t ez k ır ·e - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/d01353/2005_41/2005_41_demirhana.pdfye'de...
TRANSCRIPT
t ez k • ır ·e
düşünce, siyaset, sosyal bilim
sayı 41, kasım/aralık/ocak'05
G ü N D E M
SİYAH LALE: HOLLANDA VE lSLAM
Ahmet Demirhan
1. Giriş
"Avrupa'nın en hoşgörülü ülkesi Hollanda'da .neler oluyor" diye sorulmaya çok önceden başlanmıştı aslında. Bu soruyu cevaplamanın güçlüğü nedeniyle olacak, ülke, göç almaya başladığı 1960'lardan sonra ilk kez, 'gidenler'in 'gelenler' den daha fazla olduğu bir yer haline geldi son yıllarda. 'Gidenler'in başında, elbette ki, ülkeye işçi olarak gelmiş 'yabancı'lar olarak 'göçmen'ler, özellikle de Türkler geliyor. Ancak, Hollandalılar da, ülkelerini terkediyor. Mesela, Hollanda gibi göç alan ülkelerin başında gelen Kanada'ya ait "The Eastem Canada Immigration & ]ob Consultants" adlı göçmen başvurularını kabul eden bir kuruluş, 2 Kasım'dan önce, günde ortalama üç başvuruyla karşılaşmaktayken, 2 Kasım'dan sonra ise bu başvuru, neredeyse beş katına ulaşmış. 4 Kasım'da bu rakamın 40'ı bulduğu da bildiriliyor.
2 Kasım'ın önemi, o gün, Hollanda'nın meşhur film yapımcısı ve köşe yazarı Theo van Gogh'un, Amsterdam'da Fas kökenli bir Hollanda va-
. tandaşı olan Muhammed B. tarafından öldürülmesinde yatıyor. Yazdığı köşe yazılannda veya göründüğü televizyon programlarında bir çok şey yanında genelde 'din' e, ama özellikle de İslam'a 'satirik' bir yaklaşım ser.:. gilemesiyle tanınan Theo van Gogh, "keçilerle cinsel ilişkiye giren Müslümanların bu ülkede yeri yok" gibi açıklamaları yanında, özellikle çektiği bir kısa film nedeniyle tehditler aldığı gerekçesiyle polis tarafından koruma altına alınmış durumdaydı.
"Submission" (Teslimiyet) adlı bu film, İslam'ın kadını nasıl ezdiği teması üzerine kurulu; filmde, dayak yediği üzerindeki darbe izlerinden belli olan Müslüman bir kadının bedenine, Arapçasıyla Kur'an'da kadını aşağıladığı iddia edilen ayetler yazılması, Hollanda'da yaşayan müslümanlar tarafından tepkiyle karşılandı. Ancak tepkinin kamuoyuna sunu-
t e z k i r e , dıişıince, siyaset, sosyal bilim dergisi, sayı 41, kasım 1 aralık 1 ocak 2005, s. ll-33
12 tezkire
luş biçimi, pek 'güdük' kaldı ve Hollanda medyası, "bu filme nasıl olsa Müslümanlar, geçmişte SalmanRüşti ve benzeri vakalara gösterdikleri gibi tepki gösterir" mantığıyla yaklaştı; ne filmin bir Müslümanla birlikte
· 'eli yüzü düzgün' bir biçimde tartışıldığını gördük, ne de Müslüman göçmen kuruluşlan kamuoyuna çıkıp da "şu şu gerekçelerle bu film, berbat düşünce ve ifade özgürlüğüne evet, ama bu film, altında imzası bulunan iki kişinin, bir mesele dolayısıyla, koskoca bir kültürü ve dini, bunlara mensup Rollandalı kitleleri rencide edici yaklaşımından ibaret" diyebildi. Olaydan sonra Parlamento'nun tartışmaya açtığı "dine hakaret"i yasaklayan 147. maddesinin unutulan varlığına rağmen, mahkemeye başvurup, bu maddenin işlemesini isteyen bir göçmene ya da göçmen kuruluşa da rastlanmadı.
Günler önceden duyurularak ve reklamı yapılarak Hollanda ulusal televizyonu tarafından yayınlanan filmi özetlemek gerekhse, aslında 'estetik' olarak 'kötü' bir film. Şu anda 'popülerliği' nedeniyle İnternette de bulunabilen ve en çok indirilenler sıralamasında yer alan filmde, şeffaf bir kara çarşafa bürünmüş bir kadın, bu haliyle dua ediyor. Şeffaf kara çarşafın altırida, bedeninde Arapça yazılmış Kur'an ayetl~ri de görülebiliyor. Niye ve nasıl cezalandırıldığından bahsediyor. Bu arada hızlı bir şekilde araya, dövülmüş, yaralanmış, kesilmiş beden parçaları ile Arapça yazılar bindirilmiş. Kadının Arapça ifadeleri telaffuzu bile bir felaket. Kısacası, içeriğiyle olduğu kadar 'estetiği'yle de, fazla dikkat çekici olmayan ll ·dakikalık kısa bir film bu. Hatta bir başka açıdan, filmin, 'Batılı erke- · ğin Doğulu kadına dair fantazi'sini çağrıştıran yönleri de mevcut. Kimsenin "kötü bir film yaptı" diye öldürülmesi gerekmiyor; ama Theo van Gogh'un bir cinayete kurban gitmesinin arkasında işte bu" film yatıyor.
Filmin senaristi ise, başka bir meşhur: Halen Hollanda Parlementosu'nda Liberal Parti VVD milletvekili olarak görev yapan, Somali asıllı, kendisini 'ex-Musluman' diye tanımlayan Ayan Hirsi Ali. (Liberal Parti adı, aslında, yanıltıcı bir fikir verebilir; VVD, normal kriteriere göre 'sağ', hatta 'aşırı sağ' diye nitelendirebilecek 'muhafazakar' özellikleri ağır basan, siyasal literatürdeki tanımlamayla 'liberallik'le hiç bir ilişkisi olmayan, sadece adıyla 'liberal' bir parti. Şu anda hükümeti oluşturan koalisyonun ikinci büyük ortağı; Türkiye'nin AB üyeliğine de 'kerhen' destek verdiği söylenebilir.) Ayan Hirsi, Somali'de istemediği bir evliliğe zorlandığı için 'anlaşmalı bir evlilik' yoluyla Hollanda'ya sığınan, daha sonra Hollanda vatandaşı olan, burada siyaset bilimi eğitimi gören bir 'göçmen'. Siyasete ilk adımını İşçi Partisi olan Pvd.A:yla atıyor ve parti içinde çeşit-
Abmet Demirhan 1 Siyab Lale: Hollanda ve lsl!im l3
li görevlerde bulunuyor. Ancak PvdA, özellikle İslam'a yönelik eleştirileriyle kamuoyunda tanınmaya başlanan Hirsi'nin söylemini benimsemeyince, popülerliğini gözönüne. alan WD, onu partilerine çağırdı ve bir hayli tercilıli oy alarak yeniden, ama bu kez 'sağ' kulvarda milletvekilliği hakkını kazandı.
Ayan Hirsi'yi bu denli önplana çıkaran, politik arenadaki 'başanlar'ı değil elbette. Milletvekili sıfatıyla yaptığı bir çok şey, İslam'da 'içkin bir bozukluk' olduğu iddiasım kanıtlamaya çalışan girişimler. Özellikle göçmenlere yönelik politikaların tam anlamıyla onların 'din'le ilişkileri çerçevesinde kurulması, ama bu ilişkinin 'din'in bir biçimde hastınlmasıyla çözümlenmesi gerektiği yönünde bir çok çıkışa imza atmış durumda. Bundan bir kaç yıl önce, Hz. Muhammed'in Hz. Aişe ile evliliğini gündeme getirerek, 'yakışıksız' ifadeler kullanmış ve Müslümanların tepkisini çekmişti. Denebilirse, Somali'de yaşadığı travmanın hırsınılslam'dan çıkarl}1aya çalışan birisi Ayan Hirsi. Son zamanlarda da 'sünnet'e kafayı takmış durumdaydı; özellikle Afrika'da yalnızca Müslümanlar arasında değil, genel Afrikalı kadınlar arasında yaygın olan, ancak İslami bir uygulama olduğunu iddia ettiği 'kadın sünneti'nin, Hollanda'da 'yasaklanması' için önerge verdi meclise ve bu önerge yasalaştı. Daha sonra 'sünnet'in erkek çocuklarda 'travma'ya yol açtığını ileri sürerek, bunun da yasaklanmasını istedi. Ancak, Yahudilerin de sünnet olduğunu bilmediğinden olacak, Yahudi cemaati temsilcilerinden "Ayan Hirsi bu kez çizmeyi aştı" tepkisini görünce susmak zorunda kaldı. Ratterdam Erasmus Üniversitesi Sosyoloji bölümünden emekli, halen hükümetin büyük ortağı Hristiyan Demokrat Partisi CDRnın da fikir damşmanlarından, Türkiye'de "Soyut Toplum" kitabıyla tanınan Prof. Anton Zijderveld, kendisiyle daha evvelden yaptığımız bir görüşmede, "kendisine acıyorum aslında, yaşadığı sıkıntıları çok kötü bir yolla telafi etmeye çalışıyor" dese de, Hollanda halkının ve özellikle de medyasının en çok dinlediği isirolerin başında geliyor. Van Gogh cinayetinden sonra bilinmeyen bir yerde koruma altındaydı; ama şu günlerde yeniden medyada görünmeye başladı ve "Submission II" adlı, bu kez İslam'ın bireyi nasıl yok ettiğini ele alan bir senaryo yazacağım açıkladı.
Theo van Gogh ile Ayan Hirsi'nin ortak projesi olarak gösterilen "Submission" filmi gösterime girdikten bir kaç ay sonra işlenen cinayet akabinde, özellikle medyada hemen her saat başı İslam'ın gündeme gelmesine, "fikir ve düşünce" özgürlüğünden bahsedilmesine neden olan kişi olarak Muhammed B., 26 yaşında Fas göçmeni bir ailenin çocuğu olarak
tezkire
Hollanda doğumlu. Basma yansıdığı kadarıyla, aile hayatı bir hayli karmaşık. Babasını erken yaşlarda kaybetmiş, abiası Almanya'ya 'kaçarak' orada aile çevresinin tasvip etmediği birisiyle evlenmiş. Olaydan bir kaç gün önce, bir kamu taşıtma biletsiz binrnekten ve görevliye saldırgan tavırla karşılık vermekten dolayı polise teslim edilmiş ve tutuklanmış. Ancak, Aınsterdam'da Faslılara hizmet veren bir camiye sürekli gittiği, hatta 'fundamentalist' bir networke bağlı bulunduğu iddia edildi. Ancak net bir açıklama yapılmadı bu konuda. Sözkonusu cami ise, avukatı vasıtasıyla, "hayır bizim cemaatimiz değildi" açıklaması yaptı. Olaydan sonra
' kaçarken polis tarafından ayağından vurulduğu için halen hastanede tedavi gören Muhammed B.'nin bazı Türk gazetelerinde yazdığı gibi, "esrarkeş", "10 Euro'ya her şeyi yapabilecek" birisi olduğu da muhtemelen pek gerçeği yansıtrnıyor. Öyle olsa bile, en azından Theo van Gogh cinayetinin bu nedenlerle açıklanması ior görünüyor.
2. 'Sütunlaşma' ve Hollanda tarzı uluslaşma
Hollanda'da son zamanlarda yaşananları ve toplumsal yapısını, geçtiğimiz günlerde Parlamento'nun gündeminde olan anayasanın 147. maddesi "zındıklık" (blashemy) çerçevesinde yapılan tartışmalı;ırı, bir 'metafor' olarak kullanarak anlamıandırmak mümkün aslında. Tuhaf bir biçimde, Theo van Gogh cinayetinden sonra gündeme gelen bu tartışmada, Hristiyan Demokratlar, uzun süredir unutulan bu yasanın tekrar hatırlanması gerektiğini ileri sürerken, aşırı sağcılar, liberaller, demokratlar ile sosyal demokratlar ve sosyalistler yasanın tamamıyla kaldırılması öne sürüyor. Bu konudaki önerge, daha evvelden yasanın kaldırılmasına destek veren, ama daha sonra "toplumda yanlış anlaşılmalara vesile olacağı" endişesiyle desteğini geri çeken sosyal demokrat İşçi ·Partisi'nin de oylarıy-: la reddedildi; ancak demokratlar, konuyu tekrar gündeme getirip yasanın kaldırılması konusunda ısrarlı.
Temelde 'fikir özgürlüğü'nün sınırlarıyla alakah bu yasa üzerindeki tartışmalar, bir açıdan bakıldığında, bizdeki 'zina tartışmaları'nı hatırlatacak denli değişik tepkiler uyandırdı. Eğer Nilüfer Göle'nin, Theo van Gogh cinayetinden bir gün sonra, 3 Kasım'da, Amsterdam'da Abdülkerim Süruş, Sadık el-Azm ve Fa tema Memissi'nin 2004 Erasmus Ödülü'nü kazanması vesilesiyle düzenlenen "Din ve Modernlik" konferasında;
"AKP'nin zina konusunu gündeme getirmesini, İslamcı geçmişlerinin geri dönüşü olarak değil, bu partinin muhafazakar demokrat vurgusunun
Ahmet Demirhan 1 Siyah Lale: Hollanda ve islam ıs
bir göstergesi olarak değerlendirrnek gerek" mealindeki görüşlerini temel alırsak; aslında "zmdıklık" yasasının tartışılmasıyla Hollanda da, bir biçimde 'ifade özgürlüğü'nün din'e ve İslam'a dair sınırlarının ne olacağım tanışmakta iken, daha çok Hallandalı nüfusun ve özellikle de Katoliklerin bazı konulardaki endişelerini tanışmakta aslında. Ama başka bir açı~ dan da, bu tartışmanın, van Gogh cinayetinden sonra, bir 'vicdan muhasebesi' şeklinde ortaya çıktığı; 'vicdan'larda, "Eğer bu yasayı uygulasaydık, van Gogh cezalandınlabilirdi, en azından yargılamrdı, ama öldürülmezdi" diye bir muhasebenin olduğu söylenebilir.
70 yıl içinde şimdiye kadar malıkernelerin üç kez "zmdıklık" nedeniyle cezalandınldığı Hollanda'da, van Gogh da bir kez "zmdıklık" suçlamasıyla karşı karşıya kaldı.· "Her Hristiyan köpek" gibi bir ifadeyi kullandığı için suçlanan arkadaşı Theader Holman'a destek amacıyla,
l995'te yazdığı bir yazıda, Holman'ı suçlayanlar hakkında "Nasara'dan o kızarmış balığın destekçileri" dediği için. "Nasara'dan o kızarmış balık", elbette ki, Hz. İsa. Ancak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne kadar giden dava, mahkemenin hiç bir gerekçe göstermeden başvuruyu reddetınesi üzerine düştü. İşte bu nedenle, van Gogh, 'dindar'lar, özellikle de Katalikler tarafından da pek sevilmiyordu. (Tabii, 'sevilmemek' hiç bir biçimde cinayet için bir gerekçe olamaz.)
Ancak Hristiyan Demokratların yasanın yeniden canlandırılması talebi, 'sağcı' Liberal Partili (VVD'li) olan Azınlıklar ve Entegrasyon Bakanı Rita Verdenk tarafından, "Bazı insanlar çok kolaylıkla ineinebiliyor diye, toplumumuzda genelde kabul gören bir şey sımrlandınlmamalı" tepkisiyle karşılandı. Buradaki "bazı insanlar" elbette ki, Müslümanlar; geçmişte Hollanda istihbarat biriminde görevli olan Bakan, ayrıca, "Müslümanların tahammül sının çok düşük" ifadesini de kullandı. İşin 'ironik' tarafı, 'sağcı' Bakan'ın l960'larla birlikte ülkede ağırlığını ortaya koyan sosyal demokratlarm yasayı rafa kaldırrnasmı, çok değişik gerekçelerle, onaylar görünmesi. Dolayısıyla, bu yasa etrafındaki tartışmalarda, Hollanda toplumunun devam edegelen 'uluslaşma süreci'nin izlerini bulmak mümkün. Her şeyden önce, yasa, farklı kültür ve din gruplarının 'toplumsal mutakabat'mm çözülmeye başlandığının ilan edildiği; buna mukabil, yeni bir 'mutabakat'm sağlanamaması yanında, göçmenlerin, özellikle de Müslüman kökenli göçmenlerin yerinin neresi olduğunun belirlenemediği bir dönemde de tartışılıyor.
Hollanda, siyasal bilimler literatüründe, 'sütunlaşma' (pillarization) adı verilen bir 'mutabakat' üzerine kurulmuş bir toplum aslında. 20. yüz-
tezkire
yılın başlarında, özellikle ~ki dönemlerden kalma Protestan-Katalik çekişmesi yanında, 19. yüzyılla birlikte sosyalistisosyal demokratlar ile bunlara karşı olan liberaller arasında bölünmüş bir toplumdu Hollanda. 7. yüzyılda 'pagan' geçmişinden sıyrılıp Katalik olan ülke, protestanlığın ortaya çıkmasıyla 16. yüzyılda hızla protestanlaştı. Bu, idari bünyesinde bulunduğu Katalik tspanya'yla çatışmak demekti. Orange'li William'ın yönetimindeki protestanlar, 10 yıllık bir savaştan sonra, 'Din Barışı' adı altında imzalanan bir anlaşmayla, Katalikleri de yanlarına çekti ve tspanyollara karşı bağımsızlığın ilan edilmesini sağladı. Hollanda'nın 'milli
, rengi' olan 'portakal', bu William'ın 'Orange'ından (portakal) gelir. Bu 'Din Barışı'na rağmen, Katoliklerle protestanların 'barış' içinde yaşadıklarını söylemek de zor. Çünkü, ilerleyen dönemlerde ülkenin Protestan çoğunluğu, belli bölgelerde, Iriesela Leiden'de Katalik kiliselerinin faal olmasına izin vermiyordu. Tilbmg ve Neijmegen gibi kentlerde ise Katalikler çoğunluktaydı. Napolyon'un ordusuyla Leiden'e kadar geldiği, tarihinde İspanyol kuşatınasma direnmesiyle meşhur kente girdiği, oraya yeni bir Katalik kilisesi inşa ederek "kapatırsanız geri gelirim" diye gözdağı verdiği biliniyor.
Sosyalistler-liberaller arasındaki çekişmenin izlerini ise, Avrupa üzerinde bir 'hayalet' olarak duran 'komünizm' ve 'devrim' beklentisine kadar sürmek mümkün. Ancak, bazı toplumsal gruplar arasında bir 'geçişkenlik' olduğu zannedilmesin. Tamamıyla kendi içlerine kapalı ve diğerine karşı 'şiddet' e açık gruplar vardı ortada. Bunun dışında; özellikle ülkenin kuzeyinde, kendilerine 'Fris' diyen, Hollandalılığı kabul etıneyen, hatta bağımsızlık talepleri bulunan, kendi dillerini konuşup bu dilde yayın yapan, ayrı bir 'azınlık' da mevcut.
1870-1920 yılları arasında şekillenmeye başlayan ve 20. yüzyılda Hollanda 'ulus'unu belirleyen 'sütunlaşma', değişik coğrafi bölgelere ve kültür kitlerine dağılmış toplumsal katmanları birarada toplamak için bulunmuş bir 'formül' aslında işte bu 'formül'de esas hedeflenen de, öncelikle Katalikler ile kleine luyden (küçük esnaf) adı verilen Protestan kökenli küçük tüccarın, işçinin, çiftçinin 'özgürleşmesi'nin sağlanması. Çünkü bu gruplar o dönemlerde toplumun 'azınlıklar'ı.
'Kurucu irade'riin nasıl şekillendiği tam olarak bilinmemekle birlikte (yine de Hollanda'nın halen bir Kraliyet olduğunu aklımızdatutalım), Hollanda 'ulus'unun dört ayrı 'sütun'dan oluştuğu kabulüne dayalı bu 'mutabakat'ta, her bir grup bir diğeriyle ilişkiye girmek zorunda kalmadan kendi kurumlarını kendi kaynaklarıyla oluşturma hakkını elde eder.
Ahmet Demil'han 1 Siyah Lale: Hollanda ve Islam 17
Bu 'sütun'lar, Katolikler, protestanlar, sosyalistler ve liberallerdir ('Frisler', bu mutabakatta yer almaz.) Dolayısıyla, süreç içinde, her birisi, kendi okulunu, has tanesini, radyosunu-gazetesini-TV'sini, sendikasını, siyasal partisini, hatta dükkanıarını kurma hakkında sahip olur. Kısacası, her bir sütunun alt katmanları birbirleriyle ilişkiye girmek zorunda kalmaz, hatta bunu istemez; bu tür bir ilişki, üst katmanlarda, her bir grubun !iderleri arasında sağlanır; bunun için 'güçlü liderler'e gereksinim duyulur. Dolayısıyla bir 'kaynaşma'yı içermeyen, hatta 'karşılıklı düşmanlığı' temel alan, süreç içinde her bir 'sütun'un kendi 'elit'ini ve 'network'unu kurduğu bir 'uluslaşma'dır bu. !Şte yanlışlıkla 'Hollanda hoşgörüsü' denilen düşüncenin arkasında, toplum katmanlarının 'birlikte, ama temas etmeden yaşama' modeli olarak bu 'sütunlaşma' yatmaktadır.
Bu 'sütunlaşma'ya birlikte öngörülen hedef de, grupların öncelikle 'pasifleştirilmesi', bu yolla 'demokratikleştirilmesi' ve sonuçta 'özgürleştirilmesi'dir (emansipasyon). 60'lar (ki bu d'önem ülkenin göçmen almaya başladığı dönemdir de) bu 'sütunlaşma'nın çözülmeye başladığı· bir dönem olarak tanırolansa da, esas çözülmenin özellikle 90'larla birlikte başladığını ileri süren siyaset bilimciler çoğunlukta. Göçmenlere karşı bir parti kurup 150 üyelik parlamentoya 30'a yakın üyeyle giren, daha sonra bir 'hayvan hakları savunucusu' tarafından öldürülen 'azınlık karşıtıeşcinsel' politikacı Pim Fortuyn ('azınlık karşıtı-eşcinsel' ifadesini, yabancı düşmanlığının yenilenen çehresini vurgulamak için kullandık), bu tür maceralara girişmeden, daha bir öğretim üyesiyken yazdığı bir kitapta "bisikletin yaygınlaşması, sütunlaşmanın köklerini sarstı" diyebilmiştir.
Biraz 68'in Hollanda'ya etkisinin bu şekilde olması, biraz göçmenlerin gelişiyle birlikte yeni katmanların ortaya çıkışı, ama en çok da toplumsal mobilizasyonun ('bisiklet'in) yaygınlaşması, 'sütun'ların sağlamlığını
sarstı. Belki buna bir de McDonald's'ın yaygınlaşmasını da eklemek gerek. Çünkü aslında şu anda Hollanda'da var olan trend, bir tür 'Amerika~ nizasyon'. Hollanda gibi bir 'sosyal devlet'te sokaklardaki 'evsizler'in dolaşmasının garipliği karşısında, Hollandalıların bunları "aaa ne güzel! New York sokaklarındaki o başıboşlar bizim sokaklarda da dolaşıyor" mantığıyla karşıladıkları latifesi bile yapılabilir bu açıdan.
Ancak "sütunlaşmadan sonra ne?" sorusuna bir cevap bulabiimiş değil Hollandalılar. Henüz 'Avrupa vatandaşlığı'nın yerelleşememesi gözönüne alınırsa, çare, yine, ama gözden geçirilmiş bir biçimde 'sütunlaşma'da bulunmaya çalışılıyor. Özellikle Hristiyan Demokratlar, göçmenle-
18 tezkir e
rinde kendi başlarına bir 'sütun' olarak Hollanda toplumuna katılabileceklerini; kendi 'özgürleşme'lerini bu kanalla sağlayabileceklerini öngörüyor. Ancak, 'sütun'ların varlığı, başka açılardan da artmış durumda. Mesela, eşcinsel evliliklerin yasal olduğu ülkede, bir 'gay sütun'undan bile bahsedilebiliyor. İşte, son tartışmaların, özellikle de bir 'metafor' olarak 'zındıklık' yasası etrafındaki tartışmaların arkasında, o eski 'sütun'lardan kalan tepkiler var ve göçmenler üzerinden aslında Hollandalılar, kendileri için de bir yol arıyor.
3. 'Göçmen kuşlar'a alışniak ...
Geçen yılın başlarında, bir kaç arkadaşla birlikte, "Hollanda'ya Göçün Kırkıncı Yılı" kutlamaları çerçevesinde yayınlanmak üzere başladığımız, ancak mali destek bulunamaması nedeniyle akim kalan bir proje vardı. Ülkenin çeşitli yerlerindeki en yaşlı göçmenleri bulup onlarla ropörtajlar yapacak ve sonra da bu ropörtajlar bir kitap olarak yayınlanacaktı. Bu bağlamda, göreceli o.larak küçük bir kentte görüştüğüm Hollanda'ya ilk gelenlerden Türk asıllı bir göçmen, bir anısını aktardı. Hollanda'ya geldikleri ilk günlerde iki-üç arkadaş bir olup saçlarını kestirrnek üzere herbere gitmişler. Berber işini bitirince, biraz da utana-sıkıla, kendilerine bir şeyler anlatmaya çalışıyormuş. Arada dil problemi oldugundan güç bela da olsa derdini anlamışlar. Berber, "hayatımda hiç kara saç görmedim. Acaba kestiğim bu saçları saklamama müsade eder misiniz?" diye izin istiyormuş. Bu anı, özellikle ilk işçi göçleri sırasında Hollanda'daki havayı yansıtmak konusunda bir çok açıdan simgesel bir değer taşıyor.
'Karaşın' olmak, Hollanda'ya göçün ilk yıllarında, ekonomilerini düze çıkarmak için gelmiş işçileri 'bağırlarına basan' Hollandalılar için, böylesi bir 'egzotik' nitelikti aslında. O göçmen kitlesi için de, o herbere gitmek ya da alış-veriş yapmak amacıyla çarşıya arada bir çıkmak, işten eve . neredeyse 'servis' araçlarıyla taşındıkları için, fabrikaları hariç, göçmenlerin Hollanda toplumuyla temas ettikleri nadir anlardan birisiydi.
'Göçmenlik mentalitesi' konusunda görüştüğümüz Amsterdam Üniversitesi öğretim üyelerinden Metin Alkan, göçmenlerin Avrupa'ya "ben Amsterdam'ın, Den Haag'ın kültür hayatına katkıda bulunuyum" diye gelmediklerini belirtirken, aslında bu 'zihniyet'i oluşturan unsurların sınırlarını da çiziyordu. Ortada bir anlaşma vardı: Avrupa, savaş sonrası
. eksilen iş gücünü karşılayacak, 'niteliksiz işçi' sıfatıyla gelen 'misafir işçiler' bir dönem para kazanıp geri dönecek, işçi gönderen ülkeler de döviz
Ahmet Demirhan 1 Siyah !..ale: Hollanda ve Islam ı 9
ihtiyacını karşılayacaktı. Yine Alkan'ın bildirdiğine göre, gelenlerin yüzde 60'ı bir biçimde bu anlaşmaya uydu ve geri döndü. Anqık özellikle 74'teki 'petrol krizi'nin etkisiyle, 'misafir işçiler' kötüleşen ekonomik koşullar nedeniyle geri dönme riskine girmek istemedi; 'ev sahibi ülkeler' de, göç yollarını kısıtlasalar da, elde hazır işçileri göndermek şöyle duı'sun, sağladıklan çeşitli kolaylıklarla, eşierini ve çocuklarını getirmelerine de imkan tanıdılar. Aslında bir çok işçi, Alkan'ın ifadesiyle, "eşim gelirse, o da çalışır; daha çok kazanır ve daha çabuk döneriz" mantığıyla hareket etti; ama durum hiç de sanıldığı gibi olmadı. Her şeyden önce, yaygınlaşan bir ifadeyle, ev sahibi ülke, "biz emek ithal ettiğimizi düşünüyorduk, 'insan' değil" şaşkınlığıyla karşı karşıya kaldı.
İşte 'misafir işçiler'in önce 'yabancı'ya daha sonra da 'göçmen'e dönüşüm süreci böyle başladı. Çünkü bir kez aileler gelince, işçiler, daha iyi konutlar, çocuklarına eğitim imkanı vs. istediler; giderek 'sosyal devlet'in sağladığı diğer imkanları farkedip bunlardan yararlanmak istediler. Daha evvelden kiraladıklan kiliselerde eda ettikleri Cuma ve Bayram namazları için cami talep ettiler. Bu talepler, ilk başlarda, pek fazla tepki görmeden yerine getirilmeye çalışıldı. Ama iki farklı kültür arasındaki farklılıklar da işte o zaman farkedilmeye başlandı. 1980'lere gelindiğinde, Hollanda toplumu, "kalıcı mı, gidici mi bunlar" diyerek, 'egzotik' algıdan: çıkıp bu 'misafir işçil~r'in durumunu başka bir gözle değerlendirmeye aldı.
Yine de ortada 'pozitif bir ayrımcılık' da vardı; ne tamamen haklarından mahrum tutuluyordu göçmenler, ne de 'eşit' muamele'ye tabiydiler. "Benim üç çocuğum var. Bu nedenle üç odalı bir ev hakkım var" diyen bir göçmen işçi, "iyi ama senin kültürün falanca yerde yaşamaya müsait değil, ancak filanca yerde yaşayabilirsin" diyerek gettolaşmaya maruz tutuldu. liköğretimi bitiren bir göçmen öğrenci, üniversiteye yönlendiren 'gymnasium'a mı yoksa meslek edinme amaçlı Meslek Yüksek Okulu'na yönlendiren liseye mi tercihiyle başbaşa kaldığında, bu konuda gerekli kurumlara tavsiye hakkı bulunan rehber öğretınen tarafından, "senin kültürün farklı. Üniversitede yapamazsın. Hollandacan da iyi değil. Hem erkenden meslek edinmende fayda var" mantığıyla Meslek Yüksek Okulları'na yönlendirildi.
Bu 'pozitif ayrımcılık' çerçevesinde gettolaşmaya itilen göçmenler, zamanla kazandıkları vatandaşlıkla birlikte, siyasal hayatta haklarını arama çabasına girdiklerinde, kendi kurumlarını oluşturmalarına müsade edilmelerine rağınen, özellikle yerel düzeyde kurumsal olarak değil bireysel olarak siyasete katılmalarına izin verildi. Bu nedenle Belediye Meclisle-
tezkire
ri'nde Türk kökenli üyelere rastlanabiliyor; ama kurumsal olarak siyasete katılmaları hala mümkün değil. O da ancak 80'lerin ortalarında. Bu durumu aydınlatmak için, yerel siyasete katılımın bir yansıması olarak, 'Rotterdam ö:ı:neği', hayli aydınlatıcı.
Bu noktada bir meseleyi de vurgulamakta fayda var. Bir taraftan l2 Eylül darbesiyle Hollanda'ya kaçan 'siyasi mülteciler'in oluşturduğu hava, diğer taraftan köyünden kalkıp gelmiş, yol-yardam bilmeyen işçilerin hayat tarzlarının 'anti-demokratik' diye yaftalanması, ama en önemlisi de kendi içinde örgütlenen Türk gruplarının, Türkiye'deki ideolojik yapıla-
, rı aynen Hollanda'ya taşımaları, siyasete katılımlarında bir engel olarak işlev gördü. Bütün bunlara, Hollanda'nın 'pozitif ayrımcılığa' zaten hazır olması da ekleninde, Müslüman göçmenlerin siyasi taleplerinin önü büyük ölçüde tıkanmış oldu.
Yine de 'Rotterdam örneği'nde görüldüğü gibi, asıl güçlü engel, 'kültür' ve 'din'di. Yunan ve !talyan olan Akdenizli diğer işçi grupları 'seküler' ve 'sol görüşlü' bulundukları için kolaylıkla grup olarak belediyede temsil hakkını elde ederken, hatta önemli mali yardımlar alarak bir 'şemsiye örgütlenme' içine girmeleri sağlanırken, ülke siyasetine ulaşmaları için kanal bile oluşturulmuştu. Oysa Müslüman kökenli gruplar, 'aşırı
milliyetçi', 'anti-demokratik' ve hepsi olmasa bile Türklerin ve Faslıların bazı kesimleri, 'Bozkurt' ve 'Amicale' diye nitelendirilen;k dışarda tutuldu. Müslüman grupların ilk defa toplu olarak değerlendirilmeye tabii tutulmaları ise, tuhaf bir gerekçeye dayandınldı. "Bu insanların toplu olarak bulundukları camiler ve lokaller, hem yapı olarak ve hem de yangın emniyeti gibi hususlar açısından berbat. Bunların iyileştirilmesi için onlarla temasa geçelim" denildi. Dolayısıyla aynı 'pozitif ayrımcılık' yine işbaşındaydı. Belediye, müslüman göçmenlerin toplu olarak bulundukları binalarda olası bir yangın ya da benzeri vaka durumunda sorumluluktan kaçınmak amacıyla, onlarla temasa geçmeyi uygun bulmuştu; onların da siyasi talepleri olabileceği için, bunları başka kanallada iletmek isteyebilecekleri için değil. Böylece Müslüman gruplara 'ekstra-hizmetler' sağlan-ması kabul edildi. ·
Bu mantık, başka bir garip duruma da hizmet etti. Müslümanların siyasete katılım kanallarının özellikle cami dernekleri olduğu inancının yerleşmesine. Dolayısıyla özellikle 80'lerin ikinci yarısından itibaren başlayan Müslümanları da yerel yönetimlere katma çabaları, onların mabetIerinin bina şartlarının iyileştirilmesi ile siyasi kanallarının cami dernekleri oldukları inancıyla birlikte yürüdü. İşte son zamanlarda hızla artan,
Ahmet Demirban 1 Sı),ab Lale: Hollanda ve islam 21
Theo van Gogh'un öldüren Muhammed B.'nin 'radikal' bir cami müdavimi olduğunun sık sık gündeme gelmesine neden olan, 'radikal İmamlar' ve 'imamlann Hollanda'da eğitilmesi' meselelerinin tartışılmasının arkasında yatan nedenlerde, bu durumun önemli bir payı var. Ancak Hollanda'nın "ülkede Islam alacaksa, Hollanda'ya uygun Islam olsun" anlayışı da hissediliyor.
Cami demeklerinin böylesi bir 'önem kazanması' başka bir tuhaf durumu ortaya çıkardı. Anayasaya göre ulusal ya da yerel yöneticiler, kilise kuruluşlan için 'mali destek' sağlayamazlar. Ancak cami demekleri bu uygulamanın dışında tutuldu. Çunkü bu demekler 'kilisevari' bir mabet olarak değil, süpennarketiyle, çay salonuyla, lokantasıyla, berberiyle, kadın ve gençlik kollarıyla 'toplumsal faaliyet merkezi' olarak kabul edildi.
Öte yandan, şu anda Türkler için 'şemsiye örgüt' görevi gören bir kuruluş da var aslında. "Het lnspraakorgaan Turken" (lOT; Türkler Için Danışma Kurulu) adlı bu kuruluş, Türklerin kurduğu çeşitli federasyonları bir ·çatı altında toplayan bir örgüt. Cami demeklerinin oluşturduğu federasyonlardan; Alevi federasyonlarına, sosyal demokrat federasyonlardan milliyetçi kökenli federasyonlara kadar, bir ikisi istisna, bütün Türk federasyonları, bu kuruluş bünyesinde bir araya gelmiş durumda. Ancak bu kuruluş, siyasi bir mekanizma olmaktan çok, "Azınlıklar Politikası Müzakere Kanunu uyarınca, Içişleri Bakanlığınca kabul edilmiş ve statüsünde belidendiği üzere, temsil ettiği grubun çıkarlarını korumak üzere kurulmuş bir müzakere kurulu" aslında. Talebi alt katınanlardan gelmeyen, daha çok 'azınlıklar politikası' çerçevesinde oluşturulan, zarp.an zaman göçmenlerin haklarını değil hükümetin isteklerini dile getirınekle suçlanan bu kuruluşun arkasında ise, muhtemelen Müslümanların bir 'sütun' oluşturup oluşturamayacaklarının sınanması yatıyor. Tıpkı Ratterdam'da açılmasına müsade edilen, ama henüz resmen tanınmayan, daha sonra ikiye bölünerek Ratterdam Islam Üniversitesi ile Schidam Avrupa Islam Üniversitesi halini alan eğitim kurumlarının kurulmasındaki amacın bu olması gibi.
4. 'Sütunlar' yıkılınca alnnda kalan göçmenler
Tarık Zafer Turraya'nın "Türkiye'de Siyasi Partiler Tarihi" gibi "Hollanda'da Siyasi Partiler Tarihi" yazılsa, herhalde bir kaç cilt ortaya çıkar. Bun~n arkasında yatan en önemli etmen, 'sütunlaşma'nın siyasi temsile et-
22 tezkir e
kisi. 'Sütunlaşma'nın çözülmeye başlaması yanında Hollanda'nın son zamanlarda sosyal devletten daha liberal bir devlete evrilme çabalannın da, bu duruma katkıda bulunduğu söylenebilir. Siyaset bilimi literatüründeki tanımlamalarıyla ifade edersek, Hollanda, 'süturılaşma'yla 'korporatist çoğulculuk'u (corporate pluralism) hayata geçirmeye çalışan bir ülke. Bu 'çoğulculuk', değişik toplum katmanlarının birbirleriyle temas etmeden birlikte yaşamalan temelinde kurulan bir yapı iken, bunun karşısında toplumun bir üyesi olarak bireyi temel alan 'liberal çoğulculuk' bulunur. Birinde bireyin kendi grubu dahilinde hareket etmesi beklenirken, diğerinde birey hangi grup içinde hareket edeceğini seçer. Her ne kadar özellikle son bir kaç yıldır Hollanda'da trend, 'liberalleşme' yönündeyse de, bunun ancak Amsterdam,. Rotterdam ve Den Haag gibi bir kaç büyük kent için sözkonusu olduğu; buralarda bile bu trendin sınırlı kaldığı söylenebilir. Dolayısıyla hala 'korporatist çoğulculuk'un hakim olduğu bir iilke Hollanda; ama bunun bir istisnası var: göçmenler. Bunu iki açıdan, göçmenlerin bir yandan bir 'Hollandalılık bilinci'nin gelişmesine katkısı babında siyasi temsiliyet karmaşası açısından ve diğer yandan da göçmenlerin temsil edilmesinde yaşanan karmaşa açısından değerlendirmek mümkün.
Göçmenlerin Hollanda'da siyasi partilerin artmasına katkılarımn büyük olduğu söylenebilir. Ülkenin en eski partilerinden birisi, şu anda. ana muhalefette yer alan, ancak özellikle 1960'dan sonra uzun yılları ülkeyi yöneten İşçi Partisi PvdA. Yine solda yer alan Sosyalist Parti SP, 1972 tarihli. Adını kuruluş tarihinden alan D66 (demokratlar), 1966'da kurulmuş. Şu an hükümetin büyük ortağı olan Hristiyan Demokrat CDA bile ll Ekim 1980'de, ülkenin en eski partilerinden olan 1S79'da kurulan ARP'yle, KVP ve CHU adlı üç partinin birleşmesiyle oluşmuş. Yine koalisyon ortaklarından 'sağcı' Liberal Parti VVD, 1948 tarihli.
Bunun dışında, Protestan Hristiyan Parti RPF, aşırı sağcı Merkez Demokratlar CD gibi partiler, geçmişte ülkenin göçmenler politikasına etkide bulunsa da, silinip gitmişler; bunların yerine, elbetteki yeni partiler gelmiş. 8 ay gibi kısa bir ömürlü olan, yine CD.A:nın ana gövdeyi oluşturduğu, Henry Potter'a benzerliği nedeniyle Henry Potter Balkenende denilen jan Peter Balkenende'nin başbakanlığındaki bundan önceki I. Balkenende koalisyonuna ortak olarak katılan Pim Portuyn Listesi LPF, sadece 2002 yılında kuruldu ve şu anda dağılma sürecinde. VVD saflarında politikaya atılan, ancak hükümetin Türkiye'nin AB politikasım beğenmediği için ağır eleştiriler yöneltınesi nedeniyle partisinden ayrılma zo-
Ahmet DemiriJan 1 Siyah Lale: Hollanda ve lslfim 23
runda kalan Geerts Wilders, son kamuoyu yoklarnalanna göre şu an seçim olsa 150 üyelik parlementoya 20-30 üyeyle girecek bir potansiyele sahip yeni bir parti kurma aşamasında (bazıları bu rakamın bilerek abartıldığını, gerçek sayının 10 cıvannda olduğunu söylüyor. Yani ortada bir rnanipülasyon ve 'rnistifikasyon' da var.) Muhammed B.'nin Theo van Gogh'un cesedinin üzerine bıraktığı notlarda, Ayan Hirsi, Azınlıklar Bakanı Verdonk gibi isimler yanında, onun ismi de 'listedekiler'de yer alıyordu. Politikasının temeli ise, tamamıyla 'göçmen' ve özellikle 'İslam karşıtlığı' üzerine kurulu. Bu tür politikalara rağmen, Hollanda ulusal radyosu NIS'te yayınlanan bir haberde, "şükür ki Hollanda'da Avusturya'daki Haider ya da Fransa'daki Le Pen gibi aşırı milliyetçi bir hareket yok" denebildL Var olan şey ise, Hollanda istihbarat birimi tarafından yapılan açıklamada ülke genelinde takip edildikleri bildirilen 8 bin aşırı sağcıya karşılık yine izlendikleri açıklanan 150 kişilik 'fundarnentalist İslamcılar'ın oluşturduğu tehdit (Muhammed B., bu 150 kişilik grup içinde yer alınıyordu.) Bu tehdidin arkasında, global ölçekteki algılamaların Hollanda'ya yansırnalarını bulmak mümkün. Ama asıl etken, yine göçmenlerin oluşturduğu 'problern'in nasıl halledileceğinin bilinenernesi ve göçmenlerin bu 'tehdit'le hizaya getirilmeye çalışılması.
Ülkenin yönetimine uzun yıllar imzasını atan lşçi Partisi, bir yandan göçmenlik olgusunun yeni olması, bir yandan siyasi tavırlarının bunu gerektirrnesi ve bir yandan da göçmen gruplarının bir 'insan' gibi değil gasterbeiter ('misafir işçi') olan bir 'ernek' gibi kavramlması nedeniyle, onlan kendi hallerine bıraktı.Yerel düzeyde 'Rotterdarn örneği' çerçevesinde çizilen gelişmeler yaşansa da, mesela 1995 yılına kadar ulusal düzeyde bir göçmenlik politikasının netleştiğini söylernek zor. O dönernden sonra ağırlıklı olarak Hollandacasıyla 'inburgerlng' tartışmaları ortaya çıktı. Bu, daha önceden böyle tartışmalar yoktu anlamına gelmiyor; ama ulusal siyaset düzeyinde ve özellikle de siyasal temsiliye te etkisi bakırnından kolaycı bir yolla 'entegrasyon' diye çevrilen, ama çağrışırnlan bakırnından 'Hollandalılaşrna'yı da içeren 'inburgering' konusundaki tartışmalar, daha bir önem kazanmaya başladı. Muhammed B.'nin Hollanda'da doğmuş, Faslılardan daha ziyade Hollandalılarla arkadaşlığı tercih· etmiş, hatta bir dönem Fas kültürüne karşı mesafeli durmuş olmasının, onun iyi bir 'inburgering' örneği olabilecekken 'fundarnentalist' bir cinayete imza atmış olmasının yarattığı şaşkınlığın nedeni de bu. 'Dışarı'dan bir yerlerin değil, Hollanda toplumunun bir 'parçası'. Yine de, 'radikalleşrne'sinin arkasındaki saik olarak, her şeye rağmen, 'pozitif ayrımcılık'la
24 tezkir e
karşılaşması, "ne kadar adım atsarn da, beni kendilerinden saymıyorlar" anlayışının yattığı ileri sürülüyor kimi ~~m~nl~r .tarafın~an. . .
Aslında 'inburgering'in 'entegrasyon ıle asımdasyon arasındakı ınce çizgide yer alması, hatta onun bir 'sonu'nun olmaması, özellikle aşırı sağdaki hareketienmeyi de tetikleyen bir etken. Yakın zamanlarda Hollanda'daki 'siyasi cinayetler'in ilkine kurban giden Pim Fortuyn'ı, 'akademik' hayattan sıkılıp LPF adlı bir parti kurmaya iten nedenlerin başında da, iş-_ te bu "ne yapsak olmuyor. Bunlar 'adam' olmayacak" anlayışı var. Tabii tşçi Partili uzun iktidar dönemlerinin göreceli "kendi ivmeleriyle topluma katılsınlar" anlayışının, Hollanda devleti ve toplumu için arzu edilen
, bir amaç olmaktan çıkıp, göçmenlerin, çeşitli 'sınanmalar'la 'adam' edilmeye çalışılmasının payı, ayrı bir düzlemde tartışılmaya da açık bir ko
nu. 'lnburgering'in gündeme gelmesiyle, göçmenlerin 'ötekileştirilme'si
nin arttığı; daha evvelden sorgusuz sualsiz sahip olduklan bazı hakların tartışılmaya açıldığı, evlerinde kendi anadillerinin konuşulmasının dahi sorunsallaştırıldığı, 'namus cinayetleri' gibi tartışmalarla 'suç'un 'münferit' değil 'kültürel' olduğu inancının yerleşmeye başladığı ve dolayısıyla göçmenlerin 'kriminalize' edildiği bir dönem de başlamış oldu. LPF'in bu fırsatı iyi değerlendirmesi ve hızlı bir popülerleşmeyle karşılanması karşısında, yalnızca sağın çeşitli kesimlerindeki partiler değilişçi Partisi bile bir 'parça; LPF'leşti. Hristiyan Demokratların devreye soktuğu, ama giderek 'ulusal bir söylem' haline gelen "değerler ve normlarımız var" düşüncesi, 'Hollandalılık'la eşdeğer haline geldi. Işte bütün bu saikler, göçmenler üzerinden siyasi temsiliyetin yürütülmesini hızlandıran unsurlar olarak görülebilir.
Göçmenlerin siyasi temsiliyetine gelince, 'Roterdam örneği', bunun önündeki engeller için bazı hususları aydınlatmıştı aslında. Ama burada asıl dikkat çekilmesi gereken husus, neden göçmenlerin bir 'sütun' olamadıkları. Bunun arkasında yatan etkenlerden ikisini önplana çıkarmak gerek. Birincisi, göçmenlerin 'yekpare' bir 'bütün' olamayışları. Aynı inanca sahip olsalar da değişik kültürler ve coğrafyalardan, hatta Endonezya gibi Islam dünyasının bir ucu ile Fas gibi bir diğer ucundan, Türkler gibi Batı'ya yakın başka bir ucundan gelmiş olmaları (Endonezya'dan gelenlere 'Mo luka' deniliyor; bunlar eski bir Hollanda sömürgesi olan ülkenin bağımsızlık savaşı sırasında, Hollanda saflarında savaşanlar. Hollanda savaşı kaybedince, Moluka'ları mecburen ülkesine getiriyor. Bu grubun yarıya yakını, Müslüman.) Aynı sokak üzerinde farklı kültür ve
Ahmet Demiriımı 1 Siyab Lale: Hollanda ve Islam 25
etnik gruplar bir yana, iki farklı Türk grubunun bile camisi bulunduğu gözönüne alındığında, 'sütun' oluşturamayacak kadar 'dağınık' göçmenler. Ayrıca kendi toplumlarındaki ideolojik ve kültürel farklılıkların da taşıyıcıları. Onları yukarıda sözü edilen lOT gibi kurumlar çatısı altında birleştirme çabaları da hep alt kesimler tarafından genelde kuşkuyla karşılanıyor. Dolayısıyla 'sütunlaşma'nın öngördüğü, (göçmen toplumun değil, genel Hollanda toplumunun) alt katmanlarda birbirinden kopuk olma, ama üst katmanlarda entegre olma durumunu yansıtmaları mümkün olamıyor. Müslümanların 'sütunlaşma'sının onların 'siyasi kontrolü'nü sağlayacağını düşünen Hristiyan demokratlara karşı, "eğer sütunlaşırsalar, o zaman da 'inburgering' gerçekleşemez" anlayışı daha hakim. Bu dağınıklığa rağmen, göçmen grupların 'pasifleştirilmesi'nin, 'siyasal
. birleşme' çerçevesinde değil, 'özel programlar'la, bir takım faaliyetleri için mali yardım sağlanması, özel bilgilendirme kursları açılması, danışmanlık kanallarının devreye sokulınası gibi programlarla gerçekleştirilmesi de dikkat çekiyor.
İkinci husus ise bu daha 'teorik' tartışma yanında daha 'pratik' kalan bir unsur sergiliyor. Her şeyden önce, eğer 'fundaınentalist İslamcı' söylemini bir kenara bırakırsak, göÇmen grupların 'siyasi bir aktör' olarak görülmediklerini söylemek mümkün. Vatandaşlık hakkını kazananların, kendi kökenierinden gelen, ama her şeyden önce 'Hollandalılaşınış' adayIara oy verınelerinin kanalının açık olmasına rağmen. Halen göçmenlerin sorunlarını siyasete taşımak amacıyla Türk kökenli bir göçmen tarafından kurulmuş bir parti var; ama rağbet gördüğünü söylemek zor.
'Siyasi bir aktör' gibi görülmemeleri bir yana, 'siyaset' eksenli bir entegrasyondan ziyade 'piyasa' eksenli bir entegrasyonun ağırlığı hissediliyor. 'Piyasa' eksenli entegrasyon, onların, iş piyasasındaki durumlarını gözeten bir sistem. Bu sistemin en büyük dayanağı, göçmenlerin grup olarak değil, bireysel yetenekleri ekseninde değerlendirilmesi, 'atoınize' bir biçimde ele alınması. Bu anlayış, 'sütunlaşma'nın önünde bir engel olduğu gibi, 'pozitif ayrııncılık'ı da destekleyen bir şey aslında. Çünkü göçmen bireylerin piyasa süreçlerine etkisinin fazla olamayacağını öngörınesi yanında, bir çok durumda tıpkı 'namus cinayeti' konusunda olduğu gibi, 'ınünferit' bakışın değil 'kültürel' bakışın hakim olması nedeniyle, ayrııncılığı artıran bir yanı da var. En önemlisi ise, göçmen grupların güçlü bir 'network' kuramamasında pay sahibi olması.
Buna rağmen ilginçtir ki mesela Türk göçmenler, özellikle kendi açtıkları iş yerleriyle, 'iş piyasası'nda hayli başarılı olabilınekteler. Ama bu-
tezkire
nun nedeni, 'piyasa' eksenli entegrasyonun başansı değil, Amsterdam ·Üniversitesi öğretim üyelerinden Metin Alkan'ın belirttiği gibi, "kendi iş sahalarını açan Türklerin, Hollandalılara tabii bir grup gibi değil, onlarla bir partner, bir ortak gibi davranabilmesi".
5. Kendileri yaratıp kendilerinin inkar ettigi 'imaj' ...
Son zamanlarda özellikle Hollanda TV'lerinde sıkça duyulan iki 'yabancı' kelime var. Bunlardan birincisi tamamıyla medyatik bir kurgulamanın, ikincisi de tamamıyla fiiliyata kendi kurgulanyla geçinneye çalıştıklan bir uygulamanın ürünü. Bu kelimelerden birincisi, 'Allah' (ya da telaffuz ettikleri biçimiyle, 'Alla'), diğeri de 'imam'.
'Alla', tuhaf bir biçimde, bir 'tanrı' olarak ele alınmıyor. Kendisinden sürekli olarak 'Alla' diye bahsediliyor; Kutsal Kitapları olarak sadece Tevrat'ı kabul eden Yahudiler ile lncil yanında Tevrat'ı da kabul eden Hristiyan anlayışındaki 'tanrı' farklılıklarına rağmen, bu iki 'din' için ortak bir 'tanrı'dan bahsedilebilirken, 'Alla', tıpkı Ortaçağlar'da Hz. Muhammed için kullanılan ve deccalleştirici 'Mahomet' gibi, 'tanrı'dan başka her bir şeye benziyor. Aradaki din farklılıkları, bu meseleyi izah etmek için bir nebze işe yarayabilir; ama Theo van Gogh cinayetinden sonra, ülkenin saygın din adamlanndan birisiyle, 'Alla'ın bir 'tanrı' olup olmadığı bile tartışıldı ve o da, "her ne kadar o, geçerli bir 'tanrı' değilse de, bu, Müslümanlara karşı tavır almayı gerektirmez" mealinde bir şeyler söyledi. Yalnız burada önemli olan mesele, 'teolojik' tavrın hala baki kalması, 'tavır almamanın' 'aman karışıklık çıkmasın' mantığıyla ~ınırlandırılmış olması.
Aslında Theo van Gogh ile 'ex-Müslüman' Ayan Hirsi'nin ortak ürünü 'Submission' (Teslimiyet) filmi, hem İslamiyet'in Arapça'daki karşılığı olan 'teslimiyet'e çağnşımıyla ve hem de 'Alla' algısıyla 'örnek bir metin' olarak okunabilir. Film, denebilirse, bir kadının 'Alla' adına erkeğe kurban edilmesi teması üzerine kurulu. Kadın, 'Alla' tarafından 'teslim' alınırken, 'şiddet'in 'din' eliyle erkeğin eline geçmesi ve meşrulaştınlması vurgulanıyor. Böylece kadının, 'din' için bir araç olduğu mesajı verilmeye çalışılıyor.
lşte tam da bu filmdeki kurgusuyla 'Alla', aslında 'personlaştırılmış' bir mabut. 'Teolojik' içeriği bir yana Hristiyanlıkta 'tanrı'nın Hz. lsa vasıtasıyla 'personlaştınlması' düşünüldüğünde, pek garipsenmeyccek bir durum aslında bu. Ama buradaki 'personlaştınna'lar tam aksi yönlere
Ahmet Demiriımı 1 Siyab Lale: Holtanda ve Islam 27
seyrediyor. Birisi 'sevgi' personu iken diğeri 'nefı:et', birisi 'barış' temsilcisi iken diğeri 'savaş', birisi 'melek' nitelikli bir unsurken diğerisi 'kötü' unsurların simgeleri olarak karşımıza çıkıyor. Kısacası, aslında 'Alla', bir taraftan medyatik olarak üretilen, ama diğer taraftan da eski zamanlardan beri süregelen 'teolojik' bir üretimin yansıması olan, kendi yaratıp kendi . inkar ettikleri bir şey.
Her ne kadar ülke nüfusu içinde bir 'kilise'ye mensup olanlar .anlamında 'dindar'lıkta bir düşüş yaşansa da, bu hiç bir biçimde, 'ateistleşme' biçimimde yorumlanamayacak bir gelişme. Bir 'kilise'ye ait olmak, ona aidat vermek, ayinlerine katılmak anlamına gelirken, hiç bir kiliseye bağlı olmayan birisi, 'dindar'lığını muhafaza edebiliyor. Bu nedenle, son zamanlarda özellikle Amsterdam gibi kentlerde İslam'ın en büyük din hali-
. ne geldiği haberleri pek gerçeği yansıtmıyor aslında. Çünkü, Amsterdam'da nüfusun altıda biri cıvarındaki bir oranı Müslüman oldugunu açıklarken, nereseyse yarısının hiç bir kiliseye ait olmadığı verisi, hiç bir dine ait olmadığı biçiminde okunarak yorumlanıyor. Bunun yanında Katolik ya da protestan veya diğer kilisdere gidenlerin toplam oranları değil, ayrı ayrı oranları baz alınıyor. Bu 'istatiksel numara', bir biçimde, 'lslamophobia'nın etkinliğinin artması için bir vesile olarak kullanılabiliyor.
Theo van Gogh cinayetinden önce, üzerinde bütün kilisderin mutabık kaldığı Kitab-ı Mukaddes'in yeni bir Hollandaca çevirisinin yayınlanması ve bir anda, Kitab-ı Mukaddes'in en çok satan kitaplar listesinin ilk sırasına yerleşmesi, akabinde medyanın bu olayın önemine dair değerlendirmeleri, bu nedenle, yeni bir gözle okunınaya muhtaç. Elbette ki, bütün kilisderin üzerinde anlaştıkları bir Kitab-ı Mukaddes çevirisinin artık elde mevcut olması, önemserrmesi gereken bir hadise. Ancak ülke nüfusunun neredeyse yüzde S'ini oluşturan Müslümanlar konusundaki yaklaşım, Nilüfer Göle'nin Theo van Gogh cinayetinden bir gün sonraki "Din ve Demokrasi" konferansında söylediklerini akla getiriyor.
Nilüfer Göle, Theo van Gogh cinayetine atıfta bulunarak, "fikir özgürlüğü" ile "kışkırtma özgürlüğü"nün yanyana olmasına dikkat çekti. Belki bundan yarım asır önce, İslam'ın Avrupa için 'uzakta' bir şey olduğuna; Avrupa kimliğine 'uzak'tan katkıda bulunduğuna, ama artık bugün böyle bir durumun sözkonusu olamayacağına, 'yakın' da olanın 'uzaktaymış' gibi değerlendirilemeyeceğine işaret etti. Theo van Gogh cinayetinin, Avrupa ile İslam'ın yüzleşme biçimlerinden birisi olduğunu belirterek, bu 'yüzleşme'nin ya daha kurucu bir biçimde ya da daha provake edici bir biçimde gerçekleşeceğille değindi.
tezkire
En çok kullamlan ikinci kelime 'imamlar'a gelince, daha önceki bölümlerde imamlan Müslüman toplumun '!iderleri' gibi algılama yanlışlığı içine düştüklerine değinilmişti. Muhtemelen sütunlaşmanın her bir sütun için güçlü lider gerektirmesi anlayı~ından kaynaklanan bu düşüncenin, yakın zamanlara kadar daha çok kırsal kesimlerden gelen göçmenlerin kendi aralarından 'elit'ler çıkarmasının beklenemeyeceği gibi basit bir olgunun yarattığı boşluğun biraz kurnazca doldurulmasıyla da alakası var. Yine, mesela Türkiye'de imamlar ile Fas'ta, Endonezya'da ya da Surinaın'da imamların bir ve aynı şey olmamasının gözden kaçınlması var.
' Türkiye'den gelen iınamlar, ister resmi kanallada 'Diyanet camileri'ne gelenler olsun isterse de çeşitli cami dernekleri ya da vakıfların kanalıyla gelenler olsun, bir biçimde, 'din görevlisi' sıfatıyla Türkiye'de 'memurluk' yapmış kişiler çoğunlukla. Aralannda meseldere yaklaşım farkı, 'tonlaına'dan, bir de 'camiye yardım' konusundaki becerilerinden ibaret; gerisi neredeyse, aynı tornadan çıkmış gibi. 'Diyanet imamları'nın da diğer ceıniyetlerin 'imamları'nın da, artıları ve eksileri, neredeyse aynı: dil bilmeme, Hollanda toplumunu tanımama, 'imam'lığın sadece öne çıkıp namaz kıldırmakla sınırlı kalması vs. Türkiye'deki 'imam' şahsiyetinden ne eksik ne fazla. Bir de buna "bir de biz Alamancı olalım" mantığı eklenince, ortaya çıkan şey, tam bir 'Türk lshl.mı'. Geçmişte yaşanan, ama artık pek kalınayan 'siyasi mülteci'lerin camileri buna bir istisna. Onlar zaten 'iınaın' değil, 'siyasi mülteci'ydiler.
Aslında diğer etnik grupların imamları da bu çerçevenin dışına pek çıkaınıyor. Onlar da dil bilmiyor, onlar da toplumu tanımıyor. Ama Türk imamlardan daha 'atak' ve 'sivri' olabiliyorlar. Geçmişte, daha 'radikal iınaınlar' tartışması yaşanmadan,bu tartışmalara nüve teşkil ettiği söylenebilen bir örnek durumda, Faslı bir imam, 'eşcinseller' hakkında ilerigeri laflar etti diye, günlerce gündemden inmedi. Bu durum, imamların toplumun 'norm ve değerleri'ne saygılı olması gerektiği anlayışının da yerleşmesine neden oldu.
Doğrusunu söylemek gerekirse, 'imamlar' gerçekten Hollanda'da bir problem. Ancak Hollandalıların zannettiği açılardan değil. Geçenlerde Alınanya'da yaşanan Cuma vaazında "bu Almanlar cehennemlik Koltuk altl~rını traş etmiyorlar, pisler. Tabii iyileri de var aralarında, ama hepsi de cehennemlik" dediği için görevden alınan imam benzeri vakalara rastlanabiliyor. Ancak aynı duygular, özellikle birinci nesil göçmen gruplarında zaten var ve imamların problemi de, 'din'i ya da 'dogmatik' olmaktan ziyade, 'kültürel'. Daha çok Türkiye'de emekli olduktan. sonra Avru-
Abmet Demirhan Hollanda ve islam 29
pa'ya açılan İmamlar, bir biçimde ilk neslin kültürel kodlarına sahipler. 'Resmi imamlar', göreceli olarak daha genç olsa da, hem "ls lam'ın ilk emri oku" anlayışının dışına çıkamamaları ve hem de 'geçici bir görev'le geldikleri ve bir kaç sene sonra geri dönecekleri için, ilk gelen 'misafir işçiler'in zihniyetini taşıyorlar. Sokakta ister cami müdavimi olsun ister ol- · masın, bir Türk tarafından saygı gördüğünü gören Hollandalılar, imamların gerçekten toplumu yönlendirdiğini zannedebiliyor. Oysa, imamların yönlendiriciliği, tamamıyla Türkiye'deki dindarlığın burada yeniden üretilmesiyle sınırlı. Dolayısıyla, ne imamlar buradaki Müslümanların 'lider'i gibi algılanabilecek bir durumda, ne de gerçekten bir kaç istisna dışında, 'radikaller'.Entegrasyonu 'Hollandalılaşma' olarak gören bir anlayış için, anayurttaki dindarlığın yeniden üretilmesini sağladıkları için, ·'entegrasyona engel' teşkil ettikleri ise bir vakıa.
'Beyaz imam' ya da 'Hollandalı imam' (Dutch imam) diye anılan, sonradan müslüman olmuş, daha sonra imam olabilmek için ilahiyat eğitimi görmüş, kendisine ait bir camii ve cemaati olan Dr. Abdülvahid van Bommel gibi örnekler de var kuşkusuz. Ancak Dr. Van Bommel de, Hollanda'nın istediği 'ideal imam' tipolojisine pek girmiyor, 'tersten entegrasyon' yaŞadığı için.
Bu nedenle, şu anda imamların Hollanda'da yetiştirilmesi meselesi gündemde ve yakın vadede bu uygulama yürürlüğe konulacak görünüyor. Hollandallların istediği, vaazların ve hutbelerin mesela Türkçe değil Hollaıi.daca verilmesi, ama meselenin bununla sınırlı kalıp kalmayacağı belirli değil. Tabii, ortaya çıkacak imam tipolojisinin ne olacağı da.
6. 'Hollanda ve İslam': Islam'la nasıl yüzleşelim?
"Hollanda ve İslam" deyince, belki de şu son günlerde yaşanan, ama Hollanda medyası tarafından 'adi' ve 'adli' bir vaka olarak değerlendirHip üzerinde durulmayan bir hadiseyi bir 'metafor' olarak kullanmak müm-
' kün. Bu 'vaka'da, LPF (Pim Fortuyn Listesi) Genel Başkanı Sergej Moleveld ile aynı partiden milletvekili Mat Herben, bir İslami gruptan kendilerine tehdit mektubu geldiği gerekçesiyle polise başvurdu. Polis, yaptığı araştırmalar sonucu, mektupların, sözkonusu lslami grup tarafından değil, bizzat Genel Başkanı Moleveld tarafından gönderildiğini ortaya çıkararak Moleveld'i gözaltına aldı. Gözaltı süresi on gün uzatıldıysa da daha sonra salıverildL
Bu 'vaka'da, 'tehdit'in nasıl 'içerden' geldiği önemli. Ancak, bu 'içeri'sinin görmezden gelinerek, tam da yanıbaşlarında nasıl bir ~öteki' yaratıl-
30 tezkir e
maya çalışıldığını görmek de. Belki de yazının en başında sunmamız gereken, ancak burada analiz edilmeye çalışılan meseleleri gölgelernesi endişesiyle bitirişe sakladığımız şöyle bir tablo var ortada:
2 Kasım: Ünlü yönetmen ve köşe yazarı Theo van Gogh, 'Submission' filminde kadına yönelik şiddetin kaynağının Kur'an olduğunu ileri sürerek lslam'a hakaret ettiği gerekçesiyle, Fas kökenli Hollanda vatandaşı Muhammed B. tarafından öldürüldü.
5 Kasım: Utrecht'te inşaat halindeki bir camii kundaklanmaya çalışıldı; Ijsselstein'da molotolf kokteyli atılan bir camide çıkan yangın görev-liler tarafından söndürüldü. .
6 Kasım: Groningen'de bir cami kundaklandı. Başka bir caminin duvarlarına ise ırkçı sloganlar yazıldı.
7 Kasım: Hizen'de bir camiyi kundaklamaya çalışan iki kişi cami görevlileri tarafından yakalanarak polise teslim edildi. Breda'da bir caminin bahçesinde yangın çıktı. Rotterdam'da Mevlana Camii, kundaklanmaya çalışıldı. Başka bir camiin duvarlarına ırkçı yazılar ile domuz kafası resimleri bulunan posterler asıldı. Amsterdam'da Avrupa-Akdeniz Göç ve Kalkınma Merkezi'ne ait binanın duvarları, akan kan izlerini andmr kırmızı boyayla boyandı.
8 Kasım: Eindhoven'de Tarık ibn Ziyad İslam liköğretim Okulu'na bombalı saldırı düzenlendi; bina kısmen yandı. Utrecht'te bir kilise kundaklanmaya çalışıldı. Amersfoort'ta bir kiliseye molotolf kokteyli atıldı.
9 Kasım: Uden'de Bedir lslam liköğretim okulu, kundaklama sonucu tamamen yanarak kül oldu. Duvarına "rahat uyu, Theo" yazıldı. Fas'ın Ratterdam Konsolosluğu'na poşetle dışkı asıldı. Yine aynı kentte iki kilise kundaklanmaya çalışıldı. Boxmedde bir kilise de öyle.
lO Kasım: Heerenveen'de bir cami yakılmak İstenirken alevler, olay yerine gelen polisler tarafından söndürüldü. Eindhoven'da Katalik bir ilköğretim okulunda kındaklama sonucu çıkan yangında maddi hasar meydana geldi. Rotterdam'da içerde ayin düzenlenen bir kiliseye yapılan molotolf kokteylli saldınnın neden olabileceği facia son anda önlendi.
l 1 Kasım: Veendam'da bir cami ile Belediye Sarayı'nın duvarlarına ırkçı sloganlar yazıldı. Yenray'da ihbar üzerine bir cami yakınlamİda durdurulan otobüs te molotolf kokteylli iki kişi yakalandı.
12 Kasım: Ede'de bir camii, çöp bidonu ateşe verilerek yakılınaya çalışıldı.
l3 Kasım: Limburg Helden'de bir cami, kundaklama sonucu çıkan yangınla kullanılamayac~k duruma geldi.
Ahmet Demiriımı Lale: Hollanda· ve islam 31
Bunun dışında bu tür olayların Ramazan ayına denk gelmesi ve camilerin özellikle teravih münasebetiyle dolması sebebiyle, genelde teravih kılınırken, bazı durumlarda da bütün gece boyunca, bir çok cami önünde gönüllü Müslüman gençler nöbet tuttu. Bayram namazları esnasında ise, ülkedeki her camii, polis koruması altına alındı.
Bunlar basma yansımış hadiseler; basma yansımayan, küçük çaplı vakalar da mevcut. Ancak en önemlisi, muhtemelen 'şehir efsaneleri' gibi yayılan, ama belirli bir ruh halini yansıttığını düşündüğüm, Lahey'de bir tramvayda iki başörtülü kızın kulak misafiri olduğum konuşmaları. Bu kızlardan birisi, diğerine, "geçen gün, tramvayda bir kıza saldırmışlar ve başörtüsünü zorla başından çıkartmışlar" diyordu. Tekrar belirtmek gerekirse, yaşansa da bir 'şehir efsanesi' olsa da, bu ruh hali, travmatik gelişmelere gebe bir ortaının habercisi.
Bitirirken, iki daha genel ve aslında 'teorik' meselenin altının çizilmesi gerek. Bir tanesi; eski Yunan'dan beri hep bir kurulma süreci içinde olan Avrupa'nın felsefi düzlemde bir 'fikir' olarak algılanmasının lsla.m gibi bir unsuru barındırıp barındıraınayacağıyla ilgili. 'Hollanda örneği', göçmenler üzerinden İslam'ın bir 'Hollandalılık' bilinci için yeniden üretilerek bir payanda olarak kullanıldığını gösteriyor. Bu durum, İslam'ın 'uzaklaştırılınası'nı, 'ötekileştirilınesi'ni beraberinde getirmek yanında, ülkenin İslam'la 'yüzleşınesi'ndeki handikapları da ortaya çıkarması açısından önemli ipuçları sergiliyor. Cami, kilise ve okul yakma eylemlerinin, siyasetçilerden ve kanaat önderlerinden gelen göreceli 'sağduyulu' açıklamalarla yerini belirli bir sukunete terkettiği, bir anlamda da medyanın konuşup 'içindekiler'i döktüğü dönemden geçilip rrıeselenin 'uzmanlar'ın eline terkedildiği bir dönem bu. İşte bu dönemde alınacak kararlar ve atılacak adımlar, gittikçe artan 'husumet' ortamının ne yöne doğru evrileceğini de gösterecek.
Bu noktada 'zındıklık' yasasının lslaın'ı da içerip içermediği, 'Allah'ın ' 'Alla' olmaktan çıkıp Hollanda içinde ister vatandaş olarak isterse de 'ya
bancı' göçmen olarak varlıkları bulunan bir takım insanların, sayıları her geçen gün artan kimselerin 'yaratıcı' belledikleri bir 'tanrı' olarak kabul edilip edilerneyeceği gibi 'metaforlar' belirleyici olacak. Azınlıklar Bakanı Verdonk'un bile "Müslüınanlar tahaınınülsüz. Toplum olarak onların seviyesine gerileınek durumunda değiliz" a~ıklaınasından tam da olayların en şiddetlendiği bir dönemde yine Hollanda'nın Groningen kentinde düzenlenen AB Uyum Bakanlan Gayri Resmi Toplantısı'nda söylediği "sadece teröristler değil, Müslümanlara saldıranlar da sert biçimde cezalandı-
32 tezkire
rılacak" anlayışıyla kamuoyıınun karşısına çıktığı bir dönem de bu. Yine de 'sağcı' Verdonk'un ülke içinde farklı, Avrupa kamuoyuna farklı seslenmesindeki tuhaflık yanında, 'Müslümanlara saldıranlar'ın da 'terörist' olduğunu açıklayamaması, onları iki ayrı 'varlık kategorisi' gibi görmesi bile, bir mesele.
tkinci teorik mesele ise, Avrupa'da İslam'ın nasıl bir çehreyle ortaya çıkacağı. Bessam Tibu'nun ortaya attığı ve giderek yaygınlık kazanmaya başlayan 'Euro-lslam'ın, yine Tibu'nun tanımlamasıyla 'beş şart'a dayanması ve bunların, "Şeriat anlayışlarına karşı çıkmak; laikliği benimsemek; lslami hayat tarzını, sanayi toplumunun normlarına uyarlamak; yaşanılan ülkenin anayasasına sadık kalmak; çoğulcu demokrasiyi benimsemek" şeklinde sıralanması, ne yöne evrileceğini tespit etmek güç olan lslam'ın Avrupa macerası için, ancak 'ideal şartlar' olarak hizmet görebilir ve hem Müslüman gruplar ve hem de Avrupalılar için daha acil sorunlar yanında fazla 'teorik'. Almanya'da 'Euro-İslam' anlayışıyla pilot bölgelerde başlayan 'Almanca ls lam Dersleri'nde "piercing ya da dövme yaptırmak günah mı?" türü meselderin gündeme geliyor olması, Hollanda'da tslam okullarının sadece kundaklanma girişimleriyle değil, 'entegrasyona engel' oldukları iddiasıyla sürekli mercek altında tutulmalarıyla gündemde olması, bir 'test sahası' gibi görülebilir. Yine de, belki de en önemlisi, çeşitli vesilelerle, Hollanda'daki Müslüman grupların, bir şekilde sürekli 'sınanmaya' tabi tutulmaya çalışılması, dile getirilemeyen, ama alttan alta tepki ve bıkkınlık yaratan bir durum.
Son olarak belirtmek gerekir ki, bu yazı boyıınca Hollanda'daki Müslümanların kendi problemlerine pek fazla girmediğimiz dikkatlerden kaçmamıştır. Bunun iki önemli nedeni var. Öncelikle, Amsterdam Üniversitesi öğretim üyesi Metin Alkan'ın belirttiği gibi, göçmenlerin öncelikle 'tabi grup' olması ve zihniyetierinin belirlenmesinde 'hakim grup'un tavırlarının belirleyiciliği. İkincisi neden ise, şimdiye kadar 'Avrupa'daki varlığımız' anlayışıyla yaklaşılan göçmenlerin kendi problemlerini kendi dilleriyle ve ifadeleriyle adlandırmakta yapısal bir takım engellerle karşılaşmaları. Dolayısıyla bu konu, çok ayrı bir bakış açısını ve yaklaşımı içeren bir konu.
21 Kasım tarihli Zaman'ın Yorum sayfasında, daha yakınlarda Hollanda'da bir araştırma yürüten Talip Küçükcan, "Avrupa'da Müslümanların 'içerdeki tehdit' olarak algılanmalarından dolayı Avrupa Birliği Aralık 200l'de terörle savaşa yönelik önlem kapsamında "Common Positions and Framework" adında bir belgeyi kabul etti. Üye ülkeler de bunu ken-
Ahmet Demirban 1 Siyab Lale: Hollanda ve islam 33
di yasalanna yansıttı. Aslında Müslümanları hedef alan bu düzenlemeler sonucunda istihbarat birimleri 'içerdeki yabancı düşmanları' fişlerneye başladı ki bu süreçte dini bir profil çizilmeye başlandı. İngiltere, Danimarka, Norveç ve Almanya gibi ülkelerde Müslüman öğrenciler dahi potansiyel tehdit oluşturdukları gerekçesiyle fişlendi. Fişierne kapsamı daha da genişletildi ve Müslüman işadamları, sivil toplum kuruluşları, dernekler ve cami cemaati mensupları da dalga dalga yayılan İslam fobisi neticesinde fişlenerek izlenıneye alındı. Ayrıca Müslümanların demek ve camileri güvenlik güçlerinin sık sık haskıruna uğradı" diye yazdı. İşte Hollanda vatandaşı Muhammed B.'nin Theo van Gogh'u öldürmesiyle başlayan 'gergin ortamlar'ın Hollanda'sında, 'içerdeki yabancı düşmanlar' ile 'içerdeki yabancı düşmanlan'mn ne seyir alacağına, her şeyden çok 'içerisi' karar verecek.