı gösterdiği bir tepkidir. Ama işte bu tehlike bugün

çok yakında olmadığı için, hakim sınıflar bir Bonapartıst diktatörlüğe dayanarak iç savaşsız

idare etmeye çabalıyorlar.

"Brandlerciler, Hindenburg, Papen, Schleicher hükümeti ıçin getirdiğimiz tanımlamaya itiraz

ederken Marx'a baş vuruyorlar, onun otoritesine dayanarak bizi etkelıyebeleceklerini

düşünüyorlar. Bundan daha acıklı bir aldanış olamaz. Gerçek şu ki, Marx ve Engels yalnız iki

Bonapart'in Bonapartizmleri hakkında değil, başka Bonapartizm çeşitleri uzerine de

düşünmüş ve yazmışlardır. Sanıyorum 1864 ten başlayarak, Bismarck'ın 'ulusal rejimini sık

sık Fransız Bonapartizmine benzetmişlerdir. Ve bunu da Bısmarck'in bir sözde radikal

olmamasına ve bildiğimiz kadarıyla köylüler tarafından desteklenmemesine rağmen

yapmışlardır. Demir Şansölye bir plebisit sonucunda iktidara gelmiş değildi, meşru ve

hanedandan gelen kral tarafından usulüne uygun olarak atanmıştı. Bununla birlikte Marx ve

Engels haklıydı. Bısmarck, mülk sahibi sınıflarla yukselen proletarya arasındaki çelişkiden

Bonapartist bir tarzda yararlandı ve bu yoldan iki mülk sahibi sınıf arasındaki, burjuvazi ile

junkerler arasındaki karşıtlığın üstesinden gelerek bir asker-polıs aygıtını ulusun uzerine

çıkardı. Bismarck'in politikası bugünkü Alman Bonapartizminin 'teorisyenlerinin'

değindikleri, şu geleneğin ta kendisidir. Evet, Bismarck Alman birliği sorununu, Almanya'nın

dıştaki büyüklüğü meselesini kendine göre halletti . . Oysa Papen, Almanya'ya uluslararası

arenada 'eşit' bir yer vaat etmekten başka bir şey yapmadı şimdiye kadar. Elbette küçük bir

fark değil bu. Ama biz de Papen'm Bonapartizminin Bismarck’ın Bonapartizmi ile aynı çapta

olduğunu kanıtlamaya çalışmıyorduk ki! 3. Napolyon da amcası dediği kişinin bir

müsveddesiydı sadece.

"(. . . ) Kapitalizmin gerileme cağının Bonapartizmi, burjuva toplumunun yükseliş çağındaki

Bonapartizminden büsbütün farklıdır. Alman Bonapartizmi kent ve köy küçük burjuvazisi

tarafından doğrudan doğruya desteklenmemektedir ve bu da rastlantı değildir. İşte tam bu

nedenle biz de bir tarihte, ancak iki kampın yani proletarya ile faşistlerin etkisiz kalması ile

iktidara tutunabilen Papen hükümetinin zayıfladığından sözetmıştık.

"Ama Papen'in arkasında büyük toprak sahipleri, finans kapitalistler, generaller duruyor,

diye söze karışacak öteki 'Marksıstler'. Mülk sahibi sınıflar kendi başlarına büyük bir gücü

temsil etmezler mı? Bu sav, sınıf ilişkilerini genel sosyolojik ana çizgileri ile kavramanın, bu

ili şkileri somut bir tarihsel biçim içinde anlamaktan çok daha kolay olduğunu bir kez daha

gösteriyor. Evet, Papen'm hemen arkasında mülk sahiplerinin en yüksek kesimleri

bulunmaktadır ve hükümetinin zayıflığının nedeni de budur.

"Günümüz kapitalizm şartlarında, finans kapitalin acentesi olmayan bir hükümet genel olarak

imkânsızdır. Ama mümkün olan bütün acenteler içinde de Papen hükümeti en dengesiz

olanıdır. Eğer hakim sınıflar doğrudan doğruya iktidar olabilselerdi, ne parlamentarizme, ne

Sosyal Demokrasiye ne de faşizme ihtiyaç kalırdı. Papen hükümeti finans kapitali fazla açığa

vurmakta ve onu Prusyalı Komisyoncu Fracht'ın sunduğu kutsal incir yaprağından bile

yoksun bırakmaktadır. Sırf partiler ustu 'ulusal' hükümet yalnız finans kapital adına

konuşabildiği için, sırf bunun için, sermaye kendini Papen hükümetiyle özleştirmeye her

zamankinden daha çok dikkat etmektedir. DAZ ise, başkanlık hükümetine Nasyonal Sosyalist

Page 32: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

kitlelerden destek bulmaya çalışmakta ve ültimatomların diliyle Papen'den Hitler'le bir blok

kurmasını istemektedir ki bu da aslında Hitler'e teslim olmak demektir.

"Başkanlık hükümetinin 'kuvvetini' değerlendirirken, finans kapitalin Papen'm arkasında

durmasının her zaman onunla birlikte yürüyeceği anlamına gelmediğini unutmamalıyız.

Finans kapitalin Hindenburg-Schleiher'in dışında başka sayısız olanakları daha vardır.

Çelişkilerin keskinleşmesi halinde ise, proletarya dizini onların göğsüne dayayncaya kadar

manevra yapacaklardır. Papen'in daha ne kadar manevra yapacağını ise, önümüzdeki haf-

talar gösterecektir. " (L. T. , Alman Bonapartızmi, "Faşizme Karşı Mücadele", s. 347-352)

Troçki daha sonra teorik genellemeler yaparken Bonapartizm, faşizm, savaş sorunlarına yeniden dönmektedir. Şimdi böyle bir yazısından bazı bölümler aktararak devam edelim:

"Doğru bir teorik yönelişin olağanüstü pratik önemi, keskin toplumsal çatışmalar, hızlı politik

kaymalar ve durumdaki ani değişmelerle dolu bir donemde en belirgin biçimiyle ortaya çıkar.

Böyle bir donemde politik kavramlar ve genellemeler hızla eskirler ve yerlerine ya büsbütün

yeni kavramların konulması (bu daha kolaydır), ya da somutlaştırılmaları, açıklaştırılmaları

ve kısmen düzeltilmeleri (bu daha zordur) gerekir. Geleneksel örnekleri altüst eden ve çok

daha ısrarlı teorik dikkat isteyen ara, geçiş durum ve bileşimlerinin zorunlu olarak ortaya

çıkışı işte tam böyle dönemlere rastlar. Tek kelimeyle; (Savaştan önceki) barışçı ve 'organik'

dönemde, insan birkaç hazır soyutlama ile yetinebildiyse de, zamanımızda her yeni olay

diyalektiğin şu en önemli yasasını bir kez daha doğruluyor: Doğru her zaman somuttur.

"Stalinist faşizm teorisi, hiç kuşkusuz, gerçekliğin bütün somut evrelerinde, bütün geçiş aşamalarında, yanı devrimci (ya da karşı devrimci) sıçrayışlarında olduğu kadar tedrici

değişmelerinde de, (gerçekliğin) diyalektik tahlilinin yerine, kısmi ve yetersiz bir tarihsel

deney temeli üzerinde ortaya çıkarılmış soyut kategorilerin geçirilmesinin en trajik

örneklerinden biridir. Stalinistler bugünkü dönemde finans kapitalin kendini parlementer

demokrasiye uyduramayacağı ve faşizme başvurmak zorunda kalacağı görüşünü

benimsediler. Belli sınırlar içinde mutlak doğru olan bu görüşten, salt tümden gelimci,

biçimsel mantığa uygun bir tarzda bütün ülkeler ve bütün gelişme aşamaları için aynı

sonuçları çıkardılar. Onlara göre Primo de Rivera, Mussolini, Can Kay Şek, Masaryk,

Brunning, Pılsdulskyı, Sırbistan kralı Alexader, Severing, Mac Donald, v. b. faşizmin

temsilcileriydiler. Böyle düşünürken şunları unutuyorlar (a) Geçmişte de kapitalizm kendini

'katıksız' demokrasiye uydurmadı, bazen (bu parlamenter demokrasiyi ) bir açık baskı

rejimiyle tamamladı, bazen de yerine (açık baskı rejimini) getirdi, (b) ‚katıksız’ finans

kapitalizm hiçbir yerde yoktur, (c) finans kapital hakim bir durumdayken bile bir boşlukta ha-

reket etmez ve burjuvazinin ötekı tabakaları ile ve ezilen sınıfların direnişiyle hesaplaşmak

durumunda kalır, (d) nihayet bir diğer geçiş biçimi parlamenter demokrasi ile faşist rejim

arasına, bazen 'barışçı' bir tarzda, bazan da iç savaş yoluyla karşı durulmaz bir tarzda araya

girer. Eğer ilerlemek ve geri püskürtülmemek istiyorsak, bu geçiş biçimlerinin biri doğru bir

teorik değerlendirmeyi ve proletaryanın buna bağlı bir taktiğini gerektirecektir.

"Bolşevik-Leninistler, Alman biçime dayanarak (daha önce İtalya deneyinin temeli üzerinde

kurulabilecek olan) Bonaportizm adını verdiğimiz geçişsel biçimini ilk kez kaydettiler. (

Page 33: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

Brunning, Papen, Schleicher hukumetleri). Bundan sonra, Bonapartist rejimini daha açık ve

daha gelişmiş, biçimde Avusturya'da gorduk. geçişsel biçimin determinizmi tescil edilmiştir, tabii kaderci anlamda değil diyalektik anlamı. Yani faşizmin artan bir başarısı, proletaryadan

ciddi bir direnişle karşılaşmadan, proletaryayı boğmak amacıyla parlamenter demokrasinin

mevzilerine saldırdığı ülkeler ve dönemler için tescil edilmiştir. "Bruning Schleicher döneminde, Manulsky-Kuusinen 'faşizm zaten vardır' diyorlardı, aradaki

Bonapartist aşama teorisinin, Sosyal Demokrasinin 'ehvenı şer' politikasını kolaylaştırmak

için faşizmi maskelemek ve üzerini boyamak çabasından başka bir şey olmadığını ileri

sürüyorlardı. O dönemde Sosyal Demokratlara Sosyal Faşistler deniliyor ve Zyromsk

Marceau Pıvert Just türü 'Sosyal Demokratlar ('Troçkistlerden sonra tabii) en tehlikeli sosyal

faşistler sayılıyordu. Bütün bunlar şimdi değişmiştir. Stalinistler, bugünkü Fransa ile ilgili

olarak 'faşizm zaten mevcut’ sözünü tekrarlamaya cesaret edemiyorlar artık; tam tersine,

faşizmin zaferim engellemek amacıyla dün reddettikleri birleşik cephe politikasını kabul

ediyorlar. Stalinistler, Doumege rejimini faşist rejimden ayrı tanımlyamak zorunda

olduklarını gordüler. Ama Marxistler gibi değil, Ampiristler gibi vardılar bu ayrıma.

Doumerge rejiminin bilimsel bir tanımını vermeye çalışmadılar bile. Teori alanında soyut

kategorilerle iş gören kimse, olgulara körce teslim olmaya mahkûmdur. Ama işte

Fransa'dadır ki parlamentarizmden Bonapartizme geçiş ( daha doğrusu bu geçişin ilk

aşaması) özellikle çarpıcı ve öğretici bir nitelik kazanmıştır. Doumerge hükümetinin,

faşistlerin iç savaş provası (6 şubat) ile proletaryanın genel grevi (12 şubat) arası da sahneye

çıktığını hatırlatma yeter. Uzlaştırılamayacak kampların kapitalist toplumun iki kutbundaki

savaş mevzilerini almalarıyla birlikte, parlamenter rejim a nılen hesap makinasınin bütün

önemini yitirdiği açıkça anlaşıldı. Doumerge hükümetinin de Brüning ve Schleicher

hükümetleri gibi, ilk bakışta parlamentonun onayı ile hükümet eder göründüğü doğrudur.

Ama bu yetkilerinden vazgeçmiş, direnç gösterdiği taktirde hükümetin kendisini dağıtacağını

bilen bir parlamentodur. Saldıran karşı devrim kampıyla kendini savunan devrim kampı

arasındaki nispi denge sayesinde, iki tarafın da geçici karşılıklı etkisizlikleri sayesinde,

iktidar ekseni sınıfların ve onların parlamento temsilcilerinin üstüne çıkarıldı. Hükümetin

başını, parlamentonun dışında, 'partilerin dışında' aramak gerekiyordu. Hükümetin başı iki

generali yardımına çağırdı. Bu üçlü simetrik bir biçimde düzenlenmiş parlamento

rehineleriyle sağdan ve soldan destekledi kendini. Hükümet parlamento çoğunluğunun yü-

rütme organı gibi değil, mücadele eden iki kampın arasındaki hakem gibi görünüyordu.

Bununla birlikte kendini ulusun üstüne çıkaran bir hükümet, havada asılı değildir. Şimdiki

hükümetin gerçek ekseni polisten, bürokrasiden, askeri klikten geçer. Karşımızdaki

parlamentarizmin süsleriyle güç bela örtünen bir askeri polis diktatörlüğüdür. Ama ulusun

hakemi rolünde bir kılıç hükümeti: Bonapartizm, işte budur.

"Kılıcın kendi başına bağımsız bir programı yoktur. Bir 'düzen' aletidir. Var olanı korumak

için çağrılmıştır. Politik bakımdan kendini sınıfların üstüne çıkaran Bonapartizm, denebilirse

atası Sezarizm gibi, toplumsal bakımdan her zaman ve her çağda sömürücülerin en güçlü ve

en sıkı kesiminin hükümetini temsil eder. Şu halde, bugünkü Bonapartizm de bürokrasinin

zirvelerini, polisi, subaylar zümresini ve basını yöneten, esinleyen ve ayartan finans kapitalin

Page 34: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

hükümetinden başka birşey olamaz.

"Son aylarda sık sık sözü edilen 'anayasa reformu'nun tek görevi, devlet kurumlarının

Bonapartist hükümetin ihtiyaçlarına uyarlanmasıdır. Finans kapital, sözde parlamentonun

cebri onayı ile, en uygun hakemi her seferinde millete zorla kabul ettirme olanağını kendisine

verecek yasal yolları aramaktadır. Doumerge hükümetinin ideal bir 'güçlü hükümet' olmadığı

açıktır. Daha uygun Bonaparte adayları vardır yedekte. Eğer sınıf mücadelesinin seyri vakit

bırakırsa bu alanda yeni deneyler ve bileşimler olabilir.

"Tahminde bulunurken, Bolşevik Leninistlerin bir zamanlar Almanya için söylediklerini

tekrarlamak zorundayız: Bugünkü Fransız Bonapartizminin şansı fazla değildir;

proletaryanın ve faşist kampları arasındaki geçici ve aslında kararsız dengeyle belirlenmiştir sürekliliği. Bu iki kamp arasındaki güç dengesinin kısmen ekonomik konjonktürün etkisi al-

tında, esas itibariyle de proleter öncüsünün politikasına bağlı olarak hızla değişmesi gerekir.

İki kamp arasındaki çarpışma kaçınılmazdır. Bu sürecin zaman ölçüsü yıllar değil aylardır.

Dengeli bir rejim ancak çarpışmadan sonra, sonuçlara bağlı olarak kurulabilir.

"İktidara geçen faşizm de, Bonapartizm gibi, finans kapitalin hükümeti olabilir ancak. Bu

top1umsa1 anlamda sadece Bonapartizmden değil, ama parlamenter demokrasiden bile ayırt

edilemez. Toplumsal sorunların politika alanında çözüldüğünü unutan Stalinistler, her se-

ferinde bunu yeni baştan keşfettiler. Finans kapitalin gücü istediği zamanda ve yerde, istediği

gibi bir hükümet kurma yeteneğinde yatmaz; bu yeteneğe sahip değildir. Finans kapitalin

gücü her proleter olmayan hükümetin ona hizmet etmek zorunda kalışı gerçeğinde yatar; ya

da daha iyisi finans kapitalin, her çürüyen egemenlik sisteminin yerine değişen şartlara daha

iyi uyan bir sistem koyma olanağında yatar. Ama bir sistemden ötekine geçiş, politik bunalım

demektir; bu bunalım devrimci proletaryanın faaliyetiyle birlikte, burjuvazi için bir toplumsal

tehlikeye dönüşebilir. Fransa'da parlamenter demokrasiden bizzat Bonapartizme geçiş, iç

savaşın patlamasıyla birlikte yürümüştü. Bonapartizmden faşizme geçişin perspektifleri ise,

karşılaştırılmayacak ölçüde daha sert altüstlüklere ve dolayısıyla da devrimci olasılıklara

gebedir.

"Düne kadar Stalinistler, bizim 'başlıca yanlış'ımızın, faşizmden finans kapitali değil küçük

burjuvaziyi görmek olduğunu söylüyorlardı. Burada da, sınıfların diyalektiğinin yerine soyut

kategorileri geçiriyorlar. Faşizm, küçük burjuvaziyi, finans kapitalin çıkarları için seferber

etmenin ve örgütlemenin özgül bir yoludur. Demokratik rejim döneminde, sermaye zorunlu

olarak isçilere reformist ve barışçı küçük burjuvaziye karşı güven duygusunu aşılamaya

çalıştı. Oysa küçük burjuvazinin içinde proletaryaya nefret daha önceden yaygınlaşmamışsa,

faşizme geçiş olanaksızdır. Aynı üst sınıfın, finans kapitalin egemenliği bu iki sistemde ezilen

sınıflar arasında taban tabana zıt ilişkilere dayanmaktadır.

Ama, küçük burjuvazinin proletaryaya karşı politik seferberliği, büyük burjuvazi için ateşle

oynamak demek olan şu toplumsal demagoji olmadan düşünülemez. İplerini koparmış küçük

burjuva irticasının 'düzen' açısından tehlikesi, Almanya'daki son olaylarda doğrulandı. İşte

bunun için Fransız burjuvazisi mürteci haydutları kendi kanatlarından biri gibi destekler ve

masraflarını karşılarken, bir yandan da işleri faşizmin politik zaferine kadar götürmek

Page 35: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

istememekte ve son çözümlemede, iki aşırı kampı da disiplin altına alacak bir 'güçlü' iktidarın

kurulmasını amaçlamaktadır.

"Şimdiye kadar söylenenler, Bonapartist iktidar biçimini faşist biçimden ayırt etmenin ne

kadar önemli olduğunu yeterince göstermektedir. Bununla birlikte karşı uca sıçramak, yani

Bonapartizmi ve faşizmi iki bağdaşmaz mantıki kategori haline getirmek de bağışlanmaz bir

yanlış olur. Nasıl Bonapartizm parlamentarizmi faşizmle birleştirerek başladıysa, zafere

ulaşmış faşizm de, sadece Bonapartistlerle bir bloka girmek zorunda olduğunu değil, ama

üstelik Bonapartist sisteme iç yapı bakımından yakınlaşmak zorunda olduğunu da görür.

Finans kapitalin egemenliğinin mürteci toplumsal demagoji ve küçük burjuva tedhişi yoluyla

uzatılması olanaksızdır. İktidara geçen faşist şefler kendilerini izleyen kitleleri, devlet aygıtı

aracığıyla susturmak zorunda kalırlar. Aynı nedenlerle, küçük burjuvazinin geniş kitlesinin

desteğini de yitirirler. Bu kitlenin küçük bir bölümü, devlet aygıtı içinde erir. Bir başka

bölümü ilgisizliğe, umursamazlığa kapılır. Bir üçüncüsüyse, çeşitli bayrakların altında

muhalefete geçer. Ama toplumsal kitle tabanını yitirirken, bürokratik aygıta dayanarak ve

sınıflar arasında gidip gelerek Bonapartizm biçiminde yenilenir. Burada da tetricii evrim,

şiddetli ve kanlı olaylarla kesintiye uğramıştır. Çatışan kampların arasındaki son derece

kararsız ve kısa süreli dengeyi yansıtan faşizm öncesi ya da engelleyici Bonapartizmden

(Giolotti, Brüning, Schleicher, Doumerge v. b. ) farklı olarak her iki kitle kampının

yıkılmasından, hayal kırıklğından ve yılgınlığından doğan ve yükselen faşist kökenli

Bonapartizm (Mussolini, Hitler, v. b. ), çok daha dengeli oluşuyla gösterir kendini." (L. Troçki, Bonapatizm ve Faşizm, age. , s. 458-463)

Bu uzun alıntılara başvurmamız belki okuyucuyu sıkabilir. Ancak, devrimci kadrolarımız Marksizm’in yüce cebrine öylesine uzak, mekanik klişelerle, basit aritmetik düzeyinde eğitilmektedir ki, Marksizm’in unutulmuş en temel önermelerinin, tarihsel maddeciliğin devlet biçimlerinin çözümlemesine uygulanmasının somut örneklerine başvurmadan, okuyucunun bütün bunları bildiği varsayımıyla 12 Eylül rejiminin niteliğini çözümlemeye girmek yanlış anlamalara ve hiç anlaşılmama tehlikesine yol açabilirdi.

Bir örnek olarak, karşılaştığımız garip bir itirazı verelim. Biz 12 Eylül rejimini bir tartışmada Bonapartizm olarak tanımlayınca, ona faşizm diyen muhatabımız: "Bonapartizm deyince ilerici gibi bir şey oluyor" diye itiraz etti. Ama bu uzun alıntıları okumuş bir kimse böyle bir itirazı yöneltemeyecektir. Çünkü Bonapartizmin de özünde, en gerici zümrelerin diktatörlüğü anlamına geldiğini, ya da en azından bizim böyle değerlendirdiğimizi bilecektir.

Dikkat edilirse, buraya kadar alınan örnekler, genellikle, batının kapitalist ülkelerinin tari-hindedir. Marx-Engels'de klasik kapitalizmin rekabetçi aşamasında ki örnekler, Lenin ve Troçki de emperyalizm çağına ilişkin örnekler.

20. yüzyılda, modern sınıf ilişkileri, kısmen bugün "Üçüncü Dünya" denilen ülkelere de yayılmıştır. Ve bu ülkelerde, parlamenter demokrasi bir kural olmaktan ziyade bir istisnadır. Egemen olan biçim askeri ya da Bonapartist diktatörlüklerdir. Bu bağlamda, Latin Amerika'nın Askeri diktatörlükleri ile örneğin kimi Arap ülkelerinde görülen Bonapartist bir karakter taşıyan diktatörlükleri de ayırmak gerekir. Kılıç'ın egemenliğini her durumda

Page 36: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

Bonapartizm, olarak nitelemek, görünüşe aldanmak olur.

Sadece bu kadar da değil. Geri ülkelerin değişik gelişme aşamalarındaki bonapartizmleri de ayırmak gerekir. Genellikle, bağımsızlıktan hemen sonraki yıllarda kurulan ve nispeten istikrarlı olan bir yanıyla, tabii gerekli değişiklikler yapıldığında 19. yüzyıl batı Bonapartizmlerininkine benzeyen fonksiyonlar yükselen Bonapartizmlerle, sınıf çelişkilerinin keskinleşmesinden sonra, emperyalizm döneminde görülen, iç savaşı engelleyici, istikrarsız bir geçiş rejimi karekteri taşıyan Bonapartizmlere benzeyen Bonapartizmleri birbirine karıştırmamalıdır. Şimdi biraz da bu sorunu ele almaya çalışalım.

Troçki'nin yarısömürge ve sömürge ülkelerde parlamenter demokrasi metotlarının sökmemesine ilişkin olarak söylediği bazı sözler var. Bu sözler geri ülkelerdeki rejimlerin genel özelliklerinin nedenlerini belirleme bakımından büyük önem taşıyor.

"Demokrasi sadece büyük patronların hâkimiyetidir. Lundberg'in kitabında gösterdiği 60

ailenin ABD ni yönettiğini iyi anlamalıyız. Fakat nasıl yönetiyorlar? Bugüne kadar

demokratik yöntemlerle. Onlar, orta sınıflar, küçük burjuvazi ve işçiler tarafından kuşatılmış küçük bir azınlıktırlar. Onlar bu toplum içerisindeki orta sınıfları bu topluma ortak etme

olasılığına sahip olmalıdırlar. Orta sınıflar ümitsizliğe düşmemelidirler, aynı şey işçiler için

de doğrudur. En azından işçilerin üst tabakası için. Eğer üst tabaka karşı ise, alt tabakaların

devrimci olasılıklarını kırabilirler, demokrasiyi işletmenin tek yolu da budur.

"Demokratik rejim bir ülkeyi yönetmenin en aristokratik yoludur. Ancak zengin bir ulus için

mümkündür. Her Britanyalı demokrat sömürgelerde çalışan dokuz ya da on köleye sahiptir.

Antik Yunan toplumu köleciliğe dayalı bir demokrasi idi. Bir anlamda aynı şey Britanya,

Hollanda, Fransa, Belçika demokrasileri çin de söylenebilir. ABD doğrudan sömürgelere sa-

hip değilse, Latin Amerika ve bütün dünya ABD için bir nevi sömürgedir, üstelik feodal bir

geleneği olmayan ekonomik gelişmesi ve en zengin kıtaya sahip olması da söz konusudur. " (L. Troçki, Programın Tamlanması ve Kullanımı, " Devrimci Marksizmde 'Geçiş Programı'

Anlayışı", s. 267-268)

Troçki, emperyalist çürüme çağında sendikaları incelediği bir yazısında geri ülkelerde sendikaların durumunu ele alırken, bugün bile önemini hala koruyan bir genelleme yapmaktadır.

"Geri ülkelerde başlıca rol ulusal değil de yabancı kapitalizm tarafından oynandığı ölçüde,

ulusal burjuvazinin toplumsal ağırlığı da, sanayinin gelişmesine oranla küçük ve önemsiz

kalacaktır. Yabancı sermayenin işçi ithal etmeyip yerli nüfusu proleterleştirmesinin

sonucunda ise, ulusal proletarya kısa bir süre sonra, ülke hayatında önemli rolü oynamaya

başlayacaktır. Bu koşullarda, yabancı sermayeye karşı direnmeye çalıştığı ölçüde ulusal

hükümet de, şu ya da bu oranda proletaryaya dayanmak zorunda kalacaktır. Buna karşılık,

yabancı sermaye ile omuz omuza hareket etmeyi kaçınılmaz ya da kendileri için daha kârlı

bulan geri ülke hükümetleri ise, işçi örgütlerini imha edecek ve az çok totaliter bir rejim

kuracaktır. Böylece, ulusal burjuvazinin cılızlığı, mahalli özyönetim geleneklerinin

bulunmayışı, yabancı kapitalizmin baskısı ve proletaryanın görece hızlı büyümesi, dengeli bir

demokratik rejimin dayanacağı temelleri ortadan kaldırmaktadır. Geri, sömürge ve yarı-

Page 37: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

sömürge ülkeleri: hükümetleri, genellikle Bonapartist ya da yarı Bonapartist destek arayarak

demokratik bir doğrultuda ilerlemeye çalışması, buna karşılık ötekilerinin de asker-polis

diktatörlüğüne yakın bir hükümet biçimi kurmasıdır. Bu sendikaların kaderini de belirlemek-

tedir: Ya devletin özel himayesi altında ayakta durmakta ya da acımasız bir baskı şiddetle

karşılaşmaktadırlar. Devlet himayesi iki şeyden ötürü zorunlu olabilmektedir: Birincisi, işçi

sınıfını daha yakına çekmek ve böylece emperyalizmin aşırı hak iddialarına karşı direnebilmek için bir destek kazanmak; aynı zamanda da, bir bürokrasinin kontrolüne so-

karak bizzat işçileri disiplin altına almak. " (L. T. , Emperyalist Çürüme Çağında Sendikalar, "Sendikalar Üzerine", s. 119)

Troçki'nin genelleme düzeyinde anlattığı yarı Bonapartist ya da Bonapartist hükümetlere günümüzde en güzel örnek, bazı Arap ülkelerinde (Cezayir, Suriye, Irak vb. ki rejimler gösterilebilir. Bu ülkelerde burjuvazi, işçi sınıfın yarı korparatist sendikalarda örgütlemektedir. Böylece hem pazarlık gücünü arttırmakta, hem de proletaryayı kontrol altına almaktadır. İkinci örneğe ise, Latin Amerika ülkeleri daha çok uyar. Bu gün her ne kadar birbirinden ayrı gibi görülmekteyse de, bu iki eğilim geri ülke burjuvazisinin gelişiminin iki ayrı aşamasının ifadesidir. Geri ülkeler, bağımsızlıklarını kazandıkları ilk dönemlerde, burjuvazi daha ziyade birinci örneğe uygun davranmakta, ancak palazlandıktan, işçi sınıf karşısında uluslararası finans kapitalin vesayetine girmek zorunda kaldıktan sonra asker- polis diktatörlükleri egemen biçim olmaktadır.

Buraya kadar genel teorik önermelerle uğraştık. Şimdi gelelim Türkiye'ye ve 12 Eylül rejimini niteliğine.

*

Şimdi Faşizm, Bonapartizm gib kavramların Marksist öğretideki içeriğini belirledikten sonra 12 Eylül rejiminin karakterini belirlemeye girebiliriz.

Bilindiği gibi, faşizm, emperyalizm çağına has bir olgudur, iktidara geldiği ülkede finans kapitalin egemenliğini varsayar. Türkiye her ne kadar yeni sömürge bir ülke ise de, Türkiye'nin ekonomi, politika, kültürüne egemen olan öz güç finans kapitalistler zümresidir.

Bu durum henüz 12 Eylül rejiminin faşist olduğunu kanıtlamaz ama Türkiye'de faşizmin mümkün olduğunu gösterir.

İkinci nokta: Faşizmin uzun deneylerden geçmiş, belli örgütlerle savunma mevzileri oluşturmuş bir işçi sınıfının varlığı koşullarında bir gerçeklik olur.

Eğer Batı Avrupa'daki kapitalizmin gelişme modeline göre bir hüküm yürütmek gerekirse: Finans kapitalin egemenliği zorunlu olarak deneyli ve örgütlü bir işçi sınıfının varlığı anti tezi ile birlikte düşünülebilir. Çünkü Battı 'da kapitalizm daha emperyalizm çağına varmadan bile işçi sınıfının sanayi çekirdeği sendikalarda işçi partilerinde vs. örgütlenmiştir. Ancak, bize gelince işler değişir. Bizde kapitalist üretim ilişkileri, dünyada kapitalizm emperyalizm aşamasına, finans kapitalizm aşamasına girdiği sıra gelişmeye başlamıştır. Bu nedenle, bizde kapitalizm daha doğarken, cılız da olsa bir finans kapitalizm biçiminde doğmuştur. Bu nedenle, bizim gibi ülkelerde, finans kapitalin egemenliği, Batı Avrupa'da|ki

Page 38: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

gibi güçlü geleneklere ve mevzilere sahip bir proletaryanın bulunuşunu varsaydırmaz. Bizim gibi ülkelerde, egemen sınıf çürüme çağını yaşarken, proletarya pekâlâ 18., 19. yüzyılda Batı proletaryasının bulunduğu koşullarda, örgüt ve bilinç düzeyinde bulunabilir.

İşler somut tarihte de böyle olmuştur. Türkiye'de kendi yarım yamalak devrimini yapan burjuvazi daha 1929-1930’larda finans kapitalizme dönüşmüş, kapitalist sınıf içinden bir finans kapitalistler zümresi, Bonapartist bir diktatörlük biçiminde de olsa egemen olmuştur. Ama aynı dönemde proletaryamız, henüz çocukluğunu, Batı Avrupa proletaryasının 18. yüzyılda yaşadığı aşamayı yaşıyordu. Batı Avrupa da proletaryanın sendikalarda örgütlenmesinin genelleşmesi 19. yüzyılda olmuştur. Esas olarak, ondan önce işçiler bu en meşru savunma araçlarını bile yaratamamışlar, ya da bu araçları lonca kalıntısı biçimler altında proletaryanın çok dar zümresi arasında kullanılabilmişlerdir. Türkiye'de de 1960’lara kadar, kelimenin gerçek anlamıyla sendikal örgütlemelerden söz edilemez. Proletarya üzerinde 1960’lara kadar mutlak artı değer sömürüsü egemen olmuştur.

Türkiye proletaryası ancak 1960’lardan sonra Batı Avrupa proletaryasının 100-150 yılda aldığı yolu 5-10 yılda almış, işçi partilerine, yaygın sendikal örgütlenmelere, bu alanda epey güçlü bir geleneğe sahip olmuştur. 1960 sonrası mutlak artı değer sömürüsünün yerini izafi artı değer sömürüsü almıştır. Bundan çıkacak sonuç nedir? Bundan çıkacak sonuç; bizim gibi ülkelerde, gelişmenin belli bir aşamasına kadar, ortada bir finans kapital egemenliği olmasına rağmen faşizmin gerekli ve mümkün olamayacağıdır. Gerekli olmaz çünkü finans kapital faşizm riskine sırf asker-polis aygıtlarıyla proletaryayı dağıtamayacak kadar proletaryanın gelişmiş olduğu koşullarda girer. Hâlbuki bizim gibi ülkelerde, gelişimin belli bir aşamasına kadar, proletarya zaten henüz çok geri olduğu için; dolayısıyla bürokratik asker-polis metotlarıyla uzunca bir süre dağınık tutulabileceği için gerek yok tur. Bu dönem bizim tarihimizde 1923-1960 arasını kapsar.

O halde, tek parti diktatörlüğü döneminde de, kimilerinin yakıştırdığı gibi faşizm denemez. Çünkü proletarya bürokratik araçlarla dağınık tutulabilecek kadar geri bir gelişme durumundadır. Tüm bu dönem boyunca zaten öyle olmuştur. 1960 lara kadar Türkiye'de proleterya kendi örgütü olan sendikalara istikrarlı ve kitlesel olarak sahip olamamıştır. Bu bakımından, tek parti, tek şef döneminin devlet biçimini Bonapartizm olarak tanımlamak daha doğru olacaktır. Ama bu Bonapartizm, daha sonra kanıtlayacağımız 12 Eylül Bonapartizmi ile özdeş görülmemelidir. Bu Bonapartizmler, farklı tarihsel koşulların, farklı sınıf ilişkilerinin Bonapartizmleridir.

Tek parti tek şef döneminin Bonapartizmini, Bismarck Bonapartizmi ne benzetebiliriz. (Tabi geri ülkenin ve finans kapital çağının koşullarını hesaba katmak şartıyla. ) 12 Eylül Bonapartizmi ise, da ha ziyade, Brüning-Schleicher Bonapartizmine benzer. Brüning-Schleicher Bonapartizmi, Bismarck Bonapartizmine ne kadar benzerse 12 Eylül Bonapartizmi de tek parti tek şef döneminin Bonapartizmi ne o kadar benzer.

Bütün bunlardan çıkan sonuç nedir? Geri ülkeler için konuşurken finans kapital egemenliğini faşizmi mümkün kılan bir koşul olarak görmenin yanlışlığıdır. Çünkü bu finans kapital

Page 39: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

egemenliğinin gelişmemiş bir işçi hareketiyle birlikte bulunduğu bir tarihsel dönem vardır ve bu dönemde finans kapital için faşizme gerek yoktur. Batı gelişiminde ise finans kapital daha doğarken karşısında güçlü ve tecrübeli bir işçi sınıfı bulmuştur. Ve Batı finans kapitali bu sınıfı sırf bürokratik araçlarla dağıtamayacağı için faşizm riskini göze almıştır. Ama şimdi, 1960’lardan sonra, Türkiye’de gelişmiş, örgütlü, iyi kötü bir geleneğe sahip, sırf bürokratik araçlar yoluyla dağıtılıp sürekli dağınık tutulamayacak bir işçi sınıfı vardır. O halde, en azından 1960’lardan sonra finans kapital için faşizm gerekli olabilir, yani mümkündür.

Bu yaklaşın bize, bizim gibi geri ülkeler için bir genelleme yapma olanağı da sağlar.

Marks Kapital'in önsözünde İngiltere’yi kastederek sanayice gelişmiş bir ülke, geri ülkeye -burada da kendi ülkesi Almanya'yı kasteder- geleceğini gösterir der.

Bu önerme, en azından rekabetçi dönemde kapitalist gelişme yoluna girmiş ülkeler için geçerlidir. Ama 20. yüzyılda işler değişir. 20. yüzyılda, yani emperyalizm çağında kapitalist gelişme yoluna girenler için geçerli değildir. Bir İngiltere ya da Amerika ya da Almanya Türkiye gibi, 20. yüzyılda kapitalist gelişme yoluna girmiş ülkelere geleceğini göstermemektedir. Çünkü Türkiye gibi yeni sömürge ülkelerin ABD gibi emperyalist bir ülke olabilmesi söz konusu değildir. Aksine yeni sömürgeliği pekişmektedir. Yani Marks eğer günümüzde yaşasaydı ve en gelişmiş, örneğin Amerika diyelim, Amerikan kapitalizmindeki olgularla kapitalist-emperyalist toplumun anatomisini inceleseydi, Kapita1' i yeniden yazsaydı, onun önsözünde, "Üçüncü Dünya" ülkeleri için: "Aldırmıyorsun ama bu anlattığım

senin hikâyendir" demezdi. Aksine, onların hikâyesinin onun bambaşka hikâyesiyle çelişkili bir birlik içinde olduğunu yazardı.

Ama Marks'ın "önsöz" deki önermesi bir üst düzeyde yeniden kurulabilir. Şöyle: Emperyalizm çağında kapitalist gelişme yoluna daha önce girmiş bir ülke, daha sonra giren daha gerilere geleceğini gösterir.

Bu bağlamda, Türkiye gibi kapitalist gelişme yoluna daha önce girmiş, nispeten daha gelişmiş "üçüncü Dünya" ülkeleri, tıpkı İngiltere'nin Almanya karşısında olduğu gibi, daha sonra giren daha az gelişmişlere geleceklerini gösterirler. Kabul etmek gerekir ki bu gelecek hiç de parlak değildir.

İşte bu anlamda Irak, Suriye gibi ülkeler aşağı yukarı bizi çeyrek yüzyıl geriden izlemektedirler. Baas egemenliği bizim tek parti diktatörlüğüne tıpı tıpına benzer. Ve Irak, Suriye gibi ülkelerde, bu gün faşizmin mümkün ve gerekli olduğundan söz edilmemelidir. Baas diktatörlükleri birer Bonapartist diktatörlük karakteri taşırlar.

Evet, Türkiye'de bugün bir finans kapital egemenliği var, gelişmiş bir işçi sınıfı da var. Bütün bunlar Türkiye'de faşizmin mümkün olabileceğini, faşizmden söz edilebileceğini gösterir, ama, henüz 12 Eylül rejiminin faşizm olduğunu göstermez.

Faşizmin mümkün oluşunun sosyo1ojik koşulları bunlardır. Ama gerekli ve mümkün oluşunun politik koşulları var mıdır? Ona bakalım.

Page 40: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

Finans kapital faşizme hangi koşullarda başvurma gereğini duyar? Klasik faşizmlerin incelenmesinden çıkan sonuç, finans kapitalin faşizme, artı değerin üretilme ve gerçekleştirme şartlarından köklü bir değişimi gerektiren konjonktürel bir bunalımda çakışabilen derin bir yapısal ekonomik bunalım koşullarında başvurduğudur.

Türkiye'de bu koşul da vardır. Türkiye'deki finans kapital egemenliği derin bir konjonktürel bunalımla da birleşmiş, derin bir yapısal bunalım içerisindedir. İşçilerin sayısı 5 Milyondan fazladır, enflasyon %100 oranında seyretmektedir, sanayinin büyüme hızı, 0 (sıfır) ve eski rakamlarda dolaşmaktadır, fabrikalar % 40-50 kapasiteyle çalışmaktadır. Bütün bu olgular, Türkiye'de çok derin bir bunalım yaşadığının belirtileridir.

Burada bir noktayı belirtmekte yarar var. Türkiye'deki bunalım, kapitalizm ve emperyalizm çağının klasik aşırı üretim bunalımlarından değildir. Çok başka bir neden den, yeni sömürge bir ekonomiden kaynaklanmaktadır.

Biliyoruz kapitalizmde artı değerin üretilmesi ve gerçekleşmesi arasında bir çelişki vardır. Her kapitalist alabildiğince çok artı değer elde edebilmek için işçiye alabildiğince düşük ücret vermeye çalışır. Ama bir meta üretmekle hemen artı değer gerçekleşmez. Artı değerin elde edilebilmesi için onun tüketiciler tarafından satın alınması gerekir. Kapitalist ise, bizzat onu satın alacakları daha çok sömürerek pazarı daraltmış, artı değerin gerçekleşmesini engellemiş olur. Böylece mallar tüketilemez, varlık içinde yokluk çeker toplum.

Bu çelişkiyi çözmek için kapitalist dış pazara açılır. Dış pazarlar ise, köpeksiz köy değildir. Orada başka kapitalist devletlerin, rekabeti vardır. Bu rekabete ancak daha ucuz fiyatlarla karşı koyulabilir. Daha ucuza üretim, daha modern tekniği gerektirir. Ama eğer ekonomi, yatırımlar durmuş ise, en azından kısa vadede daha modern teknolojiye başvurulamaz. Zaten durmuş olan ekonomiyi harekete geçirebilmek için bile dış pazara gerek vardır. Bu durumda kapitalist sistem içinde tek çıkış yolu, işçi ücretlerini büyük oranda düşürmek, kâr oranını artırmaktır. Ama işçi sınıfı sermayenin bu saldırısına karşı sendikalarla ve diğer araçlarla karşı durur. işçi sınıfının bu direncini kırabilmek, onu savunma araçlarından yoksun bırakabilmek için tek yol kalır. İşsizliğin ve enflasyonun etkisiyle radikalleşen ve işçi sınıfınca umutlarına cevap verilemediği için karşı devrimci umutsuzluğun partisine kayan küçük burjuvaziyi işçi sınıfına saldırtmak ve zor yoluyla proletaryayı atomlarına ayrıştırmak... Faşizm de zaten budur.

Evet, böylece finans kapital için sorun en azından kısa vadede ülke ölçüsünde "çözülmüştür" ama dünya ölçüsünde daha derin olarak çıkmak üzere.

Emperyalist ülkelerin geri ülkeler karşısındaki tavrı bir bakıma kapitalistlerin proletarya karşısındaki tutumuna benzer, benzer bir çelişkiyi içerir.

Emperyalizm kendi ülkesindeki nispi refahı sağlayabilmek için geri ülkeyi alabildiğince sömürmek zorundadır. Onun gelişmesini engeller, kendine rakip olmasın diye, ama böylece dünya pazarının gelişmesini engellemiş de olur. Ona pahalıya satıp ucuza alacaktır. Ama bir süre sonra geri ülkenin açığı öyle büyüyecektir ki, hiç bir şey alamayacak duruma gelecektir. Böylece bunalım bir başka düzeyde yeniden üretilmiş olur.

Page 41: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

Türkiye'deki bunalım da buradan kaynaklanmaktadır. Emperyalizm Türkiye'yi kâr transferleriyle, uluslararası tefecilikle, ucuz alıp pahalı satmakla sömürmektedir. Ve kendine bir rakip olmasın diye onun ekonomisini kendine bağlamaktadır. Ama bütün bunların sonucu öyle bir durum ortaya çıkmaktadır ki, geri ülke iflas etmekte, hiç bir şey alamayacak duruma düşmektedir. İşte 10-12 yılda bir karşılaştığımız bunalımlar tam bu noktada başlar.

Son bunalımı göz önüne getirelim. Türkiye'nin tarım ve sanayi malları üretebilmesi ithalata bağlıdır. Uluslararası kapitalist ekonomide Türkiye'ye verilen yer tarımdır. Tarım üretimini artırabilmek için traktör, gübre ve petrol gibi üç temel "girdi" gerekir. Üçü de ithal edilmek zorundadır. Ama ihracat bu ithalatı karşılamaz. Çünkü dış ticarette eşitsiz mübadele vardır. Çünkü bütün bunları ithal edebilmek için borç bulmuştur, o borçların faizleri beklemektedir.

Sanayiye gelince, zaten Türkiye1nin iç pazarına yönelik olarak kurulmuştur. Bir tüketim araçları" sanayiidir. Bu sanayinin büyümesi için gerekli makineler ithal edilmek zorundadır. O makinelere montajı yapılacak motorlar, parçalar hammaddeler ithal edilmek zorundadır ve nihayet petrol ithal edilmelidir. Tabii bütün bunlar da borçla olur.

Bu ürünlerin iç pazardaki tüketimi için oluşturmaya gelince, hem petrol, hem araçlar hepsi ithal edilmelidir.

Bunun sonucu ne olmaktadır? Türkiye kalkındıkça ya da sanayileştikçe emperyalizme bağımlılığı artmaktadır. Her yapılan yeni fabrika daha çok ithalat gerektirmektedir. Bir süre sonra dış ticaret açığı öyle büyümektedir ki, tarım ve sanayide yeniden üretim için gerekli ithalat yapılamaz duruma gelmektedir. O zaman yerli finan kapital emperyalizmin kapısını çalmaktadır yeni krediler için. Emperyalizm ise kredi vermek için önceki düzeni daha ağır koşullar da, politik ve askeri bağımlılığı artıracak koşullarla ve nihayet alacağını garantiye alacak koşullarla krediye razı olur.

Açığın kapatılması için tek yol vardır. İhracatı arttırmak. Bu nasıl olur? İç tüketimi kesmek, daha ucuza satmakla. Ama daha modern teknolojiye dayanarak ucuz üretmek biçimiyle değil, devalüasyon yoluyla. İthalatı azalttı mı? Kreditörler bunu hiç istemez. Çünkü o ithalat emperyalist ülkelerdeki fabrikaların çalışması sağlar. Aksine daha çok ithal gerektirecek ve ithalata daya bir tarım ve sanayi programı sunarlar.

İhracatı artırmak için talebi kısmak ve daha ucuza satmak için, işçi, köylü, memurun yoksullaşması gerekir bunun en kolay yolu enflasyondur. Para basarak emekçi halkın gerçek gelirleri düşürülür. Köylü ve memur örgütsüzdür, iflas edip yoksullaştıkça radikal örgütlerin devrimci militanları haline gelerek direnir. İşçi ise, nispeten örgütlüdür, sendikalar aracılığıyla ücret düzeyini korumaya çalışır. İşte o zaman devrimcileşen küçük burjuvazinin ve işçilerin ve devrimcilerin faşistlere karşı savunması başlar. Kronik bir iç savaş ortamına girilir.

Son bunalım iç pazarın darlığından doğmadı, dış pazar yokluğundan da doğmadı. Sanayinin ve kısmen de tarımın yeniden üretimi ve gelişmesi için yeni makineler, ham maddeler, yedek parçalar ithal edilmediğinden doğdu. Ama bir kere ortaya çıkınca, bir yandan kapanan ve kapasitesi hammadde yokluğundan düşürülen fabrikalardan işçiler çıkarılınca, bir yandan emekçilerin alım gücü enflasyonla düşürülünce ister istemez iç pazarda da bir daralma oldu.

Page 42: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

Bunun sonucu bir aşırı üretim bunalımı da ortaya çıktı. Şimdilerde böyle çifte bir bunalım görülüyor. Yani Türkiye bir yandan tam bir kapitalist ülke olamamasının, bir yeni sömürge olmasının bunalımını, bir yandan da kapitalizmin bunalımını bir arada yaşıyor. Sosyo-ekonomik temel gibi bunalım da çifte kamburludur.

Nedenleri ne olursa olsun, Türkiye'deki bugün içinde bulunulan bunalım da örneğin, 1930’lar Almanya’sındaki bunalıma benzer fenomenlerle var olmaktadır. Pahalılığın ve işsizliğin korkunç boyutlara varması, ekonominin durması.

Bu bunalımdan Türk burjuvazisi için çıkışın tek yolu vardır, koşullarda olağanüstü ve öngöremeyeceğimiz bir değişme olmadığı takdirde, işçi sınıfının direncini kırmak kâr oranlarında yüksek bir artış sağlamak, iç tüketimi kısmak, ucuza satmak. Bu yol bile ancak, dünya ticaretinin geliştiği, en azından daralmayacağı varsayımına dayanabilir. Dünya eko-nomisi ise, aksi yönde eğilimler göstermektedir.

Türkiye'nin örgütlü ve gelişmiş işçi sınıfının bu saldırılara karşı direnişi, sırf devlet zoruyla engellenemez. Sırf devlet zoruyla proletaryanın savunma organları dağıtılamaz. Belli bir zaman için şimdi olduğu gibi felç edilebilir ama öldürülemez, yok edilemez.

O halde burjuvazi için tek yol kalmaktadır: Faşizm

Demek ki bugünkü Türkiye'de faşizm güncel bir tehlikedir.

Buraya kadar dediklerimizi bir toparlayalım: Finans kapital egemenliği ve nispeten örgütlü bir işçi sınıfının varlığı, faşizm olanağından söz etmenin objektif sosyolojik koşullarıdır. Keza derin bu nalım faşizmin uzak bir geleceğin değil günümüzün sorunu olduğunu göstermektir. Ama bütün bunlar henüz 12 Eylül rejiminin faşizm olduğunu göstermez. Faşizmden söz edebilmek için daha başka şartlar da vardır.

Finans kapitalin, işçi sınıfının tüm drencini kırmak, onu atomlarına ayrıştırmak için bir araca ihtiyacı vardır. Bu araç küçük burjuvazidir. Ama hangi küçük burjuvazi, hangi koşullarda böyle bir araç olarak kullanılabilir?

Burjuva politikacıları, "orta sınıflar" dedikleri küçük burjuvazinin güçlü ve keyfi yerinde olmasının parlamentarizmin ve kapitalizmin teminatı olarak görürken yanılmazlar. Küçük burjuvazi, gelişme döneminde finans kapitalin zafer arabasına biner, parlamenter bir burjuva rejiminin objektif temelini oluşturur. Küçük evi işi ve dünyası içinde küçük burjuvazi radikal fikirlere ve hareketlere pek itibar etmez.

Ancak, ne zamanki, ekonomik bunalım dönemleri çatar, yüksek enflasyon ve işsizlik, onun küçük evi, arabası, işi arasındaki küçük dünyasını parçalar, onu yoksullaştırarak iflas ettirir, işsizliğin ve açlığın pençesine atar, o zaman o pasifist küçük burjuva herkesten, proletaryadan bile "keskin", "sol" sekter politikalara ve hareketlere, tedhişe eğilim duymaya başlar. Yoksa olağan ekonomik istikrar döneminde küçük burjuvazi kavgaya girmez, kavga edenleri bile ayırmaz ya görmezlikten gelir. "Ben dümenime bakarım", "her koyun kendi bacağından asılır", "dünyayı ben mi düzelteceğim" der ya da polis, jandarma çağırır.

Demek ki, ekonomik bunalım dolayısıyla yoksullaşan, işsizliğin pençesine düşen, kolektif bir

Page 43: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

nevroz içinde çılgınlaşan küçük burjuvazi, finans kapital tarafından işçi sınıfına karşı bir araç olarak kullanılabilir.

Türkiye'de bu koşul da vardır. Son yılların korkunç boyutlara varan işsizliği, pahalılığı artıkça ve modem küçük burjuvazinin belini bükmüş, darmadağın etmiştir, etmektedir. Hemen bütün devrimci hareketlerin ve faşistlerin başlıca militan kaynağını küçük burjuvazi oluşturmaktadır: özellikle işsiz gençlik, modern küçük burjuvazinin şehir küçük burjuvazisinin genç katmanları.

Türkiye'de finans kapital, bir kata, bir Murat, Reno veya Anadol'a, bir eşe ve işe sahip bir orta sınıf yaratmak için çok çabaladı. Bu yolda epeyce de mesafe kat etmişti. Ama şimdi işler tersine döndü. Burjuva gazetecileri ve politikacıları, "orta sınıf yok oluyor, rejim tehlikede" diye boşuna bas bas bağırmıyorlardı.

Evet, Türkiye'de küçük burjuvazi bunalımın darbeleri altında boğulmaktadır. Finans kapitalin küçük burjuvaziyi kullanabilmesi için bu koşul da vardır. Ama yoksullaşan iflas eden, deklase olan bir küçük burjuvazinin varlığı, küçük burjuvazinin proletaryaya karşı seferber edilebilmesi için gerek koşuldur, yeter koşul değildir. Çünkü burjuvazi ve proletarya arasında sallanan küçük burjuvazi pekâlâ, proletaryanın yanına geçip, burjuvaziye karşı sefere de girebilir. Ve bu daha büyük bir olasılıktır. Bütün tarihsel deneyler, küçük burjuvazinin önce sola meylettiğini göstermiştir. Mandel'in dediği gibi; "sarkaç önce sola doğru gider".

O halde şu soruyu sormak gerekiyor: Küçük burjuvazi hangi koşullarda proletaryanın yanına değil de karşısına geçer, burjuvazi tarafından proletaryaya karşı savaş meydanlarına sürülecek duruma gelir?

İşte faşizm teorisinin en can alıcı noktası burasıdır! Ve işçi hareketine egemen olan partilerin hep atladıkları, kenarından dolaştıkları noktada burasıdır. Komünist partilerin resmi faşizm teorisi, en çok "tehlikeli" sorundan çok kaba bir metotla "sıyrılırlar" : Faşizmin iktidarının sınıfsal içeriği ile faşist kitle hareketinin sınıfsal içeriğini birbirinden ayırmayarak, faşizmin iktidarı finans kapitalin iktidarıdır, hem de finans kapitalin en gerici öğelerinin iktidarıdır. Ama 20. yüzyılda her kapitalist ülkede her iktidar böyledir. Faşist kitle hareketi ise; küçük burjuva harekettir. Resmi teori, işin bu yanını hep atlar, hep yok sayar susuşa boğar. Böyle yapmak zorundadır, çünkü en zayıf yanı burasıdır.

Faşist hareketin küçük burjuva kitlesine dayandığı, bu gerçek, bu olgu, bir kere kabul edildi mi kendiliğinden kafalarda şu soruyu gündeme getirecektir; peki küçük burjuvazi niçin proletaryaya karşı oldu, niçin onu proletarya burjuvaziye karşı kullanamadı?

Sosyal demokratların ihaneti mi? Sosyal demokrat, adı üstünde tutarsızdır. Sosyal demokrat sosyal demokrat olarak kaldığı sürece ihanet edecektir.

Komünistin görevi sosyal demokrasinin ihanetini etkisizleştirecek politika uygulamaktır: Eğer onu ihanetle suçluyorsan, sosyal demokratların ne olduğunu bile, onun politik ideolojik mahiyetini bile kavramamışsın, ama ondan olmayan kaliteleri ona bahşetmişsin demektir.

Görüldüğü gibi böyle bir cevap, hemen komünist partilerin resmi politikasını ve taktiklerini eleştiri konusu yapacaktır. Komünist partileri ise, bu politikayı tartışma konusu yapmıyorlar,

Page 44: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

yapamazlar. Çünkü bugünkü ideoloji ve politikalarını, kendi varlıklarını kendi elleriyle tartışma konusu yapmış olurlar.

Komünist partilerin güçsüzlüğü mü? Evet, bir parti doğru tahlillere, doğru politikaya dayanıp doğru taktikler uygulamasına rağmen sırf gücü yetmediği için de yenilebilir. Halkımızın dediği gibi "zor oyunu bozar".

Ama böyle bir cevapta olgulara ters düşecektir. Ne İspanya'da, ne Almanya'da Komünist partileri güçsüz değildi. On binlerce militanları, proletarya içinde güçlü mevzileri, milyonlarca oyları ve nihayet dünyanın ilk işçi devletinin Sovyetler Birliği'nin maddi-manevi desteği vardı. Güç ve olanaklar bakımından Rus Bolşevikleriyle kıyaslanamayacak kadar güçlü ve elverişli durumdaydılar.

Bütün bu olgular, ister istemez direk Komünist partilerin, teorisi, politikası ve taktiklerinin yanlış olduğu sonucunu gündeme getirir. Hangi yoldan olursa olsun. Bu sonuca ulaşınca da ister istemez şu soru gündeme gelecektir: Komünist Partileri, Dünya Partisi olan Komüntern’in birer seksiyonu idiler, demek ki Komüntern'in teorisi, politikası, taktiği yanlıştı. Bu soru ister istemez şu yeni soruya yol açar: Komüntern'in politikasını kimler belirlemiştir?. Muazzam prestije sahip SBKP.

Bu da şu yeni soruyu gündeme getirir: Bir işçi devletinde iktidarda olan bu parti, hangi toplumsal nedenlerle, tam yarım yüzyılı aşkın süredir böyle yanlış bir teori ve politikanın uygulayıcısı oluyor? Lenin dönemi doğru olduğuna göre, bu yanlış politika hangi dönemde nasıl egemen oldu? Bu politika ve teoriyi eleştirenler hiç çıkmadı mı? Ama bütün bu sorular da bizi, 'Troçki'ye, Bürokrasi olgusuna, geri bir ülkede iktidara gelmiş bulunan proletaryanın tecrit olması gibi sorunlara getirir.

Zaten böyle olduğu içindir ki, geri bir ülkede demokratik görevlerin proletarya diktatörlüğüne yol açacağı teorisini, Sovyet bürokrasisinin tahlilini ve ona, onun teorisine karşı mücadele eden Troçki’nin tek tutarlı faşizm teorisini ortaya koyabilmesi rastlantı değil, teorik bir zaruretti de. Bu teoriler, bir sistem, organik bir bütün oluştururlar. Ya bu sistemin içinde yer alınır ya ona karşı. Eklektik çabalar son duruşmada bu sistemin karşısında yer almaya mahkûmdur.

Bütün bunlardan dolayıdır ki, doğru bir faşizm teorisi inşa edebilmenin en temel teorik şartı, proletarya önderliğinin bunalımını kabul etmektir. Bu öğeden yoksun her faşizm teorisi, proletaryayı faşizme karşı savaşta silahsızlandırır, giderek yenilginin kader olduğu sonucuna, yılgınlığa götürür.

Demek ki, finans kapital, uçlara doğru yönelen küçük burjuvaziyi, ya var olan proletarya öncüsü, proletaryanın tayin edici olabilecek bir niceliğini bile etkileyemeyecek kadar cılız olduğu ya da proletarya öncüsünün yalnış politika, teori ve taktiklere dayandığı koşullarda, proletaryanın devrimci bir irade gösterememesi, küçük burjuvazinin devrimci umutlarına cevap verememesi sonucunda proletaryaya karşı kullanabilir.

Peki, Türkiye'de bu koşullar söz konusu mudur? Evet!

Page 45: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

Çünkü Türkiye'de henüz, en devrimci teori temelinde örgütlenmiş bir öncü bile yoktur. Ve faşizme karşı mücadelenin başarısı için en acil görev: Faşizmin tek doğru teorisini savunan Devrimci Marksizm’in ("Troçkizm") en devrimci teorisi ve tarihsel tecrübeleri temelinde bu öncüyü yaratmak ve proletaryanın içinde, tayin edici mevziler kurabilmektir.

Öncü yoktur henüz ama her şey yitirilmiş değildir. Gücümüz yetmeyebilir, zaman yetmeyebilir, ama en azından bizden sonrakilere bir gelenek, bir birikim bırakırız. Yine de karamsar olmaya gerek yok. Her şey bitmiş değildir. Türkiye'deki bunalım çok derindir, ama son birkaç yıl şunu göstermektedir ki, tempo yavaştır. Allegrotto değil, Moderato çalmaktadır. Eğer biz öncüyü, allegretto bir tempoyla yaratabilir ve aynı tempoyla proletaryanın çekirdeği içinde ve devrimciler ortamı içinde bir mevzi oluşturabilirsek. Faşizme karşı zafer kazanabilir, faşizmle birlikte kapitalizmi de yıkabiliriz. Bütün sorun, bunalımdan çok daha hızlı bir tempoyu tutturabilmek ve belli bir güce ulaşarak tayin edici savaşın arifesinde onu ya-kalayabilmektedir.

Türkiye'de proletarya arasında gelenekleşmiş etkilere sahip kitlesel işçi partileri yoktur. Bunun hem olumlu, hem de olumsuz yanları vardır. Olumlu yanı, Rus proletaryası gibi Türkiye proletaryasının da sosyal demokrat ve resmi komünist partilerin reformizminin etkisi altında dolayısıyla Devrimci Marksizme karşı güçlü bir direnç içinde bulunmamasını sağlamaktadır. Kafası kireçlenmemiş bir proletaryaya sahibiz.

Ama bu durum aynı zamanda proletaryanın bugün için direncini de azaltmaktadır.

Devrimci ve reformist sosyalist parti ve hareketlere gelince; onların başlıca tabanları hala küçük burjuvazidir. Genel olarak, işçi sınıfının büyük sanayi çekirdeği, ileri ve üst zümreleri arasında burjuva sosyalizminin (TÎP, TSÎP, TKP gibilerin) etkisi ağır basıyor. Proletaryanın daha geri, yarı esnaf, köylü karakterini henüz tümüyle yitirmemiş zümreleri arasında ise, küçük burjuva devrimcisi, "sol" hareketlerin etkisi daha fazladır. (Halkın Kurtuluşu, Dev-Yol, Kurtuluş vs. ).

Böylece proletaryanın alt ve üst zümrelerinin en örgütlü ileri unsurları iki ayrı politika etrafında yığılmış, bölünmüş durumdadırlar ve her iki zümre de diğeriyle ittifakı olanaksızlaştıracak taktiklere dayandığı için proletaryanın sınıf olarak birleşik bir eylemi olanaksızlaşmıştır. Alt ve üst zümreler arasında etkili hareketler sırasıyla Komüntern'in 1933 öncesi "sol" ve sonrası sağ politikalarını benimsemiş durumdadırlar.

TİP, TSİP, TKP gibi burjuva sosyalist partiler esas olarak, reformist bir politikayla CHP'yi Faşizme karşı birleşik cepheye çekmeye çalışırlar. (Böylece proletaryayı burjuva reformizminin kuyruğuna takarlar. ) CHP'yi ürkütmemek için "goşistlik" yapılmamalıdır. "Goşistler" lanetlenmeli, onlarla hiç bir ittifaka girilmemelidir. Böylece burjuvaziyle ittifak uğruna, proletaryanın alt zümreleriyle ittifak reddedilmiş olur. Bu ittifakı olanaksızlaştıran diğer bir unsur da sudur: "Goşist" denen, Proletaryanın alt kesimleri arasındaki hareketler genellikle Mao'cu kökenli veya Arnavutluk çizgisine yakındır. Resmi ideolojiye göre bunlar, "Mao'cu Bozkurt" olduğundan, sadece "goşist" değil karşıdevrimci de görülürler. İspanya'daki anarşistler ve reformistler arasında kurulduğu kadar bile bir işbirliğini engellenmekte, proletaryayı birbirine düşürmekte, felç etmektedir bu görüş.

Page 46: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

Proletaryanın geri zümreleri arasında etkili olan küçük burjuva devrimcilerinin sicilli de diğerlerinden temiz değildir. Burjuva sosyalist, TİP, TSİP, TKP Sovyet çizgisindedirler. Küçük burjuva devrimci hareketlerin çoğu, Sovyetleri Sosyal Emperyalist, Sosyal Faşist, Revizyonist Diktatörlük olarak görür. O zaman da TİP, TSİP, TKP gibiler sosyal faşizmin ajanı, karşı devrimciler olarak değerlendirirler. Yani faşistlerle aynı safta, "Halk Safları”nın dışında tutarlar. Böylece proletaryanın iki zümresi birbirine karşı düşmanca dururlar, fiziki mücadele metotları uygularlar ve bütün bunlar, proletaryanın esas büyük kitlesini umutsuzluğa, başarısızlığa, ilgisizliğe iter.

Bütün bu zaaflara rağmen, proletarya henüz faşist çeteler tarafından darma duman edilememiştir. Çünkü şimdiye kadar küçük burjuva sarkacının Sol'a sallandığı dönemi yaşadık. Faşist çetelere karşı, bizzat sol'a salınan küçük burjuvazi çete savaşı verdi. Bu çete harbi, hiç yoktan iyiydi, karşı tarafı yıprattı, her çete savaşı gibi, başlangıçta belli bir dönem olumluluğu ağır bastı. Ama çetelerle tayin edici zaferler kazanılamaz. Şimdi görev, Üçüncü Enternasyonal'in ilk Dört Kongre'sinde geliştirdiği, Birleşik İşçi Cephesi taktikleri temelinde, proleter sınıf temeline dayanarak faşizme karşı ordulaşmaktır.

Çete savaşları faşistlerin devrimcileri yenmesini engelledi, ama devrimcilerin faşistleri yenmesini de sağlayamadı. Tam bir denge durumu ortaya çıktı. İki taraf da bir alternatif getirememe, birbirine kesin bir üstünlük sağlayamama durumundaydı. Yalnız ibre yavaş yavaş faşistlerden yana kaymaya başlamıştı. İşte tam bu denge durumunda 12 Eylül darbesi mümkün olabilmiştir. Burjuvazi için faşizm son çaredir. Çünkü riski çok büyüktür. Ne kadar dağınık olursa olsun proletarya gibi bir sınıf kısa zamanda umulmadık cesaret ve örgütlenme örnekleri verebilir. Faşist imha saldırısına karşı böyle bir direniş ister istemez bir iç savaş demektir. İç savaşta ise, kimin kazanacağı baştan belli olmaz. Burjuvazi ancak kazanacağından emin olduğu zaman bunu göze alabilir.

Ordu'yu açıkça faşistlerin desteğinde bir darbeye yöneltmenin büyük riskleri vardı. Çünkü son yıllarda, ordu da toplumdaki bölünmelerden etkilenmişti. Faşist bir girişim karşı bir girişimi de gündeme getirip, burjuvazinin temel dayanağı olan ordunun bölünmesine neden olabilirdi.

Denilebilir ki, toplumda olduğu gibi ordu içinde de faşistlerle faşistlere karşı olanlar bir denge durumundaydı ve henüz hiç birinin diğerine kesin üstünlüğü yoktu.

İşte tam bu denge durumunda bir kılıç hükümeti: Bonapartizm mümkün olabilmiştir. Burjuvazi açısından ise, iflas etmiş parlamenterizmin yerine geçirmek ve iç savaştan kaçınmak için gerekliydi.

Evet, 12 Eylül rejimi, Bonapartizmdir. Bonapartist rejim de, finans kapitalin rejimidir. Ama henüz işçileri atomize edememiştir, edemez de. O küçük burjuvaların faşist çeteler halindeki desteğine değil, silahlarını teslim edip, şimdilik tekrar eski "mutlu" günlerine döneceğini uman küçük burjuvazinin düzen yanlısı desteğine dayanıyor. O faşistlere de, devrimcilere de vurarak sınıflar üstü görünümünü korumaya çalışıyor. Zaten böyle yapabildiği için ve yapabildiği ölçüde Bonapartist bir diktatördür.

Page 47: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

Yalnız bu Bonapartizmi, tek parti döneminin bonapartizmi ile karıştırmamak gerekir. Bunlar ayrı tarihsel dönemlerin, ayrı koşulların Bonapartizmleridir.

Tek parti döneminin Bonapartizmi yıllarca süren nispeten istikrarlı bir rejim olmuştur. 12 Eylül Bonapartizmi ancak bir geçiş rejimi olabilir. Sınıfların bugünkü dengesinde ve bugünkü bunalım koşullarında bir iç savaşı engellemek için kurulmuş Bonapartist rejim, istikrarlı bir rejim olamaz.

İki Bonapartizm ayrılıkları en iyi sınıflar karşısındaki konumlarında görülebilir.

Tek parti döneminin Bonapartizmi bir savaştan sonra kurulmuştu, işçi sınıfı henüz örgütsüz ve dağınıktı, cılızdı. Sınıfın bu gelişme düzeyinin geriliği sırf bürokratik araçlar yoluyla işçi sınıfını dağınık tutmayı, aşırı sömürü ile burjuvazinin palazlanmasını sağlıyordu.

Bugünkü Bonapartizm bir savaştan önce ya da savaşı önlemek için kurulmuştur. Örgütlü ve deneyli, belli mevzilere sahip bir işçi sınıfı vardır. Sırf devlet zoruyla işçi sınıfını baskı altında sürekli dağınık tutmak olanağı yoktur. "Bu terazi, bu kadar sıkleti çekmez". İşçi sınıfı şimdi, felç olmuşluğunun yanı sıra darbenin şokunu yaşamaktadır. Bu şok ve felç durumu bugünkü rejimi böyle güçlü göstermektedir. Ama bu şok, cuntanın işçilerin ekmeğine yönelik saldırıları karşısında fazla sürmeyebilir. Ayrıca, şok, felci atlatmayı da sağlayabilir. Tevkifler her ne kadar militan öncü işçileri aldıysa da bu öncülerin politikaları yukarıda açıkladığımız nedenlerle işçilerin kendiliğinden devrimci içgüdüleriyle bile davranışlarını engelliyordu. Bu tevkif budaması, kafası kemikleşmemiş daha esnek, sendikalarda bürokratlaşmamış yeni bir önder kuşağın çıkmasını sağlayabilir. Kesilen dallar daha gürbüz filizlerin ortaya çıkmasına yol açabilir.

Tek parti Bonapartizmi döneminde, küçük burjuvazi büyük ölçüde konumunu koruyabilmiştir. Zaten istikrarlığının en büyük nedenlerinden biri de budur. Tek parti döneminde köy ve şehir nüfus oranları çeyrek yüzyılda yüzde bir kaç oranında oynamıştır. Yani küçük burjuvazinin bugünkü gibi derin ve hızlı mülksüzleşmesi yoktur.

12 Eylül Bonopartizmi ise, küçük burjuvazinin iflas ettiği bir dönemde gelmiştir. Uyguladığı ve uygulayacağı ekonomi politikası yoksullaşmayı derinleştirecek ve hızlandıracaktır.

Ve işte o zaman, bugün bir umutla silahlarını teslim eden, cuntayı sokaklarda rahat dolaşabildikleri, kendilerini bir iç savaştan kurtardığı için alkışlayıp destekleyen, küçük burjuvazi tekrar muhalefet saflarına geçecektir. Bu cuntanın istikrarsız bir geçiş rejimi olacağının en büyük delillerinden biri de budur.

12 Eylül Bonapartizmi bir geçiş rejimidir dedik. Nereye geçiş ?

Yazımıza son verirken kısaca olasılıklara da göz atalım.

Gerek generaller, gerek T. Özal en az 5-6 yıl sürecek bir geçiş döneninden söz ediyorlar. 5-6 sene sonra ise, iyice gericileştirilmi ş, yürütmesi güçlendirilmiş, özgürlüklerin iyice kısıtlandığı bir parlamentarizme geçmeyi planlıyorlar.

Ama evdeki hesap çarşıya uymaz. Çünkü bu hesap sınıfların bugünkü taleplerinin sabit kalacağı yani küçük burjuvazinin desteğinin ve proletaryanın felç durumunun süreceği

Page 48: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

varsayımına dayanıyor. Bunlar ise, sabit sayılar değil, en hızlı değişkenlerdir.

İkinci olarak, varsayalım ki, sınıfların durumları sabit kalmıştır. Bu hesap 5-6 yıl sonra ihracatın ithalatı epeyce dengeleyeceği var sayımına dayanıyor. Ancak bu da pek olası değil. Üretimin artırıldığını, iç talebin kırıldığını varsayarsak bile uluslararası ticaretin genişleyeceğini, yabancı rekabete karşı durmak için himayeci tedbirlerin artmayacağını hiçbir şey garanti etmez. Aksine uluslararası ekonomiye ilişkin çözümlemeler uluslararası derin bir krizden, himayeci tedbirlerin artacağından söz ediyor. Demek egemen sınıflar, ihraç edecek malları olsa bile onları satamayabilecekler.

Bütün bunlar, cuntanın engellemek istediği iç savaşın, faşistlerle devrimciler arasında bir ölüm kalım savaşının büyük bir olasılıkla ileride tekrar gündeme geleceğini gösteriyor. Ya faşizm ya devrim! Büyük bir olasılıkla önümüzdeki birkaç yıl içinde bu ikilemle karşılaşacağız. Görevlerimiz şu kısa zamanı değerlendirip, eski deneylerden dersler çıkarıp önümüzdeki tayin edici savaşlara hazırlanmaktır.

Büyük savaşlar, tayin edici savaşlar ardımızda değil önümüzdedir.

Demir Küçükaydın

24. 11. 1980 Türkiye

(Bu yazı Almanya’da çıkan Der Weg –Yol adlı dergide Temel Ateş imzasıyla yayınlanmıştı.)

Page 49: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

Cunta’nın 1 Nolu Bildirisi

Milli Güvenlik Konseyi'nin ilk bildirisi, kendi kaçınılmaz yıkılışına yol açacak tüm çelişkileri içermektedir. Bildiri tikel bir olgu olarak, bugünkü Bonapartist diktatörlüğün gerici ideolojisinin en genel niteliklerini içinde barındırmaktadır. İlk bildiri onların son sözleridir. Yok olmaya, tarihin çöplüğüne atılmaya mahkûm bir sınıfın son sözleri. Bu bakımdan 1 nolu bildirinin mantığını ele almak, onların güçsüzlüğünü gösterebilmek için yararlıdır.

Burjuvazinin her zaman başvurduğu yöntem, devrimcileri, kendi sınıf egemenliğine karşı çıkanları, ulusun düşmanları yabancı ülkelerin ajanları olarak suçlamaktır. Somut bir toplumsal olgu olan sınıf savaşını, "kötü niyetli iç ve düşmanların" tahrikleriyle açıklamaya kalkmak: Burjuva ideolojisinin vardığı son teoridir.

Bu teori MGK bildirisinde de ifadesini bulmaktadır. Örneğin, şöyle deniyor:

"Türkiye Cumhuruyeti Devleti son yıllarda izlediğimiz gibi dış ve iç düşmanların tahriki ile

varlığına, rejimine ve bağımsızlığına yönelik fiziki ve fikri haince saldırılar içindedir."

Çağımızda, Türkiye gibi geri bir ülkenin kapitalizm çerçevesinde kaldıkça, bir yeni sömürge olmaktan kurtuluş yolu yoktur. Bu önerme, son 100 yıllık tarihin ampirik olarak da kanıtladığı bir önermedir. Bu durumda var olan yenisömürge durumunu, yani bildirinin deyimi ile "Türkiye Cumhuriyeti Devleti" ni korumaya yönelik her hareket, her düşünce 12 Eylül

dadbesi, objektif olarak "iç ve dış düşmanların", yani uluslararası Finans-kapitalin emperyalizmin ve yerli egemen sınıfların, ulusun büyük çoğunluğuna karşı "fizikî ve fikrî

haince" saldırılarından başka bir şey de ğildir.

Yukarıdaki alıntıda ilginç bir durumla da karşı karşıyayız. Ulusun ya da halkın uğradığı sal-dırıdan bile demagojik amaçlarla da olsa söz etmiyorlar. Doğrudan doğruya T. C. Devleti'nin uğradığı saldırıdan söz ediliyor. Önemli olan halk değil devlettir!

Egemen sınıflar, küçük, çok küçük bir azınlık oldukları için, onların egemenliklerini sürdürebilmelerinin tek garantisi: Devlet denen baskı aracını korumaktır. Bu nedenle, Devlet çıkarı- ki sınıfın genel çıkarının ifadesidir- her şeyin üstün dedir.

Darbe, bizzat Devlet'in kendisini, egemen sınıfı ve onun düzenini kurtarmak için yaptığı bir harekettir. Kapitalist, nasıl, kendi sübjektif niyetlerinden öte sermayenin mantığı ile hareket etmek zorundaysa, Devlet zirvelerinde yer alan görevliler de, kendi sübjektif niyetlerinden öte, Devlet'in mantığıyla hareket ederler. Ve nasıl bir Kapitaliste, kendi kar düzenini ortadan kaldırmaya yönelik her hareket topluma karşı bir hareket olarak görülürse, bir devlet görevlisine de, kendini özdeşleştirdiği burjuva devletini ortadan kaldırmaya yönelik bir hareket, topluma karşı bir hareket olarak görülür. Bu nedenledir ki, bu bayların kafasında, Devlet ve toplum ayrı kategoriler değildir. Bu nedenledir ki, çırılçıplak, devleti kurtarmaktan

Page 50: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

söz ediyorlar. Bu Bonapartizmin en önemli özelliğidir.

Sınıflı bir toplumda başkası olabilir mi? Saf bilimsel fikirlerin bile, gerçek Devrimci, dolayısıyla proletaryanın yararına olduğundan, bilimselliklerin ideolojik, yani sınıf çıkarına hizmet eden bir anlamı vardır.

Sınıflar dışı ve üstü olmanın olanaksızlığı gibi, ideolojiler dışı ve üstü olmak ta olanaksızdır. Hiç bir ideolojiye bağlı olmadığını iddia etmek de bizzat bir ideolojinin, egemen sınıfın ideolojisinin bir ifadesidir. Çünkü bir egemen sınıf, eğer azınlıksa, sınıf egemenliğini ancak egemen bir sınıf olduğunu gizlediği ölçüde sürdürebilir. Bunun en bayağı ve kolay yolu da, her türlü ideolojiye karşı olduğunu iddia etmektir.

İdeolojik olmadığını iddia eden her görüş, her hareket, objektif sınıf çelişkilerini yok saymak, dolayısıyla da zorla bastırmaktan başka bir şeye hizmet etmez. Sınıfların objektif olgular olduğu inkar edilince, çeşitli ideolojiler de, çeşitli iç, dış mihraklar tarafından yaratılmış şeyler olarak koyulabilirler. Bunun içindir ki, ideolojiler üstü veya dışı oluş iddiası, her şeyi, toplumsal muhalefeti, polisiye "iç ve dış düşmanlar" ile izah etmenin mantıki temelini oluşturur. İki anlayış arasında organik bir birlik vardır.

Bütün sorun, durumu ve çıkarları ayrı olan insan kümelerinin, Sınıfların, varlığını inkârdan kaynaklanır. Sınıfların varlığı bir kere inkar edilince, tüm toplumsal olayları açıklamanın tek yolu polisiye mantık olur. Giderek o "polisiye" olaylara polisiye metotlarla karşı konulabileceği sanılır.

MGK bildirisi de aynı kavrayışa dayanıyor. Yalnız, bildiride, ideolojisizliğin ya da ideolojiler üstü oluşun adı: Atatürkçülük'tür.

“Atatürkçülük yerine irticai ve diğer sapık fikirler, ideolojik fikirler üretilerek sistemli bir

şekilde ve haince ilkokullardan üniversitelere kadar eğitim kurumları ve idare sistemi saldırı

ve baskı altında tutularak bölünme ve iç harbin eşiğine getirilmişlerdir. "

Atatürkçülük de bir ideolojidir. Hem de sapık ve gerici bir ideoloji. Türkiye burjuvazisinin, gerici ve sınıfların varlığını inkâr eden ideolojisinin adıdır: Atatürkçülük.

Atatürkçülüğün bir öğesi olan milliyetçiliği ele alalım. Atatürkçüler ya da milliyetçiler, biz sosyalistlerin ideolojisinin yabancı, kendi ideolojilerinin yerli olduğunu da savunurlar. Biz gerçi bir ideolojiyi yerli ya, da yabancı olduğuna göre değerlendirenlerden değiliz. Biz onun tarihsel anlamına bakarız. Ama bu yerli ideolojiye sahip olmakla övünen baylar yalan söylüyorlar. Çünkü milliyetçilik sapına kadar yabancı bir ideolojidir. Kapitalizm gibi ve kapitalizmle birlikte dışarıdan ithal edilmiştir. Milliyetçilik ideolojisi, burjuvaziyle birlikte Batı Avrupa'da doğmuştur.

Devletçilik mi? Bu kısmen yerli bir ideoloji sayılabilir, Batı'da kapitalizmin henüz rekabetçi olduğu çağda, burjuvazi devletçi değildi. O zamanki tarihsel çıkarları "bırakınız yapsınlar,

bırakınız geçsinler" fikrinde ifadesini buluyordu. Ancak yirminci yüzyılda, emperyalizm çağında, burjuvazi, hem politik çıkarları gereği, ezilen sınıfların direncini kırabilmek için daha güçlü devlet cihazına ihtiyacı olduğundan, hem ekonomik çıkarları gereği devletin müdahalelerinden yana olduğundan eski değerlerini inkâr etmiş, devletçi kesilmiştir.

Page 51: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

Türkiye kapitalist ilişkilere, yeryüzünde rekabetçi kapitalizm aşaması son bulurken girmiştir, Birinci Evren Savaşından sonra burjuvazi kendi egemenliğini kurabilmiştir. Bu nedenle Türk burjuvazisi daha doğarken devletçi doğmuştur.

Demek ki, Atatürkçülük de, sınıflar ya da ideolojiler üstü değildir. Aksine Türk burjuvazisinin çıkarlarını savunan bir ideolojidir.

Sınıflar ve onların çıkarlarının ifadesi olarak ideolojiler objektif bir olgu olarak kabul edilme-yince, o ideolojileri benimseyen kitleler de, bir takım kötü niyetli kişilerce aldatılmış olarak değerlendirilebilirler. Evet, Halk, kötü niyetli kişiler tarafından aldatılmaktadır: Ama bu sayın baylar, generaller, kötü niyetlilerin fikirlerine karşı şerbetlidirler! Acaba onları aldatılmaz kılan, terzilerin omuzlarına diktikleri yıldızlar mıdır, yoksa kafalarına geçirdikleri süslü püslü şapkalar mıdır? Bu bayların kerameti kendilerinden menkuldür. O halde, halk denilen bu kafasız çocukları yabancı ideolojilerin etkisinden kurtarmak gerekir. Kötü niyetli adamların kitaplar, gazeteler çıkarmaları engellenmelidir.

Eğer general olmak, insanı sapık fikirlerin etkisinden koruyabiliyor ise, bu kadar tantanaya ne gerek var? Herkese birer general elbisesi giydirip general rütbesi verilse, tüm millet sapık fikirlere karşı şerbetlenmiş oluverir.

İşte, bugün başımızda her şeylere kadir görenlerin mantığı özün de bu kadar bayağıdır. Bu çok bilgili geçinen generaller bu kadar cahildir. Onların giydikleri şapkaları yapan, yıldızları imal edip diken bu emekçi halk bu bayların yönetimine layık mıdır?

Bu baylara göre demokrasiye layık olmak gerekir. Layık olup olmadığımızı ise, bu omuzu kalabalık generaller tayin edecektir.

Hani demokrasi halkın kendi kendisini yönetmesiydi?

Öyle ama ona layık olmak gerekir. Kullanmasını bilmeyen bir millete hürriyet vermek, çocuğun eline silah vermektir. Çocuk tutar babasını vuruverir. Bu generallere şükranlarımızı bildirmeliyiz, bizi böyle yanlış işler yapmaktan kurtardıkları, babamızı falan vurmazı engelledikleri için.

Böylece yüzyılda bir adım ileri gidemediğimiz ortaya çıkıyor. Tam da bugünkü generaller gibi, yüzyıl önce Sultan Abdülhamit de, şu Atatürkçülerin çok kızdıkları Abdülhamit, şunları söylüyordu:

"Beni hürriyete muhalif görenler yanılıyorlar. Kullanılmasını bilmeyen bir memlekete

hürriyet vermek, kullanmasını bilmeyen birine tüfek vermeye benzer. Herif babasını, anasını,

kardeşlerini öldürür. Sonra döner kendisini vurur."

Ha Abdülhamit ha Kenan Evren... Al birini vur ötekine. Ancak, yüz yıldır, o kadar uğraşmalarına rağmen bize hala demokrasiyi nasıl kullanacağımızı öğretemediklerine göre bu öğretmenlerin yeteneğinden ve metotlarından şüphe etmek gerekmiyor mu? Yoksa bu millet mi, bir türlü demokrasiyi nasıl kullanacağını hocalarının bütün gayretlerine rağmen öğrenmiyor? Türk milleti bu kadar yeteneksiz mi? Haşa, "bu milleeet!.. Sakarya”

Yine de çok sayın generallerimiz şunu düşünmeli: Her şeye kadir olan bu millet nasıl oluyor

Page 52: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

da yüz yılda bir türlü demokrasiyi nasıl kullanacağını öğrenemiyor?

(Burada bir parantez açıp iğneyi kendimize batıralım. Emekçi kitlelere güvenmemeyi yansıtan bu ikameci tavır daha değişik bir biçimiyle küçük burjuva sosyalistlerinde de vardır. Bu bayların da anlamadığı siyasi eğitimin ancak siyasi mücadele içinde elde edilebileceğidir. Generaller sınıfların varlığını inkar ederek bu noktaya varıyorlar. Kimi küçük burjuva sosyalistleri de zümrelerin varlığını inkar ederek. Biz, Devrimci Maksistler, proletarya diktatörlüğünün tek parti diktatörlüğü ile özdeş olmadığını, proletarya diktatörlüğünde de, farklı zümrelerin çıkarlarını savunan partilerin varlığının sosyalizme daha sağlıklı bir geçiş sağlayacağını söylediğimizde, küçük burjuva devrimcileri generallerin mantığını bir üst derecede yeniden canlandırıyorlar. Ve diyorlar ki: “ya gerici partilere oy verirlerse?” Böylece sınıfa olan güvensizliklerini, proletaryayı, proletarya diktatörlüğünün bir öznesi değil, bir nesnesi olarak gördüklerini ele veriyorlar)

MGK nin l. Nolu bildirisi programını şöyle açıklıyor:

"Giri şilen harekâtın, amacı ülke bütünlüğünü korumak, milli birliği ve beraberliği sağlamak,

muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden

tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmaktır. "

Bu program gerçekleşemez çünkü ütopyadır, hem de gerici bir ütopya. Sorunu burjuvazi açısından koyalım. "Ülke bütünlüğü, milli birlik ve beraberlik" nasıl sağlanabilir? Sınıflar objektif olgulardır. Bölünmeyi, iç savaşı önlemek! Ki bunun belli koşullarda bir dönem için önlenebileceğini tarih birçok kereler göstermiştir. Lenin'in dediği gibi, çıkışı olmayan durum yoktur. Ancak, sınıf çelişkilerini yumuşatmakla, bu da çeşitli reformlarla sağlanabilir. Reformlar ise, devrimci mücadelenin yan ürünleridir. Burjuvazi, egemenliğini tehlikede gördüğü zaman, kolunu kurtarmak için parmağını vermeye razı olur. Yani devrimci sınıfların güçlü örgütlenmeleri gereklidir ki, reformlar olabilsin ve sınıf çelişkileri yumuşatılabilsin. Ama, bildiri daha başında sınıfları ve onların devrimci örgütlenmelerini yasaklayarak çıkıyor ve ezilin sınıfları her türlü savunma aracından mahrum bırakıyor. Bırakmak zorunda, çünkü Türk burjuvazisi reformları yapacak güçte değil. Böylece inkar ettiği iç savaşı, polis devleti metotlarıyla yeniden ilan etmiş oluyor.

İngilizin dediği gibi: "Olaylar inatçıdırlar." "Demokratik düzenin" işlemesine mani olan sebep yani parlamentarizmi iflas ettiren sebep: ekonomik kriz ve bu krizin etkisiyle küçük burjuvazinin hızla yoksullaşması, "orta sınıfların" dağılışıdır. İstikrarlı bir küçük burjuvazi parlamentarizmin en esaslı dayanağıdır. Ama cunta ilk günden ilan ettiği ekonomik programla bu dağılışı hızlandıracaktır. Zaten onun işlevi de budur. O halde, parlamentarizmi iflas ettiren sebep, en azından kısa vade de ortadan kalkmayacaktır, aksine derinleşecektir. Derinleştikçe de polisiye tedbirler sertleşecektir. Sonuç ne mi olur? Sonucu mücadele belirler. Ya örgütsüz ve öndersiz kitleler gücünü tüketip yenilecek, moralce çökecektir, ya da inkâr ettiği çelişkiler burjuvazinin canına ot tıkayacaktır. İşçi sınıfı gibi bir gücü, sırf devlet zoruyla sürekli dağınık tutmanın olanağı yoktur. Proletarya darbenin şokunu atlattıktan sonra tekrar direnmeye başlayacaktır. 12 Eylül rejimi proletaryanın reformist sendika önderlerini tutukladı. Artık bu tutuklamalar, sendika kapatmalar budama yerine geçecektir. En kısa zamanda daha ve sağlam

Page 53: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

filizler yeşerecektir, işte o zaman proletaryanın direncinin bugünkü gibi sıfır olacağı hesabına göre yapılmış ekonomi politikanın uygulanmasını engellemeye başlayacaktır. O zaman, sırf polisiye tedbirlerle bastırılamadığı görülen proletaryanın direncini kırmak için, faşist çeteler yine piyasaya sürülecektir. Böylece Bonapartist rejim, engellemek için geldiği iç savaşı bir üst düzeyde yeniden başlatacaktır. Hem de bu sefer ertelenmiş ve birikmiş çelişkiler bugünkü ile kıyaslanmayacak bir şiddette patlayacaktır.

Tayin edici savaşlar önümüzdedir, ardımızda değil. Bize düşen görev şimdiye kadar ki tecrübelerden dersler çıkarmak ve bu tecrübeler ışığında kadroları ve sınıfı eğitmeye çalışmaktır.

12 Eylül rejimi faşistlerle devrimciler arasındaki savaşın dengesi üzerinde ve bir iç savaştan kurtulabilmek için mümkün ve gerekli olmuştur. Ama bu denge kritik bir dengedir. 12 Eylül Bonapartizmi, bu denge üzerinde yükselen bir geçiş rejimidir . Nereye geçiş?

Finans-kapital 5-6 yıl sonra iyice gericileştirilmi ş bir parlamenterizme dönmeyi hesaplıyor. Bu hesap a) İşçi sınıfının bugünkü dağınık ve dirençsiz durumunun bu süre boyunca değişmiyeceği; b) Küçük burjuvazinin, özellikle şehir burjuvazisinin iç savaş korkusuyla bugünkü Bonapartist diktatörlüğe verdiği desteğin devam edeceği, c) Bütün bu veriler sabit kalmak şartıyla, ihracatın artırılabileceği varsayımlara da yanıyor.

Finans Kapital’in bu hesabı da bir olasılıktır, ama zayıf bir olasılık. Çünkü, a) Krizin yükünü en çok çeken işçi sınıfı, burjuvazinin saldırıları karşısında elbet direnişe başlayacaktır. Proletarya henüz tüm mevzilerini yitirmemiştir, b) Küçük burjuvazin can derdi ve iç savaş korkusuyla verdiği destek fazla sürmeyecektir. Bir süre sonra, krizin etkisiyle iflas eden yoksullaşan küçük burjuvazi uçlara, toplumsal muhalefete doğru yönelecektir, c) Nihayet, üretim artsa, işçiler çok ucuza çalıştırılsa bile, dış pazarlarda ihraç ürünlerinin satışının artması zayıf bir olasılıktır. Bugün, kapitalist dünya bir kriz içindedir, dünya ticareti gerileyebilir, himayeci tedbirler ihraç olanaklarını sıfıra düşürebilir.

Bütün bu nedenlerle, 12 Eylül rejimi, ya faşizm ya devrim ikileminin gündeme geleceği bir iç savaş ortamına geçiş rejimi olacaktır büyük bir olasılıkla.

Generaller orduyu bölünmekten korumak için de geldiler iktidara. Baskı altına alınmış toplumsal muhalefetin çeşitli eğilimleri ister istemez ordu içinde yankısını bulacaktır. O zaman toplumdaki bölünmeler orduya da yansıyacaktır. Darbe, çok korkulan ordunun bölünmesini erteleyecektir ama çok daha şiddetli bir bölünmeye yol açmaktan da kurtulamayacaktır.

Umutsuzluğa ve yılgınlığa yer yok. Şimdi devrimci Almanca konuşma zamanıdır. Az laf çok iş. Daha seçme, geçmiş deneylerin ışığında daha iyi eğitilmi ş daha tecrübeli militanlarla daha sıkı daha bilinçli örgütlenme, işçi sınıfını, günlük mücadelelerin tecrübeleriyle tayin edici savaşa hazırlama zamanıdır.

25. 11. 1980, Türkiye!

Page 54: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

“ Türkiye’de Sosyalist Hareketin Tarihini Yazacaklar İçin Tezler” Adlı Yazıdan 12 Eylül ve Öncesiyle İlgili Bölüm

Türkiye devrimcilerinin 1974-80 arasında yaşadığı trajedi şöyle özetlenebilir: Devrimciler olgunlaşma fırsatı bulamadan, bir devrimci durum, daha doğrusu bir ön devrimci durum olgunlaştı. Eğer Türkiye'nin devrimcileri bütün yetersizliklerine rağmen, bugünkü bilgi ve tecrübeleriyle ve 1974'deki prestijleriyle o yükselen dalganın içinde bulunabilselerdi, tarih başka bir yol izleyebilir, faşistlere karşı öz savunmanın dinamikleriyle, 1979'lara doğru bir sosyalist devrim başarılabilirdi.

1974'de hapisten ya da illegaliteden çıkan, 25 yaşı civarındaki, gerek biyolojik, gerekse de teorik olarak çocukluktan yeni çıkan bu kuşağa, Tarih birdenbire altından kalkamayacağı görevler yüklemiş ve ezmiştir. Örgütlerin de, tarihinde insan harcamasının iki temel yolu vardır: ya kapasitelerinin üstünde görevler yüklerler ya da kapasitelerinin altında.

XIX

1974'den sonra ilk önce reformist sosyalizmin yükselişi yaşanır. 1974 öncesinin radikal gerillacı militanları burjuva sosyalist partilere doğru akma eğilimi gösterir. Bu akışta Vietnam KP'sinin Moskova'ya yakınlaşması, Portekiz'de KP'nin birdenbire güçlü bir parti olarak ortaya çıkması, Küba'nın Angola'ya asker yollaması, Türkiyeli devrimciler üzerinde Sovyetler'in devrimci ve radikal bir çizgi izlediği yanılsamasına yol açmıştır. Aynı eylemler, bir grup devrimcinin de Mao'culuğa tümüyle angaje olmasına ve "Üç Dünya Teorisini" savunmasına yol açmıştır. Bu dönemde peş peşe kurulan ve güçlenen TSİP, TİP, TKP, SDP gibi partilerin hepsi de burjuva sosyalizminin şu ortak karakteristiklerine sahiptirler: Sosyalizm ve devrim uzak bir geleceğin işidir, acil görev: demokratik reformlardır. Bu reformlar için de "anti-tekel" burjuvaziyle ittifak gerekir, onlar ürkütülmemelidir. Bu partiler böylece işçileri burjuva reformizminin kuyruğuna takarlar.

Bu burjuva sosyalist partiler geleneksel olarak büyük şehirlerin işçilerinin güçlü sendikaları arasında etkilidirler. Bir bakıma sendika bürokratları zümresinin ve kısmen de kalifiye ve örgütlü işçi çekirdeğinin reformist eğilimlerinin ve zümre çıkarlarının yansımasıdırlar.

Bu partilerin aynı eğilimlere dayanmalarına, aynı program ve stratejiye sahip olmalarına rağmen ayrı olmalarının nedeni, her birinin, Türkiye Sol Hareketi'nin gelişiminin değişik bir aşamasında şekillenmesinden, o dönemin varsayımları ve problematikleri çerçevesinde kendini tanımlamasındandır. Özdeki aynılık, TİP TKP birleşmesiyle ve Aydınlıkçılar yakınlaşmasıyla bugün kolaylıkla görülebilir.

Page 55: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

XX

1974 Sonrasında yükselmeye başlayan enflasyon karşısında îşçi Sınıfı'nın örgütlü çekirdeği, sendikalar aracılığıyla kendini bir sure savunabildi ve hatta gerçek ücret artışları sağlayabildi. Ama gecekonduların işsiz gençleri, küçük burjuvalar için hiç bir savunma mekanizması yoktu, bu genç işsizler ve küçük burjuvalar hızla politize olmaya ve radikalleşmeye başladı. Radikalleşen tabakaların bir kısmı faşist organizasyonlara kayarken, daha büyük bölümü, 197074 arasının kahramanlarının ve sosyalizmin prestijinin yüksekliği nedeniyle sol örgütlere yönelmeye, faşist çetelerin saldırılarına karşı örgütlenmeye yöneldiler.

Böylece 1970-74 arası dönemin kılıç artıklarının kurdukları örgütler ve hareketler hızlı bir militan akımına uğradılar ve büyümeye başladılar. Aslında bu hareketlerin hiç birinin teorisinde öz savunma örgütlenmesi diye bir problem yoktu, faşizmle mücadele, Dimitrov'un VII. Kongre Raporu'nda koyulduğu şekilde, burjuva güçlerle bir ittifak surunu olarak ele alınıyordu. Bu örgütlerin çoğunun devrim şemalarının köşe taşı olan "halk savaşı"na hazırlık ve kadro toplamak amacıyla yaptıkları iş, fiilen öz savunma oluyordu. Öz savunma, örgütler tarafından öz savunma amacıyla ve bu araçla yığınları eğitip örgütlemek amacıyla yapılmıyordu. Böylece, hemen bütün radikal örgütlerin 1968-70'lerin Çin, Vietnam, Küba'dan esinlenmiş devrim teorileriyle yaptıkları arasında açık bir çelişki ortaya çıkıyordu. Bu çelişki en açık ifadesini, en güçlü örgüt olan Dev - Yol'da bulmuştur. Bu hareket, resmen kabul ettiği teoriye göre gerilla savaşını başlatması gerekirken, gecekondu bölgelerinde öz savunma yaptığı için, aynı gelenekten gelen diğer hareketler tarafından eleştirilmi ştir. Teoriye uygun davrananlar ise, yığın bağlarını yitirmişler, marjinal gruplara dönmüşlerdir. Başka koşullarda bir hareketin güçsüzlüğünü oluşturacak özellikler, yani teorik eklektisizm ve teori ile yapılan iş arasındaki uyumsuzluk Dev-Yol'un gücünü oluşturmuştur.

Bu dönemde hangi politik hareket nerede faşist saldırılara karşı öz savunmayı fiilen iyi örgütleyebilmişse orada güçlenmiştir. Bunu başaramayanlar, bu görevin önemini kavrayamayanlar ise hızla marjinalleşmişlerdir. Teoriyle tutarsızlık pahasına da olsa başaranlar güçlenmiş, ama bu da teoriye ilgisizliği ve eklektisizmi beslemiştir.

XXI

1974'ten sonraki dönemde, iççi sınıfının alt tabakaları, işsiz gençler, küçük burjuvalar radikal akımların etrafında yoğunlaşırken. işçi sınıfının üst tabakaları, özellikle büyük sanayi şehirlerindeki çekirdeği reformist sosyalistlerin kontrolü altında kalmıştır. Böylece, bir anlam da, İşçi sınıfının alt ve üst tabakaları arasındaki bölünme, aynı zaman da reformist sosyalistler (TİP, TSİP, TKP, SDP, TİKP) ve radikal sosyalistler (Dev - Yol, Dev - Sol, Halkın Kurtuluşu, Partizan, Devrimci Halkın birliği vs.) şeklinde ifadesini buluyordu. Bu bölünme aynı

Page 56: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

zamanda, bir başka açıdan, işçi sınıfı küçük burjuvazi bölünmesi olarak da görülebilir.

Böylece bu bölünme, bir yanıyla isçi sınıfının birliğinin önünde, diğer yanıyla işçi sınıfıyla küçük burjuvazinin ittifakının önünde bir engel oluyordu. Engel oluyorlardı, çünkü taraflar, ideolojik dayanaklarından hareketle birbirleriyle ittifakı reddediyorlardı. Radikal akımlar bir bakıma Komüntern'in 1933'te Alman yenilgisine yol açan "sınıfa karşı sınıf" taktiğini benimsiyorlar, bu nedenle de, reformist sosyalistlerle, tıpkı o zaman komünistlerin sosyal demokratlarla ittifakı reddetmesi gibi, ittifakı reddediyorlardı. Reformist sosyalistler ise, İspanyol yenilgisine yol açan taktiği benimsiyorlar, küçük burjuvazinin radikal öz savunma eylemlerini anarşizm ve terörizmle suçluyorlar, o zamanki komünistlerin anarşistleri ezip, burjuva cumhuriyetçileri desteklemeleri gibi, burjuva partilerinde destek arıyorlardı.

Taraflar aynı zamanda yaklaşık olarak, "Sovyetçi" ve' "Çinci" diye bölünmüş olduğundan karşılıklı konuşmaları bile olanaksız hale geliyordu.

Komünist Enternasyonal'in tarihinde birbirini izleyen ve birincisi Almanya'da, ikincisi İspanya'da yenilgiye yol açan "sol" ve sağ taktikler, 1974 - 80 arasının Türkiye'sinde, o sıralar dünyanın en güçlü ve hızlı gelişen faşist hareketinin bulunduğu Türkiye'de, aynı zamanda ve bir arada bulunuyorlardı. Bu koşullarda Devrimci Yol gibi, teorik saflığın ve Çin - Sovyet ayrımının önem taşımadığı hareketlerin en güçlü hareket olması bir rastlantı değildir. Bu hareket böylece hem Öz savunmayı örgütleyebiliyor, hem de daha esnek bir ittifaklar politikası izleyebiliyor, herkes tarafından kabul edilebilir bir partner olabiliyordu.

XXII

1974 - 80 arası dönemin önemi şuradadır: Uluslararası sosyalist ve isçi hareketinden gelen tüm olumsuz geleneklere ve bölünmelere rağmen, ilk kez, hızla büyüyen bir faşist kitle hareketi, sosyalistler ve devrimcilerce durdurulabilmiştir, zaferi engellenebilmiştir. Bunun henüz başka bir örneği yoktur ve uluslararası olarak incelenmeye değerdir.

Ama bu hareket aynı nedenlerle, yani kendisini sırf öz savunma perspektifine hapsettiği, reformizm karşısında devrimci bir program geliştiremediği; öz savunmanın bir devrim bakımından taşıdığı muazzam potansiyelleri göremediği için faşist hareket karşısında tayin edici bir zafer de kazanamamıştır. Ve devrimcilerle faşistlerin bu dengesi üzerindedir ki, Bonapartist karakterdeki 12 Eylül darbesi gerçekleşebilmiştir. Askeri Darbe, yığınların artık yorulduğu bir dönemde geldiği için de uzun süreli olabilmiş, dengeyi oluşturan tarafların ikisini de ezebilmiştir.

XXIII

Bir ülkede devrimin önemli koşullarından biri de ezilen sınıfların ve ülkedeki çeşitli

Page 57: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

bölgelerin radikalleşmelerinin senkronize olmasıdır. 1974 sonrası dönemde işsizler ve küçük burjuvazi ve işçi sınıfının a' kesimleri önce radikalleşti, işçi sınıfının esas örgütlü çekirdeği ise, 1979'a doğru, artık enflasyon karşısında kendini koruyamaz hale gelince ve önce radikalleşenler artık yorulmaya başlamışken radikalleşme eğilimleri göstermeye başladı. Ayrıca, önce radikalleşenlerin sınıf yapılarından gelen sekterlikleri de işçilerin radikalleşmesini geciktirici bir etkide bulunmuştur.

"Doğu"nun radikalleşmesi de "Batı"ya göre daha geç olmuştur. Radikalleşmeler farklı bir sıra izleseydi, örneğin önce iççiler radikalleşseydi gelişim çok farklı olabilirdi.

Küçük burjuvazinin ve işsizlerin önce radikalleşmesinin sosyalist ve devrimci hareket üzerinde belli etkileri olmuştur. Bütün örgütler genellikle işçi olmayan, işsiz, genç ve öğrenci unsurlarla dolmuştur. Onları hazmedecek, eğitecek sosyalist ve işçi, yeterli güce sahip bir çekirdek de yoktur. Bu nedenle, örgüt ve hareketlerin çekirdeğinde bulunan, çoğu 68'li, nispeten daha modern kadrolar, örgütlere akan bu taze güçler tarafından hazmedilmiştir. Bu dalgaya karşı durmaya çalışanlar ise tüm etkilerini yitirmişlerdir, bir kenara itilmişlerdir. Böylece tüm hareketlere yarı lümpen davranışlar, feodal ahlak normları, değer yargıları, sekterizm damgasını vurmuştur.

1974'den sonra sosyalist hareketlerin yığınsallaşması bir sınıf hareketi karakteri değil, bir yığın hareketi karakteri taşıyordu. Hare ketin gücü ve güçsüzlüğü buradaydı.

XXIV

1979'a doğru gelindiğinde toplumdaki radikalleşme zirvesine ulaşmıştı. Bu, reformist sosyalist partileri de etkilemekte gecikmedi. Hemen hemen bütün reformist sosyalist partilerden radikal kanatlar koptu. Bu kopuşlar gerçekte, işçi sınıfının radikalleşmesinin, burjuvaziyle ittifak politikasının bukağılarından kurtuluşunun; bağımsız bir politika geliştirerek, küçük burjuvaziyle ve ezilen ulusla birlik arayışına yönelmesinin bir ifadesiydi.

TSİP'ten TKP-B, TİP'ten "Sosyalist İktidar" dergisini çıkaran kanat, (bugünkü Gelenek ve Toplumsal Kurtuluş), TKP'den "İşçinin Sesi", Vatan Partisi'nde radikal kanat Parti'de kaldı, reformist çizgiyi sürdürenler SVP'yi kurdu.

Bütün bu kopuşlarda temel eleştiri noktası, devrimci bir politika izlenmemesi, küçük burjuva radikalizmiyle ittifakın reddedilmesi, reformist burjuvaziyle ittifaka yönelinmiş olmasıdır. Ancak bu eleştiriler koptukları hareketin teorik sistemi ve varsayımları içinde yapıldığından hemen kolayca görülemeyebilir.

XXV

Her kuşak geleceğe geçmişin aynasından bakar. 12 Eylül'de Askeri Rejim gelince,

Page 58: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

Türkiye'nin devrimcileri 12 Mart'ın ikinci bir baskısıyla karşılaştığını düşündü: yani yönetimin işsizlik ve pahalılıktan yanan yığınların muhalefetiyle çekilip gideceğini, 1974 sonrasındakine benzer bir yükseliş yaşanacağını vs.. Ne var ki bu beklenti hiç bir zaman gerçekleşmedi. 12 Mart dönemi biterken yığınlar yorgun ve umutsuz değildi, sosyalizmin ve devrimcilerin yığınlar arasında muazzam bir prestiji vardı. Bugün ise yığınlar bitkindir, yeni yeni bir nekahet dönemine girer gibidir. Sosyalizme ve devrimcilere güven ise çok sarsılmıştır. Bu, dünya çapındaki benzer süreçle de çakışmıştır. Fakat henüz yeterince incelenmemiş ve kavranmamış gelişme, sistemin örgütlenmesindedir. Burjuva Sosyalizmi, şimdiye dek, daima sistem dışı bir muhalefete dahildi, bugün artık sistemin tamamlayıcı bir öğesi olma eğilimi göstermektedir. Bu süreç en çok biçimde TIP ve TKP'nin birleşerek Türkiye'ye dönüşlerinde ve programatik son düzenlemelerinde; Türkiye Birleşik Sosyalist Partisinin çizgisinde, ama en önemlisi, 1960'larda tabur tabur sosyalizme akan aydınların, şimdi aynı şekilde, ters yönde iktidar partisinin ve burjuvazinin saflarına akarak sistem içindeki yeni rollerini üstlenmelerinde ve bu rollerini pekiştirme çabalarında görülüyor. Ne var ki, Türkiye'nin hala kalan sosyalist ve devrimcileri bu sürecin çapını ve önemini kavrayabilmiş değillerdir. Aydınlardaki ve burjuva sosyalist partilerdeki bu tersine dönüşler, 12 Eylül'ün yarattığı yılgınlıkla ya da kişisel moral ölçülerle açıklanmaya çalışılıyor.

Türkiye'de Şehrin kıra oranı ve üstünlüğü yükselmiştir. Bu Finans-Kapital'in eski bloğuyla egemenliğini sürdürme olanaklarını sınırlamaktadır. Ayrıca kırda kapitalizm öncesi sınıflar eskisinden daha az güçlüdür, onlar de bir metamorfoz yaşamaktadırlar, tefeci bezirganlar burjuvalaşmaktadır, ağalar beyleşmektedir. Bu durumda Finans - Kapital parlamenter oyunu sürdürebilmek için, diğer burjuva zümrelerle bir blok oluşturmak zorunluluğunu hissetmektedir. Turgut Özal'ın temel politikası -ki aynı zamanda çelişkilerle doludur- bu değişimi olabildiğince yumuşak başarmaya yöneliktir.

Kürdistan politikası bu değişimin en zor bölümüdür. Orada, Türk burjuvazisinin, eski ağa ve şeyhlerin yerini alıp, işbirlikçilik yapacak güçlü bir dayanağa ihtiyacı vardır. Kürt burjuvazisi ,"kültürel özerklik" diyerek bu işbirliğine hazır olduğunu belirtmektedir. Türk burjuvazisi de buna teşnedir ama büyük zorluk Ordu'da toplanmaktadır. Sonuç şimdilik ortadadır, ama egemenler arasında şiddetli mücadeleler kaçınılmaz gibi görünmektedir. Belki bu mücadeleler, yığınlarının yeniden toparlanması için bazı çatlaklar yaratabilir.

Page 59: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

12 Eylül Üzerine Düşünceler

(Bu Anayasa referandumu büyük ölçüde 12 Eylülcülerin yargılanması üzerinden sürdü. Bu sloganın ve hedefin yanlışlığını geçen yıl 12 Eylül üzerine yazdığımız yazıda henüz bu tartışmalar yokken yazmıştık. Bu anayasa değişiklikleri kampanyaları, yanlış bir hedefin nasıl demokratik güçlere karşı bir silaha dönüştüğünü çok açık bir biçimde gösterdi. Bu nedenle geçen seneki yazıyı tekrar yayınlıyoruz.. 12 Eylül 2010 Pazar. Demir Küçükaydın)

12 Eylül Nedir?

12 Eylül, Türkiye'de solun ve sosyalistlerin her kapıyı açan her sorunu açıklayan sihirli formülüdür.

60'lı yıllarda, Türkiye'nin aydınlarının henüz Marksizmle yeni tanıştıkları dönemde, "temel neden ekonomiktir" diyerek toplumsal sorunları açıklamak Marksizm sanılırdı.

12 Eylül'den sonra "temel neden 12 Eylül'dür" açıklaması demokratlığın ya da sosyalistliğin şanından sayılıyor.

Sol niye bu kadar zayıftır?

12 Eylül nedeniyle…

Türkiye'de niye demokratik özgürlükler yoktur?

12 Eylül nedeniyle…

Kürtler niye savaşıyor?

12 Eylül nedeniyle…

Aynı işlevi gören bir diğer kavram daha vardır: Kemalizm.

Bütün sorunlar sosyalist hareket içindeki Kemalizm ve onun etkileriyle açıklanır.

Türk solu niye böyle çok ulusalcı olmuştur?

Kemalizm nedeniyle.

Niye demokratik mücadeleye önem vermez?

Kemalizm nedeniyle…

Her gün sol yayınlarda bunların onlarcası görülebilir.

Ama yakından bakılınca aslında 12 Eylül ve Kemalizm'in gerçek sorunlardan ve sorulardan, onların kapsamlı ve derin cevaplarından kaçışın bir aracı olduğu görülür.

Örneğin, "Kemalizm" cevabı, Türkiye Komünist Partisi'nin (ki 1968 yükselişine kadar Türkiye'de sol adına ne varsa ondan ibaretti) Komünist Enternasyonal'in (daha sonra

Page 60: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

Komünform ve SBKP'nin) bir şubesi olduğu gerçeğini es geçer.

Yani onun "Kemalist" denen politikalarının sorumlusunun Sovyetler Birliği ve ona egemen olan parti olduğu ve bu partinin de devrimi yapan partiyle ilişkisi olmadığı onun kanlı bir tasfiyesi ile oluştuğu gerçeğini es geçer. Ve böylece SBKP'nin politikaları niye öyleydi sorusundan kaçar. Yani aslında "Kemalizm" açıklaması bu evrensel sorunlardan, Stalinizmle bir hesaplaşmadan, kaçışın örtüsü olur.

12 Eylül de öyledir. Örneğin solun bugünkü etkisizliğinin nedeni 12 Eylül tırpanını göstermek, bunu çürüten olgulara gözleri kapamaktır.

Eğer bu günkü zayıflığın nedeni 12 Eylül ise, 1980'lerin sonunda nasıl oluyordu da solda canlı tartışmalar, işçi hareketinin bir yükselişi ortaya çıkabiliyordu?

Benzer şekilde eğer 12 Eylül bu zayıflığın nedeni ise nasıl olabiliyor da aynı 12 Eylül Kürdistan'da ve Kürtler arasında tam tersi, yani Kürt Özgürlük Hareketinin doğuşu ve yükselişini yaratıyor veya bu doğuş ve yükselişi engelleyemiyordu.

Görüldüğü gibi sorunların nedeni olarak 12 Eylül'ü göstermek sanıldığından çok daha sorunludur.

*

12 Eylül nedir?

12 Eylül ciddi politik mücadeleden ve demokratik görevlerden kaçmanın bir örtüsüdür.

12 Eylül sadece her kapıyı açan ve gerçek sorunlardan kaçmayı sağlayan bir sihirli formül olmakla kalmaz, canlı politik bir mücadeleden kaçışın da bir aracı olur.

Solun ortak olarak yaptığı, 12 Eylül generallerinin yargılanması gibi kampanyalar ve eylemler aslında günün acil görevlerinden bir kaçışın aracıdırlar.

12 Eylül, örneğin demokratik bir anayasa tartışmasının veya Türkiye'nin gerçek egemeni Askeri Bürokratik Oligarşi'nin teşhir edilmesinin bir vesilesi olabilecekken, enerjiyi ve tartışmaları 12 Eylül generallerinin yargılanması gibi bir alana çekerek, sosyalistlerin ve demokratların reformist bile olmayan taleplere yönelmesinin ve tecrit olmasının aracı olmaktadır.

Nasıl işçiler, sırf işçilerin talepleriyle toplumdaki tüm gayrı memnunları örgütleyemezler ve toplumun muhalif kesimlerinde tecrit olup yenilgiye mahkûm olurlarsa, benzer şekilde kendi mağduriyetlerini öne çıkaran solcular ve sosyalistler de aynı ekonomizme saplanmış işçiler gibi davranmış olurlar.

Demokratik görevler süz konusu olduğunda, bunlara "kimlik politikaları" diyerek küçümseyen adlarla tanımlayanlar ve "kimlik politikalarına" kaşı "emek eksenli" politikaları öne çıkaranlar, nedense 12 Eylül generallerinin yargılanması gibi, tam demokratik olarak bile tanımlanamayacak slogan ve eylemler karşısında aynı alerjileri duymazlar ve bunların en başında yer alırlar?

Page 61: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

Neden?

Çünkü 12 Eylül de tıpkı son yıllarda, "emperyalizme karşı olmak", "globalizme karşı olmak"; "emek eksenli politikalar yapmak" gibi, demokratik görevlerden kaçışın; yani ilkelliği ve ekonomizmi ebedileştirmenin bir gerekçesidir de ondan.

12 Eylül generalleri yargılansa ne olur yargılanmasa ne olur?

Sorun onların halkın ve ezilenlerin vicdanında mahkûm edilmesi değil midir?

Böyle bir mahkûmiyet ise, sadece o rejimin baskısı ve işkencesinin teşhiri üzerinden yapılamaz. Herkes her şeyi bilmektedir aslında. Sorun gerçek bir demokratikleşme ve bu yönde güçlü bir kitle hareketi yaratmaktır.

Böyle bir hareketin oluşması için önce sosyalistlerin kendilerinin net bir demokratik programları olması gerekir.

Devletin ve ulusun Türklükle tanımlanmış olmasını sorun etmeyen; bunun için dört bir yandan politik ve ideolojik mücadele yürütmeyen; diyanetin, din derslerinin varlığına karşı mücadeleyi; hatta ulusun Müslümanlıkla tanımlanmasını sorun etmeyen ve bunları en tepeye yazmayan sosyalistler, bu eylem ve eylemsizlikleriyle, kendileri demokrat değil iken, nasıl demokratik bir hareketin oluşmasına katkı yapabilirler?

Onlar kendi öznel niyetleri ne olursa olsun, sorunun değil problemin bir parçasıdırlar.

Dikkatleri ve enerjiyi, 12 Eylül generallerinin yargılanması üzerine yığmanın kendisi bu demokratik görevleri sorun etmemenin öbür yüzü değil midir?

Ancak bir demokratik hareket oluştuğunda, yani sosyalistler ya da 12 Eylül mağdurları, örneğin "Generaller Yargılansın" gibi bir kampanyaya harcadıkları dikkati ve enerjiyi, Türklük ulusun tanımından çıkarılsın diye bir kampanyaya topladığında, 12 Eylül generallerinin de yargılanmasına veya onların halkın vicdanında mahkum edilmesi yolunda küçük de olsa bir adım atılmış olabilir.

Özetle 12 Eylül sadece ciddi teorik ve politik sorunlardan kaçışın değil; aynı zamanda politik mücadelede demokratik görevlerden de kaçışın da bir aracı olarak, tıpkı anti emperyalizm veya işçi sınıfı veya emek eksenli talepler gibi bir işlev görmektedir.

Bu politikaya ve anlayışlara karşı bir mücadele verilmeden 12 Eylül'e karşı mücadele verilemez.

Bizim burada yaptığımız da budur.

*

Kaldı ki, bizler sosyal devrimcilersek eğer, kişisel cezalandırmalar üzerinden politika yapamayız ve yapmamalıyız.

Kapitalistler her an işçileri sömürmekte kar uğrana onları taksitle veya peşin olarak öldürmektedirler.

Biz mücadelemizi bu kapitalistleri cezalandırmak için mi veriyoruz? Hayır.

Page 62: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

Bizler o kapitalistleri yaratan sistemi ortadan kaldırmak için, yani bir anlamda o kapitalistleri bile kurtarmak için mücadele veriyoruz.

Bütün kapitalistler mahkemeye çıkarılıp cezalandırılsa bile özel mülkiyet varsa, yarın yeni kapitalistler çıkar ve aynı şeyleri yaparlar. Bu onların iyiliği veya kötülüğüyle ilgili değildir.

Benzer şekilde, Türkiye'nin bu güçlü askeri bürokratik oligarşisi, pahalı, baskıcı ve keyfi devleti varken; bu devlet kendini Türklük ve Sünni Müslümanlık ile tanımlamışken, fikir özgürlüğünün ve seçilmiş organların zerrece esamesi okunmazken, bu generaller cezalandırılsa ne olur ki? Yarın başka generaller aynı şeyleri yapacak gücü bulurlar.

Cezaların hiçbir caydırıcı gücü olmadığı ve ne kadar sertseler o kadar az caydırıcı oldukları çok uzun yıllardır bilinen bir gerçek değil midir? Cezaların caydırıcı gücü yoksa ve bizler de intikam peşinde koşmak durumunda değilsek, bu kampanyaların ne gibi demokrasiyi güçlendirici işlevi olabilir ki?

Kaldı ki sorunun bir de taktik boyutu vardır.

Kenan Evren, eğer bu gün, kendi dahil olduğu askeri bürokratik oligarşinin çıkarlarını savunmak için bile olsa, Memurların Kürtçe öğrenmesi gibi bir noktaya; bu askeri bürokratik oligarşi içindeki mücadelede var olan inkara ve baskıya dayanan çizgiyle çelişen bir noktaya gelmiş ise, en küçük bir gücün bile değerini bilen her ciddi politikacı ve savaşçı gibi vuruş yönünü buraya çekmek taktik olarak da yanlıştır. Böyle bir taktik, nesnel sonuçlarıyla, askeri bürokratik oligarşi içindeki mücadelelerde baskı ve inkara dayanan politikaları uygulayanların pozisyonlarını güçlendirmesinin aracı olabilir.

*

Ama 12 Eylül sadece politik sorunlardan ve gerçek teorik hesaplaşmalardan kaçışın bir aracı değildir.

Türkiye'de sol 12 Eylül'ün nedenlerini bile sosyolojik düzeyde ortaya sorun olarak koyup tartışmadı daha

12 Eylül'ün nedenleri olarak, sağ sol çatışmasını; derin devletin operasyonlarını; o zamanki dünya dengelerinde ABD'nin müdahalelerini, Ekonomik kararları uygulamak için darbe gerektiği gibi bir yığın neden sıralanmaktadır.

Ama bunların hiç birisi sosyolojik anlamda neden değildir.

Soru şudur: nasıl olmaktadır ki Türkiye'nin tarihinde bir daha görmediği ölçüdeki radikalleşme ve politikleşme dalgası böyle ağır bir yenilgiyle sonuçlandı? 12 Eylül darbesi geldiğinde kayda değer hiçbir direniş olmadı? (Burada kişilerin direnişleri değildir söz konusu olan, sosyal güçlerin direnişidir.)

Bu sorudan, yani 12 Eylül öncesinde yükselen bu politikleşme ve radikalleşme dalgasının nasıl olup da 12 Eylül ile sonuçlandığı sorusundan kaçışın da bahanesidir 12Eylül.

Dünyanın her yerinde egemenler bütün bunları yaparlar ama oralarda niye bu yapılanlar başarılı olmamıştır da Türkiye'de başarılı olmuştur?

Page 63: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

Bu soru şöyle de formüle edilebilir: Devlet Kürt hareketin karşı, özellikle 1990'ların başından beri, 12 öncesi ve sonrasında yaptığının her türlüsünün fersah fersah aşan bir baskı ve terör uygulamasına rağmen niye Türkiye'nin sol hareketini yok ettiği gibi Kürt Özgürlük Hareketini yok edemedi?

Bu soru cevaplanmayı beklemektedir?

12 Eylül'ün nedenleri olarak sıralananların hiç birisinin gerçek neden olmadığı; bu soruların sosyolojik cevaplarının henüz tartışılmadığı; verilen cevapların bu sosyolojik cevaplardan kaçışın araçları olduğu bu sorularda ortaya çıkmaktadır.

*

Bir zamanlar Üçüncü Enternasyonal'de, henüz Stalinizmin tam egemen olmadığı dönemlerde, Faşizm denen yeni fenomeni tartışan sosyalistler, Faşizmin sosyalist ve işçi hareketinin oportünist günahlarının kefareti olduğunu söyleyebiliyorlardı.

Sonraların o bürokratik politik kültürüyle yetişenler bu gelenekleri unuttular ve 12 Eylül'ün Türkiye'deki solun oportünist günahlarının kefareti olduğu gerçeğini es geçiyorlar.

Sorunu böyle koydukları an, o günahların neler olduğu sorunuyla karşılaşacaklardır.

Orada da demokratik bir programdan yoksunluğun ve demokrasinin önemini kavramamanın en temel sorun olduğu; bunun da ardında Stalinizm öncesi Devrimci Marksizmin bütün kazanım ve geleneklerinin unutulmuş olduğu gerçeğiyle, yani Stalinizm gerçeğiyle karşılaşacaklardır.

Evet, Faşistlere karşı tam da biraz bu geleneğin dışına çıkıldığı için az çok iyi bir öz savunma örgütlendi. Ama o öz savunma ile oluşmuş fiilen ikili iktidarların bulunduğu sokak, mahalle, köy hatta şehirlerde, generallerin Türkiye'si kadar bile demokrasi geçerli değildi.

Eğer o sokağı faşistlerden kurtaran "Siyaset"ten değilseniz, orada başka bir sol hareket olarak bile bildirinizi dağıtamazdınız. Kurtarma demokratik özgürlüklerin egemen olduğu bir düzenle değil, kurtaranın diktatörlüğüyle sonuçlanıyordu. Oralar demokratik bir cumhuriyetin tohumu olan ikili iktidar adaları değil; maazallah iktidarı alırlarsa ortaya çıkacak düzenin örnekleriydiler.

Ve bu düzen kimi eskilerin konuşmalarında samimiyetle "ulan iyi ki devrim falan olup da

iktidara gelmedik, biz gelseydik 12 Eylül generallerine bile rahmet okuturduk" dedikleri türden bir düzendi.

İşte bu gerçeklerden ve sorunlardan kaçışın bir aracıdır aynı zamanda 12 Eylül ve nedenleri hakkında söylenenler.

Hepimiz biliyoruz. 11 Eylül günü her biri anti faşist ve devrimci olan ailelerimizin, komşularımızın, 12 Eylül günü "ne olursa olsun iyi oldu. Artık sokağa çıkamaz olmuştuk" diyerek en azından bu askeri rejime pasif destek verdiğini.

Bu destek temelinde, çok daha büyük bir direniş bekleyen 12 Eylül rejimi, artık toplumdan tecrit olmuş devrimcilere o şiddeti uygulayabildi o kadar rahatlıkla.

Page 64: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

*

12 Eylül'ün gerçek nedenlerine ve ne olduğuna girildiği an solun ve sosyalistlerin kendi öz eleştirisi başlar.

Öncelikle yapılması gereken budur.

Bu soruları sormadan ve tartışmadan 12 Eylül generalleri yargılansın kampanyalarını politik eylemin başına geçirmek, sadece demokratik görevlerden ve gerçek sorunlardan kaçtığı için değil; henüz hala unutmadığı, "iğneyi kendine çuvaldızı başkasına" diye bir bilgeliği olan bu halkın saygısını ve desteğini kazanamaz.

09 Eylül 2009 Çarşamba

Demir Küçükaydın

http://www.koxuz.org

[email protected]

Page 65: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

Kemalizm, 12 Eylül, Duvar’ın yıkılışı, Özel Savaş ve Çürüme

Türkiye’de sol, burjuvaziden daha az dar kafalı, daha az taşralı, daha az ben merkezci değildir. Türkiye’de sol Türkiye’ye Dünya’dan bakmaz, Dünya’ya Türkiye’den bakar. Bu tavır, kendi geçmişiyle ve yöntemsel hatalarıyla yüzleşmekten bir kaçış olduğu kadar, taşralılıkla da ilgilidir.

Bu fenomeni, solun açıklamalarında çok kullandığı 12 Eylül ve Kemalizm konularında görelim.

Türkiye’de solun milliyetçiliği, Kemalizm’i konusunda çok konuşulmuştur. Sanılır ki, Soldaki Kemalizm’den söz edenler ciddi bir Kemalizm eleştirisi yapıyorlar. Yoktur böyle bir şey. Kemalizmden söz ediş, solun özeleştiriden, kendindeki Kemalizm’in köklerini bulup onları sökme görevinden kaçışının bir örtüsünden başka bir şey değildir.

Solun Kemalizm’inden söz edenler çok basit bir gerçeği unutmayı tercih ederler: 1970’lere kadar Türkiye’de sol namına, bırakalım sosyalizmi bir yana, az çok modern veya muhalif ne varsa bir şekilde TKP ile ilgiliydi. Yani fiiliyatta TKP dışında bir sol yoktu. Ve TKP üçüncü Enterasyonal’in bir seksiyonuydu. Yani dünyayı bir ülke gibi düşünürsek, TKP dünya ölçeğinde, örneğin Türkiye çapındaki bir partinin Çankırı veya Kastamonu il örgütü durumundaydı. Nasıl bir partinin il örgütünün politika ve teorisi o partinin merkezinin politika ve teorisinden ayrı düşünülemezse (ve ayrı olduğu zaman zaten merkez o örgütü fesheder veya atar ve yerine yenisini kurar) TKP’nin politikası ve Teorisi de Üçüncü Enternasyonal ve Sovyetlerden ayrı düşünülemezdi.

1940’ların ortalarında, savaş içinde Stalin’in bir emriyle ortadan kaldırılıncaya kadar, tüzüksel olarak TKP Üçüncü Enternasyonal’in bir seksiyonudur, yani dünya partisinin bir şubesidir.

Ama önceleri yani 1920’lerin ortasından sonra fiilen, dünya partisi Sovyet dış politikasının bir aracı olduğundan, formel olarak eşit bir şube gibi görünmesine rağmen, fiilen Sovyet dış politikasının bir aracıdır ve zaten bu nedenle de Üçüncü Enternasyonal ortadan kalktıktan sonra da bu ilişki, Sovyetlerin yok oluşuna kadar, “Kardeş partiler” biçiminde devam etmiştir. Gerçek durum bu olduğuna göre, bir parça düşüncesini mantık sonuçlarına götüren bir kimse şöyle düşünür: “Bir partinin il örgütünün politikaları merkez tarafından hiç eleştirilmemiş ve

bizzat merkez ona bu politikaları dayatmışsa, bu il örgütünü hedef tahtasına yatırmak, o

politikaların gerçek sorumlusunu ve nedenlerini gizlemekten başka bir anlama gelmez.”

İşte Türkiye’deki Kemalizm eleştiricilerinin yaptığı fiilen tamı tamına budur.

TKP’nin ya da Türkiye’de sol hareketin Kemalizm denen politikalarının gerçek sahibi ve nedeni üçüncü Enternasyonal, fiilen de SBKP’dir.

O halde Kemalizm eleştirileri, SBKP’nin eleştirileri olmak zorundadır. TKP’nin bu politikaları hiçbir zaman SBKP tarafından eleştirilmemiştir, aksine bu politikalar ona SBKP

Page 66: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

tarafından dayatılmış ve önerilmiştir. TKP’nin lağvından CHP’ye girmeye kadar bütün politikalar SBKP tarafından önerilmiş ve dayatılmıştır. Gerçekten ciddi bir eleştiri bu olgulardan hareket etmek zorundadır. O zaman da şu soru ortayla çıkar, TKP’nin milliyetçi ve Kemalist denen politikalarının gerçek müsebbibi SBKP olduğuna göre, SBKP niçin ve nasıl olmuştur da, bu politikaları savunmuş ve TKP’ye dikte ettirmiştir?

Kemalizm’i hedef tahtasına oturtanlarda bu soru hiç görülmez. Bu görülmeyen soru sorulduğunda ise, bunun bir açıklaması, yani Stalinizm denen şeyin ne olduğu ve bunun nedenleri konusu gündeme gelir. Türkiye’deki solun veya TKP’nin milliyetçiliği ve Kemalizmi gerçek bir eleştirisinin karşılaşacağı problem budur.

O zaman da, şu soru ortaya çıkar, nasıl olmuştur da bu politikalar SBKP ve Üçüncü Enternasyonal’e egemen olmuştur?

Bunun nedenlerine indiğinizde de Rusya gibi geri bir ülkede devrimin yayılamadan kalması ve tecrit olmasının bunun temel nedeni olduğunu görürsünüz. Bu geri bir ülkedeki tecrit oluş koşullarında, devrimin bir bürokratik kast tarafından bir karşı devrimle tasfiye edildiğini, ama bu tasfiyenin tıpkı Muaviye’nin askerlerinin mızraklarına Kuran asmaları gibi, Lenin ve sosyalizm bayrağıyla yapıldığını görürsünüz.

Hâsılı, ciddi bir Kemalizm hesaplaşmasının ve Kemalizm etkilerini tasfiye, onun nedenlerini görme ve aşma çabasının varabileceği biricik nokta budur.

Bakın Türkiye’de soldaki Kemalizm’den şikâyet edenlere. Hiç biri bu konulara girmezler, TKP’nin dünya partisinin bir seksiyonu olduğu gibi çok temel bir gerçeklik karşısında susarlar, yokmuş gibi yaparlar.

Bu bağlamda, Kemalizm’i bir günah tekesine çevirip ona saldırmak, aslında o Kemalizm biçiminde görünen milliyetçi sosyalizmin savunusundan başka bir şey değildir. Kemalizm’i eleştirir görünenler aslında Kemalizm’i, en derindeki kökleriyle birlikte savunmaktadırlar.

Ama bu Kemalizm’i hedef tahtasına koyup eleştirir görünerek savunan Kemalizm kaynağını her şeyden çok, solun taşralılığında bulur. Ufuklarında bir dünya ve dünya tarihi yoktur. Ülkedeki gelişmeleri bu dünya ve dünya tarihi içinde anlama gibi bir çaba yoktur. Tipik taşralı dar görüşlülüğü egemendir. Bu sayede böylesine köpeksiz köyde değneksiz gezer bu Kemalizm’i eleştirir görünen Kemalizmler.

Hâsılı Kemalizm solun bir günah tekesidir, günahlarını yüklediği.

*

12 Eylül de benzer bir işlev görmektedir.

Kemalizm nasıl milliyetçilik ve burjuvaziyle ittifak politikalarının gerçek nedenleriyle yüzleşmekten kaçınmayı sağlıyorsa, 12 Eylül de, solun zayıflığının nedenlerini gizlemenin, bunlarla ve nedenleriyle gerçek bir yüzleşmeden kaçışın bahanesidir.

Sol neden zayıf? 12 Eylül darbesinden. Kitleler niye sağa kaydı? 12 Eylül darbesinden. Aynı

Page 67: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

dar görüşlülük, aynı ulusal dar perspektif burada da görülür.

Buraya nereden geldik? Bir okuyucu, Köxüz’e Bianet’te çıkan bir haber yorumu yollamış koyulması için. Aslında çok ilginç bir haber yorum. Bunu okuyunca aklımıza geldi bu konu. Aslında geçenlerde, 12 Eylül darbesi, çeyrek yüzyılı vesilesiyle gündeme geldiğinde yazmak istiyorduk bu konuyu ama olmadı, araya başka işler girdi, bu haber yorumla karşılaşınca da dilimizi tutamadık.

Bu haber yorumu okuyalım şimdi:

*

“Kenan Evren'e Yıldızlı Pekiyi!

Evren, artık kefeni yırttığının farkındaydı. Karşısındaki ezik, militarist eğilimli gençler, onun

ürünüydü. Bunu, yüzde 97'lik zaferinden sonraki ikinci zaferi olarak kabul ediyor gibiydi ki, "

bizi yargılasalardı, şimdiye kadar yargılarlardı" diyor.

İrfan AKTAN

BİA (Ankara) - Abbas Güçlü'nün Kanal D'de gece geç saatlerde yayımlanan "Genç Bakış" adlı programı dün de (1 Mart) Muğla Üniversitesi'nin bin kişilik salonunda, "tarihi bir

şahsiyeti" ağırlıyordu. Salon tıklım tıklımdı ve program sunucusu Güçlü, salona yüzlerce

üniversite öğrencisinin daha girmek istediğini, ancak salonun kapasitesinin buna yetmediğini

söylüyordu. Hakikaten de devasa salonda neredeyse tek boş koltuk görünmüyordu. Üniversite

öğrencileri son derece heyecanlı görünüyor, hemen her cümlesine alkış tutuyordu, programa

katılan tarihi şahsiyetin.

Gecenin bir yarısında bize programı izlettiren de üniversite öğrencilerinin, programın

konuğuna tuttukları bu coşkulu alkıştan başka bir şey değildi. Zira Genç Bakış'ın konuğu

"ünlü bir ressam olan" Kenan Evren'di.

Her zamanki gibi, vakti zamanında ülkeyi anarşiden kurtarmış olduğunu sanma hissinin

verdiği kahramanlık edasıyla konuşan, yaşlılıktan mı yoksa pişkinlikten mi olduğu

anlaşılamayan 'saflığıyla' üniversite öğrencilerinin sorularını yanıtlayan Kenan Evren, bu

ülkeye iki boy büyük gelecek kadar demokrattı, Muğla Üniversitesi'nin salonunda!

"Genç Bakış"

Evren'in ve üniversite öğrencilerinin dudak uçuklatan, uyku kaçıran tutumlarına dair

notlarımızı aktarmadan evvel, programı bilmeyenler için bir özet sunalım: Abbas Güçlü her

hafta bir üniversiteye giderek öğrencileri topluyor ve karşılarına da bir siyasetçiyi, sanatçıyı

vs, çıkararak, 'sorulu-cevaplı' bir "Genç Bakış" programı hazırlıyor.

Güçlü, öğrencilerin 'radikal' sorularına bile müdahale etmeyen, gayet sakin ve makul bir

sunucu olduğu için de, program katılımcısı öğrenciler istedikleri soruları yöneltebiliyorlar,

haftanın konuğuna.

Öyle ki, geçen hafta Ankara Üniversitesi'nde düzenlenen programa katılan Anavatan Partisi

Genel Başkanı Erkan Mumcu, öğrencilerin 'zor' soruları karşısında epeyce ter dökmüş ve

Page 68: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

lakin salonda çıkan karışıklıktan, Mumcu'nun Stalin-Hitler karşılaştırması yapmasından

dolayı yükselen tansiyondan dolayı Güçlü, programı yarıda kesmişti. Ancak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, iyi bir hatip olmasa da Abbas Güçlü, son derece

makul ve söz hakkını diğer sunucular gibi zehir etmeyen bir sunucu. Ayrıca, her zaman için

öğrencilerin tarafını tutmaya çalışan, muktedirleri gerçekten de sorgular gibi yapan bir tavır

sergiliyor Güçlü. Ancak önceki akşam Güçlü, öğrencilerin tarafında durmaktan utanır

gibiydi. Gayet haklıydı.

En radikal soru: Hiç düşündünüz mü?

Günler öncesinden anons edilen Evren-gençlik buluşmasında enteresan bir atmosfer

yaşanacağı beklentisi programın ilerleyen dakikalarda şaşkınlığa, sonlara doğru kızgınlığa

ve biterken de hayal kırıklığına dönüştü. Çünkü Kenan Evren, üniversite öğrencisi

olduklarına bin şahit isteyen gençlerin 'asalım-keselim, daha ne bekliyoruz paşam! '

nidalarını gayet makul açıklamalarla yanıtlıyor, demokrasi ve hoşgörü dersi veriyordu,

program boyunca.

Başta da belirttik, Evren bunu yaşlılıktan mı, pişkinlikten mi yapıyordu, kestirmek güç. Fakat

önemli olan Evren'in hali-tavrı değil, öğrencilerin yüz kızartıcı durumuydu.

Salondaki en radikal soru mealen şöyleydi: "Sayın Evren, 12 Eylül'de yaptığınız darbeden

dolayı çok insanın canının yandığını hiç düşündünüz mü? "

Evren'in bu 'en radikal' soruya yanıtı mealen şöyleydi: "Bilmez miyim. . . Bakın gençler hiç

sormuyor ama o dönemde çok işkence olayı yaşandı. Hatta işkenceden dolayı hayatını

kaybedenler oldu. Bunlara çok üzüldük. Bazı idam kararlarını niçin verdiğimizi

bilmiyorsunuz. Bir bilseniz, bize hak verirsiniz. . . "

"Protesto alkışları"

Evren'in sözlerini, coşkulu alkışlar bölüyor. Üniversite gençliği, hiç abartısız, avuçları

kızarana kadar Evren'i alkışlıyor. Abbas Güçlü son derece şaşkın, arada bir söze karışıp

"tabii bunlar protesto alkışları" diyor ama ne gam! Alkışların protesto olmadığına,

programın ilerleyen dakikalarında istemeye istemeye, canınız acıya acıya kabulleniyorsunuz.

Evren'in keyfi yerinde. "Eğer ben YÖK'ü kurmasaydım, şu an bu kadar rahat olmazdınız"

diyor ve yine alıyor alkışı. Salonda tek bir siyasi görüş mensubu öğrencilerin bulunduğunu düşünüp kendimizi

aldatmaya çalışmamız da kâr etmiyor. Hakikat öyle değil zira. "Çok çeşitli" görüşten,

yüzünden hayranlık ve mutluluk ifadeleri okunan bini aşkın öğrenci doldurmuştu salonu ve

yaşlı bilgeden akıl almaya çalışıyordu.

Programın sonlarına doğru Evren, kalp hastalığı olduğunu, üzülünce veya sinirlenince

hastalandığını açıklıyor ve "o yüzden Abbas'ın beni bu programa gelmeye ikna etmesi için

çok uğraşması gerekti" diyerek, gençlerin karşısına çıkmaktan çekindiğini itiraf ediyordu,

korkusunun yersiz olduğunu anlamışçasına.

Üstelik programın başında ellerinin titrediğinin fark edildiğini anlayınca, çökmüş asker edası

Page 69: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

ve "Çöküş" filmindeki Hitler'i anımsatırcasına son kez haykırmış ve "Ellerimin titremesi

heyecandan değil. Benim annemin de babamın da elleri titrerdi. Ben de yaşlandım, ellerim

titriyor" diyen Evren'in, programın sonuna doğru elleri de titrememeye başlamıştı. AB'ye bastırdın mı suspus olurlar!

Evren, artık kefeni yırttığının gayet farkındaydı. Karşısındaki ezik ve bir o kadar da militarist

eğilimli gençler, onun ürünüydü. Dolayısıyla heyecana ve korkuya mahal yoktu. Bunu, yüzde

97'lik oyla kazandığı zaferden sonraki ikinci zaferi olarak kabul ediyor gibiydi ki, "eğer bizi

yargılasalardı, şimdiye kadar yargılarlardı" diyor.

Ağzımız bir karış açık, "Genç Bakış"ı izlemeye devam ediyoruz. Gençler, alkış tutmaktan

bıkmıyor. Yaşlı bilgeden, paşadan, "Sayın cumhurbaşkanım"dan akıl almak için kuyrukta.

Yaşlı bilge açıklıyor: "Avrupa Birliği ülkelerini çok iyi bilirim. Biraz bastırdın mı, hemen sus

pus olurlar" diyor.

Evren, coştukça coşuyor. Öğrenciler, sık sık kalkıp Abdullah Öcalan'ın neden asıl(a)madığını

ima eden sorular soruyor. Evren, idama karşı olduğunu söyleyince, öğrenciler suspus oluyor.

Evren, 16 yaşındaki çocuğun yaşını büyüttük de idam ettik diyorlar, vallahi de yalan billahi

de yalan. Çocuk 18 yaşındaydı, diyor. Gençler basıyor alkışı. Pol-Der ile Pol-Bir'i karıştıran yaşlı bilge, Abbas Güçlü'nün "Peki efendim, siz darbe yapmak

durumunda kal. . . " Güçlü lafını bitirmeden Evren uyarıyor, "Abbas, sen söyleme bari

bunları" diyor. Evren, 12 Eylül'deki işkenceleri de idamları da bir bir konuşmak ve hepsinden

aklanmak istiyor. Oysa öğrencilerin bunları konuşmaya niyeti yok.

Televizyon dizilerinden fırlamış gibi görünen bir üniversite öğrencisi, "Sayın Paşam, terör

örgütüne karşı 70 milyon Türk insanı olarak ne zaman başkaldıracağız" diye soruyor, destek

alkışları arasında. Evren, üniversite öğrencisine iki boy büyük gelecek düzeyde demokrat:

Çocuğum, her şey diyalogla çözülür. Medeni olun, herkes aynı düşünmez, kavga etmeyin,

birbirinizi ikna edin, diye yanıtlıyor.

Evren'in karnesi. . .

"Genç Bakış"ın sonuna doğru, gelen her konuğa yapıldığı gibi Evren'e de bir 'okul karnesi'

hazırlanıyor. Ünlü ressam Kenan Evren'in, programdaki performansına göre hazırlanıyor

'karne'. Altı tane ders var. Abbas Güçlü tek tek dersleri soruyor ve öğrencilerin alkışlarına

göre notlar veriyor. Sonuç, Türkiye'nin durumunun da karnesi adeta:

Konuya Hakimiyet: Pekiyi

İnandırıcılık: Pekiyi

Vizyon: Pekiyi

Hitabet: Pekiyi

Karizma: Yıldızlı Pekiyi

Samimiyet: Pekiyi

Giyim Kuşam: Pekiyi.

Page 70: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

Fazla uzağa gidip memleket gençliğini anlamaya çalışıp enerji berhava etmeye gerek yok.

Üniversite öğrencileri, Evren'in karnesini kendi karnelerinden farklı görmüyorlar. Mesele bu

kadar basit: Yıldızlı Pekiyi. (İA/TK)”

*

Bu ibret verici ve gerçekten Türkiye’nin içinde bulunduğu çürümeyi çok canlı fırça darbeleriyle aktaran haber-yorumun olayı açıklaması bu yukarıda sözü edilen tipik Türkiye merkezli, taşralı, klişe açıklamanın bir örneğini oluşturuyor.

Belki edebi bakımdan, 12 Eylül ile ilgili bir programda Gençlerin gericiliğini yine 12 Eylül ile açıklamak ilginç ve hoş olabilir ve diyalektik bir açıklama izlenimi de yaratabilir ama bu gerçek nedenlerin açıklaması olmaz.

Türkiye’de 12 Eylül olmasaydı, bu gençler farklı mı olacaktı sanıyorsunuz? Almanya’da Yunanistan’da, İngiltere’de, İspanya’da, Portekiz’de 12 Eylül’ler olmadı. Oralardaki gençler farklı mı sanıyorsunuz? Hayır, hiçbir farkı yok. Aynı apolitizasyon, aynı durumu katlanılmaz olarak görme yokluğu.

Geçenlerde 12 Eylül’ün üzerinden çeyrek yüz yıl geçişinin yıl dönümüydü. Bu yıl dönümünde yazılan yazılara bakın, hepsinde solun ve Türkiye’nin bütün sorunlarının temeline 12 Eylül’ün koyulduğunu görürsünüz.

Bu kolay ve basit açıklamanın gerçek durumla hiçbir ilgisi bulunmamaktadır ve burada da 12 Eylül, gerçek sorunlardan kaçışın, gerçek nedenlerle yüzleşmeden kaçmanın bahanesi olarak ortaya çıkmaktadır.

Türkiye solu 12 Eylül’ün etkisinden 1980’lerin sonunda sıyrılmıştı. Bunun çok açık maddi delilleri vardır.

1980’lerin ortası ile sonu arasında çıkan teorik dergilere, politik dergilere, sol tartışmalara bakın; o dönemdeki kitle örgütlenmelerini, kitle hareketlerini ve başkaldırılarını göz önüne getirin. 1980’lerin sonuna gelindiğinde 12 Eylül’ün sersemliğini solun ve ezilenlerin hareket ve örgütlenmelerinin neredeyse tamamen attığını, yeni bir sıçramanın eşiğinde bulunduğunu görürsünüz.

11 Tez, Yapıt, Saçak, Zemin, Birikim, Öncü, Toplumsal Kurtuluş, Yeni Ülke, Devrimci

Marksist vs. gibi burada saymakla bitmeyecek, oldukça kaliteli ve eleştirel dergiler çıkıyordu. Sol birbiri peşi sıra şiir, müzik ve edebiyatta yepyeni ürünler veriyordu. Yeni Türkü’nün Günebakan ve Yeşilmişik gibi kasetleri bu dönemin dinamizmini ve ruh halini son derece güzel yansıtır. Benzeri daha bir sürü grup vardı. Bir yığın genç yazar ve şair ilk eserlerini veriyordu. Bütün sol uzun yıllar sonra sosyalist hareketin tarihi ve teorisi üzerine gerçekten eleştirel ve verimli tartışmalar yürütüyordu. O dönem çevrilen ve yayınlanan kitaplara bakın ne kadar geniş bir alanı kapladığını görürsünüz.

Kadın hareketi bir yükseliş içindeydi. Kadınlar binlerce kişiyle “Dayağa Karşı” yürüyüşler yapıyordu. Dünyadaki bütün feminist literatür müthiş bir açlıkla çevriliyordu. Kaktüs,

Page 71: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

Feminist gibi kaliteli dergiler çıkarıyorlardı.

Düşünce alanına yansıyan bu dinamizm elbette sınıf ve ezilenlerin mücadelesindeki bir yükselişe dayanıyordu. İşçiler her yerde grevler yapmaya, tekrar sendikalarda örgütlenmeye başlamıştı. Gençler hızla radikalleşiyor ve politize oluyordu. Üniversite kantinleri tekrar her türlü teorik ve politik tartışmaların yapıldığı, örgütlenmelerin ortaya çıktığı kuluçka mekânlarına dönmüşlerdi.

Ama en önemlisi, Kürdistan’da gerçekleşmişti. Seksenlerin ortalarından sonra, Kürdistan’da yoksul gençlere, kadınlara ve azınlıklara özellikle dayanan muazzam bir radikalleşme, örgütlenme ve uyanış başlamıştı. Bu gerilla mücadelesinin yükselişinde görülüyordu. Kürdistan’ın şehirlerinde gerçek ayaklanmalar yaşanıyordu.

Toplumsal muhalefetin bu senkronize ve kombine yükselişi, burjuvaziyi reformlara zorluyordu. O zamanlar Kürt sorunu bu gün olduğundan on kat ilerde tartışılıyordu. O zamanlar Türkiye’deki halkın çok büyük bir bölümü, Kürtlerin tüm haklarının verilmesinden yanaydı. Bu dergilerde tartışılıyordu. Gazeteciler Öcalan’la ve gerillalarla Röportajlar yayınlıyordu.

Bu yükselişlere bağlı olarak solun toparlanma çabaları başlamıştı. Kuruçeşme’de solun çok büyük bir bölümü ilk defa bir araya gelmişti. Benzeri Avrupa’daki sürgünler arasında yaşanıyordu.

Peki, ne oldu da bu gidiş durdu ve bu gün Kenan Evren’i alkışlayan gençler ortaya çıktı?

Türkiye’deki açıklamalarda unutulan ama dünya tarihi bakımından, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir olay oldu: 1980’lerin sonunda Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa çöktü.

Gerçi Sovyetler bir engeldi Dünya işçi hareketinin gelişmesi önünde ama her şeye rağmen gücü ve varlığıyla, yarattığı yanılsamalarla ezilenlerin mücadelesine belli bir güç katıyordu. Bu çöktüğü an gerek jeopolitik bir güç olarak yok oluşu nedeniyle, gerek yarattığı manevi yıkımla, ezilenlerin mücadelesine en büyük darbe oldu dünya çapında.

Bunun ilk etkisi sosyalistlerde görüldü. Demokrasi mücadelesinin motoru olan sosyalistlerin demoralizasyonu ve apolitikleşmesi bütün demokrasi güçlerinin dağılışını getirdi. Kürt hareketi Türkler içindeki müttefiğinden yoksun kaldı.

Bunun yanı sıra Sovyetlerin çöküşü sonrasında ortaya çıkan “Türkî Cumhuriyetlerin” Türkiye’ye yönelmeleri faşistlere müthiş bir güç verdi. İdeolojik iklim tamamen ters yüz oldu.

İşte bu ortamda, TC devleti, Şort’la birlik teftiş eden, yani Orduya gerçek iktidarın kendisinde olması gerektiğini söyleyen burjuvazinin, Özal’ların Kürt sorununda reformist yaklaşımını, onları öldürerek tasfiye etti ve özel savaş rejimini oturttu.

Yani bu gün Kenan Evren’i alkışlayan gençler, 12 Eylül’ün değil, Duvar’ın çöküşünün ve bu ortamda Türkiye’ye egemen olan Özel savaş rejiminin yetiştirdiği gençlerdir.

Bu gün Türkiye’de insanlar artık Deniz, Mahir’leri değil, Faşist ve devlet destekli Mafyacı Çatlılar’ı, Çakıcı’ları kahraman yapıyor. Oran Pamuk’un Kara Kitap’ı değil, Sabetaycı komplo teorileri, gerzekler için yazılmış Çılgın Türkler satış rekorları; Kurtlar Vadisi seyirci

Page 72: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

rekorları kırıyor.

O halde eşyayı adıyla çağıralım. O gençler 12 Eylül’ün değil, Duvar’ın yıkılışının ve o ortamda kolaylıkla yerleşen Özel Savaş Rejiminin gençleridir. Kürt Özgürlük hareketinin aldığı ağır darbelerin gençleridir.

Bu gün, 1980’lerdeki bu son yükselişin kalıntısı olan tek güç, kuzey Kürdistan’da en örgütlü ve güçlü hareket olmaya devam eden PKK ve onun legal politikadaki yansıması olan Demokratik Toplum Partisi gibi hareket ve örgütlerdir.

Kürt uyanışı, bu dönem boyunca bir yükseliş yaşadığından, bu muazzam sağa kayıştan, bu demoralizasyondan bir ölçüde kendini koruyabildi. Dünya çapındaki demoralizasyon ve çöküş onu Türkiye ve dünyada müttefiklerden yoksun bıraktı; hareket alanını daralttı, sadece birinci Körfez savaşının Irak’ta yol açtığı koşullar ona bir parça hareket alanı sağladı. Bu alan sayesinde, on yılı yükselen, en azından kendisini koruyan ve sürdüren bir hareket olarak devamını sağladı.

Ama 11 Eylül, ABD’nin Irak işgali ve Barzani’ye verdiği destek, şimdi, bir zamanlar Duvar’ın yıkılışının sol üzerinde yaptığı etkiye benzer bir etkiyi 1980’lerdeki bu son yükselişin son kalıntısı, artçı savaşı veren Kürdistan’daki demokratik hareket üzerinde yapıyor. Kürtler bu hareketin 1960’yarın, 70’lerin ve seksenlerin yükselişinden kaynaklanan devrimci demokratik programını terk ederek, yavaş veya hızlı bir şekilde, tıpkı Sovyetler’in çöküşünden sonra bütün Doğu Avrupa’da etnik ve dini milliyetçiliğin yükselişinde yaşandığı gibi, etnilere, dillere, dayanan bir milliyetçiliğe doğru kayıyorlar. Yani Kürtler de Türklerin yoluna girmiş bulunuyor.

Böylece, etnik boğazlaşmaları şimdiye kadar engellemiş bulunan son siper de yitiriliyor. PKK’nın gerileyişi veya çöküşünü bekleyenler ve gerilime ve bölünmeler karşısında sevinenler, aslında kendi mezarlarını kazdıklarının, bu yıkıntıların altında kalacaklarının farkında bile değiller.

*

İşte bu gün Kenan Evren’i alkışlayanlar, açtığı yaralar seksenlerin sonuna doğru çoktan iyileşmiş, hatta bazı hastalıklara karşı şerbetlenmiş, 12 Eylül’ün değil, bu muazzam çöküşün ürünüdürler.

Bir de şöyle düşünün. PKK gerillalarının birkaç Türk Ordusu tümenini esir ettiğini, her gün bir Türk helikopteri veya uçağı düşürdüğünü göz önüne getirin. O faşistlerin yönlendirdiği “Şehit Cenazeleri”, barış isteminin yükseltildiği gösteriler olurdu; o gençler şimdi, Genelkurmay Özel Harp Dairesinin örgütlediği Kürt katliamı yapmaya hazır hale getirilmiş sürüler değil; barış ve hakların kardeşliği için sokaklarda yürüyüş yapan; polislerle çatışan muhalefetin en önünde vuruşanları olurlardı.

Bırakalım Askeri başarıları bir yana, ABD Irak’ı işgal etmemiş olsaydı bile, bu gün Barzani ve Talabani’nin tabanının hızla PKK’ya kayışı devam ediyor olurdu. Türkiye’de Kürt sorunun çözümünde bir çok önemli reform yapılmış, en azından Özel Savaşın eylem alanının epey sınırlandığı; daha liberal ve demokratik rüzgârların estiği bir ülkede yaşanıyor olurdu.

Page 73: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

Bütün bunlar yokmuş gibi 12 Eyül’ü bütün pisliklerin gerçek nedeni gibi göstermek, aslında gerçek pisliği ve nedenini gizlemek anlamına gelmektedir.

Gerçek nedenlere yönelen ise, tıpkı Kemalizm’de olduğu gibi yine Sovyetler ile karşı karşıya gelirdi: Sovyetler niye çöktü? Çöken neydi?

Bu da yine soruyu soranı Sovyetlerde, o devrimin hemen ardındaki yıllarda olan bitenle karşı karşıya getirir. Bu ise bu soruların soranların bizzat kendi politik geçmişlerini ve dayandıkları teorik ve metodolojik temelleri tartışmaya açması demektir.

İşte 12 Eylül açıklaması, bu ciddi teorik ve metodolojik hesaplaşmadan kaçışın bir örtüsü işlevi görmektedir.

Benzer şekilde, bu günkü çürümenin esas nedeni, inkar ve imha politikasını tüm topluma zorla dayatan Bürokratik oligarşi; onun çekirdeği Ordu ve o çekirdeğin de çekirdeği, Teşkilatı Mahsusa, Seferberlik Tetkik Kurulları’na dayanan, Ermeni Katliamlarını, 6-7 Eylül’leri, Kanlı Pazarları, 1 Mayıs katliamlarını, suikastları örgütlemiş, “Derin devlet” denen kanun dışı gizli ordusudur. 12 Eylül sözde açıklaması, bu gerçek düşmanı da gözlerden gizlemeye yaramaktadır.

*

12 Eylül açıklaması, bu dünya tarihsel değişimleri bir kenara atıp unutarak sadece taşralılığı yansıtmıyor, onu yeniden de üretiyor.

Ama 12 Eylül’ü her derde deva ebegümeci gibi bütün pisliklerin temel nedeni saymak sadece bir taşralılığı, dünyaya Türkiye’den bakmayı değil, aynı zamanda, bizzat Türkiye içinde Türk merkezli ve ırkçı, ezilen ulusu sadece bir nesne olarak gören bir düşünce ve kafa yapısını da yansıtır.

12 Eylül sonrası, Türkiye’nin üçte birini oluşturan Kürtlerin uyanış ve yükselişiyle damgalıdır. 12 Eylül Kürt gençlerin, kadınların, yoksulların radikalleşmesi, politikleşmesidir. Bu yükseliş hala bir şekilde Diyarbakır ve diğer şehirlerde açık olarak, Batı’dan gitmiş ziyaretçilerin hayretlerini mucip olarak varlığını sürdürmektedir. O açık oturum Diyarbakır’da oralı gençlerle yapılsaydı, tamamen ters bir manzara çıkardı.

12 Eylül’ü sırf çöküş olarak görmek, bu üçte biri, hesabın dışında tutup, gençliği Türk gençlerinden ibaret saymaktır da. Bu anlamda gizli ve ifade edilmemiş bir ırk ayrımcılığının dışa vurumudur.

*

Ama 12 Eylül’den söz edenlerde çok daha temel bir yanlışlık da var. Darbecileri suçlayıp, kendi yanlışları üzerine konuşmaktan kaçış. 70’li yıllar Türkiye tarihinin en muazzam kitle radikalleşmesiydi. Dünyanın her yerinde orduların görevi darbe yapmaktır, ezmektir halkın muhalefetini. Onlar görevlerini yaptı. Biz görevimizi niye yapmadık? Bu muazzam radikalleşme ve politikleşmeye rağmen niçin bir devrim başaramadık? 12 Eylül gelmeden çok önce yükselişin hızı kesilmemiş miydi? 12 Eylül’ü en devrimcilerin aileleri bile hayırhah bir tarafsızlıkla karşılamamışlar mıydı? Yani 12

Page 74: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

Eylül geniş destek görmedi mi?

Bütün bu ve benzeri sorulardan kaçıştır da darbecileri suçlamak.

Ciddi sol, düşmanlarının zaten yapması gerekeni yapmasında bir sorun görmez, onu niye engelleyemediğinde sorun görür. O dikkatini düşmanına değil kendi hatalarına yöneltir.

Var sayalım ki, 12 Eylül o gençlerin, bu günkü sefaletin nedeni bile olsa, gerçekten ciddi sol, “o gençlerin bu hale gelmesinin gerçek nedeni bizlerin çapsızlığıdır; Tarihin önüne koyduğu fırsatı değerlendirmekteki yeteneksizliğidir” diye koyar.

Bizler bunları yapamadığımız için Evrenler geldi diye koyar.

Türkiye’de görülmeyen ise bu.

Yani bu anlamda da 12 Eylül darbecilerini suçlamak, aslında kendi hatalarını kedi pisliği örterce örtmenin, onlarla yüzleşmekten kaçışın bir örtüsüdür.

O gençlerin o hale gelmesinden Kenan Evren’ler değil, biz suçluyuz. Onlar görevini yaptı. Biz yapamadık.

Sorunu böyle koymayan, bilerek ya da bilmeyerek, Ordu hakkında, gerçek sınıf ilişkileri ve güçler hakkında yanlış ve sahte hayaller yaymış olur.

Hasılı, haber-yorumu yazan, demokratik ve ilerici özlemlerinden hiç bir şekilde kuşku duyulmayacak yorumcu bile aslında, o eleştirdiği gençlerden daha az sorunlu değildir ve kendisi de bizzat yine 12 Eyül’ün değil ama işte bu Sovyetlerin Çöküşü sonrası dünyanın; kendine karşı gaddar olmayı; düşmanlarından öğrenmeyi unutmuş bir dünyanın ürünüdür.

Demir Küçükaydın

03 Mart 2006 Cuma

[email protected]

http://www.koxuz.org

Page 75: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

Teori ve Politika (12 Eylülcülerin ve Diğerlerinin Yargılanması Kar şısındaki Tavırlar

Üzerine)

Çok uzunca bir süredir, kimi sosyalistlerin geçmişte yaşananlara (12 Mart, 12 Eylül vs.) ili şkin intikamcı bir tonla söylediklerini okudukça; bu konuda sosyalist teorinin tüm öncüllerinin ve mantık sonuçlarının, eski güzel geleneklerin unutulduğunu acıyla gördükçe; buna karşı bir şeyler yazmak gerekir, keşke biri yazsa diye aklımdan geçirmeden edemiyordum. Kimseden ses çıkmayınca gene iş başa düştü diye uygun bir zaman bulmaya çalışıyordum.

En son geçen hafta sonu, “Sosyalist Yeniden Kuruluş” isimli giri şimin İstanbul’da yaptığı üç toplantıdan birine gitmiştim. Bizim sosyalistler nerede, ne yapıyorlar, neler tartışıyorlar; bakalım, buradan bir şeyler çıkar mı diye. Radar ekranından yitirmemek için.

Oradaki kimi konuşmaları dinleyince, artık geciktirmemeli sorun çok daha derinde ve metodolojik diye düşünüp hemen yazmaya karar verdim. Dün sabah kalkınca bu yazıyı yazdım. Sonra bir gün demlensin hele diye beklemeye bıraktığımda, Radikal’de, 28 Şubat’ta ordudan atılmış, işinden, evinden olmuş İskender Pala ile yapılmış “28 Şubat soruşturmasına

sevinemiyorum” başlıklı, “ Haksızlıklardan intikam alınmaz”, “ çünkü intikama başladığınızda

siz çok daha büyük haksızlıklar yapmaya başlarsınız” sözleri öne çıkarılmış söyleşiyi okuyunca, artık daha fazla geciktirmemeli diyerek, bu gün son şeklini vererek yayınlıyorum.

*

Pazar günkü toplantıda, her şey her zaman olduğu gibi yine yeterince can sıkıcıydı: yüz elli civarı bir katılımcı, yaşlı ve erkek ağırlıklı bir topluluk

Ertuğrul Kürkçü’nun, Kürt özgürlük hareketi gibi ezilen kitlelere dayanan bir hareketle yakın ili şkiye girdiğinden ve onların öz suyundan beslenmeye başladığından beri, beri kat ettiği yolu ve olumlu gelişmeleri yansıtan konuşması haricinde bütün konuşmalar o topluluğun bileşiminden de daha moral bozucuydu. Bir tek politik veya teorik, zeka parıltısı olan konuşma yoktu. Ve yine her zaman olduğu gibi, eğer küçük bir umut ışığı veren konuşmalar vardıysa, bunlar da yine birkaç kadının ve gencin yaptığı konuşmalardı.

Daha kötüsü çoğu onlarca yıldır sosyalist olan konuşmacıların, konuşmalarında, Ertuğrul Kürkçü’nün açılışta yaptığı ve tartışmalara zemin olarak sunduğu konuşması tam da teorik ve politik konularda olmasına ve böyle bir tartışma zeminine bir davet anlamına gelmesine rağmen, bir tek teorik ve politik sorunlara değinen söz yoktu neredeyse..

Ama bundan daha da kötüsü, konuşmacılar, öncüllerini, bildiklerini de unutmuşlardı. Çoğu, söyledikleri sözlerin nereye gideceğinin, mantık sonuçlarının ne olacağının bile farkında değildi. Bilgeliğin son perdesi olarak söyledikleri veya üzerine tartışılması gereği bile duymadan kabul ettikleri aksiyom derekesindeki temel görüş: eğer “Sosyalist” veya

Page 76: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

“devrimci” veya kurulmak istenen toplumun örneği ili şkiler şimdiden kurulamazsa veya böyle kişilikler şimdiden oluşmazsa, bu girişimin de diğerleri gibi başarısızlığa uğrayacağıydı.

Marksizm’in tam da bu görüşlerle çatışma ve mücadele içinde doğduğunu unutmuşlardı. Kendilerini Marksist sanıyorlardı hala ve aslında Marksizm’in kendisine karşı mücadele içinde doğduğu görüşleri savunuyorlardı ve bunun farkında bile değildiler.

Bu temel yanlış, idealizmdi; yani varlığın düşünceyi değil; düşüncenin varlığı belirlediği ön kabulü. Bu metodolojik temel yanlış itirazsız egemenliğini sürdürüyor ve her yerden yedi başlı ejderha gibi bir başını çıkarıyordu.

Gerçi Türk solunda bu idealizmin her zaman derin kökleri olmuştu onun köylü, esnaf veya küçük burjuva toplumsal temeline bağlı olarak.

Örneğin sınıfların nesnel toplumsal bölünmeler değil de bilinçle oluşan bölünmeler olduğu yönündeki yaklaşım; bunun “halk safları”nı politik ve ideolojik kriterlerle belirleme biçiminde ortaya çıkması. Yani düşüncenin varlığı belirlemesi. Böylece nesnel olarak ezilen sınıflarda yer alanlara karşı ikna değil, imha politikalarının yerleşmesi ve içine kapanıp sektleşme.

Örneğin, bir partinin merkez komitesinin bir kararı veya bileşiminin değişmesiyle (Kuruçef’in veya Çu En Lay’in partiye egemen olması gibi) ülkenin sosyo ekonomik yapısının değişmesi, yani bir anda, revizyonist (“revizyonist ülkeler” – revizyonizm nasıl bir rejim veya üretim biçimi veya sosyo ekonomik formasyondur o da ayrı bir sorun ve yanlış), kapitalist veya emperyalist olması (“Sovyet Sosyal Emperyalizmi” örneğin). Yani yine düşüncenin varlığı belirlemesi.

Bu örnekler çoğaltılabilir. Ama artık o ülkelerin ve tartışmaların olmadığı bu dünyada aynı idealizm, aynı temel metodolojik yanlış bu sefer kendini başka biçimlerde ele veriyor; Meduza başını başka biçimlerde ve tartışmalarda çıkarıyor. O Meduza başı, Sosyalist Yeniden Kuruluş tartışmasında da yansıyan ve her yerde duyulabilecek; sosyalist veya devrimci ili şkilerin veya ahlakın ya da kişiliklerin bizlere egemen olmadıkça eski yanlışların tekrarlanacağı veya başarısız olunacağı gibi önermelerde çıkıyordu. Yani önce bizler, kafalar değişecek ancak o zaman toplumsal düzen değişecek diyen aynı değişmeyen Meduza kafasıydı.

Ama bununla sanki ilgisizmiş gibi görünen intikamcılıkta, cezalandırmayı toplumsal sorunların çözümüymüş gibi sunan veya algılayan yaklaşımlarda da aynı metodolojik yanlış kafasını çıkarıyor. Ve bu aynı temel ve metodolojik yanlış bakımından, sosyalistlerin çoğu ile Recep Tayyip, ne kadar zıt görünürlerse görünsünler, aynı yerde bulunuyorlar

Geçenlerde Recep Tayyip de, bu darbecilerin cezalandırılmasının başka darbecilere ders olacağı ve bunun darbeleri önleyeceği türünden bir sözler ediyordu. Ve bir de üstüne üstlük bunları intikamcı olmadıklarının kanıtı olarak, çoğu sosyalist olan kimi muhaliflerin, 12 Eylülcülere yeterince sert ve güçlü, ibretlik cezalar verilmeyeceği, bunun yolunun yapıldığı itirazlarına cevap olarak.

Halbuki bırakalım Marksizm’i bir yana, olağan burjuva toplumunun Kriminoloji veya hukuku

Page 77: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

bile, cezaların ve onların sertliğinin hiçbir caydırıcılığının olmadığını; önemli olanın o suç oluşturan eylemi yaratan koşulların ortadan kaldırılmasının önemli olduğunu söylemez mi?

En caydırıcı ve ibretlik cezalar verilse bile, toplumsal koşullar uygunsa ve pahalı, baskıcı, bürokratik ve militer bir devlet cihazı varlığını sürdürüyorsa; en geniş fikir ve örgütlenme özgürlükleri ortamında ezilenler birlerce biçimde örgütlenmemişse darbeleri engelleyemez. Darbeleri engellemenin bir tek yolu vardır. Devletin merkezi, bürokratik, militer yapısına son vermek; en geniş fikir ve örgütlenme özgürlükleri ile geniş ezilen yığınların örgütlenme ve kendilerini savunma mekanizmalarının yollarını açmak.

Ve tarihin acı alayı odur ki, sözde bir daha darbeler olmasın diye yapılan bu mahkemeler, aslında tam da bütün bunların yapılmadığını gizleyen, bir yanılsama yaratan bir sis örtüsü olarak kullanılmaktadır. Yani darbelere karşı mahkemeler aslında gelecekte yapılabilecek olası başka darbelerin yollarına taşlar döşemektedir.

Ama sosyalistler, eleştirilerini, darbecilerle hesaplaşmanın yeterince güçlü ve sert yapılmadığı gibi bir noktadan yaparak, bu politikanın basit bir aracına veya piyonuna dönüşmektedirler. Ve üstüne üstlük, intikamcı bir söyleme de hapsolarak, iktidara bir de ahlaki üstünlük ve erdem kaftanı bahşederek.

Metodolojik hatalar böyledir. En zıt göründüklerinizle aynı yerde ve varsayımlarda buluşur ve ittifaklar kurarsınız. Şimdi artık unutulmuş olan Marksizm, şimdi hor görülen o teorik tartışmalar, o “zıtların birliği”ni görmenin kavramsal araçlarını sunardı en azından.

*

Marksizm’in doğum çığlığı, temel önermesi, “insanların düşüncelerinin varlıklarını değil,

varlıkların düşüncelerini belirlediği” önermesidir.

Toplumsal hayatın maddi temelleri (üretim, bölüşüm, tüketim, değişim ili şkileri) anlaşılmadan kendisinin anlaşılamayacağına ilişkin bu materyalist denen sosyolojik önerme, aslında en manevi değerlerin temelidir.

Bu önermenin mantıki ve ahlaki sonucu, egemen sınıfların dahi kötü ya da suçlu olmadığı; onların toplumsal koşulların sonucu olarak sömürdükleri; bizlerin sorununun insanlar ve cezalandırılmaları değil; o sömürüyü ve baskıyı yaratan toplumsal koşulları değiştirmek olduğu; bu nedenle sosyalizmin sadece ezilenleri değil; ezenleri ve sömürenleri de kurtarıcı olduğudur.

Tam da bu mantıki sonuçları nedeniyle bu materyalist önerme aynı zamanda en humanist (insancıl) ve maddiyata zerrece değer vermeyen bir ahlakın temelidir.

Eğer “esirgeyip bağışlayan Allah” ile söze başlayan İslam’ın diliyle konuşursak, bu “düşüncenin varlığı değil; varlığın düşünceyi belirlediği” önermesi; tıpkı İslam’ın Allah’ı gibi, insanların suçlardan esirgenmesinin ve suçlarının bağışlanmasının temel ilkesi ve gerekçesidir.

Çünkü, eğer insanların düşüncelerini varlıkları belirliyorsa, sosyolojik düzeyde, her insan prensip olarak (hikmetinden sual olunmayan Allah gibi) sırrına erilememiş toplumsal

Page 78: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

kuvvetlerin bir kurbanı olarak görülebilir. Böyle bir görüş açısından ise, insanlar değil, o toplumsal kuvvetler ve o toplumsal kuvvetlerin var oluşuna ve etkilerine yol açan düzenler; toplumsal sistemler ve onların ardındaki üretim ilişkileri temel neden olarak görülürler.

Ve tam da bu nedenle, sosyalist düşüncenin ve değişim programlarının insanlarla değil, toplumsal düzenlerle sorunu vardır. İnsanların ancak onları şöyle veya böyle davranmaya zorlayan toplumsal düzenler değiştirildiklerinde değişebileceklerini söyler sosyalist düşünce.

Ne yazık ki o Pazar günkü toplantıda da görüldüğü gibi, bu çok temel materyalist önerme ve bunun ardındaki derin humanizm çoktan unutulmuş bulunuyor. Sosyalistlerin her toplantısında, kendilerine sosyalist diyenlerin, insanlar arasındaki sosyalist ilişkileri kurmaktan; kurmayı düşündükleri toplumun ilişkilerinin bu günkü toplumda minyatür örneklerini kurmaktan söz ettiklerini, bunlar olmadan hiçbir şeyin düzelemeyeceğini söylediklerini duyarsınız

Marksizm’i bilmeyen daha genç kuşakların veya uzun gericilik yıllarında amneziye uğrayıp bildiklerini de unutmuş sosyalistlerin bu ifadelerini duyunca, insanın aklına gelecek tasavvurlarının geleceği değil, o tasavvurları yapanların dünyasını yansıtmaktan başka bir şey yapmadığı, yani yine unutulmuş bir başka gerçek geliyor. Böylesine basit bir gerçeği bile kavrayamayışlar ve unutuşlar karşısında çaresizlikle kıvranmaktan başka bir şey gelmez insanın elinden.

O arkadaşların, “sosyalist ilişkiler”, “devrimci ili şkiler”, “sosyalist” ya da “devrimci” ya da “demokrat kişilikler” dedikleri, bir küçük burjuvanın, bir esnafın veya bir köylünün dünyasından, ilişkilerinden ve kişili ğinden başka bir şey değildir. Devrimci ahlak dedikleri henüz modern olmayı bile becerememiş bir dünyanın birbiriyle rekabet içindeki esnaf, köylü ve küçük burjuvalarının antika ahlak anlayışından ötesi değildir.

Bir zamanlar, şimdi tıpkı kendilerinin “sosyalist kişilikler” ya da “ili şkiler” yaratmaktan söz etmeleri gibi, Ekim Devrimi’nden sonra bir “proleter kültür”ü yaratmaktan söz edenlere, Lenin’in önce hele bir “kültürlü tüccarlar” olabilelim deyişleri geliyor insanın aklına.

Ama öylesine hafızasını yitirmiş; teoriye ilginin öylesine yok olduğu; insanların genelleme yeteneklerini öylesine yitirdiği bir dönemdeyiz ki, Ekim Devrimi’nden sonra yapılmış bu tartışmaları kim bilir ve kimin ilgisini çeker? Hele bunları iyi kötü bilenlerin bile bildiklerini veya onlardan çıkacak mantıki sonuçları unuttukları bir dönemde kim dinler bunları?

*

İnsanların düşünceleri varlıklarını değil; varlıkları düşüncelerini belirliyorsa, bu önermenin kimi sonuçları vardır.

Bu sonuçlardan birincisi, geleceğin toplumunun ilişkilerinin (veya kişiliklerinin) bu günkü toplumda yaratılamayacağıdır. Bu yöndeki ahlaki vaazların hiçbir anlam ifade etmediği ve bütün bunların aslında tam da bu günkü toplumun ilişkilerinin ve düşüncelerinin bir yansıması olduğudur.

Bunun bir sonucu daha vardır. Eğer geleceğin toplumunun ilişkileri bu toplumda yaratılamaz

Page 79: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

ise, o zaman bütün enerjinin ve zamanın, o geleceğin toplumunun maddi ilişkilerine ulaşma mücadelesine yöneltilmesi gerektiğidir. Yani her şeyden önce ekonominin ve bunun için de öncelikle politikanın; yani devletin değiştirilmesine; yani özel mülkiyete, kara dayanan ekonomiye, devlete, devletler de milletler biçiminde örgütlendiğinden millete ve milletlere karşı bir mücadeleye girmek gerektiğidir. Bunun için gereğinde iğneyle kuyu kazarcasına bir ömür boyu uğraş vermek ve her yenilgi, yanlış veya başarısızlıktan sonra, her seferinde Sisyphos gibi yeni baştan başlamak gerektiğidir.

İşte o toplantıda, olmayan bu politik bakıştı. Bu politik bakı ş yokluğu ile geleceğin ili şkileri ya da kişiliklerini şimdiden kurma anlayışının varlığı, aynı madalyonun iki yüzüdür.

Ama bu anlayışın bir sonucu daha vardır. Eğer insanların düşüncelerini toplumsal varlıkları belirliyorsa, kendilerine karşı mücadele ettiğimiz burjuvalarla, diktatörlerle de insanlar olarak bir sorunumuz yoktur. Biz onlara karşı bu mücadelede karşımıza çıktıkları için mücadele ederiz.

Kişileri cezalandırma, onlardan intikam alma gibi bir sorunumuz olamaz. Biz kişileri öyle veya böyle davranmaya zorlayan toplumsal ilişkileri değiştirmeyi esas alırız.

Yani burjuvaları işçileri sömürdükleri için cezalandırmak gibi bir derdimiz olamaz bizim. Onları işçileri sömürdükleri için çalışma kamplarında yaşatmak veya yoksulluğa mahkum etmek gibi bir sorunumuz olamaz bizim. Aksine, eşitlikçi bir düzenin, sadece ezilenlerin değil; ama aynı zamanda ezenlerin de kurtuluşuna hizmet edeceğinden hareket ederiz.

Tam da bu kabuller nedeniyle, ezilenler, egemen sınıfları, burjuvaları, insanları sömürdükleri için yargılama ve cezalandırma gibi yöntemlere başvurmayacaklardır ve vurmamalıdırlar. (Bunu şimdi yazmak ve hatırlatmak zorunda kalmak bile nasıl bir hafıza kaybıyla malul olunduğunun bir başka delili aslında) Sömürüyü ortadan kaldırmanın yolu, burjuvaları cezalandırmak değil; mülkiyet ilişkilerini; toplumsal ilişkileri değiştirmektir.

Aynı mantık, sadece mülkiyet ilişkileri için değil; aynı zamanda kendisi de bizzat o mülkiyet ili şkilerinin ürünü olan devlet ve rejimler için de geçerlidir. Sorun o devletlerin yapısında ve rejimlerin örgütlenişinedir. Onların değiştirilmesi gerekir. Her biri aslında korkak ve aciz; korkak ve aciz olduğu kadar ve bir bakıma tam da bu nedenle gaddar ve keyfi memurlara da eğer sistemi değiştirme mücadelesine bir direniş içinde değillerse ve mücadelenin olağan karşılaşmaları ötesinde, cezalandırma gibi bir sorunu olamaz ezilenlerin.

Ama ortada bir direniş varsa düzenin ve devletin yapısının değiştirilmesine karşı, elbette bu mücadelenin bir parçası olarak; bütün savaşlarda olduğu gibi hukuki veya askeri araçların kullanılması; karşı tarafın direncinin kırılması gerekir. Ama bu başka bir sorundur; orada savaşın kendi kuralları ve mantığı vardır.

Ve hatta egemenlerin direncini eğer daha barışçı araçlarla kırmak veya onları tarafsızlaştırmak, yani onları satın almak mümkün ise, en büyük maddi fedakarlıkları bile yapabilmeyi göze almalıdır ezilenler.

Marks, bir yerde (tam hatırlayamıyorum şimdi neredeydi), eğer der egemen sınıfların sert bir direnişini engelleyecekse ve onları tarafsızlaştıracaksa, onların ellerindeki toprakların ve

Page 80: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

üretim araçlarının gereğinde tazminatla toplumsallaştırılmalarının, direnişin ve onu kırma çabalarının yol açacağı insan, zaman vs. kayıplarını göz önüne alarak, en ucuz yol olacağından söz eder.

Şimdi bunları aktaralım bakalım Kenan Evren veya 12 Eylülcülerin yargılanması ile ilgili davaya ve o davalar esnasında kimilerinin söylediklerine.

Sosyalistlerin demesi gereken neydi öncelikle?

Nasıl kimi toprakların veya fabrikaların kimi kapitalistlerin elinden alınıp başka kapitalistlerin eline verilmesi ve eski sahiplerinin cezalandırılması sömürüyü ortadan kaldırmazsa; yapılması gerekenin mülkiyet münasebetlerini değiştirmek gerektiği; yani toprakların ve üretim araçlarının toplumsallaştırılması gerektiği; ancak bu koşullarda sömürünün ortadan kaldırılabileceği ise; aynı kural devlet için de geçerlidir.

Bu pahalı, baskıcı, bürokratik ve militer devlet cihazı ve tümüyle anti demokratik yasalar radikal bir şekilde ortadan kaldırılmadığı sürece; darbeci generallerin, politikacıların cezalandırılması, sermayenin bir elden diğer ele geçmesinden farklı değildir. Çünkü, demokrasiyi çoğunluğun karar alabilmesi olarak görmenin kendisi anti demokratik ve gerici bir ilkeyi savunmaktır, çünkü genel olarak, çoğunluğun karar alma hakkı olarak demokrasi, en korkunç gericilikle bir arada bulunabilir. Çoğunluk ancak demokratik ilkelerin ve hakların savunucusu bir çoğunluk olduğunda demokrasiden söz edilebilir. Çünkü, çoğunluğun kendisini demokratik ilkelere bağlamadığı ve bunları savunmadığı, demokratik olmayan bir ülkede, çoğunluk, azınlıkların bire kadar kırılmasını gayet demokratik bir şekilde çoğunluk olarak karar altına alabilir. Örneğin Türkçe konuşan çoğunluk, gayet demokratik bir şekilde, Kürtleri Türkçe öğrenmeye mecbur kılarak en anti demokratik kararları almakta ve savunmaktadır. Örneğin Sünni çoğunluk, dinsizleri, Alevileri ve Hıristiyanları vs. kendisi gibi yaşamaya; din derslerine zorlayan kararlar aldırmakta; azınlıkları beş vakit sonuna kadar açılmış ve bir terör ve güç gösterisine dönüştürülmüş ezanları dinlemeye zorlamakta veya onlardan Sünni ve Müslüman Diyanet işleri için zorla vergiler alabilmektedir.

Politik karar yetkisinin, generallerden demokratik hedefleri olmayan; yani bu devlet cihazını parçalamak gibi bir hedefi olmayan bir çoğunluğun eline geçmesi, ne demokrasinin gelmesi ne de darbe tehlikelerinin ortadan kalkacağı anlamına gelmez. Aksine bu ikisi birbirini besler. Anti demokratik çoğunluğun yaratacağı memnuniyetsizlikler, bir süre sonra, o güclü, militer, bürokratik cihazın varlığında temelini bulan; binlerce yıllık tecrübeli; ta Firavunlar, Nemrutlar çağından kalma; gereğinde çok esnek ve geri çekilmeyi bilen; ve hatta gereğinde, son yıllarda olduğu gibi, çıkarları çatıştığında nasıl “doğucu” ve “anti-emperyalist” oluyorsa “demokrat” da olabilen askeri bürokratik oligarşinin yedeği olabilir ve hatta askeri bürokratik oligarşi, milletin teveccühünü tekrar kazanmış olarak son derece demokratik yollardan eskisi gibi karar alma gücünü tekrar da kazanabilir ve böyle giderse kazanacaktır da.

Böyle bir anlayışı ifade eden bir tavır, hem politik olarak radikal bir demokrasinin savunusu; AKP’nin (yani burjuvazinin) olduğu kadar askeri bürokratik oligarşinin de eleştirisi ve onlara karşı radikal demokrat bir alternatif olur; hem de intikamcılık veya cezalandırmacılığın karşısında çok daha insani, aynı zamanda çok daha teorik ve metodolojik olarak da doğru

Page 81: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

olurdu.

Sol ve radikal demokrat bir politik güç yokluğunun temel nedenlerinden biri, bir bakıma düşüncenin varlığı belirlediği noktasına varan metodolojik temel yanlışlarda bulunmaktadır.

Ve yapılan nedir? Ortalıkta görülen nedir?

“Hesap soracağız”; “Kafeste getirilsin” gibi intikamcı söylemler.

Bu intikamın yeterince şiddetle alınmasın veya cezalandırılmanın yeterince yapılmayacağı; bunu engellediği noktasından hükümete yönelik bir eleştiri. Demokratik bir program ve hedefler üzerine (Bugünkü pahalı, baskıcı, bürokratik, militer cihazın tasfiyesi ve parçalanması) politik bir mücadelenin yokluğu ile intikamcı; hesap sorucu, cezalardan medet umucu bir bayağılığın varlığı. Aynı madalyonun iki yüzü.

Ve böylece hükümet solcuların eline bir oyuncak veriyor. Onların bu oyuncakla oynaması aracılığıyla; Kenan Evren’in yargılanmasının gündemi belirlemesini sağlıyor ve bunu sanki darbelere ve darbecilere karşı bir mücadele gibi gösterebiliyor.

En ağır cezalar verilse de; hatta bununla yetinilmeyip, tıpkı hakikat komisyonları gibi komisyonlar kurulup darbeler toplumun vicdanında mahkûm edilse de; eğer bu pahalı; baskıcı; bürokratik; merkezi; militer devlet cihazı yerinde duruyorsa; bu gücü yerinde duran devlet, her zaman, koşullar ve sınıf ilişkileri uygun olduğunda var olan düzeni ve kendi varlığını korumak için darbeler yapabilir ve yapacaktır.

Liberaller, bu pahalı ve baskıcı, merkezi, bürokratik, militer cihazı hiçbir şekilde ortadan kaldırmayı hedeflemeyen; aksine onu reforme edip yetkinleştiren ve şimdilik seçilmiş bir hükümetin egemenliğinin aracı olarak kullanan hükümetin yaptıklarını demokratikleşme diye ne kadar boyayıp satmaya çalışırlarsa çalışsınlar; yarın öbür gün dünyanın ve ülkenin koşullarındaki bir değişmeye bağlı olarak ortam ve sınıf ilişkileri uygun olduğunda; dokunmadıkları cihazın sınıflardan bağımsız bir güç gibi kendilerine ve şimdi destekçisi oldukları hükümete karşı yapacağı darbeleri veya askeri bürokratik oligarşinin uygun sınıf ili şkilerini kullanarak tekrar legal yollardan iktidarı ele geçirdiğini ve şimdi kendisine yapılanların intikamını alacağını göreceklerdir. 10 yıllık DP iktidarı ve sonraki 27 Mayıs bunun geçmişteki bir kanıtıdır.

Ama liberallere ve hükümete karşı karşı çıkan, en radikal muhalefeti 12 Eylülcüleri yeterince sert ve kapsamlı olarak mahkemeye çıkarmadığı veya cezalandırmadığı için eleştiri noktasında yapan ya da tam da böyle gerekçelerle müdahil olmayı reddeden veya müdahil olan “yetmez ama evet”çi veya ulusalcı sosyalistler bu askeri bürokratik cihazın değiştirilmesini gündemden uzaklaştırmanın araçlarına dönüşerek bu yenilgilerini bile zafer gibi gösteriyorlar veya görüyorlar.

Hayır baylar, biz sosyalistler, gerçek ve radikal demokartlar olarak bu oyuna gelmeyiz. 12 Eylülcülerin yargılanması ne darbelere, ne keyfiliğe karşı demokrasi yolunda en küçük bir adım bile oluşturmaz. Aksine, bu adımların yokluğunu gizler ve ezilenlerin gözüne kül atar.

Bizim sorunumuz 12 Eylülcülerin yargılanması değildir. Örneğin tüm emniyet kuvvetlerinin

Page 82: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

Avrupa’daki gibi seçilmiş mahalli yetkililerin emrine verilmesidir. Bizim sorunumuz merkezden atanan Vali, kaymakam gibi bütün kurumların kaldırılması bunların yerini seçilmiş yönetici ve meclislerin almasıdır. Her türlü fikir ve örgütlenme özgürlüğü sınırlarının kaldırılması; böylece halkın en geniş şekilde örgütlenip kendini savunabilmesinin koşullarının yaratılmasıdır. Bu ordunun bütünüyle tasfiyesi ve İsviçre’deki gibi tüm emekçilerin silahlı olduğu, sadece çok özel teknik birliklerden (radar vs.) ibaret küçük bir profesyonellerden ibaret bir ordunun bugünkünün yerini almasıdır.

Böyle halkın örgütlü olduğu; merkezi cihazın çok sınırlı yetki ve gücünün olduğu; tüm düzeyde tüm yöneticilerin seçimle geldiği ve emniyet kuvvetlerinin bunların elinde bulunduğu; halkın en küçük hücresine kadar bağımsızca örgütlendiği; çoğunluğu oluşturan çalışan nüfusun bizzat kendisinin ordu olduğu bir ülkede, ordu hem kendi vatandaşlarına karşı bir darbe yapamaz; hem hiçbir ülkeyi tehdit edemez hem de hiçbir ülke, böyle bir anda milyonlarca insandan oluşabilecek bir orduya sahip bir ülkeyi işgal etme gibi bir şeye cesaret edemez.

Bizler eleştiri ve tartışmaları örneğin böyle noktalara çekip; hükümetin ve burjuvazinin korkaklığını, Askeri bürokratik oligarşiyle kayakçı dövüşünü bitip tükenmezce sergileyecek; bu demokratik talep ve hedefleri adım adım geniş yığınların bilincinin derinliklerinde biriktirecek yerde; 12 Eylülcülerden hesap sorma; mahkemeye kafeste getirme gibi hedeflerle, sadece liberallerin ve hükümetin basit piyonlarına dönüşürüz. İster ulusalcı sol, ister liberal sol olunsun, sonuç değişmez ve temeldeki metodolojik hata aynı hata olarak kalmaya devam eder.

Hiç de rastlantı değildir, bir yanda geleceğin ili şkilerini (bunlar demokrasi, sosyalizm, demokratlık vs. oluyor söylemine göre) şimdi kurmaktan söz edip de bu olmadan bir şey olamayacağını söyleyenlerin aynı zamanda 12 Eylül’den hesap sormayı programatik bir hedef haline getirenlerin aynı solcular ve sosyalistler olması.

Çünkü hepsinin temelinde aynı metodolojik yanlış yatmaktadır. İnsanların varlıklarının düşüncelerini belirlediğini unutmuşlar ve düşüncelerinin varlıklarını belirlediğini var saymaktadırlar.

Ama tam da düşüncelerin varlıkları belirlediği düşüncesinin kendisi; varlıkların düşünceleri belirlediğinin bir delilidir. Çünkü bu küçük burjuvazinin varlığında kaynağını ve temelini bulan bir düşünce ve yöntemdir.

*

Burada, bizlerin nasıl intikamcılıkla işimizin olmadığına ve gereğinde intikamcılara karşı intikamın nesnesi olanları korumakla da yükümlü olduğumuza dair Deniz Gezmiş’e ili şkin bir anımızı anlatalım.

1968’lerde İstanbul Üniversitesi, faşistlerle bir seri silahlı çatışmalar sonrası ve bu çatışmalarda faşistlerin fiilen askeri yenilgilere uğratılmasıyla devrimcilerin özgürce ve korkmadan fikirlerini ifade edebilip savundukları yer haline gelebilmişti. Bu çatışmaların en sonuncusunda, Faşistleri, kelimenin tam anlamıyla, İstanbul Üniversitesi

Page 83: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

yemekhanesinin oradan Bakırcılar Çarşısı’na dökmüştük.

İşte bu nihai çatışma başladığında, önceleri bizler hukuk binasının içindeydik ve faşistler dışarıdan bize saldırıyorlar ve askeri bakımdan çok elverişli bir konumda bulunuyorlardı.

Biraz aşağıda yemek kuyruğunda yüzlerce öğrenci sanki o çatışma kendi gelecekleriyle de ilgili değilmiş gibi bekliyorlar ve bizi seyrediyorlardı. Aslında beş on kişi oradan taşlarla faşistlere saldırsalar, hatta birkaç slogan atsalar, faşistler iki ateş arasında kalabilir faşistlerin terörüne son verilebilirdi. Durumumuz çok kritikti.

Bu arada bizler faşistleri arkadan çevirmeyi akıl edip, bir kısmımız onları binanın içinden oyalarken, biz (Deniz, Cihan vs.) faşistleri arkan kuşatıp, çok küçük bir güç olmamıza rağmen, iki ateş arasında bırakarak, onları paniğe uğratıp bakırcılar çarşısına doğru kovalamış ve oradan dökmüştük.

Güç dengesi bizden yana dönüşüp de kazanacağımız anlaşılınca, o ana kadar hiçbir şey olmamış gibi yemek kuyruğunda duranlar, o son noktada hep güçlüden ve zafer vaat edenden yana kayan çoğunluk, birden bizlerin safına geçmiş ve bizlerden çok daha büyük bir heyecan ve aşırılıkla zaferi kutlamaya başlamışlardı.

İşte tam bu arada, “bu da onlardandı, bu da faşitti” diye bu sonradan saflara katılanların bazılarının birisini bir köşeye sıkıştırıp dövmeye başladıklarını, hatta linç etmek üzere olduklarını gördük.

İşte bu noktada bizim yaptığımız, yalnız ve silahsız bir insana vurulmayacağını söyleyip çocuğu linçten kurtarmak oldu. Ve tam bu noktada Deniz Gezmiş, dövülen çocuğun üzerine kapanıp, kendisi darbeler yeme bahasına onu darbelerden korudu. Sonra biz duruma hakim olunca, çocuğu sağ salim oradan uzaklaştırdık.

Sıradan biri de olabilirdi. Ama büyük bir olasılıkla az önce bize taş ve kurşun atanlardan ve belki imkân bulsa, “Allahsız komünistler”i işkenceyle öldüreceklerden biriydi.

Devrimciler sosyalistler böyle davranmalıdır.

Kafeste getirme talepleri ortaya atan kimilerine karşı; bizlere nice acılar çektirmiş Kenan Evren’in üstüne kapanıp, “bu yaşlı bir insandır; hele yaşlılar ve hastalar, eğer

yargılanacaklarsa bile onların bu durumları göz önüne alınarak insanlara uygun koşullar

sağlanıp yargılanmalıdır veya bu koşullar sağlanamıyorsa gereğinde yargılamaktan vaz

geçilmelidir” diye savunacak bir sosyalist kalmadı mı bu ülkede, Deniz’in o az önce bize belki taş atan veya kurşun sıkan; bulsa bir kaşık suda boğacak olan faşistin üzerine kapanıp onu linçten koruduğu gibi?

“O güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler.”

Demir Küçükaydın

17 Nisan 2012 Salı

http://demirden-kapilar.blogspot.com/

[email protected]

Page 84: Demir Kucukaydin - 12 Eylul Uzerine Yazilar - V-3

Ek: Bu yazıyı okuyan bir okuyucum bana Hz. Ali’nin şu meselini anlattı. Ali bir savaşta tam bir düşmanının kafasını koparacakken, düşmanı Hz. Ali’ye küfretmeye başlıyor. Bunun üzerine Ali adamı öldürmekten vazgeçiyor. Adam küfre devam ediyor, Ali yine hiçbir şey yapmıyor, kılıcını indiriyor. Bunun üzerine adam, beni niye öldürmüyorsun deyince, Hz. Ali, ben Allah için savaşıyorum (yani adil ve insanca bir düzen için savaşıyorum), şimdi seni öldürsem, bana küfrettiğin için seni öldürdüğüm sanılabilir diye cevap veriyor.

Bu mesel, anlatmak istediklerimi çok daha kısa ve özlü anlatıyor.