demir kucukaydin - avni olarak yazilar derlemesi - ek grafikler yok
DESCRIPTION
ÂTRANSCRIPT
Demir Küçükaydın
Avni Olarak Yazılar
Derlemesi
Yayınları
Avni Olarak Yazılar Derlemesi
Demir Küçükaydın (Birinci Sürüm - 22 Eylül 2012)
Bu kitapta yer alan yazılar daha önce çeşitli gazete ve internet sitelerinde yayınlanmıştır.
Dijital Yayınlar İndir – Oku – Okut - Çoğalt – Dağıt
Bu kitap Köxüz sitesinin dijital yayınıdır.
Kar amacı olmadan, okumak ve okutmak için, indirmek, dijital olarak basmak ve dağıtmak
serbesttir.
Alıntılarda kaynak gösterilmesi dilenir.
Yayınları
İçindekiler
Avni Olarak Yazılar Derlemesini Sunuş 4
Avni’den Mektup Var. 7
“Almanların En İyisi” Olarak Marks Veya Yenilgide Zaferi Kutlamak 14
Alman Seçimleri Solun Başarısı mı? 24
Almanların En Meşhuru 29
„Pardus – Ulusal İşletim Sistemi” Yalanı ve Gericiliği 32
Kuş Gribi (Tavuk Vebası), Globalleşme, Kapitalizm ve Ulusal Devletler 39
Mal Varlıkları, Özel Hayat, Devlet Sırları, Ticari Sırlar ve Sosyalizm 50
Avrupa’daki Göçmenler ve Kızıl Elmacıların Talat Paşa Yürüyüşü 59
Dünya Kupası’nın Düşündürdükleri 64
Uluslar ve Globalleşme 64
Sol Neden “Ofsayt”ta? 67
Futbol Şampiyonası, Alman Politikası ve Sol 72
Spor ve Futbol Üzerine Değinmeler 81
Irkçı Olmamanın Zorlukları 93
Avni’nin Hikâyesi’ne Ek Bilgiler 95
Avanak Avni Avrupa’ya işte böyle çıktı 95
Avni Olarak Yazılar Derlemesini Sunuş
2005 yılında Köxüz sitesi internette yayına başladığında çok sınırlı sayıda yazar bulunuyordu.
Bir yandan yazarları nicelik ve nitelek olarak yükseltmek için çabalarken, diğer yandan da
hem konu genişliğini hem de yazar sayısını arttırabilmek için, ikinci bir isimle özellikle
Almanya ve Dünya’yı konu edinen yazılar yazmayı tasarlıyorduk. Bu fikri Köxüz’ü beraber
çıkardığımız arkadaşlara açmış ve onların da onayını almıştık.
Diğer yandan sitede şöyle bir sorun da vardı. Köxüz, sitesi Kürtler üzerindeki baskıya karşı Kürt özgürlük hareketini destekleyen bir pozisyondaydı ve bu desteğinin sembolik bir ifadesi
olarak da Abdullah Öcalan’ı yazar yapmış, “Abdullah Öcalan Niçin Yazarımızdır” diye bir
yazı da yayınlamıştı. Yazarlar sitede her hangi bir haksızlık olmasın diye, İsimlerinin baş harflerine göre
sıralanıyordu. Baş harflere göre sıralanınca da Abdullah Öcalan, adının ilk iki harfi alfabenin
ilk iki harfiyle başladığından, yazarlar listesinin en başında bulunuyordu.
Pek çok kişi bunun sadece bir rastlantı olduğunu görmediğinden, Abdullah Öcalan’a diğer
yazarlardan daha önemli bir yer vermişiz, onu kasıtlı olarak öne çıkarmışız gibi bir yanlış anlamaya yol açıyordu.
Bu mahzuru gidermek için, Köxüz sitesi adına yapılan yorum ve mektupları en üste koyduksa
da bu yetersizdi.
Biz de bunun üzerine, Avanak Avni’nin adını A. Avni yazarak Abdullah Öcalan’ın üstünde,
başka bir A ile başlayan yazarı koyarak yanlış anlamanın giderilebileceğini düşünmeye
başlamıştık.
Tam o sırada, Milliyet gazetesinde Fransa’daki seçimlerde, göğsünde Avni sembolüyle gazete
satan LCR (Devrimci Komünistler Birliği) taraftarı bir kızın haberi ve daha sonra buna bağlı
ikinci bir haber çıkınca, bunu vesile ederek, Avni adıyla yazmaya başlayabileceğimizi
düşündük.
Böylece, Avni’nin o gazetelere yansımayan ve genelde görmezden gelinen bir başka damarını
da duyurulabilir ve bu Avni imzasıyla yazılacak yazıların, bu damarın bir devamı olarak da
görülebilirdi. Bu nedenle A. Avni imzasıyla yazılar yazmaya başladık.
Kendi adımızla yazdığımız yazılar genellikle Türkiye’yi konu alan ve Türkiye’ye yönelik
yazılardı. Sosyalizm ve Marksizm, Demokratik mücadeleden kaçmanın, biçimsel eşitsizliklere
karşı mücadeleyi, sosyal bir eşitliği öne çıkararak ikinci plana atmanın ve böylece askeri
bürokratik oligarşinin desteği olmanın bir aracı haline geldiğinden bu bazılarda vurgumuz
demokratik mücadeleyeydi ve radikal demokrat bir programı acil olarak savunmaya yönelikti.
Ama bu da biraz tek ayak üzerinde yürümek gibi oluyordu. Almanya’da yaşıyorduk. Bir
Marksisttik ve Almanya’da ve Dünyada olan bitenlerle aslında çok daha ilgiliydik ama bu
ister istemez yazdığımız yazılara yansımıyordu. Avni mahlasıyla yazılyan yazılar bu eksiği
giderebilir ve bu noktalara ağırlık verebilir; Marksizmi savunma ve Kapitalizm eleştirisine
yoğunlaşabilirdi. Böyle de yapmaya çalıştık.
Ancak daha sonra çeşitli sağlık sorunları nedeniyle oldukça seyrek yazabildiğimden Avni
adıyla yazmaz olduk ve bazı eski yazılarımı aktüel bazı konularda Avni adıyla tekrar
yayınlamakla yetindik.
*
Bu sene Karaburun Bilim Kongresi’nde Hacivat ve Karagöz’ün Türk ve Yunan uluslarının
yaratılmasında gördüğü işlevleri ve evrimi ele alan bir konu ilgimizi çekmiş ve sunumu
yapacak Ahmet Akşit ve Peri Efe ile de tanışmış sunumun yapıldığı toplantıyı ve tartışmaları
da izlemiş ve katılmıştık. Bu tartışmalarda başka bir bağlamda, Avni de gündeme geldi ve
onun başka ülkelerde, örneğin Meksika’da da kullanıldığından söz ettik.
Toplantı sonrasında genç bir izleyici, Meksika’daki Avni’ye ilişkin bilgileri nereden
bulabileceğini, kendisinin Meksika ile ilişkisi olduğunu sordu ve bu vesileyle Avni’nin
Avrupa’daki serüveni üzerine de biraz konuştuk. Kendisine elimdeki bilgileri, resimleri vs.
ileteceğimize söz verdik.
Bilgisayarımızdaki, Avni ile ilgili resim, yazı vs. gibi dökümanları bir dosyada toplayınca,
bunlardan pek ala hem Avni adıyla yazılmış yazıların bir derlemesini yapmanın, hem de
eldeki resimlerin de ek belge olarak bu derlemeye almanın daha doğru olacağı sonucuna
ulaştık.
Böylece hem Avnin’nin bir dünya vatandaşı olarak ortaya çıktığı ikinci damar unutulmaktan
kurtulur, hem de Avni olarak yazarlığımızın da bu damarla bağlantısını vurgulamış da
olurduk.
Çünkü bizzat biz kendimiz de Almanya’da bir sürgün olarak özellikle yabancılar ve siyahlar
hareketinin önemini ilk görenlerden ve ilk girişimde bulunanlardan biriydik ve hem Antifaşist
Gençlik hem de Hamburg’taki Köxüz’ü çıkaran çevrelerle yakın ilişkide bulunmuştuk.
Ve nihayet Avni olarak yazdığımız sitenin adının da Köxüz olması zaten bu geleneğin
sürekliliği ile ilgiliydi.
İşte bu derleme şimdi elinizde.
Ekler bölümünde, Avni’nin Avrupa’ya ve Dünya’ya gidişinin Dördüncü Enternasyonal ile
bağlantısını anlatan bir söyleşiyi de ekledik.
Diğer kanal ise, Berlin’de öz savunmaya yönelen ve hızla radikalleşip politikleşen sokak
çetelerinin açtığı kanaldır. Bu kanala ilişkin belgeler de bir bakıma diğer ekleri
oluşturmaktadır.
22 Eylül 2012 Cumartesi
Demir Küçükaydın
http://demirden-kapilar.blogspot.com/
Avni’den Mektup Var.
Gazetelerin sansasyon merakı nedeniyle Avni yeniden popüler oldu.
Fransızların Avrupa’da merkezi birlik, dolayısıyla da politik olarak birleşecek ve
Almanya’nın etkisinin artması anlamına gelecek ve bütün diğer maddelerinin bu
amaca hizmet ettiği Anayasa tasarısına hayır diyerek sonuçları çok derin olacak bir yol
kazasına yol açmalarının ardından, Milliyet’de yayınlanan bir haberde, Fransa’daki LCR
(Devrimci Komünist Liga) adlı Dördüncü Enternasyonal üyesi Partinin gençlik örgütünden
bir kızın üzerinde Nazi haçını kıran bir Avni resmi bulunan T-Shirt’lu resmi yer alıyordu ve
haberin başlığı: “Bu Avni’nin İlk Eylemi Değil” idi.
Haberde Şunlar okunuyordu:
“Oğuz Aral'ın oğlu, Avanak Avni'nin Fransa'da 'Hayır'cı
'bayrağı' olmasını yorumladı: "Avni Avrupa'da, Meksika'da
birçok eylemde yer aldı"
SEMA ASLAN / GÜLAY FIRAT
Fransa, AB Anayasası için düzenlenen referandumda 'Hayır'
derken, bu görüşteki göstericiler, önceki gün, üzerinde Oğuz
Aral'ın meşhur Avanak Avni tiplemesinin olduğu tişörtlerle
slogan atıyorlardı.
Avanak Avni tiplemesinin bu tişörtlerde kullanılmasıyla ilgili
görüşler ise, Türk mizahının bu en ünlü simasının, daha önce de
Avrupa'da düzenlenen kimi eylemlerde görülmüş olmasıyla bağlantılı.
'Zenci Avni' bile var
Oğuz Aral'ın oğlu Seyit Ali Aral, Avanak Avni'nin sadece Türk insanının değil, dünyada pek
çok insanın sevdiği ve kendine yakın bulduğu bir tipleme olduğunu, Avanak Avni'nin Afrika'da
zenci olarak çizildiğini de dile getiriyor:
Avni'nin, uzun zaman önce Avrupa ve Meksika'daki pek çok nükleer karşıtı gösteri ve eylemde
kullanıldığını söyleyen Ali Aral, şöyle konuşuyor:
"1988 - 89 döneminde Haldun Simavi, Gırgır dergisi ve Avanak Avni'yi Ertuğrul Akbay'a
sattığı için, şu anda sanıyorum isim hakları onun üzerinde. 1980'lerde Oğuz Aral Almanya,
Belçika gibi ülkelerde birer Gırgır sergisi yaptı. Bu Avrupa içinde çok büyük ses getirdi.
Muhtemel Avni'nin ilk Avrupa'ya çıkışı o sergiyle oldu. Avanak Avni Güney Afrika'daki ırkçı
olaylara karşı, Meksika'da da ABD emperyalizmi karşıtı grupların maskotu oldu."
İşte görüşler
Avanak Avni'nin, Fransa'da 'Hayırcı' gençlerin 'bayrağı' olması konusunda, Avni'yi 'yakından
tanıyanların' görüşleri de şöyle:
Ertuğrul Akbay: Avanak Avni tiplemesinin hakları mahkeme kararıyla bize geçti. Ama
kullanıldıysa telif isteyelim ve hiç değilse yararlı bir yere, mesela Milliyet gazetesinin Baba
Beni Okula Gönder kampanyasına bağışlayalım. Avanak Avni'yi kimse benden izinsiz
kullanamaz.
Metin Üstündağ: Öncelikle Fransa'da yaşayan Türklerin etkisi olmuştur. Bir de Gırgır, bir
dönem çok fazla okunuyordu; Avanak Avni de o derginin bir simgesiydi. Ayrıca Avanak Avni,
yurtdışında başka birkaç uluslararası gösteride kullanılmıştı. Ergün Gündüz: Avni bir dönem Hollanda'da sosyal eylemlerde kullanılmıştı; belki eylemde
Hollanda'dan katılımcılar oldu? Hollanda'da da bir referandum olacak yakında çünkü. Ve bu
tiplemenin telifli kullanıldığını zannetmiyorum. 1980'lerde Avrupa'da Gırgır dergisinin
çizgilerinden oluşan bir sergi açıldı; sanırım bu tiplemeyi sivil toplum örgütleri o dönemde
kullanmaya başladı. Oğuz Aral da izin vermiş olabilir.”
Ertesi Gün ise yine aynı resimle şu haber yer aldı:
“Avanak Avni tişörtlü genç kızı, DHA Paris'te buldu
Helene, 'Türkiye de AB'de olmalı' diyor
Avanak Avni tişörtüyle AB Anayasası'na 'Hayır' gösterilerine katılan Helene adlı Fransız
genç kız, "Hayır oyu verdim ama Türkiye'nin yanındayım" dedi
SAADET ORUÇ Paris DHA”
*
Aynı gazetenin ertesi günkü sayısında ise yine şu haber okunuyordu:
Helene, 'Türkiye de AB'de olmalı' diyor
Fransızların AB Anayasası'na 'Hayır' dediği referandumunun ardından, bütün gazetelerin ilk
sayfalarında onun fotoğrafı vardı.
Kapağında 'Non (Hayır)' yazan 'Rouge (Kızıl)' adlı dergiyi havaya kaldırmış, slogan atıyordu.
Küçük bir ayrıntı, birdenbire Türk basınının dikkatini bu fotoğrafa çevirdi. Genç kızın
tişörtünde, Oğuz Aral'ın tiplemesi 'Avanak Avni', Naziler'in sembolü gamalı haçı kırıyordu.
İspanya'dan almış Paris Jussieu Üniversitesi'nde tarih eğitimi gören Helene Dufresne, üyesi olduğu Devrimci
Komünistlerin Birliği (LCR) gençlik kolundan arkadaşlarıyla 29 Mayıs gecesi Bastille
Meydanı'ndaki 'Hayır' kutlamalarına katılmış ve tesadüfen de o tişörtünü giymişti. DHA, Türkiye gündemine oturan Dufresne'i Paris'te buldu. LCR'lilerin buluşma noktası La
Breche kitabevinde sorularımızı yanıtlayan genç kız, tişörtü İspanya'da katıldığı uluslararası
genç komünistler kampından aldığını anlattı.
'Sınırlar kalksın'
'Avanak Avni'nin, bir Türk karikatüristin kahramanı olduğunu bilmiyordu. Avni'yi ona, 'bir
türlü büyümek istemeyen, çocuk kalmak isteyen' bir tip olarak anlatmışlardı.
Dufresne, 2002'de yapılan Fransa cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında, aşırı sağcı
Milliyetçi Cephe lideri Jean-Marie Le Pen'in önde gittiği dönemde yapılan gösterilerde,
Avanak Avni'nin sembol olarak kendi grubu tarafından da kullanıldığını hatırladığını söyledi.
AB Anayasası'na 'Hayır' diyen Dufresne, "Türkiye'nin AB üyeliği konusunda ne
düşünüyorsunuz?" sorusunu, "Türkiye'nin yanındayım. Tüm sınırların kalkmasından
yanayım" diye yanıtladı.”
*
Aynı gün, Radikal’de de bu haberler üzerine şu haber yer aldı:
“İlk kez ODTÜ'de tişörtü yapıldı
RADİKAL - İSTANBUL - Troçkistlerin en bilinen sembolü 'Kızıl Köstebek'.
Avanak Avni'nin ise Meksika'daki bir gençlik örgütü sayesinde Troçkist partinin uluslararası
sembollerinden biri olduğu sanılıyor. Aslında Oğuz Aral'ın Avni'sinin Avrupa'daki anti-faşist
mücadelede güçlü bir sembol olduğu hep söyleniyordu. Fakat o dönemde internet olmadığı
için, bunun somut bulgulara ulaşılamıyordu.
'Avanak Avni'nin ilk kez siyasi bir hareketin sembolü haline getirilmesi, 90'ların başında
ODTÜ'deki Troçkistler tarafından gerçekleştirildi. Özgür Üniversite Hareketi, bahar
şenlikleri için yüzlerce 'Avnili' tişört bastırmıştı. Bu tişörtlerin üzerinde, sol yumruğu havada,
sert sert bakan Avni figürü ve İngilizce olarak, 'Özgür üniversite için mücadele et!' yazısı yer
alıyordu. Tişörtlerin tamamı iki saat gibi kısa bir zamanda tükenmişti. ODTÜ'de yaptırılan tişörtlerden yurtdışına da gönderildi. Takip eden yıllarda, Avni'nin Nazi
sembolü olan gamalı haçı parçalarken çizilmiş figürü Avrupa'daki pek çok anti-faşist gençlik
örgütünün sembolü haline geldi.
Özellikle 2000'li yıllarda bu sembol pek çok Avrupa ülkesine yayıldı.”
*
Bu haberlerin ilkinde, Fransızların Hayır’ında Türklerin katkısı bağlamında gerici bir
ulusçuluğa; ikincisinde de Türkiye’deki iç politika alanında burjuvazinin politikalarının bir
aracı olarak kullanıldığımı görmüyorum sanılmasın.
Ama bu ilk yazıda konumuz bu değil. Bu bir tanışma yazısı çünkü.
Semboller de fikirler gibi bir kere ortaya çıktıklarında artık kendisini ortaya çıkaranların
kontrollerinden çıkarlar ve tarihsel gidişin ve toplumsal mücadelelerin akışı içinde ilk
çıkışlarından çok başka anlamlar ve işlevler kazanırlar veya onları kaybedip unutulurlar.
Ve şu an şu satırlarda tam da bu gerçekleşmektedir.
*
Yukarıdaki haberlerde olgular düzeyinde doğrular, yanlışlar ve eksik bilgiler bir arada
bulunmaktadır. Aslında, sembollerin ve fikirlerin bu bağımsız yaşamı nedeniyle Avni’nin
hikâyesinin tamamı bir puzzleın parçaları gibi tamamlanmayı bekliyor. Daha doğrusu belki
hiçbir zaman tamamlanamayacak bir hikâye bu. Yine de bildiğimiz kadarını anlatalım.
Avni Avrupa ve Dünyaya iki kanaldan gitti.
Türkiye dışında politik eyleme katılışı ilk kez Meksika’da oldu.
Seksenlerin ortasında Meksika’daki Dördüncü Enternasyonal seksiyonu çok hızlı bir büyüme
gösteriyordu. İşte bu partinin afiş ve pankartlarında Meksikalı yoksulların bir sembolü olarak
ortaya çıktı ilk olarak Avni. Bu döneme ait bir fotoğraf maalesef elde yok. Meksika’ya nasıl
nereden ulaştı o konuda da bilgi yok.
Belki Dördüncü Enternasyonal’ın Üçüncü Enternasyonal’inkinden aldığı İnternational Press
Korrespondens’in kısaltması Inprekorr’un ciltleri veya onun Meksika seksiyonunun
yayınlarının ciltleri arasında bir bilgi bulunabilir.
*
Ama bu Radikal’in haberindeki bilgilerin doğru olmadığını gösteriyor. Bu Meksika’daki
eylemler seksenlerin ortasındaydı ve ODTÜ’deki Troçkistlerden çok daha önceydi. Belki
Türkiye’nin ODTÜ’deki Troçkistleri Meksikalılardan ilham almış olabilirler.
Ancak, Avni’nin Avrupa’ya bundan tamamen farklı bir gidişi daha vardır ve bu gidiş bütünüyle başka bir kanaldandır.
Seksenlerin sonuna doğru Almanya’daki Türkiyeli gençler arasında faşistlerin saldırılarına
karşı sokak çeteleri biçiminde öz savunma grupları oluşuyordu.
Berlin’de de Türkiyelilerin yoğun olarak yaşadığı Kreuzberg’teki bu gruplar aynı zamanda
yetmişli yıllarda Türkiye’de de o muazzam kitle radikalleşmesiyle politikleşmiş ve Avrupa’da
sürgün yaşamına başlamış bazı kişilerin katalizatörlüğü ile Anti Faşist Gençlik diye oldukça
etkin bir grup kurmuşlardı. Hatta dar imkânlarıyla bir dergi bile çıkarıyorlardı.
Bu katalizatörler Türkiye’den tanıdıkları Avni’yi, ki Avni onların politikleşmesinin bir
ifadesiydi aynı zamanda, Nazi haçı kırar biçimde kendi sembolleri yaptılar.
Bununla da kalmadılar, kendilerine Avniler dediler ve kızlar da kendilerine Avniyeler dediler.
Bununla da kalmadılar, kendi çizgileriyle Avni adına karikatürler çizdiler. Bunların birinde,
Almanların sembolü olan Kartalı Avni kebap yapmaktadır. Bu tamamen o gençlerin kendi
çizdikleri Avni’dir.
Ne var ki, hikaye burada bitmemektedir. Aynı sıralarda Hamburg’ta da Türkiyeli göçmenlerin
öz savunma bağlamında radikalleşen çocuklarının bazıları Basamak diye bir dergi çıkarırlar
ve bunlar da Almanya’daki kendilerine benzer grupları aramaktadırlar.
Berlin’deki Anti Faşist Gençlik ve Hamburg’taki gençler birlikte iş ve güç birlikleri yapmaya
başlarlar. Böylece Avni onlar tarafından da sembol olarak kullanılmaya başlanır.
İşte Avni’nin Yurt dışı macerasıyla ilgili ilk yazı, bu gençlerle ilişkili Türkiyeli bir sürgün
tarafından ilk kez onların basit dergisinde yayınlanır.
Bu yazı seksenlerin sonunda yazılmıştır. Yani ODTÜ’dekiler henüz Avni T-Shirt’i basmadan
önce. O yazıda Meksika ve Hollanda’da Avni’nin kullanılışından söz edilmekte ve
Hollanda’da kullanılan afişin bir resmi de verilmektedir. En iyisi bu yazıyı olduğu gibi
aktaralım:
“Avni'nin Hikayesi
Avni, Karikatürist Oğuz Aral'ın "Gırgır" dergisi sayfalarında yarattığı bir tip. Bu tip şimdi
Meksika'dan Hollanda'ya kadar birçok ülkede ırkçılığın saldırısına uğrayanların, ezilen
insanların sembolü olmuş durumda. Özellikle Almanya'daki Türkiyeli gençler onu
kendilerinin sembolü olarak görüyor ve kullanıyorlar.
Artık her yerde rastladığımız, bazen gülen, bazen hınçla Nazilerin gamalı haçını kıran, bazen
hiç bir şey yapamamanın çaresizliği içinde bunalan bu Avni kimdir? Nereden gelir? Onu
böylesine sembol yapan nedir? Bu sorulara bir cevap bulmaya çalışalım.
Avni her şeyden önce bir tiptir.
Ama hemen şu soru akla gelir: peki Tip nedir?
Osmanlı'da Orta Oyunu ve Karagöz'de de tipler vardır. Ama bu tipler son derece klişe
konuşma ve davranış biçimlerine sahiptirler. Çoğunlukla da bir azınlığa mensupturlar.
Örneğin sakatatçı ise Arnavut, tüccar ise Yahudi'dir. Henüz bir birey değildir. Bir cemaatin
bir üyesi olarak tip vardır. Kişiliği yoktur kendine has.
Modern çağa gelinceye kadar bütün dünya uluslarının edebiyat ve sanatında durum budur.
Minyatürlerde görülen insanlar birer birey değildirler. Onların kendi dramları yoktur. Hatta
öyledir ki, kimi ortaçağ resimlerinde bütün insanların yüzleri de aynıdır.
Modern toplumun ortaya çıkışı ve tüm kan, aşiret, soy bağlarının parçalanması, her türlü
koruyucu bağdan yoksun insanların ortaya çıkmasıyla birlikte, bir birey ve o bireyin
sorunlarını, duygularını, dramını ele alan sanat biçimleri, örneğin Roman, ve Tip'ler ortaya
çıkmaya başlar. Bütün büyük romanların ortak özelliği Tip'leri işlemeleridir.
Tip ortalama olan değildir. Tip aşırı örneklerin bir toplamı da değildir. Tipler belki hiç bir
zaman gerçekte var olmazlar ama var olanların hepsinden de daha gerçektirler.
Orhan Kemal'in Bekçi Murtaza'sı bir tiptir. Bekçi Murtaza belki hiç olmamıştır. Ama bu
toplumda yaşayan herkes biraz Bekçi Murtaza'dır. Herkes onun dramında kendi dramından
bir şeyler bulabilir. Budur bu tipleri günümüzün dünyasında ölümsüz kılan.
Ama belki uzak bir geleceğin dünyasında, bizlerin yaşadığı çelişkileri ve gerilimleri bilmeyen
bir dünyada, başka kuşaklardan insanlar tıpkı Karagöz ve Hacivat'ta artık kendimizden bir
şeyler bulamamamız gibi, bu tiplerden de kendilerinde bir şeyler bulamayacaklardır.
Avni de böyle bir tiptir. Avni belki hiç var olmadı ve olmayacak. Ama herkes biraz Avni’dir. O
aslında hepimizden daha gerçektir.
Türkiye'de karikatürün diğer sanat dallarına göre Türkiye'nin geriliğiyle ters orantılı olarak
bir ilerilik içinde olduğu söylenebilir. Karikatürde hep belli tipler olagelmiştir.
Bu tiplerin değişimi de ilginçtir. Örneğin Cemal Nadir'in karikatürlerinde kimi tipler
belirginleşmeye başlar. Ama bunlar henüz yeterice gelişmemişlerdir. Karagöz'de olduğu gibi
biraz klişedirler. Karikatürde modern anlamıyla ilk tipin Abdülcanbaz olduğu söylenebilir.
Ama Abdülcanbaz biraz Amerikan sinemasındaki kahramanlara benzer. Olağanüstüdür bir
tip olmaktan ziyade. Ama asıl önemlisi cahil ve yoksul insanlardan biri değildir. Belki onlar
için bir şeyler yapar ama onlardan biri değildir. Onun için de küçük bir Aydın grubu dışında
pek bilinmez kalmış ve tutmamıştır.
Avni ise gecekondu mahallesinin çocuğudur. Hep ezilir ama boyun eğmez. Bazen hileyle,
bazen kurnazlıkla, bazen boyun eğer görünerek hakkını korumaya çalışır.
Gırgır dergisinin çıkışı ve büyük satışlara ulaşması 70'li yıllara denk düşer. 70’li yıllar
Türkiye tarihinde ezilen ve altta olanların kitleler halinde tribünlerden sahaya indikleri;
politize ve mobilize oldukları zamandır. Avni bu yükselişin çocuğudur her şeyden önce.
Türkiye’de yetmişler altmış sekizin devamıdır. Gecekondulara yayılmış bir Altmış Sekizdir. O
nedenle Avni aynı zamanda bir altmış sekizli de sayılabilir. O dönemin ruh halini yansıtır.
Arbeskin ve Orhan Gencebay’ın yükselişiyle birlikte ortaya çıkar ve gelişir. Şehirli ve
moderndir Avni, köylü değildir.
Gırgır gerçekten geniş kitlelere ulaşan bir mizah gazetesi olmuştu. Bir zamanlar dünyadaki
üçüncü çok satan mizah gazetesi olduğu söylenirdi. (Birinci ve ikinciliği Sovyetler
Birliği'ndeki "Krokodil" (Timsah) ve Amerikan "Mad" (Çılgın, Deli) alıyordu.)
İşte İstanbul'un gecekondu semtlerinin Avni'si bugün artık dünyayı dolaşıyor.
Meksika'daki yoksullar onu kendi sembolleri olarak seçmişler. Demek onda kendilerinden bir
şeyler bulmuşlar.
Hollanda'da Anti-lrkçı ve idam cezasına karşı girişimlerde bulunanlar plaketlerinde Avni'yi
sembol yapmışlar.
Berlin'deki Türkiyeli gençler kendilerini Avniler ve Avniyeler olarak tanımlıyorlar.
Avni'nin posterleri, afişleri her yerde görülüyor. Öyle görülüyor ki Avni Avrupa'nın ve
Avrupalının imtiyazlarına karşı Avrupa'nın yeni kölelerinin, göçmen azınlıkların, Üçüncü
Dünyalının bir sembolü olacak.
Bu zor işinde Avni’ye bol şans ve başarılar!..”
*
Doksanların başında, anti faşist gençlik Alman polisinin baskıları sonucu dağıldı ama Avni’yi
Hamburglular dergilerinde, pankartlarında ve T-Shirtlerinde kullanmaya devam ettiler.
Dergilerinin adı Köxüz idi.
Evet Köxüz. Bu sadece bir isim benzerliğinden öte bir anlama sahiptir.
Şu an bu yazının yayınlandığı derginin adının Köxüz olması da o gelenekle ilgilidir zaten. Bu
bambaşka bir dergidir. Köxüz ismi de Avni resmi gibi kendi hayatını yaşamaktadır. Ama
aralarındaki “Gönül Yakınlıkları” (Wahlvervandschaft) devam etmektedir.
Avni, yaratıcısından bağımsız bir sembol olarak bağımsız hayatına devam etmekte ve bu
yakınlıkların sonucu olarak Köxüz’de yazar olarak yazmaya başlamaktadır.
Avni’nin hikayesi bitmedi sürüyor.
Avanak Avni
“Almanların En İyisi” Olarak Marks Veya Yenilgide Zaferi Kutlamak
Geçenlerde Almanya’da Alman ZDF televizyon kanalının düzenlediği “Almanların en iyisi”
adlı programda Marx, Adenaur ve Luther’in ardından üçüncü geldi. Bunu bir çok sosyalist
önemli bir zafer olarak gördü. Eğer Marks birinci gelseydi, ki uzun süre de önde götürdü,
sosyalistler bunu da bir zafer olarak kutlayacaklar ve bundan gurur duyacaklardı.
O sosyalistlerin anlamadığı ve bizzat kendileri o paradoksun ifadesi oldukları için
anlamayacakları, Marx’ın “Almanların en iyisi” veya en iyilerinin üçüncüsü olarak seçilmesi
“zaferinin”, Marx’ın ve Marksizm’in yenilgisi olduğudur.
Ama buna geçmeden önce yarışma ve sosyalistlerin hali pür melali hakkında birkaç saptama
yapmak yerinde olacak.
*
Elbette böyle bir yarışma bir çok bakımlardan ele alınabilir.
Örneğin, şimdi hemen her ülkenin televizyonunda da tekrarlanan, “Almanya (veya her hangi
bir ülke de olabilir bu) süper starını arıyor” tarzındaki aptallaştırıcı bir medya gösterisinin
özgül bir versiyonu olarak ele alınabilir ve medya sosyolojisi açısından eleştirilebilir.
Medyanın artık kendisini haber haline getirmesi ve kendi haberlerini de yaratarak gerçekliğin
yerini alması ve bunun da bir gerçeklik haline dönüşmesi, (örneğin No Angels grubunun
bizzat medya tarafından yaratılması çıkarılması gibi) dairenin tamamlanması olarak; bu
sürecin özgül bir fenomeni olarak, ele alınabilir. Zaten Der Spiegel, Die Zeit gibi ciddi
burjuva gazete ve dergileri, olayı bu açıdan değerlendiren haber yorumlar yayınladılar ve
programı Alman televizyonlarında görülen en kötü programlardan biri olarak tanımlamakta ve
alayla karşılamakta gecikmediler.
Bu anlamda, zaten, Marx’ın medyanın aptallaştırıcılığının bir aracı olarak üçüncü olması,
başlı başına bir zaferde yenilgidir. Ve bu anlamda, üçüncülüğü kutlayanlar, yenilgilerini zafer
olarak kutlamaktadırlar.
*
Ya da bu program ve yarışma, “Gösteri Toplumu”, “Eğlence Toplumu” gibi kavramlarla
ifade edilen, Türkçe’de Yaşantı denebilecek (“Event”, “Erlebnis”)in, yaşamın (Leben) ve
tecrübenin (Erfahrung) yerini almasının somut bir örneği olarak ele alınabilir.
Modern kapitalizm ve medya her şeyi öylesine metalaştırmıştır ve tıpkı metalarda olduğu gibi
ambalaj ve vitrin öylesine belirleyici olmaktadır ki, tıpkı ambalajın içindeki kullanım
değerinin, adeta ambalajın bir aracı haline gelmesi gibi, yaşam ve tecrübe de yok olmakta, bir
tür ambalaj gibi olan yaşantı (“event”) hayatın biricik amacı ve kendisi haline gelmektedir. Bu
program elbette böyle bir anlama da sahipti. Artık örneğin Marks ya da fikirleri değildir artık
önemli olan, yarışmanın bir yaşantı olarak kendisidir. Artık, Marks, yarışma dolayımıyla bir
anlama sahiptir.
Bu anlamda ele alındığında da bir yenilgiden başka bir şey değildir. Burada Marx, Marx
olarak yoktur artık. O sadece eğlenceye ve gösteriye hizmet eden bir araçtır. Zafer olarak
kutlanacak bir yanı yoktur. Baştan aşağı yenilgidir.
*
Ya da bu programı, nispeten daha tarihsel bir bağlamda, Almanların ruhunda ve
anlayışlarındaki bir dönüşümün belirtisi olarak ele alabilirsiniz. Savaş sonrasında, ellilerin
başında yapılan benzeri bir ankette birinciliği Birmarck, ikinciliği Hitler alıyordu. Hitler
ancak altmışlardan sonra, biraz da hileyle, Alman değil Avusuturyalı olduğu söylenerek ve
oyun dışında tutularak aşağılara düşürülmüştü. Böyle bir bağlamda ele alındığında, bu
yarışma, Almanların artık, “bakın biz de uygar uluslar ailesinin diğerlerinden farklı değiliz,
artık geçmişimizi İsa’nın çarmıhını sırtında taşıdığı gibi taşımamıza gerek yoktur” demeleri
olarak ele alınabilir. Dolayısıyla da, Alman Burjuvazisinin artan kendine güveninin ve
güneşin altındaki yerini isteyişinin bir ifadesi olarak da yorumlanabilir.
Böyle bir bağlamda da; Marx’ın üçüncü olmasının, De Gaulle’nin “Sartre Fransa’dır”, veya
Demirel’in onu taklit ederek “Yaşar Kemal Türkiye’dir” demesinden farkı yoktur. Bu,
“Marks Almanların en iyilerinden biridir” diyecek cesaret ve kendine güvene tekrar ulaştığını
gösterir Alman burjuvazisinin. Burada, burjuvazinin, kendine güveni ve en muhalif unsurları
bile kültürün ve ulusal kimliğin bir aracı olarak kullanışı söz konusudur ki, yine bir yenilgidir.
“Majestelerinin komünistleri” gibi bir durum söz konusudur. Bir zamanlar Engels, İngiliz
sosyalistlerindeki burjuvalaşmayı anlatırken, Burjuvazinin kendileri hakkındaki övücü
ifadeleriyle gururlandıklarını söyleyerek onlarla alay ederdi. Engels döneminin sosyalistleri,
hiç olmazsa, Lortların ya da Kraliçenin övgüleriyle gururlanıyorlarmış ama hiç olmazsa
burjuvazi tarafından övülmek için yarış içinde değillermiş. Şimdikiler Alman burjuvazisinin,
kendilerini övmesi için, övülecek değerde olduklarının anlaşılması için çabalıyorlar. Bu
çabayı gösterenler ister Gysi gibi, Marx’ı Birmarck karşısında programda savunanlar, ister oy
vermeye çağıranlar, ister oy verenler olsun fark etmez. Engels’in zamanının sosyalistleri ne
kadar masummuş bu günkülerin yanında. Bu anlamda, yani burjuvazinin kendisine güveni,
“Marks Almanya’dır” demesi; onu kendi kültürünün bir unsuru olarak görmesi anlamında bir
yenilgidir. Zafer olarak görülecek bir yanı yoktur.
*
Ya da bu programı, benzer bazı diğer gelişmelerle birlikte, bir “Zeitgesit” (Zamanın Ruhu)
ifadesi olarak ele alabilirsiniz. Son zamanlarda, Almanya’da, Bern Mucizesi (Alman Futbol
takımının savaş sonrasında ilk kez şampiyon olması); Lengede Mucizesi (Bir maden
ocağındaki göçükte kalanların kurtarılması, her ikisi de savaş sonrasındaki yükselişin
başlangıç yıllarından) gibi, Alman ulusunun zor zamanlarda pek durarak dayanışma içinde,
ulusal bir ruhla mucizeler başarabileceği mesajları veren filimler; moda desinatörlerinin
defilelerini “Mutter Erde Vater Land” (Ana Yeryüzü, Baba Vatan) gibi bir konuyla vermeleri
ve Kartal (Almanya’nın sembolü), D Harfi (Deutschland’ın D’si), siyah, kırmızı ve sarı
renkleri (Alman bayrağının renkleri) öne çıkararak Almanya’ya “ilanı Aşk” etmesi gibi,
Almanya’daki “Zeitgeist”ı yansıtan fenomenler bağlamında ele alınabilir. Bu anlamda da,
Marx da o “Alman mucize”lerinden biri olarak yerini almakta ve Almanya’ya ilanı aşkın
sembollerinden biri olmaktadır.
Bir sosyalist için, bu anlamda da, bunun gururlanacak bir yanı yoktur. Marx’ın
üçüncülüğünden sosyalizme pay çıkarmak, yenilgide zafer görmektir.
*
Ya da bu programı ve yarışmayı, onun sonuçlarını vs. bu günkü Alman toplumunun
eğilimlerinin ve özlemlerinin bir ifadesi olarak da alabilirsiniz. Örneğin, Adenaur’un
seçilmesi, şimdi sosyal devletin budandığı, geleceğe ilişkin belirsizliklerin ve korkularının
arttığı bir dönemde, elli ve altmışların güvenilir, istikrarlı büyüme ve sağlam bir gelecek
beklentilerinin bir ifadesi veya Hükümetin politikasına karşı bir protesto; Luther’in ikinci
olması, artık terk edilen Keynezyan Sosyal Demokrat gelenek ve özlemlerin, Adenaur’a karşı bir dengesi. Marks da –büyük ölçüde PDS’in örgütlü çabalarıyla eski DDR eyaletlerinden oy
aldığından- Doğu Almanların hayal kırıklıklarının ve protestosunun bir yansıması olarak
görülebilir. (Yarışmada Marx’ı savunan Gysi bile eski Doğu Almanya olmasaydı Marx’ın ilk
ona giremeyeceğini kabul etmişti.) Bu yorumda bile, bir protestonun ifadesi olarak Marks, geleceğe yönelik bir vizyonu ve
programı değil, geçmişe bir özlemi ve bir protestoyu ifade etmekten öteye gitmediği için,
üçüncü ya da birinci olması, bir yenilginin, geleceği olmayışın bir ifadesi olarak, yine
yenilginin bir zafer olarak görülmesinden başka bir anlama gelmez.
*
Ya da yarışma ve Marx’ın üçüncü olması, bütün bunların hepsi ve daha burada değinilmeyen
nice yönlerin bir bileşkesi olarak ele alınabilir, bütün yukarıda sıralanan ve sıralanmayanlar, o
karmaşık toplumsal fenomenin, anlayabilmek için bileşenlerine ayrılması, analiz edilmesi;
çeşitli yanlarının birbirinden soyutlanması olarak görülebilir.
Ciddi burjuva basını, bizim yorumumuz olan yenilgi olarak görme kısmı hariç, bu yönlerden
birini veya bir kaçını öne çıkararak yorumlar yapmıştır. Burjuvazi, her biçimde kendi
egemenliğine hizmet eden bu programla bile alay edebilmektedir. Aslında bizzat burjuva
basınında ifadesini bulan bu yorumlar, Alman burjuvazisinin, ne kadar kendine güvenli
olduğunun, gereğinde kendisiyle alay edebildiğinin bir ifadesidir.
*
Burjuvazi, her bakımdan kendisinin ideolojik ve politik egemenliğine ve zaferine hizmet eden
böyle bir programla aynı zamanda alay edebilirken, sol basın burjuvazinin bu zaferine nasıl
katkıda bulunacağıyla uğraşmaktadır. Esas korkunç olan ve büyük yenilgi buradadır.
Sol basın, Marx’ın oy oranlarının nasıl arttırılacağına ilişkin taktikler vermektedir bu
yarışmada, tıpkı Türkiye’nin Hürriyet gazetesinin, Time’ın yaptığı yarışmada veya
Eurovizyon yarışmalarında Türkleri oy vermeye çağırması ve bunun için taktikler vermesi
gibi.
Örneğin, Neues Deutschland gazetesi şöyle yazıyor:
“Neues Deustchland günde elli binden fazla satıyor ve yuvarlak hesap 200.000 insan
tarafından okunuyor. Eğer bu okuyucuların yarısı, 24 sente kıyıp, Marx için otomatik seçim
numarasını çevirirse (013769090-98) Marx’ın en iyi üç arasındaki yeri garantilenir. Ve bu 28
Kasım’a kadar kalan beş günde, herkes günde bir kere Marx’a telefon ederse, bütün
telefonlar sayıldığından, büyük bir olasılıkla, Marks en iyi olacaktır. Bu, iyi bir iş için, kişi başına toplam 1,20 Euro masraf demektir ki, politik atmosferi etkilemek için küçük ama çok
değerli bir sinyal yollamış olursunuz. Gerçi bundan Telekom da kazanıyor ama olsun. Bir çok
kez telefon etmenin pek de dürüst olmadığını düşünenlere de şu denebilir: Televizyon
demokrasisi böyle oluyor, yoksa D. Küblböck 16 ıncı olamazdı. Veya, Marx’ın Hegelci Hukuk
Felsefesi’nin Eleştirisi’nde dediği gibi, “kendi şarkımızı söyleyerek taşlaşmış ilişkileri dans
etmeye zorlamalı”yız. O halde Marx’la birlikte dansa. Başkaları da gelebilir.”
“Final günü olan 28 kasım, aynı zamanda Marx’ın arkadaşı Friedrich Engels’in 183’üncü
doğum günüdür. (Telefonla arayarak) Sosyalist hümanizmin büyük teorisyenlerinden biri için
Doğum günü hediyesi de vermiş olursunuz.”
Eh Hürriyet’in sosyalisti de böyle olmalı, Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi’nden
alıntılar yapıp biraz da medya eleştirisi katmalı ki, bu pisliği böyle baharatların kokusuyla
egzotik bir yemek gibi yutturabilsin.
Bizzat ciddi burjuva basınının kendine güveni ve alayı ile şu sosyalist basının aktarılan
sefaleti, yarışmanın kendisini bir yana koysak bile, yarışma karşısındaki bir tavır olarak,
sosyalistlerin var olan toplum karşısında tüm eleştirelliği yitirdiklerinin, onun basit bir
avadanlığı haline dönüştüklerinin, insanların güvenini kazanmaya layık olmadıklarının bir
kanıtından başka bir şey değildir. Bu sefil durum üzerine düşünecek ve kafa patlatacak yerde,
“Türk’e Türklük propagandası” yapar gibi, Marx’ın üçüncü seçilmesinde iman tazelemek
için vesile arayanların da son duruşmada çözümün değil sorunun bir parçası oldukları açıktır.
Ama esas yenilgiye gelmedik daha, şimdiye kadar olayın nesnel, toplumsal anlamı
alanındaydık, Sosyolojik boyutundaydık. Araçların tarafsız olamayacağı boyutundaydık. Bu
boyutlarda bile bir yenilgi olduğuna kısaca değinmeye çalıştık.
*
Ama bir de ideolojik, programatik yenilgi var, daha doğrusu yenilgi de değil, teslimiyet, karşı tarafa geçmişlik ve bunun bile bilincinde olmamak var. Esas korkunç olan bu. Daha korkunç
olan bu yenilgiyi kutlamak. Ama ondan da korkunç olanı sosyalistlerin kendilerinin yenilgisi
için savaşması.
Ama esas yenilgiye geçmeden önce, yarışmanın adının bir analizini de yapmak gerekiyor ki,
daha sonra söyleneceklerde bir karışıklık olmasın.
Yarışmanın adı: “Almanların En İyisi”dir. Niye bu ad? Ve bu ad ne demek? Niye “en iyisi”
de “en büyüğü” değil. Önce bunu anlayalım. Ondan sonra, “Almanlar”a geçelim.
“İyi” kendi başına ele alındığında, ahlaki bir kategori olarak, kötünün zıddıdır. İyilik denen
eylemi yapan ya da o şeye (iyiliğe) sahip olandır. İyi, insanın önündeki bir sıfat olarak, daima
kötünün zıttı olarak, ahlaki bir kategori olarak kullanılır ve anlaşılır. Ama “iyi” sözcüğü, sıfat olarak bir dizilişte nicelik ya da nitelik bakımından üst bir konumu
belirlemek için de kullanılır. Örneğin en iyi koşucu, en iyi koşandır. Ama her şey böyle nicel
ölçülebilir olmadığından, bu anlamda, derecelemedeki üst durumu ifade etmek anlamında iyi
yerine büyük sözcüğü kullanılmaktadır. En büyük koşucu denildiğinde, herkes bundan en iyi
koşucu kastedildiğini anlar. Bu nicelik olarak ölçülebilir bir iyiliktir. Ama sanat ya da bilimde
böyle değildir örneğin. En büyük müzisyen dendiğinde, bundan en yaratıcı, en güzel eserleri
vermiş müzisyen kastedildiğini açıklamaya gerek yoktur. Burada nesnel bir ölçü aramak
mümkün değildir. Bu kişiye göre değişebilir.
Ama bu bize şunu gösterir, iyi, insan hariç başka niteliklerin önünde sıfat olarak
kullanıldığında, özellikle “en iyi” olarak kullanıldığında, “en büyük” anlamını taşımaktadır.
Ahlaki bir kategori olarak “iyi” olmakla bir ilişkisi bulunmamaktadır. Yani iyi bir müzisyen
veya koşucu olmanız sizin iyi ahlaklı bir müzisyen olduğunuz anlamına gelmez. İyi müzisyen
dendiğinde, bundan o kişinin müzikal bakımdan iyiliği anlaşılır, insani olarak iyiliği değil. Bir
müzisyenin insani, ahlaki olarak iyiliğinden söz edileceği zaman, “iyi insan” denir. Çünkü her
hangi bir alanda iyi olmak ile iyi ahlaklı veya iyi insan olmak arasında kanıtlanmış bir ilişki
yoktur. (Tabii burada iyi insanın ne olduğu konusunu bir tarafa bırakıyoruz.)
O halde, “en iyi Alman” veya “Almanların en iyisi” ile kastedilen, en iyi ahlaklı Alman
değil, en büyük Almandır. Yani Alman ulusuna en çok katkı yapmış olandır.
Peki yarışmanın adı niye “En Büyük Alman” veya “Almanların En Büyüğü” değil de “En İyi
Alman” veya “Almanların en iyisi”, hatta çoğu yerde “En iyimiz” (“Unsere Besten”). Çok
açık ki, burada, iyi ile kastedilen, insani iyilik, ahlaki iyilik değildir. Eğer böyle bir şey
olsaydı, hayırseverlik, insanların iyiliği için uğraşma gibi kriterlerle bir yarışma yapmak
gerekirdi. Böyle bir bağlamda, adaylar ve argümanlar bambaşka olurdu. Her halde Bismark
veya Bach veya Beethoven, sıradan diğer insanlardan daha iyi değillerdi. Onların bu
yarışmada öne çıkmalarının iyi insan olmakla, ahlaki bir kategori olarak iyi olmakla ilgisi
bulunmamaktadır. Kimse Bismark, Beethoven ya da Goethe’nin çok iyi bir insan olduğunu,
öne sürmemekte ve karşı tarafı bu anlamda çürütmeye çalışmamaktadır. Onların
büyüklüğünden söz edilmektedir. O zaman, Almanların en iyisinin, Almanların en büyüğünü
kastettiği açıktır.
Peki niye büyüğü değil de iyisi? Burada açıkça, “artık normal olduk, güneşin altındaki
yerimizi istiyoruz, günahlarımızın kefaretini ödedik, hala bizi geçmişimizle suçlamayın” diyen
Alman burjuvazisinin aslında hiç de normal olmadığını ele verdiğini görüyoruz. “Dil ağrıyan
dişi kurcalar” derler. Bu “iyi” de tam o ağrıyan dişi gösteriyor: Faşizm ve Hitler.
“İyi”nin Hitler’i büyükler arasındaki klasmandan dışlamak için koyulduğu ortada. “En Büyük
Alman” ya da “Almanların En Büyüğü” dense, Hitler’in de klasmana girme, hatta biraz
örgütlü bir çabayla birinci gelme olasılığı var. Onu dışlamak için, mantık yanlışıyla hile
yapılıyor. Büyüğün arandığı yarışmaya iyi aranıyormuş gibi bir ad veriliyor. O büyük olamaz,
çünkü “iyi” değil, “kötü”. Onun için “büyük” yerine “iyi” sözcüğü.
Güçlü bir felsefe ve analitik düşünce geleneği olan Alman burjuvazisinin böyle çelişkileri
görmemesi beklenemez. Ama bile bile lades. Ve zaten bu program böyle incelikleri gizlemeye
yarayan toplu aptallaştırma seanslarından biri değil mi? Yani “iyi” ayrımı sadece, Hitler’e
karşı düşünülmüş bir engellemedir. Altmışlı yıllarda, Alman değil Avusturyalı diyerek
klasman dışında tutulurken şimdi “iyi” ile daha rafine bir biçimde dışarda tutulmakta ve en
büyük Almanlardan biri olarak seçilmesi tehlikesinin önüne geçilmektedir.
Ama tam da bu büyük yerine “iyi”yi kullanma Alman Burjuvazisinin “Aşil Topuğunu” veya
ağrıyan dişini göstermektedir.
*
Ama sadece bu kadar değil. Gerçekten, “Almanların En İyisi”, ahlaki anlamda, iyilik yapma
anlamında bir yarışma olsaydı bu. İyiliğin kendisi, uluslardan azade olduğundan, burada
Almanların en iyisi değil, Almanların içindeki en iyi insan aranmış olurdu. Yani burada
Almanlığa katkı değil, insanlığa katkı bir ölçü ve hedef olurdu. İnsanlığa iyilik olarak en çok
katkıda bulunmuş Alman aranırdı. O zaman, tartışma, hedef insanlık olduğundan, Alman’a ve
Almanlığa karşı bir anlam içerirdi. Aydınlanmanın hümanizmine uygun olurdu. Ama
yarışmadaki anlamıyla, “En İyi Alman” Aydınlanmanın hümanist geleneğine bile karşıdır.
Bunu yarışma adaylarının alanlarına aktardığımızda şunu görürüz. Örneğin, Almanların En
Hızlısı olsa, tıpkı ahlaki anlamıyla en iyi gibi, burada söz konusu olan, dünyadaki hızlı
koşanlara Almanların içinden en çok katkı yapan söz konusu olurdu. Burada Almanlık değil,
Hız önemlidir. Ve dünyadaki hızlılığa Almanların katkısı söz konusudur. Burada alman olmak
veya Almanlık, seçim alanını belirler hedef değildir. Halbuki yarışmada yarışanlar,
alanlarındaki dünya çapındaki katkıları açısından değil, Almanlığa katkıları açısından
yarışmaktadırlar.
*
Ama “Almanların En iyisi” deyip de, en hızlı, en yaratıcı, en politikacı Almanlar arasında bir
yarışma yaptığınızda, yani o alandaki en büyük Alman’ı aradığınızda, hızın, yaratıcılığın,
politikacılığın derecesi bile önemli değildir artık, Almanlığa katkıdır önemli olan burada.
Yani ister sanat, ister spor, ister politika olsun, her şey Almanlığa katkının bir aracı olarak ele
alınmaktadır. Burada tam anlamıyla, aydınlanma hümanizminin kırıntısı bile bulunmayan tam
bir milliyetçilik yarışmasıdır söz konusu olan. Yani insanlığa en büyük katkı yapmış Alman
değil, Almanlığa en büyük katkı yapmış Alman aranmaktadır.
(Daha iyi anlaşılması için, Türkiye ile bir paralellik kuralım. “Türklerin en büyüğü”,
dendiğinde, ki bu “Almanların en iyisi”nin karşılığıdır, burada insanlığa en büyük katkıda
bulunan Türk değil, Türklüğe en büyük katkı yapan Türk aranıyor demektir. Ve şimdi
Türkiye’de böyle bir yarışmada, Kıvılcımlı, Deniz Gezmiş ya da Mahir Çayan’ın bu
yarışmada aday olduğunu ve sol basında üst sıralara tırmanması için taktikler verildiğini göz
önüne getirin.)
*
Son olarak Almanların en hızlısı, en büyük filozofu gibi bir anlamda tartışıldığında, ortada
Almanlık değil, o spesifik alanda en çok katkı yapan Alman söz konusu olurdu. Bu o milliyete
ya da millete katkının değil, o spesifik alana, iyilik, hız, teori vs. katkının tartışıldığı bir
yarışma olurdu. Burada milliyet ve millet değil, tartışılan o alanın kendisine katkı olurdu.
Yani en büyük Alman filozofu veya düşünürü kimdir diye bir tartışma olsa, burada Marx’ın
üçüncü seçilmesi veya birinci gelmesi bile bir ölçüde anlaşılabilir. Bu anlamda, Marx’ın
diyelim ki Hegel ve Kant’dan sonra üçüncü olması veya birinci olması, bütünüyle ulustan
bağımsızdır, (ulus burada amaç değil, seçimin sınırlarını belirlerdi) felsefi ve teorik bir
anlama sahip olurdu. Böyle bir yarışmada, onun Almanlığa değil, felsefeye katkısı, teoriye
katkısı tartışılırdı.
Ama yarışma, “iyi” ile “büyük” kastedildiği daha önce kanıtlandığına göre, Almanların en
büyüğünü seçmeye yöneliktir. Burada, artık felsefe, spor, sanat, bilim veya iyilik konusunda
yapılan katkılar söz konusu değildir artık, tek bir ölçü vardır, her şeyin kendisine kurban
dildiği Almanlık; Almanlığa yapılan katkı tek ölçüdür..
Bu çok açıktır. Yarışmanın bir diğer adı da, “Unsere Besten” (En iyimiz)dir. Burada “biz”,
Almanlığı, Alman oluşu tanımlamaktadır. “İyimiz” de büyüğün karşılığıdır. En büyüğümüz!
*
Bu durumda, bu yarışmaya girdiğiniz andan itibaren, Marx’ın Almanların en iyisi, en büyüğü
olduğunu savunuyorsunuz demektir. Onun felsefi ya da bilimsel veya hatta insani katkıları,
hep Almanlığa katkının araçları olarak anlam taşırlar artık.
Böylece, Marx’ı Almanların en iyisi olarak savunmak, aslında, Alman Milliyetçiliğini
savunmak, buna en büyük katkıyı Marx’ın yaptığını savunmak demektir. İstediğiniz kadar
kendinize sosyalist deyin, siz bir milliyetçisiniz demektir.
Ama sadece bir milliyetçi değil, hümanizmden ve demokratik geleneklerden zerrece nasip
almamış bir milliyetçisiniz, milliyetçiliğin de en gerici ve tehlikeli versiyonusunuz demektir.
Çünkü, Almanlar içinde En büyük Alman Filozof veya dünyada Felsefeye en büyük katkı
yapmış Alman olarak tartışılsaydı, burada Marx’ı savunurken yine milliyetçiliği savunmuş olurdunuz ama, bu milliyetçilik, genel bir milliyetçilik olurdu, özel bir Alman milliyetçiliği
olmazdı, getireceğiniz argümanların felsefeye katkı bakımından anlamı olurdu, Almanlığa
değil. Elbette bunda da insanların milliyetsiz olamayacakları gibi bir gizli var sayıma,
milliyetçilerin var sayımına hizmet ederdiniz. Ama En büyük Alman olarak yarıştığınızda,
artık genel anlamıyla milliyetçilik değil, Alman milliyetçiliği söz konusudur.
İşte tam burada korkunç gerçekle karşılaşıyoruz. Almanya’da hiçbir sosyalist, sorunu burada
bizim ele aldığımız gibi ele almadı. Sorunu bu açıdan tartışmadı. Bu şu demektir. Bütün
sosyalistler milliyetçidir. Burjuvaziyle, Alman ulusuna kimin daha büyük katkı yaptığı
konusunda, en büyük Almanın kim olduğu konusunda bir yarış içinde bulunmaktadırlar. Ve
bunu sosyalizm sanmaktadırlar. Onlar burjuvazinin ideolojik egemenliğinin basit araçlarından
başka bir şey değildirler.
Ama sadece Alman sosyalistleri mi, onların bu tavrında eleştirecek hiçbir şey bulamayan,
Marks birinci olmadığı için Alman Burjuvazisini hile yapmakla suçlayan, diğer sosyalistler de
milliyetçidir. Kendileri milliyetçi olduklarından, tabakhanede çalışan işçilerin ufunetin
kokusunu hissetmemeleri gibi, bu milliyetçiliği görmemekte ve ondan rahatsız
olmamaktadırlar.
Marx’ın bu yarışmada üçüncü olmasına sevinmek sadece sosyalizm karşısında milliyetçiliğin
aldığı zaferi kutlamak değildir, düşmanın zaferine hizmet etmek onun için çabalamak da
demektir. Kendi hakkınızdaki görüşlerinizin yani sosyalizme olan inancınızın burada bir
anlamı yoktur, siz nesnel olarak, gerçek sosyalist için bir düşmansınız, siperlerin karşı tarafındasınız demektir. Ne farkınız vardır Bismark’ın değil de Marx’ın en büyük
Almanlardan biri olduğunu savunurken, alman milliyetçilerinden ve burjuvaziden? Onun
bayrağını yüceltmiş olmuyor musunuz?
İdeolojik egemenlik, varsayımların paylaşılmasıdır sonuçların değil. Siz o varsayımları
paylaşarak ve onları savunarak o ideolojik egemenliğin bir aracı ve savunucusunuzdur.
*
Keşke bu kadar olsa, söz konusu olan Marks olunca ortaya daha da korkunç bir durum
çıkmaktadır.
En büyük Almanlardan biri olarak savunulan Marks, “işçilerin vatanı yoktur” diyen bir
insandır. Yani kendisini vatansız ve ulussuz kabul eden bir insandır. Marks Alman değildir.
Yani örneğin, Alman İşçi hareketinde ve Sosyalist harekette bir yeri ve adı olan Lassale
olsaydı bu savunulan kişi, bir ölçüde anlaşılır olurdu bu. Lassale bir Almandı ve kendini de
bir Alman kabul ediyordu. Ama Marks söz konusu olduğunda, böyle bir durum söz konusu
değildir. Çünkü Marks Alman değildi. O bu gün Almanya denen topraklar üzerinde doğdu,
Almanca ana dili oldu, Alman felsefe kültürüyle yoğruldu diye bir Almandır denemez.
İnsanların bilinçleri ve arzuları dışında bir uluslarının olduğu milliyetçilerin bir yalanıdır.
Onlar insanların tıpkı gölgesiz olamayacakları gibi, ulussuz da olamayacaklarını düşünürler.
İnsanların seçim ve eğilimlerinden bağımsız olarak bir uluslarının olduğunu düşünürler ve
bunu zorlarlar.
Ama Marx’ın nasıl dini yok idiyse ulusu da yoktu. Nasıl elbette Hıristiyan bir çevrede
büyümüş bir insan olarak Hıristiyan kültürüne sahip idiyse, ama bu onun kendini Hıristiyan
olarak görmesi anlamına gelmiyorduysa öyle. Ya da Yahudi bir soydan gelmesine rağmen,
kendini Yahudi kabul etmiyorduysa öyle.
Marx’ı Almanların en iyilerinden biri olarak savunmak, Marx’ı Hıristiyan veya Yahudilerin
en iyilerinden biri olarak savunmaktan farklı değildir. Hıristiyanlık ya da Yahudilik söz
konusu olduğunda saçmalığı açıkça görülen bu durum, milliyetçilik söz konusu olduğunda
görülmemektedir. Çünkü sosyalistlerde, insanların kendi bilinçlerinden bağımsız tıpkı sınıfları
gibi milliyetlerinin de olduğu yönündeki milliyetçilerin var sayımları egemendir. Ve Marx’ı
sözde bir sosyalist olarak savunanların bizzat kendileri de milliyetçilerin millet hakkındaki,
insanların seçim veya kabullerinin dışında bir milliyetlerinin olduğu; kimsenin milliyetsiz
olamayacağı varsayımını paylaşmaktadırlar. Bu nedenle Marx’ı en büyük Almanlardan biri
olarak savunmanın, bir ateisti en büyük Hıristiyan veya Müslüman olarak savunmaktan farklı
olmadığını anlamamaktadırlar.
Ama bunun sosyalizmle ilgisi yoktur. Sosyalizm ulusların, kendinde şey olarak var
olamayacağını; ancak kendi için şey olarak var olabileceğini kabul eder. Ama kabulü böyle
yaptığınız zaman, Marx’ı en büyük Alman olarak savunmak bir yana; Marx’ın böyle bir
yarışmaya sokulmasına karşı çıkmanız, onun ulusunun olmadığını, dolayısıyla Almanlığa bir
katkısının söz konusu olmayacağını savunmanız gerekir. Bu takdirde ancak; yenilginiz bile
zafer olur, çünkü milliyetçiliğin var sayımlarını tartışma konusu yapmış ve onun egemenliğini
sarsmış olursunuz.
Durumun rezaletini görmek için şöyle bir örnek verelim. Bir adam düşünün, Allah'a
inanmıyor ve hiçbir dinden değil. Dinlere karşı mücadeleye hayatını adamış. Belki onların
yeterince bilimsel bir açıklamasını yapamamış ama onlara karşı olmuş. Sonra bu insan ölüyor.
Onun takipçisi olduğunu söyleyenlerden, Hıristiyanlar içinde onun görüşlerini savunanlar,
onun en büyük Hıristiyan olduğunu söylüyorlar. Burada söz konusu olan artık o takipçisi
olduklarının değil, o takipçisi olduklarının kendisine karşı savaştıklarının zaferidir. Onlar
artık, dine karşı savaştıklarını sanan Hıristiyanlardır; tıpkı bu günün milliyetçiliğe ya da
burjuvaziye karşı savaştığını sanan sosyalist milliyetçileri gibi.
*
Bu körlük sadece Marx’ta görülmüyor. Diğer adaylar için de söz konusudur. Ve kendine
sosyalist diyenlerin buna hiçbir itirazı yoktur. Milliyetçiliği karşı muazzam bir saldırı olanağı
sunan bu yarışmada, bir tek sosyalistten bile, ne Marks ne de diğerleri için, onların
milliyetinin olmadığı itirazı gelmemiştir; aksine bunu kabullenmişler ve o kabul içinde
Marx’ın birinciliği için çalışmışlardır.
Yarışmadan birkaç ismi göz önüne getirelim. İkinci olan Luther’i düşünelim. Luther bir
Alman mıdır? Hayır. Şeyh Bederettin ne kadar Türk ise, Luther de o kadar Almandır. Ne
Bedrettin’in ne de Luther’in zamanında uluslar yoktu çünkü. Ulusların tarihi yoktur. Uluslar
insanlığın tarihini yağma edip, oradan bir ulusal tarih yaratırlar.
Her hangi bir ortak soy anlamında veya ortak bir dili kullanmak anlamında eskiden insanlar
belli kavimlerden olduğunu söyleyebiliyorlardı muhtemelen. Ama bunun, b.u günün
milliyetçilerin anladığı anlamda hiçbir politik anlamı yoktu. Tıpkı şimdi, gözü yeşil olmanın,
solak olmanın veya belli bir klandan olmanın hiçbir politik anlamı yoksa öyleydi.
Yani Luther Alman değildi. O zamanlar ne Alman ulusu ve ulusçuluğu vardı, ne Alman
devleti ne de Almanca vardı. Luther’in Aşağı Saksonya lehçesine çevirdiği İncil’in lehçesi
sonra Almanca adını aldı. Luther’in İncilinin baskıları ve dili bir Alman ulusunun ortaya
çıkışında çok belirleyici oldu ama Luther’in ulusu yoktu. Bu henüz tek tanrıyı bilmeyen ama
yaptıkları nesnel olarak tek tanrılı bir dinin ortaya çıkmasına etkide bulunmuş bir insanı o
dinden kabul etmeye benzer.
Sosyalistler, bu durumu da kabul ederek, Luther’in de Alman görülmesine ve en iyi Almanlar
arasında sayılmasına itiraz etmeyerek milliyetçilerin millet anlayışlarını paylaştıklarını ve
onlara suç ortaklığı yaptıklarını itiraf etmiş olmaktadırlar.
*
Diğer bir örnek, Einstein.
Einstein bir Alman mıydı? Hayır. Almanlar onu Yahudi diye dışladı ve Amerika’ya gidip
Amerikan vatandaşı oldu. Orada, Almanya’nın Atom silahı geliştirip tüm dünyaya egemen
olabileceği ve Hitler'den önce Atom bombası yapılması gereği üzerine Rooswelt’e meşhur
mektubu yazdı. Bir daha Almanya’ya dönmedi.
Einstein, Hem İsviçre hem de Amerikan yurttaşlığına sahipti. İsrail kendisine devlet
başkanlığı teklif etmiş ve bunu reddetmişti ama aynı zamanda evrakını İsrail’e bırakmıştı. Ama aynı zamanda birleşmiş milletlere bir mektup yazarak bir dünya devleti kurulmasını
önermişti. Einstein’ın kendisini Alman kabul ettiğine dair ortada hiçbir veri yokken, bir ihtimal Yahudi
veya Amerikalı iken, ama daha büyük bir ihtimalle o da ulussuz, kendini hiçbir ulustan kabul
etmeyen bir insanken, yarışmada o da en büyük Almanlardan biri olarak tartışılıyor. Ve
bırakalım Allah’ın bir tek kulunu Allah’ın bir tek sosyalisti bile buna da itiraz etmiyor.
Burada açık ki, milliyetçilerin insanlık tarihini, bilim tarihini ezilenlerin tarihini soyuşu söz
konusudur. Bu anlaşılır bir şey. Ama sosyalistlerin buna bir ses çıkarmaması ve bu hırsızlığa
hiçbir itirazda bulunmayarak, hatta Marx’ı da Alman yapıp burjuvazinin ve milliyetçiliğin
çalmasına yardım etmesi ve sonra da bu hırsızlığı sosyalizmin bir zaferi olarak kutlaması
anlaşılamaz.
Elbet bunun da anlaşılamayacak bir yanı yoktur. Tek yapılması gereken şey sosyalistlerin
milliyetçilerin millet anlayışlarını paylaştıklarını, yani milliyetçi olduklarını kabul etmektir. O
zaman her şey yerli yerine oturmaktadır.
Alman Seçimleri Solun Başarısı mı?
Devrimci bir kabarışın yaşanmadığı dönemlerde insanlar sadece genelleme yeteneklerini yitirmezler;
bildiklerini de unutma hastalığına (Alzheimer) da yakalanırlar.
Almanya’daki seçimlerde Sol Parti’nin yüzde sekizi aşan bir oy oranına ulaşması ve bunun üzerine
yine sol basında yapılan yorumları okuyunca, solun malul olduğu bu sosyal Alzheimer’in ne kadar
yayıldığı ve derinleştiği daha iyi görülüyor.
Bu vesileyle, bu unutkanlık malullerinin her halde hatırlamalarına yol açmayacağı veya hatırlasalar
bile artık bu günkü dünyada geçersiz olduğunu söyleyecekleri bazı çok basit temel; alfabetik, eski ama
her zaman taze (ever green) değerlendirmeleri hatırlayalım.
Sosyalistler için seçimler, ezilenlerin siyasi eğitiminin bir aracıdır. O halde, seçimde önemli olan ve
sosyalist açısından başarı ölçüsü alınan oy oranları değil; ortaya koyulan görüşler ve bu görüşlerin
ezilenler arasında derinliğine ve genişliğine yayılması olabilir.
Sosyalistler tam da bu nedenle, seçimlerde kime oy verileceği ve ne söyleneceği konusunu birbirinden
ayırırlar. Seçimler politikanın taktik bir aracı da olduğundan, seçimlerde çoğu kez çatışan güçler
arasında ezilenlerin mücadelesinin hareket alanını daha genişletecek olanlara oy verilmesini
isteyebilirler ve istemelidirler. Ama bunu yaparken de o oy verilmesini istedikleri partilere karşı kesin
bir ideolojik ve politik mücadele vermeleri gerekir.
Yani Devrimci Marksist geleneğe göre, Marksistler seçimlerde kime oy verileceği sorununa
yoğunlaşmazlar; bu yoğunlaşmanın kendisinin bizzat ezilenlerin gözüne kül atmak olduğunu
açıklamada yoğunlaşırlar ve esas olarak, tüm toplumu kökten değiştirecek kendi programlarını ve
hedeflerini anlatmak için seçimlere katılırlar. Ve tam da bu nedenle, kendileri için oy istemenin fazla
bir önemi yoktur. Kendilerine verilecek oyların gerici partilerin temsilci çıkarmasına yol açabileceği
yerlerde pek ala en sert biçimde eleştirdikleri parti ve adaylara oy verilmesini isteyebilirler. Yani
devrimci partilerin savundukları programlar ve taktik olarak oy verilmesini isteyebilecekleri partiler
arasında bir özdeşlik bulunması gerekmez. Marksistler pek ala ne kadar alçak, ikiyüzlü, oportunist
olduklarını söyledikleri partilere oy verilmesini isteyebilirler ve de tam da bütün oklarını, her hangi bir
kafa karışıklığına yol açmamak için; oy verilmesini isteyebilecekleri partilere yöneltmelidirler.
O halde Devrimci Marksizm açısından, bir seçimin değerlendirilmesinde en önemli kriter
söylenenlerin neler olduğu; devrimci olup olmadığı ve devrimci fikirlerin ezilenler arasında derinliğine
ve genişliğine ne ölçüde yayıldığıdır. Bunlar belki hiçbir seçim sonucuna ve anketine yansımazlar.
Zaten ezilenlerin kafasında oluşan soru işaretleri ve umutları gösteren göstergeler (sensorlar; anketler)
olmadığından ve kimse bunlara kafa yormaz ama bir Marksist; bir devrimci sosyalist için esas önemli
olanlar bunlardır.
Bunu kısaca Alman seçimlerine uygularsak; devrimci bir Marksist açısından, Sol Parti’ye oy
verilmesini istemek bir sorun oluşturmaz. Ve Sol Parti’ye oy verilmesini istemek; onun ne kadar
oportunist; gerici; ezilenlerin bilincini karartıcı bir parti olduğunu açıklamak ve bunu anlatmakla
çelişmez. Tam da ona oy verilmesi isteneceği için, bütün okların bu partiye yönelmesi gerekir.
Yine bu klasik, Alzheimer olan solun unuttuğu, Devrimci Marksist bakış açısından, bu partinin veya
genel olarak Sol diye bilinenlerin (Yani SPD ve Yeşiller de) aldığı beklenmedik yüksek oy oranını da
ezilenlerin ve sosyalizmin başarısı gibi görülmez ve görülmemelidir.
Gerçekte de öyledir. Alman seçimleri de aslında bütün diğer ülkelerdeki seçimler gibi, Sosyalizmin,
Marksizm’in, İşçi hareketinin; kurtuluşçu hareket ve birikimlerin yenilgisinin ve iflasının bir kez daha
ilanından başka bir anlam taşımamaktadır.
Taşımamaktadır çünkü bu seçimlere, bu söylediklerimizi söyleyen; tüm toplumun ve dünyanın
karşısına alternatif bir programla çıkan bir parti bir yana, bir fikir akımı; bir politik gruplaşma bile
yoktur. Bu olmayınca; o olmayan programın ne kadar ve nasıl ezilenlerin bilincine yayınladığını
dolayısıyla başarı ve onun derecesini ölçmek de mümkün olmamaktadır. Ortada sadece korkunç,
çıkışsızlığına gözlerini kapayan ve sol partinin aldığı oyları bir başarı gibi gören bir sol varsa orada bir
başarı yok demektir, devrimci Marksizm’in ölçüleriyle.
Daha bu alfabetik doğruların unutulduğu bir dünyada yaşamamız ve bizim yazıya bu alfabetik
doğrularla başlamak zorunda oluşumuz bile; sadece seçimlerin değil; bu seçimler üzerine yazılanların
da tam anlamıyla bir çöküş ve çürümeden başka bir şeyi yansıtmadığını göstermektedir.
*
Peki ne söylüyor şu seçimlerden başarı ile çıktığı söylenen Sol Parti?
Keynezyanizm cilası sürülmüş bir ırkçılık ve milliyetçilikten başka nedir Sol Parti’nin verdiği mesaj.
Onların listelerinden giren Türkiye kökenli birkaç kişiye bakıp bu partinin böyle değerlendirilmesinin
çok ileri gitmek olduğunu söyleyenler çıkabilir. Aslında Klasik Marksist bakış açısından tam da bu
olgu bile, o ırkçılığın ve milliyetçiliğin bir kanıtı ve göstergesidir. Biraz unutulanları hatırlayalım.
Sol Parti’nin listelerinden parlamentoya girenler de; Türkiye’deki bezirgan partilerin listelerinden
parlamentoya giren “Kürt Milletvekilleri” gibidirler. Nasıl Türkiye’deki “Kürt Milletvekilleri” PKK
karşısında sadece Türk devletinin gerici milliyetçiliği ile birlikte davranırlarsa aynı şekilde;
Almanya’daki Türk Milletvekilleri de, Hem Alman hem de Türk devletlerinin milliyetçiliği ile birlikte
davranırlar. Örneğin şimdi bu partinin listesinden Meclis’e giren Hakkı Keskin, sıradan, yeteneksiz,
gerici milliyetçi ve kariyerist bir politikacıdır. Adaylardan ve seçilenlerden kiminin Türk veya Türkiye
Kökenli; Kürt veya Kürdistan Kökenli olması, bu partilerin daha az yabancı düşmanı; dana sosyalist
veya devrimci olduğu anlamına gelmez.
Bir Marksist bir parti hakkındaki değerlendirmesini onun adaylarının kökenlerine; dillerine veya
etnilerine göre yapmaz. Savundukları programlara; stratejilere göre yapar. Bu yabancı kökenli aday
veya vekillerin çoğu; sadece yeteneksiz değildirler politik ve ideolojik olarak da daha kalitesiz ve
tutarsızdırlar.
Kaldı ki, kendine sosyalist diyen partinin, ırkçı olmadığını göstermek için yabancı adaylar aday
göstermesinin kendisi bizzat gericidir ve ters yüz olmuş bir ırkçılıktır.
Bütün deneyler ve modern tarih göstermektedir ki, tam da en gerici partiler din, dil, etni temelinde
adaylar gösterip gericiliği beslerler. Türkiye’de de, dünyada da en bezirgan partilerin işi değil midir
belli bölgeler; etniler, aşiretler; dinlerin dengelerini gözeterek adaylar belirlemek. Amerika’nın Irak’ta
yaptığı tam bu değil midir? Bunun neresi ilericiliktir?
Eğer o Türk veya Kürt kökenli üyeler, Türk veya Kürt kökenli oldukları için değil; yetenekleri ve
savundukları politikalar nedeniyle; bu sayede elde ettikleri ağırlıkları nedeniyle aday olsalardı; o parti
içinde bu günkünden bile daha sağ politikaların savunucusu olsalardı bile bu özünde çok daha
demokratik ve sol bir anlama sahip olurdu.
Bir de unutulmuş Klasik Devrimci Marksist geleneğe bakalım. Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi
içinde bir Troçki, bir Stalin bir Yahudi veya bir Gürcü oldukları için değil; yetenekleri ve savundukları
görüşler nedeniyle bu partinin Merkez Komite’sinde yer alıyorlardı.
Şimdi, hafızalar öyle yitirilmiş; her şey öyle unutulmuş bulunuyor ki, aslında tamamen gerici;
bırakalım sosyalizmi; bırakalım Devrimci Demokrasiyi bir yana; sıradan demokratlıkla bile
bağdaşmayan bir davranış; sosyalist olduğunu söyleyen bir partide, birisinin kökeninden ya da
dilinden dolayı; o dilden ve kökenden insanların oyunu almak için aday gösterilmesi ve bu adaylardan
bir kaçının meclise girmesi bile, yani bu son derece gerici davranış bile nerdeyse; ilericiliğin kanıtı
gibi anlaşılmakta ve yorumlanmakta; solun bir başarısı gibi görülmektedir. Durum ise tam tersinedir;
içerik olarak demokratik geleneklerin bile imhası ve inkarıdır solun başarısı olarak görülen birkaç
Türk veya Kürt kökenlinin kendine Sol diyen partinin listelerinden; sırf Kürt veya Türk kökenli
oldukları için aday gösterilmeleri ve meclise girmeleri.
Ayrıca unutmayalım, PDS, yani bu sol partinin çekirdeği olan partinin tabanı içinde, Irkçıların oranı
Almanya’da en yüksek orandır. Nasıl Türkiye’de İşçi Partisi veya TKP şimdi milliyetçi ve faşistlerle
aynı milliyetçi tabanı kazanmak için rekabet içindeyseler; bu parti de aynı durumda bulunmaktadır.
Lafontaine’nin, Alman faşistlerinin yabancı işçiler için kullandığı sözcükleri kullanması bir dil
sürçmesi değildir. Kimilerine bir yandan yabancı adaylar gösterip diğer yandan ırkçı bir tabanı
kazanmak için mücadeleye girmek çelişki gibi görünebilir ama değildir. Bu dünyanın her yerinde
böyledir. Le Pen’in de; Bush’un da kendi Arap veya siyahları vardır. İlk Siyah dış işleri bakanı ve
milli güvenlik danışmanları Bush’undur.
Peki Ekonomi politikalara gelelim. Nedir bu Sol Partinin programı? Tipik Keynesci bir programdır.
Yani sosyal harcamaların arttırılarak yeni talep yaratılması bu yeni talebin yeni yatırımlara dolayısıyla
üretim artışına yol açması; bunun sonucunda toplumdaki zenginleşmenin artması ve tekrar bunun da
bizzat talep üzerinde artırıcı ve dolayısıyla yine üretimi artırıcı bir etki yapması.
Ancak bu politikalar 1974’de biten uzun dalganın yükselen fazının bitişiyle birlikte işlemez oldu.
İki savaş arasında, en sağ partiler bile Sosyal Demokrat Keynezyen politikalar uyguluyordu.
Almanya’da Adenaur – Erhardt dönemi ve Alman mucizesi yılları aynı zamanda Keynezyen
politikaların uygulandığı bir dönemdir de. Alman işçileri o dönemde daha sonra Sosyal Demokrat
hükümetler döneminde elde ettiklerinden çok daha fazlasını elde etmişlerdir.
1974’ten beri de, durum tam tersine dönmüş bulunmaktadır. Savaş sonrası tarihin gördüğü en uzun
büyüme döneminde muhafazakar partiler fiilen sosyal demokrat ve Keynezyen politikalar
uyguluyordu; şimdi sosyal demokrat partiler globalleşmenin gereklerine uygun politikalar
uyguluyorlar. Uygulamak zorundalar. Kapitalizm var ise başkasını yapamazlar.
Açmazları çok basittir. Bu günkü kapitalizm çerçevesinde başka bir çıkış yolları da yoktur.
Bir an için, Sol Parti gibi Sosyal Demokrat bir partinin iktidara gelip Keynezyen politikaları
uygulamak istediğini; sosyal destekleri arttıracağını düşünelim.
Böyle bir partinin iktidara geleceği anlaşıldığı an zaten sermaye kaçmaya başlayacaktır. Kaçmadığını
var sayalım. Hükümet ezilenlerin daha yüksek bir yaşam seviyesi için ya üst sınıflara yeni vergiler
koyup, bunları sosyal harcamalar kanalından ezilenlere aktaracaktır. Ama bunu yapmaya başladığı an,
sermaye kaçacaktır. Bunu yapmayıp borç alarak veya para basarak talebi ve gelir düzeyini arttırmaya
kalktığı takdirde, bunun iç pazarda talepte bir artış dolayısıyla yatırımlara bir itilim vermesi mümkün
değildir. Çünkü bu günkü globalleşme çağında, ucuz uzak doğu malları ile rekabet mümkün değildir.
Bir talepte artış ve yatırım olsa bile bu Çin’deki fabrikalarda olacaktır. Bu da dış ticaret açığını
artıracak, borç artacak enflasyon yükselecektir.
Yok bunu engellemek istediği takdirde, yabancı malların girmesini engellemeye kalktığında, bu
yüksek gümrük duvarları demektir. Alman endüstrisinin kendisi bizzat dış ticarete dayanmaktadır
örneğin. Bu durumda karşı taraf da gümrük duvarlarını yükseltir. Zararı faydasından fazladır.
Peki geriye ne kalır? Kapitalistleri Almanya’da yatırım yapmaya ikna etmek. Ama kapitalist de buna
karşı, Almanya’da ücretlerin pahalı olduğunu, bu nedenle iş gücünün ucuz olduğu ülkelerde yatırım
yapmak zorunda olduğunu söyleyecektir. O zaman bunun için tekrar başlandığı yere gelinecektir. Çinli
işçilerle rekabet için, Almanyalı işçilerin ücretlerinin düşürülmesi veya Almanya’da iş gücü
üretkenliğinin çok yükseltilmesi, yani otomasyon. Ama bu da işçi çıkarılması dolayısıyla işsizlik
demektir.
İşte burada çok kabaca anlatılan mekanizma nedeniyle 1974’den beri sosyal demokrat partiler de
özünde Teacher ve Reagancı politikaları uygulamaktan başka bir şey yapamazlar ve
yapamamaktadırlar. En son Brezilya’nın Lula’sı buna örnektir. Bu nedenle dünyada sosyal demokrat
partiler ile Klasik muhafazakar partiler arasındaki fark fiilen hiçe inmekte; Amerika’daki Demokrat
Cumhuriyetçi farkı gibi olmaktadır. Amerika bu uygarlığın modeli ve idealidir. Amerika’ya bakın
geleceğinizi görürsünüz.
Sol parti de bundan başka bir şey yapamaz ve yapamayacaktır. Zaten iktidara ortak olduğu birkaç
eyalette de başka türlü davranamamıştır. Eğer Sol Parti, ezilenlerin karşısına açıkça çıkıp, ulusal sınırlar içinde bir çözüm olmadığını; tek
çözümün kapitalizm dışında ve dünya çapında olacağını; bunun nasıl sağlanacağı hakkında bir
program ve görüşleri olmadığını; sorunun nasıl çözümleneceğini bilmediklerini ama nasıl
çözümlenmeyeceğini bildiklerini; kapitalizm çerçevesinde kaldıkça kendilerinin de başka türlü
davranmalarının mümkün olamayacağını söyleseydi örneğin seçimlerde; milyonda bir oranında oy
alsaydı bile, bu seçim solun bir başarısı olarak selamlanabilirdi.
Şu çok açıktır, artık ulusal sınırlar içinde çözümler üreten bir sol mümkün değildir. Sosyalistlerin
Globalleşmeye cevabı ulusal sınırlar içinde olamaz; tüm ulusal sınırların kaldırılması olabilir.
Ama sadece ekonomik taleplerle ve işçilerin ve ezilenlerin gelirleriyle sınırlı bir paradigma içinde de
olamaz bu cevap. Bu cevap tüm insanlığa sunulan bir cevap; bir başka uygarlık projesi olmak
zorundadır. Bu başka uyarlık projesi de her şeyden önce, burjuva uygarlığının var oluş biçimi olan
ulusları yıkmak; ilk elde bu uygarlığın tamamlanmamış projesi olan yeryüzü ölçüsünde bir tek
cumhuriyete ulaşmak zorundadır.
Bu günkü var olan bütün işçi parti ve örgütlerinin burjuva devletinin basit bir avadanlığına
dönüşmeleri rastlantı değildir. Çünkü ulusal sınırlarla belirlenmiş örgütler var oluşları gereği; burjuva
uygarlığının var oluş biçiminin araçları olarak iş görürler.
Eskiden şöyle bir görüş vardı: her ülkede devrimler olacak sonra bu devrimini yapmış ülkeler
birleşecek. Bu bütünüyle burjuva uygarlığının kategorileriyle oluşmuş bir görüştür. Bu gün tam bir
Kopernik devrimi yapmak gerekmektedir bu devrim anlayışında; ta Marksizm’in doğuş dönemindeki;
ve tarihteki bütün önemli devrimlerin kanıtladığı anlayışa geri dönüş gerekmektedir. Kurtuluş ancak
dünya çapındaki bir eylemin ve programın bir parçası olarak mümkündür. Tek tek ülkelerde sosyalist
devrimlerden sonra ulusların ortadan kaldırılması değil; ulusların yok edilmesi; yani burjuva
uygarlığının bu temel var oluş biçiminin yıkılarak ve bu yıkmanın esas vurucu yön olması aracılığıyla
sosyalizme ulaşılması.
Ancak böyle bir yaklaşım ve programla işçi sınıfı tekrar tüm insanlığın önüne insanlığın tüm
sorunlarını bir bütün olarak ele alan bir programla çıkabilir.
Alman işçilerinin gelir düzeyini yükseltmeye yarayan bir program, gerçekleşme olanağı olsaydı bile;
bir zümre çıkarının öne alınışını; insanlığın ve dünya işçilerinin çoğunluğunun sorunları karşısındaki
bir bencilliği dile getirirdi.
İste Sol Partinin programı aynı zamanda böyle bir bencilliğin programıdır. Yabancı düşmanlığında
ırkçılarla yarışmak; faşistlerin kullandığı kavramlarla flört edip onlara mesajlar vermek, bu bencilliğin
ve milliyetçiliğin görünümlerinden başka bir şey değildir. Bu nedenle solun başarısı denen seçim
sonuçları, aslında solun en temel dayanaklarının bile terk edilişinin başarısıdır.
İşte Alman seçimlerinin değerlendirmesine bu unutulmuş alfabe ile başlamak gerekiyor. Zamanımız
olursa devam ederiz.
Almanların En Meşhuru
Daha önce “Almanların En İyisi” diye bir yazı yazmıştık. Bu yazıda Almanların aslanda
Alman olmayan veya kendini Alman kabul etmeyenleri nasıl Alman olarak damgaladıklarını
ve “En iyi” Almanlar arasına soktuklarını; bu bağlamda solun da nasıl bir milliyetçilik yarışı içinde Marks’ı “En iyi” Almanlar arasına sokmak için çırpındığını ve üçüncülüğü bir zafer
olarak kutladığını göstermiş ve eleştirmiştik.
Bu yarışmada, Almanlar, Sağcısı ve Solcusuyla hep birlikte, Marks gibi, soyu itibariyle
Yahudi; kendini kozmopolit bir dünya vatandaşı gören; ulusların ve ulusçuluğun düşmanı bir
devrimciyi Alman yapmışlardı.
Einstein gibi, yine aslen Yahudi ve İsviçreli, Faşizmden kaçıp Amerikan vatandaşı olmuş. Yahudi asıllı olduğu için İsrail cumhurbaşkanlığı önerildiğinde bunu reddetmiş; ulusal
devletlerin yerine bir dünya hükümeti ve vatandaşlığı projeleri geliştirmiş yirminci yüzyılın
en büyük bilim adamlarından birini de Alman yapmışlardı.
Luther’i de, Alman milleti ve milliyetçiliğinden önce yaşamış; Kendini Almanlıkla değil;
Hıristiyanlıkla tanımlayan bu Protestanlığın kurucusunu da Alman yapmışlardı.
Aslında bu Alman yapma, sadece modern ve yakın tarihle de ilgili değildi. Çok önceden,
Germen kabileleri ile Roma arasındaki savaşlara kadar uzatılmıştı. Öyle ki, aslında kendisi bir
Roma generali olan ve Romalılara karşı Germen kabilelerini örgütleyen Arminius, Hermann
adıyla Alman ulusunun atası olarak vaftiz edilmişti; Alman ulusal kahramanı olarak adına
anıtlar dikilmişti. Eh sadece Türk’ler Attila’yı, Cengiz’i, Mao-te’yi (Mete), Osmanlı padişahlarını, Osmanlıları,
hatta Sümerleri, Hititleri Türk yapacak değillerdi ya; Almanya geri kalır mıydı? Zaten aslında
bu Türklüğü icat eden ve Türkiye’ye ihraç eden de dünya ihracat şampiyonu olan Almanya
değil miydi? Patenti nasıl olsa onun elindeydi bu gerici milliyetçiliğin. Zaten onun eline
kimse şimdiye kadar su dökememişti. Hitler’in Almanya’dan çıkması bir rastlantı mıydı?
Ama Türklerin de bu alanda, Almanların iyi bir talebesi ve tarihsel müttefiki hatta ilham
vericisi olduğu inkar edilemezdi. Gerçi Türkler Alman tekniğini ve örgütlenme yeteneğini
almakta pek bir başarı gösterememişlerdi ama, Allah için, yiğidi öldür hakkını yeme, bu gerici
milliyetçiliği alıp geliştirmek ve uygulamakta doğrusu epey başarılı olmuşlar hatta Almanlara,
yapacakları Yahudi katliamı için ilham bile vermişlerdi. Hitler Türklerin Ermenileri
katletmesini bir emsal olarak göstermemiş miydi Yahudileri Katli için.
Ama buna rağmen Almanlar yine de Türklerle baş edemiyorlardı. Boynuz kulağı geçmişti. Türkiye Orta Doğu’daydı ve Oralarda tarih binlerce yıl daha eskilere gidiyordu. Germenlerin
yazılı tarihe geçişi, onlarla ilişki içindeki ilk uygarlık olan Roma aracılığıyla olmuştu. Bu da
aşağı yukarı 2000 yıl civarındadır. Ama Orta Doğu’da tarih ta Sümerlere kadar gidiyordu.
Yani 5000 yıl daha eskilere. Eh Sümerlerin de Sami bir dil konuşmadığı, Turani bir dil
konuştuğu bilindiğine göre onların da Türk olmaktan başka çareleri yoktu. Böylece uygarlığın
ilk yaratıcısı Türkler oluyordu. Almanların Türklerin bu “jeotarihsel” avantajı karşısında pek
bir şansı yok gibi görünüyordu.
Gerçi Türkler bu konuda bir süre sonra bir rekabetle karşılaştılar. Iraklılar, Sümerlerin ve
Babillerin torunları olduklarını; Irak ulusunun ataları olduklarını söylemeye başladılar. Neyse,
şu Amerika Irak’ı işgal etti de, Iraklılar şimdi, Kürt, Sünni, Şii diye bölündü de, artık kimse
Sümerlerle falan uğraşmaz oldu.
Ama Türkler’e bu da yetmezdi. Dünyanın en eski milleti olma önceliğini kimseye
kaptırmamaları gerekiyordu. Onlar sadece tarihte değil, tarihten önce de vardılar. Homo
Sapiens’in göç yolları olduğu düşünülen yollar; ilkokullarda Türklerin göç yolları olarak
okutuluyordu. Sanılıyordu ki, bununla kimse baş edemez artık. En eski ulus, tarihten önce de
var olan Türklerdir.
Türkler ulusçulukta Almanların iyi bir talebesi, hatta ilham vericisi olabilir ama, Almanlarla
asla baş edemezler. Onlar nasıl Türklerin alaturka yollarla yaptıkları ermeni katliamından
ilham alarak; en modern teknik ve örgütlenme harikalarıyla Yahudileri, Çingeneleri, sakatları,
homo seksüelleri yok ettilerse, eskilikte de aynı modern yöntemlerle iş gördüler ve Türkleri
kat be kat aşarak bu milliyetçiliğin patentinin kendilerinde olduğunu gösterdiler.
Türkler Homo Sapiens’i mi Türk yaptı? Almanlar, Homo Sapiens’ten on binlerce yıl daha
önce yaşamış Neandertal adamını da Alman yaptılar. Ve böylece, Almanlar sadece kıyıcılıkta
değil, alnı zamanda ulusu ve ulusçuluğu tarihin derinliklerine götürmekte tekrar bayrağı ele
geçirdiler.
Şaka değil. Almanya’nın en ciddi gazetelerinden ve gerçekten de Alman burjuvazisinin ve
kapitalizminin çıkarlarını epey yüksek ve kaliteli bir düzeyde savunan Die Zeit isimli haftalık
gazete, (ki bu arada ben bir itirafta bulunayım, ben sol gazetelerdense Die Zeit, Frankfurter
Allgemeine gibi kaliteli burjuva basınını okumayı tercih ederim ve onların tiryakisiyimdir.
İnsan kalitesiz bir dosttan öğrenebileceğinden çok daha fazla şeyi kaliteli düşmandan
öğrenebilir.) Neandertal Adamı’nı Alman yaptı.
Şaka değil, geçen haftaki son sayısının başlığı: “Der
berühmteste Deutsche” idi. Bu “En meşhur Alman” demek.
(Ama “Almanların En İyisi” başlıklı öteki yazımızla kafiyeli
olsun diye biz onu “Almanların En meşhuru” diye çevirelim
ki bağlantı daha net görülebilsin.)
Peki kimmiş bu “Almanların En Meşhuru”? Yanına bir de
resmi koyulan Neandertal Adamı.
Evet, hatta yanına resmini koymuşlar ve onu bu günkü
Almanlar gibi, sarı saçlı mavi gözlü bile yapmışlar. Yani Irk
olarak da; Alman milliyetçiliğinin geleneğine uygun bir
şekilde, Alman olma kriterlerine uyuyor.
Elbette Die Zeit gibi bir gazete Neandertal adamın Alman pasaportu falan olduğunu
söyleyecek kadar işi ayağa düşürmez; elbet bunu sanki şakaymış gibi yapar; hatta biraz şaka
yaptığını vurgulamak için ona bu günkü Almanın kıyafetini de giydiriverir.
Ama burada şaka gibi yapılsa da, dünyaya ulusların ve ulusçuluğun tarihinden bakış söz
konusudur. Bunu bizler de öyle içselleştirmişizdir ki, normal kabul ederiz. Bu normal kabul
edişin anormalliği bazı kıyaslamalarla daha iyi anlaşılabilir.
Örneğin, Neandertal, bir bölgenin adıdır. Neander Vadisi demektir. Kemikler bu bölgede
bulunduğundan dolayı bu isim verilmiştir Homo Sapiens öncesi bu insan türüne. Peki o
zaman niye “en meşhur Neandertal’li” değil de Alman? Çünkü bu bölge Almanya denen
devletin toprakları içinde. Burada, tanımlamanın muhakkak ulusa göre yapıldığını görüyoruz.
Başka bir örnek. Germenler bu günkü Almanların çoğunun atası olan bir Kavim, bir halk. O
zaman Neandertal’in, Alman olarak tanımlandığı gibi, Germen olarak tanımlanmasında da bir
mahzur olmaması gerekir. Fakat Germen bir Neandertal, örneğin “Germenlerin en meşhuru
Neandertal Adamı” bizlere bir espri, şaka olarak bile saçma gelir. Ama aslanda Alman
Neandertal’in dayandığı mantığa göre hiç saçma gelmemesi gerekir. Ya da Alman
Neandertal’in de an azından Germen Neandertal kadar, şakası bile yapılamayacak kadar
saçma gelmesi gerekir.
Denebilir ki, Germenliğin hiçbir politik anlamı yoktu, Almanlık politik bir anlama sahiptir.
Peki o zaman Orta çağda bu günkü Almanlar da kendilerini Alman olarak değil, örneğin
Hıristiyan olarak tanımlıyorlardı. Tüm toplum Hıristiyanlığa göre örgütleniyordu. Nasıl bu
gün Milletlere ve dolayısıyla Almanlığa göre örgütleniyorsa öyle.
O zaman, Neandertal’in, tıpkı Alman olduğu gibi, Hıristiyan da olması mümkün olur. Ama
Hıristiyan bir Neandertal bizlere esprisi bile yapılamayacak kadar saçma geliyor.
Peki, Alman bir Neandertal Adam, Hıristiyan bir Neandertel veya Germen bir Neandertal’den
daha mı az saçmadır ve espri yapmaya uygundur. Hiç de değil.
Ama gerici milliyetçilik insanların sudaki balıklar gibi içinde yaşadıklar ama içinde
yaşadıklarını bilmedikleri öyle bir sistem haline gelmiştir ki, kimseye saçma gelmemektedir,
Almanların En Meşhuru olarak bir Neandertal adam; ve tam da bu nedenle, Die Zeit gibi bir
gazete onu kolayca Alman yapabilmektedir.
Tıpkı, daha önce Marks’ın veya Einstein’ın Alman yapıldığı gibi.
Avni
19 Ocak 2006 Perşembe
„Pardus – Ulusal İşletim Sistemi” Yalanı ve Gericiliği
Bir zamanlar bir Ermeni usta tanımıştım. Çalışanlar bir hata yapıp da yaptıklarını bozunca ve
o ana kadarki emeklerinin boşuna gittiğini düşünerek o bozuk parçayı atmaya
niyetlendiklerinde “Emek zayi olmaz” (Kaybolmaz) diyerek o işe yaramaz, boşa gitmiş gibi
görünen emek ürününü bir kenara koyar, atmazdı. Ve gerçekten hemen daima gün gelir o işe
yaramaz, boşuna sarf edilmiş emek gibi görünen parça bir yerde, bir şekilde, bir işe yarardı.
Aynı kural ezilenlerin kurtuluşu için yapılan çabalar ve fedakarlıklar için de geçerlidir. En
boşuna gitmiş, bilinmez kalmış çabalar bile boşa gitmez. Hiç umulmadık bir yerlerde o
görünmez, bilinmez dip akıntılarının ferahlatıcı billur bir kaynak suyu gibi gün yüzüne çıktığı
görülür.
Marks bunu, hep toprağın altında giden ve hiç umulmadık anda gün yüzüne çıkan bu
gelenekleri köstebeğe benzetmişti. Hatta, bu benzetme nedeniyle dünyanın bir çok ülkesinde
Devrimci Marksistler köstebeği kendilerine bir sembol olarak seçerler.
Evet, “Emek zayi olmaz” ve aynı şekilde “hiçbir şey de yoktan var olmaz”.
En sıradan bilgeliklerin bile ardında, insanlığın binlerce yıllık birikimi gizlidir. Bir zamanlar
Mandel’in de dikkati çektiği gibi, en kendiliğinden hareketlerin kabuğunu biraz kazıyın, onun
altından bir anarşistin, bir komünistin, bir sosyal demokratın çabalarının (veya kapitalizm
öncesi tarihin eşitlikçilik kalıntılarının, komün geleneklerinin hiç bilinmez, yok olmuş sanılan) kızıl tortusu çıkar.
Dijital devrim ve elektronikle birlikte, en azından görme ve duyma duyularına hitap eden
şeylerin, hemen hemen hiçbir emek sarf etmeden, sonsuzca çoğaltılabilmesi, yani dijitalize
edilebilen şeylerde fiilen emeğin yok olması; Marks’ın Komünist toplum için önkoşul olarak
belirttiği, “zenginliklerin gürül gürül akması” olanağı ortaya çıktı.
Ne var ki, kapitalizm bu olanağı tüm insanlık için kullanmaktansa, dokunulmaz tabu özel
mülkiyet tanrısına ve kara kurban etti.
Aslında insanlık tarihinin ses, yazı ve resme dönüştürülebilen tüm kazanımları, tüm bilim ve
sanat, hiç karşılıksız tüm insanların emrine amade kılınabilirdi. Ama kapitalizm bu olanağı
özel mülkiyetin mihrabında kurban etti ve bu kurbanın kanıyla Bill Gates’lerin,
Mıcrosoft’ların, Mac’ların, Sony’lerin, Oracle’ların milyarlarına milyarlar katıldı. Yer
yüzündeki zenginlik farkları kat be kat arttı.
*
Bu gün kullandığımız dil nedir? Yaşamış ve yaşayan milyonlarca insanın bir ortak ürünü değil
midir? Eğer atalarımız olan insanlar ürettikleri sözcüklerin, eklerin, kuralların “Copyright” ve
mülkiyet hakkını alsalardı; özel mülkiyet şimdiki kapitalizmde olduğu gibi, bir dokunulmaz
tanrı olsaydı, bu gün dilimiz olur muydu? Kullandığımız her sözcük için Copyright hakkı
ödenek zorunda olsaydık, bırakalım bu uygarlığı, bir “sosyal hayvan” olabilir miydik?
Bu gün insanlığın düşürüldüğü durum hiç mübalağasız budur. Bırakalım insanlığın binlerce
yılda ürettiklerini bir yana, doğanın milyonlarca yılda bulduğu gen kotları bile özel mülkiyetin
mihrabında kurban edilmektedir.
Elbet bu gidişe karşı her zaman bir direniş de oldu. Köstebek, yer altında yaşamaya ve yeni
kanallar açmaya devam etti. Bu direniş elbette, bir çete savaşı biçiminde, gerilla yöntemleriyle
yürüse de hep var oldu ve oluyor.
Bu direnişin ayak izleri sürüldüğünde, ardında hep eski 68’liler, sosyalistler, anarşistler,
eşitlikçi idealin geleneğinden gelenler görülür.
Yani en kendiliğinden gibi görülen, 80’lerin, 90’ların yeni muhafazakarlığın ve kapitalizmin
zaferlerinin belirlediği ideolojik ikliminde, politikaya ve sosyalizme uzak durmaya özel bir
özen gösteren ve vurgu yapan ama fiilen özel mülkiyete, statükoya karşı direnişlerin,
muhalefetlerin bile kaynağına gidildiğinde, oralarda “zayi olmamış bir emek” görülür. Hiçbir
şey yoktan var olmaz.
Bu direnişlerin en bilineni, Linus Torvald adlı Finlandiyalı öğrencinin adeta oyun oynarcasına
temelini attığı ve Linux adını almış işletim sistemidir.
Bu öğrenci Linux’u herkesin kullanımına ve bilgisine sundu. Herkes onu istediği gibi
kullanabilecekti, ama kendi katkılarını ve yaptığı değişiklikleri de yine herkesin katkısına
sunacaktı. Buna “açık kaynak kotlu özgür yazılım” adı veriliyor.
Böylece işletim sistemi tıpkı bu gün kullandığımız diller gibi gönüllülerin katkılarıyla
gelişecek ve her katkı da yine herkesin kullanımına açık olacaktı. Gerçekten de, binlerce ve
binlerce programcının amatörce ve gönüllü katkılarıyla bu gün Windows’u korkutan,
neredeyse onun yaptığı her şeyi yapabilen ve ondan çok daha güvenli Linux adlı devasa
işletim sistemi ortaya çıktı.
En kendiliğinden direnişlerin bile ardında eşitlikçi bir toplum idealine dayanın bir çabanın
bulunduğu ilkesi Linux’un doğuş öyküsünde de geçerliliğini korur. Linus Torwald 80’lerin,
90’ların ideolojik ikliminin ürünü, tipik politikaya uzak duran bir bilgisayar “freak”ıdır.
Peki nereden nasıl olmuştur da böyle bir şeyi akıl etmiştir?
Biraz derine gidince Linus Torwald’ın Finlandiyalı aydın ve komünist (muhtemelen burjuva
sosyalisti) bir aileden geldiği görülür. Yani belki Linus Torvald’ın kendi bile bilincinde
değildir ama, bir şekilde eşitlikçi ideallerin bir etkisi vardır Linux’un kökeninde. Tarihin
köstebeği başını çıkarır oradan.
*
Linux kökeninde özel mülkiyete karşı bilinçli ya da bilinçsiz bir direniş olmasına rağmen, son
yıllarda ulusal devletler arasındaki kapışmada ve emperyalistler arası rekabette, ABD
emperyalizmine karşı değir emperyalistlerin bir silahı olarak kullanılmaya başlandı.
Bu günün dünyasında hiçbir hükümet ya da devlet şöyle bir şey yapmadı: Linux’u
destekleyenlere, yine Linux’un kurallarına uygun olarak destek vermek.
Yani hiç bir hak iddia etmeden, Linux’un tüm dillerden, tüm alfabelerden tüm insanların
hiçbir ücret ödemeden kullanabileceği, her türlü ihtiyacı karşılayan programlarla donanmış bir
sistem olmasını; bunun herkesin kullanımına amade olmasını hiçbir devlet desteklemedi.
Aslında binlerce gönüllünün imecesiyle oluşan Linux, Open Office gibi yazılımlara
verilebilecek küçük bir destek ve organizasyon katkısı bile, Linux’un bu gün Windows’tan
çok daha kullanışlı, emin ve yaygın olmasını sağlayabilirdi.
Ama bu aynı zamanda özel mülkiyete karşı bir davranış da olurdu. Elbette, her biri gerici
ulusçuluk ilkesine göre örgütlenmiş ve bizzat kendileri de özel mülkiyetin bekçileri olan
devletlerin hiç birisinde böyle bir çaba ya da niyet görülmedi ve görülemezdi. Onlar Linux’u
kendi gerici milliyetçiliklerinin, devletler arası rekabetlerinin bir aracı olarak kullanmaya
çalıştılar ve bu yönde girişim ve desteklerde bulundular.
Onlar, diğer emperlayistler veya diğer ulusal devletler, binlerce insanın gönüllü ve ortak
çabalarıyla oluşmuş Linux’u, ABD’nin ve Microsoft’un egemenliğine karşı sadece kendi
ulusal rekabetleri düzeyinde ve ona hizmet edecek şekilde desteklediler. Genellikle devlet
dairelerinde veya stratejik önemi olan devlet kuruluşlarında Linux’ları bilgisayarlara
yüklediler.
Örneğin Almanya’da Knoppix adlı Linux, resmen devletin desteğiyle, ABD’ye ve
Microsoft’a karşı piyasaya sürüldü.
Örneğin Çin resmi işletim sistemi olarak Linux’u destekleme kararı aldı. Ama hep kendi
devlet çıkarları için, özel mülkiyete karşı bir destek değildir bu. Aksine bu kollektif çabayı,
bir devletin çıkarlarının aracı olarak kullanmaya yöneliktir bu girişimler.
Şimdi aynı şeyin Türkiye’de de yapıldığı görülüyor. Zaten Türk devletinin, istihbaratının ve
ordusunun stratejik hesaplarıyla bağlantılı araştırmalar yapan TÜBİTAK’ın desteğiyle,
Uludağ Üniversitesi tarafından Pardus adlı bir “ulusal işletim sistemi” çıkarıldı.
Pardus adı, veya Almanya’daki Knoppix adı kimseyi yanıltmasın. İşletim sistemi tamamen
Linux’tur. Linux’a sistemin bilgisayara kuruluşuyla ilgili bazı ekler, grafikler koyulmakta ve
başka bir isim verilmektedir. Bir de Pardus’ta olduğu gibi, Türkçe’ye çevrilmektedir.
Almanca gibi yaygın dillerde ise bu çeviriye bile gerek yoktur, çünkü gönüllüler bunu çoktan
yapmış bulunmaktadırlar. Yani bütün sistem, aslında, binlerce Linux destekleyicisinin ortak
çabalarının ürünü olan Linux’tur.
*
Bu devletler bu girişimlerini, ilericilik, tekellerin egemenliğine ve Emperyalizme karşı bir
direniş gibi satmakta ve işin kötüsü bir çok sol eğilimli de böyle sanmaktadır. Bunun böyle
olmadığını Pardus örneğinde görelim.
Önce Pardus’un adından kendisine kadar nasıl bir düzenbazlık olduğunu görelim.
Pardus, bütünüyle Linux’un alınıp, Türkçe destekli yapılmasından, Türkçe’ye çevrilmesinden
ve bazı küçük eklentilerden ibarettir.
Böyle yaparak, ona hemen “Ulusal İşletim Sistemi” adı verilmektedir.
Burada tıpkı tarihin ve dillerin uluslar ve ulusçuluk tarafından yağması gibi, belki çoğu
kendini bir ulustan bile kabul etmeyenlerin ortak çabasıyla oluşturulmuş muazzam bir emeğe,
gerici, kendini Türklükle tanımlamış bir devlet ve bir ulus tarafından el koyma; onun gasp ve
yağma etmek söz konusudur.
Ama bu gericilik, adından sembolüne kadar tam bir alaturkalıkla maluldür.
Linux’un sembolü sevimli bir Penguen’dir.
Türkler gibi savaşçı ve kahraman bir ulusun ve o ulusun devletinin işletim sisteminin
sembolü, şu son zamanlarda homoseksül de olabildikleri keşfedilen Penguen olur mu?
Haşa!..
Erkek ve savaşçı bu millete namına yakışan yırtıcı bir hayvan sembol olabilir ancak. Türklük
düşmanları, bu milli işletim sisteminin adını bile görünce tir tir tiremelidirler.
Peki bu yırtıcı hayvan ne olabilir?
Eğer bu program on yıl önce çıksaydı ona Bozkurt ya da Kurdun Latince karşılığı Lupus
veya Boz Lupus gibi bir isim verileceği garantiydi.
Ama şimdi “çok kültürlülük”, “Anadolu’nun renkleri”, Avrupa Birliği’ne giriş gibi
söylemlerin “in” olduğu bir iklimde yaşanıyor. O halde, savaşçılık ve yırtıcılık post modern
bir posta bürünmelidir.
İste seçilen Pardus adı, tam da böyle kaygıların ve böyle bir ideolojik iklimin ürünüdür.
Pardus, sitede yapılan açıklamaya göre, Anadolu Parsı’nın bilimsel sınıflamadaki adından
geliyormuş. Böylece hem Anadoluluğa hem de Latince bir sözcük kullanarak çok
kültürlülüğe, hem bilimselliğe bir göndermede bulunuluyor. Hatta Ekolojistlere bile bir
gönderme var bu isimde. Çünkü bu hayvan aynı zamanda nesli tükenmiş veya tükendiği
sanılan bir hayvan.
Pardus’un indirmeye sunulduğu Uludağ Üniversitesinin sitesindeki “Sık Sorulan Sorular”
bölümünde Pardus ismiyle ilgili olarak yazılanlar şunlar:
“Pardus ismi nereden geliyor? Neden dağıtımın adı projenin adından farklı?
Pardus adı, Anadolu Parsı'ndan, Panthera Pardus Tulliana'dan geliyor.
Anadolu Parsı, Leopar alttüründeki büyük kedilerin Anadolu’daki son temsilcilerindendir.
Boyu 200-250 cm, ağırlığı dişilerde 35-50 kg, erkeklerde 45-70 kg civarındadır. Yaklaşık
ömrü 20 yıldır. Oldukça çevik olan Anadolu parsı, etoburdur ve geyik, yaban keçisi, yaban
domuzu, küçük memeliler ve kuşlar gibi bir çok hayvan avını oluşturur. Anadolu Parsı Ege ve
Batı Akdeniz, Doğu Akdeniz ve Doğu Anadolu bölgelerinde, daha çok ormanlık ve dağlık
alanlarda yaşamıştır. Doğal yaşam alanları ve av kaynaklarının azalması parsları insanların
yaşadığı yerlere yönlendirmiş ve bu da genellikle vurularak ya da zehirlenerek
öldürülmelerine yol açmıştır.
Anadolu parsı ile ilgili son resmi kayıt 17 Ocak 1974 tarihinde Beypazarı ilçesinin 5 km
batısında bulunan Bağözü köyünden bir kadına saldırması sonrasında vurularak öldürülmesi
üzerinedir. Neslinin tükendiği yönünde görüşler bulunmasına karşın, bugün Türkiye'de 10-15
Anadolu Parsı kaldığı da öne sürülmektedir. 2001 yılında Doğu Akdeniz bölgesi Dandi
mevkiinde ve Doğu Karadeniz bölgesi Müsikli deresinde, 2004 yılında da Doğu Karadeniz
bölgesi Pokut yaylasında görülmüştür. Anadolu parsının varlığını kanıtlamak ve koruma
altına almak için doğa gönüllülerinin çabaları aralıksız sürmektedir.”1
Bu satırları okuyan veya Pardus Sembolüne de bakan, sanır ki, Anadolu Parsı’nın adı
Pardus’tur.
Halbuki Bilimsel isim sınıflamasına göre, Panterha Pardus Leopar ya da Panter’lerin genel
adıdır. Yani şu Pardus, Anadolu’da değil, Afrika’dan kutuplara kadar (Kar Panteri) her yerde
vardır. Bu genel aile içinde, Anadolu’da ya da Anadolu, Kafkaslar çevresinde yaşayanının
payına bu isimden düşen, alt türü belirleyen Tulliana kısmıdır.
Yani eğer Anadolu Panteri’nden söz etmekse amaç, onun adı Tulliana olmalıdır.
Açık ki, amaç aslında, Anadolu’da yaşayan bir hayvanın adını vermek de değildir programa.
Önemli olan imajdır. Ve imaj da hem Türklüğe hem de zamanın ruhuna uygun olmalıdır.
Eğen gerçekten Anadolu’da yaşayan bir panter türünün adı amaçlanmışsa adının Tulliana
olması gerekir. Ama Tulliana da öyle tüllü müllü gibi bir izlenim uyandırıyor. Olur mu?
Tüllerle müllerle kadın kısmının işi olur. Türkler gibi erkek ve savaşçı ve de artık aynı
zamanda ekolojist ve de çok kültürlü ve de bilimi “hayatta en hakiki mürşit” bilen ve de bu
nedenle Latince bilimsel isimler karşısında kompleks duymayan; tam Ertuğrul Özkük’ün
haklarında yazı yazabileceği Atatürk’çü, milleytçi ve de modern Türklerin “Ulusal İşletim
Sistemi”nin adı böyle tüllü müllü şeyler olamaz. Yok Pardus genel ailenin adıymış? Kim
uğraşır bunlarla. İsim dediğin şöyle patlamalı, dinamik olmalı, Türklüğün düşmanlarını daha
söylenişiyle titretmeli. Bunun için en uygunu da Pardus!.. Tüm ihtiyaçları karşılayan bir isim.
Bunları şaka gibi yazıyoruz ama bu ismi seçenlerin bilinç altına ve eğilimlerine gittiğinizde,
tam da bu gibi kaygıların o isim seçimini belirlediği görülür. Hiçbir şey öyle gökten zembille
inmez ve bu anlamda rastlantısal değildir.
Niye bir Çiçek, bir penguen değil de, bir panter. Niye Anadolu Panterinin özgün adı Tulliana
olmasına rağmen, leoparların genel adının bir bölümü? Bütün bu soruları sorup cevaplarını
aradığınızda, bu toplumun iliklerine işlemiş bu eğilimler görülür.
Ama bu bize, Türkiye’deki egemen sistem, bürokratik oligarşi hakkında sağlam bir fikir de
verir. Bürokratik oligarşinin modern araçlar ve biçimler kullanmakta oldukça mahir olduğu ve
bu araçlar aracılığıyla da ayrıca bir ideolojik etki sağlamayı bildiğini de gösterir.
Kimse için bir sır değildir, solcu ve muhalif insanların ekolojiye genellikle ilgi duydukları;
Linux gibi işletim sistemlerini destekledikleri vs..
1 http://www.uludag.org.tr/sss.html#ulusal
Bu modern görünümler aracılığıyla, büyük ölçüde şehir orta sınıflarını modernleşme zafer
arabasına bağlamaktadır bürokratik oligarşi. Ve de sanılmaktadır ki, modernleşme
demokratikleşmedir.
Sanılmaktadır ki, Linux adlı bilgi işlem sistemini destekleyerek; artık yok olduğu düşünülen
bir hayvan türünün Latince adını alarak; hayvanı Orta Asya’dan değil de Anadolu’dan seçerek
Türk devleti artık daha demokratik ve ilerici olmaktadır.
Bunların ne demokratlıkla ne de ilericilikle hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Aksine bunlar
böyle bir yanılsamaya yol açtıkları için, çok daha tehlikelidirler.
Türkiye’deki Bürokratik oligarşinin bu esnekliği ve oyunu yeterince anlaşılamamaktadır.
Onun bir tek amacı vardır İktidarın elinde bulunması. Hiçbir şekilde demokratikleşme ve
haklar olmaması; ama eldeki gücün ve yetkilerin bir sorun olmadığı sürece, kullanılmayarak,
bir demokrasi ve özgürlükler varmış izlenimi ve yanılsaması yaratılması.
İşte bu Pardus bile, buna hizmet etmekte, bu egemen kastın egemenliğine ideolojik bir araç
işlevi görmektedir.
Sanıldığının aksine ABD emperyalizminin egemenliğine karşı bir direniş de değildir, Linux’a
dayanan bir “ulusal işletim sistemi” yapmak. Sadece Türkiye’nin egemeni Bürokratik
oligarşinin ve Burjuvazinin emperyal çıkarlarını diğer emperyalist karşısında korumanın
aracıdırlar. Gericilikleriyle ABD’nin ekmeğine yağ da sürerler.
*
Herkes öylesine ulusu dille,dinle, etniyle, dille tanımlayan gerici ulusçuluğun egemenliği
altındadır ki, hiçbir dile, dine, etniye, soya dayanmayan bir demokratik ulusçuluk ve bunun
anti emperyalist özü tasavvur bile edilememektedir. Bunun için, ulusal değil, ya da ulusu
demokrasiyle, bütün dil, din, kültürlerin eşitliğiyle; bunların politik bir anlamının
olmamasıyla; her türlü fikir ve örgütlenme özgürlüğüyle tanımlamış bir demokratik
ulusçuluğun olabileceği tasavvur bile edilememektedir.
Böylesine devrimci ve demokratik bir ulusçuluğun nasıl davranacağını göz önün getirelim.
Birincisi, o işletim sistemini Türkçe yapmaz. Çünkü demokratik bir cumhuriyette ulus bir dile
göre tanımlanmaz, nasıl bir dine göre tanımlanmıyorsa öyle. Tüm diller ve kültürler eşittir. Ortak anlaşma için, dil veya diller ise, ulusun tanımına değil; pratiğe ilişkin bir sorundur. Bu
pek ala o topraklarda yaşayan insanların çoğunun konuşmadığı veya dünyada genel kabul
görmüş bir başka dil veya diller de olabilir. Demokratik bir cumhuriyette herkes istediği dili
anadili olarak seçmek ve o dilde eğitim görmek hakkına sahip olur.
O zaman, böyle devrimci ve demokratik bir ulusçuluğa dayanan bir cumhuriyet, Linux’u
sadece Türkçe’ye çevirmez, Türkiye’de yaşayan ve anadilinde eğitim gören bütün insanların
dillerine çevirir en azından. Yani Kürtçe, Arapça, Süryanice, Ermenice, Rumca. Hatta Türkler
büyük çoğunlukta ve uzun yıllar egemen ulus olduklarından, fiiliyatta her zaman Türkçe’nin
lehine bir eşitsizlik olacağından, öncelikle ve özellikle, toplumu zehirleyen eşitsizliklerle
mücadele edebilmek için, diğer dillere öncelik verir “ulusal işletim sistemi” yapmak için.
Ama yaptığına da “ulusal” diye bir sıfat vermez. O “vatanım yeryüzü, milletim insanlık”
diyen, devrimci ve demokratik ulusçuluğun destekçisi ve taraftarı olduğundun, Zaten var olan
demokratik Linux’a bu demokratik devletin yurttaşlarının kullandığı dillerin olanaklarını
sunmuş olur.
Yani bu demokratik cumhuriyet, dünya çapındaki Linuxçular topluluğunun bir parçası ve
destekçisi olur. Gönüllü katkılarla bu programı örneğin Ermenice veya Süryanice’ye
çevirecek pek kimse çıkamayacağından, bu eşitsizliği bir ölçüde gidermeye çalışır ilk elde.
Dolayısıyla “Anadolu parsı” isimlere de gerek duymaz, Linux’un sevimli penguenini alır ve
aynen kullanır. Böyle bir ayrı isim veya sembol gibi sorunu bile olmaz. Aksine dünya
çapındaki bu demokratik hareketin mütevazı bir destekçisi olmaya çalışır. Ama böyle bir yaklaşım, aynı zamanda, tüm diller ve dinler için demokratik bir örnek
oluşturduğundan, gerek ABD’ye gerek bölgedeki ve dünyadaki bütün kendini dil, din, etni,
soy ile tanımlamış devletlere karşı tüm halkların ittifakının temelini atar.
Bu gün, ABD ile, Çin ya da Türkiye’nin Bürokratik oligarşisi veya Almanya arasındaki
ayrılık ve çatışmada bizim yerimiz anti emperyalizm veya ABD’ye karşı mücadele adına, aynı
gericiliği savunan bu ülke ve devletlerin yanı olamaz.
Aksine bizler, tıpkı birinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi, yenilgici olmalıyız.
Bunların hepsinin savunduğu, aynı gerici ulusçuluktur. Ayrılıkları devletlerin ve ulusların,
yani politik olanın, dile, dine, etniye göre kurulmasında veya tanımlanmasında değil; hangi
dile, dine, etniye göre kurulacağında ya da tanımlanacağındadır.
O halde onlar, ulusu bunlarla tanımlamayı reddeden devrimci ve demokratik ulusçulu
karşısında aynı gerici ulusçuluğa ortak cephesinde yer almaktadırlar.
İşçi hareketi tekrar ileri atılabilmek için, devrimci demokrasinin bu programına geri dönmek
bu bayrağı yükseltmek; aydınlanmanın “tamamlanmamış proje”sini insanlığın ve kendisinin
önüne koymak zorundadır.
12 Ocak 2006 Perşembe
Demir Küçükaydın
http://www.koxuz.biz
Kuş Gribi (Tavuk Vebası), Globalleşme, Kapitalizm ve Ulusal Devletler
Eskiler, “bina ve zina”nın çoğalması Kıyamet alametidir derlerdi. Sanılanın aksine bu öyle
çok da yanlış bir gözlem değildi, yaşanmış tarihten çıkarılmıştı. Tarihsel Devrimler, yani
uygarlıkların “Barbarlar” tarafından yıkılışları yasasının yüzeyde bir görüntüyle ifadesiydi.
“Bina” demek, Kent demektir, Kent demek Uygarlık demektir; Uygarlık demek Sınıf Farkları
demektir; Sınıf Farkları demek Sınıf Savaşı demektir. Sınıflar Savaşı demek, Bir tarafta üst ve
egemen sınıf, diğer tarafta alt ve ezilen sınıf demektir; bu da üst sınıfın üst ve egemen
konumunu korumak için oluşturduğu silah, yani Devlet demektir; bütün bunların hepsi,
egemen, üst ve zengin sınıflarda İbni Haldun’un “bedevilik” dediği, ilkel komün
geleneklerinin henüz yaşadığı zamanın nefsine egemenliğinin; “bir lokma bir hırka”
geleneklerinin tükenmesi; dünya zevklerine düşkünlüğün, hasılı “zina”nın artması demekti.
Ve bu alametler belirince de, o uygarlık, bir kıyamet ile (Hikmet Kıvılcımlı’nın
kavramsallaştırmasıyla, bir “Tarihsel Devrim” ile; bir “Barbar akını” ile; Bir “Kavimler
göçü” ile) yok olmaya yazgılı olması demekti. “Mene Mene Tekel Upharsin” (Menetekel)
(Günlerin sayılı) her uygarlığın alnına yazılmıştı. Sodom, Gomore ya da Lut, hep bu gidişin
kutsal kitaplara yansımış örnekleriydi.
Şimdi de binanın ve zinanın olağanüstü arttığı bir çağdayız. Kıyamet alametleri de belirdi.
Gün geçmiyor ki buzulların eridiği; ozon deliğinin büyüdüğü; bir zelzelenin ya da sel
baskınının veya tsunaminin binlerce insanın canını aldığı, bir salgın hastalığın veya
tehlikesinin kapının önünde olduğuna dair bir haber görmeyelim. Belli ki “Allah”, yoldan
çıkan kullarını cezalandırıyor. Binlerce ve milyonlarca insanın böyle düşündüğüne şüphe yok.
Ve derinden bakınca böyle bir düşünüşün pek de yanlış olmadığı görülür.
Allah’ın tıpkı doğa ve toplum yasaları gibi “ne yerde ne gökte, her yerde ve hiçbir yerde”
olduğunu göz önüne getirirsek, bu yasaların çocuksu bir imgesi olduğunu unutmazsak, doğa
ve Toplum da, Allah da yasalarına uymayan insanları cezalandırmakta olduğunu söylemek
yanlış olmaz. Nasıl, doğayı itaat altına almak için ona itaat etmek gerekirse ve itaat etmeyeni
doğa cezalandırırsa, aynı şekilde Allah da (yani doğa ve toplum yasaları da) da, kendisine
itaat etmeyenleri gazabına uğratır; uğratmadan önce de, aklını başına toplaması için, alametler
yollar, semptomlar görülür.
Eskiden bu yasaları sezen ve bu yasalara uygun bir yaşam tarzını, yani bir toplumsal düzeni
öneren; Allah’ın elçisi denen, yani tarih ve toplum yasalarını sezen ve onları insanların
anlayacağı şekilde onlara anlatan anlamında, peygamberler vardı.
Bu peygamberler, yani tarihin ve toplumun yasalarını en doğru olarak görüp buna uygun bir
yaşam ve toplum düzenini insanlara anlatmaya ve böyle bir düzen kurmaya çalışanlar kendi
zamanlarının devrimcileriydi. Modern çağlarda ise gerçekten peygamberler gibi zulüm ve
azap içinde yaşayanlar; bu tarih ve toplum yasaları keşfetmeye ve ona uygun bir toplum
düzenini insanlara anlatmaya ve böyle bir düzen kurmaya çalışanlar, yani günümüzün
peygamberleri Tarihsel Maddeciler, yani Marksistler oldular.
Nasıl bütün peygamberler, hep İbrahim’in soyundan ya da geleneğinden geldiler ve onun
geleneğinin devamcısı olduklarını söylediler; yollarını kaybedip şaşırdıklarında tekrar ona
dönerek yollarını buldularsa; modern peygamberler de, yani Lenin’ler, Rosa Luxemburg’lar,
Troçki’ler, Kıvılcımlı’lar, Mandel’ler de hep aynı şekilde davrandılar. Yani hep Marks’a
dayandılar.
Biz de eski veya modern peygamberlerin bu yolunu yordamını izleyelim. Bu kıyamet
alametleri karşısında, modern çağın peygamberlerinin İbrahim’i Marks’a bakalım. Onun
bulduğu tarih ve toplum yasaları; yani “Allah’ın vahyleri”, ne diyor? Onlara bakalım.
Üretici güçler değişimlerinin belli bir noktasında, var olan üretim ilişkileri ve bu ilişkilerin
hukuki ifadesi olan mülkiyet ilişkileriyle (yani siyasi, hukuki sistemle, üstyapı ile) bir
çelişkiye ve çatışmaya girerler. Bu sınıflar mücadelesinde ifadesini bulur. Ama ortada bir
devrimci sınıf yoksa veya bu devrimci sınıf bu ilişkileri değiştirecek yetenek gösteremezse;
(yani Allah’a gönül verenler zafer kazanamazsa), bir çöküş ve yok oluş (“Kıyamet”) aksi
durumda ise devrim (“Hakkın Zaferi”) gerçekleşir diyordu. Yani Kullar, yani insanlar,
Allah’ın dediklerine, yani Doğa ve Toplum yasalarına uygun davranmalıdırlar; uygun
davranılmazsa, o yasalar uymayanı cezalandırır.
İşte şimdi yaşadığımız bu felaketler, hep bu, Allah’ın dediklerine uygun bir yaşam ve toplum
düzeni olmamasından dolayı ve bunlar hep Allah’ın, yani doğa ve toplum yasalarının,
insanları Marks’ın dediğine uygun olarak cezalandırması.
Ne demişti Marks? Toplumsal yaşayışın yani hukuki, siyasi vs. sistemin, yediğin, içtiğin,
giydiğin, barındığın şeyleri üretme biçimine (Üretici güçlerinin düzeyine, dolayısıyla üretim
ilişkilerine) denk olsun.
Bu günkü dünyaya bakalım ne görüyoruz? Bırakalım elektronik mağazalarını bir kenara; köşe
başındaki bakkala gitsen artık ne görürsün? Dünyanın dört bir köşesinden gelen mallar,
Brezilya mangoları, Orta Amerika muzları, Yeni Zelanda kivileri, İsrail avokadoları, Uzak
Asya’nın adı sanı bilinmez egzotik meyveleri vs. rafları doldurmaktadır. Eskiden her sebze
ya da meyvenin yendiği ve bulunduğu bir zaman olurdu, şimdi dört mevsim her şey
bulunabilir. Bu küçücük gözlem bize ney gösterir?
Gören göz için şunu: üretici güçler öylesine gelişmiş ki, artık bu gelişkinlikle, dünya küçük
bir köye dönmüş. Ama buna mukabil, yüzlerce küçük devlet bu dünyanın biricik var oluş tarzı
olmaya devam ediyor. Peygamber Marks’ın dediğine göre, dünya ticaretinin ve üretici
güçlerin böyle gelişmişlik düzeyine ulusal devletler (yani bu mülkiyet ve hukuk ilişkileri, yani
bu üstyapı) uymaz. Onun bir tek dünya devleti olması, bütün ulusal sınırların kalkmış olması
gerekir. Keza yine Peygamber Marks’ın dediğine göre, bu kadar toplumsallaşmış bir üretime
özel mülkiyet ve kara dayanan bir ekonomi de dar gelir. Bu günkü dünyada, Allah’ın
dediklerine uygun bir düzen, Hakka dayanan bir düzen; yani doğanın ve toplumun yasalarına
uyun bir düzen; bütün ulusal devletleri yıkmış; özel mülkiyet ve kar ekonomisine son vermiş bir düzen olabilir.
“Allah’ın vahyi”, ya da Doğa ve toplum yasalarının, yani Tarihsel Maddeciliğin, Marksizmin
dediği budur.
Böyle bir düzen olmazsa veya kurulamazsa, kıyamet habercisi felaketler ve belirtiler
görülmeye başlar ve insanlar doğru yola, yani doğa ve toplum yasalarının kendilerine bu
söylediği şekilde bir toplum düzeni kurmayı başaramazsa, yıkılış, yani kıyamet kaçınılmazdır.
Kıyameti önlemenin tek yolu, yani bu tarih ve toplum yasalarının dediği gibi bir düzen
kurmaktır, bunun için devrim yapmaktır; bütün devletleri ve sınırları yıkmak; kar ve özel
mülkiyeti ortadan kaldırıp insanların ihtiyaçlarına uygun; azami karı değil, doğa yasalarını ve
insanların ihtiyaçlarını gözeten bir üretim düzeni kurmaktır. Bu yapılamazsa, hak değil (yani
doğa ve toplum yasalarının gerektirdiği bir toplum düzeni değil) batıl (Doğa ve toplum
yasalarına karşı duran, kara tabi olan) üstün gelirse, Kıyamet (insanlığın yok oluşu)
kaçınılmazdır.
Gerçekten de bütün bu felaketlere baktığımızda, nedenlerini araştırdığımızda, hep ulusal
devletleri, sınırları ve özel mülkiyet ve kar ekonomisini görürüz. Bunu en son kuş gribi
olayında görelim.
Evet halkın sıradan gözlemi yanılmamaktadır. Bu tsunamiler, kuş gripleri, AİDS’ler, bina ve
zinanın çoğalmaları, hep “Kıyamet Habercileri”dirler, yani bir sosyal devrim gereğini
insanların gözüne gözüne sokan belirtilerdirler.
*
Hastalıklar, mikroplar, virüsler, milyonlarca yıldır var. Bu mikroplar ve virüsler milyonlarca
yıldır mutasyonlar geçiriyorlar veya türden türe atlıyorlar. Ama bunların sonuçları eskiden
başkaydı şimdi başka. Tsunamiler, depremler, sel felaketleri binlerce yıldır var ama bunların
sonuçları eskiden başkaydı şimdi başka. Çünkü onlar bu günkü toplumsal düzen ve ilişkileri
aracılığıyla insanların yaşamlarını belirliyorlar.
Örneğin tsunami’yi ele alalım. Milyarlarca insan tsunami ile ilk kez, son tsunami felaketinde
tanıştı ve bu kavramı ilk kez duydu. Ama Tsunami Japonca bir kelime olduğuna göre,
Japonlar bunu binlerce yıldır biliyorlardı ve bunun için bir kelimeleri bile vardı.
Ama eskiden, yani globalleşmenin ve kapitalizmin böylesine yaygın olmadığı zamanlarda, bu
felaketler olduğunda, lokal kalıyordu. Muhtemelen sahildeki balıkçı köyleri etkileniyor, onlar
da birkaç kuşak sonra bunlardan dersler çıkarıp örneğin küçük balıkçı köylerini yüksek
yerlere kuruyorlar ve felaketlerin zararını asgariye indiriyorlardı. Belki, hayvanların ya da
yaşlıların bu gibi felaketlerin işareti olabilecek davranışlarına göre bir tür alarm sistemi bile
oluşturulabiliyordu.
Ama globalizm çağında, kapitalizm çağında işler değişti. Bu bölgesel ve doğal felaketler, var
olan toplum sisteminin yol açtığı felaketler haline geldi ve o nedenle de birer kıyamet alameti,
yani toplumsal düzeni değiştirmek gerektiğinin belirtisi olarak görülmesi doğrudur.
Modern kapitalist toplumda her şey kara dayanır. Ekonominin motoru daha fazla kardır. Ama
daha fazla kar veya kar oranı elde etmek için; iş gücünün fiyatının düşük olması gerekir.
Onun yetiştirilmesi, korunması ve yeniden üretilmesi ne kadar az masraflı olursa, fiyatı o
kadar düşürülebilir, dolayısıyla da o oranda yüksek kar edilebilir; kar oranlarının düşüş eğilimi bir ölçüde olsun dengelenebilir.
İş gücünün fiyatı nasıl düşük tutulur?
İlk burjuva devrimleri olduğunda, onlar kendilerini tüm dünyada işleyecek bir düzenin
prototipi olarak görüyorlardı. Yani yayıldıkları ülkelerde de aynı düzeni geçerli kılmayı
hedefliyorlardı. Ama bu fikirden ve idealden hızla vazgeçildi. Bu devrimlerin yayıldığı
ülkeler, devrimin zapt ettiği ülkeler eşit haklı yurttaşlar olmadılar. Ya sömürgedir dendiler ve
en basit insan hakkından bile yoksun bırakıldılar, ya da onların dilleri, dinleri başkadır denildi
ve yurttaş, dolayısıyla da insan kavramının dışında tutuldular. Böylece sermaye, daha ilk
adımda, o dışta tuttuğu ülkelerden kaynak aktararak “ana vatan”daki işçileri de satın almanın
ve iş gücünün fiyatını düşük tutmanın, böylece kar oranlarını yükseltmenin yolunu buldu.
O dışta tutulan ülkelerdeki işgücünün fiyatının olağanüstü düşük olması için, en zorba
devletler ve anti demokratik rejimler desteklendi.
Geri ülkelerde, hiçbir demokratik hak olmayınca, işçiler bir araya gelip işgüçlerinin fiyatını
yükseltemez; yani işgücü kendini savunamaz. Dolayısıyla bu ülkeler muazzam bir açlık ve
yoksulluk içinde bulunurlar. Bu da ayrıca oralarda işgücü fiyatının dana da düşük olmasına
yol açar. Ve bu ülkelerdeki korkunç ucuz işgücü, esas zengin ülkelerdeki işgücünün yeniden
üretiminin fiyatının düşürülmesini ve düşük tutulmasını sağlar. Bu yöntemle burjuvazi bir
taşta bir sürü kuş vurur.
İşgücünün yeniden üretilmesi nedir? Önce beslenmesidir. Geri ülkelerdeki işgücü olağanüstü
ucuz olduğundan, zengin ülkelerdeki işçilerin tüketimleri için, çok ucuza yiyecekler ithal olur.
Benzer şekilde, iş gücünün yeniden üretilmesi bir anlamda da tatildir. Modern üretimin yanı
sıra modern yaşamın yol açtığı stress, işgücünün hızla yıpranmasına yol açar. Bunun yeniden
üretebilir hale gelmesi için, yılda bir iki kere, deniz ve güneş altında yenilenmeye tabi tutulur,
bir tür rektifiyeden geçirilir. Geri ülkelerde işgücünün fiyatı çok düşük olduğundan, iş gücünün “tatil” aracılığıyla yeniden üretimi çok ucuza mal edilir. Böylece zengin ülkelerdeki
iş gücünün fiyatını düşük tutmak mümkün olur. Bu da kar oranlarındaki düşmeye karşı bir
ölçüde tampon görevi görür. Bu nedenle Kitle turizmi denen, batılı işçi kitlelerinin iş gücünün
bant usulüyle yeniden üretilmesine yönelik bir sanayi gelişir. Sahil boylarına muazzam
oteller, tatil tesisleri yapılır. Doğa ve tarih tahrip edilir. Kendine yeterli balıkçılar ve çiftçiler,
turizm tesislerinde boğaz tokluğuna çalışan hizmetçilere dönüşürler.
Turizmin halkları yakınlaştırdığı falan da tamamen bir propagandadır. Aslında yerli halk
orada turistlere hizmetçilik yapar. Yerli halkın kültürü diye sunulanlar, turistlerin zevkine
uygun yemek, dans ve müzik gösterileridir. Gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Yerli halk,
otellerdeki çarşafları yıkamakta, tuvaletleri temizlemekte, mutfaklarda onlara yemek
yapmakla hatta başka ihtiyaçlarını gidermekle meşguldür.
İşte birkaç ve temel nedenini ve görünümünü öylesine sıraladığımız böyle bir dünyada, yani iş gücünün yeniden üretiminın bile globalleştiği bir dünyada; ulusal devletler, sonuçlarıyla ve
oluşturdukları ilişkilerle tsunamilerin de çok farklı sonuçlar yaratmasına yol açarlar.
Sahillere kurulmuş, “Denize sıfır” otellerdeki binlerce turist birden bire bu felakete maruz
kalır. Ama aynı zamanda, eskiden çoğu Tsunamilerin erişemeyeceği yerlerde yaşayan ve
çalışanlar artık o otellerin yanındaki yoksul yerleşim birimlerinde yaşamakta ve oralarda
çalışmaktadırlar. Onlar da başka biçimde yaşarlar. Yani bakkalda dört mevsim dünyanın
başka bölgelerinden gelmiş muzları bulduğun bir çağda, ulusal devletler varsa bu, büyük
zenginlik ve yoksulluk farkları; sahillerde muazzam turizm tesisleri; bu tesislerde boğaz
tokluğuna çalışan ve hemen onarın yanında yoksulluk içinde büyük yerleşim birimlerinde
yaşayan yerli insanlar demektir. Böyle bir dünyada Tsunamiler başka türlü sonuçlara yol
açmaktadırlar. Ama bu sonuçlar Tsunamilerin değil, aslında o günkü dünyaya uymayan
toplumsal düzenin sonucu olarak öyledirler. Böyle bir dünyada ulusal devletler olursa, bütün
bunlar da olur.
Ve nihayet, globalizm çağında bu felaketlerin algılanması da başka olur. Ölenler içinde batı
ülkelerinin turistleri, yeryüzünün beyazları da olduğundan, bütün medya bu felaketi tüm
insanlara aktarır. Ama gerçek ile aktarılan felaket farklıdır. Yardımlar da, haberler de hep
beyaz adama yöneliktir. Beyaz adamın içinde olmadığı felaketler gazetelerin köşesinde veya
haberlerin sonunda küçük bir haber veya değinme olarak kalır.
Bir yandan böyledir ama, diğer yandan felaketlerin insanlara televizyon vs. aracılığıyla
duyurulması; bunun duyuruluş biçimleri ve bunların insani sonuçları da en az o felaketler
kadar korkunçtur. Sadece beyaz adamın uğradığı felaketin anlatılmasını bir yana bırakalım,
felaket haberini ve resimlerini hemen borsada yükselen ya da düşen hisse senedi listeleri;
başka haberler izler örneğin. Yani insanlar insan kardeşlerinin uğradıklarına da sağırlaşmaya
başlar böylece.
Şimdi eğer, üretici güçlerin bu günkü gelişim düzeyine uygun bir toplum düzeni olduğun var
saysak, o zaman da tsunamiler olurdu ama önce o dünya devleti buna karşı uyarı sistemleri
kurmuş olurdu. Ulusal devletler olmadığından bu muazzam gelir ve zenginlik farkları olmaz,
o zaman da, sahillerdeki “tatil cennetleri” ve “cennetlerde” çalışan işçilerin ve yerli halkın
cehennemleri olmazdı. Keza, toplumsal ve doğal dengeleri gözeten optimum büyüklükteki
işletmeler nedeniyle böyle muazzam büyük turizm tesisler ve aşırı şehirleşmeler olmazdı.
Keza, iş gücünün aşırı sömürüsü ve yabancılaşmanın ortadan kaldırılması hedef olduğundan,
böyle aşırı çalışma ve sömürünün ikiz kardeşi aşırı tembellik ve güneş altında günlerce yatıp
akşamları içmek ve eğlence adına her türlü rezaleti yapmak gibi turizmler de olmazdı.
Görüleceği gibi, Allah, Yani Toplum ve Doğa yasaları, kendilerine uygun davranmazsa bir
toplum, onu bir şekilde “ceza”landırmaktadır.
Eğer insanlar Tsunamilerin böylesine felaketlere yol açmasını; böyle felaketlere kurban
gitmeyi istemiyorsa, Peygamber Marks’ın dediklerine gelmeleri, uluslara, sınırlara, özel
mülkiyete ve kar ekonomisine karşı savaşa girmeleri gerekiyor. Aksi takdirde Tsunamilere
veya ozon deliklerine ve denizlerin ısınmasına veya biyolojik felaketlere bile fırsat kalmadan,
muhtemelen, yine bu üretici güçlerin gelişmişliği nedeniyle yayılmak kaynak ve pazarları el
geçirmek zorunda olan, Avrupa, Amerika, Çin, Japonya ve Rusya arasındaki rekabet ve
savaşlar içinde zaten bir nükleer kıyamete kurban gidecekleri çok açık.
İşte Kuş gribi de, böyle bir felaket. Onun yaşanışı ve sonuçları, globalleşmiş bir dünyada, ama
hala ulusal devletlerin, sınırların, özel mülkiyetin ve kar ekonomisinin egemen olduğu bir
dünyada, insanlara bir cezaya, bir kıyamet alametine dönüşmektedir. Aslında Allah, doğa ve
toplum yasaları bu felaketlerle, insanları uyarmaktadır bir an önce yaşam ve toplum
düzenlerini bir an önce değiştirmeleri için, değiştirmedikleri takdirde de çok daha büyük
felaketler yaşayacakları için.
*
Mikroplar ve Virüsler en başarılı canlılardır. Bizlere hayatın evrimi en tepesinde Memeliler ve
İnsanın bulunduğu, en altta mikropların ve virüslerin bulunduğu bir gelişim olarak aktarılır.
Ama canlı olmanın, yani türün devamını sağlamının ölçülerine vurduğumuzda, bırakalım
insanları bir yana, memelilerin bile başarılı bir canlı türü olduğuna dair hiçbir kanıt
getirilemez. Bunlar bütünüyle insan merkezli ilerlemeci doğa kavrayışlarıdır. Şu
beğenmediğimiz dinozorlar bile, bir tür olarak 150 milyon yıl bu dünyada egemenlik
kurmuşlardı ve eğer kozmik veya jeolojik bir felaket sonucu yok olmasalardı belki bu gün bile
hala egemen olmaya devam edeceklerdi. Memeliler şunun şurası topu topu 65 milyon yıldır
onların yerini aldılar ve her şey bunun birkaç yüz yıl içinde son bulacağını gösteriyor.
Mikroplar ve virüsler ise, sadece var olmaya değil, çeşitlenmeye de devem ediyorlar.
Doğada sürekli olarak mutasyonlar olmaktadır, bu mutasyonlar sonucu daha farklı özellikleri
olan canlılar ortaya çıkmaktadır. Ama bunların çok küçük bir bölümü onlara “yaşam
savaşı”nda bir üstünlük sağlayabildiğinden, diğer kuşaklara aktarılabilmektedir.
Çok yüksek bir öldürücülük ve kolay yayılma, yaşam savaşında mikroplara uzun vadede
büyük bir üstünlük sağlamaz. Hızla yayılan çok öldürücü bir mikrop, üzerinde var olup
yayılacağı canlıları yok ettiğinden aslında, tıpkı bu günkü insanlar gibi, kendi var oluş koşullarını da ortadan kaldırırlar. Dolayısıyla, öldürdüğü canlılarda hiç bir direncin
oluşmadığı koşulda bile, bu kendi sınırlarına toslar.
Ancak hiçbir canlı türü tümüyle dirençsiz değildir mikrop ve virüslere karşı. Daima, yine çok
önceleri farklı bir mutasyona uğramış ama bir işlevi yokmuş gibi görünen o mikroplara karşı bağışıklığı olan, şerbetli canlılar, yani sürünün içinde bir kara koyun daima vardır. Tüm
Popülasyon yok olduğunda, o mikroba dayanıklı “kara koyunlar” yaşarlar, bu sefer, o kara
koyunlardan türeyen ve o mikroba karşı bağışıklığı olan kuşaklar yaşadıklarından, o hastalık
fiilen yeni kuşaklar açısından eski öldürücü özelliğini yitirmiş olur.
Milyonlarca yıldır bu süreç işlemektedir. Dolayısıyla bu gün yaşayan türler, hastalıklara karşı belli dirençler geliştirmiş türlerdir. Elbette sürekli mutasyona uğrayan yeni mikrop ve virüs
kuşaklarında bu süreç tekrarlanmaktadır.
Mikropların tür atlamaları da tıpkı mutasyonlar gibi görülebilir.
Ne var ki, Kapitalizm denen geniş üretim yordamıyla birlikte bu süreç çok özgül bir nitelik
kazanmış bulunmaktadır. Artık sorun biyolojik değil, toplumsal bir sorun olarak ortaya çıkar.
Kapitalizm geniş yeniden üretim yordamıdır. Yani aynı üründen milyonlarcanın üretilmesi,
mümkünse bütün dünya pazarına o ürünün egemen olmasıdır. Böylece binlerce canlı, doğanın
ritminin de dışına çıkarılarak, hormonlar, ışık hileleri vs. aracılığıyla, sermayenin devir hızını
arttıracak ve dolayısıyla kar oranının düşme eğilimini azaltacak şekilde üretilir. Böylece
olağan koşullarda doğada hemen hemen hiç bulunmayacak şekilde, aynı türden binlerce, yüz
binlerce canlının bir arada bulunmaktadır. Öte yandan, geniş yeniden üretim, yani kapitalizm
standardizasyon demektir. Bu nedenle aynı tohumdan, aynı türden, aynı özelliklere sahip
milyonlarca canlı üretilmektedir. Böylece bir türün ayakta kalmasını sağlayan çeşitlilik yok
edilmektedir.
Bütün bu ve benzeri gelişmelerin birinci sonucu, her hangi bir hastalığın, yüz binlerce,
milyonlarca canlının ölümüne yol açması veya hastalığın yayılmasını önlemek için imha
edilmesi demektir.
Sadece bu kuş gribiyle ilgili olarak Hollanda’dan bir örnek verelim. İmhanın hangi boyutlarda
olduğunun anlaşılması için:
“18 Mart 2003 tarihinde toplam 25 vak’a (20 vak’a yumurtacı kümesinde, 3 vak’a broiler
damızlık kümesinde, 2 vak’a hindi kümesinde) tespit edilmiş olup, 673.041 duyarlı kanatlı
hayvan imha edilmiştir.
27 Mart 2003 tarihinde toplam 54 vak’a (38 vak’a yumurtacı kümesinde, 9 vak’a broiler
damızlık kümesinde, 4 vak’a hindi kümesinde, 2 vak’a köy kümesinde) tespit edilmiş olup,
1.162.839 duyarlı kanatlı hayvan imha edilmiştir.
02 Nisan 2003 tarihinde toplam 31 vak’a tespit edilmiş olup, 556.028 duyarlı kanatlı hayvan
imha edilmiştir.
07 Nisan 2003 tarihinde toplam 32 vak’a (24 vak’a yumurtacı kümesinde, 3 vak’a broiler
damızlık kümesinde, 2 vak’a köy kümesinde) tespit edilmiş olup, 1.197.884 duyarlı kanatlı
hayvan imha edilmiştir.” (AVIAN INFLUENZA (Tavuk vebası, Kuş gribi) HASTALIĞI VE
DÜNYADAKİ DURUMU, Ragıp Bayraktar)
Bunlar sadece 2003 yılında üç hafta içindeki rakamlardır. Küçücük Hollanda’da, Yuvarlak
hesap 3,5 milyon kanatlı hayvan, topu topu 200 hastalık belirtisine karşı imha edilmiştir. Burada kapitalizmde basit bir salgının bile nasıl Pazar ve kar kaygısıyla korkunç katliamlara
yol açtığı açıkça görülmektedir. Hollanda kanatlılarının dünya pazarında rekabet şansının
azalmaması için bir korkunç bir imha gerçekleştirmiştir. Kara değil, insanların ihtiyaçlarına dayanan bir ekonomide, bir tek işletmenin karlılığı ya da
verimliliği değil, tüm insanlık açısından verimlilik göz önüne alınır ve insanların ihtiyaçları
ile dünya ölçüsündeki verimlilik ilişkisi göz önün alınır.
Örneğin, kapitalist bir işletmenin verimliliği için, işin otomasyonu, olabildiğince ürünün bir
arada üretilmesi, işletme masraflarını azaltır. Zaten bu nedenle on binlerce tavuk vs. bir arada
büyütülür, dünya pazarı için. Bu bir tek işletme açısından son derece rasyonel olabilir.
Ama insanlığın tümü göz önüne alındığında, bu irrasyonal olarak ortaya çıkar. Sadece hastalık
olasılıklarında yapılan imhalar göz önüne alındığında bile, bu muazzam bir emeğin ve ürünün
imhası anlamına gelmektedir.
Bir başka örnek: İngiltere’de her üretilen iki tavuktan birini Avrupa’ya ihraç edilmektedir.
Keza, İngiltere’de tüketilen her iki tavuktan biri de, ithal edilmektedir. Bu tavukların da, uzak
İngiliz sömürgelerinden değil; Avrupa’dan ithal edildiğini var saysak bile şöyle bir sonuç
ortaya çıkmaktadır. İngiltere’de üretilen her iki tavuktan biri, bir Avrupa seyahati yaptıktan
sonra, Britanyalıların boğazına girmektedir.
Tek tek işletmeler ve onların karlılıkları açısından bütün bu sonucu yaratan işlemler son
derece rasyonel olabilir. Ama ortaya sonuç itibariyle son derece irrasyonel, her iki tavuktan
birinin, bir Avrupa seyahati yaparak tüketicinin boğazına girmesi gibi bir sonuç ortaya
çıkmaktadır. Bu seyahat için TIR’lar, yollar, şoförler, bunların harcadığı yakıtlar, yol açtıkları
çevre tahribatları vs göz önüne alındığında, çok büyük işletmelerin; dünya pazarı için üretimin
insanların toplu yaşamı için hiç de rasyonel sonuçlar ortaya çıkarmadığı görülmektedir.
Ama böyle bir düzen için, kar ekonomisinin ortadan kaldırılması; tüm insanların ihtiyaçları ile
toplumsal verimlilik ve doğanın dengesini güden optimum büyüklüklere dayanan planlı bir
ekonomi gerekir.
Bu olmadığında, yani, Marks’ın deyimiyle insanlar üretim yöntemlerine uygun toplum
düzenleri kurmadığında, örneğin hala kar ekonomisine dayandıklarında; planlı bir ekonomiye
geçmediklerinde, doğa ve toplum kanunları onları cezalandırmakta ve sonuçlar birer kıyameti
alameti olmaktadır.
Burada kuş gribini örnek aldık ama sorun sadece bu değil, örneğin deli dana hastalığında da
aynı durum söz konusuydu.
Buraya kadar sadece ürünlerin imhasını boyutuna kısaca değindik. Bir de, hastalıkların insana
geçmesi söz konusu olduğunda, bu sistemin tüm yaşayış tarzı, yani ulusal devletleri, geri ve
zengin ülkeler vs. de katastrofları pekiştirici bir özellik olarak ortaya çıkmaktadır.
Örneğin son derece öldürücü ve kaynağı muhtemelen Tropikal Afrika mağaralarındaki
canlılar olan ve onlardan insanlara geçen Ebola (Marburg) virüsü üzerine araştırmalar şunu
göstermektedir.
Eskiden de, zaman zaman bu virüs insanlara sıçramaktadır. Kabileler bu virüsün yol açtığı
hastalığın belirtilerini tanımlamışlardır. Ama o zamanlar, hastayla tüm ilişkiler kesilmekte, o
insansız bir yerde ölüm terk edilmekte veya oraya bir daha uğranılmamakta veya o bölge
yakılmaktadır. Elbette bunlar dinsel bir ritüel içinde gerçekleşmektedir. Böylece hastalık daha
doğduğu noktada lokalize edilmekte ve yok olmaktadır.
Ama günümüzde globalleşmiş dünyada, insana bulaşan mikrop birkaç saat içinde kıtaları
aşmakta, Avrupa veya ABD’nin bir şehrinde ortaya çıkmaktadır. Ama daha da ilginci, bu gibi
mikropların esas bulaştıkları noktalar bizzat hastanelerin kendileridir.
Özellikle geri ülkelerdeki hijyenik ölçütlere, istenilse bile yoksulluk nedeniyle uyulamayan
hastaneler. Ama geri ülke demek her şeyden önce ulusal devletler, yani gerçekte var olan
kapitalizm demektir.
Böylece globalleşme çağında ulusal sınırlar ve bunun yol açtığı zenginlik ve yoksulluk
farkları, hastalığın yayılışının ve katastrofa dönüşmesinin bir nedeni haline gelmektedir. Belki
bu Ebola’da henüz gerçekleşmedi ama AİDS ortada. Bu gün Afrika’nın neredeyse yarısı
AİDS’li. Aynı hastalık zengin ülkelerde büyük ölçüde kontrol altına alınmış bulunuyor.
AIDS, Batı ülkelerinden tekrar Afrika’ya gelerek yayıldı.
Özel mülkiyet, bir de bu hastalıklara karşı ilaçların isteyen tarafından üretilmesini
engelleyerek, yani insanların hastalıklarını bir kar aracı yaparak bütün bu katastrofun üzerine
tüy dikmektedir.
Sözde buna en fazla direnen ilerici hükümetler bile, özel mülkiyet ve ulus devlet dışında bir
var oluşu düşünemediklerinden ve bunun kavgasını veremediklerinden, yaptıkları benzeri
ilaçlar için bile belli sınırlamaları kabul etmekte ve ilaç firmalarına belli bir haraç ödemeye
devam etmektedirler.
Bütün burada görülen sorunlar aynen Kuş Gribi olayında da görülmektedir. Ancak, bunların
yanı sıra, dünya pazarı için mücadelelerin; ekonomi dışı zorun bir aracı da olmaktadır.
Örneğin kuş gribinin esas yayıldığı bölgenin bu gün dünya ekonomisinin en dinamik ve hızlı
büyüyen bölgesi, Asya’nın Pasifik kıyıları ve Güneydoğu Asya olması nedeniyle, Avrupalı ve
ABD’li emperyalistler, Asya ülkeleri karşısında rekabet güçlerini arttırmanın bir aracı olarak
Kuş gribini oradan gelen mallara karşı engeller çıkarmak veya ora mallarına talebi azaltmak
için kullanmaktadırlar.
Bu da o ülkelerin, kendileri de yine bizzat dünya pazarı için üretim yapmaya programlanmış devlet ve işletmelerinin, ya hastalığı gizlemelerine ya da tıpkı mallarının adı kötüye çıkmasın
diye milyonlarca tavuğu imha eden Hollandalılar gibi gereksiz ve abartılmış imhalara
girişmesine yol açmaktadır. Ne var ki, her iki durumda da, bu ülkeler batılı ülkeler gibi zengin
ve organize olmadıklarından, emekçi insanlar ve basit halk için, bu gibi gizleme ve abartılı
imhalar tam bir felakete dönüşmektedir.
Böylece geri ülkelerde, sadece modern üretimin ve ilişkilerin değil, kapitalizm öncesinin de
darbesine maruz kalmaktadırlar. Tavukları imha edilen Hollandalı işletmeci, devletten bunun
karşılığında belli bir tazminat alır. Zarar sosyal olarak ödenir. Bu onun için yoksulluk ve açlık
anlamına gelmez.
Ama Geri ülkenin küçük üreticisini, ya gizlenen hastalığın kurbanı olur, ya da elindeki iki üç
tavuk da alınıp açlığın ve yoksulluğun iyice pençesine düşer.
Türkiye’deki Kuş gribinde bütün bunlar görüldü. Türkiye’yi kapısında tutmak isteyen Avrupa
bunu bahane ederek, yeni tedbirler geliştirirken; bundan korkan ve bunları engellemek isteyen
Türk burjuvazisi ve devleti, bir yandan hastalığı gizledi, sonra da mızrak çuvala sığmayınca
abartılı imhalara girişti ve yoksul insanların soluk borusu olun birkaç tavuğunu yok etti.
Burada o insanların kaderi kimseyi ilgilendirmiyordu; ülkenin imajı, yani Türk ürünlerinin
yolunun tıkanmaması ve politik olarak Avrupa’nın eline koz vermeme biricik kaygı olarak
ortaya çıkıyordu. Haberlerdeki abartılı görüntüler insanların yaşamları ve sağlıkları için
değildi, Türk mallarının ve devletinin imajını korumaya yönelikti.
Ama Türkiye’de bu akıl dışılık aslında zirvelerine ulaştı. Hükümet ve devlet, kümes
hayvancılığını yok etmek için bir vesile yaptı bu kuş gribini. Aslında kümes hayvancılığı, Kuş gribi gibi felaketlere karşı en emin savunma alanıyken, kitlesel imhaları engellemenin en iyi
yoluyken ve binlerce yıldır böyle engellenmişken, bu ekonomi dışı cebir ile olağan rekabet ile
değil, yasalarla, tedbirlerle küçük üreticilerin, yoksul insanların soluk borularını tıkamanın
yoluna da girildi.
Böylece, şarklı usullerle, ekonomi dışı cebir aracılığıyla, yani kapitalizm öncesi ve dışı yöntemlerle kapitalizmin yayılışı gündeme geldi. Kümes ve bahçe tavukçuluğunun olağan
rekabet yöntemleriyle yok edilmesi için bile sabredemedi Türkiye’nin Müslüman ve Laik
sermayesi.
Ve nihayet, Türkiye gibi geri bir ülkenin sömürgesi olan Kürdistan’da Kuş Gribini Kürdistan
başka Batı başka yaşadı.
Ve sadece bu kadar da değil, kuş gribi, Kürtlere karşı bir ırkçı silah olarak kullanıldı. O güne
kadar, binlerce yıldır olduğu gibi hayvanlarla iç içe yaşamış insanlar, uygarlıktan uzak pis
vahşiler olarak gösterildi. Özel savaş dairesinin bir psikolojik savaş aracı olarak Türk orta
sınıflarını yedekte tutmak için kullanıldı.
Toparlarsak, Kuş Gribi örneğinde görüldüğü gibi, Özel Mülkiyet, kar ekonomisi klasik doğal
felaketleri birer modern kıyamet alametine çevirmektedir. Bunu önlemenin tek yolu kar
ekonomisini ortadan kaldırmaktır.
Ancak gerçekte var olan, ulusal devletlere bölünmüş, zengin ve yoksul ülkelerin olduğu bir
kapitalizmde bunun şiddeti katlanmaktadır. Soyut olarak pek ala yeryüzü ölçüsünde,
aydınlanmanın ideallerine uygun olarak bir tek kapitalist ülke mümkün iken, bu günkü
kapitalizmin var oluşu için, ulusal devletler ve “zengin demokratik” “geri baskıcı” devletler
ayrımı sistemin devamı için ayrılmaz bir koşul haline geldiğinden; gerçekte var olan
kapitalizmde felaketlerin şiddeti katlanmaktadır.
O geri ülkelerin sömürgesinde ise, Kürdistan örneğinde görüldüğü gibi, bir sömürgeci savaş aracına ve ekonomi dışı zorla küçük üreticiliğin yok edilmesine dönüşmektedir.
O halde kuş gribine karşı mücadele, ilk elde sömürgeciliğe ve ulusal baskıya karşı; ekonomi
dışı zorla küçük üreticiliğin yok edilmesine karşı bir mücadele içinde tüm emekçileri ve
demokratik güçleri birleştirmeyi hedeflemeli.
Ancak bu yetmez. Bu aynı zamanda bu günkü ulusal devletlere ve de nihai olarak
kapitalizme, yani özel mülkiyete ve kar ekonomisine karşı bir mücadele olmak; en azından
ona dönüşmek zorundadır.
Tabii Hak yolundan gidenler için, yani doğa ve toplum yasalarının söylediklerini anlayanlar;
onların uyarılarına kulak kabartanlar için.
Bütün belirtilerin gösterdiği gibi, günümüz dünyasında, Kara, Özel Mülkiyete, hasılı
Kapitalizme karşı olmadan hakka uygun bir toplumsal yaşam kurulamaz.
Demir Küçükaydın
http://www.koxuz.org
26 Ocak 2006 Perşembe
Mal Varlıkları, Özel Hayat, Devlet Sırları, Ticari Sırlar ve Sosyalizm
Türkiye’de burjuvazi ile bürokratik oligarşi arasındaki kayıkçı dövüşünde, yolsuzluklar, karşı tarafı sindirmenin, tecrit etmenin, geri çekilişe zorlamanın bir aracı olarak kullanılmaktadır.
Bürokratik oligarşi, burjuvaziyi sindirmekte ve geri çekilişe zorlamakta bu aracı çok daha
etkili ve başarılı olarak kullanmaktadır. Bu etkili ve başarılı kullanışın nedeni kendisinin daha
temiz ve namuslu olması değil, bu silahları kullanabilecek pozisyonda olmasıdır.
Tüm sırları bilirseniz, bunları istediğinize karşı istediğiniz gibi kullanabilir ve en önemlisi de
kendi sırlarınızı koruyabilirsiniz. “Milli sır” veya “devlet sırrı” dediniz mi akan sular durur.
Bu zırh karşısında burjuvazinin bu zırhı delecek bir mızrağı yoktur. “ ‘Milli sır’ neymiş, milletten gizlenemez hiçbir sır; devlet devlet ise millete hizmet etmelidir. O halde devlet sırrı
da milletten gizlenemez!” diyecek cesareti yoktur burjuvazinin. Bu nedenle, bırakalım
yolsuzlukları bir yana, ordunun harcamalarını ve bütçesini denetleyecek ve belirleyecek
cesaretten bile yoksundur.
Ama buna karşılık, kendisi, devlet partisinin ve oligarşisinin yolsuzluk suçlamaları karşısında,
“Ticari sırlar” veya “Özel hayatın gizliliği” gibi, aslında ardına sığınması bir bakıma suçu
kabul anlamına gelebilecek olan işe yaramaz içine girilmez siperdedir. Bu nedenle, bürokratik
oligarşi, yani Ordusu ve bürokrasisiyle Türk Devleti, Emin Çölaşan gibi tetikçiler aracılığıyla
burjuvazinin her türlü manevrasını kolaylıkla, yolsuzluk silahını kullanarak
püskürtebilmektedir.
Çok namuslu, temiz, kire bulaşmamış görünen ordu, (ki bu sadece görünüştür, her hangi bir
denetim olanağı bulunmadığı için, yapılan her şey askeri sırlar örtüsünün altına gizlendiği
için, “kol kırılır yen içinde”dir) aslında bütün bu yolsuzluk, irtikap ve çürümenin gerçek
sorumlusudur.
Sorumlusudur, çünkü, insanların demokratik haklarının olmadığı; fikir ve örgütlenme
özgürlüklerinin olmadığı; her şeyin açık veya gizli devlet organlarının kontrolü altında olduğu
bir ülkede, işçi sınıfı ve diğer ezilenlerin kendi öz örgütlenmelerini yaratma; politik hayata
ağırlıklarını koyma olanağı olmaz; kendilerini sermayenin ve devletin saldırılarına karşı korumaları olanağı olmaz. Bu da zenginlik ve yoksulluk farklarının korkunç boyutlara
varmasına, demokratik denetim mekanizmalarının hiçbir şekilde oluşma ve gelişme olanağı
bulamamasına; bürokratik keyfiliğin sonsuz artmasına yol açar. Bütün bunlar da ezen ve
ezilen sınıfların tamamında korkunç bir çürümeye bu çürüme de tekrar bu olumsuzlukların
pekişmesine, umutsuzluğun yaygınlaşmasına, işini halledebilmek için avane, kliyan (ahbap,
tanıdık, torpil) ilişkilerinin güçlenmesine vb. yol açar. Böylece, kendi kendini besleyen bir
çürüme, anti demokratikleşme, aşırı bir yoksulluk ve zenginlik çemberi ortaya çıkar.
Türkiye’de doksanların başından beri yaşanan tamı tamına böyle kendi olumsuzluklarını
besleyen bir süreçtir. Bu süreci başlatan, duvarın yıkılışı oldu. Bu yıkılış, 12 Eylül şokunu atıp
toparlanmaya başlayan toplumsal muhalefeti birden bire demoralize etti ve sıfırladı.
Bürokratik oligarşinin egemenliğini korumak için özel savaşı başlatabilmesi, Kürt sorununda
tam bir inkar ve baskı politikasına yönelmesi; az çok reform düşünen burjuvaziyi tamamen
tasfiye edebilmesi (Özal’ın öldürülmesi); kendi içinde de benzer politikaları önerenleri
tasfiyesi (Eşref Bitlis’in öldürülmesi) mümkün oldu. Bundan sonra mekanizma artık zaten
kendi kendini üretir oldu.
Ne var ki, bu tasfiyede, devlet bürokrasisinin en önemli silahlarından biri, yolsuzluklar oldu.
Burjuvazide her zaman bulunan yolsuzluklar oldu. Ne devlet bürokrasisi, ne de burjuvazinin
diğer kesimleri yolsuzluklardan daha azade değildir. Ama bürokratik oligarşi burada istediği
yolsuzlukları gündeme getirebilmek gibi bir üstünlüğe sahiptir. Devletin bütün gizli servisleri
emrindedir ve zaten o oligarşinin sert çekirdeğinin örgütlenmesidir. Bu nedenle yolsuzluklar
alanı, burjuvazi ile bürokratik oligarşi arasındaki kayıkçı dövüşünde, burjuvazinin elleri
kolları bağlı olarak kaldığı ve sürekli dayak yediği bir alandır. Ve bu, devlet bürokrasisinin
geniş yığınları kendi arabasına bağlamasının etkili bir araçlarından biridir.
Bürokrasi kontrolü dışına çıkma eğilimi gösteren her politikacıyı, yolsuzluklar sopasıyla
kendi çıkarlarının ve egemenliğinin bir koruyucusuna döndürmektedir. Bir Demirel ya da bir
Mesut Yılmaz, ya da Bir Türkeş ya da bir Çiller, daha mı az yolsuzluklara bulaşmıştı. Hayır
aksine. Onlar çok daha büyük yolsuzluklar içindeydiler. Ama onlara hiçbir şekilde
dokunulmadı. Çünkü bürokratik oligarşinin egemenliğini hiçbir şekilde sorgulamamayı aksine
ona hizmet etmeyi öğrenmişlerdi. Sadece zaman zaman ayaklarını denk almaları için ucu
gösterildi ve onlar da mesajı alıp ayaklarını denk aldılar.
Sosyalistler ve devrimci demokrasi hiçbir zaman aklından şunu çıkarmamalıdır. Bu gibi
yolsuzluk iddiaları ve dosyaları, hemen daima egemen sınıflar arasındaki bir mücadelede
kullanılan silahlardır.
Öncelikle hiç unutulmaması gereken işin alfabesi şudur. Bizler bir sistemle sorunluyuz
kişilerle değil. Şu veya bu politikacının yolsuzlukları bizlerin bir sorunu olmaz. Herkes
sonuna kadar “namuslu” olsa bu sistem daha iyi olmaz.
Bu nedenle bizler yolsuzluk dosyaları gibi sorunları her zaman var olan somut sınıf ilişkileri
içinde değerlendirmek; bunların aslında egemen güçler arasındaki mücadelede tarafların
kullandığı silahlar olduğunu; sorunun bu silahın hangi sınıfın çıkarı için; hangi politika için
kullanıldığını görmek ve ifşa etmek olduğunu bir an için bile aklımızdan çıkarmamamız
gerekir.
Ama biz bizzat bu silahın nasıl ve hangi çıkar için kullanıldığını göstererek ancak aynı
zamanda bu silahı, onu ezilenlerin gözüne kül atmakta kullananlara karşı bir silaha
dönüştürebiliriz.
İlk önce, bütün bu yolsuzlukların varlığı ile toplumda özgürlük ve hakların olmaması;
ezilenlerin örgütlenememesi ve demokratik denetim ve kontrol mekanizmalarının
bulunmaması; zengin yoksul arasındaki uçurumun açılması arasındaki ilişkiyi iyi koyarak;
çürüme ve yolsuzlukların gerçek sorumlusunun iktidarı gerçekten elinde bulunduran
bürokratik oligarşi ve onun keyfi baskıcı sistemi olduğunu; diğer yandan, bu bürokratik
oligarşiye karşı çıkar gibi görünen burjuvazinin korkaklığında ve tutarsızlığında olduğunu
göstermek gerekir.
Çünkü burjuvazinin korkaklığı ve tutarsızlığı aynı zamanda bu bürokratik oligarşinin gerçek
iktidarı elinde bulundurmaya devam etmesinin en esaslı nedenidir. Burjuvazi korkak ve
tutarsız olduğu için; yani kitlelerin örgütlenmesi ve özgürlüklerden korktuğu için; diğer
yandan burjuvazinin bu korkaklığını ve tutarsızlığını dengeleyecek bir politik işçi hareketi
bulunmadığı için (Bir ulus teorisi ve başka bir uygarlık programı olmaması, demokratik
cumhuriyet hedefinin yitirilmesi gibi programatik eksikliklerden; Stalinizmin zaferi ve
devrimci işçi hareketinin yenilgisi; daha sonra duvarın yıkılışının yarattığı moral çöküntüsü ve
bozgun gibi bir yığın faktör sıralanabilir.) en küçük bir demokratikleşme ve demokrasi
mücadelesi cephesi ortaya çıkamamaktadır. Tam da bu nedenle toplumdaki çürüme kendi
kendini beslemektedir.
Yani bizim görevimiz yolsuzluklarla mücadele değildir; yolsuzluklarla mücadele ettiğini
söyleyenlerle mücadeledir. Çünkü onlardır gerçek yolsuzlukların ve çürümenin gerçek nedeni.
Bir sorunu ortadan kaldırmak sonuçlarla mücadeleyle olmaz, onun nedenlerine
yönelinmelidir.
Yolsuzluktan işkenceye kadar her alanda böyledir bu. Sorun işkencenin yasaklayan
kararnameler ya da polislerin eğitimi değildir; sorun insanların namuslu olması değildir.
Sorunu böyleymiş gibi göstermenin kendisi bizzat egemen sınıf ve zümrenin çıkarlarını
korumaya yarar.
Dolayısıyla, bu gibi yolsuzluk tartışmalarında, esas vuruş yönümüz, yolsuzlukla itham edilen
burjuva politikacıları değil; aksine burjuva politikacılarının yolsuzluklarını ifşa eden veya
onları bununla itham eden ve bunu kendi anti demokratik sistemini korumak ve pekiştirmek
için kullanan bürokratik oligarşinin sistemi olmalıdır.
Bir devrimci demokratın, bir sosyalistin hiç aklından çıkarmaması gereken, ister yolsuzluk,
ister işkence, ister başka bir keyfilik olsun, kendisinin esas görevinin, gerçekten egemen
bürokratik oligarşiyi tecrit etmek ve parçalamak olduğudur. Bunu unutan her demokrat veya
sosyalist muhalefet, bütün iyi niyetine rağmen pratik mücadeleler içinde kendini birden bu
egemen oligarşinin fiili bir destekçisi olarak bulur.
*
Bu sadece yolsuzluklar konusunda böyle değil, her konuda böyledir. Örneğin, bu gün Anti
Amerikancılık Türkiye’de, Bürokratik Oligarşinin ABD ile pazarlıklarında onun kendi
egemenliğini ve pazarlık gücünü arttırmasının bir aracı olmakla sonuçlanır.
Devrimci Demokrasinin, sosyalistlerin tavrı, ABD ile Türk Devleti arasındaki pazarlık ve
rekabette, Anti Emperyalizm diyerek Türk devletiyle aynı paralele düşmek olamaz. Bizler
tıpkı birinci dünya savaşında Lenin, Luxemburg, Troçki gibilerinin savunduğu, yenilgiciliği
savunmalıyız. Yani esas mücadeleyi, içinde bulunduğumuz ülkenin egemenlerine
yöneltmeliyiz. Bunu yapmadığımız takdirde, bu ülkelerin ezdiği halklarla birlik
oluşturamayız; demokrasi güçlerinin birliğini sağlayamayız. Her dış savaş öncelikle bir iç
savaştır. Bölge sosyalistleri, kendilerine egemen olan, her biri gerici devletleri esas hedef
olarak koymazlarsa, ABD ile bunlar arasındaki mücadelede basit bir piyon olmaya
mahkumdurlar. ABD’ye ve diğer emperyalistlere karşı bir direniş cephesi, bölge halklarının
birliği; bölge devletleri yıkılmadan; bir demokratik cumhuriyet kurulmadan olamaz.
Tekrar yolsuzluklar sorununa dönersek, bizler esas vuruş yönümüzü burjuvaziye değil;
bürokratik oligarşiye yöneltmeliyiz. Burjuvaziye karşı mücadelemiz, onun bürokratik
oligarşiye karşı korkakça davrandığı; onunla iş birliği yaptığı; onu karşı en geniş cephenin
oluşmasını engellediği noktasından olmalıdır. Onlara mücadeleye ihanet ettikleri noktasından
vurmak, onlara korkaklara ve hainlere davranıldığı gibi davranmak gerekir.
Yani tıpkı Marks ve Engels’lerin korkak Alman burjuvazisine, Lenin’lerin korkak Rus
burjuvazisine karşı davrandığı gibi davranmak gerekmektedir. Prusya Yunkerliğinin, Rus
Çarlığının yerinde bu gün Türk ordusu ve devlet oligarşisi bulunmaktadır. Ak Parti’nin Rus
Kadetlerinden ya da 48 devriminin korkak Frankfurt Parlamenterlerinden farkı yoktur. Bu
nedenle, Marks-Engels’lerin, Lenin’lerin tarihsel tecrübesi bu gün her zamankinden daha
aktüeldir ve etüd edilmeyi beklemektedir.
Orta doğudaki tek tek ülkeler bakımından durum buyken, dünya politikası bakımından durum,
birinci dünya savaşı öncesindeki gibidir; ikincisi gibi değil. Orta Doğu’da ABD’nin
karşısındaki ister emperyalist ister az gelişmiş olsun hiç bir devlet ilerici değildir. Bizler tıpkı
ülke içinde bürokratik oligarşiye karşı burjuvaziyi ihanetle suçladığımız gibi; uluslar arası
politika alanında da egemen devletlere aynı şekilde mücadele etmeliyiz. ABD’ye karşı direnişi, bölmek, zayıflatmak ve onunla iş birliği içinde bulunmakla. Yani örneğin Kürtleri
değil; Kürtlere özgürlük vermeyerek onları ABD ile ittifaka zorladıkları için Türk, İran,
Suriye devletlerine karşı mücadelenin önceliğini öne çıkarmalıyız. Çünkü bu devletler
yıkılmadan; halkların ve inançların eşitliğine ve özgürlüğüne dayanan demokratik bir
cumhuriyet kurulmadan, ABD’ye karşı bir direniş ve mücadele olanaksızdır. ABD’ye karşı bir direniş cephesi kurabilmek için, bölge halkları önce kendilerine egemen olan devletleri
yıkmalıdırlar.
Marks-Engels döneminde onlar, dünya politikası bakımından, Rusya’yı dünya gericiliğinin
merkezi olarak gördüklerinden tüm okları ona karşı yöneltiyorlardı. Bu günkü ABD’yi o
günkü Rusya gibi koymak son derece yanıltıcıdır. Bu günkü ABD, Avrupa, Çin, Rusya vs. hiç
biri diğerinden ak kaşık değildir; aralarında hiçbir nitelik farkı bulunmamaktadır. Hepsi
emperyalisttir. Birine karşı diğerlerini desteklemek söz konusu olamaz. Bu bakımdan durum,
dünya politikası ölçeğinde bakıldığında, Marks-Engels dönemine değil, Lenin’lerin dönemine,
birinci dünya savaşı öncesindeki döneme benzemektedir. Buna uygun olarak da, Marks-
Engels’lerin her şeyi Avrupa gericiliğinin kalesi Rusya’ya karşı savaşa tabi kılma anlayışının
paraleli sayılabilecek her şeyi ABD’ye karşı savaşa tabi kılma anlayışının tersine, Lenin’ler
döneminin yenilgiciliğinde olduğu gibi davranmak gerekiyor. Çünkü bu güçlerin arasında
hiçbir nitelik farkı bulunmamaktadır gericilik ve halkların özgürlüğüne düşmanlık
bakımından. Hepsi aynı karakterde olunca yıllardır denenmiş strateji Lenin’lerin
yenilgiciliğidir.
*
Ama bir sosyalist için sorun orada bitmez. Bizler hiçbir yolsuzluk olmasaydı; bunlara hiçbir
olanak tanımayan bir sistem olsaydı bile bu kapitalizme karşıyız. Bizlerin kapitalizme
eleştirisi, onun yolsuzluklara kapı açması vs. gibi noktalardan değildir. Namuslu
oportunistlerin en tehlikeli oportunistler olması gibi, yolsuzlukların olmadığı bir kapitalizm;
“namuslu” bir kapitalizm en tehlikeli kapitalizmdir. Bizler onan, insan ihtiyaçlarına değil,
kara dayanan bir sistem olması nedeniyle ona karşıyızdır.
Kara dayanma özel mülkiyeti kutsal ve dokunulmaz kılmayı gerektirir. Ama bu kara dayanan
ekonomi, ancak, özel, politik ve ekonomik gibi ayrımlara dayanan bir üst yapıyla; bir “dinle”,
bir “uygarlık” olarak var olabilir ve örgütlenebilir.
Dolayısıyla kara dayanma ile, özel, politik, ekonomik ayrımı gibi ayrımlar arasında özel
mülkiyet, kar, işgücü, artı değer, işgücünün kullanım değeri gibi nitelikler bakımından
kopmaz bir ilişki bulunmaktadır.
Bu şu demektir: bu uygarlığın dayandığı temel varsayımlardan birini çökerttiğinizde aslında
bütün binayı da çökertirsiniz. Bu bakımdan konu aynı zamanda kapitalizme karşı mücadele ile
de, bunun stratejik sorunlarıyla ve yeni bir uygarlık projesi ve programlaştırılmasıyla da
yakından ilgilidir. Bunu biraz yakından görmeye çalışalım.
Bilindiği gibi bu yolsuzluk sorunları ile birlikte hemen her zaman “Sırlar” sorunu gündeme
gelir. Birileri hemen çıkar, Bunlar “özel hayatın sırlarıdır”, “bunlar ticari sırlardır” der.
Birileri çıkar bunlar “Devlet sırrı”dır der.
Bu günkü toplumdaki tüm taraflar, ticari, siyasi (“Devlet sırları”) ve özel “sırlar” olabileceği
konusunda kesin bir uzlaşma içindedirler. Bu günkü toplumun tüm çıkmazı da tam buradadır.
Sosyalistler bunu sorgulamayı bile akıl edemez durumdadırlar. Etseler bile bir şey söyleyecek
durumda değildirler çünkü daha önceden başka bağlamlarda bu tür durumlarda bizzat
kendileri “Özel hayatın gizliliği”nin ya da “sırları”nın savunucusu olmuşlardır.
Örneğin, ne zaman bir kitle hareketi yükselişi ya da bir terör eylemi olursa, burjuva devletleri
hemen, telefonların evlerin dinlenmesi, bu dinleme işinin kolaylaştırılması türünden yeni
yasalar çıkarırlar veya böyle yeni yasa teklifleri getirirler. Bu durumlarda solcular hemen her
zaman, bu devlet kontrolüne karşı dururlar ama bunu hemen daima yeni yasaların özel hayatın
gizliliğini dolayısıyla kişilerin haklarını ihlal ettiği gibi bir noktadan yaparlar. Yani isteseler
de istemeseler de, burjuva uygarlığının, kar ekonomisinin dayandığı özel, politik ayrımını;
özel hayatın gizliliğini vs. kabul etmiş ve savunmuş olurlar.
Sosyalistler söz düzeyinde kapitalizme veya kar ekonomisine karşı durduklarını söylerlerken
aynı zamanda kar ekonomisinin, burjuva uygarlığın dayandığı tüm sistemi en temelinden
savunmaktadırlar.
Yani eğer bir paralellik kurulmak gerekirse, ortada, tıpkı bir zamanlar Lenin’lerin,
Troçki’lerin “demokratik cumhuriyet” ve “ulusların kaderini tayin hakkı” programının
çelişkisi gibi, bir çelişki bulunmaktadır. Bir yandan, devletin her türlü dilsel, dinsel
tanımlanmasını ve eşitsizliği reddeden; bir tek köyün bile ayrılmasını kabul eden demokratik
cumhuriyeti savunurken, diğer yandan ulusların kaderini tayin hakkı diyerek, ulusların bir
dile, bir tarihe, bir halka göre tanımlanmasını, yani dillerin ve kültürlerin eşitliğine
dayanmayan; demokratik olmayan bir cumhuriyeti savunmak gibi bir çelişki bulunmaktadır.
Bir yandan kapitalizme, kar ekonomisine karşı çıkılmakta, ama diğer yandan, bu ekonominin
dayandığı tüm üstyapı ve onun özel, politik ayrımı, olduğu gibi savunulmaktadır.
Nasıl ulusların kaderini tayin hakkı, demokratik cumhuriyeti içi boş bir retoriğe çevirdiyse,
burada da, özeli savunmak, kapitalizme karşı çıkmayı boş bir retoriğe, bir Pazar vaazına
dönüştürür. İşçi ve sosyalist hareketin başına gelen tamı tamına budur.
Özetle işçi hareketi sadece ulusların kaderini tayin hakkı dolayısıyla, demokratik cumhuriyeti;
yani ulusun dile, dine, etniye dayanan her türlü tanımının reddi ilkesini bir retoriğe, içi boş bir
kalıba dönüştürmemiş ve işçiler ve sosyalistler bir asgari programdan yoksun kalmış değildir;
aynı zamanda özel hayatin gizliliğini savunmak gibi sözde burjuva devletinin baskılarına karşı çıkan formüllerle de, kar ekonomisi ve kapitalizme karşı çıkış da bir boş kalıba dönmüş, başka bir uygarlık programı bir yana, kar ekonomisini ve özel mülkiyeti reddeden program
bile unutulmuş ve yitirilmiştir. Halbuki sosyalistler sorunu eğer bu uygarlığın dayandığı varsayımları sorgulama düzeyinde
koysalar, bu otomatikman kapitalizmin sonunu getirecek bir hareketin yolunu açar.
Özel hayatın gizliliği formülü ve savunusu, aslında burjuva uygarlığının, özel, politik ve
ekonomik ayrımına dayanmaktadır. Kapitalizmden önce hiçbir sistemde, özel hayat diye bir
kategori yoktur. Zaten özel hayat diye bir sosyolojik kategori de yoktur, “özel” ve “özel
hayat” kategorileri, ideolojik, hukuksal, yani burjuva uygarlığının dayandığı ve
örgütlenmesinin temelini oluşturan kategorilerdir.
Örneğin Devlet sırları veya ticari sırlar da, bu ayrıma dayanmaktadır. Böyle bir ayrım
olmadan, böyle sırlardan söz edilemez. Bunlar da, bu anlamda, hukuki ve ideolojik
kategorilerdir.
Sosyalizm henüz yükseliş dönemlerindeyken, henüz sosyalist bir uygarlık, bu ayrımın
kendisini sorgulamak diye bir problemi olmadığı zamanlarda bile, gerçekten kapitalizmin
dayandığı mantığı da sorguladığından, bilinçsizce ve kendiliğinden de olsa, sonu bu ayrımın
kendisini sorgulamaya gidecek sloganlar ve programlar oluşturabiliyordu.
Örneğin Ekim devrimini yapan Bolşevikler, bütün devlet sırlarını, gizli anlaşmaları
açıklamayı bir program maddesi olarak önlerine koymuşlardı. Keza, insanların açlık tehlikesi
karşısında, fiilen ticari sırları ve karı ve özel mülkiyeti sorgulama sonucunu yaratacak olan,
tüm ticari sırların açıklanması; işçi denetimi; var olan işlerin çalışabilir nüfus arasında eşitçe
dağıtılması gibi “Geçişsel talepler” ortaya atmışlardı.
Bu taleplerin hiç birisi aslında doğrudan doğruya kapitalizmi sorgulamıyordu; ama toplumun,
toplumsal yaşımın örgütlenmesi bakımından karın veya özel mülkiyetin dokunulmazlığını
kabul etmiyorlardı. İnsanların ihtiyaçlarını ve birbirlerine karşı sorumla olduğunu hareket
noktası olarak alıyorlardı. Dolayısıyla, fiiliyatta kapitalizmin, özel mülkiyetin ve kar
ekonomisinin aşılmasına gitmek zorunda kalıyorlardı.
Bir bakıma tersinden yukarıda anlatılan çelişkiyi işliyorlardı. Temel fark, o çelişkide anti
kapitalizm veya demokratik cumhuriyet bir retoriğe dönüşürken ve çelişki geriye doğru
çözülürken, bu geçişsel taleplerde, çelişki kapitalizmin tasfiyesine varışla çözülmektedir.
Ne var ki, bu “geçişsel talepler” çoktan unutuldu; hatta demokratik görevlerden kaçmanın; her
biri dile, dine, etniye, soya tarihe göre örgütlenmiş gerici devletlere karşı mücadelenin
gündemden düşürülmesinin araçları oldular. Türkiye gibi ülkelerde kimi radikal ve Marksist
olduklarını söyleyen Troçkist gruplarda olduğu gibi.
İşin ilginci, özel hayatın gizliliği ve dokunulmazlığı parolasıyla yapılan savunular, inisiyatifi
burjuvaziye ve burjuva devletine vermekte, onlara, toplum adına özel hayatın
sınırlandırılabileceği gibi karşı durulmaz bir argüman vermektedir. Bu durumda, sol
muhalifler, toplumsal sorumluluğu fiilen burjuvaziye ve burjuva devletine terk etmekte,
kendilerini iyice savunulamaz bir noktada bulmaktadırlar. Bu noktada da sürekli olarak
yenilmektedirler. Savaş sonrasında hiçbir ülkede sosyalistler, devletin kontrolünü arttıran her
hangi bir anti demokratik yasayı durdurabilmiş değillerdir.
Ama bir de söyle bir program ve davranışı göz önüne getirelim. Sosyalistlerin özel hayatın
gizliliğini ve dokunulmazlığını savunmayı bırakıp, özel, politik ve ekonomik hayatın
dokunulmazlığı ve gizliliği olamayacağını savunduklarını var sayalım. Yani evet buyursun
devlet, benim hesaplarımı kontrol etsin; istiyorsa mektuplarımı okusun; telefonlarımı dinlesin;
ama bütün şirketlerin, bütün devlet dairelerinin, bütün örgütlerin tüm yazışmaları; tüm
dinlediği telefonlar; tüm tutanaklar; tüm kararlar da tüm insanların bilgisine ve kontrolüne
açık olsun. Benim dinlenen telefonumun tutanakları her yurttaşın bilgisine açık olmalı;
hesaplarım sadece devletin değil her yurttaşın bilgisine açık olmalı; ama aynı şekilde, bütün
şirketlerin, kuruluşların, örgütlerin, devlet dairelerinin de herşeyi herkesin bilgisine açık
olmalı. Nasıl özel hayatın gizliliği yoksa “Ticari sırlar” ya da “devlet sırları” da yok.
Böyle bir yaklaşım, sosyalistleri birden savunma mevzilerinden ve programsızlıktan çıkıp
inisiyatif kazandırmakla kalmaz, kapitalizmin temellerine ve dayandığı ilkeleri sorgulayarak,
bir sosyalist uygarlığın üzerinde yükseleceği düşünsel temelleri atar. Bu aynı zamanda saldırı
inisiyatifini tekrar kazanmayı sağlar; devlet ve burjuvazi devlet sırlarını ve ticari sırları
savunma mevzilerine çekilirler. Tabii bu savunma mevziinde getirecekleri her argüman onlara
karşı bir silaha dönüşür.
Geçişsel taleplerin yıkıcı özelliği, onların kar ekonomisinin ve özel mülkiyetin dayandığı
varsayımları sorgulamasında; insanların ortak yaşamını, sorumluluklarını ve ihtiyaçlarını ön
plana çıkarmasındaydı. Onların yıkıcı potansiyeli buradaydı. Onlar henüz başka bir uygarlık
projesinin bir parçası olarak ortaya koyulmamışlardı; bu kavramsal ve programatik temelden
yoksundular ama bu potansiyeli içlerinde taşıyorlardı.
Dünya işçi hareketi başka bir yol izlese, 20’lerin yenilgileri sonucu yok olmasaydı, belki
sosyal mücadele pratiğinin içinde işçiler kendi denemeleriyle bu gün vardığımız yere çoktan
varmış, yani başka bir uygarlık projesine ulaşmış olabilirlerdi. Çünkü, Ticari sırların, devlet
sırlarının tanınmaması ve toplumun bunları kontrol etmesiyle, özel hayatın dokunulmazlığının
reddedilmesi arasında çok büyük bir yol yoktur. Ve bunların dokunulmazlığının olmadığı
yerde; özel, politik, ekonomik ayrımının kendisinin fiili bir anlamı kalmaz, bu ayrımın kendisi
kolayca reddedilip aşılabilir. Bunun için ille de tarihsel maddeciliğin bu bağlantıyı açıklayan
bir din teorisi bulunması gerekmemektedir. Ezilenler mücadele içinde kendi denemeleriyle de
buna varabilirler, sonra da Marksistler, bu fiili varışın ardındaki derin nedenleri araştırırken
bunu açıklamak için genel olarak bir din teorisine ve bu çerçevede modern toplumun dininin
teorisine varabilirlerdi. Böyle bir tarih de mümkündü. Eylem pek ala teorinin önünde
yürüyebilirdi örneğin Fransız devriminde veya Paris komününde olduğu gibi.
*
O halde bu yolsuzluklar bağlamında bizlerin programatik, stratejik ve taktik duruşlarımız şu
özelliklere sahip olmalıdır.
1) Yolsuzluk iddialarının burjuvazi ve bürokratik oligarşi arasındaki mücadelede silahlar
olduklarını bir an için bile unutmamak ve yolsuzlukların gerçek sorumlusunun toplumda en
küçük bir demokratikleşmeye tahammül edemeyen; en küçük bir demokratik denetim ve
ezilenlerin öz savunmasına olanak tanımayan bürokratik oligarşi olduğunu vurgulamak, esas
mücadelenin sivri uçunu bu oligarşiye yöneltmek. Burjuvaziyi ise, bu oligarşiye karşı mücadeleyi zayıflattığı, dolayısıyla onun dolaylı suç ortağı ve işbirlikçisi olduğu noktasından
saldırmak.
Bu günkü Türkiye’de yolsuzluk, işkence, toplumsal çürümeyi ortadan kaldırmanın tek yolu
bürokratik oligarşiyi ve onun egemenliğini alaşağı etmektir.
2) Doğrudan kapitalizmi, kar ekonomisini ve özel mülkiyetin dayandığı burjuva uygarlığının
temellerini sorgulayan, devlet, sırları, ticari sırlar, özel hayat ayrımını ve bunların gizliliğini
reddetmek. Bu günkü sistem hakkında başka bir dünyanın ne olabileceği hakkında bir
tasavvur oluşturmak. Politik mücadeleden kaçanların sloganı haline gelmiş olan, “Başka bir
dünya mümkün” sloganını, onun nasıl bir şey olduğunu göstererek içini doldurmak. Bütün
özel, politik, ticari her türlü bilginin herkese açık olması. Emekçilerin bundan korkacağı
hiçbir şey yoktur. Ama burjuvazinin ve devletin bu sırlar olmadan var ve egemen olması
mümkün olamaz.
Bir köyde, herkes herkesin ne yaptığını bilir. Bu nedenle orada çok daha az suç işlenir. Dünya
madem ki globalleşti, bir global köy oldu diyorsunuz. O halde beyler global köyde, global
köylüler gibi yaşayalım. Herkes herşeyi kontrol edebilmelidir. Ama özellikle insanlar, kendi
çıkarlarının insanların çıkarı olduğunu söyleyen devletleri, şirketleri. Evet, biz ölümlü
insanların hesaplarını, telefonlarını, mektuplarını kontrol etmek mi istiyorsunuz. Buyurun
edin. Ve sadece siz değil, herkes herkesin bilgilerine ulaşabilmeli. Daha bu aşamada bile
bundan zararlı çıkacaklar sizler olursunuz.
Ama biz de bütün şirketlerin, bütün örgütlerin, bütün devletlerin ve onların organlarının her
şeyini de bilmek ve kontrol etmek istiyoruz.
O zaman bakın ne terör kalır ne de açlık ve sefalet, ne de yolsuzluk ve işkence.
29 Ocak 2006 Pazar
Demir Küçük aydın
Avrupa’daki Göçmenler ve Kızıl Elmacıların Talat Paşa Yürüyüşü
Türk Devleti, Avrupa’da yaşayan ve çalışan, Türkiye kökenli göçmen işçileri Dış politikasının
basit bir aracı olarak kullanmakta ve kullanmaya çalışmaktadır. Onu Avrupa’daki
göçmenlerin yaşadıkları ekonomik, politik, sosyal dezavantajlar ilgilendirmemektedir. Zaten
Avrupa’daki göçmenlerin Avrupa’nın eşit haklı yurttaşları olması, Türk devletinin çıkarlarına
da aykırıdır. O zaman onları dış politikasının basit araçları olarak kullanma şansı azalır. Bu
nedenle, aslında birbirlerine karşı gibi görünseler de, Avrupa devletleri ile Türk devletinin
çıkarları ortaktır. Avrupa’daki göçmenler üzerindeki ayrımcı ırkçılık, bu işgücünün sosyal ve
politik hakları olmaması ve olağanüstü bir sömürü altında yaşaması nedeniyle, Avrupalı
işgücünün yeniden üretiminin fiyatını düşürerek (işgücünün yeniden üretimine ilişkin,
özellikle gastronomi gibi branşlar, tamamen kaçak ve göçmen işçilere dayanmaktadır.) kar
oranlarının düşüşüne karşı bir eğilim sağlamakta, böylece bu devletlerin göçmen işçiler
sırtından, çelişkileri azaltmasını sağlamaktadır; bu da öreğin Türk devletinin, dolayısıyla
devlete egemen bürokratik kastın işine gelmekte ve bu göçmenleri kendi dış politikasının
basit bir piyonu olarak kullanabilmektedir. Yani göçmenlerin ucuz işgücü durumlarının
sürmesi ile Türk devletinin onları dış politikasının basit piyonları olarak, o ülkelere karşı bir
baskı aracı olarak kullanabilmesi aynı madalyonun iki yüzüdür. Arada hayatı kayanlar
göçmenler olurlar.
Elbette, Avrupa’daki göçmenleri, bağış ve diğer başka desteklerin sağlanacağı bir lojistik
destek gücü olarak gören solcusu, Kürdü, Alevisi de bir başka düzeyde aynı yaklaşımı
tersinden sürdürürler. Onlar için de göçmenler, Avrupa’daki mücadelenin özneleri değildirler,
çünkü onların Avrupa’da mücadele diye bir perspektifleri yoktur.
Ama sadece onlar mı? Göçmen devrimci veya sosyalistlere, sadece göçmenlik ya da geldikleri
ülkelerle ilgili konularda fikir soran ve son zamanlarda oy almak için birkaç göçmeni, şu veya
bu politikanın izleyicisi olduğu için değil, göçmen kimliğiyle aday gösteren Avrupalı solcular
ve partiler de aynı oyuna tersinden katılırlar.
Ve böylece bir zamanların; bırakalım sosyalizmi bir yana, Polonyalıları Paris Komününde
komutan yapan devrimci demokratik geleneklerin tüm unutulmuşluğu ve gerici bir
milliyetçiliğin tüm insanlığı, sağıyla soluyla sardığı bir kere daha ortaya çıkar.
*
İşte şimdi Türk devleti ve kontr gerillası Doğu Perinçek’in İşçi Partisi aracılığıyla şimdi
Berlin’de “Talat Paşa Harekatı” namı altında yine Avrupa’daki Türkiye kökenli ve bir kısmı
da hala Türkiye vatandaşı göçmenleri kendi dış politikasının basit bir piyonu olarak kullanma
girişiminde bulunuyor.
Amaç, Almanya ve diğer Avrupa ülkelerine “bakın Ermeni soykırımı konusunda üzerime
fazla gelirseniz, Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenli göçmenleri harekete geçirir başınızı
ağrıtırım” mesajını vermektir.
Türkiye’de ulusun Türklük ya da Kürtlükle değil, belli bir toprak parçasında yaşıyor olmakla
tanımlanması demokrasi projesini savunan Kürt özgürlük hareketini yasaklayarak ve baskı
altında tutarak ve önderini Türk devletine teslim eden Avrupa Ülkeleri ve Almanya da
aslında, devletlerin Türklük. Ermenilik, Kürtlük vs. ile tanımlanmasını teşvik etmekte
dolayısıyla kendini Türklükle tanımlayan Türk devletini desteklemektedir. Çünkü ancak
kendini Türklükle tanımlayan bir devlete karşı, o devletin baskı altına aldıklarının
memnuniyetsizliği tıpkı Türk devletinin buradaki Göçmen Türkiyelileri yaptığı gibi
kullanılabilir ve yine ancak kendini Türklükle tanımlamış bir devlete, Ermeni Soykırımını tanı
diye o anki çıkarlar göre baskı yapılabilmektedir.
Yani nasıl Türk devletinin Avrupa’daki Türkleri Türk dış politikası ve diplomasisinin araçları
olarak kullanabilmesi, Almanya veya diğer Avrupa devletlerinin gerici milliyetçiliği ile
mümkün oluyorsa, Avrupa devletlerinin de Türkiye’deki ezilenleri kendi dış politikasının
araçları olarak kullanabilmesi ancak Devletin Türk devleti olarak kalmasıyla mümkün
olabilmektedir.
Böylece her ikisi de aslında devrimci demokrasi karşısında birbirlerini desteklemekte ve
güçlendirmektedir.
Bir ulusu örneğin veya başka bir etniyle, tarihle, soyla, kültürle ve bizzat böyle tanımlamayı
reddetmenin ve yeryüzünden böyle tanımlayan ulusları yok etmenin ulusun birleştirici amacı
olduğu bir ulusta, ezen bir etni, soy, sop, dil, din vs. olmayacağından, ezileni de olmaz ve o
zaman ona karşı o ezilenleri kullanmak da mümkün olmaz. Aksine böyle bir ulus, bizzat
Avrupa için esas tehdidi oluşturur.
*
Türk devletinin ikinci bir amacı da şudur: son yıllarda Ermenilerin uğradığı katliamın yavaş yavaş gündeme yerleşmesi ve bu katliamı mahkûm etmeye yönelik bir anlayışın yayılma
eğilimine karşı en gerici milliyetçiliği mobilize, etmek, güçlendirmek ve örgütlemektir.
Böylece Avrupa’daki Türkiyeli göçmenler üzerinde daha büyük bir kontrol ve etki sağlayıp,
Avrupa devletleri ile çelişkilerinde elini güçlendirmektir.
Türk devleti bu yönde son yıllarda büyük mesafeler kaydetti. Bundan onbeş yirmi yol önce,
Avrupa’daki Türkiyeliler, Konsolosluk kapılarında, hudut boylarında aşağılanan,
gönderecekleri dövizlerden başka hiçbir şeylerine değer verilmeyen bir durumdaydılar.
O zamanlar Avrupa’daki Türkiyeli göçmenler yavaş yavaş bir eşit haklar mücadelesi için
hareketleniyor, ilk örgütlenme ve mücadele deneylerinde bulunuyor; ırkçı saldırılara karşı gençler öz savunma çeteleri kuruyorlardı ve bu hareketler bütünüyle Türk devletinin kontrolü
dışında gelişiyordu.
Ancak Türk solcuları ve Kürt özgürlük hareketi bu eğilimi hiçbir zaman ciddiye almadılar
veya sadece kendilerinin Türkiye ya da Kürdistan’da yürüttükleri mücadelenin bir aracı olarak
algıladılar. Bu gerici ve milliyetçi yaklaşım bir bakıma, Türk devletine ilham verdi ve
bilinçsiz de olsa Türkiyeli göçmenler arasında, tam da Türk devletinin göçmenleri bu sefer
kendi dış politikasının ve diplomasisinin basit bir aracı olarak kullanabilmesi için humuslu bir
toprak oluşturdu.
Kürdistan’da savaşın yükselmesi ve Kürt Ulusal Hareketinin Avrupa’daki Kürtleri sadece bir
destek üssü olarak görmesi; onları kendi politikasının araçları olarak harekete geçirmesi de
Türk devletini esinledi ve Avrupa’daki Kürtleri dengelemek için Türkleri örgütleme
politikasına hız verdi.
Kürt Ulusal Hareketi, tam da bir ulusal hareket olmanın sonucu olan bir dar görüşlülükle, bu
konuda son derece yanlış bir stratejiyle adeta Türk devletinin önünü açtı. Kürt Ulusal Hareketi
Avrupa’daki Kürtlerin veya göçmenlerin mücadele eğilimini, kendi mücadelesini bölen ve
onun gücünü azaltan bir hareket olarak gördü. Tabiri caiz ise, Avrupa’daki göçmenlerin
doğmakta olan mücadelesini arkadan vurdu. Hâlbuki başlangıçta, örgütlü güç, biraz uzak
görüşlü olarak, Avrupa’daki göçmenlerin mücadelesinin yükseltilmesine yöneltilse; onları
Avrupa devletlerine karşı bir baskının aracı olarak kullanmakla sınırlı bir politika
izlenmeseydi, bu gün Avrupa’da durum çok başka olabilirdi.
Bu gibi yanlışların sonucu da olarak, Avrupa’daki Türkiyeliler, Kürdüyle Türküyle
Avrupa’nın en az hakka sahip olan ve buna rağmen en uysal, en köle ruhlu göçmen kitlesini
oluşturmaktadırlar. İngiltere’de, daha dün ataları, dedeleri kelimenin gerçek anlamıyla köle
olarak yaşamış Karayibliler, Afrikalılar defalarca isyan etmişken; Fransa’da daha geçenlerde
Afrikalı gençler isyan etmişken, Türk ve Kürtler kuzu kuzu oturan bir göçmen azınlık olmaya
devam etmektedirler. Bu kültürde de yankısını bulur. Örneğin Fransa Rai müziğinin yayıldığı,
İngiltere’de Rasta geleneklerinden kaynaklanan, Reggy’den kaynaklanan müziklerin ortaya
çıktığı bir yerdir ama Avrupa’daki Türk veya Kürtlerden çıkmış bir protest müziği yoktur
yoksul göçmen gençlerin ruhunu kavrayabilecek.
Kürt Ulusal Hareketinin kısa vadeli ve dar görüşlülüğünün, Avrupa’daki göçmen
hareketlenmesini nasıl Türk devletinin ve faşistlerinin adeta kucağına ittiğini bir iki örnekle
belirtmek yerinde olabilir.
Örneğin, Mölln’de yakılanlar karşısında o zaman Kürt Hareketi bunun Kendisinden dikkatleri
kaçırmak için yapılmış bir provakasyon olduğunu söyledi. Almanya’nın belli alanlarda
desteğini veya en azından hoşgörüsünü sağlamak için, bu yakma olayına karşı Türkiyeli
göçmenler arasında radikalleşen hareketten uzak durdu. Tıpkı Türk solcuları gibi,
Avrupa’daki varoş gençlerinin Türk bayrağı takmasını veya Türklüklerini öne çıkarmasını,
Türkiye’deki faşistlerin Türklüğüyle karıştırdı ve onları Türk devletinin ve Faşistlerin adeta
kucağına itti.
Buradaki gencin Türk bayrağı taşıması veya Türklüğünü öne çıkarması, ırkçı baskıya karşı bir
direniş anlamına geliyordu. Bu bütün ırkçı baskılarda görülen bir şeydi. Almanya’da Türk
aşağılama sıfatıydı. Bu gençler Türklükle ilgili sembollere sahip çıkarak, tıpkı siyahların
siyahlıklarından utanmayı bırakıp “siyah güzeldir” demeleri gbi davranmış oluyordu. Veya
yeni Kaledonyalıların, Fransızların aşağılamak için kullandıkları Kanaken sözcüğünü alarak
kendilerini Kanaken olarak tanımlamaları gibiydi. Eğer buna takılmadan, bunun somut anlamı
anlaşılsa, bu hareketin içinde yer alınsa o hareketin içinde olarak, göçmenlerin mücadelesi
bakımından Türk bayrağı taşımanın, bütün diğer göçmenlerle birleşmeyi ve onları harekete
geçirmeyi engelleyen, mücadeleyi zayıflatan bir sembol olduğu söylenseydi o gençler hızla bu
kanaldan, çok ileri politik noktalara kayabilirlerdi.
Bir başka örnek. Almanya’daki Türkiyeliler, kendilerine Misafir işçi denmesine karşı çıkıp
kendilerinin bu ülkelere gelmiş göçmenler olduklarını bu ülkelerde çalışıp vergi verdiklerine
göre tüm haklara sahip olmaları gerektiğini söylüyorlar ve örneğin Almanı Alman halkından
olmakla, dolayısıyla kanla tanımlayan, 10 nesildir Rusya’da yaşayan, Kazakistan’da
büyümüş, bir kelime Almanca bile bilmeyen “Alman” otomatik olarak Alman vatandaşı olurken, burada doğmuş, Almancası ana dili gibi veya daha iyi olan göçmenlerin hiçbir hakkı
olmamasını sorguluyorlardı. Bu özellikle Misafir İşçi kavramı üzerinden bir savaşla
yürüyordu. Göçmenler misafirlik kavramını hiçbir şekilde kabul etmiyorlardı.
Bu tartışmalarda, Kürtlerin temsilcileri hemen daima, burada göçmenlerle birlikte mücadele
edecek yerde, kendilerinin Türk devletinin baskıları nedeniyle burada olduklarını, Eğer
Avrupa Kürtleri destekler ve Kürtler haklarına kavuşur veya ayrı bir devletleri olursa, buradan
geri gideceklerini, şimdilik burada misafir olduklarını söyleyip göçmenleri adeta arkadan
vuruyorlar, göçmenlerin burada misafir oldukları dolayısıyla önlerine konana teşekkür edip
minnettar olmaları gerektiğini söyleyen en gerici politikacılarla aynı şeyleri söylemiş oluyorlardı.
Böylece Kürtler, radikalleşme ve politikleşmelerini, Avrupa’daki göçmenlerin
mücadeleleriyle birleştiremedikleri, böyle bir perspektifleri olmadığı, tabiri caiz ise bu
göçmenlerin doğmakta olan mücadelesini adeta kendilerine düşman ve engel gördükleri için,
bu radikalleşme dalgası da büyümediği gibi, Avrupa’daki göçmenlerin bir harekeni örgütleyip
tüm göçmenleri birleştirme şansı da olmadı. Böylece sonraki yıllarda bu sefer Türk devletinin
Avrupa’daki Türkleri, dış politikasının araçları olarak örgütlemesinin koşulları oluştu.
Elbette, duvarın yıkılması, bu yıkılma sonucunda Türkiye’den gelen Türk veya Kürtlerin
Polonyalı ve diğer Doğu Avrupalılara göre konumunun yükselmesi; yeni gelenlerin Almanlık
temelinde geldikleri için, eşit haklar diye bir sorunun olmaması; Sol hareketlerin bu araççı
tavrı sonucunda göçmenlerin bütünüyle hukuki çifte vatandaşlık gibi sosyal demokrat
stratejilere kayması; Duvarın yıkılışının yarattığı o müthiş ideolojik gericileşme;
Türkiyelilerin sınıf kompozisyonunun değişmesi; küçük dükkancılığın ve bir burjuvazinin
ortaya çıkması; çanak antenlerin çıkışı ve bunun aracılığıyla Türk devletinin ve
televizyonunun muazzam etkisi; benzerinin Medya TV’de de Kürtler için gerçekleşmesi gibi
bir çok etkenin bir araya gelmesi gibi bir sürü faktör de bu günkü durumun oluşmasında etkili
oldu.
Bu gün Avrupa’daki göçmen Türkiyelilerin bir sosyal hareketi bulunmadığı gibi, böyle bir
sosyal hareket oluşabileceğine dair düşünsel ya da kültürel bir akımın izi bile
bulunmamaktadır.
Türkiyeliler Türkiye veya Kürdistan’a yönelik olarak örgütlenmiş ve bölünmüş bulunmaktadırlar. Aleviler Alevilikle, Kürtler Kürtlükle vs. uğraşmaktadırlar. Hiç birinde
Avrupa’da bir mücadele verme perspektifi yoktur. Hepsi kendilerini Türkiye’deki
mücadelenin bir destek gücü olarak görmektedirler, burada ortaya koydukları bazı talepler
bile buradan ziyade, bir örnek aracılığıyla Türkiye’deki taleplerine destek kazandırma
amacına yöneliktir.
İşte bu ortamda Türk devleti Doğu Perincek gibiler aracılığıyla, Avrupa’daki Türkleri, dış politikasının basit uzantıları olarak kullanmak üzere mobilize etme denemelerine girmektedir.
A. Avni
15 Mart 2006 Çarşamba
Dünya Kupası’nın Düşündürdükleri
Almanya’da bir festival havası var. Sadece futbol maçlarının yapıldığı şehir ve stadlar değil,
her yer bir festival görünümünde. Her şehirde bir veya birkaç yere, büyük ekranlar, bu
ekranların civarına içecek, yiyecek ve hatıra eşyası satan sergiler kurulu. Ama sadece bu
kadar da değil. Neredeyse, her lokanta, her Kneipe (İngilizlerin Pub’u ya da Fransızların
Cafe’sinin Alman’yadaki karşılığı denebilir), hatta her büfe de, genellikle bir Televizyon
ekranı koyuyor içeriye veya önüne. Bütün arabalarda, evlerde başta Alman bayrağı olmak
üzere bayraklar, yine aynı “ulusal renkler” ile boyanmış yüzler, T-Shirt’ler, şapkalar.
Bu sadece Almanya’da böyle değil, neredeyse bütün ülkeler, dünyanın her yerindeki insanlar
çeşitli derecelerde benzer bir havanın içinde. Her yerde neredeyse temel konuşma konusu bu.
Bu atmosferin dışına çıkmak mümkün değil.
Biraz kafa yormanın zamanıdır.
Uluslar ve Globalleşme
Ulusçular ulusun ne olduğunu tanımlamaya çalışırlarken, bunların içinde bir eğilim ulusların
tarihten geldiğini, unutulmuş ve uyutulmuş ulusal bilincin uyandırılması gerektiğini söylerler,
bu daha ziyade daha gerici ulusçuluğun bir alameti farikasıdır.
Nispeten daha demokratik ulusçular ise, geçmişten ziyade, fiziksel ya da kültürel
özelliklerden ziyade, geleceğe yönelik bir tanımda yoğunlaşırlar, ortak bir ülkü birliğinin bir
ulusu ulus yaptığını söylerler.
Bunların yanı sıra, ortak bir kaderin ve yaşantının da bir ulusu ulus yaptığını söyleyen bir ekol
daha vardır özellikle “Avusturya Marksizmi” kökenli.
Tabii bir de bunların hepsini birden veya çeşitli kombinasyonlarını bir ulusun, ulus olmasının
koşulu olarak (örneğin Stalin’in Ulus tanımı göz önüne getirilsin) getirenler de vardır.
Bu “teori” ve bu kriterlerin hiç birisi nesnel olarak ulusun ne olduğunu anlatmazlar.
Çünkü bunların hepsi, “ulusal olanın politik olanla çakışması” gerektiğini kabul etmiş; veya
bunda bir sorun görmeyen ulusçulardır. Onların sorunu, o “ulusal olanın” neyle
tanımlanacağıdır.
Yani, bütün bu ulus tanımlarını yapanlar ulusçulardır. Ulusun ne olduğuna ilişkin farklı
teoriler olarak ortaya konan teoriler, aslında farklı ulusçuluklardır. Yani ortadaki farklılıklar
farklı ulus tanımları değil, farklı ulusçuluklardır.
Onlar ulusun tanımını ve ulus olmanın kriterlerni koyduklarını söylerlerken ulusun ne
olduğunu bizlere açıklamış olmazlar ama farklı ulusçulukların ne olduğu hakkında bizlere
açıklanması gereken zengin bir malzeme sunarlar.
Farklı ulus tanımlarının farklı ulusçuluklar olduğu kavranınca bu farklı tanımların var oluş
nedenlerini anlamak da kolaylaşır. Ve o zaman sorular şöyle sorulabilir: “Niçin ulusu şu veya
bu şekilde tanımlayan ekoller vardır ulusçular içinde? Niçin şu veya bu kriter ulusun tanımı
olarak getirilmektedir?”
Soru böyle sorulunca, yani farklı ulusçulukların niye var olduğu ve ulusu öyle tanımladığı
araştırılınca, bunun ardında tam da Marks’ın dediği gibi, üretim ilişkileri ve bu ilişkiler içinde
var olan konumu ve çıkarı farklı grupların (sınıfların) çıkar, karakter ve eğilimleriyle
karşılaşırız.
Çok kaba hatlarıyla, insan haklarına, ülkü birliğine dayalı; ulusu geçmişle değil, gelecekle,
amaçla tanımlayan ulusçulukların nispeten demokratik ulusçuluklar olduğunu; Tarihle,
Kültürle (dille, dinle, soyla, ırkla vs.) tanımlayan ulusçulukların gerici ulusçuluklar olduğu
söylenebilir. Elbette bu iki temel biçim arasında bir çok gri tonu bulunmaktadır.
Avusturya Marksizmi’nin ortak yaşantı ve kader birliği kriteri ise, şu veya bu şekilde bir ulus
bir kere oluştuktan sonra ortaya çıkar. Yani kader ve yaşantı birliği ulusu yaratmaz, ulus bir
kere ortaya çıkınca, kader ve yaşantı birliği oluşur. Avusturya Marksizmi’nin sorunu, ulusun
ve ulusçuluğun sonucu olarak ortaya çıkan bir görüngüyü, onun bir kriteri gibi ele
almasındadır.
Ulus demek, her şeyden önce, politik olanın, yani devletin tanımlandığı “şey”dir. Bir devlet
bir kere ortaya çıkınca, veya devleti olmasa bile bir kere bir devlet için, kendini bir ulus
olarak tanımlayan bir grup ortaya çıkıp da bunun için mücadeleye başlayınca; bu ulus nasıl bir
tanıma dayanmış olursa olsun, bir ortak yaşantı ve kader birliği başlar. Başlangıçta bütünüyle,
politik bir hedef olan, imajiner olan, fiili bir gerçeklik olarak görünmeye başlar.
İnsanlar okullarda aynı kitapları okurlar, aynı dili ve yazıyı öğrenirler; aynı vergi sistemi, aynı
idari sistem, aynı sınıf ilişkileri içinde yaşarlar, aynı devletin ordusunda askerlik yaparlar,
aynı müzikleri dinlerler. Bir süre sonra, bu ortak yaşantı ve kader, ortada gerçekten, tıpkı
sınıflar gibi, hatta sınıflara göre çok daha net ve açık olarak görülebilen ulus diye bir “şey”
olduğu, bunun tamamen doğal bir şey olduğu; başka bir var oluşun mümkün ve tasavvur
edilebilir olmadığı fikrini ortaya çıkarır. Ve bu korkunç bir yanılsamaya yol açar. Aslında bu
yaşantı birliğini, kader birliğini (ulusu) yaratan devletin, politikanın kendisi iken; sanki devleti
ve politik olanı yaratanın o ortak bir kaderi ve yaşantıyı paylaşan topluluk (ulus) olduğu
görüşü yayılır.
Böylece ulusu ulusçuların yarattığı; ulusların ulusçular olduğu için var olduğu gerçeği; kendi
zıddı biçiminde görünür. Ortada bir ulus olduğu için ulusçuların olduğu biçiminde görülür.
Bu nedenle, ulusu nesnel olarak belli kriterlerle tanımlama yolundaki her girişim, aslında
bütünüyle kendi zıddı biçiminde ortaya çıkan görünümden hareket ettiği için metodolojik
olarak idealizmle damgalıdır. Yani ilk bakışta ulusu, tıpkı sınıflar gibi nesnel kriterlerle
tanımlama girişimleri, çok materyalist görünmelerine rağmen, aslında düşüncenin varlığı
belirlediği bir anlayışı hareket noktası yapmış olurlar; yani ulusçuların ulus anlayışlarını, ulus
tanımları olarak kabul etmiş olurlar.
*
Her neyse, konumuz bu değil. Şu ortak yaşantı ve kader birliği kriterine dönelim.
Bir an için, birer ulusçu olalım ve ulus olmanın en temel ölçülerinden birinin ortak bir yaşantı
birliği, kader birliği olduğunu var sayalım. Bunu kontrol edelim.
Bu günkü dünyada, bu günkü globalleşme çağında, bu kriterin büyük ölçüde aşındığı
görülmekte. Çünkü bütün dünyada, milyarlarca insan, aynı fabrikadan çıkmış televizyon
ekranlarından aynı programları izliyor, aynı maçları izliyor; aynı sahneleri görüyor; aynı
atmosferler içinde yaşıyor. Bu Dünya Şampiyonası, olimpiyatlar, savaşlar, büyük felaketlerde
özellikle çok netleşiyor.
Örneğin Türkiye’de bir zamanlar, geçmişte yaşanmış bir “Erzincan Zelzelesi” vardı. Bu
Türkiye’de yaşayan insanların ortak hafızasına kazınmıştı. Türk ulusunun ortak yaşantı ve
kader birliğini yaratan bir olay olarak görülebilirdi. Ama son tsunami örneğin, neredeyse tüm
uluslardan herkesin ortak hafızasına aittir.
Yani ulusun “din” gibi değil de “sınıf” gibi nesnel olarak kriterleri sıralanabilir nesnel bir
“Şey” olduğu düşüncesine yol açan, ortak kader ve yaşantı birliği bile, kökünden
sarsılmaktadır. Evet, hala devletler belirlemektedir politik gelişmeleri, hala devletlerin
bayraklarını asmaktadır insanlar, ama herkesin “kendi” devletinin veya ulusunun bayrağını
asması olayının kendisi bir ortak yaşantıdır. Bu ortak yaşantı aynı devletin (ulusun) takımı
kazandığı veya kaybettiğinde o ulustan olanların duyduğu sevinç veya üzüntüden daha az
önemli değildir. Bir ulusun içinde bile, farklı takımları tutanlar kazanç veya kayıplarda benzer
farklılıklar yaşarlar. Bu farklılıklar dünya çapında bir ülke ölçüsündeki kazanan kaybedenlere
benzetilebilir.
O halde, bu gerçek zamanda herkesin aynı şeyleri görüp, aynı şeyleri yaşadığı dünyada, ortak
yaşantı ve kader birliği, artık ulusal sınırları çoktan parçalamış bulunmaktadır.
O halde, gören göz için, bu futbol şampiyonasının bir kere daha ortaya çıkardığı bir gerçek
var, sadece ulusçuluk değil; ulusların kendisi, yani ulusal devletlerin kendisi, üretici güçlerin
bu günkü gelişmişlik düzeyinde insanlığın var oluşunun ve mutluluğunun önündeki en büyük
engeldir.
Mücadele, bütün dünyada, bizzat uluslara, ulusal devletlere karşı olmalıdır. Ulusların ve
ulusal devletlerin kendisini akıl ve mantık dışı; yıkılması gereken en büyük ve acil sorun
olarak görmeyen her politik proje gericilikle sonuçlanmaya mahkumdur.
Dünyada sosyalizmin ve sosyalistlerin entelektüel güçlerini, canlılıklarını, perspektiflerini
yitirişinin temelinde uluslara ve ulusal devletlere karşı mücadeleyi gündemin başına
koymamak bulunmaktadır.
Sosyalistler sadece özel mülkiyete saldırıyorlar, ama esas politik iktidarı elinde bulunduran ve
özel mülkiyet kadar insanlığın önünde bir engel oluşturan uluslara ve ulusal devletlere hiçbir
saldırıları yok. Hatta aksine, “Emperyalizme karşı” ulusları, ulusal devletleri, sınırları
savunuyorlar. Hem de en gerici biçimindekileri bile.
Gören göz için, bu Dünya Futbol Şampiyonası, bir tek dünya cumhuriyeti için, yani insanların
dili, dini, etnisi, soyu, sopu, oturduğu yer ne olursa olsun eşit olduğu; eşitliğin ulusların ve
devletlerin yurttaşlarıyla sınırlı olmadığı ve onlarla dolayımlanmadığı sınırsız ve ulussuz bir
dünya için maddi koşulların çoktan oluştuğunu; olgunlaştığını, hatta çürümeye yüz tuttuğunu
gösteriyor.
Sol Neden “Ofsayt”ta?
Almanya’da yapılan futbol şampiyonasının, sırf bir ortak yaşantı ve kader birliği bağlamında
bile nasıl ulusların kabuğuna sığmadığını ve onu aşındırdığını önceki yazıda ele almıştık.
Bu gün dünyadaki her hangi bir soruna, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusların (en
demokratik tanımlanmış ulusların bile) insanlığın kurtuluşu önündeki en büyük engel ve fiili
bir ırkçılık anlamına geldiğini kavramayan her politik parti veya hareket, birden bire kendini
en kötü gericiliğin destekçisi olarak bulur.
Çünkü böyle yaklaşmadığınız sürece, dünyayı ve ondaki politik gelişmeleri anlama ve onlara
karşı bir politik tavır ve program geliştirme şansınız olmaz.
Çünkü soruna böyle yaklaşmadığınız sürece, bu gün dünyaya egemen olan ulus devletlerin
ırkçı bir sistemin araçları olduğunu göremezsiniz. Yani ırkçılığı bir tehlike olarak görürsünüz,
yeryüzü ölçüsünde var olan bir sistem olarak değil.
Çünkü böyle yaklaşmadığınız sürece siz bir ulusçulusunuzdur; insanların değil ulusların eşit olduğu insanların ancak uluslar aracılığıyla eşit olabileceği gibi bir yaklaşıma sahipsiniz
demektir.
Sosyalistler insanların her hangi bir ulus dolayımıyla değil, doğrudan eşit hakları olduğu bir
düzen için mücadele etmeyi bayraklarının en başına yazmak zorundadırlar. Yani, Türkleri,
Almanları, Amerikalıları, Türk, Alman, Amerikan uluslarına karşı savaşmaya; Türk, Alman,
Amerikan olmaktan çıkıp İnsan olmaya çağırmalıdırlar. İnsan ise, ancak, politik olanı ulusal
olanla tanımlamamış bir dünya cumhuriyetinde olunabilir. Hem insan, ham de Türk, Alman,
Amerikan vs. olunamaz.
Bu günkü sistem Türklerin, Almanların, Amerikalıların, insanlar üzerindeki diktatörlüğüdür.
Sosyalistlerin görevi, İnsanların Türkler, Almanlar, Amerikalılar üzerindeki diktatörlüğünü
kurmaktır.
Sorun şudur: politik olan neye göre tanımlanacaktır? Şu veya bu biçimde tanımlanmış bir
ulusa göre mi, İnsan’a göre mi? Biri ulusal devletler, dünyanın sınırlar ve devletlerle
bölünmesi, diğeri dünya cumhuriyetidir; sınırların ilgasıdır.
Demokratik bir cumhuriyet ancak, İnsanların, Türkler, Almanlar, Amerikalılar üzerindeki bir
diktatörlüğü olarak var olabilir.
Ki bu aynı zamanda “Proletarya Dikatörlüğü”nün kendisidir. “Proletarya diktatörlüğü” ancak
“İnsanların bir diktatörlüğü” olarak var olabilir. Türk, Alman, Amerikan devletleri olarak var
olamaz bir proletarya diktatörlüğü.
Sosyalist devrim her şeyden önce İnsanların uluslara karşı bir savaşı olmak zorundadır.
İşte dünyanın sorunlarına böyle bakmadıkça, dünyadaki hiçbir soruna karşı bir politika ve
program geliştirilemez. Ve bir anda politik olarak “ofsayt”a düşülür.
*
Örneğin, Avrupa Birliği, ulusçu bir bakış açısından, gerici ulusçuluktan kurtulma, onu aşma
gibi görülebilir. Türkiye’de bol bol görülebilecek, “Avrupa Ulusu Devleti Aşıyor” övgüleri
hatırlanabilir.
Ama Ulusun ne olduğunu kavramış ve ulusların, NASIL TANIMLANIRSA TANIMLANSIN
(yani demokratik veya gerici ulusçuluğa göre tanımlanmış olsunlar fark etmez), insanlığın
kurtuluşunun önündeki en büyük engel, bütün sorunların başı olduğunu düşünen biri
açısından, yani bir Devrimci Marksist açısından, yani İnsan açısından, Avrupa Birliği, en
gelişmiş biçimiyle bile (Yani Amerika Birleşik Devletleri gibi bir Avrupa Birleşik Devletleri
olması durumunda ve Avrupalılığı sırf teritoryal olarak tanımlaması hiçbir kültürel ve tarihsel
gönderme yapmaması durumunda bile), ulus devletin aşılması değil; kendini Avrupa denen
toprak parçasıyla sınırlamış; ulusu yere göre tanımlayan ve bu topraklar dışında kalan
insanları her türlü haktan yoksun kılan, yeni bir ulus devletin kurulmasıdır. Yani ilerici değil,
gericidir. Çünkü, insanlığın büyük bölümünü dışlamakta; ömrünü doldurmuş ulusları ve
ulusal sınırları yaşatmaya çalışmaktadır.
Ama sosyalistler ya da insanlar için sorun, tıpkı Türklüğü yok etmek olduğu gibi, Avrupalılığı
da yok etmektir. Avrupa’ya girip girmemenin doğru veya yanlış olduğunu Türkler veya
Avrupalılar tartışır veya tartışabilir. Ama sosyalistler ya da insanlar için tartışma Türklüğün
ve Avrupalılığın nasıl yok edileceği noktasındadır ve öyle olmak zorundadır. Sosyalistlik ya
da İnsanlık, Türklük ve Avrupalılık ile bir arada bulunamaz ve uzlaşmaz. Birinin olduğu
yerde diğeri var olamaz. İnsanlar Türk veya Avrupalı olamaz, Avrupalı veya Türkler de İnsan
olamaz.
Aynı şekilde bir sosyalist bir Türk, bir Alman veya Avrupalı olamaz; sosyalist ancak İnsan
olabilir; tersinden bir Türk, bir Alman veya bir Avrupalı da bir Sosyalist (veya İnsan) olamaz.
Ancak uluslara karşı mücadeleyi gündeminin başına koymuş, tüm insanları uluslar, ulusal
devletleri ve ulusal sınırları yıkmaya çağıran bir hareket, bu gericiliği görebilir, teşhir edebilir
ve ona karşı mücadele edebilir.
Avrupa Birliği karşısında, solun temel açmazı tam da budur. Bütün dünyada, ulus
perspektifinin ötesine gidememiş sol, Avrupa Birliği sorununa hiçbir çözüm önerememektedir
örneğin. Bir ülkede sol Avrupa Birliği’nden yana iken diğerinde karşıdır. Avrupa Birliği’ne
karşı olanlar genellikle, en tutucu ve gerici milliyetçilerle, bürokratik ve askeri oligarşilerle;
yana olanlar globalizm hayranlarıyla, liberallerle yan yanadır.
Ama eğer bu günkü en demokratik biçimiyle bile ulusal devletin artık yeryüzü çapında
ırkçılığın bir aracı olduğu gerçeğinden yola çıkıyor ve insanları uluslara ve ulusal devletlere
karşı bir savaş çağrısı yapıyorsanız; Türkleri, Almanları, Fransızları, Rusları, Amerikalıları ya
da Avrupalıları, Türklüğe, Fransızlığa, Amerikalılığa, Rusluğa, Amerikalılığa, Avrupalılığa
karşı savaşa, Türklüğü, Almanlığı, Avrupalılığı, Amerikalılığı bırakıp İnsan olmaya
çağırıyorsanız, hiç de yukarıdaki gibi açmazlar içinde kalmazsınız.
Aksi takdirde bu ırkçı sistemi yaşatma ve pekiştirme yönündeki yaklaşımları bir ilerleme ve
demokratikleşme olarak görürsünüz.
*
Tam da bu Dünya Futbol Şampiyonasının yapıldığı günlerde, Der Spiegel dergisi, Yeni
Uluslar Göçü, “Yoksulların Akını” kapağıyla bir sayı yayınladı. Konu, “yoksul ülkelerden
insanların zengin ülkelere kapağı atma”larıydı.
Dikkat edilsin, bizzat bu başlığın kendisi Irkçı’dır. Ama bu ırkçılığı, bir Alman, bir Türk, bir
Avrupalı’nın görmesi mümkün olmadığı gibi, bizzat onlar bunu yaratırlar ve savunurlar.
Bir Alman; bir Türk, Bir Avrupalı, bir “Yeni uluslar göçü”nden, yoksulların bir “akın”ından
söz edebilir ve edecektir.
Ama tüm insanların eşitliğini, bırakalım gerçek ekonomik eşitliğini, yani kapitalizmin ilgasını
bir yana, formel, hukuki eşitliğini, savunan bir İnsan için, bu ulusların “akın”ı, yoksulların
kapatıldıkları bantustandan , hapishaneden firarı; o hapishanenin ve duvarların dışına kaçma,
o duvarları bilinçsiz bir yıkma çabası olarak görülür.
Ulusçuya, yani bir Türk, Alman veya bir Avrupalıya, bir saldırı, bir “akın” olarak görülen,
İnsan’a bir öz savunma olarak görülür. Ulusçu bu akını durdurmaya çalışır. Yumuşak
ulusçular, üçüncü dünyaya daha fazla yatırım yaparak ve yardım ederek bu akını azaltalım
der, sert ulusçular, yeni ve daha sağlam engeller çıkaralım duvarlar örelim der. Farklı
yöntemlere rağmen ikisinin de muradı aynıdır: “Akın”ı durdurmak!
Ama bir İnsan’a, bu aynı hareket, uluslara karşı, ulusal sınırlara karşı bilinçsiz ve bireysel bir
direniş olarak görünür; insanların kapatıldıkları bantustandan, rezervattan kurtulma çabası
olarak görülür. İnsan’ın sorunu, bunu engellemek değil, bunun bütün duvarları yıkan bir
sele dönüşmesini sağlamaktır. İnsanlar veya sosyalistler, hapishanenin veya duvarın dışına
bireysel ya da toplu kapağı atma girişimlerini, duvara ya da hapishaneye karşı, onları yıkmak
için bir sosyal harekete çevirmeye çalışır ve bu hareketlerde böyle bir sosyal devrimci
hareketin tohumunu görür.
*
İşte soruna böyle bakmayan; İnsan değil; Türk, Alman, Fransız, Avrupalı veya Amerikan olan
sol, kendini out side’de bulmaktadır. Bu son dünya kupası maçlarında Almanya’da açıkça
görüldü.
Alman solu, (tam da Alman solu olduğu için zaten), kendisini hep klasik Hitler tipi ırkçı
milliyetçiliğe göre tanımlamış, refleksleri ona göre oluşmuştur. Belki dünkü dünyada bu tavır
bir ölçüde sol bir duruş için yeterli olabiliyordu ama bu günkü dünyada, artık bu klasik ırkçı
milliyetçiliği hala baş düşman olarak görmek ve ona göre refleksler göstermek, aslında var
olan gerçek ırkçı sistemi gözlerden gizleme ve hatta bu ırkçı sistemi pekiştirme girişimlerini
olumlama olarak görmeye yol açmaktadır.
Bütün sol, Alman milli takımının başarılarında, klasik ırkçı faşistlerin sokağa çıkacağını;
klasik ırkçılığın tekrar legalite kazanacağını düşünüyordu. Ama tam aksi oldu, bütün basın
Almanların da diğer uluslar gibi kendi bayraklarıyla başka ulusları hor görmeden ve
aşağılamadan övünmeye hakları olduğunu, ve işte tam da bu dünya kupasında bunun
gerçekleştiğini; artık uygar bir ulus olarak hala geçmişin yüküyle bayraklarını açmaktan
utanmamaları gerektiğini yazdı. Gerçekten de, başka ülkelerin bayrakları da her yerde
dalgalandı, kimse onlara karşı bir saldırıda bulunmadı. Aksine, güvenlik görevlileri
başkalarını da kendi bayraklarını sallama özgürlüğünü garanti altına aldı. İlk başlarda klasik
ırkçı faşistlerin yaptıkları bir iki girişimde polis son derece sert davranarak onlara gereken
mesajı verdi.
Ama bütün bunlar olunca, sol birden bire kendisini silahsızlanmış buluverdi.
*
Bunu belki gözlerden kaçmış küçük bir olayda görelim.
Hamburg’ta Sternschanse (“Yıldıztabya” diye çevrilse pek de yanlış olmaz) diye bir semt
vardır. Genellikle eski evlerin bulunduğu, yabancıların, solcuların ve öğrencilerin yoğun
yaşadığı bir semttir. Hatta burada solcuların işgali altında bulunan eski bir Tiyatro binası
vardır (buna “Kızıl Flora” denir).
Bu semtte, son dört beş yılda, dünyanın bütün metropollerinde görülen bir değişim başladı.
Bütün dünyada, Yuppie’ler genellikle, eski solcuların, yabancıların yaşadıkları; daha rahat bir
atmosferi olan semtlere yerleşmektedirler. Aynısı burada da oldu. Genellikle medya alanında
çalışan veya nispeten iyi bir geliri ve işi olan, genç, politikaya ilgisiz Yuppie’ler bu semte
dadandılar ve oradaki yerleri mekânları yaptılar.
Artık o eski partal giysili solcular yoktu, ya da azınlığa düşmüşlerdi: iyi bakımlı, giyimli,
anlamsız yüzlü genç bir kitle doldurmaya başladı orayı.
Dünya Kupası vesilesiyle de bütün Kafe’ler önlerine birer televizyon ekranı koydular.
Havalar da güzel gidince, maç saatlerinde bu kitle iğne atsan yere düşmez biçimde maçları
izledi. Yüzlerini boyayanlar, formalar, takma saçlar vs. hasılı o televizyonlarda görülen tipik
bir maç seyircisi görünümü ortalığı kapladı. Bir karnaval, bir festival havası ortalığı sarıyordu.
İşte, Alman milli takımının bir maçında, solcuların işgali altındaki “kızıl Flora”dan, maç
esnasında klasik Alman ırkçı milliyetçiliğine karşı, kocaman hoparlörlerle bir propaganda ve
sabotaj yayını başladı. Kafelerin önüne oturmuş maç seyreden binlerce karnaval havasındaki
kitle önce biraz mırıldandı ama sonra bu yayını duymazdan geldi, ciddiye bile almadı. Hele
Almanya golü attıktan sonra Alman bayraklarıyla güle oynaya eğlenmeye başladı.
Başkalarına karşı bir saldırganlık görülmedi. Hatta diğer uluslara göre daha ölçülü ve
dikkatliydiler, başkalarını rencide etmemeye özel bir dikkat de gösteriyorlardı.
Bu propaganda-sabotaj yayını sadece coşkunun gürültüsü içinde yok olmadı; aynı zamanda
absürdleşti. Çünkü o kendini, klasik ırkçı, Hitler selamlı kaz adımı yürüyüşlü bir milliyetçiliğe
karşı hazırlamıştı, karşısına çıkan rengarenk boyalar içinde şarkı söyleyen, diğerlerine
saldırmayan, kendisini de diğerleri gibi gören, bütün ulusların milliyetçiliği gibi bir
milliyetçilikti. Hatta onlardan daha ölçülü, anlayışlı ve toleranslı bile denebilir.
Ama bu out side durumunu daha da pekiştiren olgu da şuydu: Almanya’da yaşayan Siyahlar,
Türkler ve yabancılar da ellerinde Alman bayraklarıyla, daha fazla Alman olduklarını
kanıtlamak (ve kabul edilmek için) için Almanlardan daha büyük coşku ve ekstra bir gösterme
çabasıyla Alman milli takımının zaferini kutluyorlardı. Hatta muhtemelen Türk gençleri olan
yabancı görünümlü gençler, koca bir tır kamyonunu “kızıl Flora”nın karşısına getirmişler
onun üstüne çıkmışlar ve üzerinde kutluyorlardı. Sonra polis geldi, ve tırın tepesi tehlikeli
olduğundan gençleri oradan indirdi.
Bir zamanlar polis o “kızıl Flora”ya saldırmak için gelirdi, şimdi Alman milli takımının
zaferini kutlayan yabancı gençlerin kutlamayı fazla aşırıya vardırmamaları için geliyordu.
*
Bu çok basit, sıradan, belki çok kişinin dikkatini bile çekmemiş küçük olaylar dizisi, klasik
solun bu günün dünyasını anlamadığını ve ona söyleyecek bir sözü olmadığını; artık ciddiye
bile alınmadığını, bir tehlike olarak bile görülmediğini bir kere daha belgeliyordu.
Irkçılığın bir tehlike değil gerçek olduğunu görmeden bu günkü dünyada bir politika
üretmenin olanağı yoktur. Ama ırkçılığın bir tehlike değil de bir gerçek olduğunu ise ancak
İnsanlar görebilir, Türkler, Avrupalılar, Almanlar veya Amerikalılar değil. Onlar açısından
her şey olağandır normaldir. Irkçılık, Der Spiegel’in kapağındaki “akın” sözcüğünde gizlidir.
Bu günkü dünyada, artık klasik ırkçılık bir tehlike değildir. Elbet bu ırkçılık vardır. Hele savaş sonrasını ve 68’i yaşamamış doğu Avrupa ülkelerinde bu ırkçılık vardır ve oldukça da
güçlüdür, ama artık dünyadaki gelişmelere damgasını vuran bu değildir. Bu ırkçılığa karşı mücadele içinde hiçbir program, ve perspektif geliştirilemez. Bu günün ırkçılığı, çok kültürlü
biçimiyle bile ulusal devletleri ve sınırları savunmanın ta kendisidir.
Globalleşme, tüm malların ve paranın serbest dolaşımına dayanmaktadır. Bu günün
dünyasında, bir tek mal vardır bu serbest dolaşımdan yararlanamayan: İşgücü.
İşgücünün serbest dolaşımı, gittiği yerde eşti haklara sahip olması demek, ulusların, ulusal
sınırların ve devletlerin ortadan kalkması demektir.
Kar oranlarını yüksek tutmak ve işçi sınıfını uluslara göre bölebilmek ve her ülkede
burjuvaziyle ittifaka çekebilmek ancak ulusal sınırlar ve devletler sayesinde mümkün
olmaktadır.
Globalleşmenin böylesine geliştiği bir çağda, klasik ırkçılık ne burjuvazinin yayılma hayalleri
ne de kapitalizm için hiçbir avantaj sağlamamakta, aksine bir yük oluşturmaktadır. Bu
nedenle, ulusal devletleri savunma, bir bakıma, burjuvaziyi klasik ırkçılığa karşı duruşa ve
çok kültürlülüğe dayanan bir milliyetçiliği teşvik etmeye zorlamaktadır.
Burjuvazinin böyle bir sisteme doğru geçişi hem ülke içinde, hem dünyada ona daha geniş bir
temel ve daha geniş bir hareket alanı sağlamaktadır.
Elbette burjuvazinin bir milliyetçilikten diğer milliyetçiliğe geçişi; kaz adımlı Hitler selamlı
milliyetçilikten; renkli ve karnaval havalı milliyetçiliğe geçişi, düz bir yol izlememektedir ve
bizzat burjuvazinin içinde aynı zamanda bu iki milliyetçilik arasında bir çatışma da
gerçekleşmektedir. Bu düz bir süreç değil, çatışmalı, gel gitleri olan bir süreçtir.
İşte son Dünya Kupası, Almanya’daki bu çatışmada, klasik ırkçı milliyetçiliğin, “çok
kültürlü” milliyetçilik karşısında ciddi biçimde geri adım atmak zorunda kaldığı bir
çatışmaydı aynı zamanda. Solu out side’a düşüren de tam buydu.
Almanya’daki Dünya Kupasında bu çatışma da gelecek yazının konusu olsun.
06 Temmuz 2006 Perşembe
Futbol Şampiyonası, Alman Politikası ve Sol
Bu dünya futbol şampiyonasında Almanya dünya şampiyonu olamadı, finale kalamadı,
üçüncülükle yetinmek zorunda kaldı, ama politik olarak bu şampiyonada en büyük başarı ve
kazanç Alman burjuvazisinindir. Neden ve nasıl? Bunu göstermeyi deneyelim.
Son dünya kupası, Alman burjuvazisinin, klasik kana, soya dayalı ırkçı milliyetçilikten; artık
günün ihtiyaçlarına cevap vermeyen ve bir yük oluşturan bu milliyetçilikten; globalleşmenin
ve bir Avrupa Birliği oluşturabilmenin ihtiyaçlarına daha uygun düşen bir milliyetçiliğe
geçişin dönüm noktası olduğu gibi; bu iki milliyetçilik arasındaki mücadelenin de bir
sahnesiydi
Bu durumu iyi gözleyen, eski 68’li, bir zamanların hızlı “Anarşist”i, şimdilerde “Yeşiller”in
teorisyen ve stratejlerinden, onların Avrupa işlerine bakan Daniel Con Bendit (bir zamanların
“Kızıl Dany”si), son dünya Dünya Şampiyonasına Alman Milli Futbol takımını hazırlayan
Klinsmann’ı kastederek, “o Yeşil-Kızıl koalisyonun yapamadığını başardı” (“yeşil” ve “kızıl”
Alman politik kültüründe ekolojistler ve sosyal demokratların karşılığı olarak kullanılıyor.)
anlamında sözler etti. Onu böylesine söz ettiren değişim nedir?
Bir çok sosyolog, yazar vs. bu şampiyona öncesi Almanya ile bu şampiyona sonrası
Almanya’nın aynı olmadığını söylüyor ve bunda Alman Milli takımının antrenörü
Klinsmann’ın işlevine dikkati çekiyor2..
2 Bu değişim Radikal yazarı Ceyda Karan tarafından şöyle anlatılıyor. Yazar aynı zamanda değişimi anlatşıyla
değişenin ne olduğunun bir kanıtın daha da sunmuş oluyor. Yazını başlığı bile ilginç: “Almanya Gök Kuşağının
Altından Geçiverdi.”
“Dünya Kupası'nı kaybettiler. Pek ümitlenmişlerdi, Dortmund'ta yarı finalde gelen yenilgi sonrası gözyaşlarını
tutamadılar. Çok sürmedi, gülümsediler. Bu kupanın 'galibi' Almanlar oldu. Bir aylık futbol festivaline
hoşgörüyle ev sahipliği yaptıkları, sportmenlikleriyle yeşil sahalarda ırkçılığa prim vermedikleri,
memleketlerinin dört bir yanını altın sarısı-kırmızı-siyah bayraklarıyla donatmakla kalmayıp, Togo'nun yeşil-sarı-kırmızısına da bürünebildikleri için... Ve 1980'lerin çelik disiplinli Panzerleri'ne, göçmenlerin topçularını
Birkaç karakteristik haber, bu dönüşümün çapı hakkında bir karar verir.
Almanya’da büyüyen, Türkiye kökenli film rejisörü Fatih Akın, Hürriyet’de çıkan habere
göre şunları söylemiş. Haberi 2 Temmuz Pazar günkü Hürriyet’ten okuyalım.
“Ödüllü Yönetmen Fatih Akın: Dünya Kupası Irkçılığı bitirir. (...) “İlk kez Almanya’yı
tuttuğunu söyleyen Akın, “Almanya’daki Türkler milli maçlarda hep rakibi tutardı. Ama bu
son dünya Kupası’nda bu değişti. (...) Bütün dünyadan misafirler geldi. Bu bir şok gibi oldu.
Eğitim gibi bir şey oldu, iyi oldu. Irkçılık gidiyor.”
“Almanya’nın yediği gol üzülen, attığı golle havalara fırlayan Akın, tur sevincini kutladı.”
Alman medyasında, esas vurgu hep, artık bütün milletler gibi Almanların da kendi
bayraklarından utanmamayı öğrendikleri ve onunla rahat bir ilişki kurabildikleri gibi
noktalarda yoğunlaşıyordu. Ve hemen hemen bütün haber ve resimlerde genellikle Almanlar
başka uluslardan insanlarla birlikte eğlenirken haber yapılıyordu. Maç dolayısıyla gelenlerle
yapılan söyleşi ve haberlerde öne çıkarılan, ziyaretçilerin Almanlar hakkında hep kabız, aşırı ırkçı milliyetçi gülmez insanlar gibi yargıları olmasına rağmen burada bambaşka bir durumla
karşılaşmış olmaları gibi noktalardı.
Bir de en çok Alman bayrağıyla Alman milli takımının başarıların kutlayan yabancılar,
özellikle Türkler ve siyahlar göze batırılmaya çalışılıyordu. Hatta Türklerin Alman bayrağının
kırmızı şeridinin ortasına ay yıldız koymaları özellikle öne çıkarılan haberler arasındaydı.
(Buna gerici Türk milliyetçiliği, aynısının yarın Türkiye’de de olabileceği, yani Kürtlerin,
yeşil, sarı ve kırmızının ortasına bir ay yıldız koyabilecekleri korkusuyla hemen karşı çıktı.
Tabii Almanlarınkine koyulmasına temelden itirazı yok. Ona itirazı eşeğin aklına karpuz
kabuğu düşürebilir diye.)
Yani Fatih Akın’in tavrı, an azından yabancılar ve solcular yaygın olan genel bir eğilimin
ifadesinden başka bir şey değil. Solcuların ve yabancıların önemli bir kısmı eski reflekslerin
anlamının kalmadığını düşünüyor ve artık Alman bayrağından utanmamayı veya Almanya’yı
tutmayı öğreniyor. Geçenlerde “Sol Neden “Ofsayt”ta?” yazısında anlattığımız ve
katabildikleri, Polonyalı Klose ve Podolski, Fransız aksanlı Neuville, yarı Ganalı Odonkor'lu bir takım
kurabildikleri için...
Yıllardır uyum sorunları yaşadıklarını konuşsak da, bir şekilde sığdıkları geniş göçmen kitlelerinin,
kendiliklerinden bu üç renge bürünerek canı gönülden Almanya'yı desteklemiş olması bir işaret olsa gerek.
Göçmenlerin, özellikle de Müslüman nüfusun giderek arttığı Avrupa'da Hollanda ve Danimarka gibi hoşgörü
timsali gösterilen pek çok memlekette aşırı sağ güçlenirken, Almanya'da marjinal görülüyor. Yer gök altın
sarısı-kırmızı-siyah renklere boyanırken, yıllardır bu renkleri tekellerine almış aşırı sağcıların çareyi Reich'ın
beyaz-kırmızı-siyah renklerine sığınmakta bulması pek manidar değil mi? İşte bundan ötürü, Dünya Kupası
boyunca Almanya'da yaşanan coşkunun 'Nazizm ruhunu hortlatacak bir milliyetçi hissiyat' olduğu iddiası pek
komik. Zira Anglo-Sakson medyasının pek sevdiği milliyetçi yakıştırmalar, Almanya'nın her zaferi sonrası Berlin
sokaklarına üşüşen, Alman bayrağına ay-yıldız konduran Türkleri açıklamıyor. Yahut da Der Spiegel'in
yayımladığı altın sarısı-kırmızı-siyah renklere bürünmüş başörtülü Müslüman kızların fotoğrafını... Bu başka bir
fotoğraf olmalı! Belki de basitçe şu saptamayı yapmak lazım: Almanlar artık kendilerini iyi hissediyor, dakika
başı özür dilemek gerektiği fikri sabitinden kurtuluyor.” (10/07/2006, Radikal)
tartıştığımız küçük sahneler, aslında genel bir eğilim ve dönüşümün tipik görünümleriydi.
Aslında bu yeni durum en bizzat PDS’in (Demokratik Sosyalizm Partisi) yıldızı olan, Gregor
Gysi’nin aşağıdaki sözlerinde en açık biçimde yansıyor:
“Ulusal futbol takımları için Almanlar tarafından dışa vurulan ulusal gurur, Meclis sol grup
başkanı Gregor Gysi’nin görüşüne göre, olumlu yurtseverliğin bir işareti. Gysi
“Tageszeitung”a verdiği demeçte, Almanya’da genç kuşak arasında “Ana vatanlarına
(Türklerde vatan ana metaforuyla, Almanlarda baba metaforuyla bağlantılıdır. Tam çevirisi
“baba vatan” olurdu) karşı tamamen normal, kabız olmayan” bir ilişki gelişiyor ve bu dünya
futbol şampiyonasını “biricik büyük bir şölen yapıyor” dedi. Buna karşılık, bizzat kendi
kuşağının ise, “ulusal sorunla hastalıklı bir ilişki”si olduğunu ve bu nedenle yurtseverlik
tartışmasında “ağzını kapaması” gerektiğini söyledi.
Gysi “Burada ilk defa, kendi ulusuna karşı bağımsız, kabız olmayan, normal bir ilişki
oluşuyor” dedi. Eski PDS Başkanının argümanına göre, toplumda herkesin kendisini bütüne
karşı sorumlu hissedebilmesi için, kabız olmayan ve normal bir ulusal bağ bir ön koşuldur.
Gysi’ye göre, “sağ taraftaki Totaliter anti komünizm tıpkı solun bir kesimindeki totaliter anti
nasyonalizm gibi bunu şimdiye kadar engelledi.”
Gysi partisinin bir bölümündeki ritualleşmiş “Almanya, bir daha asla!” parolasını da
eleştirdi. “İnsan istemediği bir ulusu yönetemez” dedi. Bunun kafada ve yürekte bir çelişki
olduğunu söyledi. Solcular ve kendi kuşağının tutucuları, 50’li ve 60’lı yıllarının
tecrübeleriyle genç kuşakların canını sıkmamalı. “Biz kendiliğinden daha iyi gelişeni
yolundan saptırmamalıyız. Normalleşmeye bizim katkımız bu olabilir.” dedi. (21 Haziren
2006 http://de.news.yahoo.com/21062006/286/gysi-begruesst-deutschen-fussball-
patriotismus.html )
Gysi’nin bu sözleri, bu futbol şampiyonasının Alman kapitalizminin gerçek bir zaferi
olduğunun en büyük delilidir. Eski milliyetçiliğin karşısında olan solcular yeni milliyetçiliğin
savunucularıdırlar. Bir burjuvazi için, bundan daha büyük bir kazanç olabilir mi?
“Ofsayt”ta kalmak istemeyen solcular ve yabancılar (Gysi veya F. Akın) bu yeni
milliyetçiliğin selamlayıcıları, taraftarı ve savunucusu olarak ortaya çıkıyorlar.
Milliyetçiliğin ne olduğunu anlamayanlar, bu günkü dünyada en demokratik milliyetçiliğin
bile aslında dünya çapında bir ırk ayrımcısı apartheit sisteminin aracı olduğunu anlamayanlar,
böyle yaparken, ırkçılıktan kurtuluş ve ona karşı çıkış adına, fiilen bu ırkçı sistemin
savunucuları olarak ortaya çıkıyorlar.
Ama sadece sol mu böyle? Aynı bölünmenin Alman sağı, arasında da yaşandığı görülüyor.
Die Zeit gazetesinin haberine göre, Alman faşistleri arasında da bir bölünme varmış. Bir
kısmı, bu “yeni yurtseverliği” milliyetçiliğin yaygınlaşması olarak selamlarken, diğerleri
bunun “tatil ve Pazar günü milliyetçiliği” olduğunu söyleyip bu milliyetçiliğe karşı tavır alıp
onunla kendi arasına sınır çizmeye çalışıyormuş. Bunlar etrafı dolduran siyah kırmızı ve sarı
renkli Alman bayraklarına da karşı çıkıp, siyah beyaz ve kırmızı renkli bayrağın Alman
milliyetçiliğinin bayrağı olduğunu söylüyorlarmış.
Böylece Alman burjuvazisi, solcuları, yabancıları (ve hatta faşistler arasındaki bölünmenin
gösterdiği gibi) faşistlerin bir bölümünü yeni milliyetçiliğinin destekçileri haline dönüştürmüş bulunuyor.
Elbette bu yeni biçim milliyetçilik Batı Almanya’da eski Doğu Almanya olan Eyaletlerden,
büyük şehirlerde taşradan, gençler kuşaklar arasında yaşlılardan daha güçlü ve yaygındır. Eski
biçim hala özellikle eski doğu Almanya’da çok güçlüdür, ama bu, geleceğe damgasını vuran
bir eğilim değildir. Bütün doğu Avrupa’da olduğu gibi, orada zaman bir süre durmuştu ve
duvarın yıkılışından beri kaldığı yerden devam ediyor. Doğu ve Batı (Yaşlılar ve gençler;
büyük şehirler ve taşra) aslında bu milliyetçiliğin birbirini izleyen iki aşamasını, zamansal bir
dizilişi, mekansal biçimde yansıtmaktadırlar.
Alman kapitalizmi için Avrupa’daki başka ulusları ve toprakları işgal ile yayılmanın, başka
ulusları köleleştirmenin ideolojik temellerini atan klasik ırkçı milliyetçilik bir intihar olur.
Ayrıca buna ihtiyacı da yoktur. Hitler’in “Avrupa Kalesi”ni Alman Burjuvazisi, bizzat doğu
Avrupalı halkların Avrupa Birliği’ne katılmak için yaptıkları ayaklanmalarla ve gönüllü
katılımlarıyla kurmuş bulunmaktadır. Alman burjuvazisinin ihtiyacı, bu yeni duruma uygun
bir milliyetçilikti. Eski kuşakların şekillenmeleri, gelenekler, yerleşmiş eski yapı bu yeni
duruma uygun bir milliyetçiliğin egemen olmasının önünde bir engel oluşturuyordu. Bu futbol
şampiyonası, bu eski milliyetçiliğin kabuğunun kırılması; Alman politik kültürü ve egemen
resmi milliyetçilik için küçük bir “devrim” oldu.
Ama eskisinin yerine gelen, en az eskisi kadar tehlikeli bir ırkçılıktır, ya da günümüz
dünyasına uygun bir ırkçılıktır. Bu kavranmadığı an, dünyadaki hiçbir gelişme karşısında
doğru bir tavır alınamaz. 1936 Berlin Olimpiyatları biyolojik ayrımlara dayanan bir
milliyetçiliğin ve ırkçılığın bir gösterisiydi. 2006 Dünya futbol şampiyonası, “Çok kültürlü”
bir milliyetçiliğin ve ırkçılığın gösterisidir, Alman politik kültüründe ikincisinin birincisinin
yerini almasıdır. Bunun nasıl bir ırkçılık olduğunu ise her hangi bir şekilde bir milliyetçi
olanlar anlayamazlar.
Bunun ırkçılık olduğunu anlayabilmek ve görebilmek için, yer yüzünde ulusal sınırların ve
milletlerin demokrasi ve insan haklarının önündeki en büyük engel olduğunu kavramak; bu
çok kültürlü milliyetçiliğin de bu ulusal sınırları ve ırk ayrımcısı sistemi yaşatmayı ve
güçlendirmeyi amaçladığını görmek gerekir.
Bu günkü globalleşme çağında, gelişmiş ülkelerde, gerek yaşlanan nüfus dolayısıyla, genç
nüfuslu “üçüncü dünya”dan gelecek iş gücüne duyulan ihtiyaç nedeniyle; gerek iş gücünün
yeniden üretiminin fiyatını düşük tutmak dolayısıyla kar oranlarını yükseltmek için özellikle
gastronomi, temizlik, sağlık gibi alanlarda göçmen iş gücüne duyulan ihtiyaç nedeniyle ve
nihayet belli alanlarda (özellikle programlama, elektronik) işgücü ithal edebilmek ve
çekebilmek için klasik kana, etniye, kültüre dayanan milliyetçilik burjuvazi için bir engel
oluşturur.
Ama sadece bunlar değil, Alman burjuvazisi gibi sabıkalı bir burjuvazi için, klasik
milliyetçilik, ekstradan prangadır politik, ideolojik ve kültürel etkinin ekonomik etki
ölçüsünde yayılmasını ve ağırlığının artmasını engelleyen.
*
Burjuvazinin globalleşmeden çıkardığı sonuç, yeryüzünde ulusal sınırların kaldırılması
gereği, ulusların ilgası ve bir tek dünya cumhuriyeti değildir. Bu eski milliyetçiliğin terki
bizzat tam da bu ulusları ve sınırları korumanın ve yaşatmanın bir aracıdır. Böylece burjuvazi,
hem gerici ulusları ve ulusal sınırları korumakta hem de yoksulları bir rezerv olarak bu
sınırların dışında tutmaktadır. Böylece, insanlığın büyük yoksul çoğunluğu, ulusal sınırları ve
ulusları meşru kabul eden bu sistem aracılığıyla, bir ırk ayrımcısı bir dünyada yaşamaktadır.
Bu modern çok kültürlü ulusçuluğu savunmak, özünde bu ırk ayrımcısı sistemi savunmak,
ulusları savunmak anlamına gelmektedir.
Bu günkü ırkçılık, aslında tıpkı klasik ırkçılık gibi dışında tutarak köleleştirmektedir. Çok
kültürlü milliyetçilik, zengin ülkelerin etraflarına ördükleri duvarlarla birlikte yükselmiştir ve
yükselmektedir. Bu dışta tutuş “çok kültürlü” bir milliyetçilik aracılığıyla yapıldığından, bu
modern ırkçılığa geçiş, “normal” bir milliyetçiliğe geçiş olarak Demokratik Sosyalizm Partisi
önderi Gysi tarafından bile selamlanıyor ve savunuluyor.
Bu günün dünyasında her türlü malın ve paranın hiçbir ulusal sınırı tanımadan dolaştığı bir
dünyada, işgücü denen malın hala ulusal sınırlara bağlı kalmasını “Normal” bir milliyetçilik
olarak savunmak, yani ulusal devletleri, sınırları savunmak ve insanları bunlara karşı savaşa
çağırmamak, ırkçılığı savunmakla, insanlığın büyük bölümünü bir “üçüncü dünya” denen
rezervatta tutmakla özdeştir. Bunu kavramayan sol, klasik ulusçuluğu ve ulusal devletleri savunduğu sürece, “ofsayt”ta
kalmaya, klasik faşistlerle aynı ulusçuluk düzeyine takılmaya mahkumdur. Eğer bu klasik
ulusçuluk karşısında bay Gysi gibi “normal” ve “çok kültürlü” ulusçuluğu savunduğunda da,
bu günün gerçek var olan ırkçılığını, geleceğe damgasını vuran ırkçılığı savunur durumda
olmaya mahkumdur. Yeşiller, PDS veya Fatih Akın’da olduğu gibi.
Aslında bu bölünme aynen Türkiye’deki solun bölünmesi gibidir. Klasik ırkçı Türk
milliyetçiliğini savunanlar, Türklüğü ve Türk devletini sorgulamayanlar ve globalleşmeye
karşı olmak adına onu savunanlar, genel kurmayın, Askeri bürokratik oligarşinin birer desteği
ve yedeği olarak kalmaktadırlar. Buna karşılık, “Çok kültürlü” mozaik milliyetçiliği
savunanlar ise, burjuvazinin, globalizmin, Avrupa Birliği’nin, Liberalizmin savunucuları
olarak ortaya çıkmaktadırlar.
Her iki taraf da ulusal devletleri ve sınırları tartışmamaktadır, politik olanın ulusal olana göre
tanımlanmasını sorgulamamaktadır; her iki taraf da milliyetçilidir, farkları ulusal olanın nasıl
tanımlanacağı noktasındadır.
Alman politik kültüründe “Bir daha asla Almanya” sloganları atanlar veya “Anti
Alman”cıların Türk solundaki karşılığı Türkiye’nin “ulusalcı sol”udur. Gysi’lerin,
Bendit’lerin Türkiye’deki karşılıkları ise ÖDP’liler, “İkinci Cumhuriyetçiler”dir.
Bunların ikisi de milliyetçidir, ayrılıkları milliyetçilik anlayışlarındadır. Klasik milliyetçiler
buna Türkiye’de anti emperyalizm, Almanya’da anti Almanlık elbisesi giydirmekte;
globalizme karşı çıkış adı altında gerici ulusçuluğu savunma ve yaşatmaya çalışmaktadırlar.
Modern çok kültürlü milliyetçiler ise savunduklarının milliyetçilik olmadığını, ulus devletin
aşılması olduğunu söylemektedirler. Bunların ikisi de milliyetçiliktir. İkisi de ırkçılıktır ama
biri artık ömrünü doldurmuş, diğeri bu günün dünyasının ihtiyaçlarına uygun.
Bu futbol şampiyonasında Almanya’da ne olduğunu anlamak için Türkiye’de şöyle bir durum
düşünülebilir.
Almanya’daki Bayern Futbol mafyası (şu Beckenbauer’ler falan) klasik ırk, kana dayalı
milliyetçiliğin temsilcileriydiler. Bu milliyetçilik bizzat Alman burjuvazisinin çıkarlarının
önünde bile bir engel haline gelmişti. Bu en iyi ve açık olarak Alman Milli takımının
bileşiminde görülür.
Bu milliyetçilik, yetenekli ve yoksul Türk ve yabancı çocuklarını daha okul ve mahalle
takımlarından beri engeller. Bunların içinde özel yetenekleriyle yükselebilenler büyük
takımlarda yedek kulübelerinde bekletilir ve hele milli takıma alınmaları söz konusu bile
olmazdı.
Bu en açık olarak futbol sonuçlarında görülebilir. Fransa Cezayirli İşçi Çocuğu Zidane ve
simsiyah futbolcularıyla Dünya şampiyonu ve ikincisi olurken, Alman milli takımı benzer
başarılar gösterememektedir. Buna karşılık, Almanya’nın dışladığı Türkiye kökenli gençler,
Türkiye’yi geçen dünya şampiyonasında dünya üçüncüsü yapmışlardı. Bu gençleri dışlamayıp
özümleyebilseydi, geçen dünya şampiyonasında Almanya kolaylıkla dünya şampiyonu
olabilirdi örneğin.
Bu durum Almanya’ya egemen kana dayanan milliyetçiliğin Almanya’nın ekonomik gücüne
denk düşen bir politik ve ideolojik güç ve ağırlıktan onu mahrum kılmasının futbola
yansımasından ve onda da ifadesini bulmasından başka bir şey değildir.
Alman kapitalizmi üretim ve ekonomi alanındaki etkisini, politika ve ideoloji alanında
gösteremiyor ve bu da Alman kapitalizmi ve emperyalizminin gelişiminn ve yayılışının
önünde bir engel oluşturuyordu.
Almanya iki dünya savaşına neden olmuşluğu ile, diğer ülkeleri işgal etmişliği ile zaten
sabıkalıdır. Bu geçmiş nedeniyle Almanya, daima uluslar arası politika alanında arka planda
kalmayı bir strateji olarak benimsemiştir. Dünya politikasında Avrupa adına hep Fransa’yı ne sürmüş, gerçekte kendi söylemek
istediklerini Fransa’ya söyletmiştir. Böylece hem Fransız Burjuvazisinin kendini beğenmişlik
biçiminde dışa vuran aşağılık komplekslerini tatmin etmesine olanak vermiş hem de onun bu
tafralı tavırları karşısında altın ortayı, aklı selimi ve uzlaşmayı savunan bir pozisyonu savunur
görünme olanağı elde etmiş, herkes tarafından kabul edilebilir olmuştur.
Savaş sonrasının özellikle Genscher döneminin Alman dış politikasını bu strateji karakterize
eder.
Ne var ki Doğu Avrupa’nın çöküşüyle birlikte bu denge yerinden oynamıştır. Yeni döneme
uygun dış politikayı da Yeşillerden Fischer şekillendirmiştir. Duvarın yıkılışında, Almanya’nın birleşmesine en büyük muhalefet bizzat Fransa ve
İngiltere’den hatta Amerika’dan gelmiştir. Doğu Avrupa’nın halkları bir yandan, Avrupa
Birliği’ne katılarak Rusya’ya karşı kendilerini garantiye almak istiyorlardı ama Avrupa Birliği
demek Almanya demek olduğundan, bu aynı zamanda Almanya tarafından yutulmak
anlamına de geliyordu. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmaktı bu. Bu nedenle bir yandan
Avrupa Birliği’ne girerken, Alman politik etkisine karşı Amerika’nın yanında yer aldılar.
Böylece, ABD, aslında bu ülkelerde ekonomik olarak büyük bir etkisi olmamasına rağmen, bu
ülkeler fiilen Alman sermayesi tarafından ele geçirilmiş olmasına ve Almanya’nın egemen
olduğu Avrupa Birliği’ne girmiş olmalarına rağmen ABD’nin müttefiki oluyorlar ve ABD bu
ülkeler aracılığıyla Avrupa Birliği içinde ağırlığını arttırıyor, Irak’a Saldırı döneminde olduğu
gibi, Avrupa Birliği İçinde “Yeni Avrupa” ile “Eski Avrupa”ya karşı bir denge
oluşturabiliyordu.
Böylece ABD bizzat Avrupa Birliği içinde Alman-Fransız eksenini kuşatabiliyordu. İngiltere
zaten klasik müttefiği ve Avrupa Birliği içinde beşinci koluydu. Güney Avrupa ve Akdeniz
ülkeleri İtalya, İspanya, Portekiz gibi ülkeler Almanya’nın gücünü dengelemek için ABD’nin
yanında saf tutuyorlardı, Doğu Avrupa da Almanya’ya ya karşı ABD’ye yaslanınca, ABD
Alman Fransız eksenini kuşatabiliyor; bu dengeler aracılığıyla örneğin Türkiye’nin Avrupa
Birliği’ne alınması için, (ki Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği de bizzat ABD’nin Avrupa
Birliği’nin bir siyasi irade oluşturmasını engelleme stratejisinin bir parçasıdır) baskı
yapabiliyordu.
Öte yandan Almanya Doğu Almanya’yı yutmuştu ama bu biraz midesine oturmuştu, bunu
hazmetmesi biraz zaman alacaktı. Benzer şekilde Doğu Avrupa’da gerek ihraç malları gerek
ihraç ettiği sermaye ile muazzam bir ağırlık kazanmıştı ama bu politik ilişkilere hiçbir şekilde
yansımıyordu. Çünkü geçmişin hayaleti bir türlü peşini bırakmıyordu.
Yugoslavya’nın parçalanmasını Almanya başlattı ve bu gün, bizzat Sırbistan dahil bütün eski
Yugoslavya’da esas ağırlığı olan Almanya’dır. Yugoslav iç savaşı bir bakma, Almanya ile,
Rusya, Fransa ve ABD’nin arasındaki etki ve paylaşım mücadelesinden başka bir şey değildi
ve bunun tartışmasız galibi Almanya oldu.
Almanya bir yardan eski doğu Almanya’yı hazmetmeye çalışır, diğer yandan doğu Avrupa
üzerinde iktisadi etki ve gücünü pekiştirir ve böylece uzun vadede ABD’nin etkisini nötralize
edecek temeli sağlamlaştırırken, diğer yandan Avrupa birliği içinde politik ağırlığını
pekiştirmek için, Avrupa Birliği içinde bir anayasa hazırlığına girdi. Bu anayasa ile, yavaş yavaş, Avrupa birliği çapında seçilmiş organlara doğru bir geçişe başlangıç yapılmak
isteniyordu. Avrupa Parlamentosu gibi gerçek bir gücü temsil etmekten uzak organların
dönemi geride kalmalıydı.
Tasarıyla örneğin bir ortak Avrupa Dış Politikası için temel yaratılıyor ve Alman dış işleri
bakanı Fischer bu görev için hazırlıklara başlıyordu.
Ama Almanya’nın bu artan gücünden korkan Fransa, bu planı sabote etmekten başka çare
bulamadı ve Anayasayı halk oylamasına götürerek hayır dedi. Böylece Anayasa ve Alman
planı bir anda değersiz bir kâğıda dönüştü. Bu durum elbette ABD’nin de çok işine yaradı.
Almanya kendisi bizzat Fransa’dan bile daha geri kana dayanan bir ulus tanımına dayanırken
Fransa’nın ulusçuluğa dayanarak Avrupa’nın politik birliği ve iradesine giden yolu sabote
etmesine karşı bir şey yapamazdı. Bu milliyetçilikle doğu Avrupa’daki anıları unutturamaz,
ekonomik etkisini politik bir etkiye dönüştüremezdi, hatta bizzat kendi ekonomisinin
ihtiyaçları bile bu milliyetçilik tarafından baltalanır olmuştu. Örneğin doğu eyaletlerinde
klasik ırkçılığın kurbanları genellikle iş adamları bile olabiliyordu.
Bu koşullarda, ancak ciddi bir stratejik dönüş, Almanya’ya bu sorunları aşabilmesi,
Fransa’nın, doğu Avrupa’nın direncini kırabilmesi ve Avrupa’da bir tek politik irade
oluşturup, dünya çapında ABD’ye meyden okuyabilecek bir durma gelebilmesi için gerekli
koşulları yaratabilirdi. O zaman birden bire karşı olanlar yandaş haline gelebilirler, etkiye
karşı duranlar bizzat o etkinin araçları olabilirlerdi.
Bu yönde epey adımlar atılmıştı. Örneğin bizzat Fatih Akın gibi genç Türk asıllı rejisörlerin
önünün açılması ve ödüllerle teşvik edilmeleri, hem Alman sinemasına bir taze soluk
getirmiş, Alman filmlerinin dünya pazarına egemen Amerikan sinemasına karşı bir hamle
yapmasını sağlamış hem de Almanya’daki Türklerin sisteme entegrasyonu yolunda küçük
adımlar atmalarını sağlamıştı. Dış politika alanında benzer bir işlevi de Alman politikasının bütün anketlerde yıllar boyunca
“en sevilen” politikacısı çıkan Fischer görmüştü. Bu solcu eskisi, İsrail Parlmentosu’ndan
Arap ülkelerine kadar her yerde Alman kapitalizminin çıkarlarını en akıllı biçimde savunmuş ve Almanya’nın ihtiyacı olan değişiklikleri yapmıştı. Fischer sayesinde Alman Ordusu, adım
adım bütün askeri harekâtlara katılma hakkını elde etmişti. Ama bütün bu gibi gelişmelerde yansıyan anlayış henüz hem toplumun derinlerine nüfuz
etmiş hem de egemen politik elite egemen olmuş değildi. Özellikle futbol ve spor alanında
eski anlayış, bu alana egemen olan “Bayern Mafyası” da denen Beckenbauer gibilerin
şahsında egemenliğini sürdürüyordu. Ama aynı zamanda bu anlayış artık bütün olanaklarını
tüketmiş bulunuyor ve bir başarı getiremiyordu. Daha önce bu Mafia’nın has adamı olmayan
Christopher Daum, Kokain kullanmışlığı bahane edilerek tasfiye edilmiş ve bir süre daha
zaman kazanmıştı bu ekip. Ama Alman futbolunun düşüşünü durduramamıştı yine de.
İşte bu uzun yıpranma sürecinin sonunda, yine bu Mafia’nın dışından, Stuttgart’lı, futbol
karyerinin önemli bir bölümünü İtalya, İngiltere gibi başka ülkelerde geçirmiş, Amerika’da
yaşayan (galiba karısı da Çin asıllı bir Amerikalı) Klinsmann’ın Alman milli takımının başına
gelmesi ile Alman kapitalizminin çıkarları üzerine iki farklı milliyetçilik arasındaki mücadele,
bir bakıma futbol şampiyonası içinde geçer oldu.
Politikada, giyinişler, duruşlar, tavırlar hep birer politik anlama da sahiptirler. Klinsmann,
takımı derhal gençleştirdi. Takımın esas golcüsü olarak Polonya asıllı iki futbolcuyu forvete
koydu. Daha sonraki düzenlemede Almanya’da büyümüş Odonkor adlı yarı siyahi bir
oyuncuyu da takıma aldı. Bayern Mafiası’nın takım içindeki etkisini kırmak ve onlara kendi
otoritesini kabul ettirebilmek için Kaleci Oliver Kahn’ı yedeğe aldı.
Almanya’da olanı anlamak için, Bayern Mafiası yerine Türkiye’deki Futbol mafyası, MİT,
Mafia İlişkilerini göz önüne getirilebilir. Beckenbauer yerine Fatih Terim’i koyulabilir.
Türkiye’de Özel savaş dairesinin inkarcılığa ve baskıya dayanan klasik Türkçü milliyetçiliği
ile İkinci Cumhuriyetçilerin, çok kültürlü bir milliyetçiliğin çatışmasının milli takımın
bileşenine ilişkin bir çatışma biçiminde yansıması göz önüne getirilebilir. Örneğin Fatih
Terim gibilerin artık iyice yıpranmaları ve yeteneksizliklerinin açığa çıkmasıyla, Türk Milli
takımının başına, ikinci Cumhuriyetçi yaklaşımları olan bir antrenörün getirildiğini göz önüne
getirelim. Bu antrenör diyelim ki, çok iyi oynayan Kürt, Ermeni, Rum ve Çingene gençleri
takıma alıyor. Buna karşı sinsice bir kampanya yürütülüyor. Ama çok kültürlü milliyetçiliğe
eğilimli genç kuşaklar bu yeni antrenör gizliden gizliye destekliyorlar. Sonra bu antrenörün
anlayışıyla kurulmuş takımın başarısı üzerine o zamana kadar savunmada kalmış kendini
rahatça açığa vuramamış bir çok kültürlü milliyetçilik bu vesileyle birden bire saldırıya
geçiyor ve sahneye egemen oluyor ve bu başarıyı gören diğer inkara ve baskıya dayanan
milliyetçilerin bir kısmı saf değiştiriyor veya uygun bir fırsatı kollamak üzere siperlere
çekiliyor.
Böyle bir durum Türkiye’nin politik ortamında nasıl küçük bir devrim anlamına gelir idiyse,
Almanya’da olan da aşağı yukarı böyle bir şeydir.
İşte bizim dediğimiz, bu milliyetçiliğin de bir milliyetçilik olduğu, bunun günün koşullarına
daha uygun daha tehlikeli bir milliyetçilik olduğudur.
Klinsmann’ın sembolü olduğu milliyetçilik nasıl Alman burjuvazisinin Almanya’da
Avrupa’da ve Dünyada etkisini arttıracak ve ona yepyeni güçler sağlayacaksa (Yukarıda
görüldüğü gibi şimdiden Gysi’ler Fatih Akın’lar yedeklendi bile), benzer bir milliyetçilik de
Türk burjuvazisine benzer olanakları açar.
İşte Alman burjuvazisi bu dönüşümü başardı bu son futbol şampiyonasında. Bu nedenle bu
şampiyonanın en büyük galibi Alman burjuvazisidir.
Türk burjuvazisi ise, bunu yapacak cesaret ve güçten bile yoksun. Almanya’da 68’in, yeşil, Barış hareketlerinin, feminist hareketin birikimi üzerinden bu dönüşümler gerçekleşti. Türkiye’de ise, bütün bunların anıları bile unutuldu.
Bu nedenle Almanya’dakine benzer değişimler Türk ordusu ve Özel savaş dairesi iyice tecrit
olup ipliği pazara çıkmadıkça henüz bir hayaldir.
*
Biz ulusun tanımandan her türlü dil, din, etni, kültür, yer belirlemelerinin dışlanmasını
savunduğumuz için, elbette bu tavrımız kısa vadede, çok kültürlü bir milliyetçilikle yakınlık
hatta parallelik içinde bulunur, klasik kana dayanan milliyetçiliğe karşı Ama biz bunun da bir milliyetçilik olduğunu söylüyoruz ve ona karşı da mücadele ediyoruz.
Diğer yandan eski kana dayanan milliyetçiliğe karşı bu mücadelenin, Almanya’dan farklı
olarak, Orta Doğu’da ve üçüncü dünyada, tüm milliyetçiliğe ve milletlere karşı bir
mücadeleye dönebilme potansiyeli olduğunu düşünüyoruz. En azından Orta Doğu’da
olayların zorlaması onu bu yönde bir dönüşüme zorlayabilir diyoruz.
Çünkü, ulusu dille, dinle, tarihle tanımlamaya karşı olan böyle bir milliyetçiliğin Orta
Doğu’daki halkları birleştirebilme potansiyeli vardır.
Bu nedenle, kendi ülkelerinde “Çok kültürlü” bir milliyetçilikten yana olan zengin ülkeler,
geri ülkelerde, dile, dine, etniye dayanan bir milliyetçiliği desteklemektedirler.
Bu da ister istemez, Geri ülkeler ve orta doğuda bu çok kültürlü milliyetçiliğin, zenginleri
arkadan kuşatabilmek ve bütün dünyanın yoksullarını birleştirebilmek için, her türlü ulusa ve
ulusçuluğa karşı bir harekete dönüşebilme potansiyelini ortaya çıkarır.
A. Avni
11 Temmuz 2006 Salı
Spor ve Futbol Üzerine Değinmeler
İşçi Sınıfı ve Futbol
Belli sporların belli sınıflarla ilişkisi bir veridir. Örneğin atın üzerine binilerek yapılan at
yarışları ile, atın arkasına küçük bir araba takılarak yapılan yarışlar doğuşları ve sonraki
gelişimleriyle iki farklı sınıfa ait olmuşlardır. Birinin kökleri komün şeflerine, şövalyelere
kadar giden asillerin yaşantısından ve olanaklarından kaynaklanır, diğeri atlarının ardına
taktıkları arabalarla süt götüren köylü ve işçilerin bu esnada birbirileriyle yaptıkları
yarışlardan. Bu fark, bütün profesyonelleşmeye rağmen, bu gün bile onları yapan ve izleyen
kitlelerde görülebilir. Birinde asiller, soylular, zenginler, diğerinde daha sıradan insanlar
yoğunluktadır.
Birçok sporun yapılabilmesi belli bir refah düzeyini var sayar. Örneğin bir golf, bir tenis alt
sınıfların hiçbir zaman semtine bile uğrayamadıkları sporlardır.
Bu bakımdan futbol işçiler için en ideal spor koşulları sunar, biraz boş bir alan, dört tane taş ve bir de top işlevi görecek bir çam kozalağı, konserve kutusu veya bezden, kâğıttan veya akla
gelebilecek her şeyden yapılabilen bir “top” her yerde ve her zaman bulunabilir. Arkadaş grupları takımlar olur. Belli bir gelir düzeyi ve olanaklar gerekmez futbol için.
Ondan sonra iki ayağı üzerinde yaşayan bu tek memelinin bu özelliklerini sonuna kadar
kullanmasının yolları açıktır. Satrancı bile kenarda bırakan sonsuz bir kombinasyon
zenginliği; hem bireysel yeteneklerin, hem ortaklığın gücünü ortaya çıkarma, kullanma ve
geliştirme olanakları. Böylesine kolay yapılabilen, böylesine basit ama böylesine zengin
olanaklar sunan başka hiçbir spor yoktur. Onun büyüsü bu müthiş sadeliği ve o ölçüde de
karmaşıklığındadır.
Ama ortada modern kapitalizm ve işçi sınıfı olmasaydı futbolun böyle yaygınlaşması
mümkün olamazdı. Çünkü futbolun olabilmesi için önce sporun olabilmesi gerekir. Hatta
denebilir ki, spor ve futbol beraber doğmuşlardır, ya da spor futbol olarak doğmuştur.
Futbolun kendisi bizzat, bu günkü biçimiyle, sanayi devrimi ve işçi sınıfının ürünüdür. İlk
futbol kulübü, 19 yüzyıl ortalarında, sanayi devriminden sonra, dünyanın fabrikası olan
İngiltere’de kurulur. Futbolun yayılışı ve dünyayı feth edişi, bir bakıma kapitalizmin ve işçi
sınıfının yayılışının dünyayı feth edişinin en sağlam göstergelerinden biridir. O caz-blues
(tango, rebetiko arabesk, sun, kalipso vs. de aynı kategoriden sayılabilir) gibi, rock gibi, blue-
jean gibi modern toplumu sırtında taşıyan işçi sınıfının en has ürünüdür.
İşçi sınıfının bugünkü dünyada, Avrupa’daki doğuş döneminden bile geri durumdaki,
dağılmış, bölünmüş, programsız ve örgütsüz oluşuna bakarak İşçi Sınıfı’nın var olup
olmadığını tartışanlar ağaçlardan ormanı göremez durumdadırlar, onlar dünyaya kendi
hayatlarının ekseninden bakmaktadırlar. Futbolun bu günkü yaygınlığına baksınlar. Bu
yaygınlık işçi sınıfı olmadan olamazdı. Futbolun yaygınlığı ve durdurulamaz yayılışı işçi
sınıfının yaygınlığının ve durdurulamaz yayılışının bir görünümüdür sadece. Bu günün
dünyasında, hala toplumsal konumu ve çıkarı ile büyüyen ve tarihsel bir eğilim olarak çıkarı
yakınlaşan tek büyük sınıf olmaya devam etmektedir işçiler.
Ama futbolun işçi kültürü ile olan bu yakın ilişkisine bakıp onun sosyalist ya da işçi sınıfının
bir mücadele aracı olduğu sonucuna ulaşmak son derece yüzeysel ve mekanik bir açıklama
olur.
Uluslar, Spor ve Politika
Tarih’te nasıl uluslar yoktu ise, spor da yoktur. Tarihte spor olduğu, modern toplumun, hatta
ulusçuluğun bir uydurmasıdır. Tatil de, spor da, ulus da, bütünüyle modern toplumun bir
ürünüdür ve modern toplumun dinine aittirler. “Ata sporu”, koca bir yalandan başka bir şey
değildir. Hem de katmerli yalan, çünkü hem tarihte yaşayanlar bu günkü Türklerin veya
bilmem kimlerin ataları değildiler, ulusların tarihi olmadığı gibi Türklerin veya başka
milletlerin tarihleri ve ataları da yoktur. Hem de o “atalar” spor yapmıyorlardı. Onlar tatil de
yapmıyorlardı.
Spor ancak kapitalizmde var olabilir. Spor’un bir tek işlevi vardır kapitalist toplumda, iş gücünün üretiminin ve yeniden üretiminin sosyal masrafların kısmak, kar oranlarını
yükseltmek. Sağlık sisteminin de, ailenin de, tatil yerleri ve günlerinin de hepsinin temel
işlevi budur.
Spor yapan bir işçi, işgücünü daha kolay yeniler; modern üretim ve yaşam süreçlerinin
yarattığı fizyolojik ve ruhsal yorgunlukları, yıpranmaları, gerilimleri daha kolaylıkla atıp
kendini yenileyebilir. Bu da iş gücünün düzenli ve istikrarlı kullanımını, onun kendini
yenilemesi için gerekli sosyal masrafların azalmasını getirir.
Spor yapmayan bir toplumda, işçiler, yani işgücü denen metaı satanlar, daha çok hasta
olacaklar, iş yerlerindeki verimlilikleri daha az olacak, hayatlarının daha kısa bir döneminde
bir iş gücü olarak onlardan yararlanılabilecektir. Bu da kar oranlarında bir düşme demektir.
Modern kapitalizm aileyi de aynı amaçla korur. Kadının ödenmemiş emeği, iş gücünün
üretimi ve yenden üretiminin sosyal masrafların azaltır, ücretlerin düşük tutulmasını sağlar
dolayısıyla kar oranlarını yüksek tutar. Sporun ya da tatilin işlevi, ailenin işlevi gibidir,
kapitalist toplumun kendi işleyişi açısından.
Kapitalizm öncesinde ise, spor yoktur, çünkü, üretim veya sömürünün temeli, işgücü denen
metaın kullanım değerinin gerçekleşmesi değildir.
Gerek komünde gerek klasik uygarlıklarda, bugünkü “spor”a benzeyen etkinlikler, bedenin
sağlığına, yani iş gücünün yeniden üretilmesine değil, her şeyden önce ruhun eğitimine,
nefsin kontrolüne yöneliktir. Oyunlar ise, bütün memelilerde olduğu gibi yine bir eğitimdir.
Bu nedenle kapitalizm öncesinde tatil veya spor yoktur. Cuma, Cumartesi veya Pazar
günlerinin tatil olması, işgücünün yeniden üretilmesinin değil, toplumsal yaşamın yeniden
üretilmesinin ve ruhsal eğitimin aracıdır. Kiliseye Pazar, Camiye Cuma günü yani tatilde
gidilir. Bu günkü Spor’a benzeyen etkinlikler de aynı şekildedir. Baştan aşağı dinseldirler.
Sporlar manastırlarda, tarikat ayinlerinde, dini günlerde yapılır. Dinin dışında bir spor yoktur.
Ve sporun amacı bu günkü toplumdakinin tam tersinedir. Beden değil, ruhu eğitmektir. İyi bir
komündaş, iyi bir Müslüman, Hıristiyan vs. olmaktır. Bu günkü sporun amacı ise, iyi bir insan
bile değil, iyi bir işgücüdür.
Tabii burada dinseli bir inanç değil, tüm üstyapı olarak kullanıyoruz. Dini inanç olarak ele
almak burjuvazinin ya da modern toplumun dininin bir dogmasıdır.
Ama bu bir kere görülünce, bu günkü toplumda da sporun aslında bu toplumun dininin
ayrılmaz bir parçası olduğu görülür. Bu toplumun dini, işgücünün sömürüsünü düzenlemeye
yöneliktir. Spor da tamamen buradan çıkar.
Nasıl iş gücünün dili, dini, etnisi, soyu, sopu, inancının onun yarattığı artı değer üzerinde bir
etkisi olmaz ise ve bütün modern toplumun dini bu gerçekten çıkıyorsa; aynı şekilde spor da
bizzat bu işgücünün yeniden üretilmesiyle ilgilidir ve bu din içindeki yerini buradan alır.
Tabii burada en saf ve ideal biçimiyle sporu ele alıyoruz. Yani şu demokratların (ve hatta
kendini sosyalist sanan ve özünde demokrat olan sosyalistlerin) idealindeki biçimiyle. Yani
herkes spor yapıyor, spor yapmaktan bambaşka bir fenomen olan takım taraftarlığı yok,
medyanın etkisi yok. Spor da yarışma, rekabet, etkinliği arttırmak, rekorlar kırmak için değil
tam da sağlık için yapılıyor diye düşünelim.
Bu en ideal biçimiyle bile spor burjuva toplumunun dininin, yani burjuva toplumunun
üstyapısının en has ve ayrılmaz bir öğesidir.
Şimdiye kadar sosyalistler, kapitalizmdeki sporu hep, rekabetçiliği, yarışmacılığı, etkinliği vs.
hedeflediği, sporcudan ziyade seyirci ve taraftar yarattığı için eleştirdiler. Bütün bu eleştiriler
aslında burjuva uygarlığının ufku içinde bir eleştiridirler. Bu eleştirilerin hiç birinin geçerli
olamayacağı bir toplum, sadece daha iyi bir kapitalizm olurdu. Sosyalistlerin Spora yönelik
eleştirileri aslında hep burjuva uyarlığının ufku içinde bir eleştiri olmuştur. Bu eleştiri özünde
hep, sporun yaygın, ucuz ve sağlığa yönelik olmamasıyla ilgidir.
Yaygın, sağlığa yönelik ve ucuz spor tam da saf ve ideal biçimiyle kapitalizmle hiç bir şekilde
çelişmez. Bunun için mücadele sadece daha demokratik bir toplum için mücadeleden başka
bir şey değildir. Bu tıpkı, demokratik bir ulusçuluk için mücadele gibidir. Yani ulusu, dille,
dinle, etniyle, kültürle, tarihle tanımlamayan bir ulusçuluk için mücadele gibidir.
Sosyalizmin spor eleştirisi bu çerçevede kalamaz, tıpkı ulus ve ulusçuluk eleştirisinin ulusun
gerici tanımlarıyla sınırlı kalamaması gibi. Sosyalist hareket, nasıl politik ve özel ayrımının
kendisini aşmak ve bunun için de ilk elde ulusal olanı da politik alının dışına atmak
zorundaysa, aynı şekilde, iş zamanı ve işgücünü yeniden üretmeye yönelik zaman (aile, tatil;
spor, kültür vs.) ayrımını aşmaya yönelik olmalıdır. Bu ayrımın ve bölünmenin kendisini
eleştirmelidir.
İş, eğitim, spor ve dinlenmenin hepsi bir ve aynı şey olmalıdır. Proletaryanın aslı görevi ve
hedefi sporu yaymak, “demokratikleştirmek” değil, sporu yok etmektir, tıpkı yabancılaşmış emeği, işi yok etmek olduğu gibi.
Dolayısıyla proletarya üretime kapitalizm gibi yaklaşamaz. Bu ayrımı ortadan kaldırmak, iş saatlerinin yabancılaşmasına son vermek için tüm işi, “serbest zamanları”, “sporu” bu bakış açısından yeniden örgütlemelidir.
Bu konuda hiçbir ciddi düşünüş ve yoğunlaşma yoktur. Bir zamanların “sosyalist
ülkeler”indeki uygulamalara benzemez bu. Elbette yabancılaşmanın aşılması, bürokrasinin, iş bölümünün, meta üretiminin tümüyle tasfiyesiyle gerçekleşir. Ama bu yolda atılacak adımlar
da vardır elbette.
Proletaryanın hedefi örneğin devleti yok etmektir ama bunu yok edebilmek için en azından
var olan burjuva devletini parçalamak; çoğunluğun üzerinde baskı aracı olmayacak bir devlet
mekanizmasıyla işe başlamak ve bunu da adım adım yok etmek zorundadır.
Bizler, ya da işçi sınıfı, nasıl burjuva toplumunun devletini kullanamaz ve ilk adımda onu
parçalayıp ondan tamamen farklı karakterde bir “devlet” ile, örneğin politik olanı ulusal olana
göre tanımlamamış; düzenli ve profesyonel ordusu olmayan; memurların seçildiği ve
gelirlerinin bir ortalama işçi gelirini aşmadığı; egemenliğin gerçekten özgürce seçilmiş temsilcilerin elinde bulunduğu vs. bir devletle işe başlamak zorundaysak; benzer şekilde bu
sistemin fabrikaları; iş ve özel hayat ayrımı; ve örgütlenmesiyle başlayamayız. Bu ilişkiyi, bu
örgütlenmeyi parçalamalıyız. İş ve serbest zaman ayrımları, mekanları ve bunların
örgütlenmesini proletarya sınıfsız topluma giden yolda kullanamaz. Onları tıpkı burjuva
devleti gibi parçalamak, yeni baştan bambaşka bir anlayışla örgütlemek zorundadır.
İşçi sınıfının sekiz saat iş, sekiz saat uyku, sekiz saat kültür talebi, aslında tam da burjuva
uygarlığının ayrımlarını yükselten ve yücelten onları eleştirmeyen bir talepti ve bir bakıma
işçi sınıfının burjuva uygarlığına alternatif bir uygarlık geliştirecek bir düzeye gelmemişliğini;
burjuva uygarlığı ve onun dini içinde heretik bir muhalefet olmaktan öteye gidemediğinin
işaretiydi.
Örneğin spor bu anlamda, iş gücünün yeniden üretiminin bir aracı olmaktan çıkmalı, iş saatleri dışında olmaktan çıkmalı. İşin kendisi bir spor ve oyuna dönüştürülmeye
çalışılmalıdır. Elbette bunun sınırları vardır ama yine de yapılabilecek pek çok şey
bulunmaktadır.
İşin kendisinin spor haline gelmesi; sporun iş olması diye özetlenebilir. Böyle bir yaklaşım
açısından örneğin, spor ve işin mekansal ve zamansal ayrımı yok olur. Toplumsal örgütlenme
bu gün, şehir ve işyeri planlamalarında örneğin hep bu ayrıma dayanmaktadır. Ama böyle bir
anlayış açısından, üretim yerlerini, üretimi ve yaşamı bambaşka planlamak gerekir. Bunun
nasıl olacağının elbette reçetesi yoktur. Çalışanlar kendi denemeleri, yanılmaları inisiyatifleri
ve kararlarıyla bunun nasıl bir şey olabileceğini bizzat kendileri ortaya çıkarabileceklerdir.
Marksist spor eleştirisi ve programı, sporun bu en saf ve ideal biçiminden ve onun
eleştirisinden yola çıkmalıdır.
Tıpkı ulusçuluk ve ulusun, yeni sosyal hareketlerin eleştirisinde ve açıklamasında olduğu gibi.
Kapitalizm açısından ulusal sınırların olmadığı bir tek dünya cumhuriyeti en ideal biçim
olmasına rağmen niye böyle değildir; iş gücünün dili, dini, etnisi, inancı vs. onun kullanım
değeri ya da ürettiği artı değer üzerinde bir etkide bulunmamasına rağmen neden politik olan
bunlara göre tanımlanmış uluslara, ırklara göre örgütlüdür neden kadının ödenmemiş emeği
söz konusudur vs. tarzında yaklaşıldığı gibi yaklaşılmalıdır spora da. Sadece iş gücünün
yeniden üretilmesine yönelik, sağlığa yönelik yaygın spor kapitalizm için en ideal biçim
olmasına rağmen niçin böyle değildir?
Yarışma, rekabet, etkililik, çoğunluğun spor yapmaması, taraftarlık, medyanın
manüplasyonları vs. niçin bunlar egemendir spora? Analiz böyle bir yol izlemelidir.
Tabii bu biçimiyle bakıldığında, bu toplumdaki sporun da, bu toplumun dininin, yani özel
politik ayrımının ve politiğin ulusa göre tanımlanmasının ayrılmaz bir bileşeni olduğu
görülür.
Yani bu toplumda da spor aslında dinseldir. Ama bu toplumun dinden anladığı şey anlamında
değil.
Tıpkı ulusçuluğun bir din olduğun söyleyenlerin din derken bundan inancı kastetmeleri gibi;
sporun veya futbolun da bir din olduğunu söyleyenler çıkmıştır. Ama bunların dinden
anladıkları tam da burjuva toplumunun dinden anladığıdır: inanç ya da ibadet.
Hayır bu anlamda değil, üstyapının ayrılmaz bir bileşeni olarak, tümüyle üstyapı anlamında
dinseldir. Zaten Marksist analiz bizzat bunu göstermenin ta kendisidir.
*
Sanılanın aksine Marks’ın en büyük keşfi, sınıf mücadelesi veya bir metaın değerinin onun
içinde yoğunlaşmış emek miktarı olduğu değildir. Gerek emek değer teorisini, gerek sınıf
mücadelelerini Marks’tan önce, yine bizzat Marksın da belirttiği gibi, Burjuva tarihçileri ve
ekonomi politikçileri bulmuşlardı.
Marks’ın katkısı, yine kendi ifadesiyle, bu sınıf mücadelesinin, proletarya diktatörlüğü denen
sosyalizme giden bir geçiş döneminden geçeceğini söylemesindedir3. Ekonomi politik
altındaki en büyük keşfi ise, emek ve işgücünün ayrımı ve işgücü denen metaın özelliklerini
analiz etmesi ve artı değerin kaynağı olarak işgücünün kullanım değerini göstermesidir.
Bu nedenle, modern toplumun üst yapısının, yani dininin analizi ve anlaşılması ancak modern
kapitalist toplumun bu en öz noktasından olabilir.
Aynı şekilde sporun da bu üstyapı içindeki yeri böyle anlaşılabilir. İş gücü kavramı olmadan
sporu anlamak olanaksızdır.
Gerici Ulusçuluk ve Spor
Spor veya futbol sosyolojisinin de bütün sosyolojiler gibi çok temel bir zaafı bulunmaktadır.
Ulusu ve ulusal devletleri veri kabul edip, bu ulusçu perspektif içinde futbolu, sporu anlamaya
çalışmaktadır.
Elbet bu alanda, bu tür çalışmalarla birçok ayrıntıda bir çok ilginç sonuçlara ulaşılmış olabilir.
Ama çok temel bir sakatlık vardır bütün bu çalışmalarda, Futbol’un ortaya çıktığı ve yayıldığı
gerici ulusçuluklar çağını ve ulusal devletler bağlamında onu analiz etmemek. Onun mümkün
ve olabilir tek var oluş biçimi buymuş gibi görmek. Bu elbet sadece Futbol için değil,
Olimpiyatlar’dan Birleşmiş Milletler’e, Avrupa Birliği’ne kadar her alanda geçerli bir zaaf.
İşte Futbol üzerine araştırmalar ve öneriler de hep bu genel hastalıkla maluldür. Futbol’un
ortaya çıkıp yayıldığı ulusal devlet ve ulus onun olası ve mümkün biricik var oluş biçimi
olarak ele alınır. Bu var oluşun kendisinin saçma olarak görülüşü yoktur.
3 Yani Proletarya var olan devleti, sınıfsız topluma giden yolda, kendi amaçları için kullanamaz; onun
yapısı küçük bir sömürücü azınlığın, büyük sömürülen çoğunluğu baskı altına almaya göre
şekillendiğinden, bu işlev bu yapıda yoğunlaştığından, bu yapı tam zıt bir işlevi görmeye el vermez. Bu
nedenle onu parçalamak ve ezilenlerin üzerinde yükselmeyen, azınlıklar tarafından kullanılmaya
müsait olmayan başka bir mekanizma oluşturmak zorundadır. Yapı ve işlev (anatomi ve fizyoloji)
arasında ayrılmaz bir ilişki vardır
Marks, bunun için birkaç kriteri saymıştı. Ama bir din ve ulus teorisi henüz olmadığından, bu devletin
en önemli özelliğinin de ortadan kaldırılması konusunda bir şey söylemiyordu. Gerçi, mantığının
kendisi potansiyel olarak, özgür komünlerin birliği fikriyle ulusal devlet formunu dışlıyorduysa da, bu
mantık sonuçlarına gitmiş ve bir ulus ve din teorisi içinde ifade dilmiş değildi.
Halbuki, modern toplumun devleti, her şeyden önce, politik olanı ulusa göre tanımlayan bir devlettir.
Proletarya, tıpkı profesyonel ordusu olan bir devleti örneğin kendi amaları için sınıfsız topluma giden
yolda kullanamayacağı gibi, politik olanı ulusal olana göre tanımlamış bir devleti de kendi amaçları
için kullanamaz. Yani proletarya diktatörlüğü, ulusal bir devlet olamaz.
İşte Marksistlerin ve sosyalist hareketin en büyük eksikliği bu oldu. Teori kendi içinde çelişiyordu.
Teorinin otantik biçiminde bu çelişki vardı, örneğin bu otantik biçimi sürdüren Troçkist gelenekte bu
çelişki yaşamaktadır. Tabii bürokratik karşı devrimin Marks’ın dediğiyle en küçük ilgisi bulunmayan ve
demokratikten ziyade gerici ulusçulukla damgalı devletleri ise sorunun üzerine iyice tüy dikti. Onlar bir
bakıma çelişkiyi, ondaki tüm devrimci demokrasi öğelerini yok ederek çözdüler.
Örneğin, Ulusal takımların karşılaşması, Dünya şampiyonası konusunu ele alalım.
Niçin bu şampiyona uluslar ve ulusal devletler çapında yapılmaktadır?
Niçin mavi gözlüler ve siyah gözlüler; fasulya sevenler ve pırasa sevenler. Yeşil rengi
sevenler ile beyaz rengi sevenler. Belli bir bölgede yaşayanlar ile başka bir bölgede
yaşayanlar. Belli bir futbol ekolünü sevenler ile başka bir ekolü sevenler arasında niye
yapılmamaktadır? Pırasa sevenler arasındaki ortaklık, bir ulustan olan insanlar arasındaki
ortaklıktan daha mı azdır? Muhtemelen daha fazladır.
Zaten böyle olabileceğinin örnekleri yok mudur? İnsanları Beşiktaş, Galatasaray ya da
Fenerbahçeli yapan nedir? Niçin yeryüzü ölçüsünde benzer bir durum olmasın? Niçin insanlar
ille de bir ülkeye göre tanımlasınlar?
Burada ulusun ve ulusçuluğun yeryüzü ölçüsündeki yaygınlaşması ve zaferinin çok önemli bir
aracı karşısında olduğunuz görülür.
Yani insanlar ancak ulus dolayımıyla bir dünya çapındaki yarışmaya katılabilirler.
Diyelim ki, yeryüzü ölçüsünde, boyu 170 cm olan insanlar veya yeşil ve sarı renklerini
sevenler bir araya geldiler, bu ölçülürden insanlar arasında takımlar kurdular, turnuvalar
yaptılar, en iyi takımı seçtiler veya o takımların hapsinden en iyi oyuncularla bir takım
oluşturdular ve Dünya Futbol şampiyonasına katılmak istediler.
Bu mümkün değildir. Bu günkü dünyada, böyle bir şey yapmaya kalkan muhtemelen soluğu
tımarhanede alır.
Hep Futbola ya da Spor’a politika karıştırmaktan söz edilir. Futbol veya Spor’un kendisi
ancak ulusal, yani politik bir form içinde var olabilir.
Nasıl eski çağlarda her türlü spor dinsel idiyse bu gün de öyledir. Yani her hangi bir din veya
tarikat dışında, ya da komün dışında spor mümkün değildi.
Örneğin, eski Yunanlıların olimpiyatları, farklı Gens’ler (Site’ler, Komün’ler) arasındaydı.
Daha sonraki uygarlıklarda, pehlivanlar, karateciler vs. hep bir tarikatin, bir dinin, bir meslek
loncasının örgütlenişi içinde var olabilirlerdi. Spor ibadetten, çalışmadan, eğitimden farklı
değildi. Dinin dışında, hiçbir şey mümkün olmadığı gibi, spor da mümkün değildir.
Elbette ideal bir demokratik cumhuriyette, yani politik olanın ulusal olanla tanımlanmadığı;
tüm insanların dini, dili, etnisi, vs. eşit olduğu; bunların hiçbir politik anlamının bulunmadığı
bir demokratik cumhuriyette, (ki böyle bir cumhuriyet ancak bir dünya cumhuriyeti olarak var
olabilir ve özünde İşçi sınıfı iktidarı ancak bu biçim içinde var olabilir, yani aynı zamanda
proletarya diktatörlüğüdür) elbette yukarıda örnekleri verildiği gibi, siyah ve beyazı
sevenlerin bir takım kurması gibi, çok farklı kriterlerle kurulmuş takımlar arasında elbette
karşılaşmalar olabilir ve muhtemelen olacaktır. Ama bütün bunların hiç birisi, bir politik
ayrıma tekabül etmez ve etmeyecektir. Aynı şekilde, kendini Türk olarak kabul edenler veya
Türkçe konuşanlar veya Türkiye denen topraklarda yaşamış veya doğmuş bulunanlar da, tıpkı,
siyah ve beyazı sevenler veya pırasa sevenler gibi pek ala takımlar kurup bu yarışmlara
katılabileceklerdir, tıpkı bu günün şehir takımları veya bilmem ne kasabası Esnaf Spor
takımları gibi hiçbir politik anlamları olmayacaktır.
Bir kasabada spor kulübü kurmak için, ortak bir tek kriter aranmaz örneğin. Yani sadece her
mahalleden ve köyden bir takım katılır diye bir kural yoktur. Bir fabrikanın işçileri bir takım
kurabilir; Esnaflar kurabilir; bir sokakta oturanlar kurabilir, ya da sadece birbirleriyle iyi
anlaşan bir oyuncular ve arkadaşlar grubu kurabilir. Ve bu çok farklı kriterlere göre kurulmuş takımlar birbirileriyle karşılaşabilirler.
Eğer saf ve ideal bir kapitalizm ve gerçekten demokratik bir dünya cumhuriyeti olsa, (tabii
bütün diğer sorunları bu bağlamda yok sayıyoruz.) bütün bunlar mümkündür. Böyle bir
cumhuriyette dünya şampiyonası, muhtemelen bilmem ne fabrikası sporcuları ile örneğin sarı
ve laciverti sevenler arasında olabilirdi.
Tabii bunun kendisi de, tıpkı diğer dinlerde olduğu gibi, modern dinin içinde olacaktı. Sporun
böyle yapılması, ancak o modern toplumun dini içinde mümkün olabilir ve anlaşılabilir
olurdu.
Ama gerici ulusçuluğa göre örgütlenmiş bir dünyada bu dinin gerici biçimi içinde olmaktadır.
Her hangi bir kritere göre oluşmuş ulusal devletler ve uluslar dolayımıyla karşılaşma olabilir.
bilmem ne kasabası esnaf sporu, ancak bir ülkenin, bir ulusun temsilcisi olarak, diğer
ulusların temsilcileriyle karşılaşabilir. Yani en ulus dışı görünen birlikler bile, ancak ulus
dolayımıyla var olabilir.
İşte, futbol, spor ya da medya sosyolojisinin ihmal ettiği en önemli sorun budur. Futbol ya da
spor karşılaşmaları gerici ulusçuluğun en önemli araçlarından biridir. Gerici ulusçuluğun
diktatörlüğünün aracıdır. Burada diktatörlüğün aracı denince Franko ya da Salazar ve onların
futbolu kullanışı akla gelmesin. Burada kastedilen, ulusal devletin var oluşu dışında başka bir
var oluşun tanınmaması, bunun yerleştirilmesinin aracıdır.
Yani her hangi bir ulusal devleti temsil etmeden, hiç de politik olmayan bir kritere göre,
yeryüzünün en iyi oyuncularını bile bir takımda toplasanız, bu gün bir dünya şampiyonasına
katılamazsınız. Çünkü ulusal olanlar katılabilir ve ulusal olan da politik olan olmak
zorundadır. Bu ilkeyi reddettiğiniz sürece var olamazsınız. Tam da budur diktatörlük. Bu
katılamayışınız, sizin üzerinizde bir diktatörlüktür. Bu anlamda gerici ulusçuluğun
diktatörlüğünün bir aracıdır spor ve futbol.
Bu anlamda, nasıl eski çağlarda din dışı bir “spor” mümkün değil idiyse, bu gün de, bu
burjuva uygarlığının dininin gerici biçimi dışında bir spor mümkün değildir. Futbol veya spor
ancak bu bağlamda anlaşılabilir olur.
Sosyalizm veya Sosyalist Ülkeler ve Spor
Böylece, sosyalist ülkelerin spor müsabakalarında başarılarının aslında sosyalizmle ve
sosyalistlikle hiçbir ilişkisi olmadığı bu bakış açısından da ortaya çıkmaktadır.
Bir an için varsayalım ki bir ülkede, tesadüfen insanlar devrim yaptılar. Yani burjuva devletini
parçaladılar ve politik olanı ulusal olanla tanımlamayan bir “devlet” kurdular.
Bu devlet diğer ulusal devletler gibi onlarla yarışma içinde bir devlet olamaz. Çünkü bu
devlet onların var oluş ilkesine karşıdır. O diğer devletlerin yurttaşlarını da, Fransız, İngiliz,
Türk vs. olmaktan çıkıp insan olmaya; tıpkı Muhammet’in puta tapanları Müslüman olmaya
çağırması ve gereğinde bunu zorla yapması gibi, çağırmak zorundadır. Bu çağrının somut
anlamı şudur, Türk, Fransız, Alman vs devletlerinin parçalanması.
Şimdi bu “devlet” kendini birer ulus ilkesine göre tanımlamış devletlerin olimpiyat veya
Dünya Şampiyonası’na katılamaz. Bu eşyanın tabiatı gereği mümkün olamaz.
Böyle bir şey yapmaya kalktığı takdirde, onlardan nitelikçe hiçbir farkı kalmaz.
Bu bize, bir zamanlar sosyalist ülkelerin aslında nasıl gerici milliyetçiler olduğunu, hem de
kapitalist ülkelere karşı spor başarıları kazanır ve DDR, Sovyet, Bulgar, Romen, Çin vs.
marşlarını çaldırırken aynı zamanda aslında nasıl gerici milliyetçiliğin yayılışının basit bir
araçları olduğunu da gösterir.
Napolyonun Sözleri
Yanılmıyorsam Engels, nicelik ve niteliği anlatırken, biraz zorlama ve mekanik olarak
Napolyon’un bir sözünü aktarır. Napolyon, Mısır seferi ile ilgili olarak aşağı yukarı şöyle
demiş: “Bir Memlük askeri iki Fransız askerine bedeldi; iki Memlük ile iki Fransız karşı karşıya
gelince eşit güçte oluyorlardı; üç Memlük ile üç Fransız karşı karşıya gelince Fransızlar
üstün geliyordu.”
Futbol, bireysel yeteneklere büyük bir kendini gösterme ve gelişme olanağı sunmasına
rağmen bir takım oyunu olduğundan bu kural çok daha açık olarak görülüyor.
Örneğin Brezilyalıların her biri teknik olarak muhakkak ki çok üstünler, birer Memlük askeri
gibiler. Onların rakipleri, özellikle Avrupalılar, Fransız askerlerine benziyorlar. Kollektif
olarak bütün o bireysel teknik geriliklerini dengeleyebiliyorlar.
Köylülerle ve küçük burjuvaziyle modern ücretlilerin ilişkisi de böyledir ayağı yukarı.
Proletaryada Memlük askerleri veya Brezilyalı futbolcuları görmek isteyenler hiçbir zaman
onları bulamayacaklar ve göremeyeceklerdir.
Ücretliler tek tek birey olarak, son derece yeteneksiz, kaba, ırkçı, seksist, insanlıktan çıkmış (nasıl olabilsin ki, ömrünün neredeyse tamamı kendine yabancılaşmış bir ücretlilik içinde
geçer) varlıklardır. Onların karşısında, bir köylü, bir küçük burjuva aydın, tek bireyler olarak,
Arap atlarıyla, gümüş koşumlarıyla, işlemeli ve her biri bir sanat ve zanaat ürünü elbiseleriyle
pırıl pırıl pırıldayan sırım gibi bir Memlük askerine veya topla bir akrobat gibi oynayan bir
Brezilyalı futbolcuya benzer.
Ne var ki onlar, bir türlü kolektif oyun oynayamazlar. Ücretliler ise ancak bir arada bir şeyler
yapabilirler. Budur onları muazzam bir devrimci güç haline dönüştüren,
Ve en sıradan çimçiğ ücret çıkarları için bile bir araya geldiklerinde, modern toplumu daha
demokratik ve eşitlikçi kılarlar. İşçi hareketinin modern toplumda hiçbir sınıfta görülemeyen
sağaltıcı bir etkisi vardır.
Sosyalistlerin anlamadığı budur. İşçici sosyalistler de işçileri böyle değil, idealize edilmiş biçimleriyle anlarlar, tıpkı bir zamanlar köylüleri idealize ettikleri gibi.
Sosyalizmin amacı insanları işçi yapmak değil, işçiliği yok etmektir. “Sosyalist devletler”deki
ve sosyalist basındaki, işçi idealleştirmeleri (heykeller, resimler vs. göz önüne getirilsin)
aslında tamı tamına burjuva burjuva sosyalizminin bir ifadesidir ve burjuva uygarlığının bir
idealleştirilmesinden başka bir anlama gelmez.
Bu uygarlığın değerlerinin kendi zıddı biçiminde savunusudur. Tıpkı Beşikçi’nin tersinden
Kemalizmi gibidir.
Dolu Ev
Bir zamanlar bir Manda Bekir varmış, bir şut çekmiş, mandayı devirmiş. Ya da Bir şut çekmiş ağları delmiş. Ah nerede eski futbolcular!
Neredeyse her spor alanında böyle efsaneler vardır. Eski pehlivanlarla ilgili böyle hikâyeler
de vardır.
Manda Bekir bu gün yaşasaydı, muhtemelen mahalle takımlarında bile yer alamazdı. Kazıkçı
Karabekir ise her halde daha ilk turlarda elenirdi.
Benzer efsaneler Amerikan beysbolunda da varmış. Harikulade bir deneme yazarı ve paleantolog ve beysbol hastası olan Stephan Jay Gould, Full
House adlı kitabında bunun bir efsane olduğunu istatistik olarak gösterir.
Beysbolun neredeyse yüz yıla yakın bütün istatistikleri elde bulunuyor ve yine bu uzun süre
boyunca kuralları hiç değişmemiş. Bu istatistiklere dayanarak, Gould, aslında bu günkü
beysbolcuların çok daha iyi olduklarını ve çok daha iyi oldukları için, eski oyuncular gibi
büyük başarılar gösteremediklerini kanıtlıyor.
Futbol maçlarını seyredenler, eski maçları özlüyorlar. Zaten artık öyle çok gollü büyük
farkların olduğu karşılaşmalar, spektaküler başarılar ve oyuncular pek çıkmıyor. Bu bir
yanılsama mı? Pek değil, aslında beysbolda kanıtlanmış eğilimin Futbol’da da görülüşü.
Gerçi Futbolun kuralları sık sık değiştiği için beysbol gibi bir istatistik yapma olanağı yok
ama yine de, eski ve yeni oyuncuların, bir oyun boyunca ne kadar zaman ve kaç metre
koştukları, ayaklarında ne kadar top bulunduğu. Topla kaç kişiyi çalımladıkları kaç pas
verdikleri kaç kere ayaklarındaki topu kaybettikleri paslarının ne kadarının isabetli olduğu,
kaç sut attıkları, sutların isabet oranı vs. üzerine istatistikler yapılsaydı, bu günkü
futbolcuların bütün bu oranlarda Manda Bekir’ler kuşağını fersah fersah geride bıraktıkları,
öte yandan bu günün futbolcuları arasında da artık bu oranlarda büyük farklar bulunmadığı
görülürdü.
Bu günün futbolcusu çok daha iyi çalım atabiliyor ama bu günün futbolcusu çalım yememeyi
de daha iyi biliyor. Bu günün futbolcusu daha çok koşuyor ama karşı taraf da daha çok
koşuyor.
Hiçbir gelişim kurallar aynı kaldığı sürece sonsuza kadar gitmez, belli sınırlara takılır.
Örneğin 100 metre yarışlarında bu artık açıkça görülüyor. Bir zamanlar 100 metreyi 9.9’da
koşmak spektaküler bir başarıya imza atmaktı. Ama bu gün onlarca sprinter var 100 metreyi
9.9’da koşan. Ve insan fizyolojisinin sınırlarına aşağı yukarı varılmış durumda. Bundan daha
ötesi yok. Özel ayakkabılar, pistler veya özel bir mutasyon geçirmiş insanlar ortaya çıkıncaya
kadar.
Bütün sporlarda eğilimin bu yönde olduğu söylenebilir. Elbette futbolda da.
Dolayısıyla bu büyük farkları ortadan kaldırıyor, sonucu çok küçük farklar belirliyor. Bu da
eskisi kadar göz alıcı ve farklı sonuçlar olmamasına da yol açıyor. Futbol meraklılarının artık
maçların eskisi kadar değişik olmadığı, birbirine benzediği ve can sıktığı yönündeki sözleri
aslında bu eğilimin bir ifadesi olarak görülebilir.
Kaplanlar gazalları yakalamak için daha hızlı koşuyor, gazallar da kaplanlardan daha hızlı
kaçıyor. Ama verili koşullarda bu evrimin bir sınırı bulunuyor. Ne gazallar ne de kaplanlar,
organik varlıklar olarak belli bir sınırdan daha hızlı koşamazlar. Oyunun kuralları değişmediği
sürece, bu evrimde evin boş olduğu yanı gazalların ve kaplanların henüz mutasyonlarla daha
hızlı koşabilecekleri bir dönem bir de artık daha hızlı koşmanın verili yapılar içinde mümkün
olmadığı, evrimin durduğu ve dengeye ulaştığı bir dönemi ayırmak gerekir.
Bütün sporlar giderek bu denge durumuna yaklaşıyor. 100 metrede aşağı yukarı sınırlara
ulaşılmış durumda.
Doğa tarihinde de, kartların yeniden karıştığı ve kuralların yeniden belirlendiği dönemler ve
bu yeni kurallar içinde hızla yeni türlerin çıktığı dönemler ile bu türlerin giderek
mükemmelleştiği ve belli bir dengeye ulaştığı dönemler birbirinden ayrılıyor.
Genellikle büyük toplu imhalardan sonra (göktaşı düşmeleri, volkan patlamaları gibi kozmik
veya tektonik büyük imhalar ve kartların yeniden karışmasından sonra) yeni türlerin hızla
ortaya çıkışları görülüyor. Sonra da bu türler içinde küçük değişikliklerle evrimin sürdüğü,
artık yüz metreyi herkesin 9.9’da koştuğu dönemler geliyor.
Ama bu durum yeni türlerin ortaya çıkmasını da engelliyor. Sadece artık sınırlara dayanıldığı
için değil, eskiler yenileri engellediği için de. Yani belki daha efektif olacak mutasyonlar
olabiliyor belki ama, bu mutasyonların yaşama ve gelişme şansı pek bulunmuyor, çünkü orası
daha önce kapılmış bulunuyor.
Diyelim ki ormanda, bir bitkide bir mutasyon oldu, onun daha yükseğe yapraklarını çıkarıp
daha çok güneş ışığı alabilmesi için. Ama zaten daha önceden büyük ağaçlar orayı kaptıkları
ve güneş ışığının ormanın tabanına gelmesini engelledikleri için, bu mutasyon yaşama ve
gelişme olanağı bulamıyor.
Bunu toplum hayatına da aktarmak mümkün özellikle sosyal hareketlere. Belli partiler ve
akımlar bir kere ortaya çıktılar mı, belli bir döneme damgalarını vuruyorlar. Değişiklikler
ancak verili durum çerçevesinde küçük değişiklikler olarak kalıyor. Başka bir hareketin ya da
partinin var olan sistemin içine girip yerini geliştirmesi pek mümkün olmuyor.
Ancak var olan denge iyice çürüyüp belli toplumsal “felaketler” sonucunda imha olduğunda,
yepyeni türler gibi, yepyeni partiler ve hareketler ortalığı kaplıyor. Bunların hızla yayıldıkları
bir dönem yaşanıyor. Sonra onların da belli bir dengeye ulaştıkları, stabilze oldukları bir
dönem geliyor.
Örneğin sol hareketleri göz önüne getirelim. 60’lı ve özellikle 70’li yıllarda, sol hareketler
hızla çoğaldı ve her biri de hızla büyüdü. Bu aşağı yukarı 79’lara kadar sürdü. Bir tür
“kambriyum patlama” yaşandı. Ya da Dinozorların yok oluşundan sonra memelilerin ortalığı
kaplaması gibi bir dönemdi bu.
Ama bir kere bu türler ortaya çıkıp var olan olanakları kaplayınca yeni bir hareketin ortaya
çıkarak, diğerlerini eriterek, yiyerek vs. yok etme olanağı neredeyse sıfırdır. 70’li yıllarda en
aptalca şeyleri söyleyen bile binlerce insanı örgütleyebilirdi; yetmişlerin sonuna gelindiğinde
ise, dünyanın en yetenekli örgütçüleri en iyi teorilerle bile gelselerdi büyüme şansları yoktu.
Onlar ancak marjinal, kenarda köşede, paylaşılmamış alanlarda varlığını sürdürebilirdi.
Bu nedenle şimdi, memeli hayvanlar, dinozorların kapladığı bu dünyada, ancak yer altında
marjinal alanlarda varlıklarını sürdürebilirler. Ancak bir volkan veya göktaşı bu dinozorların
köküne kibrit suyu ektikten sonra, memelilere yeni bir gelişme olanağı ortaya çıkabilir.
Şimdi ev doludur artık. Orada yer yoktur.
Kartlar yeniden karışmalı oyunun kuralları yeniden belirlenmelidir.
07 Temmuz 2006 Cuma
Irkçı Olmamanın Zorlukları
Nasıl benim arkadaşım olabileceklerini bilmek isteyen Beyazlar için. Birincisi: asla unutma ki ben bir siyahım. İkincisi: benim bir siyah olduğumu unut.
Eğer Aretha Franklin'i seviyorsan, bu güzel bir şey, Ama seni her ziyaretimde bana onu çalma. Beethoven'de karar kıldıysan da, Bana onun hayat hikayesini anlatma. Biz de Müzik dersi gördük.
Eğer hoşuna gidiyorsa, Afrika yemekleri ye, Ama benden sana Afrika yemekleri yapmamı ya da seni bir Afrika yemekleri lokantasına götürmemi bekleme.
Eğer bir siyah, seni aşağıladıysa, seni soydu ya da kızkardeşinin ya da senin ırzına geçtiyse ya da evini soyduysa, ya da basbayağı aşağılık herifin tekiyse. Lütfen benden özür dileme onun kafasını kırmayı düşündüğün için, Yoksa senin deli olduğunu düşünürüm.
Eğer siyahların gerçekten beyazlardan daha iyi sevgililer olduğunu düşünüyorsan, bunu bana anlatma lütfen, yoksa, bu hizmetimin karşılığını ödemek zorunda olduğumu düşünürüm.
Uzun lafın kısası, Eğer gerçekten arkadaşım olmak istiyorsan, bunun için rol yapma. Sen de biliyorsun ki, ben tembel herifin tekiyim.
Pat Parker
(Almancası)
Für die Weiße, die wissen möchte, wie sie meine Freundin sein kann. Erstens: Vergiß, daß ich schwarz bin. Zweitens: Vergiß nie, daß ich schwarz bin.
Esist schön, wenn dir Aretha Franklin gefällt, aber spiele nicht jedesmal, wenn ich dich besuche. Und wenn du dich für Beethoven entscheidest
erzähle mir nicht seine Lebensgeschichte. Auch wir haben Musikunterricht gehabt.
Iß afrikanisch, wenn es dir schmeckt, aber erwarte nicht, daß ich dich in Restaurants führe oder für dich koche.
Und wenn irgendein Schwarzer dich beleidigt, dich überfällt, deine Schwester vergewaltigt, dich wergewaltigt, in dein Haus einbricht oder einfach ein Arsch ist bitte, entschuldige dich nicht bei mir dafür, daß du ihm den Kopf einschlagen möchtest. Sonst müßte ich glauben, daß du verrückt bist.
Und wenn du wirklich denkst, Schwarze seien bessere Liebhaber als Weiße erzähle es mir nicht. Sonst müßte ich glauben, daß ich mich lieber für meine Dienste Bezahlen lassen sollte.
Mit anderen Worten wenn du wirklich meine Freundin sein möchtest mach' kein Theater darum. Ich bin faul, das weiß du doch.
Pat Parker
Avni’nin Hikâyesi’ne Ek Bilgiler
Milliyet gazetesindeki o haberden sonra Avni’nin hikâyesiyle ilgili olarak bir haber daha çıktı.
Bu haberler esas olarak verdiğimiz bilgileri doğruladığı gibi (Avni’nin Dünya Vatandaşı olarak macerasının Dördüncü Enternasyonal ile ilgisi gibi) ilk gidişe ilişkin eldeki bilgileri
zenginleştiriyordu. Yiğit Bener eliyle ilk kez Belçika’da ortaya çıkması gibi. Bu haberi de
aşağıya aktarıyoruz.
Avanak Avni Avrupa’ya işte böyle çıktı
Ferai TINÇ
Geçen hafta Fransa’da referandum sonucunu kutlayan gençler, üzerlerinde karikatürist Oğuz
Aral’ın Avni’si olan tişörtler giyiyorlardı. Fotoğraflar gazetelerde yayınlandığında, dikkatli
okuyucuların hepsi, o sırada aynı soruyu sordu: Avni’nin Fransa’daki gösterilerde ne işi var?
İşte aslında 20 yıl önce başlayan öykünün perde arkası. . .
FRANSA’nın Avrupa Anayasası’na ‘Hayır’ dediği gece, alanları dolduran coşkun kalabalığın
arasında onu görünce hepimiz aynı soruyu sorduk: ‘Avanak Avni’nin orada ne işi var? ’
Gençliğimizin en çok bize ait olan çizgi kahramanı Avanak Avni, aslında Oğuz Aral’ın hiç
haberi olmadan ama sonradan onun büyük desteğini de alarak, yirmi yıldan beri dünyanın her
tarafında mücadele ediyor.
Acaba neden? Çevresinden beklediği ilgiyi göremeyen, sevdikleri tarafından anlaşılmadığını
düşünen, haksız yere dayak yiyen, yok farz edilen ama aynı zamanda kimsenin beklemediği
kadar akıllı, sağduyulu, hesapçı da olan Avanak Avni’de, onun ifadesinde herkes biraz
kendisini, isyanlarını bulduğu için belki de.
Avanak Avni’yi Avrupa’ya ilk çıkartan bir Türk; Yiğit Bener.
Birçok solcu genç gibi, 1980 darbesinden sonra Türkiye’yi terk etmek zorunda kalan Yiğit
Bener, Avanak Avni’yi ilk kez 1984 yılında, çalışmakta olduğu gazeteye renk katmak için
kullanmış. Avni’nin bundan sonraki macerasını Bener’den dinleyelim: ’12 Eylül’den önce ben de düzenli
bir Gırgır okuyucusuydum. Darbeden sonra Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldım.
Brüksel’de yaşamaya başladım. O dönemde, Dördüncü Enternasyonal’in Belçika’daki
biriminin gazetesi ‘La Gauche’ta yazı işlerinde çalışıyordum. Gazetemizi kuru buluyor ve
renk katmak istiyordum. Toplantılarımızda, karikatür kullanmamız gerektiğini
savunuyordum. Karikatür çizecek halim yoktu. İşte o zaman bende, Avni’yi araklamak gibi
haince bir fikir doğdu. ’
Yiğit Bener bunları tasarlarken, Avni’nin gençlik hareketlerine mal olacağını aklından bile
geçirmiyordu.
La Gauche, Dördüncü Enternasyonal’in yani dünya Troçkist gençlik hareketinin gençlik
örgütü JGS/SJW’nin, ‘Sonbaharın sıcak geçeceğini’ ilan eden reklamında Avni’yi kullanınca,
yıllarca orak çekiçleri, çarkları, yumrukları kullanarak kitlelere ulaşmaya çalışan sol hareket,
kendisine yeni bir sembol buldu: Avni.
Yiğit Bener, Avni’nin kendi denetiminden çıkış öyküsünü şöyle anlatıyor:
‘Avni çok tuttu. Avni, iyiyi, işçiyi, sosyalist genci temsil eder oldu. Özellikle gençler
arasında. Gazetede yayınlandıktan bir süre sonra baktım örgütün gençlik kolları da Avni’yi
sahiplenmeye başladılar. Kendi gazetelerinde kullanıyorlardı. Derken Avni, gençlik
örgütümüzün bildirilerinde de boy gösterir oldu. Artık Avni sadece Oğuz Bey’in değil benim
de kontrolümden tamamen çıkmıştı. Gazete Avni’den vazgeçtiği dönemlerde bile gençler onu
terk etmemişlerdi. Avni, sadece onlara aitti. Avni’yi rozetlere taşıdılar. Füzelere karşı yapılan
kampanyada, Avni füzeleri tekmeyle geri yolluyordu. Bu rozetler binlerce sattı. Avni hızla
çok daha geniş kitlelerin simgesi haline geliyordu. 1980 sonlarında Brüksel’de, 400 bin
kişinin katıldığı barış yürüyüşünde Avni bu kez savaş karşıtlarının taşıdıkları pankartlarda yer
alıyordu. ’
Avni direniş kahramanı haline gelince Yiğit Bener, Oğuz Aral’a bir mektup yazıp durumdan
kendisini haberdar ediyor. 2 Aralık 1986’da kaleme aldığı mektupta Bener, ‘Mahcup olmanın
verdiği çekingenlik nedeniyle’ Aral’a iki yıldan beri yazmak istemesine rağmen yazamadığını
söylüyor. Mahcubiyetinin nedeni ise ‘Ekte anlatacaklarımı sizin izniniz olmadan yapmış olmam’ diye açıklıyor.
Bener mektubunda, Avni’nin başına gelenleri aktarırken, ‘İş çığırından çıktı. Avni dev
boyutta bez pankart haline de geldi. Yürüyüşlerde flama olarak taşındı. O kadar ki Belçika
işçi hareketinin tarihine bile geçti’ diyor.
Tabii Avni’nin serüveni burada bitmiyor. O öyle evrensel bir mesaj ki, Avni’yi gören kapıyor.
1985’te, Troçkist gençlik örgütünün dergisi PRT’nin kapağında Meksika’da boy gösteriyor
Avni.
Bener Avni’nin 20 yıl önceki serüvenini anlatırken, Gırgır Dergisi’ndeki ilginç bir öyküyü
anımsatıyor: ‘Gırgır’ın geçmiş sayılarında, yalnış anımsamıyorsam Galip Tekin’in bir
dizisinde benzer bir hikaye vardı. Nükleer savaştan sonra dünya yok olmuştu ve uzaydan
gelen canlılar bir adet Gırgır dergisi bulmuşlardı. Ve orada gördükleri Avni’yi, Muhlis’i
Rıdvan’ı putlaştırıp Tanrı yapmışlardı. Yine benzer bir durumla karşı karşıyayız. Avni’nin,
Avrupa’ya ayak basışından 20 yıl sonra bile yine yüzlerce insan Avni’li tişörtler giyip,
Avrupa Birliği Anayasası’na ‘Hayır’ın mesajını onunla güçlendiriyorlar. ’
Oğuz Aral artık aramızda değil, Avni’yi Paris sokaklarında dolaşırken görseydi ne derdi?
Yirmi yıl önceki gibi davranırdı eminim.
Yirmi yıl önce Avni’nin baskıya, savaşa, sömürüye, eşitsizliğe karşı direnişler örgütlemek
için dünyaya açıldığını duyduğunda Yiğit Bener’e verdiği tepki, Aral’ın hayata karşı duruşunun özetiydi.
Aral, Avni’nin, gazete ve dergilerde yayınlanması, tişörtlere basılması, hatta rozetlere basılıp
satılması karşısında telif hakkı istemiş miydi?
‘Kesinlikle telif hakkı üzerinde durmadı’ dedi Bener.
‘Ben, Avni’nin kullanıldığı davalara gönül vermiş bir insanım. Avni’nin dünyayı
dolaşmasından gurur duyarım, bu olanlar telif ücretinden çok daha büyük bir ödüldür benim
için.’
İşte, Aral’ın yanıtı bu olmuştu.
Avni’nin yirmi yıl önce olduğu gibi, bugün de haksızlıklara başkaldırı simgesi olarak sahneye
çıkmasının sırrı ne olabilir?
Bu serüvenin en yakın tanığı olan Yiğit Bener, sırrı tek bir cümlecikle açıklıyor. ‘Bu, Aral’ın
sanatının gücüdür! ’