gencay dergisi - sayı 27 - nisan 2014

60

Upload: gencay-dergisi

Post on 16-Mar-2016

241 views

Category:

Documents


5 download

DESCRIPTION

Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014 http://www.gencaydergisi.com

TRANSCRIPT

Page 1: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014
Page 2: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

www.millidusunce.org

Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı

Kızılay/ANKARA

Telefon: 0 (312) 231 31 94

Belgeç: 0 (312) 231 31 22

Page 3: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi

Yıl 3 Sayı 27 - Nisan 2014

Ücretsiz e-dergi

www.gencaydergisi.com

[email protected]

TÜRK TARİHİNİN İLK SEYEHATNAMESİ: ORHUN ABİDELERİ / Emre SEVİNÇ

DUMLUPINAR FACİASI / Çağhan SARI

LOZAN ANTLAŞMASI HAKKINDA BİR KİTAP/ Yavuz SAYGILI

ÇOCUKTA EGO / Dilek AKILLIOĞLU

EMPERYALİZMİN EĞİTİME UZANAN KOLU / Ahmet Afşin KÜÇÜK

HUKUK DEVLETİ GAYESİ VE DEMOKRASİ / Pirali Çağrı ŞENSOY

NÖBETİ DE “KÜRT” MEHMET TUTSUN! / Ahmet KANBUR

ANADİLDE EĞİTİM PROJESİ / Durmuş HOCAOĞLU

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ GENÇLİK SEMİNERLERİ / Prof. Dr. İskender ÖKSÜZ

Page 4: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

1

TÜRK TARİHİNİN İLK SİYASETNAMESİ:

ORHUN ABİDELERİ

Emre SEVİNÇ

Milli Eğitim Bakanlığınca hazırlanan ‘’Türk

Edebiyatında İlkler’’ listesinde siyasetname

maddesinin karşısında ‘’Kutadgu Bilig’’

adlı eserimiz yer almaktadır.1 Yani

okullarımızda resmi olarak bu şekilde

öğretilmektedir. Durum akademik

yazılarda da hemen hemen aynıdır. Bazı

akademik yazılar sözkonusu eseri Türk

tarihinin ilk siyasetnamesi olarak

değerlendirmektedir.* Genel olarak ise

makaleler Türk tarihinin ilk siyasetnamesi

konusunda net bir şey

söyleyememektedir. Yine sosyal

hayatımızda da ilk siyasetname olarak

Yusuf Has Hacip’in eseri bilinmektedir.

Orhun Yazıtları’nın** içeriği derinlemesine

incelendiğinde bu eserlerin de

siyasetname özelliği taşıdığı ve Türk

tarihinin ilk siyasetnamesi oldukları

anlaşılacaktır. Bu yazımızda biz sözkonusu

yazıtların içeriği hakkında bilgi verip

ortaya attığımız bu tezi kanıtlamaya

çalışacağız.

Burada amacımız Kutadgu Bilig ile Orhun

Yazıtlarını karşılaştırmak değil sadece

Orhun Yazıtlarının siyasetname özelliği

taşıdığını ortaya koyarak Türk tarihinin ilk

siyasetnamesi olduklarını kanıtlamak

olacaktır.

Yazımızın ilerleyen kısımlarında yukarıda

ortaya koyduğumuz tezi güçlendirmek için

şu konu başlıklarına değinilecektir:

1-Siyasetname Kavramını Tanıyalım

2-Çağın Şartları Çerçevesinde Göktürk

Kağanlığı

3- Orhun Abidelerine Bakışımız Nasıl

Olmalıdır?

4-Siyasetnamelerin İçerik Özellikleri

5- Siyasetnamelerin İçerik Özellikleri

Bakımından Orhun Abideleri

6- Kut İnancı ve Orhun Abideleri

1-Siyasetname Kavramını Tanıyalım

Siyasetname kavramı en basit şekli ile

‘’Devlet yönetimine dair eserlerin ortak

adı’’ olarak tanımlanmıştır.2 Agah Sırrı

Levend de ‘’Siyaset-Nameler’’ adlı

makalesinde bu kavramı geniş geniş

anlatmakla beraber ‘’siyasetle, devlet

yönetimiyle ilgili eser’’ şeklinde kısaca

tanımlamıştır.3 Türk Dil Kurumu Güncel

Türkçe Sözlükte ise siyasetname ‘’siyaset

bilimini anlatan ve bu konuda öğüt veren

eser’’ şeklindedir. Kelimenin en yakın

geçmişine bakacak olursak siyasetname

Arapça siyaset(Devlet işlerini düzenleme

ve yürütme sanatıyla ilgili özel görüş veya

anlayış) ve Farsça name(mektup)

kelimelerinin birleşiminden ortaya

çıkmaktadır.4

Page 5: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

2

Siyasetname üzerine yazılan kaynakların

çoğu bu türe İslam devletleri

çerçevesinden bakmaktadır. Şüphesiz

siyasetname türü İslam kültüründe çokça

rastladığımız ve hakkında birçok kapsamlı

eser ortaya konulmuş bir türdür. Ancak bu

İslam’dan önce bu tarz bir eserin varlığını

örtmemelidir.

Siyasetname genel bir kavram olarak

karşımızdadır. Bunu biraz daha özele

indirgeyerek ‘hükümdarlar için yazılanlar’,

‘vezirler için yazılanlar’ veyahut ‘kim için

yazıldığı belli olmayan’ siyasetnameleri

belirleyebiliriz. Bunlara ek olarak ‘halk için

yazılanları eklememizde bir sakınca

yoktur. Biz Orhun Yazıtlarının içeriğinde

bu özelliklerin birçoğunu bir arada

görmekteyiz. Bu eserlerin çoğu geniş

kapsamlı ve hacimli olmakla beraber

küçük kitapçıklar veya mektup(name)

şeklinde hatta Göktürk Yazıtlarında

göreceğimiz üzere taşlara kazınmış halde

karşımıza çıkmaktadır.5

Siyasetnamelerdeki amaç -genel olarak-

geçmişten ve özellikle din gibi inançlardan

ders alarak yönetenlere ve yönetilenlere

devlet yönetimi hakkında bilgiler, öğütler

vermek yani ülke siyasetini bu unsurlara

öğretmektir.

2-Çağın Şartları Çerçevesinde Göktürk

Devleti

Tarih biliminin temelinde şüphesiz bilgi

kavramı vardır. Ancak yöntem kavramı da

en az bilgi kavramı kadar önemlidir.

Yöntem açısından baktığımızda da olay,

olgu ve eserleri çağının şartları göz

önünde bulundurularak incelemek

oldukça önemlidir. Bu nedenle dönemin

siyasi ortamına bir göz atmak yararlı

olacaktır.

Göktürkler yaklaşık 50 yıl süren bir Çin

esaretinden sonra 682 yılında Kutluk

Kağan’ın önderliğinde bir isyan ile tekrar

istiklallerine kavuşmuşlardır. Göktürk

Kağanlığı Kutluk Kağan’ın ardından

kardeşi Kapgan Kağan tarafından idare

edilmiştir. Kapgan Kağan döneminde sık

sık iç isyanlar çıkmıştır. Bu isyanlar

Kapgan’ın halkına karşı aşırı sert zalim

davranması nedeniyle gerçekleşmiştir.

Kapgan bu isyanların sonuncusunda

pusuya düşürülerek öldürülmüştür.

Kapgan Kağan’dan sonra kısa bir süre oğlu

İnel kağan oldu. Ancak devlette herhangi

bir başarısı olmayan İnel’in kağan olması

hoş karşılanmadı. Kül Tegin bir ihtilal

yaparak onu ve taraftarlarını öldürdü.

Kağan olarak da ağabeyi Bilge’yi tahta

geçirdi. İşte söz konusu yazıtlar da bu

zamanda yani Göktürklerin Çin

hâkimiyetinden kurtulmasından 40-50 yıl

kadar sonra, birçok iç isyanın, siyasi ve

askeri çekişmelerin yaşandığı bir

dönemden sonra dikilmiştir. Bu nedenle

bu yazıtlara geçmişteki başarısızlık ile

halkın-yöneticilerin yaptığı hatalar ve

içerisinde bulunulan çağın başarısı yoğun

olarak yansımıştır. Ayrıca Çin esaretinde

geçen yılların ve Kapgan Kağan

dönemindeki uygulamaların halkta ve

devlet adamlarında yarattığı psikolojik algı

onları, yapılan hataların tekrarlanmaması

için bir etkinliğe itmiş ve bu eserlerin

içeriğinde bu öğelere bolca değinilmiştir.

Bu yazıtların asıl mimarı özellikle bilgeliği

ile göze çarpan Tonyukuk’tur.

Tonyukuk’un ailesi, Doğu Göktürk

Kağanlığı Çin hâkimiyetine girdiğinde

Page 6: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

3

Çin’e yerleşmiştir. O da burada doğmuş,

eğitimini almış ve yüksek mertebelere

ulaşmıştır. Kutluk Kağan’ın

bağımsızlığından sonra onun yanına

gelmiş ve veziri olmuştur. Tonyukuk hem

bu dönemleri hem de Kutluk’tan sonraki

dönemleri yaşayan bir tecrübe olarak bu

yazıtların dikilmesinde ve devletin siyasi-

askeri seyrinde önemli rol oynamıştır.6

3- Orhun Abidelerine Bakışımız Nasıl

Olmalıdır?

‘’Bu anıtlar her şeyden önce bizim dil

anıtlarımızdır. İçinde tarihimiz var, içinde

edebiyatımız var, içinde dini anlayışımız

var, sosyal anlayışımız var, devlet

anlayışımız var, kültürümüze ait parçalar

var; ama her şeyden önce onlar bizim dil

anıtlarımız…’’7

Ahmet Bican ERCİLASUN’un bu tespitleri

belki de ‘Orhun Abidelerine Bakışımız

Nasıl Olmalıdır?’ sorusuna en güzel cevap.

Bu tespitleri yine ERCİLASUN’un

üslubuyla açalım mı?

Türkçemiz, edebiyatımız bu abidelerde. Dil

bilgimiz, adlarımız, ünvanlarımız,

sayılarımız… Tarihimizin, geçmişimizin,

varlığımızın, yaşadığımızın kanıtları bu

abideler. Askeri kavramlarımız,

savaştığımız toplumlar, kazandığımız

topraklar da var Kut almış beylerimiz de

Kut vermiş Gök Tengrimiz de dinimiz de.

Siyasi ilişkilerimiz de burada… Çin

entrikaları-bunlara çözümler, kağanların

görevleri, halka-Tanrıya karşı görevler,

devlet yönetimimiz ve daha niceleri…

Bu yazıtları bir de ilk siyasetnamemiz

olarak ifade edilen Kutadgu Bilig adlı

eserimiz ile karşılaştıralım… Kutadgu Bilig,

Orhun Abidelerinden yaklaşık 300 yıl

sonra kaleme alınmıştır. Ayrıca bu süre

içerisinde kâğıt-kalem kullanılmaya

başlanmış, dil, yazı ve üslup gelişmiş,

siyaset bilgisi-felsefesi vb. konularda bilgi-

birikim artmıştır. Bu nedenle kapsam-

kalite açısından baktığımızda Kutadgu

Bilig adlı eserimiz bu abidelerden –

siyasetname türü açısından- tabi ki

üstündür. Ancak bu Orhun Abidelerinin

birer siyasetname olduğunu gerçeğini

değiştirmez.

4-Siyasetnamelerin İçerik Özellikleri

Siyasetname türü hakkında yazılan

eserlerde siyasetnamelerin içeriğinde

olması gereken özellikler geniş geniş

işlenmiştir. Bu konuda verilen eserler aynı

şeyleri farklı kelimelerle anlattığından biz,

tek bir kaynaktan, İslam Ansiklopedisi

‘siyasetname’ maddesinden

yararlanacağız. Bu özellikleri şöyle

sıralayabiliriz:

a) Devlet yönetiminin temel ilkeleri

b) Devlet başkanında bulunması

gereken başlıca özellikler

c) Yönetimde dikkat edilmesi veya

kaçınılması gereken başlıca

unsurlar

d) Devlet görevlilerinin tayin ve

denetimleri

e) Beytülmal idaresi

Page 7: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

4

f) Devletlerarası ilişkilerde uyulması

gereken kurallar

g) Hükümdarın Allah’a(tanrı olarak

değiştirmekte fayda vardır) ve

halka karşı sorumlulukları

h) Devletin ayakta kalmasının temel

şartları8

5- Siyasetnamelerin İçerik Özellikleri

Bakımından Orhun Abideleri

Orhun Abideleri’nin içeriğinde

siyasetname özelliği taşıyan oldukça çok

kısım olduğunu daha önce de söylemiştik.

Aşağıda bu kısımlar listelenecektir.***

a- Devlet yönetiminin temel ilkeleri

- hep düzene soktum. O şimdi kötü

değildir. Türk kağanı Ötüken ormanında

otursa ilde sıkıntı yoktur. (KTG-G-3)****

- gitmiş olan millet öle yite, yaya olarak

çıplak olarak dönüp geldi. Milleti

besleyeyim diye, kuzeyde Oğuz kavmine

doğru, doğuda Kıtay, Tatabı kavmine

doğru, güneyden Çine doğru on iki defa

büyük ordu sevk ettim,… savaştım…(KTG-

D-28)

- sonra, Tanrı bağışlasın, devletim var

olduğu için, kısmetim var olduğu için,

ölecek milleti diriltip besledim. Çıplak

milleti elbiseli, fakir milleti zengin kıldım.

Az milleti çok kıldım. Değerli iliden, değerli

kağanlıdan daha iyi kıldım…(KTG-D-29)

- milleti hep tabi kıldım, düşmansız kıldım.

Hep bana itaat etti. İşi gücü veriyor…(KTG-

D-30)

- sonra, Tanrı bağışlasın, devletim var

olduğu için, kısmetim var olduğu için,

ölecek milleti diriltip besledim. Çıplak

milleti elbiseli, fakir milleti zengin kıldım.

Az milleti çok kıldım. Değerli iliden, değerli

kağanlıdan daha iyi kıldım…(KTG-D-29)

- ... O töre üzerine amcam kağan oturdu.

Oturarak Türk milleti tekrar tanzim etti,

tekrar besledi. Fakiri zengin kıldı, azı çok

kıldı. Amcam kağan oturduğunda kendim

prens… Tanrı buyurduğu için(BG-D-14)

- amcamızın kazanmış olduğu milletin adı

sanı yok olmasın diye Türk milleti için

gece uyuyamadım, gündüz oturmadım.

Küçük kardeşim Kül Tigin ile, iki şad ile öle

yite kazandım. Öyle kazanıp bütün milleti

ateş, su kılmadım. Ben kendim kağan

oturduğumdan her yere gitmiş olan millet

yaya olarak, çıplak olarak, öte yite geri(BG-

D-22)

- geldi. Milleti besleyeyim diye kuzeyde

Oğuz kavmine doğru; doğuda Kıtay, Tatabı

kavmine doğru; güneyde Çine doğru on iki

defa ordu sevk ettim… savaştım. Ondan

sonra Tanrı buyurduğu için, devletim,

kısmetim var olduğu için, ölecek milleti

diriltip besledim. Çıplak milleti elbiseli

kıldım. Fakir milleti zengin kıldım.( BG-D-

23)

- ... Ben kendim kağan oturduğum için

Türk milletini… kılmadım. İli, töreyi çok iyi

kazandım… toplanıp…( BG-D-36)

- doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda

gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar,

onun içindeki millet hep bana tabidir.

Bunca milleti hep düzene soktum. O şimdi

kötü değildir. Türk kağanı Ötüken

ormanında otursa ilde sıkıntı yoktur…(

BG-K-2)

- kala kalacağız. Kendi içi dıştan tutulmuş

gibiyiz. Yufka olanın delinmesi kolay imiş,

Page 8: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

5

ince olanı kırmak kolay. Yufka kalın olsa

delinmesi zor imiş. İnce(TN1-G-6)

- Türk Bilge Kağanı Türk Sir milletini, Oğuz

milletini besleyip oturuyor.(TN2-K-4)

b- Devlet başkanında bulunması

gereken başlıca özellikler

- aç, fakir milleti hep toplattım. Fakir

milleti zengin kıldım. Az milleti çok kıldım.

Yoksa, bu sözümde yalan var mı? Türk

beyleri, milleti, bunu işitin! Türk milletini

toplayıp il tutacağını burda vurdum.

Yanılıp öleceğini yine(KTG-G-10)

- Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta,

ikisi arasında insan oğlu kılınmış. İnsan

oğlunun üzerine ecdadım Bumın Kağan,

İstemi Kağan oturmuş. Oturarak Türk

milletinin ilini töresini tutu vermiş,

düzenleyi vermiş.( KTG-D-1)

- pek teşkilatsız Gök Türk öylece

oturuyormuş. Bilgili kağan imiş, cesur

kağan imiş. Buyruku yine bilgili imiş tabii,

cesur imiş tabii. Beyleri de milleti de doğru

imiş. Onun için ili öylece tutmuş tabii. İli

tutup töreyi düzenlemiş. Kendisi

öylece(KTG-D-3)

- yedi yüz er olmuş. Yedi yüz er olup

ilsizleşmiş, kağansızlaşmış milleti, cariye

olmuş, kul olmuş milleti, Türk töresi

bırakmış milleti, ecdadımın töresince

yaratmış, yetiştirmiş…( KTG-D-13)

- … Amcam kağan oturarak Türk milletini

tekrar tanzim etti, besledi. Fakiri zengin

kıldı, azı çok kıldı.( KTG-D-16)

- Yekün olarak yirmi beş defa ordu sevk

etti, on üç defa savaştık. İlliyi ilsizleştirdik,

kağanlıyı kağansızlaştırdık. Dizliye diz

çöktürdük, başlıya baş eğdirdik…(KTG-D-

18)

- sonra, Tanrı bağışlasın, devletim var

olduğu için, kısmetim var olduğu için,

ölecek milleti diriltip besledim. Çıplak

milleti elbiseli, fakir milleti zengin kıldım.

Az milleti çok kıldım. Değerli iliden, değerli

kağanlıdan daha iyi kıldım…(KTG-D-29)

- Demir Kapıya kadar kondurmuş. İkisi

arasında pek teşkilatsız büyük Gök Türk’ü

düzene sokarak öylece oturuyormuş.

Bilgili kağan imiş, cesur kağan imiş.

Buyruku bilgili imiş tabii, cesur imiş tabii.

Beyleri de milleti de doğru imiş. Onun için

ili öylece tutmuş tabii. İli tutup töreyi

düzenlemiş. Kendisi öyle vefat etmiş.( BG-

D-4)

- Kağan uçtuğunda kendim sekiz yaşında

kaldım. O töre üzerine amcam kağan

oturdu. Oturarak Türk milleti tekrar

tanzim etti, tekrar besledi. Fakiri zengin

kıldı, azı çok kıldı. Amcam kağan

oturduğunda kendim prens… Tanrı

buyurduğu için(BG-D-14)

- amcamızın kazanmış olduğu milletin adı

sanı yok olmasın diye Türk milleti için

gece uyuyamadım, gündüz oturmadım.

Küçük kardeşim Kül Tigin ile, iki şad ile öle

yite kazandım. Öyle kazanıp bütün milleti

ateş, su kılmadım. Ben kendim kağan

oturduğumdan her yere gitmiş olan millet

yaya olarak, çıplak olarak, öte yite geri(BG-

D-22)

- geldi. Milleti besleyeyim diye kuzeyde

Oğuz kavmine doğru; doğuda Kıtay, Tatabı

kavmine doğru; güneyde Çine doğru on iki

defa ordu sevk ettim… savaştım. Ondan

sonra Tanrı buyurduğu için, devletim,

kısmetim var olduğu için, ölecek milleti

Page 9: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

6

diriltip besledim. Çıplak milleti elbiseli

kıldım. Fakir milleti zengin kıldım.( BG-D-

23)

- dağıttım. Tanrı bahşettiği için, ben

kazandığım için Türk milleti kazanmıştır.

Ben küçük kardeşimle beraber böyle başa

geçip kazanmasam Türk milleti ölecekti,

yok olacaktı. Türk beyleri, milleti, böyle

düşünün, böyle bilin! Oğuz kavmi…

Göndermeden, diye ordu sevk ettim.( BG-

D-33)

- beslemiş olan, kahraman kağanına ihanet

etti…(BG-D-35)

- … başlıya baş eğdirdim, dizliye dik

çöktürdüm. Üstte Tanrı, altta yer

bahşettiği için(BG-K-10)

- yürüyormuş; kağanı cesur imiş; müşaviri

bilici imiş; …(TN1-G-3)

- kağanı kahraman imiş, müşaviri bilici

imiş ne zaman bir şey olsa öldürecektir…(

TN1-D-4)

- … İltiriş Kağan bilici olduğu için,( TN2-G-

4)

- cesur olduğu için, Çine karşı on yedi defa

savaştı. Kıtaya karşı yedi defa savaştı,

Oğuza karşı beş defa savaştı. Onlarda

müşaviri(TN2-G-5)

- Kapgan Kağan yirmi yedi yaşında…

orda… idi. Kapgan Kağan oturdu. Gece

uyumadı,(TN2-D-1)

- Türk Bilge Kağanı Türk Sir milletini, Oğuz

milletini besleyip oturuyor.(TN2-K-4)

c- Yönetimde dikkat edilmesi veya

kaçınılması gereken başlıca unsurlar

- anlaştım. Altını, gümüşü, ipeği ipekliyi

sıkıntısız öylece veriyor. Çin milletinin

sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı

sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp uzak

milleti öylece yaklaştırırmış. Yaklaştırıp,

konduktan sonra, kötü şeyleri o zaman

düşünürmüş.( KTG-G-5)

- ovasına konayım dersen, Türk milleti,

öleceksin! Orda kötü kişi şöyle

öğretiyormuş: Uzak ise kötü mal verir,

yakın ise iyi mal verir diyip öyle

öğretiyormuş. Bilgi bilmez kişi o sözü alıp,

yakına gidip, çok insan, öldün!( KTG-G-7)

- o yere doğru gidersen, Türk milleti

öleceksin! Ötüken yerine oturup kervan,

kafile gönderirsen hiçbir sıkıntın yoktur.

Ötüken ormanında oturursan ebediyen il

tutarak oturacaksın. Türk milleti, tokluğun

kıymetini bilmezsin. Açlık, tokluk

düşünemezsin. Bir doysan açlığı

düşünmezsin. Öyle olduğun(KTG-G-8)

Page 10: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

7

- … Ötüken ormanından daha iyisi hiç

yokmuş. İl tutacak yer Ötüken ormanı imiş.

Bu yerde oturup Çin milleti ili (KTG-G-4)

- için, beslemiş olan kağanının sözünü

almadan her yere gittin. Hep orda

mahvoldun, yok edildin…(KTG-G-9)

- …Ondan sonra küçük kardeşi büyük

kardeşi gibi kılınmamış olacak, oğlu babası

gibi kılınmamış olacak. Bilgisiz kağan

oturmuştur, kötü kağan oturmuştur.

Buyruku da bilgisizmiş tabii, kötü imiş

tabii.( KTG-D-5)

- Beyleri, milleti ahenksiz olduğu için, Çin

milleti hilekar ve sahtekar olduğu için,

aldatıcı olduğu için, küçük kardeş ve

büyük kardeşi birbirine düşürdüğü için,

bey ve milleti karşılıklı çekiştirdiği için,

Türk milleti il yaptığı ilini elden

çıkarmıştır.( KTG-D-6)

- kılınmamış olacak, oğlu babası gibi

kılınmamış olacak. Bilgisiz kağan

oturmuştur, kötü kağan oturmuştur.

Buyruku da bilgisizmiş tabii, kötü imiş

tabii. Beyleri, milleti ahenksiz olduğu için,

aldatıcı olduğu için, Çin milleti hilekar ve

sahtekar olduğu için, küçük kardeş ve

büyük kardeşi birbirine düşürdüğü için,

bey ve milleti(BG-D-6)

- Türk milleti, ilini, töreni kim

bozabilecekti? Türk milleti, vaz geç,

pişman ol! Disiplinsizliğinden dolayı,

beslemiş olan kağanına, hür ve müstakil iyi

iline karşı kendin hata ettin, kötü hale

soktun. Silahlı nereden gelip dağıtarak

gönderdi? Mukaddes Ötüken ormanının

milleti, gittin! Doğuya giden, gittin! Batıya,(

BG-D-19)

- ipekliyi sıkıntısız öylece veriyor. Çin

milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak

imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla

aldatıp uzak milleti öylece yaklaştırırmış.

Yaklaştırıp, konduktan sonra, kötü şeyleri

o zaman düşünürmüş. İyi bilgili insanı, iyi

cesur insanı yürütmezmiş. Bir insan

yanılsa kabilesine, milletine, akrabasına

kadar barındırmaz(BG-K-4)

- bilmez kişi o sözü alıp, yakına varıp, çok

insan öldün! O yere doğru gidersen Türk

milleti, öleceksin! Ötüken yerinde oturup

kervan, kafile gönderirsen hiç sıkıntın

yoktur. Ötüken ormanında oturursan

ebediyen il tutarak oturacaksın. Türk

milleti, tokuluğun kıymetini bilmezsin.

Acıksan tokluk düşünmezsin. Bir doysan

açlığı düşünmezsin. Öyle olduğun için

beslemiş olan kağanının(BG-K-6)

- sözü almadan her yere gittin. Hep orda

mahvoldun, yok edildin. Orda, geri

kalanınla, her yere zayıflayarak ölerek

yürüyordun…(BG-K-7)

d- Devlet görevlilerinin tayin ve

denetimleri

- Dokuz Oğuz beyleri, milleti! Bu sözümü

iyice işit, adamakıllı dinle: Doğuda gün

doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda

gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar,

onun içindeki millet hep bana

tabidir…(KTG-G-2)

- … Şimdiki Türk milleti, beyleri, bu

zamanda itaat eden beyler olarak mı

yanılacaksınız?( KTG-G-11)

- … Buyruku yine bilgili imiş tabii, cesur

imiş tabii. Beyleri de milleti de doğru imiş.

Onun için ili öylece tutmuş tabii…(KTG-D-

3)

Page 11: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

8

- kahraman er bize hücum etmişti. Öyle bir

zamanda pişman olup Kül Tigini az erle

eriştirip gönderdik. Büyük savaş

savaşmış… (KTG-D-40)

- idi. Kağan adını burda biz verdik Kız

kardeşim prensesi verdik…(BG-D-17)

- sözümde yalan var mı? Türk beyleri,

milleti, bunu işitin! Türk milletini toplayıp

il tutacağını burda vurdum. Yanılıp

öleceğini yine burda vurdum. Her ne

sözüm varsa ebedi taşa vurdum. Ona

bakarak bilin. Şimdiki Türk milleti, Beyleri,

bu zamanda itaat eden beyler olarak mı

yanılacaksınız? Babam (BG-K-8)

- Casusun sözü şöyle: Dokuz Oğuz

milletinin üzerine kağan oturdu der. Çine

doğru Ku’yu, generali göndermiş. Kıtaya

doğru Tongra Esimi göndermiş, sözü şöyle

göndermiş: Azıcık Türk milleti(TN1-G-2)

- yürüyormuş; kağanı cesur imiş; müşaviri

bilici imiş; o iki kişi var olursam seni, Çini

öldürecek derim; doğuda Kıtayı öldürecek

derim; beni, Oğuzu(TN1-G-3)

- kağanı kahraman imiş, müşaviri bilici

imiş ne zaman bir şey olsa öldürecektir.

(TN1-D-4)

- gündüz oturmadı. Kızıl kanımı

döktürerek, kara terimi koşturarak işi,

gücü verdim hep. Uzun keşif kolunu yine

gönderdim hep.(TN2-K-2)

e- Beytülmal idaresi

f- Devletlerarası ilişkilerde uyulması

gereken kurallar

- anlaştım. Altını, gümüşü, ipeği ipekliyi

sıkıntısız öylece veriyor. Çin milletinin

sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı

sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp uzak

milleti öylece yaklaştırırmış. Yaklaştırıp,

konduktan sonra, kötü şeyleri o zaman

düşünürmüş.( KTG-G-5)

- ovasına konayım dersen, Türk milleti,

öleceksin! Orda kötü kişi şöyle

öğretiyormuş: Uzak ise kötü mal verir,

yakın ise iyi mal verir diyip öyle

öğretiyormuş. Bilgi bilmez kişi o sözü alıp,

yakına gidip, çok insan, öldün!( KTG-G-7)

- ipekliyi sıkıntısız öylece veriyor. Çin

milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak

imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla

aldatıp uzak milleti öylece yaklaştırırmış.

Yaklaştırıp, konduktan sonra, kötü şeyleri

o zaman düşünürmüş. İyi bilgili insanı, iyi

cesur insanı yürütmezmiş. Bir insan

yanılsa kabilesine, milletine, akrabasına

kadar barındırmaz(BG-K-4)

g- Hükümdarın Allah’a(tanrı olarak

değiştirmekte fayda vardır) ve halka

karşı sorumlulukları

- diye, Türk milleti için gene uyumadım,

gündüz oturmadım. Küçük kardeşim Kül

Tigin ile, iki şad ile öle yite kazandım. Öyle

kazanıp bütün milleti ateş, su kılmadım.

Ben kendim kağan oturduğumda, her

yere(KTG-D-27)

- gitmiş olan millet öle yite, yaya olarak

çıplak olarak dönüp geldi. Milleti

besleyeyim diye, kuzeyde Oğuz kavmine

doğru, doğuda Kıtay, Tatabı kavmine

doğru, güneyden Çine doğru on iki defa

büyük ordu sevk ettim, … savaştım.

Ondan(KTG-D-28)

- Az milleti çok kıldım. Değerli illiden,

değerli kağanlıdan daha iyi kıldım. Dört

taraftaki milleti hep tabi kıldım, düşmansız

Page 12: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

9

kıldım. Hep bana itaat etti. On yedi

yaşımda Tanguta doğru ordu sevk ettim.

Tangut milletini bozdum. Oğlunu, karısını,

at sürüsünü, servetini orda aldım…(BG-D-

24)

- gözle görülmeyen, kulakla işitilmeyen

milletimi doğuda gün doğusuna, güneyde…

batıda… Sarı altınını, beyaz gümüşünü,

kenarlı ipeğini, ipekli kumaşını, binek

atını, aygırını, kara samurunu,( BG-K-11)

- Mavi sincabını Türküme, milletime

kazanı verdim… kedersiz kıldım. Üstte

Tanrı kudretli… Türk beylerini,

milletini(BG-K-12)

- …besleyin, zahmet çektirmeyin,

incitmeyin!... benim Türk beylerim, Türk

milletim,… kazanıp… bu…. Kağanından, bu

beylerinden… soyundan ayrılmazsan, Türk

milleti, (BG-K-12)

h- Devletin ayakta kalmasının temel

şartları

- … Amcam kağan oturarak Türk milletini

tekrar tanzim etti, besledi. Fakiri zengin

kıldı, azı çok kıldı.( KTG-D-16)

- Yekün olarak yirmi beş defa ordu sevk

etti, on üç defa savaştık. İlliyi ilsizleştirdik,

kağanlıyı kağansızlaştırdık. Dizliye diz

çöktürdük, başlıya baş eğdirdik. Türgiş

Kağanı türkümüz, milletimiz idi…(KTG-D-

18)

- diye, Türk milleti için gene uyumadım,

gündüz oturmadım. Küçük kardeşim Kül

Tigin ile, iki şad ile öle yite kazandım. Öyle

kazanıp bütün milleti ateş, su kılmadım.

Ben kendim kağan oturduğumda, her

yere(KTG-D-27)

- gitmiş olan millet öle yite, yaya olarak

çıplak olarak dönüp geldi. Milleti

besleyeyim diye, kuzeyde Oğuz kavmine

doğru, doğuda Kıtay, Tatabı kavmine

doğru, güneyden Çine doğru on iki defa

büyük ordu sevk ettim,… savaştım.

Ondan(KTG-D-28)

- Türk milleti, ilini, töreni kim

bozabilecekti? Türk milleti, vaz geç,

pişman ol! Disiplinsizliğinden dolayı,

beslemiş olan kağanına, hür ve müstakil iyi

iline karşı kendin hata ettin, kötü hale

soktun. Silahlı nereden gelip dağıtarak

gönderdi? Mukaddes Ötüken ormanının

milleti, gittin! Doğuya giden, gittin! Batıya,(

BG-D-19)

- geldi. Milleti besleyeyim diye kuzeyde

Oğuz kavmine doğru; doğuda Kıtay, Tatabı

kavmine doğru; güneyde Çine doğru on iki

defa ordu sevk ettim… savaştım. Ondan

sonra Tanrı buyurduğu için, devletim,

kısmetim var olduğu için, ölecek milleti

diriltip besledim. Çıplak milleti elbiseli

kıldım. Fakir milleti zengin kıldım.( BG-D-

23)

- Türk Bilge Kağanı Türk Sir milletini, Oğuz

milletini besleyip oturuyor.(TN2-K-4)

6- Kut İnancı ve Orhun Abideleri

Orhun abideleri ve siyaset arasındaki

ilişkide bahsedilecek bir önemli konuda

‘’Kut İnancı’’dır. Kut sözcüğü, ‘’İlahi bir

kaynaktan gelen rahmet, bereket’’9 olarak

tanımlanmaktadır. Türk yöneticileri

görevlerini Tanrı’dan aldıklarını ve ona

karşı görevleri olduğu inancındadırlar.

Durum böyle iken siyaset ile Tanrı hayatın

her yanında ilişkilendirilmiş ve bu

metinde de bolca bu konudan

bahsedilmiştir. Bu bölümümüzde de

Page 13: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

10

abidelerdeki Kut İnancı ile ilgili kısımlar şu

şekilde listelenecektir:

-… Tanrı buyurduğu için, kendim devletli

olduğum üçün, kağan oturdum. Kağan

oturup(KTG-G-9)

-…Ondan sonra küçük kardeşi büyük

kardeşi gibi kılınmamış olacak, oğlu babası

gibi kılınmamış olacak. Bilgisiz kağan

oturmuştur, kötü kağan oturmuştur.

Buyruku da bilgisizmiş tabii, kötü imiş

tabii.( KTG-D-5)

-Yukarıda Türk tanrısı, Türk mukaddes

yeri, suyu öyle tanzim etmiş. Türk milleti

yok olmasın diye, millet olsun diye babam

İltiriş Kağanı, annem İlbilge Hatunu göğün

tepesinde tutup yukarı kaldırmış olacak.

Babam kağan on yedi erle dışarı çıkmış.

Dışarı(KTG-D-11)

-… Tanrı kuvvet verdiği için babam

kağanın askeri kurt gibi imiş, düşmanı

koyun gibi imiş. Doğuya, batıya asker sevk

edip toplamış, yığmış. Hepsi (KTG-D-12)

-…Tanrı lütfettiği için illiyi ilsizleştirmiş,

kağanlıyı kağansızlatmış, düşmanı tabi

kılmış, dizliye diz çöktürmüş, başlıya baş

eğdirmiş…( KTG-D-15)

-… Türk milletinin adı sanı yok olmasın

diye, babam kağanı, annem hatunu

yükseltmiş olan tanrı, il veren Tanrı, Türk

milletinin adı sanı yok olmasın diye,(KTG-

D-25)

-kendimi o Tanrı kağan oturttu

tabii…(KTG-D-26)

-sonra, Tanrı bağışlasın, devletim var

olduğu için, kısmetim var olduğu için,

ölecek milleti diriltip besledim. Çıplak

milleti elbiseli, fakir milleti zengin kıldım.

Az milleti çok kıldım. Değerli iliden, değerli

kağanlıdan daha iyi kıldım. Dört

taraftaki(KTG-D-29)

-Tanrı gibi Tanrı yaratmış Türk Bilge

Kağanı sözüm: Babam Türk Bilge Kağanı…

Sir, Dokuz Oğuz, İki Ediz çadırlı beyleri,

milleti… Türk tanrısı(BG-D-1)

-kılınmamış olacak, oğlu babası gibi

kılınmamış olacak. Bilgisiz kağan

oturmuştur, kötü kağan oturmuştur.

Buyruku da bilgisizmiş tabii, kötü imiş

tabii. Beyleri, milleti ahenksiz olduğu için,

aldatıcı olduğu için, Çin milleti hilekar ve

sahtekar olduğu için, küçük kardeş ve

büyük kardeşi birbirine düşürdüğü için,

bey ve milleti(BG-D-6)

-Türk Tanrısı, mukaddes yeri, suyu öyle

tanzim etmiştir. Türk milleti yok olmasın

diye, millet olsun diye, babam İltiriş

kağanı, annem İlbilge Hatunu göğün

tepesinden tutup yukarı kaldırmıştır…(BG-

D-10)

-inmiş. Toplanıp yetmiş er olmuş. Tanrı

kuvvet verdiği için, babam kağanın askeri

kurt gibi imiş düşmanı koyun gibi imiş.

-… Ondan sonra Tanrı buyurduğu için,

devletim, kısmetim var olduğu için, ölecek

milleti diriltip besledim. Çıplak milleti

elbiseli kıldım. Fakir milleti zengin kıldım.(

BG-D-23)

-Az milleti çok kıldım. Değerli illiden,

değerli kağanlıdan daha iyi kıldım. Dört

taraftaki milleti hep tabi kıldım, düşmansız

kıldım. Hep bana itaat etti. On yedi

yaşımda Tanguta doğru ordu sevk ettim.

Tangut milletini bozdum. Oğlunu, karısını,

at sürüsünü, servetini orda aldım. On sekiz

yaşımda Altı Çun Soğdaka (BG-D-24)

Page 14: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

11

-… Tanrı kuvvet verdiği için orda

mızrakladım,( BG-D-32)

-dağıttım. Tanrı bahşettiği için, ben

kazandığım için Türk milleti kazanmıştır.

Ben küçük kardeşimle beraber böyle başa

geçip kazanmasam Türk milleti ölecekti,

yok olacaktı. Türk beyleri, milleti, böyle

düşünün, böyle bilin!...( BG-D-33)

-evini barkını bozdum. Oğuz kavmi Dokuz

Tatar ile toplanıp geldi. Aguda iki büyük

savaş yaptım. Ordusunu bozdum. İlini orda

aldım. Öyle kazanıp… Tanrı buyurduğu

için otuz üç yaşımda… idi. Seçkin,

muhterem, güç(BG-D-34)

-beslemiş olan, kahraman kağanına ihanet

etti. Üstte Tanrı, mukaddes yer, su, amcam

kağanın devleti kabul etmedi olacak…(BG-

D-35)

-Tanrı gibi gökte olmuş Türk Bilge Kağanı,

bu zamanda oturdum…(BG-K-1)

-… Tanrı buyurduğu için, kendim devletli

olduğum için kağan oturdum. Kağan

oturup aç, fakir milleti hep toplattım. Fakir

milleti zengin kıldım. Az milleti çok kıldım.

Yoksa bu(BG-K-7)

-kağan, amcam kağan oturduğunda dört

taraftaki milleti nasıl düzene sokmuş…

Tanrı buyurduğu için kendim

oturduğumda dört taraftaki milleti düzene

soktum ve tertipledim… kıldım…(BG-K-9)

-…Üstte Tanrı, altta yer bahşettiği için(BG-

K-10)

-Türk milleti hanını bulmayıp Çinden

ayrıldı, hanlandı. Hanını bırakıp Çine

tekrar teslim oldu. Tanrı şöyle demiştir:

Han verdim,( TN1-B-2)

-hanını bırakıp teslim oldun. Teslim

olduğun için Tanrı öldürmüştür. Türk

milleti öldü, mahvoldu, yok oldu. Türk Siir

milletinin yerinde(TN1-B-3)

-Oğuz geldi. Askeri üç bin imiş. Biz iki bin

idik. Savaştık. Tanrı lütfetti, dağıttık…

(TN1-G-9)

-…Tanrı lütfettiği için, çok diye(TN2-B-5)

-korkmadık, savaştık. Tarduş şadına kadar

kovalayıp dağıttık. Kağanını tuttuk.

Yabgusunu, şadını(TN2-B-6)

Sonuç

Bu yazımızda içerisinde birçok ilki

barındıran Orhun Abidelerinin Türk

tarihinin ilk siyasetnamesi olduğunu

kanıtlamaya çalıştık.

Bu yazıtlar içerisinde döneme ait birçok

siyasi unsur sözkonusudur. KağanlarıN

Tanrı’ya ve halka karşı sorumlulukları,

geçmişte yapılan hataların

tekrarlanmaması için öğütler, başarılı

kağanlarda bulunan özellikler, dışişlerinde

yapılan hataların hatırlatılması, devletin

ayakta kalabilmesi için yapılması gereken

işler bu unsurların başında gelmektedir.

Yukarıda da alıntıladığımız bu unsurlar

sözkonusu eserlerin siyasetname

olduğunu kanıtlamaktadır.

Günümüzde gerek sosyal hayatımızda

gerekse okullarımızda ilk siyasetname ise

Kutadgu Bilig olarak ifade edilmektedir.

Bu ve bunun gibi birçok yanlışı düzeltmek

Türk tarihi için oldukça önemlidir. Bu

görev ise özellikle akademisyenlerimize

düşmektedir.

Page 15: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

12

KAYNAKÇA

* Örnek için bakınız:

http://www.sosyalarastirmalar.com/cilt3

/sayi12pdf/turkdogan_melike.pdf

** Şüphesiz bu yazıtlar da birbirinden ayrı

yerlerde ayrı zamanlarda ve ayrı kişilerce

dikilmişlerdir. Ancak gerek bu zaman, yer

ve kişilerin birbirine yakınlığı gerekse

eserlerin aynı amaçlarla, aynı dil ve üslup

ile yazılmış olması bizlere bu abideleri

Orhun Abideleri adı ile bir bütün şeklinde

inceleme fırsatı vermektedir.

*** Türkçe kaynaklar açısından Orhun

Abidelerinin çözümünde iki önemli eser

sözkonusudur. Bunlardan birincisi Prof.

Dr. Muharrem ERGİN’in Orhun Abideleri

adlı eseri, ikincisi de Prof. Dr. Talat

TEKİN’in Orhon Yazıtları adlı eseridir. Bu

iki çözümlerin anlamı açısından aynıdır.

Sadece –başlıklarından da anlaşılacağı

üzere- bazı kelime farklılıkları vardır. Bu

nedenle iki kaliteli eser arasından

herhangi birinin seçilmesi gerekli olmuş

ve birincisi seçilmiştir.

ERGİN, Muharrem, ORHUN ABİDELERİ,

Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 2012

****(KTG-G-3)=(Yazıtın adı-Yazıtın yönü-

Yazıtın satır numarası)

Bilge Kağan=BG

KÜL TEGİN=KTG

TONYUKUK= TN1(Birinci taş)-TN2(İkinci

taş)

Kuzey=K

Güney=G

Doğu=D

Batı=B

(1)http://mebk12.meb.gov.tr/meb_iys_do

syalar/06/13/962846/dosyalar/2013_02

/22041736_trkedebiyatndalkler.pdf

erişim tarihi:14.02.2014

(2) ADALIOĞLU, Hasan Hüseyin,

“SiYASETNAME ”, Türkiye Diyanet Vakfı

İslâm Ansiklopedisi (DİA), C. 37, s.305

(http://www.islamansiklopedisi.info/dia/

pdf/c37/c370200.pdf) erişim

tarihi:14.02.2014

(3) LEVEND, Agah Sırrı, ‘’SİYASET-

NAMELER’’s.168http://www.tdk.gov.tr/i

mages/css/TDA/1962/1962_9_Levend.pd

f) erişim tarihi:14.02.2014

(4)http://www.tdk.gov.tr/index.php?opti

on=com_gts&view=gts erişim

tarihi:14.02.2014

(5) ÖZBEK, Süleyman, ‘’SİYASETNÂME

ÖZELLİKLERİ AÇISINDAN RÂHATÜ’S-

SUDÛR’UN DEĞERLENDİRMESİ’’ Sosyal

Bilimler Dergisi, C9, S: 2 , s.149

(6) TAŞAĞIL, Ahmet, ‘’GÖKTÜRKLER’’,

Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara,

2012, s.301-307

(7) KIRPIK, Güray vd. ‘’TÜRK EĞİTİM

TARİHİ’’ Otorite Yayınları, Ankara, 2012,

s.21

(8) ADALIOĞLU, a.g.e.,s305

(9)http://www.tdk.gov.tr/index.php?opti

on=com_gts&view=gts erişim

tarihi:14.02.2014

Page 16: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

13

DUMLUPINAR FACİASI

Çağhan SARI

4 Nisan 1953 tarihinde Çanakkale Nara

burnu açıklarında İsveç Bandıralı

Naboland şilebi ile Dumlupınar

denizaltımızın kazası saatler içerisinde

tüm ülkeyi yasa boğdu. 81 deniz aslanı

Çanakkale'de şahadete ulaştı. Yıllar sonra

Dumlupınar için şiirler ve kitaplar yazıldı;

belgeseller çekildi. Nisan sayısında

Dumlupınar'ı bir kez daha hatırlamak

vesilesi ile yazıyoruz.

Dumlupınar denizaltısı Balao sınıfı olarak

İkinci Dünya Savaşı yıllarında Amerika

Birleşik Devletleri'nde yapıldı. 24 Nisan

1944 tarihinde USS Blower adıyla hizmete

başladı. Newland denizaltı üssünden

ayrılan Blower ilk cephe görevi için

Panama'ya giderken bir devriye botuyla

çarpışarak talihsiz bir başlangıç yapmıştır.

Blower'in yara aldığı yer, yıllar sonra onun

son yarasını alacağı yerdir. Savaş sonunda

Amerika, yardım programı kapsamında

1950 yılında Blower denizaltısını ülkemize

hibe etti. Adı Dumlupınar oldu.

Dumlupınar'la beraber Amerika'nın

hediye ettiği diğer denizaltıya da

Çanakkale adı verildi. Denizaltı, Türk

heyeti tarafından on haftalık bir eğitimin

ardından donanma ile ülkeye geldi. 19

Aralık'ta İstanbul boğazında amiral gemisi

Yavuz'un top atışları altında denizaltının

donanmaya katılma töreni tamamlandı.

Ancak Dumlupınar denizaltısının makûs

talihi yeni filosunda da devam etti.

Dumlupınar'ın iki defa kanatlarının kaza

geçirmesi ve daha önce Dumlupınar adını

taşıyan İtalyan yapımı bir başka

denizaltının da 1949'da kaza yapması uğur

ve uğursuzluk inancının güçlü olduğu

denizciler için düşünüldüğünde insanı

müteessir eden bir başka detaydır.

Gelelim Dumlupınar'ın herkesin yüreğini

yakan son kazasına... 3 Nisan'ı 4 Nisan'a

bağlayan gece, Dumlupınar ve I. İnönü

denizaltılarımız Akdeniz'de

gerçekleştirilen NATO tatbikatından

dönüyordu. Dumlupınar'da Komodor

Albay Hakkı Burak bulunduğu için önde

giden denizaltıydı. Gemilerin son durağı

Gölcük Denizaltı Komutanlığı Ana

Üssüydü.

Page 17: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

14

Çanakkale boğazında denizciler için en zor

geçiş yeri Nara Burnu'ydu. Burası boğazın

hem en dar noktasıydı hem de derinlik sağ

kesimde 25 metreye kadar azalıyordu.

Ayrıca sert kavisli olduğu için buradan

geçerken gemiler çok dikkatli olmak

zorunda idi. Boğazın bu en tehlikeli

mevkisine yaklaşan Dumlupınar'ın bir

diğer talihsizliği, iki gündür su altında

tatbikat görevinde olan geminin

mürettebatı çok yorgundu. Hava durumu

ise sisli olduğundan görüş mesafesi çok

kısalmıştı.

Nara Burnu'na Dumlupınar, saatte 9 mil

hızla girerken, Çanakkale Boğazı’nın

Ege'ye çıkışı istikametinde seyreden İsveç

bandıralı Naboland şilebi 21 mil ile karşı

yönden belirdi. Dumlupınar bu

karşılaşmayı atlatmak için hızlı olmak

zorundaydı, çünkü aralarındaki mesafe,

kazadan kurtulanların tanıklığına göre

1300-1800 metre arasıydı. Önce vardiya

amiri Hasan Yumuk, 'Sancak 15' talimatını

verdi. Dumlupınar böylece Naboland'ın sol

tarafına atlamayı, gerekirse karaya

oturmayı böylece çarpışmaktan kurtulmak

istediği anlaşılmaktadır. Ancak bu

talimattan hemen sonra Süvari Yüzbaşı

Komutan Sabri Çelebioğlu, 'Komuta bende.

İskele alabanda' emrini verdi. Bu sefer

denizaltı tam tersi istikamete yöneldi.

Naboland'ın sağ tarafından atlayıp gitmeyi

düşünüyordu. Denizaltı bu iki zıt emirle

süre kaybetti. Son çare Çelebioğlu, 'Son yol

tornistan' diyerek motorları gerisin geri

çalıştırarak Naboland'ın önünden

çekilmeyi denedi, ancak süre yetmedi.

Naboland, -kuzey ülkesine ait bir gemi

olmasının da talihsizliği- buzkıranıyla

denizaltının baş torpido dairesinin sancak

(ön sağ) tarafından çarptı.

Çarpışma sonucu denizaltının santral

dairesinde patlama meydana geldi.

Manevra dairesinde yangın çıktı ve

elektrikler kesildi. Patlamadan sağ

kurtulanlar dairelerin içine kendilerini

kilitlemek suretiyle hayatta kalmaya

çalıştılar. Dumlupınar'da son ana kadar

kurtulmayı bekleyen 22 denizci, geminin

en arkasına, kıç torpido dairesine

kendilerini attılar. Çarpışma sırasında

güvertede olan sekiz denizciden ikisi,

Naboland'ın pervanelerine kapılarak, bir

başka denizci Şaban Mutlu da başını

demire vurarak şehit oldu. Beş kişi

Naboland'ın çabaları sonucu denizden

çıkarıldı.

Kazadan sonra derhal Gölcük Denizaltı

Filosu Komutanlığı uyarıldı. Daha sonraki

yıllarda 7. cumhurbaşkanı olacak Fahri

Korutürk denizaltı filo komutanıydı.

Hemen Gölcük muhribi ile Çanakkale'ye

doğru yola çıktı. Eceabat'ta demirli olan

Gümrük motoru yine haber üstüne kaza

noktasına geldi. Kurtarılan beş denizciyi

Page 18: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

15

Çanakkale Devlet Hastanesi'ne götürdü.

Sabah saatlerinde balıkçılar denizaltının

battı şamandırasını buldular. Denizaltı

batarken gövdesinden telefon kablosu

bulunan bir şamandıra bırakarak,

kurtarma işlemi için gerekli asansörün

bağlanmasını sağlamakta idi. Saat 10

sularında Gümrük motorunun ikinci

çarkçıbaşısı Selim Yoludüz, hemen

ardından da I. İnönü denizaltısı ikinci

komutanı Dumlupınar ile görüşme imkanı

buldu. 22 denizciye moral verildi ve

kurtarılmaları için sakin olmaları bildirildi.

Denizciler ise 'vatan sağ olsun!' sözü ile

karşılık verdiler.

Kurtaran gemisinin gelmesi ile kurtarma

çalışmaları başladı. Bu sırada

Dumlupınar'ın son şanssızlığı yaşandı.

Kurtarma çalışmaları sırasında,

denizaltının battı şamandırası koptu ve

aktı. Böylece dalgıçların denizaltıya

ulaşmaları çok zorlaştı, çünkü Dumlupınar

91 metrede yatıyordu. Dalgıçlar en son 80

metreye kadar ulaşabildi ama bütün

çalışmalar neticesiz kaldı. 72 saatin

dolmasıyla ümitler kesildi ve 7 Nisan

sabahı Milli Savunma Bakanlığı, kazadan

bu yana yedinci tebliğini de yayınlayarak

kurtarma çalışmalarının netice

vermediğini Türkiye'ye duyurdu. Başaran

gemisi denize çelenk bırakarak şehitler

için deniz üstünde bir tören düzenledi.

Olayın ardından yıllarca süren

yargılamalar sonucunda hatalı kumanda

verdiği gerekçesiyle Sabri Çelebioğlu bir

yıl sekiz ay hapis cezası aldı. Naboland

gemisinin kaptanı ise 10 millik sürat

hattını aşıp ölüm ve kazaya sebebiyet

vermesi nedeniyle önce bir yıl hapis cezası

verildi, ancak kurtarma çalışmalarındaki

faydalığı ve iyi niyeti göz önüne alınıp

cezası yarıya indirildi.

Dumlupınar denizaltısının yürek burkan

hikayesinin ardından donanmaya katılan

üçüncü Dumlupınar'ın da önce

Haydarpaşa önlerinde bir motorla,

Çanakkale boğazı çıkışında da Rus

bandıralı bir şileple çarpışması üzerine

1978 yılında hizmetten ayrılır ve bir daha

hiçbir gemiye Dumlupınar adı

verilmemiştir.

Page 19: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

16

LOZAN ANTLAŞMASI HAKKINDA

BİR KİTAP Yavuz SAYGILI

Gazi’nin de belirttiği üzere, asırlık

hesapların görüldüğü Lozan Konferansı,

yakın tarihimizin en önemli köşe

taşlarından biridir. Ama ne yazık ki bu

önemli konferans, istediğimiz sonuca

ulaşmanın zor olmadığı, delegelerin

sadece imza töreni için toplandığı şeklinde

zihinlerimizde yer almaktadır. Hâlbuki

Lozan, başlı başına bir mücadele, bir savaş,

bir hesaplaşma, bir dönüm noktası, bir

tarihtir. Üzerinde sayısız araştırma

yapılabilecek, onlarca tez yazılabilecek

genişlikte bir araştırma konusudur.

Ülkemizin en büyük gazetelerinden biri

olan Milliyet’in kurucularından Ali Naci

Karacan da tarihe karşı olan

sorumluluğunu yerine getirmiş, basın

delegesi olarak katıldığı Lozan Konferansı

hakkında yirmi yıl araştırma yaptıktan

sonra, konferans hakkında kapsamlı bir

eser hazırlamıştır.

Karacan’ın bahse konu olan eseri hakkında

bir yazı hazırlamaya karar kıldım.[1]

Elimdeki baskısında eser 576 sayfadan

ibaret. İlk baskı için Başvekil Şükrü

Saraçoğlu ve Maarif Vekili Hasan Ali

Yücel’in yazdığı sunuş yazıları,

antlaşmanın orijinal nüshasından

görüntüler, Nutuk’tan barış teklifleri

hakkında alıntı, birkaç fotoğraf, 1914–22

arası değişen Türkiye haritası ve iki

karikatüristin konferans hakkında

mükemmel çizimleri mevcut. Şimdi ise

kitapta ilgimi çeken bazı noktaları

aktarırken konferans ve kitap hakkında

naçizane kendi görüşlerimden

bahsedeceğim.

BARIŞIN ÖNEMİ

Barışın bir an önce sağlanmasının taraflar

için gerekliliğini şöyle sıralayabiliriz.

Müttefikler Penceresinden: Ülkelerine

ellerinde savaş ile dönmek istemiyorlar.

Tüm dünya halkları gibi onların halkları da

savaştan bıkmış durumda. Onlar da biliyor

ki Türklerle çıkacak yeni bir savaşta dünya

kamuoyu müttefikleri haksız görecektir.

Bu duruma gelinmesinde İsmet Paşa ve

heyetimizin fırsatını buldukça haklı

davamızı dünyaya anlatma çabalarının

katkısı yadsınamaz.

Türkler penceresinden: Barışın

sağlanmadığı her dakika medeniyet

yarışından geri kalıyoruz. İnkılâplar,

Page 20: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

17

kanunlar, gelişmeler ve ülkemizin imarı

her gün gecikiyor.

LOZAN’I DEĞERLENDİRİRKEN

En başta bilinmeli ki, Lozan sadece iki üç

yılın meselelerinin çözüldüğü bir

konferans değil. Şevket Süreyya

Aydemir’in “Bu büyük hesaplaşmada

Ankara, eski bir imparatorluğun bütün

hesaplarının tasfiyesine muhatap tutuldu.’

tespitine hak vermemek mümkün

değildir.[2]

Konferans değerlendirilirken bazı noktalar

göz ardı edilmemelidir. Bir yanda altmış

yaşında, İngiltere’nin en asil ve köklü

ailesinden gelen, Kraldan daha soylu

olduğunu vurgulayan, İngiltere

diplomasisinin seçkin üyelerinden olan

azılı bir kurt politikacı Lord Curzon of

Kedlestone ve onun sözünden çıkmayan

müttefik delegeleri, diğer yanda 39

yaşında bir Türk generali. Bir yanda

sayısız konferans, toplantı, görüşme,

pazarlık görmüş diploması üstatları, diğer

yanda ilk sivil elbisesini Lozan yolunda

sırtına geçiren İsmet Paşa. Müttefiklerin

tecrübelerini göz ardı etmemek lazımdır.

Müttefikler açısından baktığımız zaman,

biz Kurtuluş Savaşı’nda sadece

Yunanistan’ı yenmiştik. Tüm müttefikler

Yunanistan’ı desteklemişlerdi ama biz,

1918’de bizi yenen İngiltere, Fransa, İtalya

ve 1922’de yendiğimiz Yunanistan ile karşı

karşıyaydık. Çözümü zor olan bütün

meseleler hep üç müttefik devletleydi.

Yeni bir savaş tehlikesi mağlup Yunanistan

ile değil, dünyanın hâkimi İngiltere’yleydi.

Bizim avantajımız ise, Sakarya ve Büyük

Taarruz Zaferlerini bu ülkeye armağan

eden kadrolar arkasında ölüme gitmeye

razı bir ordu ve millete sahip olmamızdı.

LOZAN NEYİN MÜCADELESİYDİ?

Unutulmamalıdır ki Lozan, Türklerin ve

Türkiye’nin kendisini bütün dünyaya

kabul ettirme savaşıydı. Ve asıl zaferimiz

bu noktada idi. 13 Kasım’da başlayacak

olan konferansı kendi programları için bir

hafta erteleyen ama bunu Türk Heyetine

bildirme zahmetine girişmeyen

müttefikler, 9 ay sonra, ilk imza şerefini

İsmet Paşa’ya layık görmüşlerdi. Bu,

gönlümüzü okşayıp, bizim aleyhimize olan

bir antlaşmayı imza etmemizi sağlayan bir

oyun değil, tüm delegelerin, üyelerin,

basın mensuplarının ve kamuoyunun

İsmet Paşa ve Türk Heyetine duydukları

saygının bir göstergesiydi. Lord Curzon’un

Fransız başdelegesini çocuk gibi azarladığı

bir ortamda İsmet Paşa kendisine saygı

duyulmasını sağlamıştır. Böylesi bir

kendini kabul ettirme ancak ve ancak haklı

bir davanın yılmaz savunucusu, sağlam

karakter sahibi İsmet Paşa’ya mahsus olsa

gerekir.

Başta Lozan olmak üzere bütün dünya

kamuoylarında müttefikler yoğun

propaganda yapıyorlardı. İsmet Paşa’nın

davamızı net ve akıl dolu söylemler ile

savunması bütün havayı lehimize

çeviriyordu.

Page 21: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

18

İsmet Paşa’nın onlarca görüşmede

müttefiklerin türlü türlü tekliflerini

‘geleceğimizi rehin alamam’ diyerek

reddetmesi, Paşa’nın uzun vadeli

düşünmesinin sonucu, bugün ayağımızda

bir bağ olmamasının nedenidir.

BAŞARI MI, BAŞARISIZLIK MI?

Bugüne kadar Lozan Antlaşması hakkında

birçok kişi kesin galibiyet ile ağır

mağlubiyet arasında değerlendirmelerde

bulunmuştur. Bu konuda yapılan

araştırmalar, varılan sonuçlar akademik

olduğu seviyede değerlidir. Karşılıklı

pazarlık usulünde geçen bir konferansın

sonucunda tabi ki istediğimiz ve

istemediğimiz maddeler olacaktır.

Musul’un kaybı(kanaatimce bu süreç

Lozan’ın devamıdır) başarısızlık olarak

değerlendiriliyorsa kapitülasyonların

kaldırılması ‘başarı’nın sözlük anlamı

olmalıdır. Mazisi 400 yıla dayanan

ayrıcalıkları birkaç ayda kaldırmak normal

bir zaferin ve sıradan bir diplomasinin

yapacağı iş değildir.

Lozan ve Mudanya’dan önceki

konferanslarda delegelerimiz yabancı

delegeler karşısında söz bile

söyleyemiyorlardı. Lozan’a her ne kadar

zafer sonrası gitmiş olsak da İngiltere-

Fransa-İtalya delegeleri 250 yıldır

‘muzaffer Türk’ görmemişlerdi. Onların

gözünde ve dimağında Türkler, ‘mağlup

millet’ti. Önemli olan bu yargıyı

değiştirmek, asıl başarı bunu tersine

çevirmekti.

Bu sebeplerledir ki Lozan, özelde

maddeler açısından başarılı ya da başarısız

olarak değerlendirilebilir. Ancak genelde

Türk Milleti ve Devletini egemen güçler

seviyesine kabul ettirmesi açısından

parlak bir diplomatik başarıdır. Lozan’dan

arta kalan sorunlarda her ne kadar

Musul’u üzücü bir şekilde kaybetmiş olsak

da Montrö Boğazlar Sözleşmesi, Lozan’ı

tamamlayan bir dış politika zaferidir.

Lozan’ın Türk tarihi açısından ne kadar

büyük ve önemli bir dönüm noktası

olduğunu Times gazetesi de yayınladığı bir

makalede vurgulamıştır.

Sinir Harbi

“… Sohbet ediyorlar, fakat belli ki

konferanstan söz etmiyorlardı. Çünkü

gülüşüyorlardı…”

Kitapta geçen bu cümleler bile konferansın

gergin havası için bir örnektir. Dokuz ay

süren konferansta, böylesi gergin, kasvetli,

Page 22: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

19

sinirli bir havaya dayanmak çelik gibi sinir,

sarsılmaz azim ve yılmaz mücadele ister.

Bütün delegelerin, uzmanların, basın

mensuplarının kendisine saygı duymasını

sağlayan İsmet Paşa, konferans boyunca

sabır, mücadele, azim ve kararlılık dersi

vermiştir. Müttefik delegelerin zaman

zaman kendilerini kaybettiği noktalarda o

hep akıllıca davranmıştır. Diğer

meselelerin çoğunluğu çözüldükten sonra

borçların ödeneceği para birimi

tartışmalarında haftalarca süren sinir

harbini İsmet Paşa öyle güzel yürütmüştür

ki aralarından su sızmayan müttefikler

birbirlerine düşmüşlerdir. Bir defasında

İtalya ile Fransa arasında diplomatik bir

kriz yaşanmıştır.

Yazar bir başka kısımda Lozan’ın

durumunu insanların sinirlerinin çekilip

bırakıldığı bir jimnastik salonuna

benzetmiştir.

LOZAN’DA BİR CİNAYET

Kitaptan öğrendiğim yeni şeyler arasında

beni en çok şaşırtan Rus delegesi

Vorovski’nin öldürülmüş olması oldu.

Delegelerinin kısmen ihmal sonucu

öldürülmesinin yanında müttefiklerin

Rusya’yı çağırmak istememesi, ikinci

dönemde görüşmekten kaçınmaları,

Vorovski’nin cenazesine katılmamaları,

çeşitli uygulamaları her ne kadar rakip

devlet olsa da muhatap konumunda olan

bir devlete yapılmaması gereken

nezaketsizliklerdir.

Şu küçük anekdot ise bizim aşina

olduğumuz bazı şeylere İsviçrelilerin ne

kadar yabancı olduğunu gösteriyor. “İlk

kez bu akşam bir İsviçreli, İsviçre

toprağında siyasi bir cinayet işlemiştir.”

BARIŞI GETİREN DEĞİŞİKLİK

Mayasında tevazu ve alçakgönüllülük

bulunmayan, kibrin ve kendini üstün

görmenin vücut bulmuş hali olan Lord

Curzon ve onun yaverleriymiş gibi

davranan Fransız ve İtalyan başdelegeleri

yerine ülkemizi, karakterimizi ve

hassasiyetlerimizi bilen Sir Horace

Rumbold, General Pelle ve Bay

Montagna’nın ikinci dönem için atanması,

genel çerçeveden baktığımızda barışın

gelmesini sağlayan kilit noktaydı. İlk

Page 23: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

20

dönemdeki başdelegeler ile barışın

sağlanması mümkün değildi. Bu değişiklik

müttefik devletlerin Türkiye’yi ve Türkleri

ikinci sınıf göremeyeceklerini anlayıp, eşit

şartlarda bir barışa razı olduklarının

ispatıdır.

GÜZEL BİR TAKTİK

İsmet Paşa ve heyetimiz genel olarak

konferansta çok güzel bir taktik

uygulamışlardır. Birinci dönemde

davamızı akla, mantığa ve gerçeklere

uygun şekilde savunmuşlardır. Bu kararlı

savunma müttefikleri çoğu zaman çileden

çıkarmıştır. Hiçbir zaman kendini

kaybetmeyen temsilcilerimiz görüşmeleri

başarıyla yürütmüştür. İkinci dönemde ise

veremeyeceğimiz tavizler istemekten

vazgeçen, kırmızı çizgilerimizi fark eden

müttefiklere karşı dik bir duruş

sergilenmiş, egemenliğimiz ve haklarımız

kabul ettirilmiştir.

İngilizlerle olan meseleleri önce halledip,

diğer müttefik devletleri İngiliz

desteğinden mahrum bırakarak mümkün

olduğu kadar iyi pazarlık etmişizdir.

Pratiğe dökmek gerekirse, Fransa’nın borç

senetleri için bütün sorunlarını çözmüş

İngiltere savaşı göze almazdı.

BÜYÜK DEVLET, KÖTÜ DİPLOMASİ,

VAHİM SONUÇ!

Konferansın birçok oturumunda Fransız

heyeti, İngiltere’nin iddialarını

onaylamaktan başka bir şey yapmamıştır.

Koskoca Fransa’nın yanlış diplomasi

yüzünden düştüğü durumu Fransız

Journal gazetesi başka söze gerek

bırakmadan anlatıyor:

“… Doğuda, hatalarımız yüzünden

İngiltere’nin arkasına takılı bir devlet

tesiri bırakmaya başladık. Bunun içindir ki

Türkler bize önem verilmeye değmez bir

toplum muamelesi yapıyorlar. İşte

düzeltilmesi gereken başlıca hata budur. …

KISA KRONOLOJİ

Konferansın seyri hakkında kısa bir

kronoloji vermek istersek şöyle bir

aktarımda bulunabiliriz.

13 Kasım: Konferansın duyurulan başlama

tarihi. Müttefikler keyfiyetlerine göre

erteleme yapmış, heyetimize haber

vermemişlerdi. İsmet Paşa, bu vaziyetin

bir nezaketsizlik olduğunu ve böylesi

durumlarda sessiz kalmayacağını ilk

günden habercilere söylemiştir. Tüm

dünya beklediğinden çok farklı karakterde

Türklerle muhatap olacağını anlamıştır.

20 Kasım: Konferansın törenle açılması.

4 Şubat: Müttefiklerin oldubittiye

getirerek imzalatmak istedikleri,

egemenliğimize aykırı bir antlaşmayı

reddetmemiz üzerine müttefiklerin

Lozan’ı terki, İsmet Paşa’nın Ankara’ya

doğru yola çıkması ve konferansın

kesintiye uğraması.

Page 24: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

21

23 Nisan: Konferansta ikinci dönemin

başlaması.

17 Temmuz: İmza edilecek antlaşma

üzerinde tam mutabakatın sağlanması. 4

Şubat teklifinin hemen hemen bütün

maddeleri lehimizde değiştirilmişti. 5 ay

önce bundan daha iyi bir antlaşma elde

edemezsiniz diyen müttefikleri İsmet

Paşa’nın getirdiği nokta takdir edilmelidir.

24 Temmuz: Trablusgarp, I. ve II. Balkan, I.

Dünya ve Kurtuluş Savaşları’nı ardı sıra

yapmış, her birinde canını, malını, gücünü

kaybetmesine rağmen sonuncusunda var

gücüyle düşmana ağır bir darbe indirmiş

olan aziz milletimiz ebedi barışa

kavuşmuştu. Birbiri ardınca yapılacak

inkılâpların önünde hiçbir engel

kalmamıştı. Sıra ülkemizi imar etmeye;

sağlık, eğitim, adalet vs. alanlarında

düzenlemeler yapmaya gelmişti.

KİTAP HAKKINDA

Kitabın güzel ve eksik yanlarından

bahsetmek gerekirse şu ayrıntıları

sayabilirim. Konferansın bütün o sıkıcı

diplomatik görüşmelerini, bitmek bilmez

tartışmalarını akıcı bir roman üslubunda

anlatmak her kalemin harcı değildir.

Yazarın bunu yaparken de tarihi

gerçeklerden, tarih yazıcılığından taviz

vermemesi kitabı değerli kılan asıl

noktadır. Konuyu kapsamlı bir şekilde ele

alması, kaliteli bir araştırmanın ürünü

olması dolayısıyla kitabın, konuyla ilgili

bilgi sahibi olmak isteyenler tarafından

okunması gerektiğini düşünüyorum.

Kitaptaki bazı eksikleri burada zikretmek

durumundayım. Bunlardan başlıcasın

İsmet Paşa ile Ankara arasındaki telgraf

trafiğinden çok az bahsedilmesi. Meseleler

hakkında bütün inisiyatifin delegeler

heyetinde olduğu kanısı okuyucuda

oluşabilir. Paşa ve heyetimiz kendilerine

yüklenen görevi büyük bir özveri ve

başarıyla yerine getirmişlerdir. Tüm

bunlar olurken Ankara'nın isminin çok az

geçmesi, oynadığı rolden bahsedilmemesi

biraz sırıtmaktadır.

Bence tarihi olarak fevkalade öneme sahip

olan bir telgrafı kitapta görmemek beni

üzdü. Paşa'nın müttefiklere kabul

ettirdiğini Ankara'nın yeterli görmediği,

Ankara'nın isteklerini müttefiklere kabul

ettiremediği zamanlardan birinde, imza

için izin beklerken Ankara'ya çekilen şu

telgraf çarpıcıdır:

“Eğer hükümet kabul ettiğimiz şeyin kesin

olarak reddinde direniyorsa, bunu bizim

yapmaklığımıza imkân yoktur. Düşüne

düşüne benim bulduğum yol, İstanbul’daki

komiserlere tebligat yapıp, imza yetkisini

bizden almaktır. Bu hal de gerçi bizim için

dünya yüzünde görülmemiş bir skandal

olur. Fakat vatanın yüksek menfaatleri

şahsi düşüncelerin üstünde olduğundan,

milli hükümet kanaatini uygular.

Hükümetten teşekkür beklemiyoruz.

İşlerimizin muhasebesi, millete ve tarihe

bırakılmıştır.” [3]

Page 25: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

22

DEĞERLENDİRME

Tarihi bir olay tek bir açıdan

incelenmemelidir. Hem olayın tarihin

akışına olan etkisi incelenmeli, hem de

muadilleriyle kıyası yapılmalıdır. Lozan

Barış Antlaşması şu yönlerden

incelenebilir.

Tarih sahnesine çıktığımızdan bu yana, bir

asra yakın süre barış içerisinde

yaşadığımız dönemler son derece azdır. Bu

durumun sebebi gerek sürekli devlet yıkıp

devlet kuran bir millet olmamız, gerek

dünyanın en güzel coğrafyalarında yaşıyor

olmamızdır. Tüm bunlarla birlikte bu

durum ayrı bir araştırma konusudur.

Lozan'dan bu yana geçen 87 yılda -

dünyanın kazanının kaynadığı

Ortadoğu’da yaşamamıza rağmen-

herhangi bir devlet ile savaşa girmedik. Bu

barış dönemini yaşamamızda, üzerine

devlet kurduğumuz Lozan'ın ve barış

sevdalısı liderlerimizin payı büyüktür.

Lozan Antlaşması ve İsmet Paşa, bizi,

bütün dünyanın birbirine saldırdığı II.

Dünya Savaşı'ndan bile uzak tutmuştur.

Lozan, milletimizi son büyük barış

devresine sokmakla ne kadar büyük bir

barış antlaşması olduğunu kanıtlamıştır.

Atlanmaması gereken bir diğer nokta ise

Lozan'ın kendisiyle aynı dönemde

imzalanan barış antlaşmalarıyla

kıyaslanmasıdır. Müttefikler I. Dünya

Savaşı sonunda Almanya ile Versay,

Osmanlı ile Sevr Barış Antlaşmaları'nı

imzaladılar. Sevr bir milletin ölüm

fermanıydı. Kabul edilesi değildi ve tabi ki

kabul etmedik. Onurumuzu, ülkemizi,

toprağımızı savunduk ama iki taraf da

büyük acılar çekti. Kurtuluş Savaşı'nı savaş

meraklısı değil özgürlük ve bağımsızlık

sevdalısı olduğumuz için yaptık. Kurtuluş

Savaşı, Sevr'in kaçınılmaz bir sonucuydu.

Almanya ile imzalanan Versay Antlaşması

Hitler'i, Hitler'in uygulamaları ise on

milyonların hayatını kaybettiği II. Dünya

Savaşı'nı doğurdu. Sevr Anadolu'yu,

Versay tüm dünyayı yakarken, Lozan bir

ülkeyi barışa kavuşturdu. Buradan,

'Tarafların egemenliğinin ve eşitliğinin

kabul edilmediği bir barış, tarafları er geç

savaşa sürükleyecektir.' sonucunu

çıkarabiliriz. Ne mutlu ki Lozan, her bir

noktası için amansız mücadele ederek,

alnımızın akıyla kazandığımız onurlu bir

barıştır.

[1] Ali Naci Karacan, Lozan, Hazırlayan Hulusi

Turgut, Ocak 2010, İstanbul, 576 sayfa,

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

[2] Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, III.

cilt, Şubat 2008, İstanbul, 95. sayfa, Remzi

Kitapevi.

[3] adı geçen eser, s. 124

Page 26: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

23

ÇOCUKTA EGO Dilek AKILLIOĞLU

Her insanın içinde kullanmaya hazırladığı

bir kuvvet vardır. Bu güç biyolojik,

zihinsel-bilişsel gelişim ile ortaya

çıkmaktadır. Bu gücün amacı ise

bağımsızlıktır. Bağımsızlığı kendini

yönetmek ve benliğini bilme dürtüsü

olarak nitelendirirsek; asıl gaye,

yönetimdir diyebiliriz.

Kendini idare gücü, içe dönük olup aynı

zamanda dış ile bağlantı kurmaya çalışan

bir köprüdür. İnsan gelişiminde bu bağı

sağlamlaştıran temel yöntemlerden biri

oyundur. Frued'un ‘Sanat ve Sanatçılar

Üzerine’ isimli eserinin çıkış noktasında

oyun konusunda bahsettiği yargılar,

aradaki köprüye örnek niteliğinde olabilir.

Frued sanatsal yaratılar ile çocukluk

dönemi arasında hısımlık kurmuştur.

Sanatçının işini ciddi bir şekilde yerine

getirmesi, çocuğun en ciddi işi olan

oyunun büyümüş halidir. Tıpkı sanatçının

yaptığı gibi çocuk gerçek dünyanın

eşyalarını ele alır. Onlardan bambaşka bir

dünya oluşturur. Hayata ait olan nesneleri

oyunun içine öyle bir yerleştirir ki

dünyanın hakikati ile oyun hayli yer

değiştirir.

Kapının dışındaki yeryüzü hakikati ile

oyun sayesinde bağ kurmaya çalışmasının

nedeni, o dönemde anne ve babasının veya

büyüklerin onu tatmin edici şeyler

söylemiyor olmasıdır. Sorduğu sorular

karşısında ebeveynlerin verdiği yanıtlar

tatmin edici değildir. Beyninde kurmaya

çalıştığı dünya onların bu anlattıklarının

yanından geçmez. Bu sebeple bağını oyun

yöntemiyle kurmaya yönelir. Aslında

küçük bedeniyle yapmaya çalıştığı şey;

"Gerçekler hoşuna gitmiyorsa bunu

değiştir." savıdır. Çözümü oyun ile yepyeni

bir dünya kurmaktır. Haksız olduğu

söylenemeyeceği gibi büyüdükçe

karşılaşacağı gerçekler sebebi ile bu

düşüncesine tam olarak büyükler destek

vermeyecektir. Burada onları haklı yapan

parantezlerden biri oyunlarının içerisine

gerçek yeryüzünün motiflerini de

yerleştiriyor olmalıdır. Belki büyüklerin

yanıtları anlamlı değildir. Lakin oyunun

içerisine çocukların anlamlı hale

getirilmesi ile yerleşebilmektedir. Olmak

istediği bireyi ya da bireyleri bu anlamalar

aracığıyla oyunda taklit eder. Yanıtlarda

bulamadığı anlamı oyunu sayesinde

gerçekleştirir.

Page 27: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

24

Çocuk kişilik gelişimi açısından

doğduğunda id kavramını karşılar.

İstediğini alır. Koşullanmayı sevmez.

Ertelenmek istemez. Doğumunun 8.

ayından itibaren id’sinin evrilmemesiyle

ortaya ego çıkar. Çocuk egonun baskın

olduğu bu dönemde gerçeklik ilkesini

kendine uydurur. Oyununda

gerçekleştirdiği ya da günlük yaşamında

ulaştığı her isteği bu karar organı olan ego

ile yerine getirir. Demek istediğim

gerçekleştirmeyi hedeflediği her şeyi bu

çağda elde eder. Bunu uzlaşma yoluna

giderek yapar. Bu uzlaşmada oyunun etkisi

bana kalırsa büyüktür.

Page 28: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

25

EMPERYALİZMİN EĞİTİME UZANAN KOLU:

YABANCI DİLLE EĞİTİM

Ahmet Afşin KÜÇÜK

DÜŞÜNCE VE DİL

18. yüzyılın büyük aydınlanma filozofu

Immanuel Kant, şöyle diyor:

“Aydınlanma, insanın kendi suçu ile

düşmüş olduğu bir ergin olmama

durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin

olmayış durumu ise insanın kendi aklını

bir başkasının kılavuzluğuna

başvurmaksızın kullanamayışıdır. Sapere

aude! (Düşünmeyi bil; düşünmekten

korkma!)

Aklını kendin kullanmak cesaretini

göster.” (Aktaran: M. Sadık Aslankara,

Adam Sanat, Mart 2001, s.89)

Aydınlanma, insanın tebaa olmaktan, kul

olmaktan vatandaş olmaya, birey olmaya

yöneldiği süreçtir. Birey olmak ise

bağımsız düşünebilmekle, Kant’ın dediği

gibi insanın kendi aklını kullanma

cesaretini gösterip sorumluluğunu

üstlenmesiyle gerçekleşebilir.

Dil ile düşünce arasındaki ilişki çeşitli

düşünürler ve bilim insanlarınca enine

boyuna irdelenmiştir. Ben ancak benim

dilimle düşünebilirim. Bu şu demektir:

düşünürken ve iletişim kurarken

kullandığım dil beni oluşturur. Başkasının

diliyle düşünmeye çalışmak, doğrudan

doğruya o başkasının düşünce çerçevesini,

düşünce altyapısını benimsemek anlamına

gelir. Bağımsız düşünce, bağımsız dil

olmadan olmaz. Bağımsız düşünce, bireyin

kendi aklıyla doğruyu aramasıdır. Bireyin

kendi kendini oluşturmasıdır. Elbette

çevre koşullarınca, ekonomik koşullarca,

fiziksel ve toplumsal koşullarca belirlenen

çerçeve içinde yapacağı özgür seçimler,

bireyin kendi kendini oluşturması

anlamına gelir.

Dil, düşüncenin altyapısıdır. İnsan, bir dile

sahip olmadan birey olamaz. Dili olmayan

düşünemez, iletişim kuramaz. Dil, birey

olmanın da koşuludur.

Eğitime gelince, tanımı hem kolay hem de

zordur. Toplumsal davranış, kişilerarası

iletişim, değerlere saygı, kültürlülük,

çalışma disiplini, aşırı duyguları kontrol

altına alma gibi konularda kişileri

eleştirirken hemen eğitimden söz ederiz.

Burada eğitim bir mihenk taşıdır. Prof.

Ertürk’e göre; eğitim bireye istendik

davranışlar kazandıran bir süreçtir.

Türk vatandaşları, altı yaşından

başlayarak Türk okullarında eğitim

görürler. Bireyler konuşma, okuma,

yazma, insanlara ve birbirlerine karşı

saygı ve sevgiyi, yaşama bilgisini, toplum

düzenini, matematiği, gelenek ve

Page 29: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

26

göreneklerle ulusal, kültürel, ahlaki,

estetik ve toplumsal değerler ve değer

yargılarını kendi tarihini, coğrafyasını,

müziğini hep bu süreçte öğrenip bütün

bunları ana dilinde, ana dilinin kavramları

içerisinde, ana dilinin felsefesi ve bakış

açısıyla algılarlar. Yaşantısındaki her

olayda bunların etkisi, çağrışımı,

alışkanlığı, kolaylığı ve yönlendirmesi

vardır. Bireyin kişiliğinin gelişmesine yön

veren onun ana dili ve kültürüdür.

Kalıtımsal olarak getirdiği genlerin yanı

sıra, ait olduğu toplumun dili, kültürü ve

yukarda saydığım öteki öğeler, onun

dünyayı anlayıp algılamasında, yaşam

biçiminin seçimi, kararları, düşünceleri ve

çalışma alanındaki başarı ya da

başarısızlığında rol oynar. İşte böylesine

bir bütün, bitmez bir kaynak, bireyin tüm

bilişsel, duyuşsal ve işlevsel beceri

dünyasını biçimliyor, besliyor, eğitilmesini

sağlıyor ve onu toplumda vazgeçilmez ve

değerli kılıyor: ana dili ve ayrılmaz bir

parçası olduğu kültür. Dillerin anlam

içerikleriyle parçası oldukları kültürlerin

içerikleri arasında tam bir örtüşme ya da

özdeşlik vardır. Dil kültürünün aynası

onun simgelerle yansıtılmasıdır.

Eğitim, dilimizi kullanarak kazandığımız

bilginin yaşamda uygulanması, toplumca

fark edilmesi, bireyin anlayış, davranış ve

düşüncelerindeki olgunluk ve gelişme

biçiminde görülür. Bu bilgi, görgü, gelenek

ve kültür kalıpları aileden başlayarak

örgün eğitimin her aşamasında öğretilir.

Ninni, türkü, şarkı, masal, mani, destan,

şiir, öykü, roman, fıkra, tüm fen ve sosyal

dersler, bilim kitapları, makaleler, oyunlar,

konferans, dinleti, duygu ve

düşüncelerimiz, sevinç, keder, öfke,

kızgınlık, mutluluk, yorgunluk, üzüntü ağıt

ifadeleri ve hatta küfürlerimiz bile bu dil

ve kültürün içinde eğitimin malzemeleri

arasındadır.

TÜRKİYE’DE YABANCI DİLLE EĞİTİMİN

TARİHÇESİ

Okullar

Osmanlı İmparatorluğu’nda yabancı dil

öğretimi genelde dini amaçlar ile

örtüşmüştür. Eğitim boyutunda yabancı dil

eğitimi çoğunlukla Arapça ve Farsça

üzerine yoğunlaşmış; bu dillerin yapısal

özellikleri üzerinde durularak bu dillerde

oluşturulan yazılı eserlerin incelenmesi ön

plana çıkmıştır. İmparatorluğun son

dönemlerinde Batı karşısında alınan

yenilgilerden sonra yenileşme çalışmaları

başlamış, siyasi, ticari ve askeri açıdan

Batı’yı yakalamak için yabancı dil öğretimi

önem kazanmıştır.

Batılılaşma çalışmaları çerçevesinde,

Osmanlı İmparatorluğu 18.yy’nin ikinci

yarısından itibaren yenileşme

çalışmalarını hızlandırmıştır. Yeni okullar

Page 30: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

27

ve okullaşma, yenilikler için ön koşul

olarak görülmüştür. Bu amaçla,

reformlarla birlikte Batı tarzı devlet

okulları ve özel okullar da ortaya çıkmıştır.

Orta dereceli okulların programına

yabancı dil, Tanzimat Fermanı’ndan sonra

girdiğinden, Osmanlı İmparatorluğu’nda

yabancı dil öğrenimi ve öğretiminin

gelişmesi açısından Tanzimat Fermanı’nın

etkisi oldukça büyüktür. Bu süreçte

okullar ilk önce yabancılar tarafından

açılmıştır ve çok iyi düzeyde yabancı dil

eğitimi verilmeye çalışılmıştır. Yabancı

dilin artan önemi üzerine özellikle

İstanbul’da hem iyi düzeyde yabancı dil

öğretecek hem de devletin sivil kadro

ihtiyacını karşılayacak iyi düzeyde bir okul

açılması için çalışmalar hızlanmış, bu

amaçla kurulan bir okul, “Galatasaray

Sultanisi” adıyla 1868’de Fransızca olarak

eğitime başlamıştır (Demirel, 2003). İlk

özel Türk Okulu olan Darüşşafaka 1873

yılında derslere başlamıştır. Darüşşafaka

özellikle o dönemde matematik ve fen

dersleriyle, Fransızca derslerinde diğer

okullardan daha iyi olmakla ün

kazanmıştır (Demircan, 1988).

Cumhuriyet döneminde “Türk çocuklarını,

yabancı bir dil öğrenmek için yabancı

okullara gitmekten kurtarmak” (Demircan,

1988) amacıyla 31 Ocak 1928 tarihinde

Türk Eğitim Derneği kurularak, 1928-

1934 yılları arasında bugünkü TED koleji

ortaya çıkmış, bu okul 1951 –1952

öğretim yılından sonra tamamen İngilizce

eğitime geçmiştir. 1956 yıldan itibaren

kolej adıyla (daha sonraki yıllarda da

Anadolu Lisesi adıyla) ve deneme amacıyla

yeni tür okullar açılmaya başlanmıştır

(Demircan, 1988). Yüksek öğretimde de

yabancı dilin ağırlığını görmek

mümkündür. Osmanlı İmparatorluğu’nda

ilk kurulan yüksek öğretim kurumlarında

da yabancı dilde eğitim yapılmıştır.

Mühendishane-i Bahrî-i Hümâyûn (1773),

Mühendishane-i Berrî-i Hümâyûn (1795),

Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye (1831) gibi

okullarda, o günlerde okutulacak Türkçe

ders kitabı ve bu dersleri verecek nitelikte

Türk öğretim üyesi bulunmadığından,

eğitim yabancı dilde sürdürülmüştür

(Demircan, 1988; Akyüz, 1993).

Cumhuriyet döneminde ise Orta Doğu

Teknik Üniversitesini (ODTÜ) (1956),

Robert Koleji ve daha sonraki adıyla

Boğaziçi Üniversitesini (1957), Hacettepe

ve Cerrahpaşa gibi bazı tıp fakültelerini ve

tüm vakıf ve özel üniversitelerini yabancı

dilde eğitim veren yüksek öğretim

kurumları olarak nitelemek mümkündür.

(Çelebi, 2006)

Görüldüğü gibi batılılaşma ile birlikte

okullaşma ve okullaşma ile birlikte

yabancı dil eğitimi, eğitim-öğretim

sistemimizin ayrılmaz bir parçası

olmuştur.

DİL GELİŞİMİ ÜZERİNE YABANCI DİLİN

TESİRİ

Hızlı bilimsel ve teknolojik ilerlemeye ayak

uyduramayan, tembel ve dilini

zenginleştirmeyen bir ulus kalıcı olamaz.

Page 31: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

28

Diğer bir deyişle dilimiz için şu

atasözümüzü anımsamalıyız: “İşleyen

demir ışıldar.” Yabancı terimler ancak

Türkçe dil kurallarına uyan ve yeni

türetilen sözcüklerle dilimize alınmalı ve

dil zenginleştirilmelidir. Yabancı sözcükler

moda, özenti, bilgiçlik taslama, tembellik,

ihmal, anlaşılmazlığın getirmesi beklenilen

saygınlık, zorunluluk adına bilim dilimize

girmektedir. Zorunlu sözcüklere karşı

Türkçelerini bulmayı görev edinerek ve

anadilimize güvenerek onu

zenginleştirmeli, saygı, sevgi ve doğrulukla

kullanmalıyız.

Bilimle uğraşan bir kişi, “Ben konuşurum,

yazarım; anlayan anlar” demek hakkına

sahip değildir. Çalışmalarını özenle Türk

dilini kullanarak, öncelikle halkına

anlatabilmelidir. Dil yalnız bir araç değil

kültürü de yaratan bir etkinlik

olduğundan, dilimize sızan her yabancı

sözcüğün, ait bulunduğu kültürü de

taşıyarak gelmekte olduğunun bilinci

içinde olmalıyız. Basın ve yayınımızda yer

alan fal-astroloji, medyum kirlenmesinden

basının üyeleri ve kendini aydın, okumuş

kabul edenler kadar bilim insanları da

sorumludur.

İngilizce’nin dilimizi işgal etmesi evrensel

niteliğinden çok ekonomik ve siyasal

nedenledir. Yoksa Türkiye’deki bazı bilim

çevrelerinin ileri sürdüğü gibi İngilizce,

kesinlikle evrensel bilim dili değildir.

İngilizce’ye değin ilk yazılı belgelerin 7.

yüzyıla, Türkçe’ye değin ise M.Ö. 2 bin yıla

dönük olmasına karşın 1980 basımı

sözlüklerde İngilizce’de 700 000 Türkçe’de

ise ancak 70 000 sözcük bulunmaktadır.

İlkokulu bitiren çocukların belleğine

İngilizce konuşanlarda 70 000, Türkçe

konuşanlarda ise ancak 7 000 sözcük

yerleştirilebilmektedir. Türkçe ad ve

eylem tabanları ile yapım işlevli ekler

kullanılarak iki milyona yakın (teorik

olarak sonsuza kadar) sözcük

türetilmesinin olanaklı olduğu

saptanmıştır. Anadilimizin bunca ihmali

artık sona ermelidir!

İngilizce’nin sözcük sayısına bakarak en

zengin dil olduğunu savunmak, ülkelerin

bilime katkılarını yalnız yayın sayıları ile

değerlendirmekle aynıdır. Bilim insanının

görevi yabancı dillere teslim olmak,

onlardan sözcük çalmak değildir. Sözcük

bilgisi sınırlarının aynı zamanda

Page 32: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

29

düşüncenin de sınırları olduğu bilincine

vararak, gerekli sözcüklerin üretilmesine

katkıda bulunmak, ana dilimizde düşünsel

ortamda üretebilmeyi sağlayacak

zenginliği kazandırmaya çalışmaktır.

Aydınlanma; insanın tebaa olmaktan, kul

olmaktan vatandaş olmaya, birey olmaya

yöneldiği süreçtir. Başkasının diliyle

düşünmeye çalışmak, doğrudan o

başkasının düşünce çerçevesini ve

altyapısını benimsemek anlamına gelir.

Bağımsız düşünce, bağımsız dil olmadan

olmaz. Bağımsız düşünce bireyin aklıyla

doğruyu aramasıdır. Bireyin kendi kendini

oluşturmasıdır. Dil düşüncenin

altyapısıdır. Günümüzde Kur’an’ın

Türkçeleştirilmesine karşı çıkanlar,

insanların dini kendi akıllarıyla

yorumlamasına, anlamasına karşı

çıkanlardır. Bilim dilini de anadilinde

anlamayan bilim-insanı ve halk sırlarına

ulaşamadığı bir bilimle sonuç

getiremeyecek bir ilişkiye girer ancak.

Yapabileceği, sadece başkalarının keşif ve

icatlarını taklit etmekten ve kavramaya

çalışmaktan öte değildir. Bir bilim-insanı

için yabancı dil ile araştırma yapmak,

beynin bir yarısını kullandığı o yabancı

ülkenin insanlarına kiralamak ve kendi

insanına yararlandırmamak anlamına

gelmektedir. Ve bu nedenle ülkemizin

bilim dünyasına pek de katkısı

olamamaktadır.

Atatürk dil devrimiyle işte bu en önemli

aydınlanma adımının da öncülüğünü

yapmıştır. Toplumsal dille bireysel dili bir

araya getirmiş, dahası Arap abecesi yerine

Türkçe’ye daha uygun Latin abecesini

getirerek okuma-yazma devrimini

gerçekleştirmiştir. Dil olmadan birey

olunamayacağını, okuma-yazmanın da

dilsel gelişmenin itici gücü olduğunu bilen

Atatürk, günümüzde din toplumunun

yerine gelmiş bulunan sanayileşmiş ve

bilgi toplumu ismi verilen küreselleşmenin

pençesindeki Amerikan egemenliğindeki

teknoloji ve Pazar ekonomisinin

sömürgesi haline dönüşmekte olan

Türkiye’ye çok önemli ilkeler bırakmıştır.

Kendi yaşamının son yıllarında, Alman

baskısından kaçan Yahudi kökenli bilim-

insanlarının Türkiye’ye kabul etmemekle

kalmamış, onların bu ülkede görevli

oldukları üçüncü yıldan itibaren derslerini

Türkçe olarak vermelerini zorunlu

kılmıştır.

Ulusal Dilin Önemi

Öncelikle yabancı dillerin

boyunduruğundan kurtularak Türkçe

düşünmenin önemini anlamak, bir bilim

dili arayışından kurtulmanın birinci

şartıdır. Türkiye’de niçin Türkçe

düşünmek önemlidir?

Bir ülkenin vatandaşları, o ülkenin ulusal

dilinde yetkinleşmezlerse bu, başta

doğrudan doğruya o vatandaşların yaşam

alanlarının kısıtlanmasına, ardından da o

ülkenin dilsel, kültürel, politik ve

ekonomik yönden ufalanarak yok

olmasına yol açar. Ulusal dillerin

korunması sorunsalı, doğrudan doğruya

Page 33: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

30

ulusal ekonomilerin ve insan refahının

korunması sorunsalından ayrılamaz.

Örneğin; Fransa Akademisi, Fransız dilinin

dünya çapında saygın konumunu korumak

ve geliştirmek için her türlü çabayı

gösterirken, ulusal ölçekte de dilin yabancı

diller saldırılarına karşı korunması

görevini üstlenmiş bulunmaktadır. Eğer

bilimsel anlamda bir yabancı dilin

evrenselliği kabul edildiğinde bilimsel

etkinliklerimiz de üçüncü sınıf

taklitçilikten kurtulamayacaktır. Peki, öyle

olsa ne olur? Amerikalı, Avrupalı ya da

Japon bilim adamları bütün sorunlarımızı

çözmezler mi?

Tarih aksini gösteriyor. İnsan zenginliği,

yaratıcılığı, bilim ve sanat, öyle tek tip

insan topluluklarınca değil; aydınlık,

düşünen bireylerin oluşturduğu

toplumlarca doruklara taşınmıştır.

Bu Sümer ve Hitit uygarlıklarında da,

Yunan ve Roma uygarlıklarında da, 9. ve

10. yüzyıl İslam uygarlığında da, Rönesans

ve Aydınlanma Avrupası’nda da böyle

olmuştur.

20. yüzyılın bilimsel ve teknolojik devrimi

de tek tip düşüncelerle değil, bağımsız

düşünmekten korkmayan aydınlık

kafalarla gerçekleşmiştir. Eğer dünya

bugünkü tek pazar, tek dil, tek tip insan

egemenliğini aşamazsa bizleri

(torunlarımızı) bekleyen çevre felaketleri,

açlık, savaş, kitlesel yok oluş, uzun bir

karanlık çağ olacaktır.

Başka bir deyişle, insan yaratıcılığı için,

yeniden aydınlanma için, bağımsız

düşünebilmek için ulusal dilimizde eğitime

gereksinimimiz vardır.

Page 34: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

31

Page 35: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

32

HUKUK DEVLETİ GAYESİ VE

DEMOKRASİ

Pirali Çağrı ŞENSOY

“Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyet

Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esaretten”

Fikir dünyamız, birbirine karıştırılmış

mefhumlardan oluşan bir keşmekeş.

Birbirine karıştırılan bu

mefhumlarımızdan ikisi, hiç kuşkusuz:

Demokrasi ve Hukuk’tur.

Tüme varım için bu mefhumların ayrı ayrı

izahlarını yaparsak: Yunanca “dimos”

(cumhur, halk) kelimesi ile “kratos”

(iktidar, egemenlik) kelimesinin

evliliklerinden dünyaya gelen demokrasiyi

“halkın iktidarı” olarak basitçe

tanımlamak mümkündür.

Demokrasi mefhumu üzerine Anayasa

Hukukçuları tarafından geliştirilmiş iki

“Demokrasi Teorisi” bulunmaktadır. Bu

teorilerden ilki olan “Normatif

Demokrasi Teorisi”ne göre demokrasi

yalnızca “halkın iktidarı” değil, aynı

zamanda bu iktidarın kararlarını halkın

istekleri doğrultusunda vermesidir. Bu

anlamda demokrasi, Abraham Lincoln’ün

ifadesiyle “halkın, halk tarafından, halk için

yönetimidir.” Normatif Demokrasi Teorisi,

demokrasi teorilerinin olanı değil, olması

gerekeni olup “bütün güzellikler gibi

dünyada uygulama alanı

bulunmamaktadır”. Demokrasi üzerine

geliştirilen ikinci teori ise “Ampirik

Demokrasi Teorisi”dir. Ampirik

demokrasiler, Normatif Demokrasiye

yaklaşmakla muvaffak olan

demokrasilerdir. Bu anlayışa göre bir

devlete demokratik denilebilmesi için bazı

şartların yerine getirilmiş olması

yeterlidir. Bu şartlar; seçim serbestliği,

birden çok siyasî partinin varlığı,

muhalefetin iktidar olma şansı gibi

şeylerdir.

O zaman denilebilir ki, ideal demokrasiye

ulaşmak mümkün olmadığı için, bir kısım

şartların hukukî temellere dayandırılması

ve etkin siyasal makamların adil yapılan

seçimlerle belirlenmesi dünyada var olan

en ideal demokratik sistemi vücuda getirir.

Buradan çıkarılabilecek bir netice de,

demokratik bir sistemin uygulanabilmesi

için adaletli bir iktidarın ve demokrasi

Page 36: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

33

bilincine sahip bir “dimos”un varlığının

zorunluluğudur.

Mefhumlarımızdan ikincisi olan Hukuk

Devleti’ni muhakeme etmeden evvel,

“Hukuk” kelimesi üzerinde duralım.

Arapça “Hak” kelimesinin çoğulu olan

“Hukuk” kelimesi “Haklar” manasına

tekabül etmektedir. “Hak” kelimesi

“Hukuk düzeni tarafından korunan,

kullanılıp kullanılmaması sahibinin

iradesine bırakılan menfaat ve tercihler”

olarak ifade edilebileceğine göre, Hukuk

bu menfaat ve tercihlere saygı

gösterilmesini ve bunların korunmasını

ifade etmektedir. O zaman

mefhumlarımızdan ikincisi olan Hukuk

Devleti’ni Anayasa Mahkemesi’nin bir

kararındaki tanımlamasıyla şöyle ifade

edelim: Hukuk devleti, “İnsan haklarına

saygılı ve bu hakları koruyucu âdil bir

hukuk düzeni kuran ve bunu devam

ettirmekle kendisini yükümlü sayan, bütün

işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı

olan devlettir.”

Birçok Anayasa Hukukçusu Hukuk

Devletini “Polis Devleti’nin karşıtı”

olarak ifade eder. Bir şeyin ne olduğunu

anlatmaktansa, ne olmadığını anlatmanın

faydalı olduğu hususlarda kullanılan bu

metoda göre Hukuk Devleti şöyle

tanımlanabilir: “Kamunun refah ve selameti

için, her türlü önlemi alabilen, bu amaçla

kişilerin hak ve özgürlüklerine alabildiğine

müdahale edebilen, onlara külfetler

yükleyebilen ve fakat tüm bunları yaparken

idaresi hukuka bağlı olmayan” polis

devletinin zıddıdır.

İki mefhumu yeterince izah ettiğimizi

zannederek, asıl mevzumuza dönmek

istiyoruz.

Yukarıda da izahatlarını yaptığımız üzere

“Hukuk Devleti” ile “demokrasi”

birbiriyle alakasız olmayan ve fakat

birbirlerinin yerine de kullanılamayacak

iki mefhumdur. İfade edilebilir ki,

demokrasi Hukuk Devleti olma yolunda

kullanılabilecek bir sistem, hukuk da

Demokrasinin sağlam temeller üzerine

oturup meyvelerini verebilmesini sağlayan

şarttır.

Peki, bu kavramlardan hangisi amaçtır,

hangisi araçtır?

Şüphesiz ki dünyada asıl olan insanın

varlığı ve hürriyetlerdir. Bu sebepten

hukuk kuralları ve kanunlar

yorumlanırken Osmanlı Medenî Kanunu

olan Mecellenin 9. maddesindeki “Sıfat-ı

arızada aslolan ademdir.” (Bir şeyin

sonradan eklenmesinde asıl olan

yokluktur.) ilkesi geçerlidir. Bu maddeden

de yola çıkarak denilebilir ki “yetkiler dar,

hürriyetler geniş yorumlanır”. Demek ki,

sıfat-ı arıza olan devlet karşısında,

Page 37: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

34

şahısların hürriyet ve hakları geniş

yorumlanır.

Devletin varlık temellerini, Hüseyin

Hatemî’nin şu ifadelerinde anlıyoruz:

“Devlet diye –somut bireyler, gerçek kişiler

gibi- bir varlık yoktur. Bireyin insan

onurunu ve insan hakkını veren Tanrı’dır.

Ancak; bireyin iradesi de özgür olduğu için,

herkes birbirinin insan onuruna saygı

göstermeyebilir. Hâbil’in karşısına Kabil

çıkabilir. Bu sebepler; insan haklarını –

doğuran değil- tanıyan, buna karşılık bir

“ülke” üzerinde ‘Devlet’ adını verdiğimiz

düzeni –tanıyan değil- doğuran bir

sözleşmeye gerek vardır.” Böyle bir

mecburiyetten “doğmuş” devlet

karşısında kutsal olan ve sahip çıkılması

gereken şahıstır ve şahsın haklarıdır.

Dolayısıyla bir devletin demokratik olup

olmamasından daha ziyade, bir devlette,

şahısların hürriyetlerini hukukî (burada

Hukukî derken pozitif Hukuk kurallarını

değil evrensel olanı ve hatta ondan da öte

ideal hukuku kast ediyoruz.) sınırlar

çerçevesinde kullanabilmelerini ve

insanların insan onuruna yaraşır bir hayat

seviyesinde yaşamalarını arıyoruz. Her ne

kadar demokratik olsalar da; insan

hürriyetlerinin sınırlandırıldığı, insanların

hayat standartlarının düşük olduğu ve

hukukî güvenceleri olmadığı sistemleri

istemiyor ve onlara karşı çıkıyoruz.

Bir devlet düşünsek ki, iktidarı düzenli

aralıkla yapılan ve âdil olduğuna inanılan

bir yöntemle halk tarafından seçilsin, fakat

iktidarı eline aldıktan sonra insan

haklarını ve hürriyetlerini askıya alsın.

Böyle bir devlette yaşamayı herhalde

istemeyiz. (Belki zalim olup ezen tarafta

olmayı isteyenler de çıkacaktır.) Üstelik

demokrasi böyle bir devlette varlığını

ancak seçimden seçime

gösterebilmektedir. Bu devlet, ampirik

manada demokratik fakat bir polis

devletidir. Nihayet Hitler ve Nazi

Almanya’sı bunun güzel bir örneğidir.

Bir devlet de düşünelim ki, yöneticileri

halk tarafından seçilmemiş, hatta bunun

tam zıddı olarak bir haneden halkı

tarafından yönetilir olsun. Fakat bu

devlette insan hakları ve hürriyetleri

meşru çerçevede sınırlandırılmasın, devlet

karşısında şahısların hakları savunulsun.

Faraza ki, devlet başkanı hırsızlık

yaptığında, aklanmak için iktidarını

kullanamasın ve halkla aynı müeyyidelere

tâbi tutulsun. İşte bu devlet ideal bir

devlettir ve her insan bu devlette yaşamak

ister.

Kurduğumuz farazî devletlerden çıkan

sonuç şudur ki, mühim olan iktidar

sahiplerinin nasıl seçildiği değil,

seçildikten sonra insan hak ve

hürriyetlerine verdikleri değerdir. Ütopya

kuracak olursak, ilk işimiz, devletimizin

yöneticilerinin nasıl seçileceğini

belirlemekten önce, insan hak ve

hürriyetlerine saygılı bir sistem tesis

etmek olacaktır. Maksat bu olduktan ve bu

maksada erildikten sonra sistemin

demokratik olup olmamasının da pek bir

anlamı kalmayacaktır.

Namık Kemal’in “Hürriyet Kasidesi”yle

başlamıştık, yine öyle bitirelim:

“Ne mümkün zulm ile bidâd ile imhâ-yı

hürriyet

Çalış idrâki kaldır muktedirsen

âdemiyetten”

Page 38: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

35

NÖBETİ DE “KÜRT” MEHMET TUTSUN!

Ahmet KANBUR

Gecikmiş bir yazı...

Bu başlığı ilk okuduğunuzda şaşırdığınıza

eminim. Ben de ilk duyduğumda çok

şaşırmıştım. Daha sonra şaşkınlığım yerini

içimde hissettiğim acılara bıraktı. Hem de

öyle acılar ki ne söylesem, ne anlatsam

yetersiz. Hani der ya Fuzuli: "Söylesem

Tesiri yok, Sussam Gönül Razı Değil " işte

öyle bir hal.

İkindi vaktiydi...

TBMM TV'yi açtım. Her zamanki gibi

hararetli tartışmalar yaşanıyordu (son 12

yılda olduğu gibi). Yine bağrışmalar

çağrışmalar içerisinde kürsüye bir vekil

çıkıp, bir vekil iniyordu. Kürsüye her çıkan

vekil, kendinden önce konuşan vekili

eleştiriyor ve anlatılan konunun aksini

ispatlamaya çalışıyordu. Tartışmalar

olanca hararetiyle devam ederken, konu;

"yolsuzluk olayları ve sonrasında gündemi

bir hayli meşgul eden yeni HSYK

düzenlemesine" geldi. Tabi konu Adalet (!)

olunca, herkes bir anda "mülkün temeli

benim" edasına bürünmeye başladı. Ne de

olsa ülkemizde herkese göre bir adalet

vardı! Her vekil kendi adalet anlayışına

göre yorumlarını ardı ardına dizelerken,

BDP’li Sırrı Sakık meclis başkan vekilinden

söz istedi ve kürsüye geldi.

Konuşmasına beklendiği gibi yolsuzluk

olaylarıyla başlayan vekil ( ! ), konuyu

beklenmedik bir anda "Kürt Meselesine!"

getirdi. Kürt çocuklarının sürekli ezildiğini

hatta sömürüldüğünü anlattı. Zaten bu

ülkede bir tek Kürt çocukları

sömürülüyordu! Eziyet çeken, aşağılanan,

hor görülen hep Kürtlerdi! Konuşmasına

artan şiddetle devam eden vekil, konuyu

sürekli dağıtıyor ve tabiri caiz ise daldan

dala atlıyordu. Belki de bu yaptığı

psikolojik bir harekattı. Ya da bilgisi o

kadar... Bende yüzümde beliren

tebessümler arasında sürekli dağılan

konuları birleştirip bir bütün oluşturmaya

çalışıyordum. Öyle ya, normal zekaya

sahip bir insan için birbirinden bağımsız

konuların toparlanması pek kolay

olmuyordu. Daha sonra zorlandığımı fark

ederek, not tutmak için içeriden kağıt

kalem almaya gittim.

Dedim ya konular olanca hızıyla değişiyor

diye...

Page 39: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

36

Kalem ve kâğıdı alıp geldiğimde BDP’li

vekil yine farklı bir konunun

derinliklerindeydi. Ancak bu seferki konu,

öncekilerden çok daha fazla ilgimi

çekmişti. Çünkü konu askerlikti ve vekil

askerlerin yaşadıkları sıkıntılardan

bahsediyordu. Gariban ailelerin

çocuklarının askere gitmek zorunda

olduğunu fakat zengin ailelerin

çocuklarının para karşılığında bu

zaruriyetten kurtulduğunu anlatıyordu.

Bende bu konuşmalar esnasında son

yıllarda yaşanılan süreçleri gözümün

önünden geçirirken, bir anda vekilin

meclis salonuna karşı yaptığı sert

çıkışlarla kendime geldim. Vekil bağırarak

bakan ve başbakan çocuklarının askerlik

yapmadığını haykırıyordu. Yolsuzluk

olayları da ayyuka çıkınca, anlaşılan

sinirleri daha da gerilmişti.

Konuşma süresi gittikçe kısalıyor ve bu

sebeple cümlelerini olanca hızıyla ardı

ardına sıralıyordu. Kabinedeki bakan

çocuklarının askerden kaçtıklarını

söylerken, belki de tarihe geçecek bir

cümle çıkıvermişti ağzından. Bir anda "

sizin çocuklarınız zevk-i sefa içinde gezsin,

diğer taraftan Kürt Mehmet nöbete "

demişti. Bizim ülküsü için gözünü

kırpmadan canını feda eden ve bu

toprakları bize vatan yapan

Mehmetçiğimiz artık Kürt olmuştu.

Böylece son yıllarda yitirdiğimiz değerlere

bir yenisi daha eklenmişti. Aslında olacağı

da buydu. Sen sahip çıkmazsan, savunacak

değerlerinde işte böyle elinden uçup

gidecekti. Anadolu'nun fethinden tutunda,

büyük Türk kumandanı Selahattin

Eyyübi'ya kadar olan bütün değerlerimiz

bir kenara hiç bir değerin yitirilmesi beni

bu kadar etkilememişti.

Peki, bundan sonra...

Ne yalan söyleyeyim, korkularım gittikçe

artmaya başladı. Yarın bir gün Oğuz

Kağan'ın Kürt olduğunu ve bizim

inandığımız bütün değerlerin aslında

Kürtler tarafından gerçekleştirildiğini

ispatlamaya kalkarlarsa şaşırmayacağım.

Çanakkale'de bizde vardık diyebilen bir

zihniyetten beklenebilecek başka ne var

ki! Bir Türk evladı olarak bize düşen, bu

değerlerin savunulması ve gelecek

nesillere aynı tazeliğiyle aktarılmasıdır.

Her bir vatan evladının davasını müdafaa

mecburiyeti doğmuştur ve vazifeye

koyulmak için hiç bir şart

beklenmemelidir.

Ne diyelim; Tanrı Türk'ü asıl şimdi

korusun...

Bu vesile ile 4 Nisan 1997 tarihinde

ahirete göç eden cennet mekân

Başbuğ'umuz Alparslan TÜRKEŞ

beyefendiyi saygıyla anıyoruz. Ruhu şad,

mekanı uçmağ olsun…

Page 40: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

37

Page 41: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

38

ANADİLDE EĞİTİM ÜZERİNE

ODAKLANDIRILMIŞ BİR BÜYÜK PROJE

Durmuş HOCAOĞLU

Girizgâh: Eğitim, Dil ve Siyâset Üzerine

Türkiye'de son zamanlarda yaşadığımız

çok dikkat çekici gelişmelerden birisi de

hiç şüphesiz, "Eğitim" konusundadır.

Ancak, burada sözünü etmiş olduğumuz

Eğitim tartışmaları, daha iyi, daha yüksek

kaliteli, daha yüksek seviyeli bir eğitim

konusunda değil, bambaşka bir konuda

odaklanmış bulunmaktadır: "Anadil'de

Eğitim".

Türk kamuoyunu hegemonyası altında

tutan gayri millî Medya'nın adetâ

balıklamasına daldığı ve ateşli taraftarı

kesildiği bu konu, zâhiren son derece

mâsûm bir insânî hak talebini müdâfaa

eder görünmektedir. Ama acaba hakîkat

zâhirdeki gibi midir; diğer bir ifâdeyle, bu

tartışmalarda gürültülü ve harâretli bir

biçimde işlenen bu konunun zâhiri ile

bâtını bir ve aynı mıdır? Daha da açıkça

soracak olursak, acaba, "Ana Dil'de Eğitim"

sloganı gerçekte ne anlama gelmektedir?

***

Öncelikle bilmek gerektir ki, Dil bir

ifâdedir; bir kişinin ve/ya bir toplumun

kendisini tanıma, tanıtma, tanımlama ve

dışlaştırma, kısacası "ifade" vâsıtasıdır.

Fakat Dil ile ilgilenen herkesin bildiği bir

başka ve mühim gerçek daha vardır: Dil,

aynı zamanda siyâsetin de taşıyıcısıdır.

Çünkü Siyâset de, başka türden bir ifâde ve

dışlaştırmadır. Bu îtibarla Dil ve Siyâset

çok yerde örtüşür. Yâni, Dil, kendisini en

basit ihtiyaçlar düzleminden en yüksek

beşerî faaliyetler düzlemine varıncaya dek,

kesintisiz bir şekilde, bütün beşerî

alanlarda ortaya koymaktadır. Bunu şu

şekilde de ifâde edebiliriz: Dili bizzat ve

bizâtihî "kendisi olarak" bir değer ve

anlam ifâde etmez; zîra, O, kendisini aşan

başka bâzı şeyler için vardır.

Şu hâlde, fazla teferruâta girişmeksizin

diyebiliriz ki, "dil" ve "dil ile haklar"dan

söz eden herkes, doğrudan ya da dolaylı

olarak, şu veya bu şekilde, "siyâset"

alanına girmiş olmaktadır. Zîra, nasıl ki

"tek kişilik dil" diye bir vâkıa yoksa, yâni

Dil mutlaka bir içtimâî hayatın mahsûlü

ise, Siyâset de aynı şekilde bir içtimâî

hayatın mahsûlüdür. Nasıl ki iki kişiden

oluşan mikro bir cemiyette bile Dil

doğarsa, yine aynı iki kişiden oluşan mikro

bir cemiyette bile Siyâset doğar. O sebeple,

burada, bu "siyâset" alanına girmek"

ibâresi, mücerret planda menfî bir mânâda

kullanılmış değildir: Siyâset Alanı'na

girmek, yine hiç şüphesiz ki mücerret

mânasıyla her insanın en tabiî hakkıdır;

hatta bir adım daha atarak diyebiliriz ki

vazîfesidir de. Çünkü Siyâset, insanların

insanlar üzerine yaptığı bir ameliyedir;

binâenaleyh, akıl bâliğ, reşîd ve hür

insanların kendileri üzerine yapılan

ameliyeler karşısında pasif ve muattal

kalmaları ne câizdir ve ne de şâyân-ı

tavsiye.

Page 42: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

39

Fakat Siyâset Alanı'na girmek, Siyâset'in

bütün problemleriyle yüzyüze gelmek

demek olduğu gibi, aynı zamanda, yeni

problemler yaratmak demektir de.

İmdi: Her insanın, kimliğini (identity),

kişiliğini (personality) ve kendiliğini

(selfness) ifâde etmede (manifestation)

kendisini dışlaştırmada (objectivation)

muayyen bir dili (lisân; language) referans

olarak almasının, salt mücerret nokta-i

nazardan bakıldıkta tabiî hakkı olduğunu

tartışma konusu hâline getiremeyiz; bu

tabiî hak, "hürriyet"in kaçınılamaz bir

sonucu olarak kabûl edilmelidir. Fakat

işbu tabiî hak, mücerretler düzleminden

müşahhaslar düzlemine taşınınca şekil

değiştirmektedir. Evet, şekil

değiştirmektedir; çünkü müşahhaslar

planı "siyâset" demektir ve yukarıda da

kısaca zikrettiğimiz veçhiyle, Siyâset

Alanı'na girmek aynı zamanda problemler

yaratmak demektir.

Bu söz konusu problemler, yerine göre,

hayâtî ehemmiyeti hâiz çok ciddî

boyutlara kadar ulaşabilecek

problemlerdir. Çünkü Siyâset, mâhiyeti

îcâbı, romantizme ve platonik fikirlere

fazla tahammülü olmayan bir alandır; yine

çünkü, O, Siyâset Alanı, esas olarak

öncelikle ve behemehâl bir "menfaatler

alanı"dır. Menfaat denince de hemen öne

çıkan ilk şey, "menfaatler çatışması"

olmaktadır. Yâni Siyâset Alanı, kaçınılamaz

olarak, menfaatler çatışması yaratmaya

müheyyâ be müstâid bir var-oluş alanıdır.

Şu hâlde, Dil ile Siyâset Alanı'na girince,

Dil'den kaynaklanan bütün problemler,

işbu menfaatler çatışması alanın girmiş

olacağı gibi kendisi de yeni ve diğer birçok

şeyden radikal olarak farklı ve hattâ diğer

birçok çatışmaları da birlikte sürükleyen,

onları tetikleyen problemler ve çatışmalar

doğuracaktır.

Dil'in bu özelliği, O'nun mâsûm yüzünün

altında duran muazzam gücünden ileri

gelmektedir: Dil, kişilerin ve toplumların

kendilerini ifâde ve dışlaştırmasının bir

vâsıtası olduğu gibi, bunlarla birlikte ve

bunları aşarak, siyâsî bir ifâde ve siyâsî bir

dışlaştırmanın da vâsıtasıdır. Binâenaleyh,

"farklı diller"e dayalı birçok talepler, bu

"farklı diller"e müstenîd "farklı siyâsî

talepler" demektir. Buradaki "farklılık"

şâyet bir "kesişme"ye dönüşecek olursa,

buradan da yine kaçınılamaz bir sûrette

kesişen siyâsî talepler ve bu taleplerden

mütevellîd çatışmalar da ortaya çıkacaktır.

***

İmdi; uzunca bir müddetten beri

Türkiye'de mütemâdiyen sıcak gündemde

tutulan "ana dilde eğitim ve yayın"

konularının işte bu çerçevede mütâlea

edilmesi gerekmektedir. Zîra, söz konusu

edilen husus, gerek zâtî mâhiyeti ve

gerekse de bu teklifleri ileri sürünlerin

sâbıkalı ve meşkûk hâlleri ve mâzîleri

îtibâriyle saf ve mücerret bir mâsum talep

olmanın çok ötesinde bir şey olduğunu en

başında kör-kör parmağım gözüne

dercesine ortaya sermektedir.

Nedir bu "saf ve mücerret bir mâsum talep

olmayan şey" derseniz kısaca söyleyelim:

Anadil'de eğitim ve benzeri talepler,

ülkemizde "birden fazla halk" yaratmanın

mâsûm görünüşlü talepleridir; tam

anlamıyla bir "tehlikeli alâka"! Çünkü

"birden fazla halk yaratmak" da kendisini

aşan başka bir şeye yöneliktir; neye

Page 43: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

40

yönelik olduğunu bu yazıda perde-perde

açacağız.

Fakat bu talepleri gündeme taşıyan ve

gündemde tutan kişileri başarıya

götürecek olan en mühim husus, Türk

Kamuoyu'nun zekâsına ve kavrayış gücüne

karşı duydukları adetâ sınırsız güven

duygusudur; müsbet değil menfî bir güven

duygusu! Daha açıkçası: Türk

Kamuoyu'nun, gözlerinin içine baka-baka

uyutulabileceğine dâir peşîn bir hüküm.

***

Aşağıdaki satırlarda, hiç de yeni ve orijinal

olmayan bu gibi girişimler ve Türk

Kamuoyu hakkındaki bu peşin hüküm

hakkında, bundan yaklaşık ikibuçuk yıl

önce Ayyıldız gazetesinde dört gün üstüste

kaleme aldığım dört ayrı yazının

günümüze göre bir miktar tevsi' ve

yeniden tertîb edilmiş şeklini takdîm

edeceğim.[*]

Bölüm I: Mâsûm Bir Talep ve Türklerin

Zekâ Testi

Anadil'de Eğitim tartışmalarındaki uslûp,

aslında hiç de yeni ve orijinal değil.

Benzeri birçok girişim ve tartışmadan

birisini de bundan takrîben ikibuçuk yıl

kadar önce yaşamıştık. 1999 yılının ekim

ayının ilk haftasında da, bir grup

"Türkiyeli" ve "yabancı" (doğrusu

"yabancı" yâni stranger değil "ecnebî" yânî

foreigner olmalıdır) aydın ve yazar

tarafından bir deklarasyon yayınlanmıştı.

Altmış kadar imza sâhibinden "Türkiye'li"

olanların da aslında "yabancı" (başka tür

bir yabancı; "alien") olduğu bu

deklarasyon üç aylık bir hazırlık

çalışmasının ürünü idi ve listede hayli

"ünlü" isimler mevcuttu.

İmza sâhipleri arasında bulunan,

Fransa'nın eski kültür bakanı Jack Lang

tarafından "yüzyılın son önemli

deklerasyonu" olarak nitelendirildiği

belirtilen bu bildiride Türkiye'deki Kürtler

ve Kürt ve/ya Güneydoğu sorununa temâs

ediliyor - burada işbu 'sorun' maymuncuk

(veya joker) kelimesini, ihtivâ ettiği

karmakarışık anlamları dolayısıyla tercîh

ettim - ve Kürtlerin Türkiye'den bir tek

istediğinin bulunduğu belirtiliyordu:

"Türkiye Cumhuriyeti'nin birliği içinde

kendi dili ve kültürel kimliğiyle yaşayan

özgür birer vatandaşı olabilmek. Kendi dili

Kürtçe ile okuyup, yazıp, eğitim

görebilmek. Özgün kültürel kimliğiyle

yaşamak, çalışmak ve hizmet etmek."

Zâhiren oldukça "soft ve light" olan bu

mâsûm talebin arkasından, hakîkatin

bâtınını pek de gizlemeye lüzum

görmeyecek kadar pervâsızlaşmış, pamuk

bandajlara sarılmış "hard ve heavy" bir

gizli tehdit müstekreh bir şekilde

sırıtmakta idi: "Şiddetle ne devletin

Kürtleri Türkleştirmesi mümkündür, ne de

Kürtlerin haklarına kavuşmaları"

İşte, bu dahi, bize, hakîkatin zâhiri ile

bâtınının, yâni görünür veçhesi ile

derinlerdeki asıl yüzünün nasıl olup

neredeyse birbiri ile kâmilen alâkasız

şekilde farklılaşabileceğini bil-bedâhe

isbâta muktedirdir: Mes'ele aynıdır:

"Gönül ne kahve ister ne kahvehâne /

Gönül sohbet ister, kahve bahâne" diyen

hikmetli darb-ı meselde ifâde edilmiş

olduğu veçhiyle, gönül ne eğitim

istemektedir ne de başka bir şey; gönül

siyâsî talep arzetmektedir, eğitim-meğitim

bahâne! Hattâ buna "arzetmek" demek

dahi mes'eleyi idrâk etmenin uzağında

durmaktan başka bir mânâ

Page 44: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

41

taşımayacaktır; akıllı beylerin yaptığı

düpe-düz bir "siyâsî talep dayatması"dır.

Çünkü, o zaman olduğu gibi bugün de

uslûp aynıdır: "Ya talebimizi kabûl

edersiniz, ya da..."

"Ya da ne?"

Hele bir reddediniz, o zaman görürsünüz!

Ama biz "şimdilik" kaydıyla bu "tehdit"

faslını geçelim; zîra, hem başlı-başına ve

ap-ayrı konudur ve hem de âsî Kürd'ün

dişinin Kurd'a geçmediğini herkes

bilmektedir; ama 'soft ve light talep'

önemli; iki sebepten dolayı:

Bir: Metod olarak önemli; zîra, tarihî

tecrübe ile sâbittir ki, iyi hesaplanmış

yumuşak talepler sert tehditlerden daha

müessîrdir; hassaten Biz Türkler için.

İki: Konu olarak da önemli; zîra, dile

getirilen talep, hakîkat hâlde, zâtı îtibâriyle

fevkalâde ciddî, espri ile uyutulabilecek,

görmezlikten gelinemeyecek, çözmedikçe

de kördüğüm olacak kadar ciddî bir

konuya temas etmektedir.

Evet, tehdit faslını geçelim ve hepimizin

mâlûmu olan işbu talebe bakalım:

"Anadil'de Eğitim", veya daha sahîh

ismiyle "Kürtçe Eğitim" talebi. Bu talep,

görünürde sâdece ve yalnız bundan ibâret;

tabiî ki sâdece "şimdilik"

kaydıyla.Metodun hârikulâdeliği de

burada zâten: Sâdece şimdilik ve sâdece

bu kadarcık!

Doğrusu ince-elenip sık dokunarak

tatbîkata konmaya baaşlanmış olan bu

projenin hesâbı oldukça derin, zekî, ince

bir hesaptır ve öyle görünüyor ki Biz

Türkler'in iki hassasının varsayımı üzerine

kurulmuş bulunmaktadır. Bu varsayıma

göre:

Bir: Türkler, konu "vatan" - Batı dillerinde

bire-bir karşılığı bulunmayan bir terimdir

bu - olunca çok sarp ve döğüşken olurlar;

bu deli heriflerin elinden zorla toprak

alınmaz; filvâkî, bilhassa İkinci Harp'ten

sonra yumuşayıp ciddî bir recüliyyet

krizine giren Evropa'da herhangi bir

ülkenin başına musallat olsaydı on kere

pes edip masaya oturacağı bir PKK

belâsına bu adamlar bana mısın

demiyorlar; ekonomilerini batırma

bahâsına, fidan gençlerinin tâze

bedenlerini gözünü kırpmadan toprağa

serme bahâsına, Güneydoğu'nun tamâmını

taşıyla toprağıyla satsak bu masrafa değer

mi değmez mi diye hesap etmeden silâha

silâhla karşılık veriyorlar; vur Allah vur -

iyi de vuruyorlar hani!. Aslında bu yolu

tümden kapatmaksızın yine de açık

tutmakta fayda var; meselâ ne olur ne

olmaz, Türkiye'nin pek de şimdilik hiç

görünürde olmayan büyük bir belâya

dûçâr edilmesi - Afganistanlaştırılma gibi,

Iraklaştırılma, Yugoslavlaştırılma gibi ve

buna benzer belâlar - durumunda çok işe

yarayacağı muhakkaktır; tarihte

kaybettiğimiz toprakların büyük kısmı

elimizden böyle çıkmadı mı nitekim;

Bulgar'ın veya Yunan'ın haddine miydi

Türk'ün pençesinden toprak koparmak!..

Onun için savaş baltalarını hepten toprağa

gömmek yerine silip-temizleyerek,

yağlayarak, hîn-i hâcette der-akab ellerin

uzanıp kavrayacağı kadar yakın ve

emniyet altında olacağı bir yerde

bulundurmakta fayda var.

Lâkin; bu ihtimâle de bu şekilde açık bir

kapı bulundurmakla berâber şimdilik bir

Page 45: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

42

işe yaramayacağı için, Türklerin daha

sağlam ve emîn netîceler almaya imkân

veren ikinci özelliğine bakalım.

İki: Türkler ne kadar sarp ve döğüşken ise,

bir o kadar da aptaldır; derin siyâsetten,

ince işlerden anlamazlar. Türk'ten zor-u

bâzu ile alamadığını yağ çekerek, tabasbus

ederek, yaltaklanarak, hîle ve hud'a ile

alırsın. Çünküler çünküsü, Türk "saf"tır,

"ağa"dır, "bey"dir; O'na "ağam" de,

"beyim" de, gözünün kaymağını ye; "ağam"

de, "beyim" de, malını elinden al!

İmdi: İşbu faraziyenin hesâbına nazaran,

Türkler nasıl olsa "aptal" ya; "şimdilik ve

sâdece bu kadarcık" bir mâsum talebin

arkasından nelerin geleceğini anlayamaz.

Bunun için konu "toprak" - yâni vatan -

olursa Türklerle sakın sert ve ağır (hard ve

heavy), yâni dik-dik konuşma; yoksa

adamların gözleri dönmeye başlıyor;

yumuşak ve hafif (soft ve light) konuş ve

şöyle de: "Ağam! Beyim! İki gözüm kör

olup önüme aksın kötü bir niyetim varsa;

ben sâdece ve şimdilik... /...hem de çok

sevdiğim Türkiye'nin uygar dünyada hak

ettiği yerini alması ve töhmet altında

kalmaması için..." O zaman kuvvetle

umulur ki bu aptal Türkler şöyle

diyecektir: "Yâhû! Çok ağladı garîbim;

verelim gitsin; n'olacak ki. Hem zâten

adamlar da kötü niyetli değilmiş;

Türkiye'nin iyiliği için bu işi yaptıklarına

yemîn ediyorlar; üstelik Türkiye de

bundan yıkılmazmış canım; üstelik, lâf

aramızda, bizim kulağımıza da dediler ki,

eğitim hakkı versen de ne olur; hiçbir Kürt,

çocuğuna Kürtçe eğitim verdirmek

istemezmiş; ya Türkçe ya da en iyisi

İngilizce istermiş: Yok, yok! Bunda bir

kötülük yok; adamların niyeti hâlis;

maksat Türkiye kurtulsun; öyle diyorlar

vallahi..."

***

Acaba bu varsayımlar nice doğru?

Aziz Nesin'den beri nedense Türkler'in

aptallığı hayli mevzû edilir oldu. Yoksa

farkında değiliz de, biz Türkler dışarıdan

bakılınca hakîkaten aptal mı görünüyoruz?

Bir durup tefekkür edelim. Buradan iki

ihtimâl çıkar:

Bir: Biz Türkler hakîkaten aptalızdır; imdi,

eğer öyle ise, mahvolduk demektir; ama

velâkin, aptal olsaydık aptal olduğumuzu

anlayamazdık. O hâlde bu ihtimâlin doğru

olmaması iktizâ eder.

İki: Biz Türkler aptal değilizdir de

dışarıdan öyle görünüyoruzdur; o zaman

öyle görenler belki mahvolmuştur

diyemeyebiliriz, ama salaktırlar ve

ziyandadırlar diyebiliriz. Akıllı olup da

dışarıya aptal görüntüsü vermek sâfî

hakîkat ve hikmet nokta-i nazarından

değilse de siyâseten daha efdâldir.

Fakat fikrimce, bunlara şu ihtimâli de

eklemek mümkün olsa gerektir: Biz

Türkler aptal değiliz; amma "saf"ız ve dahi

"ganî gönüllü"yüz. Saflığımız bugüne kadar

çok kullanıldı, düpedüz istismâr edildi;

ganî gönüllülüğümüz de öyle. Saflığımız da

ganî gönüllülüğümüz de, kötülüğe ve hîle

ve hud'aya pek bulaşmamış bir kültürden,

Gladio (Şövalye; Alp) ve Imperium

(Saltanat) kültüründen neş'et etmektedir.

Hîle ve hud'a ise her türlü mel'anet ve

habâsetin bağrında yeşermesine müsâit

kötü bir vasat olan Vendetta (İntikam)

kültüründen ve onun bir uzantısı olan

"Eşkıyâ" kültüründen gelmektedir. Gladio

Page 46: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

43

kültüründen "asker ve ordu" çıkar,

Vendetta kültüründen ise Eşkıyâ!

Gladiatorlar devlet kurar ve hükmederler;

Vendettorlar ise "eşkıyâ çetesi" kurarlar,

hırsızlık, soygun, talan ve çapul yaparlar

ve sürekli olarak da Gladiatorlar'dan sopa

yerler ve mutlak büyük bir gücün - ki bu

büyük güç de ekseriyetle bir Gladiator

gücüdür - hâkimiyeti altında yaşarlar.

Gladiatorlar, Fukuyama'nın tâbiri ile

"tarihin sonu"na ulaşırlar, Vendettorlar ise

tarihe gömülüp kalırlar. Gladiator'lar

(Alp'ler) açık dövüşürler, güçlerine çok

güvenirler ve bunun netîcesi olarak da pek

ince hesap yapmazlar, yapamazlar;

Vendettor'lar ise güç yetmezliğine binâen

açık dövüş(e)mezler, yüzden ve cepheden

değil arkadan dövüşürler, arkadan

vururlar; yakalanınca da açık yüzlü ve açık

dövüşen Gladiotor'un istismâra müsâit

ganî gönlüne sığınırlar; onların önünde

yerlere kapanmaktan hazer etmezler;

çünkü Vendettor için haysiyet derûnî bir

mânâ taşımaz.

Bence bu ihtimâli daha bir göz önünde

tutmakta fayda var.

Bu ihtimâllere bir de, çok muhtasaran, şu

zeyli düşmek isterim: Adına "Türk

İntelijansiyası" denen karmakarışık, amorf

kitle, büyük kısmı îtibâriyle, aslında "Türk"

nâmını taşımaya ehliyetli olmayan basit,

sığ, birkısmı mâhiyet meçhûl, yüzünün

büyük bölümü karanlıklara gömülü ve

dahi çok müessîr bir kısmı da "suyun öte

yakası"na âit olan bir gûnâ âdemler

cemâatidir. Böyle bir gürûhtan,

Türkiye'nin ve Türklerin hayrına olacak

şeyler ummak nâfiledir.

Böyle hayırların potansiyel olarak

umulması mümkün ve muhtemel olan bir

diğer Türk İntelijansiyası ise, üzerindeki

tezek kokusu beşyüz metreden burun

direğini kıracak mertebede köylü

olduğundan nâşî bu potansiyelin kaale

alınmaya müstahak bir aktüel hâle

tahavvülünü de uzunca bir müddet hesâba

katmanın doğru olmayacağı

kanâatindeyim.

Bu zeyle "siyâset erbâbı"nı dâhil etmeye

şimdilik niyetim yok; amma, asıl

problemin, temizlenmesi asla mümkün

olmayan, bütün kötülüklerin döl yatağı

olan bu alanda olduğunu da söylemeden

geçemeyeceğim.

***

Şimdi konuyu biraz daha genişleterek

tahlîl etmek üzere ikinci bölüme geçelim.

Bölüm II: "Büyük Proje"nin Özlü Bir

Tahlîli

Şimdi bir kere daha ve vurgu ile ele

almakta fayda var: Türkiye'de siyâsî

etnikçilik hareketlerinin hemen-hemen

bidâyetinden beri bir manivelâ gibi

kullandığı ve üzerinde ısrarla durduğu en

önemli konulardan başında geleni

"Anadil'de Eğitim"dir.

Konu mücerret şekliyle ele alındığında sâfî

bir insanlık hakkı olmaktadır; el-hak,

öyledir de. Fakat siyâset nokta-i

nazarından ele alındığında vazıyet tepeden

tırnağa değişmektedir. Paradoksal ve/ya

çatışkın yâhut çelişkin gibi görünen bu

durum, Siyâset'in tabiatından ileri

gelmektedir. Zîra, mükerreren belirtelim

ki, Siyâset, mücerret, romantik, ideal bir

zihnî egzersiz alanı değildir; Siyâset, bir

hâkimiyetler ve menfâatlar çekişmesi

alanıdır. Siyâset'in en ziyâde tenkîd ve

Page 47: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

44

hattâ takbîh ve dahi tel'în edilen tarafı

budur; bu tür ağır ithamların mücerret

mânâda pek yersiz ve boş olduğu da

söylenemez; ama ne yapalım ki Siyâset de

budur. Siyâset, Hayat'ın bizzat kendisidir;

Hayat ise Platon'un Semâvat'ta var-

olduğunu farzettiği ve Yer'de de bir

benzerini inşâ etmeyi tahayyül ettiği İdeal

Düzen ile hiç uyuşmakta değildir; Esâsen

Platon'un kendisi dahi "İdeal" kavramını

"en iyi" anlamında değil, "ulaşılamayacak

kadar iyi, elde edilemeyecek kadar

mükemmel" olarak târif etmektedir. Hayat

budur; elde edilemeyecek kadar kusursuz

olan değil, elde edilendir, elde edilenin

kendisidir; o sebeple kusurludur, İyi'nin

yanında Kötü de aynı hayâtın içinde

birlikte mündemiçtir; Hayat, iyiliklerden

ve kötülüklerden, çatışkılardan,

çelişkilerden oluşur; Hayat aynı zamanda

Kötülük'ün bütün tohumlarını da içinde

taşır.

İmdi; Anadil'de Eğitim talebi, gayr-i kaabil-

i içtinab bir sûrette bizi gerçekler

dünyasına, Hayat'a Siyâset'e

götürmektedir; çünkü böyle bir talep,

Resmî Eğitim Dili konusuna müteveccihtir.

Çünküler çünküsü, asıl hedefi odur.

Resmî Eğitim Dili konusunu da sâfî

mücerret bir düzlemde değil siyâsî

düzlemde ele aldığımızda - ki öyle

almalıyız - şu taş gibi katı ve sert gerçeklik

ile karşılaşmakta olduğumuzu göreceğiz:

Resmî Eğitim Dili, doğrudan-doğruya

siyâsettir; Siyâset'in ta kendisi; hem de en

radikal esaslarından birisi.

Zîra, bütün zamanlar boyunca da

ehemmiyetli olmakla berâber, bilhassa

günümüz modern devlet modellerinin aslî

şeklini oluşturan Ulus-Devlet ile birlikte,

resmî dil ve ona bağlı olarak resmî eğitim

dili fevkalâde büyük bir ehemmiyet

kesbetmiş bulunmaktadır ki bu da şöyle

özetlenebilir: Bir ülkede "resmî eğitim

dili", başka hiçbirş ey değil, "hükümranlık

sembolü"dür.

Bu açıdan, bir ülkenin "resmî eğitim dili"

ile "resmî dili" fonksiyonellik açısından

özdeştir; tamâmiyle ve bire-bir özdeştir.

Bu sebeple, resmî eğitim dili değişimi

talebinde bulunmak, hükümranlık

değişimi talebinde bulunmak demektir.

Şimdi bu noktada gözleri asıl konuya

çevirmeye başlamanın lâzım geldiğini

ihtâr etmeliyiz: Türkiye'de siyâsî

Kürtçülük cereyanının en başından beri

yöneldiği ve bu açıdan çok ciddîye

alınması şart olan büyük bir hedefi

bulunmaktadır: Türkiye'yi, "iki dilli, iki

halklı" bir ülke olarak önce fiîlen ve sonra

da hukuken tescîl ettirmek: "Türk Dili ve

Kürt Dili" ve "Türk Halkı ve Kürt Halkı". Bu

büyük gayenin gerçekliğe taşınabilmesi

için, en etkili silahların başında Kürtçe

Eğitim'in tescîli gelmektedir; yâni, Kürt

dilinde eğitim, sâdece bir paravanadır.

Yoksa, bu teklîfi ileri sürenlerin kaahır

ekseriyetinin maksadı bu dil ile gerçek bir

eğitim yapılması değil, Türkiye'nin, iki dilli

bir ülke olduğunun tescîl edilmesidir.

Mükerreren ve vurgulayarak söylüyorum:

Bu vazıyeti bir defa tescîl ettirdikten

sonra, bir tek kişinin Kürtçe dilinde eğitim

görmemesi dahi zerre kadar ehemmiyet

taşımayacaktır; çünkü maksat bu değildir!

Çünkü asıl maksat, azar-azar, safha,

kademe-kademe geliştirilecek olan büyük

bir projedir.

Bu büyük projenin mîmarlarının - asıl

mîmarların, yâni büyük patronların

Page 48: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

45

başkası olduğu kanâatindeyim; bizdeki

taşeronların öyle büyük projelere

soyunacak zekâ ve diğer kaabiliyetlerinin

bulunduğunu düşünmüyorum bile -

Bouterweck'in bir felsefî prensip şeklinde

ifâde ettiği şu siyâset kuralını çok iyi

bildikleri anlaşılıyor: "Bir kamışı aşırı

derecede bükerseniz kırılır; çok isteyen azı

da bulamaz".

***

Şâyet bu büyük projenin bu ilk safhası, İç

Kamuoyu - yâni onların aptal telâkkî ettiği

biz Türkler'in kamuoyu - ve "ricâl-i devlet"

pasifize edilerek gerçekleştirilebilecek

olursa, diğer safhalar çorap söküğü gibi

kendiliğinden gelecektir.

Safahatı sıralayalım:

1. Safha, Kürtçe'nin eğitimde Türkçe'nin

yanında ikinci resmî dil olarak tescîlidir;

bu safha, bu büyük projenin giriş kapısıdır;

2. Safha'da sıra, Kürtçe'nin mahkemelerde

Türkçe'nin yanında ikinci resmî dil olarak

tescîline gelecektir;

3. Safha'da, ilk ikisinin tamamlanmış

olması ile, Türkiye'nin Türkçe ve Kürtçe

diye iki ayrı dil sâhibi olan Türk ve Kürt

adlı iki ayrı halktan oluştuğu da "de facto"

(fiîlen) tescîl edilmiş olacaktır. Artık

Türkiye bir üniter ülke değildir, o iş

bitmiştir. Zîra, iki dilli ve iki halklı bir

ülkenin hâlâ "üniter" sıfatı ile muttasîf

olduğunun iddia edilmesi abesle iştigalden

başka bir şey olamaz. Bakmayınız siz bu

zekâ küplerinin "ama biz Türkiye'nin

üniter yapısının bozulmasına karşıyız,

efendim" diyerek tatlı dille konuşmalarına;

bu sözler önce biz Türklerin zekâsını

ciddîye almamanın ve sonra da daha

keskin zekâ oyunlarının alâmetidir.

4. Safha'da sıra, Türkiye'nin ikili yapısının

"de facto" (fiîlî) tescîlinin "de jura"

(hukukî) tescîline gelecektir. En önemli

safha budur ve muhtemelen şöyle

olacaktır: Türkiye Cumhuriyeti

Anayasası'nda çok köklü bir tâdilât

yapılarak şu meâlde hükümler konacaktır:

1: Türkiye Cumhuriyeti, Türk ve Kürt

halklarından oluşmuş bir devlettir.

2: Türkiye Cumhuriyeti'nin resmî dilleri

Türkçe ve Kürtçe'dir.

***

Hârika! Hakîkaten hârika!

Efendiler; bu safhadan îtibâren, artık

"Türkiye", "Türkiye" değildir; haberiniz

olsun ve dahi geçmiş olsun! Zâten,

kat'iyete yakın bir ihtimâl-i gaalibe ile

birgün sıra onun adına ve bayrağına da

gelecektir; buraya kadar getiren bu

noktada bırakmaz; ama henüz vakit

erkendir. Bouterweck'i hâtırlayınız:

Kamışı kırmamak için onu sonuna kadar

bükmemek gerektir. Bu metodun o kadar

filozofça olmayan âmiyâne ismi "Salam

Metodu"dur ki Salam'ın yenme şeklinden

mülhemdir: Salam'ı bütün olarak birden

ağzına atan, tıkanıp fücceten gidebilir; ol

sebepten nâşî, dilimlemek evlâdır.

Bölüm III: "Büyük Proje"nin Final

Safhası

Bundan önceki bölümde çok ince

hesaplara müstenîd bir "büyük proje"nin

adım-adım yürütülecek ilk dört safhasını

irdelemiştik. Şimdiki bundan sonraki

safhaları ve finali ele alalım:

Page 49: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

46

5. Safha'da sıra, 4. safhada söz konusu

ettiğimiz Anayasa değişikliği ile dönülmesi

çok zor ve hattâ imkânsız bir yola girmiş

olan Türkiye'nin idârî (administratif)

yapısının "üniter" (bütüncül) sistemden

"federatif" sisteme tebdîl edilmesi

olacaktır. Bu değişiklik dahi çok radikal

olacağı için muhtemelen birden teşebbüs

edilmeyecektir; bu dilim hâlâ boğaza

takılabilecek kadar kalındır; biraz daha

inceltmek lâzım gelmektedir. Evet, bu hâlâ,

ağzına atanın ağzını ilelebed

kapattırabilecek kadar kalın bir dilimdir;

çünkü zâten Anayasa değişikliği ile çok

radikal bir değişim sürecine adım atmış

olmakla ciddî bir rahatsızlık ortamının

husûle geleceği âşikâr olan Türkiye'de sert

bir şekilde federatif sisteme geçiş şiddetli

bir tepki doğurabilir; henüz hazım sıkıntısı

çeken Türkler uyanıp "neler oluyor, yâhû"

diyebilirler; bu sebebe binâen Türk

kamuoyunun - artık bu ülkede bir önceki

safhadan îtibâren birbirine zıt ve hattâ

cepheleşmiş iki ayrı ve farklı kamuoyu

bulunduğunu da içimize sindirecek kadar

geniş mîdeli olmaklığımız gerekir - bir

müddet daha zihin alıştırmasına ihtiyâcı

vardır; damardan iğne yapılırken

şırınganın birden boşaltılmaması gibidir

bu. Ne gibi derseniz, meselâ, bir vakitler

"Türkiye'nin federasyonu tartışmaya

alışması lâzım" diyerek damardan ağır-

ağır federasyon enjeksiyonu yapmaya

kalkışan, bu bahtsız memleketin kaderine

senelerce hükmedebilecek en tepeleri işgal

etmiş, görülmemiş derecede vatan-perver

bir hipnozcu ve iğneci "tonton amca" gibi.

***

İmdi; üniter yapıdan federatif yapıya,

"Türkiye Cumhuriyeti"nden "Türkiye

Federal Cumhuriyeti"ne geçişin hukukî

sürecinin şu şekilde olacağını tahmîn

ediyorum:

1: Mahallî İdâreler Reformu yapılarak,

Merkezî Sistem aşamalar hâlinde

dağıtılacaktır. Bunun için bugün de

tedâvüle sürülen çok kurnaz gerekçe(ler)

özetle şu şekilde olacaktır:

a: Türkiye'de merkezî idârenin gerçekten

de rezâlet seviyesindeki hımbıllığı ve

hantallığı çok ciddî ve haklı tutamakları da

olabilen, ama arkasında başka hesaplar

saklayan bir gerekçe olarak öne sürülecek,

ve "yerinde yönetim" sloganı ile Türk

Kamuoyu (eğer hâlâ öyle bir kamuoyu

kalmışsa) ve Devlet pasifize edilecektir.

b: Ayrıca, hepimizin gururunu okşayan ve

bizleri sarhoş eden şu fikir ileri

sürülecektir: "Türkiye o kadar büyüdü o

kadar büyüdü ki, sormayın gitsin; bir dev

oldu, dev! O, artık - bakınız hele zekânın

mertebe ve derecesine - merkezden

yönetilemeyecek kadar büyük bir güçtür."

Merkez'den yönetilemeyecek kadar

büyümüş bir "süper Türkiye" imajı! Nasıl;

beğendiniz mi? Sanırım gururumuz kifâyet

miktarınca okşanmıştır. Öyleyse artık bu

kadar büyümüş, azmanlaşmış, yere-göğe

sığmazlaşmış devlerin devi bir ülkenin bir

nebzecik küçültülerek ekonomik boya

indirilmesi gerektiğini siz de kabul

edersiniz herhalde; devam edelim.

6: Mahallî İdâreler ile açılan yol, yavaş-

yavaş, adım-adım "federasyon"u tahakkuk

ettirecektir; ama dikkat! Hâlâ adım-adım;

burasını asla unutmamalıyız: Kamış hâlâ

sert ve salam hâlâ kalın!

a: Bu federatif yapı ana hatlarıyla iki

kısımdan oluşacaktır; Kürt Bölgeleri ve

Page 50: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

47

"diğerleri". "Kürt" adı ve "federasyon"

sıfatı muhtemelen hiç zikredilmeyecektir;

adın ne önemi var ki, birâder! Önemli olan

"cisim"; "isim" dediğim sonradan da gelir;

önce tosunumuz bir doğsun; isim babası,

vaftiz babası, her ne ise mutlaka gelir

Hind'den veya Yemen'den yâhut Evropa

Birleşik Devletleri'nden.

b: Olağan-üstü yetkilerle donatılmış

Belediyeler, Federasyonlaşma sürecini

adım-adım gerçekleştirecek olan motorlar

olacaktır; müstakbel Kürdistan haritasında

yer alan her belediye meclisi, resmî veya

gayri resmî olarak bir "mahallî

parlamento" olacaktır; işbu mahallî

parlamentolar birer "mahallî hükûmet"

teşkîl edecek ve Fâtih'in bir sığır

derisinden koca bir Rumeli Hisârı

çıkardığını anlatan menkîbede olduğu gibi,

zaman içerisinde durmadan yetkileri ve

güçleri büyüyecek olan bu mahallî

yönetimlerle durdurulamaz bir süreç

başlatılarak, "belediyeler"den "devlet"

çıkarılacaktır. Artık "cihangîrâne bir devlet

çıkardık bir aşîretten"deme zamanıdır. İlk

önceleri muhtemelen bütünüyle "merkezî

hükûmet" - behey akıllı Türkler; bu

terimleri şimdiden içinize sindirmeye

başlayınız, çünkü el'ân dahi

kullanılmaktadır - yetkisinde ve emrinde

olacak olan vergi tahsîlâtı, jandarma ve

polis gibi dâhilî güvenlik kurumları, yine

aynı "efendim, merkezden olmuyor"

gerekçesi ile "mahallî hükûmet"lere

bırakılacaktır; ağır-ağır; yavaş-yavaş!

Kamışı fazla bükmeyiniz! Hem aslında

olmuyor da canım! Kürd'ün başında Türk

emniyetçisi olur mu? Dilleri birbirini

tutmuyor ki!

c: Bütün bu süreçte ve bu müddet zarfında,

müstakbel "Devlet-i Aliyye-yi Kürdistân"ın

bağrından fışkıracağı federasyonlaştırma

bölgeleri Merkezî Hükûmet'in - yani biz

aptal Türklerin - sırtından ve kesesinden

tosun gibi büyütülmeye devam edilecek;

müstakbel Ebed-Müddet Büyük

Kürdistan'ın bütün alt ve üst yapısı biz

sivri zekâ Türklere hazırlatılacaktır.

Meselâ, Büyük Kürdistan'ın bütün yolları,

barajları yapılacak; sanâyii kurulacak;

ilkokuldan üniversiteye dek bilumum

eğitim kurumları te'sîs edilecek, hattâ

müstakbel Kürt Ordusu yetiştirilecek ve

şık bir hediye ambalajı içerisinde takdîm

edilecektir. "Biz Türkiye'den şu kadar sene

kopamayız" diyen dehhâş zekânın ne

demek istediğini şimdi anlayabildiniz mi

akıldâne Türkler! Siz hâlâ uyumaya ve

"Vay be! Adamların bizden ayrılmaya

niyeti yokmuş; demek ki aslında bizim

içimiz-dışımız fesad!" demeye devam

ediniz.

7: Final sahnesine çok yaklaşmış

bulunuyoruz: Türkler, artık yapabileceğini

yapmış, verebileceğini vermiştir; sıra, adı

ne olursa olsun, fiîlen federasyon olan bu

yapının hukukî bir statüye kavuşturulması

ve daha ileri bir aşama olan, "bağımsız

devlet"e tahvîlidir. Bu da güzellikle

olmazsa zorla olur: Bütün bu mahallî

yönetimlerin parlamentoları olağan-üstü

bir celse aktederek bütün dünyaya bir

deklarasyon yayınlar ve nominal (adsal)

federasyon - veya otonomi veya

bağımsızlık - satütüsünden real (gerçek)

federasyon - veya otonomi veya

bağımsızlık - statüsüne geçtiklerini îlân

ederler. Merkezî Hükûmet ve Merkezî

Parlamento bunu kabul ederse ne alâ;

değilse, buradan kavga, yâni iç-savaş çıkar.

Page 51: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

48

Amma velâkin; artık atı alan Üsküdar'ı

geçmiştir: Bu deklarasyon ile tebliğ edilen

hukukî statüyü tanıyacak kıyâmet kadar

devlet vardır; Avrupa Birliği başta olmak

üzere! Bu durumda Türkiye, kırk katır ile

kırk satırdan birisini beğenmek zorunda

kalacaktır. İşte Irak örneği; işte Yugoslavya

örneği. Hangi kaya daha sertse git başını

on vur! Zâten psikoloji ve ekonomik olarak

omurgası ezilmiş bir Türkiye'nin yapacağı

fazla bir şey de kalmış değildir.

***

Şimdi ise, bu azîm projenin noktayı

koyacağı yeri, Biz Türklerin elinden,

saflığımıza güvenerek yumuşak

metodlarla toprak almanın, bir koyundan

iki post çıkarırcasına bir devletten iki

devlet, bir vatandan iki vatan çıkarmanın

son safhasını, yâni "perde"nin nasıl

indirileceğini görelim.

Bölüm IV: ...ve "Perde"!

Artık gerekli bütün zemîn, ahvâl ve şerâit

bilâ noksan tahakkuk etmiştir; her şey

hazırdır: Türkiye'nin doğum sancıları sona

ermiş ve nur topu gibi bir Kürdistan

peydahlamıştır.

Perde budur. Oyun sona ermiştir; herkes

evine gidebilir.

Öyle ise, muhteremler: Kendi ellerimizle

kurduğumuz Büyük Kürdistan hayırlı

olsun!

Kürdistan da ne Kürdistan! Tarih boyunca

hiçbir Kürd'ün adım atmamış olduğu

Karadeniz'e, Akdeniz'e açılan; yetişmiş

elemanı, yolu, garajı-barajı, sanâyii, her

şeyi ile biz "ağa" Türklerin sırtından

servetiyle ve kesesinden kurulmuş,

yetiştirilmiş, saat gibi çalışan bir "Büyük

Kürdistan"!

***

Birkaç yıl sonra Kürt ve Türk devlet

adamları bir araya gelerek birbirlerinin

elini sıkabilir ve "kültürel ve tarihî ortak

paydalar" mavalını anlatabilirler.

***

Unutmadan eklemeliyim: Buna rağmen

"Kürt Sorunu"nun bittiğini sanmayınız,

ağalar. Bitmez; bitebilemez. Zîra, Büyük

Kürdistan'ın hâricindeki Türk bölgelerinde

kalan Kürtlerin hiçbirisi yerinden

kımıldamayacaktır; İstanbul ya da Bursa,

Balıkesir dururken Hakkâri'ye kim gider?

Muhtemeldir ki, birçok yerde Kürt

kantonları oluşturulacak ve biz bütün bu

problemleri aynen ve daha şedîdâne

yaşamaya devam edeceğiz; kolay mı;

adamların arkasında artık bir de Büyük

Kürdistan var.

***

Böyle bir projenin tahakkuk imkânı ve

ihtimâli nedir? Bu imkân ve ihtimal, hiçbir

zaman sıfır değildir; ama yüzde yüz olması

da fevkalâde zordur.

Amma dikkat! Tarih bizlere, nice

"fevkalâde" zorlukların tahakkuk ettiğini

anlatmaktadır. Bu imkân ve ihtimâlin sıfır

olmayacağını, siyâseti ve tarihi gündelik

kaba algılamaların ötesine ve fevkıne

yükselerek okuyabilen, basîret ve ferâset

sâhibi herhangi bir kişi rahatlıkla görebilir.

Öncelikle ve behemehâl, Tarih!

Tarih'in filozofça tetkiki, birbiriyle

korelatif bir münâsebet içerisinde bulunan

Modern Milliyetçilik akımları ve Ulus-

Page 52: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

49

Devlet'lerin, İmparatorluklar'ı tasfiye

ettiğini göstermektedir; şimdi ise, Mikro-

Milliyetçilik olarak da adlandırılan

Etnikçilik akımları Ulus-Devletler'i tehdit

etmektedir. Bilhassa, Türkiye gibi, Ulus-

Devlet olma sürecini henüz kâmilen ikmâl

edememiş ülkelerde bu tehdit çok daha

ciddî bir mâhiyet arzetmektedir.

Bir kere daha ve vurgulayarak belirtmeyi

üzerime düşen bir görev telâkki ediyorum:

Siyâset, evvelen bir hükümranlık alanıdır;

sâniyen, romantizme, fantaziye asla

tahammül etmeyen; cezâsı çok ağır olan,

çok katı, çok sert, çok merhametsiz bir

menfâatler çatışması alanıdır.

Bu sebepledir ki, bir ülkede şâyet herhangi

bir şekilde, birbirleriyle uyuşması, te'lif

edilmesi mümkün olmayacak, bir

"toplumsal sözleşme" hâline

getirilemeyecek kadar derin zıtlıklar ve

çatışmalara dayanan, birbiriyle yolları

kesişen siyâsî menfâat farkılılaşmaları ve

bununla râbıtalı olarak da aynı evsafta,

birbiriyle yolları kesişen siyâsî

hükümranlık alanları teşekkül edecek

olursa, bu yol kesişmeleri, bu barışmaz, bu

gayri kaabil-i te'lif (antagonistik)

farklılaşmalar eninde sonunda kaçınılmaz

bir ayrışmaya doğru gider ki bu

ayrışmanın muhtemel versiyonları burada

etüd edilemeyecek kadar geniş bir

spektrum teşkil etmektedir: Dostça bir

boşanmadan, en kanlı çatışmalara kadar

uzayan geniş bir spektrum.

Şu hâlde, öncelikle yapılması mutlak îcap

eden şey, yolların kesişmesine sebebiyet

verecek disosasyonlardan (çözülmeler)

uzak durmak olmalıdır. Toplumda böyle

bir çözülmeye ve bir daha te'lifi mümkün

olmayacak derece kutuplaşmalara giden

yolu başlatacak girişimlerden birisi,

dilimizin döndüğünce anlatmaya

çalıştığımız, toplumun tehlikeli bir şekilde

heterojenleşmesinin motoru olacak olan

"birden fazla dilde eğitim" talebinin

kuvveden fiile çıkarılmasıdır.

***

Türkler, Cumhuriyet tesis edilirken,

Araplar ile olduğu gibi Kürtler ile de

radikal bir biçimde ayrılmış olsalardı bu

problemlerin hiçbirisi bugün

yaşanmayacaktı; öylesi muhtemelen -

bilhasa Türkler için - çok faha hayırlı

olacaktı. Kürtlerle olan birliktelik Biz

Türkler'e hiçbirşey kazandırmış değildir;

ama ne yapalım ki bir kere olan olmuştur;

artık bu birliktelik bizim kaderimizdir.

Fakat şu husûsa da dikkat edilmesini salık

veririm: Bütün ayrımcılığa rağmen,

Türkler ve Kürtler Cumhuriyet süresince

halk tabanında bu birlikteliği daha da fazla

pekiştirmişlerdir. Nitekim muhtelif

sebeplerle ve muhtelif şekillerde, her ikisi

de birbiriyle çok fazla iç-içe girmiş

bulunmaktadır. Türk-Kürt evliliği ile

oluşan aile sayısının milyonu aşmış

olması; gırtlağına kadar hıyânete batmış

hâin veya saf gaafillerin Kürdistan

dedikleri bölgelerden Türklerin yoğun

olarak yaşadığı bölgelere doğru,

tamâmiyle irâdî ve gönüllü olarak yapılan

göçler; karşılıklı olarak te'sis edilen iş ve

komşuluk münâsebetleri iyi okunmalı ve

ham hayâller peşinde koşulmamalıdır. Ben

bu tabloyu şöyle okuyorum: Bu evlilikleri

yapanlar, "biz biriz" diyorlar ve dahi bu

göçü yapanlar "Türkiye'nin her yeri bizim

için aynı derecede vatandır" diyorlar.

Page 53: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

50

Kezâ, daha başka birkaç yerde ve daha

mufassalan yazmış olduğum gibi,

Türkiye'nin tabiî gelişim sürecinin

toplumsal bir homojenleşmeye ve

entegrasyona doğru yürüdüğünü ve bu

îtibarla, Türkiye Kürtleri'nin büyük

kısmının "Sosyolojik Türk" olduğunu dahi

söyleyebilirim.

Bu iyi bir gidiştir; iyi bir fırsattır. Tarihin

bize sunduğu bu fırsat iyi

değerlendirilmeli, birtakım uçuk-kaçık ve

mâhiyeti karanlık entel makulesinin

kışkırtıcı fantazileriyle zihinlerin iğfal

edilmesine izin verilmemeli, mikro-

milliyetçiliklere, daha sahih bir deyimle,

Kürt etnikçiliği'ne îtibâr edilmemelidir.

Akıllar başlara devşirilmeli ve kimin adamı

olduğu meçhul karanlık eşhâsa yüz ve

prim verilmemelidir.

Aksi takdirde, ne sosyolojik Türkleşme, ne

evlilik ve ne de başka hiçbir şey,

etnikçiliğin açtığı yarayı kapatmaya kifâyet

edebilir.

Aksi takdirde, "Siyon Protokolleri"nde

yazdığı gibi, kan gövdeyi götürür; kardeş,

kardeşin kılıcıyla düşer.

Bu kan denizinde kimin boğulacağını da

herkes çok iyi bilir.

Devlet'i ve Vatan'ı müdâfaa etmek için her

şey câizdir, mübahtır ve meşrûdur.

Ve dahi bilinmelidir ki, "her şey" demek

"her şey" demektir.

Türk Yurdu Dergisi / Sayı: 176 (537),

Nisan 2002

[*] Bu yazılar ve yayın tarihleri şöyledir:

1: "Bir Deklarasyon veya Türklerin Zekâ

Testi"., Ayyıldız., 18 Ekim 1999, Pazartesi.,

Sayfa: 09

2: "Bir Büyük Projenin Tahlili"., Ayyıldız., 19

Ekim 1999, Salı., Sayfa: 09

3: "Bir Büyük Projenin Final Safhası".,

Ayyıldız., 20 Ekim 1999, Çarşamba., Sayfa:

09

4: "...ve "Perde"!"., Ayyıldız., 21 Ekim 1999,

Perşembe., Sayfa: 09

Page 54: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

51

Page 55: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

52

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ

GENÇLİK SEMİNERLERİ 15 Şubat 2014

Konu: Araştırma - Geliştirme

Yöntemleri ve Bilimsel Yöntemler

Nelerdir? Nasıl fikir inşa edilir? Hangi

basamaklar kullanılır?

Hoca: Prof. Dr. İskender Öksüz

Derleyen: Açelya Oğuz

1) Bilim Nedir?

Bilim, tabiat hakkında bilgi ve onu

edinmenin metodudur.

2) Tabiat Nedir?

Tabiat, canlı ve cansız varlıkların

tamamı olarak tarif edilir. Kapsayıcılık

açısından incelendiği zaman ise çeşitli

gruplara ayrılabilir: fiziki tabiat (doğa),

insan tabiatı (psikoloji, tıp), ekonomi vb.

3) Bilim Ne İşe Yarar?

Bilimin gayesi geleceği tahmin etmektir.

Bilimin tasvir ve anlama tarafı da vardır.

Bilim teknolojiyi doğurur.

Bilgiyi elde etmenin çeşitli yöntemleri

vardır.

3.1) Kehanet: Bilgiyi elde etme

yöntemlerinden biri bilgiyi kehanetlere

dayandırmaktır. Kehanet “Ben anamdan

şöyle duydum.” İfadeleriyle başlayan

nesilden nesle sözlü gelenek içerisinde

aktarılan ifadelerdir. Kehanetler kainatı

anlama ve yorumlama biçimidir. “Dünya

öküzün boynuzları üzerindedir. Öküzün

başına sinek konar da öküz başını

sallarsa Dünya’da deprem olur.

3.2) Felsefecilere Göre Bilgiyi Edinme

Yöntemleri: Yunan epistemolojisine göre

“Bütün bilgiler bizde ezelden beri vardı.

Yapılacak olan tek şey onu ortaya

çıkarmaktır. Bu tanım geometri,

matematik gibi bilimlerde geçerli iken

sosyal bilimlerde etkisini kaybeder.

Yunan felsefecilerinden Aristo ve Eflatun

bu konu üzerine eğilmişlerdir. Bunların

dışında İslamî gelenekte yetişmiş

Page 56: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

53

felsefecilerde bilgiyi edinme yolunda

farklı görüşler ortaya koymuşlardır.

Farabi’ye göre asıl olan felsefedir. Bilgi

aktarımında felsefe kitleler tarafından

kabul görülememe ihtimaline karşı

bilgiyi din ile temellendirir.

4) Tabiat Bilgisi Nereden Elde Edilir?

Tabiat bilgisini elde etmenin üç yolu

vardır. Bunlar icat etmek, kutsal

metinlerden çıkarım yapmak, ilham

alındığını söylemek. Felsefecilerin

izlediği bilgi edinme yöntemi icat etmek,

din adamlarının yöntemi kutsal

metinlere dayandırmak, pir veya

dervişlerin yaptıkları ise ilhama

dayandırmaktır. Tabiata dair bilgi daha

çok günlük pratiklere dayanır. Çorbaya

sinek düştüğü zaman çıkarılıp diğer

kanadı da çorbaya batırılır. Bu sinek

eğer zehirli ise panzehrini diğer

kanadından aktarmak için yapılır. Başka

bir pratik ise hurmanın iki tane

yenmesinin tek yenmesine nazaran daha

faydalı olmasıdır. Tabiat ilimlerinden

biri olarak kabul edilen Gökbilimi

üzerine ise ilkel dönemlerden günümüz

modern toplumuna kadar çalışmalar

yürütülmüştür. Peki, bu çalışmalar

neden bu kadar önemliydi? Eski Mısır

tarım toplumuydu.

Geçim kaynakları toprağa dayalı olduğu

için kişilerin hayatlarını idame ettirmesi

Nil nehrinin taşkınlarına bağlıydı. Bu

taşma süreleri gökbilimiyle öğrenilirdi.

Tüccarlar ise yön tayinininde

kullanmışlardır gök cisimlerini. Açık

denizlere açılan tüccarlar gök

cisimlerinin durumuna göre yön tayin

etmişlerdir. Erzurumlu İbrahim Hakkı

gibi Osmanlı alimleri ise gözlem ve dini

metinleri kullanarak evreni tasavvur

etmişlerdir.

5) Bilginin Taşıyıcıları (Medyası)

Meseleyi açıklamaya geçmeden önce ilk

olarak bilinmesi gereken şey medyanın

ne olduğu konusudur. Medya, ortam

demektir. Bilgiyi halka ulaştıran bir

vasıtadır. O halde bilgi taşıyıcıları da

bilgiyi halka taşır.

Page 57: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

54

“Büyükannemin dediğine göre…”

şeklinde başlayan cümle bilgi

taşıyıcılarının kaynağına işaret eder.

Bilgilerin bir kısmı lisanla aktarılırken

bir kısmı da nesnelerle aktarılır. İlkel

insanlar ilk olarak bilgiyi testilere daha

sonra papirüslere son olarak kâğıtlara

işlemişlerdir. Bir başka bilgi taşıyıcısı

olan matbaalar ise ise ilk olarak 9.

Asırda, Çin’de daha sonra 15. asırda

Avrupa’da icat edilmiştir.

6) Bilginin Mekanizması Nedir?

6.1) Dedüksiyon: Bilgi demetinde

çıkarım yapma işlemidir. Kuraldan

sonuca giden bir yöntem izlenir.

6.2) İndüksiyon: Gözlemden kurala

doğru çıkarım yapan tekniktir.

*Bacon’un Bilgi Edinme Sistemi

Tabiat

Veriler Teori veya Kanun Tahmin

Bilimsel Bilgi Edinme Sistemleri

Gözlem Gözlem, Test

Deney, Ölçme Deney Ölçme Deneyi

Bilgi Teori Kanun

Toplama

Red 1

Red 2

Red 3

Page 58: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

55

7) Din Neye Yarar?

Din dogmatiktir. Yanlışlanabilir

değerleri olduğu için bilim değildir. Din

değerlere yarar. Atom çekirdeği

parçalanırken bu hangi amaçlar için

kullanılır? Bomba yapmak için mi, yoksa

ilaç üretmek için mi yapılmalı? İşte bu

sorunun cevabını değerler verir.

8) Bilimin Lojistiği Nedir?

Bilimin lisanı bilinmelidir. Bilim hangi

dilde yapılırsa o bilim dili olur. Bilim

yapma eylemi doktora eğitimiyle başlar.

Bir soruna çözüm bulma mantığına

dayanır. Ansiklopedi karıştırma, uzman

kitabı okuma, saha özeti, yapılan

makaleleri inceleme son olarak da

konuya odaklanma evreleri geçirilir. O

halde bilim hiç kimsenin gitmediği yere

gitmektir.

Yazmak

Ders Kitabı okumalıyım

Makale okumalıyım

Derleme okumalıyım

Uzman Kitabı Okumalıyım

ZORLUK DERECESİ

Page 59: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

56

GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN

Page 60: Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014

GENCAY

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI

MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.