1986 uluslararası - connecting repositories · 2017-08-17 · 1986 uluslararası barış...
TRANSCRIPT
1986 Uluslararası Barış Yılı’nda:
Söz,Genç Çizerlerde!W^" H i 1 , / ü şupMf < - - H i
Sanat Dergisi, 1986 Barış Yılı’nda, çağlar boyu baskı ve sömürünün karşısında olan, insamn mutluluğu ve barış yolunda savaşım veren karikatür sanatına, bu zorlu uğraşın genç temsilcilerine sayfalarını açıyor.
•Genç çizerlerimizin göndereceği karikatürler 1 Mart - 15 Aralık 1986tarihleri arasında (20 sayı) dergimizde yayınlanacak, daha sonra MİLLİYET YAYINLARI tarafından bir kitapta toplanacaktır. “1986/Söz,Genç Çizerlerde” başlığını taşıyacak kitap, yapıtı yayınlanan çizerlerimize armağan edilecek ve piyasada satılacaktır.
•Gönderilecek karikatürlerin hiçbir yerde yayınlanmamış ve olabildiğince "yazı” ve “söz"den arındırılmış olması gerekmektedir.
•Karikatürler 25x35 (yatay ya da dik) boyutları içine, resim kâğıdına siyah çini mürekkebi ile çizilecek, postada zedelenmeyecek biçimde gönderilecektir.
Genç çizerler, karikatürleriyle birlikte çok kısa yaşam öykülerini de (doğum yeri ve tarihi, öğrenim durumu, adresi) göndermelidir.
Yayınlanmayan karikatürler iade edilmeyecektir.
Adresimiz:Milliyet Sanat Dergisi
SÖZ,GENÇ ÇİZERLERDE KÖŞESİ Nuruosmaniye Cad.No: 65-67
Cağaloğlu-İstanbul
i g M W M mrnrnT T - U f0 3 3 (
!<;Xv>XvX;:;XvX;Xv;;:v:
Milliyet
SANATDERGJStOn beş günde bir yayımlanır 15 Mayıs 1986Yeni Dizi 144/Sıra 494/250 Lira Sahibi:Milliyet Gazetecilik A.Ş. adınaAYDIN DOĞANGenel Yayın Danışmanı:AKAL ATILLASorumlu Yazı işleri Müdürü: ZEYNEP ORAL Grafik Düzen:MUSTAFA EREN
i lm
mm
Abone koşulları:Yıllık 6.000 TL. (Taahhütlü 8.880 TL.)Altı aylık 3.000 TL. (Taahhütlü 4.400 TL.) (Yabancı ülkeler için ayrıca posta ücreti alınır)Kıbrıs’ta satış fiyatı 330 TL.ilan fiyatları:Tam sayfa:Renkli: 100.000 TL. Siyah-beyaz: 80.000 TL. Yarım sayfa:Renkli 50.000 TL. Siyah-beyaz: 40.000 TL.1/4 sayfa: 25.000 TL.Kapak içleri:Renkli: 120.000 TL. Siyah-beyaz: 100.000 TL. Arka kapak (Renkli): 150 000 TL.Adres:Milliyet Sanat Dergisi Nuruosmaniye Cad. 65-67 Cağaloğlu - İstanbul Tel: 511 44 10
: :
HALDUN TANERBİR İSTANBUL AYDININIYİTİRDİK• Haldun Taner’i anlatabilmek...
Zeynep Oral•Ö ykücü Haldun Taner
Füsun Akatlı• Türk tiyatrosunda Haldun Taner olayı
Ayşegül Yüksel• Haldun Taner diyor ki...• Haldun Taner’den kalanlar...
TÂİŞGAL İSTANBULU’NDA RAMAZAN• Konur Ertop’un yazısı• Ahmed Naim Bey’le İslamiyetin
telâkkisine dair kavgamız Yazan: Yahya Kemal Beyatlı
Ol'TO PREMİNGER “Hollywood’daki ViyanalT’nın ölümü Atilla Dorsay
23MARDİN-MÜNİH HATTI Almanya’da yaşamış üniversite öğrencileri diziyi değerlendirdi Zehra ipşiroğlu
25GİDERAYAK Vedat Günyol
26SAMUEL BECKETT Don Kişot’tan Godot'ya Enis Batur
28ANNE FRANK’IN DÜNYASI Gültekin Emre
30SÖZ, GENÇ ÇİZERLERDE
OSMAN HAMDİ’NİN BİLİNMEYENRESİMLERİKaya Özsezgin
35506. GUN Cemal Süreya
X
38ANDRE KERTESZ/PAUL CAPONIGRO İki fotoğraf sergisi Mehmet Bayhan
42ANKARA SİNEMA HAFTALARI Oğuz Onaran
I I I İ İ İ İ 1 :
Haldun Taner'i anlatabilm ek...Zeynep Oral
M A aldun Bey, bu sayı Sanat Der- gisi’nde şu konyu ele alıyoruz, ne dersiniz?”
“ Haldun Bey, şu oyunu, şu filmi, şu sergiyi izlediniz mi? Nasıl buldunuz?”
“ Haldun Bey, şu olayın iç yüzünü bize anlatır mısınız?”
“ Haldun Bey, tiyatro müzesi konusu yeniden alevlendi. Ne dersiniz, yeniden yayma geçelim mi?”
“ Haldun Bey, şu konuda bize yarına kadar bir yazı yetiştirebilir misiniz?”
“ Haldun Bey, şu sanatçıyı, bu yazarı yitirdik. Biliyorum, siz ‘ölüm yazıları’ yazmayı sevmezsiniz ama, bize onunla ilgili bir yazı yazar mısınız?”
Bu kez olmadı. Ne kapağa koyacağımız resmi, ne bu sayıda yer alacak yazılan ona danışabildik. Türk tiyatro ve edebiyat yaşamının ayrılmaz bir parçası olan çok sevdiğimiz bir yazarın ölümü üzerine ondan yazı iste- yemedik. Peki, biz şimdi kime danışacağız? Bilmediklerimizi kime soracağız? Sanat ve kültür olaylarının iç yüzünü kimden dinleyeceğiz? Milliyet gazetesinin içindeki küçücük odamızda —Sanat dergisi odası— kiminle sohbet edeceğiz? Odamıza kim çiçek getirecek? “ Kafamız bozulduğunda” kime içimizi dökeceğiz? Sevincimizi üzüntümüzü, dertlerimizi coşkumuzu, umudumuzu, tasarılarımızı, telaşımızı kiminle paylaşacağız.
İnsanoğlu ne bencil oluyor! Daha şimdiden sizi değil, sizsiz kalmış olan bizleri düşünüyorum Haldun Bey! Şimdiden diyorum çünkü —şu iğrenç iki sözcüğü kullanmak zorundayım— çünkü “ ölüm haberiniz” gazeteye ulaşalı henüz birkaç saat oldu. Acaba şu anda size “ Haldun bey, her ölüm haberiyle birlikte ölenin yanı sıra, belki de daha çok onsuz kalmış bizleri düşünüyoruz. Bu doğal mı, yoksa alçaklık mı” diye sorsam ne derdiniz? O sonsuz kültür birikiminizle, kendi yaşam deneyimlerinizle belki bilgece bir yanıt verirdiniz; belki sürekli okumamn, hafızanızın ve okuduklarınızı yaşama geçirme yeteneğinizle bir ünlü düşünürden bir alıntıyla yanıtlardınız; belki de yalnızca bir espri patlatırdınız. Ben de alır o yanıtı, bu yazının başlığı yapardım. Ama yoksunuz, soramadım.
Türk tiyatrosu ve Türk edebiyatındaki yerinizi arkadaşlarım yazdı, bana yaşamınızı, kişiliğinizi yazmak düştü. Ama bunu yazmak öyle güç ki Haldun Bey. Sizinle hiç karşılaşmamış birine sizin en sıradan bir karşılaşmayı (diyelim gazete koridorunda bir karşılaşmayı) bile nasıl olağanüstü kıldığınızı nasıl anlatabilirim ki! Torununuz ya da anneniz yaşında olsun, elini sıktığınız kadınların ellerini dudaklarınıza götürüşünüz; karşılaştığınız erkek ya da kadın, çocuk ya da yaşlı, ona “ seni görüyorum, seni dinliyorum, seninleyim” diyen bakışlarınız; bu bakışlardaki olumlu ya da olumsuz, ama mutlak eleştirel tavır;
ve bu tavrı küçük muzipliklerle, iğnelemelerle, nüktelerle inceden inceye, hiç “çaktırmadan” destekleyişiniz nasıl anlatılabilir. Kimi zaman gazetedeki odamızda bir konuşma sırasında söylediğiniz bir cümlenin şaka mı, yoksa ciddi mi, gerçek mi, espri mi olduğunu kavramamız için gözlerinizin ta içine bakma gereğini duyduğumuzu söylesem anlayan olur mu ki? Ya da hani bir gün odamızda ilk Emanu- elle filmini bizlere tam üç buçuk saatte anlattığınız, oysa filmin bir buçuk saat sürdüğünü belirtsem, bu okura bir şey der mi? Ya da Türk tiyatro müzesinin gerçekleşmesi için ansızın 18 yaşında bir delikanlı kesilip, tüm yetkilileri nasıl bombardımana tuttuğunuzu ve bu bombardıman sırasında nasıl için için keyiflendiğinizi anlatsam.
Anılar... Anılar... Hayır Haldun Bey, bu yazı benim sizinle anılarım olmayacak. Sizi imdada çağırıyorum. Gelin hadi bir kez daha bana yardıma olun. Bu yazıyı siz yazın... Okurlar, ansiklopedilerde 1915 yılında İstanbul’da doğduğunuzu öğrenirler nasılsa, gelin devamını siz getirin.
“...DEVİR, MÜTAREKE _______ DEVRİYDİ...”
Bebek bahçesine bakan beyaz bir köşkte otururduk. Devir, mütareke devriydi. Aydınların büyük kısmı teslimiyet içinde, bir kısmı da manda peşindeydi. O kara günlerde İstanbul’da tek başına “ Ya kayıtsız şartsız is
2
tiklâl, ya ölüm” diye diklenen nutuklarıyla, baş yazılarla gençliğe yüreklilik aşılayan babam Prof. Ahmed Se- lahattin’i Ingilizler kovalıyorlardı. Her gün annem balkona çamaşır asıp, evde arandığım babama parola ile bildirirdi. O günler babam yanında her zaman silah taşıyordu. İşte bir b^ş bulunduğu gün bu silahı usulca alıp, pencereye koşmuş, dışarıya iki el ateş etmiştim. Silah sesleri üzerine bütün ev, bütün mahalle birbirine girdi. Ama benim sağ kaldığım, attığım kurşunların da yalnız karşı bahçenin duvarını deldiği anlaşılınca yatıştılar.”
Muziplik o zamanlarda bile vardı anlaşılan...
Babanızı yitirdiğinizde beş yaşın- daydınız. Annenizle birlikte Saraçha- nebaşı’ndaki dede konağına taşındınız: Dedeniz, nineniz, dört dayınız ve teyzenizle yaşamaya... Teyzenizden okuma-yazma, bir dayınızdan yoga, bir başka dayınızdan Fransızcayı, dedenizden sporu öğrendiğiniz ve bunları sevdiniz. Ama annenizin yeri bambaşkaydı. 1979’da annenizi yitirdiğinizde söylediklerinizi anımsıyorum:
“ANNEM, BENİM HER ŞEYİMDİ...”
“Annem, benim babam, dert yoldaşım, arkadaşım, her şeyim oldu... Yaşamını bana adamıştı. Bunu hak etmek için ayrı bir çabayla çalıştım. İlk müsvettelerimin ilk dinleyicisi hep o olurdu. Ana dilimizin, halk Türk- çemizin bütün inceliklerini onun konuşmalarından edinmişimdir. Kendi kendimle hiç övünmedim ama, onun benimle övünmesine çok çalıştım. Çeşitli hükümetlerle hapse girecek derecede başımı derde sokmamaya da kendimden çok onun için gayret ettim. Birikimim, aile terbiyem, büyük çalışma gücüm, onuruma karşı saygım, bende olumlu ne varsa, hep anama borçluyum.”
Annenizi yitirdiğiniz günlerdeki acınızı anımsıyorum da, o zaman dediğimi yine söylüyorum. Ne mutlu ki yalnız değildiniz, annenizi yitirmeden üç yıl önce, 1976’da Demet’le evlenmiştiniz. Ve sonra evlilik üzerine konuşmuştuk.
“ Evlilik” demiştiniz...
“EVLİLİK, BİR DENGE OYUNUDUR”
“Evlilik, genel olarak çok ince bir ip cambazlığı, bir denge oyunudur.
3
1965'te yabancı bir TV ekibinin çekimi sırasında Eşi Demet Taner'leYa iyi oynanmalı ya hiç oynanmama- lıdır. Bence evlilikte en önemli ilke dürüstlüktür. Onun dışındaki ilkeler çiftine göre değişir. Dürüstlüğe halel geldi mi bir evliliği sürüklemek ancak mazoşizmle izah edilir' İnsanlığa yakışmaz. Ama her evlilik belli bir süreden sonra bazen yıpranabilir. Ortamın değişen şartları insanı daha sinirli, hırçın ve sabırsız yapan etkenler, çiftlerin birbirine gösterdikleri saygı ve özeni azaltabilir. Evliliğin estetiği bozulunca, onu da uzatmamakta fayda vardır. Şu kısa ömür içinde yaptığımız her şey estetik olmalı... İlk evliliğim on dört yıl sürdü. Sonra evlilik deneyinden geçmiş yeni bir bekârlık dönemi yaşadım. Doludizginlikten bıkacak kadar doludizgin bir bekârlık. Sonra ikinci evliliğime girdim daha uslanmış olarak. Bana huzur veren, çalışma olanağı veren, karşılıklı sevgi ve saygıya dayalı bir evlilik.”
Durun Haldun Bey, yıllardan yıllara atlıyoruz... Yaşam öykünüzü vermem gerek. Çocukluğunuzu anlatıyordum. Hep çocuk yanınızdan bir şeyler sakladınız ama, şimdilik gerçek çocukluğunuza dönelim. Sizin deyişinizle “ babanızın hatırasına hürmeten” devlet sizi Galatasaray Lisesi’n- de parasız yatılı okuttu. (Çok özel bir soru: Sahi Haldun Bey, şimdi bana kendi babamın sınıf, okul anılarını kim aktaracak?) Galatasaray yıllarında iki hocanız Halit Fahri Ozansoy ve Monsieur Dard, sizi hep yazmaya teş
vik etti, hiç unutmazsınız... Tıpkı, okuldan kaçıp izlediğiniz tiyatroları, filmleri, Naşit’leri, Cemal Sahir’leri, ŞarloTarı, Greto Garbo’ları, Buster Keaton’lan ve nicelerini unutmadığınız gibi...
Galatasaray Lisesi’ni 1935’te bitirip, yine burslu olarak Almanya’da, Heidelberg Üniversitesi’ne gittiniz İktisat okumaya. Doğrusu sizi hiç iktisatçı, ne bileyim bir bankacı gibi falan düşünemiyorum Haldun Bey. İktisadın üçüncü yılında —hani neredeyse iyi ki diyeceğim— şu hastalık (verem) çıktı ortaya.
“ Dört yıl boyu beni dört duvar arasına mahkûm eden bir hastalık, içime yepyeni bir boyut açtı. İnsan, böyle durumlarda bir nefis muhasebesi yapar. Neyi yanlış, neyi doğru yaptığını tartar. Yüzeyde ve geçiciyle, derinde ve kalıcı olanın farkına bu dört yıl içinde vardım. Hastalığımı unutmak için kendimi okumaya verdim. Ve yazma gereksinmesini de bundan yıllarca sonra duydum.”
İşte bu “ yıllarca sonra” deyişinizden sonra sormuştum:
Yazıya geç başlamanız, 30 yaşında başlamanız sizde bir telaş, bir geç kalmışlık yarattı mı?
“ Hayır, bilakis. Hiç acelem yoktu. Yaşıtlarım kıdemliydi, isim yapmışlardı bile. Ben ne isim meraklısıy- dım, ne de erken başlayıp, kıdem almaya. Asıl mesleğim asistanlıktı. Arada yan iş olarak yazı yazıyordum.”
Türkiye’ye döndükten sonra iktisadı bırakıp, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne girmiş, burayı 1950’de bitirmiştiniz... Peki sonra ne oldu ki, yazarlık ön plana geçti?
“OLUMLU ELEŞTİRİLER VE İKİ ÖDÜL...”
“ Geç başlamama rağmen, ilk eserler iyi kritik aldı. Üçüncü kitabım iki önemli ödül kazandı. Bu arada tiyatro için de yazmaya başladım. İlk piyesim Şehir Tiyatrosu’nda sahneye konulmak üzereyken yasak edildi. Daha oynanmadan yasaklanması beni meşhur etti. Yere bırakılsa bir tenis topu kadar sıçrayabilecek bir oyun hızla yere atılınca tavana kadar sıçradı. Piyesim daha sahne görmeden beni meşhur eden yasakçılara minnettarım. Sonra Muhsin Ertuğrul’u tanıtım. Tiyatronun öyle rasgele bir meslek olmadığını öğrendim. Asistanlığı, işi gücü bırakıp, Viyana’ya tiyatro bilimi ve tarihi tahsiline gittim... Sonra Muhsin Ertuğrul, her yıl benden bir oyun ister oldu. Böylece Keşanlı Ali’ ye geldik.”
Ama başlangıçta Haldun Bey, anımsarsınız ya, başlangıçta size karşı bir tutum...
“ Küçük bir edebiyatçı zümresi, çoğu yazı yazmaya 15 yaşında başlamış olmanın ve Beyoğlu ’nun dumanlı kahvelerinde sayısız tartışmalara gi
Bordighera’ da ödülünü alırkenrişip, mesieğin kahrını (!) çekmiş olmanın kuruntusuyla edebiyata sonradan giren bu yeni yazara ilk başta pek dostça davranmadılar. Sanatta da, tapu kadastro idaresinde olduğu gibi kıdemi ön planda görüyorlardı. Kaldı ki, ben yazı yazarak değil ama, gerek Türk, gerek Fransız ve Alman edebiyatını yakından izlemek açısından hiç de yeni değildim... Bir de benim gruplaşmaların dışında kalmak özenim
çok kişinin sinirlerine dokunuyordu. Kişisel özgürlüğümü grup dayanışma- _ larına yeğ tutuşum zaman zaman zararıma oldu ama, bundan vazgeçmedim.”
Haldun Bey, bir de şöyle bir durum var: Türkiye’de yazar çeşitli dönemlerde baskılarla karşılaşan, çoğu kez engellenen, yasaklanan, hapislerde çürüyen bir insandır. Siz, bu gibi şeyler yaşamadınız...
“ Bir yazarın, bir düşünürün dürüstlüğü ve namusu, karakterinin tutarlılığı, hayatı boyunca tavn, tutumu, icraatı, makalelerinde, demeçlerinde ve nihayet eserlerinde yazdıkları ile ölçülür. Takibata uğrayıp uğramadığı, hapse girip girmediği ile değil... Hayatım, mücadelelerim, yazdıklarım ortada. Bir yazar olarak her iktidar döneminde hep fikir ve yaratma özgürlüğünden yana oldum. Baskıya, sansüre, sanatçıya, saygısızlığa karşı durdum. Zaman zaman yasaklandım. Takibata uğradım. Bir ara 146 hoca ile birlikte kürsümden de uzaklaştırıldım. Ama fikir namusu babında bunları saymak zorunu, hele bir hapisa- ne belgesi gereğini hiç aklıma getirmedim.”
Haldun Bey, şu yazıyı yazmamdan beş gün önce Atatürk Kültür Merkezi’nde yanyana oturmuş, Nu- reyev’in “ Uyuyan Güzel” balesini seyrediyorduk. Her zamanki seven- cen, saygılı ama, muzip edanızla, bale sanatı için yaşlanmış sayılabilecek
Nureyev’e bakıp, “ her şeyi zamanın- jia-bırakm ak gerek” demiştiniz... Ama sizin için bırakıp gitmenin henüz zamanı değildi ki... İçinizde yaşlılık gibi bir şeyler hissediyor muydunuz diye soracağım ama, yanıtını biliyorum. Hayır, hissetmiyorum. Dediniz ya:
“YAŞLILIK KAVRAMINA İÇİMDE YER YOK”
“ Ben yaşlandığımı, ancak meslektaşlar, satıcılar, şoförler arada bir ‘baba’ dedikçe hissediyorum. Bu kalıbımın içinde hâlâ eski benliğimi, yani gençliğimi taşıdığımı hayretle görüyorum...
Kabareyi ilk kurduğum zaman, yakın arkadaşım Orhan Kemal, ciddi edebiyatın yanında, bu muzip türü pek kavrayamadığından, ‘Biliyor musun, bu senin yaramaz çocuk yapının sahneye yansıması’ dedi. Beni yakından tanıyan çoğu kimse, kerli- ferli görünüşümle hiç uyuşmayan şakalarıma, esprilerime, hareketlerime Orhan Kemal gibi mana veremezler. İsterler ki ağır oturayım, bana molla desinler. Oysa insan, yaradılışının gereği yaşamalı. İşte bu yanlarımın henüz ölmemiş olması bende yaşlılık diye bir kavramın yerleşmesini önlüyor. Yaşlılığı daha çok yaşdaşlarımda görüyorum. Şunu da ekleyeyim ki, aynaya seyrek bakarım.”
Sonra da şöyle eklediniz:
45
“ Yaşlılığın en şaşmaz ölçülerinden biri de insanın yaşam defterinde beyaz sayfaların azalması. Bunu giderayak yeni şekilde doldurmaya çalışıyorum. Geçmişi özlemiyorum. İlerideki daha güzel günleri özlüyorum. Ama dedim ya, geçmişin tadına varmış bir insan olarak o güne kadar tat almak hassamı tavında tutmak istiyorum. Asıl yaşlılık, hiçbir şeyden zevk almamakla başlar.’’
Siz Haldun Bey, siz öyle yalnız şundan yada bundan değil, yaptığınız her şeyden zevk almayı, tat almayı sürdürdünüz. Sizi iki gün önce Sanat Dergisi odasında gördüğüme dek bu böyleydi. Peki, ne zaman yaşlanacaksınız?
Biliyorum artık çok geç, hiç yaşlanmayacaksınız.
Sormadan edemeyeceğim: Yaşamdan memnun muydunuz Haldun Bey?
“YAŞAMDAN MEMNUN OLMAK...”
“ Yaşamdan memnun olmak için önce insanın sağlıklı olması, evinde mutlu olması, sonra istediği mesleği yapabilmesi gerek.
Ben bir bakıma bu üç şartı da gerçekleştirmiş sayıyorum kendimi. Mutluluğuma düşen tek gölge, kendimi mesleğime bütünüyle adayama- mak oluyor. Çünkü, iki, üç talihli meslektaşımın dışında sırf yazarlıkla yaşayabilen yok. Sırf yazarlıkla yaşamak mümkün olmuyor. Yan işler üstleniyoruz. Ben, yan işleri mesleğime yakın alanlardan seçtim. 30 yıl hocalık yaptım, gazete yazarlığı yapıyorum... Yazarlık öyle bir meslek ki, insan 60, 70 yıllık bir ömür değil, dört ömür verse yetmez. Biz, bir ömrü dörde bölünce dağılmış oluyoruz. En iyi randımanı verememenin üzüntüsünü duyuyoruz.”
Siz de, ben de biliyoruz ki Haldun Bey, yaşamınız boyunca çeşitli hükümetler döneminde size gelen tekliflerin birine evet deseydiniz, “ yan işlerden” hiçbirini yapmak gereği olmazdı:
“ Ben şahsen beni başkalarının getirip bir yere koymasına, bunun doğal sonucu olarak da yine başkalarının o yerden almasına katlanamam, onuruma yediremem. Daha alçakgönüllü bir yerde olayım ama, kimse beni ne alçaltabilsin, ne yükseltebilsin isterim.”
İstediğiniz gibi oldu Haldun Bey.Sizi hayatta en üzen şeyin yakın
dost saydıklarınızdan gördüğünüz ihanet ve vefasızlıklar olduğunu da biliyorum. Hatta sizin deyişinizle “ bu
yüzden yaşamdan soğuduğunuz” bile oldu. Ama hiç kin tutmadınız... Ve bize yaşamın güzellikler ve çirkinliklerle dolu olduğunu anlattınız. Ve bize dediniz ki:
“SEVİNÇLER VE DÜŞ KIRIKLIKLARI”
“ Neylersiniz, hayat iyi ve kötü anılarla dolu. Güzel şeyler, kötü şeylerin etkisini silip götürür. Yeter ki insan kendini bu sevinçlerle şımartmasın ve bu düş kırıklıklarıyla içini karartmasın. Mutlu ve mutsuz olayları yaşamın bir zorunluluğu olarak kabul
etsin, önemli olan, kişinin kendine yetebilen bir ruh dengesi içinde kalabilmesi ve bir işe yaradıkça dünya üstünde kalma tutkusuna gölge düşürmemesidir.”
Bugün Haldun Bey, şu iki sözcük- lü haber Sanat Dergisi odasına kara bir gölge gibi düştü düşeli “ mutlu ve mutsuz olayları yaşamın bir zorunlu- ğu olarak kabul etmek” bizler için çok güç... Çok aceleye gelen bu sayı-
. mız için size danışmadık. Ama bu yazıyı yazmakta imdadıma yetiştiğiniz için ve her şey için çok teşekkür ederim. ■
Galatasaray Lisesi Pilav Gecesi'nde konuşurken
6
Öykücü Haldun Taner
Derinlik, incelik, kurgu işçiliği... Gözlem ve ayrıntı çeşitliliği...
M-9znim Haldun Taner’e özel bir hayranlığım vardı. İdealimde canlandırdığım bir insan tipine, neredeyse gerçek olamayacak kadar çok benzerdi. Birlikte bulunduğumuz süreler içinde, zaman zaman, o anın koşullarından ve konularından koparak dalıp gittiğimin farkına varır, toparlanırdım. Haldun Taner’i seyretmek, sözcükleri seçişini ve telaffuz edişini dinlemek, bir “ hatıra zevki” verirdi bana. İkimiz de Kadıköy tarafında oturduğumuzdan, yürüyüşlerde karşılaşırdık sıkça. Selâmlaşır, iki-üç söz eder, ayrılırdık. Son yıllarda biraz çökmüş omuzları, ama yine de uzun ve usul boyuyla giderken, arkasından bakardım. O bere giyerdi; ama ben hep, ‘eğer fötr şapka giymiş olsaydı, mutlaka karşılaştığımızda da, ayrılırken de şapkasını başından hafifçe kaldırıp yine koyacaktı’ diye düşünürdüm. Bir imgeydi bu elbet.
Son iki yıl, Simavi Edebiyat ödülleri Seçici Kurulu’nda birlikte çalıştık. Toplantılarımıza o başkanlık ederdi. Toplantıları açar ve oylamaları yönetirken eski sözcükler kullanır, değerlendirmelerini dile getirip tartışırken, yeni, tertemiz bir Türkçe ile konuşurdu. Bu ayrıntıyı hemen Akşit’le paylaşmak isterdim. Çoğu zaman Cağal- oğlu’ndan evlerimize aynı arabayla döner, uzunca süren yolda tadına doyulmaz bir sohbeti koyulturduk. Toplantılardan sonra olsun, törenlerden sonra olsun, yakınlarıma hep ve ille de ve yalnızca Haldun Taner’i anlatırdım. Ne önemi var şimdi bütün bunların? Var; çünkü ben, öykücü Haldun Taner’den herhangi bir vesileyle değil, onun ölümü vesilesiyle söz edeceğim birazdan. Onun ölümüyle birlikte, bir şeyler daha, biraz daha
Füsun Akatlı
öldüyse benim için; önce o ölümlerden söz açmak öznelliği hakkımdır diye düşünüyorum: Haldun Taner’le simgeleşen bir şeyler.
NEZAKET VE ZARAFET TİMSALİ
Haldun Taner, bir asaletti. Nezaketin ve zarafetin timsali olarak ondan uygununu bulmak güçtür. Bunların; öğrenilmiş, edinilmiş, takınma özellikler olmayışındaydı herhalde büyüsü. Uygar, çağdaş, batılı ve hâlis- muhlis İstanbulluydu. Dünün İstanbullusu. Ama bir o kadar bugünün, çağcıl, genç adamı. Ne zor.
BÜTÜN HİKAYELERİ -1
kızıl saçlı amazon
Kültürün, kültürle birlikte yoğrul- muşluk biçiminde kendini göstermesi; “ kültürlü” lüğün aslında ne olduğu, ne olması gerektiğinin en canlı ve canalıcı örneğidir. Haldun Taner işte buydu. Artık gittikçe azalan, neredeyse hiç kalmayanlardandı. Ne kadar yazık oldu. Çocukluğumun İstanbul’undan, bugün bile çirkinleştirmelere, gittikçe güçsüzleşen bir dirençle de olsa, hâlâ karşı koyan o İstanbul’ dan bir şeyler daha öldü Haldun Taner’in şahsında, onunla birlikte. Herhalde ardından yazılan yazılarda, pek haklı olarak “ çelebi” sözcüğü sıkça kullanılacaktır. Ama “ çelebi” sözcü-
BÖTÜN HİKÂYELER!-.!
şişhaneye yağmur yağıyordu
7
BÜTÜN HİKÂYELERİ-1
onikiye lir var
l ı a l d ut a ñ e rDüz Yazıları-2
n . jI s *
;
B E R L İ NM E K T U P .
ğünde hafifçe de olsa tınlayan “ babayanilik” ve alaturkamsılık anlamından kaçınılmalı: Haldun Taner tam ve gerçek bir “ beyefendi” idi.
öyküleri okunduğunda; Hüseyin Rahmi’den Orhan Kemal’e, anlatıla- gelen “halk” ı; hem içlerinden biri gibi tanıyarak ve severek, deyimleriyle, yaşama tavrı ayrıntılarıyla, “ sevap ve günah’’larıyla yaşattığı, hem de bunları hiç bayağılaştırmamak gibi çok güç bir işin üstesinden, hiç çaba sar-
ftÜTÜN HİKVM ı ı >
yalıda sabah
cok güzelsin gitme dur
- ‘' ¿i .
fetmemişçesine, rahatça geldiği görülür. Haldun Taner’in edebiyatçılığının bu ayırt edici özelliği, baştan beri anlatmaya çalıştığım kişiliğiyle sıkı sıkıya bağlıdır sanıyorum.
Onun ölümü, yalnızca edebiyatımız ve tiyatromuz için değil, kültür hayatımız için de büyük bir kayıptır. Kendisiyle yapılan bir söyleşide: “ Elbet benim de içimde nice hikâyeler ya- tıyordur. ömür izin verirse ortaya çıkar. Olmazsa... Sağlık olsun. Dünya
bir şey kaybetmez” demiş. Nasıl kaybetmez! Keşke kaybın acısını yaşattıkça ve bilinçlendirdikçe; asıl önemli olanı, yani canlı bir örnek olarak kazandırdıklarını koruyabilsek, bes- levebilsek.
, ÖYKÜCÜLÜĞÜHaldun Taner gerçekten de öykü
cülüğümüzde özgün ve önemli bir yeri olan ve çizgisini hep korumuş bir yazardı. Mizahı yazınsal kılmayı başarmış çok az kişiden biriydi edebiyatımızda. öykülerindeki ironi öğesi hep, yazınsallığın dışına taşmayan bir ölçüyü tutturmuş, onun edebiyatçı kişiliğinin belirleyici bileşenlerinden biri olmuştur.
“Toplumsal” la “bireysel” in dengesini; herbirini, öyküsünün gerektirdiği ve taşıyabileceği ağırlıktan fazlasıyla zorlamayarak kurmaya özen göstermiş bir yazardır Haldun Taner. Böyle olduğu içindir ki, toplumsal çözümlemeleri de, kişilerini tiplemekte başvurduğu çarpıcı ayrıntılar da hiçbir zaman sırıtmaz öyküsünde.
Derinlik, incelik ve kurgu işçiliği kadar, gözlem ve ayrıntı çeşitliliği yönünden de zengindir Taner öyküsü. Dili ve biçemi klasik sayılabilir; dünyaya bakışı ve yorumlan hep çağcıdır. Bu nitelikleriyle, hem kolay ve tad alınarak okunan, akıcı, okuru saran öyküler yazmış, hem de bunları dikkate değer saptama ve derinlikli çözümlemeleriyle boyutlandırmıştır. Tiplerden, durumlardan, ruh hallerinden, aykırılıklardan, hatta durağan bir nesneden öykü çıkartmanın ustasıdır Taner.
“ Ayışığında Çalışkur” a, Taner öykücülüğünün, hemen bütün özelliklerini, yine onun o kendine özgü “ çelebi” mizahıyla yoğrulmuş olarak barındıran tipik bir örnek gözüyle bakılabilir. “ Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu’^ , Taner’in öykünün kurgusuna ve yapı özelliklerine verdiği önemin, hiç de içeriğe verdiği önemden geri kalmadığını kanıtlayan bir başka örnek olarak anılabilir.
Yaşasın Demokrasi, Tuş, Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu, On İkiye Bir Var, Ayışığında Çalışkur, Konçi- nalar, Sancho’nun Sabah Yürüyüşü ve Yalıda Sabah adlı sekiz öykü kitabıyla öykücü kişiliğini belirlemiş, öykü yazınımızda kendine özel bir yer edinmişti Haldun Taner. Ama ben onun Ölürse Ten Ölür, Canlar Ölesi Değil adlı portreler kitabını da, orada çizdiği kişiliklere kattığı canlılığı anarak, yazınsal toplamına katmak isterim. Gerçekten de öyle değil mi? Ten ölüyor... Ama Haldun Taner... Ölesi değil! ■
8
Türk tiyatrosunda Haldun Taner olayı
Tiyatro yazarı, tiyatro kuramcısı ve uygulayıcısı, tiyatro öğretmeni...Ayşegül Yüksel
Ayşegül Yüksel’in, Taner tiyatrosunu bütünüyle yansıtan bu yazısı, Devlet Tiyatroları’nca düzenlenen “Sanat İnsanları” dizisinin 26 Mart 1984’te gerçekleştirilen sekizinci programının Haldun Taner’e ayrılması nedeniyle, dergimizin 94. sayısında yayınlanmıştı.
ürk Tiyatrosu’nda Haldun Taner olayı otuz beş yıl önce, “ Günün Adamı” oyununun yazılmasıyla başlamıştı. Bugün de süren, kamuoyunda sürekli olarak yankı uyandırmış, bu çok renkli serüven, Taner’in, tiyatro yazarı, tiyatro kuramcısı ve uygulamacısı, tiyatro öğretmeni, kısacası dört dörtlük bir tiyatro adamı olarak ortaya koyduğu eylemle biçimlenir. (Taner’in otuz beş yıllık eylemiyle Türk tiyatrosu belirli noktalardan kalkıp belirli noktalara ulaştı.) Taner tiyatroculuk uğraşı içinde geçen süreye çeşitli türlerde yirmi beş dolayında oyun sığdırmıştır. Hep insandan, hep demokrasiden yana pırıl pırıl sahne oyunları...
Taner’in verimli tiyatro yazarlığı içiçe geçmiş üç evrede yer alır: Yanılsama« anlatımla, iyi kurulu oyunlar yazdığı, 1949-1962 arasındaki ilk evre; 1960’ta “ Lütfen Dokunmaym” la ilk denemesi yapılan epik-göstermeci anlatımla oyun yazdığı ikinci evre (Bu evre, gerçek anlamda 1964’te başlar ve günümüze uzanır); kabare oyunlarını yazdığı üçüncü evre (Bu evre gerçek anlamda 1967’de Devekuşu
Kabare Tiyatrosu’nun kuruluşuyla başlar ve günümüze ulaşır).
Taner tiyatrosu her üç evrede de genel, ortak özellikler içerir. “ Öz” de insancıl ve sevecen, ama alabildiğine eleştirisel, “ biçim” de ise, bıkıp usan- mazcasma denemecidir. Taner tiyatronun değişmez hedefi seyirciyi sarsmak ve onu düşünmeye yöneltmektir. Bu yolda kullanılan araç ise, oyun malzemesine göre değişen dozlarda kotarılan güldürü ortamıdır; yerine göre gülümseten, güldüren, kahkaha attıran bu güldürü ortamında hem Taner’in insancıl yaklaşımı dile gelir, hem de güldürü ortamının sağladığı “uzak bakış açısı”yla “ eleştirel” yaklaşım sağlanır.
Taner güldürüsünün özünde hep tersinleme (ironi) vardır. Oyunların niteliğine göre, ince alayı, arı gülme- ceyi, farsı ve taşlamayı, söz komiği yanında hareket komiğini de içerir. İlk evre oyunlarında güldürü öğeleri daha kısıtlıdır, yer yer belirli bir burukluk yaratmak için kullanılır. İkinci ve üçüncü evre oyunlarında ise, daha bir yoğundur güldürü öğeleri, eleştiri ise, daha keskin, daha vurucu...
Taner oyunları sınırsız bir düş gücüyle yoğrulmuş ürünlerdir. Her oyunda özgün sahne durumları kotarılır, seyircinin olaylar doğrultusundaki beklentileri sürekli olarak tersine çevrilir ve oyunlar birkaç aşamada yer alan şaşırtmalarla beklenmedik bir biçimde noktalanır. Seyirci her oyunda, muzip ve şakacı olduğunu
bildiği bir yazarın oyununa güle oynaya katılır, onun tuzağına düşer ve oyununa gelir...
Taner tiyatrosunun çok önemli bir başka özelliği de, oyunlarında her zaman yoğun olan “düşünsel” (entelektüel) yaklaşımın, seyirciye üstünlük taslamayan, alabildiğine somut, kolay anlaşılır, sıcak bir anlatımla dile getirilmiş olmasıdır.
İLK EVRE OYUNLARI
İlk evre oyunları, öz ve biçimde birbirinden çok başka olmakla birlikte, genel olarak, insanın ve toplumun değer yargılarım, bu yargıların zaman içindeki değişimini, kendi aralarındaki çatışmaları, bu çatışmalar içinde kalan “ insan” ın konumunu irdeler.
1949’da yazılan “Günün Adamı", Taner’in ilk oyunudur. 1952’de İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda prova aşamasına gelmişken, sakıncalı olabileceği gerekçesiyle sahnelenmez ve 1961’e dek sahneye çıkarılmaz. “ Günün Adamı” , siyasi bir partiye girme önerisi alan bir ekonomi profesörünün, bilim adamlığı değerleriyle politikacı değerleri arasında yaşadığı ikilemi dile getiriyor. Oyun, olayların beklenmedik dönüşlerle geliştiği bir politik taşlamadır. Dönem, Türkiye’ nin çok partili demokrasiye geçiş dönemidir.
Taner’in ilk sahnelenen oyunu ise, “Dışardakiler” (1957) başlıklı bir bu-
9
Gülriz Sururi "Keşanlı Ali Destanı’ nda
ruk güldürüdür. Bu oyunda kişiler yoluyla İttihat ve Terakki dönemi duyguları ve değerleriyle, 1950’ler Türkiye’sinde yer alan duygu ve değerler arasındaki çelişki dile getirilir; aynı zamanda, coşkulu, coşamcı (romantik) bir kuşakla, parasal değerleri ön düzeyde tutan çıkarcı bir kuşağın çatışmasıdır bu.
1958’de sahnelenen “ Ve Değirmen Dönerdi” sıradan bir ressamın, biri tutucu, öteki yıkıcı iki karşıt çevre, iki karşıt değerler dizisi arasında kimliğini yitirişinin öyküsüdür. Geriye dönüş tekniğiyle anlatılan öykü, yine beklenmedik bir “ son’Ta noktalanır.
1960’ta sahnelenen “Fazilet Eczanesi” daha değişik bir yaklaşımı içerir. bu oyunda birkaç oyun kahramanı değil, 1950’ler İstanbul’unun bir Boğaz semtinde yaşayan insanların üç günü dile getirilir. Bir anlatıcı tarafından başlatılan ve noktalanan oyunun dokusu gevşektir ve bir olaylar dizisinden çok, bir yaşam dilimi sergilenir öyküde. Temel çatışma, 1950’ler öncesindeki yaşama, çalışma ve ilişki biçimlerini belirleyen insancıl, ama biraz da tutucu değerlerle, 1950’ler sonrasının, çağa belki daha denk düşen ama insancıllıktan gitgide uzaklaşan değerleri arasındadır.
1961’de sahnelenen “Lütfen Dokunmayın” , temelde yanılsamacı anlatımla oluşturulmuş olmakla birlik
te, yazarın ilk epik-göstermeci anlatım denemesini yaptığı oyundur. Bu yapıtta, ünlü Baltacı-Katerine öyküsü, üç ayrı kuşaktan, üç ayrı yaradılışta insan tarafından, üç ayrı biçimde yorumlanarak sergilenir. Açık biçimde yazılmış, gevşek dokulu, alışılagelmiş dışı bir oyun olan “ Lütfen Dokunmayın” da üç ayrı değerler dizisinin çatışması yanında, “gerçeğin” göreceliği vurgulanmakta, yalnızca söylentilere dayandırılmış tarih anlayışı ağır biçimde eleştirilmektedir.
“ Lütfen Dokunmayın” özüyle ve biçimiyle Taner’in tiyatrosunda bundan sonra yöneleceği hedefi belirler: Seyircinin gerçeklere, öğretildiği ya da koşullandırıldığı biçimde değil, kendi aklı ve yüreğiyle, “ ilk kez görüyormuşçasına” bakmasını sağlamak. Bu nokta, Taner’in ve Brecht’in epik tiyatrosunun özdeki ortak paydasını oluşturur; yanlış koşullandınlmışlık- tan sıyrılmak, gerçeği olduğu gibi görebilmek... Bundan böyle Taner tiyatrosu, yanlış koşullandırılma sorunu üstünde yoğunlaşacaktır.
1962’de sahnelenen “ Huzur Çıkmazı” , yazarın yanılsamacı anlatımla yazdığı son oyundur ve Taner tiyatrosunun ilk evresini noktalar. “ Huzur Çıkmazı” elinden iyilik etmekten başka bir şey gelmeyen bir garip küçük adamın öyküsüdür, iyilik konusunda yanlış koşullandırılmış olan oyun kahramanı, Memnun, oyun içindeki eylemiyle, “iyilik” kavramını
olumsuz, saçma, gülünç bir kavrama dönüştürür. Polisiye bir kurgu içeren, yine beklenmedik dönüşlerle gelişip, sürprizli bir sonla noktalanan oyunda Taner, gerçeklerden durmadan kaçan Memnun’un özel dramım dile getirirken, sanki iki yıl sonra tüm toplumsal boyutlarıyla gündeme gelecek olan “ Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yapanm’Tn Vicdani’sinin ön çalışmasını yapmaktadır.
Haldun Taner, ilk evre oyunlarının değer çatışmalarıyla, değişen toplumsal-ekonomik-politik koşullar doğrultusunda değişen Türk toplu- munun genel görünüşlerini çizer. Eskinin tutucu özelliklerini, yeninin yoz yanlarını eleştirir. Ülküsü ve özlemi, insana saygısıyla yaklaşan, akılcı, gelişmeye yönelik bir toplum bilincinin yerleşmesidir.
İKİNCİ EVRE VE KEŞANLI ALİ DESTANI
Yıl 1964... Taner, epik oyunlarını yazdığı evreye, “Keşanlı Ali Destanı” ile girer. “Keşanlı Ali Destanı” , Türk tiyatrosunda bir Haldun Taner patlaması olarak değerlendirilebilir. Brecht’in Avrupa ve Amerika seyircisine benimsetmek için onca zorluk çektiği epik yöntemi Taner, Türk seyircisine bir gecede benimsetebilmiş- tir; çünkü Taner, epik tiyatrosunu oluştururken, Brecht’in tiyatronun değişik dönemlerinde yer almış öğelerden birleştirerek kotardığı epik
m ff--- r? v nE" El Pt m f :l
ı j s r 1 ] -sı ifm ' rp
.'1 i
ı-m
“ Fazilet Eczanesi” , Ankara Devlet Tiyatrosu “ Sersem Kocanın Kurnaz Karısı” , Devlet Tiyatro19
yöntemler yanında, geneksel tiyatromuzun “ açık biçim” e yönelen “ gös- termeci” özelliklerini de tam verimle değerlendirmiştir ve seyircinin yakından tanıdığı, sevdiği bu geleneksel göstermeci biçimleri, geleneksel tiyatromuzun genellikle yoksun olduğu bir içerikle, akılcı,uyandırıcı, ilerici bir toplumsal ve politik taşlama içeren bir özle kaynaştırarak, bir Türk epik tiyatrosu bireşimi gerçekleştirmiştir.
“ Keşanlı Ali Destanı” bir gecekondu ortamında “ kahramanlık” söylencesinin balonunu delerek top- lumumuzdaki önemli bir yanlış koşullandırmayı ortaya çıkarır. Oyun, bir yandan, sırt sırta yaşayan gecekondu ve kent kesimleri arasındaki çelişkiyi vurgularken, bir yandan da toplumsal düzenin her iki kesimde de yansıyan bozukluklarını eleştirir.
“ Keşanlı Ali Destanı” yurt içinde sergilenme açısından bir rekora ulaşmış, ayrıca yedi yabancı ülkenin on bir ayrı kentinde sahnelenerek, uluslararası düzeyde de bir tiyatro olayı olmuştur.
Taner’in keskin, vurucu, şaşırtıcı epik oyunları birbirini izler ve aynı yıl “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım” sahnelenir. Bu kez bir tek olay değil, yakın tarihimizin yetmiş yılı dile getirmektedir. Her tablonun sürekli baş kişisi Vicdani’dir: Toplumumu- zun politik evreleri boyunca, büyüklerinin sözünü dinlemeyi ilke edinmiş, gözlerini tüm gerçeklere kapayıp görevini yapmaya koşullandırılmış, küçük, ezik ve çoğumuza çok benzeyen Vicdani... Bin doksanaltı kez sergilenen oyun, tıpkı “ Keşanlı” gibi tiyatromuzun vazgeçilmez yapıtları arasında yer almıştır.
1965’te sahnelenen ve bir süre yasaklanan “ Eşeğin Gölgesi” , ikinci yüzyıldan kalma bir fıkradan kaynaklanır ve politik bir allegori niteliği taşır. Taner, bu kez bir masal dili ve anlatımından yola çıkarak, yoğun bir toplumsal-politik eleştiri oluşturur. Oyunda, kendilerinin olmayan bir eşek yüzünden birbirine giren, yanlış koşullandırılmış, gözleri gerçeklere kapalı iki çırak arasında başlayan çatışmanın aşama aşama büyüyerek bir ülke sorununa dönüştürülüşü gösterilir. Eleştirilen, bir yandan toplumun çeşitli kesim ve kuramlarındaki bozukluk, bir yandan da uydurma sorunlarla kolayca atlatılabilen, ilgisi gerçek sorunların dışına kolayca çe-
kilebilen sokaktaki adamın bilinçsizliğidir.
1966’da “Zilli Zarife” sahnelenir. Yazarın günlük bir gazetede yer alan birbiriyle ilgisiz beş haber ve ilandan oluşturduğu oyun, gerçek kimlikleriyle sahneye gelen oyuncuların kararları doğrultusunda biçimlenir; giysiler sahnede değişir, oyuncular sürekli olarak oyuna girip çıkarlar, uzam sınırlamaları ortadan kalkar. “ Gerçek ahlak nedir?” sorusu sorulmaktadır oyunda. Bir genelev ortamı içinde orta sınıf ahlak anlayışı değişir, gerçek namuslularla namussuzlar, gün ışığına çıkarılır.
1968’de sahnelenen “Sersem Kocanın Kurnaz Karısı” ise, Türk tiyatrosunun kimliğini bulma yolunda yaşadığı üç aşamayı dile getirir. Aynı zamanda gezginci tiyatrocuların renkli, coşkulu, buruk öyküsünü anlatır oyun. Tomas Fasulyeciyan topluluğunun serüveni içinde Moli&re’in aynı oyunu önce Mınakyan tiyatrosu anlatımıyla, sonra Ahmet Vefik Paşa’- nın bir uyarlaması olarak, sonunda da Kel Hasan’ın tuluat tiyatrosu anlayışıyla sergilenir. Sonuç, Türk tiyatrosunun kimliğini aramayı sürdürmek zorunda olduğudur.
“ Ayışıgında Şamata” 1978’de sahnelenir. Yazarın ünlü “Ayışığın- da Çalışkur” öyküsünün doğrudan bir uyarlaması olan oyunun ilk perdesinde, kişiler ve olaylar, yazarın gerçekçi, eleştirel yaklaşımı doğrultusunda dile getirilir. Perde sonunda seyircilerden oyuna olumsuz tepkiler gelir; ve ikinci perdede, aynı kişiler ve olaylar, çeşitli bakımlardan koşullandırılmış seyircilerin istekleri doğrultusunda, ilk perdenin tam karşıtı biçimde sergilenir. Bir başka deyişle, “Ayı- şığında Şamata” da önce gerçek, sonra da yalan gösterilir.
Taner tiyatrosunun ikinci evresi sürmektedir...
KABARE TİYATROSU
Haldun Taner, tiyatro yazarlığının üçüncü evresini oluşturan kabare tiyatrosunun ülkemizde ilk tanıtıcısı, ilk yazarı, ilk uyguluyacısı- dır. 1955’te Viyana’da izlediği ve şakacı, muzip, alaycı yaradılışına çok denk düştüğü için sevdiği kabare türünü, zengin bir gülmece geleneği olan, üstelik de gülüp boşalmaya sürekli gereksinim duyan Türk insanı-
<Devamı 57. sayfada)
10 11
diyor kiBiz Türkler mizahı, taşlamayı,
alayı bunca severiz. Haksızlıkların öcünü İliç değilse bu yoldan almak isteriz. Gereğinde kendi kendimizi ti’ ye alabilecek kadar da filozofuzdur. Neden bugüne dek bir parodi tiyatromuz olmamış diye çok şaşırdım. Ben şahsen kabare tiyatrosunun tiryakisiyim. Bana göre her toplumun nabzı oranın kabare tiyatrosunda atar.
Düşünce özgürlüğü olmayan yerde kabare tiyatrosu olamaz. Çünkü, kabare tiyatrosu şakacılıktan, muziplikten çok öte, bir taşlama, uyarma ve hücum tiyatrosudur.
POLİTİKA
İster gözetimli, ister gözetimsiz olsun, politika aslında, hırçın, düzayak, yavan bir iktidar çekişmesidir. İçine asgari bir tevazu, esneklik, nezaket, biraz nükte ve asgari bir centilmenlik girmezse, siyasi ortam yine hırçınlaşabilir ve yavanlaşır. Buna hassaten başta dikkat etmek sanırım çok gereklidir.
(...) Bizde gelip geçen bütün hükümetler, hâlâ sanatın onların (üstünde) bir varlık olduğunu kabul etmekte güçlük çekiyorlar. Sanatın kendi politik çizgilerine uymasını ya açık açık, çirkin çirkin buyuruyor, ya da için için, belli etmeden istiyorlar.
DEMOKRASİ
BASKI VE SANSÜR
Diktatörlerin bir ulusa zararı sade onlar uğruna ölen insanların sayısı ile ölçülmez. Bilim ve sanat alanında açtıkları gedikler, yaptıkları tahribat daha az acıklı değildir. Çünkü sansürü ve baskıyı buyuranların zevki, kendi basit kültür seviyeleri ile orantılı olur. Dünyada baskıya gelemeyecek çok şey vardır. Düşünce ve yaratma özgürlüğü bunlardan sadece ikisidir. Bilim ve sanat ısmarlama yapılamaz.
En güzel espriler sansürün anlayamayıp da seyircinin anladığı espriler-
.dir. Söyleyeceğini dikine dikine, hoyratça söyleyecek yerde, işin estetiğini de kollayıp kıvrak ve zeki bir biçimde dile getirmek, emin olun, o sözü daha da etkili yapar.
OKUMAK
Okumak yoluyla insan, dünyanın gelmiş geçmiş en akıllı insanlarıyla ahbaplık kurabilir, bir süre için olsa bile. Görsel çağın yüzeyselliğinden kurtarmak için çocuğu okumaya “ harf” denen beyaz üstünde siyah simgelerden mana çıkartmaya küçük yaşta alıştırın. İlkin ne okursa okusun, okumaya alışmasıdır önemli olan. Seçmeyi sonra kendi yapacaktır. Okumak ve kitap düşmanlarından mikrop gibi korkun.
SANAT-KÜLTÜR
(...) Sanat ve kültür Batı’da bir lüks sayılmıyor. Yüzyıllar boyu bireyin güncel yaşamına sinmiş, onun sökülmez bir parçası, köklü bir ihtiyacı haline gelmiş. Bunu bildikleri için de, oradaki hükümetler günü kurtarmak telaşı ile yarını umursamamak gafletine düşmüyorlar.
Bizde sanatçı ve entelektüel, Ab- dülhamit’ten bu yana, Atatürk dönemi hariç, hep şüpheli ve netameli görülmüş, hep üvey evlat muamelesine tâbi tutulmuştur. Sanatçının ancak şüpheden, baskıdan, sansürden uzak bir özgürlük ortamında verimli olduğunu, sanatçının bir milletin ele güne karşı yüz akı ve övüncü olduğu gerçeğini ilk sezen devlet adamı Atatürk olmuştur.
TİYATRO
Tiyatro çok nazik bir bitkiye benzer. Her an çok yoğun özen ister. Biz ise, ona her an sadece hoyratlık, ilgisizlik gösteriyoruz. Yine de yaşamakta devam ediyorsa buna sadece şaşmak gerekir.
Seyirci tiyatroya gelmiyormuş. Gelmiye dursun. Seyircinin ayağına gitmeyi neden düşünmüyoruz? İşyerlerinde, okullarda, hastanelerde, kahvelerde, hapishanelerde, meydanlarda, köy odalarında oynamayı bilinçli olarak düzenleyecek ekipler hiç seyircisiz kalamayacaklardır.
Bugüne dek, yirmiyi aşkın oyun yazdım. Ama, elim varıp bir çocuk oyunu yazamadım. İyi bir çocuk oyunu yazmanın ne denli güç bir şey olduğunu bildiğimden...
Demokrasi kuru bir etiket değildir. Demokrasi bir düşünce tarzıdır, bir yaşam üslubudur. Hasılı demokrasi en güç rejimdir. Çünkü kültür ister, olgunluk ister, eğitim ister. Sade fikir özgürlüğü, söz eşitliği yetmez. O fikir ve sözlerde seviye de ister.
TELEVİZYON
(...) Televiyon iyi bir eğitim aracı. Bunun kadrini bilmiyoruz. Oradan çoğu zaman yavanlıklar yayıp, halkı zevksizliklere koşullandın- yoruz.
12
ÖYKÜLERİYaşasın Demokrasi TuşŞişhane'ye Yağmur Yağıyordu (New - York Herald Tribune Uluslararası Hikâye Yarışması Türkiye Birincisi)On İkiye Bk-Var (Sait Faik Armağanı)Ayışığında ÇalışkurKonçinalarSancho’nun Sabah Yürüyüşü (Uluslararası Bordigherra Ödülü)
OYUNLARIGünün Adamı Dışardakiler Ve Değirmen Dönerdi Fazilet Eczahanesi Lütfen Dokunmayın Huzur Çıkmazı Keşanlı Ali Destanı Gözlerimi Kaparım Vazifemi YaparımEşeğin Gölgesi Zilli ZarifeSersem Kocanın Kurnaz Karısı (Türk Dil Kurumu Armağanı)Altmış Yıla Saygı(M. Ertuğrul Jübile Metni)Ayışığında Şamata
FIKRALARI - MAKALELERİDevekuşu’na Mektuplar Hak Dostum Diye Başlayalım Söze Devekuşu’na Mektuplar II Çok Güzelsin Gitme Dur (Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Ödülü)Oyma Akıl, Koyma Akıl İki Kalas Bir Heves Seyitgazi'deki Ateş
GEZİ NOTLARIDüşsem Yollara Yollara I Düşsem Yollara Yollara II Alman Çeşmesi (Berlin Mektupları)
DERS TAKRİRLERİ
Bertold Brecht MolièreAntik Yunan Tiyatrosu
HaldunTaner'denkalanlar
Avrupa’da Komedyanın Tarihi Soyut Tiyatro Teorik Dramaturji Oyun Yazımı Tekniği Geleneksel Türk Tiyatrosu Tarihi Piyes Tahlilleri
ARAŞTIRMALARIHebbel’in Tiyatro Görüşü Madam Bovary ve Effie Briest Mizancı Murat Bey’ln Romancılığı
KABARE OYUNLARI
Bu Şehri Stanbul ki 1962 Vatan Kurtaran Şaban Dün BugünMevzumuz Aşk ü Sevda, Dekorumuz Deniz Derya Yar Bana Bir Eğlence Hayırdır Inşallan
KABARE UYGULAMALARIGergedanlar (E. lonesco) Generallerin Beş Çayı (B. Vlan)
KOLEKTİF KABARE YAPITLARIAstronot Niyazi (Z. Alasya ile)Bu Şehri Stanbul ki 1970 (5 yazarla)Dev Aynası (4 yazarla)Yalan Dünya (3 yazarla)Ha Bu Diyar (4 yazarla)Çıktık Açık Alınla (5 yazarla) Haneler (F. Şensoy ve U. Bugay’la) Kapılar (U.Bugay ve K. Konduk’la)
YAZI DİZİLERİMurat Efendi Adında Bir OsmanlI Ramazan Sohbetleri
DireklerarasıViyana’nın Atlattığı Vartalar Bir Dostluğun öyküsü (Türkiye - Almanya)Cahide Sonku Perşembenin Gelişi Can Enişte Çocuklara Mitoloji
SENARYOLARIBir Kacak Senin İçin TuşKeşanlı Ali Destanı (A. Yılmaz’la)Dağları Delen Ferhad (L. Akad ve Y. Kemal’le)
TV ve RADYO DİZİLERİEski Türk Tiyatrosu 4 Bölüm (TV.) Hoş Seda 4 Bölüm (TV.)Bak Ne Suret Gösterir Seyreyle İbret Perdesi(Ramazan Sohbetleri, Radyo 30 bölüm)Fıkra Nasıl Anlatılmaz (TV.)
RADYO SKEÇLERİBir Münzevi ve 8 Skeç (Ankara radyosu)Dinleyici İstekleri (İstanbul radyosu)Beethoven (İstanbul radyosu) Hasanoğlu Hüseyin Berlin'de (S.F. Berlin radyosu)Yılbaşı Programı (Muammer Karaca için)Bir Miras Taksimi (İstanbul radyosu)Timsah (İstanbul radyosu)
ÇEVİRİLERİOn Yedinci Yüzyıl Türk Halıları (Kurt Erdman’dan)Euridlce (V. Günyol’la birlikte)J. Anouilh’dan)Kızgın Damın Üstündeki Kedi (V. Günyol’la birlikte) T. Williams’ tan)AnastasiaTiyatro Terimleri Sözlüğü (M. And. Ö. Nutku ile)
13
• 1920/1922
Edebiyatımızdançizgilerleişgal İstanbul'unda RamazanKonur Ertop
Geçmişteki toplumumuzda özel bir biçimde yaşanan ramazan, eski edebiyatımıza da kendine özgü bir biçimde yansımıştı. Divan edebiyatında ramazaniyeler, Halk edebiyatında ramazan destanları, davulcu manileri, ramazanna- meler dinsel-toplumsal bir konu özgürlüğü gösterir. Günümüzde ise ramazan aylarında bazı basın organlarında, radyo ve TV’de eski evlerin ramazan hazırlıkları, iftar sofraları, Direklerarası’nda gece eğlenceleri gibi basmakalıp birkaç konu tekrar edilegelmekte- dir. Kurtuluş Savaşı içinde İstanbul’da Ramazan yazısı ise 1920 - 1922 yıllarında işgal altındaki OsmanlI imparatorluğu başkentinde yaşanan ramazanların farklı yönünü konu ediniyor. Dinin belirli koşullarda ulusal bilinci uyandıran bir kurum olarak Yahya Kemal Beyatlı, Yakup Kadri Kara- osmanoğlu, Falih RıfkıAtay, Ruşen Eşref Onaydın, Mehmet A kif Ersoy, Cevat Şakir Kabaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı) gibi yazar- larca nasıl yorumlandığını gösteriyor.
•
I stanbul işgal altındadır. Söylev’ de Atatürk’ün dile getireceği acı gerçekler yaşanmaktadır: “ Ulus yorgun ve yoksul bir durumda. Ulusu ve yurdu genel savaşa sürükleyenler, kendi başlarının kaygısına düşerek, yurttan kaçmışlar. Padişah ve Halife olan Vahdettin, soysuzlaşmış, kendini ve yalnız tahtını koruyabileceğini düşlediği alçakça önlemler araştırmakta. Damat Ferit Paşa’mn başkanlığındaki hükümet, güçsüz, onursuz, korkak, yalnız padişahın isteklerine uymuş ve onunla birlikte keridilerini ayakta tutabilecek herhangi bir duruma boyun eğmiş...”
Manastırlı Hamdi Efendi’nin 16 Mart 1920 tarihli telgrafı Türklüğün son yüzyıldaki yazgısının ve Kurtuluş Savaşı’nm bir dönüm noktasını vurgular: “ Ankara’da Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine: Bu sabah Şehza- debaşı’ndaki Muzıka Karakolu’nu In- gilizler basıp, oradaki askerlerle în- gilizlcr çarpışarak, sonunda, şimdi İstanbul’u işgal altına alıyorlar. Bilgilerinize sunulur.”
İşgal kuvvetleri resmi bildirisiyle İstanbul halkına kendince güvence veriyordu. Hareketin iyi niyetle yapıldığına inandırmaya çalışıyordu: “ İşgal geçicidir. İtilaf devletlerinin düşüncesi, Padişahlığın erkini kırmak değil, tersineOsmanlı yönetimindeka- lacak ülkelerde o erki desteklemek ve sağlamlaştırmaktır... Bu sıkışık zamanda, Müslümanlar olsun, olmasın herkesin ödevi, kendi işine gücüne bakmak, güvenliğin sağlanmasına yardım etmek, Osmanlı Devleti’nin yıkıntısından yeni bir Türkiye yaratmak için yaptıkları delilikle son bir umudu da yok etmek isteyenlerin aldatmalarına kapılmamak ve şimdi de padişahlık başkenti olarak kalan İstanbul’dan verilecek buyruklara uymaktır.”
Bu sözlere inananlar, bu buyruklara uyanlar elbette olur. Anadolu’ daki direnişin eylemcileri ise seslerini gittikçe güçlenerek yükseltirler. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Temsilciler Kurulu adına Mustafa Kemal’in “ protesto” sunda şöyle denilmektedir: “ Osmanlı ulusunun siyasal egemenliğine ve özgürlüğüne indirilen bu son yumruk; yaşamımızı ve varlığımızı, ne pahasına olursa olsun savunmaya kararlı olan biz OsmanlIlardan çok, yirminci yüzyıl uygarlık ve insanlığının kutsal saydığı bütün ilkelere, özgürlük, yurt ve ulus duygusu gibi bugünkü insan topluluklarının temeli olan bütün ilkelere ve bu ilkeleri ortaya koyan insanlığın genel vicdanına indirilmiş demektir. Biz, haklarımızı ve bağımsızlığımızı savunmak için giriştiğimiz savaşın kutsallığına ve hiçbir gücün bir ulusu yaşamak hakkından yoksunbırakamayacağmaina- nıyoruz.”
10 ay önce 21/22 Haziran 1919 gecesi Amasya’da yayınlanan genelgedeki inanç ve ilkeler Kurtuluş Savaşlarına yol göstermektedir: “ Ulusun bağımsızlığını yine ulusun kesin kararı ve direnişi kurtaracaktır.”
İŞGAL İSTANBUL’UKurtuluş Savaşı’nı işgal koşulları
içinde sansürle de hesaplaşarak destekleyen Yakup Kadri Karaosmanoğ- lu, İşgal altındaki İstanbul’un bir görünümünü şöyle çizer: “ (Payitahtın • Galata, Beyoğlu, Pangaltı, Büyük Ada vs gibi bazı semtleri) hele Müta- reke’den sonra artık büsbütün bizimle ilgisini kesmiştir. Sakin ve mütevazı İstanbul’un karşısına çirkin, farfara ve gürültücü Beyoğlu, eski ve türedi birçok milletlerin bayraklarıyla donanıyor ve geceleri Türkün havsalasına sığmayacak birtakım dans havalarında desli belli değil bir çingene kadını gibi teller, pullar zillerle raksediyor.” , Başka bir yazısında da başkentin uğradığı yozlaşmaları şu sözlerle dile getirir: “ Zavallı İstanbul, zavallı büyük ve muhteşem şehir, günün birinde senin bu hale gireceğine kim ihtimal verebilirdi?.. Uç dört yıldan beri senin artık bir sirk meydanından farkın yoktur. Tozların ve çamurların içinde birçok soytarı sabahtan akşama kadar tepiniyor, zıplıyor, taklak atıyor! Dünyada bir sirk meydanında bu yüzü boyalı, başı külahlı, madeni sesli ve mihaniki hareketli palyaçoların tuhaflıklardan daha korkunç ne olabilir?.. Bütün o sefahatlara, o açlıklara, o çıplaklıklara ve bahtın bütün o siyahlığına rağmen bu zehirli bozgun havasında, halk dişlerini sıkmış çalıyor, oynuyor, giyiniyor, süsleniyor, kırıtıyor... İstanbul’da yalnız sırıtan,
14
durmadan sırıtan bir halk var. En bayağı şeylerle eğleniyor, anlamadığı şöylere gülüyor, bilmediği şeyleri istiyor ve inciden boncuğa, altından tenekeye kadar her şeyi süs ve ihtişam sanıyor.”
İstanbul’da bir Türk kentinin yerli çizgilerini görmenin güçleştiğini ileri sürenler az değildir. Cevat Şakir Ka- baağaçlı (Halikarnas Balıkçısı) işgal İstanbul’unu şöyle yargılar: “ O sırada bir arkadaşla konuşurken arkadaş İstanbul’dan hâlâ bir Türk şehriymiş gibi bahsediyordu. Kendisine çok yanıldığını, Fatih beş yüz yıl önce İstanbul’u fethettiği gibi, biz de şimdi şehri ikinci kere fethetmezsek, şehrin bir Türk şehri sayılamayacağını söyledim.” Falih Rıfkı Atay ortalığı bürüyen çirkinlikleri acılı bir dille sergiler: “ Şehirde bağıranlar satılık cesaretlerini, susanlar satılık namuslannı sokağa sermişlerdir. Fuhuş, kadınların boynunda bir iri elmas gibi; alçaklık, erkeklerin başında bir altınlı taç gibi yanıyor. Herkesin öyle bir vatanı var ki evine sığabilir; öyle şerefi var ki cebine sığabilir.
İnsanların ağızlarından içleri akıyor; gözlerinden içleri bakıyor. Ve hepsi kokan bir nefes gibi yanımdan geçiyor; Hepsi bağırsak, ciğer, böbrek, hepsinde bir koyun leşi kokuyor.” Falih Rıfkı bu dönemde kendi toplumuna yabancılaşmış, kökünden kopmuş aydınların bir prototipini ; canlandırır: “ Ara sıra vapurda orta yaşlı bir Türk yolcuya tesadüf ediyorum. Bu yolcu sabahları Journal d’O- rient ve akşamları Stamboul okuyor. Çok vakit Türklerle bile Fransızca konuşuyor. Başındaki fesi, İstanbul’a ilk gelen ecnebilerin tuhaflık için giydikleri eğri büğrü, tepesi kalkık, püsküllü dikişsiz fesine döndürmüştür. Belli ki fes giymekte acemi görünmemek bu gencin zıddına gidiyor. Vapurda, serpuşlarını Mütareke’den beri değiştiren Galatah Frenklerle Tatavlalı medeniler arasında başında kırmızı bir Türk damgası bulundurmak ona ağır geliyor. Bir gün Türkçesini dinlemek istedim, oturduğu yere yaklaştım, yanındaki konuştuğu adam biraz alaturka dili ve zavallı genç, Türkçesini de tıpkı fesi gibi, buruşturmak, bozmak için ne mümkünse yapıyordu. Düzgün bir cümle söylemek, Arapça bir kelimeyi doğru harekelemek yüzünü kızartıyordu. —Sansür tarafından kesilmiştir—”
İşgal altındaki kentin yaşadığı kâbus, Halikarnas Balıkçısı’nın anılarına şöyle yansıyacaktır: “ Şehre adeta bir kâbus havası çöktü. Şehrin tenha yerlerinden geçmek tehlikeliydi, Gazhane yokuşundan Taksim’e çıkanlar
Yahya Kemal Beyatlıölümü göze almalıydı. Çünkü Taşkış- la’yı işgal eden yabancı kuvvetler, yokuştan çıkanları vuruyor ve sonra koşup soyuyorlardı.
Gün geçmiyordu ki yabancı kıtalar şehirde geçit resmi yapmasınlar. O cakalı, kabına sığmaz kabarıklıklarıyla sokak sokak çalım satarlardı. Akıllarınca halkı sindiriyorlardı. Oysa ki yılmak şöyle dursun, yatkın meydan okuma duyguları boylarınca dimdik doğrulmaya koyuluyorlardı. Sabırlı insanların ağır kabaran öfkeleri korkunç olur.”
AYDINLARIN ARANIŞLARI
Aydınlar içinde yaşadıkları koşulları aşmak için arayışlara yönelirler. Halikarnas Balıkçısı işgal koşullarından kurtulmak için Anadolu’ya geçmeyi tasarladığını, ancak sağlığı yüzünden bunu gerçekleştiremediğini anlatır. “Anadolu’ya gitmek için sıhhatim müsait değildi. Ciğerlerimde lezyonlar vardı. Balık olup yüzüp, kuş olarak uçup o âlemden çıkamazdım; o âlemi görmeyeyim diye dört duvar arasına da kapanamazdım.
Gövdemle ayrılamıyordum, ama bir de gönül olarak ayrılmak vardı. İşgal altındaki İstanbul’da değil, işgalden uzak İstanbul’da yaşamak vardı.”
Halikarnas Balıkçısı kırlarda bir başına dolaştığını anlatır; “ İstanbul’ un yabancılığı karşısında açık gök, esmer toprak, otlar, ağaçlar, rüzgâr, yağmur, şimşek, yıldızlar bana yabancı gelmiyorlardı” der. Yahya Kemal de kentten uzaklaşmada avuntular yakalamaya çalışır: “ Şehirden çıkıp birkaç fersah uzaklaştıktan sonra, bir dağ tepesinde birkaç saat geçiren insan bu zamanlarda fena bir rüyadan uyanır gibi oluyor.”
Yakup Kadri KaraosmanoğluOzanın bu gezintilerinden birinin
getirdiği esinlerle yüklü olan ünlü Esir Jeminüs ve Altor Şehri yazısı özgürlük ve bağımsızlık duygularıyla yüklüdür. Yazı, Heredia’nm bir şiirinden yola çıkar: Romalı esir Jeminüs çalıştırıldığı yerden kaçarak Pirene Dağ- ları’na ulaşmış, burada kendisini özgürlüğüne kavuşturan dağlara şükran belgesi olarak bir yazıt taşıyan küçük bir sütun dikmiştir. Yahya Kemal bu yazıttan söz eden Fransız ozanını andıktan sonra sözü İsviçre’de bağımsızlık savaşçısı Giyom Tel’in kenti olan Altor’a yaptığı geziye getirir ve Türkiye’nin kurtuluşu için beslediği inancı ortaya koyur: “ Yarının Türk çocukları hürriyeti benim gibi ya Pirene yahut İsviçre dağlarında aramayacak; geçen kış Kafkas karları arasında Kâzım Karabekir’le Kars’a yürüyen genç zabitler ve genç köylüler, bu baharda İsmet ve Refet’le İnönü’ den Dumlupanır’a koşan genç zabitler ve genç köylüler, Anadolu’yu ulvi ruhlarının, mukaddes kanlarının rayihalarıyla doldurdular. Artık Anadolu’da her köy bir Altor şehridir. Yarının Türk çocukları hürriyetin toprağında doğup büyüyecek. Ah anne Anadolu! Ne kanlı ve ne büyük nasibin varmış!”
KENTİN MÜSLÜMAN YÜZÜ
İşgalin bütün bütüne açığa çıkardığı çirkinlikler ortasında kentin bozulmamış, kendine yabancılaşmamış yönünü yakalamaya çalışan aydınlar halkın dilini, dinini, geleneklerini ulusal benliği koruyan bir kalkan olarak görmüşlerdir. Yakup Kadri, Galata Kulesi yakınlarında bir evde konuk kaldığı bir gecenin sabahında salep- çi, sütçü, simitçi seslerini duyarak uyanışını, bunları kentin kimliğinin
15
Fatih Rıfkı Ataybozulmayan yanlan olarak nasıl değerlendirdiğini anlatır: “ Bu Türkçe seslerin burada ne işi var? Nereden geliyor? Kimlere söylüyor? Böyle düşünerek gözlerimi sağa sola çeviriyordum. Bir de ne göreyim: Bulunduğum evin önünde küçük bir cami duruyor; beyaz minaresi, suyu çekilmiş sebili ve yanıbaşmda kafesli harap bir Türk evi ile eski bir cami... Başımı çevirince ötede bir cami daha gördüm, Galata’ nın pis ve mekruh sokaklarının bir köşesine sinmiş bu küçücük, üslupsuz, zarafetsiz, kabasaba mabetler bana karşıkilerden, yedi tepelerin üze- rindekilerden daha muhteşem, daha güzel göründü. Bu camilere kim bilir ne kadar zamandan beri hiçbir Müslüman ayağı basmıyor; sokak sokak dolaşan şu salepçi, şu sütçü, şu simitçi belki Lehli fahişelerle Yunanlı tayfaların parasıyla geçiniyor. Fakat asırlardan beri adım adım, sinsi sinsi zorlu bir istilaya karşı bu sessiz minareler, bu kapalı camiler, bu kurumuş çeşmeler ve bu satıcı sesleri bana müdafaasız ve avare Türk’ün son koruyucuları gibi göründü. Acaba bizim gördüğümüz facialar bir şeyin sathı mıdır? Acaba bütün bu bulanan suyun dalgaları altında gene bizim manevi hâzinelerimiz mi saklı duruyor?”
Halikarnas Balıkçısı katı gerçeğe karşı teselli verecek manevi havayı tekkede, camide yakalamaya çalışır. Fatih’te Molla Gürani Mahallesindeki Rufai dergâhına gidip gelmeye başlar: “ Dervişlik kısmen de olsa beni işgal İstanbul’undan ayırıp Türk İstanbul’unda yaşatabiliyordu” ; “ Şehrin camilerinde namaz kılmak hoşuma giderdi. Üsküdar’da Şemsipaşa Camiinde, işgal edilmiş şehirden bir uzaklık duyardım. Akşam namazı için Karacaahmet’te Marmara’ya bakan bir camiyi seçerdim. Batan güneşin kopardığı heybetli renk kıyameti-
Ruşen Eşref Onaydınnin kıpkızıl angısı göklerde hâlâ inerken orada namaz kılmaktan çok hoş- lanırdım.”
DİNİN BİR YORUMLANIŞ BİÇİMİ
Kurtuluş savaşçıları giriştikleri hareketi zaman zaman birbirlerinden farklı biçimlerde yorumlamış, değerlendirmişlerdir. Savaşta ve savaş sonrasında bu farklılıklar görüş ayrılıklarını doğuracaktır.
Kurtuluş Savaşı safında onurlu yerini almış olan Mehmet Akif Ersoy Meşrutiyet’ten sonraki siyaset ve düşünce akımlarından İslamcılık cephesinin adamıydı. Bu akımın yayın organı Sebilürreşat’ın başlık klişesi cebinde, 19 Ekim 1920’de Kurtuluş cephesinde yerini almak üzere Kastamonu’ya hareket etti. Burada Nasrullah Camii’nden başlayarak vaazlar vererek eylemi savunmaya girişti: “ Bizi mahvetmek için düzenlenen barış antlaşması parçasını, savaşçılarımız doğu yönünden yırtmaya başladılar. Şimdi beri yandaki dindaşlarımıza düşen görev, Anadolu’muzun öteki yanlarındaki düşmanları denize dökerek, o kirli paçavrayı büsbütün parçalamaktır. Çünkü o parçalanmadıkça bu diyarda yaşama imkânı yoktur. Düşman eline geçen Müslüman yurtlarının durumu, bizim için en etkili bir ibret levhasıdır. İslamm son sığınağı olan bu güzel toprakları düşman istilası altında bırakmayalım.”
Mehmet Akif, Türk topraklarını İslamiyetin kurtuluşu adına savunmaktadır. Savaştan sonra devrimi bu görüşten sapmış saydığı için, Türk topraklarını bırakıp gidecektir!
Kurtuluş Savaşı içinde îslamiyete bağlılık yönünden Akif elbette yalnız değildi. İslamcılık akımı içinde hiç de yeri olmayan, tam tersine türlü yön
lerden Türkçülük akımının ilkeleriyle bağları olan Yahya Kemal de Top- kapı Sarayı Hırka-i Saadet dairesinde Kutsal Emanetler’in Mısır’dan getirildiği günden beri aralıksız Kuran okunduğunu anlatan yazısında, heyecanla şöyle söyler: “ Halifeliğin merkezi olan İstanbul’da böyle bir makamın yanında dört yüzyıldır durmamış bir Kuran sesi olduğunu bilmezdim. Nice Türkler, hatta nice İstanbullular da bilmezler. Bu sarayın içinde dörtyüz yıldan beri olmuş ihtilaller, tahttan indirmeler, kıyımlar bu Kuran sesini bir an susturamamış. Bu durumu öğrendikten sonra İstanbul’ dan niçin çıkarılamıyoruz? Bu soruyu çözer gibi oldum.”
Yahya Kemal İslamlığı Türklüğün Türk topraklarında oluşmasının öğelerinden sadece biri olarak görür. Türk ulusuna özgü bir din anlayışı biçimini “ medresenin çok Sünni kafaları” şiddetle yadsımalardır, ö r neğin Edebiyat Fakültesi Felsefe profesörü Ahmet Naim Bey, Yahya Kemal’in Türklüğe özgü Müslümanlık” görüşüne karşı çıkanlardandır. Bu konudaki bir tartışmada Yahya Kemal’in ona verdiği yanıt ise, “ Bu millet İslamlığı kendi mizacına göre benimsemiş ve çok eski putperestliğiyle karıştırmış ve öyle sever, onun uğrunda yalnız bu sebeple ölür” şeklinde olmuştur. Naim Bey böyle bir görüş sahiplerinin Batılılaşmayı savunanlardan bile zararlı olduklarını ileri sürer. Yahya Kemal, “ İslam dininin inkâr edilmesine razısınız, lâkin bizim ulusal tasarlayışımıza göre var olmasına ve öyle açıklanmasına razı olamıyorsunuz.” karşılığını verir.
Kurtuluş Savaşı safında yer alan kalemlerin İslam dinini böyle değerlendirdiğini de hatırlayarak ramazan yazılarına geçebiliriz.
İŞGAL KENTİNDE 3 RAMAZAN
Hicri 1338 ramazanın 1. günü, 19 Mayıs tarihine rastlamıştı. İşgalin yaşandığı o ramazan ve onu izleyen iki ramazan Türk-lslam geleceğinin “ 11 ayın sultanı” diye nitelendirdiği kutsal ayın parlak görünüşlerinden yoksun kaldı. Eski Osmanlı toplumunda özel bir kült oluşturan oruç ayı, eske iftarların, sahurların, mahyaların, davulcu manilerinin, gece eğlencelerinin yansıttığı coşkunlukların sadece sönük bir uzantısı oldu. Yakup Kadri bu dönemdeki bir ramazan yazısında bu farklılığa dikkat çekerek: “ Bu ramazan bizde geçmişe ait birçok üzüntüler ve özlemler uyandırıp duruyor. Genç ihtiyar hepimiz çocukluğumuzun ramazanlarına ait masum birçok anılarla doluyuz. Kimimiz bundan 30-40 yıl önceki iftar sofralarını, kimimiz Direklerarası âlemlerini, kimi-
16
miz mahyaları, kimimiz Beyazıt’taki sergileri, şu kokulu çörekleri, bu sıcak pideleri, kısacası hepimiz bir şey hatırlıyoruz, bir şeyin hasretini çekiyoruz. Bu ramazan bütün eksikleriyle doğrusu bize bir gönül acısı oldu.”
Eski ramazanlar uzun zamandan beri yaşamıyordu. Falih Rıfkı Atay biraz daha eski bir ramazanın izlenimlerini, “ Geç vakit bir iftara gitmek için Mehmetpaşa yokuşundan bizim semte iniyordum. Artık hiçbir mahallede niçin eski ramazan havası kalmadığını düşünüyordum. Bu hava bir ıtır gibi, bir türbe içi gibi. Esrar ve ruh gibi kokardı. Şimdi hangi Rum ayına rastlarsa, ramazan onunla kabuklanmaktadır. Üstündeki ıtır uçtu; esrar kurudu. Sokakta dolaşanlara bakınız; Nerede o durgun ve uçuk Müslüman yüzü, nerede o tütsü ve keyif dalgınlığı? Şu iftara çağırış bile özenti gibi geldi, kendimden sıkıldım” diye anlatmıştı.
Ruşen Eşref Ünaydın’ın kalemi bütün bir ramazanın iftar sofralarına, davulcu manilerine, teravih namazlarına, cami ziyaretlerine tanıklık ederken esir bir şehrin insanının duygularını yansıtır: “ Seni biz tatlılar, şerefler ve şenliklerle karşılarken ey ramazan ayı, on bir ayın ey nur yüzlüsü, önüne sonunda böyle kolları düşük, sofraları tatsız, yürekleri acılı ve gözleri yaşlı mı çıkacaktık?... Söyle ey ramazan ayı, bahtsız ve yar- sız Türkler için, bu yıl koynunda bir nebze şefaat da mı yok?”
“ Askerden yeni döndüğü sırtındaki Alman ceketinden belli” bir davulcunun söylediği maniler yazarı düşündürür: Bu aya sultan ay derler / Kaymak ile baldan yerler / Ezelden âdet kılınmış / Bekçiye Bahşiş verirler.
Zavallı genç, kaymakla baldan yenen ayların ne kadar uzakta kaldığını düşünmüyor muydu! Türk kapılarının otuz gece her gelene bir sebil gibi açık olduğu o iftarlar kalsaydı davul boynuna böyle ağır gelir miydi? Acaba bahşişini beklediği adamlar bile artık baldan, kaymaktan tadabiliyorlar mıydı? Ah! Türklerin bol ve şen günlerinde, kim bilir, hangi yüreği coşkun ve zekâsı şen bir halk şairinin düzenlediği bu beyit, o gece ne kadar etkileyiciydi!”
“ Türklerin geçirdiği belki en küskün ramazan” günlerinde yazar Eyüp mezarlığını ziyaret eder: “ Bu dünyadaki nişanları yarı yıkık, soğuk yazıları karanlıkta yok olmuş birer taştan ibaret kalan atalar ülkesinde garip bir teselli ve bir kuvvet buldum... Onlar devletlerinin, milletlerinin herhalde bizden daha iyi günlerini görmüşlerdi. Bol ve rahat yaşamışlardı. Bastıkları toprağın bir gün olup sarsılacağını akıllarına bile getirmeden içine rahat yerleşmişlerdi. ‘Sizin engin günlerinizi bir daha bulmak ka-
Mehmet Akif Ersoyderimizde yoksa, bile sizden olduğumuzu ve kendimizin olarak kalacağımızı da gösteremez miyiz’ diye düşündüm.”
Süleymaniye Camii’nin uyandırdığı duygulanışlar ve yakarışlarda şöyle dile getirilir: “ Bugün bu binayı değil, içindeki cemaatten bir ferdi bile ayakta tutamayacak kadar zayıflıyoruz. Yıkılalım mı, bitelim mi? O halde beklenenleri gönder Allahım. Ta ki vatan kubbesi yeniden kurulsun.”
KURTULUŞA İNANANLARIN RAMAZANI
Yahya Kemal, ramazanı “ çörekli börekli, davullu dümbelekli, meddah- lı karagözlü, şuruplu, şerbetli, amber- li hacıyağlı, kandilli kâğıt fenerli bir şehrayin” gibi gören — ve 1986 ramazanında da eksilmemiş olan — kentin ramazanından ulusal eylem için bir derlenip toparlanma olanağı yaratmaya çalışır. Dönemin ekonomik yaşamına egemen yabancıların dükkânlarından Türklerin alışveriş yapmalarını önlemek böyle bir izlencenin parçasıdır: “ (İstanbul halkı) ka- derinsevkiyle Anadolu’daki ulusal savaşa katılamadı. Bari etkili olduğu kadar basit de olan bu ekonomik savaşa azmetse. Yarın içimizde bir gurbet duygusuyla bir daha gireceğimiz mübarek ramazan bu kutsal savaşıma ne güzel bir başlangıç olur.”
Ekonomik boykot uyarısı Falih Rıfkı’nın kalemine de konu olmuştur: “ Yunan ulusunu cephede süngü ile, cephe gerisinde boykotla yeneceğiz. Bu bayramı mâliyesi bozuk olduğu için, bizim çocuklarımızdan daha büyük bir sevinçle bekleyen Yunan ordusunun vatandaşlarının kesesine bir tek Türk parası sokmayacağız.”
Ramazanın girişi dolayısıyla Kurtuluş Savaşı yöneticisinin İslam dün-
Cevat Şakır Kabaağaçlıyasma yayınladığı bildiri de dinsel değil, siyasal niteliktedir. Ve Türk ulusunun verdiği savaşımın gerçeklerini İslam uluslarının gözleri önüne serer: ’’Orduyu terhis etmek, köylülere Ulusal Kuvvetler’i asi tanıtmak, ulusu, kendine şeref veren en soylu ve özverili çocuklarına karşı kuşku ve duraksayışla düşürmek, barışı hazırlamak için İngiliz emri altında çalışanların ilk işi oldu...”
Ramazan topları İstanbul’da Kurtuluş Savaşı’nı destekleyen kalemlere Anadolu’da verilen savaşı düşündürmüştür. Kutsal ayın, Türk - İslam toplumunu bir araya getiren dinsel heyecanından ulusal kurtuluşu yönlendirecek eylem için yararlanılmıştır. Yahya Kemal’in “ Düşüncelerimiz” yazısında bütün bu duygular, bu düşünceler özetlenmiştir: “ Ramazan topları patlarken anne Anadolu’nun bağrına mavi bayraklarım diken Yunan orduları karşısındaki askerlerimizi bir daha hatırlayacağız, onları hatırlarken İslam ülkesine ramazanın bir daha geldiğini haber veren topları derin bir hüzünle işiteceğiz, minarelerde yanan kandilleri dolmuş gözlerle göreceğiz, yükselen ezanları dalgın dalgın dinleyeceğiz, bu ramazanın her zevki bize biraz acı gelecek...”
Bütün düşüncelerin odağı, Anadolu’da çarpışanlardır. Yazar, “ Biz onlardan aldığımız gurur duygusuyla yabancılar karşısında başımızı dik tutuyoruz. Yarın da Tanrı’nın karşısına onların şefaatinin gölgesinde çıkacağız. Biz yalnız onların ruhunu soluyoruz. Bu ramazana girerken de yalnız onları düşünüyoruz?” der.
Geçmiş bir dönemin ramazanlarını konu edinen kalemler, onları çevreleyen koşullar bunlar işte. O duyarlıkta bugün de ahnacak dersler hiç eksik değil. ■
17
\
• Yıl: 1921-22/Yer: Zeynep Hamm Konağı (Edebiyat Fakültesi)
. Ahmed Naim B eyle Islâmiyetin telâkkisine dair kavgam ız"Yazan: Yahya Kemal Beyatlı
Yahya Kemal Beyatlı, dini, toplumsal bir kurum olarak değerlendiren görüşüyle II. Meşrutiyet’ten sonraki düşünce çatışmaları sırasında, İslamcı görüşün karşısında yer almıştı. Felsefe profesörü Ahmed Naim ’i anlatan yazısında bu konudaki bir tartışmayı konu ediniyor, ffurtuluş Savaşı döneminin dine bakışını belirlemeye bu yazı özellikle yardımcı olacaktır. Metin, imlasına dokunulmadan alınmıştır.
-*921-22 arasında, Zeynep Hanım Konağı’nın Edebiyat Fakültesi olan katında, o vakit, fakültenin kâtib-i umûmîliğini eden Bahçet’in adasında, felsefe müderrisi Ahmet Naim Bey’ le, Islâmiyetin telâkkisine dâir, sertçe bir kavgamız oldu.
Ahmed Naim Bey’le 1915’de, yeni Dârülfünûn’a beraber girmiştik, o zamandan beri tanışırdık. Buluşup konuşmamız fırsatı yalnız, ders aralarında, teneffüs saatlerinde yâhut da Meclis-i Müderrisin olduğu günlerde çıkardı. Bu fırsatla da ekseriyâ muâ- rızâne konuşurduk, Naim Bey’in rû- hunda, şahsıma karşı, bu muârızlığm asıl sebebi ne idi? Bunu uzun zaman, tamâmiyle tesbît edememiştim.
Dârülfünûn’un Türkçü müderrislerinden biri olduğum için bu çok Sünnî ve hanefî müderrisimizin fazla teveccühüne muntazır olamazdım. Ancak o, güler ve gülümser ve hayli mâ- nîdar konuşmasını bilir bir âlimimiz- di. O vakit ise, Zeynep Hanım Kona- ğı’nın salonlarında, bâzı müderrisle
re, bâzı muharrirlere, bâzı siyâsîlere dâir, alaylı musâhabelerimizde çok anlaştığımız noktalar olmuştu. İslâm taassubu bertaraf edilirse Naim Bey’i rûhuma çok uzak görmemiştim.
.1918 mütârekesi olunca Naim Bey, sarâhatle, Ferid Paşa safına geçti, Dârülfünûn’un, milliyetçi unsurlarına karşı düşman tavırları takındı. Bir küçük müddet fakülte reisi oldu. Hattâ fakültenin milliyetçi müderrislerini çıkarmak vazifesiyle mükellef olduğu halde tasfiye komisyonu nâmını alan komisyona girdi. Diğer arkadaşlarımızla berâber beni de ihrâç etmeyi teklif eden komisyon, Ali Kemal’in Maârif Nâzın olmasıyle, dağıldı.
Naim Bey’e bu komisyonda bulunmuş olduğu için serzenişkâr olmağa lüzum görmemiş ve aldırmayan bir adam tavnyle dâimâ selâm vermiştim.
1921-22 arasında “ Tevhîh-i Ef- kâr’a Millî Hareket’e dâir, milliyeti benim anladığım yolda, bir nevî yazılar yazıyordum. Hemen hepsi eski İstanbul’un rûhânî semtlerini teşrih etmeye çalışan bu nesillerde, fetih hâtıraları ve İstanbul toprağına gömülmüş olan ilk cedlerin mezarları etrafında teşekkül etmiş mahallelerin mânâları, hulâsa bu toprağın “ vatan toprağı” diye tekevvün edişinin hikâyesi vardı. Şüphesiz ki bu yazıları, ben, herşeyden evvel bir Türk gibi duyarak yazarken, Islâmiyetin çok katı, çok maddî âdetâ riyâzî olan uk- nûmlarınm üstünden atlayarak, neh- yettiği noktalara, butlanların zevkine kadar gidiyordum.
Bu nevi edebiyattan tam yerli Müslüman olan ruhlar şiddetle hoş
lanıyorlardı, lâkin medrese’nin çok Sünnî yapılı kafaları zevk alamazlardı, hattâ ürkerlerdi; irşâdm bu tarzında, putperestliğe bir gidiş görebilirlerdi; daha başka bir nokta var: İslâmi- yeti yalnız bir milletin, meselâ bir Türk milletinin kendi zevkine ve hul- yâsma göre anlayışını ulûm-ı islamiy- ye reddederdi... Kur’ân’ın hükümleri malûmdur, tafsil etmek lüzumsuzdur.
işte Ahmed Naim Bey’le aramızda kavga bu bahisten çıktı.
O gün gaalibâ “Tevhid-i Efkâr” da, “Eyüb”e dâir nesrim çıkmıştı. Bu nesirde Eyüp şehrinin nasıl tekevvün ettiğini hikâye ediyordum. Peygamberin, hicrette, Mekke’den Medine’ ye gelişini, devesinin Ebâ Eyyûb’un evinde duruşunu, o eve misâfir oluşunu, hicreti müteakıb zuhûr eden Bedir gazâsında Ebâ Eyyûb’un Peygamberin bayrağını taşıyışını, sonra Ebâ Eyyûb’un İstanbul’un muhâsarasına gelişini, ölüp Haliç kenarında, şimdi yattığı noktada gömülüşünü, Eyyûb’ un ölümünden sonra kaçdefâ İstanbul’u fethetmeğe gelen İslâm ordularının onu hatırlayışlarını, nihâyet bu an’ane Türk ordularına intikaal ederek Ebâ Eyyûb’un “ Alemdâr-ı Resûl- üllah” olarak her neferimize, İstanbul surları önünde görünüşünü, nihâyet 1453’de, Fetih’den birkaç gün evvel, tam halk kafasında bir veliyyul- lah olan Akşemseddîn’in âlem-i mânâda, Eyyûb’un kabrini keşfedişini, bu keşif yüzünden orduda emsalsiz, şedîd, rûhânî bir vecid hâsıl oluşunu, bu vecdin şevkiyle şehrin fethedilişi- ni, hulâsa, Fetih’den sonra ilk şehid- lerin Eyüb’ün etrâfında çevrilen me- zarlarıyle, o güzel Ölüm Şehri’mizin türeyişini tesbît etmeğe çalıştığım bu hikâye o günlerde vatandaşlarımızı tehyîc ettiği halde, Ahmed Naim Bey’i kızdırmış...
Derslerden yeni çıkmıştık. Kâtib- i Umûmî’nin odasında istirâhat ediyorduk. Ahmed Naim Bey birdenbire dedi ki: “ Islâmiyete sizin ettiğiniz zararı bu aralık kimse etmiyor.” “ Niyçün... Nasıl, ne gibi...” dedim. “Meselâ bugünkü yazınız gibi yazılardan...” dedi ve ilâve etti: “ Zaten dalâlete düşmüş bu zavallı milleti dâimâ şaşırtıyorsunuz... Bir zaman türkçü- lükle, şimdi de islâmiyeti efsâneler üzerine kurulmuş bir din gibi göstererek... Hâsılı bu şaşırmış halkı bir
18
türlü şaşırtmayı îcâd ediyorsunuz... Bizim (!) Abdullah Cevdet’in dinsizliğinden korkumuz yoktur, çünkü o sarahatle dinsizdir ve maddîdir; islâ- miyeti yıkamaz. Halbuki sizin “ Tevhîd-i Efkâr” da bir seneden beri çıkan bu yazılarınız İslâm akaaidi- ni ve esâsâtım baştan başa tahrîf ediyor. Beyefendi! İslâmiyette ölülere ibâdet, mezarlara mahabbet, ölmüş insanları filân veyâ falan semtte hâzır ve nâzır zannetmek gibi itikatlara yer yoktur. Peygamber sallâllâhü aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri’ nin kendi nâşı bile islâmda takdîs olunamaz. İşte islâmın hıristivanlığa ve dîğer dinlere bir fâıkıyyeti de bundandır, böyle ebâtına islâmda inanılmaz!..”
Naim Bey coşmuştu. Coşkunluğuna bir diyeceğim yoktu; zâten onun inanan bir insan oluşundan hoşlanıyordum. Ancak katı ve kırıcı bâzı kelimelerini tahümmülün fevkinde gördüm ve aynı sert tavırla ve söyleyişle iâde etmeği zarûrî addettim ve aynen de dedim ki: ‘‘Demin “ biz” korkmayız gibi bir şey söylüyordunuz. Siz kimsiniz? Kaç kişisiniz? Çokluksanız bile bütün bir Türk milletinin târîhî hâtıralarına ne karışırsınız. Türk milleti, dînini istediği gibi benimsemiştir, diyânetini vatanının toprağına tahayyül ettiği şekilde karıştırmıştır. “ Biz” dediğimiz zevât kalkıp da: “ Ey Türk- ler, İslâmiyet sizin vatan toprağınıza bîgânedir, sizin milliyetinizi ve dîğer kavimlerin de milliyetini tanımaz. Zâten milliyet tanımaz. Sizin filân ve falan “ vatan” a islamiyetin rûhâniyeti- ni şu bu şekilde, hulâsa putperestâne bir îtikat bakıyyesiyle izâfe edilmesini İslâmiyet istemez!” demenizle şu memlekette emin olunuz bir yaprak kımıldamaz.
Evet bu millet, Islâmiyeti kendi mizâcına göre kabul etmiş ve çok eski putperestliğiyle karıştırmış ve öyle sever, onun uğurunda yalnız bu sebeplerle ölür.
Islâmiyeti olsun, hırıstiyanlığı olsun, dîğer dinleri olsun, bütün milletler dâimâ kendi hilkatleriyle, temâyül- leriyle muhayyileleriyle, ihtiyaçlarıy- le karıştırarak kabûl etmişlerdir ve başka türlü almalarına zâten imkân yoktur... Nihâyet ben, şikâyet ettiğiniz bu yazılarda bu milletin inanmadığı bir şeyden bahsetmiş değilim. Siz ki bu yüzden bana karşı bu kadar asabisiniz! Siz, kalkıp da Pâdişah’a karşı, onun Şeyhülislâmına ve Bâb-ı Fet- vâ’sma karşı ve birçok dalâletlere inanan bu halka karşı: “ Eyüb’ün mezarı ne demektir, böyle bir şey yoktur, böyle bir mevhûmenin ziyâret edilmesi İslâm akaaidini mugaayirdir; hattâ Peygamber’in Medine’deki mezarını
da ziyâret etmek ve orada bir rûhâ- niyet görmek islâma bu derece muga- ayyir bir dalâlettir; bunları hemen kaldırınız!” dediniz mi?
Halbuki bugün burada Abdullah Cevdet’den daha muzır olduğumu söylüyorsunuz. Niyçün diyorsunuz! Çünkü islâmiyetin inkâr edilmesine razısınız, lâkin bizim millî tahayyülümüze göre mevcud olmasına ve öyle teşrîh edilmesine râzı olamıyorsunuz!”
Aramızda bu sözlerle kavga büyüdü; sonuna doğru da bahis yalnız bir noktada toplandı: Ona göre: Herhangi müslüman bir millet kalkıp da is- lâmiyeti kendi milliyetinin unsurlarından yalnız biri olarak telâkki edemez ve kendine uygun bir şekle koyamaz. Müslüman bir kavim kavmiyetini unutmak ve islâmın nass-ı kaatı’ları- na tamâmıyle bağlamak şartıyle müslüman olur ve diğer müslümanları aynen kendi milliyetinden bilir.
Naim Bey’e îzâh ettim ki bizde yeni türeyen bu kavga Avrupa milliyetleriyle katolik ve şâir kiliseler arasında zâten oldu ve gaalibâ kilise göz kapamağı daha münâsip gördü. Hattâ papazlardan bile milliyetçilerin zuhur ettiğini gördük. Kim bilir, belki bizde de böyle olabilir.
Bu münâkaşanın üzerinden onüç sene geçti. 1934 de uzun bir gaybûbi- yetten sonra, İstanbul’a avdet etmiştim; eski semtleri bir daha görmek sevgisiyle, İstanbul’un, her gün bir köşesine gidiyordum. Bir gün de Şeyh Vefâ Türbesi’yle Şehid Ali Paşa Kil- tüphânesi’ni ve ayni zamanda o taraflardaki medreseleri görmek niyetiyle çıkmıştım.
öğleden hayli sonraydı, Vefâ’ya doğru yürüyordum, karşıdan Ahmed Naim Bey’in geldiğini gördüm. Rahatsızlıktan yeni kalkmış gibi yorgun yürüyordu. Beni görür görmez durdu, kollarını açtı, “ Bu tesâdüf münâsebetiyle Cenâb-ı Hakka hamdol- sun...” diyerek söze başladı. O kadar dostça bir tahassüsle hareket ediyordu ki mütehayyir kaldım. Sözüne de- vâm ederek: “ Avrupa’da uzun müddet kaldınız, sizi artık görmeden öleceğime bile inanmaya başlamıştım. İkide birde; Yârabbî bu adamla son bir defâ görüşmemi mukadder kıl! Tâ ki söylemek istediğim bir kaç sözü söyleyebileyim, diyordum, işte bu saatte Allah’ın o lûtfunu idrâk ettim. Ondan seviniyorum, şimdi sana maksadımı îzâh edeyim, nereye gidiyordun” dedi.
Şehid Ali Paşa Kütüphânesi’nin nerede olduğunu bile bilmediğimi ve
görmek istediğimi söyledim. “ Pekâlâ... Berâber yürüyelim...” diye tek- iîf etti ve söze girişti: “ Seninle o kadar sene evvel, Dârülfünûn’da bir münâkaşada bulunmuştum. O münâkaşa sonra benim zihnimi senelerce meşgul etti. Son senelerde ise, ben, İstanbul’un bir çok semtlerinde gezmeği ve oralarda, tıpkı senin usûlünde, eski mîmârî eserlerinin târîhini araştırmağı îtiyâd edindim. Bu hoş merak beni sardıkça sardı. Senin bir zaman “ Tevhîd-i Efkâr” da çıkmış yazılarını buldum ve tekrar okudum, Azîm bir zevk aldım. Sana bu yüzden ne kadar haksızlık ettiğime o yazıların bir şâir fantezisi olmayıp hakîkaten mâ- nevî birer ufuk olduklarına kaail oldum. işte bundan sonra, bu yüzden seni o vakit gücendirdiğime yandım ve bir daha görürsem istifa-yı kusûr etmeği nezr ettim. İşte azîzim söyleyeceğim bu idi.” dedi.
Ekseriyâ müzeyyif olarak konuştuğunu bildiğimiz o Naim Bey bu sözlerini söylerken o kadar müminâne bir teessür içindeydi ki ben de teessürümden önüme bakıyor ve ne cevap vereceğimi bilemiyordum..
Bana o saatte, “ Tevhîd-i Efkâr” da çıkmış makaaleler zemîni üzerinde tekrar ettiği teveccühkâr teşhirleri uzun boylu, birkaç defâ tekrâr etti. Ne derecede mütehassis olduğumu mümkün mertebe anlatmağa çalışarak bu bahsi kapadık.
Berâber Şehid Ali Paşa Kütüphâ- nesi’ne girdik. Muhâcirlerle iskân edilmiş bir ev hâlini almış olan bu vakfı ancak merdiveninden bir nebze gördük. Sonra Şehzâdebaşı Câmi- i’ne geldik. Arka kapının üzerindeki Mustafa İzzet sülüsünü seyrettik. Naim Bey: “ Muhakkak ki sülüs son asırda asıl mükemmel şeklini buldu. Gerçi hat-şinaslar eskiye îtibâr ettiklerinden dâimâ Şeyh Hamdullah’dan ve- cidle bahsederler, hayır ben bu fikirde değilim... Bu mükemmeliyet son zamanlarda hâsıl oldu” dedi.
Berâber bir müddet daha dolaştık. Oradan çıktık. İbrâhim Paşa Medre- sesi’niıı arkasından, tehnâ sokaklardan, Şehzâdebaşı’na çıktık. Orada ayrıldık.
Son ayrılışımızmış. Naim Bey bir ay sonra öldü. Benimle son bir defâ görüşmek istediğine dâir, yukarıda naklettiğim dileğinin, Vefâ’da, sırf tesadüf şevkiyle, tahakkuk etmesini hayretle telâkki ettim. ■
Siyasi ve Edebi Portreler’den
1 — Muharririn bu yazısı için bakınız: Bir ROyâda Gördüğümüz Eyüp, Aziz İstanbul, s. 196.
19
Hollywood'dahi ((Ünlü Viyanalılar” ağacından bir yaprak daha düştü. Bu ağacı şimdilik tek başına Billy Wilder temsil ediyor
O tto Preminger’le 1970 yılının Cannes Şenliği’nde tanışıp konuşmuştuk. Carlton Otel’deki odasına çıkmış, gidip gelenlerle dolu odada bir süre sinemadan, onun filmlerinden söz etmiştik. Her ünlü yönetmenle konuşmak için büyük bir istek ve bu konuşmayı gerçekleştirmek için sonsuz bir sabırla donanmış olduğum, yorulmak bilmediğim yıllardı onlar... Cannes’da birkaç yılda üstüste William Wyler, Alfred Hitchcock, John Huston, Sergie Leone, François Tru- faut ve başkaları, “ pençemden kurtulamamıştı’’!.. Preminger’le olan konuşmam , ne yazık ki yazılı notlarda kaldı, onu nedense basılı bir yazı-20
"Hollywood'daki V iyan airıtın ölümü: Otto PremingerAtillâ Dorsay
ya dönüştüremedim. Aslında biraz rahatsızdım bu konuşmada, çünkü şenlikte Prerninger’in “ Teli Me You Lo- ve Me, Junie Moon-Beni Sevdiğini Söyle, Junie Moon” adlı garip bir filmini izlemiş, film üstüne ne düşüneceğime karar verememiştim. Yüzü yaralı bir kız, felçli bir eşcinsel ve içine dönük bir saralının bir evi paylaşarak birlikte mutlu olmaya çalışmalarının öyküsüydü bu. İlk kez Liza Minnel- li’yi keşfetmenin getirdiği ilginç sürprize karşın, insanoğlunun düşkünlüğünü, zavallılığını hiç de içten gözükmeyen bir filme duygusal malzeme yapan film beni şaşırtmış, daha öteye sanki iğrendirmişti. Oysa Premin- ger, o zamana dek gözümde oldukça büyüttüğüm bir yönetmendi. “ Amber” !, “ Dönüşü Olmayan Nehir” i, “ Siyah Karmen” i, “ Bir Cinayetin Anatomisi” ni, “ Öneri ve Onay"ı izlemiş olup da Preminger’e hayran olmamak mümkün müydü?
VİYANALILARDAN BİRİ...
Preminger, sessiz sinemayla başlayarak Hollywood’u o denli etkileyen, ona kişiliklerinin damgasını vuran “ Viyanalılar” dan biriydi: Tıpkı Eric Von Stroheim, Joseph Von Sternberg veya Bily Wilder gibi. Tüm bu AvusturyalI sanatçılar, kimi Alman sinemacılarıyla birlikte kalkıp değişik dönemlerde Hollywood’a gelmişler ve efsanenin doğuşuna katkıda bulunmuşlardı. Von Stroheim, Von Sternberg, Wilder veya Berlin’li Lubitsch gibi adlar olmasaydı, sinemanın bugünkü sinema, Hollywood’- un bugünkü Hollywood olacağı düşünülebilir mi? ABD’ye getirilen, yalnızca bir “eski kıtali” olmanın, tiyatrodan resme, sanatın tüm diğer alanlarından süzülüp gelmenin veya Cermen kültürünün izleri, kalıntıları değildi. Gerçi Alman kabaresinden, Viyana operetlerinden veya Dışavurumculuk akımından gelen öğeler, tüm bu
sanatçıların yapıtlarında iyi arandığında somut biçimde bulunabilirdi. Ama getirilen, işte tüm bunların bireşimi olan ve tüm bunları sonuç olarak aşan bir başka şeydi. Kimi sanat eleştirmenleri, buna “ Viyanalılık” diyor. Kimileri Amerikan sinemasının canlılığının, yaratıcılığının Avrupa kültüründen aldığı bir taşıyla yeni filizler sürmesine bağlıyor. İşte Preminger, Wilder’le aynı yıl (1906’da) doğmuş ve aynı yıllarda (30’larda) sinema başkentine adım atmıştı, önceleri tiyatroda çalışmış, Max Reinhardt’- ın Viyana’daki ünlü Josefstadt tiyatrosunda oyuncu ve sahneye koyuculuk yapmıştı. Bir tek sinema denemesi olmuştu. 1935’de FOX şirketi tarafından önüne uzatılan bir anlaşmaya imzayı basarak Amerika’ya gitti. O da birçok meslektaşı gibi, gitgide gemi azıya alan Nazizm’den kaçmak istemişti. İlk birkaç filminden en çok dikkati çekeni, 1937’de yönettiği “ İşteki Tehlike: “ Aşk-Danger, Love at Work” adlı bir güldürüydü. Ancak Preminger’in oldukça sert, ödünsüz Viyanalı kişiliği, FOX’un dediği dedik patronu Darryl F. Zanuck’la arasını açmakta gecikmedi, Ve sanatçı, uzun aralıklarla bir-iki küçük film yönettikten sonra, ancak 1944’de “ Laura” adlı polisiye filmin kazandığı başarı üzerine ciddi bir yönetmenlik çabasını geçebildi.
YÜREK İSTEYEN KONULAR...
Yıllardır istememe karşın ne yazık ki bir türlü göremediğim “ Laura” , polisiye sinemada önemli bir doruk noktası sayılıyor, önemsiz bir romandan yapılan film, sürprizlerle dolu karmaşık konusu kadar (öldürülmüş sanılan bir genç kadını arayan bir dedektif, onu hayatta bulur. Ve hem gerçek katilin, hem de kurbanın kimliğini aramaya başlar), Preminger’in Avrupa deneyimlerinden getirdiği eşsiz bir atmosfer duygusu ile de ön pla-
na çıkıyor, Dana Andrews ve Clifton Webb’in arasında benzersiz bir Laura çizen Gene Tierney’in gizemli güzelliğiyle de bezeniyordu. Bu parlak başlangıç, Preminger’le Zanuck’un arasını da düzeltti ve yönetmen, sonraki 15-16 yıl boyunca hem yönetmen, hem de yapımcı olarak çabalarını düzenli biçimde yürüttü. Preminger, 1944-60 arası bu döneminde her türden konuya ve kaynağa el atan, ele aldığı konuları hep en ilginç olanlardan seçmesini ve bunlara belli sinemasal değerler katmasını bilen bir yönetmen olarak tanındı. Ama bunun yarn sıra, bir diğer önemli özelliği, gözü- pekliği ve özellikle konu/hikâye olarak yeni, çarpıcı, yüreklilik isteyen şeylere el atma yeteneğiydi. BöylecePreminger, Amerikan sinemasında örneğin ilk kez “ cinsel ilişki” , “ bâ- kire” , “ metres” vb. sözcükleri kullanan filmi (“Ay Mavidir” ), yaptı.- tik kez tüm oyuncuları zenci olan bir opera filmi çevirdi. (“ Siyah Carmen” ). tik kez uyuşturucu madde sorununu perdeye getirdi. (“ Altın Kollu Adam” ). İsrail’in kuruluşu üstüne ilk filmi yaptı. (“ Exodus” ). Sinemanın artık her şeyi anlatabildiği günümüzde, bunlar önemli görülmeyebilir. Ama bir zamanlar öyle değildi ve sinemanın üstüne çöreklenmiş tabuları yıkmada Preminger kadar katkısı olmuş bir yönetmen az bulunur.
SKANDAL FİLMLERDEN ARDA KALAN...
Ancak zamanında olaylar yaratan, yasaklara uymayan bu filmlerin “ şoke edici” yanları bir yana bırakıldığında, Preminger sinemasından ne kalır? Kuşkusuz hikâyelerini özenle seçen ve çok iyi anlatan bir sinemacı kişiliği. Preminger, 1940’larda “ La- ura”dan sonra her türü dener: “Düşkün Melek-Fallen Angel” ve “ Daisy Kenyon” , ilgi çekici melodramlardır. “ Şahane Skandal-Royal Scandal” , Tallullah Bankhead’m Çariçe Büyük Katerina’yı canlandırdığı başarısız bir tarihsel kurdeledir. Ama Priminger, bu filmle yakalayamadığı başarıyı, 2 yıl sonra ünlü “ Amber-Forever Amber” filmiyle yakalar. Kathleen Winsor’un çok satan romanından alınmış bu düşsel-tarihsel serüven, ünlü görüntü yönetmeni Leon Snam- roy’un ustaca saptadığı İngiliz tarihi ve güzel Linda Darnell görüntüleriyle büyük iş yapar. Oscar Wilde’den uyarladığı “ Yelpaze-The Fan” , Pre- minger’in klasiklere el atma isteğinin ilk ilginç örneklerindendir. “ Yüzyıllık Yaz-Centennial Summer” la müzikali dener ve bu arada yakın bir dostluğu sürdürdüğü, kimi filmlerde birlikte çalıştığı Ernst Lubitsch’in ölümüyle yarıda kalan “ Beyaz Kürklü
Kadın - Lady in Ermine” adlı Betty Grable müzikalini bitirir.
1950’ler, Preminger’e gerçek başarıyı getirecektir. “ Girdap- Whirlpool” ve “ Korkusuz Kadın- Where the Sidewalk Ends” , yine ilk başarısı “ Laura” daki fetiş-oyuncusu Gene Tierney’i kullanan ilginç polisiyelerdir. Ünlü yazar Ben Hecht’in senaryolarına dayalı filmlerde, Preminger, bir kez daha, atmosfer duygusunu, ışık-gölge kullanımım, oyuncuları kendine özgü biçimde yönetme yeteneğini yineler. (Bu “ yönetme” konusunda çok şeyler söylenmiş, Pre- minger’in setteki kabalığı, sanki bir terör havası estirdiği vb. şeyler anlatılır). “ Onüçüncü Mektup” la H.G. Clouzot’nun ünlü “ Karga-Le Corbeau” filmine Hollywood usulü bir “ yeniden-çevrim” getirirken, “ Muhteris Ruhlar-Angel Face” da, bir yazara “ sinemada şimdiye dek yapılmış en şiirsel karabasan” dedirten ilginç bir melodram ortaya koyar, Jean Simmons ve Robert Mitchum’un oyunlarıyla. Sonra yeni, farklı türlere el atmaya başlar. Bir sahne oyunundan alınan “Ay Mavidir-The Moon is Blue” , o döneme dek “ yasak” olan kimi sözcükleri kullanması nedeniyle kimi eyaletlerde yasaklanarak büyük ün yapar. Oysa film, David Niven, William Holden ve Preminger’- in “ keşfi” Maggie Mc Namara adh bir yıldızcıkla, rahatça izlenen orta- halli bir güldürüden öte bir şey değildir. Marilyn Monroe’nun unutulmaz westerni “ Dönüşü Olmayan Nehir - River of No Return” , bir uyuşturucu madde tutkununun serüvenini melodram kalıpları içinde anlatan ve Frank Sinatra, Eleanor Parker, Kim Novak’h kadrosuyla dikkati çeken “ Altın Kollu Adam - The Man with the Golden Arm” , tümü zenci oyuncularla iki önemli operayı perdeye aktaran “ Siyah Carmen - Carmen Jones” ve “ Porgy ve Bess” , Premin- ger’in sinemacı ustalığı kadar, belki ondan da çok, bir tilki gibi ticari başarının, ilgi uyandıracak olan şeyin kokusunu alma yeteneğinin de belir- tisidirler. Ancak özellikle “ Siyah Carmen” , bunca yıl sonra bile Carmen öyküsüne getirilmiş en özgün ve çarpıcı yaklaşımlardan ve en ilginç uyarlamalardan biri olma niteliğini korur... Gerçek bir askeri yargılamanın hikâyesi olan “ Billy Mitchell Davası - The Court Martial of Billy Mitchell” için de benzer şeyler söylenebilir. Gary Cooper’in oynadığı film sinema sanatına getirdiklerinden çok, konusunun cüretiyle ilgileri çekebilmiştir. 50’lerin sonlarında, Preminger, yine kendi keşfettiği Jean Seberg’i iki iddialı uyarlamada, Françoise Sagan’ı üne kavuşturan romanın uyarlaması “ Günaydın Hüzün-Bonjour Tristesse” ve Bernard Shaw’un tanınmış
oyununun uyarlaması “ Azize Joan- Saint Joan” da kullanır. Bu 2 film de başarısız olacak, Hollywood’dan kaçıp Fransa’ya sığınan (ve geçen yıllarda talihsiz biçimde ölüp giden) Jean Seberg ise asıl ününü orda, Yeni- Dalga filmlerinde yapacaktır. Pre- minger’in 50’li yılları, yine gerçek bir yargı olayından alınma “ Bir Cinayetin Anatomisi-Anatomy of a Mur- der” adlı ünlü ve gerçekten ilginç filmiyle sona erer.
“SANSASYON”A TESLİM OLAN SİNEMACI KİMLİĞİ...
Preminger, 60’lara da gösterişli biçimde başlar. Leon Uris’in çok satan romanından alman “Exodus” , sinemanın Yahudilere yaptığı belki en büyük armağan, ayrıca sürükleyici bir serüven filmidir, “ öneri ve Onay- Advise and Consent” ise Amerikan iç politikasına yürekli ve şaşırtıcı bir bakıştır... Ondan sonra Preminger, artık yalnızca (“ sansasyon” uyandırıcı konuları açık bir içtensizlikle işleyen tam bir bezirgân kimliğinde ortaya çıkmaya başlar. Çok-satan romanlardan alınan “ Kardinal-The Cardinal” , “ Kötülük Yolları-ln Harm’s Way” , “ Korkunç ttjraf- Hurry Sundown” , yaşamsal konulara, olaylara değinen, ama tümüyle yapay, iğreti duran filmlerdir ve eleştirmenlerden büyük tepki görürler. Yalnızca “ Küçük Kız Kayboldu - BunnyLake is Missing” adh filmi, ilginç bir ruhbilimsel gerilim olarak ilgiyle karşılanır. Ama artık büyü bozulmuş, Preminger, efsanesi sona ermiştir. Cannes 70’de beni irkilten “ Beni Sevdiğini Söyle, Junie Moon” daki “ zevksizlik” rastlantısal değildir, 70’lerdeki “ tyi Arkadaşlar-Such Good Friends” ve “ Rosebud” gibi son filmlerinde de yinelenir. Ve bir dönemin parlak yönetmenini hareketsizliğe iter...
AĞAÇTAKİ “SON YAPRAK”...
Otto Preminger’in, öldüğünde, yaşı tam 80’di. 60-65 yaşlarından sonra eski başarılarını yineleyememesi ve oldukça kötü şeyler kotarması bize kimi ilk filmlerinin canlılığını, yürekliliğini, sinemasal kıvraklığını unuttur- mamalı. Dazlak kafalı, insanı etkileyen uzun yüzlü bu sanatçı, ilk başlarda tiyatroda başladığı oyunculuğunu da zaman zaman sürdürmüş, en ünlüsü Billy Wilder’in “ Casuslar Kampı-Stalag 17”deki kamp şefi olan rollerini başarıyla oynamıştır. Preminger’in ölümüyle Hollywood’daki “ Ünlü Viyanahlar” ın ağacından bir yaprak daha düşmüştür. Bu ağacı şimdilik tek başına Billy Wilder temsil ediyor... ■
21
Peter Oitrich (Doğu Almanya): Birincilik Ödülü Spiro Raduloviç (Yugoslavya): İkincilik ödülü
50. Kuruluş Yılı'nda
Jez dergisi5^ugoslavya’nın başkenti Belgrat’
ta yayımlanan mizah dergisi Jez’in (Kirpi) SO. kuruluş yılı kutlamaları içinde yer alan 3. Uluslararası Karikatür Yarışması sonuçlandı. Türkiye’den Ferruh Doğan ve Sovyetler Birliği, Doğu Almanya, Polonya, Çekoslovakya, Bulgaristan ve Yugoslavya’da yayımlanan mizah dergilerinin yönetici ve karikatürcülerinden oluşan Seçiciler Kurulu Jez dergisi karikatür sorumlusu Nicola Rudiç başkanlığında yaptığı çalışmalar sonunda birincilik ödülünü (100 bin dinar) Doğu Almanya’dan Peter Dittrich’e verdi. İkincilik ödülünü (50 bin dinar) Spiro Raduloviç, üçüncülük ödülünü (20 bin dinar) Slobodan Obradoviç adlı Yugoslav karikatürcüleri kazandı. Seçiciler Kurulu eşit oy alan Vla- do Jociç (Yugoslavya) ve Mihailov Vavro (Çekoslovakya) için Jez dergisinin özel ödüllerini verdi.
Türkiye’den Raşit Yakalı, Erdoğan Başol, Haşan Seçkin, Ferit Avcı, Alper Susuzlu’nun karikatürleri ilk elemeyi geçerek sergilendi. Ferit Avcı 1500 karikatür içinde on karikatürcüden biri olarak son elemeye girdi.»
ödülü Doğu Alman Peter Dittrich'in
22
“Mardin-Münih Hattı “/Bir anket
Almanya'da yaşam ış üniversite öğrencileri diziyi değerlendirdiZehra İpşiroğluA¿ 3 . İmanya’da günden güne artan
yabancı düşmanlığı, oradaki işçilerimizin sorunları, iki kültür arasında bocalayan genç kuşağın karşılaştığı güçlükler, her iki ülkenin de nesnel açıdan değerlendirmesi, tartışması gereken ortak sorunlardır. Ancak her tür ön yargıdan ve öznellikten arınmış bir yaklaşım, ortak çözüm yollarının bulunmasına yardımcı olabilir. Kitle iletişim araçlarına bu bağlamda büyük bir görev düşmektedir. Ne yazık ki TRT’nin bu konuya ilişkin yayınları ülkeler arası dostluğu ve barışı pekiştirici nitelikte olmaktan çok uzaktır. Uğur Dündar’ın iki kültür arasında bocalayan yitik kuşağa iliş- kirpgeçen yıl yayınlanan programı buna çarpıcı bir örnek veriyordu. Ne Alman toplumuna ne de kendi toplumu- muza ayak uydurabilen, kurtuluşu evden kaçmada, uyuşturucu kullanmada, çetelere katılmada ya da yasa dışı eylemlere katılmada bulan gençlerimizin sorunlarını hiçbir özeleştiriye yanaşmadan, sadece karşı tarafı suçlayarak dile getirmek, sorunlara sağlıklı bir biçimde yaklaşmamızı engellediği gibi, iki toplum arasındaki kopukluğu büsbütün arttırmaktadır.
Aynı fanatik yaklaşıma Ünal Küpeli ’nin yabancı düşmanlığı sorununu konu alan Mardin Münih Hattı” dizisi örnek vermektedir. Almanya’ da yabancı düşmanlığı ve şovenizmi eleştiren Mardin Münih Hattı’nda, sorun “ kötü Alman” , “ iyi Türk” ikilemiyle öylesine çarpıtılarak ele alınmıştır ki kamuoyunda şoven duyguları ve Alman düşmanlığını körükleyen bir etki yaratılmıştır. Böylece dizi, yermeyi amaçladığı yanlışa kendisi düşmüştür. Teknik aksamalar, kötü oyunculuk, diyaloglardaki yapaylık bir yana, dizi baştan sona yanlış değerlendirmeler, çarpıtmalar, abartmalarla doludur. İki yaşındaki torunla
rının eline oyuncak tabanca tutuşturup “ Onları pis yabancılara doğrultun!” diye bağıran ya da daha konuşmasını bilmeyen torunlarına Alman tarihi ve kültürü üzerine söylevler veren Nazi yanlısı yarı deli bir baba, babasının yanında korkudan süt dökmüş kediye dönüşen, kısa süreli bir mutluluğu ise Mardin’de sıkmabaş Müslüman kadınlarının arasında bulan Alman kız, kaynağını gerçeklerde değil, önyargılarda bulan yapay figürlerdir. Kaldı ki tüm saydıklarımızı bir an unutup soruna bir de tersinden bakalım, torunlarım gerçek bir Alman gibi yetiştirmek isteyen Alman babayı Türk baba olarak düşünelim, kendi töre ve geleneklerine böylesine bağlı, böylesine vatansever biri bir çoğumuzun beğenisini kazanmaz mıydı acaba?
Aşağıda Alman Dili ve Edebiyatı okuyan üniversite öğrencileriyle yapılan anketten bir kesit sunulmaktadır. Ankete kaplanların çoğunluğu kesin dönüş yapan işçilerin çocuklarıdır. Uzun ya da kısa süre Almanya’ da yaşamış bulunan, Almancayı bilen, Alman kültürünü öğrenmeyi amaçlayan bu öğrencilerin %70’i dizinin önyargıları ve şoven duyguları besleyen niteliğine değinmiş, geriye kalan %30’u ise diziyi beğeniyle izlediğini belirterek olumlu bir açıdan değerlendirmiştir. Anketin herhangi bir bölümde okuyan öğrenciyle değil de, Alman dili ve kültürüyle doğrudan bağlantısı olan kişilerle yapıldığı gözönünde tutulacak olunursa, Vo'iO sayısı kaygı uyandırıcıdır.
DİZİYİ OLUMLU AÇIDAN DEĞERLENDİRENLER
• Bu dizide Almanların saplantı derecesindeki yabana düşmanlığı, bi- zimse yabancı bir ülkede hiçbir özve-
“ Mardin-MUnlh Hattı ’ ndan bir sahne
Öğrencilerin yüzde 70’ine göre, “Mardin- Münih H attı” önyargıları ve şoven duyguları besleyen bir yapımdı
riden kaçınmayan yaklaşımımız çok güzel ele alınıyor.
• İki toplum arasındaki fark çok güzel belirtilmiş: Türk’ün Alman’a gösterdiği anlayış ve sevgiye karşılık, Alman’ın onu küçük görmesi aşağılaması, ona hayvan muamelesi yapması...
• Dizi önemli bir gerçeği dile getiriyor. Almanlar Türkleri sadece Türk oldukları için sevmezler ve onlarla kaynaşamazlar. Bu durum on- lardaki önyargıdan ileri geliyor.
• Ben bu diziyi seyrettikten sonra Alman değil de Türk olduğum için Allah’a bir kere daha şükrettim. Evet Almanlar arasında iyiler yok değil ama onlar istisna oldukları için yok olmaya mahkûm dürümdalar.
•Türklerin kullanılmaları, yapılan haksızlıklar, polisin bile yan tutması, Türklere Türklüklerini unutturmak doğrultusundaki girişimler, diziyi ibret verici kılıyor.
• Alman gençlerinin yaşantıları,
23
Tilrklere gösterilen düşmanlık, abartılmadan yansıtılmış bu dizide. Almanya’da görülen aile ilişkileri ve Alman kadınının özgürlüğü aynen dile getiriliyor.
• Dizide beğendiğim, Almanların düşüncelerinin ve hareketlerinin eksiksiz verilmiş olması. Buna karşılık Türkler iyi anlatılamamış. Ben bir Türk’ün bu kadar pasif olabileceğine inanamıyorum. Örneğin dükkânı basılan ya da hakarete uğrayan bir Türk yapısı gereği karşı koyar.
• Bence insan kendi geleneklerini, kültürünü hiçbir zaman unutmamalı. Bu bakımdan öztürk Bey’in bir Almanla evlenmesi çok saçma. Sevgisiyle yenebileceğini düşündüğü sorunlar yok olmuyor, tersine büyüyüp korkunç sonuçlara yol açıyor.
• Filmin abartılmış yanları var ama bazı gerçekleri çarpıcı bir biçimde sunmak için abartma yoluna başvurmak gerekir. Eğer bu abartılar olmasaydı dizi silik kalır, anlamını yitirirdi.
DİZİYİ ELEŞTİRENLER• özünde film ne Almanya’daki
Türklerin içler acısı durumunu gerçek anlamda yansıtabilmiş ne de Almanların olaya bakış açısını somuta indir- geyebilmiştir. Ayrıca yabancı düşmanlığı, savaşı yaşamış bazı olumsuz tiplerin ürünü değildir. Alman toplu- munun son zamanlarda yaşadığı ekonomik sorunların sonucudur. Katı Alman milliyetçiliğini eleştirirken kendimiz aynı yanlışa, yani dar bir milliyetçilik anlayışına, şovenizme düşüyoruz.
• Filmde erdem, saygı, sevgi kav
ramlarına en saf ve içten haliyle Türk toplumunun sahip olduğu imajı veriliyordu. Tabii bu filmin kendi iç mantığıydı. Bana göre bu Alman ırkçılığına karşı Türk ırkçılığının bir kıyas- lamasıydı. Yönetmenle yapılan bir söyleşiden “ en uç örneklere yer verildiğini” öğreniyoruz. Ama gerek filmdeki diyaloglarda, gerekse karakter betimlemelerinde Alman oyuncuların bütün bir Alman halkını temsil ettiği ima ediliyordu.
• Filmde yabancı düşmanlığının azaltılması doğrultusunda hiçbir alternatif getirilmemiş. Tersine filmin yabancı düşmanlığını körükleyici yönde bir katkısı oluyor. Hele Almanya’ da kalmış insanlar için ayağı hiç de yere değmeyen bir film bu.
• İki farklı kültürün insanları hangi ülkeden olurlarsa olsunlar beraber yaşadıklarında elbet sorunlar olacaktır. Yalnız bu sorunların ortak yanının ele alınması gerekirken, bu filmde kötü Alman kavramı adeta bir slogan yapılmıştır.
• İzlediğim kadarıyla senaryo yazarı ve yönetmen Alman toplumunu anlamadan, sadece kulaktan dolma bigilerle ele almış. İstisna sayılacak olayları genellemiş. Bu film kitap okumayan, TV’den başka bir bilgi kaynağı olmayan halkımızda yanlış yargılara neden olacaktır.
• Almanya’da son yıllarda yabancı düşmanlığının olduğunu herkes biliyor. Fakat dizideki Helmut tipi gibi Almanlar, Alman toplumunda çoğunlukta değil, azınlıktadır.
• Bence kızın babası, yani Helmut, bir Alman’dan çok Türk babayı andırıyor. Otoriter bir aile sistemi, yani bazı yasaların, kuralların konulması özellikle bizim aile yapımıza öz
gü. Bu türde bir aile bağlılığına Alınanlarda hiç rastlamadım.
• Yıllarca Almanya’da kaldım, Petra tipinde bir Alman kızına hiç rastlamadım, rastlayacağımı da sanmıyorum. Helmut’a gelince, bu zihniyette bir Alman erkeği Almanya’ da hâlâ tek tük mevcut ama, bu tipler fikirlerini böyle açık açık dile getirmezler.
• Bir Türk kızı bile Petra’dan daha asidir ailesine karşı. Hele hele bir Alman kızının babasının sözlerine böylesine körü görüne boyun eğebi- leceğine hiç inanmıyorum.
• Bu dizide, tanımış olduğum Alman toplumundan çok farklı bir toplum yapısıyla karşılaştım. Bence dizi sorunları bu kadar abartmamalıydı. Evet Almanlar bizim hakkımızda olumsuz düşünüyorlar ama buna biraz da biz neden olmadık mı? Kendi yapılarına bu kadar ters düşen bir kültüre boyun eğmelerini onlardan ne derecede bekleyebiliriz? Alman gençliği sorunu da çok yüzeysel ve önyargılı bir açıdan işlenilmiş.
• Punkçularm bir Türk birahanesine girip orada Alman milli marşını söylemeleri, sorunların ne denli çarpıtıldığının çarpıcı bir örneği.
• Böyle bir dizinin amacının cepheler oluşturmak değil, bu cepheleri göstererek çözüm yolları aramak olduğuna inanıyorum. Almanya’daki Türk toplumunun hiç olumsuz yönü yok mu? Diziden bir örnek verecek olursak, Petra ve Mustafa’nın nikâhtan sonra eve davul zurna eşliğinde getirilerek bütün mahalleyi ayağa kaldırmalarına Alman komşunun karşı çıkması, izleyiciye haksız bir tepkiymiş gibi gösterildi.
• Almanya’da kaldığım süre içinde Türklerin sorunuyla böyle candan uğraşan bir Öztürk Bey tipine rastlamadım. Serbest çalışma izni alarak iş yeri açanlar daha çok kendi çıkarları peşinde koşan, vatandaşlarının sorunlarıyla hiç ilgilenmeyen tipler. Filmde Türkler, Almanların karşısında her bakımdan hatasız ve üstün gösterilmek isteniyor. Almanya’da yaşayan Türklerin içinde parmakla gösterilecek kadar az olan Öztürk Bey’le- rin değil, uyum için zorlanan Nurten’ lerin sorununun gerçekçi bir biçimde aktarılması gerekirdi.
• Dizinin bir yerinde deniliyor ki:“ Biz Türkler ferdi olarak sîzlerden üstünüz, biz her gördüğümüz zavallıya, düşküne yardım ederiz” . Böyle bir şey duyduğumda, aklıma hemen İstanbul sokaklarında her köşe başında dilenen insanlar geliyor. Ben hiçbir milletin diğerinden üstün olabileceğini düşünemiyorum. Diziyi öğrenci yurdunda yüzlerce öğrenciyle birlikte izlediğimde, onların, özellikle Türkler lehine söylenenleri içten alkışlaması beni çok üzdü. ■
24
6 Mayıs 1986Genç tiyatrocu arkadaşım Rafet
Güçoğlu, Panait Istrati’yi, yaşamı ve ürünlerini konu, alan bir oyun yazmayı koymuş kafasına, İzmir'den kalkıp İstanbul’a gelmiş, yakın ilişkilerden, arkadaş toplantılarından, meyhane buluşmalarından yakasını kurtarıp, dingin kafayla kendini sere serpe yapıtına verebilmek amacıyla.
Bir yazar için, çevresinin etkinliğinden, baskısından sıyrılıp, kişiliğini korumak ve kendi kendisiyle baş başa kalmak çok önemli bir sorundur. Mon- taigne, fildişi kulesinde, Yunan ve Romalı yazarların sevgisinde, tutkusunda, kafasının ve yüreğinin derinlerine dala dala yazmış o ünlü denemelerini. Ama, bu demek değilki, Montaigne, çevresinden uzak yaşamış, yaşadığı günlerde, dışarıda olup bitenlerden uzak kalmış. Fildişi kulesinde, dinç kafayla, serinkanla çağını, çağının insanlarını, düşünüşlerini, duyuşlarını, davranışlarını önemseyip özümseyerek dile getirmiş, geniş, evrensel bir kuşbakışı ile.
Yazı yazmak, şakaya gelmez, sorumluluk isteyen, her satırının hesabını vermesi gereken, ciddinin ciddisi bir iş, bir uğraştır. İnsanın yıllar boyu edindiği birikim dağarcığından koparılan, tırtıklanan, yararlana özümsene ortaya koyduğu bir üründür, adına yazı denen yaratı.
Bizde, Şikago Mezbahaları adlı romanı ve Marxçı açıdan (?) dünya edebiyatını sınava çeken Altın Zincir ile, özellikle solcu aydınlarımızı olumsuz yönden etkileyen Amerikan romancısı Upton Sinclair — ki sonradan sağa döndü— romanlarını, çevresinden uzaklarda yazarmış. Gerekli bilgileri, belgeleri toplayıp konserve yiyeceklerle bir kır evine çekilir, bir-iki ay içinde yapıtını tamamlar, mide ağrıları İçinde dönermiş insanlar arasına.
Fransız tiyatro yazarı ünlü Armand Salacrou da, kendini çevresinden, çevresinin engellerinden soyutlamak için şöyle bir yol seçermiş: Dilini bilmediği bir ülkeye gidip, bir otel odasına kapanırmış. En çok beğenip seçtiği yer de Polonya imiş. Türk yazarları içinde, bu yöntemi kullanan, kullanabilen, benim bildiğim bir Fakir Baykurt var... Tabii, Yaşar Kemal, Aziz Nesin de böy- lesi bir olanaktan yararlanabiliyorlar. Başka yazarlar için böyle bir olanak düşünebiliyor musunuz? Bizim genç yazar Rafet, dört arkadaşıyla Gökova dolaylarında bir pansiyona gitmek istemiş önceleri. Geçen yıl günlüğü beş bin lira olan pansiyon bu yıl on beş bin lira istiyormuş. Haydi gelin de çıkın işin içinden! Bugün, dergilerde, gazetelerde, bir yazının karşılığı en çok beş bin lira. Evvelsi yıl, Duisburg Kitaplığı adına benden Türkiye'de deneme konulu iki daktilo sayfalık bir yazı istenmişti. Karşılığı bizim parayla otuz bin lira.
G id e r a y a k : 2 1
Vedat Cünyol
Yazar saygınlığı, onuru diye bir şey varsa, onu Batı’da aramalıyız. En Alttakiler adlı yapıtı İle Alman yazarı Gün- ter Wallraff, yirmi yıllık yaşamını güvence altına alabiliyor. Bizde, Aziz Nesin, Yaşar Kemal dışında, kaç yazar, insan gibi yaşama güvencesi kazanabiliyor yazılarıyla? Devlet, yazarlara yüz vermediği gibi, gelişmelerini de köstekliyor. Ancak kendi görüşü doğrultusundaki kimi sanatçılara, o da sağcı sanatçılara, suya sabuna karışmayan, evet efendimci yazarlara yüz veriyor. Bir bakan, geçenlerde şöyle demişti aşağı yukarı: "Yabancı ülkelerde ün kazanan yazarlarımız hep solcu.” Gerisini varın siz düşünün.
1 Mayıs günü, Kadıköy İskelesi dolaylarında alışverişteydim. Pazı alıyorum. Biri kofumdan tutuyor ve adımı söylüyor. Dönüyorum: Karşımda şair Arif Damar, sevdiğim bir insan. Evine telefon vermişler, ama henüz açılmamış. Telefon numarasını istiyorum. O da benimkini istiyor. Telefonda olsun seslerimizi birbirine çatmak amacıyla. Çantamdan ufak bir kâğıt çıkarıyorum. Kalemimi istiyor. Uzatıyorum. “Hayır, kalemin kendisini verin, kapağını değil" diyor, uyanıyorum dalgınlıktan. Sonra kalemi geri alıp, kâğıdın bir yüzüne onun telefon numarasını, öbür- yüzüne de benimkini yazıyorum. Sonra, kâğıdı ikiye bölüp paylaşıyoruz. Ya
kınlarda telefonlaşmak üzere ayrılıyoruz. Otobüse biniyorum eve gitmek üzere. Bir bakayım kâğıda, telefon numarası ne diye. Ne göreyim? Kendi telefon numaramı almışım, ona da kendi numarasını vermişim! Yol boyu gülümsüyorum, dalgınlığıma ve de dalgınlığımıza. Şimdi Arif Damar’ı nasıl bulmalı! Bir haber salsa ya!
7 Mayıs 1986Sabahın onunda Milllyet’ten bir te
lefon. Kötü bir haber. Haldun Taner ölmüş! Olacak şey değil. Çarpıldım. Daha üç gün önce, Feneryolu’nda, evinin önünde raslaştık. Önüme baka baka yürüyordum, dalgın dalgın. Birden, sağ yanımdan bir "hişt hişt" sesi geldi kulağıma. Birisi, Sait Faik’in o güzelim seslenişiyle sesleniyordu bana. Baktım karşı kaldırımda Taner, o İnsana ferahlık veren aydın gülüşü ile bana doğru geliyor. "Size Sait Faikçe bir selam çaktım” dedi hişt hiştle. Fener- yolu’nun, Orduevi’ne uzanan ağaçlıklı o güzelim yolundayız. Ayak üstü, gü- neşlene güneşlene, ufarak voltalar atarak yarım saat hoş beş ettik, Aziz Ne- sin’den, Nermi Uygur’dan söz ederek. Bir iki gün önce de, Nermi Uygur'un güzel biricik kızı Pınar’ın nikâhında bir aradaydık. Ne canlı, ne yaşam dolu bir hali vardı! Taner benden üç yaş küçüktü. Onu 1939'dan beri tanırım. Birlikte üç piyes çevirdik. Birisi, Anouilh’ın Euridlce’i, ki Kenter Tiyatrosu’nda sergilendi. Birisi de T. Williams’in Kızgın Dam Üstündeki Kedi. Engin Cezzar ıs- marlamıştı. Nedense sahneye konmadı.
Haldun Taner, öyküyle başladı yazarlığa. Humour denen o ince alayı İlk o getirdi —mizah ustaları dışında— edebiyatımıza. Galatasaraylılıktan gelme bir alaydı bu ama, incenin incesi. André Suarès’in “bilincin esrikliği” dediği bir ince alaydı bu. Sonra Haldun Taner, tiyatroya yöneldi daha bir başarıyla, epik tiyatro yöntemini Keşanlı Ali Destanı ile edebiyatımıza malederek ve ince alayı bol bol kullanarak. Aynı alayı Kabare Tlyatrosu’nun kurucusu, öncüsü olarak da sürdürdü, Zeki Alas- ya ve Metin Akpınar İkilisi ile.
Simone de Beauvoir şöyle der bir yerde: "Yaşlı bir insan için ölünceye kadar uğraşlarını sürdürmesi, büyük bir talih eseridir."
Yaşlı sayılmazdı Taner, çünkü benden üç yaş küçüktü, kendimi pek de yaşlı saymadığıma göre. Taner, böyle- si bir talih ile sürdürdü yazılarını ve ölümü, kimseyi inandıramadı, kandıramayacak da, tıpkı Aydın Emeç gibi.
Haldun Taner, İstanbul efendilerinin son örneklerinden biriydi, uygar, hoşgörülü, güler yüzlü bir sanatçı ve İNSAN olarak yaşadı.
Bu kubbede baki kalacak hos seslerden biridir Taner dostum.
25
i
80. Yaşında Samuel Beckett
Don Kişot'tan Godot'ya
Michel Bouquet “ Godot’ yu Beklerken’ ’ de
Beckett V çağımızın en karakteristik yazarlarından biri yapan, onun çağımız insanının en karakteristik açmazlarından birine dimdik bakmasıdır
Enis Batur
cV ^ervan tes, Flaubert, Beckett. İlk bakışta, bu üç yazarın önemli bir ortaklığını bulmak kolay görünmeyebilir okura. Oysa her birinin ikili kahramanlan söz konusu olduğunda, ilişkinin bir zorlamaya dayanmadığı açıklık kazanacaktır: Don Kişot ve Sanço Pança, Bouvard ve Pécuchet, Vladimir ve Estragon bu üç yazarın olgunluk dönemlerine damgalarını vurmuş “ ikiz” lerdir, aralarında istenildiği kadar zıtlıklar bulunup gösterilsin. Ortaklıkları öylesine önemlidir ki, ‘tek kişinin ikiye bölünmüş olduğundan’ daha farklı bir yorum getirmekte güçlük çekebiliriz, onlara yakından baktıkça. Bir bakıma, elektrik prizlerindeki iki giriş ya da fiş uçları gibidir bu yapışık kahramanlar: Birini ötekinden ayırdınız mı işlemezler: Don Kişot, Bouvard ya da Estragon tek başlarına varolamayacak biçimde tasarlanmış, yaratılmış “ kişi” lerdir çünkü.
Flaubert’in son, tamamlayamadı- ğı romanı olan “ Bouvard ve Pécuchet” , yazılmış bölümleriyle Cervan- tes’in açık açık izini sürer. İki “ mec- zûb” un dünyanın saçmasapanlığı üzerinde kafa yoruşlarını serimleyen romanın ardına “ Basmakalıp Düşünceler Sözlüğü” nü ve “ İnsan Bönlüğünün Ansiklopedisi ”ni takmayı düşünmüştü Flaubert; kalan parçalar ölümünden yıllar sonra bir ciltte toplanabildi. Gene de, Sartre’ın “Ailenin Budalası” diye adlandırdığı, onulmaz karamsarlıktaki bu titiz romancının Bouvard ile Pécuchet tarzı iki “ tip” in aracılığıyla kin kustuğu toplumsal yaşamda ne türden açmazlar okuduğu bellidir: “ Naif” yanı çoğu kez aşırı iyimserliğine bağlanan, oysa temelde köklü biçimde karamsar olan Don Kişot gibi onlar da kitapların gerçeğinde gizlenen yanlışlığın farkındadırlar, ama ondan ve yoldaşından bir adım daha öteye geçerek aldatılmayı yadsırlar.
Beckett’in yazı serüveninde kilit işlevi görür “ ikiz” kahramanlar, bu anlamda Cervantes’in izini süren Flaubert’in izini sürdüğü duraksamadan söylenebilir. Bu benzerliğin en somut örneği de 1946’da yazdığı, ama ilk kez 1970’de yayımlanan “ Mercier ve Ca- mier” dir. Beckett’in ünlü bir romanı sayılamaz “ Mercier ve Camier” ; ama kanımca, yapıtının doruk noktalarından biridir, iki berduşun sonsuz söyleşilerine dayanan romanda yazarın güçlü lirizmine tanık olunur: Amaçsız, hedefini çoktan ıskalamış,' daha doğrusu onu yitirmiş bir dünyaya sevecen serüvenleriyle katılır Mercier ve Camier. Onu değiştirmeye tabii kalkışmazlar, ama, Cervantes ya da Flaubert’denfarklı olarak Beckett, kahramanlarına yorumlama görevi de yüklemez: Edilginliklerinden değil de, her şey öylesine olduğu için yaşar Mercier ile Camier.
Ne olursa olsun, bu romanı ve kahramanlarını Beckett’in öteki yapıtlarında rastlanan dokuyla ve renklerle çakıştırmak kolay değildir: Adorno’nun olağanüstü bir bakışla değerlendirdiği gibi, Beckett’in dünyası “ kanlı bir lotarya” oyununu çağrıştırır: Murphy, Watt, Molloy, Ma- lone iyiden iyiye kaybolan İnsan’m serüvenini yansıtırlar; pek çok açıdan “ Mercier ve Camier” ile ortaklıklar taşıdığına inandığım “Godot’yu Beklerken” (1952’de günışığına çıkan bu oyunu 1948’de yazmıştır Beckett) bir yana, yazarın tiyatrosu da oyundan oyuna geçerken gitgide pıhtılaşır, sonunda ışıkların aydınlatacağı tek bir “ ağız” kalacaktır, sahnede.
“ Mercier ve Camier” ile “ Godot’yu Beklerken” arasındaki en temel benzerlik, Vladimir ile Estragón’ un yarattıkları palyaço tragedyası’nda görülebilir. Robbe-Grillet, oyunun sahnelenişini izleyen günlerde yazdığı bir denemesinde, neredeyse bir tür şaşkınlıkla, gelmeyeceği bilinen biri
26
ni bekleyen iki kişinin başından herhangi bir olay geçmemesine rağmen karşın bu oyunun nasıl iki buçuk saat boyunca seyircide bu denli gerilim yaratabildiğini kurcalamıştır. Bu başarıda, “ Godet’yu Beklerken” in hayatı bütün çıplaklığıyla, aslindi hiçbir simgeye başvurmaksızın yansıtmış olmasının payı büyüktür: Toplamsal kimliğinden soyulduğunda, herkesin Vladimir ya da Estragon sayılabileceği, daha doğrusu Vladimir ya da Est- ragon’un Bay Herkes olduğu apaçık ortadadır. Bu karşı-kahraman’lar Beckett’in dünyasının tekvininde, Ha- bil ve Kabil’mişlercesine beklerler. Beklerler mi gerçekten de, yoksa Mer- cier ile Camier kadar onlar da kendilerini seyrettiklerini sanan seyircileri mi seyretmektedirler, bu içiçe geçmiş masalı iki ayrı sahneye bölüp ayırmak neredeyse olanaksızdır.
Kaldı ki bu ara yerde oyalanmaz Beckett: Romanesk yazısı da, sahne üslûbu da gitgide, ufalarak kırıntılar haline dönüşmeyi seçer. Molloy ve Malone’un ardından non-fıgiiratif denilebilecek “ biri”nin yolculuğunu anlatır yazar; Vladimir ile Estragon’un palyaçomsu kişiliklerinin yerini ise iki amansız ‘umar yoksunu’ alır: Tekerlekli iskemleye yargılı Hamm’ın uşağı Clov ile kurduğu ilişki, son direniş olasılığını da “ Oyun SomT’nda yitirir: Gerçekten de oyunun sonuna yaklaşılmıştır.
Beckett’in son 25 yıl içinde yazdığı kısa metinler ve oyunlar, pek çok kişinin gözünde “ yazacağı bir şey kalmadığı halde, okurla alay edercesine, anlamsız metin parçalarıyla oynaştığı” görüşünü doğurmuştu. Bir kez daha Adorno’ya başvurmam yadır- gatmayacaksa, Beckett’in yapıtı bir anlamsızlık deposu değildir, tam tersine “ anlamı soru konusu eden” bir yazıyla yüzleşiriz burada. Şüphe yok ki, belli bir noktadan sonra susabilir, yazmaktan cayabilirdi yazar. Oysa, tıpkı Mercier ile Camier’nin yaptığı gibi, her şey öylesine olduğu için, öylesine yaşayan birinin öylesine yazmayı sürdürmekten başka bir çıkar görmediği de düşünülebilir.
Şurası tartışma götürmez bir gerçek ki, Beckett’in yapıtı insanları avutabilecek türden bir ana bildiri taşımamaktadır; ille de bir bildiri aramak gerekecekse bu tekinsiz yapıtta, nereden bakılırsa bakılsın, bunun son de
rece yaralayıcı bir yan taşıdığı açıktır. Yeryüzünün ortasında hepten kaybolmuş, kendisine varoluş nedenleri bulmaktan yorgun düşmese bile özde neden’e ve nasıl'a köktenci bir karşılık bulamama telâşındaki insana
kara alayın sınırlarından dahi taşmış bir bakışla yaklaşır Beckett.
Onu çağımızın en karakteristik yazarlarından biri yapan da, çağımız insanının en karakteristik açmazlarından birine dimdik bakması olmuştur.■
27
_ _ _ _ _ _ _ _ _ Berlin/Faşizmin tarihinden bir kesit_ _ _ _ _ _ _
"Anne Frank'ın Dünyası" sergileniyor
irkaç gündür, hatıra defteri tutma üzerine hele bir düşüneyim diye, bir şeycikler yazmadım. Benim gibi birinin, öyle bir işe kalkışması tuhaf kaçıyor da... İlk defa hatıra defteri tuttuğum için değil, on üç yaşında okullu bir kızın saçmalarına kimse aldırmaz diye. Hani ben de o kadar hevesli değilim. Olsun ama! Ne diye yazmayayım değil mi? Canım yazmak istiyor bir kere, sonra da, içimde gömülü kalan bir sürü şeyi gün ışığına çıkarmak en büyük arzum.”
Anne Frank, 20 Haziran 1942 tarihli günlüğüne böyle başlıyor. Etrafında çok sevdiği insanlar, arkadaşları, akrabaları, hatta kendisini beğenen, seven erkeklerin olmasına rağmen, kimseye güvenemez, kendini hep yalnız duyumsar. Tek dostu “ Hatıra Defteri” dir. 14 Haziran 1942’de tutmaya başladığı günlüklerini 1 Ağustos 1944’e dek, yani 4 Ağustos 1944’te “ Grüne Polizei” ların kendisini ve ailesini alıp götürdüğü güne dek, sürdürüyor. Böylece o, yalnızca içinde “ gömülü kalan bir sürü şeyi gün ışığına çıkarmak” la kalmıyor, Alman nazizminin tüyler ürpertici yüzünü de ortaya seriyor.
Berlin Güzel Sanatlar Akademisi’nde açılan serginin başlığı: Anne Frank’ın Dünyası (1929-1945). Anne Frank’ın ailesi; Frankfurt’un ekonomik ve siyasal yüzü; Yahudilerin Alman toplumundaki yeri; 1929’daki dünya ekonomik bunalımı; işsizlik ve Hitler’in adım adım iktidara gelişi; Anne Frank’ın ailesinin Hollanda’ya kaçışları; iki yıl bir çatıkatında saklanışları ve sonra ailecek çeşitli toplama kamplarına götürülüşleri; aileden bir tek baba Otto Frank’ın yuvaya sağ dönüşü bol resimle ve yıl yıl sergileniyor.
Şimdi biz de kısaca baştan sona sergiye bir göz gezdirelim: Ortaçağ’ dan beri Frankfurt (Anne Frank’ın ailesinin yaşadığı ve Anne’nin doğduğu kent) önemli bir ticaret ve banka kentidir. 19. yüzyılın başından başlayarak da Berlin’den sonra tüm Al-
Gültekin Emre
manya’nın en büyük kentlerinden biri olur. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra da alan olarak en büyük kenti olarak ortaya çıkar. 1929’daki nüfusu 540 bindir. Kentin siyasal yapısı genel olarak demokrattır.
DIE WELT DER ANNEFRANK 1929 1945f : Pî 111)54-
, , . - *
M M I İ İ M f t*
• O T O V ^ ^ t3 A D â * C m € ^
Sergi broşürünün kapağı
Anne Frank’ın doğduğu yıl ortaya çıkan dünya para bunalımı Frankfurt’ta da sosyal ve siyasal çalkantılara neden olur. 1929-1932 yılları arasında sanayi alanındaki üretim yüzde 65 düşer. 1932’nin sonundaysa Frankfurt’taki işsiz sayısı 70 bindir.
1929’da, Frankfurt’ta 30 bin Yahudi yaşar. Berlin’den sonra Yahudi nüfusun en kalabalık olduğu kenttir Frankfurt. Yahudilerin hiçbir toplumsal, siyasal sorunları yoktur. Alman halkıyla uyum sağlamışlar, komşuluk etmektedirler. Çeşitli sosyal alanlarda iletişim kurarlar birbirleriy- le.
Nazilerin ortaya çıkması ve adım adım iktidara tırmanmaya başlamamayla, yalnızca Yahudiler değil tüm ilericiler, demokratlar, aydınlar büyük bir baskı altında kalırlar.
Anne Frank’ın babası amatör bir fotoğrafçıdır. Anne ve ablası Mar- got’un evde, sokaklarda, arkadaşlarıyla, eğlencelerde ve akrabalarıyla pek çok fotoğrafını çeker. Sergi bu fotoğraflardan yararlanılarak açılmıştır.
FAŞİZMİN TARİHİ
Anne Frank, Kitty adını verdiği “ Hatıra Defteri”ne ailesiyle ilgili şunları yazar: “ Babam, annemi aldığı zaman otuz altı yaşındaymış; annem de yirmi beşinde. Kız kardeşim Margot, Frankfurt am Main’de, 1926 yılında doğmuş. Yahudi olduğumuz için 1933 yılında Hollanda’ya göçtük. Babam Travies N.V. şirketince işletme müdürü atandı. Bu firma gene aynı binada bulunan, babamın da hissedar olduğu Kölen ve Co firmalarıyla birlikte iş görüyor.
“ Ailenin geri kalan üyelerine gelince, Hitler’in Yahudilere karşı çıkarttığı yasaların sillesinden kurtulamadılar.”
Anne Frank’m yaşamı tüm Almanya’da faşizmin tarihi gibidir, ö r neğin Yahudilere karşı çıkarılan ya-
28
saları şöyle özetler: “ ...önce harp. Yenilgi. Sonra Almanlar sökün etti. Derken biz Yahudilere bilinmedik çilelerin kapısı açıldı. Yahudilere karşı ardı ardına yasalar geldi: Yahudiler sarı yıldız takacak! Yahudiler bisikletlerini teslim edecek! Yahudiler trene binemez! Otomobil süremez! Yahudiler üçle beş arası alışveriş edemez! Yahudiler, sade ‘Yahudi dükkânı’ yaftası taşıyan dükkânlara girebilecek! Yahudiler sekizden sonra sokağa çıkamayacak! Bu saatten sonra bahçelerinde bile oturamayacaklar! Yahudiler tiyatroya, sinemaya, eğlence yerlerine giremez! Yahudiler maçlara katılamaz! Havuzlar, kortlar, hokey alanlan Yahudilere yasak! Yahudiler Hıristiyanları ziyaret edemez! Yahudiler ancak Yahudi okullarına gidebilir! Daha böyle bir sürü yasak.”
Her şeye karşın yaşıyorlardı. Anne Frank günlüğünü şöyle sürdürüyor: “ Neye dokunsan yasak! Ne yapsan yasak! Gene de yaşayıp gidiyorduk. Jopie derdi ki bana: ‘ödüm kopuyor kımıldamaya, yasak bir şey yapacağım diye.’ özgürlük diye bir şey kalmamıştı. Gene de yaşadığımıza şükrediyorduk.”
Almanya’daki ekonomik bunalım ve enflasyonun nedeni Yahudilere ve Birinci Dünya Savaşı’nın kaybedilmesiyle birlikte Versay Anlaşmasına bağlanır. Pek çok işçi sokaklarda başıboş dolaşmakta; köylüler topraklarını yitirmekte, biriktirdikleri de su gibi akıp gitmektedir. 1919’da kurulan NSDAP (Alman Nasyonal Sosyalist işçi Partisi), içerdeki işsizlikten, ekonomik bunalımdan yararlanarak iktidar merdivenlerine tırmanır. Irkçılık ve savaş kışkırtıcılığıyla, büyük gövde gösterileriyle, ilericilere, aydınlara, demokratlara, sosyalist ve komünistlere saldırarak, sendikaları ortadan kaldırarak başarıya ulaşmaya çalışırlar.
1 Nisan 1933’te Yahudi dükkânlarına karşı boykot başlatılır. Almanlar Yahudi dükkânlarından alışveriş yapamazlar. 11 Nisan’da Yahudi memurlar işlerinden atılırlar.
Yahudiler hedef gösterile gösteri- le. Alman ırkının üstünlüğü kafalara ve yüreklere kazma kazma bir yıllık bir imparatorluğun tatlı düşüyle çoluk çocuk, genç yaşlı, kadın erkek Hitler’in peşine takılır. Altı milyon Yahudi gaz odalarında can verir. Yirmi milyon yaralı ve ölü.
HOLLANDA GÜNLERİ VE ACI SON
Anne Frank’ın ailesi, 1933’te Hitler’in iktidarı ele geçirmesiyle birlikte Hollanda’ya geçerler. Amster- dam’a yerleşirler.” Margot göründü, bet beniz atmış, tir tir titriyor.
Annesi Edith Frank ile
‘S.S.’ler geldi, babam için çağrı çıkmış, dedi... Kalakaldım öyle, çağrı çıkmış demek! Aklıma toplama kampları, cezaevi hücreleri geldi. Böyle bir çağrının ne demek olduğunu bilmeyen kaldı mı ki! Babamın bile bile ölümün kucağına atılmasına göz mü yumacaktık?” Böylece en gerekli eşyalarıyla Hollanda’ya kaçarlar. Orada mutlu geçen birkaç çocukluk yılı. Sonra, yine karabasanlar, ölüm korkuları... Babasının çalıştığı binanın çatıkatına yerleşme... “ Burayı bir türlü ev belleyemeyeceğim, korkarım. Ama bu demek değil ki, buradan nefret ediyorum. Sade tuhaf bir pansiyonda tatil geçiriyormuşum gibime geliyor. Delice bir düşünce ama, sarıyor beni. ‘Gizli Bölme’miz gizlenmek için eşsiz bir yer. Rutubetli filan ama, ortalığı tarasan Amsterdam’da, belki de bütün Hollanda’da saklanacak bundan daha iyi yer bulunmaz. Duvarlar boştu da ondan, ilk ağızda odacığımız bomboş gibi göründü: Allah’tan babam sinema yıldızları koleksiyonumla, kartpostallarımı önden getirmeyi akıl etmiş; bir şişe zamk bir d e . fırçayla vitrine döndürüverdim. Oda bayağı şenlendi.”
Amsterdam’ın güneyindeki oturulan eve veda edilmiş, Montessori’de- ki okul günleri anı olmuş, korkulu günler, aylar başlamıştır Anne Frank ve ailesi için.
Anne Frank, sondan bir önceki mektubunda “ mutlu olayların yakın olduğunu düşünmekten çekiniyorum, ya hayal kırıklığına urarsam diye” yazmasının ardından kısa bir süre sonra 4 Ağustos 1944’te, ailecek “ Grüne Polizei’Marca alınıp götürülürler. Bayan Edith Frank-Hollander
Auschwitz kampında ölür. Anne ve Margot Frank 1944 Ekimi’nde Bergen-beslen toplama kampına getirilirler. Tifüse yakalanırlar ve Anne 3 Mayıs (kurtuluştan iki gün önce) 1945’te ölür.
Baba Otto Frank aileden tek sağ kalandır. Evine döndükten sonra An- ne’nin “ Hatıra Defteri” ni bulur. İlkin yayınlamaya razı olmaz. Daha sonra tüm dünyaya ibret olsun diye, yayınlanmasına izin verir. Kitabın ilk basımı 1947’de yapılır. Adı da Arka Ev'dir. Bugüne dek 50 dilde yayınlanan anılar, 18 milyonluk bir baskıya ulaşır.
Daha sonra çeşitli dillerde tiyatro- laşan günlükler pek çok izleyiciye o günlerin acı olaylarını yeniden yaşatır. Böylece, çekine çekine başlanılan bir anılar demeti, sonunda faşizmin yüzünü, insanların korkularını, sevgilerini göstermeye yetti.
Anne Frankların kaldıkları ev 1957’de müze olur. Anne Frank Vakfı kurulur. Vakıf, eğitim ve ders araçları hazırlamanın yanı sıra ırkçılığa, faşizme ve Yahudi aleyhtarlığına karşı çalışmalar da yapar.
Anne Frank’ın Günlüğü adlı sergide en çok öğrenciler vardı. Savaşı ve faşizmi yaşamamış gençler Anne Frank’m günlüklerinden çok şey öğreneceklerdir. Dünya Barış Yılı’nda Anne Frank’ın Dünyası, insanlara sevgiyle bakışı, sergiyi gezenlerin içini bir kez daha ısıttı.
Sergiyi gezdikten sonra, Adam Yayınları arasında Can Yücel’in çevirisiyle yayınlanan Anne Frank’ın Hatıra Defteri’ni bir kez daha okudum ve alıntıları da bu kitaptan yaptım. ■
29
1 9 8 i I luslararaM D ü n y a B arış Y ılı 'n d a 7 Söz, Genç Çizerlerde
Adnan Taç (1961), Ordu Hanın Yavruoğlu (1956), Trabzon
«*(K
Cumhur Gazioğlu (1958), Ankara Mehmet Öztürk (1966), İstanbul
Am
; s : 3
Mümin Durmaz (1968), İzmirAEFF
Vicdan Efe (1964), Eskişehir
Bir kitap, iki görüş
Osman HamdVnin bilinmeyen resimleri ...Kaya Özsezgin
ic ja n a t çevrelerinde, bir ressamın ilk gençlik ve öğrencilik dönemine ilişkin taslak çizim- leri, ufak tefek etütleri ciddiye almamak eğilimi yaygındır. Sanatçıların bizzat kendileri de bu tür bir eğilimden yana görünür, çıraklık ürünlerini gün ışığına çıkarmaya pek yanaşmazlar. Bir kere bunlarda, açık ya da kapalı bir takım acemilikler, inceliğine sonradan varılmış olan bazı “ teşhis” noksanlıkları söz konusu olabilir. Ayrıca, bilindiği gibi kişilik dediğimiz o duyarlı çizgi, ancak uzun çalışma dönemlerinden sonra ele geçirilebilen bir ayrıcalıktır, sanatçılar, böyle bir ayrıcalığa kendilerini götüren laboratuvar dene
yimlerinin uluorta görülmesinden, bunlar üzerine ileri geri yorumlar yapılmasından hoşnut olmazlar. Sanatçıların kapalı bohçaları sayacağımız bu tür işler, ancak ölümlerinden sonra, kendilerine intikal etmiş yakınları ya da dostları tarafından ortaya çıkarılır. Süresi ise, koşullara göre değişir.
Şimdi buna benzer bir olayla karşı karşıyayız: Osman Hamdi’ye ait olduğu öne sürülen Yücel Menemencioğlu - Teoman koleksiyonundaki 7 yağlıboya tablo ve 17 desen, Ferit Edgü’nün çabasıyla özenli bir kitap halinde yayın dünyasına sunulmuş bulunuyor. Ferit Edgü’nün kitabın başına koyduğu açıklama notunda belirtti
ğine göre, Yücel Menemencioğlu 1970’e kadar Paris’te yaşadığı için, öğrenciliği sırasında eniştesi Edhem ile halası Kâmuran Hanım tarafından Osman Hamdi’ye ait oldukları belirtilerek kendisine verilmiş olan söz konusu resimler, uzun süre İstanbul’daki evde kapalı kalmış. Geçen yıl bu resimlerin sahibi, olaydan Ferit Edgü’yü haberdar etmiş, o da resimleri görüp inceleyince, bunları sergilemek yerine, bir yayınla sanat çevrelerine sunmanın daha doğru olacağı konusunda, koleksiyon sahibinin olumlu görüşünü almış. “Osman Hamdi - Bilinmeyen Resimleri” (1) adlı kitap, bu tür “ şanslı” bir ilişkinin ürünü.
İKİ AYRI GÖRÜŞ
Edgü, kitaba, Osman Ham- di’nin bu “ bilinmeyen” resimlerini koyduktan başka, Osman Hamdi üzerine ciddi ve özgün bir araştırma kitabı yayımlamış olan Prof. Mustafa Cezar’ın konuya ilişkin görüşlerini içeren bir yazısını da almış. Edgü’oün görüşleri ile Prof. Cezar’m görüşleri, bazı noktalarda çelişiyor. Edgü’nün de belirtmiş olduğu gibi, sanatçının ölümünden uzun zaman sonra ortaya çıkan bu tür yapıtları değerlendirirken, yapıtların ilgili sanatçıya ait olup olmadığını saptarken, iki yol izlenir: öncelikle, yapıtların ve
rese yoluyla ya da bir başka yolla intikal ettiği kişilerin, soyağacı içindeki yerinin sağlıklı olup olmadığı incelenir, ikinci ve genellikle başvurulan öteki yol ise, intikal eden yapıtlarla, sanatçının başka yapıtları arasında, anlatım yönünden bir takım bağıntıların bulunup bulunmadığını incelemektir.
Prof. Cezar’a göre Münir Paşa’nın kızı Nimet Hanım’ın -verilen bilgiye göre resimler oradan intikal etmiştir- Osman Hamdi soyu ile doğrudan bir ilgisi yoktur. Nimet Hamm, Osman Hamdi’nin oğlu Edhem Bey’in baldızıdır. Cezar, yazısının ilk bölümünde, eğer bu resimler Osman Hamdi’ye
aitse, Edhem Bey’in ölümünden sonra bir hayli yıl yaşayan Kâmuran Hanım’a, oradan da kızı Nevin’e geçmesi gerektiği-, ni savunurken, Yücel Mene- mencioğlu’nun açıklaması sonucunda Nevin’in, Kâmuran Hanım’dan önce vereme yakalanarak ölmüş olduğunu öğrenince, bu görüşünden vazgeçiyor, resimlerin bir bölümünün daha önce Paris’te atölyelere devam eden, modelden desenler çizmiş olan sanat meraklısı Nevin’e ait olabileceği ihtimali üzerinde duruyor. Cezar’a göre, bir ikinci olasılık, Osman Hamdi’nin Paris’teki öğrencilik yıllarından kaldığı sanılan bu desen ve yağlıboyalara, birer eskiz olmaları nedeniyle
Yenicami
imza koymaktan kaçınmış olabileceğidir. Prof. Cezar, yağlıboyalar hakkında kesin bir yargıda bulunmanın mümkün
olmadığını öne sürerken, “gelişkin bir resim bilgi ve beceri- si” ni yansıtan O.H. rumuzlu
Bu olay gelişmenin ilk halkası değildir.
Bilinmeyen resimler ” grubuna, başka ressamların başka bilinmeyen yapıtlarının da katılacağını bekleyebiliriz.
Çıplak Mezarlık32
33
desenin Osman Hamdi’nin elinden çıktığına inandığını belirtiyor.
Edgü’ye gelince, ona göre orientalist resimlerinden “çok daha plastik öğelere sahip” olan ve “ şaşırtıcı bir tazelik” taşıyan yağlıboya portreler gibi, desenler de Osman Hamdi’nin elinden çıkmıştır.
DESENLERE, EVET!
Burada bizi ilgilendiren, söz konusu resimlerin teknik ve anlatıma ilişkin özellikleri olabilir. Desenlerin tümü, anatomik doğrulukları, çizimdeki titizlikleri ve bir atölye çalışmasının ciddi yaklaşımlarını içermeleri bakımından, bu işe gönül vermiş bir kişinin damgasını taşımaktadır. Bu kişi, Osman Hamdi midir? Büyük bir olasılıkla, evet. Prof. Ce- zar’ın, bu resimlerin Nevin’e ait olabileceği varsayımını doğru bulmadığımızı belirtmek zorundayız. Bir heveskâr olabileceğini sandığımız Nevin’in, Osman Hamdi’nin bir bölümü Cezar’ın kitabında da yer almış olan başka desenleriyle düzey farkı göstermeyen bu çıplak figürleri çizmiş olabileceğine ihtimal vermiyoruz. Desenden, hele klasik beğeninin, akademik kökenli etüt ve işçiliğin tüm gereklerini yerine getirmiş olan bu çizimlerden, “ Üslup” yorumlarına yönelmenin doğru olamayacağını düşünmek gerekiyor. Çünkü bu çıplak desenler, söz gelişi Halil Paşa’nın aynı konulu etütleriyle kalite yönünden eşdeğerlidir. Gerçekten ciddi bir akademik kariyeri yansıtan kitaptaki desenler, koleksiyonun geldiği kaynağın sağlıklı oluşu da göz önüne alınırsa, işin mutfağım bilen bir kişinin elinden çıkmıştır. Osman Hamdi’nin gene öğrencilik yıllarında Lip- • pi’den ve Cain’den yaptığı orientalist figür kopyaları, onun daha sonra bilinçli bir biçimde yöneleceği bir türün belki de ilk örnekleridir. Osman Hamdi, daha ilk gençlik yıllarında, Doğu yaşamına ve tarihine girebilecek konulara yakınlık duymuş olsa gerekir.
YAĞLIBOYATABLOLAR
Yağlıboya resimlere gelince, bunları kitaptaki baskılarından değil, aşıtlarından incelemek, kuşkusuz daha doğru olacaktır. Kanımca, portrelerin tümü ve bu arada “Yeni-
Çıpiak Çıplak
cami” ile “Mezarlık” ve çıplak figür, Osman Hamdi’nin olgunluk dönemi yapıtlarına oranla bazı acemilikler içermektedir. Kitapta sanatçının eşi Naile Hanım’ın portresi olarak geçen resim, Osman Hamdi’nin aynı konulu öteki portreleri yanında fazla inandırıcı görünmüyor. Bunu, Osman Hamdi’nin ilk öğrencilik yıllarındaki olağan tereddütlerine bağlamak mümkün. Oysa şimdi Ankara Müzesi’nde bulunan ve kıyaslama için Ed- gü’nün kitaba aldığı Naile Hanım portresi ile bu resim arasında dört yıllık bir zaman farkı var. Üstelik Yücel Mene- mencioğlu koleksiyonundaki portre, eğer kitapta belirtilen tarih (1890) bir tahmin değilse, bu sözünü ettiğim portreden de dört yıl sonra yapılmıştır. Buradg dört yıllık farkın, sanatçının gelişimini olumsuz yönde etkilemiş olabileceği varsayımı elbette geçerli bir görüş olamaz, öteki portreler, uygulama biçimleri ve konuyu
ele alış yöntemleriyle, tipik atölye çalışmalarıdır. Osman Hamdi’nin bu resimleri, Paris dönüşü Türkiye’ye getirerek saklı tuttuğu düşünülebilir. Bereli Genç Kız Portresi ise, Osman Hamdi’nin üslubunu düşündürebilecek yönler açısından, en “makûl” resim gibi görünmektedir.
Resimlerin Osman Ham- di’ye ait olabileceği varsayımını haklı gösteren en tipik örnekse, Cezar’m kitabında figürlü bir versiyonuna tanık olduğumuz Mezarlık kompozisyonudur. Büyük bir olasılıkla Osman Hamdi, aynı yıllarda aynı doğa dekorunu konu alan iki resim yapmış, birincisini mezar ziyaretçisi olan figürlerden ayıklamış, İkincisinde ise bu figürlerle kompozisyonu yeni baştan ele almak gereğini duymuştur. Dikkatle bakıldığında, mezarlık dekorunun ayrıntılarının her iki resimde de ortak olduğu görülecektir. Bu ortaklık ve anlatım benzerliği,
iki tablonun aynı sanatçı elinden çıkmış olduğunun kesin kamtı olsa gerek.
Bu “bilinmeyen resimler” grubuna, başka ressamların başka bilinmeyen yapıtlarının da katılacağını bekleyebiliriz. Nitekim bu olay, bir gelişmenin ilk halkası değildir. İmzasız ve kuşkulu resimler, bugün Türkiye’de bir “eksper” ya da eksperler yokluğunun ortaya çıkardığı sorunla birlikte, her zaman varlığını duyuracaktır. Ferit Edgü, belki bir galeride sergilendikten sonra tümüyle el değiştirmesi ihtimal dahilinde olabilecek bu resimleri, bir kitapta toplamakla, çok yerinde bir iş yapmıştır. Bu yolla, hiç değilse konu ve yapıtlar, kamuoyunun ilgisine sunulmuş, olumlu ya da olumsuz görüşlerin öne sürülmesine olanak tanınmıştır. m
(1) “ O sm an H am di- Bilinmeyen Resimleri” , Prof. M.Cezar, F.Edgü, Ada Yayınları, 1986.
34
506. GünGençlik Kitabevi’ndc Osman Şa
hin 'in iınza günü. Osman ’/ görürüm, belki bir iki arkadaşa da rastlarım diye oraya gittim; Nevin Çokay ’m resimleriyle karşılaştım. Simurg ordan, köylü adamla kadın ordan; bakıyorlar! Hayret ve ısrar var Çokay ’da. Yapıtları benim için bu nitelikleriyle, daha çok da onları ele alış biçimiyle, unutulur gibi değil. Sergiyi sonsuz dolandım. Güzelle yetinmeyen sanatçı; ve kakma, hatta çakma sanatı... Tarihsiz bir anıtın duvarlarına resim düşüyor Nevin Çokay. Birikmiş emeğin büyük parıltısı bende çağrışımlar uyandırdı. Turgut Uyar’m öldüğü (aynı zamanda ANSA'dan toptan atıldığımız) gün gittiğim EDPA gale- resindeki karma sergide Leyla Gamsız’ın bir ”beyaz”ı geldi aklıma; o resmi de ömrümde unutamam; dizelerini bulabilir miyim diye günlerce uğraşmıştım. Sonra nasıl olmuş, unutmuşum. İşte, o da. Nevin Çokay'la yeniden gündeme geldi. Aslında çok ayrı sanatçılar. Ama, kişi, bir anda Hançerli Hanım ’dan Arap üzengi’ye geçebiliyor.
Ehramlar ve Nevin Çokay’da.
508. GünKaç yaşındayım ve gezmek için
Kasımpaşa’ya bin yıldır ilk kez gidiyorum. Haliç kıyısını, ordaki parkı, iç sokakları hiç bilmezdim. Nuri’yle önce Galata Kulesi’nin yanındaki kahveye gittik. Daha sonra da Tepe- başı 'ndan aşağı Kasımpaşa ’ya yürüdük. Cezayirli Haşan Paşa’nın ve aslanının önünden geçtik. Tepede Patrikhane. Sonra iç sokaklara daldık, Patrikhane yok oluverdi; bir daha göremedik onu.
Yap taşlarına birer atlayarak kireç sürülmüş ve üstünü “viran” sözcüğünü adamakıllı sevdirecek biçimde ot bürümüş bir duvar ve ufak bir dam. Kasımpaşa’yı bu duvarla da karışık düşüneceğim. Bir de kapısının önünde köşk gibi duran bir kadın vardı, onunla.
Aydın Emeç’in ölümünden, Ferit Edgü’den, Füruzan’dan, maliye müfettişlerinden konuştu; boşaltılırken yıkılır kaygısıyla boşaltılmıyormuş görünümünde evlerin önünden geçtik. Haliç’te gerçekten bir ışıltı başlamış.
Sonra dolmuşla yukarı çıktık. Bir yerde iki satır konyak içtik.
506. GünCemal Süreya
O, o tarafa gitti. Ben de Taksim ’e. Tam Kadıköy dolmuşuna binecekken, düşünce değiştirdim, önümdeki kapının zilini çaldım: Nahit Hanım’m evi.
Küsmüş, bana Nahit Hamın. Tam on beş dakika bunun verimlerini sürdürdü. Gerçekten sekiz ay olmuş görüşmeyeli. Daha doğrusu altı ay. Az mı altı ay? Yüz yılın bir bölü ikiyü- zü.
Nuray Gündoğan ve en iyi arkadaşı, Faruk Nafiz'in gelini; Seniye Fenmen de ordaydılar. Atilla Tokat- lı’yı sordular.
Daha sonra heykelci geldi, öpüşürken, "Seni tanımiyrem!” dedi.
Hep Aydın Emeç’ten konuştuk.
509. GünAltmış aitı bin liralık sigara içme
mişim...
510. GünRemzi lnanç’ın Şey’ini okudum.
Tipler çok canlı, öykülerin otobiyografik olmasının da (“Hilmi Usta”da sözü edilen genç lise öğretmenini ben de tanıyorum) bir katkısı var belki bunda. “ Yarın ” bayağı güzel bir öykü olacakmış, son satırlarda fırsat kaçırılmış. “Zekiye Teyze”yi de ilgiyle okudum.
Şey’deki öykülerin bir bölüğünü daha önce dergilerde görmüştüm. Bu kez bana daha güzel ve okunaklı geldi. Geçende Buyrukçu’ya da söylemiştim bu izlenimimi. Birçok yeni öykücünün gereğinden fazla prim yaptığı kanısına varık. öyle ki, eski öykücü daha parıltılı görünüyor.
Ama yeni öykücüler arasında Türkçe’nin güzelliğini dorukta tattıranlar da var: Akışı Olmayan Sular’ da Pınar Kür; Annem, Geyikler ve Almanya’da Nursel Duruel... Bu iki kitap bence birer dil olayıdır. En azından budur.
Kimi öykücüler “şeref mantosu " peşindeler. “Zehirli manto” yok onlar için. Böylelerini okuyamıyorum.
511. GünHiç açık değildirler, ama hep üz
günmüş gibi bakmasını da bilirler.
512. GünRadyasyon: ölümü “öz"yaptı in
sanlar...İsrafil’in Sur’u! Tek işi var diye
hiç önemsemezdim borazancıyı.Arza il’in küçük memur olduğu
anlaşılıyor. Büyük firmanın biraz sevimsiz, ama doğrucu propagandistin- den başka şey değilmiş Azrailcağız. Perakendeci.
Radyasyon, Cebrail'i de büyükelçilikten maslahatgüzârhğa-indirdi bir anda. Kiev’de ve Cape Kennedy’de. Yani iki anda.
Peki Mikail neci? Onun görevi "kozmik”. En büyüğü o mu yoksa? Şu anda paravan firma halinde çalışıyor. İstihbarat. Kışkırtman.
Şeytan (dinimizde iyice küçültülmüş, insanlaştırılmış kötülük tanrısı) Yahudi gibi bir şey, o kadar. Yurttaşımızda.
İnsan, Tanrı’yı yaratmasaydı, belki ölümü de yaratmayacaktı.
ölüm kendi ürünüdür, çeksin! ölüm, yani ölümün kendisi artı bütün acılar, boklar... KareI Çapek usta da öyle diyordu.
513. Günöyle bir çağda yaşıyoruz ki sine
ma günleriyle cenaze günleri aynı tadı taşımakta. Bayram mı, bayramsız- lık ’ın içindeki kadar bir bayram mı? Üretime hiç de dönük olmayan bir "potlaç” aranışı var.
Gazetelerdeki ölüm ilanlarında kahredici bir reklam tadı...
Radyasyon için önce yaygın şizofreni hazırlandı.
Kendi ürünüdür.Kötümserliğin dizesini aradım;
gözüm, alet kutusuna gidip geldi.İyi ki geldi ama. Yoksa ne yapar
dım?"Bilim Sanatevi”ndeyim. Genç
adamlar. Onlar niçin kötümser olsunlar?
35
514. GünBizim iistad (Kayra), tutturmuş,
Hatay’a gitmem diyor. Bir açıklama da yapmıyor; yapmaz. Ee, bugün de kutsal cuma. Fıçı ’ya düştük. Haydarpaşa Lisesi Edebiyat öğretmeni Ziya Marangoz, Avni öztüre, iistad ve ben. Daha sonra Ulya ile İlhan geldiler.
Cahit Kay ra’ya geniş tıp bilgisiyle tansıma duyardım. Uzay konusunda da nasıl derinmiş! Cebrail’in işgüder bile olmadığını anladık.
Daha sonra Ersen ’/erle bir eve gittik. Ordan iki şey kalmış aklımda: Sarılık geçirmesi beklenen bir İngilizce öğretmeni; bir de masanın üstüne oturtup sürekli öpüp, koklayıp, konuşturduğum dört yaşlarında küçük bir kız (eski torunlarımın özlemiyle öptüm, öptüm...)
Sunay Akın gerçekten şiire yetenekli bir arkadaş.
515. GünFethi Naci, geçende adını yazdı
ğım şiir kitabının kendisine ait olmadığını söyledi.
516. GünCahit Külebi’nin 1968'de yazdığı
bir mektuptan:“İlkşiirlerim, Sivas Lisesi’ndeya
yımlanan Toplantı adlı dergide çıktı. 16 yaşlarımda... Pek de fena şeyler sayılmazdı, o günlere bakarak. Daha sonra, 1935 Nisan, Yücel'de ' ‘Gidene ’ ’ adıyla bir şiir yayımladım. İmza: Ahmet. Böyle hareket etmeme sebep, bir sınıf arkadaşımla "gırgır” geçmekti. O zaman soyadı da yoktu. "Sivas Lisesi Ahmet” adım koydum.
Şiir yayımlamayı düşünmüyordum. Samimi olarak böyleydi. 1937 veya 1938’de, İstanbul Üniversitesi’ ndeyken, bir arkadaşın ısrarıyla Gençlik adlı uydurma bir dergi- gazetede Mahmut Cahit, Nazmi Cahit imzalarıyla bir iki şiirim çıktı. Bunlardan “Pembe Mendilli Kıza Şiir” adlı olanı hariç, diğerleri Adamın Blri'nde ve Rüzgûr’dadır. “Seni, geceyi ve bulutları seviyorum" dizesiyle başlayan “Pembe Mendilli Kıza Şiir”i niçin kitaplarıma almadım, bilmiyorum.
1938’de A lm anya’dayken,"Haziran " adlı şiiri Yarlık ’a gönder
dim. Galiba Eylül veya Ekim sayısında Cahit Külebi adıyla çıktı.
1940’ta, Sokak dergisinin 1. ve 2. sayılarındaki şiirlerim de Külebi adıyla yayımlandı. Sokak 1 ‘de yayımlanan İstanbul’u, isterseniz, yayımlanmış ilk şiirim sayabilirsiniz. Mahmut Cahit ve Nazmi Cahit, Cahit Eren- can, başlangıçta ayrı kişiler sayıldı. Nurullah Ataç onları ayrı ayrı övdü. Bana bir mektup yazdı. İlgi kurmadım. Şairliğimi çevremden sakladım. 1945 ’te asıl adım olan Erencan ’ı Külebi olarak mahkemede değiştirdim. Bugünkü tembel görünüşüm, isteksizliğim baştan beri böyleydi. lşyerim- de şairliğimin, sanat alanında işimin daima göze batması benim çin bir kompleks oldu. Hatalarım galiba biraz da bundan ileri geliyor. ”
Ne kadar içten yazmış.Ayrıca ne güzel başlıyor o şiir:
“ceni, geceyi ve bulutları seviyorum. ”
517. GünBin yılda bir kez gittiğim Kasım
paşa ’ya üç dört gün sonra yine yolum düşecekmiş, zorunlu olarak. Çok başka duygularla, yukarılara, hem de Patrikhane’yi hiç gözden yitirmeden, çıkacakmışım.
Amcam, Büyük Memo, öldü.Bir yıl önce, tabiban-ı cihan, “On
günden fazla yaşamaz ’ ’ diye fikir yürütmüştü onun için. İstanbul’da bizim büyük bir akraba kalabalığı varmış. Çoğunu tanımıyorum. Her türlü insan. Deniz düzeyinden oldukça yüksek bir yere, Kulaksız’a çıkıldı. Musa Tanrıkulu. Canım Musa.
Aydın Cumalı da var. Onunla da arkabayız: Karısının dayısı benim bu amcamın küçük kızıyla evli.
Amcam, içimde bir ayrılık acısı, aşk ayrılığı... Nüfus cüzdanının içinden iki fotoğraf çıkmış; biri babamın, biri benim. Amcam, şu yürüyen iki üç yüz kişiden çok seviyordu beni. Çocuklarından bile. Biliyordum bunu. Ama kırgındım. Hacil etmişti bizi; hele babamı. Babam ki...
Kuramım artık gerçek anlamda geçerlik kazanabilir: Kan hısımlığının hiçbir önemi yok. Bunun için Büyük Memo’nun ölmesi mi gerekiyordu?
Bir gün (on altı yılönce), şöyle demişti bana: "öldürmek istediğin binleri varsa, söyle; benim yaşım zaten yetmiş bir; geri kalan birkaç günümü de mahpusta geçiririm, olur biter. ”
öldürmek istediğim hiç kimse yoktu o günlerde.
Ne tuhaf, o "viran” duvarı yeniden görmek istedim. Ama bu kez “böcekkapan ” olarak düşünüyorum o otları. Gelinlik kefene dönüşmüş. Gemi Kiabevi Haliç’in çamuruna batmış. Köşk, yerin'’ yok. Cezayirli ve kedisi nerde? Kasım Paşa mutlaka Zaptiye Müdürüdür. Nuri aklıma geldi. Aramayacağım. Hem, Nuri, zaten...
Büyük Memo seksen yedi yaşındaydı.
518. GünBüyük okuma nöbeti geçti. Şu son
günlerde hiçbir şey okumuyorum. Maliye Yazıları’nınyazı işleri müdürlüğü için altı tane diploma sureti, altı kimlik cüzdanı sureti, altı ikametgâh belgesi, altı fotoğraf, altı adet 15 li-
.ralık damga pulu... İki adet de sabıka kaydı, savcılıktan. Eskiden bunlar altışar tane miydi? İkiydi, iki...
Bu kadar sıkılır insan! Vurmak gibi...
Memo salonda jimnastik yaptığı için, bu satırları mutfakta yazıyorum... Burası da iyi. Karşıdaki 50’lik taze, yoga boyası içre...
Bir an istifa etmeyi düşündüm. Nerden?..
519. GünDoğu ’yu ve Halil’i çok seviyorum.
Ufukları çok geniş insanlar. Şair olarak da söylüyorum bunu.
520. Gün"Ye onlar bu talihle dolu Ye onlar nefis hükümdar oldular. ”
Fazıl Hüsnü Dağlarca
521. GünKoza’ya girdim; Tevfık, çok üz
gün bir tavırla söyledi: "Kötü haber, demin radyo söyledi: Haldun Taner ölmüş..."
Bir haftada, üç ölümüz oiuu. Dahası da vardır, muhakkak da, biz bil- miyoruzdur. Nuri ile Teşvikiye’de, bir yerde oturduk.
Ne demiş genç adam ölüm için: "kalleş olsun adın!”
Başka ne denebilir ki, sevgili Haldun
Der demez, Leyla da geliyor aklıma. Yanlış, ama geliyor işte!
Haldun Taner, hem en eski, hem çok yeni.
36
20. RESİM YARIŞMASIi
Yaşar Holdlng'in bir iştirâki olan DYO, 19 yıldan beri sanatçı ve sanatseverlerin gösterdikleri ilgi ile aralıksız sürdürerek geleneksel hale getirdiği Türkiye çapındaki ödüllü Resim Yarışmalarının
20.’sini düzenlemiştir. Bu yarışmamızın seçici kurulu (alfabetik sıraya göre):_____________________________ Prof. Adnan ÇÖKER _____________________
________________________ Ferruh B A Ş A Ğ A ______ ______________________~ Prof. Dr. Gönül ÖNEY
Mustafa AYAZDoç. Dr. Turan EROL
Yarışmaya katılacak eserlerden, AĞUSTOS ayında yapılacak olan değerlendirme ile sergilenmeye lâyık görülenler seçilecek ve sırasıyla şu salonlarda sergilenecektir:İZMİR ANKARA BURSA İSTANBUL
4 -17 EKİM 1986 (Bş. Belediyesi Sanat Galerisi)4 -15 KASIM 1986 (Devlet Resim ve Heykel Müzesi - Opera Meydanı)22 - 28 KASIM 1986 (Devlet Güzel Sanatlar Galerisi)6 -19 ARALIK 1986 (Atatürk Kültür Merkezi Sergi Salonu - Taksim)
1- Katılma Şartlana) Yarışmaya amatör ve profesyonel bütün sanatçılar katılabilir.b) Yanşmaya katılacak eserlerin boyutları: Kısa kenarı 50 cm'den ufak, uzun kenarı 150 cm'den büyük olmayacaktır.c) Bu eserlerin daha önce hiçbir yerde sergilenmemiş olması gerekmektedir.d) Henüz kurumamış olduğu tespit edilen ve asılabilir durumda olmayan eserler yarışmaya katılamazlar.e) Yanşmaya katılacak eserler 30 HAZİRAN - 31 TEMMUZ 1986 tarihleri arasında, çalışma günü ve saatleri içinde aşağıdaki
adreslerden herhangi birine teslim edilmiş olmalıdır. Posta veya nakliye şirketi vasıtası ile gönderilen eserler yarışmaya kabul edilmez. Fabrikaya teslim edilecek eserter için son teslim tarihi 7 AĞUSTOS 1986 Perşembe olarak belirlenmiştir.
f) Yarışmaya katılan eserlerden sergilenenler 10 OCAK 1987 tarihinden evvel sanatçılarına iade edilmeyecektir.g) Yarışmaya katılacak eserlerin arkasına,
- Eserin adı,- Eserin boyutları,- Eserin değeri,- Sanatçının adı, soyadı ve adresi, varsa telefon numarası,- Yanşma ve sergi bitiminde eserin, yukarıdaki adreslerden hangisinden geri alınmak istendiği yazılmış olmalıdır. Okunaksız ve eksik bilgiler, eserin yarışmaya katılmaması için yeterli sebeptir.
2- Seçim ve ödüllendirme:a) Yanşmaya gönderilen eserler arasından Seçici Kurul, sergilenmeye lâyık bulduğu eserleri belirleyecek ve bu eserler arasın
dan ÖDÜL ve MANSİYON için seçim yapılacaktır.b) Sergilenmek üzere seçilen eserler arasında,
5 esere eşit ÖDÜL 5 0 0 .0 0 0 . - 'er TL (ödüller toplamı 2.500.000.-TL).
1 0 esere eşit MANSİYON 1 0 0 .0 0 0 . - 'er TL (Mansiyonlar toplamı 1.000.000.-TL).c) Yarışmaya katılacak her sanatçı, eserin ÖDÜL kazanması halinde, ayrıca bir ücret istemeksizin kullanma, yayın ve benzeri
bütün hakları ile eserini DYO’ya devretmiş (satmış) olacak ve sanatçı yarışmaya katılmakla, bu şartı da peşinen kabullenmiş sayılacaktır.
3- Yanşma Sonuçları va Eserlerin Geri Verilmesi:Yanşmaya katılan sanatçılara değerlendirme sonrası, kendi eserleri hakkında mektupla bilgi verilecek ve sergilenmeyen eserlerini 1 EYLÜL tarihinden itibaren belirttikleri yerlerden geri alabileceklerdir.Bu tarihten itibaren iki ay içinde geri alınmayan eserlerden DYO sorumlu olmayacaktırDYO, yarışmaya katılan bütün eserler için, teslim aldığı andan itibaren geri verinceye kadar, depolama, ulaştırma ve sergileme süreleri boyunca mümkün olabilen her türlü koruma önlemlerini alacak ve bu konuda gereken titizliği gösterecektir.Buna rağmen elde olmayan sebeplerden ötürü meydana gelebilecek zayi, hasar ve yıpranmalara karşı eserler DYO'nun sorumluluğu altında olacaktır.DYO, bu yarışmaya ilgi gösterecek sanatçı ve sanatseverlere teşekkürlerini sunar, başanlar diler.
ADRESLER:DYO Boya Fabrikaları Tanıtma Servisi
___________ Sanayi Cad. No. 37 Bornova - İZMİR, Tel.: 16 10 20_____________________________Yaşar Holding A.Ş. (Merkez)
______________ Şehit Fethibey Cad. No. 120 İZMİR, Tel.: 12 22 00_____________________________Yaşar Holding A.Ş. (Ankara Temsilciliği)
_______________ Atatürk Bulvarı Engürû Işhanı 107 K. 6, Kızılay - ANKARA, Tel.: 34 02 30 (5 h a t ) _______________Yaşar Holding A.Ş. (İstanbul Temsilciliği)
________Set üstü No. 23 Kabataş - İSTANBUL, Tel.: 145 70 70____________________________' DYO Bursa Bölge Müdürlüğü
________________ Fevzi Çakmak Cad. Bey Han No. 69 K. 1 D. 28 / 29 BURSA, Tel.: 49 360 - 49 361_________________DYO Güney Anadolu Bölge Müdürlüğü
PTT Cad. No. 19 Sevilir Işhanı K. 2 / 3, Tütünbank üstü ADANA, Tel.: 18 679 -16 100
André Kertész
Aıtdre Kertesz ve PaultaponlarasergileriMehmet Bayhan
M „ u bir rastlantı sonucu fotoğrafın iki ustasının sergilerini aynı günlerde izleyebiliyoruz. Dar Film Şirke- ti’nin İngiltere’den getirdiği Andre
André KertészKertesz’in 18 siyah beyaz ve 60 kadar renkli Polaroid çalışması ile Amerikan Basın ve Kültür Merkezi aracılığı ile gelen Paul Caponigro’nun siyah beyaz fotoğrafları, Mayıs sonuna kadar Yıldız Üniversitesi Şevket Sabancı Kitaplığında izlenebilecek.
1986’da 75. kuruluş yılını kutlayan Yıldız Üniversitesi hızlı bir gelişme içerisinde. Yeni bölümler açılıyor, derslik ve laboratuvarlar yapılıyor, Vakıf güçlendirilerek öğrencilere burs sağlanıyor, kaynak ya da kaloriferci kurslarından bilimsel araştırmalara
Paul Caponigro38
André Kertészyaygın çalışmalar gerçekleştiriliyor, sanat ve kültüre ağırlık veriliyor.Üniversite içerisinde —topluma da açık olarak— Türk ve klasik batı müziği konserleri, resim sergileri, tiyatro oyunları, koro çalışmaları, modern dans gösterileri, spor çalışmaları peş peşe ekleniyor. 46 ülkenin katıldığı uluslararası fotoğraf yarışması düzenleniyor. Gelişmenin hızlandırılmasında yönetici kadronun, aydın ve güçlü kişiliği ile Rektör Prof. Süha To- ner’in yoğun emeği rol oynuyor. Yeni kitaplığın bir kültür merkezi olarak çalıştırılması düşüncesi de Prof. Toner’in. Sergi, seminer, oda müziği konserleri gibi çalışmalara uygun ve biblo gibi mimarisi, kolay ulaşımı ile kitaplık önemli bir kültür merkezi olmaya aday. Umuyoruz ki sanat çevreleri de bu yeni merkeze ilgi göstereceklerdir.
ANDRE KERTESZ
1985 Eylül’ünde 91 yaşında ölen Andre Kertesz, fotoğrafın büyük ustalarından biri. 1894’te Macaristan’ da doğmuş, altı yaşında fotoğraf tutkunu olmuş. Birinci Dünya Savaşı’n- -
da Avusturya-Macaristan ordusunda savaşmış. Yaralandığında bakım için yollandığı kasabada çektiği fotoğraflar ilk önemli ürünleri sayılıyor. Savaş sonrasında sanat heyecanı ile Paris’e gitmiş. Kısa sürede kendisini kabul ettirmiş. Mondrian, Chagall, Leger ve diğerleri ile dostluklar kurmuş. 1928’de edindiği ve bir yenilik olan Leica makinenin olanaklarını göstermiş, şiirsel görüntüler hazırlamış. Brassai ve Bresson dahil olmak üzere birçok fotoğrafçıyı etkilemiş. Fransız Hükümeti, Paris’te emrine hazır bir daire döşemiş ve 1976’da en yüksek sanat nişanını vermiş. Ancak kendisine göre bir “ kaza karan” ile ABD’ye göçmüş.
Kertesz New York’da umduğunu bulamaz. Para zorlukları ve Avrupa’ yı kasıp kavuran İkinci Dünya Savaşı, dönüşünü engeller. Savaş boyunca “ güvenilmez yabancı" olarak damgalanır ve elinde makine sokaklarda dolaşması yasaklanır. Savaştan sonra çalıştığı dergilere yeni bir hava getirir. Kertesz, Amerikan dergi yöneticilerinin yöntemlerinden yakınır: “ Bir fotoğrafçı işten 20-30 Film
ile dönmek zorunda. Sonra editörler ve yazarlar üzerinde yüzlerce fotoğraf olan masanın çevresine oturuyorlar, bilmece çözer gibi çekiştirerek ortaklaşa bir hikaye oluşturuyorlar. Avrupa’da ise hikaye tamamen benim elimdedir. İşi bitirdiğimde belki on beş kare ile dönerim ama o, kesinlikle kullanılır.”
1941’de bir hastalık nedeniyle hareketleri sınırlanınca karanlık odada çalışamaz olur. Ancak 1965’te uyum sağladığı bir yardımcı ile bu sorunu çözer. 70 ve 80 yaşlarında da çekim gezilerini sürdürür. New York fotoğraflarının çoğunluğu, geniş bir parka bakan dairesinin penceresinden çekilmiştir. Kar altındaki meydanda ağaç silüetleri, günün değişik ışıklarının pencere içindeki cam eşyalarda yan- sıyışı duygu yüklü fotoğraflardır.
ABD’de Kertesz, ancak ömrünün son yıllarında kabul edildi ve değeri anlaşıldı. 45 yıllık bir beraberlikten sonra karısı Elizabeth’i kaybetmişti. Bu kadar geç anlaşıldığı, ün ve saygınlığı karısı ile paylaşamadığı için hep buruk kaldı ve öyle öldü.
Son yılında Kertesz’i ziyaret eden bir gazeteci şunları yazıyor: “ Geniş parka yüksekten bakan bir daire. Güneş karşıdan batıyor. Etrafta dergi, kitap yığınları. Pencere içlerinde bir ömür boyu birikmiş nesneler, cam eşyalar. Koltuğuna gömülmüş, geç gelen saygınlığı paylaşamadan ölen karısının armağanı kavalı çalan doksan yaşında bir ihtiyar.”
Yıldız Üniversitesi’ndeki serginin başlığı “ Penceremden” . 1978-85 arası, SX-70 makine ile pencere içindeki cam eşyaların çekimleri. Durmadan yeniyi deneyen, ışığın değişimlerine duyarlı, o cam eşyalarda ışıkla beraber ömrünün yansımasını gören bir ustanın insan yüreğinin şiirini yansıtan, mücevher gibi işlenmiş Polaroid fotoğrafları. Gerçekte bu polaroidler ışık demetlerinin titreşiminde doksan yıllık duygu yüklü bir yaşamın, kocaman bir yüreğin yansımalarıdır. Yaşamla kurulan bağdır, görsel şiirdir.
PAUL CAPONIGROPaul Caponigro bizde pek tanın
mayan Amerikalı bir fotoğraf ustasıdır. 1932’de doğmuş, ailesinin müzik tutkusu onu piyano çalışmaya yöneltmiş. İçe dönük bir genç olarak kentlerden çok kırsal bölgelerde yaşamayı yeğlemiş. Doğa sevgisi giderek yoğunlaşmış, yüreğindekileri dışa vurma yolu olarak fotoğrafı seçmiş. Müzik eğitimini de sürdürmüş. “ Zone Sis- ıem” i öğrenmiş ve teknik becerinin yorum için kullanıldığında değer kazanacağını anlamış. 1957’den sonra Minor White ile çalışmış. White, insan ruhu ile fotoğrafik görüntünün
39
harmanlanması gerektiği görüşündedir. Öğrencilerini çekime çıkarmadan önce meditasyon yaptırır. Böylece fotoğrafçının yüreğini ve dünyayı içten algılamış, bütünleştirmiş olacağını düşünür. Bu yöntem Caponigro’yu çeker ve kendi dünyasını oluşturmaya başlar.
Ansel Adam s’ın önerisi ile 1962’de Caponigro, Polaroid’e danışman olur. Ek gelirin kazandırdığı zaman ile çalışmalarını geliştirir. Müzik ile fotoğrafın gerçeklikle kesişmesini araştırır. Ona göre müzik içten yaratılan bir sanattır. Fotoğraf ise hem iç hem dış dünya ile ilgilidir. Fotoğraf yüryüzündeki biçimlerden bağımsız değildir. Caponigro fiziksel görüntüler ötesindeki nitelikleri nasıl aktarabileceğini, yaşamın özünü fotoğrafla- yabilmeyi arar. Sergideki yaprak ve çiçeklerin negatif fotoğrafları, nesnenin temel özelliğini anlaşılmaz kılmadan belli olanın ötesine geçmeye çalışmanın ürünleridir. Manzaralarında da Caponigro’nun yaklaşımı “ birlik arayışı” dır. Fotoğraf makinesi yardımı ile iç ve dış dünyanın birleştirilmesi gerektiğine inanır. Yaşamın sürekli dalgalanışı içinde kendisi ile dış dünya arasındaki bağın kaynağına ulaşmak çabasındadır. Fotoğraf, kendisi ile doğa arasındaki etkileşimi dolaysız, daha yakından duyabilmek için bir aracı, bir dildir.
Caponigro şunları yazıyor: “Uzun fotoğrafçılık yıllarımda, obtüratörün açılıp kapanmasından, film ve kâğıdın sıvılara batırılıp çıkarılmasından önce ya da beraber çok şeyin dingin bir iç dünyada hissedilebileceğini, görülebileceğini, şekillendirilebileceğini ve çözülebileceğini öğrendim. Yüreğin özüne, görüşü arındıran ince ve duyarlı yere varmaya çalışırım. Fotoğraf müzik gibi, ruhumuzun dışa vurulmamış iç dünyasında oluşmalıdır.”
Caponigro sergisi katalogunun başında Ralph Waldo Emerson’dan şu alıntı var: “ Biz öncekilerin yerine geçerek bölümler, parçalar, parçacıklar halinde yaşarız. İnsanda bütünün ruhu, bilge sessizlik, evrensel güzellik vardır. Her parça ve parçacık bu bütüne ve evrensel olana aynı ölçüde bağlıdır, bu sonsuz varlıktır. İçinde var olduğumuz ve erişebileceğimiz güzelliği ile bu köklü güç, her an kendi içinde yeterli ve yetkin olmakla kalmaz, aynı zamanda görme eylemi ve görülen şey; gören ve görülen, özne ve nesne birdir, tektir.”
Bu iki serginin bir arada olması mutlu bir rastlantıdır. Çünkü, farklı görüntüler özde birleşmekte ve sonsuz varlığı arayışa yönelmektedir. Yurdumuzdaki fotoğraf çalışmaları belgecilikten şekilciliğe uzanan çizgide öze henüz yönelmişken, umuyorum ki hepimiz için uyarıcı olacaktır.» 4 0
Paul Caponigro
T Ü R K İ Y E B Ü Y Ü K M İ L L E T M E C L İ S İ K Ü L T Ü R , S A N A T V E Y A Y I N K U R U L U B A Ş K A N L I Ğ I N D A N B İ L D İ R İ L M İ Ş T İ R
1- Türkiye Büyük Millet Medisi'nin 66'ncı yıldönümü dolayısıyla aşağıdaki dallarda "MİLLİ EGEMENLİK VE BARIŞ" konulu ödüllü yarışmalar düzenlenmiştir.
A- RESİM YARIŞMASI:
Birinci Eser 2.000.000. TL.ikinci Eser 1.000.000. TL.Üçüncü Eser Mansiyonların
750.000. TL.
her biri (3 adet) 150.000. TL.
ÇOCUK ŞARKILARI YARIŞMASI:
Birinci Eser 750.000. TL.ikinci Eser 500.000. TL.Üçüncü Eser 250.000. TL.
ŞİİR YARIŞMASI:
Birinci Eser 300.000. TL.İkinci Eser 250.000. TL.Üçüncü Eser 150.000. TL.Mansiyonların her biri (5 adet) 50.000. TL.
ÇOCUK OPERASI YARIŞMASI:
Birinci eser 3.000.000. TL.(Ayrıca Livre Yazarına) 250.000. TL.ikinci Eser 2.000.000. TL.(Ayrıca Livre Yazarına) 150.000. TL.üçüncü Eser 1.000.000. TL.(Ayrıca Livre Yazarına) 100.000. TL.
ÇOCUK OYUNLARI YARIŞMASI:
Birinci Eser 3.000.000. TL.ikinci Eser 2.000.000. TL.Üçüncü Eser Mansiyonların her biri
1.000.000. TL.
(3 adet) 200.000. TL.
ÇOCUK BALE MÜZİĞİ YARIŞMASI:
Birinci Eser 3.000.000. TL.İkinci Eser 2.000.000. TL.Üçüncü Eser 1.000.000. TL.
2- Yarışmalarla ilgili şartnameler Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Başkanlığı Bürosu (Halkla İlişkiler Binası) TBMM - ANKARA adresinden temin edilebilir.
3- Resim, Şiir ve Çocuk şarkıları yarışmasıyla ilgili eserlerin en geç 15 e y l ü l 1986 günü, çocuk Operası, çocuk Oyunları ve Çocuk Bale Müziği ile ilgili eserlerin ise en geç 15 Aralık 1986 günü mesai bitimine kadar Kurul Başkanlığına teslim edilmesi gerekir.Posta ile gönderilecek eserlerde postadaki gecikmeler dikkate alınmaz.
Ankara'da Sinema Haftaları
.İ s ta n b u l’daki sinema günleri kadar gösterişli olmasa da, her yıl, Mart-Nisan aylarında, Ankara’da, sinemaseverler için çok doyurucu bir sinema şöleni yapılır. Bu yıl da, Fransız, İtalyan, Alman, Avusturya, İspanyol, İsveç, Hollanda kültür merkezlerinin katılmasıyla dört hafta süren bir sinema şöleni düzenlendi. Dört haftayı uzun bir süre bulanlar olabilir, bununla birlikte filmlerin böyle uzun bir süreye yayılması, onları yavaş yavaş, sindire sindire seyretmemize olanak verdiği için bence iyi bir şey.
önce, Fransız-lsveç haftasında, 1985 yılında üç César alan ve Ram- bo’dan sonra en fazla hasılat getiren film olan “ Üç Erkek ve Bir Küfe” (Coline Serreau), Eric Rohmer’in “ Pauline Plajda” (1983) filmleriyle yönetmeni Bertrand Van Effenterre’ in Ankara’ya gelip sunduğu “ Trende İki Kadın” (Coté Coeur, Coté Jardin, 1984) filmi vardı. İsveç sineması “ Pişmanlığın ö tesinde, Acının ötesinde” (Agneta Elers-Jarleman 1983) filmiyle Victor Sjöström üstüne yapılmış bir belgesel filmle temsil ediliyordu. tngiliz-Hollanda filmleri arasındaysa, ülkemizde sinemalarda da gösterilen “ ölüm Tarlaları” (Ronald Joffe, 1984), “ Konfor ve Neşe” (Bill Forsyth, 1984), “ Yurt Dışında Bir İngiliz” (John Schlesinger 1983) filmleriyle Nikolai van der Heyde’nin filmleri dikkati çekiyordu.
ltalyan-ispanyol haftası, yönetmeninin de Ankara’ya geldiği “ Kobalt Mavisi” (1985) filmiyle başlıyordu. Ayrıca İstanbul Sinema Günle- ri’nde de yer alan “ Biz Üçümüz” (Pupi Avati 1985), “ Ayin Bitti” (Nanni Moretti, 1985), “ Çabuk Çabuk” (Carlos Saura, 1980), filmleriyle M. G. Aragon’un filmleri (En Güzel Gece, Bahçedeki Şeytanlar, Or- manın Kalbi), V. Erice’ninfilmleri(Arı
Kobalt Mavisi ve Donati'yle bir söyleşiOğuz Onaran
Kovanındaki Cin, Güney) yer alıyordu. Genç İtalyan yönetmen S. Pisci- cfelli’nin ilginç filmi “ Blues Metropolitano” (1985) da gösterilen filmler arasındaydı. Böylece bu hafta, Eric Rohmer’le Ronald Joffe’nin filmleri dışında daha önceki haftaların donukluğunu silen “ heyecanlı” bir hafta oldu.
Alman-Avusturya haftasında da “ Yeşil Karıncaların Düş Gördüğü Yer” (Werner Herzog, 1984), “ Sınıf- daki Düşman” ^Peter Stein, 1983), “ Hayalperestler” (Hans Neuenfels, 1984), “ Fitzcarraldo” (Verner Herzog, 1982), “ Mephisto” (Istvan Sza- bo, 1981) gibi çok ilginç filmler yer alıyordu.
Donati’nin ilk filmi olan “ Kobalt Mavisi” 42. Venedik Festivali’nde De Sica bölümünde gösterilip oldukça ilgi çeken bir film. Bir kanser koğuşunda geçen filmde başlıca üç kişi ele alınıyor: Bir kadın tiyatro sanatçısı, yaşlı bir köylü, kendisi de hastalığa yakalanıp iyileşmiş genç bir doktor. Sanatçının iyileşip hastaneden çıktığı ve yaşlı köylünün öldüğü günle (ikisi de aynı güne rastlıyor) başlayan film geriye dönüşlerle hastanede hastalar arası ilişkiler üstünde duruyor.
1946 yılında doğan Donati, 1972 yılından beri reklamcılık alanında çalışıyor. Bu arada 1981 yılından başlayarak “ Azzurra” nın tanıtımı ve fi- nansı sorunlarıyla ilgilenmiş, İtalyan Milli Futbol Takımı’nın televizyondaki görüntü ve rümuzunu, Alitalia ve Iveco firmalarının reklam filmlerini hazırlamış, “ Umbria Jazz” için belgesel bir film yapmış. Bir ara kendisi de kansere yakalanıp hastanede kalmış, sonra iyileşmiş. Donati’yle Ankara Sinema Haftaları’nda konuşma olanağı bulduk.
Melodrama çok yatkın bir konusu olmakla birlikte film çok yalın, du
ru bir anlatıma sahip. Konuyu ağırlaştırmaktan kaçındınız herhalde?
Aslında melodram yapmak hoşuma gider, ama çok zor bir iştir bu. Duyguların nereye kadar itilebileceğini bilmek, dengede tutabilmek, filmin denetimini sağlayabilmek için bir yandan çok zengin bir sinematografik kültüre, öte yandan çok güçlü bir pratiğe sahip olmak gerekir. Bu alanda çok az kişi başarıh olmuştur. Onun için ben melodram yapmak istemedim, nasıl yapılacağını da bilmiyordum zaten.
Beni asıl ilgilendiren, filmi yapmaktaki amacım şuydu: özellikle kanser koğuşlarında beni asıl etkileyen şey orada yaşanan dram değil, çoğu kere bilinçli olarak yapılan bir “ normallik”ti. Hastalar arasında hastalığın kendisi bir iletişim kurma özelliği olacakken kimse hastalığın adını ağzına almaz. Bunu kendi deneyimimden biliyorum. Hastalığın adının söylenmemesi orada bulunma nedenini zihinden uzaklaştırma isteğinden ileri geliyor. Kimse neden orada bulunduğunu düşünmek istemiyor. Bütün dram dışarda olup bitiyor; akrabaların, dostların dramıdır bu. İçeride ya acı vardır ya da sessizlik. Benim filmimde dram yok, ama sessizlik de yoksa filmim tümden iflas etti demektir.
Beni bu filmi yapmaya iten başka bir neden de şuydu: İster hastane, ister hapishane olsun, insanları kayıt altında tutan, sınırlandıran her durumda çok güçlü^bir ilişkiler sistemi kurulur. Filmin temel izleklerinden biri de bu zaten. İşte burada paradoks gibi gelecek ama en dramatik an hastaneye giriş değil de hastaneden çıkış anı. İçeride öyle sıkı bir ilişkiler ağı kurulur ki hastaneden çıkmak bir bakıma içeridekilere ihanet etmek olur.
Filmin başka bir izleği de, filmin42
başına aldığım Flaubert’in bir sözünden doğuyor: Darağacının tüm azabı, oraya tırmanırken geridekilere kalıcı olabilecek birtakım sözler söyleme gereğidir. Özellikle İtalyan köylü dünyasında ölmekte olanların her zaman anımsanacak, kalıcı sözler söyleme geleneği çok önemlidir. Yaşlı köylünün dramı da burada işte. Belli bir bilgeliğe ulaşmış bir adam. Bunu başkalarına aktarabilmek için birtakım sözler söylüyor ama dış dünyadan bütünüyle ayrılmış, kopmuş bir adam, böyle sözler söylemesi artık bir işe yaramıyor, bunların kimseye yararı olmuyor artık. Aynı şey film yönetmeye kalkışan biri için de geçerli. O da her zaman anımsanacak, kalıcı olan bir şeyler söylemek zorunda.
“DOĞAL OLMAYA ÇALIŞTIM”
Filmimin bir özelliği de, alışılagelen “doğrusal” anlatımdan çok, hastaneden çıkış noktasından başlayıp bir ileri bir geri giderek anlatacağını anlatması. “ Naturalist” değil de doğal olmaya çalıştım. Önce aklıma çakılı kalan şeyleri anlatmaya başladım. Hastaneden çıkış önemliydi, oradan başladım, sonra ek sahnlerle bunu desteklemeye, zenginleştirmeye çalıştım.
Bu yüzden de yeterince gerçekçi bir film yapamamış olmaktan korkuyordum. örneğin, seyircinin, yaşlı adamın hâlâ nefes aldığını, ölmemiş olabileceğini düşünmesinden korkuyordum. Ama delice bir olay oldu: Bologna’da, filmin bir bölümünü TV’de izleyen bir yargıç, bizim gidip- başka bir hastanede ölmüş olan babasının ölüm anını filme aldığımızı ileri sürüp filmin gösterimini durdurdu. Sonunda böyle bir şey olmadığı anlaşılıp film kurtuldu ama hem ben gerçekçilik açısından rahatladım, hem de psikanaiitik açıdan çok önemli bir olay ortaya çıkmış oldu. Anlaşılan yargıç, babasının ölüm öncesi acısını görmemiş başkalarından duymuştu, dolayısıyla babasının ölüm olayını görmemekten doğan suçluluk duygusunu bize yansıtıyordu.
İtalyan sinemasında son yıllarda görebildiğimiz kadarıyla, gittikçe artan bir karamsarlık egemen. Özellikle çok iyi güldürüler vermiş bir sinemada gerçekten de böyle bir karamsarlığa gidiş var mı? Örneğin, her zaman daha “ciddi” güldürüler yapmış Monicelli’de bile böyle bir karamsarlık var.
Böyle bir eğilimin olup olmadığını içtenlikle bilmiyorum. Ancak böyle bir karamsarlık varsa, bunun eski parlak güldürü yönetmenlerinin bugünkü İtalyan gerçeğiyle olumsuz ilişkilerinden doğduğu inancında değilim. Monicelli gibi yönetmenlerin ka-
ramsarlığı, öyle sanıyorum, İtalyan gerçeğiyle bu gerçeğin üstüne kurmaya alıştıkları güldürü formülünün uyuşmamasından ileri geliyor. Aralarında giderek artan bir uçurum var. Bunlar, bugünkü İtalyan gerçeğinden umutsuzluğa, kaygıya kapılmıyorlar. Kaygıları, yaptıkları sinemadan ileri geliyor. Bu sinema artık İtalyan gerçeğini kavramıyor. İtalyan gerçeği çok çelişkili, izlenmesi ve anlaması çok güç. Örneğin “ Metropolitan Blues” filminde yönetmen, yargılama yeteneğini yitirdiğini ortaya koyacak bir biçimde, hiçbir âhlaki yargıya varmadan çeşitli olayları kaydetmekle yetiniyor. “Ayin Bitti” filminde Moret- ti, olaylara bir anlam verebilmek için çok aşırı bir çaba gösteriyor ama başaramıyor, ayrılıp gitmek zorunda kalıyor. Burada yönetmenle İtalyan gerçeği arasındaki ilinti çok daha farklı.
Artık İtalya’da türler yok, ancak onların yorgun taklitleri var. Bunlara da kimse inanmıyor, örneğin, Ce- lentano, Sordi gibi ünlüler ekonomik çöküşlerin birer simgesi oldular, milyarlarca liret yitirdiler. Aslında bu durum benim hoşuma gitmiyor değil elbet.
“ÇORAKLAŞMA DÖNEMİ”
İtalyan sinemasını ekonomik açıdan geliştirmek için çeşitli düzenlemeler düşünülüyor. Ama benim için önemli olan, İtalyan sinemasının dünyadaki yeri konusunda yapımcıların, yönetmenlerin bir bilince sahip olmaları. Ama genellikle bunun tersi oluyor. Yapımcılar, yönetmenler, senaryocular, bütün dünya pazarlarında geçerli olabilecek, iş yapabilecek bir “ profesyonellik” in peşindeler şimdi. İtalyan gerçeğinden söz eden filmlerde bir “çoraklaşma” söz konusu şimdi. Moretti gibi kimi gençlerin çıkışları var ama genelde bu böyle. Bilmediğim bir duruma ilişkin bir şeyler anlatan, bir Fransız, bir İsveç, bir Türk gerçeğinden söz eden bir film görürsem benim hoşuma gider. Aksi halde bir Hollywood filminden farklı bir şey görmüş olmam.
Amerikan izleyicisi Hollywood filmlerinden hoşlanır elbet. Amerikan izleyicisi için film yapmak “ şişinme- ci bir delilik” ten ileri gelir biraz da. Bir Hollywood filmi o kültürle olan derin bir ilişkiden kaynaklanır. Bir öykü anlatmak, ufak öykülerle izleyicinin dikkatini çekmek, onların duygularını dürtmek, gıdıklamak, Amerikan kültürüne özgedir, bizim kültürümüze değil. Dolayısıyla biz ne kadar onlara benzemeye çalışırsak çalışalım, hep eksik bir şeyler veririz. Amerikan filmiyle'bizim anlayışımızı bir araya getirmek benim için söz konusu değildir. Amerika’ya dışarıdan gelen bir filmin orada tutunması
pek söz konusu olmuyor. Amerikan anlatma biçimi daha çok “gösteri ”ye dayanıyor, bütün dünya pazarları için büyük “ gösteriler” düzenliyorlar onlar. Daha AvrupalI olan filmleri (Scorsese’nin “ Raging Bull” filmi gibi bir film) orada değil de Avrupa’da daha çok tutunuyor. Çünkü farklı bir anlayışla yapılmış filmler oluyor bunlar, filmin kahramanıyla özdeşliğe dayanmıyorlar. Gerçekten de Amerikan izleyicisi, “ Raging Bull” filminin kahramanının acı sonunu kabul edemezdi.
Gerçekten de New York’ta yapılan birkaç film dışında Amerikan senaryoları artık matematik formüllere sahip. Üç ayrı bölümden oluşan senaryoda ilk 30 sayfa içinde tam bir olay olmak zorunda. Zaten TV’de gösterilen reklam filmleri de bu bölümler arasına konur genellikle. İlk ana bölüm sonunda duygusal bakımdan bir doruk noktası vardır, sonra bir iniş olur, ikinci bölümün sonunda daha yüksek bir nokta ve daha az bir düşüş olur, filmin sonunda da en yüksek nokta ve sonuç vardır.
Filminizi gerçekleştirirken parasal yardım gördünüz mü?
Filmimi iki kaynaktan mali destek sağlayarak gerçekİeştirebildim. Bir tanesi, Gösteri ve Turizm Bakanlığından aldığım krediydi. Bakanlık, ticari şansı fazla olmayan filmlere böyle bir yardım yapar. İkincisi de TV’nin 30 kanalıydı. Venedik Festivali’ne ilgi uyandırdığı için bundan sonra yapacağım film için bakanlıktan gene yardım alabileceğim. Şimdilik herhangi bir yapımcıyla çalışmaktansa bağımsız çalışmayı yeğliyorum. Çünkü yüz milyonluk bir seyirci kitlesine karşı hiçbir şey söylemeden gösteriye kal- kışmaktansa, on arkadaşımın hoşuna gidebilecek, onlara doğru dürüst bir şeyler anlatan filmler yapmak istiyorum. Bu tür filmlerle kendi dilimi öğrenmeye çalışıp, kendi anlatma biçimimi geliştirirsem, sonra bunu yapımcılara empoze etmeye kalkışabilirim. Çünkü sinemada kendine özge bir anlatım biçimi yakalamak çok güç. Bir film yapıp yönetmen olduğunu ileri sürmenin bir anlamı yok. Bir film çevirip üç yıl hiçbir şey yapmadan oturmak bir işe yaramıyor. Bir yönetmenle yapımcı arasındaki ilişki, bir yazarla, yayıncı arasındaki ilişkiye benzemiyor. Filme çok fazla para yatırmak gerekiyor. Dolayısıyla bir film yönetmeni sürekli film üretmezse daha önce ne yaptığını unutmak tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Sinemada ancak Fellini gibi kendi yerini iyice sağlamlaştırmış bir yönetmen yapımcılarla çalışıp gene de bağımsız kalabiliyor. Gene de, Fellini, kendisine çok para önerilmesine karşın Amerikalılarla birlikte hiç çalışmadı. Bu da ilginç bir nokta. ■
43
ON BEŞ GÜNÜN BASININDAN
Bir haber ve ötesi
Haber, 6 Mayıs günü yayımlandı: Cumhurbaşkanı Kenan Evren, Ankara’da düzenlenen 1. Asya - Avrupa Bienali Sergisi’ ni gezerken PolonyalI ressam Jan Dubkowski’nin cinsel birleşmeyi gösteren tablosunu görünce sinirlenmiş; bunun üzerine Kültür ve Turizm Bakanı Mükerrem Taşçtoğlu, PolonyalI ressamın tüm resimlerini kaldırtmıştı.
8 Mayıs günü de basında Cumhurbaşkanlığı Basın Müşa- virliği'nin açıklaması yer aldı. Açıklamada şöyle deniliyordu: “ ....Bu arada PolonyalI ressam Jan Dubkovvski’nin homoseksüel ilişki motifleriyle bezenmiş tablolarını da gören Sayın Cumhurbaşkanımız bunları yadırgadığını, her yaşta insana açık olan salonda böyle kompozisyonların bulunmasının, ziyaretçilerin ahlak, utanç ve ar duygularının sınırını zorlayacağı düşüncesinde olduğunu ilgililere ifade emişlerdir. Bundan sonraki uygulama, yetkililerin kendi inisiyatifleri doğrultusunda gelişmiştir.’’
Sanatdeğerleri
İlhan Selçuk, 7 Mayıs günlü Cumhuriyet'te bu konu üzerinde dururken şunları yazdı:
“ PolonyalI ressamın tablolarım görmediğim için resimlerin sanat değeri taşıyıp taşımadığı konusunda bir söz söyleyecek durumda değilim. Üstelik bu konuda sözü yetkili uzmanlara bırakmak gerekir. Polonya sanat alanında azımsanacak bir ülke değildir. Kuşkusuz söz konusu resimlerin sanat değerleri tartışılabilir; ama bu tartışmaya katılmak başka, ressamın tablolarına sansür koymak başka iştir (...)
Sayın Evren’in Cumhurbaşkanı olmadan önce resim sanatıyla ilişkisi var mıydı? Yaşam öykülerinde böyle bir şeyden söz açılmıyor. Sayın Evren resim ya da resim eleştirisi yapmış mı, bu konuda çalışmaları nedir, resim tarihi veya akımlarına değin yazıları yayımlanmış mıdır?
Hayır...Bu durumda Sayın Evren’in
resimlere ilişkin yargılan yalnız Cumhurbaşkanı olduğu için kuvvet kazanıyor ve Kültür Bakanı Sayın Taşçıoğlu da diyor ki:
— Resimlerin hepsini kaldırsınlar. Bu ülkenin kanunlan var.
44
Muzır Yasası nasıl çıkarıldıysa bu resimler de kaldırılır.
Kültür ve Turizm Bakanı Taşçıoğlu yanılıyor. Çünkü, “ Bu ülkenin kanunlan’ ’nda Cumhur- başkanı’nın herhangi bir resim sergisinde sansür uygulama yetkisinden söz açılmıyor. Anayasa, Cumhurbaşkam’nın yetkilerini saymış, eski deyimle ‘tadat’ etmiştir.
Bu olayda sevinilecek tek nokta. Sayın Cumhurbaşkanı' nın resim sanatıyla bunca yakından ilgilenmeye başlamasıdır.”
“ Ş e y ,şey değil!”
Aynı gün örsan öymen, Mil- liyel’teki köşesinde şöyle dedi:
“ Şu günlerde en duyarlı yasak yasası, Muzır Yasa. Resim sanatına bile el atıyor.. Üstelik uluslararası bir yarışmalı sergide... Sanatsever devlet büyüklerimiz muzır görüntülerin sanatla bağı olmadığım saptayınca, poşet moşet de işlemiyor... Resimler Kültür Bakanımız tarafından kaldırılıveriyor...
Şimdi PolonyalI sanatçı gelsin de Taşçıoğlu’nun külahına anlatsın:
— Efendim, o tablomda gördüğünüz şey, aslında şey değil.
— Ya ne?— Resim!”
Sansüretepki
8 Mayıs günlü Cumhuriyet’ te, sanat çevrelerinin olaya tepkisi yansıtıldı. Tepkiler, özetleşöyleydi:
I. Asya-Avrupa Sanat Biena- li’nin jüri başkanı Prof. Doğan Kuban: “ Herhangi bir sanat yapıtının içeriği sınırlanamaz ve eğer sanatçı, işlediği konu, yarattığı yapıtla belli bir estetik düzeye ulaşmışsa o konunun ahlakla ilişkisi sanat kamuoyu için söz konusu değildir.”
Süleyman Saim Tekcan: “ Dünyanın başka bir yerinde bir sanat eseri üzerinde devlet büyüklerinin herhangi bir hegemonyası olam az.”
Mehmet GUleryüz: “ Çok ciddi bir olay. Türkiye’nin uluslararası sanat alanındaki girişimlerinin geleceğini tehlikeye sokar.”
Asım İşler: "Herhangi bir yapıtın sergilendikten sonra kaldırılması tam bir skandaldir. Genelgedeki sansür anlayışının sanata, resme de bulaşması demektir .”
Elif Naci: “ Büyük skandal.” Turhan Selçuk: “ Aklımda
kaldığına göre, A tatürk’ün kesin bir sözü vardır: ‘Efendiler, vali olabilirsiniz, vekil, başbakan olabilirsiniz, hatta cumhurbaşkanı bile olabilirsiniz, ama sanatçı olamazsınız.’ Bu davranış, ne yanından bakarsanız bakın, olumsuz görünüyor.”
Cemil Eren: “ Sanatta müstehcenlik olmaz. Demokratik bir ülke olduğunu AvrupalI ülkelere kanıtlamaya çalışırken ‘Bu resmi beğenmedim, kaldırın’ demek, hiç demokratik değil.”
Yasmin Şenel: “ sanatta sansür olmaz. Hele dışardan gelen bir resme hiç olm az.”
Özdemir Allan: “ Bu çok iyi niyetli blenal girişimi, bizlere Türkiye’nin henüz bu gibi işlerin üstesinden gelemeyeceğini gösterm ektedir.”
Tomur Atagök: “ Jüriden geçen bir eserin devlet yöneticileri tarafından sergiden çıkarılmaması gerekir.”
Emin Çetin Girgin: “ Uluslararası nitelikte düzenlenen bir bi- enalde herkesin ‘Muzır Yasası’ na uymasını beklemek, bienalin geleceğini de tehlikeye düşürür. Türkiye açısından üzgünüm.”
Evrensellikufku
Melih Aşık, 9 Mayıs günlü Milliyet’te olayı şöyle yansıttı:
“ Kalabalık bir davetli topluluğu bir serginin açılışında tabloları izliyordu. Davetliler içi boş bir tablonun önünde kümelendiler. Birisi ressama sordu:
‘Bu ne tablosu kuzum ...' ‘Çayırda oütlayan inekler ha
nımefendi...’‘Pekiyi çimenler nerede?’ ‘İnek yemiş bitirm iş...’ ‘Pekiyi inek nerede?’ ‘Yiyecek bir şey kalmayınca
çekmiş gitm iş...’Hikâye ünlüdür. Picasso’nun
çizdiği balık resimlerinden birini uzun uzun inceleyen bir zengin hanımefendi Ustada sormuş:
‘Bu balık mı? Ama balığa hiç benzemiyor...’
‘O resim... Resimm...’ demiş Picasso.
Resim, sanatın evrenselliği içinde değerlendirilir. Fakat anlaşılıyor ki Kültür Bakanı Taşçı- oğlu’nun evrensellik ufku dar. Cumhurbaşkanı Kenan Evren, Ankara’da açılan sergide PolonyalI ressamın eserlerini müstehcen bulmuş, Taşçıoğlu da “ kaldırın” emri vermiş. Kültür Bakanı böylece Evren’le ters düşmüş. Tabii kültürle d e ...”
RADYO— TV
İkinci Kanal "Seçenek" mi Olmalıdır?
RT'den gelen haberler doğru ise önümüzdeki Ekim
ayında yayma başlayacak ikinci TV kanalı b irinc isine b ir “ seçenek” olacaktır. Bugünkü TRT yönetimi şu anda birinci kanaldaki eğitim-kültür ağırlığını yeterli buluyor ve ayrıca da ülkemizin eğitimsizlikten kaynaklanan tüm sorunlarının çözümünün TRT’den beklenemeyeceğine inanıyor. TRT yetkililerinin basma verdikleri demeçler hep bu doğrultuda. Sonuçta da İkinci Kanal’ın tümünün kültüre ve eğitime ayrılmasını beklemememizi istiyorlar.
önce, şu anda birinci kanaldaki eğitim-kültür ağırlığının hiç de yeterli olmadığını ve bu kanalda eğitim-kültür diye ne varsa, hepsinin genelde çağdışı bir yorumla kaynaştırılarak sunulduğunu vurgulamahyız. İkincisi de, Türkiye’nin eğitimsizlikten kaynaklanan hiçbir sorununa TRT’ nin en olgun koşullar altında yayın yapılsa bile, tümden çözüm getirmesini beklemeye hakkımız olmadığıdır. TRT’nin hem yasal konumu, hem de yönettiği iki kitle iletişim aracının doğal işlevi buna uygun değildir. Çünkü TRT, eğitim ve kültür alanlarındaki sorunların çözümüne ancak “ yardımcılık” edebilir. Eğer ikinci TV kanalı tümden eğitim ve kültüre ayrılsa bile, bu “ yardımcılık” görevi aşılamaz. Ama yine de bir TV kanalının eğitim ve kültüre ayrılması, sayısız yarar sağlamaz mı?
Bu soruya yanıt vermeden önce, ülkemizde herhangi bir ikinci TV kanalının hangi amaçlar için kullanılabileceğini şöyle bir inceleyelim:
Sırada ilk olarak izleyicilere “ seçme fırsatı” m veren ikinci kanal var. Bir başka anlatımla, eğer birinci kanalda büyük bir çoğunluğun ilgisini çeken bir ayakto- pu karşılaşması naklen yayımlanıyorsa, ikinci kanaldan da aynı saatler de özellikle ayaktopu ile ilgilenmeyen izleyicilerin sevebileceği bir başka yayın (bir sinema filmi, bir kadın izlencesi, bir drama vb.) yer alabilir. Aynı anlayışla, eğer birinci kanalda Batı Müziği yapımına yer verilmişse, İkincisinde de aynı saatte Türk Müziği izlencesinin yayımlanacağı düşünülmelidir.
“ Seçme fırsatı” nı sunan ikinci kanalın amacı bu denli basit mi? Genel çizgileriyle, evet. Kısacası, bugünkü TRT Televizyo- nu’nun birinci kanalı çarpık ideolojisine, yoksun kültür anlayışına, sansür kurallarının dar kalıplarına ve mesleksel ilkelerin dışına düşen sınırlı uygulamalarına bağlı kalarak neler yayımlıyorsa, onların aynı özelliklerini taşıyan diğer yapımlarına da ikinci kanalda bir kez daha yer verildiğini düşünün... Böyle bir uygulama Türkiye’ye ne kazandırır?
Birinci kanalda haberler var. İkinicide de olacak... Ama belki her iki kanaldaki haber bültenleri ayrı saatlerde yayımlanacaktır. Haberler her iki kanalda da aynı olduktan sonra, iki ayrı kanaldan haber vermenin ne yararı olacak ki? İlk bakışta, size saçma gibi görünen bir soru bu. İki kanalımız olunca, haberlerin kaynağını oluşturan olaylar değişik olacak değil ya! Dünyada o gün ne haberler varsa, her iki kanal da onları, yani aynı haberleri vermez mi? Vermeyebilir de... Her iki kanal, eğer önceden saptanmış çok ayrıntılı ve birbirinden ayrı ilkelere sahipse, olayların haberlerini çıkarırken birbirinden çok ayrı yollara başvurabilirler. örneğin birinci kanalın bültenine her olayın haberinin girmesi olası iken, aynı kurumun ikinci kanalının bülteni “ popüler, sansasyon ve hafiflik” taşıyan haberlere hiç yer vermeyebilir ve dış haberleri ön palana çıkarabilir. H atta her iki kanaldaki haber bültenlerinin süreleri ve sunuluşu da birbirinden ayrı olabilir, örneğin birinci kanaldaki ana bülten 25, ikinci kanaldaki ise 10 dakikadır. Bir kanaldaki ana bültende olaylar kısa verilirken, öbüründe daha ayrıntılı ve daha kapsamlıdır.
Bir başka anlatımla, haberlerin ele alınışından başlayarak her yayın türü ikinci kanalda birincisinden bir başka anlayışla işlenmekte ve sunulmaktadır. İkinci
kanal salt “ seçme fırsatı” verebilmek amacıyla yayın yapsa bile... Demek ki, “ seçme fırsatı” amacına yönelik ikinci kanalın amacı birincide Batı Müziği yayımlandığı saatlerde İkincide Türk Müziği’ne yer vermek gibi basit bir uygulamayla gerçekleştirilemez. İşte bu nedenle de, TRT yönetimi ikinci kanalı “ seçme fırsatı” nı vermek amacıyla kursa bile, yine de başarıya ulaşılabileceği kuşkuludur. Çünkü TRT henüz haberciliğin ve diğer türdeki yayınların birinci kanaldan gerektiği biçimlerde sunulmasını sağlayamamışken, ikinci kanalın özelliklerine sahip yeni bir yayın anlayışını nasıl gerçekleştirebilir ki?
ONUÇTA ne olacaktır? Bugün TRT televizyonu bi
rinci kanaldan ne yayımlıyorsa, aynı türdeki yapımlara ikinci kanalda da yer vermekten kaçınmayacak ve böylece hem aynı yapımların sayısını arttırm aktan, hem de aynı ilkeleri ya da ilkesizliği ve aynı kusurları ikinci kanalda da yinelemekten kurtulamayacaktır. H atta denilebilir ki, zaman zaman her iki kanalda da aynı türdeki yapımlarla karşılaşmamız bile olasıdır, örneğin birincide Türk Müziği yayımlandığı sırada, İkincide de yine Türk Müziği’ne yer verildiğini görebiliriz. Çünkü günümüzdeki üç radyo postası a rasın d a da TRT’nin radyo yönetimi belli bir eşgüdümleyici düzeni kurama- makta ve kimi zaman TRT-1 ve TRT-2 ve TRT-3 postalarında aynı saatlerde Türk Müziği yapımları ile karşılaşmaktayız. Radyolar arası eşgüdümü bunca yıl sağlayamamış bir TRT’nin iki TV kanalı arasında da aynı sorunla karşımıza çıkmayacağını hemen ileri sürebilmek biraz zor olsa gerek...
Peki, ikinci TV kanalının hiç mi yararı olmaz? En azından birinci k analdan yayım lanan “ Açıköğretim” izlencelerine yine birinci kanalda, İkincinin baş
lamasından sonra, daha uygun yayın saati bulabilmek olasıdır. Gerçekte, “ Açıköğretim” izlenceleri için en uygun yayın yeri ikinci kanaldır. Ne var ki, ikinci kanal başlangıçta ve uzun bir süre Türkiye’nin her yanından iz- lenemeyeceği için, “ Açıköğre- tim” le ilgili yayınları bu yeni kanala kaydırmak doğru olmaz. Ama birinci kanaldaki kimi izlenceleri ve filmleri İkinciye alıp boşalan yayın saatlerini baştan ayarlayarak, “ Açıköğretim” izlencelerine daha uygun ve daha rahat “ izlenebilir” saatler seçmenin yararı büyük olacak ve böylece de günümüzdeki yanlış ve biçimsiz yayın saatlerinden ötürü bu izlenceleri televizyonda göremediklerinden yakınanlara da büyük yararlar sağlanabilecektir.
ö te yanda, ikinci kanalı salt “ seçim fırsatt” nı yaratmak için kullandığında, TRT yönetimi eskisine kıyasla çok daha rahat bir anlayışla spor karşılaşmalarının naklen yayınlarına yer verecektir. Tek kanalda böyle bir uygulamanın özellikle bayan TV izleyicilerinin sert tepkilerine neden olduğu ileri sürülüyor. İkinci kanal olunca, spora bolca yer verip bayanların öbür kanaldaki kendilerini oyalayan bir başka yayınla ilgilenmeleri sağlanabilir. Hem de daha bol spor yayını ile kitleleri de daha iyi “ uyutmak” olanaklıdır.
Bir de reklam konusu var. TRT birincisindeki reklamlardan milyarlar kazandığını göz önünde bulundurarak İkincisine de reklam koydu mu, gelirini çok daha fazla arttırabilir. Ama bu denli çok reklamın halka ve topluma bir yarar sağlamadığını, aksine zarara yol açtığım kim düşünecektir. Bakalım, göreceğiz. Tüm belirtiler, ikinci kanalın şimdilik pek başarılı olamayacağını gösteriyor. Ne var ki, aynı ikinci kanalı çok yararlı amaçlarla da kullanmak olasıdır.
MAHMUTT.ÖNGÖREN
4Bir solukta okunan kitapTufan Türenç • Erhan Akyıldız
GAZETECİAbdi Ipekçi’nin romanı
§
45
TİYATRO
Çıkmaz SokakYazan: Tuncer CUcenoğlu. Yöneten: Oben Güney. Çevre düzeni-giysi: Hakan Derman, Gülhan Özer. Müzik danışmanı: Zülfü Livaneli-Muzik: M.Teo- dorakis (İstanbul Sanat Tiyatrosu).
/ NSAN insanın kurdudur, demiş Hobbes. İşkenceden söz edilince hep usuma düşüyor
bu söz. İşkence nedir? Neden işkence yapılır? Son yıllarda güncel konuların başında geliyor işkence. “ İşkence , insan lık suçudur” demeyen yok gibi. Ama nedense bu nitelemeler de yetmiyor işkenceyi önlemeye. İşkence öyle bir işlem ki; bir yanda “ insan” var, öte yandan “ devlet” . Daha doğrusu devlet adına iş gören bir başka insan. İki insant karşı karşıya getiren; b irin i “ k u rb a n ” , ö tek in i “ cellat” konumuna sokan bu işlemin temel gerekçesi nedir? “ Cellat” konum una giren kişi, kamu görevlisi her zaman. Kamu adına hizmet gören kişinin
kendi “ hemcinsi” ne karşı insanlık suçu işlemesini devlet mi buyuruyor? Çoklukla yüce kavramlarla bağlantılı gösteriliyor bu insanlık suçu. Cellat kendi yaptığı işi savunurken gereğine inanıyor bu işin. Giderek de, istemeyerek ama zorunlu olduğuna inandığı için bu işi yaptığını savunur duruma giriyor.
İşkence insanlık suçu ise neden işlenir? Suçluyu yakalam ak, için, bulmak için mi? Devleti ve toplumu korumak için mi? Suçluyu bulmak için suç işlenebileceği hiçbir yasada yazılı değil. Tersine bütün çağdaş anayasalarda “ Suç niteliğinde buyruk verilemez” denir.
Bizim çağdaş olmayan A na-' yasamızda bile, “ Hiç kimse, kendisini ve kanunda gösterilen yakınlarını suçlayan bir beyanda bulunmaya veya bu yolda delil göstermeye zorlanam az” (Md. 31) denir; “ Konusu suç teşkil eden emir hiçbir suretle yerine getirilemez; yerine getiren kimse sorumluluktan kurtulam az” (Md. 137) da denir. Ama bütün bu anayasal kurallara karşın birtakım kamu görevlileri, işkence yaparak suç işlemeyi sürdürür.
UNCER Cücenoğlu, bu dikenli ve sorunlu konuya
eğiliyor, “ Çıkmaz Sokak” ta. İyi de ediyor. Cücenoğlu, bütün oyunlarında toplumsal sorunlara öncelik veren bir yazar. Çağı
nın tanıklığından kaçınmayan bir yazar. İnsanı toplum içindeki yerine oturturken, toplumsal bağıntılarını sağlam örmeye çalışıyor. Her oyununda bir toplumsal sorunun öne çıktığını; oyunun ana motifini oluşturduğunu görüyoruz. Sorunla kişiler bağlantılı gelişiyor. Hem şematizmin tuzağına düşmüyor, hem de kişisel duygusallıkların çukuruna.
Cücenoğlu, “ Çıkmaz Sokak” ] 1981 yılında yazmış. Milliyet Sanat Dergisi’nin düzenlediği oyun yarışmasında Abdi İpekçi ö d ü lü ’nü kazanmış. Yerinde bir değerlendirme. Abdi İpekçi, demokrasiye inançlı bir yazardı. İnsan hakları ve özgürlükler için çok çaba harcadığı gibi, Türk-Yunan dostluğuna da çok emek vermişti. Bu nedenle Yunanistan’daki cunta döneminde geçen bir işkence olayını işleyen bu oyunun Abdi İpekçi ö d ü lü’nü kazanması iki açıdan anlamlanıyor.
“ Çıkmaz Sokak ” ta cunta yönetimi döneminde bir sorgulama sırasında işkence kurbanı olan Celika’nın (Işıl Yücesoy), cellatı olan Komiser Spanos’tan (Orhan Alkan) öç almak için kurduğu tuzak olayı anlatılıyor. Celika, bu tuzak için “yem” olarak kızkardeşi Lilika’yı (Gülen Karaman) kullanıyor.
Kapalı bir uzamda (mekânda) üç kişi. Temeldeki çatışma bu durumdan kaynaklanıyor. Eski kurban “ cellat” olmuş, eski cellat da “ kurban” . Bir de araç olarak kullanılan “ insan” var. Durum, bütün insancıl değerlere aykırı. İnsanın insanı konu, ya da araç olarak kullanması bütün insancıl değer yargılarını altüst eder. Bu durum da kim haklı, kim haksız ayırt edilebilir mi?. Cellatlığa sıvanan C elika’yı “ haksız” bulabilir miyiz? “ Oç alm a” insancıl bir duyguya dönüşür mü? öyleyse cellat Spa- nos’ların suçu cezasız mı kalacak? Spanos’lara savunma hakkı verilecek mi? O, kimlerin aracı olmuştur? Suçlunun arkasındaki gerçek suçlular kimlerdir? Bu arada kuşkusuz, lekesiz Lilika’ lar da kirlenmektedir. “ Şiddet, şiddeti getirir” den başka ne söylenebilir bu durumda. Cücenoğlu da, “ Kanı kanla yumazlar” diyor. Kanı suyla yumanın yolu nedir öyleyse? Çözüm, temelde şiddeti başlatmamaktır kuşkusuz. Bu, bir çağrıdır. Ama şiddet başlamışsa? Suçluyu kim cezalandıracak? Suçluyu toplum cezalandırmak. Bu cezalandırma mutlak olmalı. Kimse, işlediği suçun cezasız kalmayacağını bilmeli. Ancak, böyle önlenebilir suç. Yoksa şiddeti şiddetle bastıramayız. Bu da bir başka “ Çıkmaz So- kak” tır.
UNCER Cücenoğlu’nun “ Çıkmaz Sokak” ı ele aldı
ğı konudan yararlanan gerilimli, örgüsü sağlam, kişileri tutarlı ve inandırıcı bir oyun. Oyunun yönetmenliğini Oben Güney üstlenmiş. Güney’in yorumu ile oyun, ölçüsü kaçırılmış bir melodrama yöneliyor. Celika’nın öç. alma tutkusu artık duygusallıktan çıkmış, bilinçli bir direnmeye dönüşmüş olmalı. Uzun erimli tasarların içindedir Celika. Oysa karşımızda (handiyse) çılgınlık (isteri) nöbetleri geçiren bir Celika var. Haklılığım kanıtlama için bağırıp çağırmak zorunda değildir Celika. Işıl Yücesoy, buna bir de tumtııraklılıklar (dec- lamation) eklemekte. Cücenoğlu’nun Celika’sı sakin, kararlt, duyguları tutkunun uslaşmasına dönüşmüş bir kişi olmalı bence. Orhan Alkan’ın Spanos’u da
14 M a yıs - 1 H a ıira na r t n e t SANAT GALERİSİModa Cad. 245 Kadıköy-ist. Tel: 337 90 79Galeri her gün 10 .0 0 -2 0 .0 0 arası açıktır. ______
46
“ kurban” lıktan kurtulmak için usunu ve içgüdülerini dengeli kullanman. Işıl Yücesoy’un yorumuyla denge kurmak için aynı biçimde duygusallaşan, bağırıp çağıran bir Orhan Alkan var. Oyunun en tutarlı yorumu bence U lika’da Gülen Karaman’ın- ki. Kendini öbür iki oyuncunun temposundan kurtardığı ölçüde başarılı, dengeli bir yoruma erişiyor.
Cücenoğlu’nun üç kişilik oyunu Çıkmaz Sokak ilginç, güncel ve önemli bir konuyu işleyen tutarlı bir oyun. İzlenmeye değer.
ATİLÂ SAV
Nedret Güvenç'İn AçıklamasıTiyatro sanatçısı Nedret Güvenç, Sanat Dergisi’nin 1 Mayıs 1986 tarihli sayısında yayınlanan Ayşe Tezeili’nin “ 1986 Tiyatro Büyük ödüllerinin Perde Arkası’’ başlıklı yazısına aşağıdaki açıklamayı göndermiştir. Güvenç’in açıklamasını “ imla” sına dokunmadan aynen yayınlıyoruz.
j j a y m Ayşe Tezelli
38 yılı aşkın sanat hayatımda Eleştiri ve Eleştirmene ve bir sanatçı olarak sağladığı büyük katkı’ya daima açık oldum ve saygı duydum.
Bu nedenle Milliyet Sanat Dergisinin 1 Mayıs 1986 tarihli 143 üncü sayısında tarafınızdan yazılan “ Tiyatro Büyük ödüllerinin Perde Arkası” başlıklı yazının şahsım ile ilgili olan ve gerçeği yansıtmayan kısımları hak- km’da aşağıdaki açıklamada bulunmayı görev sayıyorum.
l.gur kükılcM
T İ K S İ N T İC A Ğ I
©
Sayın Tezelli, öncelikle belirtmek isterim Şehir tiyatroları kültürel etkinlikleri kapsamı içinde 17.3.1986 tarihinde gerçekleştirilen ve yöneticisi olduğum “ Cumhuriyet Döneminde Türk Şiiri” isimli gösterinin yazınız da sözü geçen ödül töreni ile yakından ve uzaktan hiçbir ilgisi yoktur.
Bir yapıtın beyenenleri olduğu gibi beyenmeyenleri de olması doğaldır ve bu doğal yazgı sanatçının bir nedenle ödün vermesini gerektirmez.
Bu nedenle gayet coşkulu geçen şiir gecesinin sayın konukları tarafından da bu açı dan değerlendirildiğini ve yazı da ileri sürüldüğü gibi beni ödün vermeğe zorlayan bir talep veya davranışa maruz kalmadığı mı özellikle ve içtenlikle belirtirim.
Ayrıca yazınız da belirttiğiniz gibi Harbiye Liones kulübü üyesi değilim, Etiler Liones kulübü üyeside değilim. Bu nedenle bah- solunan şiir gecesi ile Harbiye ve Etiler Liones kulüpleri tarafından düzenlendiğini söylediğiniz anket, ödül dağılımı vs. konuları arasında bir bağlanü bulunması da olanaksızdır ve esasen yoktur.
Bu ödüllendirmeyi bende ödüller belirlendikten çok sonra sizin gibi gazete haberlerinden öğrendim. Bu nedenle sözü geçen ödüllerle ve ödüllendirme ile hiç bir ilgim olamaz ve olmadı.
Dergi’deki yazınızı müteakip dost çevremden öğrendiğime göre Büyük ödülleri Lions yönetim çevresi sanat danışmanlığı vermiş, organizasyonu ve ev sahipliğimde Harbiye ve Etiler Liones Kulüpleri üstlenmiş. Bu konuyu gerekli görürseniz Lions çevresi Sanat Danışmanlığı kanalı ile ayrıntıları ile öğrenebilirsiniz. Kişisel olarak kendilerini kutluyorum çünkü tiyatro adına yapılan her olumlu çaba, açılan her perde, verilen her emek ödüle layıktır hatta bunun bilincinde olanlar dahi ödüllendirilmelidir.
Sayın Ayşe Tezelli, 40 yıllık tiyatro seyircisi olduğunuzu söylediğinize göre bazı sanatçıları tammış ve değerlendirmiş olmanız gerekir. Bütün meslek arkadaşlarım ve seyircilerim bilir ki, on- ca yıldır özenle koruduğum tertemiz bir meslek yaşamım var. hiçbir tertibin içinde olmadım. Olamam. Buna gölge düşürmeye kalkanı da 38 yıllık meslek yorgunluğum adına hiç affet-
RESİM SERGİSİ22 Mayıs -14 Haziran
za
la le ,sanatevi
Mithatpaşa Cad. 13/14 Ankara Tel: 31 82 59Saygılarımla.
47
SERGİLER
Devrim, Taylan, Biiyükişliyen
EYOĞLU Vakko Oaleri- si’nde Nejad Devrim’in
1945’lerden 1980 başlarına uzayan çalışmalarından, özel koleksiyonlardan ne bulunduysa toplanarak düzenlenen bir “ küçük retrospektif” sergisi yer alıyor. Léopold Lévy’nin öğrencisi olduğu akademideki öğrenimini tamamlamadan 1946’da Fransa’ya yerleşen Nejad Devrim (d. 1923), Paris Okulu çevresinde sanatını geliştirmiş bir sanatçı. Adı üzerinde uyandırılan ilgi, Paris’e yerleştikten sonra çeşitli ülkelere yaptığı gezilerle dünyanın önemli müzelerine (Paris Modern Sanatlar, Grenoble, Nantes, Brüksel, Varşova, Havana, Pekin v.b.) yapıtlarının alınmasından kaynaklanıyor. 1956’da ABD’de beş ay bulunması ve 1965’ten sonra çıktığı İspanya, İtalya, Danimarka, Polonya ve Uzakdoğu gezileri de değişik teknik biçem ve duyarlığıyla kendisine çağdaş soyut akımlarda çok yönlü bir algılanma ve araştırma olanağı sağlamış olsa gerek.
Bu sergide öğrencilik döneminden kalmış 1944 yapımlı bir “ Otoportre” ile “ İhtiyar Adam” adlı yağlıboya geleneksel figür anlatımını aşmak isteyen yenilikçi bir tutum beliriyor. İlk yıllardaki parlak, etkili renk tuşları ve kırık, kesik, şeritsi çizgilerin arabeskiyle biçimlenmiş portre ve figür soyutlamaları giderek Pierre soulage’ın soyut leke düzenlemelerine, “ bilinçaltı doğaçlama” olarak da nitelenen informel anlayışın duyarlı, etkili ve özgür fırça tuşlarıyla oluşan sıcak, kontrast leke kombinezonlarına dönüşüyor. “ B ahar” , “ Rytro” , “ Dalgalar” , “ Baltık Kıyısından” adlı 1964-1977 dönemi resimlerinde ise doğal soyutlama ya da soyutlanmış peyzaj görüşünün ürünlerini buluyoruz. Bunlarda yaşam izlenimlerinin çok öznel yorumlarını salt görselliğe yönlendiren tadları araştırma eğilimi ağırlık kazanıyor. “ Küçük Retrospektif” ! oluşturan resimler 36 yıllık bir zaman kesitinden derlenmiş sınırlı örnekler olduğundan, Nejad Devrim’in özellikle ikinci Dünya Savaşı'ndan sonra etkinliğini duyuran soyut akımlardaki çok yönlü üslup araştırmalarını, kronolojik bir gelişmeyle değil bir- biriyle çelişen üslup oluşumlarını içeren bir soyutlanmalar karması durumuyla karşımıza çıkarmaktadır.
Orhan Taylan
ORHAN Taylan’ın (d. 1941) son iki yıllık çalışmalarından seçmeler bugünlerde Lebriz
Galerisi’nde sergileniyor. Üç yıl önce Taksim’de gösterilen "M altepe Resimleri” ile geçen yıl Ank a ra T an b a y ’da sergilenen “ Hasret Resimleri” doğrultusunda “ dünyada yaşanan her şeyden söz edebilecek” resimsel bir dilin daha da geliştirilmiş örneklerini buluyoruz Taylan’ın yeni sergisinde. Akademik eğitimden ve “ usta” ların figür geleneğinden gelen sağlam, işlek desen yeteneğiyle birleşen duyarlı sepya nüanslarının ağırlığına yer yer eklenmiş beyazlar, griler, kırmızılarla oluşan karışık teknikli resimlerinde öncekilerde olduğu gibi - insancıl mesaj hiçbir zorlamaya, abartıya yer bırakmadan etkisini duyuruyor. Toplumdan soyutlanmış uzunca bir zaman sürecinde yoğun ve sürekli bir çalışma olanağı bulan sanatçı, özlemleri, direnci, tedirginliği, çelişkileriyle insanoğlunun tüm gizilgücünü duyuran yeni çalışmalarından toplumsal bir perspektifi içeren imge kurgusuna dayalı bir resim anlayışının ilk örneklerini vermekte. Geleneksel figür anlatımına dayana kadın figürleri, kişilerin değişik ruhsal durumlarını yansıtan anlamlı portreler ve çiçek soyutlamaları arasında özellikle aynı tabloda değişik planlar içinde yerleştirilmiş portre, figür ve ayrıntılarla tek bir mekân ve zamanla sınırlı kalmayan bir resim diline açılıyor. Orhan Taylan yaşanmış gerçeklere, nesnel görünümlere yeni resimlerinde eklediği imge kurgusuna dayalı motiflerle anılar, çağrışımlara ilişkin öznel bir duyarlık payı katmaktadır. Böyle-
ce eski ustaların anatomik değerlere, trajik anlatımlara bağlı figür geleneğini çağına tanıklık eden bir yorum düzeyine, bir resim diline ulaştırmayı öngörüyor.
NKARA ressamlarından Zahit Büyükişliyen (d.
1946), Nişantaşı Tem Galerisi’n- ■de açılan .“ Çevre Sorunları” adlı sergisinde suluboya, yağlıboya ve karışık teknikte elli beş resmini biraraya getirdi. 1972-1976 yıllarında Kassel Güzel Sanatlar Akademisi’nde gördüğü uzmanlık eğitimim izleyen yıllarda Ba- tı’nın “ avantgarde” arayışlarından etkilenen sanatçıda bu yaklaşımın izleri, yakın yıllara değin, geometrik bir soyutlama kurgusuyla boyanın yüzeysel ve görsel bir işlerlik kazanmasını bağdaştırma kaygısında görülüyordu. On yıldanberi ilgilendiği çevre sorunları genç kuşak sanatçılarının özgün arayış biçimleri ve üslup deneyimleri doğrultusunda Büyükişliyen’in resimlerine yansımakta. Başkent resminin yaşanmış duyarlığıyla çağdaş soyut akımların etkileri, grafiksel öğelerin sentezini öngören yapıtlarında bu iki tutum un değişik dozda bileşimleri yer yer ağır basıyor. Kaim boya dokularıyla maviden siyaha dönüşen bir üçlemesi ile siyah fonlar üzerindeki karışık teknikte soyutlanmış mekân tasarımları, bir dizi resimde Ankara’nın doğa kirlenmesinin etkileri görsel bir düzeye aktarılmış. Pastel, kurşunkalem ve karışık teknikle beyaz fon üzerinde inceltilmiş fırça izleriyle oluşan lekelerle saptanmış resim notlarında ise doğa ile soyutlama disiplini arasında çözüm ola
nakları araştırılıyor. Soyut ve ka- ligrafik tuşlardan oluşan ve kadırgalarla kemerleri anımsatan birkaç resimde ise hocası Adnan Turani’nin izlerine rastlanıyor. Spontane bir lekecilikle hız kavramından çıkış yapan 1985 ya- pımlı suluboyalarında ötekilerden ayrılan “ informel” bir eğitim belirgin. Çoğu soyut mekân tasarımları olarak çeşitlenen resimlerine son yıllarda doğasal nesneler ve kıyı peyzajından esinlenen yorumlar da karışıyor. “ Serpinti” , “ Bir Gökyüzü Analizi” , “ Kumsalda” , “ Kulaç” , “ özgürlüğe Çağrı” adlı yağlıboyaları doğal izlenime çok yaklaşan yalın, hızlı, taptaze renk değerleriyle belirli bir düzeye ulaşıyor. Büyükişliyen’in geniş, coşkulu fırça tuşları, yer yer kalın dokulu resimlerinde ön ve arka plan arasında gizli çizgiler ve karelerden oluşan renk skalaları da ilgi çekicidir. Bu grafiksi öğeler giderek düşünsel öğelerin ağır bastığı kavramsal bir yapıya dönüşüyor. insanın, toplumun, zamanın değişimini vurgulayan se- miyotik bir anlam da çağrıştıran bu renkli kareler bir bakıma espas araştırmalarına yol açıyor; öte yandan anlamdan anlama geçerek sonuçta anlamsızlığa dönüşüyor.
Öteki Sergilerden Seçmeler
APTAN Heyamola adıyla tanınan özcan Onur’un (d.
1939) “ Elektronik resimler” i Destek Galerisi’nde sergileniyor. Sergi çağrısında Paris’te 1985 yılında “ Computer De Grafe” ı resim amacıyla kullanan dünyadaki ilk ve tek ressam olarak tanıtılan Onur, 1957-1962 yıllarında İstanbul D .G.S.A.’da resim eğitimi görmüş. 1969’da Bodrum’a yerleşerek betonarme tekne yapımına öncülük eden sanatçı, “ Heyamola” adlı yatıyla deniz turizmine de girişiyor. On yıl önce Bodrum’da birçok öğrenci ve sanatçının çalışabileceği “ Atölye Heyamola” yı kuran özcan Onur, 1984 Ekim’inden bu yana kışları Paris’te çalışmakta. Mul- tisoft Şirketi’nin 1985’te yapımına başladığı “ De Grafe” adlı bilgisayarla gerçekleştirdiği orta boy televizyon ek ram boyutlarındaki resimleri ilk bakışta değişik bir teknik ve gerecin göz alıcı, şaşırtıcı ürünleri gibi karşılanıyor. Bilgisayara bağlı elektronik bir kalem aracılığıyla ekran üzerinde oluşturulan ve “ De Grafe” ın on altı milyon renk tonu işleye- bilen kapasitesinden yararlanan
48
Onur’un resimleri, elektronik çağın olanaklarıyla resim sanatına yeni bir boyut katmayı amaçlıyor. Bu yöntemle yapılmış 42 resimde ekran biçimli yüzeyler teknolojinin zorunlu sonucu, ekranın noktalı dokusu, taptaze renk zenginliğiyle biçimlendirilmiş. Kaptan Heyamola’nın teknoloji ve sanat ilişkisini gündeme getiren resimlerinde, sanatçımn birbirine eklenen deney birikimleri, duyarlık, yorumlama, özgünlük ve üslup kaygısı yerine illüstra- tif ve fantastik biçimlemeler. Goblen tekniğini andıran doğal, süsleyici motifler ve fotoğrafın örnek tutulduğu portrelerde röp- rodüksiyon etkileri ağır basıyor. Oysa sanat yapıtlarında uygulanan yöntem ve gereçlerden çok ortaya çıkan yapıtın görsel niteliği, özgünlük ve kişilik kaygısı önem taşır. Sibernetikten biyoniğe, genetikten uzay çalışmalarına değin değişik bilim dallarında da ilgilenen, ressam, heykelci ve deniz adamı Kaptan Heya- mola’nın serüvenli yaşamına, bu sergisiyle elektronik çağın olanaklarını resme uygulayan yeni bir girişim daha eklenmiş oluyor.
ANAT etkinliğini 1975’ten bu yana kişisel ve karma
sergilerle sürdüren Atilla Tos’un (d. 1945), Ümit Yaşar Galerisi’n-. de açılan sergisi son yılların yapımı elliye yakın yağlıboyayı içeriyor. önceki sergilerinde izlediğimiz nesnel gözlemlere fantazi payını da ekleyen çiçekler, ince kadın portreleri, çocuklar, kuşlar gibi temalara bu kez at figürlerini de ekleyen Tos, iyice eritilmiş, yumuşak, güvenli renk/le- ke yüzeyleriyle gerçekle düş arasında bir ortam oluşturmuş. Başlangıçta modelden örnek alınmış, gerçekçi bir gözlemden çıkış yapan portre ve natürmortlarında duyarlı, dengeli, devingen bir renkçilikle deforme edilmiş bir biçim anlayışı yer yer konturlarla pekiştiriliyor. İmge gücünün katkısıyla bütünleşen genç kadın yüzlerinde kişilerin psikolojik derinliğine yönelen bir anlatım izleniyor. Kırsal bir kesimde ya da belirsiz bir mekânda özgürlük duygusunu simgeleyen at sürüleri, ikili üçlü at grupları ya da ay ışığıyla aydınlanmış bir ortamda ata binmiş figürlerle masalsı bir ortam oluşturulmuş. Yumuşak, devingen renk ve leke tonlarıyla uyumlu kontrastlan çekinmeden kullanan Tos, yüzeyci bir anlayıştan yer yer somut bir mekân arayışına girişiyor. Çoğu atların ve portrelerin arka planında yer alan diri yeşiller, mavilerle bir doğa özlemi vurgulandığı ölçüde, biçim ve anlatım ilişkisinde dış görünümle iç yaşantıyı bir
arada duyuran “ expressif” bir çözümün olanakları da araştırılıyor.
LK sergisini 1984 sonlarında Edpa Galerisi’nde açan
Aysu Koçak (d. 1955), bugünlerde gene aynı galeride yeni resimlerini sergiliyor, önceki sergisinde olduğu gibi Aysu’nun yeni resimlerinde de manolyalar, kaktüsler, nar çiçeği, ortanca v.b. çiçeklerle ev eşyaları ve meyvelerden düzenlediği natürmortlar büyük yer tutuyor. Çok titiz bir gözlem ve yoğun bir işçilik içeren bu tür resimlerin, özellikle simle işlenmiş yerel nakışlı ve do- k umalı örtülerde ışık-gölge, derinlik etkileri fotoğraf gerçekçiliğinden çok kılı kırk yaran bir atölye disiplininin yaşanmış duyarlık payım da içeren ürünleri. Evinin sınırlı boyutları arasında çevresini saran çiçekler, sandıktan çıkan işlenmiş örtüler, eski bir koltuk, bir süt güğümü, ekmek bıçağı gibi her gün karşılaştığı nesnelerde gün ışığının sıcaklığını, değişen mevsimlerin hüznünü, yaşamın geçip giden akışım duyumsatan bir ortam oluşturuyor Aysu Koçak. Daha da önemlisi, “ görüntülerin ardındaki bu gizemli devinimleri” , nesnel gerçekçiliğin ötesindeki öznel duyarlığı yantısabilme kaygısında oluşu. Bu doğrultuda ilk sergisinde beliren teknik yetkinliği daha da pekiştirmiş görünüyor. Natürmortların arasına serpiştirdiği kırsal kesimden ya da
kıyı görünümlerinden birkaç peyzajda ise yerle gök kesiminin sonsuzluğuna, derinliklerine gizemli çağrışımlar ekleyen duyarlıklı bir bakış ortaya çıkarıyor.
F UGOSLAVYA’da Kosova’ nın Peç kentinde doğan Ra- muş Ipek’in (d. 1940) Taksim
Galerisi’nde açtığı ilk kişisel sergi, gerçekçi bir anlatımı sağlam bir form anlayışı ve teknik bir yetkinlikle uygulaması bakımından izlenmeye değer. Akademi öğreniminin dört yıllık ilk bölümünü doğum yerinde gördükten sonra 1959’da ailesivle birlikte Türkiye’ye yerleşen ipek, 1959- 1964 yıllarında Güzel Sanatlar Akademisi’nin Cemal Tollu atölyesinde eğitimini tamamlamış. Uzun yıllar bir reklam şirketi ressamlığında çalışan sanatçı, ancak 1983'ten sonra uğraşını sadece resim üzerinde yoğunlaştırma olanağını bulmuş. Akademi döneminden kalmış az renkli, kurutulmuş biberleri konu alan bir tablo ile yıllanmış ağaçların gövde ve dallarıyla sardunya çiçeklerinden düzenlenmiş natürmortlar, Erdek’ten, Anadolu’ dan köy görünümleri, doğaya uyumlu evler ve figür düzenlemelerinde çok güçlü bir desen, form yapısıyla biçimlenen gerçekçi ve net bir anlatım beliriyor. Emir- gân’da bir kıyı, Şişhane’de bir sokak, Erzurum’da bir kurban bayramı öncesini konu alan yağlıboyalarla bir karpuz satıcısı, özellikle çiçek satan çingene ka
dınlarını yansıtan figür düzenlemelerinden yer yer afiş ressamlığından gelen illüstratif etkilere rastlanmakla birlikte, canlı ve hareketli bir figür anlatımı, sağlam bir form yeteneği ve renkçilikle bütünleşen gerçekçi gözlemleri Ramuş İpek’in gelecek çalışmaları üzerinde umudumuzu güçlendiriyor.
AHMET KOKSAL
I. Uluslararası Asya*Avrupa Sanat Bienali
ÜRKlYE’de ilk uluslararası nitelikte bir sanat organi
zasyonu olan Asya-Avrupa Sanat Bienali, A nkara Resim- Heykel Müzesi’nin bütün sergileme mekânlarım kapsayacak biçimde, 2 Mayıs 1986 günü törenle açıldı. Böylece hazırlığı bir yüı aşkın bir zamandır süregelen ve ulusal jüri kararlan basınımızda tartışma konusu yapılan sergi, kamuoyunun gözleri önüne serilmiş bulunuyor. Sergiye, Türkiye’nin yanı sıra Arnavutluk, Cezayir, Çin Halk Cumhuriyeti, Fransa, Hindistan, Irak, İran, İspanya, İtalya, Japonya, Katar, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Macaristan, Polonya, Romanya, Suriye, Suudi Arabistan ve Yugoslavya katılmış, ancak bu ülkelerden Hindistan ve Suriye’ye ait yapıtlar, serginin açıldığı güne kadar kargodan çıkmadığı için, söz konusu iki ülkeye ayrılan yerler, yapıtların geleceği tarihe kadar boş bırakılmıştır.
Demek oluyor ki I. Asya- Avrupa Sanat Bienali, Türkiye’ nin de içinde bulunduğu 19 ülkenin çağdaş sanat yapıtlarını bir arada ve toplu halde izleme olanağı veren kapsamlı bir sanat etkinliği olarak, kültür ve sanat yaşamımızdaki yerini almış bulunuyor. Katılım, sayıca ilk bakışta tatmin edici düzeyde görülmeyebilir. Ancak Bienalin ülkemizde ilk kez düzenlenmekte olduğu göz önüne alınır, ülkelerle büyükelçilik düzeyinde kurulan bağlantıların zaman darlığı ve duyuru mekanizmasının geç işlemesi nedeniyle yeterli etkiyi yaratmadığı da hesaba katılırsa, sonucu gene de olumlu karşılamak gerekecektir. Bir yandan çağdaş Türk sanatının yerinde izlenmesine olanak sağlayacak, bir yandan da yabancı ülke temsilcilerinin hazır bulunduğu bir ortamda başka ülkelerin sanatçılarıyla tanışma ve tartışma fırsatı ya-Zahit BUyUkişliyen
49
SERGİLERratacak bu tür bir organizasyonun devletçe ele alınması, öteden beri istenmekte, ortak bir arzunun ifadesi olarak sık sık dile getirilmekteydi.
Ülkemizdeki çağdaş sanat birikimi, uluslararası sanat biena- lini taşıyacak ve yaşatacak bir olgunluğa varmıştır diyebiliriz, Nitekim, katılan ülkelerin sayısı ve yarışmaya sunulan yapıtların niteliği ne olursa olsun, sergi birimlerinin yer aldığı ve karşılaştırma olanaklarının somut biçimde ortaya çıktığı bu bienalde, Türkiye bölümünü oluşturan yapıtlar, açılıştan sonra Ulusal Jüri Başkanı Doğan Kuban’ın yönettiği basın toplantısında, yabancı temsilcilerin de belirtmiş oldukları gibi, başka ülkelerin yapıtları yanında seçkin bir düzeyin varlığına tanıklık edebilmişlerdir. Ulusal Jürinin değerlendirmesi, kuşkusuz seçici kurulu oluşturan üyelerin, bu konudaki ölçütleriyle ilgili bir sorundur. Bu ölçütler, bütün seçici kurul kararları gibi tartışmaya açıktır. Ancak seçici kurul kararlarına karşı seçenek olarak öne sürülen görüşlerin, basma yansıyan bölümleri, bienal kavramının gerekli kıldığı sınırların epeyce dışına taşılmış olduğunu göstermekteydi. Bilindiği gibi dünyanın sayılı sanat ve kültür merkezlerinde iki yılda bir düzenlenegelen bu tür yarışmalı sergiler, ülkelerin en yeni çağdaş sanat üretimlerini uluslararası ortamlarda tanıtmayı amaçlar. Çağdaşlık, yenilik ve özgünlük, bieanalleri bileştiren temel ölçütlerdir. Her kuşaktan ve her boydan sanatçıyı belli oranda bir araya getirerek, bir tür toplu tanıtım ve genel çizgiyi yansıtma amacı, bienaller için geçerli olamaz. Uluslararası sanat pazarına, ülkeyi temsil etmek üzere gönderilecek yapıtların seçiminde ayrı yöntemler uygulanmakla beraber, ortak denebilecek eksenin yenilikçi düşünceler çevresinde toplandığı söylenebilir.
URUM böyle olunca, bienal kapsamında bir araya
getirilen ülke yapıtlarının seçiminde farklı ölçütlerden hareket edilmiş olmasını doğal karşılamak zorundayız. Ancak ölçütlerin farklı olması, seçilen yapıtların başarısı oranında bir geçerlilik taşıyabilir. 1. Uluslararası Asya-Avrupa Sanat Bienali’nde, seçici kurulun Türkiye’yi temsil edecek yapıtları ve sanatçıları saptarken, genç kuşağın üretimini toplu halde gözönünde bulundurduğu ve bienal şartnamesindeki bölümlemeye uygun olarak,
50
resim, heykel, seramik ve grafik dallarını kapsayan bir değerlendirme üzerinde durduğu görülebiliyor. Müzenin sergi salonunu kaplayan bu yapıtlar, bütünüyle Türk sanatındaki en yeni eğilimleri yansıtmıyor kuşkusuz. Ama bu eğilimlerin bir bölümünü de içine alan, bir çok yönlülüğü gözler önüne serdiği, dolayısıyla sanatımızın bugününden bir kesiti yansıttığı görülebiliyor. Bienalin düzenleme kurulu toplantılarında da tartışma konusu yapıldığı gibi, şartnameyi klasik geleneğe uyarak resim, özgün- baskı, heykel ve seramik dallarını içeren bir bölümlemeye tabi tutm ak, çağdaş sanat açısından bizi birtakım açmazlarla karşı karşıya bırakabilir. Çünkü çağdaş sanat üretimlerini, bu tür bir bölümlemenin ötesinde, özgür yaratımın bir uzantısı olarak düşünmek ve bienali de bu düşüncenin ışığında belli bir tabana oturtmak gerekecektir, iki yılda bir geleneksel olarak düzenlenmesi düşünülen böyle bir bienal, katılacak ülkeleri, bu tür bir bölümlemeye uymaları ve gönderecekleri yapıtları bu bölümlemenin sınırları içinde seçmeleri gerektiği izlenimine götürebilir. Kültür ve Turizm Bakanlığı, herhangi bir sıkışmaya yer vermemek için hazırlığına bugünden başlanması gerekli olan bienalin, 1988’de uygulanacak olan şartnamesini, kanımızca, yeniden ele almalı ve bu konuyu açıklığa kavuşturmalıdır.
ÎENALlN genel görüntüsü, çağdaş sanat konusunun
çeşitli ülkelerce farklı algılandığım göstermektedir. Daha doğrusu çağdaş sanat olgusu, bienale katılmayı kabul eden ülkelerin göndermiş oldukları yapıtlara, değişik görüş açılarıyla yansımaktadır. Konunun mantığına eğildiğimizde, bunu doğal karşılamak durumundayız. Ancak Türkiye’de ilki düzenlenen bu bienal karşısında, katılan ülkelerin aynı ciddiyetle konuya eğildiklerini söylemek oldukça güçtür, örneğin Batılı sanat geleneğinin temelindeki değerlerin mirasçısı kimi ülkeler —İtaly a ve İspanya— Türkiye’de düzenlenen bu bienali, yarışmada derece alma kaygılarının ya da seçkin bir bölüm oluşturma düşüncelerinin ötesinde değerlendirmiş ve herhangi bir sergiyle bu bienal arasında fazla bir ayrım gözetmemişlerdir. Bunun nedenleri üzerinde durmak, belki de ayrı bir yazımn konusudur. Öte yandan Çin Halk Cumhuriyeti ve Japonya gibi, bu konuda deneyimli olmaları gereken ülkeler,
bienali, geleneksel el sanatlarını tanıtacak bir pazar olarak görmüşler ve yarışmaya bu türden “ elişleri” göndermekle yetinmişlerdir. Bunda, sanırım, Türkiye’1 deki çağdaş sanat oluşumlarına yabancı kalmanın ve bienal şartnamesini yeterince incelememiş olmanın da bir payı bulunabilir. Buna karşılık Irak gibi bir Arap ülkesi, belki de en güçlü sayılabilecek sanatçılarıyla sergide ciddi bir yer işgal etmenin sorumluluğunu üstlenmiştir. Irak’m yanında İran, belki de ülkede geçerli olan politik eğilimin bir göstergesi o la rak a lınabilecek “ milli” sanat ürünleriyle, bienalde temsil edilmeyi uygun görmüştür.
İENALİN en dikkate değer bölümleri, başta Polonya
ve Fransa olmak üzere orta Avrupa ülkeleri, bu arada Macaristan, Romanya ve Yugoslavya’ dır. PolonyalIlar, sergide, her yönüyle ilginç üç ressam ve bir heykel sanatçısıyla temsil ediliyorlar. Nitekim, sergi komiserlerinin oluşturduğu uluslararası seçici kurul, PolonyalI iki ressamla bir heykeltraşı, yerinde bir kararla ödüllere değer bulmuştur. Heykeltıraş Adolf Ryske, büyük kitlenin metamorfoz yoluyla figüre dönüşümünü konu alan heykellerinde, ressam Stawomir Ra- tajski ise yeni-fauve akımının büyük boyutlu tuallere uygulanmış kompozisyonlarında göz doldurucu ustalıklarını sergiliyorlar. Jon Dubkowski için de aynı şeyi söyleyebiliriz.
Genç Fransız ressamı Dominique Gauthier, bu ülkenin bienale seçip gönderdiği tek sanatçıdır. Bizim seçici kurul, bu yönteme uyup Türkiye bölümü için bir tek sanatçıyı uygun görseydi, sanırım’ şimdikinin birkaç katı bir tepki almış olurdu. Ne var ki Gauthier, reçineyle sertleştirilmiş ve birbiri üzerine oturtulmuş tual parçalarıyla oluşturduğu koca resimlerinde, Fransa gibi bir ülkeyi tek başına temsil etmenin ağırlığı altında ezilmiyor. Kendisi bu çalışmaları için “ Yeni-Barok” ya da “ Yeni-Fauve” terimlerini kullanıyor. Elbet kavramsal endişelerden hareket ettiğini de saklamıyor. Soluklu ve cesur bir sanatçı karşısında bulunduğumuz bir gerçek.
Macarlar, Fransızların aksine, bienalde birkaç sanatçı bulundurmayı ve ülkelerinin çağdaş sanat oluşumunu, en yeni saydıkları yapıtlarla dışa vurmayı gerekli görmüşler. Romanya için de aynı şeyi söylemek mümkün.
Yugoslavlar ise, kuşkusuz çok başarılı oldukları bir dalda, özgün baskıda bienalin ilgi çekici bir bölümünü oluşturuyorlar.
Cezayir ve Suudi Arabistan, geleneksel kültürün büyük ölçüde yönlendirdiği, ancak çağdaş sanat gelişmelerine ayak uydurma girişimlerinin de gözden uzak tutulmadığı eğilimleri benimseyi- ci yapıtlarla yer alıyorlar sergide. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, bugün bu kesimde etkin bir sanatçı işlevini benimsemiş görünen bir grup tarafından temsil ediliyor. Bu gruptan Aylin ö rek ve Emin Çizenel gibi sanatçıları, daha önce başka sergilerle de tanım akta, çalışmalarını olanaklar ölçüsünde izlemekteydik. Kıbrıslı genç sanatçılar, göründüğü kadarıyla, hem Türkiye’deki hem de ülke dışındaki sanat etkinliklerine daha dinamik biçimde katılmanın gerekli olduğuna yürekten inanıyorlar. Ne var ki bienalin açıldığı günlerde, Ankara’da bir başka galeride düzenledikleri karma serginin, biraz aceleye gelmiş görüntüsü, onların bu inançlarına bir parça gölge düşürmekteydi.
SYA-Avrupa Bienali’nin ödül sistemi, olabildiğince
çok sanatçıyı değerlendirme ve ülkeleri özendirme ilkesine dayalı bulunmakta, bu yönüyle daha çok ilerdeki bienallerin yaratabileceği ihtiyaçları karşılamaya yönelik bir görünüm taşımaktadır. Cumhurbaşkanlığı Atatürk Sanat Ödülleri, Başbakanlık Dostluk ve Barış ödülleri, Kültür ve Turizm Bakanlığı Asya-Avrupa Sanat ödülleri, Resim-Heykel Müzesi Osman Hamdi Sanat ödülleri adı altında dörder ödülü içeren bu sistemi de yeterli görmemiş olacak ki, uluslararası seçici kurul, “ Jüri özel ö d ü lü ” adı altında yedi ödül daha vermiştir. Ödülerin bu derece geniş tutulması, hiç değilse ilk bienal için eleştiri konusu olabilir.
ÜLTÜR ve Turizm Bakanlığı, bienal çerçevesinde,
Türkiye Bölümü’ne yöneltilen eleştirileri biraz hafifletmek, bu arada “ Türk plastik sanatlarım gereği gibi tanıtm ak” ve bu konuda “ genel bir fikir vermek” amacıyla Mayıs ayının ilk yarısını kapsayacak bir “ Çağdaş Türk Sanatı Sergisi” düzenlemek gereğini de duymuştur. Ancak Devlet Galerisi’nde düzenlenen bu serginin, bir “ refüze” sergi ya da “ tâviz” sergisi olarak değerlendirilmesi yanlış olur. Böyle bir karma sergi, eksiklerine ve katıl-
ma isteksizliğine karşın, her zaman düzenlenmesi mümkün olabilecek, tanıtıcı bir gösteridir. Türk sanatını, genel çizgileriyle ortaya sermek, kuşak ayrımı gözetmeksizin tüm eğilimleri tanıtmak dışında, bienalle doğrudan bir ilgisinin varlığını savunmak da oldukça güçtür. Ama bi- enal nedeniyle Türkiye’ye gelen yabancı sanatçıların ve sergi komiserlerinin, çağdaş sanatımızı bilmedikleri ya da yeterince izlemedikleri dikkate alınırsa, toplu bir gösteri olarak yararlarından da söz etmek mümkün, ilerde bu tür bir sergiye gerek duyulmayacağı umulabilir.
Kültür ve Turizm Bakanlığı yetkilileri, bienal için “ hayati” bir önem taşıyan katalog hazırlama işini, ödül töreninin yapılacağı Haziran ayına ertelemiş bulunmaktadır. Daha doğrusu bu erteleme, koşulların ortaya çıkardığı zorunlu bir gecikmeden kaynaklanmıştır. Kanımızca katalog, hele bu tür önemli sergileri yarınlara aktarmakta ve belgelemekte, ilk planda düşünülmesi gereken bir konudur. O nedenle de açılış törenini ve ödül sonuçlarını izleyen ilk günde ya da haftada izleyicilerin, basın temsilcilerinin, yabancı ülke sanatçılarının yararına sunulmalı, çalışmalar bundan böyle, bu amaca göre düzenlenmelidir.
I f~AZİRAN ayının sonuna 1 1 kadar açık kalacak olan I. Asya-Avrupa Sanat Bienali, Türk sanatını dışa açmakta, dışarının sanatını ülkemize aktarmakta olduğu kadar, dostluk ve barış düşüncesini kökleştirmekte atılmış önemli bir adımdır . Bu tür uluslararası sanat organizasyonları, büyük yatırım ve emek isteyen, eksiksiz gerçekleşmesi pek de kolay olmayan kültür etkinlikleridir. Nitekim Asya- Avrupa BL-nali de, bu açıdan bakıldığında tüm eksikleri ve aksak yönleriyle desteklenmesi, omuz verilmesi gereken olumlu bir harekettir. Ülkemizdeki sanat kuruluşlarına, sanata gönül veren kurumlara ve kişilere düşen görevler, en azından bu organizasyonu destekleyici ve kolaylaştırıcı olmalıdır.
Mevsim Sonuna Doğru
ğ-f IR sanat mevsimi daha bit- U mek üzere. Haziran ayı gelip dayandığında, yoğun sergi et-
Polonyalı ressam Jan Dubkowski’ nin, “ müstehcen” bulunarak sergiden çıkarılan tabloları
D E V L E T , S A N A T I Ç O K İY İ K O R U M A L ID I R
I. A sya-A vrupa B ienali’nde yer a lan , P o lonyalI ressam Jan D ubkotvski’nin bir tab lo sunu pornografik bu larak , “ Bu sanat değil, ç irk in lik tir” yorum uyla, K ültür B akanı’ndan söz konusu tab loyu sergiden kaldırm asını isteyen Sayın C um hurbaşkanı K enan Evren, Fransa’da Devlet Başkam M itter/and adına açılan bir yarışm ada büyük ödül kazanan ürün konusunda da, “ Bu resim y ırtık m ı?” sorusunu sordu. Sayın C um hurbaşkanı’nm isteği üzerine PolonyalI ressam ın ürünlerinin sergiden kaldırılm ası em rini veren Sayın Taşçıoğlu, bu konuda sorulan bir soruyu, “ Bu, benim le m em urum arasındaki bir iştir” sözleriyle yan ıtladı. B akanlık M üsteşarı Sayın A rık ise, gazetecilerden olup-bitenleri yazm am alarını rica etti.
Bir asker ve devlet adam ı olan Jaruzelski’ nin ayrıca uyarılm ası gerekirdi, diye düşünüyorum . Bu tü r resim lerin ülkesinde yapılm asına göz yum m asına bir söz söyleyemeyiz gerçi, bu P o lonya’nın iç işlerine karışm ak olur ne de olsa, am a bu ürünlerin ülkesini temsil etm ek üzere seçildiğinden haberdar olduğuna inanm ak çok güç. Y oksa, onun d a , Sovyetler’in Nureyev konusunda yaptığı tü rden b ir girişimde bu lunup , bu “ sanat olm ayan çirkinliğin” sergilenmesini önleyeceğinden, ben kendi payım a herhangi bir şüphe duym uyorum .
Kaldı ki, devlet ile sanatın ilişkisinde esas edan korum a öğesidir. Sanatta, edebiyatta kendiliğinden var olduğuna esefle tanık olduğumuz sapık öğelerden toplum korunm ayacak o lursa, M evlânâ’nm “ M esnevi” si ya da N edim ’in pervers şiirleri, tıpkı L eonardo d a Vinci’nin ya da Nicolas Poussin ’in alenen cinsel birleşmeyi
konu edinen tab lo ları gibi bir ulusun manevi çöküşünü hazırlayabilir. N itekim , L ût kavmi- nin başına gelenlerin nedenini de başka yerde aram ak d u rum unda herhalde değiliz.
Bizde, her şeyin hallaç pam uğu gibi dağıldığı 1980 öncesinde, devlet ile sanat ilişkisi açısından da üzücü bir gevşemeye tanık olunm uştu. H atta , Sayın K oru türk’ün döneminde Ç ankaya’ya sanatçıların davet bile edilmiş olduğunu bugün şaşkınlıkla anım sayanlarım ız az değildir. Neyse ki, bü tün huzursuzlukların kaynağına inildiği 1980 sonrasında, devlet-sanat ilişkisine de yeni boyutlar getirilmiş, bunun sonucunda da, İskandinav ülkelerinin önyargılı m uhalefetlerine rağm en H alley, 53 puan to p lam ıştır. Sayın C u m h u rb aşk an ın ın I. Asya- A vrupa Bienali’nde gösterdiği duyarlığın bundan böyle diğer yetkililer için de b ir örnek davranış oluşturacağı um udundayım .
ENİS BATUR
51
SERGİLER
I Hindistan bölümünde yer alan resimlerinden biri
kinlikleriyle çalışmalarım sürdürmüş olan galeriler, yeni mevsimin hazırlıklarına başlamak için rahat bir soluk alacaklar. Sergi izleyicileri, meraklılar, önümüzdeki mevsim hangi sergilerle karşılaşacak, hangi sürpriz olaylara tanık olacaklar? Bunu zaman gösterecek elbet. Birbirinin üç aşağı beş yukarı benzer yapıtlardan, “ çırpıştırılmış” işlerden, göstermelik çalışmalardan bunalmış olan izleyici, dileriz, önümüzdeki mevsim, geride bıraktığımız ayların sergilerini aratm ayacak daha kapsamlı, araştırma ürünü işlerle karşılaşırlar.
Geçtiğimiz ayın sonlarına doğru, Ulusal Egemenlik Haftası nedeniyle düzenlenen etkinlikler arasında “ Çağdaş Türk Plastik Sanatları Sergisi” , ayın en seçkin sanat şöleni —yalnız ayın mı?— olma niteliğini taşımakr taydı. Topu topu bir hafta açık kalan ve ne yazık ki yeterince izlenip görülemeyen bu sergi, benzeri karma sergilerden iki yönüyle ayrılmaktaydı: Sergide yer alması uygun görülenler, yaşayan sanatçılar arasından bir seçici kurul kanalıyla seçilmiş ve serginin oluşturulması görevi, TBMM adına Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi tarafından üstlenilmişti. Resim, heykel, özgün baskı ve seramik dallarında, belli bir düzeyin üstüne çıkabilmiş ve günümüz Türk sanatını başarıyla temsil edebilmiş sanatçıların oluşturduğu yapıtlar toplamı, T. İş Bankası Genel Müdürlüğü Galerisi’nde yer alan biçimiyle, çağdaş sanatımızın bugün varmış olduğu noktayı, kuşak ve eğilim ayrımları dışında ortaya sermekte idi. Sergiyi gezen ve dikkatle inceleyen bir kimse, Türk sanatının 1950’Ii yıllardan bu yana, aşağı yukarı 35-40 yıl içinde nereden nereye geldiğini, hangi yollardan geçtiğini, hangi kaynaklardan beslendiğini ve amacına ne ölçüde ulaştığım açık bir somutlukla izleyebilmekteydi.
Sergi nedeniyle bastırılan kapsamlı kataloğun, özenli baskısıyla, bugüne kadar, bu türde yapılan çalışmalara ciddi bir katkı sağlayacak düzeyde olması da ayrıca önemliydi.
OKU’da Nihat Tando- ğan’ın sergisini, Türk res
minin emektar temsilcilerinden Şeref Bigalı’nın sergisi izledi. Nihat Tandoğan’ın, akademik sanat terbiyesini, klasik doğa gözlemini yüceltmeyi amaçlayan resimleri, çok kimse tarafından belki de “ modası geçmiş” örnek
ler olarak nitelenebilir. Ben o kamda değilim. Resimleri “ moda” ölçüsüne göre sınıflandırmaya girişirsek, bugün gündemde olduğu varsayılan akım ya da eğilimlere göre oluşturulmuş nice çalışmanın, günümüz hızlı akış ve iletişim sürecinde ra h a tlık la “ miadım” doldurduğu, gündemden silindiği görülecektir. Nihat Tandoğan, inandığı bir türün temsilciliğini yapıyor. Bu tür, deseni ve konstrüksiyonu esas alan bir anlayışın ürünüdür. Figür çizdiği halde figürü beceremeyenlerin, bu resimden alacak paylan bulunduğu su götürmez.
Şeref Bigalı’mn resmi, izlenimci anlayıştan kaynaklanan, ancak bunu yeni oluşumlarla zenginleştirme amacına yönelik, bir bakıma “ melez” bir üslup temeli üzerinde biçimlenmekte, eski çahşmalanna bu kez, biraz daha mütereddit soyut elemanlar eklemektedir.
Oya Katoğlu’nun, uzun bir aradan sonra Tanbay’da sergilediği resimleri, Uzakdoğu sanatım akla getiren ve alıştığımız anlayışıyla kolayca bütünleşen doğasal stilizasyonların eşliğinde, bu kez fazla belirgin olmayan bir
espas arayışına tanıklık ediyor.
S iyah-B eyaz’dak i Barış Eren’in fantastik ve gerçeküstü- cü kökenli çalışmaları için, daha önce olumlu şeyler yazmış ve asıl uğraşı tiyatro olan bu genç arkadaşın geleceği için umutlu olduğumu belirtmiştim. Bu sergisi, öncekinin bir devamı ve sanatçı fantezisinin daha berrak bir uzantısı gibi görünüyor.
Mi-Ge, genç sanatçılar ara
başaran
günler tuz rengi
İS.
sında “ Barış ve Dostluk” temasına bağlı olarak düzenlediği yarışmayı sonuçlandırdı. Yarışmaya gelen resimler, genç sanatçıların bu tema çevresinde görüş ve yorumlarını, hangi plastik çözümler düzeyinde ele aldıklarım toplu halde yansıtmakla kalmıyor, genç sanatçı kuşağının bir kesiminin algı ve beğeni düzeyini de, kendi eğilimleri çizgisinde ortaya koyuyor. Genç kuşak, elbet bu resimlerle sınırlı değil. Gönül isterdi ki, yarışmaya bugün yapıt üretmekte olan bütün genç sanatçılar katılsın ve kendi kuşaklarının da sloganı haline gelmiş olan bu mesajı, resimsel değerleri dışlamayacak sır-rlar içinde ele alabilmenin olanaklarını gösterebilsinler. Yarışma, hiç değilse şimdilik bu tür olanaklarınneler olabileceği konusunda bir ön fikir vermiştir. Seçici kurulun ödüle değer yapıt bulamamış olmasını, katılmanın istenen ölçüye varmamış olmasına bağlayabiliriz. Ama mansiyonların düzeyi, bundan böyle genç sanatçıları özendirici bu tür yarışmaların daha sık düzenlenmesi gerektiği görüşünü güçlendirici niteliktedir.
KAYA ÖZSEZGİN52
YENİ YAYINLAR
Ödüller ve •••
ÇOK şey söylendi ödül üstüne. Neydi ödül? Bir yararı var mıydı sanatçıya? Son yıllar
da böylesine çoğalmasına ne demeliydi... Nerdeyse ödüllendirilmemiş yazar ozan kalmayacaktı. Düpedüz bir değer yitimi sayılmaz mıydı bu ...
Aslında kendi kendisiyle yarışırdı sanatçı, kendisini aşmaya çalışırdı. Düşündüğünü gerçek- leştirebilmekten, sözünü yerine ulaştırabilmekten daha büyük ödül olur m uydu... Kendi ödülünü kendi yaratan kişi olmalıydı sanatçı...
Hem, ödüllerin tam yerini bulduğu da söylenebilir miydi?..
Bir bakıma anamalcı düzenin bir tür pazarlama yoluydu ödüllendirme. ö d ü l kazanan yapıtın basılma, satılma şansı artıyordu; kimi zaman biraz soluk aldırıyordu sanatçıya, özendirici de oluyordu.
ödüller üstüne yazılıp konu- şuladursun, giderek “ büyük ikramiye” boyutunda ödüller de göründü...
Akademi Kitabevi ödülleri’ nin verilişi sırasında bir konuşma istendi İlhan Selçuk’tan. Değerli yazarımız aşağı yukarı şunları söyledi dinleyicilerine;
“ ö dü llend irm e kuşkusuz önemli bir olay. Binleri ya da bir kurum, birilerinin ürettiğini beğeniyor, bir şeyler ödüyor ona. Ödül alan için de ilginç olay, düşündürücü... Burada ödülün kimliği sorunu çıkıyor ortaya: Ödülü koyan kim, ya da hangi kurum? Amacı ne? Seçiciler kurulunda kimler var? Şimdiye değin bu ödülü alanlar?.. Bir ödülün kimliği bunlara bakarak saptanabilir, değeri d e ...”
Akademi Kitabevi ödülleri’ nin galiba ödüller arasında ayrı bir özelliği var. ödülü koyan, amaç, seçici kurul... Gençlerin yayımlanmış, ya da yayıma hazır ilk yapıtları ödüllendiriliyor, bir tür yol açıcılık... Gerçekten de yüreklendirici, onurlandırıcı bir ödül. Şimdiye değin ortaya çıkardığı ozanlardan akla gelenler şunlar: Ozan Telli, Turgay Fişekçi, Hüseyin Haydar, Ahmet Ada, Ali Cengizkan, Suat Var- dal, Nevzat Çelik, Mehmet Yaşın, Süha Tuğtepe, Hüseyin Alemdar...
Gelelim ödüllendirilmiş ya da kendi ödüllerini yaratmaya çalışan yapıtlara (sanatçılara)!
IŞIK Merdiven, Mehmet Yaşın, Cem Yayınevi, 64 sayfa,330 lira.
AHA önce Sevgilim Ölü Asker adlı yapıtıyla Aka
demi Kitabevi Şiir Birincilik Ö dülü/A .Kadir Şiir ö d ü lü ’nü kazanmış Mehmet Yaşın, yitirdiği annesi Ayşe Süleyman’ın anısına adamış yeni yapıtım; onun ölümünden duyduğu acıyı, ölüm üstüne duygulanmaları dile getirmiş kitap boyunca, tümümüzde yankılanan boyutlar kazandırmış “ acı” ya... “ Günün birinde/ço- cuklarına verdikçe zenginle- şen/bir anne olur yeryüzü/ve yeryüzü olursun sen” . Ozan, annesinin anılarından alıntılarla görsel özellikler de kazandırmış yapıtına. Arkakapakta'şöyledeni- yor: “ Şairin lirizm ve hum oru, yalınlık ve derinliği, bireysel ve toplumsal yaşayışları kaynaştıran şiir çizgisi yeni bir boyutta sürüyor.” Yine kapak yazısından, ozanın şiirlerinin, 10’u aşkın yabancı dile çevrildiğini, Kıbrıslı Türkler ve Rumlarca bestelendiğini öğreniyoruz.
TOPLANMIŞ SEVGİ ÖLÜLERİ, Hüseyin Alemdar, Broy Yayınlan, 64 sayfa, 400 lira.
KADEMİ Kitabevi 1985 Şiir ödülü Seçici Kuru-
lu’nca başarılı sayılmış bir yapıt. A .Kadir’den, Kemal ö z e r’den, Nazım’dan, Ülkü Tamer’den alıntılar, bölüm başlıkları olmuş kitapta. “ Sunu Yerine” de şöyle diyor ozan: “ Ayrılıklarla başladı şiirim; acılarla çoğalttım acımı. İnsancıl, banşçıl yüzlerde serinlendi acım... Okurum, hep şi
irini yazdıysam acının bağışla! Bu can bu yürek varken bende, şiirini yazacağım umut ve kavganın d a .” Hüseyin Alemdar, içe işleyen dizelerle insanı, yaşamı dile getiren bir acılar ozanı. Seçici Kurul üyesi Kemal ö z e r’in yargısı şöyle: özetle söylersek yaşadığım imgelerle düşünebiliyor, imgelerini bir sesin, bir ritmin oluğundan akıtabiliyor. Açık yürekli, konuşkan, yaşamı her yönüyle kucaklamaya hazır bir ozan.” “ Gülle Gözyaşı” nda: “ Tutuklanırsam sakın ağla- ma/güle gözyaşı damlatmak/ya- sakmış bu sokakta!” diyen ozan, okuruna verdiği sözü tutacak umut ve kavganın da şiirini yazacak elbet.
SİSTE KALABALIKLAR, Yılmaz Odabaşı, Memleket Yayınlan , 64 sayfa, 300 lira.
lYARBAKIR’ın Çermik ilçesine bağlı Başarı köyün
de doğmuş ozan (1961). Köyünün adı Başarı da olsa, Almanya’daki Türk işçileri gibi köylülerimiz “ en alttakiler” hâla; okuyabilmeleri, yaşamlarım sürdürebilmeleri, hele seslerini duyura- bilmeleri Kafdağı’nı aşma bir tü r... “ Dipnotlar” , “ Pusuda Yalnızlıklar” , “ Dili Olsa” bölümlerinden oluşuyor Yılmaz Odabaşı’nın Siste Kalabalık- lar’ı... Zor günlerden, yaşamın sancılı yanlarından ses veriyor ozan, çocuksu bir sayıklamayı andırıyor kimi zaman dili... “ Çocuklar da üşüyor ortaçağlı acılarda/Biliyorum/yıldızlar da üşüyor./Böyle bir ortamda “ vurgun yemişçesine” şiirlere akıyor ozanın yüreği. Kısa kısa dizeler
ceMB-
ÖZEL10
dökülüyor ağzından. Gene de dirençli. Mapusane Güncelerin- den” in birinde şöylj diyebiliyor: “ Yansıdıkça ayışığı ıslak dalla- ra/D erim bir çığlıkta tükenmez gençliğimiz/Doğrulur ve doğrultur inan/B ir’e bin veren diriliğimiz” . Tümüyle bir “ tanık şiir” Odabaşı’nm şiiri; terli yamna sokulmuş akşamlar, terli yanına sisli kalabalıklar... Sisin dağılmasını, kalabalıkların aydınlığa çıkmasını özletiyor: “ Benim susamışlığım yazacak Aşkın/ve acının tarihini” demekte haklı.
Y ERYÜ ZÜ AŞKIN YÜZÜ OLUNCAYA DEK, Adnan Yücel, Yön Yayıncılık, 80 sayfa, 450 lira.
İ T AVGALARA Sözlenen -* * Sevda, Soframda Kaval Sesi, Bir özlem Bir Tiirkü'den sonra, ozanın dördüncü yapıtı. H ayır, ödüllü değil ama, ödülünü kendi yaratmaya çalışıyor Adnan Yücel, Mehmet Yaşar Bilen’in hazırladığı 70 Kuşağı Şiirimizi Taşıyor adlı yapıtta bir soruyu şöyle yanıtlıyordu: “ Şiirin işi, soyutu somut, bilinmezi bilinir kılmaktır. Bu yüzden kendi şiirlerimde, zor imgeleri bile doğal bir imgeymiş gibi yalın bir dille vermeye çalışırım.” “ Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek” te ozan: “ Aşksız ve paramparçaydı yaşam/Bir inancın yüceliğinde buldum seni/Bir kavganın güzelliğinde sevdim/Bitmedi daha sürüyor o kavga/Ve sürecek/ Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek” deyip çıkıyor yola. Umudun, direncin, sevginin yolculuğu, destanı bu yapıt.
“ öm rünü destan gibi yürü- yenler” in uzun soluklu şiiri, Yü- cel’in yapıtı.
KASIM ÇİÇEKLERİ, Sabahattin Kömürcüoğlu, kendi yayını, S00 lira.
• •
Ö ĞRETMEN ozan Kömürcüoğlu, 57 şiirini toplamış bu ikinci yapıtında. “ Sunuş” ya
zısını yazan Şinasi özdenoğlu şöyle diyor: “ İyi şair, — bir anlamda — en güzel şiirini bile aşmak zorunda olan kişidir. Bu yalnızca Sabahattin için değil, en ünlü şairler için de böyledir. (...) Şiirin ne olduğunu ve ne olmadığını bilen Kömürcüoğlu, inanıyorum ki, umutlarımıza haklılık kazandıracaktır.” Ozandan bir dörtlük: “ Açın kapınızı açın/Alın beni evinize/ölümsüz sevgiyim ben/Işık olurum size.”
MEHMET BAŞARAN53
MÜZİK
İ.D.S.O. ile Mevsim Sonu Konserleri, TRTTV'de "Pazar Konserleri" ve Gerçek Bir Bale Şölenif j ALIŞM ALARI yıllardır
görülmemiş hoşgörüyle erken kesilen devlet müzik topluluklarındaki görevlilerin, Ankara Cum hurbaşkanlığı, İstanbul ve İzmir Devlet Senfoni orkestraları üyelerinin yüreği baharla tomurcuklanan ağaçları, koncadaki çiçekleri görür görmez dünyada galiba hiçbir topluluğa nasip olmamış aylar süren uzun mu uzun tatil süresinin kıvancıyla tatlı tatlı çarpar, böylesine bir coşkunun etkisi mevsim sonu konserlerine bir başka renk ve tat katar.
l.D .S.O . mevsimin bir önceki konserinde 1.1. Galati yönetimindeydi, başkemancı yerini Cemal Özdoğan almıştı. Ve dünyada ilk kez kısa süre önce Romanya’da seslendirilen bir eser programın ilk parçasıydı; Kemal Sün- der, “ Op. 26 Timpani Konçertosu” ... Yeni bir alana el atmak amacıyla yazıldığı besteci tarafından açıklanan “ Konçerto” , çalmışı boyunca ilginç bir esinin, bilgili bir işçiliğin ürünü olduğunu kanıtladı durdu. Avrupa’ya önce İspanya yoluyla Arapların, Haçlı Seferlerinde zırhlı şövalyelerin, daha sonraları at üstünde ikili biçimiyle sipahilerimizin tanıttığı davul 18. yüzyıl sonlarında mekanik donatım lar sayesinde orkestraların önemli çalgıları arasına katılmış, yüzyılımızda O. Gerster, F. Donatini ve W. Tha- erichen gibi bazı besteciler yapısı ve tokmaklarının zorunlu kıldığı nitelikler kadar çalmışındaki inceliklerle de ustalık gerektiren çalgıda değişik bir anlatım yolu bulmuşlardır. Sünder çalgıyı yaylı ailesinden viyolonsel ve kontrbasların, tahta ve maden üfleme çalgıların eşliğine katarak, birbirine bağlı üç lirik bölümle oluşan “ Konçerto” sunu son verimlerine ekledi. Bu değişik partisyonu ilgiyle izledik, solist olarak katılan Yücel Berrak’ı alkışlarımızla kutladık.
Yurdumuzda öğretmenlerinden sağladığı bilgi ve deneyimi daha sonra Münih’te gene değerli eğitimciler yanında geliştiren piyanist Hülya Saydam’la solist olarak uzun süre sonra tekrar buluşmak, müzikseverleri sevindirmiş olsa gerekti. Bn. Saydam gene l.D .S.O . eşliğinde F. Cho- pin’in “ Op. 21 No. 2 Fa minör
Konçerto’’sunu, ilk gençlik dönemi duygularıyla yoğrulmuş, rom antik evrene özgü renklerle bezenmiş ünlü eseri sanırım dinleyenlerin onayladığı kusursuz tekniği, Chopin edebiyatına pek yaraşan yumuşacık basışlarıyla seslendirdi. Değerli sanatçımızı bundan böyle daha sık görmeyi dilerdik... Konserin ikinci yarısında bestecisi S. Prokofiyef’in “ çocuklar için senfonik masal” diye tanımladığı “ Piyortr ile Kurt” u dinledik. l.D .S.O. solistleri ve gruplarından... 1936’da Moskova Merkez Çocuk Tiyat- rosu’na “ anlatıcı ve orkestra” için düzenlenip bestelenen ve bir Rus halk masalını zekice buluşlar ve lirik ezgilerle anlatan eseri Devlet Tiyatrosu oyuncularından Zafer Ergin’in açıklamalarıyla izledik. Ancak, birkaç önemli noktayı da anımsamadan edemedik; “ senfonik m asal” ın örneğin B.Britten’den “ Genç. A dam ın O rkestra ö n d e r i” , J.H aydn’ın “ Oyuncak Senfonisi” gibi eserlerle birlikte her mevsim yalnız çocuklara en az iki konserle dinletilmesi, anlatıcı gerektiğinde söylediklerini salonun her köşesine ulaştıracak “ ses bü- yüteçleri” nin kullanılması.
D.S.O. Mayıs’ın ilk günlerinde 1.1. Galati yönetimin
deki “Bahar Konseri” ile kapayıverdi sezonu. Genelde gençlere seslenen Amerikan ağırlıklı parçalar, klasik eserlerin “pop” düzenlemeleri ve arada topluluk üyelerinin oluşturduğu “Jam Session’Ta salonun olağanüstü coşkusunu gözlerken, gene bazı düşüncelere daldık; bu tür programları her mevsim en az iki kez düzenleyip birini de “yılbaşı günlerinde dinletmek, parçalara daha çok Avrupa kaynaklıları katmak, sahneyi süsleyen çiçeklerde daha eli açık davranmak. l.D .S .O . üyelerine uzun tatilleri boyunca mutlu günler dilerken konser mevsimlerini daha iki-üç hafta uzatamaz mıyız diye sormaktan kendimizi alamadık. “Bahar Konseri” nedeniyle yönetici 1.1. Galati’ye ve başkeman- cı Yusuf G. Aksöz’e selam.
STANBUL Devlet Opera ve Balesi’nin günümüz bale
sanatında büyük yetenek Rudolf Nureyev’le düzenlediği “ Uyuyan Güzel” gösterisi kentimiz sanatseverlerinin anılarında uzun yıllar tazeliğini koruyacak. İlk kez 1890’da Petersburg’da sahnelenen ve konusu romantik halk masalından alınan ünlü eser P .l. Çaykovski’nin zarif ve etkin müziği ile bütün dünya sahnelerine
yayılmış, “ beyaz bale” dağarının ölümsüz örnekleri arasına katılmıştı. Daha önceleri Londra’da Royal Ballet, New York’ta “ City Ballet” ve İstanbul’da Bolşoy Balesi’nden seyrettiğimiz aynı eserin gösteri nitelikleri yönünden onlardan hiç de aşağı kalmadığını savunabiliriz. Ayrıca, gene Nureyev’in “ solo’Tarmın ve Faboenne Cerruti ile “ pas de de- ux” lerinin doyumsuz bir zevk oluşturduğunu belirtmeliyiz. Karşımızda, bale potasında pişmiş, usta mı usta, elliye yaklaşan yaşının bilincinde bir “ dansçı” vardı; bütün “ bale” hareketlerinde estetiğin egemen olduğu, kasları ve eklemleri yalnızca yumuşacık zarafetle kımıldayan adeta “ mitolojik” bir yaratıktı Nureyev sahnede... Ve Cerruti olağanüstü anlayışla arkadaşlığına katıldı “ yıldız” ın... Sahneleyen Patricia Ruanne’dan dekor ve giysileri çizen Bernard Dayde ve orkestra yöneticisi David Co- leman’a kadar konuk görevlilerin yanı sıra, sanatçılarımızın gerek “ solo” larda, gerekse “ iki- li” ler ve toplu danslarda genel düzeyin altına düşmeyen niteliği ve orkestramızın solist ve gruplarındaki temiz seslemelerini özellikle belirtip, sahne önü ve ardı görevlilerini selamlayalım.
Gerçek Bir Müzikseverdi "Haldun Abi"
IRK yılı geçer tanışıklığımız... Aynı semtin insanla
rı oluşumuz mu, aynı kültür kazanından nasibini benden çok önceleri, benden çok fazlasıyla almış oluşu mu, benim ve onun müziğe ortak sevgisi mi yaklaştırmıştı bizi, bunlar da birer nedendi ama en önemlisi onun her an hoşgörü, şefkat ve sevgi dağıtan kişiliği, bir ‘abi’ oluşuydu bizi bağlayan. İstanbul Radyo- su’nun açılışından sonra program yöneticiliğine atandığımda bilgi ve deneyimine başvurduğum ilk birkaç kültür adamından biriydi Haldun Taner... Bütün verimini daha başlardan izleyen, özümseyerek okuyan ve seyredenler arasındaydım, zevkine, seçimine, düşününe bağlı ve saygılıydım. İlişkilerimiz boyunca yararlandım ondan; her zaman tarafsız, yeterince iyimser, elimden geldiğince yardımsever, m antığım elverdiğince ‘kavgasız’ ve onun en sevdiği sözcüklerden biriyle belirteyim ‘sevecen’ olmaya çalıştım. Az veya çok başarabiliriysem ‘Haldun A bi’nin etkisi büyüktür... Benimle sohbetini eminim bilinçli olarak sevdi
ğim alanlara kaydırır, özellikle dünyadaki tiyatro, müzik, lirik tiyatro, bale konularında yorum yapar, bu alanlardaki olayları nasıl dikkatle izlediğine şaşırtır d u ru rd u ... Müzikle çalışırdı ‘Haldun A bi’...Evimize geldiklerinde merak ettiği, ya da çok sevdiği bir eseri dinletmemi isterdi... Konserlerde eşiyle görünmesi, bana dinleyeceklerimden duyacağım zevke sanat ve estetik açıdan çok güvendiğim bir yetkiliyle paylaşacağım için ayrı bir katkı sağlardı.
Bir ay önceki telefonunda sesi kulağım da: “ Benim için Brahms’m ‘Akademi Töreni’ uvertürüyle korno için bestelenmiş oda müziği eserlerinden elinde olanları kasete çekiver, ya uğrar alırım, yahut bırakırsın...” Hemen yaptım dediğini, uğrayıp almadı, gazetede odasına çıktım, o gün gelmemişti, bıraktım masası üzerine... O tatlı, yumuşak sesi yansıdı ertesi gün telefondan: “ Aldım, sağol, anılarımı yazarken gerekliydi onlar...” Haldun Abi’nin odası arük hep boş, anılar konusundaki çalışmalarının durumunu bilmiyorum, bildiğim tek gerçek, yaşam boyu tanıdığım her yönden ‘tam aydın’ Haldun Abi’nin bizde bıraktığı anılar... Onlar taptaze kalacak, etkisini sürdürecek...
FARUK YENER
İlkbahar Müzik Şenliği ve CSO Konseri
ON yazımda olduğu gibi bu yazımda da sîzlere ön
ce Sevda - Cenap And Müzik Vakfı’nca düzenlenen “ Uluslararası 2. Ankara İlkbahar Müzik Şenliği” konserlerinden söz edeceğim.
Şenliğin programı çerçevesinde 15 Nisan Salı akşamı Konser Salonu’nda “ Ankara Dörtlü- sü” nün konseri vardı. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’ nın değerli üyelerinden Kemancı Murat Tamer, Cengiz Özkök, viyolacı Betil Başeğınezler ve viyolonselci Engin Sansa’nın birkaç ay önce bir araya gelerek oluşturdukları Dörtlü, bu konserde J. Haydn’ın (1732 - 1809) Op. 64 No. 5, D. Sostakoviç’în (1907-1975) Op. 108 No. 7 ve L. van Beethoven’in (1770 - 1827) Op. 18 No. 4 Yaylıçalgılar dörtlülerini seslendirdi. Topluluk kısa bir süre önce kurulmuş. Böyle olmasına karşın, programda yer alan besteciler, yaşadıkları çağ ve eserleriyle ilgili müzikal özelliklerin başarılı bir biçimde dinleyicilere aktarılması, yaptık-
54
ları titiz ve bilinçli çalışmanın kanıtıydı. Ülkemiz sanat yaşamına yeni katılan Ankara Dörtlüsü’ nün birbirlerini dinleyen ve tamamlayan, nüans ve tempoları yerinde yorumlarıyla doyurucu tınısı insana kıvanç veriyor.
Başarılarının devamı dileğiyle, Ankara Dörtlüsü üyelerini kutlarım. Dileriz, ülkemiz müzik yaşamına yeni nice güzel topluluklar katılsın.
Şenliğe katılan Junge Deutsche Philharmonie Oda Orkestrası 17 ve 19 Nisan tarihlerinde iki konser verdi. Konser programlarını ayrı eserlerden oluşturan bu genç topluluğun 17 Nisan Perşembe akşamı C.S.O. Konser Sa- lonu’nda verdiği konseri izledim. Konserde yer alan eserler şunlardı: Hans Werner Henze’nin (1926) “ Der Junge Törless” filmi için yazdığı Fantassia, Luciano Berio’dan (1925) “ Che- mins” No 4, Paul Hindemith (1895 - 1963) op. 44 Yaylıçalgı- lar İçin 5 Parça ve Mozart (1756 - 1791) Re M ajör Divertimento (Köchel sayısı - 251).
Müzik öğrenimi veya ihtisası yapmakta olan gençlerden oluşan topluluk, öğrendiğimize göre, belirli bir şef yönetiminde çalışmıyor. Çalışılan eserlerin durumuna göre bazen orkestra dışından solist angaje ediliyor. Repertuarında değişik çağlardan eserler bulunan topluluk dolgun tınısı, temiz entonasyonu, eserleri beklenilenden daha tutarlı ve duyarlı yorumlamasıyla dikkatimi çekti. Birlikte müzik yapma heyecanıyla dolu gençlerden oluşan topluluk kanımca profesyonel oda orkestralarından çoğunu aratmayacak düzeydeydi.
“ Uluslararası 2. Ankara ilkbahar Müzik Şenliği” ne katılan bir diğer konuk orkestra da Polonya’nın ünlü Krakow Filarmoni Orkestrası’ydı. 19 ve 21 Nisan tarihlerinde verilecek olan konserlerden ilkini Türk dinleyicilerinin yakından tanıdığı Tadeusz Strugala, İkincisini de Josef Radwan yönetecekti. Ancak, o hafta İstanbul Devlet Senfoni Orkestrasının olağan haftasonu konserlerini yöneten Strugala Ankara’ya gelemeyince, her iki konserde de orkestrayı Radwan yönetti.
19 Nisan Cumartesi akşamı verilen konserin ilk yarısında PolonyalI bestecilerin eserleri vardı. Radwan yönetimindeki orkestradan önce S. MoniusZko’ nun (1819 - 1872) “ Paria” Operası Uvertürü’nü dinledik. Ardından orkestra, K. Szymanows- ki’nin (1883 - 1937) 1. Keman Konçertosu’nda PolonyalI kemancı Krzystof Jakowicz’e eşlik etti. Bir süre önce de ülkemize
gelip konserler veren Jakowicz, Szymanowski’nin konçertosunda çok başarılıydı. Teknik yönden pek çok güçlüklerle dolu bu güzel konçertoyu Bay Jakowicz doyurucu tonu, temiz entonasyonu, tutarlı tempoları ve duygulu anlatımıyla yurttaşının anısına yaraşır biçimde yorumladı. Sanatçı, sürekli alkışlar üzerine bis olarak N. Paganini’nin Op. 1 No. 13 Sibemol Majör Caprice’ itıi alışılageldiğimizden daha hızlı bir tempoda çaldı.
Bu geniş kadrolu orkestradan konserin ikinci yansında A. Dvo- rak’ın (1841 - 1904) Op. 88 Sol Majör 8. Senfonisi’nin doyurucu bir yorumunu dinledik. Bazılarına biraz sertçe gelmiş de olsa, eser bence bestecinin duygu ve düşünceleriyle Slav Romantiz- mi’ni gereğince yansıtır biçimde seslendirildi.
Krakow Filarmoni Orkestrasın ın Şef Josef Radwan yönetiminde 21 Nisan Pazartesi akşamı verdiği ikinci konserin solisti PolonyalI genç piyanist Eva Pop- locka’ydı. Konserde ilk olarak ünlü bestecimiz U.C. Erkin’in (1906 - 1972) Senfonik Bölüm’ü seslendirildi. Değerli bestecimizin bu güçlü eserine titizlikle çalışıldığı, ilk ölçülerden itibaren belli oldu. Şef Radwan’m dikkatli yönetiminde orkestra, eseri oldukça başarılı biçimde yorumladı.
Daha sonra C. Saint - Saens’ in (1835 - 1921) Op. 22 Sol minör 2. Piyano Konçertosu’nda solist olarak Ewa Poblocka’yı dinledik. Solistle orkestranın yer- yer birlikte olmadığı konçertonun 1. bölümünde yorum da biraz kuru kaldı. Ancak, 2. bölümde bayan Poplocka daha yumuşak ve müzikal, daha başarılıydı. Son bölümde ise O ’nun sağlam tekniğine ve güzel yorumuna tanık olduk. Bu bölümün bol triller bulunan 2. temasında sanatçı tertemiz ve yerli yerinde çalışıyla, bütün parmaklarının aynı güç ve işlerlikte olduğunu da kanıtladı bize.
Konserde son olarak da R. Schumann’m (1810 - 1856) Op. 120 Re minör 4. Senfoni’sinin başarılı bir yorumunu dinledik. Konserlerde şef Josef Radwan’ m dikkatli ve titiz yönetiminin yanı sıra, orkestrayla çok iyi diyalog kurduğunu gördüm. Yüzü aşkın sanatçının oluşturduğu Krakow Filarmoni Orkestrası teknik yönden sorunların pekço- ğunu aşmış, oturmuş bir orkestra. Temiz entonasyonu, birbirle- riyle tam olarak iletişim kuruşu, parlak ve güçlü tınısıyla seçkinleşen bu güzel orkestrayı ülkemizde yine zevkle dinlemek ve alkışlamak isteriz.
“ Uluslararası 2. Ankara İlk-
TUTAVTÜRK TANITMA VAKFI
TÜRKİYE'Yİ TANITICI AMBLEM-LOGOTYPE (ÖZGÜN YAZI)
YARIŞMASI ŞARTNAMESİ1— Türkler Anadolu’daki bin yıllık mevcudiyetleriyle burada yaşa
mış uygarlıkların varisidir.Türk kültürü Anadolu uygarlıklarıyla Türk özgün uygarlığının bir sentezidir. Türkiye pek az ülkede bulunan eşsiz arkeolojik, tarihi, folklorik ve doğal zenginliklere sahiptir.Bilindiği gibi, birçok ülkenin bayrakları dışında, o ülkenin tarlhl- arkeolojlk veya kültürel-turlstlk değer ve varlıklarından esinlenerek düzenlenen, bu şekilde ülkeleri sembolize eden amblemleri vardır. Bu nedenle yurt İçinde ve dışında, Türkiye ile ilg ili tanıtıcı yayınlarda, gazete ve dergilerde reklamlarda plaket, şilt, rozet ve hediyelik eşyalarda kullanılmak üzere, Türkiye, İmajını en olumlu, çağdaş ve akılda kalıcı bir biçimde verebilecek bir Türkiye amblemi ve Logo'su seçmek amacıyla, TÜTAV (Türk Tanıtma Vakfı) tarafından bir yarışma düzenlenmiştir.
2— Yarışma bütün sanatçılara açıktır. Her sanatçı dilediği kadar Logo-Amblem ile katılabilir.
3— Logo-Amblemler, bir arada kullanılabileceği gibi, yalnız Logo veya yalnız Amblem olarak ayrı ayrı da kullanılabilecek şekilde çizilecektir
4— Yarışmaya Logo veya Amblemin sadece birini göndermek sure tiyle katılınamaz. ikisinin birden gönderilmesi esastır.
5— Logo-Amblemler slyah-beyaz ve renkli olacaktır.6— Logo-Amblemler 24 x 33 cm. kâğıt içersinde, en uzun keraları
15 cm. olacak şekilde, bir adet slyah-beyaz ve bir adet de renkli olarak çalışılacaktır. Ayrıca slyah-beyaz Logo-Amblemin 1/5 oranında, fotoğraf yöntemi ile küçültülmüş siyah-beyaz ve renkli örnekleri siyah-beyaz Logo-Amblemln alt sağ ve sol kısmına tek planş olarak yapılacaktır.
7— Yprışma İçin Logo’lar İngilizce olarak (TURKEY) çalışılacaktır. Ancak ödül ve mansiyon kazanan eserler TÜTAV’a Türkçe, İngilizce, Fransızca ve Almanca olarak teslim edilecektir.
8— Logo-Amblemln arka sağ üst kenarına beş rakamdam oluşan bir rumuz yazılacaktır. Ayrıca, açık İsim, adres, telefon, kısa özgeçmiş ve aynı rumuzu belirten bir belge zarfa konularak yapıştırılacak, zarfın üzerine sadece rumuz yazılacaktır.
9— Yarışmaya katılma süresi 16 Haziran Pazartesi günü saat 17.00’de sona erecektir. Eserlerin bu tarihe kadar aşağıdaki adreslere teslim edilmiş olması gerekmektedir. Postadaki gecikmeler dikkate alınmayacaktırADRES:Türk Tanıtma VakfıTunus Cad. 9/12-15 Bakanlıklar-ANKARA İSTANBUL ADRESİ:Barbaros Bulvarı Gamze Apt. No: 46 Kat: 3 Dai: 10 Balmumcu-Beşiktaş-İSTANBUL
10— Yarışma Ödülleri:1 Ödül 1.000.000.TL.—2. Ödül 500.000.TL.—3. Ödül 250.000.TL.—3 adet mansiyon 100.000.TL.—(Jüri uygun gördüğü takdirde daha çok mansiyon verebilir. Ödüller net olarak ödenecektir.)
11— Yarışma Jürisi:1- ilg ili Devlet Bakanlığı Temsilcisi2- Dışişleri Bakanlığı Temsilcisi3- K.T.B. Tanıtma ve Pazarlama Genel Müdürü4- K.T.B. Güzel Sanatlar Genel Müdürü5- TÜTAV Temsilcisi6- Prof.Namık Bayık (M.S.Ü.)7- Doç.Ilhaml Turan (M.Ü.)8- Yük.Mimar Abdurrahman Hancı9- Metin Edremitll (Grafiker)
10- Aydın Erkmen (Grafiker)12— Ödül kazanan ve bu yarışmaya katılan eserler sergilenecektir.13— Ödül veya mansiyon kazanan eserlerin basın-yayın ve her tür
lü hakları TÜTAV'a aittir.14— Dereceye giren eserlere TÜTAV tarafından birer belge verile
cektir.15— Kazanamayan eserler İstendiği takdirde sergilerin sonuçlan
masından sonraki bir ay içinde geri alınabilir.
56
MÜZİKbahar Müzik Şenliği” nde bir de konuk Çocuk Korosu yer aldı. Macaristan Radyo Çocuk Korosu, yönetmenleri Janos Remen- yi ve Lenke Igo yönetiminde 23 Nisan Çarşamba akşamı Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Konser Salonu’nda bir konser verdi. Sürekli ve ciddi bir eğitim gördükleri her halinden belli olan koronun gerçekten başarılı konserinde çeşitli bestecilerin eserlerinin yanı sıra D. Bardos’un düzenlemesiyle “ Kâtibim” türküsü de seslendirildi. Sürekli alkışlar üzerine Koronun söylediği “ Yağmur Yağıyor” , “ Ak Taş Kara Taş” ve “ Kadifeci Güzeli” adlı tekerlemeler güzel bir sürpriz oldu bizlere. O akşam kendi çocuk korolarımızı da dinleme mutluluğunu tatmak isterdik, ö n ü müzdeki yıllarda bu mutluluğu tatmayı dileriz.
C UM HURBAŞKANLIĞI Senfoni O rk estras ın ın 25 Nisan Cum a akşamı olağan
haftasonu konserinde orkestrayı Çin H alk C um huriyeti’n- den konuk Şef Y uan Fang yönetti. Devlet Sanatçısı Ayla Er- duran’m solist olarak yer aldığı k o n se rd e U .C . E r k in ’in “ Köçekçe” O rkestra Rapsodisi, Beethoven’in Op. 61 Re M ajör Keman Konçertosu ve Çinli besteci W ang L in’in “ Yunnan Sahneleri” başlıklı eseri seslendirildi. Halen Çin Radyo - Televizyon Senfoni O rkestrası’nın 1. şefliğini yapm akta olan Fang, Erkin’in eserinde beklenilenden daha başarılıydı. Sanatçının, eseri dikkatle incelenmesinin yanı sıra, yöneteceği eserin yorum u konusunda orkestranın değerli üyeleriyle fikir alışverişi yaptığını sanıyorum . Çünkü, bütününde iyi bir başarı grafiği çizilen yorum da, yer yer çok güzel ve tutarlı tınılar geldi kulağımıza.
Konserde ikinci olarak değerli kemancım ız Ayla Erdu- ran ’dan Beethoven’in Keman K onçertosu’nu dinledik. Sanatçının esere farklı yorum ve boyutlar getirmesini her zaman kabul ederim; aksi takdirde “ Yorum ” ve “ Yorum cu” kavram ları da olm az. A ncak, gereğinden fazla abartm aları kabul edem iyorum . Son yazdığım tümce bana, bir zam anlar çıkarılan Opus Dergisi’nde o rkestra şefi O tto M atzerath’la yapılan söyleşinin bir bölüm ünü çağrıştırdı. O söyleşi de “ Ç aldıracağınız bir eseri hangi açıdan ele alırsınız; bir yorumcu bestecinin yazdığına ne dereceye kadar sadık kalabilir?” sorusuna şu yanıtı veri
yordu: “ Bugün M ozart’la ya da Beethoven’la telefon görüşmesi yapam ayacağım ıza göre, besteciye m utlak sadakatin sözünü etmek garip kaçar. Benim ölçüm şu: Partisyonu elime aldığım zam an bestecinin ne düşündüğünü, ne söylemek istediğini keşfetmeye çalışır ve esere bu açıdan şekil veririm ” ... Teknik ve m üzikal güçlükleri çoktan aşmış sanatçımız, şefin tempoyu biraz ağır alm ası üzerine tem ponun hızlanm asını istediyse de eser boyunca m üm kün olamadı bu. Sanatçımız da yer yer tem poları kendince ağırlaştırıp çabuklaştırınca, eser abartılı bir biçimde seslendirildi. Sanatçının çaldığı tem iz ve duygulu pasajlara ise çalgısından zam an zam an duyulan ıslığımsı sesler gölge düşürdü. Sonuç o larak eser — üzülerek belirteyim ki -r değerli sanatçım ıza ve bu güzel esere yaraşır b içimde seslendirilmedi.
2. y a rıd a seslend irilen “ Yunnan Sahneleri” — program notlarında da belirtildiği gibi — “ tasv iri” bir müzik. Y urttaşının gene hatlarıyla sevimli, yer yer de çok güzel e tkiler taşıyan eserinde Yuan Fang ve O rkestram ız çok başarılıydı. Sürekli alkışlar üzerine Fang bis o larak ülkesinin b ir başka bestecisinin, Zhen L ü’nün “ P ek in ’den M üjdeler Geliyor” adlı eserini çaldırdı. Eser, “ Pekin’den m üjdelerin pek şen şakrak değil de gürültü ve şam atayla geldiği” izlenimi uyandırdı bende.
MAHİR DİNÇER
"Konservatuvar'ınEtkinlikleri,Tayfun Bozok
AĞLAM eğitim görmüş konservatuvar öğrencileri
her şeyden önce yarının güvenceleri, nitelikli orkestraların yapı taşlarıdır. Genç müzikçi adaylarının tek tek ya da bir arada iyi müziğin yaratıcısı kıvamına ermelerini bu açıdan umutla, coşkuyla bekliyor, aradığımı bulduğumda yarınlar için sonsuz mutluluk duyuyorum. O coşkuyu, mutluluğu, geçen 23 Nisan akşamı Dokuz Eylül Universitesi’ne bağlı İzmir Devlet Konservatuva- rı’nın öğrenci Orkestrası’nı dinlerken bir daha tattım; konservatuvar salonunun daracık sahnesine zorlukla sığdırılmış sayıları elliye yakın öğrencinin, kemanı, viyolayı, viyolonseli, kontr
bası, üfleme ve vurma çalgıları ne büyük özenle, beraberliği korumak için ne büyük, içten, katıksız çabayla kullandıklarına “ bu iş bu kadar olur” dedirtecek ölçüde nitelikli, düzgün tertemiz sesler ürettiklerine tanık olurken, doğrusu gözlerime, kulaklarıma inanamadım. Genç yönetmenleri Ercan Yenal’ın bu disiplini, birliği, tazeliği sağlamada katkısı en az konservatuvarın değerli öğretim üyelerininki düzeyindedir; onları ve meslek sevgisiyle dolu öğrencilerin i, B eethoven’in “ P rom etheus” uvertürü ile Schubert’in Re majör Üçüncü Senfoni’sinde gösterdikleri, hiçbir zaman yitirmemelerini dilediğim üstün formdan dolayı candan kutluyorum.
Konserin, İstanbul’dan gelen bir de konuk solisti vardı: Mimar Sinan Üniversitesi İstanbul Devlet Konservatuvarı öğretim üyelerinden piyanist Pınar Yılancıoğ- lu. Beethoven’in Do minör Üçüncü Konçerto’sunda, oldukça eli yüzü düzgün bir yorum sunma çabası içindeydi, başardı da. Sanırım, konserlerde, resital- larde daha sık görev alma olanağını elde ettiğinde, Viyana’da Alexander Jenner gibi büyük bir ustadan yıllar boyu öğrendiklerini daha rahatça duyurabilecek, bize tattırabilecek bu genç solistimiz; bu ilk hız verilmelidir ona.
Şimdi bana elbette, “ O dar sahneye orkestra ile birlikte koskoca piyano nasıl sığdırıldı?” diye soracaksımz. Doğrusu, düşünüyorum da, ben de inanamıyorum o işin nasıl gerçekleştirilebildiğine. Aslında, İzmir D. K. gibi, eski gazino binalarından, spor salonlarından bozma, dar mı dar, olanakları iyiden iyiye sınırlı, çalışma koşulları elverişsiz bir yapı içinde, bu nitelikte müzikçi adaylarının nasıl olup da yetişebildiğim de aklıma sığdıramıyorum. O güzel konserde ne yazık ki hiçbirini göremediğim üniversite yetkilileri, kendilerine bağlı bu eğitim kurumunun, 1954’ te “ Müzik Okulu” olarak kurulmuş, 1958’de konservatuvara dönüştürülmüş olan okulun durumunu bir an önce ele almalı, otuz iki yıldan bu yana değişmeyen yazgısını değiştirmenin yollarını aramalıdırlar.
ZMİR D. K. öğrencilerinin mevsim sonu için hazırla
dıkları, kendilerinden yaşlı meslektaşlarına, ağabeylerine, ablalarına örnek oluşturacak nitelikte etkinliklerden bir başkasına, 29 Nisan akşamı İzmir Alman Kültür Merkezi Salonu’nda tanık ol
dum: Konservatuvarın değerli öğretim üyelerinden Tüner Ga- lip’in yetiştirdiği iki ayrı oda müziği topluluğundan Schubert’in “ Alabalık” adı ile bilinen, op. 114 La majör “ Beşli” siyle, Beethoven’in (Op. 18 no. 4), Men- delssohn’un (Op. 44 no. 1) yaylı çalgılar için “ dörtlü’Terini dinledim. Yedi genç öğrenciyi (La- lecan özay, Ersun Kocaoğiu, Kartal Akıncı-keman; ilgin Sö- zerman,-viyola; Funda Ful-viyo- lonsel; Uğur Yalçın-kontrbas; Aziz Dağdelen-piyano) her şeyden önce, oda müziğinin sıcak dostluk ve sevgi, su sızdırmaz yakınlık, yaşama sevinci dolu havası içinde birleşmeleri dolayısıyla kutlamak istiyorum. Oda toplulukları ülkemizde genellikle kısa ömürlüdürler; görünmeleriyle gözden kaybolmaları bir olur. Gençlerimizin “ öz” müziği yaşayıp yaşatmakta kendilerine büyük kazanç sağlayacağına inandığım mutlu beraberliklerini ileride de sürdüreceklerini umarım.
ON yıl kadar önce çiçeği burnunda bir “ yeni mezun” dinlemiştim ilk kez keman
cı Tayfun Bozok’u; 1981 ’in ilk aylarında, Chausson’un ve Saint Saens’m yapıtlarında ulaştığı başarıyı da, alışılmış bir gelişme çizgisinin olağan uzantısı gibi görmüş, sanatını sekiz yıldır İsviçre’de geliştirmekte olan genç solisti (31) o görünümüyle değerlendirmiştim. Bu kez, 17 Nisan akşamı İzmir Fransız Kültür Merkezi’nde genç isviçreli piyanist Catherine Zimmer’le birlikte verdiği resital, bambaşka bir Tayfun Bozok çıkardı karşıma: Yay ve parmak tekniğinde, soluk alıp verme, cümle kurma ve nüans belirleme tutumunda, ento- nasyon denetiminde titiz ve kusursuz; yorumlarında seçkin, kültürlü, coşkulu olgunlaşma dönemini yaşamaya bilinçle hazırlanan bir solist. M ozart’ın (K. 301 Sol Majör), Beethoven’in (Op. 30 No. 2, Do Majör), Fau- r i ’nin (Op. 13 La Majör) sonatlarında, bu klasik formun teme! gereklerini yerine getirdikten, belli başlı inceliklerini sergiledikten sonra, Muammer Sun’un usta işçiliğini o pırıl pırıl “ Üç Par- ça” da, Sarasate’nin sereserpe ozanlığım “ Çigan HavalarT’nda doya doya yudumlamamızı sağlayan,akıl ve sezgi ürünü, metotlu, sistemli çalışmadan kaynaklandığı belli bir iç denetim sergilemesi. Sanat yaşamını dış ülkelerde başarıyla sürdüren yorumcularımızın arasına “ Tayfun Bozok” adının da katıldığını bundan böyle unutmamalıyız.
ÜNER BİRKAN56
SERPİL GÜRLER (NARMANLI)Resim Sergisi
21 Mayıs - 6 Haziran 1986
AKBAIMKBEBEK SANAT GALERİSİ
Türk tiyatrosunda Haldun Taner
(Devam)na kısa sürede sevdirmiş ve benim- setmiştir.
Tiyatroda açık biçim özelliklerini üç düzeyde de değerlendiren, bu nedenle de Taner’in geleneksel göster- meci öğelerden alabildiğine yararlanmasına olanak sağlayan kabare türü, toplumda yeralan güncel olayları taşlayan, çevik, vurucu, çok devingen bir şaka, sataşma, saldırı tiyatrosu olarak kent kültürümüze yerleşmiştir. Taner’in kabare tiyatrosu, Batı’daki benzerleri gibi, günü gününe yaşandığı için nesnel olarak değerlendirilemeyen olaylara ve sorunlara alaycı, düşünsel bir uzaklıktan gülerek bakar; yoğun bir politik taşlama içerir, polemiğe büyük ölçüde yer verir. Tümüyle bir uyarı tiyatrosudur; toplumun ve kişilerin kendi aksaklıklarıyla alay edip edemediklerini sınayan, bir anlamda toplumun hoşgörü, olgunluk, uygarlık düzeyini tartıya vuran... Kabare tiyatrosu aydın çevreye seslenen, seyircisini seçen bir tür; Taner de söyleyeceklerini incelikle söyleyen, sanat kaygısını ön düzeyde tutan bir kabare yazarı..
Kabare tiyatrosunun ilk denemesi 1962’de Taksim’deki Gen-Ar Klüp’te yapıldı. Taner, o yılların güncel olaylan üstüne yazdığı skeçlerden oluşan “Bu Şehr-i Stanbul ki” oyununu, çeşitli tiyatrolarda çalışan ünlü sanatçıları haftada bir kez bir araya getirerek sergiledi; bu deneme başarıya ulaşınca da sürekli bir kabare tiyatrosunun ön çalışmalarını yapmaya başladı.
Taner’in kabare yazarlığı evresi gerçek anlamda 1967’de Devekuşu Kabare Tiyatrosu’nun kurulmasıyla başlar. Haldun Taner, Zeki Alasya ve Metin Akpınar, birkaç yıl içinde çok tutulan bir türe dönüşecek olan kabare tiyatrosunun çekirdek ekibini oluştururlar. İlk oyun “Vatan Kurtaran Şaban”dır: Tapu kadastro müdürlüğünden kültür ve sanat müsteşarlığına getirilen Şaban Bey’in gözüyle Türk sanat ve kültürüne bakış... Gülmece sanatının doruklarına ulaşan bu kabare başyapıtından sonra, “Astronot Niyazi” (Z. Alasya ile), “ Ha Bu Diyar” , “Dün Bugün” , “Aşk ü Sevda” , “Yâr Bana Bir Eğlence” ve başka yazarların da katkısıyla oluşturulmuş “Bu Şehr-i İstanbul ki 68” , “ Dev Aynası” , “ Haneler” , “Yalan Dünya” ve Devekuşu Kabare Tiyat
rosu’nun on yılını anlatan, 1977’de sahnelenen “Çıktık Açık Alınla” gelir gündeme. Geçen on yıl içinde Akpınar-Alasya İkilisi büyük ün kazanmış ve kabare tiyatrosunu dar gece kulübü sınırlarından aşırarak, yazlık bahçelere, sinema salonlarına ulaştırmıştır. Ancak, sanat kaygısı ve incelik, geniş seyirci kitlesinin kolay gülme beklentisinden yana ödün vermiş, kabare türü Taner’in amaçladığının epeyce dışına çıkmıştır, birliktelik sona erer.
1979’da Ahmet Gülhan’la yeni bir girişim: Gala Kulüp’te Tef Kabare, iki oyun: “Hayırdır İnşallah” ve “Kapılar” ...
Tanıtmaya çalıştığım her üç evresinde de hep bir uyarı niteliği taşır Taner tiyatrosu; ancak hep güleç bir yüzde delinir balonlar. Oyunlar boyunca seyircinin kendi kendisiyle severek, eğlenerek, büyük tat alarak hesaplaşmasını sağlayan işte bu güleç, şakacı ama, doğrucu yazar tavrıdır. Taner, tüm yapıtlarında bu çizgiyi yakalayarak hem çok tutulan hem de çok saygın bir tiyatro yazarı olma niteliğini kazanmış ve sürdürmüştür. ■
57
HABERLER
Sinema yalarları yılın en İyilerini seçti
1985-86 sinema mevsiminde gösterime giren filmleri değerlendiren sinema yazarları İbrahim Altınsay, Engin Ayça, Nezih Coş, Sungu Çapan, Atilla Dor- say, Burçak Evren, Turhan Glir- kan, Fatih özgüven, Vecdi Sayar, Kami Suveren ve Rekin Tek- soy, mevsimin en iyi yerli ve yabancı filmleri ile en başarılı sanatçılarını seçtiler.
Sinema yazarlarının değerlendirmesine göre mevsimin en başarılı yerli filmleri şunlar:
1— Adı Vasfiye/Atıf Yılmaz, 2— Züğürt Ağa/Nesli Çöl- geçen, 3— Bekçi/Ali özgentürk,4— Kurbağalar/Şerif Gören,5— Amansız Y ol/öm er Kavur,6— Çıplak Vatandaş/Başar Sabuncu, 7— Kırlangıç Fırtına- sı/Atilla Candemir, 8— Ondört Numara/Sinan Çetin, 9— ölmez Ağacı/Yusuf Kurçenli, 10— Bir Avuç Cennet/M uamm er özer.
Sinema yazarlarının seçtiği yılın en başarılı sanatçıları da şöyle belirlendi:
En İyi Yönetmen: Nesli Çöl- geçen (Züğürt Ağa), En iyi Senaryo: Barış Pirhasan (Adı Vas- fiye). En İyi Görüntü Yönetimi: Selçuk Taylaner (Kırlangıç Fırtınası, Kupa Kızı, Züğürt Ağa), En İyi Müzik: Atilla özdemiroğ- lu (Adı Vasfie, Kurbağalar, Züğürt Ağa), En İyi Kadın Oyuncu: Müjde Ar (Adı Vasfiye), En İyi Erkek Oyuncu: Şener Şen (Züğürt Ağa), En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Güler ök ten (Bekçi), Gülsen Tuncel (ölmez Ağacı), En iyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Can Kolukısa (Züğürt Ağa).
Mevsimin en başarılı yerli TV dizisi: Bugünün Saraylısı/Ziya öztan
Sinema yazarlarına göre 1985-86 mevsiminin en iyi yabancı filmleri ise şunlar:
1— Furyo/Nagisa Oshima, 2— Son Metro-Le Dernier Met- ro/François Truffaut, 3— Nara- yama' Türküsü-La Ballade Du Narayam a/Shohei Im am ura, 4— SicilyalI-Scarface/Brain de Palma, 5— Korkunç Şüphe- Gade â Vue/Claude Miller, 6— Penceredeki Kadm-La Femme dâ Cûti/François Truffaut, 7— Tehlikeli llişkiler-Close Encoun- ters of the Third Kind/Steven Spielberg, 8— Zümrüt Ormanı- Emerald Forest/John Boorman, 9— Ayrı Odalar-Notre Histoi-
“ Adı Vasliye” , Yönetmen: Atıf Yılmazre/Bertrand Blier, 10— Sokakların Kanunu-Ta Balance/BobSwaim.
S İ N E M A G Ü N L E R İ N İ ’ N İ N “ E N İ Y İ ” L E R İ
Sinema yazarları Sinema Günleri’86’da gösterilen filmlerin en iyi onunu da aşağıdaki biçimde belirledi:
1— Resm iTarih/LuisPuen- zo, 2— Babam İş Gezisin- de/Em ir Kusturica, 3— Arı Kovanının Ruhu/Victor Erice, 4— Amerikalı Amcam/Alain Res-
nais, 5— Aşk Irm akları/John Cassavetes, 6— Çöl İşaretçile- ri/Nacer Khemir, 7— Cennetten de Garip/Jim Jarmusch, 8— Na- rayama Türküsü/Shohei Imamura, 9— Albay Redl/lstvan Szabo, 10— Bir Yabancıya Dans/M ike Newell.
Sinema yazarları önümüzdeki yıldan itibaren Sinema Günleri ve benzeri etkinliklerde bir “ Sinema Yazarları Ödülü” vermeyi ve bu ödülün şenliğin kapanış günü açıklanmasını kararlaştırdılar.
mmmmmmmmmmm Tiyatro ve sinema oyuncusu Talat Göıbak öldü
Devlet Tiyatrosu sanatçısı, sinema oyuncusu ve yönetmeni Talat Gözbak öldü.
Film-San Vakfı kurucu üyesi Talat Gözbak, 1918 yılında Sivas’ta doğdu. Devlet İConserva- tuvarı ve Tiyatro Yüksek Bölü- mü’nden mezun olan Talat Gözbak 1950-54 yıllarında sinemaya geçmiş ve 50 kadar filmde yönetmen ve oyuncu olarak görev yapmıştı.
Başlıca filmleri “ Vurun Kahpeye” , “ Dolandırıcılar Şahı” , “ Beni Mahvettiler” , “ Casus Kardeşler” , “ Namusum için” , “ Kaybolan Yıllar” ...
“ 106 Çağdaş Karikatürcü" sergisi İspanya da..
Bulgaristan’da Gabrovo Mizah Evinde uluslararası bir kurulca 32 ülkeden seçilen 106 çağdaş karikatürcünün yapıtları geçen yıllarda İngiltere’de Londra ’da, Kanada’da Montreal’de sergilendi. Türkiye’den Turhan Selçuk, Semih BaJcıoğlu, Ferruh Doğan’ın da karikatürleri bulunan “ 106 Çağdaş Karikatürcü” sergisi bu yıl Ispanya’nın Madrid, Barcelona, Kordova gibi belli başlı kentlerinde açılıyor.
"Türk Sinemasında Genç Yönetmenler" konulu sempozyum düzenlendi
İstanbul Üniversitesi Kültür ve Sanat Bölümü Sinema Kulübü, 22-23-24 Mayıs tarihlerinde. Çapa Tıp Fakültesi 14 Mart An- fisi’nde “ Türk Sinemasında Genç Yönetmenler” konulu bir sempozyum düzenliyor.
Genç yönetmenlerimizin sinemaya yaklaşım biçimleriyle bunların düşünsel temellerinin açıklığa kavuşturulması amaçlanan sempozyumda “ Bekçi” , “ Züğürt Ağa” , ’ ‘Gültlşan’ ’. “ Ku- yucakh YusuF’, “ Çıplak Vatandaş” , “ Kurşun Ata Ata Biter” , “ Kardeşim Benim” gibi Türk filmleri de gösterilecel.
58
Sait Faik Hikâye Armağanı Feyıa Hepçİİİngirler'e verildi
Sait Faik Hikaye Armağanı, “ Eski Bir Balerin” adlı kitabı için Feyza Hepçilingirler’e verildi.
Sabahattin Kudret Aksal başkanlığında Oktay Akbal, Tahsin Yücel, Akşit Göktürk, Rauf Mutluay ve Hilmi Yavuz’dan oluyan seçiciler kurulu, ödülün Feyza Hepçilingirler’in yapıtına verilmesini oybirliğiyle kararlaştırdı.
Bu yılki ödüle, İlyas Halil “ Çıplak Yula” , A.hmet Yurdakul “ Körfez Üstü Yıldız Gezer” , Hulki Aktunç “ Ten ve Gölge” , Lütfiye Aydın “ tkili Yalnızlık” , Salim Savcı “ Salt Az” , Burhan Günel “ Nergis” , Ülkü Ayvaz “ Gri Oğullar” , Remzi İnanç “ Şey” ve Haşan Kıyafet “ Görüş Günü” adlı yapıtlarıyla katılmışlardı.
“ Eski Bir Balerin” adlı yapıtıyla ödüle değer görülen Feyza Hepçilingirler, 1948 yılında Ayvalık’ta doğdu. Orta öğrenimini İzmir Lisesi’nde tamamlayan Hepçilingirler, İstanbul Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Çeşitli liselerde edebiyat öğretmenliği yaptıktan sonra, eğidm fakültelerinde öğretim görevlisi olarak bulundu.
1979 yılında Kültür Bakanlığı Çocuk Kitapları Yarışması’ nda başarı ödülüne değer görülen Feyza Hepçilingirler, “ Sabah Yolcuları” adlı yapıtıyla da Akademi Kitabevi öy k ü ö d ü lü ’nü aldı. Hepçilingirler, 1985 yılında da Sıtkı Dost Çocuk Romanı Yarışm asında ve ENKA Bilim ve Sanat Ödülleri Hikâye dalında. “ Eski Bir Balerin” adlı öyküsüyle üçüncülük kazandı
“ Ben Anadolu”Aziz Nesinin öyküleriUrduca'ya çevrildi
Bugüne dek 24 dile çevrilmiş olan gülmece yazarımız Aziz Ne- sin’in çeşitli kitaplarından yapılan bir seçme Urduca’ya çevrilerek “ Temaşa-ı Ehl-i Kerem” adıyla yayınlandı. Pakistan’da büyük ilgiyle karşılanan çevirinin önsözünü geçenlerde ölen PakistanlI şair ve yazar Faiz Ahmet Faiz yazdı, öyküleri Urduca’ya Mesut Aktar Şeyh çevirdi.
“ Temaşa-ı Ehl-i Kerem” , 1. Dünya Savaşı yıllarından sonra Türkçe’den yapılan ilk çeviri olarak da önem taşıyor.
Kocaelİ'deayın fotoğraflarıseçildi
KASK (Kocaeli Amatör San a tç ıla r D erneği) “ Ayın Fotoğrafları” yarışmasının Nisan 1986 sonuçları açıklandı.
Birincilikleri, siyah/beyaz ve saydam dalında Muzaffer Sütlü- oğlu, renkli baskı dalında İrfan Parça kazandı.
Ayrıca Saydam dalında Erdal Aknam ikincilik ve üçüncülükleri aldı.
‘ Hoşçakal İstanbul’
10. Ulvi Uraz Tiyatro Ödüllerİ'nİ kazananlar açıklandı
İstanbul’da sergilenen yerli oyunlar arasında yapılan değerlendirmede, bir oyuncu ile bir yönetmene verilen Ulvi Uraz Tiyatro ödülleri’ni kazanan sanatçılar açıklandı.
Hayati Asılyazıcı, Kemal Bekir, Zihni Küçümen ve Halûk Şevket’ten oluşan seçici kurul, insanlık tarihinde, kalıcı ve yönlendirici bir işlevi olan Anadolu uygarlıklarının her evresinde yer alan kadınların kişiliklerini, “ Ben Anadolu” oyununda, tiyatro sanatının tüm olanaklarını kullanarak bilinçli bir tutarlı
lıkla aktarmasındaki başarısı nedeniyle Yıldız Kenter’i oyuncu ödülüne ve “ Hoşçakal İstanbul” oyununda, sahne sanatının bütün görsel öğelerini dengeli bir biçimde kullanarak, İstanbul kentine ve bu kentin insanına özgü yaşamsal çeşitlemeleri bir sirk atmosferi içinde kurgulayıp oluşturduğu ortak bir dille seyirciye yansıtmasındaki başarısı nedeniyle Ali Poyrazoğlu’nu yönetmen ödülüne değer gördü.
Sanatçılara ödülleri, önümüzdeki tiyatro dönemi başında törenle verilecek.
l»:lIIIIİilf®SIİ
"Keşanlı Ali Destanı" Almanya'da yayınlandı
Haldun Taner’in “ Keşanlı Ali Destanı” adlı oyunu Dağye- li Yayınevi’nce Almanca olarak yayınlandı.
Almanca adı “ Die Ballade von Ali aus Keşan” olan oyunu Türkçe’den Cornelius Bischoff çevirdi. Kitabın kapağını Frankfurt’ta yaşayan ressam Avni Ko- yun’un bir desenini kullanarak Tolon Demirkazık yaptı. Kitapta oyunun Alm anca olarak Ham burg’taki Ernst Deutsch Tiyatrosu’nda oynandığı sırada çekilmiş 11 resim de bulunuyor.
Daha önce İngilizce olarak yayınlanan oyun, İngiltere, Lübnan, Çekoslovakya, Macaristan, Yugoslavya ve Almanya’da sahnelendi. önüm üzdeki günlerde Finlandiya’da da oynanacak.
M İ ı mmmmmmm,
Dr. Riza Mollov öldü
Bulgaristan Türklerinin en önemli Türk edebiyatı ve folkloru araştırmacısı Dr. Riza Mollov, Sofya’da öldü.
Dr. Riza Mollov daha çok bilimsel çalışmalarıyla tanınır. Bu bilimsel araştırmalarının bir bölümünü 1958 yılında “ Edebiyat Makaleleri” adlı kitabında derleyip yayınladı. 1959 yılında “ H ristom atiya ponayinovata turska literatura (Yeni Türk Edebiyatı Hrestomatiyası)” adlı bir eser daha yayınladı. “ Bulgaristan Türklerinin Halk Şiiri” adlı yapıtı da yine önemlidir.
LeventBeşkardeşinbaşarısı...
Mim sanatçısı Levent Beşkardeş, Fransa’da International Visual Theâtre ile birlikte, D. Floory’nin “ Au Bout du Couloir - Koridorun Ucu” adlı oyununda rol aldı.
Alfredo Corrado’nun sahneye koyduğu oyunda Beşkardeş, çeşitli uluslardan sağır-dilsiz oyuncularla birlikte oynadı.
m mmmmmmm59
HABERLER«İlli liM MMOWMW M W M M W
Yıldız Üniversitesi Uluslararası Fotograf Yarışması sonuçlandı
Yıldız Üniversitesi’nin 75. kuruluş yılı kutlam a çalışmaları içerisinde, Üniversite Güzel Sanatlar Bölümü tarafından düzenlenen, “ Uluslararası Fotoğraf Yarışması” sonuçlandı.
Yarışmaya 46 ülkeden 806 kişi 1563 siyahbeyaz baskı, 769 renkli baskı ve 1132 saydam olmak üzere toplam 3464 fotoğrafla katıldı.
Yarışma, siyahbeyaz baskı, renkli baskı ve saydam olmak üzere üç dalda, her dal gençler ve büyükler olarak iki bölümde düzenlenmişti.
Şakir Eczacıbaşı, Nusret Nurdan Eren, Doç. Güler Ertan, Halim Kulaksız ve Mehmet Bay- han’dan oluşan seçiciler kurulu, ödülleri şöyle belirledi:
Siyahbeyaz Baskı Bölümü:Gençler: 1. ödül: Viesturs Links (SSCB), 2. ö d ü l: Kaan Çaydam- lı, 3. ödül: Erich Berger (Avusturya), mansiyon: Chris Hinte- robermaier (Avusturya), mansiyon: Janis Knakis (SSCB), mansiyon: Chris Hinterobermaier (Avusturya).
Büyükler: 1. ödül: Erwin Eg- gerstorfer (Avusturya), 2. ödül: Jong Han Lee (G.Kore), 3. ödül: M ustafa Kocabaşı, mansiyon: Sefa Ulukan, mansiyon: Manf- red Krendl (Avusturya), mansi-
BUyllkler 1 . Ödül: Erwin Eggerstorfer
Gençler: 1 . üdül: Viesturs Linksyon: Eric Doms (Belçika).
Renkli Baskı Bölümü: Gençler: 1. ödül: Verilmedi, 2. ödül: François Catherine (Belçika), 3. ödül: Mutlucan Karaman.
Büyükler: 1. ödül: Manfred Kriegelstein (B. Almanya), 2. ödül: Dung Leung Lin: (Hong Kong), 3. ödül: Setiawan (Endonezya), mansiyon: Andrea Budai (İtalya), mansiyon: Viktor No- zicka (Avusturya), mansiyon: Jacky Hutting (Belçika).
Saydam Bölümü: Gençler: 1. ödül: Stein Johnsen (Norveç), 2. ödül: Sinan Koçaslan, 3. ödül: İhsan Gerçelman, mansiyon: Reha Akçakaya, mansiyon: Orhun Kılıçbeyli, mansiyon: İhsan Gerçelman.
Büyükler: 1. ödül: Oreste Menichetti (İtalya), 2. ödül: Ra- mon Jeıras (İspanya), 3. ödül: Alois Strasser (Avusturya), mansiyon: Faruk Ertunç, mansiyon: Alan D. Young (İngiltere), mansiyon: Claude Hennart (Fransa).
Ödül alanlar dışında 109 siyahbeyaz ve 77 renkli baskı ile 128 saydam sergiye kabul edildi.
mm mmmmmmİstanbul Liselerarası Tiyatro Şenliği 15 Mayıs'ta başlıyor
Bu yıl altıncısı yapılacak olan Liselerarası Tiyatro Şenliği, 15 Mayıs Perşembe günü saat 14.00’ te, Nişantaşı Rüştü Uzel Lisesi’n- deki açılış toplantısıyla başlayacak. 23 lisenin katıldığı şenlik, Fatih Şehir Tiyatrosu, RüştüUzel Lisesi ve Kadıköy Halk Eğitimi Merkezi’nde bölgesel seçme yöntemiyle gerçekleştirilecek.
Seçmelerden beş gün sonra, finale kalan oyuncular, üç bölge jürisinin birleşmesiyle değerlendirilecek ve ödüle değer görülen tiyatro yapıtlarına, şenliğin kapanış gününde ödülleri verilecek.
Bu yıl Kadıköy Halk Eğitimi Merkezi’nde özel Kadıköy Kız Lisesi (“ Çorak Toprak” ), Kadıköy Ticaret Lisesi (“ Benden Sonra Tufan mı?” ), Çamlıca Kız Lisesi (“ Uyanınca” ), Ümraniye Kız Meslek Lisesi (“ Kağnılar Destan Söyledi” ), A tatürk Fen Lisesi (“ Çocuklar ve Bilyalar” ), Erenköy Kız Lisesi (“ Bernarda Alba’nın Evi” ); Fatih Şehir Ti- yatrosu’nda Kocamustafapaşa
Lisesi (“ Yağmurcu” ), özel Da- rüşşafaka Lisesi (“ İnsan Denen Garip Mahluk” ), Üsküdar Ticaret Lisesi (“ Höyük” ), Eyüp Lisesi (“ Göcekler Göverince” ), Davutpaşa Lisesi (“ Sevgili Dok
tor” ), Çerkezköy Lisesi, Yediku- le Lisesi (“ Kadıköy İskelesi” ), Hasköy Lisesi (“ Üzüntüyü Bırak” ); Nişantaşı Rüştü Uzel Kız Meslek Lisesi’nde özel Çavuşoğ- lu Lisesi (“ Tren Gidiyor” ), İzzet Ünver Lisesi (“ Hep O, Kel Şarkıcı” ), İstanbul İnşaat Teknik ve Yapı Meslek Lisesi (“ Çıkmaz” ), Galatasaray Lisesi Beyoğlu Şubesi (“ Ağrı Dağı Efsanesi” ), Ortaköy Şubesi (“ Altı Kişi Yazarını Arıyor” ), İstanbul Lisesi (“ Göç” ), Pertevniyal Lisesi (“ Ver Elini Yeni Dünya” ) ve Saint Benoit Fransız Erkek Lisesi - Nötre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi (“ Sırça Kümes” ) oyunlarını sergileyecekler.
Yarışmalar...Ödüller...Sergiler... -
* Ferit Oğuz ¿ayır Kültür ve Sanat Ödülü: “ Ferit Oğuz Bayır Kültür ve Sanat ö d ü lü ” nün bu yıl “ roman” a verilmesi kararlaştırıldı. Vedat Günyol, Talip Apaydın, Mehmet Başaran, Fakir Baykurt, Sami Karaören ve Emin Özdemir’den oluşan seçici kurul, 1985’te inceleme türüne verilen ödülün 1986’da “ ro- man” a verilmesini uygun buldu. 1986’da yayımlanan tüm romanlar katılma koşulu aranmaksızın değerlendirmeye alınacak. Değerlendirme sonucu, Köy.Ensti- tüleri’nin kuruluş yıldönümü olan 17 Nisan 1987’de açıklanacak ödül, bir törenle sahibine verilecek. ö d ü l tutarı 150 bin lira olarak belirlendi.
* DYO 20. Resim Yarışması: DYO’nun geleneksel resim yarışmalarının yirmincisine son katılma tarihi 31 Temmuz 1986 olarak belirlendi. Seçiciler Kurulu, Prof. Adnan Çöker, Ferruh Başağa, Prof. Dr. Gönül öney, Mustafa Ayaz ve Doç. Dr. Turan E rol’dan oluşan yarışmada, sergilenmek üzere seçilecek yap ıtlar a rasından 5’ine ödül (500’er bin lira), 10’una da mansiyon (100’er bin lira) verilecek. Yarışmada seçilecek yapıtlar İzmir, Ankara, Bursa ve İstanbul’ da sergilenecek.
* Türkiye Jokey Kulübü Resim Yarışması: Türkiye Jokey Kulübü “ A t” , “ At Yarışı” , “ At Yetiştiriciliği” konulu bir resim yarışması açtı. Seçiciler Kurulu, Semiral Bilbaşar, Mahmut Cüda, Prof. Muhteşem Giray, H amil Kınaytürk, Beral Madra, Dr. Ergon Mengi, Prof. Belkıs Mutlu, Suna Tanaltay ve Prof. Dr. İsmail Tunalı’dan oluşan yarışmada birinciye 1 milyon lira, İkinciye 500 bin lira, üçüncüye 300 bin lira ödülle, beş adet 100 biner liralık mansiyon verilecek. Am atör ve profesyonel tüm ressamlara açık olan yarışmaya 1 yapıtla katılabilinecek. Yapıtların, tual üzerine yağlıboya veya akrilik tekniğiyle yapılması, kısa kenarının 70 cm’den küçük, uzun kenarının ise 150 cm’den büyük olmaması isteniyor. Yarışmaya katılacak yapıtlar, 14-18 Temmuz 1986 tarihleri arasında Beyoğlu’ndaki Devlet Güzel Sanatlar Galerisi’ne teslim edilebilecek.
60
Dubowski'nin yapıtının sergiden130 Türk sanatçısı, kaldırılışını kınadı
1. Asya-Avrupa Bienali’nde PolonyalI ressam Jan Dubovski’ nin yapıtlarının müstehcen bulunarak sergiden kaldırılması üzerine, 130 Türk sanatçısı olayı kınadı:
“ Biz Türk sanatçıları, özgür ifadeden yana olanlar, sansürün ve baskının her türüne karşıyız.
Ulusların birbirlerini anlayıp tanımaları olanağını sağlamak amacına yönelik kültürel ve sanatsal etkinliklerin, özgür ve demokratik ortam larda, hoşgörü temelinde oluşacağına inanarak, Uluslararası 1. Asya-Avrupa Bienali’nde konuk sanatçı Jan Du- bovski’ııin yapıtlarının sergilenmesinin engellenmesine duyduğumuz üzüntüyü belirtir, gerekçesi ne olursa olsun bu karara katılmadığımızı kamuoyuna duyururuz.”
Metne imza atan sanatçılar, soyadlarının alfabetik sırasına göre şunlardır:
Fuat A. Acaroğlu (ressam), Adalet Ağaoğlu (yazar), Mustafa Kemal Ağaoğlu (yayımcı), Meltem Ahıska (şair), Behiç Ak (karikatürist), Füsun Akatlı (yazar), Ergin Akış (grafik sanatçısı), Alaeddin Aksoy (ressam), Cengiz Akduman (fotoğraf sanatçısı), Yurdaer Altıntaş (grafik sanatçısı), Gökhan Anlahan (ressam), Oruç Arıoba (felsefeci- yazar), Mustafa Ata (ressam), Tomur Atagök (ressam), Serdar Ateşer (müzisyen), Şükrü Aysan (sanatçı), Yılmaz Aysan (sanatçı), Alparslan Baloğlu (sanatçı), İnci Baluk (grafik sanatçısı), Prof. Tamer Başoğlu (heykel- traş), Selçuk Batur (mimar), Cengiz Bektaş (ozan-mimar), Ateş Benice (çizgi filmci), Serdar Benli (grafik sanatçısı), İlhan Berk (şair), İsmet Berkan (gazeteci), Gamze Beyhan (şair), Canan Beykal (ressam), Hale Bolak (müzisyen), Ece Boratav (sanat yönetmeni), Seyyit Bozdoğan (ressam), ön d er Büyükerman (heykeltraş), Atilla Candemir (film yönetmeni), Tülin Candemir (sinemacı), Metin Cenkmen (fotoğraf sanatçısı), Ergun Çağatay (fotoğraf sanatçısı), Cevat Çapan (yazar-çevirmen), Turgut Çeviker (sanat eleştirmeni), Ender Çılgın (grafik sanatçısı), Tuna Çiner (fotoğraf sanatçısı), Gültekin Çizgen (fotoğraf sanatçısı), Prof. Adnan Çöker (res
sam), Nazlı Damlacı (ressam), Renan Dündar (grafik sanatçısı), Hülya Düzenlikoç (ressam), Rüya Erdoğan (ressam), Neşe Er- dok (ressam), Cemil Eren (ressam), Sertaç Ergin (grafik sanatçısı), Saruhan Erim (müzisyen), Ferit Erkman (grafik sanatçısı), Ayşe Erkmen (heykeltraş), Bülent Erkmen (grafik sanatçısı), Doğan Ertener (müzisyen), Men- gü Ertel (grafik sanatçısı), Me- met Fuat (yazar-yayımcı), Can- değer Furtun (seramik sanatçısı), Eyüp Görgüler (grafik sanatçısı), Mehmet Güleryüz (ressam), Birsen Gültekin (grafik sanatçısı), Nurdan Gürbilek (yazar), Tekin Güreren (grafik sanatçısı), Gökhan Gürses (çizer), Hüseyin Haydar (ozan), Meriç Hızal (heykeltraş), Serdar Işın (sinemacı), Şebnem İşın (sinemacı), Kemal İskender (ressam). Doç. özer Kabaş (ressam), Bülent Karaköse (karikatürist), Gülsün Karamus- tafa (ressam), Sadık Karamusta- fa (grafik sanatçısı), Ülkü Karaosmanoğlu (Sanat Olayı dergisi yazı işleri müdürü), Mustafa Kaşıkçı (grafik sanatçısı), Doğan Karakaş (heykeltraş), Serhat Kiraz (sanatçı), Nur Koçak (ressam), Füreya Koral (seramik sanatçısı), Faruk Malhan (tasa- nmcı-mimar), Alev Mavitan (ressam), Bihrat Mavitan (heykel- traş), Asuman Mesci (sinemacı), Cemalettin Mutver (grafik sanatçısı), İbrahim Niyazioğlu (grafik sanatçısı), Çelil Oker (yazar), Sevtap Oker (yazar), Filiz Olgun (yazar), Füsun Onur (heykeltraş), Tan Oral (çizer), Bülent Oran (yazar), Gülsün Orhon (seramik sanatçısı), Zekai Ormancı (ressam), Ahmet öktem (ressam), Nilgün öneş (grafik sanatçısı), İbrahim ö rs (ressam), Erkan Özdilek (ressam), Atilla Özkırımlı (eleştirmen-edebiyat tarihçisi), Ergül özkutan (ressam), Sarper özsan (besteci), Ferit özşen (heykeltraş), Kadri Oztopçu (yazar), Ali Platin (grafik sanatçısı), Haşan Safkan (heykeltraş), Emin Galip Sandalcı (yazar), Nejdet Sayın (yazar), Nevzat Sayın (mimar), Nedret Sekman (ressam), Emre Senan (grafik sanatçısı), Bülent Somay (müzisyen), Ayşe Soyer (ressam), Gürol Sözen (ressam), Nejdet Şen (karikatürist), Yasemin Şenel (ressam), Nejat Şener (yazar), Nazan Taçer (grafik sanatçısı), Yusuf Taktak (ressam), Süleyman Saim Tekcan (ressam), Ediz Tezel (ressam), Seyhun Topuz
(heykeltraş), Şükrü Türen (müzisyen), Ayşe Tütüncü (müzisyen), Sedat Ulu (grafik sanatçısı), Tomris Uyar (hikâyeci- çevirmen), Ülker Ün (ressam), özer Üstel (yazar), Nejat Ya- vaşoğulları (mimar-müzisyen), Erkal Yavi (grafik sanatçısı), Hilmi Yavuz (şair), Orhan Yıldırım (grafik sanatçısı), Gürel Yontan (sanatçı).
Orhan Pamuk, Princeton Üniversitesinde Türk romanı üzerine konuştu
Geçtiğimiz Eylül ayından bu yana ABD’de yaşamakta olan yazar Orhan Pamuk, Princeton Üniversitesi’nde Türk romanı üzerine bir konuşma yaptı.
Ü niversite’nin O rtadoğu Bölümü öğrencilerinin izlediği konuşmada Orhan Pam uk, temel olarak, Türk romanın bugününe değinmek üzere geçmişinden ve dünya romancılığından etkilenişinden bahsetmek gerek-
Kısa ••• Kısa •••• Kültür ve Turizm Bakanlı
ğı Milli Folklor Araştırma Dairesi Başkanlığı ve Niksar Beledi- yesi’nin işbirliğiyle gerçekleştirilen, Erzurumlu Em rah’ın anıt mezarı, 3 Mayıs’ta T okat’ın Niksar ilçesinde açıldı.
• Behzat Taş “ Karikaterö- rizm” adlı bir karikatür albümü yayınladı. Albümü (270 liralık posta pulu karşılığı) isteme adresi: “ Kurtuluş Mah., Ziyapaşa Cadl, 94/5, Eskişehir.”
• Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği (AFSAD)’tn yayınladığı “ Fotğraf” dergisinin Mayıs sayısında Alman fotoğrafçı Andrcj Reiser’iıı Almanya’daki Türk işçilerinin yaşamlarını konu alan 11 sayfalık portfoliosu yer alıyor. Ayrıca tlyas Göç-
Orhan Pamukfiğini ve romanm geçirdiği dönemlerin çekim inden kopuş aşamasına modern romanın son on yılda henüz girdiğini ve böy- lece fazla araştırümamış bir alanda bulunduğumuzu belirtti.
Türk romanında yeni deneyim ve gerçeklerin yararlı bir etki oluşturmak amacıyla, güçlü bir öyküye dayandırılarak iletilme geleneğinin var olduğunu söyleyen Pamuk, “ Bugün modern romancı sadece geleneksel politik baskıları ile hükümetin ve ahlaki beklentileri olan geleneksel okuyucunun değil, aynı zam anda öykücüdeki naif ruhun etkisini de aşmak, bunlara karşı koymak zorundadır” dedi.
men’in siyah-beyaz ve renkli fotoğraflarından oluşan portfoliosu da bu sayıda yayınlandı. Dergide bunun dışında fotoğrafla ilgili teknik ve kuramsal yazıiar da yer alıyor.
• Münih’teki Kunst-Gale- rie’de düzenlenen bir sergide ressam Ender Güzey’in yapıtlarına da yer verildi. Sergide, ayrıca Max Ernst, Bele Bachem, Chris- toph Bölinger, Antje Mentzen, Joan Miro, Jochim Palm ve Mac Zimmermann’ın tabloları yer alıyor.
• “ Moda Cad. 245, Kadıköy” adresinde etkinliğe başlayan Art Net Sanat Galerisinde ilk sergi Behruz Kia’nın yapıtlarını içeriyor. 14 Mayıs’ta açılan sergi, 1 Haziran’a değin sürecek.
iaRïséÉlœsss « 161
I
ON BEŞ GÜNÜN İÇİNDENAnkara Devlet Opera ve Balesi’nin düzenlediği “3. Ulus
lararası Ankara Müzik Festivali” ve Sarıyer Halk Eğitimi Merkezi’nin düzenlediği “4. Boğaziçi Amatör Tiyatrolar Şenliği” kapsamındaki etkinlikler: “Singing in the Rain”, “ Leopar”, “Orphée”, “Ginger ve Fred”in gösterimi; “Barış Resimleri”, “ Eski İstanbul” sergisi, Mayıs ayının ikinci yarısına genel bakışta dikkati çekiyor.
Plastik sanatlarda ise durum şöyle:Heli Perrett'in Bebek Kile’deki heykel sergisi 17 Mayıs;
Berk Sanat Galerisi’ndeki “Banş Resimleri” konulu karma ve Sarkis Günsel’in Tünel Galeri Cep’teki resim sergisi 20 Mayıs; Serdar Kutca’nın Ankara Çağdaş Sahne’deki karikatür ve Yasemin Şenel’in Ankara Siyah-Beyaz’daki sergisi 21 Mayıs; Nihat Kahraman’ın Bahariye Akbank’taki resim, Salih Balakbabalar’ın İslam Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi’ndeki “Ahşap, Sedef ve Metal Uygulamalar”, Mehmet Erbil’in Elazığ Akbank’taki resim, Sadık Öztürk’ün İzmit Devlet Güzel Sanatlar Galerisi’ndeki “Ve Kadınlar” konulu resim, Hasip Pektaş’ın Trabzon Akbank’taki resim sergisi 23 Mayıs; Birnur Günçe’nin Moda Deniz Kulübü’n- ki resim sergisi 26 Mayıs; Ziya Fikret Çıkrık'ın Etiler Akbank’taki resim sergisi 28 Mayıs; Mahmut Cûda’nın Harbiye Garanti Bankası Sanat Galerisi’ndeki resim, Ferruh Ertürk’ün Ziraat Bankası Başak Gaierisi’ndeki resim, Dilek Işıksel ve Fahire Alimgil’in Erenköy İs-Sanat’taki resim, Hayriye Akay ve Sevim Tabak’ın Ankara Iş-Sanat’taki resim, Ifsak üyelerinin Afsad’daki karma fotoğraf, Ömer Sümer’ in İzmir Iş-Sanat’taki resim, Rezzan Sabuncu’nun İzmir Alman Kültür Merkezi’ndeki resim sergisi 30 Mayıs; Nilgün İsmet ve Vahit Aras’ın Uşak’taki fotoğraf, Hamza Inanç’ın Ankara Doku’daki resim sergisi 31 Mayıs; Behruz Kia'nın Artnet’teki (Moda Cad. 245, Kadıköy) resim sergisi 1 Haziran; Osmanbey Erkut'taki karma sergisi. 3 Haziran; Teşvikiye Sanat Galerisi’ndeki “Eski İstanbul” konulu karma sergisi 5 Haziran; Namık Bayık’ın Maslak Pabetland’daki resim sergisi 8 Haziran'a dek gezilebilecek.
ZEKÂİ MURATÇAY
KONSER• İstanbul Avusturya Kültür Ofisi, 18.30’da “Oda Müziği Akşamı" düzenleyecek.• Antonio Saivatore (keman)- Nlna Botta (piyano) İkilisi, Ankara Devlet Konservatuvarı'n- da 20.30’da Mozart, Stravinsky, Debussy, Ravel ve Saint- Saens'ın yapıtlarından oluşan bir program sunacak.BALE• Ankara Devlet Opera ve Balesi, 20.30’da "3. Uluslararası Ankara Müzik Festivali” çerçevesinde Ferit Tüzün’ün "Çeşmebaşı” , Borodlne’in “Poloveç Dansları” ve Muammer Sun’un “ Hıdrellez” adlı birer perdelik balesini sunacak.TİYATRO• Deneysel Sahne, Sarıyer Halk Eğitimi Merkezi Tiyatro Kolu'nun düzenlediği ”4. Boğaziçi Amatör Tiyatrolar Şen- liği"nde 19.00’da "Trajedi" adlı oyunu sergileyecek.
62
GÖSTERİ• AKM Sinema Bölümü’nde 14.30, 18.00'de Daniel Mann’ in “Willard Fareleri” adlı filmivar.• İstanbul Türk-İngiliz Kültür Derneği’nde 14.30’da Orson Welles’in “Touch of Evil”; 19.00’da Alan Bridges’in“The Return of a Soldier” adlı filmi izlenebilecek.• Istanbul Italyan Kültür Merkezi, 16.30 ve 19.30'da Vls- conti'nln “Leopar” adlı filmini oynatacak.İMZA GÜNÜ• Tarık Dursun K., Nişantaşı akademi Kitabevl’nde 16.00 - 19.00’da kitaplarını imzalayacak.
CUMA
KONSER• Michael Grube (keman), İstanbul Avusturya Kültür Ofi- si’nde 18.30'da piyanist Ergi- can Saydam eşliğinde resital verecek.
• CSO’nun 20.30’daki “Kapanış Konseri”nl Rengim Gökmen yönetecek. Yekta Kara’ mn (soprano) solist olarak katılacağı konserde Çaykovski’ nin “Aşk Şarkıları”, Kemal Sünder’in “Timpani Konçertosu” ile Verdi operalarından uvertür ve prelüdler seslendirilecek.TİYATRO• Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları, Shakespeare’ln “Troi- los ve Kressida" adlı oyununu 19.30’da sergileyecek, yöneten: Mehmet Açar.• Zeytinburnu Halk Eğitimi Merkezi Tiyatro Kolu, Sarıyer Halk Eğitimi Merkezi’nde 19.00’da “Güneşte On Kişl’’yi oynayacak.İMZA GÜNÜ• Fehmi Işıklar, Nişantaşı Akademi K itabevi’nde 16.00-19.00’da kitaplarını imzalayacak.SERGİ• Günay Sagun’un Nişantaşı Akbank'taki resim sergisi, 30 Mayıs’a dek sürecek.• İzmir Resim Heykel Müze- si’ndekl karma sergi, 30 Ma- yıs’ta kapanacak.• Güler Akalan’ın İzmir Mus- tafabey Yapı Kredi’deki resim sergisi, 16 Haziran'a dek gezilebilecek.• Işıl Özışık'ın Ankara Bedestendeki resim sergisi, 13 Ha- ziran’a dek sürecek.
KONSER• Antonio Salvatore (keman),
Emirgân Beyaz Köşk’te 15.00’te resital verecek.• CSO, 16 Mayıs “Kapanış Konseri”ni 11.00'de yineleyecek.BALE• Ankara Devlet Opera ve Balesi, 20.30’da “Çeşmeba- şı”, “Poloveç Dansları" ve “Hıdırellez’’i sergileyecek.TİYATRO• Sarıyer Halk Eğitimi Mer
kezi’nde 11.00’de SHEM Çocuk Tiyatrosu’nun “Don Ca- male’ye Zeytin Yok”, 16.00’da Beşiktaş Atatürk Lisesi’nin “Kel Şarkıcı"; 18.00'de İstanbul Sahnesi’nin tek kişilik gösterileri izlenebilecek.• Anadolu Üniversitesi AÖF
Tiyatro Kolu, Beyoğlu Küçük Sahne’de 13.00’te Ferdi Mer-
ter’in “Silahlar ve Çiçekler"l- nl sunacak.
OPERA• İstanbul Devlet Opera ve Balesi, Ankara Büyük Tiyatroda 20.30’da “3. Uluslararası Müzik Festivali” çerçevesinde Okan Demiriş’in “Karyağdı Hatun” adlı operasını sergileyecek.TİYATRO• Sarıyer Halk Eğitimi Merkezi’nde 14.00’te Özgün Tiyatro Topluluğu "Maskeler ve Yüzler"; 16.30’da SHEM Tiyatro Kolu “İstanbul’dan Nağmeler”! oynayacak.
KONSER• Antonio Salvatore (keman), İstanbul İtalyan Kültür Merke- zl’nde 19.00’da piyanist Nina Botta eşliğinde Beethoven ve Mozart’ı seslendirecek.
KONSER• Sibel Kurtbek ve Cana Gür- men’in piyano öğrencileri, İstanbul Avusturya Kültür Ofl- si’nde 17.30’da konser verecek.OPERA• İstanbul Devlet Opera ve Balesi, Ankara’da 20.30’da “Karyağdı Hatun’d sergileyecek.TİYATRO• Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Oyuncuları, Sarıyer Halk Eğitimi Merkezi’nde 18.30’da "Kedi" adlı oyunu sergileyecek.SERGİ• Tahir M. Ceylanoğlu’nun İstanbul Fransız Kültür Merkezi’ndeki “Barış Daha Önde” konulu fotoğraf sergisi, 31 Mayıs’ta kapanacak.
15 MAYIS-31 MAYIS
ÇARŞAMBA
KONSER• Lalin Tuna (piyano), İstanbul Avusturya Kültür Oflsi’nde 18.30’da resital verecek. TİYATRO• BÜO, 19.30’da “Troilos ile Kressida”yı oynayacak.• Behçet Kemal Çağlar Lisesi öğrencileri, SHEM ’de 17.30’da “İçimizden ikisi” adlı oyunu sunacak.GÖSTERİ• İstanbul İtalyan Kültür Merkezi, Fellini’nin “Ginger ve Fred” adlı filmini 16.30’da oynatacak.• Ankara Türk - Amerikan Derneği, Vincente Minelli’nin “An American in Paris” adlı filmini 18.00 ve 20.30’da sunacak.
PERŞEMBE
BALE• Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı, Ankara Büyük Tiyatro’da 20.30’da “ 3. Uluslararası Müzik Festivali” çerçevesinde bale gösterisi yapacak.TİYATRO• Sarıyer Halk Eğitimi Merke- zi’nde Saint Benoit Kız Lisesi 18.30’da “Çökme Tehlikesi” ve 19.30’da “İki Kişilik Hır- gür”ü sergileyecek. GÖSTERİ• İstanbul Italyan Kültür Mer- kezi’nde 16.30 ve 19.30’da “Ginger ve Fred” var.
CUMA
KONSER• Kıvanç Onur (soprano), İstanbul Avusturya Kültür Ofi- si'nde 18.00’de piyanist Na- zan Akın eşliğinde resital verecek.TİYATRO• SHEM’de 15.00’te izzet Ün-
ver Lisesi “Hep O Kel Şarkıcı”; 20.00’de HÜ Zonguldak Mühendislik Fakültesi “Balıkesir Muhasebecisi” adlı oyunu sergileyecek.
KONSER• Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı, CSO Konser Salonu’nda 11.00’de senfonik konser verecek. TİYATRO• BÜO, “Troilos ve Kressida” yı 15.30, 19.30’da sergileyecek.• SHEM Tiyatro Kolu, 15.00’te Meddah gösterisi yapacak; Çankaya HEM Tiyatro Kolu da 18.00'de “Evler Evler”i oynayacak.
TİYATRO• BÜO, “Troilos ve Kressida” yı 15.30’da sergileyecek.• SHEM’de İstanbul Sahnesi 11.30’da “Ah Bizde Şans Olsa” ve 15.00'te “Sıradan Bir Olay”; Barış Oyuncuları da 18.00’de “Tiyatro’da"yı oynayacak.
KONSER• TRT Ankara Çoksesli Gençlik Korosu, “Uluslararası Müzik Festivali” çerçevesinde 20.30’da konser verecek. TİYATRO• Galatasaray Lisesi (Beyoğlu), SHEM’de 18.30’da “Ağrı Dağı Efsanesi"ni oynayacak. GÖSTERİ• İstanbul Türk - İngiliz Kültür Derneği’nde 14.30'da “Touch of Evil”; 19.00’da "The Return of a Soldier” var.• Ankara Türk - Ingiliz Kültür Derneği, James Mactaggart’ ın “The Duchess of Malfi” adlı filmini 18.30’da oynatacak.
“Orphée’ adlı filmini 18.00’de oynatacak.-• AKM SB'de 13.00, 15.00, 17.00’de çocuk filmleri var.• İstanbul Italyan Kültür Merkezi 16.30 ve 19.30’da “Kafes”! sunacak.• İstanbul Türk - Ingiliz Kültür Derneği’nde 14.30’da “The
SALI
KONSER• Ova Sünder’in piyano öğ
lencileri, İstanbul Avusturya Kültür Ofisi’nde 17.30’da konser verecek.• Saygj Aytöre Yücel (piyano), Irfani Özdemir (obua), Bülent Civelek (klarnet), Orhan Nuri Göktürk (fagot) ve Fazlı Ars- lan (korno), Ankara Türk - Ingiliz Kültür Derneği’nde 20.30’da Mozart ve Beetho-
Return of a Soldier"; 19.00’da “Lady from Shanghai” izlenebilecek.
30CUMA
ven'i seslendirecek.TİYATRO• Galatasaray Lisesi (O'rta- köy), SHEM’de 18.30’da “Dı- şardakiler” adlı oyunu oynayacak.KONFERANS• Prof. Oğuz Onaran ve Seçil Büker, Ankara Türk - Amerikan Derneği’nde 18.30’da “Amerikan Müzikalleri”ni ta- . nıtacak.
OPERA• Ankara Devlet Opera ve Balesi, “3. Müzik Festivali" çerçevesinde 20.30’da Mozart’ın "Figaro’nun Düğünü” operasını sergileyecek. Bettenb- ruch'un sahneye koyduğu operada orkestrayı Maria Tu- nicka yönetiyor.TİYATRO• Saint Benoit Kız Lisesi, SHEM’de 19.00’da “Antigo-
¡28 ne”yi oynayacak.GÖSTERİ• AKM SB’de 13.00, 15.00, 17.00’de çocuk filmleri gösterilecek.• İstanbul Fransız Kültür Mer- kezi’nde 18.30’da Claude Chabrol’un “ La Femme Infidèle” adlı filmi var.
ÇARŞAMBA
KONSER• TRT Ankara Çoksesli Gençlik Korosu, “ 3. Müzik Festivali” çerçevesinde 20.30’da konser verecek. TİYATRO• SHEM’de Tunceli HEM Tiyatro Kolu 20.00’de “Elif Ana” yı oynayacak.GÖSTERİ• AnkaralIlar Türk - Amerikan Derneği’nde 18.00 ve 20.30’da Gene Kelly’nin “Singing in the Rain" adlı filmini izleyebilecek.
• İstanbul Türk - Ingiliz Kültür Derneği, "The Edge of Darkness-3”ü 14.30’da; “Lady from Shanghai”ı 19.00’da oynatacak.
31CUMARTESİ
TİYATRO• SHEM'de Silivri FAD Gençlik Tiyatrosu 11.30’da “Dağ Denize Kavuştu" ve 15.00’te “Şen Denizciler”; 17.00’de de Bolu Kültür Merkezi Sanat Tiyatrosu “Rumuz GoncagüT’ü sergileyecek.
PERŞEMBE GÖSTERİ• AKM SB'de 13.00, 15.00, 17.00’de çocuk filmleri izlenebilecek.• İstanbul Türk - İngiliz Kültür Derneğl’nde 11.00’de “High Rlse Donkey”, 14.30’da “Lady from Shanghai”, 19.00’da da “Touch of Evil” var.
TİYATRO• Darüşşafaka Lisesi, SHEM' de 18.30'da "İnsan Denen Garip Hayvan”ı sergileyecek. GÖSTERİ• İstanbul Fransız Kültür Merkezi, Jean Cocteau'nun
63
KONUŞMA
Arthur Miller’in ünlü yapıtı “ Satıcının Ölümü’’nii sinemaya aktaran Alman yönetmen Wolker Schlöndorf, Amerika’da birçok televizyon istasyonu tarafından satın alınan ve Avrupa sinemalarında gösterime giren filminin hemen ardından yeni çalışmalara başladı. Bu ilk okyanus ötesi çalışmasını yenilerinin izleyeceğini belirten Schlöndorf, aşağıdaki söyleşide yeni tasarımlarım açıklıyor.
Rainer Werner Fassbinder Amerika’ya yerleşmeyi istiyordu. Sizin de böyle bir niyetiniz var mı?
Hayır, şimdilik böyle bir düşüncem yok. Ancak kesin olan bir şey var, o da önümüzdeki yıllarda çalışmalarım iki cephede olacak, daha doğrusu iki kültür üzerine kurulacak. 1977 yılında “Katharina BlurrT’u gerçekleştirdikten sonra Amerika Birleşik Devletleri’ne iki yolculuk yaptım. Bunlardan birini güney - batıya Hollywood’a, diğerini de doğuyşa yaptım. Sonra Moskova’dan geçerek Orta Asya’ya yöneldim. Özbekistan’a Taşkent’e gittim. Bu bana olaylara Özbek ve Amerikan gözleriyle bakabilmeyi öğretti. Bir başka şeyi de. Ortada durmam gerektiğini. Ve bu odacılığı değişik tarihsel, sosyal, coğrafik kültürle zenginleştirmeye karar verdim.
Amerika Birleşik Devletlerl’nde yapacağınız çalışmalardan biraz bahseder misiniz?
Bugünlerde Roma’dave Firenze’ de bir taraftan dinleniyorum bir taraftan da düşündüğüm iki projeyi kafamda geliştirmeye çalışıyorum. Bu arada karım Margarethe von Tootta’nın son çektiği film “Rosa Luxemburg” Cannes Film Festlvali’ne katılacak, benim de ona katılmam söz konusu. Ancak bu iki projeden hangisinin öncelik kazanacağına Hollywood'dakiler karar verecekler.
Peki ama proje sizin olduğuna göre detayları ve kimlerin oynayacağını biliyorsunuzdur.
İlk filmim Utah eyaletinde çekilecek ve Mormon tarikatını anlatacak. Din sorunu ve özellikle Amerika’daki iki dinsel azınlığın olayı beni büyülüyor. Teksti, daha önce Stanley Kub- rick’le birlikte çalışan Dlane Johnson adlı ilginç bir kadın yazarın kitabından uyarladım. Bu filmde başrolde çok iyi bir tiyatro oyuncusu olan John Malko-
64
WolkerSchlöndorf:
“ Avrupa sinemasının uzlaşmacı bir tavır
içinde olduğu ve sorumluluktan kaçtığı
görüşündeyim’’
vich oynuyor. Diğeri ise bir komedi, bunda da Steve Martin oynayacak.
Sadece Amerika’da tanınan bir komedyeni seçmenizin sebebi ne?
Martin’in hiciv anlayışını, sürrealistliğini seviyorum. Filmin konusu Vi- yana’da geçiyor. Steve de Amerikalılar ve Ruslar tarafından gerçekleştirilen bir mitingde çevirmenlik rolünü üstlenen bir adamı canlandıracak. Çok şık bir Viyana otelinde, Ruslara ve Amerikalılara çevirmenlik yapan bir Steve’ln mimiklerinin çok hoş kaçacağına inanıyorum.
Avrupa’ya yönelik tiyatro çalışmalarınız neler olacak?
Tiyatro çalışmalarına ağırlık vereceğim. 1987 kışında Münih’te Heinrich Böll’ün “Nehirli Köyün Kadınları” adlı kitabını sahneye koyacağım. Daha sonra da “Teneke Trampet”in devamı sayılabilecek bir öyküyü film yapacağım.
Filmlerinizde çok sık edebiyat ürünlerinden yola çıkıyorsunuz. Niye edebiyat?
Bir edebiyat metnini canlandırmak, kültürel ve sosyal zenginlikler katmak çok hoşuma gidiyor.
“Satıcının Ölümü” dublajlı çıktı birçok ülkede. Alt yazıyı yeğler miydiniz?
Henüz İtalyanca çevrilmiş halini görmedim. Film Almanya’da da dub- lajlanarak çıktı. Ancak filmimizin - filmimizin diyorum çünkü filmi gerçek bir ekip çalışması içerisinde gerçekleştirdik - alt yazıyla çıkmasını tercih ederdik. Vine de böyle bir filmi en kötü dublajın bile karalamayacağına inanıyorum, bu büyük ölçüde tekstin birçok insanca tanıdık olmasından da kaynaklanıyor.
Siz Yeni Alman Sineması’nın sosyal olaylara, eylemlere en duyarlı yaklaşan yönetmenlerinden biri olarak kabul ediliyorsunuz. Avrupa sinemasının son durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sinemanın uzlaşmacı bir tavır içinde olduğunu ve sorumluluktan kaçtığını düşünüyorum. Yapımcılarıyla, senaristleriyle, yönetmenleriyle, yıldızlarıyla sinemacılar kültürel yapımlarla, gişe arasında ortak bir yer bulmaya, böylece sorumluluk duygularını da tatmin etmeye çalışıyorlar. Ama katı ge- nellendirmeler yapmak istemiyorum. Ayrıca bir komedide de politika ve sosyal olayların incelikle işlenebileceği inancındayım. Bunun en iyi örneklerini de ustam saydığım EliaKazan'da gördüm. Avrupa’da en çok beğendiğim yönetmen ise Andrej Wajda. Bana gelince... Ben başarılmış ya da başarıla- mamış her filmimde insanların eylemlerinin, devinimlerinin merkezine düşünceyi, yüreği, duyguları yerleştirmeye çalışıyorum. Filmlerimde suskun mesajlar yakalamak zordur. Çevirdiklerim ve çevireceklerim, her şeye rağmen sinemasal sanata inanan bir insanın analizlerinin ürünü olarak görülmelidir.
Türkçesi: AYÇA ATİKOĞLU
97b 35 indirim6.000 TL. yerine 3.900 TL.
Milliyet Sanat Dergisi
indirimli abone kampanyasında
son 10 gün
Milliyet Sanat Dergisi, 15 Ocak sayısından itibaren 250 liradan satılmaya başlanmıştır. 50 liralık bu artış, doğal
olarak abone ücretlerine de yansıyarak yıllık abone bedeli 4.800 liradan 6.000 liraya yükselmiştir.
Dergimiz, geçen yıllarda olduğu gibi, fiyat artımının okurlarına yükleyeceği mali külfeti ortadan kaldırarak, daha geniş kitlelere seslenmek ve toplu okur sağlamak amacıyla düzenlenen %35 indirimli abone kampanyası
25 Mayıs’ta sona erecektir
25 Mayıs 1986 tarihine kadar Sanat Dergisi’ne 1 yıllık (24 sayı) abone olanlar 6.000 T L . yerine —eski abone
fiyatının da altında— sadece 3.900 T L . ödeyeceklerdir.
Kampanyamızdan kararlanmak isteyenler, abone kuponundaki gerekleri yerine getirip
adresimize göndererek abone olabileceklerdir.
TÜRKİYE’DER en klİ Fotoğraf Denince...'-
Refo Color1965 yılından bu yana Türkiye’de
renkli fotoğraf denince ilk anımsanan isimdir Refo Color...
Renkli fotoğrafın ülkemizdeki öncüsü olan Refo Color, bugün
fotoğraf teknolojisindeki tüm yenilikleri yapısında bulunduran modern laboratuvarları
amatör ve profesyonel tüm fotoğraf sanatçılarımıza hizmet vermenin
kıvancını duymaktadır.
ile
ISREFO*C O L O R
Renkü Fotoğraf Laboratuvarlari SANAYİİ Ve TİCARET A.Ş.
Şehit Adem Yavuz Sok.8 Kızılay-ANKARA, Tel: 18 84 84 • 18 86 86 - 18 95 72 Nispetlye Cad.18 Etiler-İSTANBUL, Tel: 163 65 31 ■ 165 53 74
Atatürk Bulvarı 252/A Alsancak-İZMİR, Tel: 21 23 64
Taha Toros Arşivi