demir kucukaydin - cati partisi tartismalarinda program konusunda yazilar - v-2

205
Demir Küçükaydın Çatı Partisi Tartışmalarında Program Konusunda Yazılar Yayınları

Upload: demir-kuecuekaydin

Post on 20-Mar-2016

225 views

Category:

Documents


5 download

DESCRIPTION

 

TRANSCRIPT

Page 1: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

1

Demir

Küçükaydın

Çatı Partisi Tartışmalarında

Program Konusunda

Yazılar

Yayınları

Page 2: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

2

ÇÇaattıı PPaarrttiissii TTaarrttıışşmmaallaarrıınnddaa

PPrrooggrraamm KKoonnuussuunnddaa YYaazzııllaarr

DDeemmiirr KKüüççüükkaayyddıınn

BBiirriinnccii SSüürrüümm

AAğğuussttooss 22001111

DDiijjiittaall YYaayyıınnllaarr

İİnnddiirr –– OOkkuu –– OOkkuutt -- ÇÇooğğaalltt –– DDaağğııtt

Bu kitap Köxüz sitesinin dijital yayınıdır.

Kar amacı olmadan, okumak ve okutmak için, indirmek, dijital olarak

basmak ve dağıtmak serbesttir.

Alıntılarda kaynak gösterilmesi dilenir.

YYaayyıınnllaarrıı

Page 3: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

3

“ÇATI PARTİSİ” TARTIŞMALARINDA PROGRAM KONUSUNDA

YAZILAR DERLEMESİ

İçindekiler

“ÇATI PARTİSİ” TARTIŞMALARINDA PROGRAM KONUSUNDA YAZILAR DERLEMESİ ............. 3

İçindekiler ............................................................................................................................... 3

“Çatı Partisi” Girişiminde ve/veya “Demokrasi İçin Birlik Hareketi” Sürecinde Program

Konusunda Yazılmış Yazılar Derlemesini Sunuş .................................................................. 6

Program ve Tüzük Komisyonu’na Eleştiri ve Katkı .............................................................. 8

Program Üzerne Kuruçeşme Döneminde Neler Yazılmıştı? ............................................... 20

Program Anlayışları ......................................................................................................... 21

Demokratik Cumhuriyet Nedir ve Sosyalistler Tarafından Niçin Savunulmalıdır? ............ 26

(“Ankara’dan Komünistler”e Cevap) .................................................................................. 26

(Birinci Bölüm) ................................................................................................................ 26

Türkiye’de Strateji Tartışmaları Bağlamında Demokratik Cumhuriyet .......................... 26

(İkinci Bölüm) .................................................................................................................. 52

Dünya Çapında Bir Program Bağlamında Demokratik Cumhuriyet ............................... 52

(Üçüncü Bölüm) ............................................................................................................... 67

Sorunları Somut Olarak Anlatmla Denemesi ................................................................... 67

Çatı Partisi" Tartışmalarında Eksik Olan ............................................................................. 75

Çatı Partisi Girişimcilerine Sorular ve Bir Çağrı ................................................................. 79

Çatı Partisi Girişimcilerine Program Önerisi ....................................................................... 82

Ortadoğu İçin Demokrasi Manifestosu ................................................................................ 82

Ulusçuluk Hayaleti ....................................................................................................... 82

Orta Doğu’nun Tarihteki Yeri ...................................................................................... 82

Ulusçuluk ve Orta Doğu ............................................................................................... 84

Ulusçuluk ve Diğer Uygarlıklar ................................................................................... 85

Ulusçuluk ve Dil ........................................................................................................... 87

Ulus ve Ulusçuluk Nedir? ............................................................................................ 88

Ulusçuluk ve Politik - Özel Ayrımları ......................................................................... 88

Page 4: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

4

Ulusçuluk ve Din .......................................................................................................... 90

Demokratik ve Gerici Ulusçuluk .................................................................................. 91

Ulusların Kaderini Tayin Hakkı ve Gerici Ulusçuluk .................................................. 93

Gerici Ulusçuluğun Kendi Dinamiği ............................................................................ 94

İşçi Hareketi ve Demokratik Ulusçuluk ....................................................................... 94

Devrimci Marksistler ve Ulusçuluk ............................................................................. 97

Tarih ve Ulusçuluk ....................................................................................................... 97

Osmanlı ve Ulusçuluk .................................................................................................. 98

Türk Ulusçuluğu ........................................................................................................... 99

Bölge İçin Sonuç ........................................................................................................ 100

Demokratik Ulusçuluğun İkili Karakteri .................................................................... 100

Globalleşme ve Ulusçuluk ......................................................................................... 102

Değişen Roller ............................................................................................................ 103

Demokrasinin Koşulları ............................................................................................. 104

Seçenler ve Seçilenler ................................................................................................ 105

Ordu ve Polis .............................................................................................................. 106

Demokrasi ve Refah ................................................................................................... 108

Demokrasi ve Eğitim .................................................................................................. 108

Demokrasinin Üç Kaynağı ......................................................................................... 109

Politik İslam ve Demokrasi ........................................................................................ 110

Bürokratik Oligarşi ve Burjuvazi ............................................................................... 111

Güçler ......................................................................................................................... 112

İşçiler .......................................................................................................................... 113

DTP, EMEP, SDP, SP, SEH, EHP ve diğer bütün kişi ve gruplara soru ve çağrı: Hangi

Çözümden veya Ulusçuluktan Yanasınız? ......................................................................... 115

Matematik Fomüller ve Sosyolojik Sorunlar ..................................................................... 119

Metodoloji ve Program – Aşamacı Programı Kim Savunuyor?......................................... 131

Metodoloji ve Program İlişkisi Üzerine ............................................................................. 137

Demokrasi Mücadelesinin ve/veya “Çatı Partisi”nin Sorunları (2) ................................... 172

Radikal, Kapsamli ve Sistematik Olma Gereği ve "Yeni Sosyal Hareketler" ................... 172

“Yeni Sosyal Hareketler”in Sorunları ve Dersleri ............................................................. 172

Demokrasi Mücadelesinin ve/veya “Çatı Partisi”nin Sorunları (3) ................................... 181

Babil Kulesi, Çin Yazısı ve Ayrı Diller sorunu.................................................................. 181

Karşı Gündem Önerisi ........................................................................................................ 187

"Demokrasi İçin Birlik" Toplantısına Karar Tasarısı ......................................................... 190

27-28 Haziran'da "Yapılan Demokrasi İçin Birlik" Konferansı "Sonuç Bildirgesi"nin

Page 5: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

5

Eleştirisi (1) ........................................................................................................................ 193

"Demokrasi İçin Birlik" Toplantısına Karar Tasarısı ................................................. 194

27-28 HAZİRAN 2009 “DEMOKRASİ İÇİN BİRLİK” KONFERANSI SONUÇ

BİLDİRGESİ .............................................................................................................. 196

Bütünsel ve Biçimsel Eleştiri ............................................................................................. 200

Öz ve Biçim İlişkisi .................................................................................................... 200

Uzunluk ve Kısalığın Anlamları ................................................................................ 200

"Çatı Partisi Girişimi" (DBH) BDP'ye Katılmalı ve Soldaki Diğer Girişimleri de Aynı

Davranışa Çağırmalıdır ...................................................................................................... 203

Page 6: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

6

“Çatı Partisi” Girişiminde ve/veya “Demokrasi İçin Birlik Hareketi”

Sürecinde Program Konusunda Yazılmış Yazılar Derlemesini Sunuş

Aşağıda, Çatı Partisi girişimi ve tartışmaları esnasında program konusunda yazdığımız

yazıların bir derlemesi bulunmaktadır.

O dönemde, ilerde gelecek kuşaklar ve başka benzeri girişimler için, gerek bir birikim

sağlamak; gerek deneyleri ve dersleri derlemek ve sistemleştirmek amacıyla bir seri yazılar

yazdık.

Doğrusu elbet pratik bir mücadele içinde yazıyorduk ama bunun etkisiz ve başarısız olduğunu

biliyorduk. Beklediğimiz gibi bu yazıların çoğu okunmadı, belki okuyanlar olduysa da

anlaşılmadı.

Ancak bu yazılar, gerek sosyalist hareketin, gerek işçi hareketinin ve diğer hareketlerin

tarihsel tecrübelerinin derli toplu bir sunuluşu ve geliştirilmesiydi.

Bugün seçimlerde kurulan bloğun bir Kongre hareketine dönüşmesi girişimleri sürerken, bu

kongre hareketinin programının ne olacağı gibi sorunlar tartışılır ve bir “Program ve Tüzük

Komisyonu” kurulurken program konusundaki yazıları derleyip bir kere daha kolay

erişilebilirlik sağlamanın yararlı olacağını düşündük.

Her şeyden önce, Şark’ın tarihi ve takvimi kendiyle başlatan; geçmişin birikimlerini

yokmuşçasına atlayan geleneğinden kurtulmak isteyenler okumalıdır bunları.

Ayrıca Amerika’yı yeniden keşfetmek; böyle bir zaman ve enerji kaybından kurtulmak

isteyenlere okumaları önerilir.

Bunu niye gönderiyoruz?

Tartışmalar esnasında Program konusunda söylenenlerin yanlışlığından ve bunların genel

kabul görmesinden.

Birbiriyle bağlantılı şu yanlış kabulleri neredeyse herkes tekrarlıyor:

1) Program hala bir ilkeler bildirisi gibi anlaşılıyor veya bir ilkeler bildirisinin

programdan önemli olduğu düşünülüyor. Bu baştan aşağı yanlıştır. Çünkü program

bütünüyle somut olarak yapılacak işler olmalıdır. İlkeler birleştirmez böler. Somut

yapılacak işlerin planları birleştirir. İlkelerle tarikatllar, sektler kurulur; somut

yapılacak işlerden oluşan programlarla modern örgütler, partiler ve hareketler.

2) Program yazmanın kolay olduğu, bunun kolayca yapılabileceği, zaten çağrıdaki

programın birkaç eksiğinin tamamlanınca yeterli olacağı söyleniyor. Bu tamamen

yanlıştır. Bugün gerek dünyadaki işçi hareketinin ve sosyalist hareketin gerek

Page 7: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

7

Türkiye’deki Sosyalist hareketin, işçi hareketinin ve diğer hareketlerin programı

yoktur. Yukarıdaki sözleri edenler daha bu çok temel ve basit gerçeğin farkında

değildirler. Bu derlemedeki yazılar aslında bu korkunç ve devasa görevin altından

kalkılabilmesi için bir girişimdir.

3) Bir program metni ile bir program karıştırılıyor. Program yazmak bir program metni

yazmak sanılıyor. Program yazmanın eni sonu bir teorik ve metodolojik araştırma

ve tartışma sorunu olduğu anlaşılmıyor.

4) İçerik olarak ise baştan aşağı yanlış bir program savunuluyor. Radikal Demokratik

değil; ezilen çoğunluğun üzerinde yükselmeyecek ama ona hizmet edecek bir devlet

cihazını somut tedbirlerle öneren bir program değil, gerçekleştiği takdirde bunun için

belki daha elverişli koşullar sağlayabilecek programlar, yani liberal demokratik ve

sözde “emek eksenli” taleplerin bir çorbası savunuluyor.

5) Ulus sorununda bütünüyle gerici Kürtlüğe ve Türklüğe göre tanımlanmış ulusların eşit

ilişkisi savunuluyor; ulusun Türklük veya Kürtlükle tanımlamaya karşı

tanımlanması savunulmuyor.

Bütün bu ve burada saymakla bitmeyecek gücü yaygınlığından gelen yanlışları aşmak için bu

derlemeyi okumalarını arkadaşlara öneririm.

Elbette kimse okumayacak.

Elbette herkes kim okur bunca uzun yazıları diyecek.

Elbette okuyanlar anlamayacak.

Elbette kimi az sayıda anlayanlar kendilerinin savunduklarıyla çeliştiğini görüp susuşu tercih

edecek.

Bütün bunları bile bile niye bunca emek denecek?

Gericilik ve yenilgi dönemlerinde; insanların teoriye ilgilerinin yittiği; genelleme

yeteneklerinin bittiği dönemlerde politika yapmak böyle bir şeydir işte: İdeolojik mevzileri,

sanki okuyan varmışçasına savunmak ve geliştirmektir.

Ezilenlerin binlerce yıllık ağulardan süzülmüş bilgeliğinin dediği gibi: “İyilik yap denize at,

balik bilmezse halik bilir.”

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Demir Küçükaydın

http://www.demirden-kapilar.net/anasayfa

[email protected]

Page 8: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

8

Program ve Tüzük Komisyonu’na Eleştiri ve Katkı

"Program ve Tüzük Komisyonu" 14 Mayıs'ta yaptığı toplantıda kendinin işlevsizliğini kabul

etti ve sonra kendine yeni bir işlev bularak kendini "politik çerçeve, örgütsel model ve yapısal

özellikler" konusunda, yani aslında Programdan da daha geniş bir alanda "çalışma yapmak"la

ve "Geçici Koordinasyon"a sunmakla görevlendirdi1.

Yani aslında programın komisyonların işi olduğu anlayışını, kendini malzeme toplayıcılığı ile

tanımlayarak "Geçici koordinasyon"a malzeme sunmayı da kendine görev olarak belirleyerek

çok daha ince biçimde yeniden üretmiş oldu.

Yani tüm çatı partisi girişiminde bulunan insanları bir program tartışmasına davet edip

toparladığı malzemeyi derhel ve herkeze iletmenin yollarını aramak ve böylece bir program

tartışmasının başlatmak ve bu tartışmanın gelişmesi için bir temel sağlayacak yerde, "Geçici

koordinasyon"a malzemeleri surnarak 27-28 Hazirandaki "toplantıya" tartışma zemini

oluşturmayı hedefliyor.

Yani aslında "Program Komisyonu" yerine, "Geçici Koordinasyon"u ve "27-28 Hazirandeki

toplantıyı" geçiriyor. Ve aslında komisyonu yaratmış anlayışı bir şekilde devam ettirmiş

oluyor. Sadece bu komisyonun boyutları koordinasyon ve toplantı ölçeğinde büyütülmüştür.

Yani nicel bir değişim nitel bir değişimmiş gibi koyuluyor.

*

Bütün dünya siyasi mücadeleler ve işçi ve sosyalist hareketin mücadelelerinin ortaya çıkardığı

bir deney vardır: Bir program tartışması en genel toplantılarda bile yapılamaz ve sonuca

bağlanamaz. Bir program tartışması dergilerde, kitaplarda, yazılı metinlerde yapılır

1 "Komisyonun adı her ne kadar Program ve Tüzük Komisyonu olarak belirlenmiş olsa da, komisyon muhtemel

çatı partisine program ve tüzük yazacak bir komisyon olmadığı saptanarak komisyonun iş öncelikli işlevi şöyle

belirlendi: “Komisyon, Geçici Koordinasyon’ca 27-28 Haziran 2009 tarihlerinde gerçekleştirmek istediği “ikinci

geniş toplantı”ya bir “tartışma zemini” oluşturmak amacıyla “muhtemel çatı partisi” için öngörülen “politik

çerçeve, örgütsel model ve yapısal özellikler” konusunda çalışma yapmak ve Geçici Koordinasyona sunmak.”

Komisyon bu işlevini yerine getirebilmesi için başta 20-21 Aralık toplantısı “sonuç metni” olmak üzere aşağıda

belirtilen kaynaklardan yararlanmak “ortak bir havuz” oluşturmak için gerekli çalışmaları hızla yapacak.

KAYNAKLAR:

Bölge ve illerdeki toplantılardaki sözlü ve yazılı görüşlerin derlenmesi.

Uluslararası deneyimlerle ilgili belge ve bilgilerin toparlanması.

Bugüne kadar çatı partisi ile ilgili yazılmış ve internet ortamında paylaşılmış yazıların derlenmesi.

Geçici Koordinasyon’daki tartışmaların komisyona aktarılması.

Bireysel çabalar, araştırmalar ve katkılardan yararlanılması."

Page 9: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

9

esas olarak. Program tartışması özünde teorik bir tartışmadır.

Toplantılarda artık bu yürütülmüş, olgunlaşmış, sözler tüketilmiş tartışmanın son şekilleri en

özlü biçimleri ortaya çıkar.

Bu derse göre en azından toplanan malzemeyi "Geçici Koordinasyon"a ya da hazirandaki

toplantıya değil, tüm çatı partisi içinde ve dışındaki insanlara iletmek gerekir, onları

tartışmaya davet ve bizzat tartışmayı başlatmak gerekir.

Arkadaşlar ise "Geçici koordinasyon" ve "Toplantıya" sunmak üzere malzeme

topladıklarından, muhtemelen tam da bu nedenle, neredeyse 15 gün geçmesine rağmen çatı

partisi tartışmaları grubuna bir tek deney, sonuç vs. iletmiş değiller. bu yaklaşımlarıyla aslında

bir program tartışmasını engelleyici bir işlev görmektedirler.

Deneyleri toplamak, bu günkü internet çağında atla deve değildir.

Konuya biraz ilgi duyan bunu bilir.

O halde yapılmamış yapılmışsa bile genel tüm girişimcilere sunulmamış bu işin yapılmasına

biz katkı sunalim.

Ben kendi payıma, Program konusunda, uluslararası ve Türkiye'ye ilişkin deneyleri bildiğim

bulduğum kadarıyla sunacağım.

*

Ama Program ve Tüzük komisyonu'nun tek yanlışı bunlardan ibaret değil.

Program ve Tüzük komisyonu, bir programa karşı bir "susuş kumkuması"

yapmaktadır.

Niçin ve nasıl?

Çünkü ben Aralık ayında yapılan toplantıda, "Çatı Partisi" için somut bir program önerdim.

Aslında şu ana kadar tartışılmak üzere önerilmiş tek program benim önerdiğim

programdır. Varsa bilmiyorum ama ben şu ana kadar başkasını görmedim.

Bu Programı, Aralık ayındaki o büyük toplantıda, metin olarak, neredeyse tüm katılanlara

dağıttım.

Yani "Büyük Ortadoğu Projesi ve Sosyalist Strateji" adlı derleme kitabın içinde yer alan

"Ortadoğu İçin Demokrasi Manifestosu" adlı metin çatı Partisinin aralık toplantısında tüm

herkese program olarak önerilmiş bulunmaktadır.

"Program ve Tüzük Komisyonu" ise, bir kelimeyle bile olsun bunu belirtmemektedir. "Şu ana

somut bir program olarak elde bulunan tek metin budur. Program tartışması zemini olarak bu

metin kullanılabilir vs." türünden bir tek söz bile etmemektedir.

Ve böyle davranarak çatı partisi girişimi içinde diğerlerine alternatif olarak getirilmiş olan

programı fiilen yok saymakta, gözerden uzaklaştırmakta, onu adeta susuş kumkumasına

getirmektedir.

Page 10: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

10

Yani Program ve Tüzük komisyonu fiilen, bu programa karşı hiç bir şey söylemeden, onu

yok sayarak, böyle bir öneri yokmuş gibi davranarak, bir mücadele yürütmüş olmaktadır.

"Çatı partisi"ne en azından olumlu yaklaştığı söylenebilecekler içinde üç farklı program

savunulmaktadır.

Ertuğrul'un en açık biçimde ifade ettiği, "Anti kapitalist" bir programı savunanlar, Anti

kapitalist tedbirler yoksa biz de burada yokuz diyenler

Demokratik bir programı savunanlar.

Ancak bunlar da iki türlüdür.

1) Demokratik programdan bir takım demokratik reformları anlamakta ve gerici bir

ulusçuluk anlayışına dayananlar. Yani örneğin Kürtlerin tanınması gibi, "Ulusların

kendi kaderini tayın hakkı gibi".

2) Bir de benim gibilerin savunduğu "Demokratik Cumhuriyet" tarzında ifade edilmiş,

ulusun Türklük, Kürtlük veya başka bir şeyle tanımlanmasına karşı tanımlanmasını

savunmadan demokratik bir program oluşturulamayacağını söyleyenler.

Bu diğer programlardan tamamen farklı bir paradigmaya dayanmaktadır. diğerleri demokratik

veya sosyalist bir "Türk" veya "Kürt" ulusu olabileceğini zımnen kabul etmekte ve

savunmaktadırlar.

Benim savunduğum programa göre ise hem Türk hem de demokrat veya sosyalist olunamaz.

Demokrat ulusun Türklükle veya başka bir şeyle (Etniyle, dille, dinle, tarihle, "ulusla")

tanımlanmasına karşı ulusu tanımlayan insandır.

Bu üçüncü görüş somut olarak programını sunmuş bulunmaktadır.

Hiç böyle bir fark, bir program yokmuş, sunulmamış gibi davranmak fiilen bu görüşü

ve programı susuşa boğmak anlamına gelmektedir.

*

Öte yandan o yapılmayan ve yapılması öyle görülüyor ki çoook zaman alacak ve bürokratik

olarak "Geçici koordinasyon"a sunulacak, deneyleri, malzemeleri en azından şimdiden şu çatı

partisi girişimindeki insanlara ileterek hem bu malzamanin toplanmasına ve deneylerin

aktarılmasına katkıda bulunmuş hem de bu BÜROKRATİK İŞLEYİŞİ aşmış olmak için

bundan sonra elimde olan ve toplayabildiğim bütün malzemeleri gruba ve dolayısıyla çatı

partisi girişimcilerine iletmeye çalışacağım.

Demir Küçükaydın

29 Mayıs 2009 Cuma

Page 11: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

11

1970 Yılında Program ve Tüzük İlişkisi Nasıl Koyuluyordu?

Hikmet Kıvılcımlı'nın Program ve Tüzük İlişkisine İlişkin Yazdıkları

"Uyarmak İçin Uyanmalı, Uyanmak İçin Uyarmalı" Kitabından

Hikmet Kıvılcımlı

İKİNCİ BASILIŞA ACI BİR GİRİŞ

Önce Program mı gelir, Tüzük mü?

Bizim bildiğimiz, bir Parti'nin önce Programı açıkça konur. Sonra o Programın

prensiplerine göre Parti'nin Tüzüğü yaratılır. Gerçi "Kanun": yalnız bir Tüzük bulunmasını

şart koşar. Tüzüğünü verdin mi, Partisini kurmuş olursun. Ama Kanun, politika kiremitliğinin

kuralıdır. Kiremitliğin altında bütün katlarıyle Toplum Üstyapısı yükselir. O Üstyapının

altında, dayandığı Ekonomi tabanı oturur. Üç buçuk egemen politikacının çıkardığı sırf siyasî

kanun: Toplumun geniş Üstyapı ve derin Ekonomi ilişkilerini yaratamaz. Tam tersine,

Toplum yapısı, Kanun denilen yüzeyde kalmış kuralları gerektirir.

Hele İşveren Sınıfının egemen olduğu bir Toplumda, Kanunun başlıca görevi: Üstyapı

ve Ekonomi'de olanları halkın gözünden kaçırmak, bir sıra anlaşılmaz soyut kurallarla örtbas

etmektir. İşveren Sınıfı nasıl olsa kendi elinde işliyen ekonomisini kurmuştur; Üstyapı

ilişkilerini de sıkı kontrolu altına sokmuştur. Bu alanlarda kimseye doğruyu söylemek, hele

öğretmek zorunda değildir. Tam tersine, herkesi, her ciddi konuda şaşkına çevirip

sersemletmek için elinden geleni yapar.

İşçi Sınıfına bir Parti mi gerekiyor? Buyursun, kursun. Tüzüğünün başına üç beş satırlık

bir "Amaç" maddesi koydu mu, yeter. O Amacın, hangi sosyal ve ekonomik ilişki-çelişkiler

içinde, nasıl gerçekleşeceği demek olan Program aranmaz. Hatta, İşçilerin hiç Programları

bulunmasa daha iyi olur. Kimse ne dediğini, ne yaptığını bilmez. Soyut ve Genel amaç

maddesi çevresinde önüne gelen, ağzına geleni tekerler. "Her kafadan bir ses çıkar"...

Burjuvazinin istediği de budur.

Gerçek İşçi Sınıfı Partisi bu oyuna gelemez. Proletaryanın bilimine göre insan işini

hayvan işinden ayırt eden tek nokta: insanın yapacağını önce tasarlaması. plânlaması,

programlaştırmasıdır. Onun için, bütün ciddi İşçi Sınıfı Partileri ilkin yıllar boyu, içinde

bulunduğu Toplum yapısına en yatkın gelecek kendi Programını tartışır ve aydınlığa çıkarır.

Sonra o Programdan aldığı hızla Tüzüğünü tezgâhlar.

TİP Programının Lâf Kalabalığı

TİP 13 Şubat 1961 yılı acele kurulduğu zaman, tam İşveren Sınıfının istediği gibi, ne

yapacağını duruca bilmiyen ve belirlemiyen bir Tüzük'ün Amaç Maddesi ile yola çıktı.

Çarçabuk eksiklik ve anormallik göze battı. Onu gidermek için Aydınlara başvuruldu.

Page 12: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

12

Bâbıâli'nin "Sol" yazar-çizerleri geldiler. Onlar da kendi kendilerinin birer "Program"

olduklarına inanmış kişilerdi. Program dediğin de nedir? Gâvurca bilenlerden üç beş eli kalem

tutarı masa başına oturttun mu, yeryüzünün bütün İşçi Partilerinin en son moda Programlarını

özarı Türkçeye çevirip önünüze yığıverirler. Olur sana en âlâsından Parti Programı.

O içgüdüyü "Bilinç" yerine koyan hazırlop TİP aydınları da TİP'i kuran

Sendikacılardan aşağı kalmadılar. TİP'i Acem Şahının gemisi gibi yürütmeye giriştiler:

Program istimi gerilerden gelebilirdi. Hele TİP gemisi ilerlesin... Kaç tane aydın varsa onların

beş on katı sayfalar dolusu ne Programlar döktürülmez ki? Yeter ki yabancı dil bilen

"tercüman" civanlar, hele "Avrupa'da tahsil" veya "tetebbu"(etüd) yapmış birkaç

yularsız arslan "turist" çalışmıya başlasın. Sen ondan sonra gör Programın ne olduğunu!

Gördük, TİP kuruluşunun 4. cü yılı, alüminyum çarklı sarı başaklı TİP damgasıyla

damgalanmış: "Türkiye İşçi Partisi Programı" basılıp 5 er liraya satıldı... TİP Programının

yalnız fihristini (içindekiler listesini) okumak bile, onun Parti Programından bambaşka birşey

olacağı izlenimini veriyordu. Belli ki, TİP'in içinde ve dışında ne kadar Politikâ denizine ilk

adımını atmak istiyen bilgin varsa, hepsi dağarcıklarında Politika üzerine bildikleri ve

bilmedikleri bütün cevherleri TİP Programına dökmüşlerdir.

Bu cömert aydın fedakârlığını hor görmek kimsenin elinden gelmez. Elbet her iyi dilek

hoş karşılanabilir mi? Karşılansa bile, Program bir bilgiler yığını değil yapılacak işler

plânıdır. Onu lâfa boğmak, gürültüye getirmek olur. Sonra, TİP bir İşçi Partisidir. İçine

bakarsınız, işçiler de girebilir. Onlara yapılacak işi 166 sayfanın 36.000 sulandırılmış ve

boyuna tekrarlanan sözcükler tufanı içinde sunmak, yalnız yorucu değil, inmelendirici de olur.

Çok şey anlatılıyor sanılırken, hiçbir açık yön verememek tehlikesi baş gösterir.

TİP "İlk" İşçi Partisi mi?

Parti Programı, herşeyden önce gerçekten uygulanmak için yapılır. TİP Programı,

hepsi birbirinden daha yuvarlak: "Tirade"lar (aynı şeyi boyuna uzatmalar) ile yüklüdür. O

sözde "Köklü Reform"cu Tirade'ların hepsi bir şeyi örtmiye çalışan lâf kalabalığıdır. Olaylar

ve Kavramlar arasında bağ ve bütünlük yapmadır. BeIli ki, kim bir şey söylese: "O da bizde

var" denmek istenmiştir. Kimseye söz bırakmamak için her telden çalar görünülmüştür. Parti

Programı, birbirine kırmızı iplikle teyellenmiş, aklarla karalar mıdır? Hayır. Ansiklopedi hiç

değilse aynı sözcüğü her sayfasında bir, bir daha tekrarlıyamaz.

Tirade daha TİP Programı'nın "Giriş" inde başlıyor:

"Tarihimizde doğrudan doğruya emekçi halkın kurduğu ilk parti, Türkiye İşçi

Partisidir." (s. 13) deniyor. (Manda tezeği kadar) iri bir lâf. (Manda tezeği kadar olsun) bir

işe yarar mı? Sanmıyoruz. Yalan, yalnız sömürücü sınıflara yarar. Yukarıki Tirade herşeyden

önce yalandır.

"Tarihimiz" deyince. Türkiye Tarihi anlaşılır. Türkiye Tarihi, Antika Osmanlı Tarihi

Page 13: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

13

ile başlar. Modern Cumhuriyet Tarihiyle biter. "Emekçi Halk" : Osmanlılıkta da,

Cumhuriyette de vardır. Antika çağın Partileri Tarikatlardı. Hacıbekteş'in de, Ahi'lerin de o

zamanlar Politika örgütleri o zamanın köy ve şehir "Emekçi Halkı" tarafından kuruldu.

Hepsi bir yana, bizim Şeyh Bedrettin'in Partisi Sosyal Devrime girişmişti. Bu girişimi

yapanlar tüm "Emekçi halk" tan başka kimdi?

TİP üleması, belki o şâhane dekadan pozlarıyla: "Biz modern Siyasi Partilerden söz

ediyoruz!" diyecekler. Sizin Tarihten kopuk Realpolitiker'ler olduğunuzu biliyoruz. Daha

Paris Komunası yılında kurulan "Ameleperver Cemiyeti", 1889 yılı kurulan "Osmanlı

Amele Cemiyeti" Modern Türkiye'de "Emekçi Halk"tan başkası tarafından mı kuruldu?

Daha sonrakiler üzerinde durmıyalım.

"Amelecilik" (Ouvrierisme)

Bir de: "doğrudan doğruya. emekçi halkın kurduğu" veya kurmadığı Parti neyi

ispatlar. Hiç bir şeyi TİP Program üleması İşçi Sınıfı hareketi içinde en sinsi sapıtma çeşidi

olan "Ouvrierisme" (Sırf amelecilik: yalnız işçilerden ibaret örgüt) demagojisine mi çanak

açıyorlar? O mârifeti icat etmek için TİP'i çıkmaza sokmuş ülema ve ukelâ beklenmemiştir.

Çar'ın jandarma ve polis şefi Albay Zubatof çok daha ustaca "İşçicilik" demagojisini

kullanmıştır. Tutmamıştır. "Doğrudan doğruya" aydınlarca kurulan Parti, yeryüzünün ilk

Proletarya Devletini yarattı.

Bunları TİP aydınlarının birkaçı olsun bilmezler mi? Bilmeleri gerek. Ama, heyamola

ile Parti tepesine çıkardıkları: ne oldum delileri için, Kadrocu kalpazanlar gibi: "Eşsiz

örneksiz" olmak manisinden başka eğilimi yoktur. Hiç değilse "Program" yapılıp satıldığı

günler TİP Genel Başkanlığı yapan Devlet düşkünü avukat : 1958-59 yılları "Vatan Partisi"

dâvâsının Ağırcezada beraetle sonuçlanan bütün oturumlarına muntazaman "devam" etmişti.

Elbet o kertede "ilgilendiği" Vatan Partisi'nin, 40 sayfalık. "Tüzük ve Programı"nı

görmezlikten gelememiştir. Tüzüğün 8. ci Son sayfasında: 10 kişiden 9'u "doğrudan

doğruya emekçi halk", daha doğrusu İşçidir. Hem öyle gizli servislerin hâtiften (Sesi işitilen

fakat kendisi görülemeyen.) "İşçi Partisi kur!" emri üzerine, Saylav olma furyası açıldı

sanan "Sendikacı"lar değildirler; hepsi fabrika Cehenneminde kan kusan gerçek üretmen

işçilerdir.

Öyleyse niçin o bile bile yalan? 27 Mayıs kuşaklarının gençliklerinden,

deneysizliklerinden, daha eski kuşakların dejeneresansından yararlanıp, ortaklıkta en azından

tavus kuşu gibi kabarmak için... Sonra ilk fırsatta, kerâmetine inandırdığı içtenlikli TİP üye

yığınını "Güleryüzlü Sosyalizm" makyajlı aldatıp biricik Proletarya yolundan sapıttırmak

için... Yalancının mumu Yatsıdan sonroya dek yandı mı? Demek Proletarya siyasetinde

Makyavelizm yahut Bizantizm uzun ömürlü olamıyor. YaIan ve Böbürlenme silahı tepti: atıcı

mikrosefali (Küçükbeyinli) vurdu.

Page 14: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

14

ABA'cı Tüzüğü ve Programı

ABA'cı TİP yöneticilerinin ciğerlerinin kaç para ettiği,daha ilk TİP'e takılan "Aydın

Kelle"nin ilk bildirilerinde sırıttı. Onlar kendilerini Kadrocuvârî ve Yönkârî "Sorumlu"

aydınlar gibi öne sürüyorlardı. İşçi Sınıfını gütmiye adanmış altıkulaç beberuhiler anlardı.

Program düzülüp satışa çıkarılınca, bütün foyaları, dünyanın en "emekten yana" sözleriyle

maskelenemiyecek ve silinip ortadan kaldırılamıyacak duruma geldi. Yazılı, basılı cevherler 5

lira veren herkesin eline geçiveriyordu. Yalanlanamaz, red ve inkârla ortadan kaldırılamazdı.

Ne var ki, "Filipin tipi Demokrasicilik oyunu" ndan yalnız CİA uzmanları parsayı

toplıyacak değildi. Elbet Türkiye İşçi Sınıfı denli Modern bir özgüç te, kendi Strateji ve

Taktiğini bütün diyalektiği ile işletecekti. Türkiye Finans - Kapitali, kodaman Emperyalist

Tekelleriyle içli dışlı işbirliği de yapsa, Dünya pazarından Aşırı-kâr çekip bir Aristokrat İşçi

ve Kariyerist Aydın küçükburjuva zümresi besliyemezdi. TİP'i "Avuçları içine" aldıklarına

inanmış oportünizm kocakarılarının gevezelikleri sonuna dek adam kandıramazdı.

Onun için, işçi Sınıfına sunulmuş TİP Tüzüğünün ve Programının soyut eleştirisine bir

süre daha girilmedi. Bu bir "çekimserlik" yahut "tarafsızlık" değildi. TİP içinde gözyaşı ve

kan, ter dökerek savaşan işçi, köylü, aydın, esnaf devrimcilerin kendi pratik davranışlarıyla,

ABA'cı güruhun hezeyanlarını biraz daha sınamalarına yer bırakmalıydı.

Yoksa TİP Tüzüğü, bir işsiz avukatların derinliğine kazdıkları, birbiriyle tepişen, Parti

içinde hertürlü Merkeziyet ve Demokrasiyi Derebeği artığı kaprislerin insafına bırakan

içinden çıkılmaz bir Gayyâ kuyusu idi. Program ise, 166 sayfasında 166 nın birkaç katı fazla

saçmalarla doldurulmuş, iler tutar yeri kalmamış bir yamalı bohça idi.

"Emekten Yana": İşverenin de Parolası

Program, daha Giriş'le söze başlarken, şöyle der:

"Kişi olarak her birimizin insanca yaşama şartlarına kavuşmamız, toplum olarak

ileri bir ülke durumuna gelmemize bağlıdır."

Adı "İşçi Partisi" olan bir örgütün Programında siz İşçi Sınıfını mı arıyorsunuz? Hayır.

Sosyolok hanımlar ve beyler, Burjuva Politikacılarından Özendikleri ağızla: sınıflı toplumda

bir "Kişi" ile bir de "Toplum" kavramını tokuştururlar. "Kişi": "insanca yaşamak" mı

istiyor? "Toplum"u: "ileri bir ülke" yapsın.

Bu Lâpalisin Hakikatini: Bayar da, Demirel de böyle söylüyor. "Allah bize çuvalla

versin, biz de (İşçi Sınıfına bile değil), Robenson Kruzoe "Kişi"ye torbayla verelim!".

Başka deyimi de var: "Türkiye'yi "Küçük Amerika" yapalım. "On yılda15 milyoner kişi

yetişir." Bu kafa en pis burjuva demagojisinin, en soysuz küçükburjuva ukalalığına

kardırılmış: "Kadro" ve "Yön" karpuz kabuklarını İşçi Sınıfının ayağı altına koymaktır.

Page 15: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

15

Yukarıki sözün arkası da mı var? Evet. Ne yazık ki var. Arkası da şu muşmuladır:

"Özellikle geri kalmış toplumlarda ekonomik ve sosyal ilerlemenin, bağımsızlık

içinde kalkınmanın en büyük dayanağı emektir."

Demek "Kalkınmanın" emekten başka "dayanağı" da mı var? Var ya: Sermaye...

Tüm burjuva ekonomi bilimi, hep o emek dışında değer yaratıcı şeyleri arar. Bizimkilerin

orijinalliği: 1) "Sermaye" sözcüğünü burada anmıyarak, "emeği" "en büyük" saymakla

kalır. 2) Emeğin "özellikle geri kalmış"lar için büyük dayanaklığına inanır. Ya ileri

Toplumlarda emek "en büyük dayanak" değil midir? Hele bir "ileri" olalım. Görürüz..

Böylesine "Emekten yana" oluş, her İşverenin en kutsal ülküsü değil midir? Çünkü

Kapitalizm içinde yaşadığımızı kimse unutamaz. Kapitalizmde, İşçi için "emeği" yok İşgücü

vardır. İşçi başka satacak hiç bir şeysi kalmamış insan olarak İşgücünü pazara çıkarır.

İşgücünün "Emek" olması, İşverenin eline geçtikten sonra, işyerinde başlar. İşgücü işçinin,

onun kullanılması ile doğan Emek işverenin "Kişi mülkü" olur.

Demek azıcık bilimsel konulunca: Kapitalizmde Emek: İşverenin mülkü olduğuna ve

işveren yanında bulunduğuna göre, "Emekten yana" olmak, işverenden yana olmıya döner.

Sosyalizm, Kapitalizmde "İşgücünden yana"dır. İşveren "Emekten yana"dır. ABA'cıların,

hot sosyetede o denli hoşaflı karşılanışları da bundan ileri gelir. Netekim ABA'cı ideolokların

da, Yön Palikaryaları gibi, (Kapitalizmde) her işi bırakıp önce "Verimli + İnanlı + Şevkli"

işçi yaratmak sevdâları, Amerikan Taylorizmine göz kırpmak olur.

Kapitalizmde Verimli İşçi Yetiştirme Kurumu mu?

Amerika U.S. "ileri bir ülke durumuna" gelmemiş midir? Gelmiştir. İleri Emperyalist

Anayurtlarda "kişi olarak her birimiz insanca yaşama şartlarına" kavuşacak mı?

Program'a bakılırsa öyliye benzer. Onun için âlimâne yem borusu çalınır:

"Toplum olarak ileri bir ülke durumuna gelmemiz ise, kişi olarak herbirimizin

inan ve şevkle çalışmamıza; daha verimli olmamıza, bu inanlı ,şevkli ve verimli çalışma

imkânlarının yaratılmasına bağlıdır... Emekçi halkın inanlı ve şevkli çabasıdır."

"Al gülüm, ver gülüm" dünyası. Bütün Amerikan işadamlarının ağızlarının suyunu

akıtacak bir Program bu: İşçiyi daha: (şevkli + inanlı + verimli) çalıştırmak! Şevk + İnan +

Verim: nereden gelecek? "Halkın emeği ile yarattığı bütün zenginlik ve değerlerin

kendisine ait olduğunu bilmesinden."

Bunu halka nasıl "bildireceğiz"?

"Emekçi halkın, yurt işlerinde söz ve karar sahibi olmuş" olmasıyla. Kapitalizmde

bu olur mu? Niye olmasın. Nazi Almanyası bile: en Kodaman Tekellerin işçilerini çalıştıkları

fabrikalara "ortak" etti. Her Anonim Şirketin en büyük sayıda hisse senetleri ve tahvilleri,

hep "Emekçi halkın" o değerleri "kendisine ait bilmesi" oyunu ile gene emekçi halkın

kendisine ödettirilir. Hele bir de Gangster Sendikaları sırtlarını Banka milyarlarına dayadılar

Page 16: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

16

mıydı, değme: "Yurt işlerinde söz ve karar sahibi" oluverirler. Türk-İş: Zonguldak

mâdenlerinde veya 16 Haziran olaylarında az mı "söz ve karar sahibi" oldu?

TİP'i Polise Emanet

Böyle olacak bizde de işler, besbelli. Nasıl olacak?

"Bu, emekçi halkımızın bağımsız, gerçek siyasî teşkilâtı olan Türkiye İşçi Partisi

içinde ve onun eliyle olacaktır."

TİP'i bir Anonim Şirket sayan kimi Liderlere katılmak elden gelmiyor. Ancak burada bir

soru çatallaşıyor. İki "el" karşımıza çıkıyor: "Kurtuluş yolunu", emekçi halk, birinci cümlede:

"Kendi eliyle çizecek" deniyordu; ikinci cümlede: "Parti içinde ve onun eliyle olacak"

deniyor. Halk eliyle mi, Parti eliyle mi çizilecek yol? Sorunun karşılığı şöyle yorumlanabilir:

"Emekçi halk" Parti'nin "içine" girecek. O zaman Halkın eli Partinin eli Olacak...

Netekim daha aşağıda Parti'nin ve Parti üyeliğinin nasıl anlaşıldığı şöyle açıklanıyor:

"TİP ırk, din, mezhep, deri rengi, kadın - erkek ayrımı gözetmeden, hangi sınıftan

gelirse gelsin, Parti tüzüğünü ve Programını benimsiyen, emekten yana olan BÜTÜN

YURTTAŞLARA (majüskülliyen HK.) saflarını açık tutar."

Bugün, Türkiye'de bile azıcık politikayı izliyen herkes bilir. Parti Tüzüğünü ve

Programını benimsiyen herkese kapıları açık tutarak Parti'yi "Dingonun Ahırı"na çeviren

kafaya bütün dünyada Menşevik denir. Böylesine "liberal" örgüt prensipleri atan ABA'cılar,

hiç değilse Menşevikliklerinde samimî midirler? En kalın oportünistler bile, istibdat önünde

en devrimcileri Sosyal - Demokrat Parti içinden atmadılar.

Bunlar nerede? "Çingeneye beylik vermişter, ilk iş babasını asmak olmuş." Bu

Baylar - Bayanlar, daha kuyrukları gizli servislerce dik tutulmaya başlar başlamaz, "Eskileri"

boynuzlamaktan büyük kahramanlık gösteremediler. Menşevik Programlarında "bütün

yurttaşlara açık" ilân ettikleri Parti'de, kendi kirli mutfaklarında bulaşıkçılık etmiyecek her

Partiliyi tomar tomar dışarı attılar. TİP'e sıvadıkları tezekli Tüzük ve Program maddelerine

bile nâmusluca uyamadılar.

TİP'in azçok dürüst yöneticilerine ve Haysiyet Divanı'na dayattıkları bütün gerekçe:

"Ya onlar, ya, biz!.. Yoksa çekildik mi, Polis Partiyi kapatır" oldu. Bu, "cesaret

arzederken, sirkatin söyler kıptî" çergebaşıları: "- Demek, Polis, TİP'i sizin uğrunuza mı

ayakta tutuyor?" sorusunu vicdanlarda uyandırdıklarını olsun düşünemediler. Öylesine bir

gözü dönmüş hamakat (ahmaklık, beyinsizlik, alıklık, bönlük) ve provokasyan gerizinde

(lağım) yüzüyorlardı.

Şövenizm Kokusu

Page 17: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

17

Yalnız davranışlarıyla iki yüzlü "muhbir'i sâdık" kalmadılar. Programı iki yüzlü,

ikircikli düşüncelerle de doldurdular. Ağızlarından çıkanı kulakları duymuyordu.

"TİP, TÜRK İŞÇİ SINIFI (majüskülliyen HK.)... öncülüğü etrafında toplanmış."

"TİP, Olayları TÜRK İŞÇİ SINIFI... açısından değerlendirir."

Parti'nin adı "TÜRKİYE İşçi Partisi", "Türkiye"de, nüfus kâğıdına rağmen kendisine

"Türk"ten başka ad veren yığınlar var. Programa göre, öncü sınıf: "TÜRK İŞÇİ SINIFI" dır.

Bilerek mi bu şovenizme düşülüyor, bilmiyerek mi? Hepsi bir. Hatta bilmiyerek pot kırmak

daha tehlikeli. Çünkü pot iç derinliklerden geliyor ve en çok Bilgi ve Bilinç kesinliği istiyen

katta, bilgisizlik ve bilinçsizlik kirli çamaşırları sergileniyor.

Aynı bilgi ve bilinç züğürtlüğü ve zibidiliği Özgüç (İşçi Sınıfı) ile Yedekgüçler

(Küçükburjuvazi); Halk (İşçi-Köylü vb.) ile Ulus (Millet: Halk + Burjuvazi) gerçeklerini

çorba edişlerinde daha açık saçıklaşır. TİP, eğer modern, anlamıyla bir Proletarya Partisi ise,

Özgüç öncülüğünde Yedek güçlerle Burjuvaziye karşı mücadele eder. ABA'cı güruh,bir

yanda, yalnız "Türk İşçi Sınıfı"nı önerirken, ötede Finans - Kapitalist ve Tefeci-Bezirgân

sınıflarını ve zümrelerini ayırdetmeksizin "Ulus" dediği 100 yıllık "Millet"in "bütünü"ne

göz kırpar.

Finans-Kapital Değirmenine Su

TİP "Yâni, TÜRK ULUSUNUN BÜTÜNÜ'nün hakları, hürriyetleri ve yüksek

menfeatleri için mücadele eder."miş.

"Emekçi Halk için mücadele etmek, gerçekte TÜRK ULUSUNUN BÜTÜNÜ'nün

hakları, hürriyetleri ve menfeatleri için mücadele etmek" imiş. (P., s .14) (Majüskülliyen

HK.)

Demek, TÜRK ULUSUNUN BÜTÜNÜ içinde Modern Finans - Kapitalistler zümresi

ve Tefeci - Bezirgân Hacıağalar sınıfı da bulunduğuna göre, TİP o "Zümre" ve

"Sınıflar"ın da "hakları, hürriyetleri ve menfeatleri için mücadele" edecektir! "O zümre

ve sınıfların sana ihtiyaçları mı var, a kılkuyruk?" diye soracaklar bulunur. Tabiî var, deriz.

Finans - Kapitalistlerle Tefeci - Bezirgân Hacıağalar öylesine bir avuç, çağdan ve

milletten kopuk kefen soyucu vurgunculardır ki, "Halk" için kendi "Haklarını ve

Hürriyetlerini ve Menfeatlerini" kendileri açıkça savunamazlar. Her işlerinde olduğu gibi

burada da aylıklı veya gönüllü bir sürü uşak kullanırlar. Uşaklarının en elverişlileri, İşçi Sınıfı

içine bilerek bilmiyerek girmiş, Sosyal Sınıf sınırlarını ve Însan kâfaİarını anlar anlamaz

karmakarışık lâf ebelikleriyle bozacak olan "Devrim" kalpazanları olur.

"Canım, maksadımız o değil" denecek, "biz Millet içinde egemen sınıfların yok

denecek kadar hiç olduklarını anlatmak istedikti."

Önce, Milleti yarım yüzyıldır kıskıvrak sömüren acaip bir "hiç" olur mu (Finans -

Page 18: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

18

Kapital + Tefeci - Bezirgânlık)? Ona "yok" nasıl denir?

Finans-Kapital Tekerine Kama

Egemen vurguncuların azlığı ve bir yağmurla eriyecek kilden ayaklılığı için şöyle

yazılanlar da oldu:

"Kimdi o, milletin ruhu bile duymaksızın deli gömleği giydirilerek enterne

ediliveren Cumhurbaşkanından polis kabadayısına dek 500 kişicik?..." "30 milyon Türk

500 sapığa karşı "k a n u n d ı ş ı" davranışa tenezzül etmez. Görmesi, tanınması,

aldanmaması yeter. Suçluyu tükürüğüyle boğar." (Dr: H. . "Türkiye'de Kapitalizm",

s.176))

Ve bu yazılar gibi birçokları, TİP'in Programı kaleme alınmadan yayınlanmıştı. Ne var

ki ABA'cı güruhunun bütün çabası, o çeşit yayınları okuyanlara çifte atıp ısırmaktan başka

şey olmadı. Bu. Parti'yi Tarihinden yararlanamaz duruma getirip felce uğratma suikastlerini

onlar, ağababaları şâirlerden ve edebiyatçılardan, rakı sofrasında kaptıkları parlak lâf

yaldızlarıyla kaplayıp yutturmakla görevlendiler.

Onlar Kurt'a da Kuzu'ya da: "Hak-Hürriyet-çıkar" istiyeceklerdi. Onlar

"Sorumluluk yerlerinden" kaşıntılıydılar. Ve o uyuzluklarına hiç bakmaksızın, "Sosyal

Numaracılığa" heveslenmişlerdi. Hokkabaz Zati Sungur'un sahne çalımı ile, ortaliğa sâde

suya "Pâye" saçıyorlardı:

TİP, "Söz ve karar sahibi olmıyan emekçi yurttaşları gerçekten yurttaşlık

haysiyetine kavuşturacak, onları "Bir Numaralı Yurttaş" durtumuna getirecektir" (s.

15)

Numaralı'lar ve "Numaracı"lar

Bu "Numara"yı nasıl becereceklerdi? Kolay.

"... Oylarla iktidara gelince, BAŞTA Büyük Millet Meclisi çalışmaları olmak üzere,

bütün" alanlarda "emekçi halk" "söz", saz, çalgı, çegaane gırla gidecek. "İnsan hakları",

"Sosyal adalet", "Sosyal güvenlik", "özü ilkeleri ve amacıyla eksiksiz, tastamam

Anayasa." her yeri güllük gülistanlık edecek.

Programın daha ağzını açarken 166 da 2 sayfası bile böyle sayılamıyacak incilerle dolu.

Geri kalan 166 sayfası ile uğraşmıya değer mi? Hele bir iki adım atsınlar, denildi. Onlar

yalnız parlamentarizm nutukları attılar.

ABA'cı Bayan ve Bayların bu umutlarında: "Başta Mepusluk çalışmaları"

karasevdalarında olsun sözlerinin eri çıkmalarını istiyerek, bir Dergide "Kelle" gösterilerini

bırakmanınProletarya Partisi prensiplerini ciddiye almanın gerektiğini; bir tek Tüzük maddesi

Page 19: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

19

örneğiyle açıklandı. Fırtına kopmuşça, Bayanların entarileri, Bayların şapkaları dehşetle

havaya uçtu. Ne demek Onları, o büyük liderleri, dramatik "Kelle" leri eleştirmek ha? Daha

"Oylarla iktidara gel"miye sabır ve tâkat getiremeksizin, biçâre "Çaltı"nın üzerine

yüklendiler. "Başarıları" sonsuz oldu. Azıcık satılmıya ve okunmıya başlıyan Dergi, AP'nin

de işbirliği ile, azıtmış ABA'cı Haşmetinden ürkerek battı.

Parlamentarizm Yalancı Pehlivanlığı

"Mesele bitti mi? Hayır", diyen "Uyarmakçin Uyanmalı, Uyanmakçin Uyarmalı"

(İşçi Partisine Teklifler) broşürü çıkarıldı. Orada, "İşçi-Köylü Gönüllüleri" teklifi için en

başta İşçi Milletvekillerine düşen görev anlatıldı. Onlar "isteseler de, istemeseler de

ERMİŞler" olmalıydılar. Çok değil, maaşlarının 1000 liradan fazlasını Parti Gönüllülerine

(Profesyonel Devrimcilere) ayırmalıydılar. (Yüksek Tahsilli memur 500 lira maaşla

çalışabiliyordu.) İşçi Saylavlar çile mi çeksinler?

"Geleneklerimize göre Ermişlik: ÇİLEKEŞLİK'le atbaşı birlik gider. Çileyi göze

almıyan, halk fedâiliğine çıkmamalıdır. Biz TİP Milletvekillerini o karşılıksız mutluluk

yücelişine ermiş görmekle övüneceğiz" (s. 18) deniyordu. Böylesine çelebice uyarıya

ABA'cılar büsbütün esirdiler. Oysa gene onların maaşlarını daha süreklice sağlamaları

bakımından da teklif aykırı değildi. Şöyle uslu uslu konuşuluyordu:

"TİP, Partiler içinde adı sanı duyulur, şanı öğülür bir Parti olmak değil, İşçi

Sınıfının biricik teşkilâtı olmak göreviyle karşı karşıyadır. TİP, böyle her 4 yılda çeyrek

milyon oy kazanacaksa... 80 yıl beklemek zorundadır. O da BAŞKA HİÇ BİR ENGEL

çıkarılmazsa... Yâni TİP, halka verdiği sözün eri olduğunu ispat etmek için, 21 inci

Yüzyılın ortasını (2048 yılını) bekliyecektir. Oysa, daha şimdiden bezirgân İktidar

Partisi Seçim Kanununun Küçük Partilere (özellikle İşçi Partisine) soluk aldıran bütün

deliklerini yeni baştan tıkamıya karar verdi." (son 6)

Ne yazık son ihtar sanıldığından çabuk gerçekleşti. Seçim Kanununda "Millî Artık"

kaldırıldı. 1969 Seçiminde "Başa Güreşme" manyaklığıyla pertav eden yalancı pehlivan:

TİP'in 15 yerine 2 Mebus çıkardığını görünce, başına topladığı cinleri dağıtamıyan sihirbaza

dönüp yakıldı.

Olan TİP'e oldu. Devrimcilik şöyle dursun, Derleyici olamadı. Panik hâlâ sürüyor. Bu

giriş'in kızgın demir dağlayışını İşçi yoldaşların kınamıyacaklarını biliyoruz. Daha

"efendice" söze bayılan kibar aydınlara gelince: ilkin ikinci kez basılan kitapçığı okusunlar.

Sonra, isterlerse bu "İkinci Basılışa Acı bir Giriş"i hiç okumadan yırtıp atsınlar. Ama bir

şartla: lütfen tekliflerin gerçekleşmesi için düşünüp davranmaktan korkmasınlar.

7.11.1970

Page 20: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

20

Program Üzerne Kuruçeşme Döneminde Neler Yazılmıştı?

Daha önce, genel olarak programın ne olduğu, önceliği ve önemi konusunda en alfabetik

kavramlar ve deneyler hakkında eski tecrübeleri aktarma babından Hikmet Kıvılcımlı'nın

"Uyarmak İçin Uyanmalı …" kitabının 1970 başkısına yazdığı önsözü aktarmıştım.

(Bu arada şunu belirteyim. Grubun dil ayarları yanlış olduğundan, sanırım bir çok yazı

okunmuyor ve anlaşılamıyordu. Bazı yazıları yeniden yollama yolunda uyarılar oluyordu. Bu

yazı hakkında da Hamdi Şafak arkadaş bir uyarıda bulunmuştu. Kendisine hemen cevap

verememiştim. O yazıyı yeniden yollayacağım. Ama bu arada şunu da belirteyim. Hikmet

Kıvılcımlı'nın bu dahil bütün yazıları şu adreste bulunmaktadır:

http://www.kivilcimli.org/eserler . Oradan da edinilebilir.)

Şimdi de ikinci olarak, "Kuruçeşme Süreci" denen, aslında bu günkünden çok daha elverişli

koşullarda başlyan ama sonunda tam bir dağılmayla sonuçlanan birlik tartışmaları sürecinin

Avrupa'daki paralelinde yapılan, program konusundaki tartışmalara sunduğum bildiriyi

yolluyorum.

Bu bildiride de en temel kavramların açıklığa kavuşturulmaya çalıştığı, şimdi o yazıyı

yollamanın hiç de boşuna ve anlamsız olmadığı, buradaki Program üzerine söylenen ve

yapılanlara, ya da söylenmeyen ve yapılmayanlara bakılınca hemen görülebilir.

Arada geçen zamanda zerrece bir ilerleme ve netleşme görülmediği daha iyi anlaşılır.

O dönemde "Kuruceşme Süreci"ni ele alan, değerlendiren "Birlik mi Rekompazisyon mu?"

çbaşlıklı bir kitap yayınlamıştım. Daha sonra Sovyetlerin Çöküşü ve duvarın yıkılışı ile bizzat

ele aldığı "Kuruçeşme Süreci" gibi unutulan bu kitabı, en azından bazı çok alfabetik temel

hatalardan korunmak ve kimi en temel kavramlarda asgari ölçüde bir netlik sağlamak

bakımından "Çatı Partisi" tartışmalarında yer alan ve almayan bütün arkadaşlara öneririm.

Bu kitap Köxüz sitesinde indirilebilen kitaplar bölümünde bulunmaktadır. Bu kitabı şu

adresten indirmek mümkündür:

http://www.koxuz.org/anasayfa/node/3169

Çatı partisi toplantısında eski deneylerden ve bu arada hep ÖDP'den bahsediliyordu. Ama

onun kadar hatta ondan daha fazla umut vadeden ama biraz da duvarın altında kalan

"Kuruçeşme" de en azından o kadar önemli bir deneydi. Hep deneylerden dersler

çıkarılmaktan söz edilir. Bu kitap hem o deneyi içinde aktif bir katılımcı olarak anlatıyor hem

de o deneyden sonuçlar çıkarıyor.

"Kuruçeşme"nin Avrupa'daki parelelinde de Türkiye'deki gibi, belli konular seçilmiş ve o

konularda tartışmalar yapılmıştı. Bunlardan birinin başlığı da "Program Anlayışları" idi.

Aşağıdaki yazı bu konuya yönelik olarak yazılmış bildirimdir. Aşağıda bu bildiri yer alıyor.

Böylece yavaş yavaş Program konusunda gerekli birikim ve altyapıyı sunacak metinleri

yollamaya devam ediyorum. Bir temel oluşturmaya yönelik bu metinler bizleri en azından

Page 21: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

21

Amerikayı yeniden keşfetme güç ve zaman israflarından korur.

Program Anlayışları

Bizde "Program" deyince bir çok devrimcinin kafasında canlanan bir Program Metni'dir.

Program'ı Program Metni ile sınırlayan bu kavrayış, bir program tartışmasını daha baştan bir

çıkmaza sokabilmektedir.

Gerçekte bir Program Tartışması ile bir Program Metni Üzerine Tartışma bambaşka

sorunlardır.

Program Metni üzerine bir tartışma, ancak, aynı program anlayışında, aynı teorik

temellerde ve aynı çözümlerde anlaşıldıktan sonra, üzerinde anlaşılan görüşlerin nasıl

formüle edilebileceği üzerine olabilir. Bu bir bakıma biçim sorunudur. Biçimin, üzerinde

anlaşılan öze uygun düşüp düşmediği; özü zedeleyip zedelemediği sorunudur.

Bu alandaki karışıklığın son örneği, TBKP'nin son program taslağı üzerine yürütülen

tartışmalardır. Gerçekte Teori, Çözümlemeler ve Program Anlayışları temelinde yapılması

gereken bir tartışma bir Program Metni tartışmasıymış gibi yürütülmekte tartışmalar

boyunca farklı kategorilerden sorunlar sürekli birbirine karışmaktadır.

O bakımdan, program sorununun sosyalistler arasında tartışılıp bir sonuca varılabilmesi, en

azından iki aşamaya ayrılabilir: birinci aşama öze ilişkindir, nesnel toplumsal yasalar ve

koşullar ışığında devrimci tarihsel görevleri ve güçleri belirleme; ikinci aşama üzerinde

anlaşılan görevlerin, özel bir metin, bir program metni halinde formülasyonu sürecidir.

Bir programı herhangi bir metinden ayıran, programı program yapan özelliklerin neler olduğu

ve olması gerektiği bu ikinci aşamaya ilişkin bir sorundur. Örneğin bir program metninin bir

"ilkeler deklerasyonu" ya da bir "durum yargılaması" olmaması gerektiği gibi.

"Program Anlayışları" başlığı ile kastedilen eğer "Program Metni Anlayışları" ise örneğin,

gerçekten böyle bir tartışma yapılması gerekir. Türkiye'deki sosyalistlerin bu güne kadar

program olarak ortaya çıkardığı metinlere bakılacak olursa, böyle bir tartışmanın da çok

yararlı olacağı görülebilir.

Ancak, ondan önce tarışılması gereken program metni anlayışları değil, program

anlayışlarıdır. Bu nedenle bir program metninin taşıması gereken nitelikler sorununa

burada girmek gereksiz. Ama biraz geçerayak olsa da program ile program metninin

dayandıkları farklı ilkelere kısaca değinmek gerekiyor.

Bir Program ile bir program metninin dayandığı ilkeler arasındaki fark ve ilişki en tipik

örneklerinden birini Alman İdeolojisi ile Komünist Manifesto arasında gösterir.

Alman İdeolojisi, Marx ve Engels'in Tarihsel Maddeciliği ilk kez açıkladıkları ve sosyalizm

amacını bilimsel bir temel üzerinde ilk kez ortaya koydukları eserdir.

Komünist Manifesto'da ise, Tarihin Maddeci açıklaması (Tarihsel Maddeciliğin açıklanması

değil, uygulanması) bir program gerekçesi halindedir. Komünist Manifesto'da öğretinin bir

açıklaması yer almaz, buna karşılık somut olarak talepler yer alır. Alman İdeolojisi'nde ise

Page 22: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

22

teorinin bir açıklaması vardır ama talepler yoktur. Alman İdeolojisi tüme varır, Manifesto

tümden gelir. Alman İdeolojisi olmadan Manifesto olamazdı, ama Manifesto olmadan pekala

Alman İdeolojisi olabilirdi ve olmuştur da. Program, bir teorinin açıklanması değil,

uygulaması, dökümü, sonucudur. Ama çok özel bir sonuç.

Bir hareket bir teoriye dayanabilir, ama sınırları belli bir örgüt, bir parti bir teoriyle

kurulamaz, kurulmaya çalışılırsa ortaya sektlerden başka bir şey çıkmaz. Çünkü modern

toplumda milyonlarca insanı örgütleyen ve bayrağı etrafında toparlayan partiler olmadan

hiçbir köklü değişiklik başarılamaz. Böyle partiler ise üyelerini ideolojik kriterlere göre

değil, somut hedeflerdeki ortaklığa göre seçerler.

Amaçlardaki ortaklık çoğu kez ideolojik bir ortaklığa tekabül etmez. Örneğin bir papaz ya da

müslüman program ve tüzüğü kabul ediyorsa, bunları savunuyorsa pekala bir parti üyesi

olabilir ve ondan üyelik için marksizmi benimsemesi istenemez. İnanç ve program arasında

bir çelişki varsa bu kişinin kendi iç çelişkisidir, politik bir ayrılık konusu oluşturmaz bu

bağlamda.

Bu bakımdan somut yapılacak işler planı olarak bir programın varlığı, ezilen insanların

ortak amaçlar etrafında birleşebilmesi için olmazsa olmaz bir koşuldur. Aksi takdirde

teorik tahlillerle, prensipler deklerasyonlarıyla sınırlar çizilmeye kalkılır ki, bu hem

ezilenlerin mücadelesini böler, hem de sınırlar çizmek olanaksız hale gelir.

Tüm bu nedenlerle, bir metin olarak program, özel bir metindir. Bu metnin taşıması gereken

özelliklerin neler olduğu klasiklerde yeterince bulunabilir.

Bu durumda "Program Anlayışları"nı "Program Metni Anlayışları" olarak sınırlamak, gerçek

sorunun gözden gizlenmesinden başka bir şeye yaramaz; çünkü genel olarak program

konusunda son derece köklü anlayış farklılıkları vardır.

Programın nesnel durumun bir çözümlenmesine dayanması gerektiği en azından biz

marksistler için bir aksiyom durumundadır. Marx-Engels Alman İdeolojisi'nde şöyle

yazıyorlardı:

"Bize göre komünizm, ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin kendisine göre

düzenlenmek zorunda olacağı bir ilişkidir. Biz, bugünkü durumu ortadan kaldıran gerçek

tarihsel harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, fiilen varolan öncüllerden

doğarlar. " 2

Bu demektir ki, bizim, bilimsel sosyalistlerin programı varolan toplumdaki kötülüklere,

eşitsizliklere duyduğumuz tepkiye değil, nesnel duruma ve harekete dayanmaktadır. Yani

sadece daha güzel, daha insancıl bir düzen olduğu için değil, toplumun gelişme yasaları onu

mümkün ve gerekli kıldığı için de sosyalizm istiyoruz. Ve aslında yakından bakılınca, gerçek

tarihsel hareket sosyalizmi mümkün ve gerekli kıldığı içindir ki, ortadaki olanaklarla gerçek

durum arasında bir çelişki olduğu içindir ki, bu toplum bizlere akıl, ahlak dışı, kötü

gelmektedir.

2

Marx - Engels, Seçmeler,C. I. , s. 42.

Page 23: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

23

Ama burada program anlayışı alanında tartışılması gereken şöyle bir soru ortaya çıkmaktadır:

Eğer gerçek tarihsel hareketin sınıfsız bir toplum için henüz gerekli koşulları oluşturmadığı

kanıtlanırsa sosyalistler kapitalizmi yıkma mücadelelerini erteleyip veya ondan vaz geçip

koşulların oluşmasına katkıda bulunmak veya beklemek durumunda mı olmalıdırlar? Objektif

durumun bir tahliline dayanmak başka, objektivist olmak yine başkadır. Sınıflı her toplumda

ezilenler ve onların mücadeleleri vardır ve burada sorun bu savaşta hangi tarafta olunacağıdır.

Reformizm daima köklerini bu tür bir objektivizmde bulur. "Madem ki olgun değil, bari şu

kadarcığına ulaşalım" diyerek savaşta ezenlerin yanında yer tutarlar.

***

Bir ülke söz konusu olduğunda, program anlayışı farklılıklarının nasıl tezahür ettiğini görmek

için Türkiye Devrimci Hareketi'ni ele alalım.

l960'larda Türkiye Solunda yürütülen program ve strateji tartışmaları solun bugüne kadar

süren topoğrafyasını belirlemiştir. Bu tartışmada iki tarafın da esas amacı, en azından formel

olarak, sosyalizm idi. Keza her iki taraf da ülkenin nesnel durumundan hareketle bir program

geliştirmek gerektiği varsayımını paylaşıyordu.

Bu ortaklıklardır ki, ülkenin tahlili ve program üzerine bir bölünmeyi mümkün kılıyordu.

Bu tartışmada "Sosyalist Devrim" diyen TİP Türkiye'nin kapitalist bir ülke olduğunu,

"Demokratik Devrim" diyen MDD ise yarı feodal bir ülke olduğunu söylüyordu3.

Ancak yakından bakılınca tarafların bir üçüncü ortak varsayımı daha paylaştıkları görülür.

MDD'ye göre eğer Türkiye kapitalist ise TİP'in yaptığı gibi sosyalist devrimi önermek son

derece doğrudur. Yani TİP'in yanlışı metodolojik değil olgulara, nesnel durumun tahliline

ilişkindir. Aynı kabuller tersinden TİP için geçerlidir. Ülke yarı-feodal olsa Demokratik

taleplerle sınırlı bir program gerekecektir. MDD'nin çıkarsaması değil durumu tahlili

yanlıştır.

Dikkat edilirse iki tarafın da aynı tarih ve evrim kavrayışına dayandığı gürülür: toplumlar

sırasıyla belli aşamalardan geçerler ve / veya geçmelidirler. Bu metodolojik yanlışın

kökleri tipik ilkel, köleci, feodal sıralamasına dayanmaktadır.

Ortak bir diğer kabul de üst üretim biçiminin alt biçimleri tasfiye ettiği ve edeceğidir.

Tartışmada bu ortak kabulleri sorgulayan hiç bir tez yer almamıştı. Yani kimse çıkıp da,

"tam da Türkiye'de feodal kalıntılar çok güçlü olduğu için, devrim sosyalist bir karaktere

sahip olacaktır", veya "Türkiye kapitalist bir ülke olduğu için kapitalizm öncesi biçimler

güçlüdür" önermesini4 ortaya atmamıştır.

3

Burada konuyu dağıtmamak için TİP'in sosyalizmden anladığının, MDD'nin Demokratik Devrim talepleriyle

özdeş olduğunu bu anlamda bir adlandırma tartışmasının söz konusu olduğunu ve aslında da program

tartışmasının bir önceden belirlenmiş stratejileri olumlama tartışması olduğunu göz ardı ediyoruz.

4 Dr. Hikmet Kıvılcımlı hariç. O Finans Kapital egemenliğinin Tefeci Bezirganlıkla girdiği ortak yaşam

ilişkisini ve bu kapitalizm öncesi formu güçlendirişini daima vurgulamış ama bu metodolojik seviyeden çok

uzak olan Türkiye Solu onun ne dediğini dahi anlama yeteneği gösterememişti.

Page 24: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

24

Ama ortaklıklar sadece bunlardan ibaret de değildi. Her iki taraf da Türkiye'de ya da herhangi

bir ülkede sosyalist bir toplum kurulabileceği varsayımına dayanıyordu. O zamanlar kimse

çıkıp da, "sınıfsız bir topluma ancak dünya ölçeğinde varılabilir. Bizler dünya çapında

sosyalizmin zaferi için ülkemizde azami olarak neler yapabileceğimizi tartışmalıyız" tezini

savunmamıştır.

Ve nihayet her iki taraf ta, gelecek topluma yönelik programın üretim bölüşüm ve tüketim

ilişkileri yani ekonomi ve devlet alanıyla sınırlanması gerektiği, ama örneğin günlük hayat

alanının, özel olanın programda yerinin olmadığı gibi ortak anlayışlara sahiptirler.

Bu varsayımlar Türkiye solunun bütün bölünmelerinde tarafların paylaştıkları varsayımlar

olagelmişlerdir. Bugün örneğin Yeni Öncü çevresi tarafından gündeme getirilmeye çalışılan

"Sosyalist Demokrasi" tartışması bile bu varsayımlara dayanılarak yürütülebilir ve bu

varsayımları tartışma konusu yapmaz. Bu anlamda metodolojik düzeyde eski bölünme

çizgileriyle aynı program anlayışını paylaşır.

Türkiye solunun bu eski varsayımlar çerçevesinde bir birleşmesi olsa bile böyle bir birleşme

ne çağın sorunlarını, ne yeni güçleri kavrama yeteneği gösterebilir; ne de mücadeleye yeni bir

soluk verebilir. Türkiye Solu'nun gerçek ihtiyaç duyduğu, uzun vadede ona yeni bir canlılık

ve hız verebilecek şey: eski varsayımlarla ve onlara dayananlarla bir bölünmedir. Bu

bölünme son duruşmada farklı program anlayışlarına, yani tarihsel maddeciliğin farklı anlayış

ve yorumlarına dayanacaktır. Yani "Komünist Manifesto"muzu yazabilmek için önce "Alman

ideoloji"mizi yazmamız gerekiyor; diğer bir deyişle, eski program anlayışıyla kopuşmamız;

Tarihsel Maddeciliğin daha derin bir kavrayışına ulaşmamız gerekiyor. Ve bu sadece

Türkiyedeki sosyalistlerin değil, dünyadaki bütün sosyalistlerin altından kalkmak zorunda

oldukları bir görev.

Temel tezimiz şudur: solun bugünkü topoğrafyasının oluşumuna yol açan bölünmelerin

dayandığı varsayımlar yanlıştır ve bu yanlışlık bağlamında o bölünmelerin tümü bugün

artık anlamsızdır.

1. Toplumlar düz bir cizgiyle belli aşamalardan geçmezler. Tarihta bunun bir tek örneği bile

yoktur, eşitsiz ve kombine bir değişim bütün tarih boyunca egemen biçimdir.

2. Kapitalizm diger üretim biçimlerini ve eski biçime ait sınıfları, bölünmeleri, baskı

biçimlerini gelişimi ölçüsünde otomatik olarak tasfiye etmez, hatta aksine onları aynı

zamanda güçlendirir. Onlara bağımlı hale gelir. Onlar da kapitalizme. Ve böylece kapitalizm

saf bir kapitalizm olmaktan, eski biçimler de klasik eski biçimler olmaktan çıkar ve bambaşka

karmaşık bir sistem oluştururlar. Bu durum değişik görev ve güçlerin ortaya çıkmasına yol

açar.

3. Bir tek ülke sınırları içinde sınıfsız bir topluma ulaşmak mümkün değildir. O halde

program tartışması nasıl bir dünya için savaşılacağı tartışması olarak yürütülmelidir. Ancak

bundan sonradır ki, bir ülke içinde bu amaca ulaşmaya azami katkıda bulunmak için neler

yapmak gerektiği, yani ülkeye ilişkin bir devrim programı tartışmasına girilebiir.

Page 25: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

25

4. Program artık sadece ekonomi ve devlet alanlarını kapsamakla yetinemez. Proletarya nasıl

sınıfsız topluma ulaşmak için varolan burjuva devlet cihazını kullanamaz ise, aynı şekilde

bugünkü kapitalist uygarlığın maddi araçlarını da kullanamaz. Program sadece bugünkü

toplum biçiminden daha farklı bir toplum biçimini değil, bambaşka bir uygarlığı

taslaklaştırmalıdır.

Bu program anlayışını tartışmak gerekiyor. Bu temelde yürütülecek uzun vadeli bir tartışma,

hem uluslararası sosyalist teorik birikimin özümlenmesi, ulusal dar görüşlülüğün aşılması;

hem edinilmiş daha gelişmiş kavramsal araçlarla dünya ve ülke gerçekliğinin daha derinden

kavranması; hem de bu birikim temelinde bütün güçleri kapsayabilecek devrimci bir

programın ortaya çıkmasını sağlayabilir.

Demir Küçükaydın

25. 01. 1990. Hamburg

Page 26: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

26

Demokratik Cumhuriyet Nedir

ve

Sosyalistler Tarafından Niçin Savunulmalıdır?

(“Ankara’dan Komünistler”e Cevap)

(Birinci Bölüm)

Türkiye’de Strateji Tartışmaları Bağlamında Demokratik Cumhuriyet

Dünyada ve Türkiye’de sosyalistlerin programlarının ne olması gerektiği konusunda uzunca

bir süredir yazıyoruz. Aşağı yukarı her yazıda, Türkiye’deki sosyalistleri, Program, Strateji,

Taktikleri bakımından eleştiriyoruz ve karşı görüşlerimizi sunuyoruz. Bu yazıların sosyalistler

arasında geniş bir kesim tarafından sessizce izlendiğini de bir çok doğrudan veya dolaylı

gözlemden veya anlatılanlardan biliyoruz.

Ama ortalıkta garip bir sessizlik vardı. Şimdi ilk defa bir doğrudan eleştiri geldi. Bu eleştiriyi

“Ankara’dan Komünistler” yazmışlar ve yazılarımızla ilgili bütün eleştirileri topladığımız

“Yazılar ve Yankıları” forumuna asmışlar5.

Bu eleştiriyi görüşlerimizi daha açık ve anlaşılır olarak açıklayabilmek için bir vesile ve temel

olarak alacağız. Ancak, aynı Forum’a astığımız kısa notta da belirttiğimiz gibi, eleştiriler

büyük ölçüde yanlış anlamalara dayanmaktadır.

Ama bu yanlış anlamalar da, hem uluslar arası sosyalist hareketin tarihinin yeterince

bilinmemesinden, hem de bizim görüşlerimizin arka planının bilinmemesinden

kaynaklanmaktadır. Bu yanlış anlamaları minimuma indirmek bakımından, yine sayfamızdan

geçilen Programatik Yazılar’ın okunmasını öneririz6. Ancak bundan sonra yazdıklarımızın ne

anlama geldiği anlaşılabilir ve yanlış anlama ve çarpıtmalardan arınmış olarak doğrudan

söylenenlerin kendisiyle ilgili bir tartışmaya girilebilir.

Şimdi aşağıdaki satırlarda bu arkadaşların eleştirilerine elimizden geldiğince, ister istemez o

yanlış anlamalara da girerek ve onları düzelterek girmeyi deneyeceğiz.

*

5 Bu yazıyı yazdığımız zaman şu notu düşmüşüz: “Forumun Adresi Şöyle: http://f22.parsimony.net/forum41888/

. Eleştirinin Başlığı: “Demokratik Cumhuriyet Projesi’ Savunulabilir mi ya da Mümkün müdür?” 29.

Ocak.2002.” Bugün bu adres kapalıdır ve bir şey bulunamaz. Ancak bu forumun o zamanlar bir arşivini

yapmıştık ve şu adreste şimdi bulunabilir:

6 O zamanlar şu adresi vermiştik: http://www.comlink.de/demir/konular/programatik/index.htm . Elbet şimdi bu

adres te geçerli değil. Şimdi bu konudaki yazılar Demirden Kapılar ve Köxüz s itelerinde bulunbilir.

Page 27: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

27

Önce bazı yanlış anlama ve bilgilerden yola çıkmak gerekiyor Demokratik Cumhuriyet

konusunda.

Değerli Eleştirmenler eleştirilerine şu cümleyle başlıyorlar:

“Yazılarınızı belli bir süredir takip etmekteyiz. Genel olarak PKK’nın çizmiş olduğu

“Demokratik Cumhuriyet” programını destekler nitelikte yazmanız, Türkiye’deki

sosyalistlerden önemli bir farkınızı oluşturmakta.(...)”

Evet doğru, biz de hemen hemen bütün yazılarımızda, Türkiye’deki sosyalistleri, Demokratik

Cumhuriyet acil programını savunmamakla eleştiriyoruz bir bakıma. Pozisyonumuzun

diğerlerinden farklılığının, başka bir grup tarafından da belirtilmesi gerçek durumu

yansıtmaktadır.

Ama bu farklılığın nereden geldiği bilinmemektedir, çünkü “PKK’nın çizmiş olduğu

“Demokratik Cumhuriyet” programını destekler nitelikte yazmanız” ifadesi bu bilmeyişi bir

şekilde ifade ediyor.

Burada bilinmeyen şudur. Biz Demokratik Cumhuriyet programını, PKK bu programı

savunmadan önce savunuyorduk. Bunu Türk sosyalistlerinin savunması gerektiğini

söylüyor ve onlara karşı savunuyorduk. Ve yine bu programın dayandığı mantıktan

hareketle, bunun aynı zamanda ezilen ulusun hareketinin programı olması gerektiğini,

yani Kürt ulusal hareketinin savunması gerektiğini de savunuyorduk.

Bu tavır, şimdi olduğu gibi, o zaman da Türk Sosyalistleri içinde istisnai idi ve biz bu

tavrımızın istisnai olduğunu da biliyor ve yazıyorduk7.

Bu bakımdan PKK’nın Demokratik Cumhuriyet programını, en kötü koşullarda, belli

belirsiz ifade edildiği andan itibaren hiç bir tereddüt göstermeden savunmamız ve Türk

solunun neredeyse tamamının bu programı reddetmesi de rastlantı değildir ve bizim

bakış açımızdan her şey yerli yerindedir. Türk sosyalistleri, Marksizm’in bu unutulmuş

yanlarını bilmedikleri için karşı çıkmaktadırlar, PKK Duvarın çöküşüyle Stalinizm’in

bukağılarından kurtulduğu ve yükselen bir kitle hareketine dayandığı için, onu kendi

pratiğinin zorlamasıyla yeniden keşfetmektedir. Bu çakışma rastlantısal olmadığı gibi, derin

sınıfsal ve yöntembilimsel kökleri vardır.

Bizim açımızdan, PKK’nın Demokratik Cumhuriyet parolasını savunması, “Bizim

dediklerimize gelmesi”dir. Bunu elbette tırnak içinde yazıyoruz. Yıllarca yazdıklarımızın,

küçük bazı çevreler dışında kimseye ulaşmadığını, ulaşanların okumadığını, okuyanların

7 Örneğin daha 1986 yılında yazılmış ve İsveç’te Orhan Kotan’ın çıkardığı Kürdistan Press’e yollanmış

“Kürdistan Kurtuluşunun Bazı Sorunları” başlıklı iki yazıyı burada hemen zikretmek mümkündür. Örneğin

orada sık sık şöle sözler ediyoruz: “Niçin böyle bir cümleciğe gerek gördük? Çünkü bu fikir, gerek Kürt gerek

Türk soluna son derece yabancı ve Marks-Engels-Lenin'in hemen hiç anlaşılamamış bir yanını ortaya koyuyor.

Çünkü, bu fikirden hareketle, bağımsız bir devletten öte bir şeyler için savaşmak gerektiği çıkarsamasını

yapıyorum.”. “Bu yaklaşım oldukça yenidir ve ne Türk ne de Kürt solunda ortaya atılıp tartışılmamıştır.”

Page 28: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

28

anlamadığını biliyoruz.

Kürt hareketi, bu programı, bizim her türlü etkimizden bağımsız olarak kendisi buldu. Bu,

bizim bakış açımızdan, adeta mucizevi denebilecek bir gelişmedir. Nasıl oluyor da Kürt

Ulusal Hareketi, çok daha elverişsiz teorik ve ideolojik bir hareket noktası, kültürel ve sınıfsal

temeli olmasına rağmen, bizim yıllar önce klasik Marksizm’i kavrayış süremiz içinde,

tamamen teorik çıkarsamalar yoluyla, bulduğumuz demeyelim ama, adeta yeniden

keşfettiğimiz ve unutulmaktan kurtarmaya çalıştığımız şeyi tamamen başka bir yoldan

buluyor?

Bizim açımızdan açıklanması gereken esas sorun budur. Çünkü burada “bizim görüşlerimize

gelmek” gibi görünen aslında Marksizm’in otantik programatik sonuçlarına bir yaklaşmadır.

Burada yükselen bir hareketin, ulusal da olsa yükselen bir harekete bağlılığın ve onun

ifadesi olmanın, o harekete nasıl bir teorik dinamizm ve açıklık kazandırdığı ortaya

çıkmaktadır. Kürt hareketi, bütün ideolojik, kültürel ve sınıfsal handikaplarına rağmen bunu

başarmaktadır. İlginç olan budur.

Ama Stalinistlerin bir bakış açısından, Kürt hareketinin buna gelmesi, onların Marksizm diye

bildikleri Stalinist kavram sisteminden uzaklaşma ve burjuva aydınlanmasının kavram

sistemine bir yönelme ile birlikte gerçekleştiğinden, bu değişim onlara, Marksizm’e bir

yaklaşma değil, ondan bir uzaklaşma olarak görülmektedir.

Açıktır ki burada bizle, yakın zamana kadar PKK’yı desteklemiş Stalinist ama radikal Türk

sosyalistleri arasında sadece Demokratik Cumhuriyet konusunda farklı bir programatik tavır

alış yok; PKK’nın değişiminin de yüz seksen derece zıt değerlendirmesi söz konusudur.

Kaldı ki, PKK’nın bu “bizim görüşlerimize gelmesi”, sadece Demokratik Cumhuriyet

konusuyla da sınırlı değil. Örneğin, Özgür Politika’da ilk yazmaya başladığımız sıralar, Çin,

Hint, Akdeniz uygarlıkları ile ilgili olarak yazdıklarımız, aynen Öcalan’ın, “Sümer Rahip

Devleti’nden Halk Cumhuriyetine Doğru” kitabında tartıştığı konulardır.

Benzer sonuçlara teorik ilgi alanları konusunda da rastlanılabilir. Kapitalizm öncesi

uygarlıklar tarihi ile bu günün programatik sorunları arasında bir bağ kurmak, Kıvılcımlı ve

yine o gelenekten beslenen bizim gibi bir kaç kişi dışında kimsenin kafa yormadığı, biraz

fantezi veya beyin jimnastiği gibi görülen şeylerdi. Ama örneğin Abdullah Öcalan ve Kürt

hareketi bu konulara kafa yormaya başlamış bulunuyor. Ve tıpkı Demokratik Cumhuriyet

konusunda olduğu gibi, bu tamamen bizim teorik veya ideolojik bir etkimizden bağımsız

olarak gerçekleşiyor. Ve bütün Türk Solu, Öcalan’ın son savunmasını tıpkı Demokratik

Cumhuriyet parolası gibi suskunluk ve alayla karşılarken, bu savunmayı heyecanla

karşılayan ve çok önemli bulan belki de tek “Türk sosyalisti” olmamız da bir rastlantı değil.

Bütün bunlar bir rastlantı değildir, çünkü büyük teorik genellemeler ve metodolojik sorunlar

ile kitlelerin büyük tarihsel eylemleri arasında her zaman çok derinden işleyen güçlü bir bağ

vardır.

*

Page 29: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

29

Önce bu Demokratik Cumhuriyet Programını ya da Parolasını, PKK’dan yıllarca önce

savunduğumuza dair bir kaç kanıt gösterelim. Bu kanıt olan cümleler ayrıca konunun

anlaşılmasını da kolaylaştırıcı bir işlev görürler.

1986 yılında, İsveç’te Orhan Kotan, Kürdistan Press diye bir gazete çıkarmaya başlamıştı. Bu

gazete için birçok kişinin yanı sıra bizden de yazılar istemişti. Biz de egemen ulustan bir

sosyalist olarak, ezilen ulusun mücadelesine karınca kaderince bir katkıda bulunmak için,

düzenli olarak yazacağımızı bildirmiş ve dört beş makale yazıp yollamıştık8. Bu makalelerin

bir kısmı gazetede yayınlandı ve bir kısmı da yayınlanmadı ve bir daha da bizden yazı

istenmedi.

Yazı istenmemesinin iki nedeni vardı. Birisi, tesadüfen o sıra İsveç’e yaptığımız bir seyahatte

Orhan Kotan’la tanışmamız ve konu PKK’ya geldiğinde, onun PKK’nın CIA ve MİT

tarafından yaratılmış ve yönlendirilen bir örgüt olduğu yargılarına karşı çıkmamızdı. Bu

oldukça sert tartışmadan sonra araya zaten belli bir soğukluk girmişti.

Ama bundan önce de zaten gönderdiğimiz yazılarla ilgili bir memnuniyetsizlik hissetmiştik.

Bunun nedeni, tam bu Demokratik Cumhuriyet konusuydu. Bu yolladığımız yazılarda, bu

sefer Kürt Ulusal Hareketine de, Demokratik Cumhuriyet programını ve buna uygun

bir stratejiyi öneriyorduk. Bu önerimiz hiç hoşa gitmemişti ve işin ilginci, tam şimdi Türk

sosyalistlerinin de Demokratik Cumhuriyet’i anlamadığı gibi hiç anlaşılmamıştı ve karşı

çıkılmıştı. Lokman Polat imzasıyla bir Kürt, bu anlayışın Kürtlerin Kendi Kaderini Tayın

hakkını reddettiğini iddia ediyordu. Ona da bir cevap yazmıştık; yanlış hatırlamıyorsak bu

cevabımız da yayınlanmamıştı. Ama bu gibi durumlarda her zaman olduğu gibi bize

yazılarımızın içeriğinden dolayı yayınlanmadığı söylenmemiş, çok uzun olduğu polemiğe yol

açtığı gibi gerekçeler gösterilmişti.

Şimdi müsaade ederseniz, o yazıda, hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde Demokratik

Cumhuriyet’i bir program olarak açıkça belirttiğimiz bölümleri aktaralım.

Aynen şöyle yazıyorduk “Kürdistan Kurtuluşunun Sorunları” başlıklı makalede:

“Kürdistan sosyalistleri ve proletaryası, bağımsız bir Kürt devleti için değil, ama

Demokratik bir Cumhuriyet, bir tek köyün bile kendi kaderini tayin hakkının

engellenemeyeceği gerçekten demokratik bir cumhuriyet için savaştıkları takdirde, belki

Kürt burjuvazisini kaybedeceklerdir ama çok daha büyük güçleri kazanacaklardır. Ulusal

Kurtuluş, bunun otomatik yan ürünü olacaktır.”

Bu makaleye Lokman Polat’ın yaptığı eleştiriye yanıt olarak yazdığımız yazıda, açık açık bu

yaklaşımın Türk ve Kürt solunca bilinmediğini de belirtir ve konuyu şöyle açıklarız:

“L. Polat'ın eleştirisine konu ettiği yazının temel tezi şöyle ifade edilebilir: "Kürt Ulusu

bağımsızlığını elde edebilmek için, bağımsızlıktan daha fazla bir şeyler için savaşmalıdır." ya

8 O zaman şu notu düşmüşüz: “Bu makaleler şu adreste bulunabilir:

http://www.comlink.de/demir/yayinlar/kurpress/kpyazilar.htm” Bugün Köxüz sitesine koyduğumuz kitap

derlemelerinde bulunabilir.

Page 30: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

30

da başka bir ifadeyle: "Kürt ulusu, kendini ulusal baskıdan kurtarmak için, kendini ezen

ulusların ezilenlerini de kurtarmaya kalkmalıdır."

Bu "Daha fazla bir şey" de yazıda şöyle somutlanmaktadır:

"Kürdistan sosyalistleri ve proletaryası. bağımsız bir Kürt devleti için değil; ama demokratik

bir cumhuriyet, bir tek köyün bile kendi kaderini tayin hakkının engellenemeyeceği gerçekten

demokratik bir cumhuriyet için" savaşmalıdırlar. Yazının diğer bölümleri bu fikrin

gerekçelendirilişi ve taşıdığı potansiyellerin sergilenişidir.

Okuduğunu biraz anlayan herkes için, yukarıdaki önermelerden, L. Polat'ın iddia ettiği

türden, Kürtlerin ayrılma hakkını ya da Kürt ulusal kurtuluş savaşını inkar etmek ya da

küçümsemek gibi bir anlam çıkmaz. Aksine, yukarıdaki önermeler, Kürt Ulusal Kurtuluş

Hareketinin hangi strateji ve programla başarıya ulaşabileceği sorununu tartışmaktadır.

Yukarıdaki önermeler, Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketinin küçümsediği açısından değil, ama

belki, bu harekete, potansiyellerinin ve limitlerinin üstünde devasa görevler yüklediği,

Köylülüğün ya da Ulusal Kurtuluş Hareketlerinin devrimci potansiyelini abarttığı için

eleştirilebilir. Yazıyı yazarken, okuduğunu anlayan bir okuyucunun, tezleri bu açıdan

tartışması gerektiğini düşünmüştüm.

Bu yaklaşım oldukça yenidir ve ne Türk ne de Kürt solunda ortaya atılıp tartışılmamıştır.

Yeni olan yanını göze batırmak için bir kaç örnek verelim.”

Bu örnekleri verdikten sonra Demokratik Cumhuriyet’i açıklamak için de şunları yazmışız:

“L. Polat, "Demokratik Cumhuriyet" derken neyi dediğimi anlamamıştır. Eleştirisinin bir

yerinde, yukarıda da aktardığım Demokratik Cumhuriyet ile ilgili satırlarımı aktarıyor, ama,

benim "demokratik cumhuriyet" sözcüklerinden sonra virgül koyarak, bu konuda çok yaygın

yanlış anlamalara olanak vermemek için eklediğim cümleyi çıkararak. L. Polat'ın aktarırken

çıkardığı cümlecik şudur: "bir tek köyün bile kendi kaderini' tayin hakkının

engellenemeyeceği gerçekten demokratik bir cumhuriyet."

Niçin böyle bir cümleciğe gerek gördük? Çünkü bu fikir, gerek Kürt gerek Türk soluna son

derece yabancı ve Marks-Engels-Lenin'in hemen hiç anlaşılamamış bir yanını ortaya

koyuyor. Çünkü, bu fikirden hareketle, bağımsız bir devletten öte bir şeyler için savaşmak

gerektiği çıkarsamasını yapıyoruz.

Kürt ve Türk solunda Kendi Kaderini Tayin Hakkı, ancak ulus olunca sahip olunabilecek

bir şey olarak anlaşılmış ve Kürtlerin bağımsız devlet kurma hakkını savunmak için hep

Kürtlerin bir ulus olduğu kanıtlanmaya çalışılmıştır. (Burada kasıtlı çarpıtmalara imkan

vermemek için Kürtlerin bir ulus olduğunu açıkça belirtelim.) Ama sorunun bu şekilde

koyuluşu tersinden, ulus olmayan; tarihsel, coğrafi, sosyolojik ya da psikolojik olarak

kendine ulus olduğuna dair bir sertifika bulamayan bir topluluğun ayrılma ve bağımsız bir

devlet kurma hakkından söz edilemeyeceği varsayımını içerir.

Tartışmayı yeniden başlatmak, ama bir üst düzeyde başlatmak ve ilerde çok gerici sonuçlar

doğuracak bu varsayımın yanlışlığını göstermek için, iddia ediyoruz ki: ayrılma hakkı için

ulus, milliyet vs. olmak gibi bir önkoşul yoktur ve olmamalıdır. Bu, Marks-Engels-Lenin'in

Page 31: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

31

Demokratik Cumhuriyeti ve Ayrılma Hakkı anlayışıdır. Gerçek demokratik cumhuriyette,

isteyen köy, mahalle, ya da bölge halkı, istediği takdirde derhal ayrılabilmeli ve bunu

engelleyecek ne hukuki, ne idari bir mekanizma olmamalıdır.

Örneğin Lenin, Devlet ve İhtilal'de Engels'ten alıntı yapıyor:

"O halde, merkezi cumhuriyet. Ama, l798'de kurulmuş, imparatorsuz imparatorluktan başka

bir şey olmayan bugünkü Fransız Cumhuriyeti anlamında değil. l792'den l798'e kadar, her

Fransız ili, her komün (Gemeinde), Amerikan modeline göre, tam idari özerkliğine sahipti;

bizim de aynen sahip olmamız gereken şey budur. Bu özerkliğin nasıl örgütlenebileceğini ve

bürokrasiden nasıl vazgeçilebileceğini, Amerika ve Birinci Fransız Cumhuriyeti bize

göstermiş bulunuyor." (s.95)

Ve Lenin'in konuya ilişkin yorumu:

"Engels bakımından, merkeziyetçilik, 'komünler' ve bölgelerin devlet birliğini tamamen kendi

arzularıyla (a.b.ç.) savunmaları şartıyla, her türlü bürokratizm ve her türlü yukarıdan

'buyurma'yı söz götürmez biçimde ortadan kaldıran geniş bir mahalli idari özerkliği asla

bertaraf etmez" (s.95)

Ne yazık ki, ne Kürt ne de Türk sosyalistleri, bugüne kadar, kendi kaderini tayin hakkının ulus

olma koşuluna bağlanamayacağı seklindeki bu anlayışa hiç değinmemişlerdir. Türkler

açısından böyle bir program, otomatikman Kürtlerin bağımsız devlet kurma hakkı demektir,

Kürtler için de aynıdır. Ve böyle bir programın, bağımsız bir Kürt devletine karşı olması diye

bir şey söz konusu değildir. Otomatikman bunu da içerir.

Böyle bir programı savunmakla, sadece Kürtlerin ayrı devlet kurma hakkı değil, ama aynı

zamanda, Kürt Kurtuluş Savaşına, kendilerini ezen ulusların emekçilerini de kurtarma görevi

yüklenmiş olur. Ama böyle bir program, bağımsız bir devlet kurma hedefinden farklı bir

şeydir. Bağımsız bir devlet kurma programı, bu devletin alabileceği somut biçimleri ele

almaz. Ama sadece bu da değil, bağımsız bir devleti de güçleştirir.

Bir köyün bile isterse ayrılabileceği ve her türlü topluluğun kendi özgür iradeleriyle

birleştikleri bir Demokratik Cumhuriyet ne gibi devrimci potansiyeller taşımaktadır?

Ezen Uluslar Açısından: Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi, böyle bir programı savunan bir

öncülüğe sahip olduğu takdirde, ezen ulusun ezilenlerini aktif olarak yanına kazanabilir ve

programı uğruna mücadele için örgütleyebilir. Çünkü böyle bir program, aynı zamanda, ezen

ulusların bürokratik, militer devlet cihazlarının parçalanmasıyla gerçekleştirilebilir.

Böyle bir program, ezen uluslar tarafından ezilen diğer ulusları da yanına kazanabilir.

Örneğin İran'da Azeriler de ezilen bir ulusturlar. Bağımsız bir Kürt devleti hedefi, Azerileri,

Kürt Devleti uğruna mücadeleye sevk etmez, ama Demokratik Cumhuriyet, onların

mücadelesini de ateşleyip, ivmelendirebilir.”

Bütün bu uzun alıntılarda, (1) Demokratik Cumhuriyet’in hem Kürt Ulusal Hareketinin hem

de Türk İşçi ve emekçilerinin programı olması gerektiği söylenmekte; (2) bunun klasik ve

tahrif olmamış, unutulmuş bir Marksizm’in yaklaşımı olduğu belirtilmekte; (3) bunun Türk ve

Page 32: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

32

Kürt solunca bilinmediği, onlar için yeni olduğu da tekrar tekrar ifade edilmektedir. (4) Ve

nihayet Azeriler örneğiyle bu programın bölgedeki demokratikleştirme potansiyelleri ima

edilmektedir.

Özetle, biz Demokratik Cumhuriyet’i PKK’nın ortaya attığı bir program olduğu için

savunmuyoruz, Marksizm bunu gerektirdiği için ve yıllardır savunuyoruz.

PKK Türk ve Kürt sosyalistlerinin savunması gereken programı savunmaya başlamış

bulunuyor. Ve bunu yaparak aslında klasik tahrif edilmemiş ve unutulmuş Marksizm’in

önerisine de uygun davranıyor. Demokratik Cumhuriyet parolasının niçin sosyalistlerce

savunulmaması gerektiği, aslında Türk ve Kürt Marksistlerinin kanıtlaması gereken bir tezdir.

*

Yukarıda Kürdistan Press’den yaptığımız alıntıların tarihi 1986’dır.

Ancak bizim bu Demokratik Cumhuriyet programına ulaşmamız, çok daha eskilere, Vatan

Partisi içindeki tartışmalara ve o sırada Türkiye’deki radikalleşmeye bağlı olarak yaşadığımız

hızlı teorik evrime kadar gider. Bu küçük partideki tartışmalar Türk solunca bilinmez

kalmıştır ama, aslında nitelikleriyle, Kürt hareketinin bu gün yaşadığı evrime benzer bir

karakter gösterirler.

1970’li yılların sonundaki radikalleşme dalgası, bütün burjuva sosyalist partilerde radikal

kanatların oluşup kopuşmasına yol açmıştı: TİP’ten, Sosyalist İktidar çevresi, yani Yalçın

Küçük ve Metin Çulhaoğlu koptu. TKP’den İşçinin Sesi ile Yörükoğlu (Nihat Akseymen),

TSİP’ten ikinci Kitle dergisiyle TKP(B) ile İbrahim Seven.

Birbiriyle ilgisiz gibi görünen bu bölünmeler, aslında Türkiye’de radikalleşmenin

yansımalarıydı ve İşçi hareketinin burjuvazinin kuyruğundan kopup radikal demokrasi ile

ittifak aramaya yönelmesinin ifadesiydi9.

Bütün bu hareketler kendi geleneklerine uygun varsayımlar veya çıkarsamalarla, radikal

hareketlerle ittifaklara yöneliyorlardı. (PKK da bu dönemin ürünüdür, aynı radikalleşmenin

Kürdistan’daki yansımasıdır. Bu bölünmelerle, Apo’cuların ortaya çıkışının aynı döneme

rastlaması rastlantı değildir. Rızgari de yine aynı radikalleşmenin bir yansıması olarak

Stalinizmle kopuşma eğilimleri gösteriyordu bu sırada ama mantık sonuçlarına ulaşmaktan

korkuyordu.)

İşte, Vatan Partisi’nde de aynı dönemde benzer bir bölünme oldu ve burada da bizler radikal

kanat olarak koptuk. Tek fark, kongrede çoğunluğu sağlayan biz olduğumuzdan tesadüfen

resmi partinin bizde kalmasıydı. Diğer taraf Mehmet Özler’in başkanı olduğu Sosyalist Vatan

Partisi’ni kurdu.

Bu bölünmede, radikal kanadın teorik tezlerini ve yaklaşımlarını biz formüle etmiştik. Bütün

bu metinler o zaman Kıvılcım dergisinin sayfalarında yayınlanmıştı.

9 Bu evrimi ve eğilimi ayrıca ele aldığımız “Burjuva Sosyalist Partilerde Bölünmeler” başlıklı yazıyı 1980’lerin

hemen başında yazmıştık. Bu yazı daha sonra gizlice dışarı çıkarılmış ve Almanya’da yayınlanan Yol – Der Weg

adlı dergide yayınlanmıştı.

Page 33: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

33

Farklı görüşler parti yasallığı içinde ve kamu oyu önünde açıkça tartışmışlar ve ayrılıkların

programatik ve stratejik karakteri nedeniyle aynı partide yer alamayacakları görüldüğünden,

kongrede azınlıkta kalan Parti’den uygarca ayrılmıştı. Belki de Türk sosyalist hareketinde,

açık teorik tartışmaya dayanan ve tam da bütün ayrılık noktaları sistemleştirilmiş ve kamuoyu

önünde açıkça programatik ve stratejik ve örgütsel konular tartışarak gerçekleştirilmiş ilk

ayrılıktı. (Bu gün çoğulculuk bayrağıyla kurulan ÖDP bunun kenarına bile ulaşmış değildir.

Hele ilk çoğulcu parti falan oldukları iddiasına ise gülünebilir. Şark’ın ezeli, Tarihi kendisiyle

başlatmak hastalığıdır bu.)

Burjuva Sosyalist partilerdeki bu bölünmelerde, radikalizmi temsil eden tarafların hepsi,

Stalinizm çerçevesine takılı kalmışlar ve bunu aşamamışlardır. Radikalleşmeleri belli bir

noktada ve genellikle biçimsel sorunlara takılıp kalmış yöntemsel sorunlara yönelik bir

radikalleşmeyle sonuçlanmamıştır. Bunu yapabilen sadece biz olduk. Muhtemelen bunu da

Kıvılcımlı’nın sağladığı birikime ve onun bizlere Marksist geleneğin kimi kaynaklarını,

Stalinizmin prizmasında kırılmadan aktarmasına borçluyduk. Yani “genlerimizde” daha

ileriye gidecek bazı potansiyeller vardı.

Bu farkı ve anlatmak istediğimizi söyle bir benzetmeyle açıklayalım. Bir maymun ve insan

yavrusu birlikte büyütülmeye başlasalar, ilk bir kaç yıl aşağı yukarı paralel bir gelişim

gösterirler, hatta maymun yavrusu başlangıçta insan yavrusundan daha hızlı gelişir. Ancak bir

noktada, maymun yavrusun gelişimi genetik sınırlarına toslar, insan yavrusu ise tam da onun

başlangıçta yavaş gelişmesine yol açan genetik özellikleri nedeniyle gelişmeye devam eder.

Burjuva sosyalist partilerde radikalleşenler ve ayrılanların hemen hepsi, “genetik” yani

metodolojik sınırlılıkları nedeniyle bir yerlerde takıldılar (Çulhaoğlu, Küçük) hatta bir kısmı,

Sovyetlerin çöküşüyle birlikte Aleviciliğe veya liberalizme doğru gerilediler bile (N.

Akseymen (Yörükoğlu), İ. Seven).

Sadece biz, buradan Klasik Marksizm’in yaşayan geleneği diyebileceğimiz “Troçkizm”e,

oradan Frankfurt Okulu’na, Yeni Sosyal Hareketler’in problemlerine, Aydınlanma’nın

Marksizm içindeki etkilerinin eleştirisine doğru bir evrim gösterebildik.

Bugün bulunduğumuz yerden bu farkın nasıl oluştuğuna bakınca, bunun kaynağında

Kıvılcımlı olduğu seziliyor. Yoksa bu isimlerin hiç birisi bizden daha az yetenekli değildi¸

aksine bizden çok daha zeki, bilgili ve yeteneklidirler. Kanımızca Kıvılcımlı’nın bize

kazandırdığı bir metodoloji var, bu “genetik” özellikleri bağışlayan.

*

Bu kısa açıklamadan sonra, Demokratik Cumhuriyet parolasına ilişkin, bunun “Demokratik

Cumhuriyet” olarak adını koymadan, “Vatan Partisi Programı” diyerek, -ki sonra

gösterileceği gibi, Vatan Partisi Programı tamı tamına bir Demokratik Cumhuriyet

programıdır- Vatan Partisi içindeki tartışmalarda, Komisyon Raporu denen metinde, ki bu

metinin neredeyse tamamı bizim kalemimizden çıkmıştı, aynı fikirleri nasıl ifade ettiğimizi

aktaralım. (Aşağıdaki satırlar, yukarıda Kürdistan Press’e yazılmış yazıda ifade edilenlerin ilk

Page 34: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

34

ve değişik, bir küçük partinin kendi özel jargonuna uydurulmuş bir versiyonu olarak da

okunabilir.)

“Vatan Partisi programı, tüm ulusların, ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkını şu veya bu

yönde kullanabileceği ve kullandığı takdirde de hiç bir baskı ve zorla karşılaşmayacağı bir

demokratizmi inşa eder. Hakkın fiilen gerçekleşmesini sağlar. Bu hakkı kullanıp ayrılmayı

veya kalmayı bütünüyle o halkın kendi seçimine terk eder. VP programı, onun tercihini

özgürce yapabileceği şartlar sağlar. Ve bu şartlar, ancak VP programının, yani Demokratik

Devrim’in gerçekleşmesi ile kazanılabilir.

Bu nedenle, VP Programı ya da Demokratik Devrim, ezilen bir ulusun ayrılma hakkını

kullanabileceği demokratizm şartlarını gerçekleştireceği için; ve ezilen ulusun da önünde

esas devrimci adım, yakalanacak “ana halka”; kendi kaderini tayin hakkını fiilen

kazanabileceği şartlara ulaşmak olduğundan ezilen ulusun da programıdır.

İster ezen, ister ezilen ulustan olsunlar VP programının tüm devrimci mücadelenin hedefi

olduğunu ve olması gerektiğini kavramayanlar gerçekte, nice keskin görünürlerse

görünsünler özünde reformizmi öne geçiriyorlar, burjuvazinin kuyruğuna takılıyorlar

demektir.

Lenin bu konuyu şöyle koyar:

“ ‘Ulusların Kaderlerini Tayin hakkı’ demokratik bir düzeni zorunlu kılar, öyle ki, bu

düzende sadece genel olarak demokrasi ile yetinilemez, burada, özel olarak ayrılma

sorununu demokratik olmayan yoldan çözüme bağlamak olanaklı değildir.”

VP programı, böyle “demokratik bir düzen” kurar. “Ayrılma sorununu demokratik olmayan

yoldan çözüme” bağlamayı, yani ayrılma hakkını engellemeyi; onu kağıt üzerinde bırakmayı

OLANAKSIZ KILAR.” (Kıvılcım, Sayı 3, Kasım-Aralık 1978, s.142-143)

Bu alıntılar bize şunu gösterir: aşağı yukarı 1986 yılında Kürdistan Press’e yazdıklarımızı

yazmaktayızdır bu Vatan Partisi içindeki tartışmada. Yazıda Vatan Partisi Programı denilen

Demokratik Cumhuriyet, hem ezen ulusun sosyalistlerine, hem de ezilen ulusun

sosyalistlerine önerilmektedir ve bu öneri aynı zamanda Vatan Partisi’ndeki burjuva

sosyalizmiyle bölünmenin programatik temeli, çekirdeği, özüdür.

Tarih 1978. Radikalleşmenin zirvede olduğu nokta. İşçi hareketinin ve Kürt hareketinin

gecikmiş radikalleşmesinin başladığı ama aynı zamanda toplumun da yorulmaya başladığı

nokta. Bu sosyolojik eğilimlerin, politik ifadelerini Burjuva Sosyalist partilerde radikal

eğilimlerin bölünmesiyle; Kürdistan’da Rızgari gibi hareketlerin Stalinizmle yüzleşmeye

başlamasıyla ve Apocuların ilk kez isimlerini duyurmaya başlamasıyla bulduğu dönem.

Özetle, bizim Demokratik Cumhuriyet’i ezen ve ezilen ulusa bir program olarak önermemiz

neredeyse çeyrek yüzyıllık bir geçmişe sahiptir ve bizim sonraki teorik evrimimiz ve

radikalleşmemizin adeta başlangıç noktasıdır.

*

Bu başlangıç noktasına nasıl vardığımızın kısa hikayesini de burada kısaca anlatalım.

Page 35: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

35

1973 yılı sonlarında, TSİP’i kuracak olan ekibe muhalefet eden bir grup “Doktorcu” işçi ve

devrimci bir araya gelip, Vatan Partisi programını temel alarak bir Beşiktaş’ta bir apartman

dairesinde yaptıkları bir kongreyle Türkiye Komünist Partisi kurdular, daha doğrusu o

zamanın jargonuyla onu “reorganize” ettiler. Polis ve mahkemelerde ortaya çıkmadığı için

bilinmez ama bizim mahkum olduğumuz ve on yıl hapiste yattığımız Kıvılcım gazetesi bu

partinin organıydı.

Bu parti kongresinin hazırlıkları sırasında ve kongrede, toplananlar içinde Kürtler de

bulunuyordu. Kürt olsun olmasın, herkes şu sorunla karşılaşmıştı: Vatan Partisi Programı’nda

Kürtlerden ve Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı’ndan hiç söz edilmiyordu.

Bunu hepimiz onun legal bir parti olmasına bağlıyorduk. Bunu ifade edemediği için bu

konuda sustuğunu düşünüyorduk. Eh bizler o sıra illegal bir parti kurduğumuza göre bu tür

bir yasal sınırlama söz konusu olmadığından, bu hakkı açık açık ifade edebilmeliydik.

Kongrede Türkiye Komünist Partisi’nin Programı olarak da kabul edilen Vatan Partisi

Programı’na bir tek ilave yapılmıştı, ulusların Kendi Kaderlerini tayin hakkı konusunda,

aklımızda kaldığı kadarıyla şöyle bir ifade eklenmişi:

“Türkiye Komünist Partisi, Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkının tanır ve savunur.

Halkların bağımsızca karar alışlarıyla birlikte ve kardeşçe yaşamaları için mücadele eder.”

Aşağı yukarı böyle bir şeydi. Burada önemli olan Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı’nın

vurgulanması ve birlik sorununun “Bağımsızca Karar Alış” koşuluna bağlanmasıydı. Bu

önemli bir fark oluşturuyordu. Yani birleşmek için önce ayrı ve eşit olmak gerektiği. Ve eğer

hafızam beni yanıltmıyorsa bu formülasyonu da ben yapmıştım.

Daha sonra, 1974’de Kıvılcım gazetesinde sosyalistlere bir Proletarya Partisi Programı

olarak bu program önerilmişti. Ama yasal durum göz önüne alınarak, bu metin Vatan partisi

Programına şöyle bir formülasyon değişikliğiyle yedirildi:

“21- ANAYASAMIZIN Kamu Hukuku maddeleri ile, İNSAN HAKLARI EVRENSEL

BEYANNAMESİ hükümleri kısıntısız olarak, kitaptan hayata geçirilecek. (Buraya kadar

olan kısım, 1954 Vatan partisi Programında da var. Bundan sonrası o eklemenin legal biçimi

oluyor.) Türkiye ve Dünya Halklarının karşılıklı güven, işbirliği ve bağımsızca karar

alışlarıyla kardeşçe ilişkileri gerek demokrasinin, gerek sosyalizmin kuruluşunun

vazgeçilmez şartı olarak görülecek.” (Kıvılcım, 25.Mart.1974, Sayı: 3, Sayfa:4)

Daha sonra Kıvılcım kapatıldı, o parti fiilen dağıldı vs. ve bu değişiklik yapanlarca bile

unutuldu gitti.

*

1974’yılının sonuna doğru Mihri Belli Emekçi dergisinde Vatan Partisi Programını eleştiren

bir yazı yazmıştı. Bu eleştiriye bir cevap vermeye hazırlanırken, Vatan Partisi Programı

üzerine daha derinliğine düşünme ve onun özelliklerini inceleme olanağı bulmuştuk. Bu

açıdan bakıldığında Vatan Partisi Programının gözümüzde değerini giderek arttıran

özelliklerinin farkına varıyorduk. Bu özellikler onun eklektik olmamasıydı her şeyden önce.

Page 36: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

36

İlk teorik makalemiz ve polemiğimiz olan, bizim için biraz da “baba katli” gibi bir anlam

taşıyan bu, Mihri Belli’ye cevapta, şöyle yazıyorduk:

“Program bir bütündür. Eklektik değildir. (...)

“Eski divan edebiyatında beyitlerle yazılan bir tür şiir vardır. Bu şiirlerde her beyit kendi

başına bağımsız olarak bir anlam taşır, beyitlerden bir ikisini çıkarsanız ya da yerlerini

değiştirseniz şiirin bütün olarak anlamında bir eksiklik ve değişiklik fark edilmez bile. Ama,

mesela modern şiirde bir tek sözcüğü değiştirmek, bir mısrayı atlamak şiire bütün anlamını

kaybettirebilir. Her sözcük birbirine ve şiirin bütününe bağlıdır. Benzer şekilde V.P.

Programından da bir talebi çıkarsanız ya da değiştirseniz hemen sırıtır, eğreti durur. V.P.

Programı bir şiire benzer.” (H. Yılmaz, Emekçi ve Birikim’in Dr. H. Kıvılcımlı Eleştirileri

Üzerine, Kıvılcım yayınları, İstanbul, 1976, sayfa: 16)

Tabii bizim bu satırlarımız aynı zamanda bir özeleştiriydi. Yukarıda anlatılan, ulusların

kaderlerini Tayin hakkı ile ilgili Kongre’de yaptığımız, illegalitenin açık diline uydurma,

“düzeltme” ve “katkı”larımızla da, bu “şiirin” bütünlüğünü bozduğumuz, onu eklektik bir

yapı haline dönüştürdüğümüz anlamına geliyordu.

O zaman da şu soru kafamıza şu soru takılıp kalmıştı: Niçin Kıvılcımlı özel olarak Ulusların

Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı’ndan söz etmemişti Vatan Partisi Programında?

Bizim yaptığımız bu değişiklik bir tür “ilkeler bildirimi” gibi bir şeydi, programın bütünlüğü

içinde son derece eklektik kalıyordu. Böylesine bir temel konuda bu programın eksikliği

kabul edilemezdi. Kıvılcımlı gibi en keskin talepleri bile en yumuşak görünümle ve somut

talepler biçimde formüle etmenin ustası bir teorisyen, pek ala bunu da formüle etmenin bir

yolunu bulmuş olmalıydı. Niye yoktu böyle bir talep? Biz aklımızca bir düzeltme yapmıştık,

ama bu biraz, resim ve sanat tarihinden anlamayan birinin, orijinal bir tabloyu, düzelteceğim

diye değersizleştirmesi, bozması gibi bir şeydi.

Niçin bunu yapmak zorunda kalmıştık? Bu açıklanmayı bekliyordu. Biraz bunu gösterelim.

Yetmişli yılların ortalarında birçok sosyalist parti kuruldu. TSİP, TİP, TKP, EMEP vs.

Bunların her birinin farklı gibi görünen programları vardı.

Biz bu dönemde, bütün bu partilerin programlarını ele alıp mercek altında inceleyen tek

kişiydik belki de Türkiye Sosyalist Hareketinde. Bütün bu partilerin programlarını tek tek,

madde madde incelemiş ve eleştirmiştik. Bunlardan sadece biri yayınlanabilmişti. TKP

Programının Eleştirisi (C. Aydın, TKP Programı Eleştirisi, Kıvılcım, Sayı: 1, Temmuz

Ağustos 1978, Sayfa 54-119)

*

Şimdi bu program eleştirisinden TKP Programının ulusal sorun konusundaki taleplerini

eleştirdiğimiz bölümde bu çelişkimizin hala yerinde durduğu ve o sıralardaki çözümümüzü

yansıtan satırları aktaralım. Bu bizim o zamanki sınırlılıklarımızı ve adeta çözümün sınırına

gelip orada takıldığımızı çok açık gösterir:

“Gelelim Vatan Partisi Programı'na. Vatan Partisi Programı'nda, Ulusların kendi

Page 37: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

37

kaderlerini tayin hakkı konusunda hiç bir somut talep yoktur. Ama bu yok oluş, onun zaafı

değil, diğer yasal partiler karşısındaki üstünlüğüdür. Çünkü Vatan Partisi, yasal olarak

kurulmuştur, yasal bir partidir. Yasalar ise, Kürdistan'ın Türkiye'nin sömürgesi olduğunu

inkâr etmekte, Kürt ve diğer ulusların varlığını kabul etmemektedir. Bu nedenle yasalar

çerçevesinde bu konuda somut talep ileri sürülemez. Eğer sürülmeye çalışılır, talepler

yasalara uydurulmaya çalışılırsa, bu sonuçta oportunist taleplerin formulasyonuna yol açar.

Programda yanlış bir şey söylemektense, hiç bir şey söylememek yeğdir. Sorun bir bölge

meselesi ya da kültürel özerklik meselesi değildir. Ayrı devlet kurma meselesidir. Bu günkü

yasalar çerçevesinde talep edilemez. Edilmeye kalkılırsa, ya soyut ilke bildirimleriyle, (ki ilke

bildirimlerinin yeri bir program değildir. O somut yapılacak işler planıdır) geçiştirilir, ya da

bölge geriliği, kültürel özerklik meselesine indirgenir. TKP ise, illegal, hiç bir yasal

sınırlamaya tabi olmayan bir parti olduğu halde, var olan programıyla, somut olarak ulusal

meseleyi çarpıtmış, oportunistçe, şovence yorumlamıştır.

"Eğer bir teori açıklanamıyorsa - susun, ya da onun tam olmaktan çok uzak bir

açıklamasını verdiğinizi, en önemli özelliklerini dahil etmediğinizi söyleyin." (Lenin,

"Marks Engels Marksizm", s. 114)

V.P. Programı'nda, bu konuda hiç bir talep olmaması, diğer bazı eksik ve yanlışlarla birlikte

olsaydı, yani VP Programı'nda Engels'in Erfurt Programı eleştirisinde tanımladığı türden,

demokratik bir cumhuriyeti gerçekleştirecek talepler olmasaydı bir yanlış olurdu. Konuyu

somutlamak için şöyle bir örnek verelim: programda canlı bir organizmanın, örneğin bir

insanın anlatıldığını göz önüne getirin, ama yasalar örneğin akciğerlerin varlığından söz

edilmesini, akciğerlerin tanımını yasaklamış. O şartlarda, programınız, kan dolaşımından,

beslenmeden, boşaltımdan eksiksiz olarak söz ediyor ama akciğerlerden söz edemiyor. Pratik

olarak akciğerler olmadan bir insanın yaşamıyacağı bellidir. Bu durumda, her şey tamam, bir

akciğerler eksikse, ve bu eksiklik bilinçli olarak yapılmışsa, eksiklik diğer organlar tam ve

işler olduğu sürece bir anlam taşımaz. Çünkü onların işleyebilmesi için akciğerlerin çalışıyor

olması gerekir. O söz edilmeden de vardır. Aynı şekilde, VP Programı'nda ulusal sorun

üzerine somut bir talep yoktur, ama o tüm programın organik yapısı içinde varlığı şart olan,

hukuki nedenlerle söz edilemeyen bir konudur.”

Yukarıdaki satırlarda, Vatan Partisi Programı’nın Mihri Belli’ye cevap verirken farkına

varılmış organik bütünlüğü belirtilmekte ama bu bütünlüğün içinde Ulusların Kaderini Tayin

Hakkı’nın hala var olmadığı düşünüldüğünden, bu yokluk yasal sınırlamalarla

açıklanmaktadır. Yani sorun hala ulus olup olmama bağlamında tartışılmaktadır. Ayrılma

hakkının ulus olup olmamayla ilgisizliğinin, bilincinde değilizdir. Dolayısıyla, Vatan partisi

Programının, kendi kaderini tayinin demokratik olmayan bir çözümünü dışladığının

farkında olamamaktayızdır.

Türkiye ve Kürt solu hala bunun bilincinde değildir.

*

Bütün bu program eleştirilerinde henüz bir program ile bir program metni ayrımının

farkında değilizdir ve programı da hep Türkiye’ye ilişkin bölümüyle ele almaktayızdır. Yani

Page 38: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

38

her hangi bir proletarya partisinin önce dünya çapında bir programı olması gerektiği,

bir ülkeye ilişkin programın buna bağlı ve tabi olarak var olabileceği kavranışı yoktur

henüz. (Maalesef Türk ve Kürt solunda bu da hala yoktur. Program hala bir program metni

yazmak olarak anlaşılır ve program deyince de ülkeye ilişkin program anlaşılır. Açın bakın

bütün Sosyalist partilerin durumu böyledir. Şimdi de bir sosyalist parti tartışmaları böyle

yapılmaktadır.)

Henüz bu noktada değilizdir ama bu program eleştirileri, bütün sosyalist partilerin ve

partileşmemiş grupların veya illegal partileri olan illegal örgütlerin temel programatik

zaaflarını görmemize yol açmıştı.

Neydi bunlar?

Bütün Burjuva Sosyalist Partiler, yani TİP, TSİP, TKP vs., hepsi aslında son derece soyut

olan ve Demokratik Devrim anlamına gelecek bir programa sahiptiler ama, bu programı da

ileriye atıp acil talepler biçiminde bu minima programdan da geri talepleri esas

mücadelenin konusu yapıyorlardı.

Buna karşılık, daha radikal olan ve çoğu parti olarak kendini ifade etmemiş gruplar, hareketler

veya bunlardan illegal partileri olanlar, yani Küçük Burjuva Sosyalist hareketler ve

partiler;,bu gibi bir minima programı bile oluşturmayan, örneğin 141 ve 142’nin kaldırılması

gibi taleplere itibar etmiyorlar, ama buna karşılık son derece soyut, “Demokratik Halk

İktidarı” gibi, hiç bir somut teklif ve örgüt biçimiyle doldurulmamış yuvarlak bir genel

hedef bildirimiyle yetiniyorlardı. Ve somut olarak politika söz konusu olduğunda da, hiç bir

somut talep ifade etmeyen rozet sloganlarla, (örneğin “Mahir Hüseyin Uluş, Kurtuluşa

Kadar Savaş” veya “Tek Yol Devrim!” gibi. Her “siyaset”in böyle kendisini tanımladığı

sloganlar vardı. Bunlar tıpkı Futbol takımlarının taraftarlarının kendilerini tanımlamak için

kullandığı sloganlara benziyorlar ve aynı işlevi görüyorlardı. Bir kimliğin ifadesi, bir aidiyet

duygusu.) miting alanlarını dolduruyorlardı. Yani Küçük Burjuva sosyalizmi de bir program

nosyonundan yoksundu ve böyle bir yetenek gösteremiyordu.

Bu genel manzaranın ortaya çıkardığı sonuç şuydu. O muazzam yükselen hareketin, Türkiye

tarihindeki en büyük politizasyon ve radikalleşme dalgasının aslında bir devrimci programı

yoktu. Somut olduğunda “DGM’ye hayır!”, “141-142 kalksın”da kalıyordu. Bütün bunların

elde edilmesi ise, o minima programa bile ulaşmak değil, ona ulaşmak için daha elverişli

koşullar anlamına gelebiliyordu. Radikal olduğunda ise somut bir şey söylemiyordu,

programsızdı. Yani Demokratik bir devrimin ifadesi olacak somut talepler manzumesi hiç bir

şekilde, ne küçük burjuva radikal devrimcilerin ne de burjuva sosyalist partilerin somut politik

eylemlerinde hiç bir şekilde görülmüyor; bir demokratik devrim anlamına gelecek somut

talepler ezilen yığınlar tarafından bilinmez kalıyor ve yığınların hafızasının derinliklerinde yer

etmiyordu.

Vatan Partisi Programı bütün bunlardan kökten ayrılıyordu. O Demokratik devrim anlamına

gelecek talepleri, somut bir sistem olarak ve acil talepler olarak ortaya koyuyordu. Ne rozetti

ve soyuttu, ne de Burjuva Sosyalist Partilerin programları gibi acil denen taleplerin gerisine

atılmıştı. Ama bu Hikmet Kıvılcımlı’nın orijinal halinde böyleydi.

Page 39: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

39

O yetmişli yıllardaki Vatan Partisi bu devrimci programı iğdiş etmişti? Nasıl mı?

Kıvılcımlı’nın manevi otoritesi nedeniyle elbette bu programa dokunulamıyordu ama bir

takım kongre kararlarıyla sözde başka acil talepler öne çıkarılıyor ve tıpkı diğer burjuva

sosyalist partilerde olduğu gibi, Demokratik Cumhuriyet programı daha acil olduğu

söylenen görevlerin arkasına atılıyordu.

Tabii bütün bu parti programlarını inceler ve eleştirirken, Gotha ve Erfurt Program

Eleştirileri, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi Programı ve Program Taslağı tartışmaları,

Komünist Manifesto, Devlet ve İhtilal, Fransa’da İç Savaş gibi kitapları bu ulaştığımız

sonuçlar ışığında yeniden okuduğumuzda şunu görüyorduk: bu hiç de yeni bir sorun değildi.

Örneğin Erfurt Program tasarısının eleştirisinde, Türkiye’nin burjuva sosyalist partilerinin

yaptığının tıpkısını yapanlara Engels, bu programın en büyük eksiğinin asıl söylenmesi

gerekenin söylenmemiş olduğunu söylüyordu. Peki neydi bu asıl söylenmesi gereken?

Demokratik Cumhuriyet.

Peki Demokratik Cumhuriyet neydi? Engels, Demokratik Cumhuriyet olarak iki örnek

verebiliyordu: Amerika Birleşik Devletleri ve 1792-98 Birinci Fransız Cumhuriyet’i.

Programda olması gereken Demokratik Cumhuriyet talebi hiç bir sosyalist partinin programı

değildi. Bir tek partide, Vatan Partisi’nde “Ucuz Devlet” başlığı altında böyle bir Demokratik

Cumhuriyet programı vardı, o da bir takım kongre kararlarıyla diğer burjuva sosyalist partiler

gibi, bu programın önüne, daha acil olduğunu söylediği başka talepleri geçiriyordu.

İşte bunu keşfetmemiz, bizim Vatan Partisi’ne egemen çizgiye karşı muhalefetimizin hareket

noktasını oluşturdu ve biz tabiri caiz ise, otantik Vatan Partisi Programı’na yani Demokratik

Cumhuriyet programına dönüşü savunduk ve partideki bölünme programatik düzeyde ve bu

temelde oldu.

Bu başlangıç noktası aynı zamanda, bizim, ondan dört yıl önce, Mihri Belli’nin Vatan Partisi

Programını eleştirisine cevap verirken oluşan sorunun da cevabını bulduğumuzu gösterir: yani

Vatan Partisi Programı’nda niye Ulusal Sorun veya Kürtlerle ilgili bir tek cümle bile

olmadığı. Çünkü programın kendisi ve bütünü bu sorunu çözmekteydi, TKP Program

eleştirisinde açıklamaya çalıştığımız türden “bir organdan söz edilmemesi” söz konusu

değildi; programın bütünü o çözümdü. Dolayısıyla yukarıda aktarılan, o Vatan Partisi’ndeki

tartışmalarda, Komisyon Raporu’nda bizim tarafımızdan yazılmış satırlar, aynı zamanda,

1970’lerin başında bu programa yaptığımız eklektik düzeltmenin de bir özeleşterisiydi.

*

Sanırız bu kadarı bizim Demokratik Cumhuriyet programını, hem Türkiye ve hem de

Kürdistan sosyalistleri için, çeyrek yüz yıldır bir program olarak önerdiğimizi gösterir.

Dolayısıyla, PKK’nın bizim savunduğumuza gelmesinden boşu boşuna söz etmediğimizi

kanıtlar. Tabii yazının başında da tekrarladığımız gibi, onların kendilerin başka yoldan aynı

sonuca varmaları söz konusudur. Ayrı yollardan aynı noktada ama çeyrek yüz yıllık bir

gecikmeyle bir buluşma söz konusudur.

Page 40: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

40

Biz o noktaya 1970’lerin sonuna doğru, radikalleşen İşçi ve Kürt hareketinin yansıması

olarak Marksizm’in kaynağına giden teorik araştırmalarla ulaşırken; Kürt hareketi, 90’lı

yılların sonunda, sıkıştığı köşeden bir ölüm parendesiyle kurtulmak için ve Sovyetlerin

çöküşünün onun dogmatik kalıplarını kırmasını kolaylaştırması sayesinde ulaşmıştır. Bu

nedenle aslında Marksizm’in kaynağına bu bilinçsiz dönüş olan Demokratik Cumhuriyet

parolası, Stalinist kabuğunu hala kıramayan Türk ve Kürt solu tarafından, Sosyalizmden

uzaklaşma ve bir sağa kayma olarak görülmektedir.

Bu arada bir yanlış anlamaya yer vermemek için şunu belirteyim, bizim Kürt hareketine

desteğimizin Kürt hareketinin bu parolasıyla ilgisi yoktur. Onlar Demokratik Cumhuriyet

veya bizim yanlış bulacağımız başka parolayı savunsalar da biz onların ayrılma hakkını

desteklemekle yükümlüyüzdür. Onlar gerilla savaşı yapar ve bu parolayı söylemezken de

destekliyorduk. Zaten diğerlerinin yanı sıra Kürdistan Press’e veya Özgür Gündem’e

yazdığımız yazılar bunu kanıtlar.

Ama burada yine Kürt Hareketi hakkında bu sefer doksanların başında, yani tüm zirvede

bulunduğu noktada yazdığımız bir yazıda, artık Kürt hareketi fiilen PKK ile özdeş

olduğundan, Kürt hareketine ama pratikte ve somutta PKK’ya demokratik Cumhuriyet’i nasıl

bir program olarak önerdiğimize dair bir alıntı yapalım.

1992 Yılında İsveç’te yazdığımız “Kürt Ulusal Hareketi ve PKK” adlı yazıda, “Kürt Ulusal

Hareketi ve PKK’nın Zorlukları ve Sınırları” başlıklı bölümde aynen şunları yazıyorduk:

“PKK'nın başarı için sadece kendi gücü yetmez. Egemenlerin çelişkilerinden yararlanabildiği

kadar Türkiye ve Dünyadaki ezilenlerin desteğini ve sempatisini de kazanmak zorundadır.

Dünyadaki ezilenlerin desteği nasıl kazanılabilir? Burjuva uygarlığın aynadaki aksi olan bir

planlı, eşitlikçi ve demokratik toplum ideali Batı'nın ezilenlerinde hiç bir titreşime yol açamaz

artık. Sosyalistler Burjuva uygarlığından başka bir uygarlığı programlaştırmak

zorundadırlar. Yeni Sosyal Hareketler, Proletarya nasıl baskıcı ve bürokratik burjuva devlet

cihazını sınıfsız bir topluma gidiş için bir araç olarak kullanamaz ise, bu uygarlığın maddi

araçlarını da kullanamayacağını göstermiştir. Bu evler, bu yollar, bu otomobiller vs. ile her

türlü baskı ve sömürü ortadan kaldırılamaz.

Bırakalım böyle bir programın taslaklaştırılmasını, henüz bu sorun bile dünyada henüz çok

sınırlı bir kesimde bir problem olarak tartışılmaya başlanırken, ne kültürel birikimi, ne

sınıfsal dayanağı, ne de paradigması bu sorunları ortaya koymaya olanak vermeyen Kürt

Ulusal Hareketi ve PKK'dan böyle bir başka uygarlığı programlaştırabilmesi beklenemez. Ve

bu da, marjinal gruplar bir yana, PKK'nın dünyanın ezilenlerinin sempati ve desteğini

kazanma şansı olmadığı anlamına gelir. Vietnam savaşının sağladığı destek gibi bir destek

PKK için olanaksız görünüyor.

Elbet Kürt Ulusal Kurtuluş hareketinde bu dolaylı yedek güç belirleyici değildir. Bu olmadan

da başarı kazanılabilir.

PKK'nın başarı için esas savaşı yürüttüğü Türkiye'nin, ezilenlerinin desteğini ya da

sempatisini kazanması gerekir. Ancak böylece Türk burjuvazisini ve T.C. devletini tecrit

Page 41: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

41

edebilir. PKK bu gerekliliğin bilincindedir de, bu desteği kazanabilmek için elinden geleni

yaptığı da inkar edilemez. Ancak burada da benzer sınırlarla karşılaşıyor.

PKK Türkiye Kürdistan’ında ve Türkiye'nin batısına göçmüş büyük metropollerin neredeyse

yarısını oluşturan işçiler ve yoksullar arasında büyük bir sempati ve desteğe sahip olmakla

birlikte bunu örgütleme ve mücadeleye sokma yeteneği gösterememektedir. PKK'nın esas

egemenlik alanı Türkiye Kürdistan’ının en geri bölgeleriyle sınırlı olmaya devam etmektedir.

Bu durum her şeyden önce onun Ulusal kurtuluşçu programatik sınırlarından

kaynaklanmaktadır. PKK Kürdistan şehirlerini ve Türkiye'nin de işçi ve ezilenlerini

kazanabilmek için, mücadelesinin nesnel sonuçlarından öte onlar için de bir program

geliştirmek zorundadır. Ama bunu yapabilmesi için onun bir Ulusal kurtuluş Partisi olmaktan

çıkıp bir Sosyal Devrim partisi olması gerekir. Bu ise Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi'nin kendi

içinde bir devrim yaşamasını gerektirir. Ne yazık ki PKK içinde böyle bir dönüşümün

unsurları çok zayıftır ve Ulusal Mücadelenin başarılarının coşkusu altında giderek de

zayıflamaktadır.

PKK başarı için Türkiye'nin ezilenlerini kazanmak gerektiğini sezmektedir, şehirlere

yerleşmesi gerektiğini sezmektedir, bu yöndeki sıkıntılarını da gizlememektedir ama sorunun

programatik ve stratejik boyutunu görememekte, çözümü taktik ve örgütsel girişim ve

tedbirlerde aramaktadır. Örneğin artık fiilen bir toplumsal güç olmayan. dağılmış Türk

Soluna her türlü desteği sunarak bu zaafını gidermeye çalışıyor. Ama o cesedin artık

kımıldaması olanaksız gibi görünüyor. Ya da eylem ve propagandasında Türk ezilenleriyle bir

hesabı olmadığını sürekli vurgulamaya özen gösteriyor. Ama bu sefer şehirlerde oluşmuş ve

bir türlü örgütleyemediği taraftarlarının kontrolsüz davranışları (örneğin bir mağazaya

yangın bombası atılması ve panik içinde sivillerin ölmesi) bütün propaganda ve eylemin

mesajını bir anda yok edebiliyor ve kendisi çoğu kez kendisini destek amacıyla yapılmış bu

eylemcileri gücendirmemek için bu girişimlere sahip çıkmak zorunda kalıyor.

Bu durumda mücadelenin kendi dinamikleri yeni açılımları ortaya çıkarmadığı sürece

PKK'nın Türk ezilenlerinin sempati ve desteğini kazanması da şehirlerdeki Kürt azınlıkları

örgütleyebilmesi de pek beklenemez.”

Görüldüğü gibi, 1992 yılında bu sefer PKK’nın başarı için Demokratik Cumhuriyet’i

programatize etmesi gerektiği; “ulusal kurtuluş partisi olmaktan sosyal kurtuluş partisi”

olmaya dönüşmek şeklinde ifade edilmektedir. Yani Demokratik Cumhuriyet programı

PKK’ya önerilmekte, bu olmadığı takdirde başarı kazanamayacağı söylenmekte; Türk

ezilenlerinin kazanılmasının hala örgütsel ve taktik bir sorun olarak görüldüğü eleştirisi

yapılmaktadır.

Ama sadece bununla da kalınmamakta, Bir zamanlar Kürdistan Press’de sorulmuş soruya

tekrar dönülmektedir. Acaba Kürt hareketinden bir sosyal devrim partisi olmayı istemek veya

onun böyle bir evrim geçirebileceğini düşünmek, ondan sınırlarının çok ötesinde bir şey

beklemek değil midir diye sormuştuk o zaman. Burada mücadelenin coşkusunun bizzat bunun

önünde engel olduğu görüşü getirilmektedir. Bu yöndeki belirtilerin bütün zayıflığına

Page 42: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

42

rağmen Kürt Hareketinin bunu yapabilmesi olasılığı kategorik olarak

reddedilmemektedir.

(İlginçtir, yukarıdaki satırların aktarıldığı yazıyı hem Yeni Ülke’ye hem de o sıra haftada bir

köşe yazıları yazdığımız Özgür Gündem’e yollamıştık. Bu yazı ikisinde de yayınlanmadı.)

İşin ilginci Tarih burada belirtilen görüşleri doğruladı. Kürt hareketi, ancak, Öcalan’ın

kaçırılmasıyla aldığı ağır darbe altında bu dönüşümü yapabildi. Ve bu gün bizzat Öcalan, bu

değişikliklerin doksanların başında yapılması gerektiğini söylemektedir.

*

O halde, Öcalan’ın İmralı’da Demokratik Cumhuriyet projesinden söz ettiği gün, bütün Türk

ve Kürt solundan farklı olarak bizim bu programı alkışlamamızın hiç yadırganacak bir yanı

yoktur. Bizim açımızdan, çok zayıf bir olasılık olarak gördüğümüz bir mucize

gerçekleşmektedir adeta, bir ulusal hareket bir sosyal harekete dönüşmektedir. Yıllardır

umutsuzca önerdiğimiz, beklediğimiz, birden bire bizden bağımsızca, bizim zerrece etkimiz

bile olmadan gerçekleşmektedir.

(Bu bizim, bunun olası olduğuna dair, Marksist teori ve strateji açısından son derece yeni

görüşümüzün pek de boş olmadığını gösteren bir doğrulanmasıdır. Burası konumuz dışı ama,

Seksenli yıllarda, göçmenler, ekoloji, gibi hareketlerin de benzer potansiyeller taşıyabileceği

sorununu ortaya atıp tartışmış ve bunu göçmenler hareketi içinde de gerçekleştirmeye

çalışmışızdır. Bazı arkadaşlar bizi bu tür hareketlerin potansiyellerini abartmakla

eleştiriyorlardı. İşin ilginci, bunlar da İmralı’da yapılanı, böyle bir potansiyel ön

görmediklerinden, tamamen bir teslimiyet olarak değerlendirip, Kürt hareketinin bittiği

sonucunu çıkardılar. Dolayısıyla İmralı, bizim bu Demokratik Cumhuriyet’i ihanet olarak

gören Türk Solunun yanı sıra, bir ulusal hareketin sosyal hareketi dönüşmesini olanaksız

gören arkadaşlarımızın da bizden uzaklaşmasını ve kişi olarak yapayalnız kalmamızı getirdi.)

Bu nedenle İmralı’yı değerlendirirken aynen şunları yazarız:

“Şimdiye kadar Kürt ulusunun verdiği mücadeleyi, ayrı bir devlet kurma mücadelesi olarak

görenler, bu projeyi kendi hedeflerine ihanet olarak görmektedirler.

Ne var ki, bu değerlendirme ne doğrudur ne de gerçekçidir.

Doğru değildir, çünkü, PKK bütün geçmişi boyunca, ayrılmaktan ziyade, ayrılabilme hakkının

olduğu bir demokratik sistem için mücadele ettiği vurgusunu yapmıştır. Hatta sorunu ayrılıp

ayrılmamak ve ayrı bir devlet kurmaktan öte, bir ulusun kimliğinin tanınması ve kendi

kişiliğini geliştirmesi olarak anladığını vurgulamıştır.

Gerçekçi değildir, çünkü, Kürtler ancak belli uluslar arası dengeler ortamında, çok elverişli

tarihsel koşullarda, dünyadaki etkili güçlerin, güçlü Türk, İran ve Arap devletlerinin en

azından bazılarını karşıya almayı göze alabilecekleri bir durumda ayrı bir devlet kurma

olanağı edinebilirler. Bugün ise, buna olanak yoktur. Ne ABD'nin ne da Avrupa'nın ne de

onlar karşısında etki alanı hızla gerileyen Rusya'nın böyle bir projeyi destekleyerek söz

konusu ülkeleri karşıya alması beklenemez ve beklenemeyeceğini de, Öcalan'ın trajik bir

Page 43: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

43

sonuca ulaşan Odyssseusu esnasındaki dramatik gelişmeler göstermiş bulunmaktadır. Ayrıca

Kürt ulusal hareketi, tarihte eşi benzeri olmayan bir şekilde, ABD'nin yeryüzü ölçeğindeki

total kontrolü nedeniyle önderini savaştığı güçlerin eline esir vermiş ve lojistik desteğini

büyük ölçüde yitirmiş, tayin edici olmasa da çok önemli bir yenilgi almış bulunmaktadır.

Bizzat bu yenilgi ise, Türkiye'deki savaş rantiyelerine ve onların Kürtlerin varlığını inkara ve

ezmeye yönelik politikalarına güç vermiş ve kısa zaman önce yapılan seçimlerde bu

politikaların savunucusu partiler ezici bir çoğunluk kazanmışlardır.

İşte, Abdullah Öcalan, Öcalan'ın şahsında da Kürt Ulusal Hareketi, ölüm ve yok olma tehdidi

altında iken en zor koşullar altında bir salto mortale (ölüm parendesi) ile kendini kendisi

olmaktan çıkarıp, yepyeni bir ulusun tohumu olarak yeniden ortaya koymaktadır.

Belli uluslar arası dengeler el vermediği sürece, Kürt ulusal hareketi sadece bağımsız bir

devlet için savaştığı takdirde başarıya ulaşamazdı. Kürt Ulusal hareketi, kendini ezen

ulusların ezilenleri için de bir program geliştirdiği, yani sadece Kürtleri, kendini değil,

kendini ezenlerin de ezilenlerini kurtarmaya kalktığı takdirde; yani bir ulusal kurtuluş

hareketi olmaktan çıkıp bir sosyal kurtuluş hareketine dönüştüğü takdirde; yani bir salto

mortale ile kendisi olmaktan çıktığı takdirde başarı kazanabilirdi.

Kürt hareketleri içinde, plebiyen yapısıyla sadece PKK bu güne kadar böyle bir kendini aşma

potansiyeli ve emareleri gösterebiliyordu. İşte, Öcalan'ın şahsında, en elverişsiz koşullarda,

büyük ölçüde daha önceki evriminin de mantıki bir sonucu olarak, Kürt ulusal hareketi,

kendini kurtarmak için ezenini de kurtarmaya; zafere ulaşabilmek için önüne daha büyük

görevler koymaya; bir yandan kendisi olarak kalırken diğer yandan da kendisi olmaktan

çıkmaya girişmiş bulunuyor. Medyanın pişmanlık, korku gibi gösterdiği tavırların gerçek

niteliği budur.

Öcalan artık sadece Kürt Ulusal hareketinin bir önderi olarak davranmamakta, Kürtleri,

Türkleri ve diğer halkları da anayasal bir vatandaşlık temelinde kapsayacak yeni bir ulusun

tohumu ve kurucusu olarak davranmaktadır. Artık muhatabı sadece Kürtler değil, Türklerdir.

Hatta Kürtler üzerindeki büyük prestiji nedeniyle esas kazanılması gerekenler Türklerdir.

Kürtler Türklere başka bir ulus altında birleşelim diyor. Yani Kürt ulusal hareketi kendi

olmaktan çıkıp, başka yepyeni bir ulusun tohumu oluyor. Kürt ulusal hareketi böylece, son

yüzyılın etnik temizliklerle sonuçlanan ve benzeri Balkanlar ve Kafkaslar'da, Afrika'da büyük

acılara ve ölümlere yol açan monolitik ulusçuluk dönemi yaşamadan, bugünün dünyasına

uygun, örneğin, ABD, Avrupa ve İsviçre'de olduğu türden farklı kültür ve dilleri zenginlik

olarak gören bir ulusçuluk projesine ulaşmış bulunuyor. Kürt ulusal hareketi, sadece geç

gelmenin reziletleri içinde bunalmadı, bu projeyi geliştirebilmesi onun aynı zamanda geç

gelmenin faziletlerinden de yararlanabileceğini göstermektedir.” (Girişim İçin Durum

Değerlendirmesi, 1999)

Dikkatli bir okuyucu Öcalan’ın bu gün AİHM’ye yaptığı savunmanın, burada ön görülenlerin

ta kendisi olduğunu görür. Yani “Kürt ulusal hareketi, kendi olmaktan çıkıp yepyeni bir

ulusun tohumu” oluyor. Nasıl Demokratik Cumhuriyet bizim için adeta bir mucize idiyse,

Öcalan’ın AİHM Savunması da öyledir.

Page 44: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

44

*

Buraya kadar, Demokratik Cumhuriyet’i sadece Türk sosyalistlerine değil, Kürt Ulusal

hareketine de önerdiğimiz ve bunu yıllardır yaptığımız yeterince kanıtlanmış olsa gerektir.

Şimdi, Vatan Partisi programının bir Demokratik Cumhuriyet programı olduğunu göstermek

gerekiyor. Ama bundan önce, Demokratik Cumhuriyet’in ne olduğunu bilmek gerekiyor.

Çünkü sanılanın aksine Türkiye Solu Demokratik Cumhuriyet’in ne olduğunu da bilmez.

Demokratik Cumhuriyet, dünyada son derece nadir bulunan bir şeydir. Çünkü

Demokrasiler Cumhuriyet değildir, Cumhuriyetler de demokrasi. Hele adında Demokratik ve

Cumhuriyet sözleri bulunan veya bulunmuş rejimlerin hiç birinin Demokratik Cumhuriyet ile

uzak veya yakın bir ilgisi olmamıştır ve yoktur.

Engels, Erfurt Programı’nın Eleştirisinde, (1891 SOSYAL-DEMOKRAT PROGRAM

TASARISININ ELEŞTİRİSİ) Demokratik Cumhuriyet’e örnek olarak sadece iki ülke

gösterebilir: ABD ve 1792-98 arası Birinci Fransız Cumhuriyeti. Aynen şöyle yazar:

“Demek ki, tek bir cumhuriyet. Ama, 1798'de kurulmuş olan imparatorluğun imparatorsuz

şekli olan bugünün Fransız Cumhuriyeti anlamında değil. 1792'den 1798'e kadar her Fransız

ili, her belediye, Amerikan modeline uygun olarak kendi tam özerk yönetimine sahip bulundu,

bize de böyle bir şey gerek. Böyle bir özerklik nasıl örgütlendirilebilir ve bürokrasisiz nasıl

edilebilir, Amerika ve Birinci Fransız Cumhuriyeti, bunun nasıl olacağını bize gösterdi;

Avustralya, Kanada ve öteki İngiliz kolonileri de bugün bize bunu göstermektedirler. Böyle

bir eyalet ve belediye özerkliği, örneğin kantonun konfederasyona göre pek bağımsız

bulunduğu, ama bu bağımsızlığın, ilçeye (Bezirk) ve belediyeye karşı da olabildiği İsviçre

federalizminden çok daha özgürdür. Kanton hükümetleri, ilçe mülki amirlerini

(Bezirkesstatthalter) ve valileri tayin ederler; oysa İngilizce konuşulan ülkelerde böyle bir şey

yoktur, ve biz de, gelecekte, bunlardan, Prusyalı il ve hükümet müşavirlerinden olduğu gibi

(Londrat ve Regierungsrat) kendimizi kurtarmalıyız.”

Engels, bir de Avustralya ve Kanada’yı gösterir. İngiltere’yi bile gösteremez çünkü İngiltere

Demokratiktir ama Krallıktır. Bu gün bile Avrupa’nın kuzeyindeki bütün demokratik ülkeler

krallıktır, cumhuriyet değildir. Cumhuriyetlerde ise demokrasi yoktur. Ama sadece bu da

yetmez. Engels, komünlerin özgür birliğinden söz ediyor. Örneğin bu günkü Fransa bile

hala güçlü merkezi devlete sahiptir.

Demokratik Cumhuriyet, bu yerel özerkliğin ve gönüllü birliğin somut biçimi olduğundan

aynı zamanda ulusal sorunun da çözümünü otomatik olarak içerir. Bu noktaya Lenin,

Devlet ve İhtilal’de açık olarak vurgu yapar. Aynı yeri alıntılar ve aynen şöyle yazar:

“Ama bu demokratik merkeziyetçiliği, Engels, hiçbir zaman, burjuva ve aralarında

anarşistlerin de bulunduğu küçük-burjuva ideologların ona verdikleri bürokratik anlamda

anlamaz. Engels bakımından, merkeziyetçilik, "komünler" ve bölgelerin devlet birliğini

tamamen kendi istekleriyle savunmaları koşuluyla, her tür bürokratizm ve her tür yukardan

"buyurma"yı söz götürmez biçimde ortadan kaldıran geniş bir yerel yönetsel özerkliliği hiç mi

hiç dıştalamaz.

Page 45: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

45

Devlet üzerine, marksist bir programın temelinde bulunması gereken görüşlerini geliştirerek,

"... O halde, merkezci cumhuriyet" diye yazar Engels. "Ama, 1798'de kurulmuş, imparatorsuz

imparatorluktan başka bir şey olmayan bugünkü Fransız cumhuriyeti anlamında değil.

1792'den 1798'e dek, her Fransız ili, her komün (Gemeinde), Amerikan örneğine göre, tam

yönetsel özerkliliğine sahipti. Bizim de tıpatıp sahip olmamız gereken şey, budur. Bu

özerkliliğin nasıl örgütleneceğini ve bürokrasiden nasıl vazgeçilebileceğini, Amerika ve

birinci Fransız cumhuriyeti bize göstermiş bulunuyor; ve bugün de, Avustralya, Kanada ve

öteki İngiliz sömürgeleri bize aynı şeyi gösterir. Böylesine bir bölgesel ve komünal özerklilik,

örneğin Kanton'un Bund (yani konfederal devletin tümü -L.) karşısında, ama aynı zamanda il

(Bezirk) ve komün karşısında da, gerçekten çok bağımsız bulunduğu İsviçre federalizminden

çok daha fazla özgürlük kaldırır. Kantonal hükümetler, illerin genel yöneticilerini

(Bezirksstatthalter) ve valilerini atarlar; bu yöntem İngilizce konuşulan ülkelerde hiç

bilinmez, ve biz de, gelecekte, Prusyalı Landrate ve Regierungsräte'lerden (komiserler,

yönetim çevresinin polis şefleri, yöneticiler ve genel olarak yukarıdan atanan memurlar -L.)

kurtulmakta ne kadar kararlıysak, (sayfa 98) bu yöntemden kurtulmakta da o kadar kararlı

olmalıyız." Bundan dolayı, Engels, programın özerklilikle ilgili maddesinin şöyle formüle

edilmesini önerir: "il, ilçe ve bucaklarda genel oyla seçilmiş memurlar aracıyla, tam özerk

yönetim. Devlet tarafından atanmış bütün, yerel ve bölgesel otoritelerin ortadan

kaldırılması."

Kerenski ve öteki "sosyalist" bakanlar hükümeti tarafından yasaklanan Pravda'da (28 Mayıs

1917 tarihli 68. sayısında), bizim sözde devrimci bir sözde demokrasinin sözde sosyalist

temsilcilerinin bu noktada —tabii yalnızca bu noktada değil, nerde o günler—

demokratizm'den göze batar bir biçimde ayrıldıklarını göstermek fırsatını daha önce

bulmuştum. "Koalisyon"larıyla emperyalist burjuvaziye bağlanmış bulunan adamların, bu

söylenenlere sağır kalmalarında anlaşılmayacak bir şey yoktur.

Engels'in özellikle küçük-burjuva demokratları arasında çok yaygın bulunan bir önyargıyı,

olaylara dayanarak, yetkin bir belginlikle çürüttüğünü belirtmek büyük bir önem taşır. Bu

önyargıya göre, federatif bir cumhuriyet, merkezi bir cumhuriyetten daha çok özgürlük içerir.

Bu, yanlıştır. Engels tarafından sözkonusu edilen, 1792-1798 merkezi Fransız cumhuriyeti ve

federatif İsviçre cumhuriyeti ile ilgili olgular, bu savı çürütür. Gerçekten de demokratik

merkezi cumhuriyet, federatif cumhuriyetten daha çok özgürlük saklıyordu. Başka bir deyişle,

tarihin gördüğü azami yerel, bölgesel vb. özgürlükler, federatif cumhuriyet tarafından değil,

merkezi cumhuriyet tarafından sağlanmıştır.

Partimiz, tüm federatif ve merkezi cumhuriyet sorunuyla yerel, yönetsel özerklilik sorununa

olduğu gibi, bu olguya da, propaganda ve ajitasyonunda yeterince dikkat göstermemiş ve

gene de göstermemektedir.” (Lenin, Devlet ve Devrim )

Şimdi açın Vatan partisi Programı’nı, Engels’in talebinin adeta kelimesi kelimesine orada

bulunduğu görülür: Engels’in önerdiği formülü tekrar hatırlayalım.

"il, ilçe ve bucaklarda genel oyla seçilmiş memurlar aracıyla, tam özerk yönetim. Devlet

tarafından atanmış bütün, yerel ve bölgesel otoritelerin ortadan kaldırılması."

Page 46: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

46

Vatan partisi Programı’nda aynı talep:

”20- Çok eski zamandan kalma VALİ, KAYMAKAM, NAHİYE MÜDÜRÜ gibi saltanat

makamları kaldırılacak. Yerlerine, batı demokrasilerindeki gibi ve ya muhtarlarımız

gibi, halk tarafından seçilmiş mahelli idareciler geçecek; mahalli polis o seçme

idarecilerin emrine verilecek”

Görüldüğü gibi, Vatan partisi Programı’nda aynı talep, Mahalli Polis’in de tıpkı Amerika’da

olduğu gibi o mahalli idarecilerin elinde olması gibi bir taleple en can alıcı noktasında daha da

netleştirilerek ifade edilmektedir. Tabii sadece bu değil, diğer talepler bütünlüğü ile birlikte,

oluşturulan Demokratik Cumhuriyet, ya da Vatan Partisi Programı’nda denildiği gibi, “Ucuz

Devlet” ulusal baskı olanağını ortadan kaldırır. Bu nedenle Lenin sık sık, “Ulusal sorunun

demokratik olmayan bir yoldan çözümünün olanaksız kılındığı bir demokrasi”den bahseder.

Yani diğer ifadeyle Demokratik Cumhuriyet’ten.

O halde, formülü şöyle de ifade edebiliriz: “Demokratik Cumhuriyet” eşittir “ayrılma

sorununun demokratik olmayan bir yoldan çözüme bağlanmasının olanaksızlığı” o da eşittir

“Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı”dır.

Burada önemli olan, merkezi birliğin, Lenin’de vurguladığı gibi, komünlerin gönüllü özgür

birliği ile sağlanmasıdır. En geniş özerklik ve merkezi bir cumhuriyet birbiriyle

çelişmemekte, birbirini tamamlamaktadır. Yine Lenin’den Engels’i yorumlayan uzun bir

alıntı ile, Ulusal sorun ile Demokratik Cumhuriyet arasındaki bağı görelim:

“Engels, devlet biçimleriyle ilgilenmeyi yararsız bulmak şöyle dursun, tersine, üzerinde

durulan geçici biçimin hareket ve varış noktalarını, her belirli durum içinde, bu durumun

tarihsel ve somut özelliklerine göre belirlemek için, geçici biçimleri (sayfa 96) büyük bir

özenle çözümlemeye çalışır.

Engels de, tıpkı Marks gibi, proletarya ve proleter devrim açısından, demokratik

merkeziyetçiliği, bir ve bölünmez cumhuriyeti savunur. Federatif cumhuriyeti, ya bir istisna

ve gelişmeye bir engel olarak, ya da monarşiden merkezileştirilmiş cumhuriyete bir geçiş

olarak, ama bazı koşullarda bir "ilerleme" olarak düşünür. Ve bu özel koşullar arasında,

ulusal soruna ilk planda yer verir.

Marks'ta olduğu gibi Engels'te de, her ikisi de küçük devletlerin gerici niteliğini ve bazı somut

durumlarda bu gerici niteliği gizlemek için ulusal sorundan yararlanılmasını amansızca

eleştirmiş olmalarına karşın, yapıtlarının hiçbir yerinde, bir istek belirtisi halinde de olsa,

ulusal sorunun öneminin küçümsendiği, geçiştirildiği görülmez; oysa Hollandalı ve Polonyalı

Marksistler, "kendi" küçük devletlerinin dar burjuva milliyetçiliğine karşı son derece haklı

savaşımdan hareketle, çoğu kez ulusal sorunun önemini küçümseme, onu geçiştirme hatasını

işliyorlar.

Hatta, coğrafi koşulların, dil birliğinin ve yüzlerce yıllık tarihin, ülkenin küçük parçalara

bölünmesiyle ilgili olarak ulusal soruna "son vermesi" gerekir gibi görünen İngiltere'de bile,

Engels, ulusal sorunun henüz bir sonuca bağlanmamış olması açık gerçeğini hesaba katar; ve

bu yüzden, federal cumhuriyeti bir "ilerleme" olarak düşünür. Kuşkusuz, bunda ne federal

cumhuriyetin kusurlarını eleştirmekten, ne de birliği, demokratik ve merkeziyetçi cumhuriyet

yararına propaganda ve kararlı savaşımdan bir vazgeçme belirtisi vardır.

Page 47: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

47

Ama bu demokratik merkeziyetçiliği, Engels, hiçbir zaman, burjuva ve aralarında

anarşistlerin (sayfa 97) de bulunduğu küçük-burjuva ideologların ona verdikleri bürokratik

anlamda anlamaz. Engels bakımından, merkeziyetçilik, "komünler" ve bölgelerin devlet

birliğini tamamen kendi istekleriyle savunmaları koşuluyla, her tür bürokratizm ve her tür

yukardan "buyurma"yı söz götürmez biçimde ortadan kaldıran geniş bir yerel yönetsel

özerkliliği hiç mi hiç dıştalamaz.”

Bütün bunlar bize şunu gösterir, Türkiye’de ulusal sorunun sosyalistler arasında yanlış

koyulup tartışıldığını, bir ulus olmaya bağlı olarak tartışıldığını, aslında sorunun bir

demokratik cumhuriyet sorunu olduğu, ayrılmanın ulus olmakla ilgisi olmadığı,

demokratik cumhuriyetin, köylerin, mahalli birimlerin özgür komünlerin birliği olduğu.

Bu takdirde, her hangi bir ulusun, ayrılmak için ayrı bir ulus olduğunu kanıtlamasına da gerek

yoktur. Ayrılmak isteyen ayrılır. Birliği zorlayan ekonomik ve kültürel gerekliliklerdir.

Ulusal sorunun çözümüne somut programatik klasik Marksist yaklaşımlardır bunlar. Ve

ilginçtir, bu yaklaşımlar aynen sadece Vatan partisi Programı’nda vardır. Sadece Kıvılcımlı

tarafından savunulmuştur. Daha sonra da adeta sadece bizim tarafımızdan, bu yazı boyunca

yapılmış alıntılarda kolayca görülebileceği gibi.

Peki niçin, Türkiye’nin onlarca sosyalist akımında bu sorun böyle koyulup programatik

ifadelerine kavuşturulmamıştır. İki nedenle. Birincisi, küçük burjuva radikal hareketlerin

program nosyonu yoktur. Onlar burjuva ufkunun içindedirler ve radikalizmlerini keskin

ilkelerle ya da keskin mücadele biçimleriyle ifade ederler. Somut talepleri olmaz. Olsa olsa

kimlik belirten sloganları olur. İkincisi, Burjuva sosyalizmi ise, hem yöntemsel olarak bu

diyalektiği anlama yeteneğinde değildir; hem de genellikle, Çin ya da Sovyet yanlısı

partilerden oluştuğu için, onların kafasında Demokratik Cumhuriyetin böyle bir biçimi yer

alamaz. Çünkü örnek aldıkları devletler en küçük bir mahalli özerklik bir yana seçilmiş

organlardan bile yoksundurlar. Sadece Kıvılcımlı, tıpkı Tarih Tezi’nde olduğu gibi,

program sorununda da kaynağa dönerek, bir istisna oluşturmaktadır.

Türk solundaki aynı eğilim Kürt hareketinde de görülür. Ama Kürt hareketinde, sorunun bu

tarz koyulmamasının nedeni, Kürt burjuvazisinin eğilimleriyle de ilgilidir. Kürt burjuvazisi,

Demokratik Cumhuriyet’i hedef yapsa, bu talep yarın kendisine karşı çalışabilir. Bu nedenle,

devletin biçimini tartışma konusu yapmaz, ayrılıp ayrı devlet kurmayı sorun yapar. Bu ise,

Kürt hareketini, ezen ulusun demokratik bir cumhuriyetten çıkarlı ezilen sınıflarını

kazanmasını engeller.

Böylece her iki taraftan da, yani bir yandan Türk sosyalistlerinin diğer yandan Kürt

hareketinin Demokratik Cumhuriyeti bir programatik hedef olarak koymaması, bütün halk

muhalefetini perspektifsizliğe sürükler, bütün enerjiler yok olur gider. Birbirini tamamlayacak

güçler birbirinin karşısına geçer. Veya en azından birbirine karşı olarak kullanılır. İşte Kürt

Hareketinin Demokratik Cumhuriyet programı ilk kez bu fasit daireden çıkma olanağı

sunmaktadır. Bir rastlantı değildir, en büyük Kürt milliyetçilerinin ve Kürt burjuvalarının yeni

çizginin karşısında yer almaları.

Page 48: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

48

*

Ama Demokratik Cumhuriyet sadece ulusal soruna bir cevap değildir. Onun hiç

anlaşılmamış diğer bir yanı da onun aynı zamanda Proletarya Diktatörlüğünün özgül bir

biçimi olduğudur.

Engels aynı yazıda aynen şöyle yazar:

"Partimizin ve işçi sınıfının, egemenliğe ancak demokratik bir cumhuriyet biçimi altında

ulaşabileceği son derece açık bir şeydir. Demokratik cumhuriyet, büyük Fransız Devriminin

daha önce göstermiş olduğu gibi, proletarya diktatoryasının da özgül biçimidir..."

Burada “Demokratik Cumhuriyet de neymiş, biz Sosyalist Cumhuriyet’ten yanayız”

diyenlerin tüylerini diken diken edecek bir önerme ile karşı karşıyayız: Demokratik

Cumhuriyet sadece ulusal sorunu halletmez aynı zamanda Proletarya Diktatörlüğü’nün özgül

bir biçimidir.

Proletarya diktatörlüğünü, diktatörce bir yöntem olarak anlayanlar veya onu sadece bir şiddet

olarak anlayanların anlayamayacağı bir önermedir bu. Ama Marksizm’in özündeki temel

mantığı kavrayanlar için bunda anlaşılamayacak bir şey yoktur.

Proletarya Diktatörlüğü, ezilen çoğunluğun, ezen azınlığa karşı kullanacağı devlet aracının

adıdır.

Marks, Proletaryanın, eski devlet cihazını aynen alıp sınıfsız topluma gidişte

kullanamayacağını, onu parçalamak zorunda olduğunu yazmıştı.

Niçin kullanamaz?

Çünkü ezen sınıflar daima küçük bir azınlıktırlar. Onların bu güçsüzlüğünü dengeleyecek ve

büyük ezilen kitleyi baskı altında tutmaya yarayacak bir cihaz gerekir. Bu cihaz ister istemez,

bu işlevinden dolayı bürokratik, askerci ve kırtasiyeci olmak zorundadır. En seçimlere

dayanan biçimlerinde bile bağımsızlaşma eğilimleri göstermelidir. Bu da yapısı gereği bir

çoğunluğun aracı olamaz, çoğunluk açısından o devletin bağımsızlaşma, kırtasiyecileşme,

militerleşme eğilimleriyle mücadele esas sorundur.

Peki Paris Komünü tipi devlet dediğimiz Proletarya Diktatörlüğü’nün özelliği nedir?

Çoğunluğun emrinde olacak, ondan bağımsızlaşamayacak, bürokratik olmayan bir

mekanizma. Bunun nasıl bir şey olacağını Paris Komünü göstermişti. Memurların seçimi,

yasamanın yürütme yetkisini de kullanması, seçilenlerin gerektiğinde seçtiklerini geri alıp

değiştirebilmesi ve seçilenlerin ortalama bir işçiden fazla maaş almaması vs..

Bütün bu özellikler sadece Proletaryanın çoğunlukta olduğu bir devrimin değil, ezilenlerin

çoğunlukta olduğu her devrimin de oluşturduğu bir devlet cihazını tanımlarlar. Bu nedenle,

feodaliteye karşı ulusun ezici çoğunluğunun diktatörlüğü olan Fransız Devrimi sonucu ortaya

çıkan Demokratik Cumhuriyet, Proletarya Diktatörlüğünün aynı zamanda özgül bir biçimidir

de. Sadece o dönemde proletarya bir sınıf olarak ortada görülmediğinden bir proletarya

diktatörlüğü olmamıştır.

*

Page 49: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

49

Bu noktada, Demokratik Cumhuriyet’in cebirsel karakteri sorunuyla karşı karşıya

kalıyoruz.

Yani Demokratik cumhuriyet talebi, bürokratik, baskıcı, militarist olmayan; devletin kendisini

seçenlerden bağımsızlaşamayacağı ve ezilen çoğunluğa karşı kullanmaya el vermeyeceği

biçimleri somut değişiklikleri içeren bir biçimdir; bir cebirsel formüldür.

Ama bu cebirsel formülde sosyalizme mi gidileceği veya kapitalizmde mi kalınacağı,

bütünüyle sınıfların bilinci, ağırlıkları, programları, gelenekleri ve başka tarihsel koşullarca

belirlenmektedir. Yani demokratik Cumhuriyet pek ala ideal bur burjuva cumhuriyetin biçimi

olabileceği gibi, sınıfsız topluma giden proletarya diktatörlüğünün de bir biçimi olabilir. Ya

da tersinden söyleyelim, Proletarya diktatörlüğü de, proleterlerin sosyalizmi kurmak

istememeleri halinde, pek ala bir kapitalizme ideal koşulları sağlayan bir demokrasi olarak iş

görebilir. Proletarya Diktatörlüğü’nden diktatörce bir yönetim değil de Paris Komünü’nün

devlet cihazının taşıması gereken özelliklerini anlıyorsak. Bu Paris Komünü Tipi Devlette pek

ala burjuvazinin partileri nüfusun büyük çoğunluğunun oylarını alıp veya bizzat işçi partileri

sosyalizme geçmek istemeyip, kapitalist ilişkileri sürdürebilirler. Pek ala sınıfsız topluma

gitmek için gerekli tedbirleri öneren partiler azınlıkta kalabilirler.

Yani, Demokratik Cumhuriyet sadece, proletaryanın iktidarına giden en kısa yol değildir

aynı zamanda, bu iktidarın bir biçimidir de. Bu nedenle de Sosyalist Partiler tarafından

İşçi Sınıfının, ezilenlerin iktidar biçimi olarak savunulmalıdır.

Peki, proletarya diktatörlüğü, dolayısıyla onun özgül bir biçimi olan Demokratik Cumhuriyet,

böyle baskıcı, bürokratik olmazsa, bu aynı zamanda bir “Ucuz Devlet” demektir. Bu nedenle,

proletaryanın kendi amacı Ucuz Devlet değil, devletsiz bir toplum olmakla birlikte, “ucuz

devleti” de gerçekleştirmiş olur. Bürokratik, militer ve baskıcı olmayan bir devlet cihazı

aynı zamanda bir “Ucuz Devlet” olur.

Ve Ucuz Devlet, aynı zamanda toplumsal hasılanın üretici olmayan tüketime ayrılan

kısmının azalması, bunların yeniden üretimin büyütülmesine veya iş gücünün sosyal ve

yaşam koşullarının iyileştirilmesine ayrılması anlamına gelir. Yani Demokratik

Cumhuriyet ve Refah arasında ayrılmaz bir ilişki vardır. Geri ülkelerin kalkınması için

kaynak bulması bakımından hayati önemdedir Demokratik Cumhuriyet ya da Ucuz Devlet.

Ama Ucuz Devlet ile üretim ve refahı arttırmak için kaynak bulma sorunu arasındaki ilişki,

burjuva sosyalist partilerce kasıtlı olarak unutturulmuştur, çünkü, doğu Avrupa’daki

bürokratik iktidarların, o pahalı devletlerin varlığını da sorguluyordu bu.

Bürokrasinin çıkarlarını korumanın ideolojik ve ekonomi teorilerine yansıyan bir yanıdır bu.

Bürokrasi, üretici olmayan tüketim ile üretici tüketim arasındaki farkı sistematik olarak

örtmeye çalışmıştır. Devlet, askeri, kırtasiye, bürokrasi harcamaları esas olarak üretici

olmayan tüketimdir. Bu sistematik olarak “Bilim İşçileri” denen, doğu Avrupa

bürokrasilerinin teorisyenlerince örtülmüş ve gizlenmiştir. Bunlardan esinlenen veya temel

teorik gıdası bunlardan çevrilen kitaplar olan Türk ve Kürt sosyalistleri, ekonomik

bağımsızlık, kaynaklar ve Demokratik Cumhuriyet arasındaki ilişkiyi, ve böylece ezilenlerin

Page 50: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

50

refah özlemleri ile bu günkü bürokratik ve pahalı devletin ilişkisini koyarak

memnuniyetsizliğin devlet cihazına yönelmesinin de önünde bir engel olmuşlardır. Hatta

onlar, gerçek tartışmayı bu alana çekecek yerde, iktisadi devlet teşekküllerini savunmak gibi

bir pozisyona da kayarak kendilerinin konumunu zayıflatmışlardır sürekli olarak.

Burada Vatan Partisi Programı ve Hikmet Kıvılcımlı tek istisna olarak ortaya çıkar. O

kalkınma için temel iki kaynak sayar: Ucuz devlet ve Şuurlu Ticaret. Bu kaynaklar bu gün

de geçerliliğini korumaktadır. Bu memurlar ordusu, milyonluk ordu, silahlar olduğu sürece

emperyalizme bağımlılık ve borç çemberi devam edecektir. Burada suçlanması gereken IMF

değil, ülkeyi IMF’ye muhtaç eden güçlü devlettir.

O halde, Demokratik Cumhuriyet sadece ulusların kaderini tayin hakkı sorunun çözmez;

sadece sınıfsız topluma da gidebilecek ezilenlerin aracı olacak bir cihaz olmakla kalmaz aynı

zamanda gerilikten ve yoksulluktan kurtulmak için de şarttır.

Üretimin geliştirilmesi, kaynakların üretici olmayan tüketimden üretici tüketime aktarılması

dolayısıyla üretimin ve toplam zenginliğin ve refahın geliştirilmesi için de temel kaynaktır.

Yani, sosyalistler, ezilenlere IMF gibi soyut parolalar değil, somut ekonomik sıkıntıları

bağlamında da Demokratik Cumhuriyet programını ortaya koymakla yükümlüdürler.

Halbuki, bu günkü duruma baktığımızda tam tersini görürüz, sosyalistler Demokratik

Cumhuriyet’i ihanet olarak tanımlıyor, reddediyor ve Globalizme, IMF’ye karşı sloganlarla

oyalanıyorlar. Bu da tamı tamına onların Genel Kurmay’ın basit bir aracı olmalarıyla

sonuçlanıyor.

Böylece Şu eşitliğe varırız:

Demokratik Cumhuriyet = Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı = Proletarya

Diktatörlüğünün Özgül Bir biçimi = Ucuz Devlet = Vatan partisi Programı= Refah ve

kalkınma için kaynak = Emperyalizme bağımlılığın azalması.

Böylece Vatan partisi Programı’nın Ucuz Devlet başlığının aynı zamanda Demokratik

Cumhuriyet’i ifade ettiği sonucuna ulaşıyoruz. Bu nedenle, 70’li yılların sonundaki

yazılarımızda, daha sonra Demokratik Cumhuriyet biçiminde ifade edeceklerimizi, Vatan

partisi Programı olarak ifade ederken bir ve aynı şeyi ifade ettiğimiz açıktır.

Vatan partisi Programı’nın Ucuz Devlet dediği, Demokratik Cumhuriyet gibi, aynı zamanda

bir Proletarya Diktatörlüğü programıdır. Paris Komünü Tipi Devletin bütün özellikleri onda

somut talepler olarak yerli bir biçimde formüle edilmektedir. En önemlilerini görelim.

Yasamanın icra yetkisini kullanması:

“5- B.M. MECLİSİ icra yetkisini de doğrudan doğruya kullanabilecek. Anketler meclyis

kürsüsünde kalmayıp, vaka yerinde bilfiil yapılacak. (...)

Memurların Seçimi:

“9- HAKİMLER anayasamızın söylediği gibi cidden “millet namına icrayi kaza”

edebilmek için, millet tarafından seçilecekler. Asker, sivil adalet ikiliği kalkacak.”

Page 51: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

51

“13- JÜRİ usulü bütün mahkemelere sokulacak. (...)

Geri Çağırma:

“4- (...) Her mepus, 100 köyle şahsan muhabere ve temas edip, seçmenlerine sık sık

hesap vermeye gidecek. Veremezse, Cemiyetler kanunu 18. maddesi nisabı ile geri

çağrılabilecek. Partisinden çekilen, mebusluktan da çekilecek.”

İşte bunlar sadece bazı örnekler: Son derece yumuşak ifadelerle, somut olarak bir Proletarya

Diktatörlüğü’nün Özgül biçimi, bir Demokratik Cumhuriyet taslağıdır Vatan partisi

Programı’nın Ucuz Devlet bölümü. Ve bu Proletarya’nın sınıfsız topluma gidişinin de aracı

olabilecek devlet cihazını somut olarak taslaklaştıran program Türkiye’de Ağır Cezada beraat

etmiştir. Türkiye’de proletarya Diktatörlüğü’nü somut talepler olarak savunmak, beraat

etmiştir. Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkını fiilen gerçekleştiren bir Demokratik

Cumhuriyet; bir Proletarya Diktatörlüğü beraat etmiştir.

Sorun keskin laf değil, somut yapılacak işler planıdır. Kıvılcımlı’nın aksine, Türk

Sosyalistleri ise ilke bildirimi olarak Proletarya Diktatörlüğü yazar, ama somut taleplere

gelince 141’lerle oyalanır. Ortada birbirine zıt iki stil, iki yaklaşım vardır.

Kıvılcımlı, ister Eyüp Sultan camiinin bahçesinde, oraya gelmiş yoksul işçilere konuşsun ve

orada İslamiyet’in Ergin Halifeler devrimden örneklerle anlatsın; ister 27 Mayıs’tan sonra

mektuplar yazsın, İster Anayasa taslakları yapsın. Hepsinde anlattığı ve savunduğu, Vatan

Partisi Programı’nda ifadesini bulan, Demokratik Cumhuriyet veya Paris Komünü Tipi

Devletten başka bir şey değildir. Aslında son derece doğru ve radikal bir programın son

derece taktik esneklikle bir savunuluşu vardır. Tüm Türk solu ise tersine davranır, programda

geriye gider veya programsızdır, taktik esnekliği ise sosyalizme ihanet olarak görür. Aslında

birbirine tamamen zıt iki anlayış, iki zıt stil bulunmaktadır. Kürt hareketinin çizgisinin

anlaşılmamasının bir nedeni de budur. Kürt hareketi de Kıvılcımlı’nınkine benzer özellikler

taşımaktadır, bu nedenle Türk solu Kıvılcımlı’yı anlamadığı gibi Kürt hareketini de anlama

yeteneği gösterememektedir. Ve bir rastlantı değildir Kıvılcımlı ile Kürt hareketi arsında son

dönemlerde giderek belirginleşen paralellikler. Ve Türk Solu Kürt hareketinden uzaklaştıkça

Kürt Hareketinin Kıvılcımlı’ya yaklaşması.

Dolayısıyla Demokratik Cumhuriyet sorunu veya doğru bir program sorunu, aynı zamanda,

Türk solunun kendisini kakırdatan gelenekleri, stili ile bir kopuşma sorunudur da.

Programın bu özelliklerini elbette Mihri Belli gibi, “Proletarya Diktatörlüğü Pahalı devlettir,

Ucuz devlet liberal burjuvazinin bir talebidir” diyenler hiç bir zaman anlayamamışlardır ve

anlayamazlar.

*

Alman sosyal Demokrat Partisi de Demokratik Cumhuriyet sloganıyla savaşmıştı. Rus Sosyal

Demokrat İşçi Partisi, Ekim Devrimine kadar Demokratik Cumhuriyet programıyla

savaşmıştı. Ama bu gün bunlar sanki yokmuş gibi, bütün Türk solu Demokratik Cumhuriyet’e

karşı çıkıyor

Page 52: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

52

Peki Demokratik Cumhuriyet böyle iken, niçin onlarca yıl Türkiye’de solun ne genel bir

slogan olarak, ne de Vatan partisi Programı’nda olduğu gibi, somut talepler halinde programı

olmamıştır. Burada işçi hareketinin tarihsel trajedisine geliriz.

Ekim Devrimi’nin yozlaşması ve bürokratik bir kastın iktidarı eline alması, Demokratik

Cumhuriyet sloganının ve programının da sonunu getirmiştir. Bu güzel geleneklerin

unutulmasına yol açmıştır. Hiç bir “sosyalist” ülke, burada anlatılan demokratik cumhuriyet

ölçülerine uymuyordu. Ezilenlerin hareketleri böyle bir programla silahlanmadıkları için aynı

zamanda bunların başarıları, bürokratik kastların iktidara gelmelerine yol açıyordu.

Demokratik kavramı, siyasi anlamını yitirmiş ve tarihsel olarak burjuva demokratik görevler

anlamıyla özdeşleşmişti. Çünkü böyle bir anlam o bürokratik diktatörlüklerin anti demokratik

karakterlerini gözlerden gizlemeye de yarıyordu.

Böylece uzun yıllar içinde, Demokratik Cumhuriyet, hem ulusal sorunu çözen; hem de

sınıfsız topluma gidişin aracı olabilecek bir Demokratik Cumhuriyet kavramı, bir cebirsel

formül olarak bu program, sonraki kuşaklarca unutuldu gitti. Bu otantik kaynaklar sadece

Kıvılcımlı gibilerin eserlerinde yaşadı, bize oralardan geçti ve Türkiye Sosyalist hareketi

içinde Marksizm’in kaynaklarına dayanan bu geleneği sürdürmemizi sağladı. Şimdi Kürt

hareketinin, bütün bu teorik arka plan olmadan, el yordamıyla bu unutulmuş parola ve

programı keşfetmesi neredeyse bir mucizedir.

(İkinci Bölüm)

Dünya Çapında Bir Program Bağlamında Demokratik Cumhuriyet

Buraya kadar, klasik, bürokratik iktidarların yozlaştırmalarına ve unutulmalara uğramamış,

otantik bir Marksizm açısından Demokratik Cumhuriyet programını ele aldık.

Açıktır ki, bu bağlamda Demokratik Cumhuriyet Marksistlerce savunulması gereken, akideye

uygun bir programdır. Ama burada, o klasik dönem Marksizm’i ve Marksistlerinin,

Demokratik Cumhuriyet’i kendi başına bir hedef olarak almadıkları, onu dünya

proletaryasının zaferine azami bir katkı için, bulundukları ülkede somut bir program

olarak kabullendikleri konusuna henüz girmedik.

Yani o zamanın Marksistleri için Demokratik Cumhuriyet, ülkelerinin kurtuluşu veya

gelişmesi için veya kendi ülkelerinde sosyalizme varmak için, kendi başına bir hedef değil,

“ne yerel ne de ulusal bir sorun” olamayacağı önceden kabul edilmiş “emeğin kurtuluşu”

mücadelesine azami katkı için, bulundukları ülkede yapılması gerekendir.

İşte Türkiye’de olmayan ve tartışılmayan, bu güne kadar tartışıldığına da rastlamadığımız,

Marksizm’in bu unutulmuş yaklaşımıdır.

Biz yazılarımızda, Demokratik Cumhuriyet sorununu, bu klasik metodolojiye uygun olarak,

“Demokratik Cumhuriyet bulunduğumuz savaş cephesinde dünya çapında işçi sınıfının

kurtuluşuna azami katkının bir yolu mudur” sorusu bağlamında tartışmaktayızdır.

Page 53: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

53

Ve bu bağlamda, Demokratik Cumhuriyet aslında oldukça sorunludur. Bizim son yıllardaki

bütün teorik çabamızın esasını da bu sorunların nasıl çözülebileceği oluşturur. Demokratik

cumhuriyet konusunda yazdıklarımızın anlaşılmasını olanaksızlaştıran da bizim bu koyuş

tarzımız ile Türkiye sosyalistlerinin tamamen kendi ülkeleri bağlamında tartışmaları

arasındaki uzlaşmazlık ya da paradigma başkalığıdır. Çünkü yazdıklarımız ve tartıştığımız

konu onların ufku dışına düşmektedir, yazdıklarımızı onlar kendi sorunlarını tartışıyormuşuz

gibi algılamaktadırlar. Bu konuyu biraz daha açıklamayı deneyelim.

İnsan iki farklı bakış açısından sosyalizmi isteyebilir. Ülkesi yoksuldur, geridir,

emperyalizmin veya başka bir ülkenin sömürgesidir, sosyalizm ülkeyi bu durumdan

kurtaracak en etkili yol olarak görülür. Gerçekten de, kara dayanmayan planlı bir ekonomi,

demokratik bir cumhuriyet veya Paris Komünü tipi devletle birlikte geri bir ülkenin bu

gerilikten kurtulması için zengin olanaklar sunar. (Tabii soyut olarak, gerçek güç ilişkilerinde

bu olanaklar uluslararası baskı ve tehdit, ambargo ile hiç kullanılamayabilir.)

Ama bu açıdan sosyalizm istiyorsanız, siz ulusal bir bakış açısından sosyalizm istiyorsunuz

demektir. Türkiye’deki sosyalistlerin neredeyse tamamı böyledir ve Türkiye’deki bütün

sosyalistler bu anlamda ulusalcıdırlar ve bu nedenle enternasyonalizmden zerrece nasiplerini

almamışlardır. Açın her hangi bir sosyalist yayını, “Ülkemiz”, “halkımız” diye konuşurlar hep.

Enternasyonalizm, bu ulusal bakış açısına hizmet ettiği için kabul edilir.

Ama bunun ne Marksizmle, ne de Enternasyonalizmle ilgisi yoktur.

Marksizm veya gerçek enternasyonalizm açısından ise, sizin “ülkenizin” veya “halkınızın”

veya “işçi sınıfınızın” durumunun iyileşmesi, gerilikten kurtulması, yoksulluktan kurtulması

vs. hareket noktanız veya kendi başına bir amaç olamaz.

Çünkü bir Marksist’in açısından, İşçi Sınıfı dünya çapında bir sınıftır, sosyalizme ancak

dünya çapında varılabilir, her hangi bir ülkedeki sosyalistin görevi, dünya çapındaki bu

mücadeleye azami katkıda bulunmaktır. Bu azami katkının alacağı biçim her durumda

değişebilir. Sizin çıkarınıza olan her durumda genelin çıkarına olmayabilir.

Dikkat edin burada sorunun koyuluşu, yani hedef, tamamen tersine dönmektedir, artık kendi

ülkenizdeki insanların refahı ancak bu amaca hizmet ediyorsa savunabileceğiniz veya uğrunda

mücadele edebileceğiniz bir araçtır. Ama sorunu böyle koyduğunuzda, bundan, ülkenizdeki

emekçilerin durumunun iyileşmesi dünyadaki emekçilerin durumunun iyileşmesine

otomatikman hizmet eder sonucu çıkmaz. Bu kaba bir aritmetikle yetinmek demektir. Bu

“herkes kendi evinin önünü süpürürse bütün şehir tertemiz olur” demektir. Halbuki,

enternasyonalizm, bütün uğruna parçayı, yani gereğinde kendini ve ülkeni feda etmek

demektir.

Türkiye solunda hiç bulunmayan anlayış ise tam budur.

Demokratik Cumhuriyet konusu Türkiye solunda bu enternasyonalist bağlamda, yani,

bulundukları savaş alanında, ülkelerinde, Dünya işçilerinin zaferine azami katkının bir

yolu ve biçimi olup olmadığı sorusu çerçevesinde hiç tartışılmamıştır ve tartışılmaz. Bu

bölümde bu tartışmaya girmeyi, deneyeceğiz.

Page 54: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

54

Ama öncelikle, Türkiye sosyalistlerinin sorunu niçin hiç böyle tartışmadığının nedenlerini ele

almak gerekiyor. Çünkü sonunun enternasyonal boyutuyla tartışılmaması ve Demokratik

Cumhuriyet programının reddedilmesi arasında çok derin bir bağ vardır. Bu bağı göstermek,

bu bağı var eden tarihsel koşulları ele almak gerekir.

Nedir bu bağ? Aslında, Türkiye sosyalistleri, radikal demokratlardır. Onları sosyalizme

getiren sorunlar, dünya çapındaki gelişmiş bir kapitalizmin sorunları değil, geriliğin ve

yoksulluğun, baskının yaygın olduğu bir ülkenin problemleridir. Ama bu problemlerin

kendisi, mahiyeti gereği, ulusal bir perspektifle damgalıdırlar ve enternasyonalist sosyalizmle,

yani Marksizmle aralarında kan ve doku uyuşmazlığı vardır.

Peki nasıl olmaktadır ve niçin, aslında bütünüyle ulusalcı bir bakış açısına sahip eğilimler

kendilerine sosyalist demektedirler? Burada sosyalizmin ve yirminci yüzyıldaki dünya

tarihinin başından geçenler önem kazanır.

Ekim devriminin prestiji, Rusya’da başarılan sanayileşme ve kalkınma, dünya politikasında

Rusya’nın ister istemez, Emperyalizmle çatışan ulusal kurtuluş hareketleriyle ittifak yapmak

zorunda oluşu gibi nedenler, kendi geri ülkesinin sorunlarına çözüm arayan aydınlar ve geri

ülkelerin halkları için, sosyalizmin gerilikten kurtuluşun bir yolu olarak kabullenilmesine yol

açtı. Rusya’da Ekim devriminin prestiji üzerine oturmuş bürokratik kastın ideolojisi olan Tek

Ülkede sosyalizmin milliyetçi ideolojisi de, geri ülkelerdeki ulusal demokratların sınıfsal ve

ideolojik konumlarına denk geliyordu. Böylece dünyadaki bütün devrimci demokrasi ya da

radikal demokrasi diyebileceğimiz katmanlar ve eğilimler, kendilerini sosyalist olarak

tanımlamaya başladılar, sosyalizmin saflarına aktılar. Ama sosyalizm diye benimsedikleri ise,

bir bürokratik kastın çıkarlarına uydurulmuş, tahrif edilmiş, bütün devrimci özü boşaltılmış,

bir milliyetçi sosyalizmdi.

Bu milliyetçi sosyalizm, “tek ülkede sosyalizm” diyerek; Enternasyonal’i Rus Devletinin bir

dış politika avadanlığına döndürüyor ve bu anlayış da, geri ülkelerin gerilikten, baskıdan

kurtulmak isteyen demokratların sınıfsal eğilimlerine, yani gerilikten nasıl kurutuluruz

paradigmasına tamı tamına uyan, bu devrimci demokrasi tarafından kolaylıkla

benimsenebilecek bir sosyalizm oluyordu.

Ama demokratlar tarafından bir ideoloji bir kere benimsenince, o ideoloji artık bağımsız

olarak, onu benimseyen demokratların davranışları üzerinde bir karşı etkide de bulunur. Bu

noktadan hareketle bir kere o sosyalizm benimsenince, bu sefer o bürokratik kastın, kendi

üstüne çelik bir çember gibi kapanan, ideolojisi benimseniyor, böylece bu bürokratik kastın

anti demokratik ideolojisi, Marksizm’in bütün demokratik geleneklerini unutturan, doktrini

gereğince, demokrasi ve demokratik cumhuriyet, aslında demokratlar olan ve kendini

Marksist sanan, Stalinizmi Marksizm diye benimsemiş demokratların dilinden ve

programından düşünüyordu. Bunun sonucu radikal demokratların ve demokrasinin ortalıktan

kaybolması oluyordu.

Yani Stalinizm sadece, dünya komünist hareketini tasfiye etmemiştir, Marksizm’in

enternasyonalist boyutunu olmamışa çevirmemiştir, radikal veya devrimci demokrasi

Page 55: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

55

diyebileceğimiz akımı da demokratik geleneklerinden ve programından kopartmıştır,

demokratik hareketi de yok etmiştir.

Demokratlar kendilerine sosyalist demeye başlamış, ama bu sosyalistler, Stalinizmi

sosyalizm olarak kavradıklarından, demokrasinin düşmanı olmuşlardır. En iyi durumda

ona karşı ilgisiz, onu burjuva demokrasisi diye hor gören bir politikanın taraftarları

olmuşlardır. Ama aynı zamanda ulusal sosyalistler oldukları için enternasyonalizmin de

düşmanıdırlar. Bu nedenle, dünyada enternasyonalist proleter politikası gibi, demokratik

küçük burjuva politikası da yok olmuştur.

İşte bu nedenle bütün Stalinistler, yani fiilen dünya sosyalist hareketi, ki hala sosyalizm diye

ortada ne varsa bunlardır, ne enternasyonalisttir ne de demokrat.

Bu kuşak tasfiye olmadan, sosyalizmin bir canlanması beklenemez. Veya ancak bu var olan

sosyalistlerle mücadele içinde tekrar devrimci demokrasi ve enternasyonalizm doğabilir.

Eğer bu gün bu kendini sosyalist zanneden ulusal bakışlı ve sosyalist olduklarını düşündükleri

için demokrat olmayan demokratlar olan sosyalistler, sosyalistlik iddialarından

vazgeçseler, bütün sosyalizm adına bildiklerini unutsalar; sıradan insanların sağduyularıyla

politika yapsalar, Türkiye’de ve Dünyada demokratik güçler şimdi olduklarından yüz kat daha

güçlü olur.

Yani sosyalistler aslında demokratlar oldukları için demokratlar yoktur. Ya da tersinden,

aslında demokratlar kendilerini sosyalist sandıkları için demokratlar yoktur. Stalinizmin en

ağır ve aşılması gereken miraslarından biri de budur.

Eğer Ekim devriminin yozlaşması ve Stalinist ulusal sosyalizmin enternasyonalizmi tasfiyesi

olmasaydı, bu gün kendine sosyalist diyen devrimci demokrasi, muhtemelen sosyalizm

bayrağına daha mesafeli kalırdı. Bu da çok daha sağlıklı olurdu.

Ne demek istediğimizi başka türlü anlatmayı deneyelim.

Şöyle bir var sayımda bulunalım, Ekim Devrimi, bürokratik bir karşı devrim yaşamadan

enternasyonalist ideallerine bağlı olarak varlığını sürdürmeyi başarsa; demokratik, Paris

Komünü tipi bir devlet, bütün emperyalist kuşatmaya rağmen varlığını sürdürse; hatta

Stalinist bürokrasinin korkunç tahribatlarla yaptığından daha büyük ve hızlı bir gelişme

sağlasa bile, böyle bir gelişme, geri ülkelerin devrimci demokrasisinde böylesine bir

sosyalizme akış yaratamıyabilirdi. Çünkü, enternasyonalizm ya da kapitalist bir toplumun

sorunlarını çözme ile; milliyetçi bir sosyalizm, yani geri bir ülkenin sorunlarını çözme

arasında bir doku uyuşmazlığı; bir paradigma değişikliği ve çelişkisi vardır. Böyle bir

Marksizm, Stalinizm kadar ruhlarını titreştirmezdi geri ülke halkları ve aydınlarının. Onlar

bütün politik ve fiili yakınlaşmalara rağmen, mesafeli olurlardı. Bu mesafeli oluş, sadece

geri ülkeler ve onların devrimci demokrasisi açısından değil, enternasyonalist sosyalistler

açısından da olurdu. Böylece geri ülkelerin devrimci demokrasisi ile enternasyonalist

sosyalizm arasında, çok daha sınırları belli, mesafeli ve sağlıklı bir ilişki olurdu.

Bunun nasıl bir ilişki olduğu ve olacağı göz önüne getirilmek isteniyorsa, bizim Kürt ulusal

hareketi ve bunun en radikal ve devrimci demokrat kanadı ile ilişkimiz gibi bir ilişki göz

Page 56: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

56

önüne getirilebilir. Biz Kürt hareketinin nasıl en tavizsiz destekçisi olmamıza rağmen, bizim

klasik Marksizm açısından ve bu Marksizm’in gelişmiş biçimlerinin sorunları bağlamında

yazdıklarımız onların ruhlarında zerrece titreşime yol açmıyor ve belli bir mesafe her zaman

koyuluyor.

Tabii aynı mesafe koyuş bizim açımızdan da var. Yani her iki taraf da, birbirinden farklı

olduğunun bilincindedir, mesafelidir. Ama bu çok daha sağlıklı bir ilişkidir. Böyle bir

ilişkinin şimdi var olması da bir rastlantı değildir. PKK bir bakıma, duvarın yıkılışıyla

Stalinist kabuğunu kırıp, gerçek devrimci demokrasi gibi düşünüp davranmaktadır artık. Bu

Stalinist kabuğu kırış ise, hala o kabukla yaşayanlara sosyalizmin terki gibi görünmektedir.

Stalinizmin kabuklarından bu kurtuluş, elbette ancak yükselen bir demokratik kitle hareketiyle

birleştiği takdirde, burjuvazinin devrimci döneminin ideallerine bir dönüş anlamı kazanabilir.

PKK’da olan tam da budur. Bu kabuklardan kurtuluşun, ideoloji ve politika alanında nasıl bir

açılıp serpilmeye yol açtığı bizzat PKK ve Öcalan’da görülebilir. On sekizinci yüzyılın

devrimci demokrasisi adeta yeniden doğmaktadır. Öcalan’ın savunmaları bu yeniden doğuşun

ve bu kabuklardan kurtulmanın sağladığı serpilişin belgeleridir.

Ancak, bu günkü dünyada, kapitalizmin zafer şartlarında, Stalinizmden kopuş, ortada

Kürdistan’da olduğu gibi bir kitle hareketi ve radikalleşme dalgası yoksa, burjuvaziye tam bir

ideolojik teslimiyete de yol açar. Türkiye’de olan da budur esas olarak. Bu durumda, bir

yanda sosyalizm diyen Stalinist demokratlar, diğer yanda, “gerçekleri gören”, globalleşme

veya kapitalizm hayranlığı yapan liberaller. ÖDP’deki bölünme de bunun bir yansımasıdır.

Kendini sosyalist gören ve aslında Stalinist olan demokratlarla; Stalinizmi reddeden

demokratlığı liberalizm olarak anlayan ve burjuvazinin zafer arabasına takılan demokratlar

arasındaki bir ayrılıktır.

Tabii Stalinizm, Stalin hayranlığı olarak anlaşılırsa bu dediklerimiz anlaşılmaz. Stalinizm

metodolojik temelleri Marksizm’den tamamen farklı ama Marksizm terminolojisi kullanan

milliyetçi bir ideolojidir. Onun sosyalizminin asli niteliği, ulusal sosyalizm olmasıdır.

Bu anlamda açın bakın ÖDP’de kalanlara veya muhaliflere, hepsi ulusal sosyalistlerdir. En

Troçkistleri bile öyledir. Çünkü hiç biri sorunu, bu gün dünya çapında program strateji ne

olmalıdır, bu program ve stratejiye göre bizim burada azami katkı yapmamız için ne

yapmamız gerekmektedir diye koymamaktadırlar.

Toparlarsak, Demokratik Cumhuriyet programı Türk sosyalistlerince hem ülke çapında

reddedilmektedir, hem de dünya çapında görevler bağlamında tartışılmamaktadır. Onlar

tastamam demokrat oldukları için böyledir.

*

Şimdi Türkiye sosyalistlerinin tartışmadığı, ama her Marksist’in tartışmak zorunda

olduğu soruna girelim. Demokratik Cumhuriyet programı veya stratejisi, dünya ölçüsünde

sosyalizm mücadelesine bu savaş cephesinde, yani şu bizim kendini enternasyonalist sosyalist

zanneden Stalinistlerin “ülkemiz” halkımız” “işçi sınıfımız” dediği şeyde, azami katkının bir

biçimi olabilir mi?

Page 57: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

57

Sorunu böyle koyduğumuzda hemen şu soru ortaya çıkar. Peki dünya çapındaki strateji ve

program nedir? Ancak bu belli olursa, yukarıdaki soruya bir cevap verilebilir. O halde

sosyalistlerin dünya çapındaki programı ve stratejisi ne olmalıdır? Bu konuda son yüzyılın

mücadeleleri ve dünya kapitalizmindeki gelişmeler bir değişikliğe yol açmış mıdır?

Açmışsa bunlar nelerdir?

Bu sorular sorulmadan ve bu sorulara cevap verilmeden, Türkiye’de Demokratik

Cumhuriyet program ve stratejisinin dünya sosyalizminin başarısına azami katkının

somut bir biçimi olup olmadığı anlaşılamaz ve tartışılamaz.

*

Bu günkü dünya durumu ve uluslar arası sosyal hareketlerin deneylerinin sonucu bize

evrensel bir program sorununda ne gibi sorunları ortaya koyar?

Birincisi, kapitalizm ile sosyalizm arasında, sadece “Proletarya Diktatörlüğü” biçiminde

siyasi ifadesini bulan bir Geçiş Dönemi değil (Türk sosyalistleri bu “geçiş dönemi” ile yani

“Proletarya Diktatörlüğü” ile “Sosyalizmi” aynı şey zannederler bu nedenle Marksist

Klasikleri de anlamazlar), aynı zamanda kültürel, teknik ve iktisadi bir Geçiş Dönemi

gerekmektedir. Proletarya nasıl, var olan, azınlığın çoğunluk üzerindeki egemenliğini

kurmak işleviyle şekillenmiş burjuvazinin devlet cihazını sınıfsız topluma gidişin bir

aracı olarak kullanamaz ise, sınıflı toplumun ürünü olan maddi uygarlığı da

kullanamaz.

Yani bu otobanlar, otomobiller, kadının ödenmemiş ev emeğine göre şekillenmiş evler;

çocukları ve yaşlıları gettolara kapatan toplumsal örgütlenmeler, binalar, öğretmenler,

giyimler, kuşamlar, hasılı şu etrafımızı kuşatan her şey, binlerce yıllık sınıflı toplumun ve

kapitalizmin ihtiyaçlarına göre şekillenmiş bu uygarlığın maddi ve manevi araçları da sınıfsız

topluma gidişin araçları olarak kullanılamazlar.

Marks-Engels, devlet cihazının bir araç olarak tarafsız olamayacağını görmüşlerdi ama

teknik araçlar onlar için henüz nötral bir anlama sahipti. Onlar bu araçların pek ala sınıfsız bir

toplumun veya ona gidişin de araçları olabileceğini düşünüyorlardı. Halbuki, gerek kadın

hareketi, gerek barış hareketi, gerek ekolojik hareket maddi araçların, tekniğin de tarafsız

olmadığını, tıpkı sınıflı toplumun devlet aracı gibi sınıfsız topluma gidişte

kullanılamayacağını göstermiştir. Bu durumda, Marks ve Engels’in belirttiği kapitalizmle

sosyalizm arasında, proletarya diktatörlüğüne tekabül eden siyasi bir geçiş döneminin yanı

sıra; maddi ve manevi araçların dönüşümüne karşılık düşen bir geçiş döneminin gerekliliği de

ortaya çıkar.

Ama bu aynı zamanda, burjuva uygarlığı karşısında başka bir uygarlık tasarımı demektir.

Marksizmin temel önermesi, üretici güçlerin gelişmelerinin ilişkilerce boğulduğu, bunun bir

devrimci döneme yol açacağı noktasından yola çıkıyordu. Bunun mantıki sonucu, üretim

ilişkilerinin üretici güçlerin gelişiminin önünde bir engel olmasını ortadan kaldırmak olarak

ortaya çıkıyordu. Burada, üretim ilişkilerinin değişimi belirleyici oluyor ve program da bu

anlayışa göre şekilleniyordu.

Page 58: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

58

Ama eğer maddi araçlar tarafsız değilse, artık sorun gelişime engel olan ilişkilerin ortadan

kaldırılması ve yeni ilişkileri taslaklaştırmaktan başka bir şeydir. Artık sorunu üretim

Güçlerinin gelişimini engelleyen ilişkilerin tasfiyesi olarak, dolayısıyla siyasi ve ekonomik

düzlemde bu engellerin ortadan kaldırılması; yani siyasi ve ekonomik taleplerden ibaret bir

program olarak koyamaz ve çözemezsiniz. Sorun bir nehrin önündeki engelleri

kaldırmak değil, onu bambaşka bir mecraya akıtmaktır.

Bu ise, program anlayışında, bir paradigma değişikliği demektir. Yani artık, sadece

üretim ilişkileri ve devlet cihazının nasıl örgütleneceğine ilişkin klasik bir program

anlayışıyla sorun cevaplandırılamaz, başka bir uygarlık tasarımı yapmanız

gerekmektedir. Program, tabii dünya ölçüsündeki programdan bahsediyoruz ve ülke

ölçüsündeki programlar da buna tabi olmak zorundadır, başka bir uygarlık tasarısı olmak

zorundadır.

*

Şimdi, Türkiye sosyalist hareketinde hiç kimsenin böyle bir sorunu sorun yapıp tartıştığını

gördünüz mü? Hayır bulamazsınız.

Dolayısıyla, Türkiye sosyalistlerinin, bırakalım böyle bir başka uygarlık tasarısı programını

bir yana böyle bir sorunları bile olmadığından, bir sosyalist parti kurma, bir sosyalist

programları olma şansı yoktur. Onlar gerçek sorunları ortaya koymaktan ve onlarla

yüzleşmekten korkuyorlar. Onlar kapitalizme ve emperyalizme karşı amentüleri tekrarlayarak

kendilerine cesaret vermeye çalışıyor; korkularını bastırmak için karanlıkta ıslık çalıyorlar.

*

Ama daha bitmedi. Böyle bir başka uygarlık tasavvurunun alacağı siyasi biçim konusunda,

seksenli yıllarda ulus konusundaki muazzam teorik patlamaya dayanarak, biz bunun

programatik sonuçlarını çıkardık ve bunu başka bir uygarlık tasavvuru programıyla, bu

uygarlığın siyasi biçimi olarak formüle ettik.

Marksizm’in bir ulus teorisi yoktu. Bu onun en zayıf yanıydı. Bu zayıf yan nedeniyle, ulusa

karşı sosyalist bir program yoktu. Ulus sorunu sadece demokratik karakterde görülüyor ve

öyle bir çözüm sunuluyordu. Bu tıpkı köylüye toprak dağıtmakla toprak sorunun çözüleceğini

sanmak gibi bir şeydi.

Ama biz, bu programla, sosyalistlere, ulusal sorunun sosyalist çözümünü getiriyorduk. Ulusal

olanla politik olanın çakışması ilkesinin, yani ulusçuluğun ulus anlayışının reddi.

Ulustan olmanın kişinin bir tercih veya vicdan sorunu olması. Üç kişinin bir araya gelip,

tıpkı bir parti, dernek, tarikat, din kurar gibi istediği ulusu kurması, isteyenin tıpkı dinsiz

olduğu gibi ulussuz olması.

Ulusal sorunda “Kopernik devrimi” yapan ve başka bir uygarlık sorununun yanı sıra onun

siyasi biçiminin tanımlanması anlamına gelen bu programatik katkının tartışılması bir yana bu

güne kadar Türkiye Solunda, sorunu böyle koyup tartışan gördünüz mü? Yok, yok, yok. Bu

yoksa sosyalizm de yok.

Page 59: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

59

*

Daha bitmedi. Sorunun bu tarz koyuluşu, aynı zamanda başka bir soruna da çözümdür.

Dünya çapında apartheit sistemine karşı somut ve acil bir programdır.

Ne demektir bu?

Bu günkü dünyada yoksul ülkeler bir bantustana kapatılmış durumdadırlar. Dünya kocaman

bir Güney Afrika durumundadır. Daha da kötüsü, bu ırkçılık, bu apartheit rejimi varlığını ve

rasyonalizasyonunu ulusal devletin dışında başka bir varoluşun olmayacağı şeklindeki yaygın

bir kavrayıştan almaktadır.

Ulusal olanla politik olanın çakışmasını kabul ettiğiniz sürece, her insan gibi, her ulusun

kendi kaderini tayinden kendisinin sorumlu olduğu gibi bir yaklaşım içindesiniz demektir.

Ama tam da budur, bu günkü apartheit sistemini yaratan. İnsanlığın büyük bölümü, tüm da bu

mantıkla başka ulusların yurttaşları, bireyleri oldukları gerekçesiyle, refah adalarının

dışına hapsedilmektedir.

Yani ulusların kaderlerini tayin hakkı, tıpkı her bireyin kanun önünde biçimsel olarak eşit

olması gibidir, herkes kendi yaptığından kendisi sorumludur, her koyun kendi bacağından

asılır anlayışıdır. Sosyalizm ise daha doğarken buna karşı doğmuştur. Sosyalizm özünde bu

biçimsel eşitliğin gerçek bir eşitliğe dönüşmesi, herkesin herkesten sorumlu olması, dünyanın

bir yerindeki yoksulluğun bütün insanların sorunu olması gibi bir noktadan hareket etmiştir.

Ama bu hareket noktasını ulusal alana aktarmamış, orada hala biçimsel bir, bireyler gibi,

ulusların eşitliği kavramıyla yetinmiştir. Ulusların kaderini tayin hakkı aslında artık zıddına

dönmüş, yoksul ulusların yoksulluklarının kendi sorunları olduğu, zenginlerin elbette

onlardan ayrı yaşama hakları olduğu anlamını kazanmıştır.

Diğer bir deyişle Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, dünya çapındaki apartheit sistemine

baktığımızda, artık, ulusal baskıya karşı bir mücadelenin aracı olmaktan büyük ölçüde

çıkmış, zengin ulusların kendi kaderlerini yoksul uluslardan ayırmalarının, onları kendi

kaderleriyle baş başa bırakmalarının; apartheit sisteminin, yeryüzü çapındaki ırkçılığın

ideolojisi ve aracı haline dönmüştür.

Yani bu günkü ırkçı sistem, bu ilke sayesinde, ulusal olanla politik olanın çakışması

gerektiği ilkesinin gizli egemenliği sayesinde meşruiyet bulmakla kalmamakta, ırkçı

niteliğini de gizlemektedir.

Dolayısıyla önerdiğimiz dünya çapındaki programatik çözüm, aynı zamanda bu ırkçı

sistemi de tasfiye edecek bir programdır.

Siz Türkiye solunda hiç kimselerin bu konularda bir programı olduğunu gördünüz mü, böyle

birileri var mıdır? Yoktur. Bırakın böyle bir programı, sorunun böyle koyuluşu, başka veya

yanlış bir cevabın verilişi bile yoktur. Bu yoksa ülke çapında program da olamaz, klasik,

otantik Marksist anlayışa göre tabii. Türkiye sosyalistlerinin ulusal bakış açılı sosyalizmlerine

göre değil.

*

Page 60: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

60

Daha bitmedi. Dünya çapındaki zengin ve yoksul bölünmesi öylesine büyüktür ki artık,

ileri ülkelerin işçileri dünya çapındaki eşitlikçi bir düzene karşıdırlar.

Bütün dünyada zengin ülkelerin ücretlileri, bu gün oldukça yüksek bir tüketim düzeyine

erişmiştir. Onlar açısından artık sadece giyinmek, yemek, barınmak değildir sorun, her hangi

bir süper marketin giyim ve yeme bölümlerinde görülebilecek, yüzlerce peynir içinden

herhangi birini yemek, yüzlerce modelden birini giymek noktasındadır. Yani tüketim

mallarının belli bir bolluğu bulunmaktadır.

İnsanlığın büyük bir bölümü için ise sorun, her hangi bir şey bulabilmek yemek için, herhangi

bir şey bulabilmektir giyinebilmek için. Bu durumda aşılmaz bir sınır ortaya çıkmaktadır.

Eşitlikçi bir düzen her şeyden önce, örneğin var olan yiyecek ve giyeceklerin tüm ihtiyaç

sahipleri arasında eşitçe bölünmesini, ya da en azından belli bir minimumun altına

düşmeyecek şekilde yeniden dağıtılmasını var sayar. Örneğin biz sosyalistler demiyor muyuz,

işsizliğe karşı örneğin, “var olan işlerin çalışan bütün nüfus içinde eşit olarak bölünmesi”, iş

saatlerinin düşürülmesi. Benzerini sosyalist partilerin, batılı işçi sınıflarına önermesi

gerekmez mi? İşte aşılmaz sınır burada ortaya çıkmaktadır. Zengin ülkelerin ücretlileri için,

dünya çapında eşitlikçi bir düzen, onların hayat kalitelerinde düşme anlamına gelir,

onlar dünyadaki insanların da bir parça peynir yemesi için, 500 çeşit peynirden birini seçme

olanağını yitirmek istemeyeceklerdir. Aslında tam da bu 500 çeşit peynirden birini seçme

olanaklarını dünyanın geri kalanındakilerin peynir bulamamasına borçludurlar.

Dünya tarihinde kimse, bulunduğundan daha kötü bir durum için eşitlikçi bir düzen

istememiştir ve bundan sonra da istemeyecektir. Aksine, var olan küçük ayrıcalık ve

zenginliklerini korumak için her şeyi göze alır. Bu zengin ülkelerin işçileri için de geçerlidir.

Onlar yeryüzü ölçüsünde eşitlikçi bir düzen istemek bir yana bu yöndeki girişimlere

karşı durma nokrasındadırlar. Yani yeryüzü işçi sınıfı, zengin ve fakir ülkeler arasında,

tarihte benzeri görülmemiş bir bölünmeye uğramıştır.

Bunun sosyalist program ve strateji açısından sonucu korkunçtur.

Eğer ABD, Avrupa gibi zengin ülkelerin işçileri sosyalizmi istemeyecekse, bundan çıkarlı

değilse, hatta bu yöndeki girişimlerin bastırılmasından çıkarlıysa, İnsanlığın sosyalizme

geçme, yeryüzü ölçüsünde eşitlikçi bir düzen kurma şansı yoktur. Ancak İleri ülkelerin

kültive ücretlileri, kapitalist uygarlıktan daha üstün bir sosyalist uygarlık ve toplumu

örgütleyebilirler. Her hangi bir geri ülkedeki sosyalist ekonomi kurma çabaları, akamete

uğramaya ve sonunda yıkılmaya mahkûmdur.

Bu Marks, Engels, Lenin, Troçki, Mandel, Lüxemburg’ların hiç karşılaşmadığı, akıllarına bile

getirmediği, yepyeni bir durumdur. Onlar hep, geri ülkelerdeki devrimlerin ileri

ülkelerdeki devrimlere bir atılım vereceği noktasından devrimci çabalarını

sürdürüyorlardı. Bütün çaba ileri ülkeler proletaryası yardıma gelene kadar ayakta durmaktı.

Marks-Engels, “Almanya başlar, Fransa sürdürür, İngiltere tamamlar” diyordu. Lenin,

“Alman proletaryası ayaklandı, onlara yardım için biz de ayaklanalım” diyordu.

Page 61: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

61

Ama şimdiki durumda tarih şunu göstermektedir, ileri ülkeler proletaryası, ücretlileri

yardıma gelmeyecek, başlananı sürdürmeyecek, aksine gelirse onu bastırmaya

gelecektir.

Bu durumda ne yapmak gerekir? Bu açmazdan nasıl çıkılabilir?

Başka bir uygarlık, başka bir değerler tasavvuru şeklinde özetlediğimiz program anlayışı

bu çıkmazdan çıkış sağlayabilir, ileri ülkelerin çalışanlarını kazanma şansı yaratabilir. Evet

zengin ülkeler işçileri beş yüz peynirden birini seçme lüksünden vazgeçmeyecektir ama, o

aynı zamanda, kapitalizm içinde yaşayan bir insan olarak, hayatının ne kadar yalnız, stresli,

anlamsız olduğunun da farkındadır. Onun sorunları başka yerdedir. Meta üretiminin

kendisinde ve sonuçlarındadır.

Başka bir değerler ve uygarlık tasavvuru, zengin ülkelerin ücretlilerini kazanamasa bile

tarafsızlaştırabilir. Belki fakir bir ülkede ama, eşitlikçi ve özgürlükçü, emeklilik yaşıyla

uğraşmayan ama insanların ölünceye kadar, hem çalıştıkları, hem öğrenci oldukları, hiç bir

zaman toplumdan dışlanmayı yaşamadıkları bir başka uygarlık tasavvuruna dayanan bir

toplum örneğin; belki yoksul ama insanların nispeten daha bol zamanlarının olduğu, doğanın

ve bedenlerinin ritmini daha fazla gözetebildikleri; savunmaya bir kuruş bile ayırmayan;

otomobil üretimini durdurmuş; nüklear reaktörlerini kapatmış bir toplum tasavvuru ve örneği

zengin ülkelerin ücretlilerini hatta burjuvalarını bile kazanabilir.

O halde başka bir uygarlık tasavvurunun programlaşması gereği, aynı zamanda

stratejik bir zorunluluk olarak da ortaya çıkmaktadır. Yani ileri ülkelerde, zengin

ülkelerde yaşayan ücretlilerin çoğunluğunu kazanmak veya en azından tarafsızlaştırmak için

bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır.

Siz hiç Türkiye Solunda kimsenin bu sorunları tartıştığını, doğru ya da yanlış bir cevap

aradığını gördünüz mü? Yok, yok, yok.

Bu yoksa, dünyada olmadığı gibi Türkiye’de de bir sosyalist parti olamaz. Sosyalist Parti

olmazsa, onun baskısı olmadığından tutarlı bir demokrasi cephesi ve partisi de

oluşamaz. Tutarlı bir demokrasi cephesi olmazsa, bütün toplumsal muhalefet sürekli

burjuvazi ve genel kurmay arasındaki çatışmalarda bir koçbaşı işlevi görmekten öteye

gidemez. Hasılı bugün içinde yaşanılan çıkmaz oluşur.

*

Ama daha bitmedi. Dünya çapındaki böyle bir program ve stratejinin sorunları aynı zamanda

Türkiye gibi bir ülkedeki program, strateji ve taktik sorunlarını alt üst edici etkiler yapar.

Biraz da buna gelelim.

Türkiye gibi bir eşik ülkede, şöyle bir programatik sorun ortaya çıkar. Sosyalistler bu dünya

durumu, uygarlık programı, dünya işçi sınıfının bölünmüşlüğü gibi durumları açıkça

çalışanlara söylemek, onları bekleyen tehlikeler hakkında uyararak, başka bir uygarlık

programıyla onları sosyalizme çağırmalıdırlar. Türkiye’deki emekçileri bir ölüm perendesi

atmaya çağırmalıdırlar. Sadece planlı ekonomi aracılığıyla kalkınmaya daha özgür ve eşit

Page 62: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

62

ilişkilere yönelik, bir ülkeyle sınırlı bir modelin yaşama sansı olmadığı gibi, insanlığın

sorunlarına bir cevap olmadığını söylemek zorundadırlar.

Türkiye’de hiç bir sosyalistin soruna böyle yaklaştığını gördünüz mü? Göremezsiniz. Aksine

onlar ne başka bir uygarlık projesinin gerçekleşmesinden söz ederler ne de bu ülkenin

emekçilerine sosyalist dönüşümlere girdikleri takdirde kendilerini bekleyen zorlukları

anlatırlar.

Bu riyakarlıktır ezilen insanlara karşı. Yok ÖDP yönetimi burjuvaziye teslim olmuş da

kendileri sosyalizm istiyorlarmış. Kimse ciddiye almaz böyle sorumsuzlukları. Ezilenler de

almıyor zaten. Sanıyor musunuz ki ezilen milyonlarca insan aptaldır; insanlığın en temel

sorunlarını sezgiyle de olsa görmemekte içine düştüğü çıkmazı fark etmemektedir?

Yani başka bir uygarlık tasavvurunu, uzak geleceğin bir programı olarak değil, acil bir

program olarak önermek zorundasınızdır.

Bu program, elbette Demokratik Cumhuriyet’i de planlı Ekonomiyi de içerir. Ama bunlarla

yetinemez, daha doğarken, başka bir uygarlığın toplum biçimi olarak, ulus ilkesinin

dayandığı bölünmeyi de reddetmek zorundadır. Yani bütün dünyadaki insanları kendi

yurttaşı olarak tanımlamak, onları ulusal devletleri yıkmaya çağırmak zorundadır. Tüm

ulusları, ulusal devletlerin yurttaşlarını, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusun tıpkı bir

din gibi insanların vicdan sorunu olarak görenler ve görmeyenler olarak bölünmesi için

adım atmak ve kendinden başlamak zorundadır.

Bu aynı zamanda, bütün devletlerin bu uygarlık tasavvuruna karşı haçlı seferlerine

başlaması anlamına gelir. Çünkü onların ahalisine onları yıkma çağrısıdır bu aynı zamanda.

Ve ancak böyle bir çağrının başarı şansı vardır.

Aynı sonuca, Dünya çapındaki bölünme ve apartheita karşı bir program olma gerekliliği de

yol açar. Pek ala, Demokratik Bir Cumhuriyet, Türkiye gibi bir eşik ülkede, hele, ulusu bir

hukuki kavram olarak tanımlar, dil ve kültürü ulusun tanımından dışlarsa, Orta Doğu

ölçüsünde, Bizans, Osmanlı alanının refah ve demokrasiye geçmesini sağlayabilir. Zaten

PKK’nın veya Kürt hareketinin programı da tam budur.

Ama bu ne anlama gelir?

Bu eni sonu, bir grup üçüncü dünyalının birinci dünyalılar arasına katılması anlamına

gelir. Yer yüzü ölçüsündeki apartheiti kaldırmaz, onun sınırlarında belli bir değişiklik

yapmış olur sadece.

Bu ise bir sosyalist açısından savunulması mümkün olamayacak bir şeydir. Bizler her hangi

bir ulusun veya uluslar grubunun imtiyazlılar arasına katılmasını programımız olarak

koyamayız ve bunun için savaşamayız. Bu sosyalizm idealinin terki demektir. Ve nihayet

bu imtiyazlılar arasına katılanlar, tıpkı bu günün imtiyazlıları gibi, yeryüzü ölçüsünde eşitlikçi

bir düzen istemekten yana olmayacaklardır.

Hayır, kimilerinin sandığı gibi, demokratik bir cumhuriyette Türkiye büyük bir askeri

emperyal bir güç ortaya çıkacağı için falan değil; (Bütün bunların olup olmaması bir yana. En

Page 63: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

63

iyi biçimini düşünelim. Çevresine demokrasi getiriyor. İçinde yoksulluğa son veriyor. Müthiş

bir özgürlük ortamı sağlıyor. Bütün komşularıyla barış içinde. Onlardaki demokratik

dönüşümleri destekliyor. Bütün bu koşullarda bile, savunulamaz dünya proletaryasının genel

çıkarı açısından. Çünkü bütün bunlar, bir grup insanın daha Avrupa veya Amerikalıların

yaşadığı refah ve özgürlük düzeyinde yaşaması sonucunu verir. Yani bir ülkenin sınıf

atlamasıdır adeta.) bu dünya çapındaki sosyalist bir program açısından, yeryüzündeki

apartheiti kaldırma ve başka bir uygarlığı taslaklaştırmanın acilliği bakımından savunulamaz.

Bunu savunmak ulusal sosyalizm anlayışını savunmak demektir.

Yani bir ulusal olmayan sosyalist, Türkiye’deki insanlara, açıkça şunu söylemelidir:

“Demokratik bir cumhuriyet bir cebirsel formül olarak açık bir biçimdir. Ama bu cumhuriyet,

kendini sadece ulusun tanımından dil ve kültürü dışlamakla yetinirse bu bölge için bir çözüm

sunabilir, sizlerin refah ve demokrasi adasında yaşamanızı sağlayabilir, sizin kendinizi

kurtarmanızı ve yeryüzünün imtiyazlıları arasına geçmenizi sağlayabilir; ama insanlığın bu

günkü sorunlarının çözümü olamaz, bunun için sosyalist bir uygarlık gerekir, bunun alfabesi

de ulusal olanla politik olanın çakışmasını reddetmektir. Ama bu da çok zor ve meşakkatli bir

iştir”. Sossyalisler bunları demek, farklı bir programla çıkmak zorundadır.

Sorunu böyle koyan bir tek sosyalist gördünüz mü Türkiye’de?

Yok.

Böyle bir programı olan var mı?

Yok.

“Sosyalistlerin programı yok” derken bundan söz ediyoruz. Ve onlar bu sorunların hepsine

gözlerini kapıyorlar. Aslında böyle yaparak kendilerini de yok olmaya mahkûm ediyorlar.

Kendilerinin ulusal sosyalistler olduklarını itiraf etmiş oluyorlar.

Böyle bir sosyalist programın bir şansı hemen hemen hiç yok denecek kadar azdır. Bunu zaten

son yılların bütün sosyal devrim deneyleri gösteriyor.

Bütün Doğu Avrupa halkları, Avrupa’ya katılmak için sıraya girdi. Niye? İmtiyazlılar

arasına katılmak için. Türkiye’de de durum farklı değildir. Bu gün baskı olmasa, kapılar

açılsa ve Avrupa almaya hazır olsa, 70 milyon T.C. yurttaşının yapacağı aynı şey olur.

Demokratik Cumhuriyet de bunu sağlar, biraz meşakkatli ve kendi gücüyle belki ama, böyle.

Aksini beklemek için hiç bir neden yok. Bunun aksi yönde küçücük bir entelektüel akım bile

yok. Yıllardır bu yöndeki yazdıklarımız ve çabalarımızın yankısızlığı bunun en açık diğer bir

kanıtından başka bir şey değildir.

Bir başka örnek Güney Afrika’dır. Bırakın başka bir uygarlığı bir yana, sosyalist karakterde

değişiklikler bile yapmak istememiştir. Güney Afrika’da ANC esas olarak işçilere dayanan,

sosyalizm amaçlı bir örgüttü. Bu gün Güney Afrika’daki bütün devlet yöneticilerinin çoğu,

daha dün hapishanelerde onlarca yıl geçirmiş devrimci sosyalist insanlardır. Ama bu güney

Afrika’nın bir kapitalist ülke olarak kalması gerçeğini değiştirmemektedir. Zaten bu insanlar,

Güney Afrika işçilerine “hadi sosyalizme geçmeyi deneyelim” deseler, bir dakika bile

bulundukları yerde kalamazlar, bizzat o işçiler ve halk tarafından kovulurlar. Kovulmasalar ve

Page 64: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

64

işçiler böyle bir ölüm perendesi atmayı göze alsalar bile bu sefer o rejimin kapitalist dünyanın

baskı ve boykotları karşısında ayakta kalma şansı yoktur.

Bu günkü koşullarda, Güney Afrika’lı işçi başına bir de toplumsallaştırma diye yeni bela

almak istememektedir. Hiç bir başarı şansı olmadığını bilmektedir. Ama bu günkü koşullarda,

Güney Afrika mallarının Afrika pazarında satılması sayesinde durumunu belki biraz daha

düzeltebilir. Güney Afrika devleti, elbette komşularındaki demokratik güçleri ve dönüşümleri

desteklemektedir. Hatta AIDS’e karşı ilaç sorununda olduğu gibi, Emperyalist tekellere de

karşı çıkmaktadır. Ama bu onun, aynı zamanda demokrasi yayan, demokratik güçleri

destekleyen, Afrika çapında, yönetiminde yıllarca hapishanelerde yatmış komünist inançlı

devrimcilerin bulunduğu bir küçük emperyalist ülke olduğunu da hiç kimseye

unutturmamalıdır.

İşte Demokratik bir Cumhuriyet aşağı yukarı Güney Afrika’nın Orta Doğudaki benzeri

gibi bir şey olur. Bölgedeki demokratik güçleri güçlendirir. Birbiri peşi sıra muhtemelen

diktatörlükler yıkılacaktır. Orta doğuluk kültürü temelinde, tıpkı bu gün Avrupa birliğinin

Avrupa Kültürü diyerekten bir Avrupa ulusu kurması gibi, bir federasyon veya orta doğu

birliği oluşacaktır. Ülkeler arasındaki bu yakınlaşma, savunma giderlerinin azalması; birbirine

destek olma; ortak büyük pazar; demokrasi nedeniyle toplumsal eşitsizliklerin azalması; böyle

güçlü bir ekonomi ve politikayla ABD ve Avrupa’nın dayatmalarına karşı daha büyük

direnme yeteneği vs..

Bu ne demektir? Bu işçilerin ve halkın siyasi egemenliği altında bir kapitalizm demektir.

Yani iktidarı alan işçiler ve yoksullar, sosyalist dönüşümlere girmemekte ve kapitalizm

çerçevesinde kalmaktadırlar. Bunun nasıl bir şey olacağını anlamak istiyorsanız İsveç’e bakın.

Bu geçen yüzyılın başında Pavrus Efendi’nin öngördüğünün gerçekleşmesidir. Elbette

Demokratik Cumhuriyet, Türkiye’de ancak, Emekçilerin ve ezilen ulusun büyük bir

mobilizasyonuyla kurulabilir. Bu gün var olan devlet cihazı baştan aşağı tasfiye edilip,

iktidarın halkın temsilcilerinin elinde olduğu, bürokratik ve militer olmayan, hatta kullanıldığı

takdirde sınıfsız topluma gidişin aracı olabilecek bir devlet.

Geçen yüzyılda Rusya bağlamında bu olasılık gündeme gelmişti. Yani demokratik tarihsel

görevler, işçi sınıfını ve köylüleri iktidara getirebilirlerdi. O zamanlar Pavrus Efendi, bunun

bir işçi iktidarı altında kapitalizme yol açacağını söylüyordu. Troçki ise, bunun devrimin

dinamiğiyle böyle kalmayacağını, işçilerin sosyalist dönüşümler yapmak zorunda

kalacaklarını ön görüyordu. Sonraki gelişmeler tam da Troçki’nin dediği gibi olmuştu.

Ama Tarih şimdi Troçki’den intikam alıyor ve Pavrus Efendi’nin öngörüsüne geçerlik

kazandırıyor. Çünkü işçiler, devrimin dinamiğine rağmen, kendilerini kapitalizm

çerçevesindeki değişikliklerle sınırlıyorlar ve bu yönde eğilim gösteriyorlar. Güney Afrika,

Nikaragua, Doğu Avrupa devrimlerinin gösterdiği “Sonuçlar ve Olasılıklar” bunlar. Yani

artık “Sürekli Devrim” değil, Troçki’ye nazire, “Süreksiz Devrim” söz konusu.

Geçen yüzyılda, Pavrus Efendi’nin ön görüsü, İsveç gibi ülkelerde gerçekleşti. İsveç’te

gerçekten işçiler iktidardaydı ama bu işçiler kapitalizmi yıkmıyor sadece kapitalizm

Page 65: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

65

çerçevesinde sosyal devlet ve özgürlüklerle yetiniyorlardı. Kendi refahları için, gereğinde

Alman Faşizmi ile barış içinde ticaret yapmaktan çekinmiyorlardı. İsveç mucizesi, tamı

tamına işçilerin egemenliği altında bir kapitalizmin ne olacağını gösterir. Yirminci yüzyıl

boyunca geri ülkelerdeki bütün devrimler, Troçki’nin ön gördüğü biçimde gerçekleşti.

Demokratik tarihsel görevler, sosyalist devrimlere yol açtı. Ama bürokratik olarak yozlaşmış

biçimlerde.

Ama bu gün dünyanın hiç bir yerinde işçilerin sosyalizme cesaret edeceklerinin en küçük bir

izi yokken; Doğu Avrupa, Nikaragua, Güney Afrika devrimlerinin izlediği yol ortadayken,

Pavrus Efendinin görüşünün tekrar güncellik kazandığı görülür. Aslında Güney Afrika bunun

ifadesidir. Güney Afrika’da işçi sınıfı kendini kapitalizmle sınırlamış bulunmaktadır.

Bu günün dünyasında, Devrimci bir dalga demokratik görevleri tamamlama temelinde işçileri

ve köylüleri ve diğer ezilen kesimleri iktidara getirebilir. Ama bunlar, Troçkinin ön görüsü ve

yirminci yüzyılda gerçekleşenlerin aksine kendilerini demokratik görevlerle sınırlarlar.

Böylece işçi ve emekçilerin egemenliği altında, bir zamanların İsveç’i benzeri kapitalist

ülkeler olanaklıdır.

İşte Türkiye’de olacak olan da muhtemelen budur. Bu Demokratik Cumhuriyet’te işçiler ve

emekçiler, hadi gelin, sosyalist karakterde dönüşümler yapalım, gelin bir sosyalist uygarlık

kurmaya başlayalım; ulusal olanla politik olanın çakışmasını reddedelim diyenlere oy

vermeyeceklerdir. Onlar, tıpkı bir zamanların İsveç sosyal demokrasisi gibi, kapitalizm

çerçevesinde kendilerine sosyal hakları verecek, özgürlüklerini garantiye alacak, ama

kapitalizme de fazla dokunmayacak partilere oy vereceklerdir. Bu da gerçekten, bölgede refah

ve demokrasinin gelişmesini sağlar.

Ama bu şu demektir aynı zamanda, aslında bir sosyalist için hiç bir şans bulunmamaktadır

politika yapmak için. Kimse daha görünür ve daha az zahmetli bir iyileşme ortada

dururken, daha zahmetli ve sonu belirsiz bir yola girip başına yeni belalar açmak

istemez. İşçilerin, emekçilerin çok gerçekçi olduğu açıktır.

Peki bu durumda, dünya çapındaki bu program ve strateji bağlamında, nasıl bir taktik yönelişe

girilmelidir ki küçük bir propaganda mahfili olmaktan çıkıp politik manzarayı ve gelişmeleri

etkileyebilen bir güç olunsun?

Sorunu bu düzeyde koyan ve tartışan var mı? Yok, yok, yok!

Biz ise, son iki yıldaki yazılarımızın hepsinde, tüm politik eylemimizde, tamı tamına bu

sorunu tartışıyor ve ulaştığımız sonuçlara göre davranıyoruz.

Dediğimiz özetle şudur: “Demokratik Cumhuriyet cebirsel bir formüldür. Bu formülün

içindeki güçlerin hedefleri ve ağırlıkları belirleyecektir onun somutta alacağı anlamı. Bu

pek ala, İşçi ve Köylülerin egemenliği altında, tıpkı İsveç’te olduğu gibi, daha sosyal

adaletçi ve özgürlükçü bir kapitalizm; İsveç gibi bir emperyalizm ile de sonuçlanabilir veya

Sosyalist bir uygarlığın tohumu da olabilir. Çok zayıf bir olasılık olsa bile.

Eğer biz sosyalistler, bu gün eğer bu demokratik cumhuriyet mücadelesinin öncülüğünü

yapabilir ve bu mücadeleyi başarıya ulaştırabilirsek, bunun verdiği prestijle, daha ileri

Page 66: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

66

gidilmesi için daha fazla sözümüzün dinlenme olasılığı olabilir. Gerçek amacımızı ve

bunun zorluklarını hiç gizlemeden, Demokratik Cumhuriyet cephesinin en tutarlı öncüsü

olmaktan başka doğru bir taktik olamaz.”

Eğer bu mücadeleye öncülük eder ve bir prestijimiz olursa, bu ülkede etkili olmasak bile,

işçiler Demokratik Cumhuriyet’e ulaştıklarında bize değil de, kapitalizmi sürdürecek

partilere oy verdikleri takdirde bile, bu selden geriye epey bir kum kalır, bunu yanı sıra

dünyada eşitlikçi fikirlere yeni bir canlılık ve itibar verilebilir. Bu program dünyanın

yoksullarına duyurulmuş olur ve kim bilir, bir yerlerde başkaları, buralarda cesaret

edilemeyene daha iyi bir hazırlıkla cesaret edebilir.”

Sorunu böyle koyan ve tartışan var mı? Yok, yok, yok.

Bütün bu denilenler ışığında toparlayalım.

Dünya çapındaki bir program açısından baktığımızda, günümüzün dünyasında Türkiye’de bir

sosyalist için, Demokratik Cumhuriyet’i savunmak şu problemleri içerir.

On dokuzuncu yüzyılda olduğu gibi, Demokratik Cumhuriyet, sosyalizme giden yolda en

uygun koşulları sağlamayabilir. O zamanlar, geri ülkedeki bir Demokratik Cumhuriyet’in

sosyalizm uğruna mücadele için en elverişli koşulları yaratacağı kabul ediliyordu ve bu

doğruydu. Ama bu günün dünyasında, o ülkenin imtiyazlılar arasına katılması gibi bir

anlama sahip olabilir. Yani sağladığı refah ve demokrasi ortamıyla, o ülkenin halkını

yeryüzünün imtiyazlıları arasına geçirir. Ama bu aynı zamanda, bütün bugünkü zengin

ülkelerde de olduğu gibi, fiilen o ülkenin sosyalizmden uzaklaşması, imtiyazlarını savunur

bir duruma geçmesi anlamına gelir.

20. Yüzyılda sadece Rusya’da kısa bir dönem gerçekleşmiş, sonra da bürokratik yozlaşma

nedeniyle fiilen gerçekleşmemiş; yani bürokratik cumhuriyetlere yol açmış olmakla

birlikte, yirminci yüzyılda, demokratik cumhuriyet fiilen işçilerin ve köylülerin iktidarı ve

onların da kendilerini sınırlamaması nedeniyle sosyalist dönüşümler anlamına geliyordu. Yani

sınıfsız topluma giden bir içerik kazanabiliyordu bu cebirsel formül.

Ama İşçi ve köylülerin kendilerini demokratik görevlerle sınırlaması halinde, (ki bu günkü

dünyadaki bütün veriler bunu gösterir ve aksi yönde hiç bir belirti yok iken) Demokratik

Cumhuriyet, fiilen kapitalizm çerçevesinde bir İşçi ve emekçiler hükümeti anlamına

gelebilir. Ama bu da bu günkü dünyanın fiili siyah ve beyaz bölünmüşlüğünde, sosyalizme

yaklaşma değil, uzaklaşma anlamını kazanır. Yani bu Demokratik Cumhuriyetin emekçileri,

yeryüzü ölçüsünde eşitlikçi bir düzenden çıkarlı olmayacaklar demektir.

Demokratik Cumhuriyet, yeryüzünün siyah ve beyaz bölünmesi koşullarındaki süreksiz

devrim boyutuyla, kendisini sırf demokratik görevlerle sınırladığı takdirde, imtiyazlılar

arasına katılma sonucu verir. Bu ise sosyalizmden fiili bir uzaklaşma demektir. Birincisi bu

noktadan problemlidir. Çünkü bu dünyada sömürü ve baskının ortadan kaldırılmasına azami

bir katkı anlamına gelmez.

İkincisi, sosyalist programın artık dünya çapında başka bir sosyalist uygarlık programı olması

gerektiğidir, dolayısıyla bulunduğunuz ülkedeki programınız da başka bir uygarlığın tasarısını

Page 67: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

67

içermelidir. Demokratik Cumhuriyet ise, sadece siyasi bir cebirsel formüldür. Bir uygarlık

tasarısı içermez, bu başka uygarlığın siyasi biçimi ne olmalıdır sorusuna cevap değildir. Kürt

hareketinin ve demokratik hareketin programı olan veya olması gereken, ulusun tanımından

dil, kültür ve etniyi dışlama, dillerin eşitliği gibi siyasi biçimler, burjuva uygarlığının

biçimleridirler; onlar bu uygarlığın temel var oluş biçimi olan ulusal olanla politik olanın

çakışması anlayışını dışlamaz ve reddetmez, sadece ulusal olanı farklı tanımlarlar.

O halde, siyasi biçimi, ulusun tanımından dili ve etniyi dışlayan, ulusu yeniden

tanımlayan bir demokratik cumhuriyet, sosyalizme geçişin sosyalist bir uygarlığın

biçimi olamaz, ancak nasıl tanımlanırsa tanımlansın ulusal olanla politik olanın

çakışması ilkesini reddeden bir demokratik cumhuriyet sosyalist bir uygarlığın biçimi

olabilir.

Bu aynı zamanda hem imtiyazlılar arasına katılma sorununa yani dünyadaki ırkçı

apartheit sitemine bir çözümdür, hem de süreksiz devrimin çıkmazına, ileri ve zengin

ülkelerin işçilerine bir başka uygarlık tasavvuru ile tarafsızlaştırma veya kazanma

sorununa bir cevaptır.

O halde, nasıl devrimci demokrasi, Demokratik Cumhuriyet’i tanımlayan içeriği, ulusun

tanımından dil ve etniyi dışlamayı koyuyorsa, biz de ulusal olanla politik olanın

çakışmasını reddeden bir demokratik cumhuriyet istediğimizi koymalıyız.

Bu hem demokratik mücadelede yer almayı sağlar hem de ayrı bir bayrağın olmasını.

Yani, sosyalistler olarak uluslararası boyutta azami katkımız ne olabilir sorusunu sormadan bu

gün Türkiye’de program sorununa devrimci demokrasiden farklı bir program önerilemez.

Türk sosyalistlerinin çıkmazı tam da buradadır. Demokratik Cumhuriyet’i kabul edenleri bile,

Kürtlerin gelin birlikte örgütlenelim deyişlerine dünya çapında sorunu koymadıklarından

programatik ve stratejik bir gerekçe gösteremezler.

(Üçüncü Bölüm)

Sorunları Somut Olarak Anlatmla Denemesi

İlk iki bölümde Demokratik Cumhuriyet’in ne olduğunu; sosyalistler tarafından

savunulabileceği ve savunulması gerektiğini gördük. Bütün o uzun açıklamalar sanırız,

“Ankara’dan Komünistler”in ne Demokratik Cumhuriyet’i ne de bizim Demokratik

Cumhuriyet’i ve ona bağlı olarak tartıştığımız sorunları anlamadığını göstermiştir, ama biz

yine de daha doğrudan bunu göstermeye çalışalım. Çünkü Türkiye’nin alışılmış düşünce

tembelliği ortamında, görüşler deve hamuru gibi hazırlop yutulmaya hazır halde verilmedikçe,

hatta imgelerle beslenip vizualize edilmedikçe kimse yazılanlardan uygun mantıki

çıkarsamaları yapıp gereken sonuçlara ulaşma çabasına girmez. Bunun için, bu bölümde

sorunu biraz daha da somutlayalım ya da resimleyelim.

Bunun için sorunu biraz daha “bakkal gibi” koyalım.

*

Page 68: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

68

Diyelim ki, Türkiye’de emekçi halk ayaklandı, Ekim Devrimi, Büyük Fransız Devrimi,

Nikaragua veya İran devrimi gibi, şöyle ezilenlerin sokakları doldurduğu güzel bir devrim

yaptı. Bu devlet cihazını parçaladı. Halkın üzerinde yükselmeyecek, ona hizmet edecek,

Birinci veya İkinci Paris Komünü tipi bir devlet cihazı oluşturdu, yani Demokratik bir

Cumhuriyet.

Bizim tartıştığımız, bu Demokratik Cumhuriyet’in, bu işçilerin, emekçilerin iktidarda olduğu

Paris Komünü tipi devletin ve bu iktidarın sorunları.

İşte biz bu Demokratik Cumhuriyet’de işçilerin, köylülerin politik iktidar ellerinde olmalarına

rağmen sosyalizme geçmek istemeyeceklerini, yani kapitalizmi tasfiye etmeyeceklerini,

bunun esas büyük olasılık olduğunu söylüyoruz. İşçilerin, emekçilerin egemen olduğu ama

özel mülkiyete dokunmayan bu ülke, kapitalist bir ülke olmaya devam eder diyoruz. Bu ise

fiilen bir bölge gücü, bir emperyalist ülke olma sonucunu verir diyoruz. Bunun nasıl bir şey

olduğunu anlamak istiyorsanız, bir İsveç’e veya bu günkü Güney Afrika’ya bakın diyoruz.

Bunun böyle olmayacağı yönünde en küçük bir eğilim yok diyoruz. Son yılların bütün kitlesel

hareketleri bu sonuç ve olasılıkları ortaya çıkarıyor diyoruz.

Bizim tartıştığımız ise, bu sonucun ortaya çıkmaması için ne yapmak gerektiği. Dediğimiz de

özetle şöyle ifade edilebilir: Böyle bir devrimin hazırlanmasında biz en önde olursak, böyle

bir devrim başarıya ulaştığında sözümüz dinlenecek, sözümüzün ağırlığı olabileceği bir

durumda olabiliriz. Böyle bir durumda olursak da, şimdiden insanlığa önereceğimiz sosyalist

uygarlık programını gerçekleştirmek üzere o ayaklanmış halkın desteğini isteyebiliriz.

Muhtemelen bu destek gelmeyecektir. Nüfusun çok küçük bir bölümü böyle bir programı

destekleme eğilimi gösterecektir. Buna rağmen, bir miras bırakmak da önemlidir. Bir örnek

sunmak, bir başlangıç yapmış olmak da çok önemlidir. Ama bunun için de öncelikle, böyle bir

uygarlığı şimdiden programlaştırmış olmamız gerekir. Tabii insanlara sadece bu sosyalist

uygarlık programını önermemiz ve onların desteğini istememiz yetmez, bunu yaparken bu işin

nice güç olduğunu da açıklamalıyız. Yani zengin ülke emekçilerinin yardıma gelmeyeceği,

uzun yıllar tecrit, ambargo ve tehdit altında yaşanabileceği, ama bunlara karşılık bir başka

uygarlık tasarısıyla karşı tarafın içinden bölünüp en geniş güçlerin kazanılabileceği gibi.

Türkiye’nin bütün sosyalistleri ise, sorunu, sanki İşçiler ve Emekçilerin sosyalizm

isteyecekleri Allah’ın emri, kaderin tecellisiymiş gibi koyuyorlar.

Resmi daha da somutlaştıralım. Daha da açık yazalım. Diyoruz ki, böyle bir işçi ve emekçiler

ayaklanması bu günkü devlet cihazını parçalamış; Birinci veya İkinci Paris Komünü’nde

olduğu türden, ezilen çoğunluğu baskı altına almakta kullanılamayacak, ondan

bağımsızlaşamayacak ve ona hizmet edebilecek bir devlet cihazı, yani kelimenin gerçek

anlamında artık devlet olmayan bir devlet cihazı örgütlemiş olsunlar. Tabii burada her türlü

fikir, örgütlenme özgürlüğü, serbest secimler vs. var.

Hadi daha da somut olalım, devrimci dalga geniş kitlelerin radikalleşmesine yol açtı ve bu

günün küçük sosyalist ve devrimci partileri meclis veya o devrimin ortaya çıkaracağı iktidar

organlarında çoğunluk olmuşlar; Hükümetler bu sosyalist ve devrimci partilerin arasındaki

uzlaşmalarla kuruluyorlar.

Page 69: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

69

Hadi daha da somut olalım, Mihri Belli örneğin, bunca yıllık mücadelesine saygıyla

Cumhurbaşkanı seçilmiş olsun. Abdullah Öcalan başbakan, Ertuğrul Kürkçü, Ekmek ve Gül

partisinden koalisyon ortağı olarak Medya işlerinden sorumlu bakan, ÖDP’den Oğuzhan

Müftüoğlu İçişleri bakanı, SİP’in başkanı Gıda işlerinden sorumlu bakan, Sungur Savran

Ekonomi Bakanı ve siz Ankara’dan Komünistler de, bu devrimci ülkenin başkentinin, Ankara

Komünü’nün seçilmiş ve her an geri alınabilir yöneticileri olun.

Şimdi böyle bir durumda, bu arkadaşlar, işçi ve emekçilere “hadi arkadaşlar gelin şu üretim

araçlarından özel mülkiyeti kaldıralım, planlı ekonomiye geçelim” dedikleri an işçiler ve

emekçiler onlara “Hop, durun bakalım o kadar da değil, o zaman işler karışır. Bütün dünya

karşımıza dikilir. Ambargo, askeri tehdit vs. gelir. Biz bu kuşatma altında, hadi diyelim ki,

kimi çelişkileri kullanarak askeri müdahale tehdidini atlattık, tıpkı bu günkü Küba gibi

sabuna muhtaç biçimde onlarca yıl yaşamak zorunda kalırız. Bunu çok daha elverişli

koşullarda Rusya bile yapamadı. Biz hiç yapamayız. Sizler iyi hoş ve dürüst insanlarsınız,

gelin şu sevdadan vaz geçin, eğer geçmezseniz, kusura bakmayın ama sizi seçmiyoruz,

seçilenleri de geri alıyoruz. Böyle maceralara girmeyecek, bizim sosyal haklarımızı ve

özgürlüklerimizi garanti edecek ama sosyalizm falan deyip de başımıza yeni belalar

açmayacak olanları seçeceğiz” diyeceklerdir.

O zaman, ya emekçilerin dediklerine uyacak ve kapitalist bir ülkenin sosyalist inançlı

yöneticileri olacaksınız, (Tıpkı bir zamanların Kuzey Avrupa’daki Sosyal Demokratları gibi.

Ya da bu gün Güney Afrika’da bütün devlet cihazının tepesinde bulunan inanmış Komünistler

gibi. Onların sosyalizme inanmamış insanlar olduklarını hiç sanmayın. Maalesef düşünceler

varlığı belirlemiyor.) ya da “hadi size uğurlar olsun, bana oy vermeseniz de ben bu

görüşlerimi savunuyorum” deyip, bir muhalif küçük grup veya parti olarak varlığınızı

sürdüreceksiniz.

Bu arkadaşların genellikle kitlelere ters düşmeme gibi kaygıları olduğundan, kendilerini

seçenlerin direktiflerine uyacaklardır. Yani kapitalist bir ülkenin sosyalist inançlı, yöneticileri

olacaklar ve “ne yapalım, işçiler bize bu görevi verdi, işçilere ters düşecek halimiz de yok”

diyerek vicdan huzuruyla görevlerini ifa edeceklerdir.

Kapitalist bir ülkenin sosyalist inançlı yöneticileri ne yapar? İşçiler için her türlü sendikal

özgürlükler ve bunlar için güçlü garantiler. Uluslar üzerindeki her türlü baskının kaldırılması.

Tüm dillerin ve kültürlerin eşitliği. Köylülere tüm yardımlar, kooperatifçiliğin teşviki.

Komşulardaki demokratikleşmeleri desteklemeler ve barışçı ilişkiler. Örneğin, bu devletin bu

sosyalist inançlı yöneticileri, Ermenistan’a gidip, tıpkı Willy Brandt’ın Polonya’da yaptığı

gibi, Ermeni Katliamına uğrayanların önünde saygıyla eğilip bunu insanlık vicdanında

mahkum eder. Tarih kitapları Orta Asya Türklüğü değil de, Anadolu Mezopotamya

uygarlıklarının bir mirasçısı olmaktan söz eder vs.. Bunlar çoğaltılabilir.

İşte böyle bir ülke dev olur. Bölgede Osmanlı’yı yeniden oluşturur, muazzam bir güç olarak

ortaya çıkar. Burada güç deyince fiziki, askeri gücü anlamayın. Bu günkü Avrupa’nın gücü

gibi bir güç anlayın. Ülkelerin size katılmak için sıraya girdikleri bir güç anlayın.

Page 70: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

70

Nasıl mı dev olur? Sadece bir tek faktörü ele alalım. Uluslara ve dillere getirdiği özgürlükler

faktörünü. Türkiye’deki Kürtler üzerindeki her türlü baskı kalktığından ve onların da

ayrılması için bir neden kalmadığından ve onlar zaten bu demokratik sistemin temel

kurucularından olacağından, İran, Irak, Suriye’deki Kürtler, otomatikman bu devletin gönüllü

taraftarları haline gelirler. Baskı yoktur, özgürlükler vardır ve Türkiye bunlara göre nispeten

daha ileri ve zengin olduğundan, refah ve özgürlük demektir bu. Bu durumda, bu ülkelerdeki

bütün Kürtler, tıpkı bir zamanlar Doğu Avrupa’da olduğu gibi, Türkiye’ye kapağı atmaya

çalışacaklardır. Eh bu ülke, komşularıyla bir de, bu günkü Avrupa Birliği gibi, örneğin

Ortadoğu Demokratik Federasyonu gibi bir tasarıya sahipse, bu ülkeye birey olarak kapağı

atamayanlar, ülke olarak kapak atmanın mücadelesine gireceklerdi. Yani şimdi Türkiye’de

Avrupa Birliği bağlamında olanın aynısını, İran, Irak, Suriye, Kafkas ülkelerinde yapmaya

çalışacaklardır. Yani ülkelerinde Demokratik Cumhuriyet mücadelesi vererek, Kopenhag

kriterleri gibi Ortadoğu Demokratik Federasyonu kriterlerine ulaşma mücadelesi vererek

böyle bir federasyona katılmaya, refah ve özgürlüklerden nasiplenmeye çalışacaklardır.

Bunun bölgede demokratik devrim ve dönüşümleri nasıl kışkırtacağı tasavvur edilebilir.

Ama şimdi gelelim işin can alıcı noktasına? Sadece bunlar değil, Kafkaslardan Abazalar,

Ermeniler, Azeriler vs., İran’dan Laikler, Hıristiyanlar, Azeriler, Türkmenler. Irak’tan

Türkmenler, Kürtler, Şiiler Araplar, Suriye’den Kürtler, Araplar, Sünniler, Irta Asya’dan

Kazaklar, Kırgızlar, Türkmenler, Özbekler baskı altında oldukları, akrabalarının burada

oldukları gibi gerekçelerle, binlerce yoldan sizin ülkenize, refah ve özgürlüklerinizi

paylaşmak için gelmeye çalışacaklar. Tıpkı bu gün Avrupa’ya olduğu gibi.

Bunları ne yapacaksınız?

Keza şu an Türkiye’de yüz binlerce hatta milyonlarca Moldavyalı, Rus, Romen, Polonyalı,

İranlı göçmen işçi veya mülteci de var. Bunları ne yapacaksınız?

Bu insanları tıpkı bu gün Avrupa’nın yaptığı gibi, sınırlarınızın dışında mı tutacaksınız ve

ihtiyacınız olan kadarını mı alacaksınız? Bu tamı tamına yeryüzü ölçüsündeki apartheitin

yeniden üretilmesi olmayacak mıdır?

Yok onlara “isteyen gelebilir, gelen de ülkedeki insanlarla aynı sosyal ve siyasi haklara sahip

olabilir” mi diyeceksiniz? Böyle dediğiniz takdirde, kimse size oy vermeyecektir. Kimse

refahını paylaşmak istemeyecektir. Keza, herkes evinde veya iş yerinde veya bunlarda olmasa

bile gastronomide, temizlikte, işgücünün yeniden üretimini ucuza getiren alanlarda bu modern

köleleri çalıştırmakta ve bunların emeği üzerinde daha refah içinde yaşamaktadır. Bunların

kölelerini özgürleştirmeye kalktığınızda, tıpkı Avrupa’daki gibi ırkçı partilerde örgütlenmeye

başlayacaktır birden bire sizi o zamana kadar demokratik talepleriniz nedeniyle destekleyen

işçiler.

İlginçtir, şu ana kadar Türk sosyalistlerinden hiç kimse, Türkiye’de oturan milyonlarca politik

ilticacı, kaçak işçi, Doğu Avrupalının eşit hakları diye bir slogan atmak bir yana bu konu

üzerine kafa bile yormuş değildir. Bu ne biçim bir enternasyonalizmdir ki, doğu Avrupalıların

ve politik mültecilerin köle olarak çalıştırılmasınız hiç sorun yapmamaktadır?

Page 71: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

71

Hasılı şu üstünkörü yapılmış çıkarsamalar bile, yöneticileri inanmış sosyalistler olan bu işçi

köylü iktidarının aslında ırkçı bir iktidar olacağını göstermektedir.

Ama bu ırkçılığı daha da iyi göze batırmak için, buna bir de sosyalist tedbirler ekleyelim.

Yani bu işçi köylü ayaklanması, hızını alamadı ve tuttu bir de sosyalist dönüşümler yaptı

diyelim. Dünya durumu da çok müsait olsun. Ne askeri müdahale, ne de bir ambargo var.

Tam anlamıyla bir demokratik sosyalist ülke, kalkınma hızı yüksek, plan hedefleri hızla

gerçekleşiyor. Bu koşullarda da yukarıda ortaya atılan problemler yok olmayacaktır. Komşu

ülkelerin yoksul insanları size kapağı atmaya çalışacaklardır. Ne yapacaksınız? Kapıları

açacak mısınız? Kapayacak mısınız? Açarsanız o refahı sürdüremezsiniz. Kaparsanız

sosyalist bir ırkçılık yapmış olursunuz.

İşte Türkiye’deki sosyalistlerin tartışmadıkları bunlar. Biz ise bunları tartışıyoruz. Bunları

tartıştığımızda ise, Türkiye’deki sosyalistlerin hepsinin aslında çağ dışında kalmış

milliyetçiler oldukları ortaya çıkıyor.

İşte Türkiye Sosyalistleri ile aramızdaki temel fark tam da bu noktada.

Onlar Demokratik Cumhuriyet refaha yol açmaz diyerek sorunu tartışıyorlar; sanki

demokratik cumhuriyet diğer ülkelerin işgalini, onlara askeri zor uygulanmasını gerektirirmiş

gibi; oralardaki gerici rejimlerin desteklenmesiymiş gibi tartışıyorlar. Onlar bu refahın,

demokrasinin kendisinde bir sorun görmüyorlar, biz ise sorunu tam da burada görüyoruz.

Biz bu refaha ve demokrasiye rağmen, yani soruna rağmen, bu gün Demokratik bir

Cumhuriyet talebine öncülük yapmaktan başka bir doğru politika yapma taktiği olmadığını

söylüyoruz. Ancak bu koşulda ve şimdiden bir sosyalist uygarlık, yani dünya çapında bir

programını savunarak bu mahzurun giderilebileceğini söylüyoruz.

Sırf “kendi” ülkenizle sınırlı, demokratik veya sosyalist olsun fark etmez, bir özgürlük ve

refah, bir ırk ayrımcısı sistemle sonuçlanır. Türk sosyalistleri ve demokratları bununla

yüzleşmekten kaçıyorlar.

Hadi demokratları anlarız. Onlar ulusal perspektiflidirler.

Ya sosyalistler? Hiç birisinin dünya çapında bir programı var mı? Sorunu bu bağlamda

tartışıyorlar mı? Hayır. Hepsi, Türkiye’yi sosyalist yapmaktan söz ediyor. Böyle bir şey

olmaz.

Yani hem bir ülkede sosyalizm olmaz, olsa olsa, planlı ekonomi ve İşçi demokrasisi olur.

Sosyalizm sınıfsız toplumdur. Ona ancak dünya ölçüsünde bir işçi demokrasisine veya

diktatörlüğüne (ki ikisi aynı şeydir) ulaştıktan sonra bir Geçiş Dönemi sonunda ulaşılabilir.

Hem de ülkenizdeki işçiler bu günkü verili durumda bunu kamulaştırma ve planlı ekonomi

istemezler. İsteseler bile, sosyalist uygarlık projesi olmayan bir ülkeyle sınırlı sosyalist

tedbirlerin Emperyalist baskı ve müdahale karşısında yaşama şansı yoktur.

Hadi olduğunu var saysak, bunun, yani şu sosyalist Türkiye’nin, aslında üretim araçlarını

kamulaştırmış, planlı ekonomiye dayanan ırk ayrımcısı bir toplum olacağını görmek ve bu

sorunla yüzleşmek istemiyorlar? Niçin mi? Tam da milliyetçi oldukları için.

Page 72: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

72

Tekrar edelim, “Sosyalist Cumhuriyet” olsa da problem ortadan kalkmayacaktır. Refahınızı

ve özgürlüklerinizi sizinle paylaşmak isteyenlerle paylaşacak mısınız? Paylaşmayacak

mısınız? Irk ayrımcısı bir sistemin sosyalist bir üyesi mi olacaksınız yoksa olmayacak

mısınız? İçinde bulunacağınız çelişkiyi daha da somutlayalım.

Yeryüzünün büyük bir bölümü yoksul olduğu kadar her türlü baskı altında. Eğer sosyalist bir

ülkeyseniz en azından anayasa ve yasalarınızda inançları, ırkı, milliyeti veya cinsi nedeniyle

baskı altında olanlara sığınma hakkı tanımak gibi bir ilkenizin olması gerekir. Bu ise şu

demektir. Bir anda milyonlarca insan, bu hakka dayanarak size gelmek isteyecektir. Ve

sizin, size gelene, ırkçı olmamak için geldiği andan itibaren eşit yurttaşlık hakları

vermeniz gerekir. Bunları yapmıyorsanız, sosyalistliğiniz nerede kalır. Avrupa veya

Amerika veya Avustralya’dan tek farkınız, planlı ekonomiye dayanan bir ırkçı ülke

olmanız olacaktır. Yaptığınız takdirde ise, önce sizi destekleyen işçiler size isyan edip, iltica

hakkının “kötüye kullanılmasına karşı” yani ırk ayrımcılığını korumaya yönelik kanunlar

çıkaracaklardır. Vize koyacaklardır geri ülkelerden kimse gelmesin diye. Yani yeryüzünün

imtiyazlıları olarak fakirlerin etrafına hapishane duvarları öreceklerdir. Ve işte o zaman da

kendileri bir çözümün değil, sorunun parçası olarak ortada olacaklardır. Onlar yeryüzü

ölçüsünde eşitlikçi bir düzenden çıkarlı olmayan, bu günkü Avrupa ve Amerika’nın

emekçilerinin yaptığını yapacaklardır.

Görüldüğü gibi, sorunu dünya çapında koymadan, bu günkü dünyanın yoksul zengin

ayrımına bir çözüm getirmeden kendi ülkenizde bir sosyalizm kurma çabanız, en iyi

koşulda ırkçı bir sistemin savunuculuğu sonucunu verir. Bundan bir tek çıkış yolu vardır.

Başka bir uygarlık programı ve tüm insanları ulusal olanla politik olanın çıkışması ilkesini

yıkmaya çağırmak, yani bütün insanları yurttaşınız ilan etmek. Ancak bu takdirde hem

ırkçılıktan kurtulabilirsiniz, hem sosyalist dönüşümler yapma ve onları koruma şansınız

olabilir.

Şimdi örneğin ÖDP’den ayrılanların, “Hayat Bizi Sosyalizme Çağırıyor” demesi veya

“Anakara’dan Komünistler”in “Bizler sosyalizm programımıza, işçilerin üretim araçlarının

kollektif mülkiyetine sahip çıkarak, kendi yaşamlarını konseyler vasıtasıyla örgütleyeceği

bir düzen yaratma mücadelesini her şeyden acil görüyoruz” demesi, yukarıdaki sorunları

ortadan kaldırmadığı gibi, onlarla yüzleşmekten ve gerçek sorunları tartışmaktan

kaçmanın örtüsü olur.

“Komünist bir dünya kuracağız” diye slogan atıyorlar.

Ama böyle bir dünya kurmanın gerçek sorunlarını tartışmıyor ve onlara gözlerinizi

kapıyorlar.

Ezilenlere bunun zorluklarından söz etmiyorlar.

Kendileri bunun sorunları ve zorluklarıyla yüzleşmeye gelmiyorlar.

Aslında Sosyalizmden bahseden yukarıdaki sözler sadece sosyalizmin sorunlarından

kaçışın değil, demokrasi mücadelesinden de kaçışın örtüsü oluyor.

Sosyalizm denerek, demokrasi mücadelesinin içinde ve önünde yer alınmıyor.

Page 73: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

73

Böylece de demokrasi mücadelesi radikal demokrasiden yoksun olduğundan zayıf kalıyor.

*

Şimdi gelelim Demokratik Cumhuriyet’in “Sürekli Devrim” yani yayılma ve derinleşme

olasılığına. İşte Demokratik Cumhuriyet tam da bu nedenle, Dünya Çapındaki Görevler ve

Programdan hareketle savunulmalıdır.

Yukarıda, bu günkü verili durumda, bir emekçi iktidarının kendisini büyük bir olasılıkla

demokratik görevlerle sınırlayacağından söz ettik. Elbette kapitalizme dokunmayan bir

demokratik ve emekçilere dayanan bir iktidar, dünya kapitalizmi için daha katlanılabilir ve

ayakta kalma şansı olan bir opsiyondur. Ama bu aynı zamanda emperyalizm açısından bir

tehlikedir de.

Elbette bu iktidar bölge ülkelerinde, tıpkı Ekim Devrimi’nin yol açtığı türden etkilere yol

açar. Yani o ülkelerdeki demokratik güçleri güçlendirir, onlara bir itilim verir.

Bu ise, dünya petrol rezervlerinin esas büyük bölümünün olduğu bir alanda,

oligarşilerin yıkılması, birbiriyle barış içinde demokrasilerin kurulması, hatta bir

federasyon projesi, birbirlerine destek vermesi demektir.

Bu ise, emperyalizm, bu kendisini kapitalizmle sınırlamış; İsveç’teki gibi, bir düzene bile

dayanamayacak ona karşı müdahale edecek demektir. Çünkü böyle bir dönüşüm,

halklarına dayanan yönetimler, birbiriyle birleşmeyi düşünen bir federasyon projesi, yani

PKK’nın demokratik Orta Doğu Federasyonu projesi, Emperyalizm için bir kâbustur.

Her şeyi bir yana atsak, sadece petrol nedeniyle bile bir kabustur. Dünya petrol rezervlerinin

kontrolden çıkması demektir.

Böylece mesajı da zaten bölgedeki oligarşileri rahatsız edecek bir demokratik cumhuriyete

karşı, bölgedeki oligarşilerin ve emperyalizmin birlikte müdahalesi adeta kaçınılmazdır.

Bu durumda, Demokratik Cumhuriyet, sadece bölgesel bir proje olarak, emperyalist

ülkeleri içinden bölemez. Emperyalist müdahaleye karşı dünya çapında bir programla

karşı çıkmak zorunda kalır. Olayların mantığı onu buna zorlar.

Dolayısıyla, Kürt hareketinin kendini kurtarmak için Türkleri de kurtarmaya kalkması gibi;

Demokratik Cumhuriyet de kendini ya da bölgeyi kurtarabilmek için, tüm dünyayı

kurtarmaya kalkabilir. Yani Emperyalizmin müdahalesi karşısında, kendini demokratik

görevlerle sınırlamış bir cumhuriyet, ayakta kalabilmek için, dünya çapında bir sosyalist

uygarlık projesi geliştirmek zorunda kalabilir.

Kürt hareketinin evrimi; bağımsız bir Kürdistan’dan Demokratik Cumhuriyet ve Orta Doğu

Demokratik Cumhuriyetler Federasyonuna evrimi ve zorda kalınca bu yönde adım atmak

zorunda kalması, böyle bir olasılığın var olduğunu göstermektedir.

Ama emperyalist müdahale karşısında o Demokratik Cumhuriyet’in böyle bir evrim

gösterebilmesi için de, sosyalistlerin sosyalist bir uygarlık tasarımı için demokratik

cumhuriyet projesinin önünde mücadele etmelerinin hayati bir önem vardır.

Page 74: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

74

Bizim bütün yaptığımız da bu.

Türkiye sosyalistleri ise, ne Dünya çapında sosyalizmin problemleriyle ne de Türkiye’deki

acil Demokrasi mücadelesinin problemleriyle yüzleşmiyorlar ve “sosyalizm” şiarının ardına

gizlenerek, programsızlıklarını gizleme taktiği uyguluyorlar.

Yıllardır bu konularda yazıyoruz. Sorunu böyle koyan, bu sorunları tartışan bir tek sosyalist

hala yok.

Bunun adı intihar politikasıdır.

Bunun adı devekuşu politikasıdır.

15 Mart 2002 Cuma

(10 Haziran 2009 Çarşamba - 2002 yılında yazılmış olan bu yazı Çatı Partisi Tartışmaları

Grubuna gönderilmek üzere gözden geçirildi ve bir araya getirildi.)

Page 75: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

75

Çatı Partisi" Tartışmalarında Eksik Olan

Gerçek bir Demokratik Cumhuriyeti savunan tutarlı bir Devrimci Demokrasinin

yokluğu nedeniyle, hemen her tartışmada olduğu gibi "azınlıklar" ve "uluslar" konusunun

tartışılmasında da, tüm kavramlar anlamlarını yitiriyor; herkes tam bir köle diliyle konuşuyor

ve tartışmalar netlik sağlamak bir yana, kafa karışıklıklarıyla sonuçlanıyor.

Şu an Türkiye'de şu görüşleri savunan bir "Fikir Akımı", bir "Toplumsal Hareket", bir "Parti"

olduğunu var sayalım:

"Ulusun dile, dine, etniye, kültüre, tarihe göre tanımlanması bir gericiliktir. Devletin nasıl

dini yoksa ve olmaması gerekiyorsa, yani inanç "özel" bir sorun ise; dil, din, "etni", "kültür",

"ulus" da öyle olmalıdır. Yani devletin "ulus"u da olmamalıdır. Devletin dili, dini, etnisi,

tarihi, soyu, sopu, "ulusu" olduğu yerde otomatik olarak baskı altındaki "uluslar" ve

"azınlıklar" da oluşur."

Böyle bir çizgi karşısında, bu gün ortalığı kaplamış görüşlerin gerici ve uzlaşmacı nitelikleri

apaçık ortaya çıkardı.

*

Azınlıklar sorunu veya ulusal sorun, birisi ezilenleri bölücü ve gerici; diğeri devrimci ve

demokratik olmak üzere iki şekilde "çözülebilir".

Birincisi, gerici ve demokratik olmayan çözüm: o azınlıkların veya ulusların tanınmasıdır.

Bunu şöyle bir örnekle açıklayabiliriz: Türkiye'de devletin iddiası her ne kadar laik olduğu ise

de, devlet laik değildir ve Sünni İslam'ın özel bir yorumu devletin gayrı resmi dinidir.

Çünkü, örneğin Devlet, tüm vatandaşlardan aldığı paralarla, camilere imam atar, onların

maaşını verir, İmam Hatip okulları açar vs..

Bütün bunların laiklikle hiçbir ilgisi yoktur.

Şimdi, böyle bir devlette, Alevilerin de "tanınması"; yani örneğin Cem Evlerinin de Camiler

gibi tanınması; dedelere maaş bağlanması gibi, Sünnilere tanınan ayrıcalıkların aynen Aleviler

için de geçerli olduğunu var sayalım.

Bu "çözüm" gerici bir "çözüm"dür. Bu "çözüm", devletin inanç alanına karışmasını

sorgulamaz. Sadece, somut olarak devletin tanıdığı ya da desteklediği din veya dinler

değişmiş olur.

Devrimci ve demokratik çözüm, devletin Alevileri de tanıması değil, dini tümüyle özel bir

sorun olarak görmesi, sadece onların arasındaki eşitliği, inanç özgürlüğünü savunmasıdır.

Yani örneğin İmamların maaşının, yetiştirilmesinin vs. de tıpkı şimdi Alevilerdeki dedelerde

olduğu gibi bütünüyle cemaatin gönüllü katkılarıyla sağlanmasıdır.

Böyle bir Demokratik çözümde, Devletin görevi, çoğunluk dininin, azınlık inançlarını

baskı altına almasını engellemek olur. Yani örneğin, en Sünni semtte bile, isteyenin

Page 76: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

76

ramazanda güpe gündüz yemek yeme hakkını savunmak olur.

Türkiye'de bir Politik İşçi Hareketi, dolayısıyla Devrimci Demokrasi bulunmadığı için, bu

alandaki bütün tartışmalar, gerici "çözüm" çerçevesinde yapılmakta; Burjuvazi ile Bürokrasi

arasındaki o kayıkçı dövüşü ve zımni uzlaşma teşhir edilememektedir.

Bu gün mazlum rolü oynayan, politik İslam bayraklı Anadolu Burjuvazisi, hiçbir şekilde

böyle bir tutarlı laikliği savunmamaktadır ve savunamaz. Onun sorunu, devletin resmi

İslam'ının kendi savunduğu İslam olmamasıdır.

Tersinden Aleviler de, çoğu kez gerçek bir laiklikten ziyade, ya politik İslam'a karşı resmi

İslam'la ittifaka girmekte ve bürokrasinin yedeği olmaktadırlar; ya da Aleviliğin de tanınması

gibi gerici talepler ileri sürmektedirler.

Halbuki gerçek bir laiklik programı, sadece Alevilerin değil, Ateistler, Ezidiler, Hıristiyanlar

gibi tüm diğer inançların da sorunlarını bir çırpıda ve kökten çözer.

*

Sorun aynen "ulusal sorun"da da görülmektedir.

Şimdi, Kürtler "biz Asli unsuruz" diyerek, aslında tıpkı, Alevilerin de gerçek bir laiklik yerine

Sünnilerle aynı haklardan yararlanma politikasına benzer bir politika izlemektedirler. Yani

devletin Türk devleti olmaktan çıkması ve Türk-Kürt devleti olmasını istemektedirler.

Evet bu da bir "çözüm" olabilir, ama tıpkı Alevilerin diyanette yer alması gibi bir "çözüm"dür.

Gerici ve anti demokratik bir "çözüm"dür.

Demokratik bir Cumhuriyet ile böyle bir talebin ilişkisi olmaz. Sorun devletin Kürt-Türk

devleti olması değil, Türk devleti olmaktan çıkarılmasıdır.

Demokratik bir Cumhuriyette, devletin nasıl dini olmazsa, din nasıl bütünüyle özel bir

sorun olarsa, devletin dili, etnisi, soyu, tarihi "ulusu" da olmaz.

Politik olanın, yani devletin ya da ulusun tanımı, bunlarla değil, bunlara karşı insan

haklarıyla; ya da ulusu bir dil, din, etni, soy, tarih ile tanımlamaya karşı yapılır. Bunlar

insanların, tıpkı din gibi, "özel sorunları" olur.

Örneğin: tüm dillerin ve kültürlerin eşitliği, herkesin ana dilinde eğitim hakkı olur.

Böyle bir ülkede, her hangi bir dil ya da kültür imtiyazlı olmayacağından, her hangi bir etnik,

kültürel ya da dilsel politik azınlık da olmaz. Tıpkı gerçek bir laiklikte devletin dini olmadığı

için herhangi bir dinsel politik azınlık da olmayacağı gibi.

*

En çok karıştırılan konu ulusun bir dile göre tanımlanmasıyla, pratik bir sorun olan ortak

bir anlaşma dilinin farkıdır.

Demokratik bir cumhuriyette ulus bir dile göre tanımlanmayacağından ulusun dili olmaz; ama

yurttaşlar gerekli görürlerse bir dil ortak konuşma dili seçilebilir. Ve herkes ana dilinin yanı

sıra bu dili de öğrenebilir.

Page 77: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

77

Her hangi bir veya birkaç dilin, bir ortak konuşma dili ("Lingua France") olarak seçimi,

teknik bir çözümdür, buna gerek olup olmadığı ve olursa hangi dil olacağı, çeşitli dillerden

tüm yurttaşların demokratik olarak seçimi ve belirlemesiyle olur. Bu dilin ülkede yaşayan

çoğunluk veya azınlık dillerinden biri olması da gerekmez ve ulusun tanımına ilişkin bir sorun

değildir.

Bu ortak konuşma dilinin, örneğin bu dilin en büyük çoğunlukların, örneğin Türklerin ve

Kürtlerin dili olması bile gerekmez, pek ala o ülkede hiç konuşulmayan bir dil, örneğin

İngilizce bile seçilebilir. Hatta çoğunlukların imtiyazlı olmasına karşı böyle bir seçim daha

doğru bile olabilir. İngilizce ortak konuşma dili olarak seçildiğinde o ulus nasıl İngiliz Ulusu

olmaz ise, diyelim ki bir Türkçe veya Kürtçe seçildiğinde o ulus Türk veya Kürt ulusu da

olmaz.

Türkiye'deki en devrimci demokratik eğilimleri dile getiren Kürt Özgürlük Hareketi bile, hala

sorunu "kurucu asli unsur" çerçevesinde tartışmakta; Kürtlüğün tanınmasını istemektedir.

Kürt Özgürlük hareketi, henüz hala, ulusun (ya da devletin ya da politik olanın, hepsi aynı

şeydir) dile, tarihe ve etniye vs. göre tanımlanmasını sorgulamamakta; tutarlı bir devrimci

demokrasi programını ortaya koyamamaktadır.

Ama bu geri çekilişten dolayı Aleviler gibi Kürtler de suçlanamaz. Bunun baş suçlusu, böyle

bir programı bayraklarına yazmayan sosyalistlerdir.

Türkiye'de veya Orta Doğu'da ulusu dil, etni, din, kültürle tanımlamayı reddeden ve

buna karşı mücadele eden gerçek bir Demokratik Cumhuriyeti savunan politik işçi

hareketi olmadığı için, Kürt hareketi de kendi devrimci demokratik eğilimlerini ifade

edememektedir.

Böyle bir işçi hareketinin bulunmamasının en büyük sorumlusu da, kendileri birer gerici

ulusçu olan; yani ulusu Türklükle tanımlamış bir devlete veya Türklükle tanımlanmış bir

ulusa karşı mücadeleyi en baş görev olarak bayraklarına yazmayan dolayısıyla bu demokratik

görevi ikinci plana atıp bu sistemin yedeği durumuna düşen sosyalistlerdir.

Görev, inancın, dilin, kültürün,soyun, tarihin kişisel bir sorun olduğu, bütün dil, inanç, kültür

ve dil ve tarihlerin eşit olduğu gerçek bir Demokratik Cumhuriyet'i savunacak devrimci

demokratik bir politik akım, bir hareket ve politik bir örgüt ve güç yaratmaktır.

Ancak böyle bir program ve çizgi, bu gün ortalığı kaplamış güçlerin, gerici ve uzlaşmacı

niteliklerini görmeyi sağlayan bir mihenk taşı olabilir ve devrimci demokrasiyi daha tutarlı bir

çizgiye çekebilir.

*

"Çatı Partisi" tartışmalarına biraz da bu programatik sorunlardan hareketle girmek daha doğru

olacaktır. Olmayan ve eksik olan budur

"Çatı Partisi", toplumda böyle Kürtlüğün tanınmasına değil, Türklüğün veya her hangi

bir ulusa göre politik olanın, devletin veya ulusun tanımlanmasına karşı bir programla

ortaya çıkar ve tartışmalar bu mecraya akarsa, "Çatı Partisi" daha doğmadan tüm

Page 78: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

78

toplumu değiştirmeye başlayabilir.

Şimdi soruyoruz DTP'ye EMEP'e ve SDP'ye diğer tüm bu konuda yazan ve tartışan

arkadaşlara: devletin böyle dini olmaması gibi "ulusu" da olmaması veya ulusun (Devletin,

Politik olanın), dile, dine, etniye, tarihe göre tanımlanmaya karşı tanımlanması;

Türklüğün, Kürtlüğün vs. kişilerin özel, "kültürel" bir sorunu olması konusunda somut

olarak ne diyorsunuz?

12 Nisan 2008 Cumartesi

Demir Küçükaydın

Page 79: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

79

Çatı Partisi Girişimcilerine Sorular ve Bir Çağrı

“Önce katılan sonra katılan, çok olan az olan,

örgütlü ya da bireysel katılan ayrımı olmayacak aramızda...

Hepimiz eşit olacağız...

Program ve tüzüğü birlikte tartışarak yazacağız...”

20-21 Aralık Toplantısı “Sonuç Bildirisi”nden

Yukarıda aktarılan satırlarda “Program ve tüzüğü birlikte tartışacağız” deniyor?

Şu ana kadar, Çatı Partisi girişimi ve tartışması içinde bulunanlar içinde hiç hiçbir örgütten,

çevreden, eğilimden Program ve Tüzük önerisi, veya böyle bir Tüzük ve Programa temel

oluşturacak analizleri, somut değerlendirmeleri içeren bir metin veya tartışmalara zemin

olacak bir öneri gelmedi.

Bu öneriler arada geçen bunca ay içinde ortayla koyulmayacaksa, açıkça tartışılmayacaksa, ne

zaman nasıl tartışılabilir de bir sonuca ulaşılabilir?

Bir şeyler bir şekilde yanlış?

Bu gibi konuların, altı ay sonra yapılacak bir toplantıda konuşmacılara verilen beş on dakkalık

kısıtlı kunuşma süreleri içinde tartışılıp çözümleneceği mi düşünülüyor?

Bunun olmayacağı görülmüyor mu?

Ama ortadaki sadece şu ana kadar hiç kimsenin tartışmalara temel olacak bir program

önermemesi değil, esas anlaşılmaz olan, başta “Program ve Tüzük Komisyonu” olmak üzere,

“Çatı Partisi”nin tüm katılımcılarının, şu ana kadar yapılmış biricik somut program önerisi

karşısında, suskunlukları, onu yok saymaları, böyle bir metnin varlığını, önerilmiş

bulunduğunu ve adını ağıza bile almamalarıdır.

*

Bir kere daha hatırlatayım.

20-21 Aralık toplantısında söz aldığımda, çok kısıtlı sürede, Programın “Kürtlüğü tanıma”

değil, “Türklüğü imha” yani Türklüğü, politik alandan, ulusun tanımından çıkarmayı

hedeflemesi gerektiğini; ve kendini Askeri Bürokratik Oliarşinin egemenliğine son verecek

radikal ve devrimci demokratik taleplerle sınırlaması gerektiğini, ayrıca son derece basit ve

somut talepler içermesi gerektiğini; aksi takdirde radikal ve demokratların bir birliğinin

mümkün olmdığını söyledim ve Program tartışması zemini için bir temel olarak,

“Ortadoğu İçin Demokrasi Manifestosu” adlı Programı ve Program metnini, kurulması

düşünülen Çatı Partisi’ne Program olarak önerdim.

Ayrıca bu metnin, gerek örgüsü ile gerek edebi özellikleriyle, Marks ve Engels’in yazdıkları,

Komünist Manifesto’ya öykünerek yazıldığını belirttim.

Page 80: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

80

Bununla da yetinmedim, bu metnin yer aldığı, Hamburg’ta yapılmış, Ertuğrul Kürkçü, Haluk

Gerger, Ragıp Zarakolu’nun da konuşmacıları arasında bulunduğu bir sempozyuma sunulan

bildirilerin toplandığı, “Büyük Ortadoğu Projesi ve Sosyalist Strateji” başlıklı kitabın, toplantı

kapısının girişinde bir masaya koyulduğunu, oradan bunun bedava alınabileceğini de ilan

ettim. Ve o gün en az 250 katılımcı bu kitaptan (Dolayısıyla da bu Program önerisi ve metni)

bedava veya gönlünden koparsa bağış karşılığında edindi.

Şu ana kadar aradan neredeyse altı ay geçmiş bulunuyor.

1) Hala ortada bu metinden başka bir metin, öneri vs. yok üzerinde tartışmak için.

2) Bu metine yönelik hala en küçük bir eleştiri bile çıkmış değil.

3) Program komisyonu bile böyle bir metnin önerildiğini, ortada bayka bir şey

olmadığını söyleyerek olsun bu metni anmış, Program tartışması için kimsenin

dikkatini böyle bir metnin varlığına çekmiş değil (dolayısıyla görevini doğru yapmıyor

demektir bu zımnen).

Bu öneri karşısındaki suskunluk ve yokmuş gibi davranılması ne anlama gelmektdir?

Böyle davranan Çatı Partisi Girişimcilerinin ciddiyetine ve hassasiyetine nasıl inanılabilir?

*

Evet, ben bir gücü, bir örgütü temsil etmiyorum.

Bunun için ciddiye alınmıyor olabilirim.

“Tığ-ü teber şah-ı merdan” tek bir kişiyim.

Ama yine o toplantının sonuç bildirisinden yukarıya aktarılan satırlarda:

“örgütlü ya da bireysel katılan ayrımı olmayacak aramızda...

Hepimiz eşit olacağız...”

Deniyor.

Ama bu satırları bizzat yazanlar ciddiye almıyorsa, toplumun bu satırları yazanları ciddiye

alması nasıl beklenebilir.

*

Burada beklenen belli bir gücü temsil eden örgütlerle bir eşitlik değildir.

O yukarıda alıntıladığım satırlarda, bunun söylenmediğini ve olamayacağını biliyorum.

Ama en azından biçimsel bir eşitlik olması gerekmez mi? En azından her hangi bir kısıtlama

gereği ve ihtiyacının olmadığı ortamlarda. Örneğin İnternet grubundaki tartışmalarda.

Büyük bir örgüt eğer çok daha kötü ve içeriksiz bir metni önermiş olsaydı, “Tüzük ve

Program Komisyonu” veya “diğer genel komisyonlardan biri, en azından, şu örgütün önerdiği

şu metin gelmiştir der ve var olan bir metni susuşa boğmaz, hiçbir şey yokmuş gibi yapmazdı.

En azından bir kişi olarak, böyle bir biçimsel eşitlik beklemek çok mu olur?

Sonuç bildirisinde söylenenleri ciddiye almak ve bir birey olarak en azından bir biçimsel

Page 81: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

81

eşitlik beklemek çok mu naiv bir tutum acaba?

Şimdi tekrar, 20-21 Aralık toplantısında Çatı Partisi’ne Program olarak veya Program

tartışmasına zemin olarak önerilmiş, orada dağıtılmış “Büyük Ortadoğu Progjesi ve Sosyalist

Strateji” başlıklı kitabın içinde yer alan, “Ortadoğu İçin Demokrasi Manifestosu” başlıklı

metni hatırlatıyorum.

Şu ana kadar başka bir metin, bir öneri olmadığına ve bunu kimse de şu ana kadar

eleştirmediğine göre, bu eleştirisizliği iyi niyetle, bir susuş kumkuması olarak değil, sükut

ikrardan gelir anlamında, kabul, itiraz edecek bir şey olmadığı için ses çıkarmama olarak mı

yorumlayalım.

Bu metni tekrar yollayacağım.

Demir Küçükaydın

15 Haziran 2009 Pazartesi

Page 82: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

82

Çatı Partisi Girişimcilerine Program Önerisi

Çatı Partisi Girişimcilerine, 20-21 Aralık Toplantısında önerdiğim ve dağıttığım, en azından

tartışmalar için bir temel olmasını umduğum Programı tekrar iletiyorum.

Bu Metin, Marks-Engel’in Komünist Manifesto’suna öykünerek yazılmıştır.

Gerekçe kısmı esas metini oluşturmaktadır.

Somut Talepler sonunda yer almaktadır.

15 Haziran 2009 Pazartesi

Demir Küçükaydın

Ortadoğu İçin Demokrasi Manifestosu

Ulusçuluk Hayaleti

Bundan yüz elli altı yıl önce, Avrupa’yı kasıp kavuracak 1848 devrimlerinin arifesindeki

günlerde, Marks ve Engels adlı, henüz otuzuna varmamış iki genç, daha sonra “Komünist

Manifesto” adıyla ünlenecek bildirilerine “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor, Komünizm

hayaleti” sözleriyle başlıyorlardı.

Ama yirminci yüzyılın ve günümüzün hayaleti, Komünizm değil Milliyetçilik oldu. Bu gün

yazılacak bir bildirinin ilk sözleri: “Dünyada bir hayalet dolaşıyor, Milliyetçilik Hayaleti”

olabilir.

Bu hayalet, bu gün göründüğü biçimiyle, tam da “Komünizm Hayaleti”nden söz ederek

başlayan bildirinin yazıldığı günlerde doğdu.

Ve bu hayalet, içinde bulunduğumuz şu günlerde, yüz yıldan fazladır felç edip böldüğü Orta

Doğu’yu, yeni kan deryalarına sokmaya hazırlanıyor.

Bu gün, tüm Orta Doğu, Kafkaslar, yani bu “Büyük Ortadoğu” ya da, “Verimli Hilal” de

denen bölge, tarihindeki en büyük yol ayrımlarından biriyle karşı karşıya bulunmaktadır.

Bölge, ya etnilerin, dillerin, dinlerin, kültürlerin, “ulusların” birbirini boğazladığı bir

mezbahaya dönecektir ya da bu diller, etniler, kültürler, dinler, yepyeni bir atılım için bir

birikim ve zenginlik, bölgeyi yüzlerce yıldır çektiği acılardan kurtaran bir zemberek olacaktır.

Bölge binlerce yıldır insanlığın kaderinde oynadığı tayin edici olumlu veya olumsuz rolleri bir

kez daha oynamaya aday görünmektedir. İnsanlığın geleceğinin nasıl şekilleneceğinde,

önümüzdeki yıllarda Orta Doğu’daki mücadelelerin sonuçları büyük bir önem taşıyacaktır.

Orta Doğu’nun Tarihteki Yeri

Bundan on bin yıl önce, ancak “Sanayi Devrimi”nin keşifleriyle ve dönüşümleriyle

kıyaslanabilecek, “Neolitik Devrim” denen, çömlekçilikten dokumacılığa; hayvanların ve

bitkilerin ehlileştirilmesinden ilk madenlerin işlenmesine kadar, sayılmakla tükenmeyecek bir

buluşlar manzumesi, o muazzam altüstlük, kadın eliyle bu bölgede gerçekleştirildi.

Page 83: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

83

Bundan beş bin yıl önce, ilk kez insanları sürekli kıtlık tehlikesinden kurtaran düzenli tarıma

ilk geçiş ve ilk kentlerin kuruluşu da yine burada gerçekleşti. Tarımın sağladığı zenginlikle ve

bollukla birlikte, o artık-ürünü farelerden koruyan kediler, o fazla-ürün için toprakları

sürmeye yarayan öküzler ilk kez buralarda birer tanrı oldular.

Tarım sayesinde ilk kez düzenli artı-ürün burada ortaya çıktığından tesadüfi artıkların

şölenleri yerine, dönemsel ve düzenli kutlamalar olan bayramlar ve tatil günleri ilk kez burada

doğdu. Tanrı altı günde evreni yarattıktan sonra yedinci günde dinlenmeyi ilk kez burada akıl

etti. Doğanın bahardaki uyanışı burada bayramlaştırıldı. Kıtlık ekonomisindeki çocuk

kurbanlarından hayvancılığın bolluk ekonomisine uygun hayvan kurban etmeye ilk kez

burada geçildi ve bu devrimler ilk kez burada bayramlaştırılarak insanlığın hafızasına kazındı.

Ama tarım ekonomisine geçiş insanlığı sadece kıtlıktan kurtarmakla kalmadı, bunun bir de

kefareti oldu: bu aynı zamanda uygarlığın yani sınıfların, paranın, devletin, yazının da ortaya

çıkması demekti. Yazı, yani bilgi ağacının meyvesi, yani uygarlığa geçiş aynı zamanda

masumiyetin yitirilişi, cennetten kovulma idi. İnsanoğlu Cennetten kovulup, yeryüzü

cehennemine burada düştü. Yine burada Habil ve Kabil adlı kardeşler arasındaki ilk cinayetin

bir tarlada işlenmesi bir rastlantı değil; gerçek tarihin dürüst ve çocuksu bir saflıkla

anlatımıdır.

Tarımla birlikte ilk kez şehirler, yazı, rahipler, ticaret, para, tüccarlar, sınıflar, devlet, ordular,

siyaset, yani özetle uygarlık da ilk kez bu topraklarda ortaya çıktı.

Bu gün Avrupa’nın Avrupa Uygarlığının temeli olarak kendine mal etmeye çalıştığı Klasik

Yunan Felsefesi bu toprakların ürünü ve zirvelerinden biridir. Yunan matematikçileri, doğa

bilimcileri, filozofları, o zamanlar henüz isimleri bile olmayan, yerlerinde boş bataklıklar ve

ormanlardan başka bir şey bulunmayan, Roma, Paris, Londra, Brüksel veya Berlin’de değil;

İskenderiye’de, Babil’de geziyorlar, çalışıyorlar, tartışıyorlar ve bilgilerini zenginleştiriyor;

oralarda birikmiş bilgileri sınıflandırıyorlar; o bilgilerden hareketle genellemeler yapıyorlardı.

Daha sonra Avrupa’da doğan kapitalizmle birlikte tüm dünyaya yayılan, Orta doğu ve

Akdeniz uygarlık alanının üç büyük tek tanrılı dini, Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam bu

topraklarda doğdu ve gelişti. İbrahim ve Muhammet bu topraklarda kervancılık yapıyor, bu

toprakların binlerce yıllık geleneklerinden süzdükleriyle peygamberleşiyorlardı. Roma’nın

evrensel boyutlarının yansısı ilk evrensel din, İsa aracılığıyla bu topraklarda doğuyordu.

Bu topraklar Çin, Hint ve İran uygarlıklarının yanı sıra binlerce yıl boyunca, en büyük

uygarlık beşiklerinden biri oldu. Dicle, Fırat ve Nil nehir boylarında doğan uygarlık, binlerce

yıl boyunca, tıpkı su yüzündeki bir yağ damlası gibi yavaş yavaş yayıldı. Tüm Akdeniz’in

Doğusu, Afrika’nın kuzeyi ve Avrupa’nın Güneyini kapladı. Bu bakımdan Akdeniz bu

uygarlığın bir yayılışıdır. Akdeniz binlerce yıl boyunca, kapitalizmin doğuş çağında Atlantik

Okyanusunun ve bu gün giderek artan bir ölçüde Pasifik Okyanusunun dünya ekonomisindeki

tayin edici rolünü oynadı.

Buna bağlı olarak bölgenin siyasi biçimi olan, ticaret yollarının emniyetini sağlayan

imparatorluklar, önceleri sadece Nil ve Dicle-Fırat nehirleri boyunca yayılırken, daha sonra

bütün doğu Akdeniz’i, yüksek yarımadaları (Anadolu, Balkan, İtalya, İberik) ve nehir

Page 84: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

84

boylarını kaplar hale geldi. Romalılar Akdeniz’e “Mare Nostrum” (bizim deniz) derlerdi;

gerçekte ise Roma Akdeniz’e aitti. Bölgenin iktisadi birliği, imparatorlukları yaratıyor;

imparatorluklar da bölgenin birliğine siyasi ve kültürel bir boyut verip onu güçlendiriyordu.

Roma İmparatorluğunun sınırları, aşağı yukarı, Bizans ve Osmanlı’nın da sınırları idi. Bu

imparatorluklar, iyi kötü bu uygarlık beşiğinde bir düzen sağlayabiliyor, tarihsel ve coğrafi

olarak bir bütün olan bölge binlerce yıl boyunca, insanlığın uygarlık beşiklerinden ve

zirvelerinden biri olma özelliğini koruyabiliyordu. Böylece bir zamanlar Babil'in asma

bahçelerinin olduğu yerlerde binlerce yıl sonra bile, Abbasiler döneminde Bağdat’ta olduğu

gibi, yeni yükselişler yaşanabiliyordu.

Fakat bölge bu gün, bu göz kamaştırıcı geçmişiyle tam bir zıtlık içinde yoksulluk, gerilik,

çatışmalar ve perspektifsizlik içindedir. Doğanın ona bahşettiği petrol ve su gibi zenginlikler

onun en büyük felaketi olmuştur. Ama sadece doğa tarihinin ona bahşettikleri değil, insanlık

tarihinin ona bahşettiği zenginlikler de, yani binlerce yıllık kökleri olan kültürler, diller, dinler

de, yani bizzat kendi tarihi de onun bir felaketi olmuştur.

Bölge, sadece maddi zenginliklerinin soyulması karşısında değil, tarihinin çalınması

karşısında bile tarihini savunamaz durumdadır. Bu zengin tarih uluslar tarafından yağma

edilmektedir. Bu toprakların çocuğu olan Hıristiyanlık, bu toprakların binlerce yılık tecrübe

ve bilgi birikiminin bir sentezi olan “Klasik Yunan Felsefesi” ve bilimi ve sanatı, Batı ve yeni

yaratılan Avrupa ulusu tarafından Avrupalılığın bir bileşeni olarak bölgenin tarihinden ve

bilincinden çalınmaktadır. Hıristiyanlığı ve Yunan Felsefesini Avrupa’ya bırakarak, bölgeyi

İslam ile tanımlayarak yoksullaştıranlar; bölgenin bu manevi soyuluşunun suç ortaklığını

yapmaktadırlar. İbrahim ve Musa Siyonist ulusçularca; Muhammet Arap ulusçularınca; İsa

Avrupa ve başka Hıristiyan nüfuslu ulusçularca çalınmıştır.

İnsanlığın tarıma geçişini sembolize eden bayram olan Newroz, Kürt ulusçuluğunun bayramı

olmuştur. İyonyalı ya da Atinalı veya Egeli Filozoflar Yunan ulusunun mülkiyetine

geçirilmiştir. Saddam Nabukadnezar’ın Irak, Türkler Sümer ve Hitit ve Osmanlı’ların Türk;

Mısırdaki yöneticiler Neferetit ya da Ramses’in Mısır ulusundan olduğuna yemin

etmektedirler. Bölgenin tarihi uluslar ve ulusçular tarafından çalınmakta, kendilerini dine,

dile, etniye gör tanımlayan ulusların mülkiyetine geçirilmektedir. Bölge, kendi tarihini

mülkiyetine geçiren bu gerici ulusçulukları mülksüzleştirmeden, kendi tarihiyle barışmadan;

Muhammet’i Arapların, Musa ve İbrahim’i İsrailli Siyonistlerin; İsa’yı Avrupalıların; Sokrat,

Aristo, Arşimet veya Sofokles’i Greklerin ve Avrupalıların; Nabukadnezar’ı Saddam veya

Iraklıların; Kava’yı veya Selahaddin’i veya Newroz’u Kürtlerin; Sümerleri, Hititleri,

Osmanlı’yı ya da Köroğlu’nu Türklerin mülkiyetinden kurtarmadan tekrar tarihine uygun bir

kimliğe kavuşamaz.

Ulusçuluk ve Orta Doğu

Nasıl oldu da, bölge maddi ve manevi zenginliklerinin böyle soyulması karşısında suskun ve

çaresiz kaldı ve bu soyguna suç ortağı oldu? Bu sırrın anahtarı, bölgeyi kurt dalamış sürüye

çeviren, onun tarihini yağma eden, yirminci yüzyılın hayaleti ulusçuluktadır.

Ulusların birbirini boğazlamasına ve her dil, din veya etninin bir ulusal devlet oluşturmasına

Page 85: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

85

karşılık düşen “Balkanlaşma” kavramının bu bölgedeki bir yarım adanın, aynı zamanda da

bölgenin son imparatorlukları olan Bizans ve Osmanlı’nın kalbi olan bölgenin adını taşıması

rastlantı değildir. Din, dil ve aşiretlerin birbirleriyle çatıştığı kaos ortamlarını tanımlamakta

kullanılan “Lübnanlaşma”nın da yine dünün bu uygarlık beşiğinden bir bölgenin adını

taşıması da rastlantı değildir.

Ve bu gün Orta Doğu, yeniden bir Balkanlaşma ve Lübnanlaşma felaketine doğru dolu dizgin

yol alıyor. Bu gidişi tersine çevirmenin tek yolu, bölgeyi böyle “Balkanlaşma” ve

“Lübnanlaşma” felaketlerine sürükleyen tarihsel mekanizmayı anlamaktan geçer.

Bu bölge, Çin ve Hint gibi diğer klasik uygarlık beşiklerinin tersine, bölgede modern

kapitalist ilişkilerin gelişmesiyle birlikte ortaya çıkan dile, dine, etniye dayanan ulusçuluk

karşısında hiçbir savunma mekanizması bulamamıştır. Bu mekanizmayı bulamadığı sürece de

parça parça olmaya ve kanamaya mahkumdur.

Ulusçuluk ve Diğer Uygarlıklar

Diğer uygarlık beşikleri karşısında bölgeye klasik çağlarda güç veren her şey onun

güçsüzlüğünün nedenleri haline gelmiştir. Hiçbir uygarlık beşiği, Modern kapitalizmin ve

ulusçuluğun saldırısı karşısında, Orta Doğu ve Akdeniz uygarlık beşiği kadar zayıf ve

savunmasız olmamıştır.

Çin uygarlığı bir kıyaslama olanağı sağlar. Orada onlarca farklı dilde ve lehçede halk

bulunmasına ve bu diller ve halklar arasındaki farklar Orta Doğu’daki dillerin ve halkların

farklarından hiç de az olmamasına rağmen, Orta Doğu’yu parçalayan, neredeyse her dilin ve

her dinin bir ulus oluşturması gibi bir süreç Çin’de yaşamamıştır. Çin’deki diller, halklar ve

dinler, dine, dile, soya, etniye göre ulusların oluşmasına bağışık (şerbetli) kalmışlardır.

Ulusçuluk mikrobu Çin’de bir hastalığa yol açmamış, Çin uygarlık alanının bölünmesini

getirmemiştir. Çin’de ulusal hareketler sadece Uygurlar ve Tibetliler gibi, farklı alfabe

kullanan halklarda görülmektedir.

Niçin? Çünkü Çin’in seslere değil, şekillere dayanan arkaik yazısı, farklı dillerin aynı

şekillerle anlaşmasını mümkün kılıyordu. Böylece farklı dillerin farklı alfabeler ve yazı dilleri

dolayısıyla da farklı entelijansiyalar ve uluslar yaratmasının maddi ve teknik koşulları ortaya

çıkmıyordu. Böylece, Çin uygarlık alanı, alfabesinin, Akdeniz uygarlık alanının seslere

dayanan alfabesinden çok daha ilkel olması sayesinde, ulusçuluğun kendisini kurt dalamış

sürüye döndürmesinden korunmuş oluyordu.

Orta Doğu’da ise, hepsi de seslere dayanan, Latin, Yunan ve Arap alfabeleri, tam tersine bir

gidiş için olağanüstü uygun koşullar sunmuştur. Bu sayede her dil, ayrı bir yazı diline ve

dolayısıyla da bir millet yaratma olanağına sahip olmuştur. Orta Doğu’ya Çin karşısında

kıvraklığını veren seslere dayanan alfabe, ulusçuluk mikrobu karşısında güçsüzlüğünün

koşullarından biri olmuştur.

Ama sadece Çin değil, Hint alt kıtası da ulusçuluk karşısında Çin’den daha az şerbetli

değildir. Hindistan’da da yüzlerce halk ve dil bulunmasına rağmen, bunların hiç biri ayrı bir

ulus oluşturmaya kalkmadı. Bu ulusçuluk, sadece kendini dinle tanımlayan ulusçuluk

biçiminde, Hint alt kıtasının kuzeyinde, Pers ve İslam uygarlığının etkisinde kalmış

Page 86: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

86

bölgelerde (Pakistan, Bengaldeş) bir varlık gösterebildi.

Bunun nedeni de yine, Hint alt kıtası uygarlığının arkaik karakterinde gizlidir. Tıpkı kıtaların

hareketleri sonucu diğer kıtalardan izole olan Avustralya ya da Madagaskar’ın diğer türlerin

etkilerine kapanması nedeniyle, oradaki canlıların yaşayan fosiller olarak kalmaları gibi,

Hindistan da, Himalaya dağlarının oluşturduğu aşılmaz doğal set nedeniyle, benzer bir sosyal

izolasyon yaşamış, bir tür yaşayan fosil özelliği kazanmıştır. Dış etkilerin ve başka halkların

istilalarının bin yılda bir kere yaşanması nedeniyle; kapitalizm öncesi uygarlıkların temel

eğilimi olan kastlaşma orada en uç noktalara varmıştır. Böyle bir sistemde, her etni, her dil,

her halk aynı zamanda bir kast oluşturmuştur. Bu ise, her biri ayrı halklardan oluşan kastların

ayrı uluslar olarak şekillenmesinin, ayrı bir burjuvazi ve entelijansiya çıkarmalarının maddi

koşullarını ortadan kaldırmıştır.

Buna karşılık, Orta Doğu ve Akdeniz uygarlık alanı ise, tarihin yol geçen hanı gibidir. Sürekli

barbar halkların istilaları ve imparatorlukları yıkışları, kastlaşma eğiliminin gelişmesine hiçbir

zaman fazla olanak tanımamıştır. Kast yapısı, sadece belli işlerde belli bölgelerin veya

halkların uzmanlaşması eğilimi olarak doğuş halinde kalmış, Hindistan’daki gibi bir

geçişsizlik, bir dokunulmaz paryalar kastı hiçbir zaman olmamıştır. Bizzat kendileri bölgenin

bu özelliğinin bir yansıması olan Hıristiyanlık ve İslam gibi toplumsal sistemi düzenleyen

dinler de, böyle bir kastlaşma eğiliminin önünde bir engel olmuşlardır. Kastlaşma eğilimi

sadece Yahudiler ve Romalar biçiminde varlığını toplumun gözeneklerinde sürdürebilmiştir.

Hemen görüleceği gibi, Orta Doğu ve Akdeniz uygarlık alanına kıvraklık veren kastlaşmama,

yani farklı dillerin ve halkların belli sınıflar ve meslekler biçiminde, jeolojik katmanlar gibi

taşlaşmaması da ulusçuluk karşısında onu savunmasız bırakmıştır.

İran – Pers uygarlık alanı ise, ulusçuluğun bu meydan okuyuşuna, Pers, Sasani uygarlık

birikiminin ve kültürünün İslam altında devam eden biçimi olan Şiilikle; ulusu, yani siyasi

olanı, Şiilikle tanımlayarak cevap vermiştir. Ulusun, dile, soya, kültüre göre tanımlanması

karşısında, dine, ama İran uygarlık alanının dinine göre tanımlanmasının, bu uygarlık alanının

birliğini ne kadar sürdürebileceğinin cevabı henüz ortada durmaktadır.

Orta Doğu ve Akdeniz ise bu soruya henüz cevabı bulabilmiş değildir. Akdeniz’in kuzeyi ve

Avrupa’nın Güney’i bu cevabı Orta Doğu, Akdeniz alanından Avrupa alanına geçerek, yani

kaderini bölgenin kaderinden ayırarak en azından kendisi için kısmi çözüm bulmaktadır.

Afrika’nın Kuzeyi, Mezopotamya, Anadolu ve Kafkaslar ise kanamaktadır ve böyle giderse

daha çok da kanayacaktır.

Soyut bir olasılık olarak, bölge içinden bir ülkenin, yani Türkiye’nin de, diğer Güney Avrupa

yarımadaları gibi yaparak, ulusu Avrupa yurttaşlığıyla tanımlayan Avrupa Birliği

çerçevesinde Balkan Halklarıyla yeni bir birliğe yönelmesi belki, sadece bu ülkenin

yangından kaçmasını sağlayabilir. Bizans ve Osmanlı’nın kalbinin Balkan ve Anadolu olması

böyle bir olasılığı çağrıştırmaktadır. Ama yangın ve kanama bölgeyi tüketmeye devam

edecektir.

Ne var ki, somutta, bu giriş, ancak, Kürdistan’ın dışta kalması ve böylece Türkiye’nin

Avrupa’nın en büyük ve kalabalık ülkesi olmaktan çıkmasıyla ve buna bağlı olarak Devlet

Page 87: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

87

Bürokrasisinin iktidarını büyük ölçüde yitirmesiyle olabilir. Bu günkü Türkiye’nin sahilleri ve

batısı ve ortasında yaşayan Türkler yanan evden kaçmış olurlar. Yani Şimdi Kıbrıslıların

yapmaya çalıştığını veya Doğu Almanların veya Doğu Avrupalıların yaptığını yapmış olurlar.

Ama bu da bölgeye ilişkin sorunu ortadan kaldırmaz.

Eski uygarlıkların siyasi biçimlerine tekrar dönmek mümkün değildir. Modern uygarlığın

biçimi olan etniye, dile dine dayalı ulusal devletler ise, bölgenin paramparça olmasına, ulusal

baskılara, ulusal ve dinsel katliamlara, sürekli çatışmalara yol açmaktadır.

Katliamlar ve zorla nüfus değişimleri ve asimilasyon ile etnik ve dilsel sınırlar ile siyasi

sınırların çakışması sağlandığında bile, bunun yol açtığı düşmanlıklar ve ortaya çıkan küçük

devletler ekonomik gelişme için çok büyük bir engel oluşturmaktadır. Bölge sadece savaş ve

çatışma zamanlarında değil, barış zamanlarında da yoksulluk içinde kalmaktadır. Bu da,

dünyanın en büyük petrol ve su rezervlerinden birine sahip olan bölgenin, büyük güçlerin

baskı ve oyunları karşısında tam bir av alanına dönüşmesine yol açmaktadır. Ve büyük

güçlerin müdahaleleri de tekrar yoksulluğu, bölünmüşlüğü ve büyük güçlerin egemenliğini

pekiştirmektedir. Yani kendi kendini besleyen kısır bir döngü ortaya çıkmaktadır.

Bu çıkmazdan nasıl çıkılır? Bu çıkmazdan çıkışın bir yolu var mıdır?

Evet vardır. Eğer bu başarılırsa, sadece bölge için değil, tüm insanlık için de bir atılım

sağlanabilir. Bu çare yine bizzat ulus ve ulusçuluk denen modern fenomenin sırrında

yatmaktadır.

Ulusçuluk ve Dil

Çin’in ve Hint’in gösterdiği gibi, ulusun ve ulusçuluğun dinle, dille, etniyle, soyla hiçbir

ilişkisi bulunmamaktadır. Eğer olsaydı, bu gün bu eski uygarlık beşiklerinde dile, dine, etniye

dayanan onlarca devlet olması gerekirdi.

Ama sadece Çin ve Hint değil, ulusçuluğun ilk doğuşu ve ilk modern uluslar da, ulusun dille,

dinle, etniyle, soyla, tarihle bir ilişkisinin olmadığını kanıtlar.

Kuzey Amerika’da ilk uluslardan biri olan ABD’yi kuranlar, göçüp geldikleri

İngiltere'dekilerden başka bir dil ve soy ya da dinden değildiler. Güney Amerika’nın ulusların

kuran “criollo”lar, kendilerine karşı savaştıkları İspanyol’larla aynı dili, geçmişi ve dini

paylaşıyorlardı. Fransız devriminin ve ulusunun bayrağı olan üç renk, dile, etniye, kültüre ya

da dine ilişkin en küçük bir çağrışım içermiyordu.

İlk ulusların doğuşunda bu çok açıktır, aynı dili, dini, kültür paylaştıklarına karşı savaş içinde

oluşan Amerikan uluslarının kendilerini dile, dine, soya göre tanımlamaları düşünülemezdi

bile. Aynı dilden ve dinden asillere ve krala karşı savaş içinde oluşan Fransız ulusu kendini

etnik, dilsel veya dinsel olarak tanımlamamıştı.

Başlangıçta, ulusal olan, siyasal olana göre tanımlanıyordu. Siyasal olan ise feodal

ayrıcalıklara ve egemenliğe veya sömürgeciliğe karşı oluşa ve özgür yurttaşlara göre.

Yurttaşın hakları ise, dil, din, cins, ırktan bağımsız İnsan Haklarına göre. Böylece, ulus

sömürgeci ya da feodal ayrıcalıklara karşı tanımlanmış siyasal birimin hakları insan haklarıyla

tanımlanmış yurttaşlarından oluşuyordu.

Page 88: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

88

Bu ulus, hem içeriği bakımından devrimci ve demokratikti, hem de dil, soy, kültürü tıpkı din

karşısında olduğu gibi özel alana, politik alanın dışına atıyor ve ilke olarak devletin onlar

karşısında tarafsızlığını savunuyordu. Politik olanın, yani devletin, nasıl dini olmuyorsa, dili,

etnisi, kültürü de olmuyordu. Ortak konuşma dili ise sonradan dile dayanan ulusçuluktakinden

çok farklı bir anlama sahipti. Politik olanın tanımlamasının aracı değil, teknik bir sorunun

çözümü olarak bir anlam taşıyordu ve diğer dillerin başka uluslar olarak tanımlanmasına yol

açmıyordu. Alsas Loren’in Almanca konuşanları, kendini eşitlik, özgürlük, kardeşlik ile

tanımlamış Fransız ulusundan ayrı bir siyasi tanımlama içinde değildiler.

Bütün bu örnekler, bizlere ulusun ve ulusçuluğun özünün dil, din, soy, etni, kültür, ırk,

tarihsel ortaklıkta değil başka yerde aranması gerektiğini gösterir. Onun özü politik olanı

tanımlamasındadır.

Ulus ve Ulusçuluk Nedir?

Nasıl Allah’a inananların Allah hakkında anlattıklarından Allah’ın ne olduğu anlaşılamaz ise,

Ulusçuların Ulus hakkında anlattıklarından da ulusun ne olduğu anlaşılamaz. Nasıl insanlar

Allah’ı kendileri yaratmış olmalarına rağmen, Allah tarafından yaratıldıklarına inanırlarsa;

ulusçular da ulusları kendileri yaratmalarına rağmen, uluslar var olduğu için kendilerinin var

olduğuna inanırlar. Ve inananların Allah’ı tanımlaması gibi Ulusu tanımlarlar. Bu tanımlama,

her ulusta ve ulusçulukta, tıpkı farklı tanrı inançlarında tanrının tasvirinin değişmesi gibi

değişir.

Ulusçular, ulusal olan dışında bir var oluş düşünemediklerinden, ulusçuluğu da ulus gibi,

tanımlarlar: her hangi bir ulusun çıkarlarını öne almak olarak. Bu tanım ulusçuluğun ne

olduğunu değil, ulusçuların ulusçuluk hakkındaki tanımlarını gösterir.

Halbuki yöntemsel ve mantıki olarak, ulusçuluk, ancak, kendi dışındakine göre tanımlanabilir.

Ulusçuluk, ulusal olanla politik olanın çakışması gerektiği anlayışıdır. Ama bu politik olanın

örneğin özel olandan ayrı olarak politik olan diye bir alan olduğu anlayışını var sayar. Yani

ulusçuluk, örneğin politik olanın, özel olandan ayrı olmayacağı gibi bir anlayışa göre

tanımlanabilir. Ya da örneğin politik olanın ulusa göre tanımlanamayacağını ve özel olana ait

olduğu, bir inanç ve vicdan sorunu olduğunu savunan bir anlayışa göre.

Ulusçuların ulusçuluk tanımları, aslında ne olduğu kanıtlanması gereken şeyi, bir kanıt ve

çıkış noktası olarak ele almakta, kendini üreten, içine kapalı bir daire oluşturmaktadır.

İnsanlar ulusal çıkarları öne almamak gerektiğine inanabilirler ama ulusal olan ile politik

olanın birliği düşüncesini savunuyorlarsa yine de ulusçu olabilirler. Bu anlamda,

enternasyonalistlerin hepsi ulusçudur. Zaten bu sayede, yirminci yüzyıl boyunca ulusçuluk

zafer yürüyüşünü enternasyonalizm bayrağıyla gerçekleştirmiştir.

Ulusçuluk ve Politik - Özel Ayrımları

Ulusçuluğun iki ön koşulu vardır. Toplumda, politik, yani devlete ilişkin olan olarak

tanımlanmış ayrı bir alanın varlığının var sayımı. Yani, Özel, Ticari, Kamusal gibi bir de

Politik bir alanın varlığının kabulü ulusçuluğun ön koşuludur. Ama bunun da ön koşulu,

bunların ayrı alanlar olduğunu düşünmektir. Yani Özel ve Politik gibi kavramlar olmadan

Page 89: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

89

ulusçuluk olamaz. Ancak bu kavramlar ortaya çıktığında, özel olan nedir, politik olan nedir ve

neye göre belirlenir gibi sorunlar ortaya çıkar.

Ulusçuluğun ikinci koşulu bu ayrım ortaya çıktıktan sonra, politik olanın tanımında çıkar.

Politik olanı ister yurttaşlıkla, ister dille, ister dinle, ister etniyle, ister belli bir bölgede

yaşayanlarla sınırlayan ve onlarla çakışması ilkesine dayanan her anlayış ulusçuluktur.

Bunlardan hangisinin geçerlik kazanacağını tarihsel ve ekonomik durum, sınıflar, onların

ilişkileri ve güçleri belirler.

Ulusçuluk, ancak, nasıl tanımlanırsa tanımlansın,(yani ister bir devletinin yurttaşlarının

haklarıyla, ister etniyle, dille, ırkla, dinle tanımlansın) ulusal olanın “özel”, “inanç” alanına,

yani ulusçuluğun dinleri attığı yere ve kendisinin de gerçekte ait olduğu yere atılmasıyla, yani

politik olanla çakışması ilkesinin reddedildiği yerde biter. Ulusçuluğu, dine, dile, etniye

göre tanımlamaktan vazgeçmek ulusçuluğun ve ulusal devletin sonu değil, ulusçuluğun bir

biçiminin sonudur. Ulusçuluk, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, politik olanın belli bir

şekilde sınırlanması olduğunda daima var olur.

Ulusu politik alanın dışına itmek bile, tıpkı hak eşitliği gibi, hala burjuva toplumunun ufku

içindedir. Bu henüz, özel, ticari, kamusal ve politik gibi ayrımların kabulünü var sayar. Henüz

bu ayrımı aşmamakta, kabul etmekte, ama o ayrım çerçevesinde politik olanı sınırlamayı

reddetmekte ya da ulusal olanı özel ve inanç alanına koymaktadır. Bu tıpkı, henüz

zenginliklerin gürül gürül akmadığı, “herkesten emeğine göre” ilkesinin geçerli olduğu bir

toplum gibidir. Ancak özel, politik, kamusal gibi ayrımların ortadan kalkması, bunların

hepsinin bir tek toplum veya komün içinde kaynaşması “herkesten yeteneği kadar,

herkese ihtiyacına göre” ilkesinin geçerli olduğu bir topluma karşılık düşer.

Ulusların doğuşunda politik olanı ulusal olan değil, ulusal olanı politik olan belirliyordu. Ulus

politik olanın kapsadığı yurttaşlardan oluşuyordu. Politik olan ise, başlangıçtaki devrimci ve

demokratik ulusçulukta, dil, dine, soya, kültüre göre değil, bütünüyle tesadüfi denebilecek,

krallık ya da sömürge idaresinin sınırlarına göre belirlenmekteydi. İspanyolların Güney

Amerika’daki idari bölümlemeleri, Güney Amerika uluslarının sınırlarını oluşturmuştur. Aynı

şekilde Kuzey Amerika ulusları da İngiliz sömürge idaresinin izlerini taşır. Fransız ulusu

Krallığının egemenlik alanındaki yurttaşlar oluşturuyordu. Bunun somut tarihte hiçbir zaman

bu mükemmellikte gerçekleşmemiş, bazı çarpılmalara uğramış olması bu özünü değiştirmez.

Yani başlangıçta ulusal olanın sınırları kendini politik olanın sınırlarına göre belirlerken,

sonradan ortaya çıkan dile, etniye, dine dayanan gerici ulusçulukta, bunlara göre tanımlanmış

ulusun sınırlarının politik olanının sınırlarını belirlemesi gerektiği gibi bir sonuca ulaşılmış ve

bu ön yargı bu gün tartışılmaz bir yaygınlık kazanmıştır.

Ve bu gün artık insanlar uluslar olduğu için ulusçuların var olduğu düşüncesine, yani tıpkı

insanların kabul ve bilinçlerinden bağımsız sınıflar gibi uluslar olduğu ve nasıl sınıflar olduğu

için sınıf bilinci varsa, uluslar olduğu için de ulusçuluğun var olduğu ve ulusal bilincin

oluştuğu düşüncesine alışmış ve bunu hiç sorgulamadan kabullenmiş bulunuyorlar.

Böylece, başlangıçta ve demokratik karakterli dönemde, ulus politik olana göre belirlenirken

ve din, dil, soy, ırk, tarih vs. onun belirleyenleri değilken, gerici dönemde politik olan ulusa

Page 90: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

90

göre belirleniyor gibi görünmeye ve kabul edilmeye başlar. Ulusçular olduğu için uluslar

ortaya çıkarken; uluslar olduğu için ulusçular varmış gibi görünür. Tıpkı tanrıları yaratan

insanın, kendini tanrıların yarattığına inanması gibidir bu. Ulusları yaratan ulusçular; ulusların

kendilerini yarattığına inanmaktadırlar.

Ulusçuluk ve Din

Ulusçuluk modern çağın dinidir, ulus da modern çağın tanrısı. Eski uygarlıklarda politik,

toplumsal ve özel gibi ayrımlar yoktu. “Politik” olan dine veya soya göre belirlenirdi.

Ulusçuluk, bunları alır, politik olanın dışına, inanç alanına atar; “özel alan” dediği gettoya

kapatır ve orada zorla tutar. Kendisi onların işlevini üstlenir.

Örneğin toplumdan yani kamusal olandan ayrı bir devleti, siyaseti, özeli tanımayan, komünün

kendisinden başka bir şey olmayan Alevilik, ben silahlı adamlar tanımıyorum, bende yazı

yok, ben vergi memuru tanımıyorum, ben bir inanç değil, toplumun kendisiyim, onun

düzeniyim diyemez. Dara çıkmanın yerini mahkemeye çıkmak alır. Sözlü kültürün yerini

zorla okula gidip yazıyı öğrenme. Vergisiz ve silahsız bir toplumun yerini, vergiler, askerlik

hizmeti alır. Böyle davranmayı kabul etmeyen imha edilir. Bir inanç olmaya zorlanır. Aleviler

de Aleviliğin bir inanç olduğun kabullendikleri an artık, politik olanın ayrı olmasını ve politik

olanın ulusa göre belirlenmesini kabul etmişler demektir. Yani artık birer milliyetçidirler.

Sorun artık sadece nasıl bir milliyetçi olacaklarında, yani politik olanın neye göre

tanımlanacağındadır.

Aynı şey, klasik uygarlıkların toplumsal ve siyasal düzenlerini sağlayan dinler için de

geçerlidir. Müslüman, ben şeriat mahkemesinde yargılanıp onun kararına uymak istiyorum;

bu günkü devlete değil, o kadıların maaşını karşılayacak devlete vergi vermek istiyorum

diyemez. Dediği an yok edilir. Böylece Müslümanlık da aynı şekilde, özel olan, inanç olarak

tanımlanmış gettoya tıkılır. Klasik uygarlıkta İslam'ın üstlendiğini bu sefer ulus üstlenir.

Müslümanlar, İslamiyet'in bir inanç olduğunu kabul ettikleri takdirde, politik olanın dışında

bir inanç olarak var olabilirler. Müslümanlığın bir inanç olduğunu kabul eden her Müslüman,

aslında politik olanın ulusa göre tanımlanmasını kabullenmiş bir milliyetçidir de artık.

Bu nedenle “İslami düzen” hedefi, kendi iddiasının aksine, başka bir uygarlık ve değerler

sistemi değil, bu günkü ulusçuluğa dayanan burjuva uygarlığının yaygınlaştırılmasıdır. Politik

İslam’da dile gelen şeriat devleti talepleri, eski uygarlığa ve onun politik biçimine bir dönüş

değil; İran’da veya diğer şeriat devletlerinde görüldüğü gibi, politik olanın, yani ulusun,

İslam’ın belli bir yorumuna göre tanımlanmasından başka bir şey değildir. Yani etnik veya

dile dayanan gerici ulusçulukla, örneğin Türk ulusçuluğuyla ayrılığı özden değil, ulusun neye

göre tanımlanacağı noktasındadır. Etnik milliyetçilik veya dile dayanan milliyetçilik nasıl

etniyi veya dili politik alanın tanımlamasında kullanır ve etnik ve dilsel baskıların yolunu açar

ve örneğin dini özel alana hapsetmeye yararsa; politik İslam da dini politik alanın

tanımlamasında kullanıp diğer dinlerin, dinsizlerin ve laiklerin üzerinde bir baskının yolunu

açmaya buna karşılık örneğin etniyi veya dili özel alana hapsetmeye ve örneğin İran’da

olduğu gibi, böylece bir çok etniyi ve dili bir arada tutmayı denemeye. Bu anlamda dine ve

onun belli bir yorumuna dayanan ulusçuluk, dile, soya, ırka dayanan demokratik olmayan

Page 91: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

91

gerici ulusçuluğun değişik bir versiyonudur. Bu anlamda, Molla oligarşisinin veya

Türkiye’deki Devlet oligarşisinin ayrılığı modern ve gerici ayrımı değil; ulusun hangi ayrımcı

kritere göre tanımlanacağı üzerinedir. Türk egemenleri, dile ve soya, İran egemenleri (veya

Politik İslam) dine dayanarak egemenliklerini sürdürebileceklerini düşünüyorlar.

Milliyetçiliğin ya da ulusçuluğun zaferi, eski toplumların yaşamını düzenleyen “din”lerin,

birer inanç, yani özele ait, politika dışı oluşunun kabulüyle başlar. Bu anlamda, bu gün inanç

denerek, özel olanın gettosuna tıkılan dinler, kapitalizm öncesinin milletleri ve

milliyetçilikleri; bu gün onların işlevini yüklenen milliyetçilik de, modern çağın dinidir.

Milliyetçiliğin cezası suçunun cinsinden olmalıdır. O nasıl eski çağlarda bu gün ulusçuluğun

yaptığı işi yapanları inanç gettosuna kapattıysa, ona da aynı ceza verilmelidir. Ulusçuluğun

cezası, onun politik alının dışına sürmek olmalıdır.

Ne var ki, milliyetçiliği, en demokratik veya en gerici biçimleriyle, diğer dinlerin yanına,

inançla tanımlanmış özel olan gettosuna atmak henüz bu burjuva uygarlığı ve toplumunun

ufku içindedir Çünkü, özel, kamusal, siyasi ayrımlarını kabullenmekte ama henüz onların

içeriğini ve neye göre tanımlanacaklarını tartışmaktadır.

Burjuva uygarlığının ve ufkunun ötesi ise, özel, politik, kamusal gibi alanların ayrımların

aşıldığı noktada başlar. Bir sınıf mücadelesi aracı olarak devlet olduğu sürece, politik olan ve

dolayısıyla da özel olan ve dolayısıyla bunların nasıl tanımlanacağı sorun olacaktır. Ulusal

olanı özel olanda tutmak aynı zamanda politik olanı ulusal olanla tanımlamak isteyen

karşısında bir diktatörlük demek olacaktır.

Sınıf mücadelesi aracı olarak devletin ortadan kalkması, aynı zamanda politik olanın da yok

olması anlamına gelir. Ancak politik olan yok olduğunda, onun neye göre tanımlanacağı

sorunu da ortadan kalkar.

Ve nasıl, sınıf mücadelesinin bir aracı olarak devlet ortadan kalktığında, bir kamu gücü

olarak, “herkesten emeğine göre” ilkesini yani burjuva hak eşitliğini sağlamak bu günkü

kamusal olana denk düşüyorsa ve bu da hala Özal ve kamusal gibi bir ayrımı var sayıyorsa,

burada hala burjuva uygarlığının ufku geçerlidir.

Bu ufkun ötesine, yani özel, kamusal ayrımlarının ötesine, ancak zenginliklerin gürül gürül

aktığı ve toplumun bayraklarına “herkesten yeteneği kadar herkese ihtiyacına göre”

diyebildiği; demokrasi aleminin, zorunluluklar aleminin ötesindeki özgürlükler aleminde

geçilmiş olur.

Demokratik ve Gerici Ulusçuluk

Hemen görülebilir ki, soyut bir olanak olarak Amerika ve Fransa’nın devrimci ve demokratik

ulusçuluğu; örneğin Osmanlı Toprakları üzerinde yaşayan tüm dinlerden, dillerden halkların

padişahın ve devletin egemenliğine karşı mücadele içinde, sonraki bölünme ve acılara

uğramadan; dinler, diller etniler karşısında tarafsız; ulusu demokratik devletin yurttaşları ve

onların hak ve görevleriyle tanımlamış tıpkı ABD’de olduğu gibi bir ulusun ortaya çıkmasına

yol açabilirdi. O zaman, bu orta Doğu Uygarlık alanı da, tıpkı Çin veya Hindistan gibi tarihsel

bütünlüğünü koruyabilir; halkların boğazlaşmaları ve katliamlarına uğramadan yaşayabilirdi.

Page 92: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

92

Yani, demokratik ve devrimci bir ulusçuluk bile, bu uygarlık alanının tıpkı Çin veya Hint’te

olduğu gibi bütünlüğünü korumasını sağlayabilirdi.

Bu olmadı. Çünkü, ulusçuluğun devrimci olduğu, politik olanın sultanların, asillerin veya

bürokrasinin imtiyazlarına, keyfiliklerine ve ayrımcılıklarına karşı demokratik ve özgürlükçü

taleplere göre tanımlanıp, diller, diller, etniler karşısında tarafsız olduğu zamanlarda, henüz bu

topraklarda kapitalizm gelişmemiş; bir burjuvazi ortaya çıkmamış; ulusçuluk henüz buralara

gelmemişti. Ama daha sonra artık kapitalist ilişkilerin yaygınlaştığı ve bir burjuvazinin ortaya

çıktığı çağda ise, artık dünyada burjuvazi ilerici değildi ve devrimci ve demokratik

ulusçuluğun yerini gerici soya, dile, dine göre tanımlanan ulusçuluk almıştı. Örneğin ulus

artık Padişahın ve devletin yetkilerine, keyfiliğine ve dinler karşısındaki ayrımcılığına karşı

insanların haklarıyla değil, şu veya bu soydan veya dilden veya dinden olmaya göre

tanımlanıyordu.

Peki bu devrimci ve demokratik ulusçuluğun yerini sonra niçin ve nasıl oldu da dine, dile,

soya, kültüre hatta ırka dayanan ulusçuluk aldı. Niçin artık hiç kimse bu ilk devrimci ve

demokratik ulusçuluğu hayal bile edemez oldu?

Burjuvazinin on dokuzuncu yüzyıl ortasında, ezilen sınıflardan korkusundan eskinin egemen

sınıflarıyla uzlaşmaya yönelmesi ve devrimci demokratik karakterini yitirmesine bağlı olarak,

politik olanı, feodal ayrıcalıklara karşı yurttaşların haklarına göre değil, soya, kana, dile, dine

göre tanımlamaya başladı. Bu gerici milliyetçiliğin hayaleti komünizm hayaletiyle birlikte

aynı topraklarda (Almanya ve Orta Avrupa’da), aynı olaylar içinde ve ona bir cevap olarak

ortaya çıktı. Yani dünyada gerici Ulusçuluk Hayaletini ortaya çıkaran Avrupa’daki

“Komünizm Hayaleti”ydi

Böylece burjuvazi hem demokratik görevler hedef olmadan bir modern devlet kurma olanağı

elde ediyor hem de geniş emekçi kitleler demokratik hedeflerden uzak tutulup aralarında

çatışma yaratılabiliyordu. Bu bakımdan, etniye, dile, soya dayanan milliyetçilik, burjuvazinin

ezilenleri kendi ideolojik egemenliği altına almak için bulduğu en etkili silahtır. Dolayısıyla

bir sınıf mücadelesi aracıdır. Tarihin sınıflar mücadelesi olduğu gerçeği, kendini tarihin

uluslar mücadelesi olduğu biçiminde göstererek hükmünü sürdürüyordu. Yani Tarih tam da

sınıflar mücadelesi olduğu için, uluslar mücadelesi olarak görünmektedir. Uluslar mücadelesi,

burjuvazinin ezilen sınıflara karşı mücadelesinin bir biçimidir.

Devrimci ve demokratik ulusçuluk, bundan sonra her yerde gerici ulusçuluk karşısında birbiri

peşi sıra yenilgiler almaya başladı. Devrimci Demokratik ulusçuluğun son yükselişi ve

başarısı, Amerika’da Kuzey’in Güney’e karşı zaferinde görüldü. Bu gün hala Amerika

modern uygarlığın modeli ve ideali olmaya devam ediyorsa, bunu, siyahları ulusun

tanımından dışlayan gerici ulusçuluğa karşı savaşmayı göze alıp bu zaferi kazanmasına

borçludur. Amerika’nın ulaştığı refah ve özgürlüklere ulaşmak isteyen her toplum ve bölge,

ulusu dile, dine, soya, ırka göre tanımlayan gerici ulusçulukla savaşmayı göze almak ve ona

karşı zafer kazanmak zorundadır. Bu gün bile Amerika’ya meyden okumak isteyen

Avrupa’nın yapmak zorunda olduğu, bunu Prusya yolundan, yukarıdan gerçekleştirmekten

başka bir şey değildir.

Page 93: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

93

Ulusların Kaderini Tayin Hakkı ve Gerici Ulusçuluk

Burjuvazinin dönüşümü ve gerici milliyetçiliğin kesin zaferi Amerika’nın politikalarında son

derece açık olarak görülebilir. Ulusu, beyaz adamla, yani ırkla tanımlayan güneyin gerici

ulusçuluğu ve ulusu böyle tanımlayan eyaletlerin ayrılması karşısında Kuzey, bu “ulusların

kendi kaderini tayin hakkıdır, ulusu neyle tanımlayacaklarına onlar kendileri karar verirler”

demedi; (gerçi Kuzey’in burjuvazisine kalsaydı bunu demeye de hazırdı) ulusun böyle

tanımlanmasına karşı bir savaş başlattı. Ama aynı Amerika, yirminci yüzyılın başında,

“Wilson Prensipleri” ile ulusun sadece dile, etniye, kültüre, yani gerici burjuvazinin gerici

ulusçuluğuna göre tanımlanmasını evrensel bir kural haline getiriyordu. Bir zamanlar Güney’e

karşı, toprakları köle sahibine fahişelik değil, göçmen köylülere karılık yapsın diye savaşan

Amerika, tüm dünyaya, burjuvazinin dine, dile, soya dayanan milliyetçiliğine fahişe olmayı

dayatıyordu. Hiçbir devletin, dil, din, ırk, soy ayrımcılığı yapamayacağı gibi bir ilkenin yerini

(çünkü güneye karşı savaş bu ilkede gerekçesini buluyordu), ulusların kaderini tayın hakkı

ilkesi, yani bütün devletlerin dine, dile, soya, ırka göre tanımlanmasının meşruiyeti almıştı.

Özgür köylülerin demokratik ulusçuluğunun yerini gerici bir emperyalizmin gerici ulusçuluğu

almıştı.

Bu gün de durum değişmiş değildir. Globalizmin hayranları; “Ulus Devletin sonunun”

geldiğinden söz edenler; ABD’nin Irak’a özgürlük getirdiğinden söz edenler bir şeyi

unutuyorlar, eğer iddia edildiği gibi Amerika hala o devrimci demokratik geleneklerini

korusaydı, askeri ve ekonomik gücünü, tıpkı Güney’e karşı savaşında yaptığı gibi, ulusun ve

politik olanın, dile, dine, soya, kültüre, dine göre tanımlanmasına ve tanımlayan devletlere ve

hareketlere karşı kullanması gerekirdi. Bu ise, nesnel olarak işçilerin ve yoksul köylülerin

desteklenmesi ve savunulması anlamına gelir. Çünkü böyle bir ulusçuluktan çıkarı olan tek

toplumsal kesim onlardır.

Ama o Afganistan’da, “Nation Bildung”un (Ulus inşası) şeriata göre yapılmasını onaylamakta

ve teşvik etmekte; Irak geçici hükümetini, tüm dinlerden, milliyetlerden dengelere ve etnik,

dilsel ve dinsel ölçülere göre kurmakta ve bu tür milliyetçiliğe bir atılım vermekte; Türkiye

gibi ulusu etni ve dille hatta dinle tanımlayan, İsrail gibi din ve soyla tanımlayan ırkçı

devletlere en büyük desteği sunmakta; demokratik bir orta doğu projesini ve ulusun

tanımından dili, dini, etniyi dışlamayı savunan Kürt ulusçularına karşı, Ulusu Kürtlükle

tanımlayan Barzani ve Talabani’yi desteklemektedir.

Böylece yerli egemen sınıflar ve ABD’nin çıkarları, ulus tanımları tencereyle kapağı gibi

birbirine uymaktadır. Aralarındaki sorun, ulusun neye göre tanımlanacağında değil, hangi

etniye ve dine veya dile göre tanımlanacağındadır. Çıkarlar bu noktada çatışmaktadır.

ABD böylece yeni boğazlaşmaların yolunu açmaktadır. Buna ihtiyacı vardır, imparatorluk

ancak, dinlere, dillere, etnilere göre bölünmüş bir dünyada kurulabilir ve sürdürülebilir çünkü.

Dile, dine, etniye dayanan gerici ulusçulukla, emperyalizm ve imparatorluk planları etle tırnak

gibi birbirini tamamlar.

O halde bölgedeki mücadele, ister bölge gericiliklerine, ister ABD’ye karşı mücadele olsun,

bunlar kesinlikle, dine, dile soya dayanan gerici milliyetçilikle bir mücadele olmak

Page 94: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

94

zorundadır. Daha doğrusu, devrimci ve demokratik bir ulusçuluk için mücadele, otomatikman

ABD’ye ve Bölge gericiliklerine karşı bir mücadele de olur. Onların ayrılığı, ulusun dile,

dine, soya göre tanımlanmasında değil; hangi dine, hangi dile ve soya göre

tanımlanacağındadır.

Elbette ezeni de ezileni de dine, dile, soya dayanan iki ulusçuluk karşısında ezileni

desteklemek gerekir. Ama bu destek bir politik destek olmalıdır. Bu destek aynı zamanda

böyle bir ulusçuluğa karşı ideolojik ve teorik bir eleştiri ile ve onun politik alternatifinin

yaratılması çabalarıyla birlikte yürütülmelidir. Aksi yöndeki her düşünce ve davranış son

duruşmada, gerici ulusçuluk anlayışına bir teslimiyet, devrimci ve demokratik hedeflerin

yitirilmesiyle sonuçlanır.

Gerici Ulusçuluğun Kendi Dinamiği

1848 devrimlerinde ilk kez Almanya’da çıkan, soya, dile, etniye dayanan bu gerici ulusçuluk,

diğer ülkelerin burjuvazisi de aynı gerici özellikler taşıdığından hızla yayıldı. Ama onun

kendisini üreten bir dinamiği de vardır. Bir ulus bir kere kendini böyle tanımladı mı, diğer

devletler, halklarla ilişkisini de bu kritere göre tanımlamaya başlar. Yani başkalarını başka

dilden, dinden, oldukları için baskı altına alır veya onlarla o nedenle ilişki kurar. O zaman,

örneğin bu baskıya karşı ama yine kendini dil ile tanımlayan bir ulusçuluğu doğurur ve üretir.

Ama bu sefer o yani olan ve kendini aynı kriterlerle tanımlayan ulus da aynı şeyi yapar ve bu

böylece gider. Bu süreç ve dinamik, bir bakıma, içinden hayatın doğduğu var sayılan organik

çorbada ilk kendi kopyasını üreten molekülün harekete geçirdiği, canlıları yaratan, yeni

hareket biçiminin ortaya çıkışına benzer. Bu ulusçuluk karşısında, Antik tarihten ve tarih

öncesinden gelen bütün dil, din, kültür, etni bu yeni ulusçuluğun kendi şablonuna göre

kolaylıkla dizebildiği proteinlerin yapı taşları olan amino asitler gibidirler.

Gerici ulusçuluk, biraz da bu kendi harekete geçirdiği, kendini üreten dinamiği nedeniyle bir

kere ortaya çıktıktan sonra, bu dile, soya, etniye, dine dayanan gerici ulusçuluk bir saman

yangını gibi tüm dünyayı kaplamıştır. Ulusçuluk zafer yürüyüşünü devrimci ve demokratik

değil bu gerici ulusçuluk üzerinden yapmıştır ve bu gün artık dünyada bir ulusa ait olmayan

bir tek santimetre toprak; bir tek insan kalmamıştır.

Ama bu gerici ulusçuluğun ilerleyişine ve tarihsel zaferine en büyük katkı aynı zamanda işçi

hareketinden ve sosyalistlerden gelmiştir; bu ulusçuluk zafer yürüyüşünü asıl

enternasyonalistlerin eliyle götürmüştür.

Burjuvazinin demokratik ve cumhuriyetçi ulusçuluğu terk etmesinden sonra da, onun

devrimci ve demokratik döneminin ideallerini savunan işçiler ve sosyalistler bunu demokratik

cumhuriyet biçiminde bir süre savunmaya devam ettiler.

İşçi Hareketi ve Demokratik Ulusçuluk

Birinci Enternasyonal ve İşçi hareketi Amerikan İç savaşında, Güney karşısında Kuzey’i

karşısında en küçük bir tereddüt duymadan desteklerken, aynı zamanda bu demokratik

ulusçuluğu gerici ulusçuluk karşısında savunmuş oluyordu. Bu anlayış çerçevesinde daha

sonra “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” olarak tanımlanan şey, kendini örneğin bir etniye

Page 95: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

95

göre tanımlayan bir ulusun kendi kaderini tayın hakkı olarak değil; ulusu etniye veya dile göre

tanımlamayı reddedenlerin bir hakkı olarak algılanıyordu. Yani eğer kendini, gerici

ulusçuluğun kriterleriyle tanımlamıyor, bütün dillerin, dinlerin, kültürlerin eşitliğine dayanan,

bunların politik bir anlamının olmadığı bir Demokratik Cumhuriyette, isteyen bir köy bile,

bunları savunduğu takdirde ayrılabilirdi. Cumhuriyet özgür komünlerin birliği olarak

anlaşılıyordu ve bunu engelliyecek bir mekanizme olmamalıydı.

Engels, örneğin meşhur Alman Sosyal Demokrat partinin program taslağının eleştirisinde

söyle yazıyordu:

"O halde, merkezi cumhuriyet. Ama, l798'de kurulmuş, imparatorsuz imparatorluktan başka

bir şey olmayan bugünkü Fransız Cumhuriyeti anlamında değil. l792'den l798'e kadar, her

Fransız ili, her komün (Gemeinde), Amerikan modeline göre, tam idari özerkliğine sahipti;

bizim de aynen sahip olmamız gereken şey budur. Bu özerkliğin nasıl örgütlenebileceğini ve

bürokrasiden nasıl vazgeçilebileceğini, Amerika ve Birinci Fransız Cumhuriyeti bize

göstermiş bulunuyor."

Yani Ulusların kaderini tayin hakkı, Demokratik cumhuriyetin otomatik sonucu idi. Daha

sonra anlam kaymasına uğrayacağı gibi; kendini etniye, dine, soya göre tanımlayanların

ayrılmalarıyla ortaya çıkacak bir sonuç değildi ve bu sonuç da zaten tarihin de gösterdiği gibi

Demokratik Cumhuriyet olamazdı.

Ne var ki iki kanaldan bu demokratik ulusçuluk işçi hareketine egemen ikinci ve üçüncü

enternasyonal partilerince terk edildi.

Daha Birinci Dünya Savaşı öncesinde, Batı Avrupa’nın neredeyse bütün sosyalist partileri,

burjuvazilerinin emperyalist yayılmacılığının bile destekçisi olmuşlardı. Elbette bunun

ardında, o zamanki Sosyalist ve İşçi hareketinin çekirdeğini ve esas büyük bölümünü

oluşturan ülkelerin sömürgelerden aldıkları karlardan kırıntılarla işçileri ve sendikacıları kendi

zafer arabalarına bağlamaları vardı. Yani bu dünyadaki işçi hareketinin imtiyazlı bir zümresi

haline gelenlerin kendi zümre ve kısa vadeli çıkarlarını savunmalarıydı. Bu temelde,

Kapitalist ülkelerdeki bütün Sosyal Demokrat partiler fiilen, bu gerici milliyetçiliğin

savunucuları haline gelmişler ve devrimci ve demokratik programı terk etmişlerdi.

Elbette, bu kolay zaferde, bir ulus teorisinin ve uluslara ilişkin bir programın olmaması kadar;

sosyalist teorinin içindeki, onun organik bir bileşimi olmayan ama içinden çıktığı

Aydınlanmanın kalıntısı olan ilerlemeci tarih anlayışının ve Avrupa merkezciliğin etkileri

buna bağlı olarak ezilen ulusların ve sömürgelerin bir mücadele öznesi olarak görülmemesi de

bu gericiliğin işçi hareketine egemen olmasını kolaylaştırmıştır.

Ne var ki, 1917’devrimininden sonraki gelişmeler, başlangıçta savaş ve devrim döneminde bu

milliyetçiliğe karşı mücadele içinde şekillenmiş Üçüncü Enternasyonal partilerine de egemen

oldu. Bunun nedeni, geri ülkede başlayan devrimin, ileri ülkelere yayılamaması, bu tecrit ve

savaş ve iç savaş sonucu olarak da Rus İşçi sınıfının fiili yok oluşu koşullarında, bir

Bürokratik tabakanın bu devleti ve bunun prestiji ve örgütsel gücüyle de Üçüncü

Enternasyonal’i ele geçirmesiydi.

Bu da bir kere başlayınca kendini besleyen bir süreç yarattı. Bürokrasinin milliyetçi, diğer

Page 96: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

96

ülkelerdeki partileri ve işçi hareketini Sovyet diplomasi ve dış politikasının bir avadanlığı

olarak değerlendiren stratejileri peş peşe kapitalist ülkelerde ve geri ülkelerde yenilgilere yol

açıyor, bu yenilgiler de bizzat gericiliğin egemenliğini güçlendiriyordu. Böylece örneğin 1929

buhranı gibi, tarihin gördüğü en büyük ve kapsamlı buhranlar, hiçbir başarı kazanılmadan ve

Almanya’da olduğu gibi tayin edici yenilgilerle ve moral bozukluklarıyla sonuçlanıyordu.

Faşizm ve İkinci Dünya savaşı bu günahların kefareti ve cezası olarak gerçekleşebilmişti.

İktidarını her türlü demokrasiden uzak, bürokratik, merkezi devlet aparatına borçlu olan bir

bürokrasi, demokratik bir cumhuriyeti savunamazdı. Böylece kapitalist ülkelerde burjuvazinin

ve Sosyal Demokrat partilerin yaptığını bu sefer Sovyetler ve Üçüncü Enternasyonal partileri

de yapıyordu. Öyle ki en kötü durumda bile, her türlü dil, din, etni, kültürü politik

tanımlamadan dışlaması ve tüm dillere, kültürlere eşitlik sunması gereken Sovyetler Birliği

topraklarında, dillere, soylara dayanan uluslar ve milliyetler yaratılıyordu. Sovyetler Birliği

adının ve bayrağının her türlü dile, etniye, dine ilişkin çağrışımdan azade; politik olanı ulusal

olandan dışlayan ve sınırları tanımayan göndermeleri bile unutulmuş bulunuyordu.

Ama bu bürokrasinin zararı sadece işçi hareketine olmadı, sömürgelerde ve geri ülkelerdeki

devrimci demokratik karakterdeki Komünist Partilerdeki ideolojik etkileri ve idari

dayatmaları aracılığıyla, devrimci bir köylü tabanına dayanan devrimci demokrasinin de,

devrimci demokratik geleneklere ve programa yabancılaşmasına, Fransız devriminden bile

daha geri bir ulusçuluk anlayışına ve bürokratik devletlere yol açıyordu. Nerede bu hareketler

başarıya ulaştıysa (Yugoslavya, Çin, Küba) Sovyet bürokrasisine rağmen oldu. Sovyet

bürokrasisinin tek etkisi, kendi gerici ideolojisini ve bürokratik devlet ve burjuvazinin

devrimci dönemi kadar bile olsun demokratik karakteri kalmamış gerici milliyetçilik

hastalığını onlara bulaştırmak oldu.

Böylece ne ileri ülkelerin işçi hareketlerinde, ne geri ülkelerin kurtuluş savaşlarında ne de

bizzat o “Sosyalist” denen ülkelerde, burjuvazinin devrimci dönemindeki kadar olsun ilerici,

yurttaşlığa dayanan bir ulusçuluk ve demokratik bir program olmadı. Hep kendini dile, soya,

kültüre göre tanımlayan uluslar kuruldu. Ulusal tarihler yazıldı ve ulusçuluk övüldü.

Bütün bu nedenlerle, Tarihin garip alayı, Ulusçuluk hayaletinin dünyaya egemen olmasının en

büyük suçlusu bizzat “Komünistler” olmuştur.

Böylece, devrimci ve demokratik ulusçuluğu savunacak hiçbir modern sınıf kalmıyordu.

Burjuvazi de, işçiler de gerici ulusçuluğun savunucularına ve yayıcılarına dönüşüyordu.

Hiçbir ezilen sınıf kalmıyor, Balkanların, Çin’in devrimci köylülüğü aynı gerici ulusçuluğu

savunan partilerin öncülüğünde hareket ediyordu. Dünyadaki, kendini dile, soya göre

tanımlayan ulusların çoğu kendine sosyalist diyenler tarafından kuruluyordu.

Ama sosyalist hareket bu gerici ulusçuluğa dayanınca bu sefer burjuvazinin de kendini

sosyalist olarak tanımlamaması için bir neden kalmıyor ve gerici milliyetçilik kendini

sosyalizm olarak ifade ediyordu. Böylece dünün milliyetçilerinin kolayca sosyalist olmaları

ve sosyalist bir söylem bir gelecek vaat etmediğinde de aynı kolaylıkla tekrar saf

milliyetçilere dönüşmelerinde hiç de şaşılacak bir yan kalmıyordu.

Bu nedenle bütün dünyada, dine, dile, soya, kültüre dayanan milliyetçiliğin en militan

savunucularının eski sosyalistler veya sosyalizm yükünden kurtulmuş eski sosyalistler olması

Page 97: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

97

hiç de şaşırtıcı değildir.

Bu öyle yerleşmiş bir gerici ulusçuluk anlayışıdır ki, örneğin Avrupa Birliğinde olduğu gibi,

ABD’nin rekabetine karşı ortak bir siyasi irade oluşturabilmek için, Avrupa’da dine, dile,

dayanmayan bir ulusun, yukarıdan reformlarla kuruluşuna veya globalleşmenin ve post

Fordist üretim yöntemlerinin ve elektronikteki devrimin bir sonucu olarak burjuvazinin

bütünüyle ekonomik kaygılarla, çok kültürlülükten, ana dilde eğitim hakkından, yani şu sözde

“ulus devletin sonu”ndan söz edilmesine ve bu yöndeki reformlara bile karşı çıkmaktadırlar.

Böylece, kendi sosyal konumları veya öznel istemleri ne olursa olsun, en gerici oligarşilerin

en militan destekçileri haline gelmektedirler.

Devrimci Marksistler ve Ulusçuluk

Ama bütün bu gerici milliyetçilik karşısında milliyetçi sosyalizm anlayışına karşı mücadele

edip, sosyalizmin devrimci geleneklerini savunma çabasında olmuş küçük radikal sosyalist

akımlar da daha iyi bir durumda değildirler.

Onlar bir kere, tarihin bu geri gidişinin nesnel koşullar haline geldiğini, yani dünya işçilerinin

yüz yıl önce kat ettikleri yolu, bu sefer “dizlerinin üzerinde” kat etmesi gerektiğini

görememekte, demokratik bir cumhuriyet hedefini hor görüp, gerçeklikle ilişkisi olmayan,

gelişmiş ülkelerde bir buhran döneminde işçi hareketinin kendi deneyleriyle bir ikili iktidara

varmasının yolunu açmaya yönelik “Geçişsel Talepleri” tekrarlamakla yetinmekte, ama

gerçekte bir karşılığı olmadığı için de pratikte tipik sendikal-ekonomik mücadeleye

gömülerek, işçileri gerici Ulusçuluğa karşı devrimci ve demokratik bir mücadeleden uzak

tutmakta, fiilen gerici milliyetçiliğe hizmet etmekte ve işçileri tecrit etmektedirler.

Ama bunlar aynı zamanda, gerici bir ulusçuluğu da savunmaktadırlar. Çünkü en iyi durumda,

yani her ikisi de etniye ve dile göre tanımlanmış ulus ve ulusal hareket karşısında, sadece

“Ulusların Kaderini Tayin Hakkı”nı savunarak, ulusun neye göre tanımlandığını hiç

problematize etmeyerek ve gerici ulusçuluğa karşı bir ideolojik mücadele ve politik program

geliştirmeyerek, fiiliyatta çok devrimci bir görünüm altında gerici ulusçuluğu da savunmuş

olmaktadırlar

Tarih ve Ulusçuluk

Devrimci demokratik bir ulusçuluğun yani Demokratik bir Cumhuriyetin ulusunun etnisi,

dini, dili, soyu olmadığı gibi, tarihi de olamaz. Hem genel olarak ulusların tarihi yoktur, hem

de etniye, soya, dile, dine dayanan ulusçuluğun aksine, demokratik bir cumhuriyet’in

yurttaşlarından oluşan bir ulusun tarihe de ihtiyacı yoktur.

Halbuki, açın sosyalistlerin yazılarına bakın, hepsi, o etniye, dile, soya göre tanımlanmış

ulusların tarihlerinden, onlardaki demokratik geleneklerden söz etmektedirler.

Ulusların demokratik geleneklerinden ve tarihlerinden söz etmenin kendisi gerici bir ulus

anlayışının ifadesinden başka bir şey değildir. Ancak soya, dile, dine, kültüre dayanan

ulusçulukların bir tarihe ihtiyacı vardır.

Demokratik ve devrimci bir ulusçuluğun, hiçbir dile, dine, soya, kültüre dayanmadığı için bir

tarihe de ihtiyacı da yoktur. Devrimci ve Demokratik bir ulusçuluk bir tarih yaratmaz ve

Page 98: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

98

yaratamaz. Tarihi onun kendisiyle başlar. Ve gerçekten devrimci ise, onun ilk görevi

kendisinin bir an önce sonunu getirmektir. Tıpkı ezilenlerin iktidar aracı olacak bir devletin

esas görevinin kendisinin sönüşünü hızlandırması gibi. Böyle bir ulusçuluk da ilk planda,

ulusal olan ile politik olanın çakışmasını, yani sınırları aşmayı, ne kadar demokratik olursa

olsun ulusal devletlerin sonunu hedeflemelidir.

En eski ulus olan Amerikan ulusunun bir tarihi yoktur. Ama gerici ulusçuluğun diyalektiği

öyledir ki, gerici ulusçuluğa dayanan bütün ulusların nedense yüzlerce ve binlerce yıllık

tarihleri vardır. Gerçekte bu tarih yoktur yaratılmıştır. Bu tarih insanlığın tarihi yağma

edilerek inşa edilmektedir. Ve bunun en büyük suçlularından biri de, demokratik, ilerici ve

hatta heretik ulusal tarihler yaratan ve yazan sosyalistlerdir. En büyük gericilik, en devrimci

tarihçilik biçiminde görünmektedir.

Orta Doğu, ancak tarihi kendisiyle başlayan, tıpkı, dilsiz, dinsiz, soysuz, kültürsüz ve

geleneksiz olduğu gibi tarihsiz bir ulus veya uluslar olduğu takdirde tarihine uygun davranmış

olur.

Osmanlı ve Ulusçuluk

İşte, Roma, Bizans’ın devamı olan, Orta Doğu Akdeniz uygarlık alanının imparatorluğu olan

Osmanlı’nın ulusçuluk karşısında nasıl kurt dalamış sürüye döndüğünün anahtarı ulusçuluğun

bu biçiminde gizlidir.

Ulusçuluğun henüz devrimci olup, ulusu yurttaşlık haklarıyla tanımlayan biçiminin rüzgarının

estiği zamanlar; o topraklarda ne modern kapitalist ilişkiler ne de böyle bir ulusçuluğu bayrak

edecek burjuvazi vardı. Bunlar ortaya çıktığında ise, artık ne burjuvazinin böyle cesareti

kalmıştı ne de böyle bir ulusçuluğun rüzgarı.

Keza onda böyle devrimci ve demokratik bir ulusçuluğu savunacak güçte bir işçi sınıfı da

yoktu. Böyle bir sınıf ortaya çıktığında ise, o sınıfın bütün partileri çoktan Stalinizm’in aynı

gerici ulusçuluğunun egemenliği altına girmiş bulunuyordu. Orta Doğu’ya diğer uygarlıklar

karşısında gücünü veren, halkların ve dillerin kastlaşmaması ve seslere dayanan bir yazı gibi

özellikler, onun parça parça olmasının ve güçsüzlüğünü temelini oluşturdu.

Böylece bölgenin son imparatorluğu olan Osmanlı hem Müslüman devlet sınıfları hem de

ezilen Hıristiyan halkların burjuvazisi tarafından gerici bir ulusçuluğun batağına çekildi.

Demokratik ve Cumhuriyetçi ulusçuluğun sadece çok cılız yankıları görülebildi.

Ulusları dile, dine, soya göre tanımlayan gerici ulusçuluk, ulusu aynı şekilde tanıyan egemen

ulus veya o dinden ve dilden olanları baskı altında tutan bir arkaik rejime karşı nesnel olarak

ilerici ve kurtuluşçu bir işlev görebilir, ama bu onun gerici özünü ortadan kaldırmaz. Bu

anlamda Balkan ve Anadolu’nun Hıristiyan halklarının ulusçuluğu nispi bir ilericilik taşımışsa

da, kendi benzeri Osmanlı egemen devletçiliğinin önce dine ve sonra etniye, dile ve ırka

dayanan ulusçuluğunun ortaya çıkmasına ebelik de yapmıştır.

Kendilerini dile ve etniye göre tanımlamış Balkan ulusları Osmanlı egemenliğine karşı

mücadeleleriyle nesnel olarak ilerici bir işlev gördülerse de; demokratik ve devrimci bir

ulusçuluğa dayanmadıkları için, sadece Osmanlı egemenlerini değil, Müslüman ahaliyi de

Page 99: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

99

Balkanlardan sürdüler. Eğer gerçekten demokratik karakterde olsalar ve böyle özgürlükler

getirselerdi, o Müslüman ahali kolayca, keyfi ve baskıcı Osmanlı egemenliğine karşı

kazanılabilir veya tarafsızlaştırılabilirdi. Yani Balkanlardaki ulusal hareketler, bir Fransız

devriminin Alsas Lorendeki Almanlara sağladığı özgürlükleri sağlama yoluna girmeyerek, o

gerici ulusçuluğun kendisinin benzerlerini yaratmasının yolunu açtı. Böylece Balkanlardan

atılan Müslüman ahalinin aynı gerici ulusçuluğunu ortaya çıkardı. Anadolu’nun Hıristiyan

halklarını katleden ve sürenlerin önemli ölçüde Balkanlardan kaçan Müslümanlar ve onlara

dayanan devlet sınıfları olması rastlantı değildir.

Keza, Balkanlardaki gerici ulusçuluğa dayanan devletler de kuruldukları andan itibaren

dayandıkları ulusçuluğun gerici özelliklerini birbirlerine karşı da göstermişlerdir. Her biri

tanımını, etniye, dile, soya, dile göre yaptığından, her devletin topraklarında yaşayan diğer

din, etni, ve dillerin tasfiyesi ve dolayısıyla bunun için çatışmalar, katliamlar ve sürgünler

gündemden düşmez olmuştur.

Bunun en son örneği, Yugoslavya’nın parçalanmasında görüldü. Balkanlaşma gerici

ulusçuluğun bir ürünüdür.

Türk Ulusçuluğu

Bir yandan gerici ulusçuluk örneğine göre, diğer yandan bizzat Müslüman devlet sınıflarının

egemenliklerini korumak için kendilerine bir ulus yaratmak zorunda olmaları nedeniyle

şekillendiğinden, yani bir devlet sınıflarının egemenliğini korumanın aracı olduğundan,Türk

ulusçuluğu başından beri en küçük bir ilerici ve kurtuluşçu özellik taşımamıştır. Balkan ve

diğer Hıristiyan ulusların ulusal hareketleri kadar olsun nesnel olarak ilerici bir karakteri bile

olmadı. Türk ulusçuluğu, Balkan ve Anadolu’nun Hıristiyan halklara dayanan ulusçuluğunun

aksine, onlar gibi Osmanlı’nın egemenliğinden kurtuluşun bir aracı değil, Osmanlının egemen

kastının egemenliği ve imtiyazlarını korumasının bir aracıydı.

Bu ulusçuluk Alman emperyalizminin Hint yolunu açmak ve Rusya’yı arkadan kuşatmak için

geliştirdiği Panislamizm ve Pantürkizm ideolojilerinin de etkisiyle her zaman emperyal ve

ırkçı bir karakter de taşıdı. Ama aynı zamanda bu ulusçuluğun en büyük destekçileri, Rum ve

Ermeni burjuvazisi karşısında Müslüman ahaliden bir Türk ulusu yaratarak kendine

dayanacağı bir ulus yaratma ihtiyacı içindeki Yahudi ve Sabetaycı liman şehirleri

burjuvazisinin de çıkarlarının da bir ifadesiydi. Kendine Türklerin atası diyen ve kelimenin

gerçek anlamında da öyle olan – (Türklerin atası o ise ondan önce Türkler diye bir şey de

olmaması gerekir, ki aslında yoktur da) Atatürk, Osmanlı devlet sınıfları ile Levant’ın Yahudi

burjuvazisinin çıkarlarının bu çakışmasını sembolize ediyordu. O Selanik’te Sabetaycıların

modern okullarında eğitim görmüş bir Osmanlı generaliydi.

Böylece Müslüman Osmanlı devlet bürokrasisi ve liman şehirlerinin Yahudi ve Sabetaycı

burjuvazisi, tıpkı Allah’ın insanı kendi suretinde yaratması gibi Türk ulusunu kendi suretinde

yarattı. Ama kendisi, İslam zırhıyla zırhlandığı için dil ve din haricinde, bizzat Yunan ve

Ermeni uygarlıklarının mirasını sürdüren Bizans tarafından kültürel olarak fetih edilmiş bir

sınıf ve kasttı. Böylece yaratılan Türk ulusu, Kültürel olarak Bizanslı, yani Rum ve Ermeni;

dil olarak Türkçe, din olarak İslam oluyordu. Hafızasını yitirmiş bir Rumluk ve Ermenilik;

Page 100: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

100

uydurulmuş bir dil (Türk Dil Kurumu), uydurulmuş bir Tarih (Türk Tarih Kurumu) ve

uydurulmuş bir İslamiyet’e (Diyanet İşleri) göre tanımlanan bu ulus tam anlamıyla şizofrenik

bir varlıktır artık.

Ama nasıl Balkan ulusçuluğu Türk ulusçuluğunu kendi örneğine göre yarattıysa; Türk

ulusçuluğu da Kürt ulusçuluğunu kendi örneğinde yarattı. Kendi bütün hastalıklarını ona da

aktardı ve ona aktardığı hastalıkların yarattığı zaaflarla egemenliğini sürdürdü.

Bölge İçin Sonuç

Ulusu, soya, dine, kana, dile göre tanımlayan gerici ulusçulukların hiç birisinin bölgenin

sorularına bir çözüm getiremeyeceği çok açıktır. Yapılması gereken, ulusun tanımından dili,

dini, soyu, kültürü, dili dışlamaktır. Dili, dini, ulusu, soyu, ve tarihi olmayan; ulusu

yurttaşlara; yurttaşları haklarına göre tanımlayan bir demokratik ve cumhuriyetçi yapı bir

çıkış sunabilir. Bölgede, Devrimci ve Demokratik dönemin kaynaklarına dönerek; ABD’nin

ve bölge egemenlerinin ihtiyacı olan gerici, dle, dine, etniye, tarihe dayanan ulusçuluğa karşı,

tıpkı Amerika’daki Kuzey eyaletlerinin Güney eyaletlerine karşı savaştığı gibi savaşacak,

gerici ulusçuluk karşısında demokratik ve cumhuriyetçiliğe dayanan bir ulusçuluk

gerekmektedir.

Bu gün var olan ulusların ve ulusçuların hepsi böyle demokratik bir ulusçuluğun

karşısındadır. Amerika bu gerici ulusçuluğun en büyük teşvikçisidir.

O halde, Türklerin, Kürtlerin, Arapların, Şiilerin, hasılı tüm dillerden, kültürlerden, dinlerden

ve soylardan insanların, ulusu dile,dine, soya, kültüre göre tanımlamaya karşı çıkanlarının bir

araya gelmesi gerekmektedir. Türkiyeli işçiler ve halk, ulusu Türk soyu, dili ve kültürü ve

tarihiyle tanımlayan Türk’lerle bölünmeden, Kürdistanlı işçiler ve halk, ulusu Kürt soyu, dili

ve kültürü ve tarihiyle tanımlayan Kürtlerle bölünmeden; Iraklı, Suriyeli veya başka ülkeli

işçiler ve halk; ulusu Arap soyu, dili, kültürü ve tarihi ile tanımlayan Araplarla bölünmeden;

Yahudiler ulusu Yahudi soyu, dini, kültürü ve tarihiyle tanımlayan Yahudilerle bölünmeden

ne her hangi bir ülke demokratikleşebilir ne de bölgenin parçalanmışlığı ve kanaması

durdurulabilir.

Demokratik Ulusçuluğun İkili Karakteri

Bu devrimci ve demokratik ulusçuluğun genel olarak dünya ekonomisi ve zengin ülkeler; özel

olarak bölge ve geri ülkeler bakımından çok farklı anlamları vardır.

Bu gün çağımızda, globalleşme öylesine gelişmiştir ve zengin ve fakir ülkeler arasındaki fark

öylesine açılmıştır ki, ileri ülkelerdeki, en demokratik ulusçuluk bile, dünya çapındaki bir ırk

ayrımcılığının, dünya çapındaki bir apartheit sisteminin aracı olmaktadır. Amerika ya da

Avrupa mı, bunlar kendi içlerinde, ulusun tanımından bütün dinsel, dilsel tanımları

dışlarlarken, dayandıkları ulusçuluk, dünyanın yoksullarının bu hudutların dışında kalan

gettonun duvarları içinde tutulmasının aracı olmaktadır. Bu, en ilerici tanımlara dayanan,

bütünüyle demokratik karakterdeki ulusçuluğun ve ulusal sınırların bile üretici güçlerin bu

günkü gelişmişlik düzeyinde gerici karakterinin bir yansımasıdır.

Klasik uygarlıklar çağında, dünya ticareti henüz çok küçük ve lüks mallarla sınırlıyken bile,

Page 101: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

101

ticaret yolları Çin, Hint, İran ve Orta Doğu-Akdeniz alanlarında imparatorlukları

gerektiriyordu. Bu gün ise globalleşme akıl almayacak boyutlara ulaşmıştır. Malların çoğu

dünyanın başka ülkelerinden gelmekte ve bizzat o malların kendileri de başka ülkelerde

üretilmiş mallardan oluşmaktadır. Böyle bir dünyada, ne kadar büyük olursa olsun ve ne kadar

demokratik kriterlere gör tanımlanmış olursa olsun, ulusal devlet hiçbir zaman sorunlara bir

çözüm getiremez.

Ulusal devletlerin olduğu bir dünyada tek çözüm, dünya çapında bir imparatorluk olabilir.

Kapitalizmin ve emperyalizmin çözüm önerisi budur. Ama bu çözümün kendisi bir çelişkidir.

İmparatorluk ancak başkaları parçalanmış ve bölünmüş, güçlerini birleştiremez durumdaysa

mümkündür. Yani dünyayı bir imparatorluğun egemenliği altında birleştirmek onu

olabildiğince küçük, iradesiz ve güçsüz parçalara bölmekle olur. Bu eğilim ister Avrupa’nın

ABD tarafından eski ve yeni diye bölünmesi girişimlerinde, ister Irak’ta siyasi olanın dinler,

diller ve etnilere ve onların dengelerine göre tanımlanmasında açıkça görülmektedir. Bu

hiçbir zaman bir çözüm olamayacağı gibi, aynı zamanda çok kan ve acı demektir.

Buna cevap ise, ömrünü çoktan doldurmuş ve bu imparatorluğun stratejisine hizmetten başka

bir işe yaramayan, dile, dine göre tanımlanmış uluslar hiç olamaz. Bunun bir tek cevabı

vardır: politik olanın tanımından ulusal olanı kaldırmak. Tüm ulusal sınırları havaya uçurmak.

İnsanların hak ve görevlerine göre oluşmuş demokratik bir dünya cumhuriyeti. İş gücünün

serbest dolaşımı. Bu cumhuriyet ancak, burjuva uygarlığının, siyasal, özel, kamusal, ticari

ayrımlarını kaldırıp, toplumun ve insanın birliğinin yolunu tekrar açabilir.

Bu bakımdan, gerek dünya çapındaki sorunlar gerek zengin ülkelerin işçileri bakımından,

en demokratik bir ulusçuluk bile bir gerici programdır. Çünkü, artık o Ulusçuluk, tüm

mallar ve sermaye serbest dolaşırken, iş gücünün serbest dolaşımının önünde bir engeldir.

Dolayısıyla dünya çapındaki apartheit sisteminin bir aracı olarak, zengin ülkelerden olmayan

insanları yoksulların toplandığı bir rezervatta tutmanın aracı olarak işlev görmektedir.

Dünya çapında ve ileri ülkeler açısından program, ulusun tanımından dili, dini, soyu dışlamak

değil (ki zengin ülkelerde bu büyük ölçüde gerçekleşmiştir), nasıl tanımlanırsa tanımlansın,

politik olanın ulusal olana göre tanımlanmasına son vermek ve ulusçuğu, layık olduğu yere,

dinlerin arasına, inanç alanına, özel alana yollamaktır.

Bu pratik olarak bütün sınırların kalkması anlamına gelir. Aslında dünyanın yoksulları

şimdiden ayaklarıyla bu programa oy veriyorlar. Denizlerde, dağ doruklarında, nehirlerde;

yayan ya da derme çatma kayıklarla, gemi ambarlarında, tırlarla bin bir yoldan o ulusal

sınırları ve duvarları aşmaya, hapsedildikleri rezervattan ya da dev Bantustan’dan kaçmaya

çalışıyorlar.

Bu anlamda dünya çapında iş gücünün serbest dolaşımı; gittiği yerde çalışan ve vergi verenin

tüm sosyal ve siyasal haklara sahip olması, her demokrat ve sosyalistin, her işçinin savunması

gereken asgari bir programdır. Ama zaten bu program, fiilen, ulusal devletlerin sonu ve ulusal

olanın özel ve inanç alanına tıkılmasından başka bir şey de değildir.

Ne var ki, böyle bir program, zengin ülkelerin emekçi ve işçilerince savunulmamaktadır.

Savunulmamasının nedeni de şudur: Böyle bir programın gerçekleşmesi, zengin ülkelerin

Page 102: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

102

düzeyinde belirli bir düşmeye yol açar. Hem zengin ülkeler ile yoksul ülkeler arasındaki

eşitsiz mübadeleden doğan değer transferi son bulur; hem de zengin ülkelerde iş gücünün

fiyatının düşmesine yol açar. Kimse daha kötü sonuçlar için mücadele etmeyeceği hatta onlara

karşı direneceği için, gelişmiş ülkelerin işçileri böyle bir sosyalist programa karşı durma

eğilimindedirler.

Ama zengin ülkelerin işçileri ve ücretlileri istemedikçe yer yüzünden kapitalizm

kalkmayacağından, bu aynı zamanda insanlığın çıkmazını da göstermektedir. Yoksul ülkelerin

işçileri dünya çapında eşitlikçi bir düzeni; ulusal sınırların kaldırılmasını isteyebilir ama

yapamaz; zengin ülkelerin işçileri ise yapabilir ama istemez.

Bu açmaz, dünyadaki ezilenlerin karşısında bulunduğu en büyük açmazdır ve bu açmaz

çözülmedikçe, bırakalım sosyalizmi insanlığın yaşaması bile mümkün görülmemektedir.

*

Ama üçüncü dünyada, yani zengin ülkelerin dışında, İmparatorluğun bölme ve güçsüzleştirme

stratejisine karşı, devrimci ve demokratik ulusçuluk hala bir savunma mevzii olarak ve

birleştirme potansiyeliyle, emperyalizmin böl ve hükmet stratejisini boş düşürmek için ilerici

ve kurtuluşçu bir işleve sahiptir. Örneğin, Orta doğuda, ABD veya Avrupa gibi bir

Demokratik Cumhuriyetler birliği, hem bölgenin insanlarına daha büyük bir refah, daha

kansız bir yaşam sunar; hem de ABD ve diğer emperyalistlerin planlarına karşı koymak için

daha büyük bir güç ve irade birliği sağlar.

Ve o zaman belki Tarih böyle daha uzun bir yoldan, bu günkü yaşam düzeyleri ve gelirler

arasındaki derin bölünmüşlüğe bir son verip, dünyanın ücretlilerinin ortak bir programda

birleşmesinin koşullarını yaratabilir.

Globalleşme ve Ulusçuluk

Dünya çapında globalleşmenin ve iş gücü göçlerinin etniye, dile, dine göre tanımlanmış

ulusları belli bir zorlaması bulunmaktadır. Kendini dile, dine göre tanımlayan devletlerin ve

ulusların giderek ekonomik gelişmeyi engelleyici bir işlev gördüğü ortaya çıkmaktadır.

Örneğin, ana dilde eğitimi reddetmek ve zorla asimilasyon, hem toplumsal çatışmaları

kesinleştirmekte, hem iş gücünün gereken eğitimi sağlanamamakta, burjuvazi rekabet gücünü

yitirmesi sonucunu vermektedir.

Bunun için iki farklı ulusçuluk anlayışının damgasını taşıyan bir örnek alınabilir. Örneğin,

Fransızca bile konuşamayan Zidani’yi Fransız milli takımına almakta bir kompleks

göstermeyen Fransa, Zidani’nin attığı gollerle dünya şampiyonu olurken; Almanya’da doğup

büyümüş ve Almanca’ya Türkçe’den daha hakim Türkiye kökenli futbolcularına, soya, kana,

dile dayanan ulusçuluğunun gelenekleri nedeniyle yükselme ve milli takıma girme olanakları

tanımayan Alman futbolu gerilemektedir. Almanya’nın bu gerici milliyetçiliğinin kurbanı

olan bu futbolcular ise, yine aynı milliyetçilik kanalından Türkiye’yi dünya üçüncüsü

yapmaktadır.

Ya da ana diline hakim olamayanların başka dilleri öğrenemediği bunun ise iş gücünün

eğitimini zorlaştırdığı ve kalitesini düşürdüğü bilinen bir gerçektir.

Page 103: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

103

Bütün bu gibi nedenlerle, burjuvazi, dünyada genel olarak, milletin tanımından dili, dini,

etniyi dışlama eğilimine girmiş bulunmaktadır. Çok kültürlülük ya da ulus devletin sonu

söylemlerinin yaygınlaşması, aslında burjuvazideki bu değişimin bir ifadesidir.

Bunun yanı sıra, şimdi Avrupa Birliğini oluşturanlar gibi, bir zamanlar kendini genellikle

soya, dile göre tanımlamış uluslardan oluşan devletlerin, ABD’ye rekabet edebilmek; küçük

devletlerin ulusal pazarlarının bukağılarından kurtulmak için birleşme eğilimine girmeleri ve

Avrupa ulusu çerçevesinde bu kimlikleri, ağır çekimle, yukarıdan ve Prusya yoluyla giderek

politik alanın dışına itmek zorunda olmaları gibi eğilimler de özellikle, Türkiye’de, devlet

sınıfları karşısında burjuvazinin dile, soya, dine dayanmayan bir ulusçuluğa geçme eğilimi

göstermesine yol açmaktadır.

Bu her ne kadar eski gerici milliyetçiliğe göre bir ilerleme anlamına gelirse de, demokratik ve

cumhuriyetçi olmaktan çok uzaktır. Demokratik Cumhuriyet sadece ulusun tanımından dili,

dini vs. dışlamaktan ibaret değildir. O aynı zamanda pahalı, baskıcı, bürokratik olmayan,

ulusun çoğunluğunun iradesine karşı kullanılamayacak bir cihaz demektir ve bu nedenle bu

günkü pahalı, baskıcı, bürokratik cihazların parçalanmasını gerektirir. Burjuvazi ise iş

buralara gelince son derece korkaktır ve buralara gelir diye korkmakta ve Bürokratik

oligarşiye karşı tutarlı bir tavra girmemekte sürekli onunla uzlaşma yolları aramaktadır. O

güçlü devletten, demokrasiyi engelleyen mekanizmalardan hiç de vazgeçmek niyetinde

değildir

Değişen Roller

Ama bütün bunlara rağmen, ister globalizmin yarattığı eğilimlere ve Avrupa ile entegrasyon

çabalarına; ister siyasi iktidarı elinde tutan bürokratik oligarşiye karşı bir cevap olarak olsun

Türkiye politikasında, ulusçuluk söz konusu olduğunda, burjuvazi ulusun tanımından dili,

dini, etniyi çıkarmaya daha eğilimliyken, Sosyalistler aksine var olan yapıyı sorgulamaktan

kaçınmakta ve var olan ulusçuluk anlayışının savunuculuğunu yapmaktadırlar hem de anti

emperyalizm ve anti kapitalizm adına.

Böylece, devrimci demokratik hedefler güden sosyalistler ve devrimci demokratlar için,

Burjuvazi ve liberaller en azından taktik ittifaklar yapılabilecek yol arkadaşları haline

gelirken, var olan bütün sosyalist örgütler ve bunların etkisi altındaki işçi hareketi; karşı

cephede yer almakta; gerici ulusçuluğun bir savunucusu olarak ortaya çıkmaktadırlar. Bu da

onların egemen bürokratik oligarşinin en büyük destekçisi olmasına yol açmaktadır. Pek çok

kişinin kafasını allak bullak eden bu fenomenin sırrı işte yine Stalinizm kanalından

sosyalizme sinmiş bu gerici ulusçuluk anlayışındadır.

Bu durumda, var olan sosyalistler artık, devrimci demokrasi mücadelesinin müttefikleri değil,

onun karşısındadırlar. Onlar sosyalist ve anti emperyalist bir söylem içinde gerici

milliyetçiliğin savunuculuğunu yapmaktadırlar. Ve onlar işçiler arasındaki çalışmaları ve

etkileriyle, işçi hareketinin gerici milliyetçiliğin bir destekçisi olarak işlev görmesine yol

açmakta; demokratik hedefleri bayrak yapmış, tüm gayrı memnunları birleştirecek bir politik

işçi hareketinin oluşmasının önüne en büyük engel olarak çıkmaktadırlar.

Böylece devrimci demokrasi bakımından eski şablonlara uymayan bir durum ortaya

Page 104: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

104

çıkmaktadır. Örneğin Türkiye’de, “İkinci Cumhuriyetçiler” de denen, Liberal ve demokrat

burjuvazinin eğilimlerini yansıtanlar; azınlıklar, en azından birer geçici yol arkadaşı olarak;

sosyalistler ve onların kontrolündeki işçi örgütleri ve hareketi ise kendisine karşı mücadele

edilecek gerici milliyetçiliğin birer savunucusu olarak ortaya çıkmaktadır.

İlişkilerin bilinen hiçbir şablona sığmayan bu ters yüz oluşu, aslında demokratik mücadelenin

önemini hiç de küçük görmeyen; gerici milliyetçilikle de başı pek hoş olmayan bir çok

sosyalistin bile, kendinden ve pozisyonundan korkarak; var olan sosyalist ve işçi örgütleriyle

bir kopuşmaya gitmesini ve devrimci ve demokratik bir muhalefetin saflarında birleşmesini

engellemektedir.

Bu ters yüz oluşlar nedeniyle bir rastlantı değildir, Kürtlerin, ezilenlerin mücadelelerinin en

iyi savunucularının sosyalizme uzak duran liberallerden ve “İkinci Cumhuriyetçiler”den

çıkması; buna karşılık sosyalizmi dilinden düşürmeyenlerin bu mücadeleleri ve sorunları

gündemden uzak tutanlar olması.

Sosyalistlerin büyük bir çoğunluğu için bu tam anlamıyla çelişkili bir durumdur. Onların çoğu

bu sistemin kurbanları, öznel olarak milliyetçiliğe zerrece sempati duymayan insanlar

olmalarına rağmen, bu gün içinde bulundukları nesnel konumlarıyla kendi öznel niyetlerine

karşı durmaktadırlar. Onların bu çelişkiyi çözebilmeleri için, ulus teorisinin Marksist bir

açıklamasının ve bu yönde ideolojik mücadelenin hayati bir önemi bulunmaktadır.

Demokrasinin Koşulları

Ulusun, yurttaşlığa göre; gerici milliyetçilik karşısında oluşa göre tanımlanmasından söz ettik.

Peki böyle demokratik bir cumhuriyetin yurttaşları iradelerini nasıl gerçekleştirebilirler?

Bunun temel şartı sınırsız bir düşünce ve örgütlenme özgürlüğüdür. Yani her türlü düşünce ve

örgütlenme özgürlüğü ortamında tüm farklı görüşlerin örgütlenmesi ve çoğunluğu kazanmak

için eşitçe, idari veya ekonomik kayırma veya baskılara uğramadan diğerleriyle yarışması.

Ama bu yetmez. O farklı fikirler tüm topluma kendini nasıl duyuracaktır? Fikirlerin,

programların doğruluğunun gücü sermayenin veya devletin gücünü nasıl aşıp da geniş

kitlelerin bilgisi ve bilincine ulaşacaktır?

Bunun için, tüm basın ve haberleşmenin sermayenin, iktidarların ve devletin denetimi ve

manüplasyonlarından azade olması şarttır. Yurttaşların tüm olgular ve görüşler hakkında, o

görüşler hukuki, siyasi veya ekonomik bir engellemeye uğramadan bilgi sahibi olabilmesi,

doğru kararlar verebilmesi; doğru seçimler yapabilmesi ve yanlış seçim ve kararlarını

değiştirebilmesi için olmazsa olmaz bir koşuldur.

Nasıl, hava, su olmadan yaşamak mümkün olmaz ise, medya üzerinde sermaye ve devletin

her türlü kontrolü ortadan kaldırılmadan demokrasinin gerçekleşmesi mümkün değildir.

O halde, var olan bütün yayın olanaklarının; matbaaların, kağıtların, frekansların ve kanalların

kesinlikle devlet ve sermayenin kontrolü dışında olması yani bu alanda özel mülkiyetin ve

devletin söz hakkının kaldırılması, demokrasinin gerçekleşmesinin modern toplumda olmazsa

olmaz koşuludur. Devlet ya da hiçbir özel mülk sahibi hiçbir yayın organının sahibi

olmamalıdır. Tıpkı su, toprak ve hava gibi, haberleşme olanakları da tüm topluma ait

Page 105: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

105

olmalıdır.

Bunlar, tüm nüfus arasında, örgütlerin, cinslerin, sınıfların, eğilimlerin nüfus içindeki

oranlarına; aldıkları oy oranlarına veya üye sayılarına göre bölüştürülmelidir. Devlet sadece

bu dağıtımın teknik yanlarını çözmekle görevli ve yetkili olmalıdır. Biz medya üzerinde

devlet ve sermaye kontrolünün olmamasını; hukuki, siyasi ve iktisadi engellerin yok

edilmesini demokrasinin gerçekleşmesinin olmazsa olmaz koşulu olarak görüyoruz.

Son yıllardaki bütün kritik gelişmeler, medyanın nasıl bir manüplasyon aracı olarak

kullanıldığını göstermiştir. Bundan kurtuluşun bir tek yolu. Medyanın bütün toplum kesimleri

ve örgütler arasında paylaştırılmasından geçer. Sonsuz bir bolluk olmadığından, nasıl herkese

emeğine göre ise, herkese üyesi veya aldığı oy veya nüfus içindeki oranı kadar ilkeleri, bu

dağılımı belirleyen ilkeler olabilir.

Seçenler ve Seçilenler

Ama gerçek bir demokrasi için sadece bu yetmez. Demokrasi, prensip olarak azınlığın

çoğunluğa uymasını ilke olarak kabul eden, yani çoğunluğun kararına uyulmadığı takdirde

uymayanlara zor uygulamayı kabul eden, usulüne uygunsa bunu meşru gören bir rejimdir.

Ama böyle bir demokrasi pek ala gerici bir milliyetçiliğin de aracı olabilir. Nüfusun büyük

çoğunluğu, biz çoğunluk Müslüman’ız, o halde madem ki demokrasi azınlığın çoğunluğa

uymasını gerektirir, o halde biz çoğunluk olarak okullarda İslam dini okunmasını

kararlaştırıyoruz veya kimsenin başı açık dolaşmamasını kararlaştırıyoruz diyebilir. Ya da

çoğunluk, çoğunluk Türkçe konuşuyor, o halde demokrasiye göre azınlık da çoğunluğa uyup

Türkçe konuşmak zorundadır diyebilir. Genel olarak demokrasi, yani azınlığın çoğunluğa

uymasını ilke olarak benimseyen rejim, kendi başına gericilikle çelişmez pek ala gericiliğin

aracı olabilir.

Bu bakımdan bizlere lazım olan, özel türden, azınlıkların haklarını garantiye alan bir

demokrasidir. Azınlıkların haklarını garantiye alan bir demokrasi olmadan demokrasi ilerici

bir işlev göremez. Dil, din, kültür vs.nin eşitliği ve siyasi alının dışında tanımlanması, yani

devletin bu alanlardaki kesin tarafsızlığı ve karar yetkisinin olmamasının, azınlıkların

haklarının korunması ve garantiye alınması bakımından önemi burada da ortaya çıkmaktadır.

Nüfusun ya da bir toplantıya katılanların çoğunluğu sigara içiyor diye kapalı yerlerde sigara

içilmesine izin verilmesi gerici bir demokrasidir örneğin. İlerici, azınlık haklarını gözeten bir

demokrasi, bir tek kişi bile sigara içmiyorsa ve içilmesine razı gelmiyorsa, o bir tek kişinin

başkalarının zehirleriyle zehirlenmeme hakkını savunan demokrasidir; bir tek çocuk için bile,

ana dilde eğitimi sağlayan bir demokrasidir. Üç kişinin anladığı bir dil için bile, diğer dillerle

eşit hakları tanıyan; hatta azınlıkta olduğu için, her zaman olacak fiili eşitsizliği gidermek için

onu kayıran, pozitif ayrımcılık uygulayan demokrasidir. Üç kişinin inandığı bir dine bile,

milyonlarca insanın inandığı bir dinle aynı eşit hakları tanıyan bir demokrasidir.

Evet, tam bir hukuki özgürlükler ortamında; medyanın devletin ve sermayenin kontrolü ve

manüplasyonlarının dışında olarak tüm bilgilerin edinildiği bir ortamda; azınlıkların haklarını

garanti altına almış özel bir demokraside bile hala halkın iradesinin nasıl gerçekleşeceği

sorunu çözülmüş olmaz.

Page 106: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

106

Çünkü, demokrasi, temsili olarak uygulanabilir. Bir köyde veya göçebe aşiretindeki doğrudan

demokraside olduğu gibi, milyonlarca insanın bir araya gelip bir karar alması ve aldığını yine

kendilerinin uygulaması fizik olarak mümkün değildir. İnsanlar ancak belli temsilciler

aracılığıyla bu ilişkiyi temsili organlara devrederek demokrasiyi gerçekleştirebilirler.

Ama büyük nüfus ve alanların ortaya çıkardığı bu sorunun çözümü başka sorunları da

beraberinde getirir. Örneğin temsili organlar belli der bölgeler içindeki oranlara göre mi yoksa

olabildiğince büyük birimler seçilerek nüfus içindeki oranlara göre mi temsil edilmelidirler?

Veya bu temsilcilerin kendini seçenlerin iradesinden bağımsızlaşması ve kendisini seçenlerin

değil de örneğin başkalarının veya kendisinin çıkarlarını savunmasının önüne nasıl

geçilebilir?

Demokrasi bu sorunlara da açık cevaplar vermelidir.

Örneğin elbette gerçek çoğunluğun iradesinin yansıması için nispi temsil biçimleri gerekir.

Ama bu takdirde, kimin hangi bölgenin temsilcisi olacağı, hangi bölgeye göre görevini yerine

getirmedi diye geri alınabileceği nasıl belirlenecektir? Her bölgeden bir tek kişinin

seçilmesine dayanan sistemler ise bu sorunu çözer ama, nüfus içindeki görüşlerin gerçek

oranlarda yansımasını engeller. Bütün bu sistemlerin mahzurlarına minimuma indiren, hem

nispi temsili sağlamaya yönelik, hem de seçilenlerin sürekli denetimini sağlayan ve geri

almasını mümkün kılan mekanizmalara ihtiyaç vardır.

Bu mekanizmalardan bazıları şunlardır:

Örneğin partisinden istifa edenin aynı zamanda temsilcilikten de çekilmiş olmalıdır. Çünkü,

temsili demokraside, sistemli görüşleri ve programları olan siyasi partiler, görüşlerin ve

oranlarının belirlenmesinin olmazsa olmaz koşuludur. Seçimler aslında kişiler değil, görüşler

arasındadır.

Bir başka mekanizme, siyasi konularda kesin bir dokunulmazlıktır.

Bir başka mekanizma, kendisini seçenlerin eğilimlerine denk davranmadığı takdirde

seçenlerin temsilcilerini geri alabilme hakkıdır.

Bir başka mekanizma, seçilenlerin kendilerini seçenlerin yaşam ve sorunlarından

uzaklaşmamaları için, ortalama bir işçi ücretinden yüksek bir ücret almamalarıdır.

Ordu ve Polis

Ama bütün bunlar da yetmez. Devlet demek ordu, polis, mahkemeler, hapishaneler, vergi

memurları demektir. Bu cihazın kendisi silahlıdır ve çok güçlüdür, bu cihazı oluşturanların,

ulusun ve onun temsilcilerinin iradesine hizmet eder durumda kalmasının, onlardan

bağımsızlaşmamasının garanti altına alınması gerekir.

Tüm toplumların tarihi, devletin siyasi iradeden bağımsızlaşma, onu baskı altına alma veya

onun yerine geçme veya onu kendi çıkarları doğrulusunda manüple etme eğiliminde olduğunu

göstermektedir.

O halde bu mahzurları giderecek mekanizmalar gerekir. Bunlar neler olabilir?

İlk elde, ordunun, hele Türkiye gibi Osmanlıdan kalma politikayı belirleme geleneğinin

Page 107: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

107

olduğu bir ülkede, baştan başa yeniden örgütlenmesi gerekir. Bunun ilk koşulu, düzenli

ordunun lağvıdır. Radar, uçak, gemi gibi özel ve kendi halkına karşı kullanılamayacak güçler

hariç, düzenli ordu kalkmalı, onun yerini tıpkı İsviçre’de olduğu gibi, tüm vatandaşlardan ve

çalışan insanlardan oluşan milis almalıdır.

Böyle bir ordu sadece demokrasinin gerçekleşmesi için değil, aynı zamanda onun halka karşı

kullanmanın da önünde bir engeldir. Bütün deneyler göstermektedir ki, düzenli ordular siyasi

iktidarlar tarafından da ezilenlere karşı kullanılmaktadır. Böyle silahlı çalışan yurttaşlardan

oluşan bir ordu ezilenlere karşı kullanılamaz.

Ama böyle bir ordu aynı zamanda en iyi savunmadır da. Böyle bütün halkın her zaman birkaç

saat içinde milyonlarca kişilik tüm ülke sathına yayılmış bir ordu haline dönüşebileceği bir

ülkeye kimse saldırmaya cesaret edemez. Böyle bir ordu, en korkunç silahlara, en güçlü

düşmanlara karşı en etkili cevaptır. Böyle bir ülke, ancak bir nükleer saldırıyla tümden yok

edilerek ele geçirilebilir ama öyle ele geçirilmiş bir ülke de ele geçirenin de işine yaramaz.

Ama böyle bir ordu, aynı zamanda, başka ülkeleri tehdit potansiyeli de taşımaz. Silahlı

yurttaşlardan oluşan ordular iyi savunma aracıdırlar ama çok kötü bir saldırı aracıdırlar. Bu

nedenle, ülkenin komşularıyla ilişkisinde onlara korku salmaz ve onları askeri masrafları

yükseltme, fakirleşme ve demokrasiden uzaklaşma yönünde değil aksine olumlu yönde

etkiler.

Ama bunlar kadar önemli olan bir sonucu da şudur: böyle bir ordu aynı zamanda ucuz bir

ordudur. Ülke savunması ulusal hasılanın çok küçük bir bölümünü alacağından, bütçe

açıklarına ve enflasyona yol açması söz konusu bile olmaz. Böylece düzenli bir ordunun

harcamalarından yapılan tasarruflar, yatırımlara ve sosyal harcamalara aktarılabilir. İssizlik

azalır ve refah yükselir. İşsizlik azalıp refah yükseldikçe de bir orduya olan ihtiyaç azalır,

demokrasi pekişir, yurttaşların ülkelerine bağlılığı artar ve saldırı tehlikesi azalır.

Ama sadece bunlar yetmez. Bütün karar alıcı memurların her düzeyde seçilmesi gerekir.

Tıpkı, Amerikan filmlerinde olduğu gibi, Jürilerin, Polis amirlerinin, yerel idarecilerin de

seçimle gelmesi gerekir. Osmanlı kalıntısı kaymakamlık valilik gibi makamların kaldırılması

gerekir. Ulus toplulukların özgür iradeleriyle birleşmesinden oluşur. Her düzeyde otonomi ve

özgür iradeyle, ekonominin kendi yasalarının gereği olarak bir birlik temel olur.

Ama bu da yetmez. Aynı zamanda, seçilmiş memurların emri altındaki diğer memurların da,

her zaman ortaya çıkabilecek keyfi emirlere direnecek gücü olması gerekir. Bunun için,

memurların tayin, terfi gibi işlemlerinin, yine bu memurların bağımsız memur sendikalarının

tuttuğu sicillere göre belirlenmesi gerekir. Devlet memurlarının bütün ayrıcalıklarına son

verilmesi gerekir. Onların şimdi ordu evlerinde veya ayrılmış bölgelerin yazlık veya

lojmanlarında olduğu gibi, toplumun gözlerinden uzak bir kast gibi yaşamalarına son

verilmesi gerekir.

Ancak bütün bu gibi koşulların birliği içinde bir demokrasiden ve demokratik cumhuriyetten

söz edilebilir.

Page 108: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

108

Demokrasi ve Refah

Türkiye’ye egemen bürokratik oligarşi, demokrasiyi bu ülkenin insanlarına hiçbir zaman layık

görmemektedir. Onlar demokrasi ile toplumun ilişkisini alt üst etmektedirler. Bunun için ne

mantıken ne de olaylarca kanıtlanamayacak varsayımları vardır.

Bunların birincisi, demokrasinin ancak belli bir refaha ulaştıktan sonra mümkün olacağıdır.

Bu gerekçeyle, batıdaki kadar refah olmadığına göre o kadar da demokrasi olmayacağı

söylenmektedir.

Bu tarihin en büyük yalanlarından biridir. Bu gün demokrasinin beşiği olarak görülen Kuzey

Avrupa ülkelerinin hiç biri, bu günkü demokrasinin temeli olan kuralları getirdiklerinde

zengin ülkeler değillerdi. O zamanlar Osmanlı, Hint, Çin çok daha zengindi. İsveç, zengin

olduğu için demokrasi olmadı. Yoksul İsveç, demokrasi olduğu için zenginledi.

Kaldı ki, sistemin mantığı ile de bu sonuca ulaşılabilir.

Demokrasinin olmaması daima güçlü bir devlet cihazı, bu da üretici olmayan militer ve

bürokratik harcamaların yüksekliği, dolayısıyla yatırımların azalması; genellikle enflasyon,

dolayısıyla pahalılık ve issizlik demektir. Ve pahalılık nedeniyle ortaya çıkan

memnuniyetsizliği ve tepkileri bastırabilmek için daha az demokrasi ve daha güçlü ve pahalı

devlet cihazı gibi bir fasit daire ortaya çıkar.

Demokrasinin olmaması ayrıca yoksulların ve ezilen sınıfların aleyhine çalışır her zaman.

Demokratik hakların olmadığı yerlerde işçiler ve yoksul kesimler örgütlenip haklarını

savunamazlar. Bu da toplumda eşitsizliklerin artmasına yol açar. Bu eşitsizlikler de tekrar

bunların yol açtığı patlamaları bastıracak güçlü cihazlara ve bunlar da demokrasinin giderek

azalmasına doğru bir gidiş yaratır.

Ama sadece bu kadar da değildir. Demokrasinin yokluğu burjuvazinin bile aleyhine çalışır

uzun vadede. Demokrasi olmayıp ezilenlerin ve işçilerin haklarını savunamadığı yerlerde,

sermaye artı değeri arttırmak için modern teknik kullanmak gereğini duymaz. Artı değeri,

daha uzun ve yoğun çalışma, daha düşük ücret üzerinden sağlayarak diğer kapitalistlerle

rekabet etmenin yolunu bulur. Ama bu da geri teknoloji kullanımını besler ve emek

üretkenliğinin düşük kalmasını dolayısıyla ülkenin geriliğini pekiştirir. Yani teknik ilerleme

ve emek üretkenliğinde bir artış için de demokrasi olmazsa olmaz koşullardan birisidir.

Dünyanın en gelişmiş ülkelerinin aynı zamanda en demokratik ülkeler olması bu nedenledir.

İşçi haklarını savunanları bayağı maddecilikle suçlayanların, demokrasi söz konusu

olduğunda, demokrasiyi zenginleşmenin sonucu olarak görmeleri ve demokrasiyi topluma

layık görmemeleri, bizzat kendilerinin bayağı maddeciliğinin kanıtıdır.

O halde, gerek teknik ilerleme, gerek toplumsal eşitlik ve gerek demokrasinin pekişmesi için

demokrasi biricik çözüm ve başlangıç noktasıdır. Ülkeler zengin oldukları için demokratik

olmaz, demokratik oldukları için zengin olur; toplumlar sosyal eşitsizlik az olduğu için

demokratik değildir, demokratik oldukları için sosyal eşitsizlikler azalmıştır.

Demokrasi ve Eğitim

Bürokratik oligarşinin bir diğer yalanı da, demokrasinin ancak eğitimle elde edilebileceğidir.

Page 109: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

109

Bunlar, aslında ne kadar ilerici olduklarını söyleseler de lanetledikleri Abdülhamit’in

demokrasiye karşı argümanının tekrarlamaktadırlar. O da , “kullanmasını bilmeyen cahil

halka demokratik hakları vermek; çocuğun eline bir silah vermek gibidir, tutar babasını

vurur” diyordu.

Suya girmeden nasıl yüzme öğrenilemez ise, demokrasi içinde yaşamadan da demokrasi

öğrenilemez. Demokrasinin eğitimi yine demokrasidir.

Kaldı ki burada, önemli olan halkı demokrasi konusunda eğitmekle kendilerini yetkili ve

görevli görenlerin kendilerinin demokrasi konusunda eğitilmeleri gerektiğidir.

Eğiticileri kim eğitecektir?

Onları yine ancak halk kendisi eğitebilir. Hasılı, halka demokrasi konusunda eğitim vermeye

kalkanların aslında kendilerinin eğitilmeye ihtiyaçları vardır.

Ve bu demokrasi öğretmenlerinin ilk öğrenmeleri gereken de, demokrasi eğitiminin ancak

demokrasi içinde öğrenileceğidir.

Demokrasinin Üç Kaynağı

Bu gün niçin Türkiye’de demokrasi mücadelesi böylesine zayıftır? Türkiye’de niçin hiçbir

zaman demokrasi gelişmemiştir?

Bütün dünyada, demokrasinin üç kaynağı vardır.

Birincisi kandaş toplumun demokratik gelenekleri.

İkincisi, henüz devrimci ve demokratik döneminde bir burjuvazinin varlığı.

Üçüncüsü işçi hareketidir.

Dünyanın en demokratik ülkelerinde bu üçünün sırayla bir bayrak yarışı gibi demokrasi

bayrağını ele geçirdiğini görür. Örneğin İngiltere’de ilk Magna Karta, krala kafa tutan aşiret

şeflerinin işidir. Yani kandaş toplumun gelenekleri. Tam bunlar artık Krala karşı güçlerini

yitirdiklerinde, bu sefer burjuvazi, demokratik mücadelenin bayrağını ele alır. Burjuvazi

demokratik barutunu tükettiğinde ise işçi hareketi.

Türkiye’de bu üç koşul da hiçbir zaman olmamıştır.

Binlerce yıllık mutlak devletçilik, batıdaki senyörler gibi krala kafa tutacak bir tabakanın

ortaya çıkmasına olanak sağlamamıştır. Örneğin ilk yıllarında Osmanlı sultanları bir bakıma,

eşitler arasında birinciydiler. Ama uygarlaştıkça derhal köle kapı kullarına dayanmışlar ve

diğer özerk beylere yaşama yansı vermemişlerdir.

Bu Doğu’nun binlerce yıllık devlet geleneğinin en lanetli sonucudur. Kandaşlık demokrasisi,

sadece siyasi bir gücü temsil etmeyen muhalif tarikatlar ve devlet gücünün ulaşamadığı

yerlerde, örneğin dağ başlarındaki Alevi köylerinde komün olarak yaşayabilmiştir.

Burjuvazi, doğduğunda, çoktan devrimci barutunu yitirmişti ve zaten tam bu nedenle de

demokrasi bayrağıyla değil, gerici ulusçuluğun bayrağıyla egemenlik mücadelesi vermişti.

Kaldı ki, Ermeni katliamları ve mübadeleler ile Anadolu’daki bu zayıf burjuvazi bile tasfiye

edildi. Onların tasfiyesiyle demokrasinin en büyük düşmanı derebeylik ve tefeci bezirganlık

güçlendirildi.

Page 110: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

110

İşçi hareketi ise, Sovyet dış politikasının bir aracı olarak kaldı. Sadece altmış ve yetmişlerin

kitlesel kabarışında biraz demokrasiyi geliştirecek öğeler vardı. Ama bu hareketin nesnel

demokratik karakterine karşılık, ideolojisiyle demokratik değildi ve ilham aldığı bürokratik

kastların da etkisiyle demokrasiyi burjuva diye küçümsüyor, anti demokratik yöntemleri

kutsuyordu. Böylece nesnel olarak demokratik karakterdeki işçi ve yoksul tabakalara dayanan

hareketler bile bir demokratik etki ve gelenek bile bırakmıyorlar, demokrasiye karşı çalışıyor,

kedi iplerini çekiyorlardı. Aynı zamanda bu hareketler hepsi de gerici bir milliyetçiliği

desteklediklerinden, devletin yapısını hiçbir şekilde tartışma konusu yapmıyorlar, gerici ulus

tanımları karşısında devrimci ve demokratik, yurttaşlığa ve haklara dayanan bir ulus tanımı

için mücadele etmiyorlardı.

Ancak 1990’ların başında Sovyet bürokrasisinin ve onun o muazzam ideolojik ağırlığının

çökmesi, eski demokratik hedeflere geri dönüşün koşullarını yarattı. Bu bile, globalleşmenin

ideolojisinin, yani “çok kültürlülük” ve “ulus devletin sonu” gibi ideolojik kavramların

egemenliği altında, yani bir ideolojik gericilik ikliminde; sivil toplum kuruluşlarının

demokrasi mücadelesinden kaçışın örtüsü olduğu; yarı resmi devlet ya da sermaye destekli

arpalıklar işlevi gördükleri koşullarda baştan çarpık bir biçimde oluştu.

Böylece, içten demokrasi özlemleri bile “Sivil toplum”, “Çok kültürlülük”, “ulus devletin

sonu” gibi, aslında dünya çapında bir ideolojik gericiliğin söylemleri biçiminde ortaya çıktı bu

da sosyalistlerin demokrasi mücadelesinden uzak durmalarını pekiştirdi ve bir özeleşiri

sürecine girmelerini engelleyici, onları taşlaştırıcı bir etki yaptı.

Böylece, demokrasi sahipsiz kaldı. En tutarlı demokrasi savunucusu olması gereken

sosyalistler demokrasiye uzak ve bunu küçümseyen bir konumda kalıyor; demokrasi

özlemleri ise globalizmin gerici ideolojik saldırısının kavramları içinde kendini ifade

edebiliyordu.

Politik İslam ve Demokrasi

Politik İslam’da ifadesini bulan ve yoksul işçilerin memnuniyetsizliğini kendi yedeğine alan

Anadolu burjuvazisi ve Müslüman burjuvazi demokrasiden korkmaktadır. Dini olanı özel

olan, inanç olan olarak tanımlama ve devletin gerçek bir laikliğinin değil; Kemalizm’in resmi

devlet İslam’ı karşısında kendi İslam’ını devletin resmi İslam’ı yapmanın kavgasını

vermektedir. Örneğin Diyanet işlerini kapatmak; bütün imam ve müezzinlerin, bütün din

adamlarının o cemaatlerin gönüllü bağışlarıyla geçinmesi; dinle ilgili bütün resmi okulların

kapanması ve dini eğitimin cemaatin kendi olanaklarına bırakılması; okullardan din

derslerinin kaldırılması gibi gerçek bir demokrasinin olmazsa olmaz koşulları için hiçbir

girişimde bulunmamaktadır.

Böyle davrandıkça da modern şehir hayatını yaşayan orta sınıfları ve Alevileri, buna karşı tek

garanti gördükleri anti demokratik karakterdeki devlet oligarşisinin kollarına atmaktadır.

Halbuki bir parça tutarlı demokratik tavır ile yani devleti inanca ilişkin olandan tamamen

dışlayan ve tarafsızlaştıran; inancı politik alanın dışına atan gerçek bir laiklik ile bütün şehir

orta sınıflarını ve Alevileri yanına kazanıp en azından tarafsızlaştırabilir ve iktidar gücünün

ordu ve bürokrasiden parlamentonun ve seçilmiş temsilcilerin eline geçişini sağlayabilir. Ama

Page 111: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

111

bunu yapmamaktadır. Çünkü gerici özünü korumakta, tutarlı bir demokrasinin kendisine karşı

çalışacağını bilmektedir.

Politik İslam, aynı tutuculuğu ve demokrasi korkusunu ulus tanımında göstermektedir. Ulusun

tanımından, dil, din, etniyi dışlayacak ve böylece tüm dillere ve kültürlere eşitlik sağlayacak

ve böylece örneğin Kürtlerin ve diğer azınlıkların desteğini kazanabilecek, böylece Ordu ve

bürokrasiyi tamamen tecrit edecek yerde; bir zamanlar insanların yer çekiminin olmadığına

inanmaları halinde düşmeyeceklerini savunanların mantığıyla Kürt sorununu yok sayarsanız

yok olur diyerek, Türkiye’deki en büyük demokrasi gücünü karşıya itmekte. Dile, etniye

dayanan ırkçı milliyetçiliğe destek vermektedir.

Bürokratik Oligarşi ve Burjuvazi

Burjuvazinin bu korkaklığı sayesinde Bürokratik oligarşi, aslında her biri demokratik

özlemlerin ifadesi olan hareketleri, birbirine karşı kullanma olanağı elde etmektedir. Bu

nedenle Türkiye’deki rejimin bu dengelere dayanan ilginç bir Bonapartist karakteri vardır.

Bürokratik oligarşinin egemenliğinin ve gücünün devamı için, Anadolu burjuvazisinin İslam'ı

bayrak etmesinin ve demokratik özlemlere cevap vermemesinin ve demokrasi konusundaki

korkaklığının hayati bir önemi vardır.

Eğer, Anadolu burjuvazisi olmasa, devlet oligarşisi egemenliğini böyle sürdürüp hala bu

günkü gibi gücünü koruyamaz. Ama bu bürokratik oligarşi de olmasa, Anadolu burjuvazisi,

geniş gayrı memnun emekçi kesimleri böyle kendi politik İslam bayrağı altında toparlayamaz.

Bu burjuvazi, İslam'ı, yarı resmi devlet dini yapmak istediği ve gerçek bir laiklikten kaçtığı

için bütün şehir orta sınıflarını ve Alevileri bürokratik oligarşinin bir yedeği haline

getirmektedir. Bürokratik oligarşinin böyle güçlenmesi karşısında, onun dayatmalarından

bezmiş emekçi kesimler ve hatta büyük şehir burjuvazisi bile bu sefer politik İslam’ın ardında

saf tutmaktadır.

Kemalist bürokratik oligarşi ile politik İslam'ı bayrak yapmış burjuvazisi, birbirinin can

düşmanı gibi görünmelerine rağmen birbirlerinin en büyük iş birlikçileridir. Gerçek bir

demokratik hareket çıktığı an onlar, onun karşısında derhal birleşeceklerdir ve o zaman

onların arasındaki özdeşlik çok daha iyi görülecektir.

*

Aynı özdeşlik bölgedeki uluslar arası güçler bakımından da geçerlidir. Bu gün sanki ABD ile

bölgenin bürokratik ve molla oligarşileri; ABD ile Şiiler karşı güçler gibiymiş gibi

görünmektedirler. Halbuki, politik olanın tanımından her türlü dini, dili, kültürü dışlayan

gerçekten demokratik bir hareket karşısında bunların hepsi aynı gerici milliyetçiliğin

savunucusu olarak ortaya çıkarlar.

İşte her şeyden önce taşları yerli yerine oturtmak için, bölgenin ve Türkiye’nin bu gün içinde

bulunduğu sefalete son vermek için; eşiğinde bulunulan kanlı gelişmelerden kurtulmak veya

en azından bir çözüm alternatifi çıkarmak için bir AÇILIM gerekmektedir.

Bu AÇILIM yukarıda kısaca ifade ettiğiniz, gerçekten demokratik ve cumhuriyetçi bir

programla olabilir.

Page 112: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

112

Güçler

Peki böyle bir programı yükseltecek hangi güçler var bugün?

Şu an böyle bir programı olan biricik güç Kürt hareketidir.

Kürt hareketi de, en yükseldiği zamanlarda, demokrasi düşmanı ve ulusu soya, dile kana göre

tanımlayan geleneklerin etkisi altındaydı. Ne ulusal baskıya karşı, ulusun tanımından dili, dini

dışlayan demokratik ve cumhuriyetçi bir programa sahipti ne de kendisinin ve hedeflerinin

demokratik bir karakteri vardı. Onun demokratik karakteri, gerici bir milliyetçiliğe karşı yine

aynı milliyetçilik anlayışına dayanmasına rağmen, ezilen bir ulusun hareketi olmasından

kaynaklanıyordu. Kendisinden ve taleplerinden ziyade mücadelesinin nesnel sonuçları

demokratik karakterdeydi.

Yine de bu hareket belli özellikler taşıyordu. Onun sosyalizmden kaynaklanan ideolojik

gelenekleri ve yoksullara dayanan yapısı, içinde bir demokratik ulusçuluğun oluşup

gelişmesine de olanak sunuyordu. PKK tüm etnilerden, kültürlerden, dillerden ve dinlerden

insanları içinde barındırıyordu. PKK’nın kendisi tam anlamıyla laik ve dil, din, kültür ve soyu

politik olanın tanımından dışlamış bir örgüttü. Taraftarları içinde Müslümanlar kadar Ezidiler,

Aleviler ve Hıristiyanlar; Kürtler gibi Türkler bulunuyordu. PKK hiçbir zaman bir Kürt

örgütü değil, her zaman bir Kürdistan örgütü olmuştu. Bu sadece Türkiye’de değil, Orta

doğu’da bile pek görülen bir özellik değildir. Yani PKK, politik olandan dili, dini, soyu,

kültürü dışlamış; demokratik bir ulusçuluğun prototipi özellikleri kendi yapısında taşıyordu.

Hem bu özellikleri, hem yoksullara dayanan plebiyen yapısı; hem Sovyetlerin çöküşünün

onun ideolojik bukağılarından kurtarması; hem de tüm dünya ülkelerinin kendilerine karşı bir

cephe oluşturup en küçük bir savunma olanağı bile bırakmadığı koşullarda, bu hareket, ilk

kez, Ulusçuluğun ilk ortaya çıktığı çağın demokratik ve devrimci ulusçuluğunu el yordamıyla

yeniden keşfetti.

Ne var ki bu keşfediş ve formülasyon, ağır bir darbenin alındığı ve büyük bir tecridin

yaşandığı koşullarda, bir imhayı engellemek için yapılan taktik manevraların ve diplomatik

söylemlerin içinde ifade edildiğinden onun bu özgül niteliği bizzat kendi taraftarlarınca bile

yeterince kavranamadı ve onun ifade edildiği taktik biçimler ve ilk kez el yordamıyla

keşfedilmiş olmasının zorunlu kıldığı kavramsal belirsizlikler; içinde taşıdığı geçmişin izleri

kadar ideolojik iklimin moda kavramlarının etkileri onun özünün ve öneminin kavranmasını

engelledi.

Böylece onun ifade ediliş biçiminin özellikleri bahane edilerek herkes tarafından dışlandı.

Liberaller onu eski stalinist kalıntıları nedeniyle anlamadı; Stalinistler kullandığı terminoloji

nedeniyle bir ideolojik gericiliğe teslimiyet olarak gördüler; demokratlar diplomasi ve taktik

özellikleri nedeniyle Kemalizm’le bir uzlaşma ve teslimiyet olarak gördüler; Kürt burjuvazisi

de böyle bir pazarlık veya kandırmaca olarak anladı ve öyle uygulamaya kalktı.

Bütün bunların yanı sıra, zaten demokratik cumhuriyet unutulduğu ve Türkiye’nin

sosyalistleri demokratik olmayan bir milliyetçiliğin savunucusu olduklarından, programı ve

çağrısı hiç bir zaman bir yankı bulamadı ve karşılıksız kaldı.

Bu karşılıksızlık sürerken, ABD’nin Irak’ı işgali PKK’nın projesinin bütün ikna ediciliğini ve

Page 113: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

113

çekiciliğini Kürtler arasında bile yitirmesine yol açtı. PKK’yı destekleyen veya zaten

mecburen desteklemek zorunda olan Kürtlerin hepsi, dile, soya, dayanan milliyetçiliğe doğru

muazzam bir kayış yaşadı. Bu kayış, bizzat PKK ve devamcısı örgütlerin bile, Öcalan’ın

büyük prestijine rağmen bu gidişin akıntısına kapılmalarına yol açtı. Projeyi bizzat kendi

örgütü bile savunamaz ve savunamaz oldu. Böylece devrimci ve demokratik bu ulusçuluğa

göre tanımlama denemesi, daha doğup ayakları üzerinde durma fırsatı bile bulamadan yok

olma tehlikesiyle karşı karşıya geldi.

İşçiler

Bu koşullarda bizler politik olanın tanımından dili, dini, soyu, kültürü, tarihi dışlayan

Demokratik Cumhuriyet hedefiyle ortaya çıkıyoruz. Bu program sadece Türkiye’nin değil

bölgenin sorunlarına biricik çözümdür.

Programımızda, işçiler için, köyüler için ekonomik veya özel istemleri arayanlar

bulamayacaklardır.

Çünkü ancak bir demokratik cumhuriyette işçiler hedeflerini ve istemlerini en ideal biçimde

savunma olanağı elde edebilirler. Bu koşullar olmadan, bu koşullar varmışçasına talepler

sunmak sadece kafa karışıklığına ve siyasi belirsizliğe yol açar.

İşçiler bu günkü ekonomik mücadelelerin bitiriciliği içinde yok olmak istemiyorlarsa,

demokratik cumhuriyet bayrağını yükseltmelidirler.

Ancak, yukarıda açıklanan Demokratik Cumhuriyet bayrağını yükselten işçiler bağımsız bir

politik hareket oluşturabilir ve tüm gayrı memnunları bir cephede toplayıp bu günkü gibi

tecrit durumlarına son verebilirler.

Fabrikasında, iş kolunda veya genel olarak ücret düzeyindeki bir düzelme için savaş sadece

işçileri ilgilendirir ve diğer gayrı memnunları kazanamaz: bu da işçilerin tecridine ve

yenilgilerine yol açar.

Ama eğer işçiler, demokratik bir politik hareketin başını çekerlerse, o Alevilerin, Kürtlerin,

Köylülerin, şehir orta sınıflarının, bölge halklarının ve hatta burjuvazinin belli kesimlerinin

bile desteğini kazanabilir. Bürokratik oligarşinin keyfiliğinden ve ilkel milliyetçiliğinden

bıkmış; demokratik bir ulusçuluğun sağlayacağı geniş olanakları gören hiç de

küçümsenmeyecek bir burjuva kesimi bile bulunmaktadır.

Ama ancak böylesine geniş kesimler birleştirilerek, bölge oligarşilerinin egemenliğine son

verilip, Amerikanın bölgeyi dine, dile, soya dayanan küçük devletlere bölme ve onları

birbirine karşı kullanma planlarına bir cevap verilebilir.

Ancak böylece bölge içine itildiği mezbahadan kurtulabilir.

İşçiler ancak demokrasi bayrağını yükseltirlerse iktisadi durumlarında bir gelişme

sağlayabilirler

Ama bunun için ilk şart, işçilerin öncelikle kendilerinin politik olanı dile, dine, soya, tarihe

dayanan ulusçulukla bölünmesidir.

Biz başlarsak başkaları bizi izleyecektir.

Page 114: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

114

10 Şubat 2004 Salı

Page 115: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

115

DTP, EMEP, SDP, SP, SEH, EHP ve diğer bütün kişi ve gruplara soru ve

çağrı: Hangi Çözümden veya Ulusçuluktan Yanasınız?

“Azınlıklar sorunu” ve/veya “ulusal sorun”, birisi ezilenleri bölücü ve gerici; diğeri devrimci

ve demokratik olmak üzere iki şekilde "çözülebilir".

Birincisi, o azınlıkların veya ulusların tanınmasıdır.

Bu gerici, anti-antidemokratik “çözüm”dür.

Bu çözümün gerici ve anti demokratik karakterini şöyle bir örnekle açıklayabiliriz: Türkiye'de

devletin iddiası her ne kadar laik olduğu ise de, devlet laik değildir ve Sünni İslam'ın özel bir

yorumu devletin gayrı resmi dinidir.

Çünkü, örneğin Devlet, tüm vatandaşlardan aldığı paralarla, camilere imam atar, onların

maaşını verir, İmam Hatip okulları açar vs., vs..

Bütün bunların laiklikle hiçbir ilgisi yoktur.

Şimdi, böyle bir devlette, Alevilerin de "tanınması"; yani örneğin Cem Evlerinin de Camiler

gibi tanınması; dedelere maaş bağlanması gibi, okullarda Din derslerinde Aleviliğin de

okutulması gibi, Sünnilere tanınan ayrıcalıkların aynen Aleviler için de geçerli olduğunu var

sayalım.

Bu "çözüm" gerici bir "çözüm"dür. Bu "çözüm", devletin inanç alanına karışmasını

sorgulamaz. Sadece, somut olarak devletin tanıdığı ya da desteklediği din veya dinler

değişmiş olur. İlişkileri değil, ilişkilerin somut biçimini değiştirmiş olur; ayrıcalıkları ve

dolayısıyla baskıya uğrayanları ortadan kaldırmaz, sadece bu ayrıcalıklıları dolayısıyla

baskıya uğrayanları yeniden tanımlamış olur.

Devrimci ve demokratik çözüm: devletin Alevileri de tanıması değil, dini tümüyle özel bir

sorun olarak görmesi, sadece onların arasındaki eşitliği, inanç özgürlüğünü savunmasıdır.

Yani örneğin İmamların maaşının, yetiştirilmesinin vs. de tıpkı şimdi Alevilerdeki dedelerde

olduğu gibi bütünüyle cemaatin gönüllü katkılarıyla sağlanmasıdır.

Böyle bir Demokratik çözümde, Devletin görevi, çoğunluk dininin, azınlık inançlarını baskı

altına almasını engellemek olur. Yani örneğin, en Sünni semtte bile, isteyenin Ramazan’da

güpe gündüz yemek yeme hakkını savunmak olur.

*

Türkiye'de bir Politik İşçi Hareketi, dolayısıyla Devrimci Demokrasi bulunmadığı için, bu

alandaki bütün tartışmalar, gerici "çözüm" çerçevesinde yapılmakta; Burjuvazi ile Bürokrasi

arasındaki o kayıkçı dövüşü ve zımni uzlaşma teşhir edilememektedir.

Bu gün mazlum rolü oynayan, politik İslam bayraklı Anadolu Burjuvazisi, hiçbir şekilde

böyle bir tutarlı laikliği savunmamaktadır ve savunamaz. Onun sorunu, devletin resmi

İslam'ının kendi savunduğu İslam olmamasıdır.

Tersinden Alevilerin bir kısmı da, çoğu kez gerçek bir laiklikten ziyade, ya politik İslam'a

karşı resmi İslam'la ittifaka girmekte ve bürokrasinin yedeği olmaktadırlar; ya da Aleviliğin

de tanınması gibi gerici talepler ileri sürmektedirler.

Page 116: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

116

Halbuki gerçek bir laiklik programı, sadece Alevilerin değil, Ateistler, Ezidiler, Hıristiyanlar

gibi tüm diğer inançların, hatta Sünni Müslümanların da sorunlarını bir çırpıda ve

kökten çözer.

*

Sorunun bu gerici tarzda ele alınışı aynen "ulusal sorun"da da görülmektedir.

Şimdi, örneğin Kürtlerin önemli bir kısmı "biz Asli unsuruz" diyerek, aslında tıpkı, Alevilerin

de gerçek bir laiklik yerine Sünnilerle aynı haklardan yararlanma politikasına benzer bir

politika izlemektedirler. Yani devletin Türk devleti devleti değil de bir Türk-Kürt devleti

olmasını veya Kürtleri ayrı bir ulus olarak tanımasını istemektedirler.

Evet, bu da bir "çözüm" olabilir, ama tıpkı Alevilerin diyanette yer alması gibi bir

"çözüm"dür. Gerici ve anti demokratik bir "çözüm"dür.

Demokratik bir Cumhuriyet ile böyle bir talebin ilişkisi olmaz. Sorun devletin Kürt-Türk

devleti olması veya devletin Kürt ulusunu tanıması değil, Türk devleti olmaktan

çıkarılmasıdır.

Demokratik bir Cumhuriyette, devletin nasıl dini olmazsa, din nasıl bütünüyle özel bir

sorun olarsa, devletin dili, etnisi, soyu, tarihi "ulusu" da olmaz.

Demokratik bir cumhuriyette, Politik olanın, yani devletin ya da ulusun tanımı, örneğin

Kürtlük ve Türklükle değil, Kürtlük ve Türklükle tanımlamaya karşı olarak

tanımlamakla; insan haklarıyla yapılır.

Kimilerinin sandığı gibi bu ulusçuluğun aşılması veya ötesi değil, tam da ulusçuluktur; ama

demokratik bir ulusçuluktur.

Demokratik bir cuhuriyette, örneğin Türklük ve Kürtlük (Ermenilik, Rumluk, Süryanilik vs.

hepsi), insanların, tıpkı din gibi, "özel sorunları" olur.

Örneğin: tüm dillerin ve kültürlerin eşitliği, herkesin ana dilinde eğitim hakkı olur.

Böyle bir ülkede, her hangi bir dil ya da kültür imtiyazlı olmayacağından, her hangi bir etnik,

kültürel ya da dilsel azınlık ve baskı da olmaz. Tıpkı gerçek bir laiklikte devletin dini

olmadığı için herhangi bir dinsel azınlık ve baskı olmayacağı gibi.

Böyle bir ülkede, herkes ana dilinde okur, ama o ana dilde ayrı tarihler, yani Kürt ve Türk

tarihleri değil; ulusların tarihlerinin olmadığına, bu demokratik cumhuriyetin veya kendini

Türklük veya Kürtlükle veya her ikisiyle tanımlamayı reddeden, demokratik ulusçuluğa

dayanan bu ulusun tarihinin kendisinin ortaya çıktığı anda başladığını; ulusların tarihinin

ulmadığını, bunu gerici ulusçuların yarattığını anlatan ortak tarihi okurlar.

Kürtlerin veya Türklerin tarihi olduğuna inanç, kişilerin özel sorunu olur.

Böyle bir demokratik Cumhuriyette devletin Türk veya Kürt Dil Kurumları, Tarih Kurumları

olmaz.

Ama kendini Türk veay Kürt görenler veya böyle Kürt ve Türklerin tarihini incelemek

isteyenler, tıpkı gerçekten laik bir ülkede isteyen üç kişinin bir araya gelip istediği inancı ya

da dini kurması gibi, kendi girişimleri, özel çabaları ve bağışlarıyla, istedikleri tarih yorumunu

araştıracak, yayacak vs. Türk veya Kürt veya başka Tarih veya Dil kurumlarını kurabilirler.

Hatta bunlar farklı Türklük ve Kürtlük tanımlarına bağlı olarak, farklı tarihler ve yorumlarını

Page 117: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

117

yapabilirler.

Örneğin kimileri Türklüğün aslında Orta Asya’dan gelmediğini, Türklüğün Anadolu’nun yerli

Ermeni ve Rum ve diğer ahalisinin hafızasının kaybıyla oluştuğunu, dolayısıyla bu

unutulanları yeniden hatırlamak için, Bizans, Roma, Yunan, Hitit tarihleri okumayı

savunabilir.

Örneğin başka bir akım, Türklerin insanlığı kurtarmak veya dünyayı tohumlamak üzere, Orta

Asya’dan değil, uzaydan geldiklerini savunabilir. Bu fikri yaymak ve bu alandaki

araştırmaları desteklemek için her türlü örgütler, vakıflar kurabilirler. Ama bütün bunların

politik bir anlamı olmaz, Bütün bunlar kişilerin özel bir sorunu olarak kalır.

*

En çok karıştırılan konu ulusun bir dile göre tanımlanmasıyla, pratik bir sorun olan ortak

bir anlaşma dilinin farkıdır.

Demokratik bir cumhuriyette ulus bir dile göre tanımlanmayacağından ulusun dili olmaz; ama

yurttaşlar gerekli görürlerse bir dil ortak konuşma ve eğitim dili elbette özgür

tartışmayla ve demokratik olarak seçilebilir. Ve herkes ana dilinin yanı sıra bu dili de

öğrenebilir.

Her hangi bir veya birkaç dilin, bir ortak konuşma dili ("Lingua France") olarak seçimi,

teknik bir sorundur, buna gerek olup olmadığı ve olursa hangi dil olacağı, çeşitli dillerden tüm

yurttaşların demokratik olarak seçimi ve belirlemesiyle olur, ülkede yaşayan çoğunluk veya

azınlık dillerinden biri olması da gerekmez, pek ala o ülkede kimsenin ana dili olmayan bir dil

de olabilir. Bu anlamda ortak dil, ulusun tanımına ilişkin değildir.

Örneğin birçok eski sömürgede, ortak konuşma dili, çoğu kez eski sömürgecilerin dilidir, ama

bu dili ülkede ortak konuşma dili olarak kullanmaları onları İngiliz veya Fransız ulusundan

yapmaz.

Bu ortak konuşma dilinin, en büyük çoğunlukların, örneğin Türklerin ve Kürtlerin dili

olması bile gerekmez, pek ala o ülkede hiç konuşulmayan bir dil, örneğin İngilizce bile

seçilebilir. Hatta çoğunlukların pratik hayattaki avantajlarına karşı hem daha eşitleyici

olacağı; hem de bu gün her zamankinden daha çok tek bir dünya olmuş dünyada, dünya

çapında ortak dil olduğu için, böyle bir seçim daha doğru bile olabilir.

Ama bu günün sorunu bu değildir. Bu hakkı elde etmektir bu günün sorunu. Ancak bin

demokratik Cumhuriyette, bunlar bütünüyle demokratik olarak, her hangi bir dili seçmenin

avantaj ve dezavantajlarını göz önüne alarak yurttaşların özgürce belirleyebileceği, politik

anlamı olmayan, devleti ve ulusu tanımlamanın aracı olmayan bir konu olarak kalırlar.

Türkiye'deki en devrimci demokratik eğilimleri dile getiren Kürt Özgürlük Hareketi bile, hala

sorunu, "kurucu” veya “asli unsur" çerçevesinde tartışmakta; ulusun dile, tarihe, soya, dine,

etniye vs. göre tanımlanmasını sorgulamamakta; tutarlı bir devrimci demokrasi programını

ortaya koyamamaktadır.

Ama bu geri çekilişten dolayı Aleviler gibi Kürtler de suçlanamaz.

Bunun baş suçlusu, böyle bir programı bayraklarına yazmayan sosyalistlerdir.

Türkiye'de veya Orta Doğu'da ulusu dil, etni, din, kültürle vs. tanımlamayı reddeden ve buna

Page 118: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

118

karşı mücadele eden gerçek bir Demokratik Cumhuriyeti savunan politik işçi hareketi

olmadığı için, Kürt Özgürlük Hareketi de kendi devrimci demokratik eğilimlerini ifade

edememektedir.

Görev, inancın, dilin, kültürün, tarihin kişisel bir sorun olacağı; bütün dil, inanç, kültür ve

dillerin eşit olduğu gerçek bir Demokratik Cumhuriyet'i savunacak, devrimci demokratik bir

politik akım, bir hareket ve politik bir örgüt ve güç yaratmaktır.

Ancak böyle bir program ve çizgi, bu gün ortalığı kaplamış güçlerin, gerici ve uzlaşmacı

niteliklerini görmeyi sağlayan bir mihenk taşı olabilir ve devrimci demokrasiyi daha tutarlı bir

çizgiye çekebilir.

*

"Çatı Partisi" tartışmalarına biraz da bu programatik sorunlardan hareketle girmek daha doğru

olacaktır. Olmayan ve eksik olan budur

"Çatı Partisi", toplumda böyle Kürtlüğün tanınmasına değil, Türklüğün veya her hangi bir

ulusa göre politik olanın, devletin veya ulusun tanımlanmasına karşı bir programla ortaya

çıkar ve tartışmalar bu mecraya akarsa, o zaman "Çatı Partisi" daha doğmadan tüm

toplumu değiştirmeye başlayabilir.

Şimdi soruyoruz, DTP'ye, EMEP'e, SDP'ye, SP’ye, SEH’e ve diğer tüm kişi ve gruplara:

devletin böyle dini olmaması gibi "ulusu" da olmaması veya ulusun (Devletin, Politik olanın),

dile, dine, etniye, tarihe göre tanımlanmaya karşı tanımlanması; Türklüğün, Kürtlüğün vs.

kişilerin özel, "kültürel" bir sorunu olması konusunda somut olarak ne diyorsunuz?

Bu programa evet mi diyorsunuz hayır mı?

Çatı Partisi Girişimcileri bu soruyu tartışmayla cesaret edebilir ve bu soruya “Evet, biz ulusun

tanımından her türlü dil, din, etni, soy, tarih, kültürü dışlamak; ulusu bunlarla tanımlamaya

karşı tanımlamak istiyoruz” cevabını verebilirlerse ilk ve en önemli adımı atabilirler.

15 Haziran 2009 Pazartesi

Demir Küçükaydın

Page 119: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

119

Matematik Fomüller ve Sosyolojik Sorunlar

(Bir Birlik Ne Zaman Kendisini Oluşturanların Toplamından Daha Büyük Bir Güç

Sonucunu Verir?)

“2. Gunun ilk oturumu ise “Nasil bir Parti?”… Asil olarak 27-28

haziran toplantisindan sonra yaygin olarak tabanda yapacagimiz

toplantilarda netlestirmek istedigimiz “nasil bir parti?” sorusunu

tartismaya baslayacagimiz gundem olacak bu gundemimiz. Ornegin

“degisIk siyasal gruplari, partileri, kurum temsilcilerini,cevreleri ve

bireyleri BİR ARAYA GETİREREK BUNLARİN TOPLAMİNDAN

DAHA BUYUK BİR GUCU VE ENERJİYİ ACİGA CİKARACAK bir

“cati” organizmasinin demokratik isleyisinin nasil saglanabilecegi”

gibi cok temel sorulari ve sorunlari ortaya atarak, bu konuda

sistematik bir tartismanin yollarini dosemeye baslayacagiz”

(Biz Majiskülledik, “Cati Partisi Girisimi Gecici Orgutlenme

Komisyonu” Raporundan)

En azından, bütün zamanların en büyük ve sistematik düşünürü olan Aristo'nun

formülasyonundan beri bilinmektedir ki: "bütün kendini oluşturan parçaların toplamından

büyüktür".

Şimdilerde bu bağıntı, bu cebirsel toplam kavrayışı, "-Almanların "Zeitgeist" dediği "çağ

ruhu"na uygun olarak esoterik "Sinerji" kavramıyla ifade edilmekteyse de, süreçlerin, şeylerin

ya da ilişkilerin ve bağıntıların adının değişmesiyle kendisi değişmez.

Elbette bu formülden hareketle küçük bir adım atılarak şöyle bir çıkarsma da yapılabilir:

"Bütün kendisini oluşturan parçaların toplamından büyük olabildiğine göre, eğer koşullar

uygunsa, bu ortaya çıkan büyüklük, öyle bir "kritik kütleyi" aşabilir ki, büyüklüğün kendisi,

sırf büyüklük olarak, daha da büyümeye, yani bir kartopu etkisine yol açabilir."

Ve nihayet bu bağıntı ve olasılıklardan yola çıkılarak Türkiye'deki demokrasi mücadelesinin

en büyük sorunu olan, demokrat güçlerin dağınıklığı ve de dolayısıyla güçsüzlüğü sorununun,

bir araya gelmekle çözülebileceği sonucunu çıkarmak için küçük bir adım yeter.

O zaman da şöyle bir akıl yürütmenin çok sağlam bir mantığı yansıttığı düşünülebilir:

Türkiye'deki demokratik güçler dağınık ve güçsüzdür; bunların bir araya gelişi onların toplam

gücünden daha büyük bir gücün ortaya çıkmasına yol açar ve bu bir araya geliş sonucu ortaya

çıkan güç, pek ala toplumdaki tüm gayrı memnunların etrafında toparlanarak bir çığ

oluşturabileceği, bir kar topu işlevi görebilir.

Bizzat, bileşenlerince, "Çatı Partisi" veya "Çadır" veya "Cephe" veya "İttifak" veya

"Konfederasyon" gibi farklı sözcüklerle adlandırmaların tercih edildiği girişimin ardındaki

Page 120: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

120

temel fikir de budur.

Yukarıda yapılan alıntıda bu tür bir anlayışın tipik ifadesi bulunmaktadır: Bir araya getirerek

toplamından daha büyük bir güç açığa çıkarmak.

*

Bu temel düşünce, yukarıda kısaca özetlenen ve ilk bakışta, hiçbir sağlıklı insanın ret

edemeyeceği öncüller ve sonuçlara dayanmaktadır.

Ne var ki bu düşüncenin, sosyolojik kavramlarla ele alınması gereken gerçek toplumsal

sorunları, matematik bağıntı ve formüllerle çözmeye kalkmak gibi "küçük" bir hatası

bulunmaktadır.

Ve bunun sonucunda da, bu "küçük hata" nesnel olarak, gerçek sosyolojik ve politik

sorunları tartışmaktan kaçmanın bir örtüsü ve buna bağlı olarak belli bir politikanın

ifadesi olma işlevi görmektedir.

Ama, mantık ve metodoloji düzeyinde, bunu bile yapabilmek için, cebirsel bir toplam

anlayışından, basit aritmetiğe doğru bir geri dönüş de yapmak zorundadır.

*

Bütünün "kendini oluşturan parçaların toplamından büyük" olduğu önermesi yarım doğrudur

ve yarım doğrular en tehlikli doğrulardır?

Neden yarım doğrudur?

Benzer şekilde, "bütün kendisini oluşturan parçaların toplamından küçüktür" önermesi de,

"Çatı Partisi" girişiminin ardındaki "büyüktür" önermesi ya da çıkarsaması kadar doğrudur.

Ve kendi zıttı olan önermenin zıttının da onun kadar doğru olduğunu gösterdiği için iki kat

doğrudur.

Her şeyden önce, bütünün kendisini oluşturan parçaların toplamından büyük olduğu önermesi,

basit aritmetikten öteye gitmiş, cebirsel bir yaklaşıma dayanır. Ama cebirden söz ettiğimizde,

eski sayıların, sırıfın bir de öbür tarafının bulunduğunun kabulü de gerekir.

Ve cebirsel bir yaklaşımla, toplam kendisini oluşturan parçalardan büyük olabiliyorsa elbet

küçük de olur demektir bu.

Ama nedense, toplumsal sorunlar, özellikle ittifak ya da birlik sorunları ele alındığında, en

azından diğer önerme kadar olası ve doğru olan bu önermeye kimse itibar etmez ve bundan

gereken sonuçlar çıkarılmaz?

Neden?

Elbette, birlik ve bölünme kavramlarında olduğu gibi, büyük olmanın küçük olmaya göre,

psikolojik olarak çekici bir yanının olması bir faktördür.

Ama bundan da önemlisi, sosyolojik olarak, "büyüktür" formülünün, aslında gerçek

sorunlardan kaçış, ne zaman ve nasıl küçük alacağı, yani toplumsal bir sorunu toplumsal bir

sorunu sosyolojik bir sorun olarak ele alma gereğinden kaçış ve toplumsal sorunları basit

Page 121: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

121

matematik fomüllerle çözmeye kalkma kolaycılığı sağlamasındandır.

Ve de bunun ardında da yine sosyolojik olarak anlaşılabilecek sınıfsal eğilimler vardır.

Genel ve temel sorunlara yüklenme, onları sürekli gündemde tutma, tartışma ve tartıştırma

çabası radikal ve devrimci bir toplumsal temel ve buna uygun bir düşünce geleneği

gerektirdiği gibi hiç de kısa veadeli ve kolay bir başarı vaadetmez.

Birlik veya birliğin daha büyük bir güç getireceği gibi anlayış ve sloganlar; insanların geri

yanlarını okşayan, diyalektik ya da cebirsel niteliği yok edilmiş önermeler ise, kısa vadeli

başarılar ve insanları boş hayaller peşinde koşturmak için biçilmiş kaftanlardır da onan.

Şimdi, önce bu yaklaşımın yanlışlığını, nedenlerinden azade olarak ele almayı deneyelim.

*

Ama önce şu sonucu bir kenara yazalım: Matematik formüller bize toplumsal sorunların

çözümü için bir anahtar sunmaz. Çıkacak sonucun ne olacağını formüllerdeki gerçek

değerler belirler.

Toplum söz konusu olduğunda, bu formüldeki cebirsel harflerin yerini alan gerçek değerler:

toplumsal sınıflar, güçler, partiler, hareketlerdir ve bunların da çıkarları ve konumlarıdır.

O halde toplamın bileşenlerinden ne zaman büyük, ne zaman küçük sonuçlar vereceğini

anlayabilmek için sınıfların, toplumsal güçlerin, hareketlerin, partilerin konum, çıkar ve

karakterlerine bakmak gerekir.

Elbette bu güçleri, onların konum, çıkar ve karakterlerini belirleyen de toplumsal yapı ve

özellikle de toplumun ekonomik altyapısıdır.

*

Burada kısa bir uyarı yapmak gerekiyor kanımca.

Böyle selamsız sabahsız bir şekilde, birden birleşmek için bir araya gelmiş insanlara,

“birliğiniz sizi güçlendirebileceği gibi zayıflatabilir” de anlamına gelen bu sözlerime bakarak,

benim "Çatı Partisi"ne veya bu türden girişimlere karşı olduğum sonucunu çıkarmak yanlış

olur.

Bu girişimleri, en azından ortak bir tartışma ve gündem yaratarak daha iyi bir şeylerin içinden

yeşerebileceği bir hümüslü toprak oluşturabilecek iyi ve desteklenmesi gereken girişimler

olarak görüyorum ve onun için buradayım.

Ama bu girişimler sorunları örtmenin değil, açığa çıkarmanın, gündeme koymanın ve

tartışmanın dolayısıyla da çözümün bir aracı olurlarsa bir anlamları olur.

Bu girişimlerin kendisi, kendi başına sorunların çözümünün anahtarını sunamazlar.

Yani bu gibi girişimler kendilerine yükledikleri işlevlerden öte, nesnel olarak, sorunların

tartışılıp daha iyi anlaşılabilmesi için bir ortam oluşturmak gibi bir işlev görürlerse gerçekten

yararlı olabilirler.

En azından böyle bir sonuç için çabalamaktır yapmaya çalıştığım.

Page 122: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

122

Ne var ki, bu çatı partisi girişim ve tartışmalarında hep olan, tam da bu girişimin kendisinin

(yani formülün, bir araya gelmenin) gerçek sorunların çözümü veya çözümün anahtarı

olarak ortaya koyulmasıdır.

*

Bir örnek vereyim. Kürt Özgürlük Hareketi yıllardır "Türkiyelileşmek" diye bir hedef koydu

önüne. Ama ne yaparsa yapsın "Türkiyelileş"emedi, hatta bırakalım "Türkiyelileş"ememeyi,

Türkiye'nin diğer bölgelerindeki Kürt nüfusun bile çok büyük bir desteğini kazanamadı. Bu

destek büyük ölçüde AKP'ye gitti.

Kürt Özgürlük Hareketi, bu durumda, Türkiye'nin sol ve demokrat güçleriyle bir araya

gelerek, onlarla ittifak yaparak, birlikler oluşturarak bu zaafı aşmaya yani "Türkiyelileşmeye"

çalıştı ve çalışıyor.

(Aslında bu Çatı Partisi girişimi de bu çabanın devamından başka bir şey değildir. Elbette bu

çaba ve amaç Kürt Özgürlük Hareketinin devrimci ve demokratik karakterinin ve amaçlarının

bir yansısıdır ve çok değerlidir.)

Ama gerçek politik sorunların ve çözümlerin yerine geçirildikleri için, bu girişimler aynı

zamanda Özgürlük Hareketinin gerçek sosyolojik sorunlarla yüzleşememesinin ve nesnel

olarak onlardan kaçışının da bir ifadesidir.

Kürt Özgürlük Hareketi, "biz niye Batı'nın ezilenlerini ve/veya niye Batı'daki Kürtleri

kazanamıyoruz" diye sormamakta; veya sorduğunda da bunu sosyolojik düzeyde (program

ve strateji düzeyinde, yani dayanılan ve dayanılması gereken toplumsal güçler düzeyinde)

değil, taktikler ve örgütsel tedbirler düzeyinde bir sorun olarak tartışmaktadır.

Çatı Partisi girişimi de son duruşmada, program ve strateji düzeyinde ele alması gereken bu

konuyu bir taktikler ve örgütsel tedbirler sorunu olarak ele alan bu zincirin yeni bir

halkasıdır.

*

Aynı durum Türk Sosyalistleri açısından da geçerlidir. Onlar da kendilerinin güçsüzlüğünün

nedenlerini, gerçek programatik, metodolojik, stratejik sorunlarda arayacakları yerde, bu

sorunları örtmek, bu sorunlardan kaçmak için, sorun metodolojik, sosyolojik, programatik ve

stratejik değil, bir taktikler ve örgütlenme sorunu imiş gibi ele almaktadırlar.

Elbette taktik ve örgütsel sorunları çözmek için, ittifaklar, “çatı” ya da matı partileri, bunlar

için girişimler vs. kurulabilir. Ama bunlar gercek sorunları, metodolojik, programatik,

stratejik sorunları örtmenin, onlardan kaçmanın değil, onları gündeme getirmenin ve tüm

toplumun gündemine sokmanın bir aracı olurlarsa bir anlamları vardır.

Bu bakımdan Çatı Partisi girişimi ya da projesi, gerek Türk sosyalistlerinin, gerek Kürt

Özgürlük Hareketinin, gerçek metüodolojik, sosyolojik, programatik, stratejik sorunlarla

yüzleşmekten kaçışının, onları gündeme almamanın veya gündemden düşürmenin aracı olarak

gündeme gelmekteirler.

Bu anlamda, bütün zıt görünüşlerine rağmen, gerek Türk Sosyalistleri gerek Kürt Özgürlük

Page 123: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

123

Hareketi aslında, sorunu Sosyolijik düzeyde koyup tartışan ya da tartışmak isteyen,

Programatik, Stratejik, metodolojik temel sorunları gündeme getirmek isiteyen, bu gibi

girişimleri bunlarınm gündeme gelmesinin bir aracı olarak gören yaklaşım, yani bizim

yaklaşımımız karşısında açık bir ittifak ve suç ortaklığı içinde bulunurlar.

Bu tür bir yaklaşım onlara kendilerini engelleyen, ayak bağı olan, hızlarını kesen gereksiz,

yok edilmesi gereken çabalar olarak görünür.

*

Sorunları ortaya koyuş düzeyi ile (Yani metodolojik ve sosyolojik mi taktik ve örgütsel mi)

çözüm çabaları arasında içsel bir bağlantı vardır ve bunlar da yine bizzat belli sınıfsal

eğilimleri yansıtırlar.

Daha somut konuşalim ve yine bizzat "Kürt Özgürlük Hareketi"nden örnek verelim.

Kürt özgürlük hareketi bu sorunu hep bir taktikler ve organizasyon sorunu olarak ele alıyor ve

tartışıyor. Çözüm önerileri de elbet bu paradigmaya göre şekilleniyor.

Örneğin, sorun bir organizasyon sorunu olarak koyulunca, başarısızlıklar son duruşmada

yeterince fedakar ve ciddi çalışmama ile açıklanmakta, bunun nedenleri ise, örneğin batının

şehirlerindeki yozlaştırıcı etkiler veya assimilasyon olarak görülmektedir. İşin kötüsü, bu ilk

bakışta, tıpkı güneşin dünyanın etrafında dönmesi, sabah doğudan doğup, göğü baştan başa

aştıktan sonra batıdan batması gibi doğru bir teşhis gibi de görünür.

Halbuki, aslında tam da tersinin, yani dünyanın güneş etrafında döndüğünün doğru olması

gibi, tam tersidir gerçek neden, "Kürt Özgürlük Hareketi"nin yeterince modern bir toplumsal

temelin olmaması, yani yeterince şehirli ve "yozlaşmış" olmaması, plebiyen karakteri ve bu

plebiyen karakter içinde köylülüğün güçlü etkileridir Batı’da etkisiz kalınmasının nedeni.

Sorun böyle görülünce, bu "yozlaşma" ve "Assimilasyon" teşhisinin bizzat kendisi, bu köylü

karakterin; köyün şehre, kapitalizm öncesinin modern yaşama duyduğu güvensizlik ve kuşku,

düşmanlık ve onu anlayamamanın bir ifadesi, yani bizzat küçük burjuva radikalizminin bir

görünümünden başka bir şey olmadığı ortaya çıkar.

*

Bizzat Çatı Partisi girişimi de bu yaklaşıma bir örnek olarak verilebilir. "Kürt Özgürlük

Hareketi", Türkiye'nin sosyalist ve demokrat örgüt ve partileriyle bir araya gelerek, örgütsel

tedbirler aracılığıyla bu tartışılmayan ve açıkça ortaya koyulmayan, ya da sadece taktikler

ve örgütsel sorunlar düzeyinde ele alınan batının ezilenlerini kazanma sorununu çözmeye

çalışmaktadır.

Bu durumda nesnel olarak Çatı Partisi girişimi kendi zıttına dönmektedir. Yani çözümün bir

aracı değil, sorunun bir parçası haline gelmektedir. Çünkü, sosyolojik bir sorunu, örgütsel

veya taktik bir sorunmuş gibi ortaya koyarak, sorunu çözmek bir yana, gerçek sorunları

ortaya koymak, tartışmak ve çözümlemekten kaçmanın bir aracı olarak, yani çözümün değil

sorunun bir parçası olarak ortaya çıkmaktadır. Yani girişimin kendisi de nötral değildir ve

nesnel olarak öznel ya da ifade edilmiş amaçlarına karşı çalışmaktadır..

Page 124: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

124

Böylece çember kendi üstüne kapanmaktadır. Kürt özgürlük hareketinin toplumsal tabanı

kendi toplumsal eğilimleri gereği sosyolojik bir sorunu örgütsel bir sorun biçiminde ifade

etmekte ve sosyolojik bir sorunu örgütsel bir sorun olarak ele aldığından, kendisinin

toplumsal tabanını nasıl değiştirilebileceği sorununu tartışamamakta ve bu toplumsal taban

aynı kalmaya devam etmektedir; toplumsal taban aynı kalınca da aynı toplumsal eğilimlere

uygun olarak sosyolojik sorunlar örgütsel bir sorunmuş gibi ele alınmaktadır. Böylece ya da

almanların dediği "Teufelkreis" yani eskilerin "Fasit daire" dedikleri durum ortaya

çıkmaktadır.

Yukarıda değinildiği gibi Türk sosyalistleri açısından da durum aşağı yukarı aynıdır.

Yani gerek Türk sosyalistleri gerek Kürt Özgürlük Hareketi açısından bu girişim aslında

gerçek sosyolojik, metodoloik, yani programatik ve stratejik sorunlardan kaçmanın, onları

“kedinin kendi pisliğini örterce” örtmesinin bir aracıdır.

*

Konuya bir giriş sağlamak için tekrar o cebirsel formüle dönelim ve gerçek değerlere bakarak

bütünün ne zaman parçaların toplamından büyük ne zaman küçük sonuç verdiğini görelim.

Yani sondan başa doğru, matematik formüllerden, o formüllerdeki gerçek sosyolojik

değerlere doğru bir yol izleyelim.

İşçi hareketinin tarihsel deneyleri belki bu konuda ilginç örnekler ve dersler sunabilir. Çünkü

o hareketin tarihinde sorunun böyle koyulup tartışıldığının örnekleri vardır. En bilinen klasik

örnek ele alınabilir.

Bilinir, İşçi ve sosyalist hareketin tarihinde 1930'lu yıllarda, Üçüncü Enternasyonal tarafından

izlenen ve Sovyet Bürokrasisi tarafından dikte ettirilen, birbirini izleyen "Sınıfa karşı sınıf" ve

"Faşizme Karşı Birleşik Cephe" stratejisi diye bilinen, ikisi de ağır yenilgilerle sonuçlanan iki

çizgi izlenmiştir. Bu iki strateji de sırasıyla, hem de son derece elverişli koşullara rağmen,

Almanya ve İspanya'da işçi hareketinin Faşizm karşısında yenilgisini getirmiştir. Bu

yenilgiler üzerinde Nazizmin o korkunç savaşı başlatlası mümkün olabilmiştir10

.

Bunlardan ikincisi tıpkı çatı partisi girişimindeki mantığa dayanıyordu: en geniş güçler bir

araya getirilerek onların toplamından da daha büyük bir güce ulaşmak.

"Faşizme Karşı Birleşik Cephe" stratejisi, faşizmi "Finans Kapitalin en gerici, en şoven

unsurlarının" diktatörlüğü olarak tanımlıyor ve böylece milli, liberal ya da "tekelci olmayan"

burjuvazinin de bu cephede bir yeri olacağı düşünülerek formül: İşçiler + Köylüler +

Burjuvazi (veya onun "anti faşist", "ilerici", "tekelci olmayan" kesimleri vs.) olarak

koyuluyordu.

10

Biri sekterizm diğeri reformizme teslimiyet olarak tanımlanabilecek bu iki çizgi bütün zıt görünüşlerine

rağmen birbirlerine dönüşebilirler ve dönüşmüşlerdir. Ayrıca 1930'lu yıllarda birbirini zaman içinde izleyen bu

iki çizgi, örneğin yetmişli yıllarda Türkiye'de aynı mekan içinde ve aynı zamanda bulunyorlardı. Bir tarafta

Sovyet çizgisi paralelindeki burjuva partilerin reformizmi, diğer tarafta, Arnavutluğa yakın parti ve hareketlerin

sektarizmi biçiminde görülüyordu bunlar.

Page 125: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

125

Mantık ilk bakışta son derece doğru görünüyordu. Düşman son derece dar bir ölçüde

tanımlanıyor ve buna karşılık en geniş güçler cephesi bir araya getiriliyordu.

Ne var ki ortaya çıkan sonuç, eksi oluyordu ve yenilgiye yol açıyordu. Örneğin İspanya'da

Frankocu güçler galip geliyordu.

Franko darbe yaptığında bütün halk Cumhuriyeti savunmak için ayaklanmış ve bir kaç küçük

köprübaşı hariç bütün İspanya’da iktidarı ele almış, ama bu devrimci kabarış, Cumhuriyetçi

iktidarın yanı sıra, bu devlet biçimine zıt örgütlülüklere ve silahlı halka dayanan, Paris

Komünü ya da Sovyet tipi organlara dayanan ikinci bir iktidar fiilen oluşmuştu.

Ama, geniş cephe taktiği veya stratejisine uygun olarak, burjuvaziyi ürkütmemek ve cephede

tutmak için ulusul sorunun ve toprak sorununun çözümünün faşizme karşı zaferin sonrasına

ertelenmesi; ve yine burjuvaziyi ürkütmemek için Paris Komünü ya da Sovyet tipi, çoğu

Anarsiştlerin veya POUM gibilerin etkin olduğu, ikili iktidar organlarının ve güçlerinin

tasfiyesi (bu aynı zamanda Anarşistlerin ve POUM'un tasfiyesi anlamına geliyordu)

sonrasında ise sonuç: Cumhuriyetçilerin kesin yenilgisiydi.

Ekim devriminde ise Bolşevikler tam da burjuvaziyi yitirmeyi veya burjuvazi tarafından

yitirilmeyi göze aldıkları için, yani İspanya'dakinin tam da zıttına davrandıkları için,

köylülüğü ve ezilen ulusları kazanabilmiş ve zafere ulaşmışlardı.

Neden?

Çünkü eğer matematik bir ifade kullanırsak, burjuvazinin önünde eksi vardır. Burjuvazi ile

ittifak için devrimci demokratik dönüşümleri zaferin sonrasına eteleyen bir işçi sınıfı,

burjuvaziyi kazanayım derken köyülüğü ve ezilen ulusları kaybeder. Köylülüğü devrim

saflarına kazanmak ve savunmak için harekete geçirecek talepler devrim sonrasına

ertelenince, köylülük ve ezilen uluslar savaşmaz ve devrimi savunmaz olur, hatta kendi

devrimci umutlarına gereken karşılığı vermeyen işçiler karşısında hayal kırıklığıyla gericiliğin

yedeğine geçer.

Yani burjuvaziyi kazanmak ancak Köylülüğü, ya da demokrasiyi, ya da ezilen ulusu

kaybetmekle mümkün olur. Burjuvaziyi kaybetmeden ya da burjuvazi tarafından

kaybedilmeden işçi sınıfı, köylülüğü kazanamaz.

Neden?

Çünkü bu matematik formüldeki burjuvazinin önünde eksi vardır?

Çünkü Aydınlanma çağının aksine, burjuvazi artık demokratik karakterini yitirmiştir. Aslında

o zaman bile burjuvazi değil, Paris’in donsuzlarıydı böyle davranabilenler.

O donsuzların modern devamı olan işçiler, köylüleri ancak tutarlı bir demokrasiyle

kazanabilirler. Yani Baskıcı ve bürokratik Devlet cihazının tasfiyesi, Ulusal sorun ve topruk

sorununun kökten halli, daha da özcesi Demokratik Cumhuriyet.

Ama köylülüğün kazanabilmesi için, işçiler burjuvaziyi yitirmek zorundadır veya burjuvazi

tarafından yitirilmelidir.

Page 126: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

126

Yani işçilerin köylülüğü kazanabilmek için, burjuvaziden bağımsızlaşması ve ayrı bir güç

olarak ortaya çıkması, yani demokratik görevleri acil bir program olarak radikal ve sistematik

bir şekilde bayrağına yazması gerekir. İşçiler bunu yapamadığı yerde bağımsızlığını yitirip

burjuvazinin yedeğine düşmüş olur ve bu durumda da köylülüğü yitirir.

Böylece sonuç hesabın ve beklenenin tamamen tersi olarak ortaya çıkar, toplam kendisini

oluşturan unsurların toplmından daha düşük çıkmakla kalmaz, eksi sonuç verir, zaferin

yerini yenilgi alır.

Ekim Devrimi de tersinden bu bağıntıyı doğrular. Bolşevikler burjuvazi tarafından yitirilmeyi

ve burjuvaziy yitirmeyi göze aldıkları için, çok daha elverişsiz koşullara rağmen, köylüleri ve

ezilen ulusları kazanabilmişlerdir.

Tabii burjuvazi tarafından yitirilmek veya burjuvaziyi yitirmeyi göze almak, işçi hareketi

veya sosyalist hareket içindeki, burjuvaziyi kazanmak isteyen, aslında burjuvazinin işçi

hareketi içindeki uzantısı olan eğilimle, yani reformist sosyalizmle (Menşevizm, Ekonomizm,

Sosyal Demokrasi, Stalinist partiler vs.) de mücadeleyi ve onunla kopuşmayı gerektirir.

Yani burjuvaziden bağımsızlaşma, ya da burjuvazi tarafından kaybedilme aslında sosyalist ve

işçi hareketi içinde, reformist sosyalizmden, ekonomizmden, parlamentarizmden,

reformizmden kopuş biçiminde görünür ideolojik düzeyde.

Özetle, hem burjuvaziyi hem de köylülüğü kazanmak mümkün değildir. Birini

kaybetmeden veya onun tarafından kaybedilmeyi göze almadan diğerini

kazanamazsınız. Her kazanç bir kayıptır.

Demek ki, eğer bu sosyolojik sorunu matematik formüllerle ifade edersek, burjuvazinin

önünde bir eksi işereti vardır ve köylüler ve işçilerle bir araya geldiğinde sonuç: İşçiler,

Köylüler ve Burjuvazi'nin toplamından az, yani bütün kendini oluşturan parçaların

toplamından fazla değil az çıkmaktadır.

Hatta az bile değil, eksiyle artının çarpımının eksi sonuç vermesi gibi, sonuç eksi çıkmaktadır,

ortaya kısmi reformlar bile değil, bir yenilgi çıkmaktadır.

*

İşte bu sorun karşısında sosyalist hareket ve Özgürlük hareketi içinde iki güçlü akım tam da

eksi çıkacak bir sonuç yönünde çalışmaktadır.

Kürt Hareketi içinde güçlü bir etkisi olan burjuvazi, egemen ulusun burjuvazisini (Yani

Liberalleri, politik İslam’ın bir kesimini vs.) kazanmadan ve onlarla birlik oluşturmadan

Türkiyenin ezilenlerinin kazanılamayacağını veya hareketin tecritten kurtulamayacagını

söyler.

Böylece bu liberalleri kazanacak, ürkütmeyecek program ve ilişkileri savunur. Bunlar ise, tam

da Kürt özgürlük hareketinin diger ezilenleri kazanmasını engelleyer, Türkiyelileşmesini

engeller, onu bir Kürt hareketi olarak kalmaya mahkum eder.

Liberalleri ürkütmemek için de, hiçbir gerçek gücü temsil etmeylen sosyalistlerden uzak

durmayı, ittifakları orada aramamayı, Çatı Partisi gibi girişimlere girmemeyi önerir.

Page 127: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

127

İşin kötüsü ampirik olarak haklı da görünür. Sosyalistler gerçekten tam anlamıyla her türlü

dinamizmden yoksun, Rosa’nın bir zamanlar Alman sosyal demokrasisi için dediği gibi,

“kokuşmuş bir ceset” gibidirler. Ne gençlerin, ne de yeni ve ufuk açıcı sorunların esamesi bile

görülmez.

Ve tam da bu sosyalistler, kendileri “sosyalizm”, “emekten yana”, “anti emperyalizm”, “işçi

sınıfı” vs. diyerek; İşçi Sınıfını ve sosyalizmi demokrasi mücadelesinin öncüsü olmaktan

çıkararak ve demokrasi mücadelesini sorunlardan bir sorun olarak koyarak, hatta onu ikinci

kategori bir sorun derekesine indirgeyerdek, İşçi Sınıfı ve Sosyalizm içindeki “Menşevizmi”,

“Eonomizmi”, “Sendikalizmi”, “İlkelliği”, “Reformizmi”, yani burjuvazinin ya da Burjuva

sosyalizminin veya Sendika ve işçi bürokrasisinin eğilim ve çıkarlarını yansıtmış olurlar.

Kürt burjuvazisi demokratik talepleri ve programı Liberallerin kabul edebilecekleriyle

sınırlayarak, sağdan; Türk Sosyalistleri ise, Sosyalizm, Enternasyonalizm, Emek, sınıf gibi

kavramların ardına gizlenerek soldan yapar. Türk sosyalistleri, Kürt Özgürlük Hareketini de

bu sefer liberallarle ve burjuvaziyle bir araya geldiği için, “emekten yana”, “Sosyal” veya

“sosyalist” olmamakla, uzak durmakla suçlar.

Böylece biri Kürt burjuvazisi, diğeri Türk burjuvazisini temsil eden iki eğilim arasında kalan

Kürt Özgürlük Hareketi’nin radikal, plebiyen ve sosyalizan kanadı, bu güçleri birbirine karşı

oynayarak, bunları birbirine karşı bir denge unsuru olarak kullanarak kendi çizgisinin

damgayı vurabileceğini görür ve böyle yapar.

Bir süre sonra da bir yanıyla biraz da çaresizlikten izlenen bu Bonapartist karakterli Özgürlük

Hareketi ve demokratik hareket üzerindeki egemenlik, giderek bir bağımlılık, bir karakter

halini alır.

Yani bir noktadan sonhra Kürt Özgürlük Hareketi için de bu durum kabul edilebilir ve

katlanılabilir bir durum olur.

Bu zımni anlaşmayı kırmak çok zordur; adeta olanaksızdır. Çürnkü bütün güçler verili

durumdan belli ölçüde çıkarlıdırlar.

Burada çoğuna anlamsız gibi görünen itirazlarım, eleştirilerim, yazılarım, çığlıklarım aslında

bu çemberi kırmak, kafalarda küçük de olsa soru işaretleri uyandırmak için umutsuz bir

çabadan başka bir şey de değildir.

Elbette bu çabalarda, Türk sosyalistlerinin bu ekonomizmi en ince, en rafine şekilde

sürdürenlerine ve yine de bu durumdan kurtulmaya en yakın olanlara yönelik olmaktadır.

Bizzat bu satırlar bile bu çabanın ta kendisidir.

*

Ayrıca Kürt liberalleri ve Türk Sosyalistleri sadece birbirlerinin varlığına haklılık

kazandırmlakla kalmazlar, ama aynı zamanda aynı gerici milliyetçilik anlayışında anlaşırlar.

Türk Sosyalistlerinin hepsi, tıpkı Kürt burjuvaları gibi, Gerici Milliyetçilerdir.

Kürt Özgürlük hareketinin radikal kanadının, bu gerici milliyetçilikten kurtulma ve aşma

Page 128: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

128

çabalarını da Marksizmden ve sosyalizmden uzaklaşma diye lanetlerler.

Gerici Milliyetçidirler, çünkü ulusu bir Dil, bir etni, bir soy, bir tarih ile tanımlamayı sorun

olarak görmezler ve bizzat kendileri de böyle tanımlarlar. Yani ulusun Türk olması onlar için

en başta mücadele edilmesi gereken bir sorun değildir. Yani ulusun bir dil, din, tarih, etni, soy

vs. ile tanımlanmasında bir sorun görmezler; ulusu böyle tanımlamaya karşı tanımlamaya

görev olarak öne koymazlar; dolayısla örneğin Türk Devleti ve Ulusunun Sosyalist, demokrat

olabileceği gibi bir hayal de yayarlar.

Yine böyle gerici bir milliyetçiliğe dayandıkları için de, Demokratik yani ulmusu bir dille, bir

dinle, soyla, tarihle tanımlamayı reddeden bir ulusçuluğa dayanmadıkları için, ulusların

kaderlerini tayin hakkını savunurlar Demokratik Cumhuriyet yerine. Bu açıdan da tamı tmına

Kürt Burjuvazisi ile anlaşırlar.

Türk sosyalistleri içinde, Kürt hareketini en açıktan ve doğrudan destekleyen Sosyalist

demokraszi Partisi, Sosyalist Parti veay onunla ittifak ve temasları sürdüren EMEP, SEH gibi

parti ve hareketlerin hepsi birer gerici milliyetçidir.

Bunjluurın programları ve ulus anlayışları arasında bir fark bulunmamaktadır. Ayrılıkları

Programatik veya stratejik değil; bütünüyle taktik düzeydedir.

Hepsi Kürtlerin ayrılma hakkını, buna bağlı olarak kendini türklükle tanımlamış bir ulus veya

devletin de Demokrat veya Sosyalist olabileceğini açık vea zımnen savunmuş olurlar.

Yani aslında Türk sosylamlistlerinin hepsi gerici bir milliyetçilik çerçevesinde Kürtlerin

üzerindeki baskının kalkması programında anlaşırlar ve bu bakımdan Kürt Burjuvazisiyle

aralarında bir ayrılık da yoktur.

Biz ise buna karşılık, Gerek Kürt Özgürlük hareketin gerek Türk sosyalistlerine, demokratik

bir millişetçiliği; ulusun bir dille, bir dinle, bir etniyle, bir tarihle, bir soyla tanımlanmasına

karşı tanımlanmasını, (ki bu da bir milliyetçiliktir. Bunun milliyşetçilik olmadığını ancak

milliyetçiler söyleyebilir).

Yani bizim sorunumuz Kürt Sorunu değil; Türk Sorunu’dur.

Bizim parolamız “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” değil, ulusu bir dille, bir soyla,

bir tarihle vs. tanımlamadığı sürece bir tek köyün bile ayrılmasının engellenemeyeceği bir

Demokratik Cumhuriyettir.

*

Biz diyoruz ki, sosyalist talepler veya sosyal talepler değil ancak böyle gerçekten demokratik

bir cumhuriyet kuran, gerçekten demokratik bir ulusçuluğa dayanan bir program Türkiye’nin

ezilenlerini kazanabilir. Tüm muhalefeti birleştirebilir ve İşçilerin burjuvazinin ideolojik ve

politik egemenliğinden kurtuluşunu; burjuvaziyi kaybedişini veya burjuvazi tarafından

kaybedilişini ifade eder.

Ve Böyle bir program, daha kararlaştırıldığı andan itibaren, toplumdaki bütün kabul edilmiş

ve bu askeri bürokratik oligarşinin kabul ettiği ve dayandığı değerleri sorfuladığı,

değiştirmeyi amaçladığı için toplumda henüz çoğunluğu sağlamadığı noktada bile bir

Page 129: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

129

ideolojik hegemonya kurar.

O “Çatı Partisi” biz “Kürt Sorunu”nu değil; Türk Sorunu’nu çözmeyi amaçlıyoruz. Ulusun

Türklükle tanımlanmasını sorgulamayan ve onunla mücadele etmeyen biri; tıpkı hem puta

taparlık hem allaha inanmanın mümkün olmaması gibi, mümkün değildir. Türkleri Türklüğü

Terk edip, yani ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı çıkıp, Demokrat olmaya çağırıyoruz

diye ortaya çıktığı an, başarıya giden yola girmiş olur.

Ancak böyle bir program, burjuva liberalleri ve sendika, parti ve işçi aristokrasisini (parti

aristokrasisi küçük sol grup ve partilerin hepsi aslında bugün büyük ölçüde bir sendika ve

parti aristokrasisini oluşturmaktadırlar) kaybeder ama bunun karşılığında hem Kürt Özgürlük

Hareketini hem de Türkiye’nin ezilenlerini kazanabilir ve de birleştirebilir.

17 Haziran 2009 Çarşamba

Demir Küçükaydın

Page 130: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

130

Page 131: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

131

Metodoloji ve Program – Aşamacı Programı Kim Savunuyor?

Mustafa Bayram Mısır’ın geçenlerde yolladığı yazıda şu satırlar okunuyordu:

“Gerekli görüldüğünde ve görülür ise, bana göre bugün tarihsel olarak aşılmış ve tüm bir

yüzyılı dolduran onlarca deneyim içinde yanlışlanarak tarihin çöplüğüne atılmış, aşamacı

bir program mantığının bir adım ötesine geçmeyerek kurduğu, Kürt kurtuluşçuluğunun

tarihsel önemine işaret etmek dışında aşamacı bir programdan hiçbir fark içermeyen…”

Buradaki “gerekli görüldüğünde ve görülür ise..” sözlerindeki arroganzı bir kenara atalım ve

uğraşmayalım: Esasa gelelim.

Yani arkadaşların ithamı şu: (konunun yabancısı olanlar için söyleyelim) benim demokratik

bir programdan, Demokratik bir Cumhuriyet’ten söz etmem; klasik, aşamacı bir program

oluyor.

Arkadaşlar bu ”yanlışlanarak tarihin çöplüğüne atılmış” programdan başka bir program

savunuyorlarmış. Bu savunduklarının uluslararası Marksist tartışmalar ve terminolojideki adı,

bildiğim kadarıyla, “Sürekli Devrim” ya da “Sosyalist devrim”dir.

Bu konuda daha önce yolladığım “Devrimci Marksizmde Geçiş programı Anlayışı” üzerine,

yıllar önce O. Koçak’la polemik tarzında yazılmış kitap büyüklüğündeki yazıda gereken

açıklamalar var.

Ama konumuzla ilgili kısmı tekrar kısaca açıklayayım.

Troçki, geri bir ülkede demokratik görevlerin, burjuvazi korkak olduğundan, işçileri

demokratik devrimi yapmakla yüz yüze getireceğini; demokratik görevlerin işçiler tarafından

yerine getirilmesinin ve işçi köylü iktidarının da, devrimin kendi dinamiği içinde bu

egemenliği sadece demokratik görevlerle sınırlamayacağı; ister istemez sosyalist tedbirler

alacağı ve devrimin sosyalist bir devrime dönüşeceğini söylemiştir.

Bizzat Ekim devrimi’nde olan da tam böyle olmuştur. 1970’lere kadar Yirminci Yüzyıldaki

devrimler hep bu eğilimi doğrulamıştır.

*

Ama bundan dar kafalı troçkistlerin çıkardığı sonuç, madem devrim sürekli bir karakter alıp

sosyalist devrime dönüşecek, o halde bizler sosyalist doevrim taleplerini savunmalı, artık

tarihin çöplüğüne atılmış demokratik bir programla uğraşmamalıylız derler. (Daha rafine

formaları “Geçiş programı falan derler. Ayrıntısı o kitapta var.)

Yani aslında sorunun özünü kavramazlar ve bir programın temel niteliği ile o programın

işçiler eliyle gerçekleşmesinin dinamiklerini karıştırırlar ve böylece demokratik görevlerden

kaçarlar. Sürekli Devrim Teorisinin ardına gizlenip, 60’ların TİP’inin savnduğunu yine

savunurlar. Aslında ideolojik kökleri de oralara gider. Troçkist formunda bir burjuva

sosyalizmidirler.

Page 132: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

132

Aslında devrimin sürekli olması ve sosyalist devrime dönüşmesi eğilimi taşıması bu devrimin

hazırlık aşamasında demokratik bir programın savunulmaması gerektiği anlamına gelmez.

Tarihsel deneyden sosyalist Talepler sonucunu çıkarmak o deneyden bir şey anlamamak,

saçma sonuçlar çıkarmak demektir.

Çünkü bizzat ekim devrimi bile Demokratik Cumhuriyet sloganıyla hazırlanmıştır onlarca yıl.

O demokratik cumhuriyet fiiliyatta kendi dinamiğiyle bir sovyet cumhuriyeti olmuştur. Ama

nasıl olsa öyle olacak diye, demokratik görevlerin üzerinden atlanamaz.

Türkiye’deki bir yığın troçkist böyle anlar bu sorunu ve yanlıştır. Türk Troçkistlerinin hepsi

hepsi, Bayşram mısır’ın yaptığı ithamı bana yıllardır yaparlar.

Aynı terminolojiyi kullanıp aynı ithamı yapan M. Başram Mısır da şimdi aynı yanlışı yapıyor.

*

Ama sorun sadece bu kadar olsaydı gene de iyiydi.

Buraya kadar klasik Marksist-Troçkist metodoloji ve kavramsallaştırma içinde de yanlış

olduğunu gösterdik.

Ama bu gün gerek metodoloji gerek olgular düzeyinde bu anlayış, bu tarihsel eğilim iki

yönden aşılmıştır.

Aslında onlar ne metodoloik katkılardan haberderdırlar veay haberderseler da tartışmazlar; ne

de tarihsel deneyin 1970’lerden sonraki eğilimlerini görmek ve onlarla yüzleşmek isterler.

Her iki düzeyde de gerçeklerden kaçarlar. M. Bayram Mısır da öyle.

*

Metodoloji düzeyinde değinelm sorun önce.

Hikmet Kıvılcımlı, farklı üretim biçim ve ilişkilerinin simbiyozu veya eklemlenmesi kavramı

ve kavrayışıyla bu klasik aşamalar; sonra gelen aşamaların önceki aşamaları yok etmesi

anlayışını eleştirmiş ve aşmıştır. Bu onun Marksizme ve Marksist evrim teorisine en önemli

katkılarından biridir. Bu başlar bu kadttkıları görmek istemiyorlar, susuşa boğuyorlar.

M. Başram Mısır’ın program konusunu ele alışında da, bütün diğer Troçkistler gibi, bu

metodolojik ilerleme veya katkı hakkında bir kavrayış yoktur.

Klasik aşılmış anlayışa göre, bir ülke diyelim ki yarı feodalse, önünde demokratik devrim

vardır, kapitalist ise, sosylalist. Türkiye’de bu gün de var olan bütün akımlar bu paradigma

çerçevesinde oluşmuşlardır. Ve henüz hiç birisi bu ilk doğuşundaki paradigmayla bir

hesaplaşma da yaşamamıştır. Bu anlamda hepsi birer yaşayan fosildir, anatomuk özellikleri,

yani dayandıkları varsayımlar, metodoloji ve kavramsal araçları bakımından.

Bunan bir ilerisi denebilecek, Troçkis’nin devrimin dinamiğiyle, yarı feodal bir ülkede

sosyalist devrim olabilir çıkarsamasıdır. Daha dinamik ve karmaşık bir kavrayışı yansıtır.

(Tabii burndan çıkan programatik sonuç demokratik programın reddi olmamalı. Orijinal

versiyon böyle Türkiye’deki karikatürler bundan Programatik olarak sosyalist program

sonucu çıkarırlar. Bu ayrı bir sorun)

Page 133: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

133

Ama Kıvılcımlı’nın metodolojik katkısıyla, bir ülke kapitalist ilişkiler ne kadar gelişmiş

olursa olsun, bu demokratik bir şekilde oluşmamışsa, kapitalizmin gelişmesi, kapitalizm

öncesinin tasfiyesi anlamına gelmeyebilir, aksine onu güçlendirebilir. Yani Paadoksal bir

şekilde ifade etmek gerekirse, Türkiye’de kapitalist ilişkiler geliştiği için, kapitalizm

öncesinin kalıntıları da çok güçlüdür ve bu nedenle tam demokratik görevler temel program

olmalıdır. Dikkat edilirse bu yaklaşım diğr iki yaklaşımın dayandığı temel varsayımı kabul

etmemekte ve sorgulamaktadır. Onlara göre, üst üretim ilişkileri alt olanı tasfiye eder.

Kıvılcımlıya göre ise, sadece tasfiye etmez, güçlendirebilir de. Bu nedenle, eski metodolojiye

göre, eski varsayımla, kapitalist ise sosyalist program sonucu çıkarılırken, Kıvılcımlı’da

kapitalist ama tam da bu nedenle demokratik program sonucu çıkarılabilir.

Bu metodolojik katkıya biz “eklemlenme”, “simbiyoz” diyoruz. Ve bu yaklaşımın nerelerden

nasıl doğduğunu ve nasıl bir metodolojik evrmi ifade ettiğini uzun uzun “Marksizmin

Marksist Eleştirisi” adlı katabımızın Önsöz’ü olan, “Tarihsel Maddeciliğin Tarihine Katkı”

adlı çalışmada ele alıyoruz.

Aşağıya bu Önsüz’den “Evrim Teorisinin ve Kavramının Evrimi” diye bir başlık

koyulabilecek, bölümü ekleyeceğim veya ayrıca yollayacağım.

Orada kimin aşılmış kavramsal araçlarla düşündüğü daha iyi görülebilir.

Benim dediğim şudur bu metodolojik kazanım ışığında: Türkiye Kapitalist bir ülkedir ama

tam da böyle olduğu için, Prekapitalizmi, “feodalizmi” temsil eder, Kıvılcımlı’nın

“Devletçiliğimiz” veya “Sünuf-u Devlet” dediği askeri ve bürokratik oligarşi.

Bu antik güç son derece modern bir form içindedir ama bu onun özünün gerici özelliğini

değiştirmemektedir. Çobanlıkla yaşayan kabilelerin ellerine tüfek alıp, bizonları veay

geyikleri veya fokları tüfekle avlamaları, onları kapitalist ilişkilere sokmaz. Aynı şekilde,

Türk ordusunun Süpersonik uçakları vs. onun gerici, binlerce yıllık doğu devletçiliğinin bu

gün yaşayan formu olması gerçeğini ortadan kaldırmaz.

Türkiye’de bir zamanlar ne kadar Feodal olduğunu görmek için traktör ve ağa sayılarına

bakılırdı, “feodalizm”’in bizzat kendisi olan devlet, burjuva diyerek olumlanırdı.

Türkiye kapitalistleştiği ve modernleştiği ölçüde bu güç de güçlenir ve tasfiyesi daha acil bir

görev olarak öne çıkar, bu nedenle sosyallist değil, demokratik bir program ve bu demokratik

bir program tıpkı toprak ağalarının elinden toprakları almak ve ayrıcalıklara son vermek gibi,

bu askeri bürokratik oligarşiyi var ve iktidar eden ilişkileri temizlemelidir. Türkye’de eğer

Feodal kalıntı aranacaksa, bu Devlet Cihazının kendisidir. Demokratik Cumhuriyet programı

bir anlamda tamı tamına bu “feodal kalıntı”yı tasfiyeye yöneliktir.

Bu çıkarsama, yani kapitalizmin bu prekapitalist cihazı güçlendirdiği ve onunla simbiyoz bir

yaşama girdiği, bu nedenle de tam da kapitalist olduğu için demokratik görevler yaklaşımı en

gelişmiş metodolojik ilkelere dayanmaktadır.

Metodolojik olarak kimin dayandığı metodolojinin “Tarihin çöplüğüne atılmış” olduğu

konusunda bu kadar yeter.

Page 134: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

134

Gerisi aktaracağım, “Evrim Teorisinin Evrimi” adlı yazıda.

Meraklısı “Marksizmin Marksist Eleştirisi’ne bakabilir.

*

Ama Bayram Mısır sadece çıkarsamada ve ders çıkarmakta yanlış değildir; sadece

metodolojide yanlış ve aşılmış değildir; olgular düzeyinde de yanlış ve aşılmıştır.

Ama bu M. Bayram Mısır’ın savunduğu “sürekli devrim” ya da sosyalist devrim (Gerçi

açıkça bunu da demiyorlar, daha önce gösterdiğiniz gibi, bir “sosyal” ve “anti-kapitalist”

söylemidir tutturmuş gidiyor) anlayışı, gerçeklik tarafından yanlışlanmış bulunuyor. En

azından 80’lerden beri eğilim Troçki’nin çıkarsamasına uygun değil; olgular başka bir yönü

gösteriyor.

Yani işçiler demokratik görevler için iktidara geldiklerinde, var olan kapitalist ilişkilere

dokunmamayı, hatta kapitalizm yoksa bile kapitalizmi tercih ediyorlar. 1980’lerden beri,

devrimler, Troçki’ye nazire, “Süreksiz Devrim” oluyor.

En tipik iki örneği ele alalım.

Brezilya. İşçi Partisi’nin iktidarı ve Lula’nın başkanlığı bir işçi köylü hükümeti sayılabilirdi.

Ama bu bir Ekim Devrimi veya bir İspanya Cumhuriyeti veya bir Küba Devrimi’nde olduğu

gibi, devrimin dinamiğiyle, hiç de sosyalist tedbirler almaya yeltenmedi.

Bunları yapabilmek için sınıf temeli yok değildi. Bizzat İşçi Partisi, Brezilya’da yükselen işçi

sınıfı ve hareketinin bir ifadesi olarak doğmuştu.

Troçki’lerin öngördüğü, Yirminci Yüzyılda 70’lere kadar olan devrimlerin izlediği yolu

izlemedi, tam tersine bir yol izledi Brezilya. Kapitalizme dokunmadı, Askeri bürokratik

devlete bile dokunmadı, onu biraz tam da Bizim Ertuğrul veya Bayram Mısır’ların istediği

gibi biraz “Sosyal Cumhuriyet” yaptı. Ama fiiliyatta bir tür alt emperyalist gibi bir şey oldu.

Bu tarihsel deneyi ne yapacağız?

*

Sadece o mu? Nikaragua da öyle oldu. Güney Afrika’da öyle oldu.

ANC aslında işçilere dayanan bir komünist partisidir. Hiç de “Sürekli Devrim” yoluna

girmedi Güney Afrika Devrimi. İşçilerin ağırlığı bir Ekim Devrimi’ndeki Rusya’dan, bir

Çin’den, bir Küba’dan, bir Yugolavya, bir Vietnam’dan çok daha büyük olmasına rağmen.

Güney Afrika da, demokratik bir cumhuriyet bile değil; Siyaha boyanmış bir alt emperyalist

ülke oldu.

*

Kaldı ki sadece bunlar değil. Doğu Avrupa Devrimleri de öyle oldu.

Örneğin DDR’de devrim başladığında, başlangıçta bürokrasinin reformist kanadı “halk biziz”

sloganıyla, bürokratik iktidarı bir takım reformlarla korumak istiyordu.

Page 135: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

135

Ama Leibzig’de, Dresden’de işçiler galiba bu sefer tank paletleri altında kalmayacağız,

taranmayacağız diye düşünüp cesaretlenip sokağa çıktıklarında, “Biz Bir Halkız” yani biz

Almanız dediler. Yani “Batıyla birleşip kapitalizmin nimetlerinden yararlanmak istiyoruz”

dediler.

Yani bizzat devrimin dinamiği daha fazla sosyalizme değil, kapitalizme doğru bir evrim

geçirdi. Troçki oradaki anti bürokratik devrimlerin gerçek demokratik sosyalist rejimlere yol

açacağını düşünüyor ve ön görüyordu. Ama tersi oldu.

Bu tarihsel deneyler yokmuş gibi hala “Sürekli Devrim”; “Bakın demokratik görevlerden söz

ediyor, aslında tarihin çöplüğünde oynuyor” gibi sözler bu deneyleri incelemekten,

tartışmaktan ve gereken sonuçları çıkarmaktan kaçıştan başka bir anlama gelmez.

İşin ilginci, bu olguları ele alıp, ortaya çıkardığı sorunları tartışmaya ve bunlardan bir çıkış

yolu aramaya çalışmış Türkiye’deki belki de tek sosyalist olduğumu söyleyebilirim.

Bunun delili de yine yolladığoım, “ÖDP Üzerine Yazılar”da var.

Orada hep bu “Süreksiz Devrim” diyebileceğimiz, devrimin veya emekçi iktidarının

kendini kapitalizmle sınırlaması ve bunun anlamı ve sorunları üzerine bir tartışma

yürütmeye çalıştığım görülebilir.

Kaldı ki ayrıca yolladığım, “Demokratik Cumhuriyet Nedir ve Sosyalistler Tarafından Niçin

Savunulmalıdır” başlıklı yazının ikinci bölümü bütünüyle bu sorunla uğraşmaktadır.

Türkiye’de bu konuda başka bir yazı da bilmiyorum.

*

Peki, Türkiye’deki emekçilerin Brezilya ve Güney Afrika emekçilerinden daha farklı düşünüp

davranmaları için bir neden var mı?

Eğer Tarihsel Deneyden ders çıkaracaksak, Türkiye’de emekçiler iktidara gelse bile, bu,

kendilerini kapitalizm çerçevesinde kalmakla, onun çerçevesinde “Sosyal Cumhuriyet”

olmakla sınırlayacaklar demektir.

Bu “Sosyal Cumhuriyet” aynı zamanda tıpkı Güney Afrika veya Brezilya gibi bölge çapında

bir alt emperyalist güç olabilir.

İşte tarihsel deney ve sonuç.

Böyle olmayacağının kanıtları var mı?

Burada tarihsel ve sosyolojik eğilimler belirleyici olduğuna göre, bu eğilimlerin yok olduğuna

dair ne gibi argümanlarınız var.

Yani sizlerin “Sosyal Cumhuriyet” dediğiniz şey, Güney Afrika veya Brezilya gibi bir Sosyal

Cumhuriyet olur, kimi sosyal eşitsizlikleri yumuşatmaya çalışan ama aslında tam bir

demokratik cumhuriyet bile olamamış; o askeri bürokratik oligarşinin gücünü fazla

sarsamamış bir bölgesel “alt emperyalist”.

Haydi tartışın bakalım, terbiyesiz çocuklarla oynamam falan demeden bu sorunları.

Bunca yıldır ortaya koyup tartışanını görmedim.

Page 136: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

136

Yani aslında olgular düzeyinde de, beni tarihin çöplüğüne atılmışlıkla suçlayan arkadaşlar,

kendileri o çöplüklerde oynadıklarını gösteriyorlar bu ithamlarıyla.

23 Haziran 2009 Salı

Demir Küçükaydın

http://www.koxuz.org

http://www.demirden-kapilar.org

[email protected]

[email protected]

Evrim Teorisinin Evrimi başlıklı yazıyı ayrı olarak yollayacağım.

Page 137: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

137

Metodoloji ve Program İlişkisi Üzerine

(Evrim Teorisinin Evrimi)

Tarihsel Maddecilik ya da Diyalektik Sosyoloji, toplumun evriminin11

, yani hareketinin,

değişiminin, gidişinin, tarihsel sürecin yasalarının bilimi olarak tanımlanabilir.

Ama bu gidişin yasaları hakkındaki bilginin ya da kavrayışın kendisi de bir gidiş, bir oluş,

bir evrim içindedir.

Dolayısıyla Tarihsel Maddeciliğin Tarihi ya da Evrimi en iyi toplumsal evrime ilişkin

kavrayışın ve açıklamanın evriminde izlenebilir.

Bu üç dip akıntısı ve gelenek arasındaki uyum kadar uyumsuzluğu, paradigma farkını

açıklamak için, bu üç gelenekte evrim kavramına ve mekanizmalarına ilişkin kavrayışların

farkları kavratıcı olabilir. Bu aynı zamanda evrim kavramının geçirdiği evrimi, yani Tarihsel

Maddeciliğin Tarihini de ana hatları ve doğrultusuyla izleme olanağı sağlayabilir.

Toplumsal evrimi de, çok farklı toplumları da açıklayan temel kavram, Üretici Güçlerin

Değişimi12

ve Farklılığıdır. Üretici Güçler Değiştiği için toplum değişmektedir; Üretici Güçler

Farklı olduğu için toplumlar birbirinden farklıdır.

Bu, evrim kavramının evrimi ile üretici güçler kavramının evriminin birbirine doğrudan bağlı

olduğunu gösterir. Evrim kavramına bağlı olarak Üretici Güçler kavramında; Üretici güçler

kavramındaki değişmelere bağlı olarak evrim kavrayışında da değişmeler ortaya çıkar.

Marks’ın meşhur satırlarını burada bir kere daha hatırlayalım.

“Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde

hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey

olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu

ilişkiler, onların engelleri haline gelirler.(...)”(K. Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine

Katkı’ya Önsöz)

Dikkat edilirse Marks’ın Tarihsel Maddeciliğin temelini atan bu cümlelerinde bazı gizli

varsayımlar bulunmaktadır.

Bir gizli varsayım, “Üretici Güçlerin gelişmesi”dir. Üretici güçlerin gelişmesi bir veridir. Bu

gelişmenin niçin ve nasıl olduğu, sürekli olup olmadığı gibi bir sorun yoktur. Sürekli olarak

gelişen bir özdür üretici güçler. Toplumsal biçimlerin, ekonomik ilişkilerin ve üstyapının

evrimini üretici güçlerin evrimi belirlemektedir.

11

Çok sık birbirlerinin yerlerine kullanılmalarına rağmen, evrim kavramının ilerleme kavramıyla karıştırılması

yanlıştır. İlerleme bir değer yargısı içerir, bilimsel değil ideolojik bir kavramdır. Evrim ise, oluş, gidiş, süreç,

değişim demektir.

12 “Marksizm, üretici güçlerin gelişmesinin toplumsal tarihsel süreci belirlediğini öğretir.” (Lev Trotskiy,

Sonuçlar ve Olasılıklar, s.19)

Page 138: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

138

Bir başka gizli varsayım, üretici güçlerin gelişmesinin, daha önceki üretim ilişkilerinin

tasfiyesini getirmesidir. Yani Üretici Güçlerin Gelişimi ile Üretim İlişkileri arasında bir uyum

vardır. Ama bu uyum otomatik olarak oluşmamaktadır, birikimli ve sıçramalı bir karakteri

vardır.

Bunlardan çıkan bir başka gizli varsayım de üretici güçlerin gelişmesinin sosyalizme

yaklaştırdığıdır. Bu gelişmenin önündeki engelleri kaldırmak toplumu sosyalizme

yaklaştırmak anlamına gelmektedir.

Toplumsal evrim kavramının evriminin tarihi, bir bakıma üretici güçlerin evrimine ilişkin bu

varsayımlarının sorgulanmasının tarihi gibidir.

Teorinin bu saf formülasyonundan ve dayandığı varsayımlardan çıkacak sonuç çok açıktır.

Sosyalist Devrim ancak, üretici güçlerin en çok geliştiği yerde; kapitalist üretim ilişkileriyle

üretici güçlerin en büyük çelişki içinde olduğu yerlerde, yani en gelişmiş ülkelerde olabilir.

Çünkü “İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok

olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski

toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık

kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar. Çünkü yakından bakıldığında,

her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi

koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar. Çünkü Toplum

ancak çözümleyebileceği problemleri önüne koyar ve yakından bakılınca aslında bu

problemlerin kendini çözecek unsurlarla birlikte ortaya çıktığı görülür.”(K. Marks, Önsöz )

*

Tarihsel Maddeciliğin Evrim kavramı ve kavrayışı ile Program ve Strateji arasında

doğrudan bir ilişki bulunmaktadır. Program ve strateji, hem evrim kavrayışına hem de o

evrimin neresinde bulunulduğuna ilişkin bir saptamaya göre değişir.

Bir bakıma Evrim kavramı ile Program ve Stratejinin ya da daha da kategorik olarak ifade

etmek gerekirse metodoloji ile politikanın ilişkisi tıpkı Önsöz’de ifade edilen Üretici Güçler

ve Üretim İlişkileri ile Üstyapı’nın ilişkisi gibidir.

Tarihsel Maddeciliğin evriminde Evrim kavramı veya Metodoloji toplumsal evrimdeki Üretici

Güçler gibidir. Program ve Strateji ya da Politika ise Üretim İlişkileri veya Üstyapı gibidir.

Tarihsel Maddeciliğin Tarihi, son duruşmada, toplumunkinden hiç de daha az karmaşık

olmayan bu evrim ve ilişkilerin tarihidir. Bu içsel bağlantı nedeniyle Marksizm’in tarihine

bakıldığında, tüm önemli programatik ve stratejik değişikliklerin, evrim kavrayışının

evrimindeki önemli değişikliklere bağlı olarak ortaya çıktığı ya da bu tür değişikliklere yol

açtığı görülür.

Program, dolayısıyla siyasi mücadele ve strateji sorunu doğrudan evrim kavrayışına bağlı

olduğundan, evrimin Önsöz’de aktarılan kavrayışı çerçevesinde devrimci bir partinin,

hareketin veya sınıfın programı kategorik olarak şöyle ifade edilir: üretici güçlerin

gelişmesine engel olan üretim ilişkilerini ve üst yapıyı, özellikle devleti yıkmak ve uygun

üretim ilişkileri ve üstyapıyı kurmaktır.

Page 139: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

139

Bu evrim kavrayışı ve varsayımlar çerçevesinde, program veya stratejiyi belirlemek, ülkede

bulunulan üretim ilişkilerinin ne olduğunu tespit etmek ve ona göre bir program oluşturmak

şeklinde kavranır13

. Örneğin, bir ülkede feodal veya yarı feodal ilişkiler egemense, üretici

güçlerin gelişiminin önünde engel olan bu ilişkiler tasfiye etmek, yani Demokratik Devrim;

yok eğer ülke kapitalist ise ve burjuva demokrasisi varsa, Sosyalist Devrim program ve

strateji olarak belirlenir.

Bugün var olan bütün sol grupların şekillendiği, 1960’lardaki bütün strateji tartışmaları ve

bölünmeleri, bu tür bir evrim fikri çerçevesinde gerçekleşmişti. Taraflar aşamaların birbirini

izlediği ve üst aşamaların alt aşamaları tasfiye ettiği şeklindeki aynı evrim kavrayışını

paylaşıyorlardı. Aralarındaki tartışma yöntemsel, evrimin kavranışına ilişkin değildi ve bu

bakımından aralarında bir ayrılık yoktu.

Ve tam bu nedenle de strateji tartışması, olgulara ve onlardan yapılan çıkarsamalara ilişkin bir

tartışmaydı. Örneğin Türkiye yarı feodal diyenler bundan demokratik devrim, kapitalist

diyenler bundan sosyalist devrim sonucunu çıkarıyorlardı. Veya “teori” politikanın aracı

olarak kullanılıp, Sosyalist Devrim demek için Kapitalist; Demokratik Devrim demek için

Yarı Feodal veya Feodal olarak tanımlanıyordu.

Ama bu tartışmalarda kimsenin aklına ülkenin yarı feodal olduğu için devrimin sosyalist

bir karakter taşıyabileceği veya tam da kapitalist olduğu için devrimin demokratik

karakterde olabileceği gibi çıkarsama ve olasılıklar gelmiyordu. Bunun nedeni bu tür

çıkarsamaların ardında yatan karmaşık evrim kavrayışlarına çok uzak olunmasıydı.

Tartışmalar evrimin çok basit bir kavrayışına dayanıyordu. Toplumlar şu veya bu biçimde

benzer aşamalardan geçerler: İlkel Toplum, Köleci toplum, Feodal Toplum, Kapitalist

Toplum. İlkel ve Köleci toplumlar çok gerilerde kaldığına göre, program ve strateji için sorun,

ülkenin ne ölçüde feodal veya kapitalist olduğunu belirlemekte toplanıyordu. Aşamalı ve

düzgün bir evrim kavrayışıydı bu.

*

Tarihsel Maddecilik (Marksizm) orijinalinde hiçbir zaman böyle sıradan ve bayağı olmamakla

birlikte, Sosyal Demokrat ve Komünist hareketin tarih ve toplumsal gidiş kavrayışı hep bu

düzeyde olmuştur. Hatta daha ileri giden bir basitleştirmeyle, Sosyal Demokrat ve Komünist

partiler arasındaki esas farkın: bu evrimin, Sosyal Demokrat partilerce düz, sıçramasız bir

evrim süreci; Komünist partilerce sıçramalı ve aşamalı bir evrim süreci olarak kavranmasında

olduğu söylenebilir. Ama her iki taraf da evrimi, aşamaların birbirini izlediği; ileri olanın geri

13

Örneğin Troçki, Sürekli Devrim Teorisini ilk kez formüle ettiği Sonuçlar ve Olasılıklar’ın ilk satırlarında bu

Marksistlerin bu ortak yaklaşımını şöyle özetler:

“Marksizm, Rus Devrimi’nin kaçınılmazlığını, kapitalist gelişme ile fosilleşmiş mutlakıyetin güçleri arasındaki

çelişkinin sonucu patlak vermek zorunda olduğunu, çok önceleri haber vermişti. Onu bir burjuva devrimi olarak

nitelendirirken, Marksizm, devrimin dolaysız nesnel görevlerinin “bir bütün olarak burjuva toplumunun

gelişmesi için normal koşullar”ın yaratılması olduğuna işaret ediyordu.” (Lev Trotskiy, Sonuçlar ve Olasılıklar,

Kardelen, 1990)

Page 140: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

140

olanı tasfiye ettiği, her toplumun da bu aşamalardan geçmek zorunda olduğu sürekli bir

ilerleme olarak görür14

.

Tarih ve Toplum hakkındaki bilginin Yunan ve Roma’dan daha eskilere gidemediği, bu

bilginin de oldukça yüzeysel olduğu; mekân olarak Avrupa ve Akdeniz’le sınırlı bulunduğu

bir çerçevede, böyle bir tarih ve evrim kavrayışı elbette zamanına göre büyük bir ilerleme

anlamına gelebilir ve bilinen tarihi iyi kötü açıklayabilirdi. Sosyalist hareket Avrupa ile sınırlı

kaldığı, modern tarihin ve sınıf mücadelesinin başka sorunlarına yoğunlaştığı sürece, bu

bayağılaştırılmış bir Marksizm’e karşılık düşen evrim kavrayışı, en azından Avrupa için, yine

de iyi kötü tatmin edici sayılabilecek açıklamalar sunuyor sayılabilirdi.

Ama dikkatli bakılınca bu evrim kavrayışı, bilinen Avrupa tarihini bile açıklamakta yetersiz

olurdu. Eğer üretici güçlerin gelişmesi yeni üretim biçimlerinin ortaya çıkmasına yol açıyor

ve öncekini tasfiye ediyorsa, örneğin kölecilikten feodalizme geçişi üretici güçlerin

gelişmesiyle açıklamak gerekiyordu. Ama gerçek tarihte, kölecilikten feodalizme geçişte,

üretici güçlerde böyle bir gelişmeden ziyade bir gerileme vardı

Olaylara gözler kapanıp bir gelişme varmış gibi görüldüğünde de, özellikle bu evrimin

sıçramalarla gerçekleştiği anlayışı bakımından bir sorun ortaya çıkıyordu. Kölecilikten

feodalizme geçiş sağlayan “devrimler” yoktu. Bunları kimler, nerede, nasıl yapmıştı?

Bilimlerin ilerlemesine ihtiyaçlar yüz üniversiteden daha fazla etki yaparlar. Avrupa’daki işçi

sınıfının mücadelesi bu sorunları gündeme getirme ihtiyacıyla karşılaşmıyordu. Bu nedenle bu

paradokslar kimse tarafından tartışılmıyordu bile.

Ama Tarih konusu ve bu tür sorunlar daha işçi ve sosyalist hareketin gündemine pratik bir

ihtiyaç olarak gelmeden önce, Evim kavrayışında bir ilerleme, Rus işçi ve devrimci

hareketinin karşılaştığı kimi sorunları çözebilmek ve gelişmeleri öngörebilmek için Troçki

tarafından sağlandı.

*

Troçki’nin akıl yürütmesi de Üretici güçlerin ilerlemesine dayanıyordu. Keza onun

kavrayışının da sonraki üretim biçimlerinin eski üretim ilişkilerini tasfiyesi; üretici güçler ve

14

“’Sınai olarak daha gelişmiş olan ülke, daha az gelişmiş olanın gelecekteki halini gösterir yalnızca.’

Yöntemsel kalkış noktası bir bütün olarak dünya ekonomisi değil, bir tip olarak tek bir kapitalist ülke olan

Marx’ın bu ifadesi, geçmiş kaderlerine ve sınai seviyelerine aldırmaksızın tüm ülkeler kapitalist evrim

tarafından kucaklandıkları ölçüde, daha az uygulanabilir hale geldi. Zamanında İngiltere, Fransa’nın ve daha

az ölçüde de Almanya’nın geleceğini gösteriyordu, ama kesinlikle Rusya’nınkini veya Hindistan’ınkini değil. Ne

var ki, Rus Menşevikleri Marx’ın bu koşullu önermesini kayıtsız şartsız kabul ettiler. Geri kalmış Rusya,

diyorlardı, ileri atılmamalı, önceden hazırlanmış modeli kuzu kuzu takip etmeli. “Marksizmin” böylesine

liberaller de katılıyordu.

Marx’ın en az bunun kadar ünlü bir diğer formülü ise –“hiçbir toplumsal formasyon, içinde barındırdığı tüm

üretici güçler gelişmeden yok olmaz”– kalkış noktası olarak tek bir ülkeyi değil, bir evrensel toplumsal yapılar

silsilesini (kölecilik, ortaçağ, kapitalizm) alır. Ama bu ifadeyi tek bir devlet açısından ele alan Menşevikler,

Rusya kapitalizminin Avrupa ve Amerika seviyesine ulaşmak için daha çok mesafe katetmesi gerektiği sonucunu

çıkardılar.” (Lev Troçki, Tek Ülkede Sosyalizm?, http://www.marxists.org/turkce/trocki/1930/tus.htm )

Page 141: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

141

üretim ilişkileri arasındaki denklik gibi varsayımlarla bir sorunu yoktu. O sadece bu

ilerlemenin karmaşık karakteri üzerinde yoğunlaşıyor ve bunun sonuçlarını tartışıyordu.

Olaylara bakınca görülüyordu ki, Üretici güçler her yerde aynı aşamalardan geçerek

gelişmiyordu. Kapitalist ilişkilere sonra gelen bir ülke, üretici güçlerin çok daha gelişmiş

olduğu bir düzeyden işe başlıyordu. Böylece Üretici güçlerin epey gelişmiş bir düzeyi, son

derece geri bir üstyapıyla bir arada bulunabiliyordu15

. Bu durumda neler olacağını tartışıyordu

Troçki, bir tür “zihinsel deney” yapıyordu.

Ve bu daha karmaşık ve arkadan gelenin öne geçtiği; önceki aşamaları tek tek geçmediği,

minyatür ölçülerle aşarak veya üzerinden atlayarak geçtiği evrim kavrayışına bağlı olarak

Rusya’daki Devrimin izlemesi muhtemel seyir analiz edilince garip bir sonuç ortaya

çıkıyordu16

.

Son derece geri üretim ilişkileri ve siyasi bir sistemin olduğu bir ülkede, kapitalizmin

doğrudan sanayi kapitalizmi olarak doğması ve bu nedenle işçi sınıfının daha doğarkenki

gücü ve de burjuvazinin korkaklığı nedeniyle, demokratik devrimde işçi sınıfı köylülüğün

desteğini sağlayarak iktidarı alabilir ve o da kendini demokratik görevlerle sınırlamayıp

sosyalist karakterde tedbirlere yönelebilirdi.

Yani eski akıl yürütmesine hiç de uymayan bir sonuç ortaya çıkıyordu evrimin bu bileşik ve

15

“Geri bir ülke ileri ülkelerin maddi ve ideolojik kazanımlarını sahiplenir. Ama bu demek değildir ki, onların

geçmişte geçtikleri tüm aşamaları bir bir geçerek bu ülkeleri kölece izler. Tarihin çevrimsel olarak tekerrürü

kuramı – Vico ve bilahare tilmizlerince savunulan – eski, kapitalizm öncesi kültürlerin kısmen kapitalist

gelişmenin ilk tecrübelerine dair yaptıkları çevrimsel tasvir gözlemine dayanır. Tüm bu gelişme sürecinin biraz

kıyıda köşede kalmış, biraz tali niteliği gerçekten kültürel evrelerin yepyeni alanlardaki kimi tekrarlarını da

içerir. Bununla beraber, kapitalizm bu koşulların aşıldığının bir göstergesidir. O insanlığın gelişmesinin

evrenselliğini ve sürekliliğini hazırlamış ve bir anlamda gerçekleştirmiştir. Bu nedenle diğer ulusların gelişme

biçimlerinin tekerrürü ihtimal dışıdır. İleri ülkelerin çekicisinin peşine takılmak zorundaki geri bir ülke sıraya

uymaz: tarihsel olarak geri bir durumun sunduğu imtiyaz –böyle bir imtiyaz varittir- bir halka, bir dizi ara

aşamayı atlaşarak, daha zamanı gelmeden önce, yaratılan her şeye ulaşma imkanı tanır ya da daha doğrusu onu

buna zorlar. Yabanıllar, geçmişte o silahları birbirinden ayırt eden mesafeyi katetmeksizin, ok ve yayı bırakıp

tüfeğe geçerler. Amerika’yı sömürgeleştiren Avrupalılar tarihe yeniden başlamadılar. Almanya ya da ABD

iktisadi bakımdan İngiltere’nin önüne geçmişlerse. Bu kapitalist evrimlerindeki gelişme yüzündendir. (...)

Tarihsel bakımdan geri bir ulusun gelişmesi, zorunlu olarak, tarihsel sürecin farklı evrelerinin özgün bir

kombinasyonuna yol açar. Betimlenen bu yörünge bütünsel olarak düzensiz, karmaşık ve bileşik bir niteliğe

bürünür.” (Lev Troçki, Rus Devriminin Tarihi, 1. Cilt, s. 14-15)

16 “Dolaysız görevleri bakımından bir burjuva devrimi olarak başlayan Derim, kısa bir süre içinde güçlü sınıf

çatışmalarına yol açacak ve ancak, iktidarı ezilen kitlelerin başında durabilecek tek sınıfa, yani proletaryaya

devritmekle en son zafere ulaşabilecektir. Proletarya ise bir kez iktidara geçtikten sonra sadece kendini burjuva

demokratik programla sınırlamak istememekle kalmayacak, bunu yapmak elinden de gelmeyecektir. Ancak ve

ancak Rus Devrimi’nin Avrupa proleter devrimine dönüşmesi halinde Devrimi sonuna kadar götürebilecektir. O

zaman, Devrim’in ulusal sınırlılıklarıyla birlikte burjuva demokratik programı da aşılacak ve Rus işçi sınıfının

geçici politik egemenliği uzun süreli bir sosyalist diktatörlüğe dönüşecektir. Ama Avrupa’nın hareketsiz kalması

halinde, burjuva karşı devrimi Rusya’da emekçi kitlelere boyun eğmeyecek ve ülkeyi gerilere fırlatacaktır, hem

de bir demokratik işçi ve köylü hükümetinden çok gerilere.” (Troçki, Sonuçlar ve Olasılıklar’ın 1919’da

Moskova’da Yayımlanan Yeni Baskısına Önsöz )

Page 142: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

142

eşitsiz karakterinden: yarı feodal bir ülkede sosyalist bir devrim olabilir ve işçi sınıfı

iktidara gelebilirdi. Hâlbuki birbirini izleyen aşamalı evrim kavrayışına göre, sosyalist

devrimin, Üretici Güçlerin kapitalist ilişkilerle en çok çeliştiği kapitalist ve en gelişmiş

ülkelerde olması gerekiyordu.

Bu sonuç bir tür zındıklık, yoldan çıkma gibiydi; o zamana kadar bilinenleri alt üst ediyordu.

Ama bunun ardında, metodolojik olarak evrimin daha karmaşık bir kavrayışı, Troçki’nin

adlandırmasıyla, “eşitsiz ve bileşik” bir evrim kavrayışı bulunuyordu.

Meşhur Bolşevik ve Menşevik; Üçüncü ve İkinci Enternasyonal, Troçkizm ve Stalinizm

ayrımları, son duruşmada metodolojik düzeyde bu iki farklı evrim (aşamalı ve eşitsiz-bileşik)

kavramını yansıtıyorlardı.

Tekrar vurgulayalım ki, Troçki’nin evrim kavrayışı üretici güçlerin gelişimini tartışmıyordu,

sadece bu gelişimin karmaşık, “eşitsiz ve bileşik” karakterine dikkati çekiyor ve

çıkarsamasını bundan yapıyordu.

Aynı şekilde üretim ilişkileri ile üretici güçlerin gelişme derecesi arasındaki uyum

düşüncesiyle de sorunu bulunmuyordu. Zaten ilerde tam da bu uyumdan hareketle, Sovyet

devletinin sınıf karakteri sorununa bir cevap getirebiliyordu17

. Evrimin eşitsiz ve bileşik

gelişimine ilişkin öngörünün gerçekleşmiş olması sonucu geri bir ülkede sosyalist devrim

olmuştu. Ama bu devrim tecrit olunca, yine bizzat Marks’ın dediği gibi, geri üretici güçler

düzeyinde, sosyalizm olmayacağından, bütün pislikler geri dönüyordu18

. Rusya’da olan son

duruşmada buydu. Üretici güçler kendi geri gelişme düzeylerine uygun ilişkilere neden

oluyorlardı. Yani eşitsiz gelişme ile geri bir ülkede sosyalist devrim ve tam da bu nedenle,

17

Troçki’nin bu uyuma dayanan açıklaması en özlü biçimde şu satırlarda ifade edilir. “Komünist Manifesto’dan

iki yıl önce genç Marks şöyle yazıyordu: “Üretim güçlerinin gelişmesi (komünizmin) kesinlikle zorunlu pratik

temelidir çünkü onsuz, yokluk genelleşecek ve yoklukla birlikte gereksinmeler için girişilen kavga yeniden

başlayacaktır ki bunun anlamı tüm eski pisliklerin yeniden su yüzüne çıkması zorunluluğudur.” Bu düşüncesini

Marks hiçbir zaman geliştirmedi ve nedeni hiç de rastlantısal değildi: Geri bir ülkede proleter devrimin

gerçekleşebileceğini hiçbir zaman tahmin etmedi. Lenin de bunun üzerinde durmadı ve bu da rastlantısal

değildi: O da Sovyet devletinin bu kadar uzun bir süre tecrit edilmiş kalacağını tahmin etmedi. Gene de alıntı,

Marks’tan bir soyutlamaya varma ve karşıtından çıkarsama yoluyla, Sovyet rejiminin tamamen somut

sıkıntılarına ve hastalıklarına var geçilmez bir anahtar sunmaktadır. Emperyalist ve iç savaş yıkıntılarıyla

körüklenen yoksulluğun tarihsel temeli üzerinde, “bireysel varoluş kavgası”, burjuvazinin devrilmesinden hemen

sonraki gün ortadan kalkmamak bir yana, bu olayı izleyen yıllarda da azalmamış, tam tersine zaman zaman

duyulmadık canavarlıklara bürünmüştür. Ülkenin belli kesimlerinde ki kez yamyamlık noktasına varıldığını

hatırlatmamıza bilmem gerek var mıdır” (Lev Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, s.77, İstanbul, 1998)

18 Troçki, tam da Üretici güçlerin gelişmi ile üretim ilişkileri arasındaki uyumdan hareket ederek ve Marks’ın

aşağıdaki sözlerine dayanarak Sovyet Devriminin yozlaşmasını ve bir bürokrasinin iktidarı almasının

açıklıyordu:

“Öte yandan üretici güçlerin bu gelişmesi (daha şimdiden insanların güncel ampirik yaşantısının, yerel düzeyde

değil de dünya çapında tarihsel olarak cereyan etmesini içeren gelişmesi) kesinlikle vazgeçilemez, önce yerine

gelmesi gereken bir pratik koşuldur, çünkü, bu koşul olmadan, kıtlık, genel bir durum alır, ve gereksinmeyle

birlikte zorunlu olan için savaşım yeniden başlar ve gene kaçınılmaz olarak aynı eski çirkefin içine düşülür.”

(Marks – Engels, Alman İdeolojisi, http://www.kurtuluscephesi.org/marks/almanideoloji.html )

Page 143: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

143

üretici güçlerin geriliği nedeniyle, uygunluk yasası ile de bürokratik karşı devrim

açıklanabiliyordu.

Dikkat edilirse bu yaklaşımlar, klasik eleştirel ve devrimci Marksist yaklaşımlarla tam bir

uyum içindedir. Stalinizm’in yaydığı, gücü yaygınlığından gelen kanının aksine, “Troçkizm”,

klasik Marksizm’in kavramsal araçları ve problematiklerini İkinci ve Üçüncü

Enternasyonal’in (ilk dört Kongre sonrası) bayağılaştırmalarına karşı koruma ve savunmayı

temsil eder.

Bu eşitsiz ve bileşik evrim kavrayışıyla Troçki, yirminci yüzyılın tarihinin genel gidişini,

sosyalist devrimin önce geri bir ülkede olmasını; Sovyetlerdeki bürokratik karşı devrimi ve

bunlara bağlı olarak işçi hareketinin krizi ve faşizmi; savaş sonrası Doğu Avrupa’daki

dönüşümleri ve nihayet bizzat Doğu Avrupa’nın çöküşünü ve kapitalizme dönüşünü açıklayan

kavramsal araçları sunar. Troçki’nin geliştirip netleştirdiği bu “eşitsiz ve bileşik gelişme”

şeklinde özetlenebilecek evrim kavrayışı olmadan, yirminci yüzyıl tarihini, dolayısıyla da

bugünü anlamak olanaksızdır.

Troçki’nin eşitsiz ve bileşik evrim teorisi, tıpkı Einstein’ın Özel ve Genel Rölativite

teorisinin, Quantum Teorisine göre hala klasik fiziğin alanında bulunması gibi, Klasik

Marksizm’in evrim kavrayışı çerçevesinde kalır. Üretici güçlerin gelişmesi, sonra gelen

aşamaların öncekileri tasfiye etmesi ve üretici güçlerin gelişme düzeyi ile üretim ilişkileri

arasındaki uygunluk gibi tüm varsayımları paylaşır. Tıpkı Einstein teorisinin astronomik

boyutlardaki olayları büyük bir başarıyla açıklaması gibi, yirminci yüzyılın tarihini büyük bir

başarıyla açıklar. Ama Tıpkı klasik fiziğin kavramlarının atom altı parçacıklar âleminde

yetersiz olması gibi, Kapitalizm Öncesi Tarih ve Az Gelişmişliğin Gelişmesi söz konusu

olduğunda, artık bu evrim kavrayışı yetersiz hale gelir. Orada Quantum Fiziği benzeri yeni bir

Tarihsel Maddeciliğe ihtiyaç vardır. Kıvılcımlı’nın evrim teorisine katkıları işte tam burada

ortaya çıkar.

*

Kıvılcımlı, geri kalmış bir ülkenin sosyalisti olarak, azgelişmişlik sorunuyla ve aynı zamanda

kapitalizm öncesinin büyük uygarlık beşikleri az gelişmiş ülkeler olduğundan, kapitalizm

öncesi Tarih ve Toplumlar sorunuyla karşılaşır19

. Bu farklı toplumlarda karşılaştığı sorunları

açıklayabilmek ve çözebilmek için; “Azgelişmişliğin gelişmesi” olgusunu ve kapitalizm öncesi

19

"Böyle bir araştırma neden önemli oldu?

"Bugünkü Türkiye'yi anlamak İçin, onun, dün içinden çıktığı (daha doğrusu bir türlü içinden çıkamadığı)

Osmanlı Tarihine inmek gerekti. Osmanlı Tarihinin mad¬desine girince, onun İslam medeniyetinde bir

"Rönesans" olduğu belirdi. İslam me¬deniyeti : tıpkı Grek ve Roma Medeniyetleri gibi, Kent'ten (Çileden)

çıkmış Antika (kadim) medeniyetlerden biriydi. İlk Sümer öncesinden (Protosümerterden) İslam me¬deniyetine

gelinceye değin sıralanan antika medeniyetlerin hepsi de : hem birbirinin ayni, hem birbirinin gayri olarak

birbirlerinden çıkagelirlerken, hep ayni gidişi (proseyi) gösteriyorlar ve bir tek kanuna uyuyorlardı.

"Günümüze değin uzanmış bütün poblemlerin : sebep-netice zincirlemesiyle nasıl ta Protosümerlere dek dayanıp

çıktığı dupduru anlaşılmadıkça, hiçbir somut (konkret) Tarih olayı gereği gibi aydınlanamıyordu." (Hikmet

Kıvılcımlı, Tarih Devrim Sosyalizm, s. 5)

Page 144: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

144

binlerce yıllık uygarlıklar tarihini açıklamak için, evrim kavrayışını ve üretici güçler

kavramını baştan aşağı değiştirmek zorunda kalır.

Kıvılcımlı 1960’lardan önce, iki savaş arası dönemde, 1960’lardan sonra “Az gelişmişliğin

Gelişmesi” sorunuyla meşgul olan ve bunu kapitalist ekonominin kendi iç mantığıyla “Merkez

Çevre” ikilemiyle açıklamaya çalışanlardan (“Dörtlü Çete” Arrighi, Frank, Wallerstein, Amin

vs.) veya batı Marksizm’i geleneğinin devamı olarak, sorunu “Toplumsal Formasyon”

kavramı çerçevesinde (Balibar, Laclau vs.) ve daha ziyade de skolastik ve metodolojik

düzeyde tartışanlardan20

çok önce, sorunu Tarihsel Maddeciliğin kavramları ile tartışır ve

özgün bir teori geliştirip katkılarını yapar21

.

Kıvılcımlı bu çalışmaları sonucunda, Marks ve Troçki’nin dayandığı ve sorgulamayı

akıllarından bile geçirmedikleri, üretici güçlerin sürekli gelişmesi varsayımı sorgular.

Gelişmiş üretim ilişkilerinin geri üretim ilişkilerini tasfiye edeceği varsayımını sorgular.

Dolayısıyla da üretici güçlerin gelişme düzeyi ile üretim ilişkileri arasındaki uyum

varsayımını sorgular.

Marks’ta üretici güçlerin gelişmesi veri olduğundan, o “ileri bir ülke geri olana geleceğini

gösterir” diyor ve o zamanın Almanya’sına “Aldırmıyorsun ama anlattığım bu senin

hikâyendir” diye bitiriyordu sözlerini. Troçki’nin bu çıkarsamayla sorunu yoktu, Troçki

sadece bu geleceğe giden farklı yollar olduğunu gösteriyordu. Klasik Marksizm’in veya

Troçki’nin ufkunda ve paradigmasında, ileri bir ülkenin geri bir ülkeye geleceğini

göstermemesi, yani az gelişmişliğin gelişmesi gibi bir problem bulunmuyordu.

Ne var ki, sömürge ve yarı sömürge ülkeler için; daha doğrusu yirminci yüzyılla birlikte

kapitalizme giren ülkeler için, artık ileri bir ülke geri bir ülkeye geleceğini göstermiyordu.

Yani geri ülkelerin evrimi ileri ülkelerin izinden gitmiyordu; üretici güçler gelişmiyordu,

gelişemiyordu; göreli olarak ileri ülkelerle aralarındaki fark daha da büyüyordu. Yirminci

Yüzyıla kadar Avrupa’da ve Japonya’da görüldüğü türden, geriden gelenin öne geçmesi değil,

geridekinin giderek daha da geride kalması; ileridekinin giderek daha da arayı açmasıydı

20

Bu konudaki tartışmaların geniş bir özeti şu kitapta bulunabilir: “Üretim Tarzlarının Eklemlenmesi Üzerine”

(Foster-Carter, Wolpe,Laclau, Taylor, Mouzelis, Ersoy, Ankara, 1984). Kitapta geniş ölçüde özetlendiği gibi, bu

konuyla batı Marksizm’i geleneği, “Üretim Tarzı” ve “Toplumsal Formasyon” kavramı bağlamında daha ziyade

skolastik, yani Marksizm’de kavramın anlamı üzerine, bir tartışma yürüttü. Bunlarda, Merkez-Çevre ekolünün

tersine, somut ekonomi ve sınıf analizleri pek bulunmaz, tartışma felsefidir, yöntembilimseldir. Aynı az

gelişmişlik olgusunu ele alan iki ayrı paradigma söz konusudur.

21 “Merkez-Çevre” ekolü de Ekonomi Politikten Tarihe ve Tarihsel Maddeciliğin konusuna doğru bir ağırlık

noktası kayması yaşamıştır. Örneğin Samir Amin “Dünya çapında birikim kuramını kurmak için toplumsal

formasyonların teorik bir tarihine ihtiyaç olduğunu düşünüyordum” (S. Amin, Entelektüel Yolculuğum, s. 58)

diyor. Wallerstein giderek tarihe yönelir ve bu onun Tarihçi Annales okuluyla sıkı ilişkilerine yansır. Frank da

son zamanlarda kapitalizmi ta Sümerlerden başlatma eğilimine girer. Yani bu ağırlık noktası kayışı onları

Kıvılcımlı ile aynı alana yaklaştırır. Ama kapitalizmi bir üretim değil bir değişim ilişkisi olarak anladıklarından,

her sermayeye dayanan sistemi kapitalizm olarak kavrarlar (S. Amin daha farklıdır), prekapitalist ve modern

kapitalist sermaye ve toplum arasındaki zıtlığı ve farkı göremezler. Onların aksine Kıvılcımlı da zam bu fark ve

zıtlığa oturtur otantik bir Marksist olarak analizini.

Page 145: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

145

ortada görülen. Eğer yeni olgunun eski kavrama sığmayışını göze batırmak için bir

formülasyon yapmak gerekirse, ortada görülen “eşitsiz ve bileşik bir gelişim” değil,

“gelişememe”dir; “az gelişmişliğin gelişmesi”dir

Bu geri kalmışlığın yanı sıra, sınıf ilişkilerinde ise genellikle, üretici güçlerin gelişme

düzeyinin tam tersi ultra modern bir sınıf egemenliği ilişkisi görülüyordu. Bu Terslik en iyi

Rusya ve Türkiye örneklerinde görülebilir. Rusya’da Politikaya, Çarlık ve Aristokrasi

egemendi; ama ekonomide son derece yoğunlaşmış ve modern teknik kullanan bir sanayi

vardı. Türkiye’de ise tam tersine, Politikada egemen güç, Finans Kapitaldi; Ekonomide ise

son derece geri bir teknik ve az gelişmiş bir işçi sınıfı egemen olmaya devam ediyordu22

.

Başlangıçta Kıvılcımlı da tıpkı Troçki gibi, Türkiye’deki gidişin, Rusya benzeri bir yol

izleyeceğini, hatta benzer aşamaları Rusya’dan daha kısa sürede ve hızlı aşacağını düşünür.

Örneğin 1930’ların başında yazdığı Yol’da, tıpkı 1905’deki Troçki gibi çıkarsamalar yapar23

.

Ne var ki, başlangıçta öyle gidecek gibi görünmesine rağmen, Türkiye’de ne teknik, ne sınıf

ilişkileri ne de proletarya Rusya’da olduğu gibi bir gelişim göstermez. Sosyal iktidara

Burjuvazi bir yana, Finans Kapital egemendir ama ülke son derece geri bir teknik

düzeyindedir. Finans kapital egemen olmasına rağmen, kapitalizm öncesinin gerici sermayesi

ve ilişkileri gücünü ve varlığını korur ve tasfiye olmazlar. “Geleceğin ve geçmişin kamburu”

üst üste binmiştir.

Bu sefer, niye Rusya’daki gibi bir evrim olmadığını açıklamak başlı başına bir sorun olur.

Yani az gelişmişliğin gelişmesinin açıklanması, yani üretici güçlerin geri kalması. (Tabii

daima bu nispi olarak anlaşılmalıdır.) Olgun Kıvılcımlı’nın sonraki bütün teorik çabası ve

katkısı bu tam tersi gidişi anlamakta toplanır.

Kıvılcımlı, bu sorunu çözebilmek için, evrimin daha karmaşık bu görüngüleri üzerinde

yoğunlaşır. O zaman da daha üst üretim ilişkilerinin ve bunun ürünü sınıfların, önceki üretim

22

Zaten tam da bu görüngüdür, Merkez-Çevre ekolünü, az gelişmişliği kapitalizmin kendi mantığıyla

açıklamaya iten. Onlar geri ülkelerdeki ilişkilerin dünya kapitalist ekonomisiyle olan sıkı ilişkisine ve oradaki

egemen sınıfların hiç de klasik “Feodal” sınıflar olmamalarına vurgu yapmışlardır. Böylece geniş bir olgular

yığınını tanımlamışlar ama tam da açıklanması gereken olguyu açıklama gibi sunmuşlardır. Temel yanılgıları, az

gelişmişliğin, sermayenin saf hareketinin değil, gerçek tarihsel hareketinin ürünü olduğunu anlamamaları ve bu

ayrımı yapamamalarıdır.

23 Kıvılcımlı’nın 1930’ların başında tam bir “Stalinist” olarak yazdığı ve ancak bazı bölümleri 70’lerde

yayınlanabilen Yol adlı çalışması aslında bilinçsiz bir “Troçkizm”i yansıtır. Kitabın “Geç Gelme” bölümü “Geç

gelmenin faziletleri” gibi ifadeleri, Troçki’nin “tarihsel olarak geri bir durumun sunduğu imtiyaz” dediği aynı

eşitsiz ve bileşik gelişmeyi anlatır. Almanya ve Rusya ile Osmanlı ve Türkiye’yi karşılaştırır ve aynı aşamaların

daha hızlı geçildiği ve atlandığı tespitini yapar. Örneğin şöyle yazar: “”II. Nikola, Rusya’da Deli Petro

döneminden beri başlamış ve oldukça gelişmiş bir merkezileşmiş sanayi bulmuştu. Mustafa Kemal Türkiye’si,

Rusya’da Deli Petro döneminden beri olan süreci hızla tamamlamak ve modern sanayi sermayesini birdenbire

kurmak zorunda kalmıştır.” (s. 176) Bir çok örnekler verdikten sonra şu sonucu çıkarır: “Ve Rusya’da 50 yıl

boyunca yürünen yol Türkiye’de 5-10 yılda aşılacak hale gelebilir.” (.s. 177) Türkiye’de kapitalizmin aşamaları

böyle hızlı aştığı, sosyalizmin de doğrudan Leninizm’den ilham alarak doğduğundan hareketle beş on yıla kadar

Türkiye’de sosyalist devrim olabileceği sonucunu çıkarmayı okuyucuya bırakır.

Page 146: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

146

ilişkilerini ve sınıfları tasfiye ettiği ve onların yerini aldığı varsayımını sorgular. Bunun yerine

bunların bir tür simbiyoz ilişkiye girerek birbirlerinin varlığını güçlendirdiklerine dikkati

çeker. Yani Türkiye’de kapitalizm, tam da eşitsiz ve bileşik gelişim sonucu Finans-

Kapitalizm, hatta Tekelci Devlet Kapitalizmi denebilecek ve savaş sonrasında dünyada

yaygınlaşacak biçimde doğduğu için, bu süper modern Finans-Kapital, prekapitalist sınıf ve

ilişkileri tasfiye etmez, aksine onlarla ittifaka girip, onları güçlendirir24

.

Bu Troçki’nin eşitsiz ve bileşik gelişim yaklaşımını da içeren ama onu da aşan bir kavrayıştır.

Eşitsiz ve bileşik gelişim sonucu, Türkiye’de kapitalizm Finans-Kapitalizm, hatta Tekelci

Devlet Kapitalizmi olarak doğmuştur. Ama buna rağmen ve tam da böyle olduğu için, “feodal

kalıntılar” ya da kapitalizm öncesi “Tefeci-Bezirgan sermaye” gücünü ve egemenliğini sadece

sürdürmez pekiştirir. Yani süper modern Finans-Kapitalizm, prekapitalizmi tasfiye etmez,

onunla “Etle tırnak gibi” olur25

, bir simbiyoz yaşama geçer veya kimilerinin dediği gibi

“eklemlenir”26

.

*

24

“O zaman ne oldu? Geri ülkelerde Antika Tarihin sık sık yazdığı cilvelerden biri oldu. Bu bir çeşit "TERSİNE

RÖNESANS" idi. Kapitalizm, Batı'da TEFECİ-BEZİRGAN sınıfı kökünden kazımadıkça, normal olarak

doğmamıştı. Fakat geri ülkelerde, kapitalizmin son çağı olan Emperyalizm döneminde Tefeci-Bezirgan sınıfı

kökünden kazınmak şöyle dursun, bütün dişleri ve tırnaklarıyla kapitalizme ortak olmaya ve kapitalist iktidarı

ayakta tutmaya kendini verdi. Bu bir Tarihin tersine akışı mıydı? Evet. Böyle tersine akıntılar ölüm çağına

gelmiş düzenlerin büyük anaforları içinde görülebilirdi. Kapitalizmin inkar edeceği Tefeci-Bezirgan sınıfı, 20nci

yüzyılda sanki kapitalizmi inkara kalkışmiş gibiydi. Ancak bu görünüştü. Dizginler görünmeyen örümcek ağları

gibi uluslararası Finans-Kapital mekanizmasının ve en büyük emperyalist iktidarların elinde idi. Modern

Finans-Kapital nasıl Tarihin çarklarını geri çevirmekte ve gericilik yapmakta eşsiz ise, tıpkı öyle, Antika Tefeci-

Bezirgan sınıfı da insan kazançlarını inkar etmekte ve gericilik yapmakta Emperyalizmden aşağı kalmıyordu.

Böylelikle tencere yuvarlandı kapağını buldu. Ortaçağlardan hatta ilk Antika çağlardan kaldığı bilinen Kadim

Tefeci-Bezirgan sınıfı: Modern çağın dünya ihtilalleri ve sosyalizm döneminde Finans-Kapitale YEDEK UYDU

ve İHTİYAT GÜCÜ olarak geri ülkelerde iktidar mevkiini paylaştı. Bu yüzden Tefeci-Bezirgan sınıfı, sanki bir

modern sosyal sınıf imiş gibi geri ülkelerin ekonomisinde, toplum ilişkilerinde, politikasında, kültüründe,

ahlakında ağır basan söz sahibi bir sınıf kesildi.

Bugün geri ülkelerin SOSYAL YAPISI denince, yukarıda saydığımız SINIF İLİŞKİLERİ gözümüz önünden

ayrılmamalıdır.” (Dr. H. Kıvılcımlı, Genel Olarak Sosyal Sınıflar, AYDINLIK, Sayı: 2, Aralık 1968, s 119-133)

25 “Batı kapitalizmi gençlik çağında iken Türkiye'nin yatalak Tefeci-Bezirgân düzeni Kapitalizme karşı hiç bir

rezonans göstermedi. İlerici serbest rekabet kapitalizminin dalgası Türkiye'yi hiç ilgilendirmedi.

20. yüzyıla geldik. Kapitalizm: iratçı, monopolcu Finans-Kapital egemenliği biçimine girdi. Bu, kapitalizmin

ölüm döşeğine yatış çağı oldu. 0 zaman bizim yatalak Tefeci-Bezirgân düzenimiz: Finans-Kapital adlı tekelci

yatalak sermaye ile tam rezonans hâline girdi. Birbirlerine denk düştüler.

Halkımızın bir deyimi vardır: "Hacı hacıyı Arafat'ta, it iti kalafatta bulur!" der. 20. ci yüzyılda kapitalizmin

derebeğileşmesi demek olan Finans-Kapital ile Tefeci-Bezirgânlığın derebeğileşmesi demek olan Osmanlı

toplumu hemen can cana, baş başa kuzu sarması oldular.” (Dr. H. Kıvılcımlı, Üretim Nedir?, s. 77)

26 Bu kavramın kullanımları veya bu kavram kullanılmadan aynı fenomenin ele alınışı vs. hakkında yine bu

kitapta geniş bilgi bulunmaktadır: Foster-Carter, Wolpe,Laclau, Taylor, Mouzelis, Ersoy, “Üretim Tarzlarının

Eklemlenmesi Üzerine” (Ankara, 1984).

Page 147: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

147

Bu evrim kavrayışının Marks ve Troçki’dekinden farkını gösterebilmek için, biyoloji ve

paleontolojideki evrim kavramının evrimi bir fikir verebilir.

Klasik biyolojik evrim kavramı, tıpkı ilkel, köleci, feodal, kapitalist sıralaması gibi tek

hücreliler, süngerler, yumuşakçalar, omurgalılar, balıklar, sürüngenler, memeliler, primatlar

gibi bir sıra izler ve daha sonra gelenin diğerlerinin yerini aldığı ve onlardan üstün olduğu var

sayılır.

Ama modern biyoloji, bu evrim kavrayışıyla yetinemez ve bununla var olan gerçekliği

açıklayamaz. Evet, örneğin insanlarla tek hücreliler evrimin adeta iki ayrı ucu gibidirler ama

insan bağırsağındaki tek hücreliler ile simbiyoz bir yaşam içindedir. Onlar yiyecekleri

parçalamasa insanın yediklerini hazmetmesi olanaksız olur. Elbette bu ekstrem bir örnektir

ama biyolojik alem böyle binlerce örnekle doludur. Örneğin çiçekli bitkilerin ve böceklerin

evrimi ancak bu mekanizmayla açıklanabilir. Evrimin sonra gelen aşamaları sadece

öncekilerin yerini almaz, onlar var olmaya devam ederler ve daha da öteye gidip karşılıklı

olarak birbirlerinin var oluşunu etkilerler. Evrim ve onun karmaşık yapısı böyle daha derin ve

doğru olarak açıklanabilir.

İşte Kıvılcımlı’nın yaptığı aşağı yukarı Toplum ve Tarih kavrayışına böyle bir evrim

kavramını getirmesidir. Sonra ortaya çıkan aşamalar öncekileri sadece tasfiye etmez ve onun

yerini almaz, aynı zamanda onu güçlendirir, yaşatır ve onunla simbiyoz bir ilişkiye girerler ve

bu ilişki içinde onların kendileri de değişirler.

Bu kavrayışın politik sonuçlarının nasıl alt üst edici olduğu, en iyi Marks ve Troçki’nin evrim

kavrayışlarının programatik sonuçlarıyla bir kıyaslama içinde görülebilir.

Klasik anlayışa göre bir ülke kapitalistse önündeki devrim sosyalist, feodal veya yarı feodal

ise önünde demokratik devrim görevleri olur. Troçki, eşitsiz ve bileşik evrim kavrayışıyla,

feodalizmin egemenliğindeki bir ülkede sosyalist devrim olabileceği sonucunu çıkarır. Ama

Kıvılcımlı, finans kapitalizmin egemenliği altında, kapitalist ilişkilerin yaygın ve egemen

olduğu bir ülkede demokratik karakterli bir devrim gerektiği sonucunu çıkarır. Çünkü finans

kapitalizm pre-kapitalizmi tasfiye etmemekte, güçlendirmekte, onunla kader ortaklığına

girmektedir. Egemen sınıf süper modern olmasına rağmen ve tam da o nedenle, devrim

demokratik görevleri çözmeyi önüne koymalıdır. (Elbette bu devrimin kendi dinamiğiyle bir

sosyalist devrime dönüşmesini, yani “Sürekli Devrim”i, dışlamamaktadır.)

Bu paradigma farkını kavrayamayan birçok Troçkist, kolaylıkla Kıvılcımlı’yı kendi eski

paradigmaları içinde değerlendirip, demokratik görevlere yaptığı vurgu nedeniyle klasik

Stalinist bir “aşamalı devrim” kuramcısı olarak görebilir ve görmüştür. Ne var k bu

yanıltıcıdır. Kıvılcımlı çok ilerde, Troçki’den de ötede başka bir paradigmaya aittir27

.

27

Örneğin birçok Troçkist “üçüncü dünyada egemen dünya pazarıyla bütünleşmiştir” diyerekten sosyalist

devrim önerdiği ve Stalinist Partilerin milli burjuvaziyle ittifak siyasetine karşı argüman sunduğu için, A. G.

Frank’ın yaklaşımını desteklerler, ama bunun aslında metodolojik olarak Troçki’den daha geri bir çıkarsamaya,

“ilişkiler kapitalisttir o nedenle devrim sosyalist karakterli olmalıdır” çıkarsamasına, geri dönüş olduğunu

göremez ve anlamazlar.

Page 148: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

148

Kıvılcımlı’nın yaklaşımı Troçki’ninkini reddetmez, onu da kapsar, ama aynı zamanda onu

aşar. Troçki’ninki ise Kıvılcımlınınkini kapsamaz, daha sınırlıdır.

Marks’ın formüle ettiği biçimiyle Tarihsel Maddecilikte farklı üretim biçimleri zaman içinde

birbirlerini izlerler ve birbirlerinin yerini alırlar. Kıvılcımlı’da, o zaman içinde birbirini

izleyenler, aynı mekan ve zaman içinde, karşılıklı ilişki içinde birbirini değiştirişleri içinde ele

alınır.

Bu yöntem, gerçekliğin çok daha derin bir kavrayışını vermekle kalmaz, az gelişmişliğin

gelişmesi gibi, ileri bir ülkenin geri bir ülkeye geleceğini göstermemesi gibi, sanki ilk bakışta

Tarihsel Maddeciliğin ilk formülasyonlarıyla çelişiyor görünen fenomenleri de daha gelişmiş

bir Tarihsel Maddecilikle açıklar.

Burada, evrimi ve farkları daha net gösterebilmek için, Kıvılcımlı ve Troçki’nin farklı evrim

kavrayışlarından söz ediyoruz. Elbette Marks’ta, Kıvılcımlı ve Troçki’nin; Troçki’de

Kıvılcımlı’nın evrim kavrayışların tohumları vardır ve önceki formülasyonlar sonraki

formülasyonları dışlamaz. Ama bu tohumlar sonra gelende gelişmiş veya politik, programatik

ve stratejik sonuçlara ulaşmıştır.

Troçki’nin veya Marks’ın paradigmasında az gelişmenin gelişmesi öngörülmez ya da o

paradigmadan böyle bir sonuç çıkmaz; dolayısıyla klasik paradigmayla az gelişmişliğin

gelişmesini açıklamak mümkün değildir28

. Ama toplumda böyle bir olgu (Fenomen) vardır.

Az gelişmişlik gelişmektedir; ileri ülkeler artık geri ülkelere geleceklerini göstermemektedir.

Bu durumda öyle bir kavram sistemine ihtiyaç vardır ki, hem gelişmeyi, hem eşitsiz ve

bileşik gelişmeyi, hem de az gelişmenin gelişmesini açıklayabilsin. Daha gelişmiş bir teori,

sadece gelişmeyi ve eşitsiz gelişmeyi de değil, gelişememeyi ve gelişmemeyi de

açıklayabilmelidir. Hem de bunu tutarlı bir kavram sistemi içinde başarabilmelidir.

İşte Kıvılcımlı’nın yaptığı veya en azından yapmaya çalıştığı budur. Bu sorunu çözebilmek

28

Troçki’nin bu konuya en çok yaklaştığı ve eskinin sonuçlarını çıkardığı yerde bile az gelişmişliğin gelişmesi

sorunu yoktur. Onların birer özne olarak tanınması vardır. O öznenin bakış açısından tarihe bakış, dolayısıyla

öyle bir bakışın ortaya çıkaracağı teorik sorunlar yoktur. Örnek: “Manifesto, kapitalizmin geri ve barbar ülkeleri

nasıl kendi girdabına aldığını açıklarken, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin bağımsızlık için verdikleri

mücadelelere hiç gönderme yapmaz. Marx ve Engels, toplumsal devrimi “en azından önde gelen uygar

ülkelerde” gelecek birkaç yılın sorunu olarak düşündükleri ölçüde, sömürge sorununun da, ezilen ulusların

bağımsız hareketinin sonucu olarak değil, kapitalizmin metropol merkezlerinde proletaryanın kazanacağı zaferin

sonucu olarak otomatikman çözüleceğini düşünüyorlardı. Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde devrimci strateji

sorunlarına bu nedenle Manifesto’da hiç dokunulmaz. Bugün bu sorunlar bağımsız çözümler gerektirmektedir.

Örneğin, “ulusal anavatan” sözünün ileri kapitalist ülkelerde en zararlı tarihsel fren haline geldiği çok açık

olduğu halde, bağımsız bir varoluş için mücadeleye zorlanan geri ülkelerde bu hâlâ görece ilerici bir faktör

olarak önümüzde durmaktadır.

“Komünistler” diyor Manifesto “her yerde, varolan toplumsal ve politik düzene karşı olan her devrimci hareketi

desteklerler.” Renkli ırkların kendilerini ezen emperyalistlere karşı hareketi, varolan düzene karşı olan en

önemli ve güçlü hareketlerden birisidir ve bu nedenle beyaz ırk proletaryası saflarından eksiksiz, koşulsuz ve

sınırsız bir destek beklemektedir. Ezilen uluslar için devrimci strateji geliştirme onuru başlıca Lenin’e aittir.”

(Troçki, Komünist Manifesto’nun Doksanıncı Yıldönümü”

Page 149: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

149

için, Finans Kapital ve Tefeci Bezirgan kaynaşması kavramını veya Kadın Sosyal Sınıfımız29

gibi yazılarında ifadesini bulan, farklı üretim ilişkileri ve bunlarla ilişkili sınıfların

kaynaşması kavrayışını geliştirir.

Örneğin, Komün, Bezirgan Uygarlık ve Modern Kapitalizm, sadece tarihte birbirini izleyen

toplum biçimleri değildir, onlar bu gün bir arada30

ve karşılıklı ilişki içinde bir toplumsal

sistem yaratırlar31

. Köyler komün, kasabalar antik uygarlık, şehirler kapitalizmdir. Köyde

29

Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Kadın Sosyal “Sınıfımız”, Kıvılcım, sayı 1, Temmuz-Ağustos 1978, s. 120)

30 Örneğin Lenin, devrim’den sonra Rusya’daki toplumsal ilişkilere ilişkin bir değerlendirmesinde Rusya’da beş

üretim biçiminin bir arada bulunduğunu söyler ama bunlar basitçe yan yana bulunmaktadırlar, karşılıklı ilişkileri

içinde, birbirileri üzerinde yaptıkları etkilerle bir süreç olarak ele alınmazlar.

31 Bu yöntem şu satırlarda dupduruca açıklanmakta ve uygulanmaktadır: “Bizde sosyal ehram başlıca üç katlı bir

Bâbil Kulesi'dir. Sosyal katlardan herbiri ötekilerini soysuzlaştırıp berbatlaştırır. O katmerli ve sonturlu üç

kattaki sınıfların çelişki ve çatışkıları bütün azgınlıklarıyla ayakta durur. 3 katı şöyle sıralayabiliriz:

1- Üst kat: Büyük Şehirler, ayrı bir dünyadır. Ona Modern Kapitalizm dünyası diyebiliriz.

2- Orta kat: Kasabalar Türkiyesi'dir. Orta dünyamız Antika Tefeci - Bezirgan dünyası olarak adlandırılabilir.

3- Alt kat: Köyler Türkiyesi'dir. Orası artık ne Modern, ne Antika toplum değil, söz yerinde ise Tarihöncesi

dünyası sayılabilir.

Tekrar edelim: bu üç ayrı dünya, üç ayrı Toplum Tarihi konağı birbirlerinden hem binlerce yıl ayrıdırlar, hem

birbirleriyle aynı yerde bulunurlar.

Bu 3 sosyal katın üstüste yığılı lanetlenmiş yomsuz ehramı gözönünde tutulmadıkça ve ehram İçindeki her katın

ötekilerle olan ilişkileri ve çelişkileri dupduru kavranılmadıkça Türkiye'nin Sosyal Sınıflar problemi aydınlığa

kavuşamaz.

SOSYAL 3 KATIN KARAKTERİSTİĞİ

Her katın ayrı ayrı:

1- Özel Ekonomi temeli,

2- Özel Üst ve Alt sınıfları,

3- Özel birer Sömürge halkı..

vardır. Bu özellikleri, biraz soyutlaştırma pahasına da olsa, ayrı ayrı değerlen-dîrmedikçe, çevremizin somut

kördövüşünü içyüzü ile anlayamayız.

EN ALTTA: Köylülük katının ekonomi temeli, Barbarlık çağını bir türlü aşamamış toprak ekonomisidir. Bu

ekonomi yapısı içinde, hiç şaşmaksızın gerçekliği kendi adıyla çağırmaktan çekinmeyelim. Köyün ilkel öntarih

ekonomisinde egemen üst sınıf: Babahanlığın bütün olumlu yanlarını yitirmiş Köylü erkekleri'dir; alt sınıfı ne

denli yumuşatılırsa yumuşatılsın, bir sosyal kast kadar donmuş ve sertleşmiş olduğu için "sınıf" adını alabilecek

ayrılıkta Köy Kadınları Sınıfı' dır.

Bu bakımdan, köylülüğün, söz yerinde ise Sömürge halkı, bütünüyle Köy Kadını'dır. Türkiye'de azıcık yaşadığını

düşünebilen hiçkimse, bu söylediğimiz karakteristik özelliğin anlamına yabancı kalamaz.

ORTADA: Taşramızın Kasabalık katında ekonomi temeli, tâ Bâbil çağından kalma Tefeci - Bezirgan

ekonomidir.

Bu ekonomi sistemi içinde, egemen sınıf karakterini bütün yamanlığı ile yaşatan üst sınıf: Tefeci Hacıağalar ile

Vurguncu Bezirganlar ve onların derebeğileşmiş "Ayan", "Eşraf", "Agavat", "Hanedan" adlı elemanlarıdır.

Page 150: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

150

erkek, kasabada tefeci bezirgan, şehirde finans kapital egemendir. Köy ve kasaba (komün ve

antik uygarlık) şehrin (finans kapitalizmin); Köy (komün) kasabanın (Antik uygarlık); kadın

da hepsinin ve köy erkeğinin iç sömürgesidir. Böylece gericilik ve gerilik ile kadın sorunu

arasındaki bağ; bütün gericiliğin “namus” (=kadın köle) elden gidiyor” bayrağıyla ezilen

sınıfları peşine takışının mekanizmaları nefis bir biçimde açıklanır32

.

*

Ama Üretici Güçler ve Evrim Teorisi bakımından daha büyük sorun, kapitalizm öncesi tarihte

ortaya çıkıyordu. İstisnasız olarak, bütün eski uygarlık beşikleri kapitalizme geçememişlerdi

ve bu günün az gelişmiş ülkeleriydi.

Kategorik ve soyut olarak, klasik kavramsal araçlarla, Kapitalizme Geçişin niye uygarlığa en

geç giren İngiltere’de olduğunu, Eşitsiz ve Bileşik gelişim ile açıklamak mümkündür ve bir

zorluk oluşturmaz33

.

Ama bu eski uygarlık beşiklerinin niye kapitalizme geçemediğini Üretici Güçlerin gelişme

düzeyiyle açıklamak ciddi bir sorundur. Çünkü bu ülkeler kapitalizme geçiş döneminde,

İngiltere’den daha geri bir üretici güçler düzeyinde değildiler. Sanayi devrimine kadar Klasik

Uygarlıklar ve Batı Avrupa arasında üretici güçlerin gelişme düzeyi bakımından neredeyse

hiç bir fark bulunmuyordu.

Kasabalığın en keskin anlamı ile içeride Sömürge Halkı: genellikle Türkiye'mizin bütün Taşra Halkı, özellikle

tüm kadın - erkek Köylülüktür.

EN ÜSTTE: Modern merkezleşmen Şehirlilik katında ekonomi temeli genellikle "Modern" adı verilebilecek

olan Kapitalizmdir. Ancak bu kapitalizm Meşrutiyet çağında Komprador Kapitalizm, Cumhuriyet çağında

Finans - kapitalizm biçimiyle ağır basar.” Dr. H.K., Kadın Sosyal Sınıfımız, s. 120-121)

32 “Her köy erkeği, üstteki Kasaba Tefeci - Bezirganının toprak esiri'dir. Ama, tarlasında ve evinde boğaz

tokluğuna Avrat - Köleler çalıştırıp ezer. O yüzden, Tefeci - Bezirgan politika ufunetine bütün sapıklığıyla oy

vermeyi boynunun borcu bilir. Kadına hak ve hürriyet mi? Ya çarıksız köylü, kimi kendi yerine nöbete çıkarıp

köle olarak çalıştıracak?

Türkiye "Köylü memlekettir". Ne şüphe? "Şehir" adını taşıyan bucaklarda köy üretimi ve köylü psikolojisi

"ağırlığını" bastırmıştır. Nereden gelirse gelsin, her ileri adımın karşısına gericilik: "Namus" meselesi yaptığı

kadın avcılığı ile çıkar ve halkın oylarını sırf o demagojiyle dahi çatır çatır koparıp alır. Hacıağanın emekçi

halka bilir bilmez kabul ettirdiği "Namus" sözcüğü: Kadının ev kölesi, toprakbent, tarla paryası durumundan

ebediyyen kurtulamayış kuralına takılmış bir uçkur etiketidir.” (Dr. H. K., age. S.133)

33 Güçlü Devlet olmaması yani uygarlığa bulaşmamışlık ile kapitalizme geçiş ilişkisi çok açıktır. Buna Mandel

de değinir. “Avrupa dışındaki kapitalizm öncesi medeniyetlerde mutlak devletin üstünlüğü bir tesadüfün sonucu

değil, sosyal artı ürünün kesin bir şekilde temerküzünü gerektiren sulu tarımın tabi olduğu şartların sonucudur.

[İlk bakışta aykırı gibi görünse de] bu medeniyetlerin, gelişmelerinin yarı yolunda kalmalarına sebep, toprağın

son derece bereketli olması ve nüfusun gittikçe artmasıdır.(...) Batı Avrupa’daki (ve bir dereceye kadar

Japonya’daki) ekonomik gelişmenin bu özellikleri, (yani sermayelere el koyacak bir güçlü devlet olmaması, ki bu

da bizzat komünlerin yaşayan gücüyle ve uygarlığa geç girişle ilgilidir) sınai devrimin ancak bu bölgelerde

mümkün olduğunu göstermiyor, sadece, kapitalist üretim tarzının niçin önce AvrupaDa meydana geldiğini

gösteriyor.” E. Mandel, Marksist Ekonomi El kitabı, Cilt.1, s.203-204. Kıvılcımlı bu geçişi İlkel sosyalizmden

kapitalizme ilk ve son geçiş (İngiltere ve Japonya) örneklerinde işler.

Page 151: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

151

Bu sorun en açık Güney ve Kuzey Amerika’nın farklı evrimlerinde görülebilir. Kuzey’e de

Güney’e de gidenler aşağı yukarı aynı üretici güçler seviyesindeki toplumların insanlarıydılar.

Örneğin ikisi de okyanusu aşabilecek gemiler yapabiliyorlardı. Niye kuzey kapitalizme

geçmişti de güney geçememişti?

Ama şöyle bir ilişki çok açık görülüyordu, Güney’e gidenler, ta Fenikeliler zamanında

uygarlık pisliğine bulaşmış, klasik Akdeniz Uygarlığının insanlarıydılar, dolayısıyla Güney de

aslında Klasik Uygarlıklar kategorisinde dâhildi ve Klasik uygarlıklar kapitalizme

geçemiyorlardı. Niye?

Bu bağlantı Kıvılcımlı’yı bu uygarlıkların Tarihine yöneltmişti. Orada görülen ise bütün

bilinenleri alt üst ediyor, ek teorik zorluklar ortaya çıkarıyordu. Çünkü Antik Tarihte, Üretici

Güçler gelişmiyordu34

ve üstüne üstlük buna rağmen devrimler oluyordu. Ve bu devrimler,

üretici güçlerin gelişimi eski üstyapıya artık sığmadığı için değil, Üretici Güçler gerilediği

için oluyordu ve devrimleri yapanlar da devrimci sınıflar değildi. Üstüne üstlük bu

devrimleri daha geri üretici güçler düzeyini temsil eden toplumlar yapıyordu. Eldeki

kavramlar ve onların bu eldeki biçimiyle bu işin içinden çıkma olanağı bulunmuyordu.

Çok genel olarak insanlık tarihine bakınca bir eğilim olarak, üretici güçlerin bir gelişmesi

görülür. Kol gücü komün, havyan, rüzgar ve su gücü klasik uygarlık, buhar gücü kapitalizm.

Bu farklı üretim biçimlerini üretici güçlerin gelişmesinden daha iyi ve tutarlı açıklamak

mümkün değildi. Zaten bu nedenle Marks, Felsefe’nin sefaletinde şöyle yazar:

"Toplumsal ilişkiler, üretici güçlere sıkı sıkıya bağlıdırlar. Yeni üretici güçler sağlamak için,

insanlar, kendi üretim biçimlerini değiştirirler; kendi üretim biçimlerini değiştirmek,

yaşamlarını kazanma yollarını değiştirmek için de, bütün toplumsal ilişkilerini değiştirirler.

Yel değirmeni size feodal beyli toplumu verir; buharlı değirmen ise, sınai kapitalistli

toplumu".

Bu şema, tüm tarihin genel gidiş eğilimini açıklayıcıydı. Keza kapitalizmin ortaya çıkışından

sonra da üretici güçlerin bir hızlı gelişmesi görülüyordu. Genel gidişi içinde bir bütün olarak

insanlık tarihi ve kapitalizmin doğuşundan sonraki yakın tarih üretici güçlerin sürekli

geliştiğinin en büyük kanıtı olarak görünüyordu. Zaten bu nedenle Marks’ın formüle ettiği

Tarihsel Maddecilik öğretisi, Üretici Güçlerin sürekli geliştiği var sayımına dayanıyordu.

Marks’ın formüle ettiği biçimiyle teori, insanlık tarihinin çok genel bir gidiş eğiliminden

ve Kapitalizm’den çıkıyordu.

Ne var ki Tarihe daha yakından bakılınca, gerek antik tarihte binlerce yıl boyunca ve gerek

34

Kıvılcımlı baş eserinin “Medeniyetin Yaratıcılık Efsanesi” bölümünde şunları yazıyor. “Şimdi tarihin en ibret

verici ilginçliğine gelmiş bulunuyoruz. İnsanoğlu’nu Efendi ve köle diye iki müthiş kutba ayıran medeniyet, -

moral yıkılışları bir yana bırakalım,- teknik ilerleme bakımından hangi orijinal yaratışlara kavuştu?” (s.118)

Kısaca örnekler verdikten sonra devam ediyor: “Son otuz yıllık özellikle arkeoloji buluşları, antika medeniyete

şimdiye dek atfedilen üstün teknik yaratıcılık gücünün bir efsane değilse, mutlaka görünüşe aldanış olduğunu

her gün biraz daha ispat etmektedir..” (s. 120) (Dr. H. Kıvılcımlı, Tarih Devrim Sosyalizm, İstanbul 1965)

Benzer değerlendirmeler Mandel’de de vardır: “Binlerce yıl boyunca sadece iki enerji kaynağından: insan

enerjisi ile evcil hayvanların enerjisinden yararlanıldı” (a.g.e. S.194)

Page 152: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

152

neolitikten önceki Homo Sapiens’in ortaya çıkışından sonraki on binlerce yıl boyunca üretici

güçlerin neredeyse hiç gelişmediği olgusuyla karşılaşılıyordu. Üretici güçler belli dönemlerde

adeta patlarcasına gelişmişlerdi ama arada çok yavaş neredeyse durgunluk denebilecek bir

gidiş görülüyordu. Antik tarihte üretici güçler neredeyse hiç gelişmemişti. Bütün temel

teknoloji, neolitik devrimde “Verimli Hilal”de ve aşağı Mezopotamya’da Sümerlerde

(yuvarlak hesap M.Ö. 10.000 ve 5.000 yılları arası) bulunmuştu. Bundan sonra 7000 yıl

boyunca, kapitalizm doğuncaya kadar, sadece bunların nicel bir yayılması, farklı coğrafyalarla

çeşitlenmesi ve biraz mükemmelleştirilmesi söz konusuydu. Ama bu öyle küçük ve yavaş bir

değişimdi ki, Antik Tarih’in değişimlerini üretici güçlerdeki bu değişimle açıklamak mümkün

olmuyordu.

Ama sorunun karmaşıklığı burada da bitmiyordu. Klasik tarihsel maddeciliğe göre,

Devrimler35

, üretici güçlerin gelişimi ve onun önündeki engeller ile açıklanırken, antik tarihte

bu gelişim olmamasına rağmen devrimler vardı ve sorunu daha da içinden çıkılmaz kılan, bu

devrimleri üretici güçlerin daha geri bir aşamasına karşılık düşen “barbar” kavimlerin

yapmasıydı. Bütün uygarlıkları onlardan daha geri üretici güçler ve üretim ilişkileri

düzeyindeki barbarlar yıkıyorlar ve yeni uygarlıklar kuruyorlardı. Bu yıkılış ve yeni

uygarlıkların kuruluşları da birer devrim olarak ortaya çıkıyordu36

.

35

Marks şöyle yazıyor sınıflı toplumlarda devrimlerin mekanizmalarını ele alırken:

"Genel Olarak Devrim nedir? Prensip olarak:

"Sınıflar zıtlaşması üzerine kurulu her Toplum için ezilen bir sınıf hayati bir zarurettir. Ezilen sınıfın kurtuluşu

için: daha önce edinilmiş üretici güçlerle, varolan sosyal münasebetlerin artık birlikte var olamaz bulunmaları

gerektir. Bütün üretim aletleri içinde en büyük üretici iktidar (güç), devrimci sınıfın ta kendisidir. Devrimci

elemanların sınıf olarak örgütlenmesi: eski toplum içinde meydana gelebilecek olan bütün üretici güçlerin

varolduğunu farz ve kabul ettirir." (K. Marks, Felsefenin Sefaleti)

36 Kıvılcımlı bu sorunu Marks’ın ifadesini ve kavramlarını kullanarak şöyle açıklıyor:

"Şimdi burada genellikle deyimlendirilen Devrim şartlarını, Tarihsel Devrim problemi ile karşılaştıralım:

"l - Antika Medeniyetler 'sınıflar zıtlaşması üzerine kurulu bir Toplumdur. Orada ezilen sınıf: kölelerdir.

"2 - Kölelerin kurtuluşu için antika üretici güçlerle, antika üretim münasebetleri arasında 'birlikte varolmaz'lık

yetmiş midir? Hayır. Bu moda deyimiyle 'coeksiztans : birlikte varoluş' imkansızlığı, ne köleleri, ne antika

medeniyetleri kurtarabilmiştir. Tersine bütünüyle Toplumu batırmıştır. Neden? Tarihsel maddeciliğin üçüncü

şartına geliyoruz.

"3 - Çünkü, Antika medeniyetlerde 'En büyük üretici güç olan devrimci sınıf yoktur. O neden?

"4 - Çünkü: Antika medeniyetlerde "Devrimci elemanların sınıf olarak örgüt-lenmesini gerektiren bütün üretici

güçler "Eski toplumun içinde meydana" gele¬memiştir. Ve o yüzden medeniyet batmıştır.

"Tek başına her kadim medeniyet için doğru olan bu kural, bir antika mede¬niyet battıktan sonra, başka bir

antika medeniyetin doğuşunu aydınlatmakta yeter¬siz kalır. Bir medeniyet batmıştır, ama 'medeniyetler' hiçbir

vakit yeryüzünde sona er¬memişlerdir. Antika Tarihin hiçbir çağında insanlık bütünü ile medeniyetten

uzakla¬şıp, ebediyyen barbarlığa dönememiştir. Tersine, her batan medeniyetin yanıbaşına yeni bir medeniyet,

(Hatta kendi üzerinde bir Rönesans) daima doğuvermiştir.

"Antika medeniyetleri deviren güç, toplumun kendi içinde doğma, amacı belirli bir sosyal sınıf olmamışsa da,

Toplumun dışından başka bir toplumun vurucu gü¬cü gelmiş, eski medeniyeti baskınla yıkıp yerle bir etmiştir.

Page 153: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

153

Yani teori, sadece üretici güçlerin gelişmesini ve bunun yol açtığı değişimleri değil, sadece az

gelişmişliğin gelişmesini açıklamakla yetinemezdi. O aynı zamanda, tarihte üretici güçlerin

gelişmemesini; üretici güçler gelişmemesine rağmen üretim ilişkilerinin değişmesini ve bu

değişimlere tekabül eden tarihsel devrimleri ve bu devrimlerin daha geri üretici güçler ve

ilişkileri temsil edenlerce yapılmasını, yani birbiriyle çelişiyor görünen bu olguları ve

süreçleri bir tek tutarlı kavram sistemi içinde açıklamalıydı.

İşte Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi bu birbiriyle zıt görünen bütün olayları, bir tek tutarlı kavram

sistemi içinde açıklama çabasıydı. Kıvılcımlı bu sorunu, Engels’in bir açıklamasına

dayanarak37

, üretici güçler kavramını, sadece Teknikle değil, Coğrafya, Tarih ve İnsanla

tanımlayarak çözmeyi denedi. Böylece Komün (“İlkel Sosyalizm”, “Barbarlık”) ve onun

“Kolektif Aksiyon” yeteneği, üretici güçlerdeki bir üstünlük olarak ortaya çıkıyor ve

“barbarlar”ın “Tarihsel Devrimler”i yapışı açıklanabiliyordu.

Özetle, Kıvılcımlı Tarihsel Maddeciliğin kavram sistemi içinde Üretici Güçler kavramının

yeniden tanımlanmasından38

, farklı üretim biçimleri ve sınıfların simbiyoz ilişkilerine

Bu dışardan gelen güce, Greklerin 'Yabancı: Ecnebi' anlamına kullandıkları 'BARBAR' adı veriliyor. (Osmanlı

atalardan dirlikçi olmayan öteki yurttaşlara 'ecnebi' derdi.) Tarihsel maddeciliğe göre:

'Güç (zor, acı, kuvvet): yeni bir topluma gebe olan her eski Toplumun ebesidir. Gücün kendisi de bir ekonomik

kudrettir.'

"Antika Tarihte 'güç' barbar kılığına girip medeniyet toplumunu yıkıyordu. Bu en görmek istemeyecek bir göze

batan olaydı. Yıkış sebebi: eski medeniyetin 'Gebe' olmayışından ileri geliyordu. Eski medeniyet yıkıldıktan

sonra, doğan yeni medeni¬yetin hangi üretici güç, nasıl 'ebesi' oluyordu. Problem bu idi. Yalnız bu noktanın

aydınlatımı. Tarihsel Devrimlerin en kör düğümünü çözebilirdi. Ne çare ki, Tarihsel maddeciliğin keşfedildiği

günden beri, resmi Tarihsel bilimler (Fransızcanın akar deyimiyle 'c'en etait fait': işi bitik) duruma gelmişlerdi."

(Dr. H. K., Tarih Devrim Sosyalizm, s: 24)

37 Engels 1894’de, ölümünden az önce, Marksizm’in bayağılaştırılmasına karşı H. Starkenburg’a yazdığı

mektupta şunları der ve H. Kıvılcımlı Üretici Güçleri yeniden tanımlarken bu mektuba dayanır:

"Tarihin belirlendirici temeli olarak baktığımız ekonomik ilişkiler deyince bu ad altında şunu anlıyoruz: Belirli

bir TOPLUM İNSANLARININ geçimlerini üretmelerini ve (iş bölümü bulunduğu ölçüde) ürünlerini aralarında

değiştirmelerini anlıyoruz. Demek bütün üretim ve ulaşım TEKNİĞİ bunun içindedir. Kavrayışımıza göre, bu

teknik, aynı zamanda ürünlerin değişim yordamı gibi, ürün üleşimini de, ve dolayısıyla, kandaş toplum sona

erdikten sonra, sınıflara bölünüşü de, dolayısıyla, Devleti, Siyaseti, Hukuk vs.'y i de belirlendirir. Ekonomik

ilişkiler sırasına, ayrıca, o münasebetlerin üzerinde geçtikleri COĞRAFYA temeli de girer, ve çok kez

GELENEKLE veya atalet hassasıyla alıkonularak daha önceki gelişim konaklarından beriye gerçekten aktarıl-

mış KALINTILAR da, ve tabii gene bir sosyal biçimi dışardan çevreleyen ortam da girer."

38 "(...) Diyalektik metotlu klasik Tarihsel maddecilik: hangi çağda olursa olsun, insan Toplumunun, genel

olarak ve son duruşmada, ÜRETİCİ GÜÇLERle hareket ettiğini göstermiştir. Ama, özellikle her çağda ve hele

bir çağdan ötekine geçiş konağı içinde, o yere ve zamana göre somut olarak hangi 'üretici Güçlerin ayrı ayrı

nasıl rol oynadıklarını araştırma ve bulma yetkisini, artık Felsefe yerine yalnız ve ancak olaylara dayanan sırf

Bilime ısmarlamıştır.

"üretici Güçleri başlıca dört bölüme ayırabiliriz :

"l - TEKNİK: Toplumun tabiatle güreşinde kullandığı cansız araçlar ve kullanımları. Aygıtlar, avadanlıklar

(Aletler, cihazlar) ve metotlar (usuller),

Page 154: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

154

(“eklemlenmelerine”, “etle tırnak gibi olmalarına”, “kaynaşmalarına”) kadar bir yığın

devrimci değişiklikler yapar.

Başa dönersek, ilk bakışta, Troçki’nin ve Kıvılcımlı’nın insanlık tarihi bakımından birbirini

tamamladığı, aralarında zımni bir iş bölümü olduğu kabul edilebilir. Birisi kapitalizm öncesi

tarihte ve yirminci yüzyıldaki az gelişmişliğin gelişmesinde yoğunlaşır ve onu açıklar; diğeri

özellikle yirminci yüzyıl Avrupa tarihinde yoğunlaşır ve onu açıklar. Bu tarih içindeki zımni

iş bölümü, aynı zamanda Politika, Ekonomi (Troçkist Gelenek) ve Tarih (Kıvılcımlı)

alanlarında bir iş bölümü gibi de görülür. Ayrıca sınıflar gibi aynı konuları ele aldıkları

yerlerde neredeyse birbirlerinden habersizce benzer yaklaşımlar gösterirler.

Ne var ki, buraya kadar gördük ki, bu sadece bir ilgi alanı ve tarihsel dönem faklılığı, aynı

"2 - COĞRAFYA: Toplumu doğrudan doğruya dışarıdan, daha doğrusu mekan içinde çevrdiyen maddi ortam,

İklim, Tabiat vs.

"3 - TARİH: Toplumu doğrudan doğruya içeriden, daha doğrusu zaman içinde çevreleyen manevi ortam.

Gelenek, görenek kalıntıları vs.

"4 - İNSAN: Toplumun gerek dış maddi ortamını, gerek iç manevi ortamını teknik araçla isleyen Kolektif

Aksiyon (Topluca Eylem), Zor ve şiddet anlamlı "Güç", vs.

"Sosyoloji bakımından yukarki dört ÜRETİCİ GÜÇLER dalından yalnız birisini, TEKNİK üretici gücü ele almak

mümkündür; soyutlaştırılmıs (tecrit edilmiş) sosyal olaylar hiç değilse bir kerteye dek teknikle aydınlatılabilir.

Hele modern çağda Teknik olağanüstü gelişkin olduğundan, öteki üç grup üretici güçler belirli süre için de-

ğişmez sayılırsa, yalnız başına Teknik üretici güçler, sosyal olayların gidisinde jalon (yol gösterici sırık) rolünü

oynayabilir.

"Tarih bakımından Teknikle birlikte, (Coğrafya-Tarih-İnsan) sözcükleriyle özetlediğimiz öteki üç üretici güç de

ele alınmadıkça yeterli aydınlığa kavuşulamaz. Çünkü, Tarih son derece somut bir konudur. Robenson

masalındaki gibi tek başına kalmış uyduruk insanın değil, gerçek insanın eylemidir. Gerçek insan: hem

TOPLUM YARATIĞIDIR, hem TOPLUM YARATICI'dır. Tarih, o gerçek insanın : belirli geçmişinden kalma

gelenek göreneklerle, içinde yaşadığı belirli Coğrafya ve iklim şartlarına göre, belirli bir tekniğe ve metoda

dayanarak yaptığı yaşama güreşinde, gene belirli bir seviyeye ulaşmış Kolektif aksiyonundan doğar ve gelişir.

Tarihte her şeye can veren bu kolektif aksiyondur.

"Onun için, araştırmamız SOMUT TARİH olduğu ölçüde, insan aksiyonunu, manivela gücüyle on kat, yüz kat, ve

ilh. büyüten üretici tekniği elbet başta tutacaktır. Ama hele Antika Tarih Toplumunda yalnız başına teknik, insanı

umutsuzluğa düşürecek kadar yavaş gelişmiştir. Buna karşılık: her toplumun içinden çıktığı Tarih gelenek

görenekleri, içine girdiği Coğrafya etki-tepkileri altında gösterilmiş, insanca kolektif aksiyon Teknikten hızlı

davranmıştır, denilebilir. Onun için, özellikle antika Tarihte, dört küme üretici güçlerin dördünü birden hesaba

katmak gerekir. Yalnız teknik, olayların tümüyle aydınlanmasını değil şemalaştırılmasını bile yapmaya yetemez.

"Modern Toplumda Teknik : maddi coğrafya ve Manevi Tarih üretici güçlerini öylesine kökten ve kolaylıkla

havaya uçurabiliyor ki, Toptum hareketinde yalnız teknikle, kolektif aksiyon karşı karşıya kalmış gibidir. Gene

de, hangi toplum biçiminde olursa olsun insan: l - Kendinden önce gelmiş, geçmiş kuşaklardan arta kalan

gelenek-göreneklere göre, 2 - İçinde bulunduğu coğrafya ortamına göre, 3 - Elinde tuttuğu Tekniğe göre bir

kolektif aksiyon başarır. Tümüyle insanlığa, dört başlı üretici güçler içinde Teknik: en son duruşmada ağır

basmıştır. Ama, Antika Tarihte her belirli Medeniyet için: Kolektif aksiyon üretici gücü azaldığı zaman, coğrafya

üretici gücü durmuş, görenek ve geleneğin üretici gücü dağılmış, Teknik gerilemiştir. Böyle bir Medeniyet

karşısında : tekniği daha güçlü olmasa bile, yeni bir coğrafya üretici gücü temsil eden gelenek-görenek ve

Kolektif aksiyon güçleri daha üstün olan geri bir barbar toptum, kolayca zafer kazanmıştır." (Tarih Devrim

Sosyalizm, s. 78)

Page 155: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

155

paradigma çerçevesinde bir farklılık değildir. Aralarında paradigma farklılıkları da vardır.

Bunun ardında evrimin farklı sorunlarına yönelme, farklı varsayımlara dayanma ve onları

sorgulama vardır. Bu farklılık da eşit derinlikte, eşit konumda iki paradigmanın farkı değildir,

biri diğerini içermektedir. Kıvılcımlı evrimin çok daha karmaşık sorunlarını da ele alır bu

nedenle Troçki’den daha kapsamlı ve derindir. Diğer bir ifadeyle Troçki ve Kıvılcımlı Evrim

Teorisinin evriminin iki farklı aşamasına karşılık düşerler.

*

Yukarıda Marksizm’in üç kaynağından söz ettik, ama son yıllardaki çalışmaların ortaya

çıkardığı gibi, Marksizm’in bir de dördüncü bir kaynağı daha bulunmaktadır. Bu kökleri

Rousseau’ya kadar giden Kapitalizmin Romantik Eleştirisidir. Marksizm’in ruhuna sinmiş39

olan bu kaynağı, ikinci ve üçüncü Enternasyonal döneminin ilerlemeci ve iyimser tarih

yaklaşımı bakımından bastırılmış ve unutturulmuştur. Batı Marksizm’i ama özellikle

Frankfurt Okulu sadece Alman Felsefesi’ni değil ama yanı zamanda bu Marksizm’in

unutulmuş bu dördüncü kaynağının, kapitalizme Romantik tepki veya Eleştirinin bir devamı

olarak da görülebilir.

Aynı şekilde Kıvılcımlı da özellikle Antik Uygarlıklar karşısında Komün’ü öne çıkarışı ve

tarihi açıklamada bu unutulmuş manevilaya dayanışıyla Marksizm’in bu unutulmuş derin dip

akıntısının bir gün yüzüne çıkışıdır. Ve bu aynı zamanda Batı Marksizm’i ve Kıvılcımlı’nın

bir ortaklığı ve paralelliğinin de görünümüdür.

Bu gelenek İnsan Doğa ilişkisi bağlamında yüzyılın sonunda ortaya çıkacak Çevre ve Barış

hareketlerinin bir habercisi gibi olmakla kalmaz40

, tekniğin diğer bir ifadeyle Üretici Güçlerin

Tarafsızlığı varsayımını sorulamaya başlar41

.

Bu geleneğin kısmen yoğunlaştığı, İnsan Doğa ilişkisinde doğanın egemenlik altına alınması

yaklaşımının sorgulanması ister istemez üretici güçlerin tarafsızlığı, üretim koşullarının yok

edilmesi gibi sorunları gündeme getirme potansiyeli taşır ama bu sorunun daha olgunlaşmış

39

Kökleri ta Rousseau’ya kadar giden, İlkel Komünizm karşısında Marks ve Engels’in gösterdikleri ilgi ve

coşkunluktan, Sismondi’den yapılan alıntılara veya Balzac’ın eserlerinin değerlendirilmesine kadar her yerde

vardır bu kaynak. Marksizm’in bu kaynağının, bu “eksik halka”sının tekrar ortaya çıkarılmasında Mihael

Löwy’nin çalışmalarını özellikle belirtmek gerekir. Şu derlemede bu konuda bir çok yazı bulunmaktadır:

Michael Löwy, Dünyayı Değiştirmek Üzerine, 1999, Ayrıntı Yayınları)

40 “İnsan ile Doğa arasındaki ilişki konusunda Frankfurt okulunca geliştirilen görüş, bu türün en kapsamlı ve

şaşırtıcı teorisiydi” (P. Anderson, Batıda Sol Düşünce, s. 125-126)

41 “Bu, modern endüstriyel-teknolojik yapının ister kapitalist ister sosyalist tarzda kullanılabilecek tarafsız bir

araç olduğu anlamına mı gelir? Yoksa şimdiki teknolojik sistemin doğası onun kapitalist kökeninden mi

etkilenmektedir? Bu ve pek çok benzer soru Marks tarafından yanıtsız bırakıldı. Ancak Makineleşme üzerine

yazdıklarının diyalektik niteliğinin büyük kısmı –onun gelişiminin çelişkin karakterini kavrama çabası-

kendineden sonraki teknolojik ilerlemenin büyüsüne kapılan ve kazanımlarını takdis edeek yücelten Marksist

literatürde kaybolmuştur.

“Walter Benjamin modern teknoloji sorunlarıyla sistematik biçimde asla ilgilenmedi. Ancak yazılarında, bu

sorunlara eleştirel düşünceyle yaklaşan ilk Marksist düşünürlerden biri olarak onu ayrı bir yere koyan dikkat

çekici bir içgörü bulabiliriz. (...)” (M. Löwy, Dünyayı Değiştirmek Üzerine, s.234)

Page 156: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

156

biçimde gündeme gelmesi için yüzyılın sonuna doğru barış ve ekoloji hareketlerinin ortaya

çıkması gerekecektir.

Ama Batı Marksizm’i geleneğinin esas katkısı, evrimin bir ilerleme olarak kavranılmasına

karşı, Aydınlanma’nın Marksizm’e sızmış bu etkisine karşı çok uyarıcı yaklaşımında ve tüm

tarihe başka bir ışık altında bakmasındadır42

.

*

Devrim denen olay son duruşmada, Üretici Güçler ile o zamana kadar Üretici Güçlerin

gelişmesine ortam olmuş Üretim İlişkilerinin bu güçlerin gelişmesinin önünde bir engel

olması ve bu engelin yıkılmasıdır. Devrim, Evrimin, sınıflı toplumlardaki ihtilaçlı karakterinin

somut görünümüdür.

Elbette sınıfların ve devletin olmadığı toplumlarda da evrim belli birikimler ve sıçramalarla

gerçekleşir, ama bunlar fizik bir zoru gerektirmezler. Bunların gelişimi tıpkı omurgalı

hayvanların gelişimi gibidir. Bir insanın çocukluktan ergenliğe geçişi de bir devrimdir

örneğin. Ama bu devrim hafif bazı sivilcelerle ve ergenlik bunalımlarıyla atlatılır. Ama bir

kabuklunun veya böceğin ise “Çocukluktan” “Ergenliğe” geçmesi, bir kurdun bir kelebek

veya kanatlı olması, sınıflı toplumdaki devrimlere benzer, eski kabuğun atılması için güç

kullanımını gerektirir.

Memelilerdeki doğum, bir bakıma, kurtçukların kelebek veya kanatlı bir böcek gibi kozalarını

parçalamalarına, yani sınıflı toplumlardaki devrime benzetilebilir. Ve aslında bu, toplumdaki

devrim’in biyolojik âlemdeki karşılığıdır. Yavrunun o güne kadar içinde geliştiği biçim onun

gelişimi önünde bir engel haline gelir ve bir tür devrim olur.

Bu nedenle Marks, Engels, Kıvılcımlı Devrim’i bir doğuma benzetirler her zaman. Bu

benzetme sadece didaktik ve biçimsel bir benzetme değil, özsel bir özdeşliğin ifadesidir.

Fakat her doğum başarılı bir doğum olacak diye bir kural da yoktur. Birçok doğum

gerçekleşmez ve ana ve çocuk birlikte ölürler. Bu nedenle Marks ve Engels, daha Komünist

Manifesto’da devrimin yanı sıra, başarısız doğum olasılığından, savaşan sınıfların toptan

çöküşünden de söz ederler43

. Daha sonra Engels de bu açık uçluluğa bir teorik olasılık olarak

42

Kapitalizme karşı romantik eleştirinin toplumsal kökleri elbette Komün’dedir. Avrupa bir bakıma Komün’den

kapitalizme geçtiği için Romatik eleştiri Batı’da ortaya çıkabilmiştir. Doğu’da ise Romantik eleştiri Din

kitaplarındaki cennet olarak, genel olarak uygarlık karşısında bir eleştiri olarak yaşar. Bu bakımdan

Kıvılcımlı’nın eseri de, kapitalizm karşısında çok iyimser bir bakış içinde olmasına rağmen, uygarlık karşısında,

bu romantik gelenekle tam bir uyum içindedir.

43 “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir. Özgür insan ile köle, patrisyen ile pleb,

bey ile serf, lonca ustası[3*] ile kalfa, tek sözcükle, ezen ile ezilen birbirleriyle sürekli karşı-karşıya gelmişler,

kesintisiz, kimi zaman üstü örtülü, kimi zaman açık bir savaş, her keresinde ya toplumun tümüyle devrimci bir

yeniden kuruluşuyla, ya da çatışan sınıfların birlikte mahvolmalarıyla sonuçlanan bir savaş sürdürmüşlerdir.”

(Marks-Engels, Komünist Parti Manifestosu) Benzer şekilde Lenin: "Ne ezilen sınıflara uygulanan baskılar, ne

de ezen sınıfların bunalımları, başlı başına devrim yaratabilir; ülkede, pasif baskıya katlanma durumunu aktif

ayaklanma durumuna dönüştürecek bir devrimci sınıf olmadığı takdirde, bunlar sadece çöküntü yaratır."

Page 157: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

157

Anti-Duhring’te değinir44

.

Ne var ki, başlangıçtaki var olan bu açık uçlu tarih anlayışına dayanan metodoloji, Marks ve

Engels döneminin tarihsel iyimserliği içinde giderek unutulur ve doğumun her halükarda

gerçekleşeceği gibi bir anlayış, metodolojik bir zorunluluk olmamasına ve yanlışlığına

rağmen, Tarihsel Maddeciliğe iyice yerleşir. Hatta giderek Evrim kavramı İlerleme kavramı

ile karışmaya ve o anlamı yüklenmeye başlar. Bu iyimser tarih yaklaşımı, Marks’ın

Devrimleri aynı zamanda “Tarih’in lokomotifleri” olarak tanımlamasında en veciz ifadesini

bulur.

İkinci Enternasyonal bir pozitivizme ve reformlar politikasına saplandıkça ve kapitalizm

emperyalizm ile birlikte çürüme çağına girdikçe devrimin acilliğini ve güncelliğini

vurgulamak ve İkinci Enternasyonal ile sınırları netleştirmek için, Marksizm’in unutulmuş

açık uçlu, çöküş olasılığını da devrim olasılığı kadar içeren tarih anlayışına tekrar vurgu

yapılmaya başlandı. Örneğin Rosa Luxemburg, “Ya Barbarlık ya Sosyalizm” şiarıyla tam da

bunu yapıyordu. Bu şiarla söylenen doğum (Devrim) için koşulların aşırı olgunlaşmış olduğu,

devrim olmadığı takdirde, bir çöküş yani barbarlığın içine düşüleceği idi. Bizzat savaş bu

barbarlığın bir ifadesi olarak ortaya çıkıyordu45

.

Böylece devrimlerin tarihin lokomotifi olduğu, ilerleyen bir tarih imgesinden, tekrar doğum

imgesine, açık uçlu tarih imgesine, yani kaynağa bir dönüş oluyordu. Ne var ki, Luxemburg,

Lenin, Troçki gibi Devrimci Marksistler bu vurguyu yaparken, Tarihsel Maddeciliğin

metodolojik bir ilkesini ele almak ve ilerleyen bir tarih anlayışıyla hesaplaşmaktan ziyade,

Devrimin acilliğini ve güncelliğini, koşulların olgunlaşmışlığını vurgulamak için; sosyalist bir

devrim için koşulların olgunlaştığını hatta çürümeye yüz tuttuğunu vurgulamak için “Ya

Barbalık” diyorlardı. Bu nedenle devrimin acilliğine ve güncelliğine yapılan bu vurgu,

ilerleyen bir tarih anlayışıyla bilinçli bir hesaplaşmayı ve kopuşu getirmiyordu ve metodolojik

olmaktan ziyade politik bir anlama sahipti. “Ya barbarlık ya Sosyalizm”in açık uçluluğu, daha

ziyade programatik ve stratejik bir sorunla ilgiliydi46

.

44

“(...) gerek modern kapitalist üretim tarzının yarattığı üretici güçler ve gerekse bu güçler tarafından

oluşturulan mal dağıtım sistemi, bizzat bu üretim tarzıyla yakıcı biçimde çeliştiği için ve aslında çeliştiği

ölçüdedir ki, eğer modern toplumun tamamı yok olmayacaksa, üretim tarzında ve dağıtımında bir devrimin,

bütün sınıf ayrılıklarını sona erdirecek bir devrimin gerçekleşmesi gerekir.” F. Engels, Anti-Duhring ayrıca yine

aynı kitapta: “(...) onun kendi üretici güçleri denetiminin ötesinde gelişmiştir ve bir doğa yasasının zorlaması

gibi burjuva toplumunun bütününü ya yıkım ya da devrime doğru sürüklemektedir.” Zikreden. M. Löwy,

Dünyayı Değiştirmek Üzerine, s.132)

45 “Friedrich Engels bir keresinde şöyle demişti: Kapitalist toplum, ya sosyalizme doğru ilerlemek ya da

barbarlığa geri dönmek gibi bir ikilemle yüz yüzedir... Bugün, Engels’in yaklaşık bir kuşak önceki kehanetindeki

gibi dehşet verici bir önermenin önünde duruyoruz: Ya emperyalizmin zaferi, bütün kültürün yıkımı ve Antik

Roma’daki gibi nüfusun boşalması, harap olma, yozlaşma, büyük bir mezarlık; ya da sosyalizmin zaferi, yani

uluslar arası proletaryanın emperyalizme karşı, onun yöntemlerine karşı, savşa karşı bilinçli mücadelesi. Dünya

tarihinin ikilemi, hassas bir dengede proletaryanın kararını bekleyen kaçınılmaz seçeneği budur.” Rosa

Luxemburg, Junius Risalesi, Zikreden, m. Löwy, Dünyayı Değiştirmek Üzerine, s. 131-132)

46 Bunu tersinden Löwy de ifade etmektedir. Engels’in ve Rosa’nın satırlarını kıyaslarken şunları yazar:

Page 158: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

158

*

Bu programatik ve stratejik sorun şöyle özetlenebilir. Marks ve Engels, 1848 devrimleri

döneminde dünyanın sosyalizm için olgunlaştığı varsayımından hareketle Manifesto’yu

yazmışlardı. Daha sonraki gelişmelere bakarak, bu tespitlerinde yanıldıklarını söylemişler,

henüz sosyalist bir devrim için koşulların olgunlaşmadığını, kapitalizm henüz olanaklarını

tüketmediğini gelişmeler gösterdi soncuna ulaşmışlardı47

. Bunun mantıki sonucu olarak da48

,

Partilerin acil programları, Almanya gibi ülkelerde, kapitalizm çerçevesinde işçilere

sosyalizm mücadelesi için en ileri koşulları sunacak olan bir Demokratik Cumhuriyet

talebinde ifadesini buluyordu.

Bunun fiili sonucu Gotha ve Ergfurt Programlarında da görüldüğü gibi, sosyalist devrim

mücadelesinin, ya da sosyalist Programın, demokratik devrim veya reformlar sonrasına

ertelenmesiydi.

Rosa, Lenin, Troçki’nin buna itirazı ilkesel değil, olguya ilişkindi, yani artık emperyalizm

aşamasına gelindiğini, savaşların da gösterdiği gibi, koşulların olgunlaşmış olduğunu,

dolayısıyla sosyalist devrimin günün sorunu olduğunu söylüyorlardı.

Dikkat edilirse bu tartışma evrim teorisi bakımından bir derinleşmeyi gerektirmez. Kıvılcımlı

ve Troçki’nin evrim kavrayışına yaptığı katkılara ihtiyaç yoktur bu tartışma ve sonuç için.

Bütünüyle Önsöz’de ifade edilen sorunlar alanında bulunulmaktadır. Sorun verili durumun ne

olduğudur; olgunlaşmış mıdır, olgunlaşmamış mıdır? Cevap olarak üretici güçlerin

gelişmesinin artık olgunlaştığı noktasından hareket edilmektedir ve devrim olmadığı takdirde

barbalık olacağı söylenmektedir.

Bu nedenle, bu tartışma evrim teorisinin evrimi bakımından bir yenilik ve derinleşme

içermez. Sadece programatik olarak sosyalist devrimi acil bir sorun olarak gündeme koyar.

Böylece, demokratik bir cumhuriyet ile ilerde koşullar olgunlaştığında, sosyalist devrim için

işçilere en elverişli koşullara ulaşmaktan, verili koşullardan sosyalist devrime nasıl

“Rosa Luxembur’un metni ile Engels’inki arasındaki farklılık açıktır: a) Engels sorunu tamamen ekonomik

terimlerle, Rosa ise siyasal terimlerle ortaya koyar. B) Engels, şu ya da bu çzümü belirleyebilecek toplumsal

güçler sorununu ortaya atmaz: Bütün metin sadece üretim güçleri ve üretim ilişkilerine yer verir. Öte yandan

Rosa, şu ya da bu yönde “dengeyi bozacak” olanın proletaryanın bilinçli müdahalesi olduğunu vurgular. C)

Engels’in ortaya koyduğu seçeneğin daha çok retoriksel olduğuna, sosyalizm ile “modern toplumun yok olması”

arasında gerzek bir seçimden çok sosyalizmin zorunluluğunu ad absurdum (anlamsızlaşana kadar) kanıtlama

sorunu olduğuna dair açık bir izlenim edinmek mümkündür” M. Löwy, Dünyayı Değiştirmek Üzerine, s. 133)

47 “Tarih bizi ve benzer düşüncede olanların hepsini haksız çıkardı. Tarih gösterdi ki, kıta üzerinde iktisadi

gelişme durumu, o zaman kapitalist üretimin kaldırılması için henüz yeterince olgunlaşmamıştır. Ve Tarih, bunu,

1848’den bu yana bütün Kıta’yı kaplamış olan ve Fransa7da, Avusturya’da, Macaristan’da, Polonya’da ve son

olarak da Rusya’da büyük sanayie ancak şimdi gerçekten söz hakkı veren ve Almanya’yı birinci sınıf bir sanayi

ülkesi durumuna getiren, -bütün bunlar kapitalist bir temel üzerinde, yani 1848’de pekala genişlemeye elverişli

bir temel üzerinde olmak üzere- iktisadi devrim ile kanıtlandı.” (F. Engels, Fransa’da Sınıf Savaşları’na Giriş)

48 Çıkarsama şu varsayıma dayanmaktadır: “ İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal

oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun

bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar.” (Karl Marks, Önsöz)

Page 159: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

159

geçileceği sorununa geçilir. Bunun programatik ifadesi ise, “Spartakistler Ne İstiyorlar?”

(Luxemburg), “Yaklaşan Felaket” (Lenin) ve “Geçiş Programı” (Troçki) gibi metinlerde

somut ifadelerini bulan Geçişsel Talepler oluyordu49

.

Yani geniş yığınların acil ihtiyaçlarına öyle talepler formüle edilmektedir ki, bu talepler hem

o acil sorunlara bir somut cevaptır, hem de aslında doğrudan kapitalizmi tasfiye anlamı

taşımamalarına rağmen gerçekleşmeleri fiilen kapitalizmin tasfiyesini ve tasfiye için geniş

yığınların mücadele içinde siyasi olgunlaşma ve örgütlenmesini getirir. Böylece gelişmiş

ülkeler için, henüz koşulların olgunlaşmadığı tespitinden kaynaklanan Asgari - Azami

Program ayrımı anlayışının yerini, koşulların aşırı olgunlaşmışlığı tespitinden kaynaklanan

Geçişsel Talepler denen, devrimin ve sosyalizmin güncelliği ve acilliğinden yola çıkan

yeni bir program anlayışı alır.

Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinde sistemleştirilmeye çalışılan bu anlayış daha

sonra terk edilmiş ve unutulmuştur. Bu anlayışı Komünist Enternasyonal’in ilk dört

kongresini geleneğini devam ettiren Troçki’nin adına bağlı gelenek yaşatmaya çalışmıştır50

.

Stalinizm’in yükselişi aynı zamanda koşulların aşırı olgunlaşmışlığı ve devrimin acilliği ve

güncelliği perspektifi yerine yine İkinci Enternasyonal’in Demokratik Reform taleplerine geri

dönüş yapmıştır işçi hareketinde. Ne var ki, evrim teorisinin evrimi bakımından konumuz

olmadığından bu bahsi burada kesiyoruz.

*

Tam da gerçek tarih açık uçlu olduğu ve devrim ilerleyen bir lokomotife değil, doğuma

benzediği için, koşullar aşırı olgunlaşıp da devrim olmayınca, Barbarlık alternatifi faşizmlerle

ve korkunç savaşlarla bir gerçeklik haline gelince ve devrim (doğum) bir türlü

gerçekleşemeyince, tarih bir uçuruma gidiş olarak, devrimler de uçuruma gidişi engelleyen

“imdat frenleri” (Walter Benjamin) olarak görülür. Böylece devrimci ve eleştirel Marksizm

49

“Manifesto, devrimci bir dönem için formüle edilmiş kapitalizmden sosyalizme doğrudan geçiş dönemine

karşılık gelen on talebi (II. Bölümün sonu) içeriyor. 1872 baskısının Önsözünde Marx ve Engels bu taleplerin

kısmen eskidiğini ve ne olursa olsun bunların ikincil önemde olduğunu ilân ettiler. Reformistler bu

değerlendirmenin hemen üstüne atlayıp bunu, devrimci geçiş taleplerinin yerlerini, sonsuza değin çok iyi

bilindiği gibi burjuva demokrasisinin sınırlarını aşmayan sosyal demokrat “asgari programa” bıraktığı şeklinde

yorumladılar. Aslında Manifesto’nun yazarları kendi geçiş programları üzerinde yaptıkları ana düzeltmeyi, tam

bir kesinlikle göstermişlerdi: “İşçi sınıfı sadece hazır devlet makinesini ele geçirip onu kendi amaçları için

kullanamaz.” Diğer bir deyişle, düzeltme burjuva demokrasisi fetişizmine karşı yöneltilmişti. Marx daha sonra

kapitalist devlete karşı komün tipi devleti savundu. Bu “tip” devlet sonradan çok daha net bir biçimde sovyetler

şeklini aldı. Bugün sovyetler ve işçi denetimi olmaksızın devrimci bir program olamaz. Kaldı ki Manifesto’nun

barışçıl parlamenter etkinlik çağında “ilkel” görünen on talebi, bugün gerçek anlamlarını bütünüyle yeniden

kazandı. Diğer yandan sosyal demokrat “asgari program”sa ümitsiz bir şekilde antika haline geldi.” Leon

Troçki, Komünist Manifesto’nun Doksanıncı Yıl Dönümü)

50 Troçkist gelenek içinde bu anlayışın uğradığı çarpılma, yani hedeflenen toplumu programlaştırmayı prensip

olarak reddetme ve yöntemin dogmatik bir reçete haline dönüştürülmesi ayrı bir konudur. Bu sorunları M.

Yenice’nin (Orhan Koçak) “Devrimci Marksizm’de “Geçiş Programı” Anlayışı” adlı kitabının eleştirisinde daha

Niğde Cezaevi’ndeyken ele almıştık.

Page 160: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

160

içinde, Aydınlanma kalıntısı ilerleyen bir tarih anlayışının ciddi bir sorgulanması ve bunun

bilincine varılması başlar.

Benzeri bir durum ile Kıvılcımlı Antik tarih’te karşılaşır. Antik Tarih’te aslında sadece ezen

ve ezilen sınıfların toptan çöküşleri vardır, yani Marks’ın tanımladığı anlamda devrimler

yoktur. Ama bu çöküşler aynı zamanda o medeniyeti yıkan barbarların uygarlığa geçişi,

dolaysıyla o uygarlığı yeniden canlandırması anlamına geldiğinden, bir “Tarihsel Devrim”

karakteri de taşırlar. Yani Antik Tarih’te devrimler aynı anda hem bir “imdat freni” hem de

bir “lokomotif” olarak görülürler.

Her uygarlığın içinden bakıldığında her uygarlık bir çöküşe doğru gidiştir. Devrimler birer

imdat frenidir. Antik tarihin tümü açısından bakıldığında, sürekli tekrarlanan bir çöküşler

tarihi vardır. Kapitalizme geçişten sonra tarihsel olarak iyimser bir açıdan bakıldığında, bütün

o çöküşler ve tekrarlar, kapitalizmin, dolayısıyla sosyalizm için koşulları hazırlayan sistemin,

ortaya çıkabilmesi için toprağın gübrelenmesi ve humuslanması, canlıların (kapitalizmin ve

sosyal devrimlerin) ortaya çıkması için organik çorbanın oluşumu gibi görünür.

İşte Kıvılcımlı Tarihi tam böyle görür51

. Tarihte hep çöküşler yaşanmış ve bunlar tekrar

etmiştir ama Kapitalizmle birlikte sosyal devrim bulunmuştur. Artık bir çöküş olmayacaktır52

.

Dolayısıyla tarihte sürekli tekrarlanan çöküşler ilerleme gibi, ya da daha doğrusu ilerleme için

toprağın hazırlanması gibi görünür.

Ama kapitalizmde sosyal bir devrimin olmaması ve olamaması sonucu, (bunun nedeninin ne

olduğu, yani işçilerin eski tarihin ezilenleri gibi nesnel olarak yeteneksiz mi olduğu yoksa

öznel nedenlerle mi yeteneksizlik gösterdiği ayrı bir konudur) modern uygarlık da klasik

uygarlıklar gibi, bir çöküşe gidiş olarak görülür.

Bu durumda çöküşe giden o uygarlığın içinden, devrimler birer lokomotif değil, birer imdat

51

“Onun için Tarihsel Devrim medeniyetlerin sonu değil, bir çökkün medeniyetin sonu doğacak bir medeniyetin

de başlangıcı olur.” (Dr. H. K. Tarih Devrim Sosyalizm). “Modern çağ Tarihinin geçiş ve atlayış kanunları

Sosyal devrimler kanunu olmuştur. Modern çağda, modern üretici güçlerin hızını, hiçbir eskimiş çökkün üretim

münasebeti sonuna dek ve antika medeniyette olduğu kadar kesince engelleyememiştir. Tersine yeni üretici

güçlerin dev gelişimi, Toplum içinde yeni ve tarihsel misyonlarını, yarım yahut tam şuurla sezip benimsemiş ve

çökkün gerici sınıflara dayatmayı bilmiş, yeni sosyal sınıflar yaratmıştır.” (age.)

52 “En az 300 yıldanberi Tarihsel Devrim (Bir medeniyetin körü körüne ve toptan yıkılması) gidişi durmuştur.

Modern İngiliz devrimiyle birlikte, insanlık bir aşama daha hayvanlıktan kesince kurtulmuş: SOSYAL

DEVRİMLER (Bir medeniyet yıkılacağına, bir sosyal sınıf tehakkümünün yıkılıp gitmesi) çağı açılmıştır.

Sosyal kollektif aksiyon gücü bu yönde yarım veya tüm ÖRGÜTLENMEye ve BİLİNCE ulaşmıştır. Gobineau

kontlarının yahut mister Toynbee'lerin yeryüzünde ötmesini bekledikleri baykuşlar ötemeyeceklerdir.

Emperyalizmin medeniyeti yıkacak sanılan iki korkunç Cihan Savaşı tersini ispatlamakla sonuçlanmıştır.

Modern Sosyal aksiyonun gidişini ve insan bilincini (Tarihsel Devrimler patlatarak), kadim kapalı Hint ve Çin

medeniyetlerinde görülen SOSYAL KASTLAŞMAlar biçiminde "1000 YIL" dondurabileceğini uman faşizm bir

kaç 10 yıllık zorbalığının kefaretini, kendi kendisini fareler gibi bodrumlarda yakmakla ödemiştir. 19 uncu

yüzyılkâri çakaralmaz zırhlı ve savaşçıl gösterilerle, yahut namuslu insanlar önünde hapishane

külhanbeyilerinin ikide bir sustalı çakısını düşürmesini andıran) "İhtilâl" ve asker çıkartmalarla bir üçüncü

Cihan Savaşı da patlatılsa, Çağdaş uygarlık yıkılamıyacaktır. Tarihsel Devrimler çağı en az 300 yıldanberi

kesince gömülmüştür.” (Dr. H. Kıvılcımlı, Tarih Devrim Sosyalizm, s.3)

Page 161: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

161

freni olarak görünürler. Modern uygarlığın bu gidişi ve Antik uygarlıklarla gösterdiği bu

paralellik, Bahro gibilerin örneğin Roma ve kapitalist uygarlıklar arasındaki benzerliklere

yoğunlaşmalarını paralellikler kurmalarını getirmiştir.

Ama bütün bunlar aslında bir tek şeyi gösterir: tarihin veya evrimin ne ilerleme ne de

gerileme olduğunu; ilerlemenin ve gerilemenin, öznel, değer yüklü, çağın ruhuyla damgalı

kavramlar olduğunu. Bu bakımdan soyut olarak ele alındığında ikisi de aynı derecede yanlış

ya da doğrudur.

Ama kötümser tarih bakışı, hem ilerlemeci bir anlayışın evrim kavramının yerini aldığının

görülmesini sağladığı için, hem de verili duruma ve gerçek tarihe daha uygun düştüğü için,

somut tarihte, evrimin kavranışında bir derinleşme anlamına da gelir.

Tarih bir gidiştir sadece o kadar. Bu gidiş, sınıflı toplamlarda özellikle çok ihtilaçlı bir

gidiştir. Doğum her zaman olmayabilir, o zaman bir çöküş ortaya çıkar. Bir devrim sonrasının

ilk dönemlerinde elbette devrimler bir ilerlemenin motoru gibi görünürler, ama devrimin

olamadığı, ana ve çocuğun yok oluş tehlikesinin giderek arttığı dönemlerde onlar ana ve

çocuğu ölümden kurtaran bir müdahale, bir imdat freni gibi görürler.

Böylece devrimlerin birer doğum olması imgesi, sadece devrimi değil, devrimin niye ve hangi

koşullarda bir “lokomotif” veya “imdat freni” olarak görüldüğünü ya da tarihin bir ilerleme ya

da çöküşe gidiş olarak göründüğünü de açıklar.

Bu anlamda “Batı Marksizmi” geleneğinin evrim kavrayışına belli bir katkı yaptığı; kötümser

tarih kavrayışıyla, iyimseri dengeleyip bilince çıkardığı söylenebilir53

. Hemen görüleceği gibi,

bu katkı, hem Klasik Marksizm geleneğini sürdüren Rosa, Lenin, Troçki’lerin “ya Barbarlık

ya Sosyalizm” vurgusuyla, hem de Kıvılcımlı’nın Tarihsel Devrimlerin birer çöküş olduğu

katkısıyla tam bir uyum içindedir ve onu derinleştirir. Bu, üç gelenek arasında metodolojik

bir uyum ve iç tutarlılığın da bir görünümüdür.

*

Buraya kadar Marks’ın görüşlerini sadece Önsöz’de ifade ettiği şekildeymiş gibi kabul ettik

ve Marks sonrası dönemde toplumsal evrim kavrayışındaki gelişmeler ve bu gelişmelere yol

açan sorunlardan söz ettik. Ama aslında Marks’a haksızlık ettik. Bu haksızlığı söz konusu üç

dip akıntısının özgüllüğünü ve katkılarını vurgulayabilmek amacıyla yaptık.

Ama bu haksızlığımızın ek bir tehlikesi de bulunmaktadır: bu katkıların Marks’ın yöntemiyle

bir ilişkisi bulunmadığı gibi sonuçlar çıkarmaya da yol açabilir. Bu nedenle, bu haksızlığı ve

yanlış yorumlamaya yatkınlığı giderelim.

Marks’ın bu bölümün başında aktarılan Önsöz’ün o klasik satırları, dikkatli okunursa,

Marks’ın Önsöz’ü yazdığı andaki (1859’daki) görüşlerini değil, Önsöz’de sözünü ettiği

tarihteki, yani 1840’ların ortasında Tarihsel Maddeciliği keşfettiği andaki görüşlerini

53

“Sosyal Demokrat ve vulgar Marksistlerin, ilerlemenin otomatik, karşı konulmaz ve sınırsız bir gelişme

olduğu mitine karşı Benjamin, devrimi, tarihin sürekliliğinde kurtarıcı bir kesinti, tarih treninde imdat frenine

uzanma olarak anladı.” (M. Löwy, Dünyayı Değiştirmek Üzerine, s. 211)

Page 162: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

162

aktardığı görülür.

Aynen şöyle yazar:

“Ben ekonomi politiği incelemeye, Paris'te başlamıştım ve bu incelemeye, Bay Guizot'nun

hakkımda verdiği sınır dışı edilme kararı sonucu göçmek zorunda kaldığım Brüksel'de devam

ettim. Ulaşmış olduğum ve bir kez ulaşıldıktan sonra incelemelerime kılavuzluk etmiş olan

genel sonuç, kısaca şöyle formüle edilebilir:”

O bizim de aktardığımız klasikleşmiş satırlar bu aktarılan cümledeki üst üste iki noktadan

sonra gelir. Bunlar sonraki çalışmalarına “Kılavuzluk” etmiştir, ama o satırları yazdığı

gündeki görüşleri değildir. Eğer o günkü görüşleri kabul edilirse, en azından sonraki

çalışmalarında bu görüşlerinin hiç değişmediğini, gelişmediğini kabul etmek gerekir. Bu da

gerçeğe uymaz.

Bundan sonra bizzat Marks’ın görüşleri de bir evrim geçirir ve Marks’ın evrimi de gerekli

değişiklikler yapıldığında yukarıda üç geleneğin katkıları bağlamında anlatılan evrimin bir

benzeridir. Ne var ki, bu evrimin sonraki aşamaları, örneğin Önsöz’ün yazıldığı tarihteki veya

daha sonraki bir tarihteki durumu, bu Önsöz’de açıklandığı gibi açıklanmaz hiçbir zaman.

Ama bu evrim uygulamalarda vardır ve bazı mektup ve önsözlerde de değinmeler olarak

vardır.

Bu büyük harflerle ifade edilmemiş, yer yer kısaca değinilmiş ve uygulanmış biçimiyle

Marks’taki evrim fikrinin evrimi, yukarıda anlatılan Marks sonrası evrimle tam bir uyum ve

paralellik içindedir ve bu üç farklı kanalın aslında birbirini tamamladığının ve Marks’ın

öğretisiyle iç tutarlılık içinde bulunduğunun, en esaslı kanıtlarından biridir.

Bunlardan birine, yani Komünist Manifesto’nun ilk satırlarında ortaya çıkan açık uçlu tarih

anlayışına kısaca daha önce değinmiştik.

Ama Marks’ta Troçki’nin “eşitsiz ve bileşik gelişim” dediği evrim anlayışı da aynen vardır.

Bunun birçok örnekleri verilebilir. Troçki de Stalinizmle polemiklerinde, görüşlerinin

Marks’ın görüşleriyle tam bir uyum içinde olduğunu kanıtlamaya çalışırken bunları sık sık

zikretmiştir. Örneğin Marks ve Engels’in, o zamanlar yirminci yüzyıl başının Rusya’sı gibi

olan Almanya’yı kast ederek, Almanya başlar, Fransa sürdürür, İngiltere tamamlar tarzında

bir sosyalist devrim beklentisi içinde olmaları zikredilebilir. Bu Lenin ve Troçki’nin

yaklaşımlarından hiç de farklı değildir.

Yine Marks-Engels’in Almanya’da Köylüler savaşının ikinci bir baskısıyla desteklenecek bir

işçi devrimi beklentisi54

de bizzat bu eşitsiz ve bileşik gelişim kavrayışına dayanır bizzat

Troçki’nin de belirttiği gibi.

Keza, Marks ve Engels’in, Rus devrimcileriyle yazışmalarında, Batı Avrupa’da bir sosyalist

devrim olması durumunda, Rus Komünü’nün (Mir) kapitalist olmayan bir yoldan

sosyalizme geçebileceğine ilişkin söyledikleri de eşitsiz ve bileşik bir evrim kavrayışına

54

Marks 1856’da Engels’e şu satırları yazıyordu: “Almanya’da her şey proletarya devriminin bir Köylü

Savaşı’nın ikinci baskısı tarafından desteklenmesine bağlı olacak”

Page 163: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

163

dayanır ve bunun başka bir sonucunu ifade eder.

Ama sadece bu kadar değildir. Marks, Yirminci yüzyılda merkez-çevre ekolünün ve

Kıvılcımlı’nın problematize ettiği az gelişmenin gelişmesi ve sonra gelen biçimlerin önce

gelen biçimleri aynı zamanda pekiştirmesi ve onlarla bir tür simbiyoza girmesi sorunlarıyla da

karşılaşır ve bunları aynı biçimde çözer.

Başlangıçta Marks, tam da Önsöz’de ifade edilen biçime uygun olarak geri ülkelerin de ileri

ülkelerin yolundan gideceği varsayımına dayanarak, sadece eski ilişkileri parçalamayı göz

önüne alarak, Hindistan’daki İngiliz egemenliğini bir anlamda onaylar. Benzer şekilde, İngiliz

işçilerinin İrlanda’yı kurtaracağı beklentisi içindedir55

.

Ne var ki konu üzerine yoğunlaşıp, sadece tasfiye değil güçlendirme olduğunu; İrlanda’daki

toprak sahipliği ile İngiliz sömürgeciliği arasında simbiyoz bir ilişki olduğunu görünce, bu

sefer yine adını koymadan az gelişmenin gelişmesi sorunuyla karşılaşır.

Bu kaynaşma ve kapitalizm öncesi ilişkileri tasfiye etmeme, yeni bir özneyi ortaya çıkarır:

İrlanda Kurtuluş Hareketi. Bunun sonucu olarak da, başlangıçta İngiltere İşçi Sınıfı’nın

İrlanda’yı kurtaracağı var sayılırken, bu sefer İrlanda’nın Kurtuluşu İngiliz İşçi sınıfının

kurtuluşunun ön koşulu olarak görülür56

.

Aynı sorunla bir de, soyut düzeyde Kapitalist toplumun analizinde karşılaşır. Marks,

Kapital’de saf bir kapitalist toplum ile soyut düzeyde ilgilenir. Örnekleri İngiltere’den

olmakla birlikte kapitalizmin niye İngiltere’de doğduğu veya başka yerde doğmadığı gibi

sorularla ilgilenmez. Bu sorular Ekonomi Politiğin değil Sosyolojinin konusudur. Ekonomi

politik metanın ortaya çıktığı andan itibaren geçerli olan ilişkileri ele alır. Zaten Marks’ın

eserinin tükenmez ve kapitalizm var oldukça artacak tazeliğinin nedeni budur. Kapitalizmin

genel tarihsel eğilimini ele alır, o yasaları açıklar ama onun somut biçimleri ile pek

ilgilenmez.

Marks’ın anlatımı soyuttan somuta doğru gider, onun somut biçimleri üzerinde sonra

yoğunlaşmaya başlar. Örneğin toprak üzerinde özel mülkiyetin olmadığı bir toplumda da

kapitalizm mümkündür hem de bu ideal ve saf bir kapitalizme daha uygun, daha yakın bir

kapitalizm olur. Ama somutta büyük toprak sahipliğinin olduğu bir dünyada doğar kapitalizm.

Burada, sermayenin saf hareketi bakımından hiç de gerekli olmayan yeni bir faktör girer

devreye. Bu faktör hem kapitalizmi hem de kendini değiştirir. Burjuvazi toprak sahiplerine

rant öder. Bu tarımın geri kalmasına yol açar vs.. Yani, simbiyoz bir ilişki ortaya çıkar. Bu

tıpkı tefeci bezirganlıkla, yani prekapitaist sermaye ile finans kapitalin simbiyoz ilişkisi

55

Marks 1847’de şöyle diyordu örneğin: “Polonya Polonya’da değil, İngiltere’de kurtarılacaktır”. Keza

Çartistlere de şunları diyordu: “Siz Çartistler ulusların özgürlüğü hakkında dindarca arzuları ifade etme zorunda

değilsiniz. İç düşmanlarınızı yenilgiye uğratın, o zaman eski toplumun bütününü yenilgiye uğratmış olmanın

bilinçli gururunu yaşayacaksınız.” (Zikreden Horace B. Davis, İşçi Hareketi Marksizm ve Ulusal sorun, s.29)

56Marks S. Meyer ve A. Vogt’a yazdığı bir mektupta şöyle der örneğin: “İrlanda’nın ulusal kurtuluşu (İngiliz

İşçileri için) soyut adalet veya insani duygular meselesi değil, kendi toplumsal kurtuluşlarının ilk koşuludur.”

(Horace. B. Davis, age., s.75)

Page 164: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

164

gibidir. Böylece Marks, aslında Azgelişmişliğin mekanizmalarını ele almak için gerekli

metodolojik ipucunu da verir: Sermayenin somut tarihteki hareketinin, çarpılmalarının

incelenmesi ve açıklaması.

Bu örneklerde görüldüğü gibi, Kıvılcımlı ve Troçki’nin evrim kavramının evrimine katkısı

olarak söz edilenler Marks’ta da bulunmaktadır. Keza Komünist Manifesto’nun ilk

satırlarındaki açık uçlu tarih ve çöküş olasılığı da hem Kıvılcımlı’nın “Tarih Tezi” hem de

Benjamin’in kötümser ve devrimleri “İmdat freni” gören yaklaşımının köklerinin de Marks’ta

bulunduğu çok açıktır. Bu olgu hem bu üç geleneğin Marks’ın öğretisinin eleştirel ve

devrimci yöntemini farklı kanallardan sürdürdüklerinin; hem de birbirlerini

tamamladıklarının, her birinin diğerlerinin açıklamasını da içinde barındırdığının ek bir

kanıtıdır.

*

Bu üç geleneği, birbirini tamamlayan bir kavram sistemi içinde birleştirmek ve konularının ve

varlıklarının nedenini açıklamak, tam da devrimlerin tıpkı bir doğum gibi olduğu ve bir “ters

geliş” ve olamayan doğum imgesinden, mümkün gibi görülüyordu. Bu ayrıca, Marksizm’in

evrimini ve bizzat yanılgıların metodolojik nedenlerini de açıklama olanağı sunuyordu.

Böylece bu üç geleneğin bir tek kavram sistemi içinde toparlanması ve varlıklarının

açıklanması bizzat yine bu geleneklerin kavramsal katkıları aracılığıyla mümkün oluyordu.

Diğer bir deyişle Marksizm’in kendi konusu (Toplum) kadar, kendini (Toplum Bilimini),

kendi varlığını, evrimini ve kaderini de açıklayan bir sistem olması, bir üst düzeyde tekrar

gerçekleşmiş olabiliyordu.

Bu sentez denemesini Troçki ve Kıvılcımlı’yı birleştirmek için daha önce hapishanede

yapmıştım, hatta 12 Eylül’ün olanaksızlıkları içinde, UFO hikâyelerini açıklamak için bu

sentezden yola çıkan bir yazı yollamıştım bir doğa bilimleri dergisine. Daha sonra “Batı

Marksizmi”ni ve Benjamin’i tanıyınca bunun onları da kapsadığını ve varlıklarını açıkladığını

gördüm. Bu sentez denemesi şöyle özetlenebilir.

Evet devrimler bir doğumdurlar. Ne var ki her hamilelik bir başarılı doğumla sonuçlanmaz.

Bazen hafsala dardır, çocuk doğamaz ana da çocuk da ölür, bazen çocuk ayakları önde, yani

“ters” gelir, bu da komplikasyonlara dolayısıyla da ananın ve çocuğun ölümüne yol açabilir.

Marks’ın yanılgısı, kapitalizmle birlikte dünyanın sosyalizm çocuğuna hamile kaldığını

görmesinde değildi, normal bir doğumun koşullarına ilişkin belirlemelerinde değildi,

hamileliğin normal bir doğum ile sonuçlanacağını var saymasındaydı. Yani yanılgısı olgulara

ilişkin bir yanılgıydı, yöntemsel değil. Dolayısıyla gerçekleşmediğinde de tersinden

doğrulanan bir öngörüydü. Yani doğum olmazsa, sosyalizm olmazsa insanlık yok olur.

Marks, normal bir doğum bekliyordu. Çünkü Marks’a ilhamını veren Fransız Devrimi normal

bir doğumdu. Fransa Avrupa’nın en geri ülkelerinden biri değildi. Önceki Amerikan Devrimi

de öyleydi. Marks’ın yakından tanıdığı devrimler birer normal doğum sayılabilirlerdi. Kaldı ki

devrimler geri bir ülkede başlasa bile hızla yayılma özelliği gösteriyorlardı. 1848 devrimleri

bütün Avrupa’yı baştanbaşa sarmış ve yayılma eğilimi göstermişti. Yani doğum tersinden

Page 165: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

165

gelmeye başlasa bile yayılma özelliği nedeniyle hızla normal bir doğuma dönüşebiliyordu.

Marks-Engels çıkarsamalarını olaylardan, tarihten hareketle yapıyorlardı. Bu nedenle

genelleme yaptıkları olgular göz önüne alındığında çıkarsamalarında bir yanlış yoktu. Ama

çıkarsamalarını yaparken dayandıkları tarih dilimi çok sınırlıydı ve bu çok sınırlı olgulardan

hareket ederek bir genellemeye gidiyorlardı ve bu da istisnayı kural gibi görmelerine yol

açıyordu. Beş bin yıllık insanlık tarihi ve tarihsel devrimleri bilmiyorlardı. Bu evrenin küçük

bir bölümüne bakarak tüm evrenin öyle olduğu çıkarsamasını yapmak gibiydi. Aslında

evrenin bilinen bölümü (örneğin dünya ya da güneş sistemi) evrenin içinde bir istisnaydı.

Eğer sosyalist devrim Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya gibi gelişmiş bir ülkede

gerçekleşseydi, bu gidiş Önsöz’deki çıkarsamalara uygun olur ve normal bir doğuma karşılık

düşerdi. Sosyalizm çocuğu normal bir doğumun sancıları içinde dünyaya gelirdi. Marks’ın

yakın devrimlerin gözleminden çıkan beklentisi de tamı tamına buydu.

Hâlbuki sosyalizm çocuğu dünyaya normal bir doğumla gelmeye başlamadı. Tabiri caiz ise

ayakları önde, “ters” gelmeye başladı. Hem de tam da Troçki’nin ifade ettiği “eşitsiz ve

bileşik” gelişim yasası yüzünden. Sosyalist devrimin ilk önce geri bir ülkede gerçekleşmesi,

sosyalizm çocuğunun ayakları önde gelmeye başlaması gibiydi.

1848 devrimlerinin deneyi, bunun ciddi bir tehlike yaratmayacağı, devrimin hızla yayılacağı,

ters gelişin kısa zamanda normal bir doğuşa dönüşeceği beklentisini besliyordu. Ama tıpkı

Marks-Engels’in ters gelmeyi hesaplamaması gibi; Lenin ve Troçki’ler de Ters gelişin

Normal gelişin yolunu açacağı, ona hız vereceğini beklentisi içinde olmuşlar ve bizzat ters

gelişin normal bir doğumu zorlaştırıp onun önünde bir engel haline gelen

komplikasyonlara yol açabileceğini hesaplamamışlardı.

Troçki ve Lenin’ler çocuğun ayakları önde gelmeye devam etmesi durumunda, yani Batı

Avrupa’da devrimi kışkırtmaması ve oradan yardım gelmemesi durumunda, doğum

olamayacağını, çocuğun öleceğini çok iyi biliyorlardı57

. Zaten tam da bu nedenle, Avrupa’da

devrime itki vermek için, Avrupa’nın kendilerinin başladığına devam edeceği beklentisiyle

cesaret etmişlerdi devrime. Bu nedenle Troçki, Devrim yayılmazsa yok olur diyordu. Yani

ayakları önde gelmeye başlayan sosyalizm çocuğu, ileri ülkelerde devrim yoluyla, bir dönüş

yapıp başı önde gelmeye geçmeliydi. Ayakları önde olsa bile doğumun başlamasının

normal bir doğuma geçişi kolaylaştıracağını (yani ileri ülkelerde devrimi itki vereceğini)

düşünüyorlardı. Bu umutla ve beklentiyle ayakları önde gelişe ebelik etmişlerdi.

57

“1906 Şubatında Lenin şöyle yazar: “Köylü hareketini sonuna kadar destekliyoruz, ama unutmamalıyız ki bu,

sosyalist devrimi getirebilecek ve getirecek sınıfın değil, başka bir sınıfın hareketidir.” “Rus devrimi” diye

açıklar 1906 Nisanında, “muzaffer olmak için gerekli güce sahiptir. Ama zaferinin meyvelerini koruyacak güce

sahip değildir ... zira küçük ölçekli sanayinin çok geliştiği ülkelerde, köylüler de aralarında olmak üzere küçük

ölçekli üreticiler, özgürlükten sosyalizme giderken kaçınılmaz olarak proletaryanın karşısına geçeceklerdir...

Restorasyonu önlemek için Rus devriminin ihtiyaç duyduğu şey Rus yedek kuvvetleri değildir; onun dışarıdan

yardıma ihtiyacı vardır. Dünyada böyle bir yedek kuvvet var mı? Evet var: Batının sosyalist proletaryası.” “

(Zikreden Troçki, Tek Ülkede Sosyalizm) Yani devrim normal bir doğuma dönüşmezse bırakalım sosyalisti bir

yana, Demokratik bir Rus devriminin bile yaşama şansı yoktur.

Page 166: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

166

Ama ayakları önde gelen devrim (yani geri bir ülkede başlayan devrim) ilk başlarda

beklendiği türden etkiler yapar görünse de, kısa zamanda başı önde gelişe dönüşemedi (yani

örneğin bir Alman devrimiyle desteklenmedi). Bu geliş süresi uzayınca, ayakları önde gelişin

yarattığı komplikasyonlar, bizzat normal bir doğuma doğru dönüşümün önünde bir engel

oluşturmaya başladı, yani ayakları önde geliş, belli bir noktadan sonra, bizzat başı öne

çevirmenin önünde bir engel haline gelmeye başladı.

Geri bir ülkede devrimin hapsolması, üretici güçlerin geri düzeyi nedeniyle bürokratik bir

diktatörlüğe yol açtı. Bu da, bu diktatörlüğün Ekim Devrimi’nin prestiji aracılığıyla, tüm

dünya işçi hareketini felç etmesine ve böylece ileri ülkelerde devrim olanaklarının

yitirilmesine yol açıyordu. Bu olanakların yitirilmesi ve başarısızlıklar da yine bizzat

devrimin yenilgisine dayanan sistemi, yani Stalinizm’i, pekiştirerek normal bir doğuma

geçişin yolunu tıkıyordu. Stalinizm pekiştikçe ve kendi sonuçları nesnel koşullar haline

geldikçe, giderek devrimin yayılma olasılığı kayboluyordu. Bütün komplikasyonlarda olduğu

gibi kendini besleyen bir süreç ortaya çıkıyordu.

Devrimin ileri ülkelere yayılamaması kapitalizmin varlığını sürdürmesine bu da özünde köylü

hareketi olan ulusal kurtuluş savaşlarına yol açıyordu. Ama bu da bir köylü sosyalizminin

yayılmasına ve sosyalist harekete ve düşünceye damgasını vurmasına ve devrimin ileri

ülkelere yayılmasının önünde bir engel oluşturmasına ekstradan etkide bulunuyordu. Yani

ayakları önde geliş, ayakları önde gelişlerin koşullarını pekiştiriyordu.

İleri bir ülkede veya ülkelerde bir sosyalist devrimden başka bu ölüme doğru gidişi

durduracak hiçbir çare yoktu, ama bizzat ters gelişin sonuçları da ileri ülkelerde sosyalist

devrimi engelliyordu. 1929 buhranı, İspanya İç Savaşı, hatta İkinci Dünya Savaşı sonrası

Avrupa, Fransa ve İtalya’da komünist partilerin gücü göz önüne alındığında, bir bakıma

normal bir doğuma geçiş için bir olanaktılar ve tam da ters gelişin sonuçları, yani Stalinizm,

bu şansı kullanmayı engellemiş bulunuyordu.

Bunun sonucu, modern burjuva uygarlığı, tıpkı antik tarihteki uygarlıkların yoluna girmiş

bulunuyordu. Antik tarihte nesnel olarak devrimci sınıf olmadığı; köleler ve serfler bir

devrimci sınıf oluşturmadığı için, devrimler olmuyor ve kıyametler kopuyordu; Modern

Tarihte ise, Proletarya nesnel olarak bir devrimci sınıf olsa bile, ters gelişin ortaya çıkardığı

komplikasyon sonucu, öznel nedenlerle, nesnel olarak tıpkı antik tarihin ezilen sınıfları gibi

davranıyordu. Böylece devrim olamadığı için modern uygarlık da tıpkı antik uygarlıklar gibi

çöküşe gidiyordu, faşizm ve savaş işçi sınıfının günahlarının cezası olarak ortaya çıkıyordu.

Bu günahlar ise tersinden gelişin yol açtığı komplikasyonların sonucuydu. Sosyalizm çocuğu

doğamadığı için ananın da çocuğun da (insanlığın da sosyalizmin de) ölümü tehlikesi ortaya

çıkıyordu. Zaten “Ya barbarlık Ya Sosyalizm” çığlığı tam da bu tehlikeyi anlatıyordu.

*

Böylece yirminci yüzyıldaki tarihin ayakları önde geliş ve onun yol açtığı komplikasyonlar

olarak ele alınması sadece modern tarihi daha derinden anlamayı mümkün kılmıyor bizzat

Marksizm’in, yukarıda anlatılan heretik geleneklerde gerçekleşen evriminin de niye öyle

gerçekleştiğini anlama ve açıklama olanağı da sunuyordu.

Page 167: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

167

Troçkist gelenek bu tersine gelişin mekanizmalarını (eşitsiz ve bileşik gelişim) ve yol açtığı

komplikasyonları (Bürokratik karşı devrim) açıklıyor ve bizzat bu komplikasyonlar Troçkist

geleneğin konusunu oluşturuyordu.

Bu gidiş sonucu, İşçi hareketine Stalinizm’in egemen olması, eleştirel Marksizm’in politik

konularla ilgili olduğu sürece marjinal ve küçük grupları etkileyen güçlerin etkisi altında

kalması (Troçkist gelenek) kalması veya radikalliğini, tıpkı Alman Klasik Müziği ve Felsefesi

gibi, ancak somut politik konulardan uzaklaşması ile koruyabilmesi (Batı Marksizm’indeki

Felsefe, Metodoloji ve Üstyapıya yönelme, Kıvılcımlı’da Tarihe yönelme) yani Marksizm’in

somut evriminin yönelişleri kolaylıkla açıklanabiliyordu.

Kapitalizmin yaşaması bir yandan yok oluş olasılığını ortaya çıkararak “Batı Marksizmi”nin

var oluşunu ve nesnel konusunu yaratıyor; diğer yandan yeni özneleri ve az gelişmişliğin

gelişmesini ortaya çıkararak Kıvılcımlı’nın var oluşunu ve problematiklerini yaratıyordu.

Yani tersine geliş ve sonuçları olgusu, hem onun ortaya çıkardığı sorunları (Yani toplumun

evrimini, Tarihsel gidişi, Faşizm, Sovyet Devleti, Ulusal Kurtuluş Hareketleri, Maoizm vs.

hasılı yirminci yüzyıl tarihine damgasını vuran olaylar) he de Marksizm’in evrimini de, bu

evrime damgasını vuran üç heretik geleneğin varlığını da açıklıyordu. Normal bir doğum

olması halinde bu sorunlar ve dolayısıyla Marksizm’in bu üç heretik geleneği de olmazdı.

Normal bir doğumun olduğu veya tersine gelişin hızla normal bir doğuma dönüştüğü bir

dünyada, bizlerin bütün hayatını ve teorik gündemini dolduran sorunların hiç biri olmazdı.

Sovyet Devletinin Sınıf Karakteri, Faşizm, Ulusal Kurtuluş Savaşları, Az gelişmenin

Gelişmesi vs. gibi sorunlar ve olgular olmayacaktı58

ve o zaman Marksizm de bambaşka bir

tarihin sorunları içinde bambaşka bir evrim geçirirdi.

Çağın bu özgül niteliğini kavramamak sonuç olarak sadece Marksizm’in evrimini

kavramamayı değil, başka olası tarih ve Marksizm evrimlerini de yok saymayı, yaşanan tarihi

olası biricik tarihmiş ve bu Marksizm’in evrimini olası biricik evrimmiş gibi görmeyi

getirmektedir.

Böylece, ayakları önde gelen (ters gelen) sosyalist devrim imgesi ile Sürekli Devrim, Antik

58

Örneğin “Evrensel Tarih Bağlamında Kurtuluş Savaşları” başlığıyla 1986 yılında Kürdistan Press’e

yolladığımız bir yazıda şunları yazıyorduk:

“Ulusal Kurtuluş Savaşları, evrensel Tarih ölçeğinde, üretici güçlerin aşırı olgunlaşmışlığına rağmen,

proletaryanın Tarihsel görevlerini, yani yeryüzünde sosyalizmi kurma görevini, Öznel nedenlerle

yapamamasının bir sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Diğer bir ifadeyle, Ulusal Kurtuluş Savaşları, Tarihsel

akış içinde var olması zorunlu bir aşama değildirler. (...)

Yirminci yüzyılın başında ya da daha sonraları, emperyalist ülkelerin proletaryası sosyalist devrimi

başarabilseydi, sömürge ve yarı sömürge ülkeler, hiç bir savaşa girme gereği olmadan, iktidara gelmiş ileri

ülkeler proletaryasının yardımıyla otomatikman, kendiliğinden bağımsızlıklarını kazanır ve kapitalist olmayan

bir yoldan şimdiye dek rahat rahat sosyalizme geçmiş olurlardı. Sovyet Orta Asya cumhuriyetleri ve Moğolistan

örneği, daha sonraki yozlaşmanın yol açtığı sorunlar ve tıkanıklıklar yok sayılırsa, Rus Proletaryasının yaptığını

Avrupa Proletaryasının yapabilmiş olması halinde, ya da yeryüzünün "altıda bir yeryüzü" kadar olması halinde,

Tarihin nasıl bir mecraya akmış olacağını kolaylaştıran bir örnek oluşturabilir.”

Page 168: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

168

Tarihteki devrimler ve/veya yıkılışlar ve Sosyalist devrimin girdiği veya giremediği yol;

Marks, Troçki, Kıvılcımlı, Benjamin; bir tek bütünsel kavrayış içinde birleşebiliyordu. Marks

kapitalizm gebe demişti ama bir ters gelmeyi ön görmemişti, Troçki ayakları önde doğumu ön

görmüştü, ama Lenin’le birlikte, onun normal bir doğuma geçişi kolaylaştıracağını varsaymış,

komplikasyonları ve bizzat bir normal doğuma engel oluşu görememişti. Marksizm’in

evrimini bizzat dünya tarihinin girdiği yol, dünya tarihinin girdiği yolu ise bizzat Marksizm’in

bu evrimiyle geliştirdiği kavramsal araçlar açıklıyordu.

Daha sonra, bizim ayakları önde veya ters gelme imgesiyle anlattığımız, Sosyalist devrimin

geri bir ülkede başlamasının yol açtığı komplikasyonları açıklamak için, Troçki’nin de

“Tarihin yumağının tersinden çözülmeye başlaması”59

imgesini kullandığını gördük.

Ama Troçki tersinden çözülüşün bir kör düğüme yol açabileceğini pek ön görmüyordu. Bir

yumağı tersinden, yumağın ortasındaki ucundan, çözmeye kalkınca, ortaya Gordiyos Düğümü

çıkar. Olan tam da buydu. Gordiyos Düğümünü antik tarihte İskender’in, yani “Barbarların”

kılıcı “çözer”. Ama artık dünyada “barbar” kalmamıştır60

.

*

Buraya kadar ana hatlarıyla anlatılmaya çalışılan evrim kavramının evrimi, 70’li yılların

sonuna doğru, kendi yaptığım katkı eklenmediği takdirde eksik kalacaktır. Bu katkı, “türün

kendi içindeki evrimi” olarak adlandırılabilir.

Yetmişli yıllarda, onlarca farklı sol akımın varlığını ve çeşitliliğini sosyolojik olarak açıklama

gibi bir sorunla boğuşuyordum.

Düşüncelerin ve siyasal hareketlerin anatomilerinin onların dayandıkları gizli varsayımlara

bağlı olduğu ve bilginin ilerlemesinin son duruşmada, bu gizli varsayımların bilince

çıkarılması ve gözden geçirilmesi anlamına geldiği sonucuna yıllar önce ulaşmıştım.

Bundan hareketle Türkiye’deki sol hareketlerin görüşlerinin dayandığı varsayımları

incelemeye başlamıştım. Bu inceleme esnasında, çıkarsamalar ya da olgulara ilişkin

değerlendirmeleri değişse bile birçok hareketin var oluşundaki temel varsayımları hiçbir

şekilde tartışıp gözden geçirmediği, dolayısıyla anatomilerinin esas olarak hep aynı kaldığı

olgusunu tespit etmiştim.

Ama bu onların da bir evrim yaşamadığı anlamına gelmiyordu. Elbette onlar da bir evrim

yaşıyorlardı ama o türün kendi içindeki bir evrimdi bu. Onların temel niteliklerinde bir

değişme görülmüyordu61

.

59

Maalesef bu benzetmeyi nerede yaptığını hatırlayamıyorum ve elimde kitaplarının çoğu olmadığı için araştırıp

bu kaynağı bulup gösterme olanağım da bulunmamaktadır.

60 Böylece çağın bir fenomeni olan UFO hikâyelerinin aslında bu ters gelişe son verecek, bu Gordiyos düğümünü

çözecek bir kurtarıcı beklentisi ile ilgili olduğu sonucuna kolayca ulaşılabilir. O doğa bilimleri dergisine

yolladığım yazıda sorunu böyle koymuştum.

611980’lerin başında Niğde Cezaevi’nde yazdığım Kıvılcımlı’nın Eleştirisine Önsöz’de örneğin şunları

yazıyordum:

Page 169: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

169

Böyle bir yaklaşımla birçok sol hareketin, modern ve evrimleşmiş görünümlerine rağmen

özünde ne kadar arkaik varsayımlara dayandıkları çok daha iyi görülüyordu. Bu yaklaşımla

aynı zamanda Türkiye’deki sol hareketin o muazzam bölünmüşlüğünü ve çeşitliliğini

açıklama olanağı da ortaya çıkıyordu.

Doğa’da da bir yandan türlerin değişimi şeklinde bir evrim yürürken, diğer yandan türün

kendi içinde bir evrim de sürüyordu. Örneğin balıklardan sonra kurbağalar, sürüngenler

şeklinde bir evrim vardı ama bu arada balıkların balık olarak evrimleri de sürmekteydi. Bu

günkü balıklar henüz, kurbağaların, kara hayvanlarının ortaya çıkmadığı dönemin balıkları

değildi, onlarla aynı anatomik özellikleri taşımalarına rağmen. Yani balıkların balık olarak,

temel anatomik özelliklerini değiştirmeden bir evrimleri de söz konusuydu.

Ya da başka bir örnek verelim. İlk tek hücreli canlılardan çok hücreli canlılara geçilmiş sonra

da bu çok hücrelilik çerçevesinde bir evrim gerçekleşmiştir. Ama tek hücreli canlılar ne yok

olmuşlardır ne de evrimleri durmuştur. Hatta bu hücre olarak evrimi diğer canlı türlerin

evrimi etkilemektedir. Onlar da evrilmeye devam etmişlerdir tek hücreli canlılar olarak.

Örneğin “terliksi” gibi çok karmaşık tek hücreliler ortaya çıkmıştır. Bu tek hücreliler birkaç

milyar yıl öncesinin çok hücrelilere geçen tek hücrelilerinden çok başkadırlar. Ama ne kadar

karmaşık olurlarsa olsunlar bu evrim tek hücreliliğin sınırları içinde bir evrimdir, bu anlamda

bir nitelik değişimi söz konusu değildir.

Ve somut canlılar tarihinde, bu türün kendi içindeki evrim, hem türlerin evriminden etkilenir,

hem de bu türün kendi içindeki evrimi türlerin evrimini etkiler. Örneğin, eklembacaklıların

kendi evrimleri sıcakkanlı canlıların veya çiçekli bitkilerin evriminden ayrı düşünülemeyeceği

gibi bizzat bu evrimi de etkiler.

“Bu önsözde anlatmaya çalışacağımız kişisel evrimimiz, gerekli değişiklikler yapıldığında, bir kuşağın ve 1960

sonrası devrimci/sosyalist hareketin de evrimi sayılabilir. Elbette herkes aynı yolu aynı hızla geçmedi. Kimileri

belli bir dönemin veya aşamanın problemlerine takılıp kaldı ve o problemler çerçevesinde bir evrim yaşadı.

Böylece devrimci/sosyalist hareketin gelişiminin farklı aşamalarına denk düşen hareketler aynı zamanda ve bir

arada var oldular ve birbirleri üzerinde karşılıklı etkiler yaptılar. Bir kısım yaşayabilmek için, yeni koşullara

uyabilmek için görünümlerini, biçimlerini değiştirdi ama anatomileri, yani onların var oluşundaki temel

problemler ve varsayımlar aynı kaldı. Böylece "Devrimci Hareket" dediğimiz şeyin zengin çeşitliliği ortaya çıktı.

Bu soyut ifadeyi somutlayabilmek, daha iyi açıklayabilmek için karmaşıklığı toplumsal evrime en yakın olan

biyolojik evrimden benzetmeler yapılabilir.

Bilinir ki, canlılar, tek hücrelilerden yumuşakçalara, omurgalılara, memelilere ve sosyal hayvan İnsan'a doğru

giden -ve halen de devam eden- bir evrim geçirmiştir. Ne var ki, bu evrimin alt konaklarını (aşamalarını)

oluşturan canlı varlıklar yok olmamışlardır, varlıklarını sürdürmektedirler. Örneğin, insanın yanı sıra

süngerler, yumuşakçalar, sürüngenler, kuşlar vs. var olmaya devam ediyorlar. Hatta onlar varlıklarıyla

kendilerinden daha üst konaklardaki canlıların var olabilmesinin temelini oluşturdukları gibi, üst konaktaki

canlılar da onların kendi türleri çerçevesinde bir evrim geçirmelerinin ve var oluşlarını sürdürmelerinin temel

koşullarından birini oluşturmaktadırlar. Örneğin et yiyen memeli hayvanlar olmasaydı, atın atası köpek benzeri

hayvan hızlı koşabilen bugünkü at haline dönüşmeyebilirdi. Ama atın bu evrimi, onun temel anatomik yapısı

bakımından daha üst bir aşamaya geçmesi anlamında da bir evrim değildir. Ortada canlıların genel evriminin

yanı sıra bir de atın at olarak evrimi vardır. At bugün de maymunlardan bile daha geri bir aşamanın ifadesi

olarak varlığını sürdürmektedir”

Page 170: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

170

Bu, türün kendi içindeki evrimi dediğimiz türden bir evrim, toplumda ve onun tarihinde de

geçerliydi. Toplumların evrimi sadece komün, klasik uygarlık, kapitalizm gibi aşamalardan

geçmiyordu. Aynı zamanda o aşamaların her biri de, örneğin, komün, uygarlık ve kapitalizm

de kendi içinde bir evrim geçiriyordu.

Uygarlık örneğin demiri işlemeyi öğrendiğinde, demiri işlemeyi öğrenen veya demir elde

eden komünler uygarlığa geçmiyor, ama mızraklarını, oklarını, kılıçlarını bu sefer demirden

yapmaya başlıyorlardı62

. Yani üretim ilişkileri komün olarak kalıyor ama bu komün artık

demiri kullanan bir komün, bir terliksinin çok karmaşık bir tek hücreli olması gibi, çok

karmaşık bir komün oluyordu. Ve komün uygarlıktan sadece demir, tunç gibi teknolojiyi

değil, uygarlığın geliştirdiği manevi araçları da alıyordu. Örneğin, Muhammet’in yaptığı

devrimle totemlere (putlara) tapan Arap kabileleri (komünleri), sadece demiri değil, aynı

zamanda uyarlıkların binlerce yılda geliştirdiği tek ve soyut bir tanrı düşüncesini de tanımış

komünler olarak uygarlığa geçiyorlardı. Dolayısıyla o komün gibi, geçilen uygarlık da klasik

uygarlıklardan farklı oluyordu.

Tarihe böyle bakılınca, Tarih aynı zamanda komünden uygarlıklara geçişlerin tarihi olarak

görülüyordu. Bu komünler ve uygarlıklar da kendi içinde evrim geçirdiklerinden, tarih farklı

aşamalardaki komünlerin farklı aşamalardaki uygarlıklara geçişleri olarak başka bir ışık

altında görülüyordu.

Böylece Sümer’de obsidyen taşı ve tunça dayanarak uygarlığa geçen komün ve ortaya çıkan

uygarlık ile örneğin Roma’da demire dayanan komün ve geçilen uygarlık birbirinden çok

farklı oluyordu. Böylece örneğin feodalizm de, aslında batı Avrupa’da komünden uygarlığa

geçiş olarak görülüyor ve bu geçişin nasıl kapitalizme geçişle sonuçlandığı çok daha

anlaşılabilir oluyordu.

Evrimi sadece türden türe geçişler olarak kavrayan, dolayısıyla da komünü ta antik uygarlıklar

öncesinde var olmuş, sonra varlığı son bulmuş bir toplum biçimi olarak gören bir anlayış için

“İlkel Sosyalizmden Kapitalizme Geçiş” akıl almaz bir saçmalık olarak görülüyordu. Çünkü

kafadaki ilkel sosyalizm, taş devri ilkel sosyalizmiydi ve onun taş devriyle birlikte bittiği ya

da yeryüzünün ücra köşelerinde, hala taş devrini yaşayan kabileler arasında önemsiz bir

şekilde yaşadığı düşünülmekteydi. Çünkü türün kendi içinde bir evrim kavramı

bulunmuyordu. Bu nedenle de insanlık tarihi ve toplumlar anlaşılmaz kalıyordu.

Türün kendi içindeki evrimi kavrayışının kökleri ta İbni Haldun’a kadar gider. İbni Haldun,

örneğin uygarlıkları birinci, ikinci ve üçüncü kuşak uygarlıklar olarak sınıflarken; uygarlığın

uygarlık olarak kendi içindeki evrimini ifade etmiş oluyordu. Birinci kuşak uygarlıklar, nehir

boylarının tunca dayanan uygarlıklarıydı; ikinci kuşak uygarlıklar subtropikal nehir

62

Rus devrim Tarihi’nin ilk satırlarında Troçki de bu olguya dikkati çeker. Örneğin şöyle yazar: “yabanıllar,

geçmişte o silahları birbirinden ayıran mesafeyi kat etmeksizin, ok ve yayı bırakıp tüfeğe geçerler”. Ama

üzerinde durmaz bu olgunun. Ve o tüfeğe geçenlerin aynı zamanda uygarlığa geçtiklerini var sayar. Örneğin

Tüfekle bizonları avlayan bir komünün ne olabileceği, taş baltayla bizon avlayan komünden nasıl farklı olacağı

üzerinde hiç durmaz. Gerçek tarihte bu iş tüfekle olmadı ama taşın yerini tuncun ya da demirin almasıyla oldu.

Bunun kavranamaması antik tarihin ve modern tarihin kavranamamasını beraberinde getirmektedir.

Page 171: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

171

boylarından kurtulmuş, Anadolu, İran, Balkan vs dağlarına ve yaylalarına yayılmış, demire

dayanan uygarlıklardı ve üçüncü kuşak uygarlık dünya ticaretine dayanan İslam uygarlığıydı.

Ama sadece bu kadar değil, bu birinci, ikinci ve üçüncü kuşak uygarlıklar da türün kendi

içinde evrim geçiriyorlardı. Örneğin Hindistan birinci kuşaktan bir uygarlık olarak, bu temel

anatomik özelliklerine dayanarak, kendi içinde bir evrim geçiriyordu. Hint Uygarlığı daha

sonra demir de kullanır, İndus ve Ganj’ın alüvyonlu ovalarından Hint yarımadasının

platolarına yayılır ama bir birinci kuşak uygarlığın kurumlarıyla; onun anatomik yapısı içinde

kalarak. Bu nedenle Hinduizm tüm karmaşıklığına rağmen, çok tanrılı bir üstyapı olarak var

olmaya devam eder. Hint uygarlığı, Mezopotamya ya da Mısır’ın birinci kuşak, nehir boyu

uygarlıklarının kendi içinde evrim geçirmiş bir versiyonu olarak, bir tür yaşayan fosil gibi

varlığını sürdürmeye devam eder63

. Bu onun kimi organlar bakımından çok gelişmiş

olmayacağı anlamına gelmez. Örneğin Ahtapotlar özünde yumuşakçalardır ama bazı

memeliler gibi gelişmiş bir zeka ve çok iyi bir görme oranı, bukalemunlar gibi hızla renk

değiştirme, balıklar gibi suda hızla hareket edebilme özellikleri geliştirmişlerdir ve yakın

akrabaları midye ve istiridyelere göre çok karmaşık bir yapı sunarlar.

Bu türün kendi içinde evrimi yaklaşımı, hem tüm insanlık tarihinin gidişini hem de var olan

ve olmuş toplumları; onların muazzam çeşitliliğini anlamak için oldukça etkili bir kavramsal

araç sunuyordu. Böylece birçok sorun bir yan ürün olarak bir çırpıda çözüyordu. Örneğin

Aleviliğin kendi içinde çok evrilmiş bir komünün dini olduğu ortaya çıkıyordu. Protestanlığın

da kapitalizmle değil komün ile ilgili olduğu64

, ama komünden kapitalizme geçildiği için

bunun kapitalizme geçişle ilgili görünmesi gibi vs..

Ve yine bu türün kendi içindeki evrimi kavramı olmasaydı daha sonra Din’in ne olduğunu

anlamak da mümkün olmazdı. Ama bu konuya ilerde gelinecek.

63

Altmışlı yıllardaki Asya Tipi üretim Tarzı tartışmaları, esas olarak düzgün ve aşamalı bir tarih anlayışına

sadece bir aşama daha ekleyip eklememe sorunu etrafında dönüyordu ve dolayısıyla evrim teorisinin evrimi

bakımından hiçbir ilerleme ve derinleşme anlamına gelmiyordu. Tam da türün kendi içindeki evrimi

kavrayışından yoksun olduğundan, Hint ve Çin’de değişim olmadığı gibi sonuçlar çıkarmaya eğilimli

olmuşlardır bu tartışmaları yürütenler.

64 Kıvılcımlı’nın “İlkel Sosyalizm’den Kapitalizme Geçiş” adlı yaklaşımı da türün kendi içindeki evrimi

yaklaşımı olmadan anlaşılamaz. Yani kapitalizme geçişin ve geçemeyişin sırrı da tam buradadır. Protestanlığın

sırrı da Komün’dedir. Komün’den kapitalizme geçildiği için, Protestanlık kapitalizme geçişin bir koşulu gibi

görülmektedir. 18 Yüzyıla kadar süren cadı yakmalar da (“cadı” komün’ün anaerkil kalıntısı şamanıdır ve

Avrupa’da komünün çok geç bir tarihe kadar yaşadığının bir kanıtıdır., Romantik düşüncenin Avrupa’daki

varlığı da yine komün’den geçişle dolayısıyla Komün’ün kendi içindeki evrimiyle ilgilidir. Bu türün kendi

içindeki evrimi kavramı olmadığından, Komün tarihin “kayıp halkası” olarak kalmaktadır. Kıvılcımlı

Sempozyumu’na sunduğumuz “Kayıp Halka” adlı bildiride bu konuları ele alıyorduk.

Page 172: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

172

Demokrasi Mücadelesinin ve/veya “Çatı Partisi”nin Sorunları (2)

Radikal, Kapsamli ve Sistematik Olma Gereği ve "Yeni Sosyal Hareketler"

Demokratik Cumhuriyet programı ile “Yeni Sosyal Hareketler” ilişkisini ve bu ilişkinin

karakterini ele alan aşağıdaki yazı Program Tartışmasının bu yanına bir metodolojik giriş

olarak okunabilir.

“Yeni Sosyal Hareketler”in Sorunları ve Dersleri

Yeni sosyal hareketler saf bir kapitalizmde olmayacak; kapitalist üretimin kendi iç

mantığının ürünü olmayan hareketlerdir; onlar sermayenin saf hareketinin somut tarihte

uğradığı çarpılmaların sonucu olarak ortaya çıkarlar.

Örneğin atmosferin olmadığı bir ortamda da bir taş bırakıldığında artan bir hızla düşer.

Taşın böyle her türlü sürtünmeden, o saflığı bozucu etkilerden azade olarak düşmesiyle

kıyaslanabilir saf bir kapitalizm. Ama hareket, bir gaz içinde gerçekleştiğinde bir çok

çarpılmalar ortaya çıkar. Atmosferin direnciyle taşın düşüş hızında değişmeler olur. Öte

yandan taş da düşerken atmosferde bir çok girdapların oluşmasına yol açar. Bu girdaplar da

bizzat yine taşın düşüşü üzerinde ek bir karşı etki yaratırlar vs.. Diğer yandan cıva buharından

bir atmosferde bu direnç farklı olur; oksijen ve azottan bir atmosferde farklı.

İşte Marks’ın Kapital’deki analizi, sermayenin hareketini incelemesi, atmosfersiz bir

ortamda yere bırakılan bir taşın hareketini incelemek gibidir. Bu nedenle Marks’ın analizi

hiçbir şekilde, yeni sosyal hareketleri öngörmez.

Ama gerçek tarihsel hareketi içinde sermaye de tıpkı atmosferi olan bir ortamda bir taşın

düşmesi gibi, bir takım sürtünmelere uğrar. Hareket çarpılır ve öte yandan tıpkı taşın da

atmosfer üzerinde etkilerde bulunması gibi, kendisi üzerinde çarpıtıcı etkide bulunan koşullar

üzerinde de bir karşı etkide bulunur.

Saf kapitalizmin mantığı açısından sadece iki temel sınıf vardır ve bu kapitalizmin olmazsa

olmaz koşuludur: sermaye sahipleri ve işgücünü satan özgür işçiler.

Halbuki gerçek tarihsel harekette bir çok başka özneler de görülür.

İlk elde kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin ürünü olarak veya modern üretimle dolaylı

ilişkiler içinde ortaya çıkan tabakalar. Bunlara bir bütün olarak küçük burjuvazi denmektedir.

Köylüler, esnaflar, zanaatkarlar gibi, geçmiş üretimin yadigarı olan küçük üretmenler ile;

memurlar, denetleyiciler gibi modern üretim sürecinin doğrudan ürünü olmayan küçük

burjuva tabakalar. Bir de kapitalizm öncesine ait egemen sınıflar, tefeci-bezirganlar ile toprak

ağaları da zikredilebilir.

Page 173: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

173

Klasik Marksist literatür, esas olarak bu ilişkileri inceler. Burjuvaziye karşı, küçük

burjuvaziyle ittifak, bu ittifakın mekanizmaları, ilişkileri, programı vs.. Klasik Marksizm’in

strateji tartışmalarının özü budur.

Ama dikkat edilirse bütün bu literatürde, farklı sınıfların ilişkileri söz konusudur. Yani işçi

sınıfının dışında başka bir güç vardır; küçük burjuvazi ve köylülük. Sorun bu güç ile işçi sınıfı

ve hareketinin ilişkileridir. Bu özneler, sermayenin hareketinin çarpılmasının sonucu olarak,

modern kapitalist ilişkilerin sonucu ortaya çıkmazlar. Sermaye olmadan önce de vardırlar. Bir

bakıma birbirinin yanı sıra var olan iki farklı üretim ilişkisindeki, egemen ve ezilen sınıflar

ilişkisiyle ilgilidir bunlar.

Yeni sosyal hareketlerde ise, bu klasik literatürde tartışılan, farklı sınıflar arasındaki ittifak

ilişkileri değildir söz konusu olan. Çünkü bu yeni sosyal hareketin özneleri, geçmiş bir üretim

biçiminin yadigarı olarak değil; sermayenin çarpılması dolayısıyla ortaya çıkarlar. Tamamen

modern hareketlerdir bunlar, sermaye dolayımıyla, onun gerçek hareketi dolayımıyla ortaya

çıkarlar.

Örneğin kadınlar binlerce yıldan beri ezilirler, ama bir sosyal hareket olarak bir kadın

hareketi, kapitalizmin geliştiği ülkelerde ortaya çıkmıştır.

Benzer şekilde, örneğin Alevilik tarih boyunca hep ezilen sınıfın partisi de olmuştur. Ama

bir sosyal hareket olarak Alevi hareketinin, tarihteki bu ezilmeyle bir ilgisi yoktur. Bu

hareket, modern toplumdaki ezilmenin bir ürünüdür. Modern sosyal hareket olarak Aleviliğin,

tarih boyunca ezilmekle ilişkisi tamamen tesadüfi bir ilişki ve çakışmadır. Pek ala tarih

boyunca hiç de ezilenlerin bayrağı olmamış, aksine egemen sistemin ifadesi olan bir din de

bugün pek ala ezilenlerin bir sosyal hareketinin bayrağı olabilir. Bir yeni sosyal hareket olarak

politik İslam bir çok yerde böyledir örneğin. Pekala Alevilik de Sünnilik gibi devletin

desteklediği ve imtiyazlı bir din durumunda da olabilirdi. Örneğin Suriye’de Aleviler bu

durumda sayılabilirler.

Ya da, tarih boyunca, kavimler başka kavimleri baskı altına almıştır. Ama bunlar hiç bir

zaman ulusal kurtuluş hareketlerine yol açmamıştır. Modern ulusal kurtuluş hareketlerinin

kendilerine tarihten kaynaklar aramaları, onları yaratmaları ve onlara bugünkü anlamlarını

vermeleri bu gerçeği değiştirmez.

Açıktır ki, yeni sosyal hareketler denen özne, gerek program, gerek strateji, gerek örgüt

bakımından, örneğin bir köylülükten tamamen farklı özellikler taşımaktadır.

Bunlar saf kapitalizmdeki çarpılmanın ürünleri olduğundan, hedeflerine ulaştıklarında

sermayenin hareketini saf biçimine daha yaklaştırmış, yani kapitalizme bir tazelik ve

dinamizm kazandırmış olurlar. İster ulusal kurtuluş hareketleri, ister siyah, ister kadın, ister

gençlik hatta ekoloji hareketleri göz önüne alınsın, bunların belli başarılar kaydettiği her

yerde, kapitalizm daha dinamik, daha modern, daha esnek olmuştur. Gençlik aşısı yemiş gibi

olmuştur.

Aynı şey Alevilik için de geçerlidir. Diyelim ki Alevi hareketi, devletin Aleviliği de

tanıması gibi laiklikle ilgisi olmayan ve ona çok uzak bir hedefi değil de gerçekten laiklik,

Page 174: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

174

yani devletin inançlara hiçbir şekilde karışmaması hedefine ulaştı. Bu Türkiye’deki

kapitalizme bir gençlik aşısı olur ve canlılık verir.

Ne var ki, bu hareketler bir kere ortaya çıktıklarında bir başka dinamizmi de harekete

geçirirler: radikalleşme ve anti-kapitalist hedeflere doğru yönelme eğilimi gösterirler.

Hedefleri hiç de radikal olmasa bile, özünde kapitalizmi sorgulamasa bile, yolun kendisinde,

mücadelenin içinde bir radikalleşme ve kapitalizmi sorgulama eğilimi gösterirler.

Niçin ve nasıl böyle bir eğilim gösterirler?

Birincisi, bu hareketleri yaratan, kapitalizmdeki çarpılmaydı. Bu çarpılmaya karşı hareket

ister istemez, kapitalizmle de karşı karşıya gelir; onun somut çarpılmış biçimine karşı çıkış,

somutta var olan egemen sınıfa bir karşı çıkış halini alır. Bu özellik onların, kapitalizm

dolayımıyla var olmalarından kaynaklanır. Soyut olarak kapitalizme karşı olmamalarına

rağmen, somut ilişkiler içinde böyle bir eğilim gösterirler.

Ama bu sosyalizme doğru eğilimi yaratan onların yapısı ve mücadelenin bu yapı temelinde

gelişen dinamiğidir. Bunu biraz açıklayalım.

Yeni sosyal hareketleri yaratan neden, iktisadi ilişkiler içindeki konum değildir. Bu nedenle

bu hareketler sınıf hareketi değildir ve bu hareketlerde bütün sınıflar bulunurlar. Kadın

hareketinde bütün sınıflardan kadınlar yer alır. Ulusal harekette bütün sınıflardan o ulusal

baskıya uğrayanlar yer alır. Bu klasik Marksist65

ve işçi hareketinin yüzleşmediği ve

tartışmadığı, yeni bir durum ve olgudur.

Klasik bir örnek olduğu için kadın hareketini göz önüne getirelim. Bu hareket içinde, bütün

sınıflardan kadınlar yer almaktadır. Çünkü ister işçi, ister küçük burjuva, ister işveren olsun

bütün kadınlar kadın oldukları için bir şekilde baskı altında bulunmaktadırlar.

Bu olgu, daha önce yüzleşilmemiş bir sorunu gündeme getirir. Klasik farklı sınıflar

ilişkisinde, sosyalistlerin ya da işçi hareketinin görevi, diğer sınıfı örgütlemek değildir.

Onunla ayrı bir özne olarak ilişki kurulur ve bunun sorunları tartışılır.

Yani sosyalistler ya da işçi sınıfı, örneğin bir köylü hareketi örgütlemek gibi bir hedef ve

çaba içinde olamaz (bunu zaten köylüler kendilerine sosyalist diyerek yaparlar). Köylüleri

sosyalist yapmaya çalışmak, köylülerin sosyalist olmasıyla değil, sosyalizmin köylü

sosyalizmi olmasıyla sonuçlanır. Zaten köylüleri sosyalist yapmaya kalkan sosyalistler de

köylü hareketini örgütlemiş olurlar nesnel olarak.

Halbuki yeni sosyal hareketlerde tamamen farklı bir ilişki söz konusudur. Örneğin kadın

hareketinin, ulusal veya ırksal baskıya karşı hareketlerin önemli bir bölümü, hatta esası

işçilerden oluşur. Bu nedenle, işçi hareketinin veya sosyalizmin bu hareketle ilişkisi klasik

65

Aslında Yeni sosyal hareketlerin yeni olmadığını, ulusal kurtuluş hareketlerinin de yeni sosyal hareketlerle aynı

ortak karakteristiklere sahip olduğuna önceden değinmiştik. Bu anlamda farkına varmadan ulusal kurtuluş savaşları

bağlamında, bilincinde olmadan yeni sosyal hareketlerde bütün sınıfların olmasının ortaya çıkardığı sorunları ele

alma elbette Marksist gelenekte vardır. Ama düşüncenin akışını bozmamak için şimdilik bunu bir kenara

bırakıyoruz.

Page 175: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

175

işçi köylü ittifak ilişkisi gibi ele alınamaz. Sosyalist hareketin, işçi hareketinin kendisi bizzat

bu hareketin içindedir ve içinde olmak zorundadır.

Böylece klasik sosyalist ve işçi hareketinin karşılaşmadığı başka bir durum ortaya çıkar.

Sosyalistler ya da işçi hareketi, bu hareketleri örgütlemek; onlar içinde sosyalist bir eğilim

oluşturmak; bu hareketlerin öncüsü olabilmek için çalışmalıdırlar. İşçi hareketi ya da sosyalist

hareket kendisine böyle bir görev koymasa bile, sınıfların eğilimleri her zaman kendini ifade

edecek bir damar bulduklarından, bu hareketler içinde bütün sınıfların, dolayısıyla işçilerin

eğilimleri de bir şekilde ifadesini bulur. Ama bu hareketlerin içinde işçilerin eğilimleri de

ifadesini bulunca, o giderek kapitalizmi sorgulama; sosyalizmi yeniden keşfetme eğilimi

gösterir.

Ama bu kapitalizmi sorgulama eğilimi, kendini genellikle, o yeni sosyal hareketin

mücadelesinin mantığı aracılığıyla ortaya koyar ve radikalleştikçe bu noktaya doğru gelişir.

Mekanizma aşağı yukarı şöyle işler: başlangıçta o özgül baskı biçimin karşı bir direniş ve

sosyal hareket ortaya çıkar. İçinde bütün sınıflar ve onun eğilimleri henüz kristalize olmamış

ve ayrışmamış bir biçimde vardır.

Bu sınıfların eğilimleri giderek farklı programlar ve stratejiler biçiminde ortaya çıkmaya

başlar. Bir tarafta genellikle, hareketi sırf kendi sorunları ve reformist karakterdeki

talepleriyle sınırlayanlar, diğer tarafta, yeni müttefikler ve güçler bulmak için diğer toplumsal

baskı biçimlerine de yönelenler ve böylece giderek bütün sistemi sorgulayan bir programa

doğru eğilim gösterenler. Ve giderek bir süre sonra bu eğilimler arasında bir ayrışma başlar.

Benzer eğilimler her hareketin içinde gerçekleştiğinden, her hangi bir sosyal hareketin içinde,

diğer hareketleri yaratan sorunları sorun edenler ve sistemi sorgulama eğilimi gösterenler,

diğer hareketlerdeki benzer eğilimi gösterenlerle bir ortaklık ve beraberliğe; giderek

başlangıçta o özgül baskıya karşı olarak yola çıktıklarıyla kopuşa doğru giderler.

Bu eğilim bütün hareketlerde görülür. Sadece somut tarihsel tecrübede hepsinde aynı

ölçüde gelişmemiştir. Ama Siyah hareketi gibi, gerçekten modern bir toplumda, Amerika’da

doğmuş ve büyük ölçüde işçilere dayanmış bir harekette işçilerin, işçi sınıfının bu eğilimi, tam

da bu biçimde ortaya çıkar.

Kuzeyin sanayi bölgelerinin Malcolm X’i ile, Güney’in köleci geleneklerinin güçlü olduğu

bölgelerin Martin Luther King’i başka yollardan bu noktaya, tam da bu sonuca gelmişlerdir.

Bir bakıma, biri İslamiyetten, diğeri Hıristiyanlıktan hareketle sosyalizmi yeniden keşfetme

noktasına gelmişlerdir.

Malcolm X radikalleştikçe, sırf siyahların sorunlarına hapsolmayı aşmış, tüm ezilenlere

hatta dünya çapında ezilenlere ilişkin bir program ve strateji noktasına yaklaşmış, bu da onun

siyah Müslümanlar hareketinden dışlanması ve sonunda öldürülmesini getirmiştir.

Benzerini King de yaşar, o da giderek, tüm ezilenlerin mücadelelerini birleştirme ve onların

taleplerini kendi bayrağına yazmaya doğru bir evrim geçirir. Örneğin öldürüldüğü gün,

Page 176: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

176

siyahların önderi olarak bir işçi grevini desteklemeye gitmekte, yani siyah hareketi olarak işçi

hareketinin taleplerine de sahip çıkma noktasında bulunmaktadır66

.

Özetle, yeni sosyal hareketler tüm sınıflardan insanları kapsadıkları için, bu sınıfların

eğilimleri o hareketlerde ifadesini bulur ve o hareketlerin içinde bir sınıf mücadelesi de var

olur. Bu sınıf mücadelesinde işçilerin eğilimi, radikal taleplere yönelme, yeni ittifaklar

kazanma dinamiği ile, tüm toplumdaki ezilenlere ilişkin bir program oluşturma dinamizmi

aracılığıyla kapitalizme karşı olma karakteri gösterir.

Ama sorun sadece sınıfların eğilimlerinin yeni sosyal hareketler içinde ifadesini bulması

değildir, bu hareketler de sınıfların veya sınıf hareketlerinin içinde aynı zamanda ifadelerini

bulurlar.

Örneğin köylü hareketi işçi hareketinin içinde olmaz. Dolayısıyla, işçi hareketinin içindeki

köylü hareketiyle ilişkiler gibi bir sorun da olmaz. Ama yeni sosyal hareketlerde bütün bu

hareketler işçi hareketinin içinde de vardırlar. Örneğin kadın hareketi aynı zamanda

sendikalar, işçi partileri içinde de ortaya çıkar. Kadınların uğradıkları özgül baskılara ve bu

baskılar karşısındaki körlüğe karşı kadınların ayrı talepleri, özerk örgütlenmeleri ortaya çıkar.

Ve nihayet sadece sınıflar ve hareketleri içinde yeni sosyal hareketler; yeni sosyal

hareketler içinde sınıfsal eğilimler değil; aynı zamanda yeni sosyal hareketler içinde, yine

bizzat yeni sosyal hareketlerin eğilimleri ortaya çıkar.

Yani örneğin kadın hareketi içinde bu sefer Siyah hareketinin ifadesi, Siyah kadınların

beyaz kadınlara karşı duruşu olarak; veya Siyah hareketi içinde, kadın hareketinin, onun erkek

ve seksist karakterine karşı Siyah kadınların direnişi olarak ortaya çıkması gibi.

66

Benzer eğilimler bütün yeni sosyal hareketlerde görülür. Altmışlardaki gençlik hareketi başlangıçta üniversitelere

ve öğrencilere ilişkin taleplerle başlamış bir süre sonra, tüm toplumdaki ezilenlerin mücadele hedeflerini bayrağına

yazmıştır. Hatta Türkiye’deki altmışlardaki işçi hareketi ve Türkiye İşçi Partisi bile bu eğilimi doğrular. O işçi

hareketi, tüm ezilenlere yönelik bir program ortaya koyduğunda, yani İşçi Partisi’ni kurduğunda, toplumdaki tüm

gayrı memnunlar için bir çekim merkezi olabilmiştir.

Aslında Türkiye’de altmışların bütün dinamizmini yaratan da, yeni sosyal hareketlerin ve işçi hareketinin, bilinçsiz

bir biçimde, tüm diğer ezilenleri kapsayan demokratik karakterli programlara sahip olmasıydı.

Altmış ve yetmişlerdeki Türkiye sosyalist hareketinin hemen sadece Kürt, Alevi ve kadınlardan oluşması bir çok

kişinin dikkatini çekmiştir. Bunlar bu hareketin içinde sonradan oldukları gibi, Kürt, Alevi ya da kadın kimlikleriyle

değil sosyalist olarak yer alıyorlardı. Kendilerini sosyalist olarak tanımlamalarına rağmen, onlar aslında bu özgül

baskılara karşı tepkinin bir ifadesiydiler.

Bu hareketler o zaman doğrudan devrimci ve demokratik programlar etrafında birleştiğinden, yani bir Kürt, bir

Alevi, bir kadın olarak mücadelesinin sonunda varacağı yere daha başlangıçta varmış olduğundan, tüm bu yeni

sosyal hareketler bir tek sosyalist hareket biçiminde ortaya çıkıyordu. Bu nedenledir ki, sosyalist hareket dağılınca,

yani bu ortak ve devrimci demokratik program kaybedilince hepsi aslına rücu ettiler. Bu günün görevi, aynı sentezi

bu sefer bir üst düzeyde, her biri hareketin içinden yola çıkarak gerçekleştirmektir. Yani kadınlar, Kürtler, Aleviler,

işçilerin devrimci demokratik bir programa sahip olarak diğer sosyal hareketlerle ittifak kurmak isteyenleri, kadın,

Kürt, Alevi, işçi hareketi içindeki, Alevici, Kürtçü, işçici ve kadıncılarla kopuşmak, onlara karşı mücadele etmek ve

diğer hareketlerde aynı şeyi yapanlarla ortak bir program etrafında birleşmek zorundadır.

Page 177: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

177

Görüldüğü gibi, yeni sosyal hareketlerin birbirleri ve işçi hareketiyle, bir ağ gibi kesişen

ilişkileri söz konusudur. Ve bütün bunlar hep, bu hareketlerin kendi içine kapanma,

kendilerini sırf kendi sorunlarıyla sınırlama eğilimine karşı; tüm toplumsal baskı biçimlerine

karşı olma gibi bir eğilimi beslerler. Bu ilişkiler de ister istemez, bu hareketler özünde

bütünüyle sermayenin gerçek tarihsel hareketinin ürünü olmalarına ve kapitalizmi değil, onda

kendilerini yaratan çarpıklığı sorgulama karakterinde olmalarına rağmen, fiilen anti kapitalist

bir eğilimi güçlendirir.

İşçi hareketi veya sosyalist hareket, sermayenin gerçek tarihsel hareketini anlayamadığı

gibi, bu yeni sosyal hareketler karşısında da tam anlamıyla anlayışsız ve düşmanca bir tavır

içinde olmuştur. Ama bu da bizzat işçi hareketinin, devrimci karakterini yitirmiş olmasıyla,

yani tüm toplumdaki gayrı memnunların sorunlarını sorun etmemesiyle ilgilidir; işçi

hareketine damgasını vuran ekonomizmin bir yansımasıdır67

.

İşçi hareketi, kadın hareketinin, siyahlar hareketinin sosyalist ve işçi hareketini böldüğünü;

onu hedeflerinden saptırdığını düşünmüştür. Kendi içindeki kadın ve siyahların özerk

örgütlenmelerini bölücülük girişimleri olarak algılamıştır.

Daha sonra bu hareketler güçlenip de, artık tehdit ve yasaklarla onları engellemek mümkün

olmayınca, bu sefer tıpkı egemen sınıflar gibi taktik değiştirilmiş, bu hareketlerin

entegrasyonu ve kısırlaştırılmasına gidilmiştir. Sendika veya partilerde kadınlara özerk

bölümler açılmış, kadın üyeler için kotalar ayrılmıştır örneğin. Artık bildirilerin dilleri

değişmiş, cins ayrımcısı ifadeler terk edilmiş, “politik korrekt” olunmuştur. Ama özünde

değişen bir şey de olmamıştır. Sadece ayrımcılık çok daha ince biçimlere bürünerek devam

etmiştir.

İşin kötüsü bu sadece işçi hareketinde böyle olmadı. Bizzat bu hareketlerin kendileri de işçi

sosyalist hareketin tüm zaaf, körlük ve bürokratikleşmesini çok daha hızlı ve derin olarak

yaşadılar. Yani bütün bu hastalıklar bizzat bu hareketlerin içinde de ortaya çıktı. Bu hareketin

kazanımları veya organlarından yaşayan bir bürokratlar tabakası işçi örgütleri veya burjuva

toplumuyla ilişkiler içinde sistemin dayanakları haline dönüştü.

Ne var ki, bütün bu bu nareketler ve kazanımlarına rağmen, ne işçilerin sömürüsü, ne

kadınların ezilmesi, ne ırkların ve ulusların ezilmesi ne çevrenin tahribi durmuş veya azalmış

değildir. Bu günkü durgunluk, toplumsal mücadeleler tarihinde her zaman görülen med ve

cezirlerden biridir ve nesnel nedenler ortadan kalkmadığından yarın öbür gün bu hareketler

bugünden ön görülemeyecek biçimlerde yine ortaya çıkacaklardır.

Bu günkü iniş dönemi bu hareketlerin tarihsel deneylerinin sistemleştirilmesi ve

sorunlarının tartışılması için değerlendirilmesi gereken bir boşluktur aslında.

İşçi hareketi ve sosyalist hareket, bu hareketlerle ilişkileri ele alan, bütün programatik,

stratejik ve örgütsel sorunları gözden geçiren bir strateji tartışması yaşamış değildir. Bugün

67

Lenin’in Ne Yapmalı’da dediği anlamda Ekonomizm. Yoksa Ekonomizm kavramı son yıllarda, Stalinizme karşı

açık bir tavır almaktan kaçınan merkezcilerin muz gibi ne niyetine yenirse o anlama gelen bir kavramı anlamında

değil.

Page 178: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

178

hareketlerin kendisi ortada görülmediğinden bir sorun yokmuş veya sanki sorunlar çözülmüş

gibi görünmektedir ama aslında sorunların hepsi olduğu yerde durmaktadır.

*

İşçi ve sosyalist hareketin bu hareketlerin tarihsel deneyinden çıkaracağı dersler nelerdir?

En önemlileri şöyle sıralanabilir:

1) İşçi hareketi veya sosyalistler, bu hareketlerin içinde ve oluşumunda yer almalı ama aynı

zamanda bu hareketler içinde devrimci ve sosyalist bir eğilimin program, strateji ve

taktiklerini şekillendirmelidirler.

2) İşçi hareketi bu hareketleri yaratan sorunlara ilişkin programı kendi bayrağına yazmalı

ve kendi içinde bu özgül baskıya karşı körlüklere karşı otonom hareketleri desteklemelidir.

Bu iki temel ders ve yol aslında birbirini tamamlamaktadır. Tarihsel deney bunlardan biri

olmadığında diğerinin olmadığını da göstermektedir. Aslında bütün bunlar devrimci işçi

hareketinin unutulmuş bir ilkesinin yeniden hatırlatılmasından başka bir şey de değildir.

Bu şöyle özetlenebilir: işçi hareketi, devrimci bir işçi hareketi olabilmek için, işçi hareketi

olmaktan kurtulmak; işçi hareketi olmaktan çıkmak; toplumdaki tüm gayrı memnunları

toplayacak bir hareket olmak zorundadır.

Yani işçiler, köylülerin, kadınların, ezilen ulusların, ırkların, cinslerin taleplerini kendi

bayraklarına yazıp onlar için mücadeleye girmedikleri takdirde, işçi hareketi bir sendika ve

parti bürokratları hareketi olarak kalır; bir reformist burjuva hareket olmaktan öteye gidemez.

Ve diğer ezilenlerin taleplerini kendi bayrağına yazmayan bir hareket, aynı zamanda sırf

kendi sorunlarına yoğunlaştığından, toplumun diğer ezilenlerinin mücadelesiyle kendi

mücadelesini birleştiremez, dolayısıyla tecrit olur ve yenilgiye mahkum olur.

Ama yeni sosyal hareketlerin tarihine baktığımızda, aynı şeyin yeni sosyal hareketler için

de geçerli olduğu görülür. kadın hareketi, kadın hareketi olmak için, kadın hareketi olmaktan

çıkmak zorundadır; ezilen ulusların, dinlerin, ırkların hareketleri gerçekten öyle olmak için

ezilen ulus, din ve ırk hareketleri olmaktan çıkmak, toplumdaki tüm gayrı memnunların

taleplerini bayraklarına yazmak zorundadır. Yani nasıl işçi hareketi, işçi hareketi olmaktan

çıkmak zorundaysa ve ancak işçi hareketi olmaktan çıktığı takdirde işçi hareketi olabilirse,

aynı şekilde örneğin Kürt hareketi, Kürt hareketi olmaktan; kadın hareketi, kadın hareketi

olmaktan; Alevi hareketi, Alevi hareketi olmaktan çıkmak zorundadır. Ve ancak bunu

yaptıkları takdirde Kürt, kadın ya da Alevi hareketi olabilirler.

Ve tarihsel deney tam da şunu göstermektedir: bu hareketlerin her birinin içinde, burjuva

kanatlar, tıpkı işçi hareketi içindeki burjuva sosyalist kanat gibi, yani sendika ve parti

bürokratları kanadı gibi, bu hareketlerin taleplerini sırf kendileriyle sınırlamak, farkı

toplumsal ve sınıfsal eğilimlerin varlığını bölücülük olarak; hareketin hedeflerinden

saptırılması olarak görmek eğilimindedirler.

Yani bir sosyalist bir yandan işçi hareketi içinde, örneğin bağımsız bir kadın hareketini ve

onun otonom örgütlenmelerini ve kadınların mücadelesinin taleplerini işçilerin kendi

Page 179: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

179

bayraklarına yazmalarını savunurken; diğer yandan bu bağımsız kadın hareketi içinde, kadın

hareketinin, gerçekten hedeflerine ulaşmak için, mücadelesini değir ezilenlerin mücadelesiyle

birleştirmek gerektiğini; kadın hareketinin diğer ezilenlerin sorunlarını kendi programına

alması gerektiğini savunmalıdır.

Böylece, diyalektik olarak birbirini tamamlar bu çabalar. Kadın hareketi içinde işçilerin ve

diğer ezilenlerin taleplerini savunduğunuzda, işçiler, ezilen uluslar, dinler vs. sizin yanınıza

geleceklerdir. Böylece kadın hareketi içinde bütün ezilenleri toplayan devrimci bir kanat

oluşacaktır. Kadın hareketi içinde bir kopuşma yaşanacaktır.

Aynı gidiş tersinden işçi hareketi içinde de olur: işçi hareketi içinde, kadınların, ezilen

ulusların, dinlerin taleplerini savunduğunuzda, işçi hareketindeki sendikalizm ve

ekonomizmle karşı karşıya gelirken bu sefer o hareket içinde ve dışında bunlar sizleri

destekleyeceklerdir.

Bunlar her zaman o hareketler içinde burjuvaziyle kopuşma demektir; o hareketlerin

bürokrasisiyle kopuşma demektir. Yeni sosyal hareketlerin tarihi, işçi hareketinin bu eski

ilkesini aynen doğrulanmasının ve yeniden keşfedilmesinin tarihidir.

Ama dediğimiz gibi, bütün bu talepler aslında, kapitalizm için ideal koşullar demektir. Bu

da fiilen şu anlama gelir: Yeni sosyal hareketleri yaratan taleplerin bütün bu hareketleri

birleştirecek bir program içinde birleştirilmesi, fiilen ideal bir kapitalizm talebidir başka bir

şey olmaz.

Yani gerçek bir laiklik; kadınlara tam bir eşitlik; ulusun tanımından her türlü, dili, dini,

soyu, kültürü dışlamak; tam bir demokrasi, fikir ve örgütlenme özgürlüğü gibi tüm talepler

özünde demokratik cumhuriyet ve ideal bir kapitalizm programından başka bir şey değildir.

Şimdi kısaca böşyle bir ideal kapitalizm ve Demokratik Cumhuriyet programının bu farklı

sosyal hareketlerin taleplerini birleştirme imkan ve gereği üzerinde kısaca duralım.

Örneğin işçi hareketi içinde, işçileri sırf işçilere ilişkin ekonomist mücadeleyle

sınırlayanlara karşı mücadele edip, Kürtlerin, Alevilerin, kadınların hakları ve uğradıkları

özgül baskıya karşı işçileri mücadeleye çağırdığınızda ve bunlar için bir program ortaya

koyduğumuzda; bu aynı zamanda, bir demokratik cumhuriyet programından başka bir şey

olmaz. Çünkü ulusun tanımından her türlü dili, dini, etniyi dışlamak otomatikman bu özgül

baskıları ortadan kaldırır. Kürtler içinde işçilerin, kadınların, Alevilerin mücadelesinin

hedeflerini bayraklarımıza yazalım diyenlerin konumu güçlenir. Aleviler içinde de aynısı olar.

Aleviler içinde Kürtlerin taleplerine; Kürtler içinde Alevilerin taleplerine sahip çıkalım

diyenlerin konumunun güçlenmesi, aynı zamanda hem karşılıklı olarak hem de diğer

hareketler içinde devrimci demokratik programın gücünü ve etkisini yükseltir. Yani ortaya

kendini besleyen bir süreç çıkar.

Ama bütün bunların, bu dereciklerin bir tek nehirde birleşmesi ve birbirini desteklemesi,

ancak tüm bu farklı öznelerin taleplerini bir tek sistematik bütün içinde toplayan bir

programla mümkün olur.

Page 180: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

180

Böylece demokratik cumhuriyet olarak ifade edilebilecek parola ve programın, bu

hareketler içindeki dar görüşlülüğe karşı mücadele için muazzam pratik ve hayati önemi

ortaya çıkar. Yani işçi hareketi içinde, Alevilerin, Kürtlerin, kadınların, haklarını savunmak

aslında, demokratik cumhuriyeti savunmak olabilir. Ayın şekilde, Kürt ya da Alevi hareketi

veya kadın hareketi içinde, demokratik cumhuriyeti savunmak aynı zamanda bunların içinde

diğerlerinin talep ve mücadelelerini savunmak demektir.

Böylece, birbirine karşı kullanılan bütün muhalif hareketlerin bir tek bütün içinde, bir tek

siyasi hareket içinde birleşmesinin temel şartı ortaya çıkar.

Bütün bu farklı baskı biçimlerini yaratan ortak şeyin ne olduğu sorununa gelince,

sermayenin gerçek tarihsel hareketine, yani başlangıçtaki çıkış noktasına geliriz. Demokratik

cumhuriyet ise, sermayenin ya da kapitalizmin ideal siyasi formudur soyut olarak.

Ama demokratik cumhuriyet de tıpkı bu yeni sosyal hareketlerin tüm baskı biçimlerine

karşı bir dinamik taşıması gibi, içinde bunu aşacak bir dinamik taşır68

.

68

Çünkü Engels’in de dkkati çektiği gibi, Demokratik bir Cumhuriyet aynı zamanda İşçi Sınıfının iktdarının özgül

bir biçimi de olabilir.

Page 181: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

181

Demokrasi Mücadelesinin ve/veya “Çatı Partisi”nin Sorunları (3)

Babil Kulesi, Çin Yazısı ve Ayrı Diller sorunu

Kutsal kitapta anlatılan insanların birbirinin dilini anlayamamaları ile ilgili Babil Kulesi

efsanesi, aslında sanıldığından çok daha doğru olarak gerçeği aktarır.

1960'larda, Türkiye'de Sol ve Demokratik muhalefetin dili ortaktı. Ne kadar farklı programları

savunsalar da aynı dil ve kavramlar içinde yapıyorlardı bunu. Dolayısıyla herkes her

söyleneni anlıyordu. Sol hareket, tıpkı Babil kulesini yaparak göğe erişmeye çalışan

hükümdar gibi, neredeyse güneşi feth edecekmiş gibi görünüyordu.

Ne var ki 1975'lerden sonra sol harekette diller farklılaştı. Farklı program ve stratejiler artık

aynı dille değil, farklı dillerle ifade edilmeye başlandı. Kimse birbirinin dilini anlamaz oldu.

Belki aynı şeyleri söylüyorlar, aynı programları savunuyorlardı, ama bunu her hareketin kendi

özel dili içinde, ancak o özel jargonu çok iyi bilenlerin anlayabileceği bir dille yapıyorlardı.

Bu eğilim bir süre sonra kendini üretir ve besler oldu. Yeni kuşaklar artık ülke çapındaki bir

geniş sosyal hareketin diliyle işe başlamıyorlardı, belli bir hareketin aracılığıyla politik veya

örgütsel ilk tecrübelerini edinirken farkına bile varmadan sadece bu özel dili öğreniyorlar,

dünyaya kapanıyorlardı. Bu bütün örgütlerin ve örgütlü yapıların işine de geliyordu. Çünkü

tıpkı bir ulusal devlet gibi, kendini üreten bir mekanizma ortaya çıkmış, o hareket veya

örgütün sürekliliği garantilenmiş oluyordu.

Ancak bu aynı zamanda, onun kendi etrafını bir kistle sarmalaması; gerçeklikle bağlarının

kopması anlamına da geliyordu. Dolayısıyla taşlaşma ve fosilleşme de başlamış oluyordu.

Bu gün solun ve sosyalistlerin neden birleşemediği konusunu tartışmak isteyenlerin üzerinden

atladığı ve problematize etmediği en büyük problem budur. Çünkü, her grubun, her eğilimin,

her örgütün kendi özel dili vardır ve diğer dilleri merak eden, öğrenmek isteyen ve okuyan

bulunmamaktadır. Hatta ortada ortak bir konuşma dili yerine geçebilecek bu dillerin yanı sıra,

ortaçağ Latincsi veya İslam uygarlığının Farsça ve Arapçası gibi olsun bir "Lingua France"

bile yoktur.

Marksist klasiklerin dilinin en azından bu olması beklenebilirdi. Ama o farklı diller taraftarları

öyle şekillendirmişlerdir ki, artık kimse Marksist klasiklerin dilini de anlamamakta ve

konuşamamaktadır. Bu Çatı Partisi Tartışmaları Grubuna yazdığım yazılara verilen kimi

yankıların da gösterdiği ve kanıtladığı gibi, klasik Marksist kavram ve argümanlar sadece

anlaşılmamakla kalmamakta, hatta rahatsız edici bir gürültü gibi algılanmaktadır.

Aslında solda ilk yapılması gereken şey bu farklı diller sorununu problematize etmek ve

bunun çözüm yollarını aramaktır.

Bu bağlamda 1980'lerin başından beri önerdiğiniz gibi, solda ilk elde esas ihtiyaç olan şey,

ortak bir örgütten ziyade, ortak bir yayındır. Böylece harkesin en azından katkısı oranında

sayfalarını paylaşacağı bir ortak yayın, yani ortak bir yayın yayınlamak üzere ortaklık,

Page 182: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

182

yakalanması gereken ana halka olmaya devam etmektedir.

Ancak o zaman her biri birkaç yüz veya birkaç bin cıvarındaki dergi ve gazeteler, bir tek

yayın içinde yer alarak, biri için o dergi ve gazeteyi alanın diğerlerini de okuması, diline

alışması gibi bir olanağın yolnu açabilir. Böylece ilk elde en azından on binlerle sayılabilen

bir gazeteye veya dergiye ulaşılabilir.

Bunu bile yapamayanların, aynı örgüt içinde bir araya gelebilmeleri olanaksızdır.

Dolayısıyla bu "Çatı Partisi Girişimi"nin ilk elde yapabileceği tek somut ve işe yarar proje,

bütün bileşenlerin kendi yayınlarını kapatmaları, hepsinin ortaklaşa, katkıları oranında

sayfalarını paylaştıkları, birçok yayının bir tek yayının içinde bölümler olarak yayınlanması

olabilir. Böylece herkes hem daha çok bir okuyucuya ulaşmış ve başkalarını etkileme olanağı

bulmuş olur hem de aynı zamanda başkaları tarafından da etkilenmeye kendini açmış olur.

Böylece taşlaşma ve kastlaşmaya karşı bir panzehir geliştirilmiş olur.

Bir an için, Evrensel, Atılım ve Günlük başta olmak üzere bütün diğer irili ufaklı hareketlerin

kendi gazete ve dergilerini de kapatıp, bir tek yayın içinde farklı bölümler içinde kendini ifade

ettiğini düşünelim. Diyelim ki, ayda veya onbeş günde bir on altı sayfalık bir dergi yayınlayan

bir hareket böyle çıkacak bir günlük gazetede pek ala her gün bir sayfayı kendisi istediği gibi

doldurabilir. Hem görüşlerini daha hızlı ve seri aktarmış hem de daha geniş bir okuyucu

kitlesine ulaşmış, hem de kend hakkı oranındaki görevi ve katkısıyla toplam masrafların

düşmesine katkıda bulunmuş olur.

Ama bu aynı zamanda, çok farklı diller ve siyasetlerin birbirlerinin diliyle karşılaşmalarının

başlangıcı da olur. Yepyeni mayalanmalar için bitek bir toprak oluşmaya başlar. Kapalılıktan

kurtulma bir süre sonra tekrar canlı bir tartışma ortamının oluşmasına da yol açar.

Öte yandan böylesine pratik bir iş için güçleri bir araya getirme, birlikte vurma ve ayrı

başraklarla yürüme pratiği ve örneği, daha ileri ve karmaşık görevler için daha ileri ve

karmaşık iş ve güç birliklerinin de yolunu açabilir.

Bu yönde tıpkı Avrupa Birliği'nin adım adım geri dünüşü giderek olanaksızlaştıran tedbirleri

gibi bilinçli ve planlı bir çaba göstermek de gerekmektedir.

Örnğin Avrupa Birliği, önce çok basit şeyleri ortak normlara bağlamakta, kağıtların rengi,

biçimi, semboller vs. ya da ortak bir paraya geçmektedir. Devletler kalmakta ama hudutlar

kaldırılmakta. Bütün bunmarın her biri günlük hayatta bir sürü avantajlar demektir. Bir süre

sonra insanlar bu avantajlara artık onlardan kopamaz biçimde alışmaktadır.

Aşağı yukarı, ortak bir gazeteyi basit bir toplam gibi herkesin katkısı oranında katkıda

bulunup hak sahibi olacağı biçimde çıkarmak ilk adım olabilir. Bir süre sonra pratik

ihtiyaçlar, birçok rasyonel çözümü gündeme getirir ve giderek artık kimse o yayınının dışında

var olamaz hale gelebilir.

*

Ancak bu anlattığımız sol ya da sosyalist dünya, bu günün Türkiye politikasında küçücük bir

dünyadır.

Page 183: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

183

Çok uzun bir süredir, muhalefet ve demokratik özlemler artık sadece kendini solun farklı

dilleri içinde ifade etmiyor. Bir bakıma 1970'lerde durumun böyle olduğu, bütün demokratik

özlemlerin, muhalefetin her ne kadar ayrı diller konuşuyor olsalar da, solun genel dil ailesi

içinde, aydınlanmadan beri oluşmuş gelenek içinde kendilerini ifade ettiği söylenebilirdi.

Ne var ki, 1980'lerden sonra, bu özlemler solun ortadan yok olmasına bağlı olarak kendini

ifade edecek yeni kanallar aramaya başladı. Böylece İslamcıların, Alevilerin, Kadınların,

Kürtlerin vs. kendi dilleri de oluştu. Bizzat bu diller içinde de ikinci diller oluştular.

Böylece solda minyatür ölçülerde görülen dilsel bölünme, tüm muhalefet ölçüsünde ve çok

daha derin ve uzak köklerden kaynaklanan diller içinde katmerlendi.

Örneğin, aydınlanmanın dili içinde demokrasi az çok bir ortak kavram olabilir. Ama İslam’ın

dili içinde bu kavramın yeri yoktur. Politik İslam içinde, Demokrasi özlemi, Aydınlanma'dan

çok farklı bir geleneğin dili içinde, henüz yeryüzünde birey diye bir şeyin olmadığı koşullarda

oluşmuş bir dilin içinden ifade edilmektedir. Benzer şekilde Alevilikte de aynı durum söz

konusudur.

Sınıf mücadelesi sosyolojik bir olgudur. Yani bu şu demektir, sınıfsal çıkarlar ve eğilimler bir

şekilde kendilerini ifade edecek kanallar bulurlar, yok edilemezler.

Buna bağlı olarak, aslında sınıf mücadelesi, bu çok özel diller içinde yürütülmektedir. Bu özel

diller içinde aslında ortak sınıfsal eğilimleri dile getirenler birbirlerinin dilini de

bilmediklerinden birbirlerinden kopuk ve varlığından habersiz yaşamakta, hatta o dillerin

kotlarını bilmedikleri için, birbirleriyle karşı karşıya bulunmaktadırlar.

Örneğin ezilenlerin eğilim ve tepkilerinden kaynaklanan bir İslami radikalizm pek ala aynı

toplumsal eğilimi yansıtan bir sol radikalizm veya alevi radikalizmiyle son derece zıt

görünümler içinde hatta karşı cephelerde görünüyor olabilmektedir.

Bütün bunlar aynı zamanda bunların birbirine karşı oynanması ve kullanılmasını ve askeri

bürokratik oligarşinin egemenliğini sürdürmesini kolaylaştırmaktadır.

*

Tabii bu noktada şöyle bir soru ortaya çıkmaktadır.

Peki böylesine birbiriyle dilleri farklılaşmış, birbirinin dilini bilmeyen ve anlamayan

demokratik muhalefet hangi ortak dille programını ifade edebilir?

Bunun yolunu bize yine bizzat tarih ve bu gün yaşadığımız dünya göstermektedir.

Biliniyor, Çin'de aslında Orta Doğu veya Avrupa'dan hiç de daha az farklı olmayan bir sürü

dil bulunmaktadır. Bu binlerce yıl önce muhtemelen çok daha büyük bir çeşitliliği içeriyordu.

Binlerce yıl önce, bugünkü Çin'e adını veren ve Çin uygarlık alanında ilk birliği kuran Çin

adlı hükümdar, ortak bir şekil yazısıyla bir merkezi devleti ve birliği kurup korumayı sağladı.

Bu öylesine etkili oldu ki, Çin ulusçuluk çağında, her dile bir ulusal devletin oluştuğu bu

çağda bile, neredeyse ulusçuğun bu türüne şerbetli kaldı. Ulusal hareketler sadece farklı

alfabe kullanan Uygurlar vs. arasında görüldü.

Page 184: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

184

Şekil yazısı, farklı dillerin aynı şekle bakarak, onu farklı adlandırsalar da, aynı şeyi

anlamalarını sağlıyordu. Böylece birbirilerinin dilini anlamayanlar aynı şekiller aracılığıyla

denileni anlayabiliyorlardı. Binlerce yıllık Çin uygarlığı bu sayede binlerce yıl boyunca var

olabildi, sürekliliğini kordu ve yine bu sayede bir tek tanrı fikrine ihtiyaç duymadı birliğini

korumak için.

Benzeri bir gidiş bu gün gözlerimizin önünde gerçekleşiyor.

Globalleşme ile birlikte, giderek bir şekil yazısı oluşuyor. Bu gün bir adam ve kadın

sembolünün kadın ve erkek tuvaleti anlamına geldiği, koşan bir insan sembolünün acil çıkış

kapısı anlamına geldiği her dilden insanlarca kavranmaktadır.

Keza başka bir dildeki bir Windows programında, o dildeki emirleri bilmeden, artık

evrenselleşmiş ikonları tıklayarak birçok emri yerine getirmek mümkündür.

Yani ortak şekillerden oluşan bir tür standart uluslar arası hiyeroglif oluşmaktadır farklı diller

konuşanların aynı şeyleri anladığı.

İşte demokratik farklı diller konuşan muhalefetin bir araya gelebilmesi ve ortak bir

programını ifade edebilmesi için gerekli olan böyle bir şeydir.

Bu işlevi böylesine politik bir bağlamda ne yerine getirebilir?

Biz burada son derece somut yapılacak işlerin program olarak tanımlanması diyoruz.

Örneğin

"Vali, kaymakam gibi merkezden atanan bütün mevkiler kaldırılacak. Yönetim her düzeyde

seçilmiş organlara verilecek, emniyet ve asayiş kuvvetleri bu yöneticilerin ve organların

emrinde olacak

Memurların tayin, terfi, emeklilik ve seçiminde bağımsız memur sendikalarının tutukları

siciller esas alınacak.

Asker Sivil adalet ikiliği kalkacak"

gibi somut talepleri (Ki bunlar elbette çok daha kısa ve özle olarak da ifade edilebilir. Burada

bir fikir vermeye çalışıyoruz) hangi dili konuşursa konuşsun herkes aynı şekilde anlar.

Bunu somut talebi, sosyalist veya devrimci, "burjuva devlet cihazının parçalanması", bir

Müslüman "Hülüfayi Raşidin döneminin gerçek Müslümanlığına dönüş”; Bir alevi “Aleviliğin

ilkelerinin cumhuriyetin de ilkeleri haline gelmesi” olarak tanımlayabilir kendi dili içinde.

Ama yapılacak işler hiç birinde değişmez. Somut yapılacak iş olarak hepsi bundan aynı şeyi

anlarlar.

Bu nedenle, radikal, kapsamlı ve sistematik demokratik talepler son derce somut eylemleri

ifade etmelidir.

Elbette eklektik de olmamalıdır. Yani zaten, eylemin mantığı gereği içerdiği koşulları ve

eylemleri tekrarlamamalıdır.

Bu radikal demokrasi programını şu şekilde öneriyoruz:

Page 185: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

185

1) Gerçek bir eşitlik için, ulusun tanımından her türlü, dil din, tarih, "etni", soy, kültür,

"ırk" belirlemesi kalkacak, ulus bunlarla tanımlanmaya karşı tanımlanacaktır.

2) Herkesin ana dilinde eğitim hakkı veridir. Ortak bir dil gerekip gerekmediğine

gerekirse bunun ne olacağına yurtaşlar özürce tartışarak karar vereceklerdir.

3) Devletin tüm inançlar karşısında eşit ve tarafsız olması için, Diyanet lağvedilecek,

imam hatipler vs. kapatılacak, eğer cemaatler bakımı, ücretleri ve marsrafları

karşılamayı kabul ederlerse kendilerine verilir. Bu karar sonucunda kimsenin ekmeği

ve işinden olmayacaktır. Devlet sadece eşitliği ve azınlık inançta olanlar aleyhine

oluşacak fiili eşitsizlikleri gidermekle yükümlü olacaktır.

4) Sınırsız bir düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğü derhal uygulamaya geçilecek, bu

özgürlüğü sınırlayan ve bununla çelişen bütün yasalar, kararlar otomatikman geçersziz

olacaktır.

5) Tüm düzeylerde yetki ve sorumluluk, seçilmiş yönetici ve organlarda olacaktır.

Emniyet ve asayiş kuvvetleri bu seçilmiş yöneticilere tabi olacaktır.

6) Tüm seçilmiş yöneticiler, kendilerini seçenlerin beşte birinin oyuyla geri alınabilecek

ve seçim yenilenecektir.

7) Tüm seçilmişlere, seçildikleri süre içinde ve çalışmaları esnasında, ortalama bir

çalışanın gelir düzeyinde bir gelir sağlanacaktır.

8) Memurların tayin, terfi, seçim ve emeklilik işlemlerinde bağımsız memur

sendikalarının tuttukları siciller esas alınacaktır.

9) Asker sivil adalet ikiliği kalkacaktır. Kanun ve yasalar karşısında mutlak eşitlik.

10) Her düzeyde gizlilik kalkacaktır, devletin, firmaların, örgütlerin, partilerin ve bunların

organlarının bütün kararları, bütün tartışmaları tüm yurttaşların bilgisine açık

olacaktır.

11) Devlet her yurttaşa, iş bulmak, bulamıyorsa, sendikaların, yurttaş kuruluşlarının

bağımsızca belirlediği asgari geçim düzeyine uygun kimseye muhtaç olmadan

yaşamasını sağlayacak bir gelir sağlamakla yükümlü olacaktır.

12) Tüm medya ve yayın faaliyeti, matbaalar, frekanslar, kanallar, kağıtlar

toplumsallaştırılacak, gerçek oranları yansıtmaları için sık sık ayarlanarak, tüm

örgütler, partiler, inançlar, fikirler, akımlar, meslekler, cinsler, yaşlar, bölgeler vs.

arasında üye sayılarına ya da nüfus içindeki oranlarına göre dağtılacaktır.

Bu kadar kısa ve özlü demokratik karakterli talepler yeter. Bu demokratik bir cumhuriyet'in

somut ifadesidir. İsteyen buna sosyal cumhuriyet, isteyen islam cumhuriyeti diyebilir. Bunda

anlaşılamayabilir.

Ama bu eylemlerden, kendi diliyle nasıl ifade derse etsin, herkes aynı şeyi anlar.

Dolayısıyla bu somut talepler, farklı dilleri konuşan öznelerin aynı ortak hedeflerde birleşesini

sağlarlar.

Page 186: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

186

Radikallikleriyle ve kapsamlılıklarıyla da farklı özneleri ortak bir sistemde birletirirler

Çatı partisi Girişimi, bu somut programı açıkça benimsemeli tüm özneleri ve farklı dil

konuşanları bu program için birleşmeye çağırmalıdır.

Bu program ideal bir kapitalizm için koşullar sunar. Bu program, ezilenlerin üzerinde

yükselmeyecek ve ona hizmet edecek, ondan bağımsızlaşamayacak bir devlet mekanizmesi

örgütler.

Bu program Askeri Bürokratik Oligarşinin toplumsal temelini yok eder.

Bu program, emekçiler, eğer kapitalizmi ortadan kaldırmak isterlerse, bunu yapmalarını

engelleyecek kendi iradelereni işlevsiz hale getirecek bir güç bırakmaz.

26 Haziran 2009 Cuma

Demir Küçükaydın

Page 187: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

187

Karşı Gündem Önerisi

Çatı Partisi Koordinasyonu 27-28 Haziren tarihinde yapılacak toplantı için aslında fiilen bir

gündem belirlemek anlamına gelen bir toplantı akış şeması ortaya koydu.

Bunun fiilen gündem belirleme anlamına geldiği eleştirisi yapıldığında öyle olmadığı

söylendi.

Ancak bazı kişisel konuşmalarda, “Biz ömrü billah program mı tartışacağız? Program

bellidir. Demokrasidir” gibi sözler edildiği görülüyor.

Bu ifadeler önce yapılan eleştirilerin doğruluğunu göstermektedir.

Ama bu tavır henüz resmen ifade edilmediğinden, ilk eleştiri yapıldığında, bunun bir gündem

olmadığı, elbette tartışılacağı şeklinde söylenen sözleri ciddiye alarak karşı bir gündem

öneriyorum.

Ve bunun toplantının başında lehte ve aleyhte yapılacak konuşma ve tartışmalardan sonra

oylanmasını talep ediyorum.

Davetiyedeki toplantı gündemi, belli bir anlayışı yansıtıyor ve diğer anlayışların kendini ifade

edip çoğunluğu kazanabilme olanağını ve şansını daha baştan yok ediyor?

Çünkü temel tartışma konularından biri, demokrasi ile taleplerin sınırlanıp sınırlanmayacağı

ve demokrasinin somut olarak ne olduğu, bundan ne anlaşıldığı noktasında toplanıyor.

Biz toplantının gündeminin “Nasıl Bir demokrasi” değil, “Program ne olmalıdır” olması

gerektiğini savunuyoruz.

Ancak program demokrasi olmalıdır gibi bir karar ortaya çıkarsa, nasıl bir demokrasi bir

gündem maddesi olarak tartışılabilir.

Konunun mantığı gereği, diğer gündem maddeleri bu gündem maddesinin sonuçlarına göre

belirlenebileceğinden, toplantının bir tek gündem maddesi olmalıdır.

Diğer gündem maddelerinin ne olacağına, birinci gündem maddesi bağlanıp, sonuçlar ortaya

çıktıktan sonra yine tartışmayla karar verilebilir.

*

Tekrar ediyor ve öneriyorum, tartışılıp oylanmasını talep ediyorum: Toplantının başlangıçtaki

bir maddelik gündemi: “Kurulacak birliğin, programı ne olmalıdır?” olmalıdır

Diğer bir ifadeyle bu gün Türkiye’deki programatik olarak yakalanması gereken ana halka; en

önemli ve acil toplumsal dönüşümler neler olmalıdır?

Ancak bu konuda tartışılıp sözler tüketildikten sonra, bunun sonucuna göre, ikinci bir gündem

maddesine geçilebilir.

Şu ana kadar bu konuda sistemli bir tartışma yapılmış bulunmuyor.

Bu tartışma geçmişte yapılmadı şimdi yapılmazsa hiçbir zaman yapılamaz.

Page 188: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

188

Öte yandan, en azından yazılan çeşitli yazılardan ve ifadelerden vs. ortada birbirinden üç

farklı program olduğunu söylemek mümkün.

1) Programın Demokrasi veya Demokratik Cumhuriyet ile sınırlanmasını reddedip,

“Sosyal”, “emek eksenli” veya benzeri ifadelerle kendini dışa vuran eğilim veya

programı savunanlar. (Örneğin Ertuğrul Kürkçü, SEH)

2) Programı liberalleri de kapsayabilecek bir demokrasi çerçevesinde tanımlayanlar.

(Örneğin Ufuk Uras, bir çok DTP’li vs.)

3) Programı var olan askeri, bürokratik oligarşinin gücünü ve egemenlik araçlarını ve

temelini ortadan kaldıracak bir demokratik cumhuriyetle tanımlayanlar. Bu görüş

ayrıca diğer görüşlerin, gerici bir ulusçuluk anlayışlarına sahip olduğunu ve ulus

sorununda demokratik olmayan gerici bir programda anlaştıklarını savunmaktadır.

En azından bu farklı üç temel görüşün kendilerini en iyi ifade edebilmeleri, diğer tarafları ikna

edebilmek ve kazanabilmek için tüm argüman ve karşı argümanlarını getirmeleri ve

tartışmaları gerekiyor.

Ancak bu tartışmalar sonucunda eğer varsa yanlış anlamalar giderilebilir ve uzlaşma noktaları

ortaya çıkabilir. Bunun için tencerenin dibinin kazınması gerekmektedir.

Ancak bu tartışmanın sonunda netleşen tavırlara göre nasıl bir birlik veya birlik formlarının

gerekli ve mümkün olduğu gündeme gelebilir. Yani ikinci gündem maddesinin ne olacağı

ancak bu birinci gündem maddesinin tartışılıp tüketilmesiyle gündeme gelebilir.

Aksi takdirde, belli bir gündem ve program anlayışı, kendini hiç tartışmadan dayatmış

olacaktır.

Örneğin “Nasıl bir demokrasi” diye birinci gündem maddesi, programı demokrasi ile

sınırlamayı kabil etmeyen Ertuğrul Kürkçü ve SEH’in görüşlerini tartışma ve eleştirilerini dile

getirme olanağı bırakmadan gündem dışına itmektedir.

Bu son derece tehlikeli bir davranıştır. Bir program ve fikrin açık tartışmayla eleştirilmeden,

tartışılmadan gündem dışına düşürülmesi ve dışlanması, daha baştan tüm sonraki adımları

zehirler.

En sıradan dernek kongrelerinde bile farklı gündem önerileri, eşit olarak sunulur, tartışılır ve

oylanırlar. Hazırlık aşamalarında da bunlardan birini avantajlı duruma getirecek ayrıcalıklar

uygulanmaz.

Bu toplantının hazırlanmasında ise bu ilke daha baştan ihlal edilmiştir. Bizim önerdiğimiz

gündem, toplantının davetiyesinde ifade edilmemiştir. Bir de böyle bir gündem önerisi var

denmemiştir.

Bir gündemin bir komisyon tarafından önerilmiş olması ona bir ayrıcalık sağlamaz ve

sağlamamalıdır.

Bu yanlışlığın da bir an önce düzeltilmesi gerekmektedir.

Gündemin ne olacağı konusunda ise şimdiye kadar iki öneri var. Koordinasyon’un gündem

önerisi, ki haksız olarak gündem diye tanıtılmış ve ayrıcalıklı bir şekilde sunulmuştur.

Page 189: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

189

Bir de bizim önerimiz var. Kurulacak birliğin (çünkü kurulabilecek birliğin nasıl bir şey

olabileceği de ancak bir program tartışmasında anlaşılabilir) programı ne olmalıdır?

Bu farklı gündemlerin -ve eğer yenileri gelirse onların da- tek tek lehinde ve aleyhinde

konuşmalar yapılıp, gündemin ne olacağı bundan sonra bir oylamayla belirlenmelidir.

26 Haziran 2009 Cuma

Demir Küçükaydın

Page 190: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

190

"Demokrasi İçin Birlik" Toplantısına Karar Tasarısı69

"Çatı Partisi" adıyla bilinen girişimin bu ikinci toplantısına katılan bizler, Türkiye'deki

demokrasi mücadelesinin etrafında veya içinde toplanabileceği ve demokrasi güçlerinin

örgütsüzlük ve güçsüzlük zaaafına bir son verebilecek bir partinin programının Demokrasi

olarak tanımlanabileceğini ve bu gün esas hedefe koyulması gereken gücün, esas vuruş

yönünün "Askeri vesayet rejimi", "Askeri Bürokratik Oligarşi", "Oligarşi", "Devlet Sınıfları"

"Kemalist Diktatörlük" vs. gibi bir çok farklı biçimlerde adlandırılan ama gerçek iktidarı elde

tuttuğu kimse ve kendileri tarafından bile inkar edilemeyen militer, bürokratik, keyfi, pahalı,

imtiyazlı ve kastlaşmış güce karşı yönelmesi gerektiğini düşünüyoruz.

Bu özet ve vurgu hiçbir şekilde ezilen sınıfların çektiklerine ve mücadelelerine ilgisizlik

anlamına gelmemektedir. Bizler aksine, demokrasinin bu sınıfların örgütlenmesi ve

kendilerini savunabilmesi ve tüm iktisadi eşitsizlikleri yok edebilecek bir mücadeleye

girebilmelerinin en önemli koşulu ve yardımcısı olabileceğini düşünüyoruz.

Ayrıca, genel olarak demokrasi kavramının, Bir demokratik Cumhuriyet anlamına

gelmeyecek, belki ona ulaşabilmek için daha bazı elverişli koşullar sağlayabilecek, yüzeysel

bir takım rötuş ve reformlarla da sınırlanması ve böyle anlaşılmasını da benimsemiyoruz.

Bu liberal demokrasi anlayışından farkı vurgulamak ve Demokrasi Mücadelesi ve Askeri

Bürokratik Oligarşiye karşı mücadelenin görevlerinden kaçışını "Sosyalizm" sözcüğü ardına

gizlenerek "Sosyalist Cumhuriyet" ve benzeri sloganlarla ortaya koyan ve fiilen bu askeri

bürokratik oligarşinin desteği işlevini görenlerden ayrılığımızı ortaya koyabilmek için de

kendimizi Radikal Demokrasi olarak tanımlıyoruz.

Bu radikal demokrasiyi en kısa ve özlü biçimde, birbirinden ayrılamayacak şu dönüşümler

ve talepler manzumesi olarak ifade ediyoruz.

Biri olmazsa diğerinin de olamayacağı, birbirlerini organik bir bütün olarak tanımlayan bu

radikal demokrasi programını şu şekilde öneriyoruz:

1) Gerçek bir eşitlik için, ulusun tanımından her türlü, dil din, tarih, "etni", soy, kültür,

"ırk" belirlemesi kalkacak, ulus bunlarla tanımlanmaya karşı tanımlanacaktır.

2) Herkesin ana dilinde eğitim hakkı veridir. Ortak bir dil gerekip gerekmediğine

gerekirse bunun ne olacağına yurttaşlar özgürce tartışarak karar vereceklerdir.

3) Devletin tüm inançlar karşısında eşit ve tarafsız olması için, Diyanet lağvedilecek,

imam hatipler vs. kapatılacak. Eğer cemaatler bakımı, ücretleri ve masrafları

69

Alternatif kapanış bildirisi önerim. Tamamen farklı bir konsepte dayanmasına rağmen, oylama yapmıyoruz

diyerek oylanmadı; oylanıp oylanmamasının oylanması gerektiği yönündeki itirazımıza rağmen başkanlık divanı

tarafından bu önerimiz de oylanmadı. Yani fiilen sansür edilerek gündeme alınmadı, tıpkı baştaki gündem

önerimiz gibi.

Ve bütün salonu dolduran kalabalık bu hukuksuzluk karşısında sessiz durarak bu kanunsuzluğu onayladı.

Page 191: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

191

karşılamayı kabul ederlerse bu olanak ve elemanlar kendilerine verilecektir. Bu karar

sonucunda kimse ekmeği ve işinden olmayacaktır. Devlet sadece eşitliği sağlamak ve

azınlık inançta olanlar aleyhine oluşacak fiili eşitsizlikleri gidermekle yükümlü

olacaktır.

4) Sınırsız bir düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğü derhal uygulamaya geçilecek, bu

özgürlüğü sınırlayan ve bununla çelişen bütün yasalar, kararlar otomatikman geçersiz

olacaktır.

5) Tüm düzeylerde yetki ve sorumluluk, seçilmiş yönetici ve organlarda olacaktır.

Emniyet ve asayiş kuvvetleri bu seçilmiş yönetici ve organlara tabi olacaktır.

6) Tüm seçilmiş yöneticiler, kendilerini seçenlerin beşte birinin oyuyla geri alınabilecek

ve seçim yenilenecektir.

7) Tüm seçilmişlere, seçildikleri süre içinde ve çalışmaları esnasında, ortalama bir

çalışanın gelir düzeyinde bir gelir sağlanacaktır.

8) Memurların tayin, terfi, seçim ve emeklilik işlemlerinde bağımsız memur

sendikalarının tuttukları siciller esas alınacaktır.

9) Asker sivil adalet ikiliği kalkacaktır. Kanun ve yasalar karşısında mutlak eşitlik.

10) Her düzeyde gizlilik kalkacaktır, devletin, firmaların, örgütlerin, partilerin ve bunların

organlarının bütün kararları, bütün tartışmaları tüm yurttaşların bilgisine açık

olacaktır.

11) Devlet her yurttaşa, iş bulmak, bulamıyorsa, sendikaların, yurttaş kuruluşlarının

bağımsızca belirlediği asgari geçim düzeyine uygun kimseye muhtaç olmadan

yaşamasını sağlayacak bir gelir sağlamakla yükümlü olacaktır.

12) Tüm medya ve yayın faaliyeti, matbaalar, frekanslar, kanallar, kağıtlar

toplumsallaştırılacak, gerçek oranları yansıtmaları için sık sık ayarlanarak, kullanım

olanakları, tüm örgütler, partiler, inançlar, fikirler, akımlar, meslekler, cinsler, yaşlar,

bölgeler vs. arasında üye sayılarına ya da nüfus içindeki oranlarına göre dağıtılacaktır.

Bütün bu talepler organik bir bütün oluşturmaktadır ve radikal bir demokrasinin olmazsa

olmaz koşullarıdır. Bunlar, zaten kapsadıklarıyla eklektik bir biçimde "tamamlanarak" veya

organik bütünlüğü yok edilerek savunulamazlar.

Bunlardan daha ilerisi, güçleri dağıtır, bu günün acil sorunlarına uygun düşmez; daha geri

gidilemez, geri gidilmesi Kürtlerin, Alevilerin, İşçilerin ve diğer bütün ezilenlerin birliğini

olanaksız kılar, mücadeleden çekilmesine yol açar.

Biz böyle bir programı benimsiyoruz ve böyle bir program için en geniş cepheyi kurmaya

hazırız.

Bir sonraki toplantıya kadar bu çalışmaları yürütmek ve bir sonraki toplantıyı hazırlamak

üzere bir Yürütme Kurulu seçiyoruz.

Bütün bu çalışmalarda her şey son derece açık olacak ve her gelişmeden tüm girimciler ve

Page 192: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

192

kamuoyu bilgilendirilecek ve her aşamada bunların da ayrıca tartışılmasına çalışılacaktır.

Demokrasi İçin Birlik Toplantısı Katılanları

Page 193: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

193

27-28 Haziran'da "Yapılan Demokrasi İçin Birlik" Konferansı "Sonuç

Bildirgesi"nin Eleştirisi (1)

"Çatı Partisi Girişimi" diye bilinen ve kendini daha sonra "Demokrasi İçin Birlik Hareketi"

olarak adlandıran girişim, 27-28 Haziran'da yaptığı toplantıda bir "Sonuç Bildirgesi" kabul

etmişti70

. Daha sonra bu metin 25 Temmuz 2008'da Makine Mühendisleri Odasında yapılan

bir basın toplantısıyla kamuoyuna da resmen sunuldu.

27-28 Haziran toplantısında sadece biz bu metnin Fransızların deyişiyle "Her şey ve hiçbir

şey"den söz ettiği eleştirisini yapmış ve tamamen farklı bir anlayışa dayanan; sadece somut

talepler içeren kendi karşı önerimizi sunmuştuk.

Toplantıyı yöneten divan ise, "bizler oylama yapmıyoruz" diyerek, karşı önerinin

tartışılmasını ve oylamaya sunulmasını, daha sonra da en azından oylamaya sunulup

sunulmayacağının oylanması talebimizi de yine "oylama yapmıyoruz" diye reddederek, fiilen

engellemiş ve bir darbe biçiminde, demokrasinin en sıradan kurallarını bile ihlal ederek

"Sonuç Bildirgesi"nin ham metninin "kabul edildiğini" ilan etmişti.

Aynı toplantıda aradaki dönemde işleri yürütmekle görevlendirilen "Koordinasyon"a da bu

ham metne gerekli üslup ve ayrıntı düzeyindeki düzeltmeleri yapma yetkisi verilmişti.

"Koordinasyon" da ilk toplantısında bu "Sonuç Bildirgesi"ne son şeklini vermeyi gündeme

almıştı.

Biz bu toplantıda da bulunuyorduk ve temelden yanlış olduğunu düşündüğümüz bu metne

"Yanlış hayat doğru yaşanmaz" diyerek, ayrıntı düzeyinde düzeltmeler yapılmasına katılmayı

reddetmiştik.

Her iki toplantıda da bu metni ilerde ayrıntılı olarak eleştireceğimizi de ayrıca belirtmiştik.

Şimdi artık bir basın toplantısıyla da son şekli verilmiş ve resmen "Demokrasi İçin Birlik

Hareketi"nin bir tür Bayrağı ya da Programı olarak ilan edilmiş bu metni içerik bakımından

eleştirebiliriz.

Bu eleştiriye geçmeden önce şunu tekrar hatırlatalım. Kamuoyuna ilan edilen bu metin "kabul

edilmiş" değildir ve usulen karşı metnin her hangi bir şekilde oylamaya sunulması

reddedilerek bir darbe yöntemiyle, bir emrivakiyle "kabul edilmiş"tir. Bu nedenle bizim

gözümüzde gayrı meşrudur.

Nasıl 12 Eylül Anayasasının neredeyse yüzde yüze yaklaşan bir çoğunlukla kabul edilmiş

olması ve bu günkü geçerli hukuku belirlemesi onun gayrı meşru olmasını ortadan kaldırmaz

ise ve her demokratın görevi halkı bu anayasayı reddetmeye ve değiştirmeye ikna etmek

olmalı ise, aynı şekilde bu "Sonuç Bildirgesi"nin bu şekilde "kabul"üne de bizim dışımızda

70

Burada "kabul etmişti" sözleri aslında saçma kaçıyor. Bir oylama olmadı.

Page 194: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

194

kimsenin ses çıkarmaması ve şu an bu girişimin bayrağı olması onun gayrı meşru olduğu

gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır ve bizim görevimiz tıpkı Anayasa'da olduğu gibi bu

girişimi oluşturanları bu "Sonuç Bildirgesi"ni reddetmeye ve değiştirmeye ikna etmektir.

Zaten bu girişim kendisi bu "her şeyden ve hiçbir şeyden" söz eden metni reddetmez ve

değiştirmez ise Türkiye'deki 12 Eylül Anayasası'nı halkın reddetmesi ve değiştirmesi de

mümkün olamaz.

Biçime ilişkin bu kısa hatırlatmadan sonra şimdi içeriğin eleştirisine geçebiliriz.

*

Ama öncelikle bu "Bildirge"ye alternatif olarak sunduğumuz, 27-28 Haziran toplantısında

"bizler oylama yapmıyoruz" diyerek divan tarafından oylamaya sunulmayan, yine aynı şekilde

keyfi olarak, oylamaya sunulup sunulmayacağı da oylamaya sunulmayan kendi önerimiz ile

şimdi kamuoyuna sunulan ve bizim tıpkı 12 Eylül anayasası gibi, gayrı meşru olarak

tanımladığımız bu metni, her an herkesin elinin altında bulunabilmesi, herkesin bizzat

kendisinin de karşılaştırıp kıyaslayabilmesi için bir arada aşağıda birlikte sunuyoruz.

Eleştirimiz boyunca kendi metnimize birçok göndermede de bulunacağımız için de birlikte bu

sunuş gereklidir.

*

Bizim sunduğumuz ve oylanmayan karar tasarısı:

"Demokrasi İçin Birlik" Toplantısına Karar Tasarısı

"Çatı Partisi" adıyla bilinen girişimin bu ikinci toplantısına katılan bizler, Türkiye'deki

demokrasi mücadelesinin etrafında veya içinde toplanabileceği ve demokrasi güçlerinin

örgütsüzlük ve güçsüzlük zaaafına bir son verebilecek bir partinin programının Demokrasi

olarak tanımlanabileceğini ve bu gün esas hedefe koyulması gereken gücün, esas vuruş

yönünün "Askeri vesayet rejimi", "Askeri Bürokratik Oligarşi", "Oligarşi", "Devlet Sınıfları"

"Kemalist Diktatörlük" vs. gibi bir çok farklı biçimlerde adlandırılan ama gerçek iktidarı elde

tuttuğu kimse ve kendileri tarafından bile inkar edilemeyen militer, bürokratik, keyfi, pahalı,

imtiyazlı ve kastlaşmış güce karşı yönelmesi gerektiğini düşünüyoruz.

Bu özet ve vurgu hiçbir şekilde ezilen sınıfların çektiklerine ve mücadelelerine ilgisizlik

anlamına gelmemektedir. Bizler aksine, demokrasinin bu sınıfların örgütlenmesi ve

kendilerini savunabilmesi ve tüm iktisadi eşitsizlikleri yok edebilecek bir mücadeleye

girebilmelerinin en önemli koşulu ve yardımcısı olabileceğini düşünüyoruz.

Ayrıca, genel olarak demokrasi kavramının, bir Demokratik Cumhuriyet anlamına

gelmeyecek, belki ona ulaşabilmek için daha bazı elverişli koşullar sağlayabilecek, yüzeysel

bir takım rötuş ve reformlarla da sınırlanması ve böyle anlaşılmasını da benimsemiyoruz.

Bu liberal demokrasi anlayışından farkı vurgulamak ve Demokrasi Mücadelesi ve Askeri

Bürokratik Oligarşiye karşı mücadelenin görevlerinden kaçışını "Sosyalizm" sözcüğü ardına

gizleyerek "Sosyalist Cumhuriyet" ve benzeri sloganlarla ortaya koyan ve fiilen bu askeri

Page 195: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

195

bürokratik oligarşinin desteği işlevini görenlerden ayrılığımızı ortaya koyabilmek için de

kendimizi Radikal Demokrasi olarak tanımlıyoruz.

Bu radikal demokrasiyi en kısa ve özlü biçimde, birbirinden ayrılamayacak şu dönüşümler

ve talepler manzumesi olarak ifade ediyoruz.

Biri olmazsa diğerinin de olamayacağı, birbirlerini organik bir bütün olarak tanımlayan bu

radikal demokrasi programını şu şekilde öneriyoruz:

1) Gerçek bir eşitlik için, ulusun tanımından her türlü, dil din, tarih, "etni", soy, kültür,

"ırk" belirlemesi kalkacak, ulus bunlarla tanımlanmaya karşı tanımlanacaktır.

2) Herkesin ana dilinde eğitim hakkı veridir. Ortak bir dil gerekip gerekmediğine

gerekirse bunun ne olacağına yurttaşlar özgürce tartışarak karar vereceklerdir.

3) Devletin tüm inançlar karşısında eşit ve tarafsız olması için, Diyanet lağvedilecek,

imam hatipler vs. kapatılacak. Eğer cemaatler bakımı, ücretleri ve masrafları

karşılamayı kabul ederlerse bu olanak ve elemanlar kendilerine verilecektir. Bu karar

sonucunda kimse ekmeği ve işinden olmayacaktır. Devlet sadece eşitliği sağlamak ve

azınlık inançta olanlar aleyhine oluşacak fiili eşitsizlikleri gidermekle yükümlü

olacaktır.

4) Sınırsız bir düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğü derhal uygulamaya geçilecek, bu

özgürlüğü sınırlayan ve bununla çelişen bütün yasalar, kararlar otomatikman geçersiz

olacaktır.

5) Tüm düzeylerde yetki ve sorumluluk, seçilmiş yönetici ve organlarda olacaktır.

Emniyet ve asayiş kuvvetleri bu seçilmiş yönetici ve organlara tabi olacaktır.

6) Tüm seçilmiş yöneticiler, kendilerini seçenlerin beşte birinin oyuyla geri alınabilecek

ve seçim yenilenecektir.

7) Tüm seçilmişlere, seçildikleri süre içinde ve çalışmaları esnasında, ortalama bir

çalışanın gelir düzeyinde bir gelir sağlanacaktır.

8) Memurların tayin, terfi, seçim ve emeklilik işlemlerinde bağımsız memur

sendikalarının tuttukları siciller esas alınacaktır.

9) Asker sivil adalet ikiliği kalkacaktır. Kanun ve yasalar karşısında mutlak eşitlik.

10) Her düzeyde gizlilik kalkacaktır, devletin, firmaların, örgütlerin, partilerin ve bunların

organlarının bütün kararları, bütün tartışmaları tüm yurttaşların bilgisine açık

olacaktır.

11) Devlet her yurttaşa, iş bulmak, bulamıyorsa, sendikaların, yurttaş kuruluşlarının

bağımsızca belirlediği asgari geçim düzeyine uygun kimseye muhtaç olmadan

yaşamasını sağlayacak bir gelir sağlamakla yükümlü olacaktır.

12) Tüm medya ve yayın faaliyeti, matbaalar, frekanslar, kanallar, kağıtlar

toplumsallaştırılacak, gerçek oranları yansıtmaları için sık sık ayarlanarak, kullanım

Page 196: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

196

olanakları, tüm örgütler, partiler, inançlar, fikirler, akımlar, meslekler, cinsler, yaşlar,

bölgeler vs. arasında üye sayılarına ya da nüfus içindeki oranlarına göre dağıtılacaktır.

Bütün bu talepler organik bir bütün oluşturmaktadır ve radikal bir demokrasinin olmazsa

olmaz koşullarıdır. Bunlar, zaten kapsadıklarıyla eklektik bir biçimde "tamamlanarak" veya

organik bütünlüğü yok edilerek savunulamazlar.

Bunlardan daha ilerisi, güçleri dağıtır, bu günün acil sorunlarına uygun düşmez; daha geri

gidilemez, geri gidilmesi Kürtlerin, Alevilerin, İşçilerin ve diğer bütün ezilenlerin birliğini

olanaksız kılar, mücadeleden çekilmesine yol açar.

Biz böyle bir programı benimsiyoruz ve böyle bir program için en geniş cepheyi kurmaya

hazırız.

Bir sonraki toplantıya kadar bu çalışmaları yürütmek ve bir sonraki toplantıyı hazırlamak

üzere bir Yürütme Kurulu seçiyoruz.

Bütün bu çalışmalarda her şey son derece açık olacak ve her gelişmeden tüm girimciler ve

kamuoyu bilgilendirilecek ve her aşamada bunların da ayrıca tartışılmasına çalışılacaktır.

Demokrasi İçin Birlik Toplantısı Katılanları

*

Kamuoyuna ilan edilen bizce gayrı meşru olan "Bildirge"

27-28 HAZİRAN 2009 “DEMOKRASİ İÇİN BİRLİK” KONFERANSI SONUÇ BİLDİRGESİ

20-21 Aralık 2008 İstanbul toplantısından 27-28 Haziran 2009 da Ankara’da

gerçekleştirdiğimiz ve 20 ilden yerel meclis delegelerimizin ve davetlilerimizin katıldığı bu

konferansa kadar geçen süre içerisinde Türkiye’de yaşananlar, Çatı Partisi Girişimi olarak

kamuoyunda dile getirilen Demokrasi için Birlik hedefinin haklılığını ortaya koymuştur. Bu 6

aylık zaman dilimi, Aralık Toplantısı sonuç bildirgesinde dile getirdiğimiz ortak

paydalarımızın, ortak bir örgüt ve mücadele ihtiyacının doğrulandığı bir süreç olarak

yaşanmıştır.

29 Mart yerel seçimleri, Kürt halkının adil ve onurlu bir barışa yönelik iradesini ortaya

koyduğu kadar, Türkiye’nin kentlerinde yaşayan diğer emekçi ve ezilen kitlelerin toplumsal

ve siyasal olarak sahipsiz bırakıldıkları bir kriz tablosunu da netleştirmiştir. Krizi, ulusalcı

militarist güç odakları, inkârcı milli güvenlik rejiminin restorasyonu ile aşmayı öngörüyorlar.

Emperyalizmle işbirliği içindeki AKP hükümeti “ılımlı İslam” politikası ile halkı kandırmaya

devam etmeyi hesap ediyor. İktidarın arkasındaki büyük sermaye çevreleri, sermaye merkezli

bir yeni-liberal tüketim toplumu modeli dayatarak krizin aşılmasını istiyor. Oysa sanayide

yaşanan gerileme ve toplumsal travma ile yeni bir istikrarsızlık dönemine giriliyor. Ergenekon

soruşturması ve militarist komplo tartışmaları ile Kürt demokratik hareketine yönelik baskılar

aynı siyasal ortamda devam ediyor.

Kendisini arada bir siyasi mağdur olarak yansıtan AKP ve partiler üzeri konumdan topluma

sistematik olarak gözdağı veren darbeci milliyetçi zihniyetler, mağdur durumda değildirler.

Page 197: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

197

Gerçekte, emekçiler, ezilenler ve Türkiye halkları asimetrik bir saldırı ile karşı karşıyadırlar.

Demokrasi için Birlik Konferansı, dönemsel ve taktiksel bir proje olmayı ret ederek Anadolu

ve Mezopotamya’nın zengin direniş geleneklerini birleştirme daveti yapmaktadır.

Çözüm ve reform söylemlerinin, baskı ve zorbalıkla iç içe geçtiği bu ülkede, militarizmin

rolünü, toplumsal ve siyasal yaşam üzerindeki askeri vesayeti kanıtlamak için darbe

planlarına, andıçlara, muhtıralara ve belgelere gerek yoktur. Emekçiler ve Kürtler, devlet

iktidarını; yakılan köylerden, katili ortaya çıkarılmamış sayıları binlerle ifade edilen

kayıplarımızdan, saldırıya uğrayan sendika eylemlerinden tanıyor. Demokrasi için Birlik

Hareketi, askeri vesayetin ortadan kalkmasını önemli bulmakla birlikte, tekellerin inkarcı

devlet iktidarı geriletilmedikçe demokratikleşmenin olanaklı olmadığını hatırlatıyor, 12

Eylülcüler de dahil olmak üzere Ergenekoncular ve Susurlukçular gibi çetelerin tümünün

açığa çıkarılıp hak ettikleri cezalara çarptırılmasının takipçisi olacağını bildiriyor. Emekçinin,

Kürdün, tüm ezilenlerin ortak iradesi yaratılamadıkça demokratik bir toplum oluşturma

konusunda kalıcı ilerleme sağlanamayacaktır.

Sorunlar Türkiye’nin sorunlarıdır ve Birlik Hareketimiz, ceberrut, karanlık, inkârcı, hep en

zenginlerden yana olan devlet ve sermaye düzenine karşı bir ortaklaşmadır. Demokratik bir

Cumhuriyet için mücadele, aynı zamanda insan ve doğa uyumunu merkeze alan bir demokrasi

mücadelesi, sosyal bir mücadeledir.

Egemen siyasi yapıdan farklılığı özündedir; niceliklerle ölçülemeyecek bir eşitlikçi, temsili

demokrasiyi doğrudan demokrasiyle birleştiren, yerel iktidara hakları ve yetkileri anayasa ile

sınırlanmış merkez karşısında öncelik tanıyan bir demokrasi anlayışına dayalıdır. Bu

demokrasinin gerçekleşebilmesinin yolu, ezilenlerin, sömürülenlerin, aşağılananların,

dışlananların kendi iktidarlarının yolunun açılmasından geçmektedir.

Toplumsal ve siyasal krizin yoğunlaştığı bir evrede yola çıkan Demokrasi İçin Birlik

Hareketi, emekçilerin ve emek örgütlerinin desteğini almaya emeğin haklarının savunulması

için onlarla birlikte mücadele vermeye kararlıdır. Emekçilerin hak arama iradesi, savaş

ekonomisi ve şovenizm tarafından perdelenmektedir. Milliyetçiler ve AKP, savaş

ekonomisinin savunusunda, ezilenleri birbirine düşürme siyasetinde birleşmişlerdir. İşte bu

yüzden, emekçinin, kadının, köylünün, gencin, dışlanan ve yok sayılan bütün milliyet ve

inanç topluluklarının, farklı cinsel yönelimlere sahip olanların, onurlarına ve inançlarına her

gün hakaret edilen insanların birbirlerinden yalıtık kalmaları, mutlaka hep birlikte aşmamız

gereken bir durumdur. Sadece seçim dönemlerine sıkıştırılan bir araya gelişlerin, ekonomik

ve toplumsal kriz koşullarında yaşam savaşı veren kitlelerin örgütlenmesinde kalıcı bir etkide

bulunamayacağı, halkların kardeşliğini kağıt üzerinde bıraktığı kanıtlanmıştır.

Kökten değişim ve dönüşümlerin yolunu açacak bir Demokratik Birlik için ortak bir hareketin

uzağında kalanlar, meşru muhatapları dışlanan “çözüm” planlarının ve emekçilerin

taleplerinin göz ardı edildiği “teşvik ve istihdam” ya da “istikrar” paketlerinin politik ve

manevi sorumluluğuna da ortak olmak durumundadır. Demokrasi mücadelesi, acil bir emek,

barış ve özgürlük mücadelesi ise bunun gerektirdiği “Birliği” sağlamak için zaman zaman

devreye giren ideolojik tartışmaların hayal kırıklıklarına dönüşmesine izin vermeyeceğiz.

Page 198: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

198

Kürt halkının seçim zaferine ve direnişine askeri ve polisiye operasyonlar ile misillemede

bulunan güç odakları, demokrasi için birlik yolunda gecikmemizden cesaret almıştır. Toplantı

ve gösteri hakkını kullanan emekçilere saldıranların zihniyetleri ile “çözüm fırsatı”

dendiğinde bir kez daha ezmeyi, yok etmeyi anlayanların kafa yapısı ortaktır. İktidar ve ana

“muhalefet” partileri, 12 Eylül anayasasının zemininde gelişmiş, savaş politikalarından

beslenmiş partilerdir. Birlik hareketimiz ise sosyalistlerin ödedikleri bedelleri, Anadolu

halklarının yaşadıkları acıları, dışlananların yalnızlıklarını bir direnme ruhuna, akıl ve yürek

ortaklığına dönüştürmeyi hedefliyor.

Demokrasi için Birlik, demokrasi mücadelesinde halkların buluşmasının tek adresidir.

Adaletsiz ve muhatapsız çözüm niyetlerini de işsizlik fonu ve kamu fonlarını büyük sermaye

gruplarına kaynak aktarmakta kullanmak isteyen paketleri de sahiplerine iade edebilecek; yeni

katliamları engelleyecek, Türkiye’nin politik ufkunda görünen tek öznedir.

Demokratik bir cepheyi geliştirecek bu mücadeleye sahip çıkanlar, ezilenlerin ihtiyaçlarına ve

taleplerine sahip çıkmak için bir sonraki seçim dönemini bekleme niyeti olmayanlardır.

İşsizlerin, işçi kıyımlarına karşı direnen işçilerin, iş cinayetlerine karşı insanca yaşam kavgası

veren emekçilerin mücadelesini ertelemek değil güncelleştirmek istiyoruz. İşçi sınıfının

siyasete yeniden ve daha güçlü müdahalesinin olanaklarını yaratmak için ortak mücadele

çağrımız halen geçerlidir.

Aralık 2008-Haziran 2009 arasında geçirdiğimiz aylar, aynı zamanda demokrasi için

güçlerini, birikimlerini ortaklaştıramayanların, yeni anayasa ve reform tartışmalarını da etkisiz

bir gözlemcilik konumundan izlemek zorunda kaldıklarını göstermiştir. Gerçek bir barış ve

özgürlükler Anayasası, Kürtlerin; emekçilerin; halkına sahip çıkan aydınların; Hallac-ı

Mansurların Pir Sultanların eşitlikçi değerlerini özgürce yaşatmak isteyen Alevilerin; inanç

özgürlüğü isteyen Müslümanların; fiziksel, psikolojik, cinsel baskı, sömürü, ezilme ve

şiddete maruz kalan kadınların; cinsel kimliği üzerinden dışlananların; sınır tanımaksızın

yaşanan doğa ve tarih yıkımına karşı sınır tanımaksızın ekoloji ve dostluk köprüsü ile karşı

çıkanların, neredeyse kaderleriyle baş başa bırakılmış engellilerin, bu ülkenin gündemine hep

birlikte ağırlık koymaları ile ortaya çıkacaktır.

Demokrasi için Birlik Hareketimiz, toplumsal cinsiyet normlarına göre şekillenen ve

kadınların ev içi ve bakım emeklerini görmezden gelen bu erkek egemen sistemi kökten

reddetmektedir. Hareketimiz, bedeni, emeği, kimliği, doğurganlığı ve cinselliği erkek egemen

sistem tarafından kontrol altında tutulan kadınların bu cinsiyetçi politikalara karşı mücadele

etmeleri için pozitif ayırımcı bir anlayışla örgütlülüğüne birincil değer vermektedir. Ezme,

sömürü ve tahakküm ilişkilerine karşı duruşumuz, cinsel kimlik yönelimleri farklı olanları,

haklarından söz bile edilmeyen çocukları özellikle kapsamaktadır.

Demokrasi için Birlik Hareketimiz, birlikte dövüşüp birlikte kazanmak isteyenlerin,

yerellerden katılımını örgütleyerek, farklılıkları meşru görerek bir araya getirmeyi tercih

ediyor. Demokrasiyi soyut bir ütopya olarak değil; hem bir doğrudan demokratik örgütlenme

kültürü hem de Türkiye’de demokratik bir özerklik meselesi olarak kavrıyor.

Demokrasi için Birlik Hareketimiz, sadece biçimsel temsile, soya, dile, devlet dinine göre

Page 199: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

199

tanımlanan devlet yapılanmasını reddeden bir demokrasi mücadelesini sürdürecektir. Dolayısı

ile emekçilerin adalet ve örgütlenme özgürlüğü ile ana dilde eğitim hakkı; akademik ve

demokratik özgürlük bizler için organik bir bütün oluşturmaktadır.

Demokrasi için Birlik Hareketimiz, Halkların Kafkasya ve Ortadoğu’da içine itildikleri ateşi,

emperyalist güçlerin savaş ve sahte barış projelerini göz ardı etmemektedir. Filistin’de,

Kıbrıs’ta, bütün Kürt ve Arap coğrafyasında halkların işgal ve savaş koşullarındaki

direnişlerine sahip çıkacaktır. Özel olarak Anadolu için Kürt halkının özgürlük taleplerine

sahip çıkmak, demokrasi mücadelesinin turnusol kâğıdıdır. Anadolu ve Mezopotamya’nın

kadim halklarına karşı yürütülmüş inkâr, asimilasyon, katliamlar halkların tarihsel yüzleşmesi

ile aşılacaktır.

Demokrasi için Birlik Hareketimiz, toplumsal travmalardan kurtulmuş, tarihiyle yüzleşmiş ve

barışık bir kardeşlik toplumunu yaratabilmek için Kıbrıs Cumhuriyeti toprakları üzerinde

süren işgale ve kolonileştirmeye kayıtsız şartsız son verilmesini; Ermeni, Rum, Musevi,

Asuri-Süryani halklarına verilen maddi ve manevi zararların hiç bir şarta bağlanmadan tazmin

edilmesini savunmaktadır.

Demokrasi için Birlik Hareketimiz, Kürt halkının meşru temsilcilerinin muhataplığını devletin

kabul etmesi ve bunun için Türkiye halklarının uzatılan eli tutması için halkı örgütlemeyi

önüne koymaktadır.

Devlet iktidarı, yoksulları birbirine karşı savaştırdı. Bizler onları kucaklaştıracağız.

Geleneksel siyaset, halkı bir siyasi seyircilik konumuna soktu; bizler en küçük azınlığın dahi

temsiline imkan sağlayan bir temsili demokrasiyi doğrudan demokrasiyle birleştiren bir

yapılanma ile demokrasiyi, azınlığın çoğunluğa tabi olduğu formel bir yöneten yönetilen

ilişkisi olmaktan çıkarıp ötekinin hakkının önceliğini tanıyan bir yaşam biçimi haline

getireceğiz.

Hareketimiz, hem temsili organları hem de meclis tarzı katılım modellerini içerecektir.

Hareketimiz, örgütlü ve tekil katkılara ve katılımlara açıklığını sürdürecektir. Siyasette

dışlanmış olanların önünü açacak pozitif ayrımcı ilkeleri formüle etmekten çekinmeyecektir.

Hareketimiz, tarihsel deneyimleri hafife almadan, bugün, özgün ve yeni biçimlerle halkla

buluşmayı öngören bir örgüte dönüşecektir. Hareketimiz, sadece örgütlerin temsili anlamında

değil; toplumsal dinamiklerin özgünlüklerinin ifadeleri anlamında da çoğulcu olacaktır.

Vicdanlara ve yüreklere özgürlük isteyecek ancak kutsallar ve fetişler üzerinden siyaset

yapmayacaktır.

Halkların hapishanesini halkların bahçesine dönüştürmek istiyoruz. Safımız belli olsun

istiyoruz.

Biliyoruz ki mümkün olanın sınırlarına imkânsız gibi görüneni isteyenler ulaşabilir.

DEMOKRASİ İÇİN BİRLİK HAREKETİ

www.demokrasiicinbirlikhareketi.net

www.catipartisigirisimi.org

Page 200: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

200

Bütünsel ve Biçimsel Eleştiri

Öz ve Biçim İlişkisi

İçeriksel zaaflar ve yanlışlar biçimsel ve bütünsel özelliklerde yansırlar. Bu nedenle içeriksel

eleştiriye geçmeden önce, bu metnin biçimsel özelliklerini ele alalım.

Ortadaki her hangi bir metin değildir, çok özel bir metindir. Kamoyunun önüne görüşleri,

programı, politikayı ve taktikleri vs. kısa ve özlü olarak açıklamak için bir bayrak gibi

koyulmuş bir metindir. Bu gibi metinlerde az, öz, net ve anlaşılır olmak; organik bir bütün

olmak, sistematik olmak gibi bir takım özelliklerin bulunması gerekir.

Sıradan bir makalede veya bir toplantı protokolünde hoş görülebilecek kimi biçimsel

özellikler bu gibi özel metinlerde hoş görülemez.

Ama "Bildirge" ele alındığında, onun bu gibi kriterlere, en sıradan bir makale veya toplantı

tutanağından bile uzak olduğu görülür.

Bu biçimsel zaaflar ve yanlışlar onun oluşumunun (eklektik bir şekilde bir araya getirme,

herkesi memnun etme her şeyi söyleme) ve içeriksel yanlışlarının bir görünümüdür.

Şimdi bunu ayrıntısıyla görelim.

*

Uzunluk ve Kısalığın Anlamları

En kaba ve görünür niceliklerden başlayalım.

"Bildirge" 27 Paragraf, 1358 Sözcük ve boşluklarıyla birlikte 11.314 vuruştan oluşmaktadır.

Bizim Buna alternatif olarak sunduğumuz "Demokrasi İçin Birlik Toplantısına Karar

Tasarısı" başlıklı alternatif metin ise (Bundan sonra buna kısaca "Tasarı" diyelim): 25

Paragraf, 654 Sözcük ve boşluklarıyla birlikte 5255 vuruştan oluşmaktadır.

"Bildirge" bizim önerdiğimiz "Tasarı"nın iki katından fazla bir uzunluktadır. Bu normal

olarak onun içerikçe çok daha zengin olduğu, daha çok şeyi anlattığı anlamına gelmelidir.

Böyle olmadığı analiz geliştikçe daha net olarak görülecektir. Burada sadece uzunluğun,

normal koşullarda bu anlama gelmesi gerektiğini belirtmekle yetinelim.

Her iki metnin paragraf sayıları neredeyse aynı olmasına rağmen, Bildirge iki misli

uzunluktadır. Bu bildirgenin aynı miktarda paragrafta daha çok sözcük kullandığı, yani

yeterince az, öz ve net olmadığı anlamına gelebilir. En azıdan bu yönde bir eğilimi ima eder.

Yani içerik ve problematikler bir yana, Tasarı nicelikler düzeyinde, Bildirge'den daha

uygundur bir "Bildirge"de aranacak özelliklere.

Bu uygunluk paragraf başına düşen vuruş sayılarında daha da netleşir. (Bütün bu özellikler

sözcük sayılarında da görülebilir. İki misli fazla sözcük kullanır Bildirge.)

Nitekim, Bildirge'de paragraf başına 419 vuruş düşmektedir (Yuvarlak hesap 420). Tasarı'da

Page 201: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

201

ise, paragraf başına düşen vuruş sayısı 210'dur.

Yani Bildirge'nin sadece kendisi iki misli uzun değildir, neredeyse her paragrafı da iki misli

uzunluktadır.

Bir Bildirge ya da Program, kesin, net ve açık ifadeler içermelidir, yani olabildiğince sade

olmalıdır. Bu da biçimde, kısa ve özlü paragraflar olarak yansır normal koşullarda.

Şu ana kadar görülen nicel veriler ise, Bildirgenin Tasarıya göre iki misli uzun paragraflardan

oluştuğunu dolayısıyla yeterince kesin, net ve açık ifadeler bunmadığını veya bu yönde bir

eğilimi olduğunu göstermektedir.

Programatik metinlerin özlüğü ve kısalığı ile o metinlerin öncesindeki uzun hazırlık

ayları ve yıllarındaki metinlerin uzunluğu arasında diyalektik bir ilişki vardır.

Metodoloji, Kavramlar, Program ve Strateji düzeyinde ne kadar uzun, derin, kapsamlı tarihsel

ve sosyolojik araştırmalar, tartışmalar yapılmış, görüşler ne kadar olgunlaşmış ise,

programatik metinler o derecede kavramsal netliğe kavuşmuş dolayısıyla o kadar kısa ve özlü

ifade edilebilirlik özelliği kazanmış olurlar. Bu da biçimde kısa ve özlülük olarak yansır.

Bu nedenle, en büyük devrimci stratejiler gibi, en devrimci programlar ya da sonuçlar, "Aaa

bunu ben de yazarım" dedirtecek kadar kısa, sade ve özlü olurlar. "Aaa bunu ben de yazarım"

denen program ve stratejiler yazılması en zor ve en uzun soluklu çaba gerektiren programlar

ve stratejilerdir. Çinlilerin dediği gibi, "sadelik gelişimin ancak çok yüksel aşamasında

ulaşılan bir özelliktir". Politik partiler ve hareketler bu programatik ve stratejik sadeliğe ancak

uzun hazırlık ve birikimlerden sonra ulaşabilirler.

Buna karşılık, bu uzun hazırlık ve birikimden yoksun olanlar bu sadeliğe ulaşamazlar,

dolayısıyla da programatik metinleri ve stratejileri bu sadeliği sağlayacak metodolojik ve

kavramsal olgunluktan yoksun olurlar ve bu nedenle her şeyi anlatmaya çalışırlar ve hiçbir

şeyi anlatamazlar.

Bu genel kural bizzat bu "Çatı Partisi" denen girişimin tartışmalarında ve ortaya çıkan

metinlerde de görülebilir.

Bu toplantı öncesinde ve toplantı sonrasında, neredeyse tek teorik ve politik incelemeler,

yazılar yazan biz olduk ve olmaya devam ediyoruz.

Buna karşılık, neredeyse herkes, ağız birliği etmişçesine, uzun ve çok yazdığımızdan şikâyet

ediyordu ve hala da ediyor.

Buna karşılık, bu uzun ve çok yazmamızdan şikayet edenlerin, uzun ve çok yazmamızdan

şikayetlerinden başka, neredeyse kısa bile bir şeyler yazdıkları bile görülmüyordu.

Ve bizim uzun ve çok yazmamızdan şikayet edenlerin neredeyse hepsi de bu uzun

bildirgenin uzunluğuna dair bir tek sözle olsun şikayet bile etmediler, yani en azandan

susuşlarıyla onun uzunluğunda bir sorun görmediler.

Çok uzun ve çok yazdığından şikayet edilen bizim metnimiz ise, gerek genel uzunluğu, gerek

paragraflarının uzunluğu bakımından uzunluğundan şikayet edilmeyen metnin yarısı

Page 202: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

202

uzunluğundadır.

Yani uzunluktan ve çokluktan şikayet edenlerin esas metni uzun iken uzun ve çok

yazdığından şikayet edilen bizim esas metnimiz kısadır. Ve nedense arkadaşların hiç birini bu

en önemli konudaki uzun oluş rahatsız etmez.

Bu durum, elbet bu arkadaşlar açısından bir çelişki ve paradokstur, onların tutumlarının ve

anlayışlarının yanlışlığını gösterir.

Ama bizim yaklaşımımız açısından, paradoks gibi görünen, diyalektik bir btündür, aynı

madalyonun iki yüzüdür.

Onlar, tam da o uzun programatik tartışmalardan hoşlanmadıkları, o konulara ve tartışmalara

girmedikleri için uzun bir metin ortaya çıkarmışlar ve onun uzunluğunda bir sorun

görmemişlerdir.

Ve biz tam da uzun uzun her önermeyi ele alıp inceleyip eleştirdiğimiz için; teorik hazırlık ve

olgunlaşmaya büyük değer verdiğimiz için, bizim metnimiz ve paragraflarımız daha kısadır.

Ama elbet bu aynı madalyonun iki yüzü oluş, bu nesnel birliktelik, bizim bu arkadaşlardan

öznel olarak, içine düştükleri çelişki ve çifte defter tutma durumuna dikkati çekip, anlayış ve

duruşlarını gözden geçirmeleri ve ciddi bir özeleştiri yapmaları gerektiğini söylememize bir

engel teşkil etmez.

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Demir Küçükaydın

(Bu eleştiri yarım kalmış. Zaten bundan sonra Çatı partisi tartışmalarına ilişkin yeni yazı pek

yazılmamış.)

Page 203: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

203

"Çatı Partisi Girişimi" (DBH) BDP'ye Katılmalı ve Soldaki Diğer

Girişimleri de Aynı Davranışa Çağırmalıdır

“Çatı Partisi Girişimi” ya da sonradan kendine verdiği adıyla “Demokrasi İçin Birlik

Hareketi”, daha doğrusu bu girişimin içinde aktif olan kişi ve örgütler, şimdiye kadar fiilen

Kürt hareketi ile veya DTP ile bir dayanışma girişimi olmaktan öteye gidemedi.

Aslında “Çatı Partisi Girişimi” tam bir yıl önce yapılan toplantıda daha doğamadan ağır bir

yara almış ve bir düşük olmuştu.

Bu düşük o günden bu yana, bir küvezdedir, bir tür bitkisel hayat yaşamaktadır.

Bu hastanın iyileşmesi ve yeniden hayat bulması olanağı görülmemektedir.

Kimse bu komadaki hastanın ölümünün sorumluluğunu almak istemediği için fişini

çekmemekte ve hasta bitkisel hayata devam etmektedir.

Her hangi bir canlanma şansı olmayan bu hasta bu komadaki haliyle başka beklentilerin bir

aracı durumundadır.

Çatı Partisi Girişimi, başlangıçta, Kürt Özgürlük Hareketinin içinde bulunduğu tecridi kırmak

için, tüm demokratları, hatta demokratlarla bir arada olmaktan gocunmayan liberalleri de

kapsayacak; Türkiye’nin batısında, orta sınıflar ve aydınlar arasında bir örgütlenme

sağlayacak; diğer öznelerin içindeki demokratlarla (İşçiler, memurlar, aleviler, kadınlar,

Romanlar, vs) ortak bir dil ve bağlantı kurmayı sağlayacak bir biçim olarak düşünülmüştü.

Bu gün gelinen noktada, bu bitkisel hayat yaşayan girişimin, bunları gerçekleştirme

potansiyeli ve şansı yoktur. Gerçekleştirebileceği yönünde ne teorik, ne stratejik, ne politik,

ne entelektüel, ne örgütsel, hiç bir ipucu sunabilmiş değildir.

Bunun nedenleri ayrı konudur ve bu konuda aylar boyunca yeterince yazdık. Burada önemli

olan nedenleri ne olursa olsun, bu durumun tespitidir.

Bu girişim şimdi pratik olarak, başlangıçta varoluş nedeni olan bu hedeflerden uzak,

bambaşka beklentilerin bir aracı haline gelmiş bulunmaktadır.

Kimileri bunda örgütsüz sosyalistleri bir araya getirecek bir araç bulduğunu düşünmektedir.

Kimileri, Kürtleri “emek eksenli” bir politikaya çekmek için bir kanal veya araç görmektedir.

Kimileri, küçük örgütünün etkisini arttırmak için daha geniş ilişkiler ve hareket alanı sağlayan

bir araç görmektedir.

Kürt Özgürlük hareket ise, bu durumu görmekle ve anlayanın anlayacağı diplomatik bir

üslupla bunu belirtmekte ama aynı zamanda fazla mal göz çıkarmaz diye düşünüp, pratik

işlevi fiilen kendisiyle dayanışma bildiri ve eylemlerine dönüşmüş bu girişimin bitkisel hayat

yaşamasına ses çıkarmamakta ve fişini çekmemektedir.

Page 204: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

204

Birçokları ise, varlığı ve yokluğu arasında bir fark görülmediğinden, dertsiz başıma dert

almayayım diyerek fiilen yokmuş gibi davranmaktadır.

Bu dengeler ortamında, varlık sebebinden tamamen uzak başka beklentilerin bir aracına

dönmüş olan bu girişimin, komadaki hali, kimse fişini çekmediği için, daha çok uzun süre

devam edebilir. Bir ur gibi enerji ve zaman yiyerek bir süre daha yaşayabilir. Bu ise yeni

girişimlerin, taze rüzgarların önünde bir engel oluşturur.

Bu durumda, “Çatı Partisi Girişimi” veya kendinin kendisine verdiği ismiyle “Demokrasi

İçin Birlik Hareketi”nin komada yaşayışına son vermek en iyi çözüm olacaktır.

Can çekişen yaralı atları vururlar ki daha çok acı çekmesinler. Buna “merhamet vuruşu” denir

kimi dillerde.

Beyin ölümü gerçekleşmiş hastaların suni yaşamasını sağlayan aletler kapatılır, buna “ölüm

yardımı” denir.

“Çatı Partisi Girişimi” veya “Demokrasi İçin Birlik Hareketi” hiç olmazsa son bir gayretle bir

hayatiyet belirtisi gösterip kendi fişini kendi çekebilir. Bu onun için olabilecek en doğru ve

kahramanca davranış olacaktır.

Demokrasi İçin Birlik Hareketi veya Çatı Partisi Girişimi, kendisini fesh etmeli, içinde

bulunulan yeni aşamanın başında, Barış ve Demokrasi Partisi’ne katılmalı ve benzeri diğer

girişimleri de (Örneğin Ufuk Uras’ın da içinde bulunduğu yeni parti girişimlerini) benzer

şekilde davranmaya çağırmalıdır.

Bu katılım, örgütlerin kendi özgül programları ve yapılanmaları olmasını dışlamamaktadır.

Zaten demokratik bir örgütte elbet farklı platformlar da olur.

Ve Kürt Özgürlük Hareketi kendisini bir Çatı Partisi gibi olacağını da daha önceden ifade

etmiş bulunmaktadır.

İçinde bulunulan bu yeni aşamanın başında ve kritik anda böyle bir davranış; kendini fesh

etme ve Barış ve Demokrasi Partisine katılmaya yönelik bir çağrının kendisi, başlı başına

büyük bir politik eylem olur.

Elbette bu çağrı yankısız kalabilir ve bizzat Çatı Partisi Girişiminin kimi bileşenleri buna karşı

çıkabilirler. Ama bu da sağlıklı bir arınma sağlar ve Türk Sosyalistleri içindeki Demokratik

görevlerden kaçanlara ve liberallerin kuyruğuna takılanlara karşı, ciddi bir ideolojik ve politik

mücadele verebilmek için somut politik bir temel de sağlar.

Önemli olan doğru noktada doğru bir tavır almaktır. Bunun meyveleri uzun vadede görülür.

Böyle bir tavır sadece Kürt Özgürlük Hareketinin bir “Türkiye Partisi”ne dönüşmesi için yeni

ilişkiler ve olanaklar yaratmakla kalmaz; aynı zamanda Kürt Özgürlük Hareketi içindeki

mücadelede, Ak Partisi veya Liberallerde değil, ezen ulusun ezilenlerinde bir müttefik aramak

gerektiğini savunan, ama bu güne kadar yankısız kaldıkları için bir türlü güçlü bir pozisyona

geçemeyen radikal demokratların elini de güçlendirir ve Kürt Özgürlük hareketinin daha ileri

sıçramasının olanaklarını yaratır.

Page 205: Demir Kucukaydin - Cati Partisi Tartismalarinda Program Konusunda Yazilar - V-2

205

Şimdi Kürt Özgürlük Hareketinin mücadelesi yeni bir evreye giriyor. Kürt Özgürlük hareketi

son birkaç ayda onlarca yılda alınamayan büyük mesafeleri kat etti. Artık bu hareketin bizzat

kendisinin Türkiye’deki diğer ezilenlerle doğrudan ilişkiye geçip onları kazanma olanakları

hiç olmadığı kadar olası görünüyor.

Büyük aşklar büyük nefretlerden doğar. Türkiye’nin ezilenleri, şimdiye kadar Özel Savaş

Dairesinin Psikolojik Savaş sislerinin ötesinde Kürt Özgürlük hareketinin gerçek niteliği

hakkında bir fikir sahibi olamadı. Ama şimdi bu sansür ve psikolojik savaşın yarattığı imaj

yavaş yavaş kırılıp aşınmaya başlamaktadır.

Eğer Türkiyedeki ezilen kitleler nasıl kandırıldıklarını sezmeye başlarlarsa, bu Kürt Özgürlük

Hareketinin bile toparlamakta güçlük çekeceği bir kendisine yönelik bir sempati dalgasına

hatta devrimci bir kabarışa dönüşebilir.

Bu nedenle, Kürt Özgürlük Hareketi’nin. Türk ezilenlerini örgütlemeyi artık Türk solcu ve

aydınlarından beklemeyi de bırakması, bizzat kendisinin bunları örgütlemesi için ne yapmak

gerektiği sorusunu önüne koyması gerekmektedir. Kendisi bu soruyu sormasa da olayların

gelişimi bu sorunu onun önüne koyacaktır.

Bunun için yapılması gereken ilk iş Kürt Hareketinin kendisinin Kürt hareketi Olmaktan

çıkması, bir Demokrasi Hareketi Haline gelmesidir. Yani “Kürt Sorunu” nun muhatabı

olma paradigmasından “Türk Sorunu”nu çözme paradigmasına geçmektir.

Yani Kürt hareketi de bur sıçrama yapmak, kendisi olmaktan çıkmak zorunda kalacaktır.

Eğer bunu yapamazsa, olaylarca hızla aşılır ve köklü bir demokratik dönüşüm olanağı yitirilir.

İşte böyle bir değişimin başında, Çatı Partisi Girişiminin kendi fişini çekmesi, şu komadaki

yaşamına son vermesi ve Barış ve Demokrasi Partisi’ne girmesi; ve bütün demokrat ve

muhalifleri oraya çağırması, Kürt Özgürlük Hareketine bu atılımlar için cesaret veren ve ufuk

açan örnek bir girişim olur.

Demokrasi İçin birlik hareketi ölmediğini kanıtlamak istiyorsa kendini öldürmelidir.

Kendini öldüremiyorsa zaten ölmüş demektir. Fişi çekilebilir

Biz de bu yazıyla çekmiş olalım.

19 Aralık 2009 Cumartesi

Demir Küçükaydın