1986 uluslararası - connecting repositories · 2017-08-17 · 1986 uluslararası barış...

65

Upload: others

Post on 27-Jul-2020

6 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986
Page 2: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

1986 Uluslararası Barış Yılı’nda:

Söz,Genç Çizerlerde!W^" H i 1 , / ü şupMf < - - H i

Sanat Dergisi, 1986 Barış Yılı’nda, çağlar boyu baskı ve sömürünün karşısında olan, insamn mutluluğu ve barış yolunda savaşım veren karikatür sanatına, bu zorlu uğraşın genç temsilcilerine sayfalarını açıyor.

•Genç çizerlerimizin göndereceği karikatürler 1 Mart - 15 Aralık 1986tarihleri arasında (20 sayı) dergimizde yayınlanacak, daha sonra MİLLİYET YAYINLARI tarafından bir kitapta toplanacaktır. “1986/Söz,Genç Çizerlerde” başlığını taşıyacak kitap, yapıtı yayınlanan çizerlerimize armağan edilecek ve piyasada satılacaktır.

•Gönderilecek karikatürlerin hiçbir yerde yayınlanmamış ve olabildiğince "yazı” ve “söz"den arındırılmış olması gerekmektedir.

•Karikatürler 25x35 (yatay ya da dik) boyutları içine, resim kâğıdına siyah çini mürekkebi ile çizilecek, postada zedelenmeyecek biçimde gönderilecektir.

Genç çizerler, karikatürleriyle birlikte çok kısa yaşam öykülerini de (doğum yeri ve tarihi, öğrenim durumu, adresi) göndermelidir.

Yayınlanmayan karikatürler iade edilmeyecektir.

Adresimiz:Milliyet Sanat Dergisi

SÖZ,GENÇ ÇİZERLERDE KÖŞESİ Nuruosmaniye Cad.No: 65-67

Cağaloğlu-İstanbul

Page 3: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

i g M W M mrnrnT T - U f0 3 3 (

!<;Xv>XvX;:;XvX;Xv;;:v:

Milliyet

SANATDERGJStOn beş günde bir yayımlanır 15 Mayıs 1986Yeni Dizi 144/Sıra 494/250 Lira Sahibi:Milliyet Gazetecilik A.Ş. adınaAYDIN DOĞANGenel Yayın Danışmanı:AKAL ATILLASorumlu Yazı işleri Müdürü: ZEYNEP ORAL Grafik Düzen:MUSTAFA EREN

i lm

mm

Abone koşulları:Yıllık 6.000 TL. (Taahhütlü 8.880 TL.)Altı aylık 3.000 TL. (Taahhütlü 4.400 TL.) (Yabancı ülkeler için ayrıca posta ücreti alınır)Kıbrıs’ta satış fiyatı 330 TL.ilan fiyatları:Tam sayfa:Renkli: 100.000 TL. Siyah-beyaz: 80.000 TL. Yarım sayfa:Renkli 50.000 TL. Siyah-beyaz: 40.000 TL.1/4 sayfa: 25.000 TL.Kapak içleri:Renkli: 120.000 TL. Siyah-beyaz: 100.000 TL. Arka kapak (Renkli): 150 000 TL.Adres:Milliyet Sanat Dergisi Nuruosmaniye Cad. 65-67 Cağaloğlu - İstanbul Tel: 511 44 10

: :

HALDUN TANERBİR İSTANBUL AYDININIYİTİRDİK• Haldun Taner’i anlatabilmek...

Zeynep Oral•Ö ykücü Haldun Taner

Füsun Akatlı• Türk tiyatrosunda Haldun Taner olayı

Ayşegül Yüksel• Haldun Taner diyor ki...• Haldun Taner’den kalanlar...

TÂİŞGAL İSTANBULU’NDA RAMAZAN• Konur Ertop’un yazısı• Ahmed Naim Bey’le İslamiyetin

telâkkisine dair kavgamız Yazan: Yahya Kemal Beyatlı

Ol'TO PREMİNGER “Hollywood’daki ViyanalT’nın ölümü Atilla Dorsay

23MARDİN-MÜNİH HATTI Almanya’da yaşamış üniversite öğrencileri diziyi değerlendirdi Zehra ipşiroğlu

25GİDERAYAK Vedat Günyol

26SAMUEL BECKETT Don Kişot’tan Godot'ya Enis Batur

28ANNE FRANK’IN DÜNYASI Gültekin Emre

30SÖZ, GENÇ ÇİZERLERDE

OSMAN HAMDİ’NİN BİLİNMEYENRESİMLERİKaya Özsezgin

35506. GUN Cemal Süreya

X

38ANDRE KERTESZ/PAUL CAPONIGRO İki fotoğraf sergisi Mehmet Bayhan

42ANKARA SİNEMA HAFTALARI Oğuz Onaran

I I I İ İ İ İ 1 :

Page 4: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

Haldun Taner'i anlatabilm ek...Zeynep Oral

M A aldun Bey, bu sayı Sanat Der- gisi’nde şu konyu ele alıyoruz, ne der­siniz?”

“ Haldun Bey, şu oyunu, şu filmi, şu sergiyi izlediniz mi? Nasıl buldu­nuz?”

“ Haldun Bey, şu olayın iç yüzü­nü bize anlatır mısınız?”

“ Haldun Bey, tiyatro müzesi ko­nusu yeniden alevlendi. Ne dersiniz, yeniden yayma geçelim mi?”

“ Haldun Bey, şu konuda bize ya­rına kadar bir yazı yetiştirebilir misi­niz?”

“ Haldun Bey, şu sanatçıyı, bu ya­zarı yitirdik. Biliyorum, siz ‘ölüm yazıları’ yazmayı sevmezsiniz ama, bi­ze onunla ilgili bir yazı yazar mısı­nız?”

Bu kez olmadı. Ne kapağa koya­cağımız resmi, ne bu sayıda yer ala­cak yazılan ona danışabildik. Türk ti­yatro ve edebiyat yaşamının ayrılmaz bir parçası olan çok sevdiğimiz bir ya­zarın ölümü üzerine ondan yazı iste- yemedik. Peki, biz şimdi kime danışa­cağız? Bilmediklerimizi kime soraca­ğız? Sanat ve kültür olaylarının iç yü­zünü kimden dinleyeceğiz? Milliyet gazetesinin içindeki küçücük odamız­da —Sanat dergisi odası— kiminle sohbet edeceğiz? Odamıza kim çiçek getirecek? “ Kafamız bozulduğunda” kime içimizi dökeceğiz? Sevincimizi üzüntümüzü, dertlerimizi coşkumu­zu, umudumuzu, tasarılarımızı, tela­şımızı kiminle paylaşacağız.

İnsanoğlu ne bencil oluyor! Daha şimdiden sizi değil, sizsiz kalmış olan bizleri düşünüyorum Haldun Bey! Şimdiden diyorum çünkü —şu iğrenç iki sözcüğü kullanmak zorundayım— çünkü “ ölüm haberiniz” gazeteye ulaşalı henüz birkaç saat oldu. Aca­ba şu anda size “ Haldun bey, her ölüm haberiyle birlikte ölenin yanı sı­ra, belki de daha çok onsuz kalmış bizleri düşünüyoruz. Bu doğal mı, yok­sa alçaklık mı” diye sorsam ne der­diniz? O sonsuz kültür birikiminizle, kendi yaşam deneyimlerinizle belki bil­gece bir yanıt verirdiniz; belki sürek­li okumamn, hafızanızın ve okuduk­larınızı yaşama geçirme yeteneğinizle bir ünlü düşünürden bir alıntıyla ya­nıtlardınız; belki de yalnızca bir esp­ri patlatırdınız. Ben de alır o yanıtı, bu yazının başlığı yapardım. Ama yoksunuz, soramadım.

Türk tiyatrosu ve Türk edebiya­tındaki yerinizi arkadaşlarım yazdı, bana yaşamınızı, kişiliğinizi yazmak düştü. Ama bunu yazmak öyle güç ki Haldun Bey. Sizinle hiç karşılaşma­mış birine sizin en sıradan bir karşı­laşmayı (diyelim gazete koridorunda bir karşılaşmayı) bile nasıl olağanüs­tü kıldığınızı nasıl anlatabilirim ki! Torununuz ya da anneniz yaşında ol­sun, elini sıktığınız kadınların elleri­ni dudaklarınıza götürüşünüz; karşı­laştığınız erkek ya da kadın, çocuk ya da yaşlı, ona “ seni görüyorum, seni dinliyorum, seninleyim” diyen bakış­larınız; bu bakışlardaki olumlu ya da olumsuz, ama mutlak eleştirel tavır;

ve bu tavrı küçük muzipliklerle, iğne­lemelerle, nüktelerle inceden inceye, hiç “çaktırmadan” destekleyişiniz na­sıl anlatılabilir. Kimi zaman gazete­deki odamızda bir konuşma sırasın­da söylediğiniz bir cümlenin şaka mı, yoksa ciddi mi, gerçek mi, espri mi ol­duğunu kavramamız için gözlerinizin ta içine bakma gereğini duyduğumu­zu söylesem anlayan olur mu ki? Ya da hani bir gün odamızda ilk Emanu- elle filmini bizlere tam üç buçuk saatte anlattığınız, oysa filmin bir buçuk sa­at sürdüğünü belirtsem, bu okura bir şey der mi? Ya da Türk tiyatro mü­zesinin gerçekleşmesi için ansızın 18 yaşında bir delikanlı kesilip, tüm yet­kilileri nasıl bombardımana tuttuğu­nuzu ve bu bombardıman sırasında nasıl için için keyiflendiğinizi anlat­sam.

Anılar... Anılar... Hayır Haldun Bey, bu yazı benim sizinle anılarım ol­mayacak. Sizi imdada çağırıyorum. Gelin hadi bir kez daha bana yardıma olun. Bu yazıyı siz yazın... Okurlar, ansiklopedilerde 1915 yılında İstan­bul’da doğduğunuzu öğrenirler nasıl­sa, gelin devamını siz getirin.

“...DEVİR, MÜTAREKE _______ DEVRİYDİ...”

Bebek bahçesine bakan beyaz bir köşkte otururduk. Devir, mütareke devriydi. Aydınların büyük kısmı tes­limiyet içinde, bir kısmı da manda pe­şindeydi. O kara günlerde İstanbul’­da tek başına “ Ya kayıtsız şartsız is­

2

Page 5: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

tiklâl, ya ölüm” diye diklenen nutuk­larıyla, baş yazılarla gençliğe yürek­lilik aşılayan babam Prof. Ahmed Se- lahattin’i Ingilizler kovalıyorlardı. Her gün annem balkona çamaşır asıp, evde arandığım babama parola ile bil­dirirdi. O günler babam yanında her zaman silah taşıyordu. İşte bir b^ş bu­lunduğu gün bu silahı usulca alıp, pencereye koşmuş, dışarıya iki el ateş etmiştim. Silah sesleri üzerine bütün ev, bütün mahalle birbirine girdi. Ama benim sağ kaldığım, attığım kurşunların da yalnız karşı bahçenin duvarını deldiği anlaşılınca yatıştı­lar.”

Muziplik o zamanlarda bile vardı anlaşılan...

Babanızı yitirdiğinizde beş yaşın- daydınız. Annenizle birlikte Saraçha- nebaşı’ndaki dede konağına taşındı­nız: Dedeniz, nineniz, dört dayınız ve teyzenizle yaşamaya... Teyzenizden okuma-yazma, bir dayınızdan yoga, bir başka dayınızdan Fransızcayı, de­denizden sporu öğrendiğiniz ve bun­ları sevdiniz. Ama annenizin yeri bambaşkaydı. 1979’da annenizi yitir­diğinizde söylediklerinizi anımsıyo­rum:

“ANNEM, BENİM HER ŞEYİMDİ...”

“Annem, benim babam, dert yol­daşım, arkadaşım, her şeyim oldu... Yaşamını bana adamıştı. Bunu hak etmek için ayrı bir çabayla çalıştım. İlk müsvettelerimin ilk dinleyicisi hep o olurdu. Ana dilimizin, halk Türk- çemizin bütün inceliklerini onun ko­nuşmalarından edinmişimdir. Kendi kendimle hiç övünmedim ama, onun benimle övünmesine çok çalıştım. Çe­şitli hükümetlerle hapse girecek dere­cede başımı derde sokmamaya da kendimden çok onun için gayret et­tim. Birikimim, aile terbiyem, büyük çalışma gücüm, onuruma karşı say­gım, bende olumlu ne varsa, hep ana­ma borçluyum.”

Annenizi yitirdiğiniz günlerdeki acınızı anımsıyorum da, o zaman de­diğimi yine söylüyorum. Ne mutlu ki yalnız değildiniz, annenizi yitirmeden üç yıl önce, 1976’da Demet’le evlen­miştiniz. Ve sonra evlilik üzerine ko­nuşmuştuk.

“ Evlilik” demiştiniz...

“EVLİLİK, BİR DENGE OYUNUDUR”

“Evlilik, genel olarak çok ince bir ip cambazlığı, bir denge oyunudur.

3

Page 6: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

1965'te yabancı bir TV ekibinin çekimi sırasında Eşi Demet Taner'leYa iyi oynanmalı ya hiç oynanmama- lıdır. Bence evlilikte en önemli ilke dürüstlüktür. Onun dışındaki ilkeler çiftine göre değişir. Dürüstlüğe halel geldi mi bir evliliği sürüklemek an­cak mazoşizmle izah edilir' İnsanlığa yakışmaz. Ama her evlilik belli bir sü­reden sonra bazen yıpranabilir. Orta­mın değişen şartları insanı daha sinir­li, hırçın ve sabırsız yapan etkenler, çiftlerin birbirine gösterdikleri saygı ve özeni azaltabilir. Evliliğin estetiği bozulunca, onu da uzatmamakta fay­da vardır. Şu kısa ömür içinde yaptı­ğımız her şey estetik olmalı... İlk ev­liliğim on dört yıl sürdü. Sonra evli­lik deneyinden geçmiş yeni bir bekâr­lık dönemi yaşadım. Doludizginlikten bıkacak kadar doludizgin bir bekâr­lık. Sonra ikinci evliliğime girdim da­ha uslanmış olarak. Bana huzur ve­ren, çalışma olanağı veren, karşılıklı sevgi ve saygıya dayalı bir evlilik.”

Durun Haldun Bey, yıllardan yıl­lara atlıyoruz... Yaşam öykünüzü ver­mem gerek. Çocukluğunuzu anlatı­yordum. Hep çocuk yanınızdan bir şeyler sakladınız ama, şimdilik gerçek çocukluğunuza dönelim. Sizin deyişi­nizle “ babanızın hatırasına hürme­ten” devlet sizi Galatasaray Lisesi’n- de parasız yatılı okuttu. (Çok özel bir soru: Sahi Haldun Bey, şimdi bana kendi babamın sınıf, okul anılarını kim aktaracak?) Galatasaray yılların­da iki hocanız Halit Fahri Ozansoy ve Monsieur Dard, sizi hep yazmaya teş­

vik etti, hiç unutmazsınız... Tıpkı, okuldan kaçıp izlediğiniz tiyatroları, filmleri, Naşit’leri, Cemal Sahir’leri, ŞarloTarı, Greto Garbo’ları, Buster Keaton’lan ve nicelerini unutmadığı­nız gibi...

Galatasaray Lisesi’ni 1935’te biti­rip, yine burslu olarak Almanya’da, Heidelberg Üniversitesi’ne gittiniz İk­tisat okumaya. Doğrusu sizi hiç ikti­satçı, ne bileyim bir bankacı gibi fa­lan düşünemiyorum Haldun Bey. İk­tisadın üçüncü yılında —hani nere­deyse iyi ki diyeceğim— şu hastalık (verem) çıktı ortaya.

“ Dört yıl boyu beni dört duvar arasına mahkûm eden bir hastalık, içime yepyeni bir boyut açtı. İnsan, böyle durumlarda bir nefis muhase­besi yapar. Neyi yanlış, neyi doğru yaptığını tartar. Yüzeyde ve geçiciy­le, derinde ve kalıcı olanın farkına bu dört yıl içinde vardım. Hastalığımı unutmak için kendimi okumaya ver­dim. Ve yazma gereksinmesini de bundan yıllarca sonra duydum.”

İşte bu “ yıllarca sonra” deyişiniz­den sonra sormuştum:

Yazıya geç başlamanız, 30 yaşın­da başlamanız sizde bir telaş, bir geç kalmışlık yarattı mı?

“ Hayır, bilakis. Hiç acelem yok­tu. Yaşıtlarım kıdemliydi, isim yap­mışlardı bile. Ben ne isim meraklısıy- dım, ne de erken başlayıp, kıdem al­maya. Asıl mesleğim asistanlıktı. Ara­da yan iş olarak yazı yazıyordum.”

Türkiye’ye döndükten sonra ikti­sadı bırakıp, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne girmiş, burayı 1950’de bitirmiştiniz... Peki sonra ne oldu ki, yazarlık ön plana geçti?

“OLUMLU ELEŞTİRİLER VE İKİ ÖDÜL...”

“ Geç başlamama rağmen, ilk eserler iyi kritik aldı. Üçüncü kitabım iki önemli ödül kazandı. Bu arada ti­yatro için de yazmaya başladım. İlk piyesim Şehir Tiyatrosu’nda sahneye konulmak üzereyken yasak edildi. Daha oynanmadan yasaklanması beni meşhur etti. Yere bırakılsa bir tenis topu kadar sıçrayabilecek bir oyun hızla yere atılınca tavana kadar sıçra­dı. Piyesim daha sahne görmeden be­ni meşhur eden yasakçılara minnetta­rım. Sonra Muhsin Ertuğrul’u tanı­tım. Tiyatronun öyle rasgele bir mes­lek olmadığını öğrendim. Asistanlığı, işi gücü bırakıp, Viyana’ya tiyatro bi­limi ve tarihi tahsiline gittim... Son­ra Muhsin Ertuğrul, her yıl benden bir oyun ister oldu. Böylece Keşanlı Ali’ ye geldik.”

Ama başlangıçta Haldun Bey, anımsarsınız ya, başlangıçta size karşı bir tutum...

“ Küçük bir edebiyatçı zümresi, çoğu yazı yazmaya 15 yaşında başla­mış olmanın ve Beyoğlu ’nun dumanlı kahvelerinde sayısız tartışmalara gi­

Bordighera’ da ödülünü alırkenrişip, mesieğin kahrını (!) çekmiş ol­manın kuruntusuyla edebiyata sonra­dan giren bu yeni yazara ilk başta pek dostça davranmadılar. Sanatta da, ta­pu kadastro idaresinde olduğu gibi kı­demi ön planda görüyorlardı. Kaldı ki, ben yazı yazarak değil ama, gerek Türk, gerek Fransız ve Alman edebi­yatını yakından izlemek açısından hiç de yeni değildim... Bir de benim grup­laşmaların dışında kalmak özenim

çok kişinin sinirlerine dokunuyordu. Kişisel özgürlüğümü grup dayanışma- _ larına yeğ tutuşum zaman zaman za­rarıma oldu ama, bundan vazgeçme­dim.”

Haldun Bey, bir de şöyle bir du­rum var: Türkiye’de yazar çeşitli dö­nemlerde baskılarla karşılaşan, çoğu kez engellenen, yasaklanan, hapisler­de çürüyen bir insandır. Siz, bu gibi şeyler yaşamadınız...

“ Bir yazarın, bir düşünürün dü­rüstlüğü ve namusu, karakterinin tu­tarlılığı, hayatı boyunca tavn, tutumu, icraatı, makalelerinde, demeçlerinde ve nihayet eserlerinde yazdıkları ile öl­çülür. Takibata uğrayıp uğramadığı, hapse girip girmediği ile değil... Ha­yatım, mücadelelerim, yazdıklarım ortada. Bir yazar olarak her iktidar döneminde hep fikir ve yaratma öz­gürlüğünden yana oldum. Baskıya, sansüre, sanatçıya, saygısızlığa karşı durdum. Zaman zaman yasaklandım. Takibata uğradım. Bir ara 146 hoca ile birlikte kürsümden de uzaklaştırıl­dım. Ama fikir namusu babında bun­ları saymak zorunu, hele bir hapisa- ne belgesi gereğini hiç aklıma getirme­dim.”

Haldun Bey, şu yazıyı yazmam­dan beş gün önce Atatürk Kültür Merkezi’nde yanyana oturmuş, Nu- reyev’in “ Uyuyan Güzel” balesini seyrediyorduk. Her zamanki seven- cen, saygılı ama, muzip edanızla, bale sanatı için yaşlanmış sayılabilecek

Nureyev’e bakıp, “ her şeyi zamanın- jia-bırakm ak gerek” demiştiniz... Ama sizin için bırakıp gitmenin henüz zamanı değildi ki... İçinizde yaşlılık gibi bir şeyler hissediyor muydunuz diye soracağım ama, yanıtını biliyo­rum. Hayır, hissetmiyorum. Dediniz ya:

“YAŞLILIK KAVRAMINA İÇİMDE YER YOK”

“ Ben yaşlandığımı, ancak meslek­taşlar, satıcılar, şoförler arada bir ‘baba’ dedikçe hissediyorum. Bu ka­lıbımın içinde hâlâ eski benliğimi, ya­ni gençliğimi taşıdığımı hayretle gö­rüyorum...

Kabareyi ilk kurduğum zaman, yakın arkadaşım Orhan Kemal, cid­di edebiyatın yanında, bu muzip tü­rü pek kavrayamadığından, ‘Biliyor musun, bu senin yaramaz çocuk ya­pının sahneye yansıması’ dedi. Beni yakından tanıyan çoğu kimse, kerli- ferli görünüşümle hiç uyuşmayan şa­kalarıma, esprilerime, hareketlerime Orhan Kemal gibi mana veremezler. İsterler ki ağır oturayım, bana molla desinler. Oysa insan, yaradılışının ge­reği yaşamalı. İşte bu yanlarımın he­nüz ölmemiş olması bende yaşlılık di­ye bir kavramın yerleşmesini önlüyor. Yaşlılığı daha çok yaşdaşlarımda gö­rüyorum. Şunu da ekleyeyim ki, ay­naya seyrek bakarım.”

Sonra da şöyle eklediniz:

45

Page 7: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

“ Yaşlılığın en şaşmaz ölçülerinden biri de insanın yaşam defterinde be­yaz sayfaların azalması. Bunu gide­rayak yeni şekilde doldurmaya çalı­şıyorum. Geçmişi özlemiyorum. İle­rideki daha güzel günleri özlüyorum. Ama dedim ya, geçmişin tadına var­mış bir insan olarak o güne kadar tat almak hassamı tavında tutmak istiyo­rum. Asıl yaşlılık, hiçbir şeyden zevk almamakla başlar.’’

Siz Haldun Bey, siz öyle yalnız şun­dan yada bundan değil, yaptığınız her şeyden zevk almayı, tat almayı sür­dürdünüz. Sizi iki gün önce Sanat Dergisi odasında gördüğüme dek bu böyleydi. Peki, ne zaman yaşlanacak­sınız?

Biliyorum artık çok geç, hiç yaş­lanmayacaksınız.

Sormadan edemeyeceğim: Yaşam­dan memnun muydunuz Haldun Bey?

“YAŞAMDAN MEMNUN OLMAK...”

“ Yaşamdan memnun olmak için önce insanın sağlıklı olması, evinde mutlu olması, sonra istediği mesle­ği yapabilmesi gerek.

Ben bir bakıma bu üç şartı da gerçekleştirmiş sayıyorum kendimi. Mutluluğuma düşen tek gölge, ken­dimi mesleğime bütünüyle adayama- mak oluyor. Çünkü, iki, üç talihli meslektaşımın dışında sırf yazarlıkla yaşayabilen yok. Sırf yazarlıkla yaşa­mak mümkün olmuyor. Yan işler üst­leniyoruz. Ben, yan işleri mesleğime yakın alanlardan seçtim. 30 yıl hoca­lık yaptım, gazete yazarlığı yapıyo­rum... Yazarlık öyle bir meslek ki, in­san 60, 70 yıllık bir ömür değil, dört ömür verse yetmez. Biz, bir ömrü dörde bölünce dağılmış oluyoruz. En iyi randımanı verememenin üzüntüsü­nü duyuyoruz.”

Siz de, ben de biliyoruz ki Haldun Bey, yaşamınız boyunca çeşitli hükü­metler döneminde size gelen teklifle­rin birine evet deseydiniz, “ yan işlerden” hiçbirini yapmak gereği olmazdı:

“ Ben şahsen beni başkalarının ge­tirip bir yere koymasına, bunun do­ğal sonucu olarak da yine başkaları­nın o yerden almasına katlanamam, onuruma yediremem. Daha alçakgö­nüllü bir yerde olayım ama, kimse be­ni ne alçaltabilsin, ne yükseltebilsin is­terim.”

İstediğiniz gibi oldu Haldun Bey.Sizi hayatta en üzen şeyin yakın

dost saydıklarınızdan gördüğünüz ihanet ve vefasızlıklar olduğunu da bi­liyorum. Hatta sizin deyişinizle “ bu

yüzden yaşamdan soğuduğunuz” bi­le oldu. Ama hiç kin tutmadınız... Ve bize yaşamın güzellikler ve çirkinlik­lerle dolu olduğunu anlattınız. Ve bize dediniz ki:

“SEVİNÇLER VE DÜŞ KIRIKLIKLARI”

“ Neylersiniz, hayat iyi ve kötü anılarla dolu. Güzel şeyler, kötü şey­lerin etkisini silip götürür. Yeter ki in­san kendini bu sevinçlerle şımartma­sın ve bu düş kırıklıklarıyla içini ka­rartmasın. Mutlu ve mutsuz olayları yaşamın bir zorunluluğu olarak kabul

etsin, önemli olan, kişinin kendine yetebilen bir ruh dengesi içinde kala­bilmesi ve bir işe yaradıkça dünya üs­tünde kalma tutkusuna gölge düşür­memesidir.”

Bugün Haldun Bey, şu iki sözcük- lü haber Sanat Dergisi odasına kara bir gölge gibi düştü düşeli “ mutlu ve mutsuz olayları yaşamın bir zorunlu- ğu olarak kabul etmek” bizler için çok güç... Çok aceleye gelen bu sayı-

. mız için size danışmadık. Ama bu ya­zıyı yazmakta imdadıma yetiştiğiniz için ve her şey için çok teşekkür ederim. ■

Galatasaray Lisesi Pilav Gecesi'nde konuşurken

6

Page 8: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

Öykücü Haldun Taner

Derinlik, incelik, kurgu işçiliği... Gözlem ve ayrıntı çeşitliliği...

M-9znim Haldun Taner’e özel bir hayranlığım vardı. İdealimde canlan­dırdığım bir insan tipine, neredeyse gerçek olamayacak kadar çok benzer­di. Birlikte bulunduğumuz süreler içinde, zaman zaman, o anın koşul­larından ve konularından koparak dalıp gittiğimin farkına varır, topar­lanırdım. Haldun Taner’i seyretmek, sözcükleri seçişini ve telaffuz edişini dinlemek, bir “ hatıra zevki” verirdi bana. İkimiz de Kadıköy tarafında oturduğumuzdan, yürüyüşlerde kar­şılaşırdık sıkça. Selâmlaşır, iki-üç söz eder, ayrılırdık. Son yıllarda biraz çökmüş omuzları, ama yine de uzun ve usul boyuyla giderken, arkasından bakardım. O bere giyerdi; ama ben hep, ‘eğer fötr şapka giymiş olsaydı, mutlaka karşılaştığımızda da, ayrılır­ken de şapkasını başından hafifçe kal­dırıp yine koyacaktı’ diye düşünür­düm. Bir imgeydi bu elbet.

Son iki yıl, Simavi Edebiyat ödül­leri Seçici Kurulu’nda birlikte çalıştık. Toplantılarımıza o başkanlık ederdi. Toplantıları açar ve oylamaları yöne­tirken eski sözcükler kullanır, değer­lendirmelerini dile getirip tartışırken, yeni, tertemiz bir Türkçe ile konuşur­du. Bu ayrıntıyı hemen Akşit’le pay­laşmak isterdim. Çoğu zaman Cağal- oğlu’ndan evlerimize aynı arabayla döner, uzunca süren yolda tadına do­yulmaz bir sohbeti koyulturduk. Top­lantılardan sonra olsun, törenlerden sonra olsun, yakınlarıma hep ve ille de ve yalnızca Haldun Taner’i anla­tırdım. Ne önemi var şimdi bütün bunların? Var; çünkü ben, öykücü Haldun Taner’den herhangi bir vesi­leyle değil, onun ölümü vesilesiyle söz edeceğim birazdan. Onun ölümüyle birlikte, bir şeyler daha, biraz daha

Füsun Akatlı

öldüyse benim için; önce o ölümler­den söz açmak öznelliği hakkımdır di­ye düşünüyorum: Haldun Taner’le simgeleşen bir şeyler.

NEZAKET VE ZARAFET TİMSALİ

Haldun Taner, bir asaletti. Neza­ketin ve zarafetin timsali olarak on­dan uygununu bulmak güçtür. Bun­ların; öğrenilmiş, edinilmiş, takınma özellikler olmayışındaydı herhalde büyüsü. Uygar, çağdaş, batılı ve hâlis- muhlis İstanbulluydu. Dünün İstan­bullusu. Ama bir o kadar bugünün, çağcıl, genç adamı. Ne zor.

BÜTÜN HİKAYELERİ -1

kızıl saçlı amazon

Kültürün, kültürle birlikte yoğrul- muşluk biçiminde kendini gösterme­si; “ kültürlü” lüğün aslında ne oldu­ğu, ne olması gerektiğinin en canlı ve canalıcı örneğidir. Haldun Taner iş­te buydu. Artık gittikçe azalan, nere­deyse hiç kalmayanlardandı. Ne ka­dar yazık oldu. Çocukluğumun İstan­bul’undan, bugün bile çirkinleştirme­lere, gittikçe güçsüzleşen bir dirençle de olsa, hâlâ karşı koyan o İstanbul’ dan bir şeyler daha öldü Haldun Ta­ner’in şahsında, onunla birlikte. Her­halde ardından yazılan yazılarda, pek haklı olarak “ çelebi” sözcüğü sıkça kullanılacaktır. Ama “ çelebi” sözcü-

BÖTÜN HİKÂYELER!-.!

şişhaneye yağmur yağıyordu

7

Page 9: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

BÜTÜN HİKÂYELERİ-1

onikiye lir var

l ı a l d ut a ñ e rDüz Yazıları-2

n . jI s *

;

B E R L İ NM E K T U P .

ğünde hafifçe de olsa tınlayan “ ba­bayanilik” ve alaturkamsılık anla­mından kaçınılmalı: Haldun Taner tam ve gerçek bir “ beyefendi” idi.

öyküleri okunduğunda; Hüseyin Rahmi’den Orhan Kemal’e, anlatıla- gelen “halk” ı; hem içlerinden biri gibi tanıyarak ve severek, deyimleriyle, yaşama tavrı ayrıntılarıyla, “ sevap ve günah’’larıyla yaşattığı, hem de bun­ları hiç bayağılaştırmamak gibi çok güç bir işin üstesinden, hiç çaba sar-

ftÜTÜN HİKVM ı ı >

yalıda sabah

cok güzelsin gitme dur

- ‘' ¿i .

fetmemişçesine, rahatça geldiği görü­lür. Haldun Taner’in edebiyatçılığının bu ayırt edici özelliği, baştan beri an­latmaya çalıştığım kişiliğiyle sıkı sıkı­ya bağlıdır sanıyorum.

Onun ölümü, yalnızca edebiyatı­mız ve tiyatromuz için değil, kültür hayatımız için de büyük bir kayıptır. Kendisiyle yapılan bir söyleşide: “ El­bet benim de içimde nice hikâyeler ya- tıyordur. ömür izin verirse ortaya çı­kar. Olmazsa... Sağlık olsun. Dünya

bir şey kaybetmez” demiş. Nasıl kay­betmez! Keşke kaybın acısını yaşat­tıkça ve bilinçlendirdikçe; asıl önem­li olanı, yani canlı bir örnek olarak kazandırdıklarını koruyabilsek, bes- levebilsek.

, ÖYKÜCÜLÜĞÜHaldun Taner gerçekten de öykü­

cülüğümüzde özgün ve önemli bir yeri olan ve çizgisini hep korumuş bir ya­zardı. Mizahı yazınsal kılmayı başar­mış çok az kişiden biriydi edebiyatı­mızda. öykülerindeki ironi öğesi hep, yazınsallığın dışına taşmayan bir öl­çüyü tutturmuş, onun edebiyatçı ki­şiliğinin belirleyici bileşenlerinden biri olmuştur.

“Toplumsal” la “bireysel” in den­gesini; herbirini, öyküsünün gerektir­diği ve taşıyabileceği ağırlıktan fazla­sıyla zorlamayarak kurmaya özen göstermiş bir yazardır Haldun Taner. Böyle olduğu içindir ki, toplumsal çö­zümlemeleri de, kişilerini tiplemekte başvurduğu çarpıcı ayrıntılar da hiç­bir zaman sırıtmaz öyküsünde.

Derinlik, incelik ve kurgu işçiliği kadar, gözlem ve ayrıntı çeşitliliği yö­nünden de zengindir Taner öyküsü. Dili ve biçemi klasik sayılabilir; dün­yaya bakışı ve yorumlan hep çağcıdır. Bu nitelikleriyle, hem kolay ve tad alı­narak okunan, akıcı, okuru saran öy­küler yazmış, hem de bunları dikka­te değer saptama ve derinlikli çözüm­lemeleriyle boyutlandırmıştır. Tipler­den, durumlardan, ruh hallerinden, aykırılıklardan, hatta durağan bir nesneden öykü çıkartmanın ustasıdır Taner.

“ Ayışığında Çalışkur” a, Taner öykücülüğünün, hemen bütün özel­liklerini, yine onun o kendine özgü “ çelebi” mizahıyla yoğrulmuş olarak barındıran tipik bir örnek gözüyle ba­kılabilir. “ Şişhane’ye Yağmur Yağı­yordu’^ , Taner’in öykünün kurgu­suna ve yapı özelliklerine verdiği öne­min, hiç de içeriğe verdiği önemden geri kalmadığını kanıtlayan bir başka örnek olarak anılabilir.

Yaşasın Demokrasi, Tuş, Şişha­ne’ye Yağmur Yağıyordu, On İkiye Bir Var, Ayışığında Çalışkur, Konçi- nalar, Sancho’nun Sabah Yürüyüşü ve Yalıda Sabah adlı sekiz öykü kita­bıyla öykücü kişiliğini belirlemiş, öy­kü yazınımızda kendine özel bir yer edinmişti Haldun Taner. Ama ben onun Ölürse Ten Ölür, Canlar Ölesi Değil adlı portreler kitabını da, ora­da çizdiği kişiliklere kattığı canlılığı anarak, yazınsal toplamına katmak isterim. Gerçekten de öyle değil mi? Ten ölüyor... Ama Haldun Taner... Ölesi değil! ■

8

Page 10: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

Türk tiyatrosunda Haldun Taner olayı

Tiyatro yazarı, tiyatro kuramcısı ve uygulayıcısı, tiyatro öğretmeni...Ayşegül Yüksel

Ayşegül Yüksel’in, Taner tiyatrosu­nu bütünüyle yansıtan bu yazısı, Dev­let Tiyatroları’nca düzenlenen “Sanat İnsanları” dizisinin 26 Mart 1984’te gerçekleştirilen sekizinci programının Haldun Taner’e ayrılması nedeniyle, dergimizin 94. sayısında yayınlan­mıştı.

ürk Tiyatrosu’nda Haldun Ta­ner olayı otuz beş yıl önce, “ Günün Adamı” oyununun yazılmasıyla baş­lamıştı. Bugün de süren, kamuoyun­da sürekli olarak yankı uyandırmış, bu çok renkli serüven, Taner’in, tiyat­ro yazarı, tiyatro kuramcısı ve uygu­lamacısı, tiyatro öğretmeni, kısacası dört dörtlük bir tiyatro adamı olarak ortaya koyduğu eylemle biçimlenir. (Taner’in otuz beş yıllık eylemiyle Türk tiyatrosu belirli noktalardan kalkıp belirli noktalara ulaştı.) Taner tiyatroculuk uğraşı içinde geçen süre­ye çeşitli türlerde yirmi beş dolayın­da oyun sığdırmıştır. Hep insandan, hep demokrasiden yana pırıl pırıl sah­ne oyunları...

Taner’in verimli tiyatro yazarlığı içiçe geçmiş üç evrede yer alır: Yanıl­sama« anlatımla, iyi kurulu oyunlar yazdığı, 1949-1962 arasındaki ilk ev­re; 1960’ta “ Lütfen Dokunmaym” la ilk denemesi yapılan epik-göstermeci anlatımla oyun yazdığı ikinci evre (Bu evre, gerçek anlamda 1964’te başlar ve günümüze uzanır); kabare oyun­larını yazdığı üçüncü evre (Bu evre gerçek anlamda 1967’de Devekuşu

Kabare Tiyatrosu’nun kuruluşuyla başlar ve günümüze ulaşır).

Taner tiyatrosu her üç evrede de genel, ortak özellikler içerir. “ Öz” de insancıl ve sevecen, ama alabildiğine eleştirisel, “ biçim” de ise, bıkıp usan- mazcasma denemecidir. Taner tiyat­ronun değişmez hedefi seyirciyi sars­mak ve onu düşünmeye yöneltmektir. Bu yolda kullanılan araç ise, oyun malzemesine göre değişen dozlarda kotarılan güldürü ortamıdır; yerine göre gülümseten, güldüren, kahkaha attıran bu güldürü ortamında hem Taner’in insancıl yaklaşımı dile gelir, hem de güldürü ortamının sağladığı “uzak bakış açısı”yla “ eleştirel” yak­laşım sağlanır.

Taner güldürüsünün özünde hep tersinleme (ironi) vardır. Oyunların niteliğine göre, ince alayı, arı gülme- ceyi, farsı ve taşlamayı, söz komiği yanında hareket komiğini de içerir. İlk evre oyunlarında güldürü öğeleri daha kısıtlıdır, yer yer belirli bir bu­rukluk yaratmak için kullanılır. İkinci ve üçüncü evre oyunlarında ise, da­ha bir yoğundur güldürü öğeleri, eleş­tiri ise, daha keskin, daha vurucu...

Taner oyunları sınırsız bir düş gü­cüyle yoğrulmuş ürünlerdir. Her oyunda özgün sahne durumları kota­rılır, seyircinin olaylar doğrultusun­daki beklentileri sürekli olarak tersi­ne çevrilir ve oyunlar birkaç aşama­da yer alan şaşırtmalarla beklenme­dik bir biçimde noktalanır. Seyirci her oyunda, muzip ve şakacı olduğunu

bildiği bir yazarın oyununa güle oy­naya katılır, onun tuzağına düşer ve oyununa gelir...

Taner tiyatrosunun çok önemli bir başka özelliği de, oyunlarında her za­man yoğun olan “düşünsel” (entelek­tüel) yaklaşımın, seyirciye üstünlük taslamayan, alabildiğine somut, ko­lay anlaşılır, sıcak bir anlatımla dile getirilmiş olmasıdır.

İLK EVRE OYUNLARI

İlk evre oyunları, öz ve biçimde birbirinden çok başka olmakla birlik­te, genel olarak, insanın ve toplumun değer yargılarım, bu yargıların zaman içindeki değişimini, kendi aralarında­ki çatışmaları, bu çatışmalar içinde kalan “ insan” ın konumunu irdeler.

1949’da yazılan “Günün Adamı", Taner’in ilk oyunudur. 1952’de İstan­bul Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda prova aşamasına gelmişken, sakıncalı olabileceği gerekçesiyle sahnelenmez ve 1961’e dek sahneye çıkarılmaz. “ Günün Adamı” , siyasi bir partiye girme önerisi alan bir ekonomi pro­fesörünün, bilim adamlığı değerleriyle politikacı değerleri arasında yaşadığı ikilemi dile getiriyor. Oyun, olayların beklenmedik dönüşlerle geliştiği bir politik taşlamadır. Dönem, Türkiye’ nin çok partili demokrasiye geçiş dö­nemidir.

Taner’in ilk sahnelenen oyunu ise, “Dışardakiler” (1957) başlıklı bir bu-

9

Page 11: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

Gülriz Sururi "Keşanlı Ali Destanı’ nda

ruk güldürüdür. Bu oyunda kişiler yoluyla İttihat ve Terakki dönemi duyguları ve değerleriyle, 1950’ler Türkiye’sinde yer alan duygu ve de­ğerler arasındaki çelişki dile getirilir; aynı zamanda, coşkulu, coşamcı (ro­mantik) bir kuşakla, parasal değerle­ri ön düzeyde tutan çıkarcı bir kuşa­ğın çatışmasıdır bu.

1958’de sahnelenen “ Ve Değir­men Dönerdi” sıradan bir ressamın, biri tutucu, öteki yıkıcı iki karşıt çev­re, iki karşıt değerler dizisi arasında kimliğini yitirişinin öyküsüdür. Geri­ye dönüş tekniğiyle anlatılan öykü, yi­ne beklenmedik bir “ son’Ta nok­talanır.

1960’ta sahnelenen “Fazilet Ecza­nesi” daha değişik bir yaklaşımı içe­rir. bu oyunda birkaç oyun kahrama­nı değil, 1950’ler İstanbul’unun bir Boğaz semtinde yaşayan insanların üç günü dile getirilir. Bir anlatıcı tarafın­dan başlatılan ve noktalanan oyunun dokusu gevşektir ve bir olaylar dizi­sinden çok, bir yaşam dilimi sergile­nir öyküde. Temel çatışma, 1950’ler öncesindeki yaşama, çalışma ve iliş­ki biçimlerini belirleyen insancıl, ama biraz da tutucu değerlerle, 1950’ler sonrasının, çağa belki daha denk dü­şen ama insancıllıktan gitgide uzak­laşan değerleri arasındadır.

1961’de sahnelenen “Lütfen Do­kunmayın” , temelde yanılsamacı an­latımla oluşturulmuş olmakla birlik­

te, yazarın ilk epik-göstermeci anla­tım denemesini yaptığı oyundur. Bu yapıtta, ünlü Baltacı-Katerine öykü­sü, üç ayrı kuşaktan, üç ayrı yaradı­lışta insan tarafından, üç ayrı biçim­de yorumlanarak sergilenir. Açık bi­çimde yazılmış, gevşek dokulu, alışı­lagelmiş dışı bir oyun olan “ Lütfen Dokunmayın” da üç ayrı değerler di­zisinin çatışması yanında, “gerçeğin” göreceliği vurgulanmakta, yalnızca söylentilere dayandırılmış tarih anla­yışı ağır biçimde eleştirilmektedir.

“ Lütfen Dokunmayın” özüyle ve biçimiyle Taner’in tiyatrosunda bun­dan sonra yöneleceği hedefi belirler: Seyircinin gerçeklere, öğretildiği ya da koşullandırıldığı biçimde değil, ken­di aklı ve yüreğiyle, “ ilk kez görü­yormuşçasına” bakmasını sağlamak. Bu nokta, Taner’in ve Brecht’in epik tiyatrosunun özdeki ortak paydasını oluşturur; yanlış koşullandınlmışlık- tan sıyrılmak, gerçeği olduğu gibi gö­rebilmek... Bundan böyle Taner tiyat­rosu, yanlış koşullandırılma sorunu üstünde yoğunlaşacaktır.

1962’de sahnelenen “ Huzur Çık­mazı” , yazarın yanılsamacı anlatım­la yazdığı son oyundur ve Taner tiyat­rosunun ilk evresini noktalar. “ Hu­zur Çıkmazı” elinden iyilik etmekten başka bir şey gelmeyen bir garip kü­çük adamın öyküsüdür, iyilik konu­sunda yanlış koşullandırılmış olan oyun kahramanı, Memnun, oyun içindeki eylemiyle, “iyilik” kavramını

olumsuz, saçma, gülünç bir kavrama dönüştürür. Polisiye bir kurgu içeren, yine beklenmedik dönüşlerle gelişip, sürprizli bir sonla noktalanan oyun­da Taner, gerçeklerden durmadan ka­çan Memnun’un özel dramım dile ge­tirirken, sanki iki yıl sonra tüm top­lumsal boyutlarıyla gündeme gelecek olan “ Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yapanm’Tn Vicdani’sinin ön çalış­masını yapmaktadır.

Haldun Taner, ilk evre oyunları­nın değer çatışmalarıyla, değişen toplumsal-ekonomik-politik koşullar doğrultusunda değişen Türk toplu- munun genel görünüşlerini çizer. Es­kinin tutucu özelliklerini, yeninin yoz yanlarını eleştirir. Ülküsü ve özlemi, insana saygısıyla yaklaşan, akılcı, ge­lişmeye yönelik bir toplum bilincinin yerleşmesidir.

İKİNCİ EVRE VE KEŞANLI ALİ DESTANI

Yıl 1964... Taner, epik oyunları­nı yazdığı evreye, “Keşanlı Ali Des­tanı” ile girer. “Keşanlı Ali Destanı” , Türk tiyatrosunda bir Haldun Taner patlaması olarak değerlendirilebilir. Brecht’in Avrupa ve Amerika seyir­cisine benimsetmek için onca zorluk çektiği epik yöntemi Taner, Türk se­yircisine bir gecede benimsetebilmiş- tir; çünkü Taner, epik tiyatrosunu oluştururken, Brecht’in tiyatronun değişik dönemlerinde yer almış öğe­lerden birleştirerek kotardığı epik

m ff--- r? v nE" El Pt m f :l

ı j s r 1 ] -sı ifm ' rp

.'1 i

ı-m

“ Fazilet Eczanesi” , Ankara Devlet Tiyatrosu “ Sersem Kocanın Kurnaz Karısı” , Devlet Tiyatro19

yöntemler yanında, geneksel tiyatro­muzun “ açık biçim” e yönelen “ gös- termeci” özelliklerini de tam verimle değerlendirmiştir ve seyircinin yakın­dan tanıdığı, sevdiği bu geleneksel göstermeci biçimleri, geleneksel tiyat­romuzun genellikle yoksun olduğu bir içerikle, akılcı,uyandırıcı, ilerici bir toplumsal ve politik taşlama içeren bir özle kaynaştırarak, bir Türk epik ti­yatrosu bireşimi gerçekleştirmiştir.

“ Keşanlı Ali Destanı” bir gece­kondu ortamında “ kahramanlık” söylencesinin balonunu delerek top- lumumuzdaki önemli bir yanlış koşul­landırmayı ortaya çıkarır. Oyun, bir yandan, sırt sırta yaşayan gecekondu ve kent kesimleri arasındaki çelişkiyi vurgularken, bir yandan da toplumsal düzenin her iki kesimde de yansıyan bozukluklarını eleştirir.

“ Keşanlı Ali Destanı” yurt için­de sergilenme açısından bir rekora ulaşmış, ayrıca yedi yabancı ülkenin on bir ayrı kentinde sahnelenerek, uluslararası düzeyde de bir tiyatro olayı olmuştur.

Taner’in keskin, vurucu, şaşırtıcı epik oyunları birbirini izler ve aynı yıl “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yapa­rım” sahnelenir. Bu kez bir tek olay değil, yakın tarihimizin yetmiş yılı dile getirmektedir. Her tablonun sürekli baş kişisi Vicdani’dir: Toplumumu- zun politik evreleri boyunca, büyük­lerinin sözünü dinlemeyi ilke edinmiş, gözlerini tüm gerçeklere kapayıp gö­revini yapmaya koşullandırılmış, kü­çük, ezik ve çoğumuza çok benzeyen Vicdani... Bin doksanaltı kez sergile­nen oyun, tıpkı “ Keşanlı” gibi tiyat­romuzun vazgeçilmez yapıtları arasın­da yer almıştır.

1965’te sahnelenen ve bir süre ya­saklanan “ Eşeğin Gölgesi” , ikinci yüzyıldan kalma bir fıkradan kaynak­lanır ve politik bir allegori niteliği ta­şır. Taner, bu kez bir masal dili ve an­latımından yola çıkarak, yoğun bir toplumsal-politik eleştiri oluşturur. Oyunda, kendilerinin olmayan bir eşek yüzünden birbirine giren, yanlış koşullandırılmış, gözleri gerçeklere kapalı iki çırak arasında başlayan ça­tışmanın aşama aşama büyüyerek bir ülke sorununa dönüştürülüşü göste­rilir. Eleştirilen, bir yandan toplumun çeşitli kesim ve kuramlarındaki bo­zukluk, bir yandan da uydurma so­runlarla kolayca atlatılabilen, ilgisi gerçek sorunların dışına kolayca çe-

kilebilen sokaktaki adamın bilinçsiz­liğidir.

1966’da “Zilli Zarife” sahnelenir. Yazarın günlük bir gazetede yer alan birbiriyle ilgisiz beş haber ve ilandan oluşturduğu oyun, gerçek kimlikleriy­le sahneye gelen oyuncuların kararları doğrultusunda biçimlenir; giysiler sahnede değişir, oyuncular sürekli olarak oyuna girip çıkarlar, uzam sı­nırlamaları ortadan kalkar. “ Gerçek ahlak nedir?” sorusu sorulmaktadır oyunda. Bir genelev ortamı içinde or­ta sınıf ahlak anlayışı değişir, gerçek namuslularla namussuzlar, gün ışığı­na çıkarılır.

1968’de sahnelenen “Sersem Ko­canın Kurnaz Karısı” ise, Türk tiyat­rosunun kimliğini bulma yolunda ya­şadığı üç aşamayı dile getirir. Aynı za­manda gezginci tiyatrocuların renkli, coşkulu, buruk öyküsünü anlatır oyun. Tomas Fasulyeciyan topluluğu­nun serüveni içinde Moli&re’in aynı oyunu önce Mınakyan tiyatrosu an­latımıyla, sonra Ahmet Vefik Paşa’- nın bir uyarlaması olarak, sonunda da Kel Hasan’ın tuluat tiyatrosu anlayı­şıyla sergilenir. Sonuç, Türk tiyatro­sunun kimliğini aramayı sürdürmek zorunda olduğudur.

“ Ayışıgında Şamata” 1978’de sahnelenir. Yazarın ünlü “Ayışığın- da Çalışkur” öyküsünün doğrudan bir uyarlaması olan oyunun ilk per­desinde, kişiler ve olaylar, yazarın gerçekçi, eleştirel yaklaşımı doğrultu­sunda dile getirilir. Perde sonunda se­yircilerden oyuna olumsuz tepkiler ge­lir; ve ikinci perdede, aynı kişiler ve olaylar, çeşitli bakımlardan koşullan­dırılmış seyircilerin istekleri doğrultu­sunda, ilk perdenin tam karşıtı biçim­de sergilenir. Bir başka deyişle, “Ayı- şığında Şamata” da önce gerçek, son­ra da yalan gösterilir.

Taner tiyatrosunun ikinci evresi sürmektedir...

KABARE TİYATROSU

Haldun Taner, tiyatro yazarlığı­nın üçüncü evresini oluşturan kaba­re tiyatrosunun ülkemizde ilk tanıtıcısı, ilk yazarı, ilk uyguluyacısı- dır. 1955’te Viyana’da izlediği ve şa­kacı, muzip, alaycı yaradılışına çok denk düştüğü için sevdiği kabare tü­rünü, zengin bir gülmece geleneği olan, üstelik de gülüp boşalmaya sü­rekli gereksinim duyan Türk insanı-

<Devamı 57. sayfada)

10 11

Page 12: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

diyor kiBiz Türkler mizahı, taşlamayı,

alayı bunca severiz. Haksızlıkların öcünü İliç değilse bu yoldan almak is­teriz. Gereğinde kendi kendimizi ti’ ye alabilecek kadar da filozofuzdur. Neden bugüne dek bir parodi tiyatro­muz olmamış diye çok şaşırdım. Ben şahsen kabare tiyatrosunun tiryakisi­yim. Bana göre her toplumun nabzı oranın kabare tiyatrosunda atar.

Düşünce özgürlüğü olmayan yer­de kabare tiyatrosu olamaz. Çünkü, kabare tiyatrosu şakacılıktan, muzip­likten çok öte, bir taşlama, uyarma ve hücum tiyatrosudur.

POLİTİKA

İster gözetimli, ister gözetimsiz ol­sun, politika aslında, hırçın, düzayak, yavan bir iktidar çekişmesidir. İçine asgari bir tevazu, esneklik, nezaket, biraz nükte ve asgari bir centilmenlik girmezse, siyasi ortam yine hırçınla­şabilir ve yavanlaşır. Buna hassaten başta dikkat etmek sanırım çok gerek­lidir.

(...) Bizde gelip geçen bütün hü­kümetler, hâlâ sanatın onların (üstün­de) bir varlık olduğunu kabul etmekte güçlük çekiyorlar. Sanatın kendi po­litik çizgilerine uymasını ya açık açık, çirkin çirkin buyuruyor, ya da için için, belli etmeden istiyorlar.

DEMOKRASİ

BASKI VE SANSÜR

Diktatörlerin bir ulusa zararı sa­de onlar uğruna ölen insanların sayı­sı ile ölçülmez. Bilim ve sanat alanında açtıkları gedikler, yaptıkla­rı tahribat daha az acıklı değildir. Çünkü sansürü ve baskıyı buyuran­ların zevki, kendi basit kültür seviye­leri ile orantılı olur. Dünyada baskıya gelemeyecek çok şey vardır. Düşün­ce ve yaratma özgürlüğü bunlardan sadece ikisidir. Bilim ve sanat ısmar­lama yapılamaz.

En güzel espriler sansürün anlaya­mayıp da seyircinin anladığı espriler-

.dir. Söyleyeceğini dikine dikine, hoyratça söyleyecek yerde, işin este­tiğini de kollayıp kıvrak ve zeki bir bi­çimde dile getirmek, emin olun, o sözü daha da etkili yapar.

OKUMAK

Okumak yoluyla insan, dünyanın gelmiş geçmiş en akıllı insanlarıyla ah­baplık kurabilir, bir süre için olsa bi­le. Görsel çağın yüzeyselliğinden kurtarmak için çocuğu okumaya “ harf” denen beyaz üstünde siyah simgelerden mana çıkartmaya küçük yaşta alıştırın. İlkin ne okursa oku­sun, okumaya alışmasıdır önemli olan. Seçmeyi sonra kendi yapacak­tır. Okumak ve kitap düşmanlarından mikrop gibi korkun.

SANAT-KÜLTÜR

(...) Sanat ve kültür Batı’da bir lüks sayılmıyor. Yüzyıllar boyu bire­yin güncel yaşamına sinmiş, onun sö­külmez bir parçası, köklü bir ihtiyacı haline gelmiş. Bunu bildikleri için de, oradaki hükümetler günü kurtarmak telaşı ile yarını umursamamak gafle­tine düşmüyorlar.

Bizde sanatçı ve entelektüel, Ab- dülhamit’ten bu yana, Atatürk döne­mi hariç, hep şüpheli ve netameli görülmüş, hep üvey evlat muamele­sine tâbi tutulmuştur. Sanatçının an­cak şüpheden, baskıdan, sansürden uzak bir özgürlük ortamında verimli olduğunu, sanatçının bir milletin ele güne karşı yüz akı ve övüncü olduğu gerçeğini ilk sezen devlet adamı Ata­türk olmuştur.

TİYATRO

Tiyatro çok nazik bir bitkiye ben­zer. Her an çok yoğun özen ister. Biz ise, ona her an sadece hoyratlık, ilgi­sizlik gösteriyoruz. Yine de yaşamak­ta devam ediyorsa buna sadece şaşmak gerekir.

Seyirci tiyatroya gelmiyormuş. Gelmiye dursun. Seyircinin ayağına gitmeyi neden düşünmüyoruz? İşyer­lerinde, okullarda, hastanelerde, kah­velerde, hapishanelerde, meydanlar­da, köy odalarında oynamayı bilinç­li olarak düzenleyecek ekipler hiç se­yircisiz kalamayacaklardır.

Bugüne dek, yirmiyi aşkın oyun yazdım. Ama, elim varıp bir çocuk oyunu yazamadım. İyi bir çocuk oyu­nu yazmanın ne denli güç bir şey ol­duğunu bildiğimden...

Demokrasi kuru bir etiket değil­dir. Demokrasi bir düşünce tarzıdır, bir yaşam üslubudur. Hasılı demok­rasi en güç rejimdir. Çünkü kültür is­ter, olgunluk ister, eğitim ister. Sade fikir özgürlüğü, söz eşitliği yetmez. O fikir ve sözlerde seviye de ister.

TELEVİZYON

(...) Televiyon iyi bir eğitim aracı. Bunun kadrini bilmiyoruz. Oradan çoğu zaman yavanlıklar ya­yıp, halkı zevksizliklere koşullandın- yoruz.

12

Page 13: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

ÖYKÜLERİYaşasın Demokrasi TuşŞişhane'ye Yağmur Yağıyordu (New - York Herald Tribune Ulusla­rarası Hikâye Yarışması Türkiye Bi­rincisi)On İkiye Bk-Var (Sait Faik Armağanı)Ayışığında ÇalışkurKonçinalarSancho’nun Sabah Yürüyüşü (Uluslararası Bordigherra Ödülü)

OYUNLARIGünün Adamı Dışardakiler Ve Değirmen Dönerdi Fazilet Eczahanesi Lütfen Dokunmayın Huzur Çıkmazı Keşanlı Ali Destanı Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yapa­rımEşeğin Gölgesi Zilli ZarifeSersem Kocanın Kurnaz Karısı (Türk Dil Kurumu Armağanı)Altmış Yıla Saygı(M. Ertuğrul Jübile Metni)Ayışığında Şamata

FIKRALARI - MAKALELERİDevekuşu’na Mektuplar Hak Dostum Diye Başlayalım Söze Devekuşu’na Mektuplar II Çok Güzelsin Gitme Dur (Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Ödü­lü)Oyma Akıl, Koyma Akıl İki Kalas Bir Heves Seyitgazi'deki Ateş

GEZİ NOTLARIDüşsem Yollara Yollara I Düşsem Yollara Yollara II Alman Çeşmesi (Berlin Mektupları)

DERS TAKRİRLERİ

Bertold Brecht MolièreAntik Yunan Tiyatrosu

HaldunTaner'denkalanlar

Avrupa’da Komedyanın Tarihi Soyut Tiyatro Teorik Dramaturji Oyun Yazımı Tekniği Geleneksel Türk Tiyatrosu Tarihi Piyes Tahlilleri

ARAŞTIRMALARIHebbel’in Tiyatro Görüşü Madam Bovary ve Effie Briest Mizancı Murat Bey’ln Romancılığı

KABARE OYUNLARI

Bu Şehri Stanbul ki 1962 Vatan Kurtaran Şaban Dün BugünMevzumuz Aşk ü Sevda, Dekorumuz Deniz Derya Yar Bana Bir Eğlence Hayırdır Inşallan

KABARE UYGULAMALARIGergedanlar (E. lonesco) Generallerin Beş Çayı (B. Vlan)

KOLEKTİF KABARE YAPITLARIAstronot Niyazi (Z. Alasya ile)Bu Şehri Stanbul ki 1970 (5 yazar­la)Dev Aynası (4 yazarla)Yalan Dünya (3 yazarla)Ha Bu Diyar (4 yazarla)Çıktık Açık Alınla (5 yazarla) Haneler (F. Şensoy ve U. Bugay’la) Kapılar (U.Bugay ve K. Konduk’la)

YAZI DİZİLERİMurat Efendi Adında Bir OsmanlI Ramazan Sohbetleri

DireklerarasıViyana’nın Atlattığı Vartalar Bir Dostluğun öyküsü (Türkiye - Almanya)Cahide Sonku Perşembenin Gelişi Can Enişte Çocuklara Mitoloji

SENARYOLARIBir Kacak Senin İçin TuşKeşanlı Ali Destanı (A. Yılmaz’la)Dağları Delen Ferhad (L. Akad ve Y. Kemal’le)

TV ve RADYO DİZİLERİEski Türk Tiyatrosu 4 Bölüm (TV.) Hoş Seda 4 Bölüm (TV.)Bak Ne Suret Gösterir Seyreyle İb­ret Perdesi(Ramazan Sohbetleri, Radyo 30 bö­lüm)Fıkra Nasıl Anlatılmaz (TV.)

RADYO SKEÇLERİBir Münzevi ve 8 Skeç (Ankara radyosu)Dinleyici İstekleri (İstanbul radyosu)Beethoven (İstanbul radyosu) Hasanoğlu Hüseyin Berlin'de (S.F. Berlin radyosu)Yılbaşı Programı (Muammer Karaca için)Bir Miras Taksimi (İstanbul radyosu)Timsah (İstanbul radyosu)

ÇEVİRİLERİOn Yedinci Yüzyıl Türk Halıları (Kurt Erdman’dan)Euridlce (V. Günyol’la birlikte)J. Anouilh’dan)Kızgın Damın Üstündeki Kedi (V. Günyol’la birlikte) T. Williams’ tan)AnastasiaTiyatro Terimleri Sözlüğü (M. And. Ö. Nutku ile)

13

Page 14: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

• 1920/1922

Edebiyatımızdançizgilerleişgal İstanbul'unda RamazanKonur Ertop

Geçmişteki toplumumuzda özel bir biçimde yaşanan ramazan, es­ki edebiyatımıza da kendine özgü bir biçimde yansımıştı. Divan ede­biyatında ramazaniyeler, Halk edebiyatında ramazan destanla­rı, davulcu manileri, ramazanna- meler dinsel-toplumsal bir konu özgürlüğü gösterir. Günümüzde ise ramazan aylarında bazı basın organlarında, radyo ve TV’de es­ki evlerin ramazan hazırlıkları, if­tar sofraları, Direklerarası’nda gece eğlenceleri gibi basmakalıp birkaç konu tekrar edilegelmekte- dir. Kurtuluş Savaşı içinde İstan­bul’da Ramazan yazısı ise 1920 - 1922 yıllarında işgal altındaki Os­manlI imparatorluğu başkentinde yaşanan ramazanların farklı yö­nünü konu ediniyor. Dinin belir­li koşullarda ulusal bilinci uyan­dıran bir kurum olarak Yahya Ke­mal Beyatlı, Yakup Kadri Kara- osmanoğlu, Falih RıfkıAtay, Ru­şen Eşref Onaydın, Mehmet A kif Ersoy, Cevat Şakir Kabaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı) gibi yazar- larca nasıl yorumlandığını göste­riyor.

I stanbul işgal altındadır. Söylev’ de Atatürk’ün dile getireceği acı ger­çekler yaşanmaktadır: “ Ulus yorgun ve yoksul bir durumda. Ulusu ve yur­du genel savaşa sürükleyenler, kendi başlarının kaygısına düşerek, yurttan kaçmışlar. Padişah ve Halife olan Vahdettin, soysuzlaşmış, kendini ve yalnız tahtını koruyabileceğini düşle­diği alçakça önlemler araştırmakta. Damat Ferit Paşa’mn başkanlığındaki hükümet, güçsüz, onursuz, korkak, yalnız padişahın isteklerine uymuş ve onunla birlikte keridilerini ayakta tu­tabilecek herhangi bir duruma boyun eğmiş...”

Manastırlı Hamdi Efendi’nin 16 Mart 1920 tarihli telgrafı Türklüğün son yüzyıldaki yazgısının ve Kurtuluş Savaşı’nm bir dönüm noktasını vur­gular: “ Ankara’da Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine: Bu sabah Şehza- debaşı’ndaki Muzıka Karakolu’nu In- gilizler basıp, oradaki askerlerle în- gilizlcr çarpışarak, sonunda, şimdi İs­tanbul’u işgal altına alıyorlar. Bilgi­lerinize sunulur.”

İşgal kuvvetleri resmi bildirisiyle İstanbul halkına kendince güvence ve­riyordu. Hareketin iyi niyetle yapıl­dığına inandırmaya çalışıyordu: “ İş­gal geçicidir. İtilaf devletlerinin dü­şüncesi, Padişahlığın erkini kırmak değil, tersineOsmanlı yönetimindeka- lacak ülkelerde o erki desteklemek ve sağlamlaştırmaktır... Bu sıkışık za­manda, Müslümanlar olsun, olmasın herkesin ödevi, kendi işine gücüne bakmak, güvenliğin sağlanmasına yardım etmek, Osmanlı Devleti’nin yıkıntısından yeni bir Türkiye yarat­mak için yaptıkları delilikle son bir umudu da yok etmek isteyenlerin al­datmalarına kapılmamak ve şimdi de padişahlık başkenti olarak kalan İs­tanbul’dan verilecek buyruklara uy­maktır.”

Bu sözlere inananlar, bu buyruk­lara uyanlar elbette olur. Anadolu’ daki direnişin eylemcileri ise seslerini gittikçe güçlenerek yükseltirler. Ana­dolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Temsilciler Kurulu adına Mustafa Ke­mal’in “ protesto” sunda şöyle denil­mektedir: “ Osmanlı ulusunun siyasal egemenliğine ve özgürlüğüne indirilen bu son yumruk; yaşamımızı ve varlı­ğımızı, ne pahasına olursa olsun sa­vunmaya kararlı olan biz OsmanlIlar­dan çok, yirminci yüzyıl uygarlık ve insanlığının kutsal saydığı bütün ilke­lere, özgürlük, yurt ve ulus duygusu gibi bugünkü insan topluluklarının te­meli olan bütün ilkelere ve bu ilkele­ri ortaya koyan insanlığın genel vic­danına indirilmiş demektir. Biz, hak­larımızı ve bağımsızlığımızı savunmak için giriştiğimiz savaşın kutsallığına ve hiçbir gücün bir ulusu yaşamak hak­kından yoksunbırakamayacağmaina- nıyoruz.”

10 ay önce 21/22 Haziran 1919 ge­cesi Amasya’da yayınlanan genelge­deki inanç ve ilkeler Kurtuluş Savaş­larına yol göstermektedir: “ Ulusun bağımsızlığını yine ulusun kesin ka­rarı ve direnişi kurtaracaktır.”

İŞGAL İSTANBUL’UKurtuluş Savaşı’nı işgal koşulları

içinde sansürle de hesaplaşarak des­tekleyen Yakup Kadri Karaosmanoğ- lu, İşgal altındaki İstanbul’un bir gö­rünümünü şöyle çizer: “ (Payitahtın • Galata, Beyoğlu, Pangaltı, Büyük Ada vs gibi bazı semtleri) hele Müta- reke’den sonra artık büsbütün bizimle ilgisini kesmiştir. Sakin ve mütevazı İstanbul’un karşısına çirkin, farfara ve gürültücü Beyoğlu, eski ve türedi birçok milletlerin bayraklarıyla dona­nıyor ve geceleri Türkün havsalasına sığmayacak birtakım dans havaların­da desli belli değil bir çingene kadını gibi teller, pullar zillerle raksediyor.” , Başka bir yazısında da başkentin uğ­radığı yozlaşmaları şu sözlerle dile ge­tirir: “ Zavallı İstanbul, zavallı büyük ve muhteşem şehir, günün birinde se­nin bu hale gireceğine kim ihtimal ve­rebilirdi?.. Uç dört yıldan beri senin artık bir sirk meydanından farkın yoktur. Tozların ve çamurların için­de birçok soytarı sabahtan akşama ka­dar tepiniyor, zıplıyor, taklak atıyor! Dünyada bir sirk meydanında bu yü­zü boyalı, başı külahlı, madeni sesli ve mihaniki hareketli palyaçoların tu­haflıklardan daha korkunç ne olabi­lir?.. Bütün o sefahatlara, o açlıkla­ra, o çıplaklıklara ve bahtın bütün o siyahlığına rağmen bu zehirli bozgun havasında, halk dişlerini sıkmış çalı­yor, oynuyor, giyiniyor, süsleniyor, kırıtıyor... İstanbul’da yalnız sırıtan,

14

Page 15: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

durmadan sırıtan bir halk var. En ba­yağı şeylerle eğleniyor, anlamadığı şöylere gülüyor, bilmediği şeyleri is­tiyor ve inciden boncuğa, altından te­nekeye kadar her şeyi süs ve ihtişam sanıyor.”

İstanbul’da bir Türk kentinin yerli çizgilerini görmenin güçleştiğini ileri sürenler az değildir. Cevat Şakir Ka- baağaçlı (Halikarnas Balıkçısı) işgal İstanbul’unu şöyle yargılar: “ O sıra­da bir arkadaşla konuşurken arkadaş İstanbul’dan hâlâ bir Türk şehriymiş gibi bahsediyordu. Kendisine çok ya­nıldığını, Fatih beş yüz yıl önce İstan­bul’u fethettiği gibi, biz de şimdi şehri ikinci kere fethetmezsek, şehrin bir Türk şehri sayılamayacağını söyle­dim.” Falih Rıfkı Atay ortalığı bürü­yen çirkinlikleri acılı bir dille sergiler: “ Şehirde bağıranlar satılık cesaretle­rini, susanlar satılık namuslannı so­kağa sermişlerdir. Fuhuş, kadınların boynunda bir iri elmas gibi; alçaklık, erkeklerin başında bir altınlı taç gibi yanıyor. Herkesin öyle bir vatanı var ki evine sığabilir; öyle şerefi var ki ce­bine sığabilir.

İnsanların ağızlarından içleri akı­yor; gözlerinden içleri bakıyor. Ve hepsi kokan bir nefes gibi yanımdan geçiyor; Hepsi bağırsak, ciğer, böb­rek, hepsinde bir koyun leşi koku­yor.” Falih Rıfkı bu dönemde kendi toplumuna yabancılaşmış, kökünden kopmuş aydınların bir prototipini ; canlandırır: “ Ara sıra vapurda orta yaşlı bir Türk yolcuya tesadüf ediyo­rum. Bu yolcu sabahları Journal d’O- rient ve akşamları Stamboul okuyor. Çok vakit Türklerle bile Fransızca ko­nuşuyor. Başındaki fesi, İstanbul’a ilk gelen ecnebilerin tuhaflık için giydik­leri eğri büğrü, tepesi kalkık, püsküllü dikişsiz fesine döndürmüştür. Belli ki fes giymekte acemi görünmemek bu gencin zıddına gidiyor. Vapurda, serpuşlarını Mütareke’den beri değiş­tiren Galatah Frenklerle Tatavlalı me­deniler arasında başında kırmızı bir Türk damgası bulundurmak ona ağır geliyor. Bir gün Türkçesini dinlemek istedim, oturduğu yere yaklaştım, ya­nındaki konuştuğu adam biraz alatur­ka dili ve zavallı genç, Türkçesini de tıpkı fesi gibi, buruşturmak, bozmak için ne mümkünse yapıyordu. Düz­gün bir cümle söylemek, Arapça bir kelimeyi doğru harekelemek yüzünü kızartıyordu. —Sansür tarafından kesilmiştir—”

İşgal altındaki kentin yaşadığı kâ­bus, Halikarnas Balıkçısı’nın anıları­na şöyle yansıyacaktır: “ Şehre adeta bir kâbus havası çöktü. Şehrin tenha yerlerinden geçmek tehlikeliydi, Gaz­hane yokuşundan Taksim’e çıkanlar

Yahya Kemal Beyatlıölümü göze almalıydı. Çünkü Taşkış- la’yı işgal eden yabancı kuvvetler, yo­kuştan çıkanları vuruyor ve sonra ko­şup soyuyorlardı.

Gün geçmiyordu ki yabancı kıta­lar şehirde geçit resmi yapmasınlar. O cakalı, kabına sığmaz kabarıklıklarıy­la sokak sokak çalım satarlardı. Akıl­larınca halkı sindiriyorlardı. Oysa ki yılmak şöyle dursun, yatkın meydan okuma duyguları boylarınca dimdik doğrulmaya koyuluyorlardı. Sabırlı insanların ağır kabaran öfkeleri kor­kunç olur.”

AYDINLARIN ARANIŞLARI

Aydınlar içinde yaşadıkları koşul­ları aşmak için arayışlara yönelirler. Halikarnas Balıkçısı işgal koşulların­dan kurtulmak için Anadolu’ya geç­meyi tasarladığını, ancak sağlığı yü­zünden bunu gerçekleştiremediğini anlatır. “Anadolu’ya gitmek için sıh­hatim müsait değildi. Ciğerlerimde lezyonlar vardı. Balık olup yüzüp, kuş olarak uçup o âlemden çıkamazdım; o âlemi görmeyeyim diye dört duvar arasına da kapanamazdım.

Gövdemle ayrılamıyordum, ama bir de gönül olarak ayrılmak vardı. İş­gal altındaki İstanbul’da değil, işgal­den uzak İstanbul’da yaşamak var­dı.”

Halikarnas Balıkçısı kırlarda bir başına dolaştığını anlatır; “ İstanbul’ un yabancılığı karşısında açık gök, es­mer toprak, otlar, ağaçlar, rüzgâr, yağmur, şimşek, yıldızlar bana yaban­cı gelmiyorlardı” der. Yahya Kemal de kentten uzaklaşmada avuntular ya­kalamaya çalışır: “ Şehirden çıkıp bir­kaç fersah uzaklaştıktan sonra, bir dağ tepesinde birkaç saat geçiren in­san bu zamanlarda fena bir rüyadan uyanır gibi oluyor.”

Yakup Kadri KaraosmanoğluOzanın bu gezintilerinden birinin

getirdiği esinlerle yüklü olan ünlü Esir Jeminüs ve Altor Şehri yazısı özgür­lük ve bağımsızlık duygularıyla yük­lüdür. Yazı, Heredia’nm bir şiirinden yola çıkar: Romalı esir Jeminüs çalış­tırıldığı yerden kaçarak Pirene Dağ- ları’na ulaşmış, burada kendisini öz­gürlüğüne kavuşturan dağlara şükran belgesi olarak bir yazıt taşıyan küçük bir sütun dikmiştir. Yahya Kemal bu yazıttan söz eden Fransız ozanını an­dıktan sonra sözü İsviçre’de bağım­sızlık savaşçısı Giyom Tel’in kenti olan Altor’a yaptığı geziye getirir ve Türkiye’nin kurtuluşu için beslediği inancı ortaya koyur: “ Yarının Türk çocukları hürriyeti benim gibi ya Pi­rene yahut İsviçre dağlarında arama­yacak; geçen kış Kafkas karları ara­sında Kâzım Karabekir’le Kars’a yü­rüyen genç zabitler ve genç köylüler, bu baharda İsmet ve Refet’le İnönü’ den Dumlupanır’a koşan genç zabit­ler ve genç köylüler, Anadolu’yu ul­vi ruhlarının, mukaddes kanlarının rayihalarıyla doldurdular. Artık Ana­dolu’da her köy bir Altor şehridir. Yarının Türk çocukları hürriyetin toprağında doğup büyüyecek. Ah an­ne Anadolu! Ne kanlı ve ne büyük na­sibin varmış!”

KENTİN MÜSLÜMAN YÜZÜ

İşgalin bütün bütüne açığa çıkar­dığı çirkinlikler ortasında kentin bo­zulmamış, kendine yabancılaşmamış yönünü yakalamaya çalışan aydınlar halkın dilini, dinini, geleneklerini ulu­sal benliği koruyan bir kalkan olarak görmüşlerdir. Yakup Kadri, Galata Kulesi yakınlarında bir evde konuk kaldığı bir gecenin sabahında salep- çi, sütçü, simitçi seslerini duyarak uyanışını, bunları kentin kimliğinin

15

Page 16: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

Fatih Rıfkı Ataybozulmayan yanlan olarak nasıl de­ğerlendirdiğini anlatır: “ Bu Türkçe seslerin burada ne işi var? Nereden ge­liyor? Kimlere söylüyor? Böyle düşü­nerek gözlerimi sağa sola çeviriyor­dum. Bir de ne göreyim: Bulunduğum evin önünde küçük bir cami duruyor; beyaz minaresi, suyu çekilmiş sebili ve yanıbaşmda kafesli harap bir Türk evi ile eski bir cami... Başımı çevirince ötede bir cami daha gördüm, Galata’ nın pis ve mekruh sokaklarının bir köşesine sinmiş bu küçücük, üslup­suz, zarafetsiz, kabasaba mabetler ba­na karşıkilerden, yedi tepelerin üze- rindekilerden daha muhteşem, daha güzel göründü. Bu camilere kim bilir ne kadar zamandan beri hiçbir Müs­lüman ayağı basmıyor; sokak sokak dolaşan şu salepçi, şu sütçü, şu simitçi belki Lehli fahişelerle Yunanlı tayfa­ların parasıyla geçiniyor. Fakat asır­lardan beri adım adım, sinsi sinsi zor­lu bir istilaya karşı bu sessiz minare­ler, bu kapalı camiler, bu kurumuş çeşmeler ve bu satıcı sesleri bana mü­dafaasız ve avare Türk’ün son koru­yucuları gibi göründü. Acaba bizim gördüğümüz facialar bir şeyin sathı mıdır? Acaba bütün bu bulanan su­yun dalgaları altında gene bizim ma­nevi hâzinelerimiz mi saklı duruyor?”

Halikarnas Balıkçısı katı gerçeğe karşı teselli verecek manevi havayı tekkede, camide yakalamaya çalışır. Fatih’te Molla Gürani Mahallesinde­ki Rufai dergâhına gidip gelmeye baş­lar: “ Dervişlik kısmen de olsa beni iş­gal İstanbul’undan ayırıp Türk İstan­bul’unda yaşatabiliyordu” ; “ Şehrin camilerinde namaz kılmak hoşuma gi­derdi. Üsküdar’da Şemsipaşa Ca­miinde, işgal edilmiş şehirden bir uzaklık duyardım. Akşam namazı için Karacaahmet’te Marmara’ya ba­kan bir camiyi seçerdim. Batan güne­şin kopardığı heybetli renk kıyameti-

Ruşen Eşref Onaydınnin kıpkızıl angısı göklerde hâlâ iner­ken orada namaz kılmaktan çok hoş- lanırdım.”

DİNİN BİR YORUMLANIŞ BİÇİMİ

Kurtuluş savaşçıları giriştikleri ha­reketi zaman zaman birbirlerinden farklı biçimlerde yorumlamış, değer­lendirmişlerdir. Savaşta ve savaş son­rasında bu farklılıklar görüş ayrılık­larını doğuracaktır.

Kurtuluş Savaşı safında onurlu ye­rini almış olan Mehmet Akif Ersoy Meşrutiyet’ten sonraki siyaset ve dü­şünce akımlarından İslamcılık cephe­sinin adamıydı. Bu akımın yayın or­ganı Sebilürreşat’ın başlık klişesi ce­binde, 19 Ekim 1920’de Kurtuluş cep­hesinde yerini almak üzere Kastamo­nu’ya hareket etti. Burada Nasrullah Camii’nden başlayarak vaazlar vere­rek eylemi savunmaya girişti: “ Bizi mahvetmek için düzenlenen barış ant­laşması parçasını, savaşçılarımız do­ğu yönünden yırtmaya başladılar. Şimdi beri yandaki dindaşlarımıza dü­şen görev, Anadolu’muzun öteki yan­larındaki düşmanları denize dökerek, o kirli paçavrayı büsbütün parçala­maktır. Çünkü o parçalanmadıkça bu diyarda yaşama imkânı yoktur. Düş­man eline geçen Müslüman yurtları­nın durumu, bizim için en etkili bir ibret levhasıdır. İslamm son sığınağı olan bu güzel toprakları düşman isti­lası altında bırakmayalım.”

Mehmet Akif, Türk topraklarını İslamiyetin kurtuluşu adına savun­maktadır. Savaştan sonra devrimi bu görüşten sapmış saydığı için, Türk topraklarını bırakıp gidecektir!

Kurtuluş Savaşı içinde îslamiyete bağlılık yönünden Akif elbette yalnız değildi. İslamcılık akımı içinde hiç de yeri olmayan, tam tersine türlü yön­

lerden Türkçülük akımının ilkeleriy­le bağları olan Yahya Kemal de Top- kapı Sarayı Hırka-i Saadet dairesin­de Kutsal Emanetler’in Mısır’dan ge­tirildiği günden beri aralıksız Kuran okunduğunu anlatan yazısında, heye­canla şöyle söyler: “ Halifeliğin mer­kezi olan İstanbul’da böyle bir maka­mın yanında dört yüzyıldır durmamış bir Kuran sesi olduğunu bilmezdim. Nice Türkler, hatta nice İstanbullu­lar da bilmezler. Bu sarayın içinde dörtyüz yıldan beri olmuş ihtilaller, tahttan indirmeler, kıyımlar bu Ku­ran sesini bir an susturamamış. Bu durumu öğrendikten sonra İstanbul’ dan niçin çıkarılamıyoruz? Bu soru­yu çözer gibi oldum.”

Yahya Kemal İslamlığı Türklüğün Türk topraklarında oluşmasının öğe­lerinden sadece biri olarak görür. Türk ulusuna özgü bir din anlayışı bi­çimini “ medresenin çok Sünni kafaları” şiddetle yadsımalardır, ö r ­neğin Edebiyat Fakültesi Felsefe profesörü Ahmet Naim Bey, Yah­ya Kemal’in Türklüğe özgü Müs­lümanlık” görüşüne karşı çıkanlar­dandır. Bu konudaki bir tartışmada Yahya Kemal’in ona verdiği yanıt ise, “ Bu millet İslamlığı kendi mizacına göre benimsemiş ve çok eski putpe­restliğiyle karıştırmış ve öyle sever, onun uğrunda yalnız bu sebeple ölür” şeklinde olmuştur. Naim Bey böyle bir görüş sahiplerinin Batılılaşmayı savunanlardan bile zararlı oldukları­nı ileri sürer. Yahya Kemal, “ İslam dininin inkâr edilmesine razısınız, lâ­kin bizim ulusal tasarlayışımıza göre var olmasına ve öyle açıklanmasına razı olamıyorsunuz.” karşılığını verir.

Kurtuluş Savaşı safında yer alan kalemlerin İslam dinini böyle değer­lendirdiğini de hatırlayarak ramazan yazılarına geçebiliriz.

İŞGAL KENTİNDE 3 RAMAZAN

Hicri 1338 ramazanın 1. günü, 19 Mayıs tarihine rastlamıştı. İşgalin ya­şandığı o ramazan ve onu izleyen iki ramazan Türk-lslam geleceğinin “ 11 ayın sultanı” diye nitelendirdiği kut­sal ayın parlak görünüşlerinden yoksun kaldı. Eski Osmanlı toplumunda özel bir kült oluşturan oruç ayı, eske iftar­ların, sahurların, mahyaların, davul­cu manilerinin, gece eğlencelerinin yansıttığı coşkunlukların sadece sö­nük bir uzantısı oldu. Yakup Kadri bu dönemdeki bir ramazan yazısında bu farklılığa dikkat çekerek: “ Bu ra­mazan bizde geçmişe ait birçok üzün­tüler ve özlemler uyandırıp duruyor. Genç ihtiyar hepimiz çocukluğumu­zun ramazanlarına ait masum birçok anılarla doluyuz. Kimimiz bundan 30-40 yıl önceki iftar sofralarını, ki­mimiz Direklerarası âlemlerini, kimi-

16

Page 17: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

miz mahyaları, kimimiz Beyazıt’taki sergileri, şu kokulu çörekleri, bu sı­cak pideleri, kısacası hepimiz bir şey hatırlıyoruz, bir şeyin hasretini çeki­yoruz. Bu ramazan bütün eksikleriy­le doğrusu bize bir gönül acısı oldu.”

Eski ramazanlar uzun zamandan beri yaşamıyordu. Falih Rıfkı Atay biraz daha eski bir ramazanın izlenim­lerini, “ Geç vakit bir iftara gitmek için Mehmetpaşa yokuşundan bizim semte iniyordum. Artık hiçbir mahal­lede niçin eski ramazan havası kalma­dığını düşünüyordum. Bu hava bir ıtır gibi, bir türbe içi gibi. Esrar ve ruh gibi kokardı. Şimdi hangi Rum ayı­na rastlarsa, ramazan onunla kabuk­lanmaktadır. Üstündeki ıtır uçtu; es­rar kurudu. Sokakta dolaşanlara ba­kınız; Nerede o durgun ve uçuk Müs­lüman yüzü, nerede o tütsü ve keyif dalgınlığı? Şu iftara çağırış bile özenti gibi geldi, kendimden sıkıldım” diye anlatmıştı.

Ruşen Eşref Ünaydın’ın kalemi bütün bir ramazanın iftar sofrala­rına, davulcu manilerine, teravih na­mazlarına, cami ziyaretlerine tanık­lık ederken esir bir şehrin insanının duygularını yansıtır: “ Seni biz tatlı­lar, şerefler ve şenliklerle karşılarken ey ramazan ayı, on bir ayın ey nur yüzlüsü, önüne sonunda böyle kolla­rı düşük, sofraları tatsız, yürekleri acılı ve gözleri yaşlı mı çıkacaktık?... Söyle ey ramazan ayı, bahtsız ve yar- sız Türkler için, bu yıl koynunda bir nebze şefaat da mı yok?”

“ Askerden yeni döndüğü sırtında­ki Alman ceketinden belli” bir davul­cunun söylediği maniler yazarı düşün­dürür: Bu aya sultan ay derler / Kay­mak ile baldan yerler / Ezelden âdet kılınmış / Bekçiye Bahşiş verirler.

Zavallı genç, kaymakla baldan ye­nen ayların ne kadar uzakta kaldığı­nı düşünmüyor muydu! Türk kapıla­rının otuz gece her gelene bir sebil gi­bi açık olduğu o iftarlar kalsaydı da­vul boynuna böyle ağır gelir miydi? Acaba bahşişini beklediği adamlar bi­le artık baldan, kaymaktan tadabili­yorlar mıydı? Ah! Türklerin bol ve şen günlerinde, kim bilir, hangi yüreği coşkun ve zekâsı şen bir halk şairinin düzenlediği bu beyit, o gece ne kadar etkileyiciydi!”

“ Türklerin geçirdiği belki en küs­kün ramazan” günlerinde yazar Eyüp mezarlığını ziyaret eder: “ Bu dünya­daki nişanları yarı yıkık, soğuk yazı­ları karanlıkta yok olmuş birer taş­tan ibaret kalan atalar ülkesinde ga­rip bir teselli ve bir kuvvet buldum... Onlar devletlerinin, milletlerinin her­halde bizden daha iyi günlerini gör­müşlerdi. Bol ve rahat yaşamışlardı. Bastıkları toprağın bir gün olup sar­sılacağını akıllarına bile getirmeden içine rahat yerleşmişlerdi. ‘Sizin en­gin günlerinizi bir daha bulmak ka-

Mehmet Akif Ersoyderimizde yoksa, bile sizden olduğu­muzu ve kendimizin olarak kalacağı­mızı da gösteremez miyiz’ diye düşün­düm.”

Süleymaniye Camii’nin uyandır­dığı duygulanışlar ve yakarışlarda şöyle dile getirilir: “ Bugün bu binayı değil, içindeki cemaatten bir ferdi bile ayakta tutamayacak kadar zayıflıyo­ruz. Yıkılalım mı, bitelim mi? O hal­de beklenenleri gönder Allahım. Ta ki vatan kubbesi yeniden kurulsun.”

KURTULUŞA İNANANLARIN RAMAZANI

Yahya Kemal, ramazanı “ çörekli börekli, davullu dümbelekli, meddah- lı karagözlü, şuruplu, şerbetli, amber- li hacıyağlı, kandilli kâğıt fenerli bir şehrayin” gibi gören — ve 1986 ra­mazanında da eksilmemiş olan — kentin ramazanından ulusal eylem için bir derlenip toparlanma olanağı yaratmaya çalışır. Dönemin ekono­mik yaşamına egemen yabancıların dükkânlarından Türklerin alışveriş yapmalarını önlemek böyle bir izlen­cenin parçasıdır: “ (İstanbul halkı) ka- derinsevkiyle Anadolu’daki ulusal sa­vaşa katılamadı. Bari etkili olduğu kadar basit de olan bu ekonomik sa­vaşa azmetse. Yarın içimizde bir gur­bet duygusuyla bir daha gireceğimiz mübarek ramazan bu kutsal savaşıma ne güzel bir başlangıç olur.”

Ekonomik boykot uyarısı Falih Rıfkı’nın kalemine de konu olmuştur: “ Yunan ulusunu cephede süngü ile, cephe gerisinde boykotla yeneceğiz. Bu bayramı mâliyesi bozuk olduğu için, bizim çocuklarımızdan daha bü­yük bir sevinçle bekleyen Yunan or­dusunun vatandaşlarının kesesine bir tek Türk parası sokmayacağız.”

Ramazanın girişi dolayısıyla Kur­tuluş Savaşı yöneticisinin İslam dün-

Cevat Şakır Kabaağaçlıyasma yayınladığı bildiri de dinsel de­ğil, siyasal niteliktedir. Ve Türk ulu­sunun verdiği savaşımın gerçeklerini İslam uluslarının gözleri önüne serer: ’’Orduyu terhis etmek, köylülere Ulu­sal Kuvvetler’i asi tanıtmak, ulusu, kendine şeref veren en soylu ve özve­rili çocuklarına karşı kuşku ve durak­sayışla düşürmek, barışı hazırlamak için İngiliz emri altında çalışanların ilk işi oldu...”

Ramazan topları İstanbul’da Kur­tuluş Savaşı’nı destekleyen kalemle­re Anadolu’da verilen savaşı düşün­dürmüştür. Kutsal ayın, Türk - İslam toplumunu bir araya getiren dinsel he­yecanından ulusal kurtuluşu yönlen­direcek eylem için yararlanılmıştır. Yahya Kemal’in “ Düşüncelerimiz” yazısında bütün bu duygular, bu dü­şünceler özetlenmiştir: “ Ramazan topları patlarken anne Anadolu’nun bağrına mavi bayraklarım diken Yu­nan orduları karşısındaki askerlerimi­zi bir daha hatırlayacağız, onları ha­tırlarken İslam ülkesine ramazanın bir daha geldiğini haber veren topları de­rin bir hüzünle işiteceğiz, minareler­de yanan kandilleri dolmuş gözlerle göreceğiz, yükselen ezanları dalgın dalgın dinleyeceğiz, bu ramazanın her zevki bize biraz acı gelecek...”

Bütün düşüncelerin odağı, Ana­dolu’da çarpışanlardır. Yazar, “ Biz onlardan aldığımız gurur duygusuy­la yabancılar karşısında başımızı dik tutuyoruz. Yarın da Tanrı’nın karşı­sına onların şefaatinin gölgesinde çı­kacağız. Biz yalnız onların ruhunu so­luyoruz. Bu ramazana girerken de yalnız onları düşünüyoruz?” der.

Geçmiş bir dönemin ramazanları­nı konu edinen kalemler, onları çev­releyen koşullar bunlar işte. O duyar­lıkta bugün de ahnacak dersler hiç ek­sik değil. ■

17

Page 18: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

\

• Yıl: 1921-22/Yer: Zeynep Hamm Konağı (Edebiyat Fakültesi)

. Ahmed Naim B eyle Islâmiyetin telâkkisine dair kavgam ız"Yazan: Yahya Kemal Beyatlı

Yahya Kemal Beyatlı, dini, top­lumsal bir kurum olarak değerlen­diren görüşüyle II. Meşrutiyet’ten sonraki düşünce çatışmaları sıra­sında, İslamcı görüşün karşısın­da yer almıştı. Felsefe profesörü Ahmed Naim ’i anlatan yazısında bu konudaki bir tartışmayı konu ediniyor, ffurtuluş Savaşı dönemi­nin dine bakışını belirlemeye bu yazı özellikle yardımcı olacaktır. Metin, imlasına dokunulmadan alınmıştır.

-*921-22 arasında, Zeynep Hanım Konağı’nın Edebiyat Fakültesi olan katında, o vakit, fakültenin kâtib-i umûmîliğini eden Bahçet’in adasında, felsefe müderrisi Ahmet Naim Bey’ le, Islâmiyetin telâkkisine dâir, sert­çe bir kavgamız oldu.

Ahmed Naim Bey’le 1915’de, ye­ni Dârülfünûn’a beraber girmiştik, o zamandan beri tanışırdık. Buluşup konuşmamız fırsatı yalnız, ders ara­larında, teneffüs saatlerinde yâhut da Meclis-i Müderrisin olduğu günlerde çıkardı. Bu fırsatla da ekseriyâ muâ- rızâne konuşurduk, Naim Bey’in rû- hunda, şahsıma karşı, bu muârızlığm asıl sebebi ne idi? Bunu uzun zaman, tamâmiyle tesbît edememiştim.

Dârülfünûn’un Türkçü müderris­lerinden biri olduğum için bu çok Sün­nî ve hanefî müderrisimizin fazla te­veccühüne muntazır olamazdım. An­cak o, güler ve gülümser ve hayli mâ- nîdar konuşmasını bilir bir âlimimiz- di. O vakit ise, Zeynep Hanım Kona- ğı’nın salonlarında, bâzı müderrisle­

re, bâzı muharrirlere, bâzı siyâsîlere dâir, alaylı musâhabelerimizde çok anlaştığımız noktalar olmuştu. İslâm taassubu bertaraf edilirse Naim Bey’i rûhuma çok uzak görmemiştim.

.1918 mütârekesi olunca Naim Bey, sarâhatle, Ferid Paşa safına geç­ti, Dârülfünûn’un, milliyetçi unsurla­rına karşı düşman tavırları takındı. Bir küçük müddet fakülte reisi oldu. Hattâ fakültenin milliyetçi müderris­lerini çıkarmak vazifesiyle mükellef olduğu halde tasfiye komisyonu nâ­mını alan komisyona girdi. Diğer ar­kadaşlarımızla berâber beni de ihrâç etmeyi teklif eden komisyon, Ali Ke­mal’in Maârif Nâzın olmasıyle, da­ğıldı.

Naim Bey’e bu komisyonda bu­lunmuş olduğu için serzenişkâr olma­ğa lüzum görmemiş ve aldırmayan bir adam tavnyle dâimâ selâm vermiştim.

1921-22 arasında “ Tevhîh-i Ef- kâr’a Millî Hareket’e dâir, milliyeti benim anladığım yolda, bir nevî ya­zılar yazıyordum. Hemen hepsi eski İstanbul’un rûhânî semtlerini teşrih etmeye çalışan bu nesillerde, fetih hâ­tıraları ve İstanbul toprağına gömül­müş olan ilk cedlerin mezarları etra­fında teşekkül etmiş mahallelerin mâ­nâları, hulâsa bu toprağın “ vatan toprağı” diye tekevvün edişinin hikâ­yesi vardı. Şüphesiz ki bu yazıları, ben, herşeyden evvel bir Türk gibi du­yarak yazarken, Islâmiyetin çok ka­tı, çok maddî âdetâ riyâzî olan uk- nûmlarınm üstünden atlayarak, neh- yettiği noktalara, butlanların zevkine kadar gidiyordum.

Bu nevi edebiyattan tam yerli Müslüman olan ruhlar şiddetle hoş­

lanıyorlardı, lâkin medrese’nin çok Sünnî yapılı kafaları zevk alamazlar­dı, hattâ ürkerlerdi; irşâdm bu tarzın­da, putperestliğe bir gidiş görebilirler­di; daha başka bir nokta var: İslâmi- yeti yalnız bir milletin, meselâ bir Türk milletinin kendi zevkine ve hul- yâsma göre anlayışını ulûm-ı islamiy- ye reddederdi... Kur’ân’ın hükümle­ri malûmdur, tafsil etmek lüzumsuz­dur.

işte Ahmed Naim Bey’le aramız­da kavga bu bahisten çıktı.

O gün gaalibâ “Tevhid-i Efkâr” da, “Eyüb”e dâir nesrim çıkmıştı. Bu nesirde Eyüp şehrinin nasıl tekevvün ettiğini hikâye ediyordum. Peygam­berin, hicrette, Mekke’den Medine’ ye gelişini, devesinin Ebâ Eyyûb’un evinde duruşunu, o eve misâfir olu­şunu, hicreti müteakıb zuhûr eden Be­dir gazâsında Ebâ Eyyûb’un Peygam­berin bayrağını taşıyışını, sonra Ebâ Eyyûb’un İstanbul’un muhâsarasına gelişini, ölüp Haliç kenarında, şimdi yattığı noktada gömülüşünü, Eyyûb’ un ölümünden sonra kaçdefâ İstan­bul’u fethetmeğe gelen İslâm ordula­rının onu hatırlayışlarını, nihâyet bu an’ane Türk ordularına intikaal ede­rek Ebâ Eyyûb’un “ Alemdâr-ı Resûl- üllah” olarak her neferimize, İstan­bul surları önünde görünüşünü, nihâ­yet 1453’de, Fetih’den birkaç gün ev­vel, tam halk kafasında bir veliyyul- lah olan Akşemseddîn’in âlem-i mâ­nâda, Eyyûb’un kabrini keşfedişini, bu keşif yüzünden orduda emsalsiz, şedîd, rûhânî bir vecid hâsıl oluşunu, bu vecdin şevkiyle şehrin fethedilişi- ni, hulâsa, Fetih’den sonra ilk şehid- lerin Eyüb’ün etrâfında çevrilen me- zarlarıyle, o güzel Ölüm Şehri’mizin türeyişini tesbît etmeğe çalıştığım bu hikâye o günlerde vatandaşlarımızı tehyîc ettiği halde, Ahmed Naim Bey’i kızdırmış...

Derslerden yeni çıkmıştık. Kâtib- i Umûmî’nin odasında istirâhat edi­yorduk. Ahmed Naim Bey birdenbi­re dedi ki: “ Islâmiyete sizin ettiğiniz zararı bu aralık kimse etmiyor.” “ Niyçün... Nasıl, ne gibi...” dedim. “Meselâ bugünkü yazınız gibi yazılar­dan...” dedi ve ilâve etti: “ Zaten da­lâlete düşmüş bu zavallı milleti dâimâ şaşırtıyorsunuz... Bir zaman türkçü- lükle, şimdi de islâmiyeti efsâneler üzerine kurulmuş bir din gibi göste­rerek... Hâsılı bu şaşırmış halkı bir

18

Page 19: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

türlü şaşırtmayı îcâd ediyorsunuz... Bizim (!) Abdullah Cevdet’in dinsiz­liğinden korkumuz yoktur, çünkü o sarahatle dinsizdir ve maddîdir; islâ- miyeti yıkamaz. Halbuki sizin “ Tevhîd-i Efkâr” da bir seneden be­ri çıkan bu yazılarınız İslâm akaaidi- ni ve esâsâtım baştan başa tahrîf edi­yor. Beyefendi! İslâmiyette ölülere ibâdet, mezarlara mahabbet, ölmüş insanları filân veyâ falan semtte hâ­zır ve nâzır zannetmek gibi itikatlara yer yoktur. Peygamber sallâllâhü aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri’ nin kendi nâşı bile islâmda takdîs olu­namaz. İşte islâmın hıristivanlığa ve dîğer dinlere bir fâıkıyyeti de bundan­dır, böyle ebâtına islâmda inanıl­maz!..”

Naim Bey coşmuştu. Coşkunluğu­na bir diyeceğim yoktu; zâten onun inanan bir insan oluşundan hoşlanı­yordum. Ancak katı ve kırıcı bâzı ke­limelerini tahümmülün fevkinde gör­düm ve aynı sert tavırla ve söyleyişle iâde etmeği zarûrî addettim ve aynen de dedim ki: ‘‘Demin “ biz” korkma­yız gibi bir şey söylüyordunuz. Siz kimsiniz? Kaç kişisiniz? Çokluksanız bile bütün bir Türk milletinin târîhî hâtıralarına ne karışırsınız. Türk mil­leti, dînini istediği gibi benimsemiştir, diyânetini vatanının toprağına tahay­yül ettiği şekilde karıştırmıştır. “ Biz” dediğimiz zevât kalkıp da: “ Ey Türk- ler, İslâmiyet sizin vatan toprağınıza bîgânedir, sizin milliyetinizi ve dîğer kavimlerin de milliyetini tanımaz. Zâ­ten milliyet tanımaz. Sizin filân ve fa­lan “ vatan” a islamiyetin rûhâniyeti- ni şu bu şekilde, hulâsa putperestâne bir îtikat bakıyyesiyle izâfe edilmesi­ni İslâmiyet istemez!” demenizle şu memlekette emin olunuz bir yaprak kımıldamaz.

Evet bu millet, Islâmiyeti kendi mizâcına göre kabul etmiş ve çok es­ki putperestliğiyle karıştırmış ve öyle sever, onun uğurunda yalnız bu se­beplerle ölür.

Islâmiyeti olsun, hırıstiyanlığı ol­sun, dîğer dinleri olsun, bütün millet­ler dâimâ kendi hilkatleriyle, temâyül- leriyle muhayyileleriyle, ihtiyaçlarıy- le karıştırarak kabûl etmişlerdir ve başka türlü almalarına zâten imkân yoktur... Nihâyet ben, şikâyet ettiği­niz bu yazılarda bu milletin inanma­dığı bir şeyden bahsetmiş değilim. Siz ki bu yüzden bana karşı bu kadar asa­bisiniz! Siz, kalkıp da Pâdişah’a kar­şı, onun Şeyhülislâmına ve Bâb-ı Fet- vâ’sma karşı ve birçok dalâletlere ina­nan bu halka karşı: “ Eyüb’ün meza­rı ne demektir, böyle bir şey yoktur, böyle bir mevhûmenin ziyâret edilme­si İslâm akaaidini mugaayirdir; hattâ Peygamber’in Medine’deki mezarını

da ziyâret etmek ve orada bir rûhâ- niyet görmek islâma bu derece muga- ayyir bir dalâlettir; bunları hemen kaldırınız!” dediniz mi?

Halbuki bugün burada Abdullah Cevdet’den daha muzır olduğumu söylüyorsunuz. Niyçün diyorsunuz! Çünkü islâmiyetin inkâr edilmesine razısınız, lâkin bizim millî tahayyülü­müze göre mevcud olmasına ve öyle teşrîh edilmesine râzı olamıyorsu­nuz!”

Aramızda bu sözlerle kavga büyü­dü; sonuna doğru da bahis yalnız bir noktada toplandı: Ona göre: Herhan­gi müslüman bir millet kalkıp da is- lâmiyeti kendi milliyetinin unsurların­dan yalnız biri olarak telâkki edemez ve kendine uygun bir şekle koyamaz. Müslüman bir kavim kavmiyetini unutmak ve islâmın nass-ı kaatı’ları- na tamâmıyle bağlamak şartıyle müs­lüman olur ve diğer müslümanları ay­nen kendi milliyetinden bilir.

Naim Bey’e îzâh ettim ki bizde ye­ni türeyen bu kavga Avrupa milliyet­leriyle katolik ve şâir kiliseler arasın­da zâten oldu ve gaalibâ kilise göz ka­pamağı daha münâsip gördü. Hattâ papazlardan bile milliyetçilerin zuhur ettiğini gördük. Kim bilir, belki biz­de de böyle olabilir.

Bu münâkaşanın üzerinden onüç sene geçti. 1934 de uzun bir gaybûbi- yetten sonra, İstanbul’a avdet etmiş­tim; eski semtleri bir daha görmek sevgisiyle, İstanbul’un, her gün bir köşesine gidiyordum. Bir gün de Şeyh Vefâ Türbesi’yle Şehid Ali Paşa Kil- tüphânesi’ni ve ayni zamanda o taraf­lardaki medreseleri görmek niyetiyle çıkmıştım.

öğleden hayli sonraydı, Vefâ’ya doğru yürüyordum, karşıdan Ahmed Naim Bey’in geldiğini gördüm. Ra­hatsızlıktan yeni kalkmış gibi yorgun yürüyordu. Beni görür görmez dur­du, kollarını açtı, “ Bu tesâdüf münâ­sebetiyle Cenâb-ı Hakka hamdol- sun...” diyerek söze başladı. O kadar dostça bir tahassüsle hareket ediyor­du ki mütehayyir kaldım. Sözüne de- vâm ederek: “ Avrupa’da uzun müd­det kaldınız, sizi artık görmeden öle­ceğime bile inanmaya başlamıştım. İkide birde; Yârabbî bu adamla son bir defâ görüşmemi mukadder kıl! Tâ ki söylemek istediğim bir kaç sözü söyleyebileyim, diyordum, işte bu sa­atte Allah’ın o lûtfunu idrâk ettim. Ondan seviniyorum, şimdi sana mak­sadımı îzâh edeyim, nereye gidiyor­dun” dedi.

Şehid Ali Paşa Kütüphânesi’nin nerede olduğunu bile bilmediğimi ve

görmek istediğimi söyledim. “ Pekâ­lâ... Berâber yürüyelim...” diye tek- iîf etti ve söze girişti: “ Seninle o ka­dar sene evvel, Dârülfünûn’da bir münâkaşada bulunmuştum. O münâ­kaşa sonra benim zihnimi senelerce meşgul etti. Son senelerde ise, ben, İs­tanbul’un bir çok semtlerinde gezmeği ve oralarda, tıpkı senin usûlünde, es­ki mîmârî eserlerinin târîhini araştır­mağı îtiyâd edindim. Bu hoş merak beni sardıkça sardı. Senin bir zaman “ Tevhîd-i Efkâr” da çıkmış yazıları­nı buldum ve tekrar okudum, Azîm bir zevk aldım. Sana bu yüzden ne ka­dar haksızlık ettiğime o yazıların bir şâir fantezisi olmayıp hakîkaten mâ- nevî birer ufuk olduklarına kaail ol­dum. işte bundan sonra, bu yüzden seni o vakit gücendirdiğime yandım ve bir daha görürsem istifa-yı kusûr etmeği nezr ettim. İşte azîzim söyle­yeceğim bu idi.” dedi.

Ekseriyâ müzeyyif olarak konuş­tuğunu bildiğimiz o Naim Bey bu söz­lerini söylerken o kadar müminâne bir teessür içindeydi ki ben de teessürüm­den önüme bakıyor ve ne cevap vere­ceğimi bilemiyordum..

Bana o saatte, “ Tevhîd-i Efkâr” da çıkmış makaaleler zemîni üzerin­de tekrar ettiği teveccühkâr teşhirleri uzun boylu, birkaç defâ tekrâr etti. Ne derecede mütehassis olduğumu mümkün mertebe anlatmağa çalışa­rak bu bahsi kapadık.

Berâber Şehid Ali Paşa Kütüphâ- nesi’ne girdik. Muhâcirlerle iskân edilmiş bir ev hâlini almış olan bu vakfı ancak merdiveninden bir neb­ze gördük. Sonra Şehzâdebaşı Câmi- i’ne geldik. Arka kapının üzerindeki Mustafa İzzet sülüsünü seyrettik. Na­im Bey: “ Muhakkak ki sülüs son asır­da asıl mükemmel şeklini buldu. Ger­çi hat-şinaslar eskiye îtibâr ettiklerin­den dâimâ Şeyh Hamdullah’dan ve- cidle bahsederler, hayır ben bu fikir­de değilim... Bu mükemmeliyet son zamanlarda hâsıl oldu” dedi.

Berâber bir müddet daha dolaştık. Oradan çıktık. İbrâhim Paşa Medre- sesi’niıı arkasından, tehnâ sokaklar­dan, Şehzâdebaşı’na çıktık. Orada ay­rıldık.

Son ayrılışımızmış. Naim Bey bir ay sonra öldü. Benimle son bir defâ görüşmek istediğine dâir, yukarıda naklettiğim dileğinin, Vefâ’da, sırf te­sadüf şevkiyle, tahakkuk etmesini hayretle telâkki ettim. ■

Siyasi ve Edebi Portreler’den

1 — Muharririn bu yazısı için bakınız: Bir ROyâda Gördüğümüz Eyüp, Aziz İstanbul, s. 196.

19

Page 20: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

Hollywood'dahi ((Ünlü Viyanalılar” ağacından bir yaprak daha düştü. Bu ağacı şimdilik tek başına Billy Wilder temsil ediyor

O tto Preminger’le 1970 yılının Cannes Şenliği’nde tanışıp konuşmuş­tuk. Carlton Otel’deki odasına çık­mış, gidip gelenlerle dolu odada bir süre sinemadan, onun filmlerinden söz etmiştik. Her ünlü yönetmenle konuşmak için büyük bir istek ve bu konuşmayı gerçekleştirmek için son­suz bir sabırla donanmış olduğum, yorulmak bilmediğim yıllardı onlar... Cannes’da birkaç yılda üstüste Wil­liam Wyler, Alfred Hitchcock, John Huston, Sergie Leone, François Tru- faut ve başkaları, “ pençemden kur­tulamamıştı’’!.. Preminger’le olan konuşmam , ne yazık ki yazılı notlar­da kaldı, onu nedense basılı bir yazı-20

"Hollywood'daki V iyan airıtın ölümü: Otto PremingerAtillâ Dorsay

ya dönüştüremedim. Aslında biraz ra­hatsızdım bu konuşmada, çünkü şen­likte Prerninger’in “ Teli Me You Lo- ve Me, Junie Moon-Beni Sevdiğini Söyle, Junie Moon” adlı garip bir fil­mini izlemiş, film üstüne ne düşüne­ceğime karar verememiştim. Yüzü ya­ralı bir kız, felçli bir eşcinsel ve içine dönük bir saralının bir evi paylaşarak birlikte mutlu olmaya çalışmalarının öyküsüydü bu. İlk kez Liza Minnel- li’yi keşfetmenin getirdiği ilginç sürp­rize karşın, insanoğlunun düşkünlü­ğünü, zavallılığını hiç de içten gözük­meyen bir filme duygusal malzeme yapan film beni şaşırtmış, daha öte­ye sanki iğrendirmişti. Oysa Premin- ger, o zamana dek gözümde oldukça büyüttüğüm bir yönetmendi. “ Am­ber” !, “ Dönüşü Olmayan Nehir” i, “ Siyah Karmen” i, “ Bir Cinayetin Anatomisi” ni, “ Öneri ve Onay"ı iz­lemiş olup da Preminger’e hayran ol­mamak mümkün müydü?

VİYANALILARDAN BİRİ...

Preminger, sessiz sinemayla baş­layarak Hollywood’u o denli etkile­yen, ona kişiliklerinin damgasını vu­ran “ Viyanalılar” dan biriydi: Tıpkı Eric Von Stroheim, Joseph Von Sternberg veya Bily Wilder gibi. Tüm bu AvusturyalI sanatçılar, kimi Al­man sinemacılarıyla birlikte kalkıp değişik dönemlerde Hollywood’a gel­mişler ve efsanenin doğuşuna katkı­da bulunmuşlardı. Von Stroheim, Von Sternberg, Wilder veya Berlin’li Lubitsch gibi adlar olmasaydı, sine­manın bugünkü sinema, Hollywood’- un bugünkü Hollywood olacağı dü­şünülebilir mi? ABD’ye getirilen, yal­nızca bir “eski kıtali” olmanın, tiyat­rodan resme, sanatın tüm diğer alan­larından süzülüp gelmenin veya Cer­men kültürünün izleri, kalıntıları de­ğildi. Gerçi Alman kabaresinden, Vi­yana operetlerinden veya Dışavurum­culuk akımından gelen öğeler, tüm bu

sanatçıların yapıtlarında iyi arandı­ğında somut biçimde bulunabilirdi. Ama getirilen, işte tüm bunların bi­reşimi olan ve tüm bunları sonuç ola­rak aşan bir başka şeydi. Kimi sanat eleştirmenleri, buna “ Viyanalılık” di­yor. Kimileri Amerikan sinemasının canlılığının, yaratıcılığının Avrupa kültüründen aldığı bir taşıyla yeni filiz­ler sürmesine bağlıyor. İşte Premin­ger, Wilder’le aynı yıl (1906’da) doğ­muş ve aynı yıllarda (30’larda) sine­ma başkentine adım atmıştı, öncele­ri tiyatroda çalışmış, Max Reinhardt’- ın Viyana’daki ünlü Josefstadt tiyat­rosunda oyuncu ve sahneye koyucu­luk yapmıştı. Bir tek sinema denemesi olmuştu. 1935’de FOX şirketi tarafın­dan önüne uzatılan bir anlaşmaya im­zayı basarak Amerika’ya gitti. O da birçok meslektaşı gibi, gitgide gemi azıya alan Nazizm’den kaçmak iste­mişti. İlk birkaç filminden en çok dik­kati çekeni, 1937’de yönettiği “ İşteki Tehlike: “ Aşk-Danger, Love at Work” adlı bir güldürüydü. Ancak Preminger’in oldukça sert, ödünsüz Viyanalı kişiliği, FOX’un dediği de­dik patronu Darryl F. Zanuck’la ara­sını açmakta gecikmedi, Ve sanatçı, uzun aralıklarla bir-iki küçük film yö­nettikten sonra, ancak 1944’de “ Laura” adlı polisiye filmin kazan­dığı başarı üzerine ciddi bir yönet­menlik çabasını geçebildi.

YÜREK İSTEYEN KONULAR...

Yıllardır istememe karşın ne yazık ki bir türlü göremediğim “ Laura” , polisiye sinemada önemli bir doruk noktası sayılıyor, önemsiz bir roman­dan yapılan film, sürprizlerle dolu karmaşık konusu kadar (öldürülmüş sanılan bir genç kadını arayan bir de­dektif, onu hayatta bulur. Ve hem gerçek katilin, hem de kurbanın kim­liğini aramaya başlar), Preminger’in Avrupa deneyimlerinden getirdiği eş­siz bir atmosfer duygusu ile de ön pla-

Page 21: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

na çıkıyor, Dana Andrews ve Clifton Webb’in arasında benzersiz bir Lau­ra çizen Gene Tierney’in gizemli gü­zelliğiyle de bezeniyordu. Bu parlak başlangıç, Preminger’le Zanuck’un arasını da düzeltti ve yönetmen, son­raki 15-16 yıl boyunca hem yönet­men, hem de yapımcı olarak çabala­rını düzenli biçimde yürüttü. Premin­ger, 1944-60 arası bu döneminde her türden konuya ve kaynağa el atan, ele aldığı konuları hep en ilginç olanlar­dan seçmesini ve bunlara belli sinema­sal değerler katmasını bilen bir yönet­men olarak tanındı. Ama bunun ya­rn sıra, bir diğer önemli özelliği, gözü- pekliği ve özellikle konu/hikâye ola­rak yeni, çarpıcı, yüreklilik isteyen şeylere el atma yeteneğiydi. BöylecePreminger, Amerikan sinemasında örneğin ilk kez “ cinsel ilişki” , “ bâ- kire” , “ metres” vb. sözcükleri kul­lanan filmi (“Ay Mavidir” ), yaptı.- tik kez tüm oyuncuları zenci olan bir opera filmi çevirdi. (“ Siyah Car­men” ). tik kez uyuşturucu madde so­rununu perdeye getirdi. (“ Altın Kol­lu Adam” ). İsrail’in kuruluşu üstü­ne ilk filmi yaptı. (“ Exodus” ). Sine­manın artık her şeyi anlatabildiği gü­nümüzde, bunlar önemli görülmeye­bilir. Ama bir zamanlar öyle değildi ve sinemanın üstüne çöreklenmiş ta­buları yıkmada Preminger kadar kat­kısı olmuş bir yönetmen az bulunur.

SKANDAL FİLMLERDEN ARDA KALAN...

Ancak zamanında olaylar yara­tan, yasaklara uymayan bu filmlerin “ şoke edici” yanları bir yana bırakıl­dığında, Preminger sinemasından ne kalır? Kuşkusuz hikâyelerini özenle seçen ve çok iyi anlatan bir sinemacı kişiliği. Preminger, 1940’larda “ La- ura”dan sonra her türü dener: “Düş­kün Melek-Fallen Angel” ve “ Daisy Kenyon” , ilgi çekici melodramlardır. “ Şahane Skandal-Royal Scandal” , Tallullah Bankhead’m Çariçe Büyük Katerina’yı canlandırdığı başarısız bir tarihsel kurdeledir. Ama Priminger, bu filmle yakalayamadığı başarıyı, 2 yıl sonra ünlü “ Amber-Forever Amber” filmiyle yakalar. Kathleen Winsor’un çok satan romanından alınmış bu düşsel-tarihsel serüven, ün­lü görüntü yönetmeni Leon Snam- roy’un ustaca saptadığı İngiliz tarihi ve güzel Linda Darnell görüntüleriy­le büyük iş yapar. Oscar Wilde’den uyarladığı “ Yelpaze-The Fan” , Pre- minger’in klasiklere el atma isteğinin ilk ilginç örneklerindendir. “ Yüzyıl­lık Yaz-Centennial Summer” la müzi­kali dener ve bu arada yakın bir dost­luğu sürdürdüğü, kimi filmlerde bir­likte çalıştığı Ernst Lubitsch’in ölü­müyle yarıda kalan “ Beyaz Kürklü

Kadın - Lady in Ermine” adlı Betty Grable müzikalini bitirir.

1950’ler, Preminger’e gerçek ba­şarıyı getirecektir. “ Girdap- Whirlpool” ve “ Korkusuz Kadın- Where the Sidewalk Ends” , yine ilk başarısı “ Laura” daki fetiş-oyuncusu Gene Tierney’i kullanan ilginç poli­siyelerdir. Ünlü yazar Ben Hecht’in senaryolarına dayalı filmlerde, Pre­minger, bir kez daha, atmosfer duy­gusunu, ışık-gölge kullanımım, oyun­cuları kendine özgü biçimde yönetme yeteneğini yineler. (Bu “ yönetme” konusunda çok şeyler söylenmiş, Pre- minger’in setteki kabalığı, sanki bir terör havası estirdiği vb. şeyler anla­tılır). “ Onüçüncü Mektup” la H.G. Clouzot’nun ünlü “ Karga-Le Cor­beau” filmine Hollywood usulü bir “ yeniden-çevrim” getirirken, “ Muh­teris Ruhlar-Angel Face” da, bir ya­zara “ sinemada şimdiye dek yapılmış en şiirsel karabasan” dedirten ilginç bir melodram ortaya koyar, Jean Simmons ve Robert Mitchum’un oyunlarıyla. Sonra yeni, farklı türle­re el atmaya başlar. Bir sahne oyu­nundan alınan “Ay Mavidir-The Mo­on is Blue” , o döneme dek “ yasak” olan kimi sözcükleri kullanması ne­deniyle kimi eyaletlerde yasaklanarak büyük ün yapar. Oysa film, David Ni­ven, William Holden ve Preminger’- in “ keşfi” Maggie Mc Namara adh bir yıldızcıkla, rahatça izlenen orta- halli bir güldürüden öte bir şey değil­dir. Marilyn Monroe’nun unutulmaz westerni “ Dönüşü Olmayan Nehir - River of No Return” , bir uyuşturu­cu madde tutkununun serüvenini me­lodram kalıpları içinde anlatan ve Frank Sinatra, Eleanor Parker, Kim Novak’h kadrosuyla dikkati çeken “ Altın Kollu Adam - The Man with the Golden Arm” , tümü zenci oyun­cularla iki önemli operayı perdeye ak­taran “ Siyah Carmen - Carmen Jones” ve “ Porgy ve Bess” , Premin- ger’in sinemacı ustalığı kadar, belki ondan da çok, bir tilki gibi ticari ba­şarının, ilgi uyandıracak olan şeyin kokusunu alma yeteneğinin de belir- tisidirler. Ancak özellikle “ Siyah Car­men” , bunca yıl sonra bile Carmen öyküsüne getirilmiş en özgün ve çar­pıcı yaklaşımlardan ve en ilginç uyar­lamalardan biri olma niteliğini ko­rur... Gerçek bir askeri yargılamanın hikâyesi olan “ Billy Mitchell Davası - The Court Martial of Billy Mitchell” için de benzer şeyler söylenebilir. Gary Cooper’in oynadığı film sinema sanatına getirdiklerinden çok, konu­sunun cüretiyle ilgileri çekebilmiştir. 50’lerin sonlarında, Preminger, yine kendi keşfettiği Jean Seberg’i iki id­dialı uyarlamada, Françoise Sagan’ı üne kavuşturan romanın uyarlaması “ Günaydın Hüzün-Bonjour Tristes­se” ve Bernard Shaw’un tanınmış

oyununun uyarlaması “ Azize Joan- Saint Joan” da kullanır. Bu 2 film de başarısız olacak, Hollywood’dan ka­çıp Fransa’ya sığınan (ve geçen yıllar­da talihsiz biçimde ölüp giden) Jean Seberg ise asıl ününü orda, Yeni- Dalga filmlerinde yapacaktır. Pre- minger’in 50’li yılları, yine gerçek bir yargı olayından alınma “ Bir Cinaye­tin Anatomisi-Anatomy of a Mur- der” adlı ünlü ve gerçekten ilginç fil­miyle sona erer.

“SANSASYON”A TESLİM OLAN SİNEMACI KİMLİĞİ...

Preminger, 60’lara da gösterişli biçimde başlar. Leon Uris’in çok sa­tan romanından alman “Exodus” , si­nemanın Yahudilere yaptığı belki en büyük armağan, ayrıca sürükleyici bir serüven filmidir, “ öneri ve Onay- Advise and Consent” ise Amerikan iç politikasına yürekli ve şaşırtıcı bir bakıştır... Ondan sonra Preminger, artık yalnızca (“ sansasyon” uyandı­rıcı konuları açık bir içtensizlikle iş­leyen tam bir bezirgân kimliğinde or­taya çıkmaya başlar. Çok-satan ro­manlardan alınan “ Kardinal-The Cardinal” , “ Kötülük Yolları-ln Harm’s Way” , “ Korkunç ttjraf- Hurry Sundown” , yaşamsal konula­ra, olaylara değinen, ama tümüyle ya­pay, iğreti duran filmlerdir ve eleştir­menlerden büyük tepki görürler. Yal­nızca “ Küçük Kız Kayboldu - BunnyLake is Missing” adh filmi, ilginç bir ruhbilimsel gerilim olarak ilgiyle kar­şılanır. Ama artık büyü bozulmuş, Preminger, efsanesi sona ermiştir. Cannes 70’de beni irkilten “ Beni Sev­diğini Söyle, Junie Moon” daki “ zevksizlik” rastlantısal değildir, 70’lerdeki “ tyi Arkadaşlar-Such Go­od Friends” ve “ Rosebud” gibi son filmlerinde de yinelenir. Ve bir döne­min parlak yönetmenini hareketsizli­ğe iter...

AĞAÇTAKİ “SON YAPRAK”...

Otto Preminger’in, öldüğünde, yaşı tam 80’di. 60-65 yaşlarından son­ra eski başarılarını yineleyememesi ve oldukça kötü şeyler kotarması bize ki­mi ilk filmlerinin canlılığını, yürekli­liğini, sinemasal kıvraklığını unuttur- mamalı. Dazlak kafalı, insanı etkile­yen uzun yüzlü bu sanatçı, ilk başlar­da tiyatroda başladığı oyunculuğunu da zaman zaman sürdürmüş, en ün­lüsü Billy Wilder’in “ Casuslar Kampı-Stalag 17”deki kamp şefi olan rollerini başarıyla oynamıştır. Pre­minger’in ölümüyle Hollywood’daki “ Ünlü Viyanahlar” ın ağacından bir yaprak daha düşmüştür. Bu ağacı şimdilik tek başına Billy Wilder tem­sil ediyor... ■

21

Page 22: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

Peter Oitrich (Doğu Almanya): Birincilik Ödülü Spiro Raduloviç (Yugoslavya): İkincilik ödülü

50. Kuruluş Yılı'nda

Jez dergisi5^ugoslavya’nın başkenti Belgrat’

ta yayımlanan mizah dergisi Jez’in (Kirpi) SO. kuruluş yılı kutlamaları içinde yer alan 3. Uluslararası Kari­katür Yarışması sonuçlandı. Türki­ye’den Ferruh Doğan ve Sovyetler Birliği, Doğu Almanya, Polonya, Çe­koslovakya, Bulgaristan ve Yugoslav­ya’da yayımlanan mizah dergilerinin yönetici ve karikatürcülerinden olu­şan Seçiciler Kurulu Jez dergisi kari­katür sorumlusu Nicola Rudiç baş­kanlığında yaptığı çalışmalar sonun­da birincilik ödülünü (100 bin dinar) Doğu Almanya’dan Peter Dittrich’e verdi. İkincilik ödülünü (50 bin dinar) Spiro Raduloviç, üçüncülük ödülünü (20 bin dinar) Slobodan Obradoviç adlı Yugoslav karikatürcüleri kazan­dı. Seçiciler Kurulu eşit oy alan Vla- do Jociç (Yugoslavya) ve Mihailov Vavro (Çekoslovakya) için Jez dergi­sinin özel ödüllerini verdi.

Türkiye’den Raşit Yakalı, Erdo­ğan Başol, Haşan Seçkin, Ferit Av­cı, Alper Susuzlu’nun karikatürleri ilk elemeyi geçerek sergilendi. Ferit Av­cı 1500 karikatür içinde on karikatür­cüden biri olarak son elemeye girdi.»

ödülü Doğu Alman Peter Dittrich'in

22

Page 23: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

“Mardin-Münih Hattı “/Bir anket

Almanya'da yaşam ış üniversite öğrencileri diziyi değerlendirdiZehra İpşiroğluA¿ 3 . İmanya’da günden güne artan

yabancı düşmanlığı, oradaki işçileri­mizin sorunları, iki kültür arasında bocalayan genç kuşağın karşılaştığı güçlükler, her iki ülkenin de nesnel açıdan değerlendirmesi, tartışması ge­reken ortak sorunlardır. Ancak her tür ön yargıdan ve öznellikten arın­mış bir yaklaşım, ortak çözüm yolla­rının bulunmasına yardımcı olabilir. Kitle iletişim araçlarına bu bağlamda büyük bir görev düşmektedir. Ne ya­zık ki TRT’nin bu konuya ilişkin ya­yınları ülkeler arası dostluğu ve barı­şı pekiştirici nitelikte olmaktan çok uzaktır. Uğur Dündar’ın iki kültür arasında bocalayan yitik kuşağa iliş- kirpgeçen yıl yayınlanan programı bu­na çarpıcı bir örnek veriyordu. Ne Al­man toplumuna ne de kendi toplumu- muza ayak uydurabilen, kurtuluşu ev­den kaçmada, uyuşturucu kullanma­da, çetelere katılmada ya da yasa dı­şı eylemlere katılmada bulan gençle­rimizin sorunlarını hiçbir özeleştiriye yanaşmadan, sadece karşı tarafı suç­layarak dile getirmek, sorunlara sağ­lıklı bir biçimde yaklaşmamızı engel­lediği gibi, iki toplum arasındaki ko­pukluğu büsbütün arttırmaktadır.

Aynı fanatik yaklaşıma Ünal Kü­peli ’nin yabancı düşmanlığı sorunu­nu konu alan Mardin Münih Hattı” dizisi örnek vermektedir. Almanya’ da yabancı düşmanlığı ve şovenizmi eleştiren Mardin Münih Hattı’nda, sorun “ kötü Alman” , “ iyi Türk” iki­lemiyle öylesine çarpıtılarak ele alın­mıştır ki kamuoyunda şoven duygu­ları ve Alman düşmanlığını körükle­yen bir etki yaratılmıştır. Böylece di­zi, yermeyi amaçladığı yanlışa kendisi düşmüştür. Teknik aksamalar, kötü oyunculuk, diyaloglardaki yapaylık bir yana, dizi baştan sona yanlış de­ğerlendirmeler, çarpıtmalar, abartma­larla doludur. İki yaşındaki torunla­

rının eline oyuncak tabanca tutuştu­rup “ Onları pis yabancılara doğrul­tun!” diye bağıran ya da daha konuş­masını bilmeyen torunlarına Alman tarihi ve kültürü üzerine söylevler ve­ren Nazi yanlısı yarı deli bir baba, ba­basının yanında korkudan süt dök­müş kediye dönüşen, kısa süreli bir mutluluğu ise Mardin’de sıkmabaş Müslüman kadınlarının arasında bu­lan Alman kız, kaynağını gerçekler­de değil, önyargılarda bulan yapay fi­gürlerdir. Kaldı ki tüm saydıklarımı­zı bir an unutup soruna bir de tersin­den bakalım, torunlarım gerçek bir Alman gibi yetiştirmek isteyen Alman babayı Türk baba olarak düşünelim, kendi töre ve geleneklerine böylesine bağlı, böylesine vatansever biri bir ço­ğumuzun beğenisini kazanmaz mıydı acaba?

Aşağıda Alman Dili ve Edebiyatı okuyan üniversite öğrencileriyle yapı­lan anketten bir kesit sunulmakta­dır. Ankete kaplanların çoğunluğu kesin dönüş yapan işçilerin çocukla­rıdır. Uzun ya da kısa süre Almanya’ da yaşamış bulunan, Almancayı bi­len, Alman kültürünü öğrenmeyi amaçlayan bu öğrencilerin %70’i di­zinin önyargıları ve şoven duyguları besleyen niteliğine değinmiş, geriye kalan %30’u ise diziyi beğeniyle iz­lediğini belirterek olumlu bir açıdan değerlendirmiştir. Anketin herhangi bir bölümde okuyan öğrenciyle değil de, Alman dili ve kültürüyle doğru­dan bağlantısı olan kişilerle yapıldığı gözönünde tutulacak olunursa, Vo'iO sayısı kaygı uyandırıcıdır.

DİZİYİ OLUMLU AÇIDAN DEĞERLENDİRENLER

• Bu dizide Almanların saplantı derecesindeki yabana düşmanlığı, bi- zimse yabancı bir ülkede hiçbir özve-

“ Mardin-MUnlh Hattı ’ ndan bir sahne

Öğrencilerin yüzde 70’ine göre, “Mardin- Münih H attı” önyargıları ve şoven duyguları besleyen bir yapımdı

riden kaçınmayan yaklaşımımız çok güzel ele alınıyor.

• İki toplum arasındaki fark çok güzel belirtilmiş: Türk’ün Alman’a gösterdiği anlayış ve sevgiye karşılık, Alman’ın onu küçük görmesi aşağı­laması, ona hayvan muamelesi yap­ması...

• Dizi önemli bir gerçeği dile ge­tiriyor. Almanlar Türkleri sadece Türk oldukları için sevmezler ve on­larla kaynaşamazlar. Bu durum on- lardaki önyargıdan ileri geliyor.

• Ben bu diziyi seyrettikten sonra Alman değil de Türk olduğum için Allah’a bir kere daha şükrettim. Evet Almanlar arasında iyiler yok değil ama onlar istisna oldukları için yok olmaya mahkûm dürümdalar.

•Türklerin kullanılmaları, yapılan haksızlıklar, polisin bile yan tutma­sı, Türklere Türklüklerini unuttur­mak doğrultusundaki girişimler, dizi­yi ibret verici kılıyor.

• Alman gençlerinin yaşantıları,

23

Page 24: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

Tilrklere gösterilen düşmanlık, abar­tılmadan yansıtılmış bu dizide. Al­manya’da görülen aile ilişkileri ve Al­man kadınının özgürlüğü aynen dile getiriliyor.

• Dizide beğendiğim, Almanların düşüncelerinin ve hareketlerinin ek­siksiz verilmiş olması. Buna karşılık Türkler iyi anlatılamamış. Ben bir Türk’ün bu kadar pasif olabileceği­ne inanamıyorum. Örneğin dükkânı basılan ya da hakarete uğrayan bir Türk yapısı gereği karşı koyar.

• Bence insan kendi geleneklerini, kültürünü hiçbir zaman unutmama­lı. Bu bakımdan öztürk Bey’in bir Al­manla evlenmesi çok saçma. Sevgisiy­le yenebileceğini düşündüğü sorunlar yok olmuyor, tersine büyüyüp kor­kunç sonuçlara yol açıyor.

• Filmin abartılmış yanları var ama bazı gerçekleri çarpıcı bir biçim­de sunmak için abartma yoluna baş­vurmak gerekir. Eğer bu abartılar ol­masaydı dizi silik kalır, anlamını yi­tirirdi.

DİZİYİ ELEŞTİRENLER• özünde film ne Almanya’daki

Türklerin içler acısı durumunu gerçek anlamda yansıtabilmiş ne de Alman­ların olaya bakış açısını somuta indir- geyebilmiştir. Ayrıca yabancı düş­manlığı, savaşı yaşamış bazı olumsuz tiplerin ürünü değildir. Alman toplu- munun son zamanlarda yaşadığı eko­nomik sorunların sonucudur. Katı Al­man milliyetçiliğini eleştirirken ken­dimiz aynı yanlışa, yani dar bir mil­liyetçilik anlayışına, şovenizme düşü­yoruz.

• Filmde erdem, saygı, sevgi kav­

ramlarına en saf ve içten haliyle Türk toplumunun sahip olduğu imajı veri­liyordu. Tabii bu filmin kendi iç man­tığıydı. Bana göre bu Alman ırkçılı­ğına karşı Türk ırkçılığının bir kıyas- lamasıydı. Yönetmenle yapılan bir söyleşiden “ en uç örneklere yer verildiğini” öğreniyoruz. Ama gerek filmdeki diyaloglarda, gerekse karak­ter betimlemelerinde Alman oyuncu­ların bütün bir Alman halkını temsil ettiği ima ediliyordu.

• Filmde yabancı düşmanlığının azaltılması doğrultusunda hiçbir alter­natif getirilmemiş. Tersine filmin ya­bancı düşmanlığını körükleyici yön­de bir katkısı oluyor. Hele Almanya’ da kalmış insanlar için ayağı hiç de ye­re değmeyen bir film bu.

• İki farklı kültürün insanları hangi ülkeden olurlarsa olsunlar be­raber yaşadıklarında elbet sorunlar olacaktır. Yalnız bu sorunların ortak yanının ele alınması gerekirken, bu filmde kötü Alman kavramı adeta bir slogan yapılmıştır.

• İzlediğim kadarıyla senaryo ya­zarı ve yönetmen Alman toplumunu anlamadan, sadece kulaktan dolma bigilerle ele almış. İstisna sayılacak olayları genellemiş. Bu film kitap okumayan, TV’den başka bir bilgi kaynağı olmayan halkımızda yanlış yargılara neden olacaktır.

• Almanya’da son yıllarda yaban­cı düşmanlığının olduğunu herkes bi­liyor. Fakat dizideki Helmut tipi gibi Almanlar, Alman toplumunda ço­ğunlukta değil, azınlıktadır.

• Bence kızın babası, yani Hel­mut, bir Alman’dan çok Türk baba­yı andırıyor. Otoriter bir aile sistemi, yani bazı yasaların, kuralların konul­ması özellikle bizim aile yapımıza öz­

gü. Bu türde bir aile bağlılığına Al­ınanlarda hiç rastlamadım.

• Yıllarca Almanya’da kaldım, Petra tipinde bir Alman kızına hiç rastlamadım, rastlayacağımı da san­mıyorum. Helmut’a gelince, bu zih­niyette bir Alman erkeği Almanya’ da hâlâ tek tük mevcut ama, bu tip­ler fikirlerini böyle açık açık dile ge­tirmezler.

• Bir Türk kızı bile Petra’dan da­ha asidir ailesine karşı. Hele hele bir Alman kızının babasının sözlerine böylesine körü görüne boyun eğebi- leceğine hiç inanmıyorum.

• Bu dizide, tanımış olduğum Al­man toplumundan çok farklı bir top­lum yapısıyla karşılaştım. Bence dizi sorunları bu kadar abartmamalıydı. Evet Almanlar bizim hakkımızda olumsuz düşünüyorlar ama buna bi­raz da biz neden olmadık mı? Kendi yapılarına bu kadar ters düşen bir kül­türe boyun eğmelerini onlardan ne de­recede bekleyebiliriz? Alman gençli­ği sorunu da çok yüzeysel ve önyar­gılı bir açıdan işlenilmiş.

• Punkçularm bir Türk birahane­sine girip orada Alman milli marşını söylemeleri, sorunların ne denli çarpı­tıldığının çarpıcı bir örneği.

• Böyle bir dizinin amacının cep­heler oluşturmak değil, bu cepheleri göstererek çözüm yolları aramak ol­duğuna inanıyorum. Almanya’daki Türk toplumunun hiç olumsuz yönü yok mu? Diziden bir örnek verecek olursak, Petra ve Mustafa’nın nikâh­tan sonra eve davul zurna eşliğinde getirilerek bütün mahalleyi ayağa kal­dırmalarına Alman komşunun karşı çıkması, izleyiciye haksız bir tepkiy­miş gibi gösterildi.

• Almanya’da kaldığım süre için­de Türklerin sorunuyla böyle candan uğraşan bir Öztürk Bey tipine rastla­madım. Serbest çalışma izni alarak iş yeri açanlar daha çok kendi çıkarları peşinde koşan, vatandaşlarının so­runlarıyla hiç ilgilenmeyen tipler. Filmde Türkler, Almanların karşısın­da her bakımdan hatasız ve üstün gös­terilmek isteniyor. Almanya’da yaşa­yan Türklerin içinde parmakla göste­rilecek kadar az olan Öztürk Bey’le- rin değil, uyum için zorlanan Nurten’ lerin sorununun gerçekçi bir biçimde aktarılması gerekirdi.

• Dizinin bir yerinde deniliyor ki:“ Biz Türkler ferdi olarak sîzlerden üstünüz, biz her gördüğümüz zaval­lıya, düşküne yardım ederiz” . Böyle bir şey duyduğumda, aklıma hemen İstanbul sokaklarında her köşe başın­da dilenen insanlar geliyor. Ben hiç­bir milletin diğerinden üstün olabile­ceğini düşünemiyorum. Diziyi öğrenci yurdunda yüzlerce öğrenciyle birlik­te izlediğimde, onların, özellikle Türkler lehine söylenenleri içten alkış­laması beni çok üzdü. ■

24

Page 25: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

6 Mayıs 1986Genç tiyatrocu arkadaşım Rafet

Güçoğlu, Panait Istrati’yi, yaşamı ve ürünlerini konu, alan bir oyun yazma­yı koymuş kafasına, İzmir'den kalkıp İstanbul’a gelmiş, yakın ilişkilerden, arkadaş toplantılarından, meyhane bu­luşmalarından yakasını kurtarıp, din­gin kafayla kendini sere serpe yapıtı­na verebilmek amacıyla.

Bir yazar için, çevresinin etkinliğin­den, baskısından sıyrılıp, kişiliğini ko­rumak ve kendi kendisiyle baş başa kalmak çok önemli bir sorundur. Mon- taigne, fildişi kulesinde, Yunan ve Ro­malı yazarların sevgisinde, tutkusun­da, kafasının ve yüreğinin derinlerine dala dala yazmış o ünlü denemelerini. Ama, bu demek değilki, Montaigne, çevresinden uzak yaşamış, yaşadığı günlerde, dışarıda olup bitenlerden uzak kalmış. Fildişi kulesinde, dinç ka­fayla, serinkanla çağını, çağının insan­larını, düşünüşlerini, duyuşlarını, dav­ranışlarını önemseyip özümseyerek di­le getirmiş, geniş, evrensel bir kuşba­kışı ile.

Yazı yazmak, şakaya gelmez, so­rumluluk isteyen, her satırının hesabı­nı vermesi gereken, ciddinin ciddisi bir iş, bir uğraştır. İnsanın yıllar boyu edindiği birikim dağarcığından kopa­rılan, tırtıklanan, yararlana özümsene ortaya koyduğu bir üründür, adına ya­zı denen yaratı.

Bizde, Şikago Mezbahaları adlı ro­manı ve Marxçı açıdan (?) dünya ede­biyatını sınava çeken Altın Zincir ile, özellikle solcu aydınlarımızı olumsuz yönden etkileyen Amerikan romancı­sı Upton Sinclair — ki sonradan sağa döndü— romanlarını, çevresinden uzaklarda yazarmış. Gerekli bilgileri, belgeleri toplayıp konserve yiyecekler­le bir kır evine çekilir, bir-iki ay içinde yapıtını tamamlar, mide ağrıları İçin­de dönermiş insanlar arasına.

Fransız tiyatro yazarı ünlü Armand Salacrou da, kendini çevresinden, çev­resinin engellerinden soyutlamak için şöyle bir yol seçermiş: Dilini bilmedi­ği bir ülkeye gidip, bir otel odasına ka­panırmış. En çok beğenip seçtiği yer de Polonya imiş. Türk yazarları içinde, bu yöntemi kullanan, kullanabilen, be­nim bildiğim bir Fakir Baykurt var... Ta­bii, Yaşar Kemal, Aziz Nesin de böy- lesi bir olanaktan yararlanabiliyorlar. Başka yazarlar için böyle bir olanak düşünebiliyor musunuz? Bizim genç yazar Rafet, dört arkadaşıyla Gökova dolaylarında bir pansiyona gitmek is­temiş önceleri. Geçen yıl günlüğü beş bin lira olan pansiyon bu yıl on beş bin lira istiyormuş. Haydi gelin de çıkın işin içinden! Bugün, dergilerde, gaze­telerde, bir yazının karşılığı en çok beş bin lira. Evvelsi yıl, Duisburg Kitaplı­ğı adına benden Türkiye'de deneme konulu iki daktilo sayfalık bir yazı is­tenmişti. Karşılığı bizim parayla otuz bin lira.

G id e r a y a k : 2 1

Vedat Cünyol

Yazar saygınlığı, onuru diye bir şey varsa, onu Batı’da aramalıyız. En Alt­takiler adlı yapıtı İle Alman yazarı Gün- ter Wallraff, yirmi yıllık yaşamını gü­vence altına alabiliyor. Bizde, Aziz Ne­sin, Yaşar Kemal dışında, kaç yazar, in­san gibi yaşama güvencesi kazanabi­liyor yazılarıyla? Devlet, yazarlara yüz vermediği gibi, gelişmelerini de kös­tekliyor. Ancak kendi görüşü doğrultu­sundaki kimi sanatçılara, o da sağcı sanatçılara, suya sabuna karışmayan, evet efendimci yazarlara yüz veriyor. Bir bakan, geçenlerde şöyle demişti aşağı yukarı: "Yabancı ülkelerde ün kazanan yazarlarımız hep solcu.” Ge­risini varın siz düşünün.

1 Mayıs günü, Kadıköy İskelesi do­laylarında alışverişteydim. Pazı alıyo­rum. Biri kofumdan tutuyor ve adımı söylüyor. Dönüyorum: Karşımda şair Arif Damar, sevdiğim bir insan. Evine telefon vermişler, ama henüz açılma­mış. Telefon numarasını istiyorum. O da benimkini istiyor. Telefonda olsun seslerimizi birbirine çatmak amacıyla. Çantamdan ufak bir kâğıt çıkarıyorum. Kalemimi istiyor. Uzatıyorum. “Hayır, kalemin kendisini verin, kapağını değil" diyor, uyanıyorum dalgınlıktan. Sonra kalemi geri alıp, kâğıdın bir yü­züne onun telefon numarasını, öbür- yüzüne de benimkini yazıyorum. Son­ra, kâğıdı ikiye bölüp paylaşıyoruz. Ya­

kınlarda telefonlaşmak üzere ayrılıyo­ruz. Otobüse biniyorum eve gitmek üzere. Bir bakayım kâğıda, telefon nu­marası ne diye. Ne göreyim? Kendi te­lefon numaramı almışım, ona da ken­di numarasını vermişim! Yol boyu gü­lümsüyorum, dalgınlığıma ve de dal­gınlığımıza. Şimdi Arif Damar’ı nasıl bulmalı! Bir haber salsa ya!

7 Mayıs 1986Sabahın onunda Milllyet’ten bir te­

lefon. Kötü bir haber. Haldun Taner öl­müş! Olacak şey değil. Çarpıldım. Da­ha üç gün önce, Feneryolu’nda, evinin önünde raslaştık. Önüme baka baka yürüyordum, dalgın dalgın. Birden, sağ yanımdan bir "hişt hişt" sesi gel­di kulağıma. Birisi, Sait Faik’in o gü­zelim seslenişiyle sesleniyordu bana. Baktım karşı kaldırımda Taner, o İnsa­na ferahlık veren aydın gülüşü ile ba­na doğru geliyor. "Size Sait Faikçe bir selam çaktım” dedi hişt hiştle. Fener- yolu’nun, Orduevi’ne uzanan ağaçlık­lı o güzelim yolundayız. Ayak üstü, gü- neşlene güneşlene, ufarak voltalar ata­rak yarım saat hoş beş ettik, Aziz Ne- sin’den, Nermi Uygur’dan söz ederek. Bir iki gün önce de, Nermi Uygur'un güzel biricik kızı Pınar’ın nikâhında bir aradaydık. Ne canlı, ne yaşam dolu bir hali vardı! Taner benden üç yaş küçük­tü. Onu 1939'dan beri tanırım. Birlik­te üç piyes çevirdik. Birisi, Anouilh’ın Euridlce’i, ki Kenter Tiyatrosu’nda ser­gilendi. Birisi de T. Williams’in Kızgın Dam Üstündeki Kedi. Engin Cezzar ıs- marlamıştı. Nedense sahneye konma­dı.

Haldun Taner, öyküyle başladı ya­zarlığa. Humour denen o ince alayı İlk o getirdi —mizah ustaları dışında— edebiyatımıza. Galatasaraylılıktan gel­me bir alaydı bu ama, incenin incesi. André Suarès’in “bilincin esrikliği” de­diği bir ince alaydı bu. Sonra Haldun Taner, tiyatroya yöneldi daha bir başa­rıyla, epik tiyatro yöntemini Keşanlı Ali Destanı ile edebiyatımıza malederek ve ince alayı bol bol kullanarak. Aynı alayı Kabare Tlyatrosu’nun kurucusu, öncüsü olarak da sürdürdü, Zeki Alas- ya ve Metin Akpınar İkilisi ile.

Simone de Beauvoir şöyle der bir yerde: "Yaşlı bir insan için ölünceye kadar uğraşlarını sürdürmesi, büyük bir talih eseridir."

Yaşlı sayılmazdı Taner, çünkü ben­den üç yaş küçüktü, kendimi pek de yaşlı saymadığıma göre. Taner, böyle- si bir talih ile sürdürdü yazılarını ve ölümü, kimseyi inandıramadı, kandı­ramayacak da, tıpkı Aydın Emeç gibi.

Haldun Taner, İstanbul efendileri­nin son örneklerinden biriydi, uygar, hoşgörülü, güler yüzlü bir sanatçı ve İNSAN olarak yaşadı.

Bu kubbede baki kalacak hos ses­lerden biridir Taner dostum.

25

Page 26: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

i

80. Yaşında Samuel Beckett

Don Kişot'tan Godot'ya

Michel Bouquet “ Godot’ yu Beklerken’ ’ de

Beckett V çağımızın en karakteristik yazarlarından biri yapan, onun çağımız insanının en karakteristik açmazlarından birine dimdik bakmasıdır

Enis Batur

cV ^ervan tes, Flaubert, Beckett. İlk bakışta, bu üç yazarın önemli bir or­taklığını bulmak kolay görünmeyebi­lir okura. Oysa her birinin ikili kah­ramanlan söz konusu olduğunda, iliş­kinin bir zorlamaya dayanmadığı açıklık kazanacaktır: Don Kişot ve Sanço Pança, Bouvard ve Pécuchet, Vladimir ve Estragon bu üç yazarın olgunluk dönemlerine damgalarını vurmuş “ ikiz” lerdir, aralarında iste­nildiği kadar zıtlıklar bulunup göste­rilsin. Ortaklıkları öylesine önemlidir ki, ‘tek kişinin ikiye bölünmüş oldu­ğundan’ daha farklı bir yorum getir­mekte güçlük çekebiliriz, onlara ya­kından baktıkça. Bir bakıma, elektrik prizlerindeki iki giriş ya da fiş uçları gibidir bu yapışık kahramanlar: Birini ötekinden ayırdınız mı işlemezler: Don Kişot, Bouvard ya da Estragon tek başlarına varolamayacak biçimde tasarlanmış, yaratılmış “ kişi” lerdir çünkü.

Flaubert’in son, tamamlayamadı- ğı romanı olan “ Bouvard ve Pécuc­het” , yazılmış bölümleriyle Cervan- tes’in açık açık izini sürer. İki “ mec- zûb” un dünyanın saçmasapanlığı üzerinde kafa yoruşlarını serimleyen romanın ardına “ Basmakalıp Düşün­celer Sözlüğü” nü ve “ İnsan Bönlüğü­nün Ansiklopedisi ”ni takmayı düşün­müştü Flaubert; kalan parçalar ölü­münden yıllar sonra bir ciltte topla­nabildi. Gene de, Sartre’ın “Ailenin Budalası” diye adlandırdığı, onulmaz karamsarlıktaki bu titiz romancının Bouvard ile Pécuchet tarzı iki “ tip” in aracılığıyla kin kustuğu toplum­sal yaşamda ne türden açmazlar oku­duğu bellidir: “ Naif” yanı çoğu kez aşırı iyimserliğine bağlanan, oysa te­melde köklü biçimde karamsar olan Don Kişot gibi onlar da kitapların gerçeğinde gizlenen yanlışlığın farkın­dadırlar, ama ondan ve yoldaşından bir adım daha öteye geçerek aldatıl­mayı yadsırlar.

Beckett’in yazı serüveninde kilit işlevi görür “ ikiz” kahramanlar, bu anlamda Cervantes’in izini süren Fla­ubert’in izini sürdüğü duraksamadan söylenebilir. Bu benzerliğin en somut örneği de 1946’da yazdığı, ama ilk kez 1970’de yayımlanan “ Mercier ve Ca- mier” dir. Beckett’in ünlü bir roma­nı sayılamaz “ Mercier ve Camier” ; ama kanımca, yapıtının doruk nok­talarından biridir, iki berduşun son­suz söyleşilerine dayanan romanda yazarın güçlü lirizmine tanık olunur: Amaçsız, hedefini çoktan ıskalamış,' daha doğrusu onu yitirmiş bir dünya­ya sevecen serüvenleriyle katılır Mer­cier ve Camier. Onu değiştirmeye ta­bii kalkışmazlar, ama, Cervantes ya da Flaubert’denfarklı olarak Beckett, kahramanlarına yorumlama görevi de yüklemez: Edilginliklerinden değil de, her şey öylesine olduğu için yaşar Mercier ile Camier.

Ne olursa olsun, bu romanı ve kahramanlarını Beckett’in öteki ya­pıtlarında rastlanan dokuyla ve renk­lerle çakıştırmak kolay değildir: Adorno’nun olağanüstü bir bakışla değerlendirdiği gibi, Beckett’in dün­yası “ kanlı bir lotarya” oyununu çağ­rıştırır: Murphy, Watt, Molloy, Ma- lone iyiden iyiye kaybolan İnsan’m se­rüvenini yansıtırlar; pek çok açıdan “ Mercier ve Camier” ile ortaklıklar taşıdığına inandığım “Godot’yu Bek­lerken” (1952’de günışığına çıkan bu oyunu 1948’de yazmıştır Beckett) bir yana, yazarın tiyatrosu da oyundan oyuna geçerken gitgide pıhtılaşır, so­nunda ışıkların aydınlatacağı tek bir “ ağız” kalacaktır, sahnede.

“ Mercier ve Camier” ile “ Go­dot’yu Beklerken” arasındaki en te­mel benzerlik, Vladimir ile Estragón’ un yarattıkları palyaço tragedyası’nda görülebilir. Robbe-Grillet, oyunun sahnelenişini izleyen günlerde yazdı­ğı bir denemesinde, neredeyse bir tür şaşkınlıkla, gelmeyeceği bilinen biri­

26

Page 27: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

ni bekleyen iki kişinin başından her­hangi bir olay geçmemesine rağmen karşın bu oyunun nasıl iki buçuk sa­at boyunca seyircide bu denli gerilim yaratabildiğini kurcalamıştır. Bu ba­şarıda, “ Godet’yu Beklerken” in ha­yatı bütün çıplaklığıyla, aslindi hiç­bir simgeye başvurmaksızın yansıtmış olmasının payı büyüktür: Toplamsal kimliğinden soyulduğunda, herkesin Vladimir ya da Estragon sayılabilece­ği, daha doğrusu Vladimir ya da Est- ragon’un Bay Herkes olduğu apaçık ortadadır. Bu karşı-kahraman’lar Beckett’in dünyasının tekvininde, Ha- bil ve Kabil’mişlercesine beklerler. Beklerler mi gerçekten de, yoksa Mer- cier ile Camier kadar onlar da kendi­lerini seyrettiklerini sanan seyircileri mi seyretmektedirler, bu içiçe geçmiş masalı iki ayrı sahneye bölüp ayırmak neredeyse olanaksızdır.

Kaldı ki bu ara yerde oyalanmaz Beckett: Romanesk yazısı da, sahne üslûbu da gitgide, ufalarak kırıntılar haline dönüşmeyi seçer. Molloy ve Malone’un ardından non-fıgiiratif de­nilebilecek “ biri”nin yolculuğunu an­latır yazar; Vladimir ile Estragon’un palyaçomsu kişiliklerinin yerini ise iki amansız ‘umar yoksunu’ alır: Teker­lekli iskemleye yargılı Hamm’ın uşa­ğı Clov ile kurduğu ilişki, son direniş olasılığını da “ Oyun SomT’nda yiti­rir: Gerçekten de oyunun sonuna yak­laşılmıştır.

Beckett’in son 25 yıl içinde yazdığı kısa metinler ve oyunlar, pek çok ki­şinin gözünde “ yazacağı bir şey kal­madığı halde, okurla alay edercesine, anlamsız metin parçalarıyla oynaştı­ğı” görüşünü doğurmuştu. Bir kez daha Adorno’ya başvurmam yadır- gatmayacaksa, Beckett’in yapıtı bir anlamsızlık deposu değildir, tam ter­sine “ anlamı soru konusu eden” bir yazıyla yüzleşiriz burada. Şüphe yok ki, belli bir noktadan sonra susabilir, yazmaktan cayabilirdi yazar. Oysa, tıpkı Mercier ile Camier’nin yaptığı gibi, her şey öylesine olduğu için, öy­lesine yaşayan birinin öylesine yazma­yı sürdürmekten başka bir çıkar gör­mediği de düşünülebilir.

Şurası tartışma götürmez bir ger­çek ki, Beckett’in yapıtı insanları avu­tabilecek türden bir ana bildiri taşı­mamaktadır; ille de bir bildiri aramak gerekecekse bu tekinsiz yapıtta, nere­den bakılırsa bakılsın, bunun son de­

rece yaralayıcı bir yan taşıdığı açık­tır. Yeryüzünün ortasında hepten kaybolmuş, kendisine varoluş neden­leri bulmaktan yorgun düşmese bile özde neden’e ve nasıl'a köktenci bir karşılık bulamama telâşındaki insana

kara alayın sınırlarından dahi taşmış bir bakışla yaklaşır Beckett.

Onu çağımızın en karakteristik ya­zarlarından biri yapan da, çağımız in­sanının en karakteristik açmazların­dan birine dimdik bakması olmuştur.■

27

Page 28: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

_ _ _ _ _ _ _ _ _ Berlin/Faşizmin tarihinden bir kesit_ _ _ _ _ _ _

"Anne Frank'ın Dünyası" sergileniyor

irkaç gündür, hatıra defteri tutma üzerine hele bir düşüneyim di­ye, bir şeycikler yazmadım. Benim gi­bi birinin, öyle bir işe kalkışması tu­haf kaçıyor da... İlk defa hatıra def­teri tuttuğum için değil, on üç yaşın­da okullu bir kızın saçmalarına kim­se aldırmaz diye. Hani ben de o ka­dar hevesli değilim. Olsun ama! Ne diye yazmayayım değil mi? Canım yazmak istiyor bir kere, sonra da, içimde gömülü kalan bir sürü şeyi gün ışığına çıkarmak en büyük arzum.”

Anne Frank, 20 Haziran 1942 ta­rihli günlüğüne böyle başlıyor. Etra­fında çok sevdiği insanlar, arkadaş­ları, akrabaları, hatta kendisini beğe­nen, seven erkeklerin olmasına rağ­men, kimseye güvenemez, kendini hep yalnız duyumsar. Tek dostu “ Ha­tıra Defteri” dir. 14 Haziran 1942’de tutmaya başladığı günlüklerini 1 Ağustos 1944’e dek, yani 4 Ağustos 1944’te “ Grüne Polizei” ların kendi­sini ve ailesini alıp götürdüğü güne dek, sürdürüyor. Böylece o, yalnızca içinde “ gömülü kalan bir sürü şeyi gün ışığına çıkarmak” la kalmıyor, Alman nazizminin tüyler ürpertici yü­zünü de ortaya seriyor.

Berlin Güzel Sanatlar Akademi­si’nde açılan serginin başlığı: Anne Frank’ın Dünyası (1929-1945). Anne Frank’ın ailesi; Frankfurt’un ekono­mik ve siyasal yüzü; Yahudilerin Al­man toplumundaki yeri; 1929’daki dünya ekonomik bunalımı; işsizlik ve Hitler’in adım adım iktidara gelişi; Anne Frank’ın ailesinin Hollanda’ya kaçışları; iki yıl bir çatıkatında sak­lanışları ve sonra ailecek çeşitli top­lama kamplarına götürülüşleri; aile­den bir tek baba Otto Frank’ın yuva­ya sağ dönüşü bol resimle ve yıl yıl sergileniyor.

Şimdi biz de kısaca baştan sona sergiye bir göz gezdirelim: Ortaçağ’ dan beri Frankfurt (Anne Frank’ın ai­lesinin yaşadığı ve Anne’nin doğdu­ğu kent) önemli bir ticaret ve banka kentidir. 19. yüzyılın başından başla­yarak da Berlin’den sonra tüm Al-

Gültekin Emre

manya’nın en büyük kentlerinden biri olur. Birinci Dünya Savaşı’ndan son­ra da alan olarak en büyük kenti ola­rak ortaya çıkar. 1929’daki nüfusu 540 bindir. Kentin siyasal yapısı ge­nel olarak demokrattır.

DIE WELT DER ANNEFRANK 1929 1945f : Pî 111)54-

, , . - *

M M I İ İ M f t*

• O T O V ^ ^ t3 A D â * C m € ^

Sergi broşürünün kapağı

Anne Frank’ın doğduğu yıl orta­ya çıkan dünya para bunalımı Frank­furt’ta da sosyal ve siyasal çalkantı­lara neden olur. 1929-1932 yılları ara­sında sanayi alanındaki üretim yüz­de 65 düşer. 1932’nin sonundaysa Frankfurt’taki işsiz sayısı 70 bindir.

1929’da, Frankfurt’ta 30 bin Ya­hudi yaşar. Berlin’den sonra Yahudi nüfusun en kalabalık olduğu kenttir Frankfurt. Yahudilerin hiçbir top­lumsal, siyasal sorunları yoktur. Al­man halkıyla uyum sağlamışlar, kom­şuluk etmektedirler. Çeşitli sosyal alanlarda iletişim kurarlar birbirleriy- le.

Nazilerin ortaya çıkması ve adım adım iktidara tırmanmaya başlama­mayla, yalnızca Yahudiler değil tüm ilericiler, demokratlar, aydınlar bü­yük bir baskı altında kalırlar.

Anne Frank’ın babası amatör bir fotoğrafçıdır. Anne ve ablası Mar- got’un evde, sokaklarda, arkadaşla­rıyla, eğlencelerde ve akrabalarıyla pek çok fotoğrafını çeker. Sergi bu fotoğraflardan yararlanılarak açıl­mıştır.

FAŞİZMİN TARİHİ

Anne Frank, Kitty adını verdiği “ Hatıra Defteri”ne ailesiyle ilgili şun­ları yazar: “ Babam, annemi aldığı za­man otuz altı yaşındaymış; annem de yirmi beşinde. Kız kardeşim Margot, Frankfurt am Main’de, 1926 yılında doğmuş. Yahudi olduğumuz için 1933 yılında Hollanda’ya göçtük. Babam Travies N.V. şirketince işletme müdü­rü atandı. Bu firma gene aynı binada bulunan, babamın da hissedar oldu­ğu Kölen ve Co firmalarıyla birlikte iş görüyor.

“ Ailenin geri kalan üyelerine ge­lince, Hitler’in Yahudilere karşı çı­karttığı yasaların sillesinden kurtula­madılar.”

Anne Frank’m yaşamı tüm Al­manya’da faşizmin tarihi gibidir, ö r ­neğin Yahudilere karşı çıkarılan ya-

28

Page 29: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

saları şöyle özetler: “ ...önce harp. Yenilgi. Sonra Almanlar sökün etti. Derken biz Yahudilere bilinmedik çi­lelerin kapısı açıldı. Yahudilere karşı ardı ardına yasalar geldi: Yahudiler sarı yıldız takacak! Yahudiler bisik­letlerini teslim edecek! Yahudiler tre­ne binemez! Otomobil süremez! Ya­hudiler üçle beş arası alışveriş edemez! Yahudiler, sade ‘Yahudi dükkânı’ yaftası taşıyan dükkânlara girebile­cek! Yahudiler sekizden sonra soka­ğa çıkamayacak! Bu saatten sonra bahçelerinde bile oturamayacaklar! Yahudiler tiyatroya, sinemaya, eğlen­ce yerlerine giremez! Yahudiler maç­lara katılamaz! Havuzlar, kortlar, ho­key alanlan Yahudilere yasak! Yahu­diler Hıristiyanları ziyaret edemez! Yahudiler ancak Yahudi okullarına gidebilir! Daha böyle bir sürü yasak.”

Her şeye karşın yaşıyorlardı. An­ne Frank günlüğünü şöyle sürdürü­yor: “ Neye dokunsan yasak! Ne yap­san yasak! Gene de yaşayıp gidiyor­duk. Jopie derdi ki bana: ‘ödüm ko­puyor kımıldamaya, yasak bir şey ya­pacağım diye.’ özgürlük diye bir şey kalmamıştı. Gene de yaşadığımıza şükrediyorduk.”

Almanya’daki ekonomik bunalım ve enflasyonun nedeni Yahudilere ve Birinci Dünya Savaşı’nın kaybedilme­siyle birlikte Versay Anlaşmasına bağ­lanır. Pek çok işçi sokaklarda başıboş dolaşmakta; köylüler topraklarını yi­tirmekte, biriktirdikleri de su gibi akıp gitmektedir. 1919’da kurulan NSDAP (Alman Nasyonal Sosyalist işçi Partisi), içerdeki işsizlikten, eko­nomik bunalımdan yararlanarak ik­tidar merdivenlerine tırmanır. Irkçı­lık ve savaş kışkırtıcılığıyla, büyük gövde gösterileriyle, ilericilere, aydın­lara, demokratlara, sosyalist ve ko­münistlere saldırarak, sendikaları or­tadan kaldırarak başarıya ulaşmaya çalışırlar.

1 Nisan 1933’te Yahudi dükkân­larına karşı boykot başlatılır. Alman­lar Yahudi dükkânlarından alışveriş yapamazlar. 11 Nisan’da Yahudi me­murlar işlerinden atılırlar.

Yahudiler hedef gösterile gösteri- le. Alman ırkının üstünlüğü kafalara ve yüreklere kazma kazma bir yıllık bir imparatorluğun tatlı düşüyle ço­luk çocuk, genç yaşlı, kadın erkek Hitler’in peşine takılır. Altı milyon Yahudi gaz odalarında can verir. Yir­mi milyon yaralı ve ölü.

HOLLANDA GÜNLERİ VE ACI SON

Anne Frank’ın ailesi, 1933’te Hit­ler’in iktidarı ele geçirmesiyle birlik­te Hollanda’ya geçerler. Amster- dam’a yerleşirler.” Margot göründü, bet beniz atmış, tir tir titriyor.

Annesi Edith Frank ile

‘S.S.’ler geldi, babam için çağrı çık­mış, dedi... Kalakaldım öyle, çağrı çıkmış demek! Aklıma toplama kampları, cezaevi hücreleri geldi. Böyle bir çağrının ne demek olduğu­nu bilmeyen kaldı mı ki! Babamın bi­le bile ölümün kucağına atılmasına göz mü yumacaktık?” Böylece en ge­rekli eşyalarıyla Hollanda’ya kaçar­lar. Orada mutlu geçen birkaç çocuk­luk yılı. Sonra, yine karabasanlar, ölüm korkuları... Babasının çalıştığı binanın çatıkatına yerleşme... “ Bura­yı bir türlü ev belleyemeyeceğim, kor­karım. Ama bu demek değil ki, bu­radan nefret ediyorum. Sade tuhaf bir pansiyonda tatil geçiriyormuşum gi­bime geliyor. Delice bir düşünce ama, sarıyor beni. ‘Gizli Bölme’miz gizlen­mek için eşsiz bir yer. Rutubetli filan ama, ortalığı tarasan Amsterdam’da, belki de bütün Hollanda’da saklana­cak bundan daha iyi yer bulunmaz. Duvarlar boştu da ondan, ilk ağızda odacığımız bomboş gibi göründü: Al­lah’tan babam sinema yıldızları ko­leksiyonumla, kartpostallarımı önden getirmeyi akıl etmiş; bir şişe zamk bir d e . fırçayla vitrine döndürüverdim. Oda bayağı şenlendi.”

Amsterdam’ın güneyindeki oturu­lan eve veda edilmiş, Montessori’de- ki okul günleri anı olmuş, korkulu günler, aylar başlamıştır Anne Frank ve ailesi için.

Anne Frank, sondan bir önceki mektubunda “ mutlu olayların yakın olduğunu düşünmekten çekiniyorum, ya hayal kırıklığına urarsam diye” yazmasının ardından kısa bir süre sonra 4 Ağustos 1944’te, ailecek “ Grüne Polizei’Marca alınıp götürü­lürler. Bayan Edith Frank-Hollander

Auschwitz kampında ölür. Anne ve Margot Frank 1944 Ekimi’nde Bergen-beslen toplama kampına ge­tirilirler. Tifüse yakalanırlar ve An­ne 3 Mayıs (kurtuluştan iki gün ön­ce) 1945’te ölür.

Baba Otto Frank aileden tek sağ kalandır. Evine döndükten sonra An- ne’nin “ Hatıra Defteri” ni bulur. İl­kin yayınlamaya razı olmaz. Daha sonra tüm dünyaya ibret olsun diye, yayınlanmasına izin verir. Kitabın ilk basımı 1947’de yapılır. Adı da Arka Ev'dir. Bugüne dek 50 dilde yayınla­nan anılar, 18 milyonluk bir baskıya ulaşır.

Daha sonra çeşitli dillerde tiyatro- laşan günlükler pek çok izleyiciye o günlerin acı olaylarını yeniden yaşa­tır. Böylece, çekine çekine başlanılan bir anılar demeti, sonunda faşizmin yüzünü, insanların korkularını, sev­gilerini göstermeye yetti.

Anne Frankların kaldıkları ev 1957’de müze olur. Anne Frank Vakfı kurulur. Vakıf, eğitim ve ders araç­ları hazırlamanın yanı sıra ırkçılığa, faşizme ve Yahudi aleyhtarlığına karşı çalışmalar da yapar.

Anne Frank’ın Günlüğü adlı ser­gide en çok öğrenciler vardı. Savaşı ve faşizmi yaşamamış gençler Anne Frank’m günlüklerinden çok şey öğ­reneceklerdir. Dünya Barış Yılı’nda Anne Frank’ın Dünyası, insanlara sevgiyle bakışı, sergiyi gezenlerin içi­ni bir kez daha ısıttı.

Sergiyi gezdikten sonra, Adam Yayınları arasında Can Yücel’in çe­virisiyle yayınlanan Anne Frank’ın Hatıra Defteri’ni bir kez daha oku­dum ve alıntıları da bu kitaptan yap­tım. ■

29

Page 30: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

1 9 8 i I luslararaM D ü n y a B arış Y ılı 'n d a 7 Söz, Genç Çizerlerde

Adnan Taç (1961), Ordu Hanın Yavruoğlu (1956), Trabzon

Page 31: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

«*(K

Cumhur Gazioğlu (1958), Ankara Mehmet Öztürk (1966), İstanbul

Am

; s : 3

Mümin Durmaz (1968), İzmirAEFF

Vicdan Efe (1964), Eskişehir

Page 32: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

Bir kitap, iki görüş

Osman HamdVnin bilinmeyen resimleri ...Kaya Özsezgin

ic ja n a t çevrelerinde, bir res­samın ilk gençlik ve öğrencilik dönemine ilişkin taslak çizim- leri, ufak tefek etütleri ciddi­ye almamak eğilimi yaygındır. Sanatçıların bizzat kendileri de bu tür bir eğilimden yana gö­rünür, çıraklık ürünlerini gün ışığına çıkarmaya pek yanaş­mazlar. Bir kere bunlarda, açık ya da kapalı bir takım ace­milikler, inceliğine sonradan varılmış olan bazı “ teşhis” noksanlıkları söz konusu ola­bilir. Ayrıca, bilindiği gibi ki­şilik dediğimiz o duyarlı çizgi, ancak uzun çalışma dönemle­rinden sonra ele geçirilebilen bir ayrıcalıktır, sanatçılar, böyle bir ayrıcalığa kendileri­ni götüren laboratuvar dene­

yimlerinin uluorta görülmesin­den, bunlar üzerine ileri geri yorumlar yapılmasından hoş­nut olmazlar. Sanatçıların ka­palı bohçaları sayacağımız bu tür işler, ancak ölümlerinden sonra, kendilerine intikal etmiş yakınları ya da dostları tara­fından ortaya çıkarılır. Süresi ise, koşullara göre değişir.

Şimdi buna benzer bir olayla karşı karşıyayız: Osman Hamdi’ye ait olduğu öne sürü­len Yücel Menemencioğlu - Te­oman koleksiyonundaki 7 yağ­lıboya tablo ve 17 desen, Ferit Edgü’nün çabasıyla özenli bir kitap halinde yayın dünyasına sunulmuş bulunuyor. Ferit Ed­gü’nün kitabın başına koydu­ğu açıklama notunda belirtti­

ğine göre, Yücel Menemenci­oğlu 1970’e kadar Paris’te ya­şadığı için, öğrenciliği sırasın­da eniştesi Edhem ile halası Kâmuran Hanım tarafından Osman Hamdi’ye ait oldukla­rı belirtilerek kendisine veril­miş olan söz konusu resimler, uzun süre İstanbul’daki evde kapalı kalmış. Geçen yıl bu re­simlerin sahibi, olaydan Ferit Edgü’yü haberdar etmiş, o da resimleri görüp inceleyince, bunları sergilemek yerine, bir yayınla sanat çevrelerine sun­manın daha doğru olacağı ko­nusunda, koleksiyon sahibinin olumlu görüşünü almış. “Os­man Hamdi - Bilinmeyen Re­simleri” (1) adlı kitap, bu tür “ şanslı” bir ilişkinin ürünü.

İKİ AYRI GÖRÜŞ

Edgü, kitaba, Osman Ham- di’nin bu “ bilinmeyen” re­simlerini koyduktan başka, Osman Hamdi üzerine ciddi ve özgün bir araştırma kitabı ya­yımlamış olan Prof. Mustafa Cezar’ın konuya ilişkin görüş­lerini içeren bir yazısını da al­mış. Edgü’oün görüşleri ile Prof. Cezar’m görüşleri, bazı noktalarda çelişiyor. Edgü’nün de belirtmiş olduğu gibi, sanat­çının ölümünden uzun zaman sonra ortaya çıkan bu tür ya­pıtları değerlendirirken, yapıt­ların ilgili sanatçıya ait olup ol­madığını saptarken, iki yol iz­lenir: öncelikle, yapıtların ve­

rese yoluyla ya da bir başka yolla intikal ettiği kişilerin, so­yağacı içindeki yerinin sağlık­lı olup olmadığı incelenir, ikin­ci ve genellikle başvurulan öte­ki yol ise, intikal eden yapıtlar­la, sanatçının başka yapıtları arasında, anlatım yönünden bir takım bağıntıların bulunup bulunmadığını incelemektir.

Prof. Cezar’a göre Münir Paşa’nın kızı Nimet Hanım’ın -verilen bilgiye göre resimler oradan intikal etmiştir- Osman Hamdi soyu ile doğrudan bir ilgisi yoktur. Nimet Hamm, Osman Hamdi’nin oğlu Ed­hem Bey’in baldızıdır. Cezar, yazısının ilk bölümünde, eğer bu resimler Osman Hamdi’ye

aitse, Edhem Bey’in ölümün­den sonra bir hayli yıl yaşayan Kâmuran Hanım’a, oradan da kızı Nevin’e geçmesi gerektiği-, ni savunurken, Yücel Mene- mencioğlu’nun açıklaması so­nucunda Nevin’in, Kâmuran Hanım’dan önce vereme yaka­lanarak ölmüş olduğunu öğre­nince, bu görüşünden vazgeçi­yor, resimlerin bir bölümünün daha önce Paris’te atölyelere devam eden, modelden desen­ler çizmiş olan sanat meraklısı Nevin’e ait olabileceği ihtima­li üzerinde duruyor. Cezar’a göre, bir ikinci olasılık, Osman Hamdi’nin Paris’teki öğrenci­lik yıllarından kaldığı sanılan bu desen ve yağlıboyalara, bi­rer eskiz olmaları nedeniyle

Yenicami

imza koymaktan kaçınmış ola­bileceğidir. Prof. Cezar, yağ­lıboyalar hakkında kesin bir yargıda bulunmanın mümkün

olmadığını öne sürerken, “ge­lişkin bir resim bilgi ve beceri- si” ni yansıtan O.H. rumuzlu

Bu olay gelişmenin ilk halkası değildir.

Bilinmeyen resimler ” grubuna, başka ressamların başka bilinmeyen yapıtlarının da katılacağını bekleyebiliriz.

Çıplak Mezarlık32

33

Page 33: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

desenin Osman Hamdi’nin elinden çıktığına inandığını be­lirtiyor.

Edgü’ye gelince, ona göre orientalist resimlerinden “çok daha plastik öğelere sahip” olan ve “ şaşırtıcı bir tazelik” taşıyan yağlıboya portreler gi­bi, desenler de Osman Ham­di’nin elinden çıkmıştır.

DESENLERE, EVET!

Burada bizi ilgilendiren, söz konusu resimlerin teknik ve anlatıma ilişkin özellikleri olabilir. Desenlerin tümü, ana­tomik doğrulukları, çizimdeki titizlikleri ve bir atölye çalış­masının ciddi yaklaşımlarını içermeleri bakımından, bu işe gönül vermiş bir kişinin dam­gasını taşımaktadır. Bu kişi, Osman Hamdi midir? Büyük bir olasılıkla, evet. Prof. Ce- zar’ın, bu resimlerin Nevin’e ait olabileceği varsayımını doğ­ru bulmadığımızı belirtmek zo­rundayız. Bir heveskâr olabi­leceğini sandığımız Nevin’in, Osman Hamdi’nin bir bölümü Cezar’ın kitabında da yer al­mış olan başka desenleriyle dü­zey farkı göstermeyen bu çıp­lak figürleri çizmiş olabileceği­ne ihtimal vermiyoruz. Desen­den, hele klasik beğeninin, akademik kökenli etüt ve işçi­liğin tüm gereklerini yerine ge­tirmiş olan bu çizimlerden, “ Üslup” yorumlarına yönel­menin doğru olamayacağını düşünmek gerekiyor. Çünkü bu çıplak desenler, söz gelişi Halil Paşa’nın aynı konulu etütleriyle kalite yönünden eş­değerlidir. Gerçekten ciddi bir akademik kariyeri yansıtan ki­taptaki desenler, koleksiyonun geldiği kaynağın sağlıklı oluşu da göz önüne alınırsa, işin mut­fağım bilen bir kişinin elinden çıkmıştır. Osman Hamdi’nin gene öğrencilik yıllarında Lip- • pi’den ve Cain’den yaptığı orientalist figür kopyaları, onun daha sonra bilinçli bir bi­çimde yöneleceği bir türün bel­ki de ilk örnekleridir. Osman Hamdi, daha ilk gençlik yılla­rında, Doğu yaşamına ve tari­hine girebilecek konulara ya­kınlık duymuş olsa gerekir.

YAĞLIBOYATABLOLAR

Yağlıboya resimlere gelin­ce, bunları kitaptaki baskıla­rından değil, aşıtlarından ince­lemek, kuşkusuz daha doğru olacaktır. Kanımca, portrele­rin tümü ve bu arada “Yeni-

Çıpiak Çıplak

cami” ile “Mezarlık” ve çıp­lak figür, Osman Hamdi’nin olgunluk dönemi yapıtlarına oranla bazı acemilikler içer­mektedir. Kitapta sanatçının eşi Naile Hanım’ın portresi olarak geçen resim, Osman Hamdi’nin aynı konulu öteki portreleri yanında fazla inan­dırıcı görünmüyor. Bunu, Os­man Hamdi’nin ilk öğrencilik yıllarındaki olağan tereddütle­rine bağlamak mümkün. Oy­sa şimdi Ankara Müzesi’nde bulunan ve kıyaslama için Ed- gü’nün kitaba aldığı Naile Ha­nım portresi ile bu resim ara­sında dört yıllık bir zaman far­kı var. Üstelik Yücel Mene- mencioğlu koleksiyonundaki portre, eğer kitapta belirtilen tarih (1890) bir tahmin değil­se, bu sözünü ettiğim portre­den de dört yıl sonra yapılmış­tır. Buradg dört yıllık farkın, sanatçının gelişimini olumsuz yönde etkilemiş olabileceği varsayımı elbette geçerli bir gö­rüş olamaz, öteki portreler, uygulama biçimleri ve konuyu

ele alış yöntemleriyle, tipik atölye çalışmalarıdır. Osman Hamdi’nin bu resimleri, Paris dönüşü Türkiye’ye getirerek saklı tuttuğu düşünülebilir. Bereli Genç Kız Portresi ise, Osman Hamdi’nin üslubunu düşündürebilecek yönler açı­sından, en “makûl” resim gi­bi görünmektedir.

Resimlerin Osman Ham- di’ye ait olabileceği varsayımı­nı haklı gösteren en tipik ör­nekse, Cezar’m kitabında fi­gürlü bir versiyonuna tanık ol­duğumuz Mezarlık kompozis­yonudur. Büyük bir olasılıkla Osman Hamdi, aynı yıllarda aynı doğa dekorunu konu alan iki resim yapmış, birincisini mezar ziyaretçisi olan figürler­den ayıklamış, İkincisinde ise bu figürlerle kompozisyonu yeni baştan ele almak gereğini duymuştur. Dikkatle bakıldı­ğında, mezarlık dekorunun ay­rıntılarının her iki resimde de ortak olduğu görülecektir. Bu ortaklık ve anlatım benzerliği,

iki tablonun aynı sanatçı elin­den çıkmış olduğunun kesin kamtı olsa gerek.

Bu “bilinmeyen resimler” grubuna, başka ressamların başka bilinmeyen yapıtlarının da katılacağını bekleyebiliriz. Nitekim bu olay, bir gelişme­nin ilk halkası değildir. İmza­sız ve kuşkulu resimler, bugün Türkiye’de bir “eksper” ya da eksperler yokluğunun ortaya çıkardığı sorunla birlikte, her zaman varlığını duyuracaktır. Ferit Edgü, belki bir galeride sergilendikten sonra tümüyle el değiştirmesi ihtimal dahilinde olabilecek bu resimleri, bir ki­tapta toplamakla, çok yerinde bir iş yapmıştır. Bu yolla, hiç değilse konu ve yapıtlar, ka­muoyunun ilgisine sunulmuş, olumlu ya da olumsuz görüş­lerin öne sürülmesine olanak tanınmıştır. m

(1) “ O sm an H am di- Bilinmeyen Resimleri” , Prof. M.Cezar, F.Edgü, Ada Yayınla­rı, 1986.

34

Page 34: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

506. GünGençlik Kitabevi’ndc Osman Şa­

hin 'in iınza günü. Osman ’/ görürüm, belki bir iki arkadaşa da rastlarım di­ye oraya gittim; Nevin Çokay ’m re­simleriyle karşılaştım. Simurg ordan, köylü adamla kadın ordan; bakıyor­lar! Hayret ve ısrar var Çokay ’da. Ya­pıtları benim için bu nitelikleriyle, da­ha çok da onları ele alış biçimiyle, unutulur gibi değil. Sergiyi sonsuz do­landım. Güzelle yetinmeyen sanatçı; ve kakma, hatta çakma sanatı... Ta­rihsiz bir anıtın duvarlarına resim dü­şüyor Nevin Çokay. Birikmiş emeğin büyük parıltısı bende çağrışımlar uyandırdı. Turgut Uyar’m öldüğü (aynı zamanda ANSA'dan toptan atıldığımız) gün gittiğim EDPA gale- resindeki karma sergide Leyla Gam­sız’ın bir ”beyaz”ı geldi aklıma; o res­mi de ömrümde unutamam; dizeleri­ni bulabilir miyim diye günlerce uğ­raşmıştım. Sonra nasıl olmuş, unut­muşum. İşte, o da. Nevin Çokay'la yeniden gündeme geldi. Aslında çok ayrı sanatçılar. Ama, kişi, bir anda Hançerli Hanım ’dan Arap üzengi’ye geçebiliyor.

Ehramlar ve Nevin Çokay’da.

508. GünKaç yaşındayım ve gezmek için

Kasımpaşa’ya bin yıldır ilk kez gidi­yorum. Haliç kıyısını, ordaki parkı, iç sokakları hiç bilmezdim. Nuri’yle önce Galata Kulesi’nin yanındaki kahveye gittik. Daha sonra da Tepe- başı 'ndan aşağı Kasımpaşa ’ya yürü­dük. Cezayirli Haşan Paşa’nın ve as­lanının önünden geçtik. Tepede Pat­rikhane. Sonra iç sokaklara daldık, Patrikhane yok oluverdi; bir daha gö­remedik onu.

Yap taşlarına birer atlayarak ki­reç sürülmüş ve üstünü “viran” söz­cüğünü adamakıllı sevdirecek biçim­de ot bürümüş bir duvar ve ufak bir dam. Kasımpaşa’yı bu duvarla da ka­rışık düşüneceğim. Bir de kapısının önünde köşk gibi duran bir kadın var­dı, onunla.

Aydın Emeç’in ölümünden, Ferit Edgü’den, Füruzan’dan, maliye mü­fettişlerinden konuştu; boşaltılırken yıkılır kaygısıyla boşaltılmıyormuş görünümünde evlerin önünden geçtik. Haliç’te gerçekten bir ışıltı başlamış.

Sonra dolmuşla yukarı çıktık. Bir yerde iki satır konyak içtik.

506. GünCemal Süreya

O, o tarafa gitti. Ben de Taksim ’e. Tam Kadıköy dolmuşuna binecek­ken, düşünce değiştirdim, önümde­ki kapının zilini çaldım: Nahit Ha­nım’m evi.

Küsmüş, bana Nahit Hamın. Tam on beş dakika bunun verimlerini sür­dürdü. Gerçekten sekiz ay olmuş gö­rüşmeyeli. Daha doğrusu altı ay. Az mı altı ay? Yüz yılın bir bölü ikiyü- zü.

Nuray Gündoğan ve en iyi arka­daşı, Faruk Nafiz'in gelini; Seniye Fenmen de ordaydılar. Atilla Tokat- lı’yı sordular.

Daha sonra heykelci geldi, öpü­şürken, "Seni tanımiyrem!” dedi.

Hep Aydın Emeç’ten konuştuk.

509. GünAltmış aitı bin liralık sigara içme­

mişim...

510. GünRemzi lnanç’ın Şey’ini okudum.

Tipler çok canlı, öykülerin otobiyog­rafik olmasının da (“Hilmi Usta”da sözü edilen genç lise öğretmenini ben de tanıyorum) bir katkısı var belki bunda. “ Yarın ” bayağı güzel bir öy­kü olacakmış, son satırlarda fırsat ka­çırılmış. “Zekiye Teyze”yi de ilgiyle okudum.

Şey’deki öykülerin bir bölüğünü daha önce dergilerde görmüştüm. Bu kez bana daha güzel ve okunaklı gel­di. Geçende Buyrukçu’ya da söyle­miştim bu izlenimimi. Birçok yeni öy­kücünün gereğinden fazla prim yap­tığı kanısına varık. öyle ki, eski öy­kücü daha parıltılı görünüyor.

Ama yeni öykücüler arasında Türkçe’nin güzelliğini dorukta tattı­ranlar da var: Akışı Olmayan Sular’ da Pınar Kür; Annem, Geyikler ve Almanya’da Nursel Duruel... Bu iki kitap bence birer dil olayıdır. En azın­dan budur.

Kimi öykücüler “şeref mantosu " peşindeler. “Zehirli manto” yok on­lar için. Böylelerini okuyamıyorum.

511. GünHiç açık değildirler, ama hep üz­

günmüş gibi bakmasını da bilirler.

512. GünRadyasyon: ölümü “öz"yaptı in­

sanlar...İsrafil’in Sur’u! Tek işi var diye

hiç önemsemezdim borazancıyı.Arza il’in küçük memur olduğu

anlaşılıyor. Büyük firmanın biraz se­vimsiz, ama doğrucu propagandistin- den başka şey değilmiş Azrailcağız. Perakendeci.

Radyasyon, Cebrail'i de büyükel­çilikten maslahatgüzârhğa-indirdi bir anda. Kiev’de ve Cape Kennedy’de. Yani iki anda.

Peki Mikail neci? Onun görevi "kozmik”. En büyüğü o mu yoksa? Şu anda paravan firma halinde çalı­şıyor. İstihbarat. Kışkırtman.

Şeytan (dinimizde iyice küçültül­müş, insanlaştırılmış kötülük tanrısı) Yahudi gibi bir şey, o kadar. Yurtta­şımızda.

İnsan, Tanrı’yı yaratmasaydı, bel­ki ölümü de yaratmayacaktı.

ölüm kendi ürünüdür, çeksin! ölüm, yani ölümün kendisi artı bü­tün acılar, boklar... KareI Çapek us­ta da öyle diyordu.

513. Günöyle bir çağda yaşıyoruz ki sine­

ma günleriyle cenaze günleri aynı ta­dı taşımakta. Bayram mı, bayramsız- lık ’ın içindeki kadar bir bayram mı? Üretime hiç de dönük olmayan bir "potlaç” aranışı var.

Gazetelerdeki ölüm ilanlarında kahredici bir reklam tadı...

Radyasyon için önce yaygın şizof­reni hazırlandı.

Kendi ürünüdür.Kötümserliğin dizesini aradım;

gözüm, alet kutusuna gidip geldi.İyi ki geldi ama. Yoksa ne yapar­

dım?"Bilim Sanatevi”ndeyim. Genç

adamlar. Onlar niçin kötümser olsun­lar?

35

Page 35: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

514. GünBizim iistad (Kayra), tutturmuş,

Hatay’a gitmem diyor. Bir açıklama da yapmıyor; yapmaz. Ee, bugün de kutsal cuma. Fıçı ’ya düştük. Haydar­paşa Lisesi Edebiyat öğretmeni Zi­ya Marangoz, Avni öztüre, iistad ve ben. Daha sonra Ulya ile İlhan geldi­ler.

Cahit Kay ra’ya geniş tıp bilgisiy­le tansıma duyardım. Uzay konusun­da da nasıl derinmiş! Cebrail’in işgü­der bile olmadığını anladık.

Daha sonra Ersen ’/erle bir eve git­tik. Ordan iki şey kalmış aklımda: Sa­rılık geçirmesi beklenen bir İngilizce öğretmeni; bir de masanın üstüne oturtup sürekli öpüp, koklayıp, ko­nuşturduğum dört yaşlarında küçük bir kız (eski torunlarımın özlemiyle öptüm, öptüm...)

Sunay Akın gerçekten şiire yete­nekli bir arkadaş.

515. GünFethi Naci, geçende adını yazdı­

ğım şiir kitabının kendisine ait olma­dığını söyledi.

516. GünCahit Külebi’nin 1968'de yazdığı

bir mektuptan:“İlkşiirlerim, Sivas Lisesi’ndeya­

yımlanan Toplantı adlı dergide çıktı. 16 yaşlarımda... Pek de fena şeyler sa­yılmazdı, o günlere bakarak. Daha sonra, 1935 Nisan, Yücel'de ' ‘Gidene ’ ’ adıyla bir şiir yayımladım. İmza: Ahmet. Böyle hareket etmeme sebep, bir sınıf arkadaşımla "gırgır” geçmekti. O zaman soyadı da yoktu. "Sivas Lisesi Ahmet” adım koydum.

Şiir yayımlamayı düşünmüyor­dum. Samimi olarak böyleydi. 1937 veya 1938’de, İstanbul Üniversitesi’ ndeyken, bir arkadaşın ısrarıyla Gençlik adlı uydurma bir dergi- gazetede Mahmut Cahit, Nazmi Ca­hit imzalarıyla bir iki şiirim çıktı. Bunlardan “Pembe Mendilli Kıza Şiir” adlı olanı hariç, diğerleri Ada­mın Blri'nde ve Rüzgûr’dadır. “Seni, geceyi ve bulutları seviyorum" dize­siyle başlayan “Pembe Mendilli Kı­za Şiir”i niçin kitaplarıma almadım, bilmiyorum.

1938’de A lm anya’dayken,"Haziran " adlı şiiri Yarlık ’a gönder­

dim. Galiba Eylül veya Ekim sayısın­da Cahit Külebi adıyla çıktı.

1940’ta, Sokak dergisinin 1. ve 2. sayılarındaki şiirlerim de Külebi adıy­la yayımlandı. Sokak 1 ‘de yayımla­nan İstanbul’u, isterseniz, yayımlan­mış ilk şiirim sayabilirsiniz. Mahmut Cahit ve Nazmi Cahit, Cahit Eren- can, başlangıçta ayrı kişiler sayıldı. Nurullah Ataç onları ayrı ayrı övdü. Bana bir mektup yazdı. İlgi kurma­dım. Şairliğimi çevremden sakladım. 1945 ’te asıl adım olan Erencan ’ı Kü­lebi olarak mahkemede değiştirdim. Bugünkü tembel görünüşüm, isteksiz­liğim baştan beri böyleydi. lşyerim- de şairliğimin, sanat alanında işimin daima göze batması benim çin bir kompleks oldu. Hatalarım galiba bi­raz da bundan ileri geliyor. ”

Ne kadar içten yazmış.Ayrıca ne güzel başlıyor o şiir:

“ceni, geceyi ve bulutları seviyorum. ”

517. GünBin yılda bir kez gittiğim Kasım­

paşa ’ya üç dört gün sonra yine yolum düşecekmiş, zorunlu olarak. Çok başka duygularla, yukarılara, hem de Patrikhane’yi hiç gözden yitirmeden, çıkacakmışım.

Amcam, Büyük Memo, öldü.Bir yıl önce, tabiban-ı cihan, “On

günden fazla yaşamaz ’ ’ diye fikir yü­rütmüştü onun için. İstanbul’da bizim büyük bir akraba kalabalığı varmış. Çoğunu tanımıyorum. Her türlü in­san. Deniz düzeyinden oldukça yük­sek bir yere, Kulaksız’a çıkıldı. Mu­sa Tanrıkulu. Canım Musa.

Aydın Cumalı da var. Onunla da arkabayız: Karısının dayısı benim bu amcamın küçük kızıyla evli.

Amcam, içimde bir ayrılık acısı, aşk ayrılığı... Nüfus cüzdanının için­den iki fotoğraf çıkmış; biri babamın, biri benim. Amcam, şu yürüyen iki üç yüz kişiden çok seviyordu beni. Ço­cuklarından bile. Biliyordum bunu. Ama kırgındım. Hacil etmişti bizi; hele babamı. Babam ki...

Kuramım artık gerçek anlamda geçerlik kazanabilir: Kan hısımlığının hiçbir önemi yok. Bunun için Büyük Memo’nun ölmesi mi gerekiyordu?

Bir gün (on altı yılönce), şöyle de­mişti bana: "öldürmek istediğin bi­nleri varsa, söyle; benim yaşım zaten yetmiş bir; geri kalan birkaç günümü de mahpusta geçiririm, olur biter. ”

öldürmek istediğim hiç kimse yoktu o günlerde.

Ne tuhaf, o "viran” duvarı yeni­den görmek istedim. Ama bu kez “böcekkapan ” olarak düşünüyorum o otları. Gelinlik kefene dönüşmüş. Gemi Kiabevi Haliç’in çamuruna bat­mış. Köşk, yerin'’ yok. Cezayirli ve kedisi nerde? Kasım Paşa mutlaka Zaptiye Müdürüdür. Nuri aklıma gel­di. Aramayacağım. Hem, Nuri, za­ten...

Büyük Memo seksen yedi yaşın­daydı.

518. GünBüyük okuma nöbeti geçti. Şu son

günlerde hiçbir şey okumuyorum. Maliye Yazıları’nınyazı işleri müdür­lüğü için altı tane diploma sureti, altı kimlik cüzdanı sureti, altı ikametgâh belgesi, altı fotoğraf, altı adet 15 li-

.ralık damga pulu... İki adet de sabı­ka kaydı, savcılıktan. Eskiden bunlar altışar tane miydi? İkiydi, iki...

Bu kadar sıkılır insan! Vurmak gi­bi...

Memo salonda jimnastik yaptığı için, bu satırları mutfakta yazıyo­rum... Burası da iyi. Karşıdaki 50’lik taze, yoga boyası içre...

Bir an istifa etmeyi düşündüm. Nerden?..

519. GünDoğu ’yu ve Halil’i çok seviyorum.

Ufukları çok geniş insanlar. Şair ola­rak da söylüyorum bunu.

520. Gün"Ye onlar bu talihle dolu Ye onlar nefis hükümdar oldular. ”

Fazıl Hüsnü Dağlarca

521. GünKoza’ya girdim; Tevfık, çok üz­

gün bir tavırla söyledi: "Kötü haber, demin radyo söyledi: Haldun Taner ölmüş..."

Bir haftada, üç ölümüz oiuu. Da­hası da vardır, muhakkak da, biz bil- miyoruzdur. Nuri ile Teşvikiye’de, bir yerde oturduk.

Ne demiş genç adam ölüm için: "kalleş olsun adın!”

Başka ne denebilir ki, sevgili Hal­dun

Der demez, Leyla da geliyor aklı­ma. Yanlış, ama geliyor işte!

Haldun Taner, hem en eski, hem çok yeni.

36

Page 36: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

20. RESİM YARIŞMASIi

Yaşar Holdlng'in bir iştirâki olan DYO, 19 yıldan beri sanatçı ve sanatseverlerin gösterdikleri ilgi ile aralıksız sürdürerek geleneksel hale getirdiği Türkiye çapındaki ödüllü Resim Yarışmalarının

20.’sini düzenlemiştir. Bu yarışmamızın seçici kurulu (alfabetik sıraya göre):_____________________________ Prof. Adnan ÇÖKER _____________________

________________________ Ferruh B A Ş A Ğ A ______ ______________________~ Prof. Dr. Gönül ÖNEY

Mustafa AYAZDoç. Dr. Turan EROL

Yarışmaya katılacak eserlerden, AĞUSTOS ayında yapılacak olan değerlendirme ile sergilenmeye lâyık görülenler seçilecek ve sırasıyla şu salonlarda sergilenecektir:İZMİR ANKARA BURSA İSTANBUL

4 -17 EKİM 1986 (Bş. Belediyesi Sanat Galerisi)4 -15 KASIM 1986 (Devlet Resim ve Heykel Müzesi - Opera Meydanı)22 - 28 KASIM 1986 (Devlet Güzel Sanatlar Galerisi)6 -19 ARALIK 1986 (Atatürk Kültür Merkezi Sergi Salonu - Taksim)

1- Katılma Şartlana) Yarışmaya amatör ve profesyonel bütün sanatçılar katılabilir.b) Yanşmaya katılacak eserlerin boyutları: Kısa kenarı 50 cm'den ufak, uzun kenarı 150 cm'den büyük olmayacaktır.c) Bu eserlerin daha önce hiçbir yerde sergilenmemiş olması gerekmektedir.d) Henüz kurumamış olduğu tespit edilen ve asılabilir durumda olmayan eserler yarışmaya katılamazlar.e) Yanşmaya katılacak eserler 30 HAZİRAN - 31 TEMMUZ 1986 tarihleri arasında, çalışma günü ve saatleri içinde aşağıdaki

adreslerden herhangi birine teslim edilmiş olmalıdır. Posta veya nakliye şirketi vasıtası ile gönderilen eserler yarışmaya kabul edilmez. Fabrikaya teslim edilecek eserter için son teslim tarihi 7 AĞUSTOS 1986 Perşembe olarak belirlenmiştir.

f) Yarışmaya katılan eserlerden sergilenenler 10 OCAK 1987 tarihinden evvel sanatçılarına iade edilmeyecektir.g) Yarışmaya katılacak eserlerin arkasına,

- Eserin adı,- Eserin boyutları,- Eserin değeri,- Sanatçının adı, soyadı ve adresi, varsa telefon numarası,- Yanşma ve sergi bitiminde eserin, yukarıdaki adreslerden hangisinden geri alınmak istendiği yazılmış olmalıdır. Okunaksız ve eksik bilgiler, eserin yarışmaya katılmaması için yeterli sebeptir.

2- Seçim ve ödüllendirme:a) Yanşmaya gönderilen eserler arasından Seçici Kurul, sergilenmeye lâyık bulduğu eserleri belirleyecek ve bu eserler arasın­

dan ÖDÜL ve MANSİYON için seçim yapılacaktır.b) Sergilenmek üzere seçilen eserler arasında,

5 esere eşit ÖDÜL 5 0 0 .0 0 0 . - 'er TL (ödüller toplamı 2.500.000.-TL).

1 0 esere eşit MANSİYON 1 0 0 .0 0 0 . - 'er TL (Mansiyonlar toplamı 1.000.000.-TL).c) Yarışmaya katılacak her sanatçı, eserin ÖDÜL kazanması halinde, ayrıca bir ücret istemeksizin kullanma, yayın ve benzeri

bütün hakları ile eserini DYO’ya devretmiş (satmış) olacak ve sanatçı yarışmaya katılmakla, bu şartı da peşinen kabullenmiş sayılacaktır.

3- Yanşma Sonuçları va Eserlerin Geri Verilmesi:Yanşmaya katılan sanatçılara değerlendirme sonrası, kendi eserleri hakkında mektupla bilgi verilecek ve sergilenmeyen eser­lerini 1 EYLÜL tarihinden itibaren belirttikleri yerlerden geri alabileceklerdir.Bu tarihten itibaren iki ay içinde geri alınmayan eserlerden DYO sorumlu olmayacaktırDYO, yarışmaya katılan bütün eserler için, teslim aldığı andan itibaren geri verinceye kadar, depolama, ulaştırma ve sergileme süreleri boyunca mümkün olabilen her türlü koruma önlemlerini alacak ve bu konuda gereken titizliği gösterecektir.Buna rağmen elde olmayan sebeplerden ötürü meydana gelebilecek zayi, hasar ve yıpranmalara karşı eserler DYO'nun so­rumluluğu altında olacaktır.DYO, bu yarışmaya ilgi gösterecek sanatçı ve sanatseverlere teşekkürlerini sunar, başanlar diler.

ADRESLER:DYO Boya Fabrikaları Tanıtma Servisi

___________ Sanayi Cad. No. 37 Bornova - İZMİR, Tel.: 16 10 20_____________________________Yaşar Holding A.Ş. (Merkez)

______________ Şehit Fethibey Cad. No. 120 İZMİR, Tel.: 12 22 00_____________________________Yaşar Holding A.Ş. (Ankara Temsilciliği)

_______________ Atatürk Bulvarı Engürû Işhanı 107 K. 6, Kızılay - ANKARA, Tel.: 34 02 30 (5 h a t ) _______________Yaşar Holding A.Ş. (İstanbul Temsilciliği)

________Set üstü No. 23 Kabataş - İSTANBUL, Tel.: 145 70 70____________________________' DYO Bursa Bölge Müdürlüğü

________________ Fevzi Çakmak Cad. Bey Han No. 69 K. 1 D. 28 / 29 BURSA, Tel.: 49 360 - 49 361_________________DYO Güney Anadolu Bölge Müdürlüğü

PTT Cad. No. 19 Sevilir Işhanı K. 2 / 3, Tütünbank üstü ADANA, Tel.: 18 679 -16 100

Page 37: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

André Kertész

Aıtdre Kertesz ve PaultaponlarasergileriMehmet Bayhan

M „ u bir rastlantı sonucu fotoğ­rafın iki ustasının sergilerini aynı gün­lerde izleyebiliyoruz. Dar Film Şirke- ti’nin İngiltere’den getirdiği Andre

André KertészKertesz’in 18 siyah beyaz ve 60 kadar renkli Polaroid çalışması ile Amerikan Basın ve Kültür Merkezi aracılığı ile gelen Paul Caponigro’nun siyah be­yaz fotoğrafları, Mayıs sonuna kadar Yıldız Üniversitesi Şevket Sabancı Ki­taplığında izlenebilecek.

1986’da 75. kuruluş yılını kutla­yan Yıldız Üniversitesi hızlı bir geliş­me içerisinde. Yeni bölümler açılıyor, derslik ve laboratuvarlar yapılıyor, Vakıf güçlendirilerek öğrencilere burs sağlanıyor, kaynak ya da kaloriferci kurslarından bilimsel araştırmalara

Paul Caponigro38

Page 38: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

André Kertészyaygın çalışmalar gerçekleştiriliyor, sanat ve kültüre ağırlık veriliyor.Üni­versite içerisinde —topluma da açık olarak— Türk ve klasik batı müziği konserleri, resim sergileri, tiyatro oyunları, koro çalışmaları, modern dans gösterileri, spor çalışmaları peş peşe ekleniyor. 46 ülkenin katıldığı uluslararası fotoğraf yarışması düzen­leniyor. Gelişmenin hızlandırılmasın­da yönetici kadronun, aydın ve güç­lü kişiliği ile Rektör Prof. Süha To- ner’in yoğun emeği rol oynuyor. Ye­ni kitaplığın bir kültür merkezi ola­rak çalıştırılması düşüncesi de Prof. Toner’in. Sergi, seminer, oda müziği konserleri gibi çalışmalara uygun ve biblo gibi mimarisi, kolay ulaşımı ile kitaplık önemli bir kültür merkezi ol­maya aday. Umuyoruz ki sanat çev­releri de bu yeni merkeze ilgi göste­receklerdir.

ANDRE KERTESZ

1985 Eylül’ünde 91 yaşında ölen Andre Kertesz, fotoğrafın büyük us­talarından biri. 1894’te Macaristan’ da doğmuş, altı yaşında fotoğraf tut­kunu olmuş. Birinci Dünya Savaşı’n- -

da Avusturya-Macaristan ordusun­da savaşmış. Yaralandığında bakım için yollandığı kasabada çektiği fotoğ­raflar ilk önemli ürünleri sayılıyor. Savaş sonrasında sanat heyecanı ile Paris’e gitmiş. Kısa sürede kendisini kabul ettirmiş. Mondrian, Chagall, Leger ve diğerleri ile dostluklar kur­muş. 1928’de edindiği ve bir yenilik olan Leica makinenin olanaklarını göstermiş, şiirsel görüntüler hazırla­mış. Brassai ve Bresson dahil olmak üzere birçok fotoğrafçıyı etkilemiş. Fransız Hükümeti, Paris’te emrine hazır bir daire döşemiş ve 1976’da en yüksek sanat nişanını vermiş. Ancak kendisine göre bir “ kaza karan” ile ABD’ye göçmüş.

Kertesz New York’da umduğunu bulamaz. Para zorlukları ve Avrupa’ yı kasıp kavuran İkinci Dünya Sava­şı, dönüşünü engeller. Savaş boyun­ca “ güvenilmez yabancı" olarak damgalanır ve elinde makine sokak­larda dolaşması yasaklanır. Savaştan sonra çalıştığı dergilere yeni bir hava getirir. Kertesz, Amerikan der­gi yöneticilerinin yöntemlerinden ya­kınır: “ Bir fotoğrafçı işten 20-30 Film

ile dönmek zorunda. Sonra editörler ve yazarlar üzerinde yüzlerce fotoğ­raf olan masanın çevresine oturuyor­lar, bilmece çözer gibi çekiştirerek or­taklaşa bir hikaye oluşturuyorlar. Av­rupa’da ise hikaye tamamen benim elimdedir. İşi bitirdiğimde belki on beş kare ile dönerim ama o, kesinlik­le kullanılır.”

1941’de bir hastalık nedeniyle ha­reketleri sınırlanınca karanlık odada çalışamaz olur. Ancak 1965’te uyum sağladığı bir yardımcı ile bu sorunu çözer. 70 ve 80 yaşlarında da çekim gezilerini sürdürür. New York fotoğ­raflarının çoğunluğu, geniş bir parka bakan dairesinin penceresinden çekil­miştir. Kar altındaki meydanda ağaç silüetleri, günün değişik ışıklarının pencere içindeki cam eşyalarda yan- sıyışı duygu yüklü fotoğraflardır.

ABD’de Kertesz, ancak ömrünün son yıllarında kabul edildi ve değeri anlaşıldı. 45 yıllık bir beraberlikten sonra karısı Elizabeth’i kaybetmişti. Bu kadar geç anlaşıldığı, ün ve say­gınlığı karısı ile paylaşamadığı için hep buruk kaldı ve öyle öldü.

Son yılında Kertesz’i ziyaret eden bir gazeteci şunları yazıyor: “ Geniş parka yüksekten bakan bir daire. Gü­neş karşıdan batıyor. Etrafta dergi, kitap yığınları. Pencere içlerinde bir ömür boyu birikmiş nesneler, cam eş­yalar. Koltuğuna gömülmüş, geç ge­len saygınlığı paylaşamadan ölen ka­rısının armağanı kavalı çalan doksan yaşında bir ihtiyar.”

Yıldız Üniversitesi’ndeki serginin başlığı “ Penceremden” . 1978-85 ara­sı, SX-70 makine ile pencere içindeki cam eşyaların çekimleri. Durmadan yeniyi deneyen, ışığın değişimlerine duyarlı, o cam eşyalarda ışıkla bera­ber ömrünün yansımasını gören bir ustanın insan yüreğinin şiirini yansı­tan, mücevher gibi işlenmiş Polaroid fotoğrafları. Gerçekte bu polaroidler ışık demetlerinin titreşiminde doksan yıllık duygu yüklü bir yaşamın, koca­man bir yüreğin yansımalarıdır. Ya­şamla kurulan bağdır, görsel şiirdir.

PAUL CAPONIGROPaul Caponigro bizde pek tanın­

mayan Amerikalı bir fotoğraf ustası­dır. 1932’de doğmuş, ailesinin müzik tutkusu onu piyano çalışmaya yönelt­miş. İçe dönük bir genç olarak kent­lerden çok kırsal bölgelerde yaşama­yı yeğlemiş. Doğa sevgisi giderek yo­ğunlaşmış, yüreğindekileri dışa vurma yolu olarak fotoğrafı seçmiş. Müzik eğitimini de sürdürmüş. “ Zone Sis- ıem” i öğrenmiş ve teknik becerinin yorum için kullanıldığında değer ka­zanacağını anlamış. 1957’den sonra Minor White ile çalışmış. White, in­san ruhu ile fotoğrafik görüntünün

39

Page 39: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

harmanlanması gerektiği görüşünde­dir. Öğrencilerini çekime çıkarmadan önce meditasyon yaptırır. Böylece fo­toğrafçının yüreğini ve dünyayı içten algılamış, bütünleştirmiş olacağını dü­şünür. Bu yöntem Caponigro’yu çe­ker ve kendi dünyasını oluşturmaya başlar.

Ansel Adam s’ın önerisi ile 1962’de Caponigro, Polaroid’e danış­man olur. Ek gelirin kazandırdığı za­man ile çalışmalarını geliştirir. Müzik ile fotoğrafın gerçeklikle kesişmesini araştırır. Ona göre müzik içten yaratı­lan bir sanattır. Fotoğraf ise hem iç hem dış dünya ile ilgilidir. Fotoğraf yüryüzündeki biçimlerden bağımsız değildir. Caponigro fiziksel görüntü­ler ötesindeki nitelikleri nasıl aktara­bileceğini, yaşamın özünü fotoğrafla- yabilmeyi arar. Sergideki yaprak ve çiçeklerin negatif fotoğrafları, nesne­nin temel özelliğini anlaşılmaz kılma­dan belli olanın ötesine geçmeye ça­lışmanın ürünleridir. Manzaralarında da Caponigro’nun yaklaşımı “ birlik arayışı” dır. Fotoğraf makinesi yardı­mı ile iç ve dış dünyanın birleştirilmesi gerektiğine inanır. Yaşamın sürekli dalgalanışı içinde kendisi ile dış dün­ya arasındaki bağın kaynağına ulaş­mak çabasındadır. Fotoğraf, kendisi ile doğa arasındaki etkileşimi dolay­sız, daha yakından duyabilmek için bir aracı, bir dildir.

Caponigro şunları yazıyor: “Uzun fotoğrafçılık yıllarımda, obtüratörün açılıp kapanmasından, film ve kâğı­dın sıvılara batırılıp çıkarılmasından önce ya da beraber çok şeyin dingin bir iç dünyada hissedilebileceğini, gö­rülebileceğini, şekillendirilebileceğini ve çözülebileceğini öğrendim. Yüre­ğin özüne, görüşü arındıran ince ve duyarlı yere varmaya çalışırım. Fo­toğraf müzik gibi, ruhumuzun dışa vurulmamış iç dünyasında oluşmalı­dır.”

Caponigro sergisi katalogunun başında Ralph Waldo Emerson’dan şu alıntı var: “ Biz öncekilerin yerine geçerek bölümler, parçalar, parçacık­lar halinde yaşarız. İnsanda bütünün ruhu, bilge sessizlik, evrensel güzel­lik vardır. Her parça ve parçacık bu bütüne ve evrensel olana aynı ölçüde bağlıdır, bu sonsuz varlıktır. İçinde var olduğumuz ve erişebileceğimiz gü­zelliği ile bu köklü güç, her an kendi içinde yeterli ve yetkin olmakla kal­maz, aynı zamanda görme eylemi ve görülen şey; gören ve görülen, özne ve nesne birdir, tektir.”

Bu iki serginin bir arada olması mutlu bir rastlantıdır. Çünkü, farklı görüntüler özde birleşmekte ve son­suz varlığı arayışa yönelmektedir. Yurdumuzdaki fotoğraf çalışmaları belgecilikten şekilciliğe uzanan çizgi­de öze henüz yönelmişken, umuyo­rum ki hepimiz için uyarıcı olacaktır.» 4 0

Paul Caponigro

Page 40: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

T Ü R K İ Y E B Ü Y Ü K M İ L L E T M E C L İ S İ K Ü L T Ü R , S A N A T V E Y A Y I N K U R U L U B A Ş K A N L I Ğ I N D A N B İ L D İ R İ L M İ Ş T İ R

1- Türkiye Büyük Millet Medisi'nin 66'ncı yıldönümü dolayısıyla aşağıdaki dallarda "MİLLİ EGEMENLİK VE BARIŞ" konulu ödüllü yarışmalar düzenlenmiştir.

A- RESİM YARIŞMASI:

Birinci Eser 2.000.000. TL.ikinci Eser 1.000.000. TL.Üçüncü Eser Mansiyonların

750.000. TL.

her biri (3 adet) 150.000. TL.

ÇOCUK ŞARKILARI YARIŞMASI:

Birinci Eser 750.000. TL.ikinci Eser 500.000. TL.Üçüncü Eser 250.000. TL.

ŞİİR YARIŞMASI:

Birinci Eser 300.000. TL.İkinci Eser 250.000. TL.Üçüncü Eser 150.000. TL.Mansiyonların her biri (5 adet) 50.000. TL.

ÇOCUK OPERASI YARIŞMASI:

Birinci eser 3.000.000. TL.(Ayrıca Livre Yazarına) 250.000. TL.ikinci Eser 2.000.000. TL.(Ayrıca Livre Yazarına) 150.000. TL.üçüncü Eser 1.000.000. TL.(Ayrıca Livre Yazarına) 100.000. TL.

ÇOCUK OYUNLARI YARIŞMASI:

Birinci Eser 3.000.000. TL.ikinci Eser 2.000.000. TL.Üçüncü Eser Mansiyonların her biri

1.000.000. TL.

(3 adet) 200.000. TL.

ÇOCUK BALE MÜZİĞİ YARIŞMASI:

Birinci Eser 3.000.000. TL.İkinci Eser 2.000.000. TL.Üçüncü Eser 1.000.000. TL.

2- Yarışmalarla ilgili şartnameler Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Başkanlığı Bürosu (Halkla İlişkiler Binası) TBMM - ANKARA adresinden temin edilebilir.

3- Resim, Şiir ve Çocuk şarkıları yarışmasıyla ilgili eserlerin en geç 15 e y l ü l 1986 günü, çocuk Operası, çocuk Oyunları ve Çocuk Bale Müziği ile ilgili eserlerin ise en geç 15 Aralık 1986 günü mesai bitimine kadar Kurul Başkanlığına teslim edilmesi gerekir.Posta ile gönderilecek eserlerde postadaki gecikmeler dikkate alınmaz.

Page 41: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

Ankara'da Sinema Haftaları

.İ s ta n b u l’daki sinema günleri ka­dar gösterişli olmasa da, her yıl, Mart-Nisan aylarında, Ankara’da, si­nemaseverler için çok doyurucu bir si­nema şöleni yapılır. Bu yıl da, Fran­sız, İtalyan, Alman, Avusturya, İspanyol, İsveç, Hollanda kültür mer­kezlerinin katılmasıyla dört hafta sü­ren bir sinema şöleni düzenlendi. Dört haftayı uzun bir süre bulanlar olabi­lir, bununla birlikte filmlerin böyle uzun bir süreye yayılması, onları ya­vaş yavaş, sindire sindire seyretmemi­ze olanak verdiği için bence iyi bir şey.

önce, Fransız-lsveç haftasında, 1985 yılında üç César alan ve Ram- bo’dan sonra en fazla hasılat getiren film olan “ Üç Erkek ve Bir Küfe” (Coline Serreau), Eric Rohmer’in “ Pauline Plajda” (1983) filmleriyle yönetmeni Bertrand Van Effenterre’ in Ankara’ya gelip sunduğu “ Tren­de İki Kadın” (Coté Coeur, Coté Jar­din, 1984) filmi vardı. İsveç sineması “ Pişmanlığın ö tesinde, Acının ötesinde” (Agneta Elers-Jarleman 1983) filmiyle Victor Sjöström üstü­ne yapılmış bir belgesel filmle temsil ediliyordu. tngiliz-Hollanda filmleri arasındaysa, ülkemizde sinemalarda da gösterilen “ ölüm Tarlaları” (Ro­nald Joffe, 1984), “ Konfor ve Neşe” (Bill Forsyth, 1984), “ Yurt Dışında Bir İngiliz” (John Schlesinger 1983) filmleriyle Nikolai van der Heyde’nin filmleri dikkati çekiyordu.

ltalyan-ispanyol haftası, yönet­meninin de Ankara’ya geldiği “ Ko­balt Mavisi” (1985) filmiyle başlıyor­du. Ayrıca İstanbul Sinema Günle- ri’nde de yer alan “ Biz Üçümüz” (Pupi Avati 1985), “ Ayin Bitti” (Nanni Moretti, 1985), “ Çabuk Çabuk” (Carlos Saura, 1980), film­leriyle M. G. Aragon’un filmleri (En Güzel Gece, Bahçedeki Şeytanlar, Or- manın Kalbi), V. Erice’ninfilmleri(Arı

Kobalt Mavisi ve Donati'yle bir söyleşiOğuz Onaran

Kovanındaki Cin, Güney) yer alıyor­du. Genç İtalyan yönetmen S. Pisci- cfelli’nin ilginç filmi “ Blues Metropolitano” (1985) da gösterilen filmler arasındaydı. Böylece bu haf­ta, Eric Rohmer’le Ronald Joffe’nin filmleri dışında daha önceki haftala­rın donukluğunu silen “ heyecanlı” bir hafta oldu.

Alman-Avusturya haftasında da “ Yeşil Karıncaların Düş Gördüğü Yer” (Werner Herzog, 1984), “ Sınıf- daki Düşman” ^Peter Stein, 1983), “ Hayalperestler” (Hans Neuenfels, 1984), “ Fitzcarraldo” (Verner Her­zog, 1982), “ Mephisto” (Istvan Sza- bo, 1981) gibi çok ilginç filmler yer alıyordu.

Donati’nin ilk filmi olan “ Kobalt Mavisi” 42. Venedik Festivali’nde De Sica bölümünde gösterilip oldukça il­gi çeken bir film. Bir kanser koğuşun­da geçen filmde başlıca üç kişi ele alı­nıyor: Bir kadın tiyatro sanatçısı, yaşlı bir köylü, kendisi de hastalığa yaka­lanıp iyileşmiş genç bir doktor. Sanat­çının iyileşip hastaneden çıktığı ve yaşlı köylünün öldüğü günle (ikisi de aynı güne rastlıyor) başlayan film ge­riye dönüşlerle hastanede hastalar arası ilişkiler üstünde duruyor.

1946 yılında doğan Donati, 1972 yılından beri reklamcılık alanında ça­lışıyor. Bu arada 1981 yılından baş­layarak “ Azzurra” nın tanıtımı ve fi- nansı sorunlarıyla ilgilenmiş, İtalyan Milli Futbol Takımı’nın televizyonda­ki görüntü ve rümuzunu, Alitalia ve Iveco firmalarının reklam filmlerini hazırlamış, “ Umbria Jazz” için bel­gesel bir film yapmış. Bir ara kendisi de kansere yakalanıp hastanede kal­mış, sonra iyileşmiş. Donati’yle An­kara Sinema Haftaları’nda konuşma olanağı bulduk.

Melodrama çok yatkın bir konu­su olmakla birlikte film çok yalın, du­

ru bir anlatıma sahip. Konuyu ağır­laştırmaktan kaçındınız herhalde?

Aslında melodram yapmak hoşu­ma gider, ama çok zor bir iştir bu. Duyguların nereye kadar itilebileceği­ni bilmek, dengede tutabilmek, filmin denetimini sağlayabilmek için bir yan­dan çok zengin bir sinematografik kültüre, öte yandan çok güçlü bir pra­tiğe sahip olmak gerekir. Bu alanda çok az kişi başarıh olmuştur. Onun için ben melodram yapmak isteme­dim, nasıl yapılacağını da bilmiyor­dum zaten.

Beni asıl ilgilendiren, filmi yap­maktaki amacım şuydu: özellikle kanser koğuşlarında beni asıl etkile­yen şey orada yaşanan dram değil, ço­ğu kere bilinçli olarak yapılan bir “ normallik”ti. Hastalar arasında has­talığın kendisi bir iletişim kurma özel­liği olacakken kimse hastalığın adını ağzına almaz. Bunu kendi deneyi­mimden biliyorum. Hastalığın adının söylenmemesi orada bulunma nede­nini zihinden uzaklaştırma isteğinden ileri geliyor. Kimse neden orada bu­lunduğunu düşünmek istemiyor. Bü­tün dram dışarda olup bitiyor; ak­rabaların, dostların dramıdır bu. İçe­ride ya acı vardır ya da sessizlik. Be­nim filmimde dram yok, ama sessiz­lik de yoksa filmim tümden iflas etti demektir.

Beni bu filmi yapmaya iten baş­ka bir neden de şuydu: İster hastane, ister hapishane olsun, insanları kayıt altında tutan, sınırlandıran her du­rumda çok güçlü^bir ilişkiler sistemi kurulur. Filmin temel izleklerinden biri de bu zaten. İşte burada paradoks gibi gelecek ama en dramatik an has­taneye giriş değil de hastaneden çıkış anı. İçeride öyle sıkı bir ilişkiler ağı kurulur ki hastaneden çıkmak bir ba­kıma içeridekilere ihanet etmek olur.

Filmin başka bir izleği de, filmin42

Page 42: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

başına aldığım Flaubert’in bir sözün­den doğuyor: Darağacının tüm aza­bı, oraya tırmanırken geridekilere ka­lıcı olabilecek birtakım sözler söyle­me gereğidir. Özellikle İtalyan köylü dünyasında ölmekte olanların her za­man anımsanacak, kalıcı sözler söy­leme geleneği çok önemlidir. Yaşlı köylünün dramı da burada işte. Belli bir bilgeliğe ulaşmış bir adam. Bunu başkalarına aktarabilmek için birta­kım sözler söylüyor ama dış dünya­dan bütünüyle ayrılmış, kopmuş bir adam, böyle sözler söylemesi artık bir işe yaramıyor, bunların kimseye ya­rarı olmuyor artık. Aynı şey film yö­netmeye kalkışan biri için de geçerli. O da her zaman anımsanacak, kalıcı olan bir şeyler söylemek zorunda.

“DOĞAL OLMAYA ÇALIŞTIM”

Filmimin bir özelliği de, alışılage­len “doğrusal” anlatımdan çok, has­taneden çıkış noktasından başlayıp bir ileri bir geri giderek anlatacağını anlatması. “ Naturalist” değil de do­ğal olmaya çalıştım. Önce aklıma ça­kılı kalan şeyleri anlatmaya başladım. Hastaneden çıkış önemliydi, oradan başladım, sonra ek sahnlerle bunu desteklemeye, zenginleştirmeye ça­lıştım.

Bu yüzden de yeterince gerçekçi bir film yapamamış olmaktan korku­yordum. örneğin, seyircinin, yaşlı adamın hâlâ nefes aldığını, ölmemiş olabileceğini düşünmesinden korku­yordum. Ama delice bir olay oldu: Bologna’da, filmin bir bölümünü TV’de izleyen bir yargıç, bizim gidip- başka bir hastanede ölmüş olan ba­basının ölüm anını filme aldığımızı ileri sürüp filmin gösterimini durdur­du. Sonunda böyle bir şey olmadığı anlaşılıp film kurtuldu ama hem ben gerçekçilik açısından rahatladım, hem de psikanaiitik açıdan çok önemli bir olay ortaya çıkmış oldu. Anlaşılan yargıç, babasının ölüm öncesi acısını görmemiş başkalarından duymuştu, dolayısıyla babasının ölüm olayını görmemekten doğan suçluluk duygu­sunu bize yansıtıyordu.

İtalyan sinemasında son yıllarda görebildiğimiz kadarıyla, gittikçe ar­tan bir karamsarlık egemen. Özellik­le çok iyi güldürüler vermiş bir sine­mada gerçekten de böyle bir karam­sarlığa gidiş var mı? Örneğin, her za­man daha “ciddi” güldürüler yapmış Monicelli’de bile böyle bir karamsar­lık var.

Böyle bir eğilimin olup olmadığı­nı içtenlikle bilmiyorum. Ancak böyle bir karamsarlık varsa, bunun eski parlak güldürü yönetmenlerinin bu­günkü İtalyan gerçeğiyle olumsuz iliş­kilerinden doğduğu inancında deği­lim. Monicelli gibi yönetmenlerin ka-

ramsarlığı, öyle sanıyorum, İtalyan gerçeğiyle bu gerçeğin üstüne kurma­ya alıştıkları güldürü formülünün uyuşmamasından ileri geliyor. Arala­rında giderek artan bir uçurum var. Bunlar, bugünkü İtalyan gerçeğinden umutsuzluğa, kaygıya kapılmıyorlar. Kaygıları, yaptıkları sinemadan ileri geliyor. Bu sinema artık İtalyan ger­çeğini kavramıyor. İtalyan gerçeği çok çelişkili, izlenmesi ve anlaması çok güç. Örneğin “ Metropolitan Blues” filminde yönetmen, yargılama yeteneğini yitirdiğini ortaya koyacak bir biçimde, hiçbir âhlaki yargıya var­madan çeşitli olayları kaydetmekle ye­tiniyor. “Ayin Bitti” filminde Moret- ti, olaylara bir anlam verebilmek için çok aşırı bir çaba gösteriyor ama ba­şaramıyor, ayrılıp gitmek zorunda ka­lıyor. Burada yönetmenle İtalyan ger­çeği arasındaki ilinti çok daha farklı.

Artık İtalya’da türler yok, ancak onların yorgun taklitleri var. Bunla­ra da kimse inanmıyor, örneğin, Ce- lentano, Sordi gibi ünlüler ekonomik çöküşlerin birer simgesi oldular, mil­yarlarca liret yitirdiler. Aslında bu du­rum benim hoşuma gitmiyor değil elbet.

“ÇORAKLAŞMA DÖNEMİ”

İtalyan sinemasını ekonomik açı­dan geliştirmek için çeşitli düzenleme­ler düşünülüyor. Ama benim için önemli olan, İtalyan sinemasının dün­yadaki yeri konusunda yapımcıların, yönetmenlerin bir bilince sahip olma­ları. Ama genellikle bunun tersi olu­yor. Yapımcılar, yönetmenler, senar­yocular, bütün dünya pazarlarında geçerli olabilecek, iş yapabilecek bir “ profesyonellik” in peşindeler şimdi. İtalyan gerçeğinden söz eden filmler­de bir “çoraklaşma” söz konusu şim­di. Moretti gibi kimi gençlerin çıkış­ları var ama genelde bu böyle. Bilme­diğim bir duruma ilişkin bir şeyler an­latan, bir Fransız, bir İsveç, bir Türk gerçeğinden söz eden bir film görür­sem benim hoşuma gider. Aksi halde bir Hollywood filminden farklı bir şey görmüş olmam.

Amerikan izleyicisi Hollywood filmlerinden hoşlanır elbet. Amerikan izleyicisi için film yapmak “ şişinme- ci bir delilik” ten ileri gelir biraz da. Bir Hollywood filmi o kültürle olan derin bir ilişkiden kaynaklanır. Bir öykü anlatmak, ufak öykülerle izle­yicinin dikkatini çekmek, onların duygularını dürtmek, gıdıklamak, Amerikan kültürüne özgedir, bizim kültürümüze değil. Dolayısıyla biz ne kadar onlara benzemeye çalışırsak ça­lışalım, hep eksik bir şeyler veririz. Amerikan filmiyle'bizim anlayışımı­zı bir araya getirmek benim için söz konusu değildir. Amerika’ya dışarı­dan gelen bir filmin orada tutunması

pek söz konusu olmuyor. Amerikan anlatma biçimi daha çok “gösteri ”ye dayanıyor, bütün dünya pazarları için büyük “ gösteriler” düzenliyorlar onlar. Daha AvrupalI olan filmleri (Scorsese’nin “ Raging Bull” filmi gi­bi bir film) orada değil de Avrupa’­da daha çok tutunuyor. Çünkü fark­lı bir anlayışla yapılmış filmler oluyor bunlar, filmin kahramanıyla özdeşli­ğe dayanmıyorlar. Gerçekten de Amerikan izleyicisi, “ Raging Bull” filminin kahramanının acı sonunu ka­bul edemezdi.

Gerçekten de New York’ta yapı­lan birkaç film dışında Amerikan se­naryoları artık matematik formülle­re sahip. Üç ayrı bölümden oluşan se­naryoda ilk 30 sayfa içinde tam bir olay olmak zorunda. Zaten TV’de gösterilen reklam filmleri de bu bö­lümler arasına konur genellikle. İlk ana bölüm sonunda duygusal bakım­dan bir doruk noktası vardır, sonra bir iniş olur, ikinci bölümün sonun­da daha yüksek bir nokta ve daha az bir düşüş olur, filmin sonunda da en yüksek nokta ve sonuç vardır.

Filminizi gerçekleştirirken parasal yardım gördünüz mü?

Filmimi iki kaynaktan mali destek sağlayarak gerçekİeştirebildim. Bir ta­nesi, Gösteri ve Turizm Bakanlığın­dan aldığım krediydi. Bakanlık, ticari şansı fazla olmayan filmlere böyle bir yardım yapar. İkincisi de TV’nin 30 kanalıydı. Venedik Festivali’ne ilgi uyandırdığı için bundan sonra yapa­cağım film için bakanlıktan gene yar­dım alabileceğim. Şimdilik herhangi bir yapımcıyla çalışmaktansa bağım­sız çalışmayı yeğliyorum. Çünkü yüz milyonluk bir seyirci kitlesine karşı hiçbir şey söylemeden gösteriye kal- kışmaktansa, on arkadaşımın hoşuna gidebilecek, onlara doğru dürüst bir şeyler anlatan filmler yapmak istiyo­rum. Bu tür filmlerle kendi dilimi öğ­renmeye çalışıp, kendi anlatma biçi­mimi geliştirirsem, sonra bunu yapım­cılara empoze etmeye kalkışabilirim. Çünkü sinemada kendine özge bir an­latım biçimi yakalamak çok güç. Bir film yapıp yönetmen olduğunu ileri sürmenin bir anlamı yok. Bir film çe­virip üç yıl hiçbir şey yapmadan otur­mak bir işe yaramıyor. Bir yönetmen­le yapımcı arasındaki ilişki, bir yazar­la, yayıncı arasındaki ilişkiye benze­miyor. Filme çok fazla para yatırmak gerekiyor. Dolayısıyla bir film yönet­meni sürekli film üretmezse daha önce ne yaptığını unutmak tehlikesiyle kar­şı karşıya kalıyor. Sinemada ancak Fellini gibi kendi yerini iyice sağlam­laştırmış bir yönetmen yapımcılarla çalışıp gene de bağımsız kalabiliyor. Gene de, Fellini, kendisine çok para önerilmesine karşın Amerikalılarla birlikte hiç çalışmadı. Bu da ilginç bir nokta. ■

43

Page 43: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

ON BEŞ GÜNÜN BASININDAN

Bir haber ve ötesi

Haber, 6 Mayıs günü yayım­landı: Cumhurbaşkanı Kenan Evren, Ankara’da düzenlenen 1. Asya - Avrupa Bienali Sergisi’ ni gezerken PolonyalI ressam Jan Dubkowski’nin cinsel birleşme­yi gösteren tablosunu görünce si­nirlenmiş; bunun üzerine Kültür ve Turizm Bakanı Mükerrem Taşçtoğlu, PolonyalI ressamın tüm resimlerini kaldırtmıştı.

8 Mayıs günü de basında Cumhurbaşkanlığı Basın Müşa- virliği'nin açıklaması yer aldı. Açıklamada şöyle deniliyordu: “ ....Bu arada PolonyalI ressam Jan Dubkovvski’nin homoseksü­el ilişki motifleriyle bezenmiş tablolarını da gören Sayın Cum­hurbaşkanımız bunları yadırga­dığını, her yaşta insana açık olan salonda böyle kompozisyonların bulunmasının, ziyaretçilerin ah­lak, utanç ve ar duygularının sı­nırını zorlayacağı düşüncesinde olduğunu ilgililere ifade emişler­dir. Bundan sonraki uygulama, yetkililerin kendi inisiyatifleri doğrultusunda gelişmiştir.’’

Sanatdeğerleri

İlhan Selçuk, 7 Mayıs günlü Cumhuriyet'te bu konu üzerin­de dururken şunları yazdı:

“ PolonyalI ressamın tablola­rım görmediğim için resimlerin sanat değeri taşıyıp taşımadığı konusunda bir söz söyleyecek durumda değilim. Üstelik bu ko­nuda sözü yetkili uzmanlara bı­rakmak gerekir. Polonya sanat alanında azımsanacak bir ülke değildir. Kuşkusuz söz konusu resimlerin sanat değerleri tartışı­labilir; ama bu tartışmaya katıl­mak başka, ressamın tablolarına sansür koymak başka iştir (...)

Sayın Evren’in Cumhurbaş­kanı olmadan önce resim sana­tıyla ilişkisi var mıydı? Yaşam öykülerinde böyle bir şeyden söz açılmıyor. Sayın Evren resim ya da resim eleştirisi yapmış mı, bu konuda çalışmaları nedir, resim tarihi veya akımlarına değin ya­zıları yayımlanmış mıdır?

Hayır...Bu durumda Sayın Evren’in

resimlere ilişkin yargılan yalnız Cumhurbaşkanı olduğu için kuv­vet kazanıyor ve Kültür Bakanı Sayın Taşçıoğlu da diyor ki:

— Resimlerin hepsini kaldır­sınlar. Bu ülkenin kanunlan var.

44

Muzır Yasası nasıl çıkarıldıysa bu resimler de kaldırılır.

Kültür ve Turizm Bakanı Taşçıoğlu yanılıyor. Çünkü, “ Bu ülkenin kanunlan’ ’nda Cumhur- başkanı’nın herhangi bir resim sergisinde sansür uygulama yet­kisinden söz açılmıyor. Anaya­sa, Cumhurbaşkam’nın yetkile­rini saymış, eski deyimle ‘tadat’ etmiştir.

Bu olayda sevinilecek tek nokta. Sayın Cumhurbaşkanı' nın resim sanatıyla bunca yakın­dan ilgilenmeye başlamasıdır.”

“ Ş e y ,şey değil!”

Aynı gün örsan öymen, Mil- liyel’teki köşesinde şöyle dedi:

“ Şu günlerde en duyarlı ya­sak yasası, Muzır Yasa. Resim sanatına bile el atıyor.. Üstelik uluslararası bir yarışmalı sergi­de... Sanatsever devlet büyükle­rimiz muzır görüntülerin sanat­la bağı olmadığım saptayınca, poşet moşet de işlemiyor... Re­simler Kültür Bakanımız tarafın­dan kaldırılıveriyor...

Şimdi PolonyalI sanatçı gel­sin de Taşçıoğlu’nun külahına anlatsın:

— Efendim, o tablomda gör­düğünüz şey, aslında şey değil.

— Ya ne?— Resim!”

Sansüretepki

8 Mayıs günlü Cumhuriyet’ te, sanat çevrelerinin olaya tep­kisi yansıtıldı. Tepkiler, özetleşöyleydi:

I. Asya-Avrupa Sanat Biena- li’nin jüri başkanı Prof. Doğan Kuban: “ Herhangi bir sanat ya­pıtının içeriği sınırlanamaz ve eğer sanatçı, işlediği konu, yarat­tığı yapıtla belli bir estetik düze­ye ulaşmışsa o konunun ahlakla ilişkisi sanat kamuoyu için söz konusu değildir.”

Süleyman Saim Tekcan: “ Dünyanın başka bir yerinde bir sanat eseri üzerinde devlet bü­yüklerinin herhangi bir hege­monyası olam az.”

Mehmet GUleryüz: “ Çok cid­di bir olay. Türkiye’nin uluslar­arası sanat alanındaki girişimle­rinin geleceğini tehlikeye sokar.”

Asım İşler: "Herhangi bir yapıtın sergilendikten sonra kal­dırılması tam bir skandaldir. Ge­nelgedeki sansür anlayışının sa­nata, resme de bulaşması demek­tir .”

Elif Naci: “ Büyük skandal.” Turhan Selçuk: “ Aklımda

kaldığına göre, A tatürk’ün kesin bir sözü vardır: ‘Efendiler, vali olabilirsiniz, vekil, başbakan ola­bilirsiniz, hatta cumhurbaşkanı bile olabilirsiniz, ama sanatçı olamazsınız.’ Bu davranış, ne ya­nından bakarsanız bakın, olum­suz görünüyor.”

Cemil Eren: “ Sanatta müs­tehcenlik olmaz. Demokratik bir ülke olduğunu AvrupalI ülkele­re kanıtlamaya çalışırken ‘Bu resmi beğenmedim, kaldırın’ de­mek, hiç demokratik değil.”

Yasmin Şenel: “ sanatta san­sür olmaz. Hele dışardan gelen bir resme hiç olm az.”

Özdemir Allan: “ Bu çok iyi niyetli blenal girişimi, bizlere Türkiye’nin henüz bu gibi işlerin üstesinden gelemeyeceğini göster­m ektedir.”

Tomur Atagök: “ Jüriden ge­çen bir eserin devlet yöneticileri tarafından sergiden çıkarılma­ması gerekir.”

Emin Çetin Girgin: “ Uluslar­arası nitelikte düzenlenen bir bi- enalde herkesin ‘Muzır Yasası’ na uymasını beklemek, bienalin geleceğini de tehlikeye düşürür. Türkiye açısından üzgünüm.”

Evrensellikufku

Melih Aşık, 9 Mayıs günlü Milliyet’te olayı şöyle yansıttı:

“ Kalabalık bir davetli toplu­luğu bir serginin açılışında tab­loları izliyordu. Davetliler içi boş bir tablonun önünde kümelendi­ler. Birisi ressama sordu:

‘Bu ne tablosu kuzum ...' ‘Çayırda oütlayan inekler ha­

nımefendi...’‘Pekiyi çimenler nerede?’ ‘İnek yemiş bitirm iş...’ ‘Pekiyi inek nerede?’ ‘Yiyecek bir şey kalmayınca

çekmiş gitm iş...’Hikâye ünlüdür. Picasso’nun

çizdiği balık resimlerinden biri­ni uzun uzun inceleyen bir zen­gin hanımefendi Ustada sormuş:

‘Bu balık mı? Ama balığa hiç benzemiyor...’

‘O resim... Resimm...’ demiş Picasso.

Resim, sanatın evrenselliği içinde değerlendirilir. Fakat an­laşılıyor ki Kültür Bakanı Taşçı- oğlu’nun evrensellik ufku dar. Cumhurbaşkanı Kenan Evren, Ankara’da açılan sergide Polon­yalI ressamın eserlerini müsteh­cen bulmuş, Taşçıoğlu da “ kal­dırın” emri vermiş. Kültür Ba­kanı böylece Evren’le ters düş­müş. Tabii kültürle d e ...”

Page 44: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

RADYO— TV

İkinci Kanal "Seçenek" mi Olmalıdır?

RT'den gelen haberler doğ­ru ise önümüzdeki Ekim

ayında yayma başlayacak ikinci TV kanalı b irinc isine b ir “ seçenek” olacaktır. Bugünkü TRT yönetimi şu anda birinci ka­naldaki eğitim-kültür ağırlığını yeterli buluyor ve ayrıca da ül­kemizin eğitimsizlikten kaynak­lanan tüm sorunlarının çözümü­nün TRT’den beklenemeyeceği­ne inanıyor. TRT yetkililerinin basma verdikleri demeçler hep bu doğrultuda. Sonuçta da İkinci Kanal’ın tümünün kültüre ve eği­time ayrılmasını beklemememi­zi istiyorlar.

önce, şu anda birinci kanal­daki eğitim-kültür ağırlığının hiç de yeterli olmadığını ve bu kanal­da eğitim-kültür diye ne varsa, hepsinin genelde çağdışı bir yo­rumla kaynaştırılarak sunuldu­ğunu vurgulamahyız. İkincisi de, Türkiye’nin eğitimsizlikten kay­naklanan hiçbir sorununa TRT’ nin en olgun koşullar altında yayın yapılsa bile, tümden çözüm ge­tirmesini beklemeye hakkımız ol­madığıdır. TRT’nin hem yasal konumu, hem de yönettiği iki kitle iletişim aracının doğal işle­vi buna uygun değildir. Çünkü TRT, eğitim ve kültür alanların­daki sorunların çözümüne ancak “ yardımcılık” edebilir. Eğer ikinci TV kanalı tümden eğitim ve kültüre ayrılsa bile, bu “ yardımcılık” görevi aşılamaz. Ama yine de bir TV kanalının eğitim ve kültüre ayrılması, sa­yısız yarar sağlamaz mı?

Bu soruya yanıt vermeden önce, ülkemizde herhangi bir ikinci TV kanalının hangi amaç­lar için kullanılabileceğini şöyle bir inceleyelim:

Sırada ilk olarak izleyicilere “ seçme fırsatı” m veren ikinci ka­nal var. Bir başka anlatımla, eğer birinci kanalda büyük bir çoğun­luğun ilgisini çeken bir ayakto- pu karşılaşması naklen yayımla­nıyorsa, ikinci kanaldan da ay­nı saatler de özellikle ayaktopu ile ilgilenmeyen izleyicilerin seve­bileceği bir başka yayın (bir si­nema filmi, bir kadın izlencesi, bir drama vb.) yer alabilir. Ay­nı anlayışla, eğer birinci kanal­da Batı Müziği yapımına yer ve­rilmişse, İkincisinde de aynı sa­atte Türk Müziği izlencesinin ya­yımlanacağı düşünülmelidir.

“ Seçme fırsatı” nı sunan ikin­ci kanalın amacı bu denli basit mi? Genel çizgileriyle, evet. Kı­sacası, bugünkü TRT Televizyo- nu’nun birinci kanalı çarpık ide­olojisine, yoksun kültür anlayı­şına, sansür kurallarının dar ka­lıplarına ve mesleksel ilkelerin dı­şına düşen sınırlı uygulamaları­na bağlı kalarak neler yayımlı­yorsa, onların aynı özelliklerini taşıyan diğer yapımlarına da ikinci kanalda bir kez daha yer verildiğini düşünün... Böyle bir uygulama Türkiye’ye ne kazan­dırır?

Birinci kanalda haberler var. İkinicide de olacak... Ama bel­ki her iki kanaldaki haber bülten­leri ayrı saatlerde yayımlanacak­tır. Haberler her iki kanalda da aynı olduktan sonra, iki ayrı ka­naldan haber vermenin ne yara­rı olacak ki? İlk bakışta, size saç­ma gibi görünen bir soru bu. İki kanalımız olunca, haberlerin kaynağını oluşturan olaylar de­ğişik olacak değil ya! Dünyada o gün ne haberler varsa, her iki kanal da onları, yani aynı haber­leri vermez mi? Vermeyebilir de... Her iki kanal, eğer önceden saptanmış çok ayrıntılı ve birbi­rinden ayrı ilkelere sahipse, olay­ların haberlerini çıkarırken bir­birinden çok ayrı yollara başvu­rabilirler. örneğin birinci kana­lın bültenine her olayın haberi­nin girmesi olası iken, aynı ku­rumun ikinci kanalının bülteni “ popüler, sansasyon ve hafiflik” taşıyan haberlere hiç yer verme­yebilir ve dış haberleri ön pala­na çıkarabilir. H atta her iki ka­naldaki haber bültenlerinin süre­leri ve sunuluşu da birbirinden ayrı olabilir, örneğin birinci ka­naldaki ana bülten 25, ikinci ka­naldaki ise 10 dakikadır. Bir ka­naldaki ana bültende olaylar kı­sa verilirken, öbüründe daha ay­rıntılı ve daha kapsamlıdır.

Bir başka anlatımla, haberle­rin ele alınışından başlayarak her yayın türü ikinci kanalda birin­cisinden bir başka anlayışla işlen­mekte ve sunulmaktadır. İkinci

kanal salt “ seçme fırsatı” vere­bilmek amacıyla yayın yapsa bi­le... Demek ki, “ seçme fırsatı” amacına yönelik ikinci kanalın amacı birincide Batı Müziği ya­yımlandığı saatlerde İkincide Türk Müziği’ne yer vermek gibi basit bir uygulamayla gerçekleş­tirilemez. İşte bu nedenle de, TRT yönetimi ikinci kanalı “ seç­me fırsatı” nı vermek amacıyla kursa bile, yine de başarıya ula­şılabileceği kuşkuludur. Çünkü TRT henüz haberciliğin ve diğer türdeki yayınların birinci kanal­dan gerektiği biçimlerde sunul­masını sağlayamamışken, ikinci kanalın özelliklerine sahip yeni bir yayın anlayışını nasıl gerçek­leştirebilir ki?

ONUÇTA ne olacaktır? Bugün TRT televizyonu bi­

rinci kanaldan ne yayımlıyorsa, aynı türdeki yapımlara ikinci ka­nalda da yer vermekten kaçınma­yacak ve böylece hem aynı ya­pımların sayısını arttırm aktan, hem de aynı ilkeleri ya da ilke­sizliği ve aynı kusurları ikinci ka­nalda da yinelemekten kurtula­mayacaktır. H atta denilebilir ki, zaman zaman her iki kanalda da aynı türdeki yapımlarla karşılaş­mamız bile olasıdır, örneğin bi­rincide Türk Müziği yayımlandı­ğı sırada, İkincide de yine Türk Müziği’ne yer verildiğini görebi­liriz. Çünkü günümüzdeki üç radyo postası a rasın d a da TRT’nin radyo yönetimi belli bir eşgüdümleyici düzeni kurama- makta ve kimi zaman TRT-1 ve TRT-2 ve TRT-3 postalarında aynı saatlerde Türk Müziği ya­pımları ile karşılaşmaktayız. Radyolar arası eşgüdümü bunca yıl sağlayamamış bir TRT’nin iki TV kanalı arasında da aynı so­runla karşımıza çıkmayacağını hemen ileri sürebilmek biraz zor olsa gerek...

Peki, ikinci TV kanalının hiç mi yararı olmaz? En azından bi­rinci k analdan yayım lanan “ Açıköğretim” izlencelerine yi­ne birinci kanalda, İkincinin baş­

lamasından sonra, daha uygun yayın saati bulabilmek olasıdır. Gerçekte, “ Açıköğretim” izlen­celeri için en uygun yayın yeri ikinci kanaldır. Ne var ki, ikinci kanal başlangıçta ve uzun bir sü­re Türkiye’nin her yanından iz- lenemeyeceği için, “ Açıköğre- tim” le ilgili yayınları bu yeni ka­nala kaydırmak doğru olmaz. Ama birinci kanaldaki kimi iz­lenceleri ve filmleri İkinciye alıp boşalan yayın saatlerini baştan ayarlayarak, “ Açıköğretim” iz­lencelerine daha uygun ve daha rahat “ izlenebilir” saatler seçme­nin yararı büyük olacak ve böy­lece de günümüzdeki yanlış ve bi­çimsiz yayın saatlerinden ötürü bu izlenceleri televizyonda göre­mediklerinden yakınanlara da büyük yararlar sağlanabilecektir.

ö te yanda, ikinci kanalı salt “ seçim fırsatt” nı yaratmak için kullandığında, TRT yönetimi es­kisine kıyasla çok daha rahat bir anlayışla spor karşılaşmalarının naklen yayınlarına yer verecek­tir. Tek kanalda böyle bir uygu­lamanın özellikle bayan TV izle­yicilerinin sert tepkilerine neden olduğu ileri sürülüyor. İkinci ka­nal olunca, spora bolca yer ve­rip bayanların öbür kanaldaki kendilerini oyalayan bir başka yayınla ilgilenmeleri sağlanabilir. Hem de daha bol spor yayını ile kitleleri de daha iyi “ uyutmak” olanaklıdır.

Bir de reklam konusu var. TRT birincisindeki reklamlardan milyarlar kazandığını göz önün­de bulundurarak İkincisine de reklam koydu mu, gelirini çok daha fazla arttırabilir. Ama bu denli çok reklamın halka ve top­luma bir yarar sağlamadığını, ak­sine zarara yol açtığım kim dü­şünecektir. Bakalım, göreceğiz. Tüm belirtiler, ikinci kanalın şimdilik pek başarılı olamayaca­ğını gösteriyor. Ne var ki, aynı ikinci kanalı çok yararlı amaçlar­la da kullanmak olasıdır.

MAHMUTT.ÖNGÖREN

4Bir solukta okunan kitapTufan Türenç • Erhan Akyıldız

GAZETECİAbdi Ipekçi’nin romanı

§

45

Page 45: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

TİYATRO

Çıkmaz SokakYazan: Tuncer CUcenoğlu. Yö­neten: Oben Güney. Çevre düzeni-giysi: Hakan Derman, Gülhan Özer. Müzik danışmanı: Zülfü Livaneli-Muzik: M.Teo- dorakis (İstanbul Sanat Tiyatro­su).

/ NSAN insanın kurdudur, demiş Hobbes. İşkenceden söz edilince hep usuma düşüyor

bu söz. İşkence nedir? Neden iş­kence yapılır? Son yıllarda gün­cel konuların başında geliyor iş­kence. “ İşkence , insan lık suçudur” demeyen yok gibi. Ama nedense bu nitelemeler de yetmiyor işkenceyi önlemeye. İş­kence öyle bir işlem ki; bir yan­da “ insan” var, öte yandan “ devlet” . Daha doğrusu devlet adına iş gören bir başka insan. İki insant karşı karşıya getiren; b irin i “ k u rb a n ” , ö tek in i “ cellat” konumuna sokan bu iş­lemin temel gerekçesi nedir? “ Cellat” konum una giren kişi, kamu görevlisi her zaman. Ka­mu adına hizmet gören kişinin

kendi “ hemcinsi” ne karşı insan­lık suçu işlemesini devlet mi bu­yuruyor? Çoklukla yüce kavram­larla bağlantılı gösteriliyor bu in­sanlık suçu. Cellat kendi yaptığı işi savunurken gereğine inanıyor bu işin. Giderek de, istemeyerek ama zorunlu olduğuna inandığı için bu işi yaptığını savunur du­ruma giriyor.

İşkence insanlık suçu ise ne­den işlenir? Suçluyu yakalam ak, için, bulmak için mi? Devleti ve toplumu korumak için mi? Suç­luyu bulmak için suç işlenebile­ceği hiçbir yasada yazılı değil. Tersine bütün çağdaş anayasalar­da “ Suç niteliğinde buyruk verilemez” denir.

Bizim çağdaş olmayan A na-' yasamızda bile, “ Hiç kimse, ken­disini ve kanunda gösterilen ya­kınlarını suçlayan bir beyanda bulunmaya veya bu yolda delil göstermeye zorlanam az” (Md. 31) denir; “ Konusu suç teşkil eden emir hiçbir suretle yerine getirilemez; yerine getiren kim­se sorumluluktan kurtulam az” (Md. 137) da denir. Ama bütün bu anayasal kurallara karşın bir­takım kamu görevlileri, işkence yaparak suç işlemeyi sürdürür.

UNCER Cücenoğlu, bu di­kenli ve sorunlu konuya

eğiliyor, “ Çıkmaz Sokak” ta. İyi de ediyor. Cücenoğlu, bütün oyunlarında toplumsal sorunla­ra öncelik veren bir yazar. Çağı­

nın tanıklığından kaçınmayan bir yazar. İnsanı toplum içindeki ye­rine oturturken, toplumsal ba­ğıntılarını sağlam örmeye çalışı­yor. Her oyununda bir toplum­sal sorunun öne çıktığını; oyu­nun ana motifini oluşturduğunu görüyoruz. Sorunla kişiler bağ­lantılı gelişiyor. Hem şematizmin tuzağına düşmüyor, hem de ki­şisel duygusallıkların çukuruna.

Cücenoğlu, “ Çıkmaz So­kak” ] 1981 yılında yazmış. Mil­liyet Sanat Dergisi’nin düzenle­diği oyun yarışmasında Abdi İpekçi ö d ü lü ’nü kazanmış. Ye­rinde bir değerlendirme. Abdi İpekçi, demokrasiye inançlı bir yazardı. İnsan hakları ve özgür­lükler için çok çaba harcadığı gi­bi, Türk-Yunan dostluğuna da çok emek vermişti. Bu nedenle Yunanistan’daki cunta dönemin­de geçen bir işkence olayını işle­yen bu oyunun Abdi İpekçi ö d ü ­lü’nü kazanması iki açıdan an­lamlanıyor.

“ Çıkmaz Sokak ” ta cunta yönetimi döneminde bir sorgula­ma sırasında işkence kurbanı olan Celika’nın (Işıl Yücesoy), cellatı olan Komiser Spanos’tan (Orhan Alkan) öç almak için kurduğu tuzak olayı anlatılıyor. Celika, bu tuzak için “yem” ola­rak kızkardeşi Lilika’yı (Gülen Karaman) kullanıyor.

Kapalı bir uzamda (mekân­da) üç kişi. Temeldeki çatışma bu durumdan kaynaklanıyor. Eski kurban “ cellat” olmuş, eski cel­lat da “ kurban” . Bir de araç ola­rak kullanılan “ insan” var. Du­rum, bütün insancıl değerlere ay­kırı. İnsanın insanı konu, ya da araç olarak kullanması bütün in­sancıl değer yargılarını altüst eder. Bu durum da kim haklı, kim haksız ayırt edilebilir mi?. Cellatlığa sıvanan C elika’yı “ haksız” bulabilir miyiz? “ Oç alm a” insancıl bir duyguya dö­nüşür mü? öyleyse cellat Spa- nos’ların suçu cezasız mı kala­cak? Spanos’lara savunma hak­kı verilecek mi? O, kimlerin aracı olmuştur? Suçlunun arkasında­ki gerçek suçlular kimlerdir? Bu arada kuşkusuz, lekesiz Lilika’ lar da kirlenmektedir. “ Şiddet, şiddeti getirir” den başka ne söy­lenebilir bu durumda. Cücenoğlu da, “ Kanı kanla yumazlar” di­yor. Kanı suyla yumanın yolu ne­dir öyleyse? Çözüm, temelde şid­deti başlatmamaktır kuşkusuz. Bu, bir çağrıdır. Ama şiddet baş­lamışsa? Suçluyu kim cezalandı­racak? Suçluyu toplum cezalan­dırmak. Bu cezalandırma mutlak olmalı. Kimse, işlediği suçun ce­zasız kalmayacağını bilmeli. An­cak, böyle önlenebilir suç. Yok­sa şiddeti şiddetle bastıramayız. Bu da bir başka “ Çıkmaz So- kak” tır.

UNCER Cücenoğlu’nun “ Çıkmaz Sokak” ı ele aldı­

ğı konudan yararlanan gerilim­li, örgüsü sağlam, kişileri tutarlı ve inandırıcı bir oyun. Oyunun yönetmenliğini Oben Güney üst­lenmiş. Güney’in yorumu ile oyun, ölçüsü kaçırılmış bir me­lodrama yöneliyor. Celika’nın öç. alma tutkusu artık duygusallık­tan çıkmış, bilinçli bir direnme­ye dönüşmüş olmalı. Uzun erimli tasarların içindedir Celika. Oy­sa karşımızda (handiyse) çılgın­lık (isteri) nöbetleri geçiren bir Celika var. Haklılığım kanıtlama için bağırıp çağırmak zorunda değildir Celika. Işıl Yücesoy, bu­na bir de tumtııraklılıklar (dec- lamation) eklemekte. Cücenoğ­lu’nun Celika’sı sakin, kararlt, duyguları tutkunun uslaşmasına dönüşmüş bir kişi olmalı bence. Orhan Alkan’ın Spanos’u da

14 M a yıs - 1 H a ıira na r t n e t SANAT GALERİSİModa Cad. 245 Kadıköy-ist. Tel: 337 90 79Galeri her gün 10 .0 0 -2 0 .0 0 arası açıktır. ______

46

Page 46: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

“ kurban” lıktan kurtulmak için usunu ve içgüdülerini dengeli kullanman. Işıl Yücesoy’un yo­rumuyla denge kurmak için ay­nı biçimde duygusallaşan, bağı­rıp çağıran bir Orhan Alkan var. Oyunun en tutarlı yorumu ben­ce U lika’da Gülen Karaman’ın- ki. Kendini öbür iki oyuncunun temposundan kurtardığı ölçüde başarılı, dengeli bir yoruma eri­şiyor.

Cücenoğlu’nun üç kişilik oyunu Çıkmaz Sokak ilginç, güncel ve önemli bir konuyu iş­leyen tutarlı bir oyun. İzlenme­ye değer.

ATİLÂ SAV

Nedret Güvenç'İn AçıklamasıTiyatro sanatçısı Nedret Güvenç, Sanat Dergisi’nin 1 Mayıs 1986 tarihli sayısında yayınlanan Ay­şe Tezeili’nin “ 1986 Tiyatro Bü­yük ödüllerinin Perde Arkası’’ başlıklı yazısına aşağıdaki açık­lamayı göndermiştir. Güvenç’in açıklamasını “ imla” sına dokun­madan aynen yayınlıyoruz.

j j a y m Ayşe Tezelli

38 yılı aşkın sanat hayatım­da Eleştiri ve Eleştirmene ve bir sanatçı olarak sağladığı büyük katkı’ya daima açık oldum ve saygı duydum.

Bu nedenle Milliyet Sanat Dergisinin 1 Mayıs 1986 tarihli 143 üncü sayısında tarafınızdan yazılan “ Tiyatro Büyük ödülle­rinin Perde Arkası” başlıklı ya­zının şahsım ile ilgili olan ve ger­çeği yansıtmayan kısımları hak- km’da aşağıdaki açıklamada bu­lunmayı görev sayıyorum.

l.gur kükılcM

T İ K S İ N T İC A Ğ I

©

Sayın Tezelli, öncelikle belirt­mek isterim Şehir tiyatroları kül­türel etkinlikleri kapsamı içinde 17.3.1986 tarihinde gerçekleştiri­len ve yöneticisi olduğum “ Cum­huriyet Döneminde Türk Şiiri” isimli gösterinin yazınız da sözü geçen ödül töreni ile yakından ve uzaktan hiçbir ilgisi yoktur.

Bir yapıtın beyenenleri oldu­ğu gibi beyenmeyenleri de olması doğaldır ve bu doğal yazgı sanat­çının bir nedenle ödün vermesi­ni gerektirmez.

Bu nedenle gayet coşkulu ge­çen şiir gecesinin sayın konukları tarafından da bu açı dan değer­lendirildiğini ve yazı da ileri sü­rüldüğü gibi beni ödün vermeğe zorlayan bir talep veya davranı­şa maruz kalmadığı mı özellikle ve içtenlikle belirtirim.

Ayrıca yazınız da belirttiğiniz gibi Harbiye Liones kulübü üyesi değilim, Etiler Liones kulübü üyeside değilim. Bu nedenle bah- solunan şiir gecesi ile Harbiye ve Etiler Liones kulüpleri tarafın­dan düzenlendiğini söylediğiniz anket, ödül dağılımı vs. konula­rı arasında bir bağlanü bulunma­sı da olanaksızdır ve esasen yok­tur.

Bu ödüllendirmeyi bende ödüller belirlendikten çok sonra sizin gibi gazete haberlerinden öğrendim. Bu nedenle sözü ge­çen ödüllerle ve ödüllendirme ile hiç bir ilgim olamaz ve olmadı.

Dergi’deki yazınızı müteakip dost çevremden öğrendiğime gö­re Büyük ödülleri Lions yöne­tim çevresi sanat danışmanlığı vermiş, organizasyonu ve ev sa­hipliğimde Harbiye ve Etiler Li­ones Kulüpleri üstlenmiş. Bu ko­nuyu gerekli görürseniz Lions çevresi Sanat Danışmanlığı kana­lı ile ayrıntıları ile öğrenebilirsi­niz. Kişisel olarak kendilerini kutluyorum çünkü tiyatro adına yapılan her olumlu çaba, açılan her perde, verilen her emek ödüle layıktır hatta bunun bilincinde olanlar dahi ödüllendirilmelidir.

Sayın Ayşe Tezelli, 40 yıllık tiyatro seyircisi olduğunuzu söy­lediğinize göre bazı sanatçıları ta­mmış ve değerlendirmiş olmanız gerekir. Bütün meslek arkadaş­larım ve seyircilerim bilir ki, on- ca yıldır özenle koruduğum ter­temiz bir meslek yaşamım var. hiçbir tertibin içinde olmadım. Olamam. Buna gölge düşürme­ye kalkanı da 38 yıllık meslek yorgunluğum adına hiç affet-

RESİM SERGİSİ22 Mayıs -14 Haziran

za

la le ,sanatevi

Mithatpaşa Cad. 13/14 Ankara Tel: 31 82 59Saygılarımla.

47

Page 47: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

SERGİLER

Devrim, Taylan, Biiyükişliyen

EYOĞLU Vakko Oaleri- si’nde Nejad Devrim’in

1945’lerden 1980 başlarına uza­yan çalışmalarından, özel kolek­siyonlardan ne bulunduysa top­lanarak düzenlenen bir “ küçük retrospektif” sergisi yer alıyor. Léopold Lévy’nin öğrencisi oldu­ğu akademideki öğrenimini ta­mamlamadan 1946’da Fransa’ya yerleşen Nejad Devrim (d. 1923), Paris Okulu çevresinde sanatını geliştirmiş bir sanatçı. Adı üze­rinde uyandırılan ilgi, Paris’e yerleştikten sonra çeşitli ülkele­re yaptığı gezilerle dünyanın önemli müzelerine (Paris Mo­dern Sanatlar, Grenoble, Nantes, Brüksel, Varşova, Havana, Pe­kin v.b.) yapıtlarının alınmasın­dan kaynaklanıyor. 1956’da ABD’de beş ay bulunması ve 1965’ten sonra çıktığı İspanya, İtalya, Danimarka, Polonya ve Uzakdoğu gezileri de değişik tek­nik biçem ve duyarlığıyla kendi­sine çağdaş soyut akımlarda çok yönlü bir algılanma ve araştır­ma olanağı sağlamış olsa gerek.

Bu sergide öğrencilik döne­minden kalmış 1944 yapımlı bir “ Otoportre” ile “ İhtiyar Adam” adlı yağlıboya geleneksel figür anlatımını aşmak isteyen yenilik­çi bir tutum beliriyor. İlk yıllar­daki parlak, etkili renk tuşları ve kırık, kesik, şeritsi çizgilerin ara­beskiyle biçimlenmiş portre ve fi­gür soyutlamaları giderek Pier­re soulage’ın soyut leke dü­zenlemelerine, “ bilinçaltı do­ğaçlama” olarak da nitelenen informel anlayışın duyarlı, etki­li ve özgür fırça tuşlarıyla oluşan sıcak, kontrast leke kombinezon­larına dönüşüyor. “ B ahar” , “ Rytro” , “ Dalgalar” , “ Baltık Kıyısından” adlı 1964-1977 dö­nemi resimlerinde ise doğal so­yutlama ya da soyutlanmış pey­zaj görüşünün ürünlerini buluyo­ruz. Bunlarda yaşam izlenimle­rinin çok öznel yorumlarını salt görselliğe yönlendiren tadları araştırma eğilimi ağırlık kazanı­yor. “ Küçük Retrospektif” ! oluşturan resimler 36 yıllık bir zaman kesitinden derlenmiş sı­nırlı örnekler olduğundan, Nejad Devrim’in özellikle ikinci Dün­ya Savaşı'ndan sonra etkinliğini duyuran soyut akımlardaki çok yönlü üslup araştırmalarını, kro­nolojik bir gelişmeyle değil bir- biriyle çelişen üslup oluşumları­nı içeren bir soyutlanmalar kar­ması durumuyla karşımıza çıkar­maktadır.

Orhan Taylan

ORHAN Taylan’ın (d. 1941) son iki yıllık çalışmaların­dan seçmeler bugünlerde Lebriz

Galerisi’nde sergileniyor. Üç yıl önce Taksim’de gösterilen "M al­tepe Resimleri” ile geçen yıl An­k a ra T an b a y ’da sergilenen “ Hasret Resimleri” doğrultu­sunda “ dünyada yaşanan her şeyden söz edebilecek” resimsel bir dilin daha da geliştirilmiş ör­neklerini buluyoruz Taylan’ın yeni sergisinde. Akademik eği­timden ve “ usta” ların figür ge­leneğinden gelen sağlam, işlek desen yeteneğiyle birleşen duyarlı sepya nüanslarının ağırlığına yer yer eklenmiş beyazlar, griler, kır­mızılarla oluşan karışık teknikli resimlerinde öncekilerde oldu­ğu gibi - insancıl mesaj hiçbir zorlamaya, abartıya yer bırak­madan etkisini duyuruyor. Top­lumdan soyutlanmış uzunca bir zaman sürecinde yoğun ve sürek­li bir çalışma olanağı bulan sa­natçı, özlemleri, direnci, tedir­ginliği, çelişkileriyle insanoğlu­nun tüm gizilgücünü duyuran ye­ni çalışmalarından toplumsal bir perspektifi içeren imge kurgusu­na dayalı bir resim anlayışının ilk örneklerini vermekte. Geleneksel figür anlatımına dayana kadın fi­gürleri, kişilerin değişik ruhsal durumlarını yansıtan anlamlı portreler ve çiçek soyutlamaları arasında özellikle aynı tabloda değişik planlar içinde yerleştiril­miş portre, figür ve ayrıntılarla tek bir mekân ve zamanla sınırlı kalmayan bir resim diline açılı­yor. Orhan Taylan yaşanmış ger­çeklere, nesnel görünümlere ye­ni resimlerinde eklediği imge kur­gusuna dayalı motiflerle anılar, çağrışımlara ilişkin öznel bir du­yarlık payı katmaktadır. Böyle-

ce eski ustaların anatomik değer­lere, trajik anlatımlara bağlı fi­gür geleneğini çağına tanıklık eden bir yorum düzeyine, bir re­sim diline ulaştırmayı öngörü­yor.

NKARA ressamlarından Zahit Büyükişliyen (d.

1946), Nişantaşı Tem Galerisi’n- ■de açılan .“ Çevre Sorunları” adlı sergisinde suluboya, yağlıbo­ya ve karışık teknikte elli beş res­mini biraraya getirdi. 1972-1976 yıllarında Kassel Güzel Sanatlar Akademisi’nde gördüğü uzman­lık eğitimim izleyen yıllarda Ba- tı’nın “ avantgarde” arayışların­dan etkilenen sanatçıda bu yak­laşımın izleri, yakın yıllara değin, geometrik bir soyutlama kurgu­suyla boyanın yüzeysel ve görsel bir işlerlik kazanmasını bağdaş­tırma kaygısında görülüyordu. On yıldanberi ilgilendiği çevre sorunları genç kuşak sanatçıları­nın özgün arayış biçimleri ve üs­lup deneyimleri doğrultusunda Büyükişliyen’in resimlerine yan­sımakta. Başkent resminin ya­şanmış duyarlığıyla çağdaş soyut akımların etkileri, grafiksel öğe­lerin sentezini öngören yapıtla­rında bu iki tutum un değişik dozda bileşimleri yer yer ağır ba­sıyor. Kaim boya dokularıyla maviden siyaha dönüşen bir üç­lemesi ile siyah fonlar üzerinde­ki karışık teknikte soyutlanmış mekân tasarımları, bir dizi resim­de Ankara’nın doğa kirlenmesi­nin etkileri görsel bir düzeye ak­tarılmış. Pastel, kurşunkalem ve karışık teknikle beyaz fon üze­rinde inceltilmiş fırça izleriyle oluşan lekelerle saptanmış resim notlarında ise doğa ile soyutla­ma disiplini arasında çözüm ola­

nakları araştırılıyor. Soyut ve ka- ligrafik tuşlardan oluşan ve ka­dırgalarla kemerleri anımsatan birkaç resimde ise hocası Adnan Turani’nin izlerine rastlanıyor. Spontane bir lekecilikle hız kav­ramından çıkış yapan 1985 ya- pımlı suluboyalarında ötekiler­den ayrılan “ informel” bir eği­tim belirgin. Çoğu soyut mekân tasarımları olarak çeşitlenen re­simlerine son yıllarda doğasal nesneler ve kıyı peyzajından esin­lenen yorumlar da karışıyor. “ Serpinti” , “ Bir Gökyüzü Ana­lizi” , “ Kumsalda” , “ Kulaç” , “ özgürlüğe Çağrı” adlı yağlıbo­yaları doğal izlenime çok yakla­şan yalın, hızlı, taptaze renk de­ğerleriyle belirli bir düzeye ula­şıyor. Büyükişliyen’in geniş, coş­kulu fırça tuşları, yer yer kalın dokulu resimlerinde ön ve arka plan arasında gizli çizgiler ve ka­relerden oluşan renk skalaları da ilgi çekicidir. Bu grafiksi öğeler giderek düşünsel öğelerin ağır bastığı kavramsal bir yapıya dö­nüşüyor. insanın, toplumun, za­manın değişimini vurgulayan se- miyotik bir anlam da çağrıştıran bu renkli kareler bir bakıma espas araştırmalarına yol açıyor; öte yandan anlamdan anlama ge­çerek sonuçta anlamsızlığa dönü­şüyor.

Öteki Sergilerden Seçmeler

APTAN Heyamola adıyla tanınan özcan Onur’un (d.

1939) “ Elektronik resimler” i Destek Galerisi’nde sergileniyor. Sergi çağrısında Paris’te 1985 yı­lında “ Computer De Grafe” ı re­sim amacıyla kullanan dünyada­ki ilk ve tek ressam olarak tanı­tılan Onur, 1957-1962 yıllarında İstanbul D .G.S.A.’da resim eği­timi görmüş. 1969’da Bodrum’a yerleşerek betonarme tekne ya­pımına öncülük eden sanatçı, “ Heyamola” adlı yatıyla deniz turizmine de girişiyor. On yıl ön­ce Bodrum’da birçok öğrenci ve sanatçının çalışabileceği “ Atöl­ye Heyamola” yı kuran özcan Onur, 1984 Ekim’inden bu yana kışları Paris’te çalışmakta. Mul- tisoft Şirketi’nin 1985’te yapımı­na başladığı “ De Grafe” adlı bil­gisayarla gerçekleştirdiği orta boy televizyon ek ram boyutların­daki resimleri ilk bakışta değişik bir teknik ve gerecin göz alıcı, şa­şırtıcı ürünleri gibi karşılanıyor. Bilgisayara bağlı elektronik bir kalem aracılığıyla ekran üzerin­de oluşturulan ve “ De Grafe” ın on altı milyon renk tonu işleye- bilen kapasitesinden yararlanan

48

Page 48: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

Onur’un resimleri, elektronik ça­ğın olanaklarıyla resim sanatına yeni bir boyut katmayı amaçlı­yor. Bu yöntemle yapılmış 42 re­simde ekran biçimli yüzeyler tek­nolojinin zorunlu sonucu, ekra­nın noktalı dokusu, taptaze renk zenginliğiyle biçimlendirilmiş. Kaptan Heyamola’nın teknolo­ji ve sanat ilişkisini gündeme ge­tiren resimlerinde, sanatçımn bir­birine eklenen deney birikimleri, duyarlık, yorumlama, özgünlük ve üslup kaygısı yerine illüstra- tif ve fantastik biçimlemeler. Goblen tekniğini andıran doğal, süsleyici motifler ve fotoğrafın örnek tutulduğu portrelerde röp- rodüksiyon etkileri ağır basıyor. Oysa sanat yapıtlarında uygula­nan yöntem ve gereçlerden çok ortaya çıkan yapıtın görsel nite­liği, özgünlük ve kişilik kaygısı önem taşır. Sibernetikten biyo­niğe, genetikten uzay çalışmala­rına değin değişik bilim dalların­da da ilgilenen, ressam, heykel­ci ve deniz adamı Kaptan Heya- mola’nın serüvenli yaşamına, bu sergisiyle elektronik çağın ola­naklarını resme uygulayan yeni bir girişim daha eklenmiş oluyor.

ANAT etkinliğini 1975’ten bu yana kişisel ve karma

sergilerle sürdüren Atilla Tos’un (d. 1945), Ümit Yaşar Galerisi’n-. de açılan sergisi son yılların ya­pımı elliye yakın yağlıboyayı içe­riyor. önceki sergilerinde izledi­ğimiz nesnel gözlemlere fantazi payını da ekleyen çiçekler, ince kadın portreleri, çocuklar, kuş­lar gibi temalara bu kez at figür­lerini de ekleyen Tos, iyice eritil­miş, yumuşak, güvenli renk/le- ke yüzeyleriyle gerçekle düş ara­sında bir ortam oluşturmuş. Baş­langıçta modelden örnek alınmış, gerçekçi bir gözlemden çıkış ya­pan portre ve natürmortlarında duyarlı, dengeli, devingen bir renkçilikle deforme edilmiş bir biçim anlayışı yer yer konturlarla pekiştiriliyor. İmge gücünün kat­kısıyla bütünleşen genç kadın yüzlerinde kişilerin psikolojik de­rinliğine yönelen bir anlatım iz­leniyor. Kırsal bir kesimde ya da belirsiz bir mekânda özgürlük duygusunu simgeleyen at sürüle­ri, ikili üçlü at grupları ya da ay ışığıyla aydınlanmış bir ortamda ata binmiş figürlerle masalsı bir ortam oluşturulmuş. Yumuşak, devingen renk ve leke tonlarıyla uyumlu kontrastlan çekinmeden kullanan Tos, yüzeyci bir anla­yıştan yer yer somut bir mekân arayışına girişiyor. Çoğu atların ve portrelerin arka planında yer alan diri yeşiller, mavilerle bir doğa özlemi vurgulandığı ölçü­de, biçim ve anlatım ilişkisinde dış görünümle iç yaşantıyı bir

arada duyuran “ expressif” bir çözümün olanakları da araştırı­lıyor.

LK sergisini 1984 sonların­da Edpa Galerisi’nde açan

Aysu Koçak (d. 1955), bugünler­de gene aynı galeride yeni resim­lerini sergiliyor, önceki sergisin­de olduğu gibi Aysu’nun yeni re­simlerinde de manolyalar, kak­tüsler, nar çiçeği, ortanca v.b. çi­çeklerle ev eşyaları ve meyveler­den düzenlediği natürmortlar bü­yük yer tutuyor. Çok titiz bir gözlem ve yoğun bir işçilik içe­ren bu tür resimlerin, özellikle simle işlenmiş yerel nakışlı ve do- k umalı örtülerde ışık-gölge, de­rinlik etkileri fotoğraf gerçekçi­liğinden çok kılı kırk yaran bir atölye disiplininin yaşanmış du­yarlık payım da içeren ürünleri. Evinin sınırlı boyutları arasın­da çevresini saran çiçekler, san­dıktan çıkan işlenmiş örtüler, es­ki bir koltuk, bir süt güğümü, ekmek bıçağı gibi her gün karşı­laştığı nesnelerde gün ışığının sı­caklığını, değişen mevsimlerin hüznünü, yaşamın geçip giden akışım duyumsatan bir ortam oluşturuyor Aysu Koçak. Daha da önemlisi, “ görüntülerin ar­dındaki bu gizemli devinimleri” , nesnel gerçekçiliğin ötesindeki öznel duyarlığı yantısabilme kay­gısında oluşu. Bu doğrultuda ilk sergisinde beliren teknik yetkin­liği daha da pekiştirmiş görünü­yor. Natürmortların arasına ser­piştirdiği kırsal kesimden ya da

kıyı görünümlerinden birkaç peyzajda ise yerle gök kesiminin sonsuzluğuna, derinliklerine gi­zemli çağrışımlar ekleyen duyar­lıklı bir bakış ortaya çıkarıyor.

F UGOSLAVYA’da Kosova’ nın Peç kentinde doğan Ra- muş Ipek’in (d. 1940) Taksim

Galerisi’nde açtığı ilk kişisel ser­gi, gerçekçi bir anlatımı sağlam bir form anlayışı ve teknik bir yetkinlikle uygulaması bakımın­dan izlenmeye değer. Akademi öğreniminin dört yıllık ilk bölü­münü doğum yerinde gördükten sonra 1959’da ailesivle birlikte Türkiye’ye yerleşen ipek, 1959- 1964 yıllarında Güzel Sanatlar Akademisi’nin Cemal Tollu atöl­yesinde eğitimini tamamlamış. Uzun yıllar bir reklam şirketi res­samlığında çalışan sanatçı, an­cak 1983'ten sonra uğraşını sa­dece resim üzerinde yoğunlaştır­ma olanağını bulmuş. Akademi döneminden kalmış az renkli, kurutulmuş biberleri konu alan bir tablo ile yıllanmış ağaçların gövde ve dallarıyla sardunya çi­çeklerinden düzenlenmiş natür­mortlar, Erdek’ten, Anadolu’ dan köy görünümleri, doğaya uyumlu evler ve figür düzenleme­lerinde çok güçlü bir desen, form yapısıyla biçimlenen gerçekçi ve net bir anlatım beliriyor. Emir- gân’da bir kıyı, Şişhane’de bir sokak, Erzurum’da bir kurban bayramı öncesini konu alan yağ­lıboyalarla bir karpuz satıcısı, özellikle çiçek satan çingene ka­

dınlarını yansıtan figür düzenle­melerinden yer yer afiş ressam­lığından gelen illüstratif etkilere rastlanmakla birlikte, canlı ve hareketli bir figür anlatımı, sağ­lam bir form yeteneği ve renk­çilikle bütünleşen gerçekçi göz­lemleri Ramuş İpek’in gelecek çalışmaları üzerinde umudumu­zu güçlendiriyor.

AHMET KOKSAL

I. Uluslararası Asya*Avrupa Sanat Bienali

ÜRKlYE’de ilk uluslararası nitelikte bir sanat organi­

zasyonu olan Asya-Avrupa Sa­nat Bienali, A nkara Resim- Heykel Müzesi’nin bütün sergi­leme mekânlarım kapsayacak bi­çimde, 2 Mayıs 1986 günü tören­le açıldı. Böylece hazırlığı bir yüı aşkın bir zamandır süregelen ve ulusal jüri kararlan basınımızda tartışma konusu yapılan sergi, kamuoyunun gözleri önüne seril­miş bulunuyor. Sergiye, Türki­ye’nin yanı sıra Arnavutluk, Ce­zayir, Çin Halk Cumhuriyeti, Fransa, Hindistan, Irak, İran, İspanya, İtalya, Japonya, Katar, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriye­ti, Macaristan, Polonya, Ro­manya, Suriye, Suudi Arabistan ve Yugoslavya katılmış, ancak bu ülkelerden Hindistan ve Su­riye’ye ait yapıtlar, serginin açıl­dığı güne kadar kargodan çıkma­dığı için, söz konusu iki ülkeye ayrılan yerler, yapıtların gelece­ği tarihe kadar boş bırakılmıştır.

Demek oluyor ki I. Asya- Avrupa Sanat Bienali, Türkiye’ nin de içinde bulunduğu 19 ülke­nin çağdaş sanat yapıtlarını bir arada ve toplu halde izleme ola­nağı veren kapsamlı bir sanat et­kinliği olarak, kültür ve sanat ya­şamımızdaki yerini almış bulunu­yor. Katılım, sayıca ilk bakışta tatmin edici düzeyde görülmeye­bilir. Ancak Bienalin ülkemizde ilk kez düzenlenmekte olduğu göz önüne alınır, ülkelerle bü­yükelçilik düzeyinde kurulan bağlantıların zaman darlığı ve duyuru mekanizmasının geç işle­mesi nedeniyle yeterli etkiyi ya­ratmadığı da hesaba katılırsa, so­nucu gene de olumlu karşılamak gerekecektir. Bir yandan çağdaş Türk sanatının yerinde izlenme­sine olanak sağlayacak, bir yan­dan da yabancı ülke temsilcile­rinin hazır bulunduğu bir ortam­da başka ülkelerin sanatçılarıy­la tanışma ve tartışma fırsatı ya-Zahit BUyUkişliyen

49

Page 49: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

SERGİLERratacak bu tür bir organizasyo­nun devletçe ele alınması, öteden beri istenmekte, ortak bir arzu­nun ifadesi olarak sık sık dile ge­tirilmekteydi.

Ülkemizdeki çağdaş sanat bi­rikimi, uluslararası sanat biena- lini taşıyacak ve yaşatacak bir ol­gunluğa varmıştır diyebiliriz, Ni­tekim, katılan ülkelerin sayısı ve yarışmaya sunulan yapıtların ni­teliği ne olursa olsun, sergi birim­lerinin yer aldığı ve karşılaştırma olanaklarının somut biçimde or­taya çıktığı bu bienalde, Türki­ye bölümünü oluşturan yapıtlar, açılıştan sonra Ulusal Jüri Baş­kanı Doğan Kuban’ın yönettiği basın toplantısında, yabancı tem­silcilerin de belirtmiş oldukları gibi, başka ülkelerin yapıtları ya­nında seçkin bir düzeyin varlığı­na tanıklık edebilmişlerdir. Ulu­sal Jürinin değerlendirmesi, kuş­kusuz seçici kurulu oluşturan üyelerin, bu konudaki ölçütleriy­le ilgili bir sorundur. Bu ölçüt­ler, bütün seçici kurul kararları gibi tartışmaya açıktır. Ancak se­çici kurul kararlarına karşı seçe­nek olarak öne sürülen görüşle­rin, basma yansıyan bölümleri, bienal kavramının gerekli kıldı­ğı sınırların epeyce dışına taşıl­mış olduğunu göstermekteydi. Bilindiği gibi dünyanın sayılı sa­nat ve kültür merkezlerinde iki yılda bir düzenlenegelen bu tür yarışmalı sergiler, ülkelerin en yeni çağdaş sanat üretimlerini uluslararası ortamlarda tanıtma­yı amaçlar. Çağdaşlık, yenilik ve özgünlük, bieanalleri bileştiren temel ölçütlerdir. Her kuşaktan ve her boydan sanatçıyı belli oranda bir araya getirerek, bir tür toplu tanıtım ve genel çizgi­yi yansıtma amacı, bienaller için geçerli olamaz. Uluslararası sa­nat pazarına, ülkeyi temsil etmek üzere gönderilecek yapıtların se­çiminde ayrı yöntemler uygulan­makla beraber, ortak denebile­cek eksenin yenilikçi düşünceler çevresinde toplandığı söylenebi­lir.

URUM böyle olunca, bie­nal kapsamında bir araya

getirilen ülke yapıtlarının seçi­minde farklı ölçütlerden hareket edilmiş olmasını doğal karşıla­mak zorundayız. Ancak ölçütle­rin farklı olması, seçilen yapıtla­rın başarısı oranında bir geçerli­lik taşıyabilir. 1. Uluslararası Asya-Avrupa Sanat Bienali’nde, seçici kurulun Türkiye’yi temsil edecek yapıtları ve sanatçıları saptarken, genç kuşağın üretimi­ni toplu halde gözönünde bulun­durduğu ve bienal şartnamesin­deki bölümlemeye uygun olarak,

50

resim, heykel, seramik ve grafik dallarını kapsayan bir değerlen­dirme üzerinde durduğu görüle­biliyor. Müzenin sergi salonunu kaplayan bu yapıtlar, bütünüy­le Türk sanatındaki en yeni eği­limleri yansıtmıyor kuşkusuz. Ama bu eğilimlerin bir bölümü­nü de içine alan, bir çok yönlü­lüğü gözler önüne serdiği, dola­yısıyla sanatımızın bugününden bir kesiti yansıttığı görülebiliyor. Bienalin düzenleme kurulu top­lantılarında da tartışma konusu yapıldığı gibi, şartnameyi klasik geleneğe uyarak resim, özgün- baskı, heykel ve seramik dalla­rını içeren bir bölümlemeye tabi tutm ak, çağdaş sanat açısından bizi birtakım açmazlarla karşı karşıya bırakabilir. Çünkü çağ­daş sanat üretimlerini, bu tür bir bölümlemenin ötesinde, özgür yaratımın bir uzantısı olarak dü­şünmek ve bienali de bu düşün­cenin ışığında belli bir tabana oturtmak gerekecektir, iki yılda bir geleneksel olarak düzenlen­mesi düşünülen böyle bir bienal, katılacak ülkeleri, bu tür bir bö­lümlemeye uymaları ve göndere­cekleri yapıtları bu bölümleme­nin sınırları içinde seçmeleri ge­rektiği izlenimine götürebilir. Kültür ve Turizm Bakanlığı, her­hangi bir sıkışmaya yer verme­mek için hazırlığına bugünden başlanması gerekli olan bienalin, 1988’de uygulanacak olan şart­namesini, kanımızca, yeniden ele almalı ve bu konuyu açıklığa ka­vuşturmalıdır.

ÎENALlN genel görüntüsü, çağdaş sanat konusunun

çeşitli ülkelerce farklı algılandı­ğım göstermektedir. Daha doğ­rusu çağdaş sanat olgusu, bienale katılmayı kabul eden ülkelerin göndermiş oldukları yapıtlara, değişik görüş açılarıyla yansı­maktadır. Konunun mantığına eğildiğimizde, bunu doğal karşı­lamak durumundayız. Ancak Türkiye’de ilki düzenlenen bu bi­enal karşısında, katılan ülkelerin aynı ciddiyetle konuya eğildikle­rini söylemek oldukça güçtür, örneğin Batılı sanat geleneğinin temelindeki değerlerin mirasçısı kimi ülkeler —İtaly a ve İspanya— Türkiye’de düzenle­nen bu bienali, yarışmada dere­ce alma kaygılarının ya da seç­kin bir bölüm oluşturma düşün­celerinin ötesinde değerlendirmiş ve herhangi bir sergiyle bu bie­nal arasında fazla bir ayrım gö­zetmemişlerdir. Bunun nedenle­ri üzerinde durmak, belki de ay­rı bir yazımn konusudur. Öte yandan Çin Halk Cumhuriyeti ve Japonya gibi, bu konuda dene­yimli olmaları gereken ülkeler,

bienali, geleneksel el sanatlarını tanıtacak bir pazar olarak gör­müşler ve yarışmaya bu türden “ elişleri” göndermekle yetinmiş­lerdir. Bunda, sanırım, Türkiye’1 deki çağdaş sanat oluşumlarına yabancı kalmanın ve bienal şart­namesini yeterince incelememiş olmanın da bir payı bulunabilir. Buna karşılık Irak gibi bir Arap ülkesi, belki de en güçlü sayıla­bilecek sanatçılarıyla sergide cid­di bir yer işgal etmenin sorum­luluğunu üstlenmiştir. Irak’m ya­nında İran, belki de ülkede ge­çerli olan politik eğilimin bir gös­tergesi o la rak a lınabilecek “ milli” sanat ürünleriyle, bienal­de temsil edilmeyi uygun gör­müştür.

İENALİN en dikkate değer bölümleri, başta Polonya

ve Fransa olmak üzere orta Av­rupa ülkeleri, bu arada Macaris­tan, Romanya ve Yugoslavya’ dır. PolonyalIlar, sergide, her yö­nüyle ilginç üç ressam ve bir hey­kel sanatçısıyla temsil ediliyorlar. Nitekim, sergi komiserlerinin oluşturduğu uluslararası seçici kurul, PolonyalI iki ressamla bir heykeltraşı, yerinde bir kararla ödüllere değer bulmuştur. Hey­keltıraş Adolf Ryske, büyük kit­lenin metamorfoz yoluyla figü­re dönüşümünü konu alan hey­kellerinde, ressam Stawomir Ra- tajski ise yeni-fauve akımının bü­yük boyutlu tuallere uygulanmış kompozisyonlarında göz doldu­rucu ustalıklarını sergiliyorlar. Jon Dubkowski için de aynı şe­yi söyleyebiliriz.

Genç Fransız ressamı Domi­nique Gauthier, bu ülkenin bie­nale seçip gönderdiği tek sanat­çıdır. Bizim seçici kurul, bu yön­teme uyup Türkiye bölümü için bir tek sanatçıyı uygun görseydi, sanırım’ şimdikinin birkaç katı bir tepki almış olurdu. Ne var ki Gauthier, reçineyle sertleştirilmiş ve birbiri üzerine oturtulmuş tual parçalarıyla oluşturduğu koca re­simlerinde, Fransa gibi bir ülke­yi tek başına temsil etmenin ağır­lığı altında ezilmiyor. Kendisi bu çalışmaları için “ Yeni-Barok” ya da “ Yeni-Fauve” terimlerini kul­lanıyor. Elbet kavramsal endişe­lerden hareket ettiğini de sakla­mıyor. Soluklu ve cesur bir sa­natçı karşısında bulunduğumuz bir gerçek.

Macarlar, Fransızların aksi­ne, bienalde birkaç sanatçı bu­lundurmayı ve ülkelerinin çağdaş sanat oluşumunu, en yeni say­dıkları yapıtlarla dışa vurmayı gerekli görmüşler. Romanya için de aynı şeyi söylemek mümkün.

Yugoslavlar ise, kuşkusuz çok başarılı oldukları bir dalda, öz­gün baskıda bienalin ilgi çekici bir bölümünü oluşturuyorlar.

Cezayir ve Suudi Arabistan, geleneksel kültürün büyük ölçü­de yönlendirdiği, ancak çağdaş sanat gelişmelerine ayak uydur­ma girişimlerinin de gözden uzak tutulmadığı eğilimleri benimseyi- ci yapıtlarla yer alıyorlar sergi­de. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhu­riyeti, bugün bu kesimde etkin bir sanatçı işlevini benimsemiş görünen bir grup tarafından tem­sil ediliyor. Bu gruptan Aylin ö rek ve Emin Çizenel gibi sanat­çıları, daha önce başka sergiler­le de tanım akta, çalışmalarını olanaklar ölçüsünde izlemektey­dik. Kıbrıslı genç sanatçılar, gö­ründüğü kadarıyla, hem Türki­ye’deki hem de ülke dışındaki sa­nat etkinliklerine daha dinamik biçimde katılmanın gerekli oldu­ğuna yürekten inanıyorlar. Ne var ki bienalin açıldığı günlerde, Ankara’da bir başka galeride dü­zenledikleri karma serginin, bi­raz aceleye gelmiş görüntüsü, on­ların bu inançlarına bir parça gölge düşürmekteydi.

SYA-Avrupa Bienali’nin ödül sistemi, olabildiğince

çok sanatçıyı değerlendirme ve ülkeleri özendirme ilkesine dayalı bulunmakta, bu yönüyle daha çok ilerdeki bienallerin yaratabi­leceği ihtiyaçları karşılamaya yö­nelik bir görünüm taşımaktadır. Cumhurbaşkanlığı Atatürk Sa­nat Ödülleri, Başbakanlık Dost­luk ve Barış ödülleri, Kültür ve Turizm Bakanlığı Asya-Avrupa Sanat ödülleri, Resim-Heykel Müzesi Osman Hamdi Sanat ödülleri adı altında dörder ödülü içeren bu sistemi de yeterli gör­memiş olacak ki, uluslararası se­çici kurul, “ Jüri özel ö d ü lü ” adı altında yedi ödül daha ver­miştir. Ödülerin bu derece geniş tutulması, hiç değilse ilk bienal için eleştiri konusu olabilir.

ÜLTÜR ve Turizm Bakan­lığı, bienal çerçevesinde,

Türkiye Bölümü’ne yöneltilen eleştirileri biraz hafifletmek, bu arada “ Türk plastik sanatlarım gereği gibi tanıtm ak” ve bu ko­nuda “ genel bir fikir vermek” amacıyla Mayıs ayının ilk yarı­sını kapsayacak bir “ Çağdaş Türk Sanatı Sergisi” düzenlemek gereğini de duymuştur. Ancak Devlet Galerisi’nde düzenlenen bu serginin, bir “ refüze” sergi ya da “ tâviz” sergisi olarak değer­lendirilmesi yanlış olur. Böyle bir karma sergi, eksiklerine ve katıl-

Page 50: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

ma isteksizliğine karşın, her za­man düzenlenmesi mümkün ola­bilecek, tanıtıcı bir gösteridir. Türk sanatını, genel çizgileriyle ortaya sermek, kuşak ayrımı gözetmeksizin tüm eğilimleri ta­nıtmak dışında, bienalle doğru­dan bir ilgisinin varlığını savun­mak da oldukça güçtür. Ama bi- enal nedeniyle Türkiye’ye gelen yabancı sanatçıların ve sergi ko­miserlerinin, çağdaş sanatımızı bilmedikleri ya da yeterince izle­medikleri dikkate alınırsa, top­lu bir gösteri olarak yararların­dan da söz etmek mümkün, iler­de bu tür bir sergiye gerek duyul­mayacağı umulabilir.

Kültür ve Turizm Bakanlığı yetkilileri, bienal için “ hayati” bir önem taşıyan katalog hazır­lama işini, ödül töreninin yapı­lacağı Haziran ayına ertelemiş bulunmaktadır. Daha doğrusu bu erteleme, koşulların ortaya çı­kardığı zorunlu bir gecikmeden kaynaklanmıştır. Kanımızca ka­talog, hele bu tür önemli sergi­leri yarınlara aktarmakta ve bel­gelemekte, ilk planda düşünül­mesi gereken bir konudur. O ne­denle de açılış törenini ve ödül sonuçlarını izleyen ilk günde ya da haftada izleyicilerin, basın temsilcilerinin, yabancı ülke sa­natçılarının yararına sunulmalı, çalışmalar bundan böyle, bu amaca göre düzenlenmelidir.

I f~AZİRAN ayının sonuna 1 1 kadar açık kalacak olan I. Asya-Avrupa Sanat Bienali, Türk sanatını dışa açmakta, dı­şarının sanatını ülkemize aktar­makta olduğu kadar, dostluk ve barış düşüncesini kökleştirmek­te atılmış önemli bir adımdır . Bu tür uluslararası sanat organizas­yonları, büyük yatırım ve emek isteyen, eksiksiz gerçekleşmesi pek de kolay olmayan kültür et­kinlikleridir. Nitekim Asya- Avrupa BL-nali de, bu açıdan ba­kıldığında tüm eksikleri ve aksak yönleriyle desteklenmesi, omuz verilmesi gereken olumlu bir ha­rekettir. Ülkemizdeki sanat ku­ruluşlarına, sanata gönül veren kurumlara ve kişilere düşen gö­revler, en azından bu organizas­yonu destekleyici ve kolaylaştı­rıcı olmalıdır.

Mevsim Sonuna Doğru

ğ-f IR sanat mevsimi daha bit- U mek üzere. Haziran ayı ge­lip dayandığında, yoğun sergi et-

Polonyalı ressam Jan Dubkowski’ nin, “ müstehcen” bulunarak sergiden çıkarılan tabloları

D E V L E T , S A N A T I Ç O K İY İ K O R U M A L ID I R

I. A sya-A vrupa B ienali’nde yer a lan , P o ­lonyalI ressam Jan D ubkotvski’nin bir tab lo ­sunu pornografik bu larak , “ Bu sanat değil, ç irk in lik tir” yorum uyla, K ültür B akanı’ndan söz konusu tab loyu sergiden kaldırm asını is­teyen Sayın C um hurbaşkanı K enan Evren, Fransa’da Devlet Başkam M itter/and adına açı­lan bir yarışm ada büyük ödül kazanan ürün konusunda da, “ Bu resim y ırtık m ı?” sorusu­nu sordu. Sayın C um hurbaşkanı’nm isteği üze­rine PolonyalI ressam ın ürünlerinin sergiden kaldırılm ası em rini veren Sayın Taşçıoğlu, bu konuda sorulan bir soruyu, “ Bu, benim le m e­m urum arasındaki bir iştir” sözleriyle yan ıt­ladı. B akanlık M üsteşarı Sayın A rık ise, gaze­tecilerden olup-bitenleri yazm am alarını rica et­ti.

Bir asker ve devlet adam ı olan Jaruzelski’ nin ayrıca uyarılm ası gerekirdi, diye düşünü­yorum . Bu tü r resim lerin ülkesinde yapılm ası­na göz yum m asına bir söz söyleyemeyiz gerçi, bu P o lonya’nın iç işlerine karışm ak olur ne de olsa, am a bu ürünlerin ülkesini temsil etm ek üzere seçildiğinden haberdar olduğuna inan­m ak çok güç. Y oksa, onun d a , Sovyetler’in Nureyev konusunda yaptığı tü rden b ir girişim­de bu lunup , bu “ sanat olm ayan çirkinliğin” sergilenmesini önleyeceğinden, ben kendi pa­yım a herhangi bir şüphe duym uyorum .

Kaldı ki, devlet ile sanatın ilişkisinde esas edan korum a öğesidir. Sanatta, edebiyatta ken­diliğinden var olduğuna esefle tanık olduğumuz sapık öğelerden toplum korunm ayacak o lur­sa, M evlânâ’nm “ M esnevi” si ya da N edim ’in pervers şiirleri, tıpkı L eonardo d a Vinci’nin ya da Nicolas Poussin ’in alenen cinsel birleşmeyi

konu edinen tab lo ları gibi bir ulusun manevi çöküşünü hazırlayabilir. N itekim , L ût kavmi- nin başına gelenlerin nedenini de başka yerde aram ak d u rum unda herhalde değiliz.

Bizde, her şeyin hallaç pam uğu gibi dağıl­dığı 1980 öncesinde, devlet ile sanat ilişkisi açı­sından da üzücü bir gevşemeye tanık olunm uş­tu. H atta , Sayın K oru türk’ün döneminde Ç an­kaya’ya sanatçıların davet bile edilmiş olduğu­nu bugün şaşkınlıkla anım sayanlarım ız az de­ğildir. Neyse ki, bü tün huzursuzlukların kay­nağına inildiği 1980 sonrasında, devlet-sanat ilişkisine de yeni boyutlar getirilmiş, bunun so­nucunda da, İskandinav ülkelerinin önyargılı m uhalefetlerine rağm en H alley, 53 puan to p ­lam ıştır. Sayın C u m h u rb aşk an ın ın I. Asya- A vrupa Bienali’nde gösterdiği duyarlığın bun­dan böyle diğer yetkililer için de b ir örnek dav­ranış oluşturacağı um udundayım .

ENİS BATUR

51

Page 51: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

SERGİLER

I Hindistan bölümünde yer alan resimlerinden biri

kinlikleriyle çalışmalarım sürdür­müş olan galeriler, yeni mevsi­min hazırlıklarına başlamak için rahat bir soluk alacaklar. Sergi izleyicileri, meraklılar, önümüz­deki mevsim hangi sergilerle kar­şılaşacak, hangi sürpriz olaylara tanık olacaklar? Bunu zaman gösterecek elbet. Birbirinin üç aşağı beş yukarı benzer yapıtlar­dan, “ çırpıştırılmış” işlerden, göstermelik çalışmalardan bunal­mış olan izleyici, dileriz, önü­müzdeki mevsim, geride bıraktı­ğımız ayların sergilerini aratm a­yacak daha kapsamlı, araştırma ürünü işlerle karşılaşırlar.

Geçtiğimiz ayın sonlarına doğru, Ulusal Egemenlik Haftası nedeniyle düzenlenen etkinlikler arasında “ Çağdaş Türk Plastik Sanatları Sergisi” , ayın en seç­kin sanat şöleni —yalnız ayın mı?— olma niteliğini taşımakr taydı. Topu topu bir hafta açık kalan ve ne yazık ki yeterince iz­lenip görülemeyen bu sergi, ben­zeri karma sergilerden iki yönüy­le ayrılmaktaydı: Sergide yer al­ması uygun görülenler, yaşayan sanatçılar arasından bir seçici ku­rul kanalıyla seçilmiş ve serginin oluşturulması görevi, TBMM adına Hacettepe Üniversitesi Gü­zel Sanatlar Fakültesi tarafından üstlenilmişti. Resim, heykel, öz­gün baskı ve seramik dallarında, belli bir düzeyin üstüne çıkabil­miş ve günümüz Türk sanatını başarıyla temsil edebilmiş sanat­çıların oluşturduğu yapıtlar top­lamı, T. İş Bankası Genel Mü­dürlüğü Galerisi’nde yer alan bi­çimiyle, çağdaş sanatımızın bu­gün varmış olduğu noktayı, ku­şak ve eğilim ayrımları dışında ortaya sermekte idi. Sergiyi ge­zen ve dikkatle inceleyen bir kim­se, Türk sanatının 1950’Ii yıllar­dan bu yana, aşağı yukarı 35-40 yıl içinde nereden nereye geldi­ğini, hangi yollardan geçtiğini, hangi kaynaklardan beslendiği­ni ve amacına ne ölçüde ulaştı­ğım açık bir somutlukla izleye­bilmekteydi.

Sergi nedeniyle bastırılan kapsamlı kataloğun, özenli bas­kısıyla, bugüne kadar, bu türde yapılan çalışmalara ciddi bir kat­kı sağlayacak düzeyde olması da ayrıca önemliydi.

OKU’da Nihat Tando- ğan’ın sergisini, Türk res­

minin emektar temsilcilerinden Şeref Bigalı’nın sergisi izledi. Ni­hat Tandoğan’ın, akademik sa­nat terbiyesini, klasik doğa göz­lemini yüceltmeyi amaçlayan re­simleri, çok kimse tarafından belki de “ modası geçmiş” örnek­

ler olarak nitelenebilir. Ben o ka­mda değilim. Resimleri “ moda” ölçüsüne göre sınıflandırmaya gi­rişirsek, bugün gündemde oldu­ğu varsayılan akım ya da eğilim­lere göre oluşturulmuş nice çalış­manın, günümüz hızlı akış ve ile­tişim sürecinde ra h a tlık la “ miadım” doldurduğu, gündem­den silindiği görülecektir. Nihat Tandoğan, inandığı bir türün temsilciliğini yapıyor. Bu tür, de­seni ve konstrüksiyonu esas alan bir anlayışın ürünüdür. Figür çiz­diği halde figürü beceremeyenle­rin, bu resimden alacak paylan bulunduğu su götürmez.

Şeref Bigalı’mn resmi, izle­nimci anlayıştan kaynaklanan, ancak bunu yeni oluşumlarla zenginleştirme amacına yönelik, bir bakıma “ melez” bir üslup te­meli üzerinde biçimlenmekte, es­ki çahşmalanna bu kez, biraz da­ha mütereddit soyut elemanlar eklemektedir.

Oya Katoğlu’nun, uzun bir aradan sonra Tanbay’da sergile­diği resimleri, Uzakdoğu sanatım akla getiren ve alıştığımız anla­yışıyla kolayca bütünleşen doğa­sal stilizasyonların eşliğinde, bu kez fazla belirgin olmayan bir

espas arayışına tanıklık ediyor.

S iyah-B eyaz’dak i Barış Eren’in fantastik ve gerçeküstü- cü kökenli çalışmaları için, da­ha önce olumlu şeyler yazmış ve asıl uğraşı tiyatro olan bu genç arkadaşın geleceği için umutlu olduğumu belirtmiştim. Bu ser­gisi, öncekinin bir devamı ve sa­natçı fantezisinin daha berrak bir uzantısı gibi görünüyor.

Mi-Ge, genç sanatçılar ara­

başaran

günler tuz rengi

İS.

sında “ Barış ve Dostluk” tema­sına bağlı olarak düzenlediği ya­rışmayı sonuçlandırdı. Yarışma­ya gelen resimler, genç sanatçı­ların bu tema çevresinde görüş ve yorumlarını, hangi plastik çö­zümler düzeyinde ele aldıklarım toplu halde yansıtmakla kalmı­yor, genç sanatçı kuşağının bir kesiminin algı ve beğeni düzeyi­ni de, kendi eğilimleri çizgisinde ortaya koyuyor. Genç kuşak, el­bet bu resimlerle sınırlı değil. Gö­nül isterdi ki, yarışmaya bugün yapıt üretmekte olan bütün genç sanatçılar katılsın ve kendi ku­şaklarının da sloganı haline gel­miş olan bu mesajı, resimsel de­ğerleri dışlamayacak sır-rlar için­de ele alabilmenin olanaklarını gösterebilsinler. Yarışma, hiç de­ğilse şimdilik bu tür olanaklarınneler olabileceği konusunda bir ön fikir vermiştir. Seçici kurulun ödüle değer yapıt bulamamış ol­masını, katılmanın istenen ölçü­ye varmamış olmasına bağlaya­biliriz. Ama mansiyonların dü­zeyi, bundan böyle genç sanat­çıları özendirici bu tür yarışma­ların daha sık düzenlenmesi ge­rektiği görüşünü güçlendirici ni­teliktedir.

KAYA ÖZSEZGİN52

Page 52: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

YENİ YAYINLAR

Ödüller ve •••

ÇOK şey söylendi ödül üstü­ne. Neydi ödül? Bir yararı var mıydı sanatçıya? Son yıllar­

da böylesine çoğalmasına ne de­meliydi... Nerdeyse ödüllendiril­memiş yazar ozan kalmayacak­tı. Düpedüz bir değer yitimi sa­yılmaz mıydı bu ...

Aslında kendi kendisiyle ya­rışırdı sanatçı, kendisini aşmaya çalışırdı. Düşündüğünü gerçek- leştirebilmekten, sözünü yerine ulaştırabilmekten daha büyük ödül olur m uydu... Kendi ödü­lünü kendi yaratan kişi olmalıy­dı sanatçı...

Hem, ödüllerin tam yerini bulduğu da söylenebilir miydi?..

Bir bakıma anamalcı düzenin bir tür pazarlama yoluydu ödül­lendirme. ö d ü l kazanan yapıtın basılma, satılma şansı artıyordu; kimi zaman biraz soluk aldırıyor­du sanatçıya, özendirici de olu­yordu.

ödüller üstüne yazılıp konu- şuladursun, giderek “ büyük ik­ramiye” boyutunda ödüller de göründü...

Akademi Kitabevi ödülleri’ nin verilişi sırasında bir konuş­ma istendi İlhan Selçuk’tan. De­ğerli yazarımız aşağı yukarı şun­ları söyledi dinleyicilerine;

“ ö dü llend irm e kuşkusuz önemli bir olay. Binleri ya da bir kurum, birilerinin ürettiğini be­ğeniyor, bir şeyler ödüyor ona. Ödül alan için de ilginç olay, dü­şündürücü... Burada ödülün kimliği sorunu çıkıyor ortaya: Ödülü koyan kim, ya da hangi kurum? Amacı ne? Seçiciler ku­rulunda kimler var? Şimdiye de­ğin bu ödülü alanlar?.. Bir ödü­lün kimliği bunlara bakarak sap­tanabilir, değeri d e ...”

Akademi Kitabevi ödülleri’ nin galiba ödüller arasında ayrı bir özelliği var. ödülü koyan, amaç, seçici kurul... Gençlerin yayımlanmış, ya da yayıma ha­zır ilk yapıtları ödüllendiriliyor, bir tür yol açıcılık... Gerçekten de yüreklendirici, onurlandırıcı bir ödül. Şimdiye değin ortaya çı­kardığı ozanlardan akla gelenler şunlar: Ozan Telli, Turgay Fişek­çi, Hüseyin Haydar, Ahmet Ada, Ali Cengizkan, Suat Var- dal, Nevzat Çelik, Mehmet Ya­şın, Süha Tuğtepe, Hüseyin Alemdar...

Gelelim ödüllendirilmiş ya da kendi ödüllerini yaratmaya çalı­şan yapıtlara (sanatçılara)!

IŞIK Merdiven, Mehmet Yaşın, Cem Yayınevi, 64 sayfa,330 lira.

AHA önce Sevgilim Ölü Asker adlı yapıtıyla Aka­

demi Kitabevi Şiir Birincilik Ö dülü/A .Kadir Şiir ö d ü lü ’nü kazanmış Mehmet Yaşın, yitirdi­ği annesi Ayşe Süleyman’ın anı­sına adamış yeni yapıtım; onun ölümünden duyduğu acıyı, ölüm üstüne duygulanmaları dile getir­miş kitap boyunca, tümümüzde yankılanan boyutlar kazandırmış “ acı” ya... “ Günün birinde/ço- cuklarına verdikçe zenginle- şen/bir anne olur yeryüzü/ve yeryüzü olursun sen” . Ozan, an­nesinin anılarından alıntılarla görsel özellikler de kazandırmış yapıtına. Arkakapakta'şöyledeni- yor: “ Şairin lirizm ve hum oru, yalınlık ve derinliği, bireysel ve toplumsal yaşayışları kaynaştıran şiir çizgisi yeni bir boyutta sürü­yor.” Yine kapak yazısından, ozanın şiirlerinin, 10’u aşkın ya­bancı dile çevrildiğini, Kıbrıslı Türkler ve Rumlarca bestelendi­ğini öğreniyoruz.

TOPLANMIŞ SEVGİ ÖLÜLE­Rİ, Hüseyin Alemdar, Broy Ya­yınlan, 64 sayfa, 400 lira.

KADEMİ Kitabevi 1985 Şiir ödülü Seçici Kuru-

lu’nca başarılı sayılmış bir yapıt. A .Kadir’den, Kemal ö z e r’den, Nazım’dan, Ülkü Tamer’den alıntılar, bölüm başlıkları olmuş kitapta. “ Sunu Yerine” de şöyle diyor ozan: “ Ayrılıklarla başla­dı şiirim; acılarla çoğalttım acı­mı. İnsancıl, banşçıl yüzlerde se­rinlendi acım... Okurum, hep şi­

irini yazdıysam acının bağışla! Bu can bu yürek varken bende, şiirini yazacağım umut ve kavga­nın d a .” Hüseyin Alemdar, içe işleyen dizelerle insanı, yaşamı dile getiren bir acılar ozanı. Se­çici Kurul üyesi Kemal ö z e r’in yargısı şöyle: özetle söylersek ya­şadığım imgelerle düşünebiliyor, imgelerini bir sesin, bir ritmin oluğundan akıtabiliyor. Açık yü­rekli, konuşkan, yaşamı her yö­nüyle kucaklamaya hazır bir ozan.” “ Gülle Gözyaşı” nda: “ Tutuklanırsam sakın ağla- ma/güle gözyaşı damlatmak/ya- sakmış bu sokakta!” diyen ozan, okuruna verdiği sözü tutacak umut ve kavganın da şiirini ya­zacak elbet.

SİSTE KALABALIKLAR, Yıl­maz Odabaşı, Memleket Yayın­lan , 64 sayfa, 300 lira.

lYARBAKIR’ın Çermik il­çesine bağlı Başarı köyün­

de doğmuş ozan (1961). Köyü­nün adı Başarı da olsa, Alman­ya’daki Türk işçileri gibi köylü­lerimiz “ en alttakiler” hâla; oku­yabilmeleri, yaşamlarım sürdüre­bilmeleri, hele seslerini duyura- bilmeleri Kafdağı’nı aşma bir tü r... “ Dipnotlar” , “ Pusuda Yalnızlıklar” , “ Dili Olsa” bö­lümlerinden oluşuyor Yılmaz Odabaşı’nın Siste Kalabalık- lar’ı... Zor günlerden, yaşamın sancılı yanlarından ses veriyor ozan, çocuksu bir sayıklamayı andırıyor kimi zaman dili... “ Çocuklar da üşüyor ortaçağlı acılarda/Biliyorum/yıldızlar da üşüyor./Böyle bir ortamda “ vur­gun yemişçesine” şiirlere akıyor ozanın yüreği. Kısa kısa dizeler

ceMB-

ÖZEL10

dökülüyor ağzından. Gene de di­rençli. Mapusane Güncelerin- den” in birinde şöylj diyebiliyor: “ Yansıdıkça ayışığı ıslak dalla- ra/D erim bir çığlıkta tükenmez gençliğimiz/Doğrulur ve doğrul­tur inan/B ir’e bin veren diriliği­miz” . Tümüyle bir “ tanık şiir” Odabaşı’nm şiiri; terli yamna so­kulmuş akşamlar, terli yanına sisli kalabalıklar... Sisin dağılma­sını, kalabalıkların aydınlığa çık­masını özletiyor: “ Benim susa­mışlığım yazacak Aşkın/ve acı­nın tarihini” demekte haklı.

Y ERYÜ ZÜ AŞKIN YÜZÜ OLUNCAYA DEK, Adnan Yü­cel, Yön Yayıncılık, 80 sayfa, 450 lira.

İ T AVGALARA Sözlenen -* * Sevda, Soframda Kaval Se­si, Bir özlem Bir Tiirkü'den son­ra, ozanın dördüncü yapıtı. H a­yır, ödüllü değil ama, ödülünü kendi yaratmaya çalışıyor Adnan Yücel, Mehmet Yaşar Bilen’in hazırladığı 70 Kuşağı Şiirimizi Taşıyor adlı yapıtta bir soruyu şöyle yanıtlıyordu: “ Şiirin işi, so­yutu somut, bilinmezi bilinir kıl­maktır. Bu yüzden kendi şiirle­rimde, zor imgeleri bile doğal bir imgeymiş gibi yalın bir dille ver­meye çalışırım.” “ Yeryüzü Aş­kın Yüzü Oluncaya Dek” te ozan: “ Aşksız ve paramparçay­dı yaşam/Bir inancın yüceliğin­de buldum seni/Bir kavganın gü­zelliğinde sevdim/Bitmedi daha sürüyor o kavga/Ve sürecek/ Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek” deyip çıkıyor yola. Umu­dun, direncin, sevginin yolculu­ğu, destanı bu yapıt.

“ öm rünü destan gibi yürü- yenler” in uzun soluklu şiiri, Yü- cel’in yapıtı.

KASIM ÇİÇEKLERİ, Sabahat­tin Kömürcüoğlu, kendi yayını, S00 lira.

• •

Ö ĞRETMEN ozan Kömür­cüoğlu, 57 şiirini toplamış bu ikinci yapıtında. “ Sunuş” ya­

zısını yazan Şinasi özdenoğlu şöyle diyor: “ İyi şair, — bir an­lamda — en güzel şiirini bile aş­mak zorunda olan kişidir. Bu yalnızca Sabahattin için değil, en ünlü şairler için de böyledir. (...) Şiirin ne olduğunu ve ne olma­dığını bilen Kömürcüoğlu, inanı­yorum ki, umutlarımıza haklı­lık kazandıracaktır.” Ozandan bir dörtlük: “ Açın kapınızı açın/Alın beni evinize/ölümsüz sevgiyim ben/Işık olurum size.”

MEHMET BAŞARAN53

Page 53: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

MÜZİK

İ.D.S.O. ile Mevsim Sonu Konserleri, TRTTV'de "Pazar Konserleri" ve Gerçek Bir Bale Şölenif j ALIŞM ALARI yıllardır

görülmemiş hoşgörüyle er­ken kesilen devlet müzik toplu­luklarındaki görevlilerin, Ankara Cum hurbaşkanlığı, İstanbul ve İzmir Devlet Senfoni orkestraları üyelerinin yüreği baharla tomur­cuklanan ağaçları, koncadaki çi­çekleri görür görmez dünyada galiba hiçbir topluluğa nasip ol­mamış aylar süren uzun mu uzun tatil süresinin kıvancıyla tatlı tatlı çarpar, böylesine bir coşkunun etkisi mevsim sonu konserlerine bir başka renk ve tat katar.

l.D .S.O . mevsimin bir önce­ki konserinde 1.1. Galati yöneti­mindeydi, başkemancı yerini Ce­mal Özdoğan almıştı. Ve dünya­da ilk kez kısa süre önce Roman­ya’da seslendirilen bir eser prog­ramın ilk parçasıydı; Kemal Sün- der, “ Op. 26 Timpani Konçer­tosu” ... Yeni bir alana el atmak amacıyla yazıldığı besteci tarafın­dan açıklanan “ Konçerto” , ça­lmışı boyunca ilginç bir esinin, bilgili bir işçiliğin ürünü olduğu­nu kanıtladı durdu. Avrupa’ya önce İspanya yoluyla Arapların, Haçlı Seferlerinde zırhlı şövalye­lerin, daha sonraları at üstünde ikili biçimiyle sipahilerimizin ta­nıttığı davul 18. yüzyıl sonların­da mekanik donatım lar sayesin­de orkestraların önemli çalgıları arasına katılmış, yüzyılımızda O. Gerster, F. Donatini ve W. Tha- erichen gibi bazı besteciler yapı­sı ve tokmaklarının zorunlu kıl­dığı nitelikler kadar çalmışında­ki inceliklerle de ustalık gerekti­ren çalgıda değişik bir anlatım yolu bulmuşlardır. Sünder çalgı­yı yaylı ailesinden viyolonsel ve kontrbasların, tahta ve maden üfleme çalgıların eşliğine kata­rak, birbirine bağlı üç lirik bö­lümle oluşan “ Konçerto” sunu son verimlerine ekledi. Bu deği­şik partisyonu ilgiyle izledik, so­list olarak katılan Yücel Berrak’ı alkışlarımızla kutladık.

Yurdumuzda öğretmenlerin­den sağladığı bilgi ve deneyimi daha sonra Münih’te gene değerli eğitimciler yanında geliştiren pi­yanist Hülya Saydam’la solist olarak uzun süre sonra tekrar buluşmak, müzikseverleri sevin­dirmiş olsa gerekti. Bn. Saydam gene l.D .S.O . eşliğinde F. Cho- pin’in “ Op. 21 No. 2 Fa minör

Konçerto’’sunu, ilk gençlik dö­nemi duygularıyla yoğrulmuş, rom antik evrene özgü renklerle bezenmiş ünlü eseri sanırım din­leyenlerin onayladığı kusursuz tekniği, Chopin edebiyatına pek yaraşan yumuşacık basışlarıyla seslendirdi. Değerli sanatçımızı bundan böyle daha sık görmeyi dilerdik... Konserin ikinci yarı­sında bestecisi S. Prokofiyef’in “ çocuklar için senfonik masal” diye tanımladığı “ Piyortr ile Kurt” u dinledik. l.D .S.O. solist­leri ve gruplarından... 1936’da Moskova Merkez Çocuk Tiyat- rosu’na “ anlatıcı ve orkestra” için düzenlenip bestelenen ve bir Rus halk masalını zekice buluş­lar ve lirik ezgilerle anlatan ese­ri Devlet Tiyatrosu oyuncuların­dan Zafer Ergin’in açıklamala­rıyla izledik. Ancak, birkaç önemli noktayı da anımsamadan edemedik; “ senfonik m asal” ın örneğin B.Britten’den “ Genç. A dam ın O rkestra ö n d e r i” , J.H aydn’ın “ Oyuncak Senfoni­si” gibi eserlerle birlikte her mev­sim yalnız çocuklara en az iki konserle dinletilmesi, anlatıcı ge­rektiğinde söylediklerini salonun her köşesine ulaştıracak “ ses bü- yüteçleri” nin kullanılması.

D.S.O. Mayıs’ın ilk günle­rinde 1.1. Galati yönetimin­

deki “Bahar Konseri” ile kapa­yıverdi sezonu. Genelde gençle­re seslenen Amerikan ağırlıklı parçalar, klasik eserlerin “pop” düzenlemeleri ve arada topluluk üyelerinin oluşturduğu “Jam Session’Ta salonun olağanüstü coşkusunu gözlerken, gene bazı düşüncelere daldık; bu tür prog­ramları her mevsim en az iki kez düzenleyip birini de “yılbaşı gün­lerinde dinletmek, parçalara daha çok Avrupa kaynaklıları katmak, sahneyi süsleyen çiçek­lerde daha eli açık davranmak. l.D .S .O . üyelerine uzun tatilleri boyunca mutlu günler dilerken konser mevsimlerini daha iki-üç hafta uzatamaz mıyız diye sor­maktan kendimizi alamadık. “Bahar Konseri” nedeniyle yö­netici 1.1. Galati’ye ve başkeman- cı Yusuf G. Aksöz’e selam.

STANBUL Devlet Opera ve Balesi’nin günümüz bale

sanatında büyük yetenek Rudolf Nureyev’le düzenlediği “ Uyuyan Güzel” gösterisi kentimiz sanat­severlerinin anılarında uzun yıl­lar tazeliğini koruyacak. İlk kez 1890’da Petersburg’da sahnele­nen ve konusu romantik halk masalından alınan ünlü eser P .l. Çaykovski’nin zarif ve etkin mü­ziği ile bütün dünya sahnelerine

yayılmış, “ beyaz bale” dağarının ölümsüz örnekleri arasına katıl­mıştı. Daha önceleri Londra’da Royal Ballet, New York’ta “ City Ballet” ve İstanbul’da Bolşoy Balesi’nden seyrettiğimiz aynı eserin gösteri nitelikleri yönün­den onlardan hiç de aşağı kalma­dığını savunabiliriz. Ayrıca, ge­ne Nureyev’in “ solo’Tarmın ve Faboenne Cerruti ile “ pas de de- ux” lerinin doyumsuz bir zevk oluşturduğunu belirtmeliyiz. Karşımızda, bale potasında piş­miş, usta mı usta, elliye yaklaşan yaşının bilincinde bir “ dansçı” vardı; bütün “ bale” hareketle­rinde estetiğin egemen olduğu, kasları ve eklemleri yalnızca yu­muşacık zarafetle kımıldayan adeta “ mitolojik” bir yaratıktı Nureyev sahnede... Ve Cerruti olağanüstü anlayışla arkadaşlığı­na katıldı “ yıldız” ın... Sahnele­yen Patricia Ruanne’dan dekor ve giysileri çizen Bernard Dayde ve orkestra yöneticisi David Co- leman’a kadar konuk görevlile­rin yanı sıra, sanatçılarımızın ge­rek “ solo” larda, gerekse “ iki- li” ler ve toplu danslarda genel düzeyin altına düşmeyen niteli­ği ve orkestramızın solist ve gruplarındaki temiz seslemeleri­ni özellikle belirtip, sahne önü ve ardı görevlilerini selamlayalım.

Gerçek Bir Müzikseverdi "Haldun Abi"

IRK yılı geçer tanışıklığı­mız... Aynı semtin insanla­

rı oluşumuz mu, aynı kültür ka­zanından nasibini benden çok önceleri, benden çok fazlasıyla almış oluşu mu, benim ve onun müziğe ortak sevgisi mi yaklaş­tırmıştı bizi, bunlar da birer ne­dendi ama en önemlisi onun her an hoşgörü, şefkat ve sevgi da­ğıtan kişiliği, bir ‘abi’ oluşuydu bizi bağlayan. İstanbul Radyo- su’nun açılışından sonra prog­ram yöneticiliğine atandığımda bilgi ve deneyimine başvurdu­ğum ilk birkaç kültür adamından biriydi Haldun Taner... Bütün verimini daha başlardan izleyen, özümseyerek okuyan ve seyre­denler arasındaydım, zevkine, se­çimine, düşününe bağlı ve saygı­lıydım. İlişkilerimiz boyunca ya­rarlandım ondan; her zaman ta­rafsız, yeterince iyimser, elimden geldiğince yardımsever, m antı­ğım elverdiğince ‘kavgasız’ ve onun en sevdiği sözcüklerden bi­riyle belirteyim ‘sevecen’ olma­ya çalıştım. Az veya çok başara­biliriysem ‘Haldun A bi’nin etki­si büyüktür... Benimle sohbeti­ni eminim bilinçli olarak sevdi­

ğim alanlara kaydırır, özellikle dünyadaki tiyatro, müzik, lirik tiyatro, bale konularında yorum yapar, bu alanlardaki olayları nasıl dikkatle izlediğine şaşırtır d u ru rd u ... Müzikle çalışırdı ‘Haldun A bi’...Evimize geldik­lerinde merak ettiği, ya da çok sevdiği bir eseri dinletmemi ister­di... Konserlerde eşiyle görünme­si, bana dinleyeceklerimden du­yacağım zevke sanat ve estetik açıdan çok güvendiğim bir yet­kiliyle paylaşacağım için ayrı bir katkı sağlardı.

Bir ay önceki telefonunda se­si kulağım da: “ Benim için Brahms’m ‘Akademi Töreni’ uvertürüyle korno için bestelen­miş oda müziği eserlerinden elin­de olanları kasete çekiver, ya uğ­rar alırım, yahut bırakırsın...” Hemen yaptım dediğini, uğrayıp almadı, gazetede odasına çıktım, o gün gelmemişti, bıraktım ma­sası üzerine... O tatlı, yumuşak sesi yansıdı ertesi gün telefondan: “ Aldım, sağol, anılarımı yazar­ken gerekliydi onlar...” Haldun Abi’nin odası arük hep boş, anı­lar konusundaki çalışmalarının durumunu bilmiyorum, bildiğim tek gerçek, yaşam boyu tanıdı­ğım her yönden ‘tam aydın’ Hal­dun Abi’nin bizde bıraktığı anı­lar... Onlar taptaze kalacak, et­kisini sürdürecek...

FARUK YENER

İlkbahar Müzik Şenliği ve CSO Konseri

ON yazımda olduğu gibi bu yazımda da sîzlere ön­

ce Sevda - Cenap And Müzik Vakfı’nca düzenlenen “ Uluslara­rası 2. Ankara İlkbahar Müzik Şenliği” konserlerinden söz ede­ceğim.

Şenliğin programı çerçevesin­de 15 Nisan Salı akşamı Konser Salonu’nda “ Ankara Dörtlü- sü” nün konseri vardı. Cumhur­başkanlığı Senfoni Orkestrası’ nın değerli üyelerinden Keman­cı Murat Tamer, Cengiz Özkök, viyolacı Betil Başeğınezler ve vi­yolonselci Engin Sansa’nın bir­kaç ay önce bir araya gelerek oluşturdukları Dörtlü, bu kon­serde J. Haydn’ın (1732 - 1809) Op. 64 No. 5, D. Sostakoviç’în (1907-1975) Op. 108 No. 7 ve L. van Beethoven’in (1770 - 1827) Op. 18 No. 4 Yaylıçalgılar dört­lülerini seslendirdi. Topluluk kı­sa bir süre önce kurulmuş. Böy­le olmasına karşın, programda yer alan besteciler, yaşadıkları çağ ve eserleriyle ilgili müzikal özelliklerin başarılı bir biçimde dinleyicilere aktarılması, yaptık-

54

Page 54: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

ları titiz ve bilinçli çalışmanın ka­nıtıydı. Ülkemiz sanat yaşamına yeni katılan Ankara Dörtlüsü’ nün birbirlerini dinleyen ve ta­mamlayan, nüans ve tempoları yerinde yorumlarıyla doyurucu tınısı insana kıvanç veriyor.

Başarılarının devamı dileğiy­le, Ankara Dörtlüsü üyelerini kutlarım. Dileriz, ülkemiz müzik yaşamına yeni nice güzel toplu­luklar katılsın.

Şenliğe katılan Junge Deuts­che Philharmonie Oda Orkestra­sı 17 ve 19 Nisan tarihlerinde iki konser verdi. Konser programla­rını ayrı eserlerden oluşturan bu genç topluluğun 17 Nisan Per­şembe akşamı C.S.O. Konser Sa- lonu’nda verdiği konseri izledim. Konserde yer alan eserler şunlar­dı: Hans Werner Henze’nin (1926) “ Der Junge Törless” fil­mi için yazdığı Fantassia, Luci­ano Berio’dan (1925) “ Che- mins” No 4, Paul Hindemith (1895 - 1963) op. 44 Yaylıçalgı- lar İçin 5 Parça ve Mozart (1756 - 1791) Re M ajör Divertimento (Köchel sayısı - 251).

Müzik öğrenimi veya ihtisa­sı yapmakta olan gençlerden olu­şan topluluk, öğrendiğimize gö­re, belirli bir şef yönetiminde ça­lışmıyor. Çalışılan eserlerin du­rumuna göre bazen orkestra dı­şından solist angaje ediliyor. Re­pertuarında değişik çağlardan eserler bulunan topluluk dolgun tınısı, temiz entonasyonu, eser­leri beklenilenden daha tutarlı ve duyarlı yorumlamasıyla dikkati­mi çekti. Birlikte müzik yapma heyecanıyla dolu gençlerden olu­şan topluluk kanımca profesyo­nel oda orkestralarından çoğunu aratmayacak düzeydeydi.

“ Uluslararası 2. Ankara ilk­bahar Müzik Şenliği” ne katılan bir diğer konuk orkestra da Po­lonya’nın ünlü Krakow Filarmo­ni Orkestrası’ydı. 19 ve 21 Nisan tarihlerinde verilecek olan kon­serlerden ilkini Türk dinleyicile­rinin yakından tanıdığı Tadeusz Strugala, İkincisini de Josef Rad­wan yönetecekti. Ancak, o haf­ta İstanbul Devlet Senfoni Or­kestrasının olağan haftasonu konserlerini yöneten Strugala Ankara’ya gelemeyince, her iki konserde de orkestrayı Radwan yönetti.

19 Nisan Cumartesi akşamı verilen konserin ilk yarısında Po­lonyalI bestecilerin eserleri var­dı. Radwan yönetimindeki or­kestradan önce S. MoniusZko’ nun (1819 - 1872) “ Paria” Ope­rası Uvertürü’nü dinledik. Ar­dından orkestra, K. Szymanows- ki’nin (1883 - 1937) 1. Keman Konçertosu’nda PolonyalI ke­mancı Krzystof Jakowicz’e eşlik etti. Bir süre önce de ülkemize

gelip konserler veren Jakowicz, Szymanowski’nin konçertosun­da çok başarılıydı. Teknik yön­den pek çok güçlüklerle dolu bu güzel konçertoyu Bay Jakowicz doyurucu tonu, temiz entonasyo­nu, tutarlı tempoları ve duygulu anlatımıyla yurttaşının anısına yaraşır biçimde yorumladı. Sa­natçı, sürekli alkışlar üzerine bis olarak N. Paganini’nin Op. 1 No. 13 Sibemol Majör Caprice’ itıi alışılageldiğimizden daha hızlı bir tempoda çaldı.

Bu geniş kadrolu orkestradan konserin ikinci yansında A. Dvo- rak’ın (1841 - 1904) Op. 88 Sol Majör 8. Senfonisi’nin doyuru­cu bir yorumunu dinledik. Bazı­larına biraz sertçe gelmiş de ol­sa, eser bence bestecinin duygu ve düşünceleriyle Slav Romantiz- mi’ni gereğince yansıtır biçimde seslendirildi.

Krakow Filarmoni Orkestra­sın ın Şef Josef Radwan yöneti­minde 21 Nisan Pazartesi akşa­mı verdiği ikinci konserin solisti PolonyalI genç piyanist Eva Pop- locka’ydı. Konserde ilk olarak ünlü bestecimiz U.C. Erkin’in (1906 - 1972) Senfonik Bölüm’ü seslendirildi. Değerli bestecimizin bu güçlü eserine titizlikle çalışıl­dığı, ilk ölçülerden itibaren belli oldu. Şef Radwan’m dikkatli yö­netiminde orkestra, eseri olduk­ça başarılı biçimde yorumladı.

Daha sonra C. Saint - Saens’ in (1835 - 1921) Op. 22 Sol mi­nör 2. Piyano Konçertosu’nda solist olarak Ewa Poblocka’yı dinledik. Solistle orkestranın yer- yer birlikte olmadığı konçerto­nun 1. bölümünde yorum da bi­raz kuru kaldı. Ancak, 2. bölüm­de bayan Poplocka daha yumu­şak ve müzikal, daha başarılıy­dı. Son bölümde ise O ’nun sağ­lam tekniğine ve güzel yorumu­na tanık olduk. Bu bölümün bol triller bulunan 2. temasında sa­natçı tertemiz ve yerli yerinde ça­lışıyla, bütün parmaklarının ay­nı güç ve işlerlikte olduğunu da kanıtladı bize.

Konserde son olarak da R. Schumann’m (1810 - 1856) Op. 120 Re minör 4. Senfoni’sinin başarılı bir yorumunu dinledik. Konserlerde şef Josef Radwan’ m dikkatli ve titiz yönetiminin yanı sıra, orkestrayla çok iyi di­yalog kurduğunu gördüm. Yüzü aşkın sanatçının oluşturduğu Krakow Filarmoni Orkestrası teknik yönden sorunların pekço- ğunu aşmış, oturmuş bir orkest­ra. Temiz entonasyonu, birbirle- riyle tam olarak iletişim kuruşu, parlak ve güçlü tınısıyla seçkin­leşen bu güzel orkestrayı ülke­mizde yine zevkle dinlemek ve al­kışlamak isteriz.

“ Uluslararası 2. Ankara İlk-

TUTAVTÜRK TANITMA VAKFI

TÜRKİYE'Yİ TANITICI AMBLEM-LOGOTYPE (ÖZGÜN YAZI)

YARIŞMASI ŞARTNAMESİ1— Türkler Anadolu’daki bin yıllık mevcudiyetleriyle burada yaşa­

mış uygarlıkların varisidir.Türk kültürü Anadolu uygarlıklarıyla Türk özgün uygarlığının bir sentezidir. Türkiye pek az ülkede bulunan eşsiz arkeolo­jik, tarihi, folklorik ve doğal zenginliklere sahiptir.Bilindiği gibi, birçok ülkenin bayrakları dışında, o ülkenin tarlhl- arkeolojlk veya kültürel-turlstlk değer ve varlıklarından esin­lenerek düzenlenen, bu şekilde ülkeleri sembolize eden amb­lemleri vardır. Bu nedenle yurt İçinde ve dışında, Türkiye ile ilg ili tanıtıcı yayınlarda, gazete ve dergilerde reklamlarda pla­ket, şilt, rozet ve hediyelik eşyalarda kullanılmak üzere, Türki­ye, İmajını en olumlu, çağdaş ve akılda kalıcı bir biçimde verebilecek bir Türkiye amblemi ve Logo'su seçmek amacıy­la, TÜTAV (Türk Tanıtma Vakfı) tarafından bir yarışma düzen­lenmiştir.

2— Yarışma bütün sanatçılara açıktır. Her sanatçı dilediği kadar Logo-Amblem ile katılabilir.

3— Logo-Amblemler, bir arada kullanılabileceği gibi, yalnız Logo veya yalnız Amblem olarak ayrı ayrı da kullanılabilecek şekil­de çizilecektir

4— Yarışmaya Logo veya Amblemin sadece birini göndermek sure tiyle katılınamaz. ikisinin birden gönderilmesi esastır.

5— Logo-Amblemler slyah-beyaz ve renkli olacaktır.6— Logo-Amblemler 24 x 33 cm. kâğıt içersinde, en uzun keraları

15 cm. olacak şekilde, bir adet slyah-beyaz ve bir adet de renkli olarak çalışılacaktır. Ayrıca slyah-beyaz Logo-Amblemin 1/5 oranında, fotoğraf yöntemi ile küçültülmüş siyah-beyaz ve renkli örnekleri siyah-beyaz Logo-Amblemln alt sağ ve sol kıs­mına tek planş olarak yapılacaktır.

7— Yprışma İçin Logo’lar İngilizce olarak (TURKEY) çalışılacaktır. Ancak ödül ve mansiyon kazanan eserler TÜTAV’a Türkçe, İn­gilizce, Fransızca ve Almanca olarak teslim edilecektir.

8— Logo-Amblemln arka sağ üst kenarına beş rakamdam oluşan bir rumuz yazılacaktır. Ayrıca, açık İsim, adres, telefon, kısa özgeçmiş ve aynı rumuzu belirten bir belge zarfa konularak yapıştırılacak, zarfın üzerine sadece rumuz yazılacaktır.

9— Yarışmaya katılma süresi 16 Haziran Pazartesi günü saat 17.00’de sona erecektir. Eserlerin bu tarihe kadar aşağıdaki adreslere teslim edilmiş olması gerekmektedir. Postadaki ge­cikmeler dikkate alınmayacaktırADRES:Türk Tanıtma VakfıTunus Cad. 9/12-15 Bakanlıklar-ANKARA İSTANBUL ADRESİ:Barbaros Bulvarı Gamze Apt. No: 46 Kat: 3 Dai: 10 Balmumcu-Beşiktaş-İSTANBUL

10— Yarışma Ödülleri:1 Ödül 1.000.000.TL.—2. Ödül 500.000.TL.—3. Ödül 250.000.TL.—3 adet mansiyon 100.000.TL.—(Jüri uygun gördüğü takdirde daha çok mansiyon verebilir. Ödüller net olarak ödenecektir.)

11— Yarışma Jürisi:1- ilg ili Devlet Bakanlığı Temsilcisi2- Dışişleri Bakanlığı Temsilcisi3- K.T.B. Tanıtma ve Pazarlama Genel Müdürü4- K.T.B. Güzel Sanatlar Genel Müdürü5- TÜTAV Temsilcisi6- Prof.Namık Bayık (M.S.Ü.)7- Doç.Ilhaml Turan (M.Ü.)8- Yük.Mimar Abdurrahman Hancı9- Metin Edremitll (Grafiker)

10- Aydın Erkmen (Grafiker)12— Ödül kazanan ve bu yarışmaya katılan eserler sergilenecektir.13— Ödül veya mansiyon kazanan eserlerin basın-yayın ve her tür­

lü hakları TÜTAV'a aittir.14— Dereceye giren eserlere TÜTAV tarafından birer belge verile­

cektir.15— Kazanamayan eserler İstendiği takdirde sergilerin sonuçlan­

masından sonraki bir ay içinde geri alınabilir.

56

Page 55: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

MÜZİKbahar Müzik Şenliği” nde bir de konuk Çocuk Korosu yer aldı. Macaristan Radyo Çocuk Koro­su, yönetmenleri Janos Remen- yi ve Lenke Igo yönetiminde 23 Nisan Çarşamba akşamı Cum­hurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Konser Salonu’nda bir konser verdi. Sürekli ve ciddi bir eğitim gördükleri her halinden belli olan koronun gerçekten başarılı kon­serinde çeşitli bestecilerin eserle­rinin yanı sıra D. Bardos’un dü­zenlemesiyle “ Kâtibim” türküsü de seslendirildi. Sürekli alkışlar üzerine Koronun söylediği “ Yağ­mur Yağıyor” , “ Ak Taş Kara Taş” ve “ Kadifeci Güzeli” adlı tekerlemeler güzel bir sürpriz ol­du bizlere. O akşam kendi çocuk korolarımızı da dinleme mutlu­luğunu tatmak isterdik, ö n ü ­müzdeki yıllarda bu mutluluğu tatmayı dileriz.

C UM HURBAŞKANLIĞI Senfoni O rk estras ın ın 25 Nisan Cum a akşamı olağan

haftasonu konserinde orkest­rayı Çin H alk C um huriyeti’n- den konuk Şef Y uan Fang yö­netti. Devlet Sanatçısı Ayla Er- duran’m solist olarak yer aldığı k o n se rd e U .C . E r k in ’in “ Köçekçe” O rkestra Rapsodi­si, Beethoven’in Op. 61 Re M ajör Keman Konçertosu ve Çinli besteci W ang L in’in “ Yunnan Sahneleri” başlıklı eseri seslendirildi. Halen Çin Radyo - Televizyon Senfoni O rkestrası’nın 1. şefliğini yap­m akta olan Fang, Erkin’in ese­rinde beklenilenden daha başa­rılıydı. Sanatçının, eseri dik­katle incelenmesinin yanı sıra, yöneteceği eserin yorum u ko­nusunda orkestranın değerli üyeleriyle fikir alışverişi yap­tığını sanıyorum . Çünkü, bü­tününde iyi bir başarı grafiği çizilen yorum da, yer yer çok güzel ve tutarlı tınılar geldi ku­lağımıza.

Konserde ikinci olarak de­ğerli kemancım ız Ayla Erdu- ran ’dan Beethoven’in Keman K onçertosu’nu dinledik. Sa­natçının esere farklı yorum ve boyutlar getirmesini her zaman kabul ederim; aksi takdirde “ Yorum ” ve “ Yorum cu” kav­ram ları da olm az. A ncak, ge­reğinden fazla abartm aları ka­bul edem iyorum . Son yazdı­ğım tümce bana, bir zam anlar çıkarılan Opus Dergisi’nde o r­kestra şefi O tto M atzerath’la yapılan söyleşinin bir bölüm ü­nü çağrıştırdı. O söyleşi de “ Ç aldıracağınız bir eseri han­gi açıdan ele alırsınız; bir yo­rumcu bestecinin yazdığına ne dereceye kadar sadık kalabi­lir?” sorusuna şu yanıtı veri­

yordu: “ Bugün M ozart’la ya da Beethoven’la telefon görüş­mesi yapam ayacağım ıza göre, besteciye m utlak sadakatin sö­zünü etmek garip kaçar. Be­nim ölçüm şu: Partisyonu eli­me aldığım zam an bestecinin ne düşündüğünü, ne söylemek istediğini keşfetmeye çalışır ve esere bu açıdan şekil veri­rim ” ... Teknik ve m üzikal güçlükleri çoktan aşmış sanat­çımız, şefin tempoyu biraz ağır alm ası üzerine tem ponun hız­lanm asını istediyse de eser boyunca m üm kün olamadı bu. Sanatçımız da yer yer tem po­ları kendince ağırlaştırıp ça­buklaştırınca, eser abartılı bir biçimde seslendirildi. Sanatçı­nın çaldığı tem iz ve duygulu pasajlara ise çalgısından za­m an zam an duyulan ıslığımsı sesler gölge düşürdü. Sonuç o larak eser — üzülerek belir­teyim ki -r değerli sanatçım ı­za ve bu güzel esere yaraşır b i­çimde seslendirilmedi.

2. y a rıd a seslend irilen “ Yunnan Sahneleri” — prog­ram notlarında da belirtildiği gibi — “ tasv iri” bir müzik. Y urttaşının gene hatlarıyla se­vimli, yer yer de çok güzel e t­kiler taşıyan eserinde Yuan Fang ve O rkestram ız çok ba­şarılıydı. Sürekli alkışlar üze­rine Fang bis o larak ülkesinin b ir başka bestecisinin, Zhen L ü’nün “ P ek in ’den M üjdeler Geliyor” adlı eserini çaldırdı. Eser, “ Pekin’den m üjdelerin pek şen şakrak değil de gürül­tü ve şam atayla geldiği” izle­nimi uyandırdı bende.

MAHİR DİNÇER

"Konservatuvar'ınEtkinlikleri,Tayfun Bozok

AĞLAM eğitim görmüş konservatuvar öğrencileri

her şeyden önce yarının güven­celeri, nitelikli orkestraların ya­pı taşlarıdır. Genç müzikçi aday­larının tek tek ya da bir arada iyi müziğin yaratıcısı kıvamına er­melerini bu açıdan umutla, coş­kuyla bekliyor, aradığımı buldu­ğumda yarınlar için sonsuz mut­luluk duyuyorum. O coşkuyu, mutluluğu, geçen 23 Nisan akşa­mı Dokuz Eylül Universitesi’ne bağlı İzmir Devlet Konservatuva- rı’nın öğrenci Orkestrası’nı din­lerken bir daha tattım; konser­vatuvar salonunun daracık sah­nesine zorlukla sığdırılmış sayı­ları elliye yakın öğrencinin, ke­manı, viyolayı, viyolonseli, kontr­

bası, üfleme ve vurma çalgıları ne büyük özenle, beraberliği koru­mak için ne büyük, içten, katık­sız çabayla kullandıklarına “ bu iş bu kadar olur” dedirtecek öl­çüde nitelikli, düzgün tertemiz sesler ürettiklerine tanık olurken, doğrusu gözlerime, kulaklarıma inanamadım. Genç yönetmenleri Ercan Yenal’ın bu disiplini, bir­liği, tazeliği sağlamada katkısı en az konservatuvarın değerli öğre­tim üyelerininki düzeyindedir; onları ve meslek sevgisiyle dolu öğrencilerin i, B eethoven’in “ P rom etheus” uvertürü ile Schubert’in Re majör Üçüncü Senfoni’sinde gösterdikleri, hiç­bir zaman yitirmemelerini diledi­ğim üstün formdan dolayı can­dan kutluyorum.

Konserin, İstanbul’dan gelen bir de konuk solisti vardı: Mimar Sinan Üniversitesi İstanbul Dev­let Konservatuvarı öğretim üyele­rinden piyanist Pınar Yılancıoğ- lu. Beethoven’in Do minör Üçüncü Konçerto’sunda, olduk­ça eli yüzü düzgün bir yorum sunma çabası içindeydi, başardı da. Sanırım, konserlerde, resital- larde daha sık görev alma olana­ğını elde ettiğinde, Viyana’da Alexander Jenner gibi büyük bir ustadan yıllar boyu öğrendikle­rini daha rahatça duyurabilecek, bize tattırabilecek bu genç solis­timiz; bu ilk hız verilmelidir ona.

Şimdi bana elbette, “ O dar sahneye orkestra ile birlikte kos­koca piyano nasıl sığdırıldı?” di­ye soracaksımz. Doğrusu, düşü­nüyorum da, ben de inanamıyo­rum o işin nasıl gerçekleştirilebil­diğine. Aslında, İzmir D. K. gi­bi, eski gazino binalarından, spor salonlarından bozma, dar mı dar, olanakları iyiden iyiye sı­nırlı, çalışma koşulları elverişsiz bir yapı içinde, bu nitelikte mü­zikçi adaylarının nasıl olup da yetişebildiğim de aklıma sığdıra­mıyorum. O güzel konserde ne yazık ki hiçbirini göremediğim üniversite yetkilileri, kendilerine bağlı bu eğitim kurumunun, 1954’ te “ Müzik Okulu” olarak kurul­muş, 1958’de konservatuvara dönüştürülmüş olan okulun du­rumunu bir an önce ele almalı, otuz iki yıldan bu yana değişme­yen yazgısını değiştirmenin yol­larını aramalıdırlar.

ZMİR D. K. öğrencilerinin mevsim sonu için hazırla­

dıkları, kendilerinden yaşlı mes­lektaşlarına, ağabeylerine, abla­larına örnek oluşturacak nitelikte etkinliklerden bir başkasına, 29 Nisan akşamı İzmir Alman Kül­tür Merkezi Salonu’nda tanık ol­

dum: Konservatuvarın değerli öğretim üyelerinden Tüner Ga- lip’in yetiştirdiği iki ayrı oda mü­ziği topluluğundan Schubert’in “ Alabalık” adı ile bilinen, op. 114 La majör “ Beşli” siyle, Beet­hoven’in (Op. 18 no. 4), Men- delssohn’un (Op. 44 no. 1) yaylı çalgılar için “ dörtlü’Terini din­ledim. Yedi genç öğrenciyi (La- lecan özay, Ersun Kocaoğiu, Kartal Akıncı-keman; ilgin Sö- zerman,-viyola; Funda Ful-viyo- lonsel; Uğur Yalçın-kontrbas; Aziz Dağdelen-piyano) her şey­den önce, oda müziğinin sıcak dostluk ve sevgi, su sızdırmaz ya­kınlık, yaşama sevinci dolu ha­vası içinde birleşmeleri dolayısıy­la kutlamak istiyorum. Oda top­lulukları ülkemizde genellikle kı­sa ömürlüdürler; görünmeleriy­le gözden kaybolmaları bir olur. Gençlerimizin “ öz” müziği ya­şayıp yaşatmakta kendilerine bü­yük kazanç sağlayacağına inan­dığım mutlu beraberliklerini ile­ride de sürdüreceklerini umarım.

ON yıl kadar önce çiçeği burnunda bir “ yeni me­zun” dinlemiştim ilk kez keman­

cı Tayfun Bozok’u; 1981 ’in ilk aylarında, Chausson’un ve Saint Saens’m yapıtlarında ulaştığı ba­şarıyı da, alışılmış bir gelişme çiz­gisinin olağan uzantısı gibi gör­müş, sanatını sekiz yıldır İsviç­re’de geliştirmekte olan genç so­listi (31) o görünümüyle değer­lendirmiştim. Bu kez, 17 Nisan akşamı İzmir Fransız Kültür Merkezi’nde genç isviçreli piya­nist Catherine Zimmer’le birlik­te verdiği resital, bambaşka bir Tayfun Bozok çıkardı karşıma: Yay ve parmak tekniğinde, soluk alıp verme, cümle kurma ve nü­ans belirleme tutumunda, ento- nasyon denetiminde titiz ve ku­sursuz; yorumlarında seçkin, kültürlü, coşkulu olgunlaşma dö­nemini yaşamaya bilinçle hazır­lanan bir solist. M ozart’ın (K. 301 Sol Majör), Beethoven’in (Op. 30 No. 2, Do Majör), Fau- r i ’nin (Op. 13 La Majör) sonat­larında, bu klasik formun teme! gereklerini yerine getirdikten, belli başlı inceliklerini sergiledik­ten sonra, Muammer Sun’un us­ta işçiliğini o pırıl pırıl “ Üç Par- ça” da, Sarasate’nin sereserpe ozanlığım “ Çigan HavalarT’nda doya doya yudumlamamızı sağ­layan,akıl ve sezgi ürünü, metot­lu, sistemli çalışmadan kaynak­landığı belli bir iç denetim sergi­lemesi. Sanat yaşamını dış ülke­lerde başarıyla sürdüren yorum­cularımızın arasına “ Tayfun Bozok” adının da katıldığını bundan böyle unutmamalıyız.

ÜNER BİRKAN56

Page 56: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

SERPİL GÜRLER (NARMANLI)Resim Sergisi

21 Mayıs - 6 Haziran 1986

AKBAIMKBEBEK SANAT GALERİSİ

Türk tiyatrosunda Haldun Taner

(Devam)na kısa sürede sevdirmiş ve benim- setmiştir.

Tiyatroda açık biçim özelliklerini üç düzeyde de değerlendiren, bu ne­denle de Taner’in geleneksel göster- meci öğelerden alabildiğine yarar­lanmasına olanak sağlayan kabare tü­rü, toplumda yeralan güncel olayları taşlayan, çevik, vurucu, çok devingen bir şaka, sataşma, saldırı tiyatrosu olarak kent kültürümüze yerleşmiştir. Taner’in kabare tiyatrosu, Batı’daki benzerleri gibi, günü gününe yaşan­dığı için nesnel olarak değerlendirile­meyen olaylara ve sorunlara alaycı, düşünsel bir uzaklıktan gülerek ba­kar; yoğun bir politik taşlama içerir, polemiğe büyük ölçüde yer verir. Tü­müyle bir uyarı tiyatrosudur; toplu­mun ve kişilerin kendi aksaklıklarıyla alay edip edemediklerini sınayan, bir anlamda toplumun hoşgörü, olgun­luk, uygarlık düzeyini tartıya vuran... Kabare tiyatrosu aydın çevreye sesle­nen, seyircisini seçen bir tür; Taner de söyleyeceklerini incelikle söyleyen, sa­nat kaygısını ön düzeyde tutan bir ka­bare yazarı..

Kabare tiyatrosunun ilk deneme­si 1962’de Taksim’deki Gen-Ar Klüp’te yapıldı. Taner, o yılların gün­cel olaylan üstüne yazdığı skeçlerden oluşan “Bu Şehr-i Stanbul ki” oyu­nunu, çeşitli tiyatrolarda çalışan ün­lü sanatçıları haftada bir kez bir araya getirerek sergiledi; bu deneme başa­rıya ulaşınca da sürekli bir kabare ti­yatrosunun ön çalışmalarını yapmaya başladı.

Taner’in kabare yazarlığı evresi gerçek anlamda 1967’de Devekuşu Kabare Tiyatrosu’nun kurulmasıyla başlar. Haldun Taner, Zeki Alasya ve Metin Akpınar, birkaç yıl içinde çok tutulan bir türe dönüşecek olan kaba­re tiyatrosunun çekirdek ekibini oluş­tururlar. İlk oyun “Vatan Kurtaran Şaban”dır: Tapu kadastro müdürlü­ğünden kültür ve sanat müsteşarlığı­na getirilen Şaban Bey’in gözüyle Türk sanat ve kültürüne bakış... Gül­mece sanatının doruklarına ulaşan bu kabare başyapıtından sonra, “Astro­not Niyazi” (Z. Alasya ile), “ Ha Bu Diyar” , “Dün Bugün” , “Aşk ü Sev­da” , “Yâr Bana Bir Eğlence” ve baş­ka yazarların da katkısıyla oluşturul­muş “Bu Şehr-i İstanbul ki 68” , “ Dev Aynası” , “ Haneler” , “Yalan Dünya” ve Devekuşu Kabare Tiyat­

rosu’nun on yılını anlatan, 1977’de sahnelenen “Çıktık Açık Alınla” ge­lir gündeme. Geçen on yıl içinde Akpınar-Alasya İkilisi büyük ün ka­zanmış ve kabare tiyatrosunu dar ge­ce kulübü sınırlarından aşırarak, yaz­lık bahçelere, sinema salonlarına ulaş­tırmıştır. Ancak, sanat kaygısı ve in­celik, geniş seyirci kitlesinin kolay gül­me beklentisinden yana ödün vermiş, kabare türü Taner’in amaçladığının epeyce dışına çıkmıştır, birliktelik so­na erer.

1979’da Ahmet Gülhan’la yeni bir girişim: Gala Kulüp’te Tef Kabare, iki oyun: “Hayırdır İnşallah” ve “Kapılar” ...

Tanıtmaya çalıştığım her üç evre­sinde de hep bir uyarı niteliği taşır Ta­ner tiyatrosu; ancak hep güleç bir yüz­de delinir balonlar. Oyunlar boyun­ca seyircinin kendi kendisiyle severek, eğlenerek, büyük tat alarak hesaplaş­masını sağlayan işte bu güleç, şakacı ama, doğrucu yazar tavrıdır. Taner, tüm yapıtlarında bu çizgiyi yakalaya­rak hem çok tutulan hem de çok say­gın bir tiyatro yazarı olma niteliğini kazanmış ve sürdürmüştür. ■

57

Page 57: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

HABERLER

Sinema yalarları yılın en İyilerini seçti

1985-86 sinema mevsiminde gösterime giren filmleri değerlen­diren sinema yazarları İbrahim Altınsay, Engin Ayça, Nezih Coş, Sungu Çapan, Atilla Dor- say, Burçak Evren, Turhan Glir- kan, Fatih özgüven, Vecdi Sa­yar, Kami Suveren ve Rekin Tek- soy, mevsimin en iyi yerli ve ya­bancı filmleri ile en başarılı sa­natçılarını seçtiler.

Sinema yazarlarının değer­lendirmesine göre mevsimin en başarılı yerli filmleri şunlar:

1— Adı Vasfiye/Atıf Yıl­maz, 2— Züğürt Ağa/Nesli Çöl- geçen, 3— Bekçi/Ali özgentürk,4— Kurbağalar/Şerif Gören,5— Amansız Y ol/öm er Kavur,6— Çıplak Vatandaş/Başar Sa­buncu, 7— Kırlangıç Fırtına- sı/Atilla Candemir, 8— Ondört Numara/Sinan Çetin, 9— ölmez Ağacı/Yusuf Kurçenli, 10— Bir Avuç Cennet/M uamm er özer.

Sinema yazarlarının seçtiği yılın en başarılı sanatçıları da şöyle belirlendi:

En İyi Yönetmen: Nesli Çöl- geçen (Züğürt Ağa), En iyi Se­naryo: Barış Pirhasan (Adı Vas- fiye). En İyi Görüntü Yönetimi: Selçuk Taylaner (Kırlangıç Fır­tınası, Kupa Kızı, Züğürt Ağa), En İyi Müzik: Atilla özdemiroğ- lu (Adı Vasfie, Kurbağalar, Zü­ğürt Ağa), En İyi Kadın Oyun­cu: Müjde Ar (Adı Vasfiye), En İyi Erkek Oyuncu: Şener Şen (Züğürt Ağa), En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Güler ök ten (Bekçi), Gülsen Tuncel (ölmez Ağacı), En iyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Can Kolukısa (Züğürt Ağa).

Mevsimin en başarılı yerli TV dizisi: Bugünün Saraylısı/Ziya öztan

Sinema yazarlarına göre 1985-86 mevsiminin en iyi yaban­cı filmleri ise şunlar:

1— Furyo/Nagisa Oshima, 2— Son Metro-Le Dernier Met- ro/François Truffaut, 3— Nara- yama' Türküsü-La Ballade Du Narayam a/Shohei Im am ura, 4— SicilyalI-Scarface/Brain de Palma, 5— Korkunç Şüphe- Gade â Vue/Claude Miller, 6— Penceredeki Kadm-La Femme dâ Cûti/François Truffaut, 7— Tehlikeli llişkiler-Close Encoun- ters of the Third Kind/Steven Spielberg, 8— Zümrüt Ormanı- Emerald Forest/John Boorman, 9— Ayrı Odalar-Notre Histoi-

“ Adı Vasliye” , Yönetmen: Atıf Yılmazre/Bertrand Blier, 10— Sokak­ların Kanunu-Ta Balance/BobSwaim.

S İ N E M A G Ü N L E R İ N İ ’ N İ N “ E N İ Y İ ” L E R İ

Sinema yazarları Sinema Günleri’86’da gösterilen filmle­rin en iyi onunu da aşağıdaki bi­çimde belirledi:

1— Resm iTarih/LuisPuen- zo, 2— Babam İş Gezisin- de/Em ir Kusturica, 3— Arı Ko­vanının Ruhu/Victor Erice, 4— Amerikalı Amcam/Alain Res-

nais, 5— Aşk Irm akları/John Cassavetes, 6— Çöl İşaretçile- ri/Nacer Khemir, 7— Cennetten de Garip/Jim Jarmusch, 8— Na- rayama Türküsü/Shohei Ima­mura, 9— Albay Redl/lstvan Szabo, 10— Bir Yabancıya Dans/M ike Newell.

Sinema yazarları önümüzde­ki yıldan itibaren Sinema Gün­leri ve benzeri etkinliklerde bir “ Sinema Yazarları Ödülü” ver­meyi ve bu ödülün şenliğin ka­panış günü açıklanmasını karar­laştırdılar.

mmmmmmmmmmm Tiyatro ve sinema oyuncusu Talat Göıbak öldü

Devlet Tiyatrosu sanatçısı, si­nema oyuncusu ve yönetmeni Talat Gözbak öldü.

Film-San Vakfı kurucu üye­si Talat Gözbak, 1918 yılında Si­vas’ta doğdu. Devlet İConserva- tuvarı ve Tiyatro Yüksek Bölü- mü’nden mezun olan Talat Göz­bak 1950-54 yıllarında sinemaya geçmiş ve 50 kadar filmde yönet­men ve oyuncu olarak görev yap­mıştı.

Başlıca filmleri “ Vurun Kah­peye” , “ Dolandırıcılar Şahı” , “ Beni Mahvettiler” , “ Casus Kardeşler” , “ Namusum için” , “ Kaybolan Yıllar” ...

“ 106 Çağdaş Karikatürcü" sergisi İspanya da..

Bulgaristan’da Gabrovo Mi­zah Evinde uluslararası bir ku­rulca 32 ülkeden seçilen 106 çağdaş karikatürcünün yapıtları geçen yıllarda İngiltere’de Lond­ra ’da, Kanada’da Montreal’de sergilendi. Türkiye’den Turhan Selçuk, Semih BaJcıoğlu, Ferruh Doğan’ın da karikatürleri bulu­nan “ 106 Çağdaş Karikatürcü” sergisi bu yıl Ispanya’nın Mad­rid, Barcelona, Kordova gibi bel­li başlı kentlerinde açılıyor.

"Türk Sinemasında Genç Yönetmenler" konulu sempozyum düzenlendi

İstanbul Üniversitesi Kültür ve Sanat Bölümü Sinema Kulü­bü, 22-23-24 Mayıs tarihlerinde. Çapa Tıp Fakültesi 14 Mart An- fisi’nde “ Türk Sinemasında Genç Yönetmenler” konulu bir sempozyum düzenliyor.

Genç yönetmenlerimizin si­nemaya yaklaşım biçimleriyle bunların düşünsel temellerinin açıklığa kavuşturulması amaçla­nan sempozyumda “ Bekçi” , “ Züğürt Ağa” , ’ ‘Gültlşan’ ’. “ Ku- yucakh YusuF’, “ Çıplak Vatan­daş” , “ Kurşun Ata Ata Biter” , “ Kardeşim Benim” gibi Türk filmleri de gösterilecel.

58

Page 58: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

Sait Faik Hikâye Armağanı Feyıa Hepçİİİngirler'e verildi

Sait Faik Hikaye Armağanı, “ Eski Bir Balerin” adlı kitabı için Feyza Hepçilingirler’e veril­di.

Sabahattin Kudret Aksal baş­kanlığında Oktay Akbal, Tahsin Yücel, Akşit Göktürk, Rauf Mutluay ve Hilmi Yavuz’dan oluyan seçiciler kurulu, ödülün Feyza Hepçilingirler’in yapıtına verilmesini oybirliğiyle kararlaş­tırdı.

Bu yılki ödüle, İlyas Halil “ Çıplak Yula” , A.hmet Yurda­kul “ Körfez Üstü Yıldız Gezer” , Hulki Aktunç “ Ten ve Gölge” , Lütfiye Aydın “ tkili Yalnızlık” , Salim Savcı “ Salt Az” , Burhan Günel “ Nergis” , Ülkü Ayvaz “ Gri Oğullar” , Remzi İnanç “ Şey” ve Haşan Kıyafet “ Görüş Günü” adlı yapıtlarıyla katılmış­lardı.

“ Eski Bir Balerin” adlı yapı­tıyla ödüle değer görülen Feyza Hepçilingirler, 1948 yılında Ay­valık’ta doğdu. Orta öğrenimini İzmir Lisesi’nde tamamlayan Hepçilingirler, İstanbul Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiya­tı Bölümü’nü bitirdi. Çeşitli lise­lerde edebiyat öğretmenliği yap­tıktan sonra, eğidm fakültelerin­de öğretim görevlisi olarak bu­lundu.

1979 yılında Kültür Bakanlı­ğı Çocuk Kitapları Yarışması’ nda başarı ödülüne değer görü­len Feyza Hepçilingirler, “ Sabah Yolcuları” adlı yapıtıyla da Aka­demi Kitabevi öy k ü ö d ü lü ’nü aldı. Hepçilingirler, 1985 yılında da Sıtkı Dost Çocuk Romanı Ya­rışm asında ve ENKA Bilim ve Sanat Ödülleri Hikâye dalında. “ Eski Bir Balerin” adlı öyküsüy­le üçüncülük kazandı

“ Ben Anadolu”Aziz Nesinin öyküleriUrduca'ya çevrildi

Bugüne dek 24 dile çevrilmiş olan gülmece yazarımız Aziz Ne- sin’in çeşitli kitaplarından yapı­lan bir seçme Urduca’ya çevrile­rek “ Temaşa-ı Ehl-i Kerem” adıyla yayınlandı. Pakistan’da büyük ilgiyle karşılanan çevirinin önsözünü geçenlerde ölen Pakis­tanlI şair ve yazar Faiz Ahmet Faiz yazdı, öyküleri Urduca’ya Mesut Aktar Şeyh çevirdi.

“ Temaşa-ı Ehl-i Kerem” , 1. Dünya Savaşı yıllarından sonra Türkçe’den yapılan ilk çeviri ola­rak da önem taşıyor.

Kocaelİ'deayın fotoğraflarıseçildi

KASK (Kocaeli Amatör Sa­n a tç ıla r D erneği) “ Ayın Fotoğrafları” yarışmasının Ni­san 1986 sonuçları açıklandı.

Birincilikleri, siyah/beyaz ve saydam dalında Muzaffer Sütlü- oğlu, renkli baskı dalında İrfan Parça kazandı.

Ayrıca Saydam dalında Erdal Aknam ikincilik ve üçüncülükleri aldı.

‘ Hoşçakal İstanbul’

10. Ulvi Uraz Tiyatro Ödüllerİ'nİ kazananlar açıklandı

İstanbul’da sergilenen yerli oyunlar arasında yapılan değer­lendirmede, bir oyuncu ile bir yö­netmene verilen Ulvi Uraz Tiyat­ro ödülleri’ni kazanan sanatçı­lar açıklandı.

Hayati Asılyazıcı, Kemal Be­kir, Zihni Küçümen ve Halûk Şevket’ten oluşan seçici kurul, insanlık tarihinde, kalıcı ve yön­lendirici bir işlevi olan Anadolu uygarlıklarının her evresinde yer alan kadınların kişiliklerini, “ Ben Anadolu” oyununda, ti­yatro sanatının tüm olanakları­nı kullanarak bilinçli bir tutarlı­

lıkla aktarmasındaki başarısı ne­deniyle Yıldız Kenter’i oyuncu ödülüne ve “ Hoşçakal İstanbul” oyununda, sahne sanatının bü­tün görsel öğelerini dengeli bir biçimde kullanarak, İstanbul kentine ve bu kentin insanına öz­gü yaşamsal çeşitlemeleri bir sirk atmosferi içinde kurgulayıp oluş­turduğu ortak bir dille seyirciye yansıtmasındaki başarısı nede­niyle Ali Poyrazoğlu’nu yönet­men ödülüne değer gördü.

Sanatçılara ödülleri, önü­müzdeki tiyatro dönemi başında törenle verilecek.

l»:lIIIIİilf®SIİ

"Keşanlı Ali Destanı" Almanya'da yayınlandı

Haldun Taner’in “ Keşanlı Ali Destanı” adlı oyunu Dağye- li Yayınevi’nce Almanca olarak yayınlandı.

Almanca adı “ Die Ballade von Ali aus Keşan” olan oyunu Türkçe’den Cornelius Bischoff çevirdi. Kitabın kapağını Frank­furt’ta yaşayan ressam Avni Ko- yun’un bir desenini kullanarak Tolon Demirkazık yaptı. Kitap­ta oyunun Alm anca olarak Ham burg’taki Ernst Deutsch Ti­yatrosu’nda oynandığı sırada çe­kilmiş 11 resim de bulunuyor.

Daha önce İngilizce olarak yayınlanan oyun, İngiltere, Lüb­nan, Çekoslovakya, Macaristan, Yugoslavya ve Almanya’da sah­nelendi. önüm üzdeki günlerde Finlandiya’da da oynanacak.

M İ ı mmmmmmm,

Dr. Riza Mollov öldü

Bulgaristan Türklerinin en önemli Türk edebiyatı ve folklo­ru araştırmacısı Dr. Riza Mollov, Sofya’da öldü.

Dr. Riza Mollov daha çok bi­limsel çalışmalarıyla tanınır. Bu bilimsel araştırmalarının bir bö­lümünü 1958 yılında “ Edebiyat Makaleleri” adlı kitabında der­leyip yayınladı. 1959 yılında “ H ristom atiya ponayinovata turska literatura (Yeni Türk Ede­biyatı Hrestomatiyası)” adlı bir eser daha yayınladı. “ Bulgaris­tan Türklerinin Halk Şiiri” adlı yapıtı da yine önemlidir.

LeventBeşkardeşinbaşarısı...

Mim sanatçısı Levent Beşkar­deş, Fransa’da International Vi­sual Theâtre ile birlikte, D. Floory’nin “ Au Bout du Couloir - Koridorun Ucu” adlı oyunun­da rol aldı.

Alfredo Corrado’nun sahneye koyduğu oyunda Beşkardeş, çe­şitli uluslardan sağır-dilsiz oyun­cularla birlikte oynadı.

m mmmmmmm59

Page 59: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

HABERLER«İlli liM MMOWMW M W M M W

Yıldız Üniversitesi Uluslararası Fotograf Yarışması sonuçlandı

Yıldız Üniversitesi’nin 75. kuruluş yılı kutlam a çalışmaları içerisinde, Üniversite Güzel Sa­natlar Bölümü tarafından düzen­lenen, “ Uluslararası Fotoğraf Yarışması” sonuçlandı.

Yarışmaya 46 ülkeden 806 ki­şi 1563 siyahbeyaz baskı, 769 renkli baskı ve 1132 saydam ol­mak üzere toplam 3464 fotoğraf­la katıldı.

Yarışma, siyahbeyaz baskı, renkli baskı ve saydam olmak üzere üç dalda, her dal gençler ve büyükler olarak iki bölümde dü­zenlenmişti.

Şakir Eczacıbaşı, Nusret Nurdan Eren, Doç. Güler Ertan, Halim Kulaksız ve Mehmet Bay- han’dan oluşan seçiciler kurulu, ödülleri şöyle belirledi:

Siyahbeyaz Baskı Bölümü:Gençler: 1. ödül: Viesturs Links (SSCB), 2. ö d ü l: Kaan Çaydam- lı, 3. ödül: Erich Berger (Avus­turya), mansiyon: Chris Hinte- robermaier (Avusturya), mansi­yon: Janis Knakis (SSCB), man­siyon: Chris Hinterobermaier (Avusturya).

Büyükler: 1. ödül: Erwin Eg- gerstorfer (Avusturya), 2. ödül: Jong Han Lee (G.Kore), 3. ödül: M ustafa Kocabaşı, mansiyon: Sefa Ulukan, mansiyon: Manf- red Krendl (Avusturya), mansi-

BUyllkler 1 . Ödül: Erwin Eggerstorfer

Gençler: 1 . üdül: Viesturs Linksyon: Eric Doms (Belçika).

Renkli Baskı Bölümü: Genç­ler: 1. ödül: Verilmedi, 2. ödül: François Catherine (Belçika), 3. ödül: Mutlucan Karaman.

Büyükler: 1. ödül: Manfred Kriegelstein (B. Almanya), 2. ödül: Dung Leung Lin: (Hong Kong), 3. ödül: Setiawan (Endo­nezya), mansiyon: Andrea Budai (İtalya), mansiyon: Viktor No- zicka (Avusturya), mansiyon: Jacky Hutting (Belçika).

Saydam Bölümü: Gençler: 1. ödül: Stein Johnsen (Norveç), 2. ödül: Sinan Koçaslan, 3. ödül: İhsan Gerçelman, mansiyon: Re­ha Akçakaya, mansiyon: Orhun Kılıçbeyli, mansiyon: İhsan Ger­çelman.

Büyükler: 1. ödül: Oreste Menichetti (İtalya), 2. ödül: Ra- mon Jeıras (İspanya), 3. ödül: Alois Strasser (Avusturya), man­siyon: Faruk Ertunç, mansiyon: Alan D. Young (İngiltere), man­siyon: Claude Hennart (Fransa).

Ödül alanlar dışında 109 si­yahbeyaz ve 77 renkli baskı ile 128 saydam sergiye kabul edildi.

mm mmmmmmİstanbul Liselerarası Tiyatro Şenliği 15 Mayıs'ta başlıyor

Bu yıl altıncısı yapılacak olan Liselerarası Tiyatro Şenliği, 15 Mayıs Perşembe günü saat 14.00’ te, Nişantaşı Rüştü Uzel Lisesi’n- deki açılış toplantısıyla başlaya­cak. 23 lisenin katıldığı şenlik, Fatih Şehir Tiyatrosu, RüştüUzel Lisesi ve Kadıköy Halk Eği­timi Merkezi’nde bölgesel seçme yöntemiyle gerçekleştirilecek.

Seçmelerden beş gün sonra, finale kalan oyuncular, üç böl­ge jürisinin birleşmesiyle değer­lendirilecek ve ödüle değer görü­len tiyatro yapıtlarına, şenliğin kapanış gününde ödülleri ve­rilecek.

Bu yıl Kadıköy Halk Eğitimi Merkezi’nde özel Kadıköy Kız Lisesi (“ Çorak Toprak” ), Kadı­köy Ticaret Lisesi (“ Benden Son­ra Tufan mı?” ), Çamlıca Kız Li­sesi (“ Uyanınca” ), Ümraniye Kız Meslek Lisesi (“ Kağnılar Destan Söyledi” ), A tatürk Fen Lisesi (“ Çocuklar ve Bilyalar” ), Erenköy Kız Lisesi (“ Bernarda Alba’nın Evi” ); Fatih Şehir Ti- yatrosu’nda Kocamustafapaşa

Lisesi (“ Yağmurcu” ), özel Da- rüşşafaka Lisesi (“ İnsan Denen Garip Mahluk” ), Üsküdar Tica­ret Lisesi (“ Höyük” ), Eyüp Li­sesi (“ Göcekler Göverince” ), Davutpaşa Lisesi (“ Sevgili Dok­

tor” ), Çerkezköy Lisesi, Yediku- le Lisesi (“ Kadıköy İskelesi” ), Hasköy Lisesi (“ Üzüntüyü Bı­rak” ); Nişantaşı Rüştü Uzel Kız Meslek Lisesi’nde özel Çavuşoğ- lu Lisesi (“ Tren Gidiyor” ), İz­zet Ünver Lisesi (“ Hep O, Kel Şarkıcı” ), İstanbul İnşaat Tek­nik ve Yapı Meslek Lisesi (“ Çık­maz” ), Galatasaray Lisesi Bey­oğlu Şubesi (“ Ağrı Dağı Efsa­nesi” ), Ortaköy Şubesi (“ Altı Kişi Yazarını Arıyor” ), İstanbul Lisesi (“ Göç” ), Pertevniyal Li­sesi (“ Ver Elini Yeni Dünya” ) ve Saint Benoit Fransız Erkek Lisesi - Nötre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi (“ Sırça Kümes” ) oyunlarını sergileyecekler.

Yarışmalar...Ödüller...Sergiler... -

* Ferit Oğuz ¿ayır Kültür ve Sanat Ödülü: “ Ferit Oğuz Bayır Kültür ve Sanat ö d ü lü ” nün bu yıl “ roman” a verilmesi kararlaş­tırıldı. Vedat Günyol, Talip Apaydın, Mehmet Başaran, Fa­kir Baykurt, Sami Karaören ve Emin Özdemir’den oluşan seçi­ci kurul, 1985’te inceleme türü­ne verilen ödülün 1986’da “ ro- man” a verilmesini uygun buldu. 1986’da yayımlanan tüm roman­lar katılma koşulu aranmaksızın değerlendirmeye alınacak. De­ğerlendirme sonucu, Köy.Ensti- tüleri’nin kuruluş yıldönümü olan 17 Nisan 1987’de açıklana­cak ödül, bir törenle sahibine ve­rilecek. ö d ü l tutarı 150 bin lira olarak belirlendi.

* DYO 20. Resim Yarışma­sı: DYO’nun geleneksel resim ya­rışmalarının yirmincisine son ka­tılma tarihi 31 Temmuz 1986 ola­rak belirlendi. Seçiciler Kurulu, Prof. Adnan Çöker, Ferruh Ba­şağa, Prof. Dr. Gönül öney, Mustafa Ayaz ve Doç. Dr. Tu­ran E rol’dan oluşan yarışmada, sergilenmek üzere seçilecek ya­p ıtlar a rasından 5’ine ödül (500’er bin lira), 10’una da man­siyon (100’er bin lira) verilecek. Yarışmada seçilecek yapıtlar İz­mir, Ankara, Bursa ve İstanbul’ da sergilenecek.

* Türkiye Jokey Kulübü Re­sim Yarışması: Türkiye Jokey Kulübü “ A t” , “ At Yarışı” , “ At Yetiştiriciliği” konulu bir resim yarışması açtı. Seçiciler Kurulu, Semiral Bilbaşar, Mahmut Cü­da, Prof. Muhteşem Giray, H a­mil Kınaytürk, Beral Madra, Dr. Ergon Mengi, Prof. Belkıs Mut­lu, Suna Tanaltay ve Prof. Dr. İsmail Tunalı’dan oluşan yarış­mada birinciye 1 milyon lira, İkinciye 500 bin lira, üçüncüye 300 bin lira ödülle, beş adet 100 biner liralık mansiyon verilecek. Am atör ve profesyonel tüm res­samlara açık olan yarışmaya 1 yapıtla katılabilinecek. Yapıtla­rın, tual üzerine yağlıboya ve­ya akrilik tekniğiyle yapılması, kısa kenarının 70 cm’den küçük, uzun kenarının ise 150 cm’den büyük olmaması isteniyor. Yarış­maya katılacak yapıtlar, 14-18 Temmuz 1986 tarihleri arasında Beyoğlu’ndaki Devlet Güzel Sa­natlar Galerisi’ne teslim edilebi­lecek.

60

Page 60: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

Dubowski'nin yapıtının sergiden130 Türk sanatçısı, kaldırılışını kınadı

1. Asya-Avrupa Bienali’nde PolonyalI ressam Jan Dubovski’ nin yapıtlarının müstehcen bulu­narak sergiden kaldırılması üze­rine, 130 Türk sanatçısı olayı kı­nadı:

“ Biz Türk sanatçıları, özgür ifadeden yana olanlar, sansürün ve baskının her türüne karşıyız.

Ulusların birbirlerini anlayıp tanımaları olanağını sağlamak amacına yönelik kültürel ve sa­natsal etkinliklerin, özgür ve de­mokratik ortam larda, hoşgörü temelinde oluşacağına inanarak, Uluslararası 1. Asya-Avrupa Bi­enali’nde konuk sanatçı Jan Du- bovski’ııin yapıtlarının sergilen­mesinin engellenmesine duydu­ğumuz üzüntüyü belirtir, gerek­çesi ne olursa olsun bu karara katılmadığımızı kamuoyuna du­yururuz.”

Metne imza atan sanatçı­lar, soyadlarının alfabetik sıra­sına göre şunlardır:

Fuat A. Acaroğlu (ressam), Adalet Ağaoğlu (yazar), Musta­fa Kemal Ağaoğlu (yayımcı), Meltem Ahıska (şair), Behiç Ak (karikatürist), Füsun Akatlı (ya­zar), Ergin Akış (grafik sanatçı­sı), Alaeddin Aksoy (ressam), Cengiz Akduman (fotoğraf sa­natçısı), Yurdaer Altıntaş (grafik sanatçısı), Gökhan Anlahan (res­sam), Oruç Arıoba (felsefeci- yazar), Mustafa Ata (ressam), Tomur Atagök (ressam), Serdar Ateşer (müzisyen), Şükrü Aysan (sanatçı), Yılmaz Aysan (sanat­çı), Alparslan Baloğlu (sanatçı), İnci Baluk (grafik sanatçısı), Prof. Tamer Başoğlu (heykel- traş), Selçuk Batur (mimar), Cengiz Bektaş (ozan-mimar), Ateş Benice (çizgi filmci), Serdar Benli (grafik sanatçısı), İlhan Berk (şair), İsmet Berkan (gaze­teci), Gamze Beyhan (şair), Ca­nan Beykal (ressam), Hale Bolak (müzisyen), Ece Boratav (sanat yönetmeni), Seyyit Bozdoğan (ressam), ön d er Büyükerman (heykeltraş), Atilla Candemir (film yönetmeni), Tülin Cande­mir (sinemacı), Metin Cenkmen (fotoğraf sanatçısı), Ergun Çağa­tay (fotoğraf sanatçısı), Cevat Çapan (yazar-çevirmen), Turgut Çeviker (sanat eleştirmeni), En­der Çılgın (grafik sanatçısı), Tu­na Çiner (fotoğraf sanatçısı), Gültekin Çizgen (fotoğraf sanat­çısı), Prof. Adnan Çöker (res­

sam), Nazlı Damlacı (ressam), Renan Dündar (grafik sanatçısı), Hülya Düzenlikoç (ressam), Rü­ya Erdoğan (ressam), Neşe Er- dok (ressam), Cemil Eren (res­sam), Sertaç Ergin (grafik sanat­çısı), Saruhan Erim (müzisyen), Ferit Erkman (grafik sanatçısı), Ayşe Erkmen (heykeltraş), Bü­lent Erkmen (grafik sanatçısı), Doğan Ertener (müzisyen), Men- gü Ertel (grafik sanatçısı), Me- met Fuat (yazar-yayımcı), Can- değer Furtun (seramik sanatçısı), Eyüp Görgüler (grafik sanatçısı), Mehmet Güleryüz (ressam), Bir­sen Gültekin (grafik sanatçısı), Nurdan Gürbilek (yazar), Tekin Güreren (grafik sanatçısı), Gök­han Gürses (çizer), Hüseyin Ha­ydar (ozan), Meriç Hızal (hey­keltraş), Serdar Işın (sinemacı), Şebnem İşın (sinemacı), Kemal İskender (ressam). Doç. özer Kabaş (ressam), Bülent Karaköse (karikatürist), Gülsün Karamus- tafa (ressam), Sadık Karamusta- fa (grafik sanatçısı), Ülkü Karaosmanoğlu (Sanat Olayı dergisi yazı işleri müdürü), Mus­tafa Kaşıkçı (grafik sanatçısı), Doğan Karakaş (heykeltraş), Ser­hat Kiraz (sanatçı), Nur Koçak (ressam), Füreya Koral (seramik sanatçısı), Faruk Malhan (tasa- nmcı-mimar), Alev Mavitan (res­sam), Bihrat Mavitan (heykel- traş), Asuman Mesci (sinemacı), Cemalettin Mutver (grafik sanat­çısı), İbrahim Niyazioğlu (grafik sanatçısı), Çelil Oker (yazar), Sevtap Oker (yazar), Filiz Olgun (yazar), Füsun Onur (heykelt­raş), Tan Oral (çizer), Bülent Oran (yazar), Gülsün Orhon (se­ramik sanatçısı), Zekai Orman­cı (ressam), Ahmet öktem (res­sam), Nilgün öneş (grafik sanat­çısı), İbrahim ö rs (ressam), Er­kan Özdilek (ressam), Atilla Özkırımlı (eleştirmen-edebiyat tarihçisi), Ergül özkutan (res­sam), Sarper özsan (besteci), Fe­rit özşen (heykeltraş), Kadri Oztopçu (yazar), Ali Platin (gra­fik sanatçısı), Haşan Safkan (heykeltraş), Emin Galip Sandal­cı (yazar), Nejdet Sayın (yazar), Nevzat Sayın (mimar), Nedret Sekman (ressam), Emre Senan (grafik sanatçısı), Bülent Somay (müzisyen), Ayşe Soyer (ressam), Gürol Sözen (ressam), Nejdet Şen (karikatürist), Yasemin Şe­nel (ressam), Nejat Şener (yazar), Nazan Taçer (grafik sanatçısı), Yusuf Taktak (ressam), Süley­man Saim Tekcan (ressam), Ediz Tezel (ressam), Seyhun Topuz

(heykeltraş), Şükrü Türen (mü­zisyen), Ayşe Tütüncü (müzis­yen), Sedat Ulu (grafik sanat­çısı), Tomris Uyar (hikâyeci- çevirmen), Ülker Ün (ressam), özer Üstel (yazar), Nejat Ya- vaşoğulları (mimar-müzisyen), Erkal Yavi (grafik sanatçısı), Hilmi Yavuz (şair), Orhan Yıl­dırım (grafik sanatçısı), Gürel Yontan (sanatçı).

Orhan Pamuk, Princeton Üniversitesinde Türk romanı üzerine konuştu

Geçtiğimiz Eylül ayından bu yana ABD’de yaşamakta olan yazar Orhan Pamuk, Princeton Üniversitesi’nde Türk romanı üzerine bir konuşma yaptı.

Ü niversite’nin O rtadoğu Bölümü öğrencilerinin izlediği konuşmada Orhan Pam uk, te­mel olarak, Türk romanın bugü­nüne değinmek üzere geçmişin­den ve dünya romancılığından etkilenişinden bahsetmek gerek-

Kısa ••• Kısa •••• Kültür ve Turizm Bakanlı­

ğı Milli Folklor Araştırma Dai­resi Başkanlığı ve Niksar Beledi- yesi’nin işbirliğiyle gerçekleştiri­len, Erzurumlu Em rah’ın anıt mezarı, 3 Mayıs’ta T okat’ın Niksar ilçesinde açıldı.

• Behzat Taş “ Karikaterö- rizm” adlı bir karikatür albümü yayınladı. Albümü (270 liralık posta pulu karşılığı) isteme ad­resi: “ Kurtuluş Mah., Ziyapaşa Cadl, 94/5, Eskişehir.”

• Ankara Fotoğraf Sanatçı­ları Derneği (AFSAD)’tn yayın­ladığı “ Fotğraf” dergisinin Ma­yıs sayısında Alman fotoğrafçı Andrcj Reiser’iıı Almanya’daki Türk işçilerinin yaşamlarını ko­nu alan 11 sayfalık portfoliosu yer alıyor. Ayrıca tlyas Göç-

Orhan Pamukfiğini ve romanm geçirdiği dö­nemlerin çekim inden kopuş aşamasına modern romanın son on yılda henüz girdiğini ve böy- lece fazla araştırümamış bir alan­da bulunduğumuzu belirtti.

Türk romanında yeni dene­yim ve gerçeklerin yararlı bir et­ki oluşturmak amacıyla, güçlü bir öyküye dayandırılarak iletil­me geleneğinin var olduğunu söyleyen Pamuk, “ Bugün mo­dern romancı sadece geleneksel politik baskıları ile hükümetin ve ahlaki beklentileri olan gelenek­sel okuyucunun değil, aynı za­m anda öykücüdeki naif ruhun etkisini de aşmak, bunlara karşı koymak zorundadır” dedi.

men’in siyah-beyaz ve renkli fo­toğraflarından oluşan portfolio­su da bu sayıda yayınlandı. Der­gide bunun dışında fotoğrafla il­gili teknik ve kuramsal yazıiar da yer alıyor.

• Münih’teki Kunst-Gale- rie’de düzenlenen bir sergide res­sam Ender Güzey’in yapıtlarına da yer verildi. Sergide, ayrıca Max Ernst, Bele Bachem, Chris- toph Bölinger, Antje Mentzen, Joan Miro, Jochim Palm ve Mac Zimmermann’ın tabloları yer alı­yor.

• “ Moda Cad. 245, Kadı­köy” adresinde etkinliğe başla­yan Art Net Sanat Galerisinde ilk sergi Behruz Kia’nın yapıtla­rını içeriyor. 14 Mayıs’ta açılan sergi, 1 Haziran’a değin sürecek.

iaRïséÉlœsss « 161

Page 61: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

I

ON BEŞ GÜNÜN İÇİNDENAnkara Devlet Opera ve Balesi’nin düzenlediği “3. Ulus­

lararası Ankara Müzik Festivali” ve Sarıyer Halk Eğitimi Merkezi’nin düzenlediği “4. Boğaziçi Amatör Tiyatrolar Şenliği” kapsamındaki etkinlikler: “Singing in the Rain”, “ Leopar”, “Orphée”, “Ginger ve Fred”in gösterimi; “Ba­rış Resimleri”, “ Eski İstanbul” sergisi, Mayıs ayının ikinci yarısına genel bakışta dikkati çekiyor.

Plastik sanatlarda ise durum şöyle:Heli Perrett'in Bebek Kile’deki heykel sergisi 17 Mayıs;

Berk Sanat Galerisi’ndeki “Banş Resimleri” konulu karma ve Sarkis Günsel’in Tünel Galeri Cep’teki resim sergisi 20 Mayıs; Serdar Kutca’nın Ankara Çağdaş Sahne’deki kari­katür ve Yasemin Şenel’in Ankara Siyah-Beyaz’daki sergi­si 21 Mayıs; Nihat Kahraman’ın Bahariye Akbank’taki resim, Salih Balakbabalar’ın İslam Tarih, Sanat ve Kültür Araştır­ma Merkezi’ndeki “Ahşap, Sedef ve Metal Uygulamalar”, Mehmet Erbil’in Elazığ Akbank’taki resim, Sadık Öztürk’ün İzmit Devlet Güzel Sanatlar Galerisi’ndeki “Ve Kadınlar” konulu resim, Hasip Pektaş’ın Trabzon Akbank’taki resim sergisi 23 Mayıs; Birnur Günçe’nin Moda Deniz Kulübü’n- ki resim sergisi 26 Mayıs; Ziya Fikret Çıkrık'ın Etiler Ak­bank’taki resim sergisi 28 Mayıs; Mahmut Cûda’nın Har­biye Garanti Bankası Sanat Galerisi’ndeki resim, Ferruh Ertürk’ün Ziraat Bankası Başak Gaierisi’ndeki resim, Dilek Işıksel ve Fahire Alimgil’in Erenköy İs-Sanat’taki resim, Hayriye Akay ve Sevim Tabak’ın Ankara Iş-Sanat’taki resim, Ifsak üyelerinin Afsad’daki karma fotoğraf, Ömer Sümer’ in İzmir Iş-Sanat’taki resim, Rezzan Sabuncu’nun İzmir Al­man Kültür Merkezi’ndeki resim sergisi 30 Mayıs; Nilgün İsmet ve Vahit Aras’ın Uşak’taki fotoğraf, Hamza Inanç’ın Ankara Doku’daki resim sergisi 31 Mayıs; Behruz Kia'nın Artnet’teki (Moda Cad. 245, Kadıköy) resim sergisi 1 Hazi­ran; Osmanbey Erkut'taki karma sergisi. 3 Haziran; Teşvi­kiye Sanat Galerisi’ndeki “Eski İstanbul” konulu karma sergisi 5 Haziran; Namık Bayık’ın Maslak Pabetland’daki resim sergisi 8 Haziran'a dek gezilebilecek.

ZEKÂİ MURATÇAY

KONSER• İstanbul Avusturya Kültür Ofisi, 18.30’da “Oda Müziği Akşamı" düzenleyecek.• Antonio Saivatore (keman)- Nlna Botta (piyano) İkilisi, An­kara Devlet Konservatuvarı'n- da 20.30’da Mozart, Stravin­sky, Debussy, Ravel ve Saint- Saens'ın yapıtlarından oluşan bir program sunacak.BALE• Ankara Devlet Opera ve Ba­lesi, 20.30’da "3. Uluslararası Ankara Müzik Festivali” çer­çevesinde Ferit Tüzün’ün "Çeşmebaşı” , Borodlne’in “Poloveç Dansları” ve Muam­mer Sun’un “ Hıdrellez” adlı birer perdelik balesini suna­cak.TİYATRO• Deneysel Sahne, Sarıyer Halk Eğitimi Merkezi Tiyatro Kolu'nun düzenlediği ”4. Bo­ğaziçi Amatör Tiyatrolar Şen- liği"nde 19.00’da "Trajedi" adlı oyunu sergileyecek.

62

GÖSTERİ• AKM Sinema Bölümü’nde 14.30, 18.00'de Daniel Mann’ in “Willard Fareleri” adlı filmivar.• İstanbul Türk-İngiliz Kültür Derneği’nde 14.30’da Orson Welles’in “Touch of Evil”; 19.00’da Alan Bridges’in“The Return of a Soldier” adlı filmi izlenebilecek.• Istanbul Italyan Kültür Mer­kezi, 16.30 ve 19.30'da Vls- conti'nln “Leopar” adlı filmi­ni oynatacak.İMZA GÜNÜ• Tarık Dursun K., Nişantaşı akademi Kitabevl’nde 16.00 - 19.00’da kitaplarını imzalaya­cak.

CUMA

KONSER• Michael Grube (keman), İs­tanbul Avusturya Kültür Ofi- si’nde 18.30'da piyanist Ergi- can Saydam eşliğinde resital verecek.

• CSO’nun 20.30’daki “Kapa­nış Konseri”nl Rengim Gök­men yönetecek. Yekta Kara’ mn (soprano) solist olarak ka­tılacağı konserde Çaykovski’ nin “Aşk Şarkıları”, Kemal Sünder’in “Timpani Konçer­tosu” ile Verdi operalarından uvertür ve prelüdler seslendi­rilecek.TİYATRO• Boğaziçi Üniversitesi Oyun­cuları, Shakespeare’ln “Troi- los ve Kressida" adlı oyunu­nu 19.30’da sergileyecek, yö­neten: Mehmet Açar.• Zeytinburnu Halk Eğitimi Merkezi Tiyatro Kolu, Sarıyer Halk Eğitimi Merkezi’nde 19.00’da “Güneşte On Kişl’’yi oynayacak.İMZA GÜNÜ• Fehmi Işıklar, Nişantaşı Akademi K itabevi’nde 16.00-19.00’da kitaplarını im­zalayacak.SERGİ• Günay Sagun’un Nişantaşı Akbank'taki resim sergisi, 30 Mayıs’a dek sürecek.• İzmir Resim Heykel Müze- si’ndekl karma sergi, 30 Ma- yıs’ta kapanacak.• Güler Akalan’ın İzmir Mus- tafabey Yapı Kredi’deki resim sergisi, 16 Haziran'a dek ge­zilebilecek.• Işıl Özışık'ın Ankara Bedes­tendeki resim sergisi, 13 Ha- ziran’a dek sürecek.

KONSER• Antonio Salvatore (keman),

Emirgân Beyaz Köşk’te 15.00’te resital verecek.• CSO, 16 Mayıs “Kapanış Konseri”ni 11.00'de yineleye­cek.BALE• Ankara Devlet Opera ve Balesi, 20.30’da “Çeşmeba- şı”, “Poloveç Dansları" ve “Hıdırellez’’i sergileyecek.TİYATRO• Sarıyer Halk Eğitimi Mer­

kezi’nde 11.00’de SHEM Ço­cuk Tiyatrosu’nun “Don Ca- male’ye Zeytin Yok”, 16.00’da Beşiktaş Atatürk Lisesi’nin “Kel Şarkıcı"; 18.00'de İstan­bul Sahnesi’nin tek kişilik gösterileri izlenebilecek.• Anadolu Üniversitesi AÖF

Tiyatro Kolu, Beyoğlu Küçük Sahne’de 13.00’te Ferdi Mer-

ter’in “Silahlar ve Çiçekler"l- nl sunacak.

OPERA• İstanbul Devlet Opera ve Balesi, Ankara Büyük Tiyat­roda 20.30’da “3. Uluslarara­sı Müzik Festivali” çerçeve­sinde Okan Demiriş’in “Kar­yağdı Hatun” adlı operasını sergileyecek.TİYATRO• Sarıyer Halk Eğitimi Merke­zi’nde 14.00’te Özgün Tiyatro Topluluğu "Maskeler ve Yüz­ler"; 16.30’da SHEM Tiyatro Kolu “İstanbul’dan Nağme­ler”! oynayacak.

KONSER• Antonio Salvatore (keman), İstanbul İtalyan Kültür Merke- zl’nde 19.00’da piyanist Nina Botta eşliğinde Beethoven ve Mozart’ı seslendirecek.

KONSER• Sibel Kurtbek ve Cana Gür- men’in piyano öğrencileri, İs­tanbul Avusturya Kültür Ofl- si’nde 17.30’da konser vere­cek.OPERA• İstanbul Devlet Opera ve Balesi, Ankara’da 20.30’da “Karyağdı Hatun’d sergileye­cek.TİYATRO• Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Oyuncuları, Sarıyer Halk Eği­timi Merkezi’nde 18.30’da "Kedi" adlı oyunu sergileye­cek.SERGİ• Tahir M. Ceylanoğlu’nun İs­tanbul Fransız Kültür Merke­zi’ndeki “Barış Daha Önde” konulu fotoğraf sergisi, 31 Mayıs’ta kapanacak.

Page 62: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

15 MAYIS-31 MAYIS

ÇARŞAMBA

KONSER• Lalin Tuna (piyano), İstanbul Avusturya Kültür Oflsi’nde 18.30’da resital verecek. TİYATRO• BÜO, 19.30’da “Troilos ile Kressida”yı oynayacak.• Behçet Kemal Çağlar Lise­si öğrencileri, SHEM ’de 17.30’da “İçimizden ikisi” adlı oyunu sunacak.GÖSTERİ• İstanbul İtalyan Kültür Mer­kezi, Fellini’nin “Ginger ve Fred” adlı filmini 16.30’da oy­natacak.• Ankara Türk - Amerikan Der­neği, Vincente Minelli’nin “An American in Paris” adlı filmini 18.00 ve 20.30’da suna­cak.

PERŞEMBE

BALE• Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı, Anka­ra Büyük Tiyatro’da 20.30’da “ 3. Uluslararası Müzik Festivali” çerçevesinde bale gösterisi yapacak.TİYATRO• Sarıyer Halk Eğitimi Merke- zi’nde Saint Benoit Kız Lise­si 18.30’da “Çökme Tehlike­si” ve 19.30’da “İki Kişilik Hır- gür”ü sergileyecek. GÖSTERİ• İstanbul Italyan Kültür Mer- kezi’nde 16.30 ve 19.30’da “Ginger ve Fred” var.

CUMA

KONSER• Kıvanç Onur (soprano), İs­tanbul Avusturya Kültür Ofi- si'nde 18.00’de piyanist Na- zan Akın eşliğinde resital ve­recek.TİYATRO• SHEM’de 15.00’te izzet Ün-

ver Lisesi “Hep O Kel Şarkı­cı”; 20.00’de HÜ Zonguldak Mühendislik Fakültesi “Balı­kesir Muhasebecisi” adlı oyu­nu sergileyecek.

KONSER• Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı, CSO Konser Salonu’nda 11.00’de senfonik konser verecek. TİYATRO• BÜO, “Troilos ve Kressida” yı 15.30, 19.30’da sergileye­cek.• SHEM Tiyatro Kolu, 15.00’te Meddah gösterisi yapacak; Çankaya HEM Tiyatro Kolu da 18.00'de “Evler Evler”i oy­nayacak.

TİYATRO• BÜO, “Troilos ve Kressida” yı 15.30’da sergileyecek.• SHEM’de İstanbul Sahnesi 11.30’da “Ah Bizde Şans Olsa” ve 15.00'te “Sıradan Bir Olay”; Barış Oyuncuları da 18.00’de “Tiyatro’da"yı oyna­yacak.

KONSER• TRT Ankara Çoksesli Genç­lik Korosu, “Uluslararası Mü­zik Festivali” çerçevesinde 20.30’da konser verecek. TİYATRO• Galatasaray Lisesi (Beyoğ­lu), SHEM’de 18.30’da “Ağrı Dağı Efsanesi"ni oynayacak. GÖSTERİ• İstanbul Türk - İngiliz Kültür Derneği’nde 14.30'da “Touch of Evil”; 19.00’da "The Return of a Soldier” var.• Ankara Türk - Ingiliz Kültür Derneği, James Mactaggart’ ın “The Duchess of Malfi” ad­lı filmini 18.30’da oynatacak.

“Orphée’ adlı filmini 18.00’de oynatacak.-• AKM SB'de 13.00, 15.00, 17.00’de çocuk filmleri var.• İstanbul Italyan Kültür Mer­kezi 16.30 ve 19.30’da “Ka­fes”! sunacak.• İstanbul Türk - Ingiliz Kültür Derneği’nde 14.30’da “The

SALI

KONSER• Ova Sünder’in piyano öğ­

lencileri, İstanbul Avusturya Kültür Ofisi’nde 17.30’da kon­ser verecek.• Saygj Aytöre Yücel (piyano), Irfani Özdemir (obua), Bülent Civelek (klarnet), Orhan Nuri Göktürk (fagot) ve Fazlı Ars- lan (korno), Ankara Türk - In­giliz Kültür Derneği’nde 20.30’da Mozart ve Beetho-

Return of a Soldier"; 19.00’da “Lady from Shanghai” izlene­bilecek.

30CUMA

ven'i seslendirecek.TİYATRO• Galatasaray Lisesi (O'rta- köy), SHEM’de 18.30’da “Dı- şardakiler” adlı oyunu oyna­yacak.KONFERANS• Prof. Oğuz Onaran ve Seçil Büker, Ankara Türk - Ameri­kan Derneği’nde 18.30’da “Amerikan Müzikalleri”ni ta- . nıtacak.

OPERA• Ankara Devlet Opera ve Ba­lesi, “3. Müzik Festivali" çer­çevesinde 20.30’da Mozart’ın "Figaro’nun Düğünü” opera­sını sergileyecek. Bettenb- ruch'un sahneye koyduğu operada orkestrayı Maria Tu- nicka yönetiyor.TİYATRO• Saint Benoit Kız Lisesi, SHEM’de 19.00’da “Antigo-

¡28 ne”yi oynayacak.GÖSTERİ• AKM SB’de 13.00, 15.00, 17.00’de çocuk filmleri göste­rilecek.• İstanbul Fransız Kültür Mer- kezi’nde 18.30’da Claude Chabrol’un “ La Femme Infidèle” adlı filmi var.

ÇARŞAMBA

KONSER• TRT Ankara Çoksesli Genç­lik Korosu, “ 3. Müzik Festivali” çerçevesinde 20.30’da konser verecek. TİYATRO• SHEM’de Tunceli HEM Ti­yatro Kolu 20.00’de “Elif Ana” yı oynayacak.GÖSTERİ• AnkaralIlar Türk - Amerikan Derneği’nde 18.00 ve 20.30’da Gene Kelly’nin “Singing in the Rain" adlı filmini izleye­bilecek.

• İstanbul Türk - Ingiliz Kültür Derneği, "The Edge of Darkness-3”ü 14.30’da; “Lady from Shanghai”ı 19.00’da oy­natacak.

31CUMARTESİ

TİYATRO• SHEM'de Silivri FAD Genç­lik Tiyatrosu 11.30’da “Dağ Denize Kavuştu" ve 15.00’te “Şen Denizciler”; 17.00’de de Bolu Kültür Merkezi Sanat Ti­yatrosu “Rumuz GoncagüT’ü sergileyecek.

PERŞEMBE GÖSTERİ• AKM SB'de 13.00, 15.00, 17.00’de çocuk filmleri izlene­bilecek.• İstanbul Türk - İngiliz Kültür Derneğl’nde 11.00’de “High Rlse Donkey”, 14.30’da “Lady from Shanghai”, 19.00’da da “Touch of Evil” var.

TİYATRO• Darüşşafaka Lisesi, SHEM' de 18.30'da "İnsan Denen Ga­rip Hayvan”ı sergileyecek. GÖSTERİ• İstanbul Fransız Kültür Mer­kezi, Jean Cocteau'nun

63

Page 63: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

KONUŞMA

Arthur Miller’in ünlü yapıtı “ Satıcı­nın Ölümü’’nii sinemaya aktaran Al­man yönetmen Wolker Schlöndorf, Amerika’da birçok televizyon istasyo­nu tarafından satın alınan ve Avru­pa sinemalarında gösterime giren fil­minin hemen ardından yeni çalışma­lara başladı. Bu ilk okyanus ötesi ça­lışmasını yenilerinin izleyeceğini belir­ten Schlöndorf, aşağıdaki söyleşide yeni tasarımlarım açıklıyor.

Rainer Werner Fassbinder Ameri­ka’ya yerleşmeyi istiyordu. Sizin de böyle bir niyetiniz var mı?

Hayır, şimdilik böyle bir düşüncem yok. Ancak kesin olan bir şey var, o da önümüzdeki yıllarda çalışmalarım iki cephede olacak, daha doğrusu iki kül­tür üzerine kurulacak. 1977 yılında “Katharina BlurrT’u gerçekleştirdikten sonra Amerika Birleşik Devletleri’ne iki yolculuk yaptım. Bunlardan birini güney - batıya Hollywood’a, diğerini de doğuyşa yaptım. Sonra Moskova’­dan geçerek Orta Asya’ya yöneldim. Özbekistan’a Taşkent’e gittim. Bu ba­na olaylara Özbek ve Amerikan gözle­riyle bakabilmeyi öğretti. Bir başka şe­yi de. Ortada durmam gerektiğini. Ve bu odacılığı değişik tarihsel, sosyal, coğrafik kültürle zenginleştirmeye ka­rar verdim.

Amerika Birleşik Devletlerl’nde ya­pacağınız çalışmalardan biraz bahse­der misiniz?

Bugünlerde Roma’dave Firenze’ de bir taraftan dinleniyorum bir taraf­tan da düşündüğüm iki projeyi kafam­da geliştirmeye çalışıyorum. Bu arada karım Margarethe von Tootta’nın son çektiği film “Rosa Luxemburg” Can­nes Film Festlvali’ne katılacak, benim de ona katılmam söz konusu. Ancak bu iki projeden hangisinin öncelik ka­zanacağına Hollywood'dakiler karar verecekler.

Peki ama proje sizin olduğuna gö­re detayları ve kimlerin oynayacağını biliyorsunuzdur.

İlk filmim Utah eyaletinde çekile­cek ve Mormon tarikatını anlatacak. Din sorunu ve özellikle Amerika’daki iki dinsel azınlığın olayı beni büyülü­yor. Teksti, daha önce Stanley Kub- rick’le birlikte çalışan Dlane Johnson adlı ilginç bir kadın yazarın kitabından uyarladım. Bu filmde başrolde çok iyi bir tiyatro oyuncusu olan John Malko-

64

WolkerSchlöndorf:

“ Avrupa sinemasının uzlaşmacı bir tavır

içinde olduğu ve sorumluluktan kaçtığı

görüşündeyim’’

vich oynuyor. Diğeri ise bir komedi, bunda da Steve Martin oynayacak.

Sadece Amerika’da tanınan bir ko­medyeni seçmenizin sebebi ne?

Martin’in hiciv anlayışını, sürrea­listliğini seviyorum. Filmin konusu Vi- yana’da geçiyor. Steve de Amerikalı­lar ve Ruslar tarafından gerçekleştiri­len bir mitingde çevirmenlik rolünü üstlenen bir adamı canlandıracak. Çok şık bir Viyana otelinde, Ruslara ve Amerikalılara çevirmenlik yapan bir Steve’ln mimiklerinin çok hoş kaçaca­ğına inanıyorum.

Avrupa’ya yönelik tiyatro çalışma­larınız neler olacak?

Tiyatro çalışmalarına ağırlık vere­ceğim. 1987 kışında Münih’te Heinrich Böll’ün “Nehirli Köyün Kadınları” ad­lı kitabını sahneye koyacağım. Daha sonra da “Teneke Trampet”in devamı sayılabilecek bir öyküyü film yapaca­ğım.

Filmlerinizde çok sık edebiyat ürünlerinden yola çıkıyorsunuz. Niye edebiyat?

Bir edebiyat metnini canlandır­mak, kültürel ve sosyal zenginlikler katmak çok hoşuma gidiyor.

“Satıcının Ölümü” dublajlı çıktı birçok ülkede. Alt yazıyı yeğler miydi­niz?

Henüz İtalyanca çevrilmiş halini görmedim. Film Almanya’da da dub- lajlanarak çıktı. Ancak filmimizin - fil­mimizin diyorum çünkü filmi gerçek bir ekip çalışması içerisinde gerçek­leştirdik - alt yazıyla çıkmasını tercih ederdik. Vine de böyle bir filmi en kö­tü dublajın bile karalamayacağına ina­nıyorum, bu büyük ölçüde tekstin bir­çok insanca tanıdık olmasından da kaynaklanıyor.

Siz Yeni Alman Sineması’nın sos­yal olaylara, eylemlere en duyarlı yak­laşan yönetmenlerinden biri olarak ka­bul ediliyorsunuz. Avrupa sinemasının son durumunu nasıl değerlendiriyor­sunuz?

Sinemanın uzlaşmacı bir tavır için­de olduğunu ve sorumluluktan kaçtı­ğını düşünüyorum. Yapımcılarıyla, se­naristleriyle, yönetmenleriyle, yıldızla­rıyla sinemacılar kültürel yapımlarla, gişe arasında ortak bir yer bulmaya, böylece sorumluluk duygularını da tat­min etmeye çalışıyorlar. Ama katı ge- nellendirmeler yapmak istemiyorum. Ayrıca bir komedide de politika ve sos­yal olayların incelikle işlenebileceği inancındayım. Bunun en iyi örneklerini de ustam saydığım EliaKazan'da gör­düm. Avrupa’da en çok beğendiğim yönetmen ise Andrej Wajda. Bana ge­lince... Ben başarılmış ya da başarıla- mamış her filmimde insanların eylem­lerinin, devinimlerinin merkezine dü­şünceyi, yüreği, duyguları yerleştirme­ye çalışıyorum. Filmlerimde suskun mesajlar yakalamak zordur. Çevirdik­lerim ve çevireceklerim, her şeye rağ­men sinemasal sanata inanan bir in­sanın analizlerinin ürünü olarak görül­melidir.

Türkçesi: AYÇA ATİKOĞLU

Page 64: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

97b 35 indirim6.000 TL. yerine 3.900 TL.

Milliyet Sanat Dergisi

indirimli abone kampanyasında

son 10 gün

Milliyet Sanat Dergisi, 15 Ocak sayısından itibaren 250 liradan satılmaya başlanmıştır. 50 liralık bu artış, doğal

olarak abone ücretlerine de yansıyarak yıllık abone bedeli 4.800 liradan 6.000 liraya yükselmiştir.

Dergimiz, geçen yıllarda olduğu gibi, fiyat artımının okurlarına yükleyeceği mali külfeti ortadan kaldırarak, daha geniş kitlelere seslenmek ve toplu okur sağlamak amacıyla düzenlenen %35 indirimli abone kampanyası

25 Mayıs’ta sona erecektir

25 Mayıs 1986 tarihine kadar Sanat Dergisi’ne 1 yıllık (24 sayı) abone olanlar 6.000 T L . yerine —eski abone

fiyatının da altında— sadece 3.900 T L . ödeyeceklerdir.

Kampanyamızdan kararlanmak isteyenler, abone kuponundaki gerekleri yerine getirip

adresimize göndererek abone olabileceklerdir.

Page 65: 1986 Uluslararası - COnnecting REpositories · 2017-08-17 · 1986 Uluslararası Barış Yılı’nda: Söz, Genç Çizerlerde! W^" Hi 1 , / ü şupMf < - - H i Sanat Dergisi, 1986

TÜRKİYE’DER en klİ Fotoğraf Denince...'-

Refo Color1965 yılından bu yana Türkiye’de

renkli fotoğraf denince ilk anımsanan isimdir Refo Color...

Renkli fotoğrafın ülkemizdeki öncüsü olan Refo Color, bugün

fotoğraf teknolojisindeki tüm yenilikleri yapısında bulunduran modern laboratuvarları

amatör ve profesyonel tüm fotoğraf sanatçılarımıza hizmet vermenin

kıvancını duymaktadır.

ile

ISREFO*C O L O R

Renkü Fotoğraf Laboratuvarlari SANAYİİ Ve TİCARET A.Ş.

Şehit Adem Yavuz Sok.8 Kızılay-ANKARA, Tel: 18 84 84 • 18 86 86 - 18 95 72 Nispetlye Cad.18 Etiler-İSTANBUL, Tel: 163 65 31 ■ 165 53 74

Atatürk Bulvarı 252/A Alsancak-İZMİR, Tel: 21 23 64

Taha Toros Arşivi