gencay dergisi - sayı 27 - nisan 2014
DESCRIPTION
Gencay Dergisi - Sayı 27 - Nisan 2014 http://www.gencaydergisi.comTRANSCRIPT
www.millidusunce.org
Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı
Kızılay/ANKARA
Telefon: 0 (312) 231 31 94
Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 3 Sayı 27 - Nisan 2014
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
TÜRK TARİHİNİN İLK SEYEHATNAMESİ: ORHUN ABİDELERİ / Emre SEVİNÇ
DUMLUPINAR FACİASI / Çağhan SARI
LOZAN ANTLAŞMASI HAKKINDA BİR KİTAP/ Yavuz SAYGILI
ÇOCUKTA EGO / Dilek AKILLIOĞLU
EMPERYALİZMİN EĞİTİME UZANAN KOLU / Ahmet Afşin KÜÇÜK
HUKUK DEVLETİ GAYESİ VE DEMOKRASİ / Pirali Çağrı ŞENSOY
NÖBETİ DE “KÜRT” MEHMET TUTSUN! / Ahmet KANBUR
ANADİLDE EĞİTİM PROJESİ / Durmuş HOCAOĞLU
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ GENÇLİK SEMİNERLERİ / Prof. Dr. İskender ÖKSÜZ
GENCAY
1
TÜRK TARİHİNİN İLK SİYASETNAMESİ:
ORHUN ABİDELERİ
Emre SEVİNÇ
Milli Eğitim Bakanlığınca hazırlanan ‘’Türk
Edebiyatında İlkler’’ listesinde siyasetname
maddesinin karşısında ‘’Kutadgu Bilig’’
adlı eserimiz yer almaktadır.1 Yani
okullarımızda resmi olarak bu şekilde
öğretilmektedir. Durum akademik
yazılarda da hemen hemen aynıdır. Bazı
akademik yazılar sözkonusu eseri Türk
tarihinin ilk siyasetnamesi olarak
değerlendirmektedir.* Genel olarak ise
makaleler Türk tarihinin ilk siyasetnamesi
konusunda net bir şey
söyleyememektedir. Yine sosyal
hayatımızda da ilk siyasetname olarak
Yusuf Has Hacip’in eseri bilinmektedir.
Orhun Yazıtları’nın** içeriği derinlemesine
incelendiğinde bu eserlerin de
siyasetname özelliği taşıdığı ve Türk
tarihinin ilk siyasetnamesi oldukları
anlaşılacaktır. Bu yazımızda biz sözkonusu
yazıtların içeriği hakkında bilgi verip
ortaya attığımız bu tezi kanıtlamaya
çalışacağız.
Burada amacımız Kutadgu Bilig ile Orhun
Yazıtlarını karşılaştırmak değil sadece
Orhun Yazıtlarının siyasetname özelliği
taşıdığını ortaya koyarak Türk tarihinin ilk
siyasetnamesi olduklarını kanıtlamak
olacaktır.
Yazımızın ilerleyen kısımlarında yukarıda
ortaya koyduğumuz tezi güçlendirmek için
şu konu başlıklarına değinilecektir:
1-Siyasetname Kavramını Tanıyalım
2-Çağın Şartları Çerçevesinde Göktürk
Kağanlığı
3- Orhun Abidelerine Bakışımız Nasıl
Olmalıdır?
4-Siyasetnamelerin İçerik Özellikleri
5- Siyasetnamelerin İçerik Özellikleri
Bakımından Orhun Abideleri
6- Kut İnancı ve Orhun Abideleri
…
1-Siyasetname Kavramını Tanıyalım
Siyasetname kavramı en basit şekli ile
‘’Devlet yönetimine dair eserlerin ortak
adı’’ olarak tanımlanmıştır.2 Agah Sırrı
Levend de ‘’Siyaset-Nameler’’ adlı
makalesinde bu kavramı geniş geniş
anlatmakla beraber ‘’siyasetle, devlet
yönetimiyle ilgili eser’’ şeklinde kısaca
tanımlamıştır.3 Türk Dil Kurumu Güncel
Türkçe Sözlükte ise siyasetname ‘’siyaset
bilimini anlatan ve bu konuda öğüt veren
eser’’ şeklindedir. Kelimenin en yakın
geçmişine bakacak olursak siyasetname
Arapça siyaset(Devlet işlerini düzenleme
ve yürütme sanatıyla ilgili özel görüş veya
anlayış) ve Farsça name(mektup)
kelimelerinin birleşiminden ortaya
çıkmaktadır.4
GENCAY
2
Siyasetname üzerine yazılan kaynakların
çoğu bu türe İslam devletleri
çerçevesinden bakmaktadır. Şüphesiz
siyasetname türü İslam kültüründe çokça
rastladığımız ve hakkında birçok kapsamlı
eser ortaya konulmuş bir türdür. Ancak bu
İslam’dan önce bu tarz bir eserin varlığını
örtmemelidir.
Siyasetname genel bir kavram olarak
karşımızdadır. Bunu biraz daha özele
indirgeyerek ‘hükümdarlar için yazılanlar’,
‘vezirler için yazılanlar’ veyahut ‘kim için
yazıldığı belli olmayan’ siyasetnameleri
belirleyebiliriz. Bunlara ek olarak ‘halk için
yazılanları eklememizde bir sakınca
yoktur. Biz Orhun Yazıtlarının içeriğinde
bu özelliklerin birçoğunu bir arada
görmekteyiz. Bu eserlerin çoğu geniş
kapsamlı ve hacimli olmakla beraber
küçük kitapçıklar veya mektup(name)
şeklinde hatta Göktürk Yazıtlarında
göreceğimiz üzere taşlara kazınmış halde
karşımıza çıkmaktadır.5
Siyasetnamelerdeki amaç -genel olarak-
geçmişten ve özellikle din gibi inançlardan
ders alarak yönetenlere ve yönetilenlere
devlet yönetimi hakkında bilgiler, öğütler
vermek yani ülke siyasetini bu unsurlara
öğretmektir.
2-Çağın Şartları Çerçevesinde Göktürk
Devleti
Tarih biliminin temelinde şüphesiz bilgi
kavramı vardır. Ancak yöntem kavramı da
en az bilgi kavramı kadar önemlidir.
Yöntem açısından baktığımızda da olay,
olgu ve eserleri çağının şartları göz
önünde bulundurularak incelemek
oldukça önemlidir. Bu nedenle dönemin
siyasi ortamına bir göz atmak yararlı
olacaktır.
Göktürkler yaklaşık 50 yıl süren bir Çin
esaretinden sonra 682 yılında Kutluk
Kağan’ın önderliğinde bir isyan ile tekrar
istiklallerine kavuşmuşlardır. Göktürk
Kağanlığı Kutluk Kağan’ın ardından
kardeşi Kapgan Kağan tarafından idare
edilmiştir. Kapgan Kağan döneminde sık
sık iç isyanlar çıkmıştır. Bu isyanlar
Kapgan’ın halkına karşı aşırı sert zalim
davranması nedeniyle gerçekleşmiştir.
Kapgan bu isyanların sonuncusunda
pusuya düşürülerek öldürülmüştür.
Kapgan Kağan’dan sonra kısa bir süre oğlu
İnel kağan oldu. Ancak devlette herhangi
bir başarısı olmayan İnel’in kağan olması
hoş karşılanmadı. Kül Tegin bir ihtilal
yaparak onu ve taraftarlarını öldürdü.
Kağan olarak da ağabeyi Bilge’yi tahta
geçirdi. İşte söz konusu yazıtlar da bu
zamanda yani Göktürklerin Çin
hâkimiyetinden kurtulmasından 40-50 yıl
kadar sonra, birçok iç isyanın, siyasi ve
askeri çekişmelerin yaşandığı bir
dönemden sonra dikilmiştir. Bu nedenle
bu yazıtlara geçmişteki başarısızlık ile
halkın-yöneticilerin yaptığı hatalar ve
içerisinde bulunulan çağın başarısı yoğun
olarak yansımıştır. Ayrıca Çin esaretinde
geçen yılların ve Kapgan Kağan
dönemindeki uygulamaların halkta ve
devlet adamlarında yarattığı psikolojik algı
onları, yapılan hataların tekrarlanmaması
için bir etkinliğe itmiş ve bu eserlerin
içeriğinde bu öğelere bolca değinilmiştir.
Bu yazıtların asıl mimarı özellikle bilgeliği
ile göze çarpan Tonyukuk’tur.
Tonyukuk’un ailesi, Doğu Göktürk
Kağanlığı Çin hâkimiyetine girdiğinde
GENCAY
3
Çin’e yerleşmiştir. O da burada doğmuş,
eğitimini almış ve yüksek mertebelere
ulaşmıştır. Kutluk Kağan’ın
bağımsızlığından sonra onun yanına
gelmiş ve veziri olmuştur. Tonyukuk hem
bu dönemleri hem de Kutluk’tan sonraki
dönemleri yaşayan bir tecrübe olarak bu
yazıtların dikilmesinde ve devletin siyasi-
askeri seyrinde önemli rol oynamıştır.6
3- Orhun Abidelerine Bakışımız Nasıl
Olmalıdır?
‘’Bu anıtlar her şeyden önce bizim dil
anıtlarımızdır. İçinde tarihimiz var, içinde
edebiyatımız var, içinde dini anlayışımız
var, sosyal anlayışımız var, devlet
anlayışımız var, kültürümüze ait parçalar
var; ama her şeyden önce onlar bizim dil
anıtlarımız…’’7
Ahmet Bican ERCİLASUN’un bu tespitleri
belki de ‘Orhun Abidelerine Bakışımız
Nasıl Olmalıdır?’ sorusuna en güzel cevap.
Bu tespitleri yine ERCİLASUN’un
üslubuyla açalım mı?
Türkçemiz, edebiyatımız bu abidelerde. Dil
bilgimiz, adlarımız, ünvanlarımız,
sayılarımız… Tarihimizin, geçmişimizin,
varlığımızın, yaşadığımızın kanıtları bu
abideler. Askeri kavramlarımız,
savaştığımız toplumlar, kazandığımız
topraklar da var Kut almış beylerimiz de
Kut vermiş Gök Tengrimiz de dinimiz de.
Siyasi ilişkilerimiz de burada… Çin
entrikaları-bunlara çözümler, kağanların
görevleri, halka-Tanrıya karşı görevler,
devlet yönetimimiz ve daha niceleri…
Bu yazıtları bir de ilk siyasetnamemiz
olarak ifade edilen Kutadgu Bilig adlı
eserimiz ile karşılaştıralım… Kutadgu Bilig,
Orhun Abidelerinden yaklaşık 300 yıl
sonra kaleme alınmıştır. Ayrıca bu süre
içerisinde kâğıt-kalem kullanılmaya
başlanmış, dil, yazı ve üslup gelişmiş,
siyaset bilgisi-felsefesi vb. konularda bilgi-
birikim artmıştır. Bu nedenle kapsam-
kalite açısından baktığımızda Kutadgu
Bilig adlı eserimiz bu abidelerden –
siyasetname türü açısından- tabi ki
üstündür. Ancak bu Orhun Abidelerinin
birer siyasetname olduğunu gerçeğini
değiştirmez.
4-Siyasetnamelerin İçerik Özellikleri
Siyasetname türü hakkında yazılan
eserlerde siyasetnamelerin içeriğinde
olması gereken özellikler geniş geniş
işlenmiştir. Bu konuda verilen eserler aynı
şeyleri farklı kelimelerle anlattığından biz,
tek bir kaynaktan, İslam Ansiklopedisi
‘siyasetname’ maddesinden
yararlanacağız. Bu özellikleri şöyle
sıralayabiliriz:
a) Devlet yönetiminin temel ilkeleri
b) Devlet başkanında bulunması
gereken başlıca özellikler
c) Yönetimde dikkat edilmesi veya
kaçınılması gereken başlıca
unsurlar
d) Devlet görevlilerinin tayin ve
denetimleri
e) Beytülmal idaresi
GENCAY
4
f) Devletlerarası ilişkilerde uyulması
gereken kurallar
g) Hükümdarın Allah’a(tanrı olarak
değiştirmekte fayda vardır) ve
halka karşı sorumlulukları
h) Devletin ayakta kalmasının temel
şartları8
5- Siyasetnamelerin İçerik Özellikleri
Bakımından Orhun Abideleri
Orhun Abideleri’nin içeriğinde
siyasetname özelliği taşıyan oldukça çok
kısım olduğunu daha önce de söylemiştik.
Aşağıda bu kısımlar listelenecektir.***
a- Devlet yönetiminin temel ilkeleri
- hep düzene soktum. O şimdi kötü
değildir. Türk kağanı Ötüken ormanında
otursa ilde sıkıntı yoktur. (KTG-G-3)****
- gitmiş olan millet öle yite, yaya olarak
çıplak olarak dönüp geldi. Milleti
besleyeyim diye, kuzeyde Oğuz kavmine
doğru, doğuda Kıtay, Tatabı kavmine
doğru, güneyden Çine doğru on iki defa
büyük ordu sevk ettim,… savaştım…(KTG-
D-28)
- sonra, Tanrı bağışlasın, devletim var
olduğu için, kısmetim var olduğu için,
ölecek milleti diriltip besledim. Çıplak
milleti elbiseli, fakir milleti zengin kıldım.
Az milleti çok kıldım. Değerli iliden, değerli
kağanlıdan daha iyi kıldım…(KTG-D-29)
- milleti hep tabi kıldım, düşmansız kıldım.
Hep bana itaat etti. İşi gücü veriyor…(KTG-
D-30)
- sonra, Tanrı bağışlasın, devletim var
olduğu için, kısmetim var olduğu için,
ölecek milleti diriltip besledim. Çıplak
milleti elbiseli, fakir milleti zengin kıldım.
Az milleti çok kıldım. Değerli iliden, değerli
kağanlıdan daha iyi kıldım…(KTG-D-29)
- ... O töre üzerine amcam kağan oturdu.
Oturarak Türk milleti tekrar tanzim etti,
tekrar besledi. Fakiri zengin kıldı, azı çok
kıldı. Amcam kağan oturduğunda kendim
prens… Tanrı buyurduğu için(BG-D-14)
- amcamızın kazanmış olduğu milletin adı
sanı yok olmasın diye Türk milleti için
gece uyuyamadım, gündüz oturmadım.
Küçük kardeşim Kül Tigin ile, iki şad ile öle
yite kazandım. Öyle kazanıp bütün milleti
ateş, su kılmadım. Ben kendim kağan
oturduğumdan her yere gitmiş olan millet
yaya olarak, çıplak olarak, öte yite geri(BG-
D-22)
- geldi. Milleti besleyeyim diye kuzeyde
Oğuz kavmine doğru; doğuda Kıtay, Tatabı
kavmine doğru; güneyde Çine doğru on iki
defa ordu sevk ettim… savaştım. Ondan
sonra Tanrı buyurduğu için, devletim,
kısmetim var olduğu için, ölecek milleti
diriltip besledim. Çıplak milleti elbiseli
kıldım. Fakir milleti zengin kıldım.( BG-D-
23)
- ... Ben kendim kağan oturduğum için
Türk milletini… kılmadım. İli, töreyi çok iyi
kazandım… toplanıp…( BG-D-36)
- doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda
gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar,
onun içindeki millet hep bana tabidir.
Bunca milleti hep düzene soktum. O şimdi
kötü değildir. Türk kağanı Ötüken
ormanında otursa ilde sıkıntı yoktur…(
BG-K-2)
- kala kalacağız. Kendi içi dıştan tutulmuş
gibiyiz. Yufka olanın delinmesi kolay imiş,
GENCAY
5
ince olanı kırmak kolay. Yufka kalın olsa
delinmesi zor imiş. İnce(TN1-G-6)
- Türk Bilge Kağanı Türk Sir milletini, Oğuz
milletini besleyip oturuyor.(TN2-K-4)
b- Devlet başkanında bulunması
gereken başlıca özellikler
- aç, fakir milleti hep toplattım. Fakir
milleti zengin kıldım. Az milleti çok kıldım.
Yoksa, bu sözümde yalan var mı? Türk
beyleri, milleti, bunu işitin! Türk milletini
toplayıp il tutacağını burda vurdum.
Yanılıp öleceğini yine(KTG-G-10)
- Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta,
ikisi arasında insan oğlu kılınmış. İnsan
oğlunun üzerine ecdadım Bumın Kağan,
İstemi Kağan oturmuş. Oturarak Türk
milletinin ilini töresini tutu vermiş,
düzenleyi vermiş.( KTG-D-1)
- pek teşkilatsız Gök Türk öylece
oturuyormuş. Bilgili kağan imiş, cesur
kağan imiş. Buyruku yine bilgili imiş tabii,
cesur imiş tabii. Beyleri de milleti de doğru
imiş. Onun için ili öylece tutmuş tabii. İli
tutup töreyi düzenlemiş. Kendisi
öylece(KTG-D-3)
- yedi yüz er olmuş. Yedi yüz er olup
ilsizleşmiş, kağansızlaşmış milleti, cariye
olmuş, kul olmuş milleti, Türk töresi
bırakmış milleti, ecdadımın töresince
yaratmış, yetiştirmiş…( KTG-D-13)
- … Amcam kağan oturarak Türk milletini
tekrar tanzim etti, besledi. Fakiri zengin
kıldı, azı çok kıldı.( KTG-D-16)
- Yekün olarak yirmi beş defa ordu sevk
etti, on üç defa savaştık. İlliyi ilsizleştirdik,
kağanlıyı kağansızlaştırdık. Dizliye diz
çöktürdük, başlıya baş eğdirdik…(KTG-D-
18)
- sonra, Tanrı bağışlasın, devletim var
olduğu için, kısmetim var olduğu için,
ölecek milleti diriltip besledim. Çıplak
milleti elbiseli, fakir milleti zengin kıldım.
Az milleti çok kıldım. Değerli iliden, değerli
kağanlıdan daha iyi kıldım…(KTG-D-29)
- Demir Kapıya kadar kondurmuş. İkisi
arasında pek teşkilatsız büyük Gök Türk’ü
düzene sokarak öylece oturuyormuş.
Bilgili kağan imiş, cesur kağan imiş.
Buyruku bilgili imiş tabii, cesur imiş tabii.
Beyleri de milleti de doğru imiş. Onun için
ili öylece tutmuş tabii. İli tutup töreyi
düzenlemiş. Kendisi öyle vefat etmiş.( BG-
D-4)
- Kağan uçtuğunda kendim sekiz yaşında
kaldım. O töre üzerine amcam kağan
oturdu. Oturarak Türk milleti tekrar
tanzim etti, tekrar besledi. Fakiri zengin
kıldı, azı çok kıldı. Amcam kağan
oturduğunda kendim prens… Tanrı
buyurduğu için(BG-D-14)
- amcamızın kazanmış olduğu milletin adı
sanı yok olmasın diye Türk milleti için
gece uyuyamadım, gündüz oturmadım.
Küçük kardeşim Kül Tigin ile, iki şad ile öle
yite kazandım. Öyle kazanıp bütün milleti
ateş, su kılmadım. Ben kendim kağan
oturduğumdan her yere gitmiş olan millet
yaya olarak, çıplak olarak, öte yite geri(BG-
D-22)
- geldi. Milleti besleyeyim diye kuzeyde
Oğuz kavmine doğru; doğuda Kıtay, Tatabı
kavmine doğru; güneyde Çine doğru on iki
defa ordu sevk ettim… savaştım. Ondan
sonra Tanrı buyurduğu için, devletim,
kısmetim var olduğu için, ölecek milleti
GENCAY
6
diriltip besledim. Çıplak milleti elbiseli
kıldım. Fakir milleti zengin kıldım.( BG-D-
23)
- dağıttım. Tanrı bahşettiği için, ben
kazandığım için Türk milleti kazanmıştır.
Ben küçük kardeşimle beraber böyle başa
geçip kazanmasam Türk milleti ölecekti,
yok olacaktı. Türk beyleri, milleti, böyle
düşünün, böyle bilin! Oğuz kavmi…
Göndermeden, diye ordu sevk ettim.( BG-
D-33)
- beslemiş olan, kahraman kağanına ihanet
etti…(BG-D-35)
- … başlıya baş eğdirdim, dizliye dik
çöktürdüm. Üstte Tanrı, altta yer
bahşettiği için(BG-K-10)
- yürüyormuş; kağanı cesur imiş; müşaviri
bilici imiş; …(TN1-G-3)
- kağanı kahraman imiş, müşaviri bilici
imiş ne zaman bir şey olsa öldürecektir…(
TN1-D-4)
- … İltiriş Kağan bilici olduğu için,( TN2-G-
4)
- cesur olduğu için, Çine karşı on yedi defa
savaştı. Kıtaya karşı yedi defa savaştı,
Oğuza karşı beş defa savaştı. Onlarda
müşaviri(TN2-G-5)
- Kapgan Kağan yirmi yedi yaşında…
orda… idi. Kapgan Kağan oturdu. Gece
uyumadı,(TN2-D-1)
- Türk Bilge Kağanı Türk Sir milletini, Oğuz
milletini besleyip oturuyor.(TN2-K-4)
c- Yönetimde dikkat edilmesi veya
kaçınılması gereken başlıca unsurlar
- anlaştım. Altını, gümüşü, ipeği ipekliyi
sıkıntısız öylece veriyor. Çin milletinin
sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı
sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp uzak
milleti öylece yaklaştırırmış. Yaklaştırıp,
konduktan sonra, kötü şeyleri o zaman
düşünürmüş.( KTG-G-5)
- ovasına konayım dersen, Türk milleti,
öleceksin! Orda kötü kişi şöyle
öğretiyormuş: Uzak ise kötü mal verir,
yakın ise iyi mal verir diyip öyle
öğretiyormuş. Bilgi bilmez kişi o sözü alıp,
yakına gidip, çok insan, öldün!( KTG-G-7)
- o yere doğru gidersen, Türk milleti
öleceksin! Ötüken yerine oturup kervan,
kafile gönderirsen hiçbir sıkıntın yoktur.
Ötüken ormanında oturursan ebediyen il
tutarak oturacaksın. Türk milleti, tokluğun
kıymetini bilmezsin. Açlık, tokluk
düşünemezsin. Bir doysan açlığı
düşünmezsin. Öyle olduğun(KTG-G-8)
GENCAY
7
- … Ötüken ormanından daha iyisi hiç
yokmuş. İl tutacak yer Ötüken ormanı imiş.
Bu yerde oturup Çin milleti ili (KTG-G-4)
- için, beslemiş olan kağanının sözünü
almadan her yere gittin. Hep orda
mahvoldun, yok edildin…(KTG-G-9)
- …Ondan sonra küçük kardeşi büyük
kardeşi gibi kılınmamış olacak, oğlu babası
gibi kılınmamış olacak. Bilgisiz kağan
oturmuştur, kötü kağan oturmuştur.
Buyruku da bilgisizmiş tabii, kötü imiş
tabii.( KTG-D-5)
- Beyleri, milleti ahenksiz olduğu için, Çin
milleti hilekar ve sahtekar olduğu için,
aldatıcı olduğu için, küçük kardeş ve
büyük kardeşi birbirine düşürdüğü için,
bey ve milleti karşılıklı çekiştirdiği için,
Türk milleti il yaptığı ilini elden
çıkarmıştır.( KTG-D-6)
- kılınmamış olacak, oğlu babası gibi
kılınmamış olacak. Bilgisiz kağan
oturmuştur, kötü kağan oturmuştur.
Buyruku da bilgisizmiş tabii, kötü imiş
tabii. Beyleri, milleti ahenksiz olduğu için,
aldatıcı olduğu için, Çin milleti hilekar ve
sahtekar olduğu için, küçük kardeş ve
büyük kardeşi birbirine düşürdüğü için,
bey ve milleti(BG-D-6)
- Türk milleti, ilini, töreni kim
bozabilecekti? Türk milleti, vaz geç,
pişman ol! Disiplinsizliğinden dolayı,
beslemiş olan kağanına, hür ve müstakil iyi
iline karşı kendin hata ettin, kötü hale
soktun. Silahlı nereden gelip dağıtarak
gönderdi? Mukaddes Ötüken ormanının
milleti, gittin! Doğuya giden, gittin! Batıya,(
BG-D-19)
- ipekliyi sıkıntısız öylece veriyor. Çin
milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak
imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla
aldatıp uzak milleti öylece yaklaştırırmış.
Yaklaştırıp, konduktan sonra, kötü şeyleri
o zaman düşünürmüş. İyi bilgili insanı, iyi
cesur insanı yürütmezmiş. Bir insan
yanılsa kabilesine, milletine, akrabasına
kadar barındırmaz(BG-K-4)
- bilmez kişi o sözü alıp, yakına varıp, çok
insan öldün! O yere doğru gidersen Türk
milleti, öleceksin! Ötüken yerinde oturup
kervan, kafile gönderirsen hiç sıkıntın
yoktur. Ötüken ormanında oturursan
ebediyen il tutarak oturacaksın. Türk
milleti, tokuluğun kıymetini bilmezsin.
Acıksan tokluk düşünmezsin. Bir doysan
açlığı düşünmezsin. Öyle olduğun için
beslemiş olan kağanının(BG-K-6)
- sözü almadan her yere gittin. Hep orda
mahvoldun, yok edildin. Orda, geri
kalanınla, her yere zayıflayarak ölerek
yürüyordun…(BG-K-7)
d- Devlet görevlilerinin tayin ve
denetimleri
- Dokuz Oğuz beyleri, milleti! Bu sözümü
iyice işit, adamakıllı dinle: Doğuda gün
doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda
gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar,
onun içindeki millet hep bana
tabidir…(KTG-G-2)
- … Şimdiki Türk milleti, beyleri, bu
zamanda itaat eden beyler olarak mı
yanılacaksınız?( KTG-G-11)
- … Buyruku yine bilgili imiş tabii, cesur
imiş tabii. Beyleri de milleti de doğru imiş.
Onun için ili öylece tutmuş tabii…(KTG-D-
3)
GENCAY
8
- kahraman er bize hücum etmişti. Öyle bir
zamanda pişman olup Kül Tigini az erle
eriştirip gönderdik. Büyük savaş
savaşmış… (KTG-D-40)
- idi. Kağan adını burda biz verdik Kız
kardeşim prensesi verdik…(BG-D-17)
- sözümde yalan var mı? Türk beyleri,
milleti, bunu işitin! Türk milletini toplayıp
il tutacağını burda vurdum. Yanılıp
öleceğini yine burda vurdum. Her ne
sözüm varsa ebedi taşa vurdum. Ona
bakarak bilin. Şimdiki Türk milleti, Beyleri,
bu zamanda itaat eden beyler olarak mı
yanılacaksınız? Babam (BG-K-8)
- Casusun sözü şöyle: Dokuz Oğuz
milletinin üzerine kağan oturdu der. Çine
doğru Ku’yu, generali göndermiş. Kıtaya
doğru Tongra Esimi göndermiş, sözü şöyle
göndermiş: Azıcık Türk milleti(TN1-G-2)
- yürüyormuş; kağanı cesur imiş; müşaviri
bilici imiş; o iki kişi var olursam seni, Çini
öldürecek derim; doğuda Kıtayı öldürecek
derim; beni, Oğuzu(TN1-G-3)
- kağanı kahraman imiş, müşaviri bilici
imiş ne zaman bir şey olsa öldürecektir.
(TN1-D-4)
- gündüz oturmadı. Kızıl kanımı
döktürerek, kara terimi koşturarak işi,
gücü verdim hep. Uzun keşif kolunu yine
gönderdim hep.(TN2-K-2)
e- Beytülmal idaresi
f- Devletlerarası ilişkilerde uyulması
gereken kurallar
- anlaştım. Altını, gümüşü, ipeği ipekliyi
sıkıntısız öylece veriyor. Çin milletinin
sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı
sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp uzak
milleti öylece yaklaştırırmış. Yaklaştırıp,
konduktan sonra, kötü şeyleri o zaman
düşünürmüş.( KTG-G-5)
- ovasına konayım dersen, Türk milleti,
öleceksin! Orda kötü kişi şöyle
öğretiyormuş: Uzak ise kötü mal verir,
yakın ise iyi mal verir diyip öyle
öğretiyormuş. Bilgi bilmez kişi o sözü alıp,
yakına gidip, çok insan, öldün!( KTG-G-7)
- ipekliyi sıkıntısız öylece veriyor. Çin
milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak
imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla
aldatıp uzak milleti öylece yaklaştırırmış.
Yaklaştırıp, konduktan sonra, kötü şeyleri
o zaman düşünürmüş. İyi bilgili insanı, iyi
cesur insanı yürütmezmiş. Bir insan
yanılsa kabilesine, milletine, akrabasına
kadar barındırmaz(BG-K-4)
g- Hükümdarın Allah’a(tanrı olarak
değiştirmekte fayda vardır) ve halka
karşı sorumlulukları
- diye, Türk milleti için gene uyumadım,
gündüz oturmadım. Küçük kardeşim Kül
Tigin ile, iki şad ile öle yite kazandım. Öyle
kazanıp bütün milleti ateş, su kılmadım.
Ben kendim kağan oturduğumda, her
yere(KTG-D-27)
- gitmiş olan millet öle yite, yaya olarak
çıplak olarak dönüp geldi. Milleti
besleyeyim diye, kuzeyde Oğuz kavmine
doğru, doğuda Kıtay, Tatabı kavmine
doğru, güneyden Çine doğru on iki defa
büyük ordu sevk ettim, … savaştım.
Ondan(KTG-D-28)
- Az milleti çok kıldım. Değerli illiden,
değerli kağanlıdan daha iyi kıldım. Dört
taraftaki milleti hep tabi kıldım, düşmansız
GENCAY
9
kıldım. Hep bana itaat etti. On yedi
yaşımda Tanguta doğru ordu sevk ettim.
Tangut milletini bozdum. Oğlunu, karısını,
at sürüsünü, servetini orda aldım…(BG-D-
24)
- gözle görülmeyen, kulakla işitilmeyen
milletimi doğuda gün doğusuna, güneyde…
batıda… Sarı altınını, beyaz gümüşünü,
kenarlı ipeğini, ipekli kumaşını, binek
atını, aygırını, kara samurunu,( BG-K-11)
- Mavi sincabını Türküme, milletime
kazanı verdim… kedersiz kıldım. Üstte
Tanrı kudretli… Türk beylerini,
milletini(BG-K-12)
- …besleyin, zahmet çektirmeyin,
incitmeyin!... benim Türk beylerim, Türk
milletim,… kazanıp… bu…. Kağanından, bu
beylerinden… soyundan ayrılmazsan, Türk
milleti, (BG-K-12)
h- Devletin ayakta kalmasının temel
şartları
- … Amcam kağan oturarak Türk milletini
tekrar tanzim etti, besledi. Fakiri zengin
kıldı, azı çok kıldı.( KTG-D-16)
- Yekün olarak yirmi beş defa ordu sevk
etti, on üç defa savaştık. İlliyi ilsizleştirdik,
kağanlıyı kağansızlaştırdık. Dizliye diz
çöktürdük, başlıya baş eğdirdik. Türgiş
Kağanı türkümüz, milletimiz idi…(KTG-D-
18)
- diye, Türk milleti için gene uyumadım,
gündüz oturmadım. Küçük kardeşim Kül
Tigin ile, iki şad ile öle yite kazandım. Öyle
kazanıp bütün milleti ateş, su kılmadım.
Ben kendim kağan oturduğumda, her
yere(KTG-D-27)
- gitmiş olan millet öle yite, yaya olarak
çıplak olarak dönüp geldi. Milleti
besleyeyim diye, kuzeyde Oğuz kavmine
doğru, doğuda Kıtay, Tatabı kavmine
doğru, güneyden Çine doğru on iki defa
büyük ordu sevk ettim,… savaştım.
Ondan(KTG-D-28)
- Türk milleti, ilini, töreni kim
bozabilecekti? Türk milleti, vaz geç,
pişman ol! Disiplinsizliğinden dolayı,
beslemiş olan kağanına, hür ve müstakil iyi
iline karşı kendin hata ettin, kötü hale
soktun. Silahlı nereden gelip dağıtarak
gönderdi? Mukaddes Ötüken ormanının
milleti, gittin! Doğuya giden, gittin! Batıya,(
BG-D-19)
- geldi. Milleti besleyeyim diye kuzeyde
Oğuz kavmine doğru; doğuda Kıtay, Tatabı
kavmine doğru; güneyde Çine doğru on iki
defa ordu sevk ettim… savaştım. Ondan
sonra Tanrı buyurduğu için, devletim,
kısmetim var olduğu için, ölecek milleti
diriltip besledim. Çıplak milleti elbiseli
kıldım. Fakir milleti zengin kıldım.( BG-D-
23)
- Türk Bilge Kağanı Türk Sir milletini, Oğuz
milletini besleyip oturuyor.(TN2-K-4)
6- Kut İnancı ve Orhun Abideleri
Orhun abideleri ve siyaset arasındaki
ilişkide bahsedilecek bir önemli konuda
‘’Kut İnancı’’dır. Kut sözcüğü, ‘’İlahi bir
kaynaktan gelen rahmet, bereket’’9 olarak
tanımlanmaktadır. Türk yöneticileri
görevlerini Tanrı’dan aldıklarını ve ona
karşı görevleri olduğu inancındadırlar.
Durum böyle iken siyaset ile Tanrı hayatın
her yanında ilişkilendirilmiş ve bu
metinde de bolca bu konudan
bahsedilmiştir. Bu bölümümüzde de
GENCAY
10
abidelerdeki Kut İnancı ile ilgili kısımlar şu
şekilde listelenecektir:
-… Tanrı buyurduğu için, kendim devletli
olduğum üçün, kağan oturdum. Kağan
oturup(KTG-G-9)
-…Ondan sonra küçük kardeşi büyük
kardeşi gibi kılınmamış olacak, oğlu babası
gibi kılınmamış olacak. Bilgisiz kağan
oturmuştur, kötü kağan oturmuştur.
Buyruku da bilgisizmiş tabii, kötü imiş
tabii.( KTG-D-5)
-Yukarıda Türk tanrısı, Türk mukaddes
yeri, suyu öyle tanzim etmiş. Türk milleti
yok olmasın diye, millet olsun diye babam
İltiriş Kağanı, annem İlbilge Hatunu göğün
tepesinde tutup yukarı kaldırmış olacak.
Babam kağan on yedi erle dışarı çıkmış.
Dışarı(KTG-D-11)
-… Tanrı kuvvet verdiği için babam
kağanın askeri kurt gibi imiş, düşmanı
koyun gibi imiş. Doğuya, batıya asker sevk
edip toplamış, yığmış. Hepsi (KTG-D-12)
-…Tanrı lütfettiği için illiyi ilsizleştirmiş,
kağanlıyı kağansızlatmış, düşmanı tabi
kılmış, dizliye diz çöktürmüş, başlıya baş
eğdirmiş…( KTG-D-15)
-… Türk milletinin adı sanı yok olmasın
diye, babam kağanı, annem hatunu
yükseltmiş olan tanrı, il veren Tanrı, Türk
milletinin adı sanı yok olmasın diye,(KTG-
D-25)
-kendimi o Tanrı kağan oturttu
tabii…(KTG-D-26)
-sonra, Tanrı bağışlasın, devletim var
olduğu için, kısmetim var olduğu için,
ölecek milleti diriltip besledim. Çıplak
milleti elbiseli, fakir milleti zengin kıldım.
Az milleti çok kıldım. Değerli iliden, değerli
kağanlıdan daha iyi kıldım. Dört
taraftaki(KTG-D-29)
-Tanrı gibi Tanrı yaratmış Türk Bilge
Kağanı sözüm: Babam Türk Bilge Kağanı…
Sir, Dokuz Oğuz, İki Ediz çadırlı beyleri,
milleti… Türk tanrısı(BG-D-1)
-kılınmamış olacak, oğlu babası gibi
kılınmamış olacak. Bilgisiz kağan
oturmuştur, kötü kağan oturmuştur.
Buyruku da bilgisizmiş tabii, kötü imiş
tabii. Beyleri, milleti ahenksiz olduğu için,
aldatıcı olduğu için, Çin milleti hilekar ve
sahtekar olduğu için, küçük kardeş ve
büyük kardeşi birbirine düşürdüğü için,
bey ve milleti(BG-D-6)
-Türk Tanrısı, mukaddes yeri, suyu öyle
tanzim etmiştir. Türk milleti yok olmasın
diye, millet olsun diye, babam İltiriş
kağanı, annem İlbilge Hatunu göğün
tepesinden tutup yukarı kaldırmıştır…(BG-
D-10)
-inmiş. Toplanıp yetmiş er olmuş. Tanrı
kuvvet verdiği için, babam kağanın askeri
kurt gibi imiş düşmanı koyun gibi imiş.
-… Ondan sonra Tanrı buyurduğu için,
devletim, kısmetim var olduğu için, ölecek
milleti diriltip besledim. Çıplak milleti
elbiseli kıldım. Fakir milleti zengin kıldım.(
BG-D-23)
-Az milleti çok kıldım. Değerli illiden,
değerli kağanlıdan daha iyi kıldım. Dört
taraftaki milleti hep tabi kıldım, düşmansız
kıldım. Hep bana itaat etti. On yedi
yaşımda Tanguta doğru ordu sevk ettim.
Tangut milletini bozdum. Oğlunu, karısını,
at sürüsünü, servetini orda aldım. On sekiz
yaşımda Altı Çun Soğdaka (BG-D-24)
GENCAY
11
-… Tanrı kuvvet verdiği için orda
mızrakladım,( BG-D-32)
-dağıttım. Tanrı bahşettiği için, ben
kazandığım için Türk milleti kazanmıştır.
Ben küçük kardeşimle beraber böyle başa
geçip kazanmasam Türk milleti ölecekti,
yok olacaktı. Türk beyleri, milleti, böyle
düşünün, böyle bilin!...( BG-D-33)
-evini barkını bozdum. Oğuz kavmi Dokuz
Tatar ile toplanıp geldi. Aguda iki büyük
savaş yaptım. Ordusunu bozdum. İlini orda
aldım. Öyle kazanıp… Tanrı buyurduğu
için otuz üç yaşımda… idi. Seçkin,
muhterem, güç(BG-D-34)
-beslemiş olan, kahraman kağanına ihanet
etti. Üstte Tanrı, mukaddes yer, su, amcam
kağanın devleti kabul etmedi olacak…(BG-
D-35)
-Tanrı gibi gökte olmuş Türk Bilge Kağanı,
bu zamanda oturdum…(BG-K-1)
-… Tanrı buyurduğu için, kendim devletli
olduğum için kağan oturdum. Kağan
oturup aç, fakir milleti hep toplattım. Fakir
milleti zengin kıldım. Az milleti çok kıldım.
Yoksa bu(BG-K-7)
-kağan, amcam kağan oturduğunda dört
taraftaki milleti nasıl düzene sokmuş…
Tanrı buyurduğu için kendim
oturduğumda dört taraftaki milleti düzene
soktum ve tertipledim… kıldım…(BG-K-9)
-…Üstte Tanrı, altta yer bahşettiği için(BG-
K-10)
-Türk milleti hanını bulmayıp Çinden
ayrıldı, hanlandı. Hanını bırakıp Çine
tekrar teslim oldu. Tanrı şöyle demiştir:
Han verdim,( TN1-B-2)
-hanını bırakıp teslim oldun. Teslim
olduğun için Tanrı öldürmüştür. Türk
milleti öldü, mahvoldu, yok oldu. Türk Siir
milletinin yerinde(TN1-B-3)
-Oğuz geldi. Askeri üç bin imiş. Biz iki bin
idik. Savaştık. Tanrı lütfetti, dağıttık…
(TN1-G-9)
-…Tanrı lütfettiği için, çok diye(TN2-B-5)
-korkmadık, savaştık. Tarduş şadına kadar
kovalayıp dağıttık. Kağanını tuttuk.
Yabgusunu, şadını(TN2-B-6)
Sonuç
Bu yazımızda içerisinde birçok ilki
barındıran Orhun Abidelerinin Türk
tarihinin ilk siyasetnamesi olduğunu
kanıtlamaya çalıştık.
Bu yazıtlar içerisinde döneme ait birçok
siyasi unsur sözkonusudur. KağanlarıN
Tanrı’ya ve halka karşı sorumlulukları,
geçmişte yapılan hataların
tekrarlanmaması için öğütler, başarılı
kağanlarda bulunan özellikler, dışişlerinde
yapılan hataların hatırlatılması, devletin
ayakta kalabilmesi için yapılması gereken
işler bu unsurların başında gelmektedir.
Yukarıda da alıntıladığımız bu unsurlar
sözkonusu eserlerin siyasetname
olduğunu kanıtlamaktadır.
Günümüzde gerek sosyal hayatımızda
gerekse okullarımızda ilk siyasetname ise
Kutadgu Bilig olarak ifade edilmektedir.
Bu ve bunun gibi birçok yanlışı düzeltmek
Türk tarihi için oldukça önemlidir. Bu
görev ise özellikle akademisyenlerimize
düşmektedir.
GENCAY
12
KAYNAKÇA
* Örnek için bakınız:
http://www.sosyalarastirmalar.com/cilt3
/sayi12pdf/turkdogan_melike.pdf
** Şüphesiz bu yazıtlar da birbirinden ayrı
yerlerde ayrı zamanlarda ve ayrı kişilerce
dikilmişlerdir. Ancak gerek bu zaman, yer
ve kişilerin birbirine yakınlığı gerekse
eserlerin aynı amaçlarla, aynı dil ve üslup
ile yazılmış olması bizlere bu abideleri
Orhun Abideleri adı ile bir bütün şeklinde
inceleme fırsatı vermektedir.
*** Türkçe kaynaklar açısından Orhun
Abidelerinin çözümünde iki önemli eser
sözkonusudur. Bunlardan birincisi Prof.
Dr. Muharrem ERGİN’in Orhun Abideleri
adlı eseri, ikincisi de Prof. Dr. Talat
TEKİN’in Orhon Yazıtları adlı eseridir. Bu
iki çözümlerin anlamı açısından aynıdır.
Sadece –başlıklarından da anlaşılacağı
üzere- bazı kelime farklılıkları vardır. Bu
nedenle iki kaliteli eser arasından
herhangi birinin seçilmesi gerekli olmuş
ve birincisi seçilmiştir.
ERGİN, Muharrem, ORHUN ABİDELERİ,
Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 2012
****(KTG-G-3)=(Yazıtın adı-Yazıtın yönü-
Yazıtın satır numarası)
Bilge Kağan=BG
KÜL TEGİN=KTG
TONYUKUK= TN1(Birinci taş)-TN2(İkinci
taş)
Kuzey=K
Güney=G
Doğu=D
Batı=B
(1)http://mebk12.meb.gov.tr/meb_iys_do
syalar/06/13/962846/dosyalar/2013_02
/22041736_trkedebiyatndalkler.pdf
erişim tarihi:14.02.2014
(2) ADALIOĞLU, Hasan Hüseyin,
“SiYASETNAME ”, Türkiye Diyanet Vakfı
İslâm Ansiklopedisi (DİA), C. 37, s.305
(http://www.islamansiklopedisi.info/dia/
pdf/c37/c370200.pdf) erişim
tarihi:14.02.2014
(3) LEVEND, Agah Sırrı, ‘’SİYASET-
NAMELER’’s.168http://www.tdk.gov.tr/i
mages/css/TDA/1962/1962_9_Levend.pd
f) erişim tarihi:14.02.2014
(4)http://www.tdk.gov.tr/index.php?opti
on=com_gts&view=gts erişim
tarihi:14.02.2014
(5) ÖZBEK, Süleyman, ‘’SİYASETNÂME
ÖZELLİKLERİ AÇISINDAN RÂHATÜ’S-
SUDÛR’UN DEĞERLENDİRMESİ’’ Sosyal
Bilimler Dergisi, C9, S: 2 , s.149
(6) TAŞAĞIL, Ahmet, ‘’GÖKTÜRKLER’’,
Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara,
2012, s.301-307
(7) KIRPIK, Güray vd. ‘’TÜRK EĞİTİM
TARİHİ’’ Otorite Yayınları, Ankara, 2012,
s.21
(8) ADALIOĞLU, a.g.e.,s305
(9)http://www.tdk.gov.tr/index.php?opti
on=com_gts&view=gts erişim
tarihi:14.02.2014
GENCAY
13
DUMLUPINAR FACİASI
Çağhan SARI
4 Nisan 1953 tarihinde Çanakkale Nara
burnu açıklarında İsveç Bandıralı
Naboland şilebi ile Dumlupınar
denizaltımızın kazası saatler içerisinde
tüm ülkeyi yasa boğdu. 81 deniz aslanı
Çanakkale'de şahadete ulaştı. Yıllar sonra
Dumlupınar için şiirler ve kitaplar yazıldı;
belgeseller çekildi. Nisan sayısında
Dumlupınar'ı bir kez daha hatırlamak
vesilesi ile yazıyoruz.
Dumlupınar denizaltısı Balao sınıfı olarak
İkinci Dünya Savaşı yıllarında Amerika
Birleşik Devletleri'nde yapıldı. 24 Nisan
1944 tarihinde USS Blower adıyla hizmete
başladı. Newland denizaltı üssünden
ayrılan Blower ilk cephe görevi için
Panama'ya giderken bir devriye botuyla
çarpışarak talihsiz bir başlangıç yapmıştır.
Blower'in yara aldığı yer, yıllar sonra onun
son yarasını alacağı yerdir. Savaş sonunda
Amerika, yardım programı kapsamında
1950 yılında Blower denizaltısını ülkemize
hibe etti. Adı Dumlupınar oldu.
Dumlupınar'la beraber Amerika'nın
hediye ettiği diğer denizaltıya da
Çanakkale adı verildi. Denizaltı, Türk
heyeti tarafından on haftalık bir eğitimin
ardından donanma ile ülkeye geldi. 19
Aralık'ta İstanbul boğazında amiral gemisi
Yavuz'un top atışları altında denizaltının
donanmaya katılma töreni tamamlandı.
Ancak Dumlupınar denizaltısının makûs
talihi yeni filosunda da devam etti.
Dumlupınar'ın iki defa kanatlarının kaza
geçirmesi ve daha önce Dumlupınar adını
taşıyan İtalyan yapımı bir başka
denizaltının da 1949'da kaza yapması uğur
ve uğursuzluk inancının güçlü olduğu
denizciler için düşünüldüğünde insanı
müteessir eden bir başka detaydır.
Gelelim Dumlupınar'ın herkesin yüreğini
yakan son kazasına... 3 Nisan'ı 4 Nisan'a
bağlayan gece, Dumlupınar ve I. İnönü
denizaltılarımız Akdeniz'de
gerçekleştirilen NATO tatbikatından
dönüyordu. Dumlupınar'da Komodor
Albay Hakkı Burak bulunduğu için önde
giden denizaltıydı. Gemilerin son durağı
Gölcük Denizaltı Komutanlığı Ana
Üssüydü.
GENCAY
14
Çanakkale boğazında denizciler için en zor
geçiş yeri Nara Burnu'ydu. Burası boğazın
hem en dar noktasıydı hem de derinlik sağ
kesimde 25 metreye kadar azalıyordu.
Ayrıca sert kavisli olduğu için buradan
geçerken gemiler çok dikkatli olmak
zorunda idi. Boğazın bu en tehlikeli
mevkisine yaklaşan Dumlupınar'ın bir
diğer talihsizliği, iki gündür su altında
tatbikat görevinde olan geminin
mürettebatı çok yorgundu. Hava durumu
ise sisli olduğundan görüş mesafesi çok
kısalmıştı.
Nara Burnu'na Dumlupınar, saatte 9 mil
hızla girerken, Çanakkale Boğazı’nın
Ege'ye çıkışı istikametinde seyreden İsveç
bandıralı Naboland şilebi 21 mil ile karşı
yönden belirdi. Dumlupınar bu
karşılaşmayı atlatmak için hızlı olmak
zorundaydı, çünkü aralarındaki mesafe,
kazadan kurtulanların tanıklığına göre
1300-1800 metre arasıydı. Önce vardiya
amiri Hasan Yumuk, 'Sancak 15' talimatını
verdi. Dumlupınar böylece Naboland'ın sol
tarafına atlamayı, gerekirse karaya
oturmayı böylece çarpışmaktan kurtulmak
istediği anlaşılmaktadır. Ancak bu
talimattan hemen sonra Süvari Yüzbaşı
Komutan Sabri Çelebioğlu, 'Komuta bende.
İskele alabanda' emrini verdi. Bu sefer
denizaltı tam tersi istikamete yöneldi.
Naboland'ın sağ tarafından atlayıp gitmeyi
düşünüyordu. Denizaltı bu iki zıt emirle
süre kaybetti. Son çare Çelebioğlu, 'Son yol
tornistan' diyerek motorları gerisin geri
çalıştırarak Naboland'ın önünden
çekilmeyi denedi, ancak süre yetmedi.
Naboland, -kuzey ülkesine ait bir gemi
olmasının da talihsizliği- buzkıranıyla
denizaltının baş torpido dairesinin sancak
(ön sağ) tarafından çarptı.
Çarpışma sonucu denizaltının santral
dairesinde patlama meydana geldi.
Manevra dairesinde yangın çıktı ve
elektrikler kesildi. Patlamadan sağ
kurtulanlar dairelerin içine kendilerini
kilitlemek suretiyle hayatta kalmaya
çalıştılar. Dumlupınar'da son ana kadar
kurtulmayı bekleyen 22 denizci, geminin
en arkasına, kıç torpido dairesine
kendilerini attılar. Çarpışma sırasında
güvertede olan sekiz denizciden ikisi,
Naboland'ın pervanelerine kapılarak, bir
başka denizci Şaban Mutlu da başını
demire vurarak şehit oldu. Beş kişi
Naboland'ın çabaları sonucu denizden
çıkarıldı.
Kazadan sonra derhal Gölcük Denizaltı
Filosu Komutanlığı uyarıldı. Daha sonraki
yıllarda 7. cumhurbaşkanı olacak Fahri
Korutürk denizaltı filo komutanıydı.
Hemen Gölcük muhribi ile Çanakkale'ye
doğru yola çıktı. Eceabat'ta demirli olan
Gümrük motoru yine haber üstüne kaza
noktasına geldi. Kurtarılan beş denizciyi
GENCAY
15
Çanakkale Devlet Hastanesi'ne götürdü.
Sabah saatlerinde balıkçılar denizaltının
battı şamandırasını buldular. Denizaltı
batarken gövdesinden telefon kablosu
bulunan bir şamandıra bırakarak,
kurtarma işlemi için gerekli asansörün
bağlanmasını sağlamakta idi. Saat 10
sularında Gümrük motorunun ikinci
çarkçıbaşısı Selim Yoludüz, hemen
ardından da I. İnönü denizaltısı ikinci
komutanı Dumlupınar ile görüşme imkanı
buldu. 22 denizciye moral verildi ve
kurtarılmaları için sakin olmaları bildirildi.
Denizciler ise 'vatan sağ olsun!' sözü ile
karşılık verdiler.
Kurtaran gemisinin gelmesi ile kurtarma
çalışmaları başladı. Bu sırada
Dumlupınar'ın son şanssızlığı yaşandı.
Kurtarma çalışmaları sırasında,
denizaltının battı şamandırası koptu ve
aktı. Böylece dalgıçların denizaltıya
ulaşmaları çok zorlaştı, çünkü Dumlupınar
91 metrede yatıyordu. Dalgıçlar en son 80
metreye kadar ulaşabildi ama bütün
çalışmalar neticesiz kaldı. 72 saatin
dolmasıyla ümitler kesildi ve 7 Nisan
sabahı Milli Savunma Bakanlığı, kazadan
bu yana yedinci tebliğini de yayınlayarak
kurtarma çalışmalarının netice
vermediğini Türkiye'ye duyurdu. Başaran
gemisi denize çelenk bırakarak şehitler
için deniz üstünde bir tören düzenledi.
Olayın ardından yıllarca süren
yargılamalar sonucunda hatalı kumanda
verdiği gerekçesiyle Sabri Çelebioğlu bir
yıl sekiz ay hapis cezası aldı. Naboland
gemisinin kaptanı ise 10 millik sürat
hattını aşıp ölüm ve kazaya sebebiyet
vermesi nedeniyle önce bir yıl hapis cezası
verildi, ancak kurtarma çalışmalarındaki
faydalığı ve iyi niyeti göz önüne alınıp
cezası yarıya indirildi.
Dumlupınar denizaltısının yürek burkan
hikayesinin ardından donanmaya katılan
üçüncü Dumlupınar'ın da önce
Haydarpaşa önlerinde bir motorla,
Çanakkale boğazı çıkışında da Rus
bandıralı bir şileple çarpışması üzerine
1978 yılında hizmetten ayrılır ve bir daha
hiçbir gemiye Dumlupınar adı
verilmemiştir.
GENCAY
16
LOZAN ANTLAŞMASI HAKKINDA
BİR KİTAP Yavuz SAYGILI
Gazi’nin de belirttiği üzere, asırlık
hesapların görüldüğü Lozan Konferansı,
yakın tarihimizin en önemli köşe
taşlarından biridir. Ama ne yazık ki bu
önemli konferans, istediğimiz sonuca
ulaşmanın zor olmadığı, delegelerin
sadece imza töreni için toplandığı şeklinde
zihinlerimizde yer almaktadır. Hâlbuki
Lozan, başlı başına bir mücadele, bir savaş,
bir hesaplaşma, bir dönüm noktası, bir
tarihtir. Üzerinde sayısız araştırma
yapılabilecek, onlarca tez yazılabilecek
genişlikte bir araştırma konusudur.
Ülkemizin en büyük gazetelerinden biri
olan Milliyet’in kurucularından Ali Naci
Karacan da tarihe karşı olan
sorumluluğunu yerine getirmiş, basın
delegesi olarak katıldığı Lozan Konferansı
hakkında yirmi yıl araştırma yaptıktan
sonra, konferans hakkında kapsamlı bir
eser hazırlamıştır.
Karacan’ın bahse konu olan eseri hakkında
bir yazı hazırlamaya karar kıldım.[1]
Elimdeki baskısında eser 576 sayfadan
ibaret. İlk baskı için Başvekil Şükrü
Saraçoğlu ve Maarif Vekili Hasan Ali
Yücel’in yazdığı sunuş yazıları,
antlaşmanın orijinal nüshasından
görüntüler, Nutuk’tan barış teklifleri
hakkında alıntı, birkaç fotoğraf, 1914–22
arası değişen Türkiye haritası ve iki
karikatüristin konferans hakkında
mükemmel çizimleri mevcut. Şimdi ise
kitapta ilgimi çeken bazı noktaları
aktarırken konferans ve kitap hakkında
naçizane kendi görüşlerimden
bahsedeceğim.
BARIŞIN ÖNEMİ
Barışın bir an önce sağlanmasının taraflar
için gerekliliğini şöyle sıralayabiliriz.
Müttefikler Penceresinden: Ülkelerine
ellerinde savaş ile dönmek istemiyorlar.
Tüm dünya halkları gibi onların halkları da
savaştan bıkmış durumda. Onlar da biliyor
ki Türklerle çıkacak yeni bir savaşta dünya
kamuoyu müttefikleri haksız görecektir.
Bu duruma gelinmesinde İsmet Paşa ve
heyetimizin fırsatını buldukça haklı
davamızı dünyaya anlatma çabalarının
katkısı yadsınamaz.
Türkler penceresinden: Barışın
sağlanmadığı her dakika medeniyet
yarışından geri kalıyoruz. İnkılâplar,
GENCAY
17
kanunlar, gelişmeler ve ülkemizin imarı
her gün gecikiyor.
LOZAN’I DEĞERLENDİRİRKEN
En başta bilinmeli ki, Lozan sadece iki üç
yılın meselelerinin çözüldüğü bir
konferans değil. Şevket Süreyya
Aydemir’in “Bu büyük hesaplaşmada
Ankara, eski bir imparatorluğun bütün
hesaplarının tasfiyesine muhatap tutuldu.’
tespitine hak vermemek mümkün
değildir.[2]
Konferans değerlendirilirken bazı noktalar
göz ardı edilmemelidir. Bir yanda altmış
yaşında, İngiltere’nin en asil ve köklü
ailesinden gelen, Kraldan daha soylu
olduğunu vurgulayan, İngiltere
diplomasisinin seçkin üyelerinden olan
azılı bir kurt politikacı Lord Curzon of
Kedlestone ve onun sözünden çıkmayan
müttefik delegeleri, diğer yanda 39
yaşında bir Türk generali. Bir yanda
sayısız konferans, toplantı, görüşme,
pazarlık görmüş diploması üstatları, diğer
yanda ilk sivil elbisesini Lozan yolunda
sırtına geçiren İsmet Paşa. Müttefiklerin
tecrübelerini göz ardı etmemek lazımdır.
Müttefikler açısından baktığımız zaman,
biz Kurtuluş Savaşı’nda sadece
Yunanistan’ı yenmiştik. Tüm müttefikler
Yunanistan’ı desteklemişlerdi ama biz,
1918’de bizi yenen İngiltere, Fransa, İtalya
ve 1922’de yendiğimiz Yunanistan ile karşı
karşıyaydık. Çözümü zor olan bütün
meseleler hep üç müttefik devletleydi.
Yeni bir savaş tehlikesi mağlup Yunanistan
ile değil, dünyanın hâkimi İngiltere’yleydi.
Bizim avantajımız ise, Sakarya ve Büyük
Taarruz Zaferlerini bu ülkeye armağan
eden kadrolar arkasında ölüme gitmeye
razı bir ordu ve millete sahip olmamızdı.
LOZAN NEYİN MÜCADELESİYDİ?
Unutulmamalıdır ki Lozan, Türklerin ve
Türkiye’nin kendisini bütün dünyaya
kabul ettirme savaşıydı. Ve asıl zaferimiz
bu noktada idi. 13 Kasım’da başlayacak
olan konferansı kendi programları için bir
hafta erteleyen ama bunu Türk Heyetine
bildirme zahmetine girişmeyen
müttefikler, 9 ay sonra, ilk imza şerefini
İsmet Paşa’ya layık görmüşlerdi. Bu,
gönlümüzü okşayıp, bizim aleyhimize olan
bir antlaşmayı imza etmemizi sağlayan bir
oyun değil, tüm delegelerin, üyelerin,
basın mensuplarının ve kamuoyunun
İsmet Paşa ve Türk Heyetine duydukları
saygının bir göstergesiydi. Lord Curzon’un
Fransız başdelegesini çocuk gibi azarladığı
bir ortamda İsmet Paşa kendisine saygı
duyulmasını sağlamıştır. Böylesi bir
kendini kabul ettirme ancak ve ancak haklı
bir davanın yılmaz savunucusu, sağlam
karakter sahibi İsmet Paşa’ya mahsus olsa
gerekir.
Başta Lozan olmak üzere bütün dünya
kamuoylarında müttefikler yoğun
propaganda yapıyorlardı. İsmet Paşa’nın
davamızı net ve akıl dolu söylemler ile
savunması bütün havayı lehimize
çeviriyordu.
GENCAY
18
İsmet Paşa’nın onlarca görüşmede
müttefiklerin türlü türlü tekliflerini
‘geleceğimizi rehin alamam’ diyerek
reddetmesi, Paşa’nın uzun vadeli
düşünmesinin sonucu, bugün ayağımızda
bir bağ olmamasının nedenidir.
BAŞARI MI, BAŞARISIZLIK MI?
Bugüne kadar Lozan Antlaşması hakkında
birçok kişi kesin galibiyet ile ağır
mağlubiyet arasında değerlendirmelerde
bulunmuştur. Bu konuda yapılan
araştırmalar, varılan sonuçlar akademik
olduğu seviyede değerlidir. Karşılıklı
pazarlık usulünde geçen bir konferansın
sonucunda tabi ki istediğimiz ve
istemediğimiz maddeler olacaktır.
Musul’un kaybı(kanaatimce bu süreç
Lozan’ın devamıdır) başarısızlık olarak
değerlendiriliyorsa kapitülasyonların
kaldırılması ‘başarı’nın sözlük anlamı
olmalıdır. Mazisi 400 yıla dayanan
ayrıcalıkları birkaç ayda kaldırmak normal
bir zaferin ve sıradan bir diplomasinin
yapacağı iş değildir.
Lozan ve Mudanya’dan önceki
konferanslarda delegelerimiz yabancı
delegeler karşısında söz bile
söyleyemiyorlardı. Lozan’a her ne kadar
zafer sonrası gitmiş olsak da İngiltere-
Fransa-İtalya delegeleri 250 yıldır
‘muzaffer Türk’ görmemişlerdi. Onların
gözünde ve dimağında Türkler, ‘mağlup
millet’ti. Önemli olan bu yargıyı
değiştirmek, asıl başarı bunu tersine
çevirmekti.
Bu sebeplerledir ki Lozan, özelde
maddeler açısından başarılı ya da başarısız
olarak değerlendirilebilir. Ancak genelde
Türk Milleti ve Devletini egemen güçler
seviyesine kabul ettirmesi açısından
parlak bir diplomatik başarıdır. Lozan’dan
arta kalan sorunlarda her ne kadar
Musul’u üzücü bir şekilde kaybetmiş olsak
da Montrö Boğazlar Sözleşmesi, Lozan’ı
tamamlayan bir dış politika zaferidir.
Lozan’ın Türk tarihi açısından ne kadar
büyük ve önemli bir dönüm noktası
olduğunu Times gazetesi de yayınladığı bir
makalede vurgulamıştır.
Sinir Harbi
“… Sohbet ediyorlar, fakat belli ki
konferanstan söz etmiyorlardı. Çünkü
gülüşüyorlardı…”
Kitapta geçen bu cümleler bile konferansın
gergin havası için bir örnektir. Dokuz ay
süren konferansta, böylesi gergin, kasvetli,
GENCAY
19
sinirli bir havaya dayanmak çelik gibi sinir,
sarsılmaz azim ve yılmaz mücadele ister.
Bütün delegelerin, uzmanların, basın
mensuplarının kendisine saygı duymasını
sağlayan İsmet Paşa, konferans boyunca
sabır, mücadele, azim ve kararlılık dersi
vermiştir. Müttefik delegelerin zaman
zaman kendilerini kaybettiği noktalarda o
hep akıllıca davranmıştır. Diğer
meselelerin çoğunluğu çözüldükten sonra
borçların ödeneceği para birimi
tartışmalarında haftalarca süren sinir
harbini İsmet Paşa öyle güzel yürütmüştür
ki aralarından su sızmayan müttefikler
birbirlerine düşmüşlerdir. Bir defasında
İtalya ile Fransa arasında diplomatik bir
kriz yaşanmıştır.
Yazar bir başka kısımda Lozan’ın
durumunu insanların sinirlerinin çekilip
bırakıldığı bir jimnastik salonuna
benzetmiştir.
LOZAN’DA BİR CİNAYET
Kitaptan öğrendiğim yeni şeyler arasında
beni en çok şaşırtan Rus delegesi
Vorovski’nin öldürülmüş olması oldu.
Delegelerinin kısmen ihmal sonucu
öldürülmesinin yanında müttefiklerin
Rusya’yı çağırmak istememesi, ikinci
dönemde görüşmekten kaçınmaları,
Vorovski’nin cenazesine katılmamaları,
çeşitli uygulamaları her ne kadar rakip
devlet olsa da muhatap konumunda olan
bir devlete yapılmaması gereken
nezaketsizliklerdir.
Şu küçük anekdot ise bizim aşina
olduğumuz bazı şeylere İsviçrelilerin ne
kadar yabancı olduğunu gösteriyor. “İlk
kez bu akşam bir İsviçreli, İsviçre
toprağında siyasi bir cinayet işlemiştir.”
BARIŞI GETİREN DEĞİŞİKLİK
Mayasında tevazu ve alçakgönüllülük
bulunmayan, kibrin ve kendini üstün
görmenin vücut bulmuş hali olan Lord
Curzon ve onun yaverleriymiş gibi
davranan Fransız ve İtalyan başdelegeleri
yerine ülkemizi, karakterimizi ve
hassasiyetlerimizi bilen Sir Horace
Rumbold, General Pelle ve Bay
Montagna’nın ikinci dönem için atanması,
genel çerçeveden baktığımızda barışın
gelmesini sağlayan kilit noktaydı. İlk
GENCAY
20
dönemdeki başdelegeler ile barışın
sağlanması mümkün değildi. Bu değişiklik
müttefik devletlerin Türkiye’yi ve Türkleri
ikinci sınıf göremeyeceklerini anlayıp, eşit
şartlarda bir barışa razı olduklarının
ispatıdır.
GÜZEL BİR TAKTİK
İsmet Paşa ve heyetimiz genel olarak
konferansta çok güzel bir taktik
uygulamışlardır. Birinci dönemde
davamızı akla, mantığa ve gerçeklere
uygun şekilde savunmuşlardır. Bu kararlı
savunma müttefikleri çoğu zaman çileden
çıkarmıştır. Hiçbir zaman kendini
kaybetmeyen temsilcilerimiz görüşmeleri
başarıyla yürütmüştür. İkinci dönemde ise
veremeyeceğimiz tavizler istemekten
vazgeçen, kırmızı çizgilerimizi fark eden
müttefiklere karşı dik bir duruş
sergilenmiş, egemenliğimiz ve haklarımız
kabul ettirilmiştir.
İngilizlerle olan meseleleri önce halledip,
diğer müttefik devletleri İngiliz
desteğinden mahrum bırakarak mümkün
olduğu kadar iyi pazarlık etmişizdir.
Pratiğe dökmek gerekirse, Fransa’nın borç
senetleri için bütün sorunlarını çözmüş
İngiltere savaşı göze almazdı.
BÜYÜK DEVLET, KÖTÜ DİPLOMASİ,
VAHİM SONUÇ!
Konferansın birçok oturumunda Fransız
heyeti, İngiltere’nin iddialarını
onaylamaktan başka bir şey yapmamıştır.
Koskoca Fransa’nın yanlış diplomasi
yüzünden düştüğü durumu Fransız
Journal gazetesi başka söze gerek
bırakmadan anlatıyor:
“… Doğuda, hatalarımız yüzünden
İngiltere’nin arkasına takılı bir devlet
tesiri bırakmaya başladık. Bunun içindir ki
Türkler bize önem verilmeye değmez bir
toplum muamelesi yapıyorlar. İşte
düzeltilmesi gereken başlıca hata budur. …
”
KISA KRONOLOJİ
Konferansın seyri hakkında kısa bir
kronoloji vermek istersek şöyle bir
aktarımda bulunabiliriz.
13 Kasım: Konferansın duyurulan başlama
tarihi. Müttefikler keyfiyetlerine göre
erteleme yapmış, heyetimize haber
vermemişlerdi. İsmet Paşa, bu vaziyetin
bir nezaketsizlik olduğunu ve böylesi
durumlarda sessiz kalmayacağını ilk
günden habercilere söylemiştir. Tüm
dünya beklediğinden çok farklı karakterde
Türklerle muhatap olacağını anlamıştır.
20 Kasım: Konferansın törenle açılması.
4 Şubat: Müttefiklerin oldubittiye
getirerek imzalatmak istedikleri,
egemenliğimize aykırı bir antlaşmayı
reddetmemiz üzerine müttefiklerin
Lozan’ı terki, İsmet Paşa’nın Ankara’ya
doğru yola çıkması ve konferansın
kesintiye uğraması.
GENCAY
21
23 Nisan: Konferansta ikinci dönemin
başlaması.
17 Temmuz: İmza edilecek antlaşma
üzerinde tam mutabakatın sağlanması. 4
Şubat teklifinin hemen hemen bütün
maddeleri lehimizde değiştirilmişti. 5 ay
önce bundan daha iyi bir antlaşma elde
edemezsiniz diyen müttefikleri İsmet
Paşa’nın getirdiği nokta takdir edilmelidir.
24 Temmuz: Trablusgarp, I. ve II. Balkan, I.
Dünya ve Kurtuluş Savaşları’nı ardı sıra
yapmış, her birinde canını, malını, gücünü
kaybetmesine rağmen sonuncusunda var
gücüyle düşmana ağır bir darbe indirmiş
olan aziz milletimiz ebedi barışa
kavuşmuştu. Birbiri ardınca yapılacak
inkılâpların önünde hiçbir engel
kalmamıştı. Sıra ülkemizi imar etmeye;
sağlık, eğitim, adalet vs. alanlarında
düzenlemeler yapmaya gelmişti.
KİTAP HAKKINDA
Kitabın güzel ve eksik yanlarından
bahsetmek gerekirse şu ayrıntıları
sayabilirim. Konferansın bütün o sıkıcı
diplomatik görüşmelerini, bitmek bilmez
tartışmalarını akıcı bir roman üslubunda
anlatmak her kalemin harcı değildir.
Yazarın bunu yaparken de tarihi
gerçeklerden, tarih yazıcılığından taviz
vermemesi kitabı değerli kılan asıl
noktadır. Konuyu kapsamlı bir şekilde ele
alması, kaliteli bir araştırmanın ürünü
olması dolayısıyla kitabın, konuyla ilgili
bilgi sahibi olmak isteyenler tarafından
okunması gerektiğini düşünüyorum.
Kitaptaki bazı eksikleri burada zikretmek
durumundayım. Bunlardan başlıcasın
İsmet Paşa ile Ankara arasındaki telgraf
trafiğinden çok az bahsedilmesi. Meseleler
hakkında bütün inisiyatifin delegeler
heyetinde olduğu kanısı okuyucuda
oluşabilir. Paşa ve heyetimiz kendilerine
yüklenen görevi büyük bir özveri ve
başarıyla yerine getirmişlerdir. Tüm
bunlar olurken Ankara'nın isminin çok az
geçmesi, oynadığı rolden bahsedilmemesi
biraz sırıtmaktadır.
Bence tarihi olarak fevkalade öneme sahip
olan bir telgrafı kitapta görmemek beni
üzdü. Paşa'nın müttefiklere kabul
ettirdiğini Ankara'nın yeterli görmediği,
Ankara'nın isteklerini müttefiklere kabul
ettiremediği zamanlardan birinde, imza
için izin beklerken Ankara'ya çekilen şu
telgraf çarpıcıdır:
“Eğer hükümet kabul ettiğimiz şeyin kesin
olarak reddinde direniyorsa, bunu bizim
yapmaklığımıza imkân yoktur. Düşüne
düşüne benim bulduğum yol, İstanbul’daki
komiserlere tebligat yapıp, imza yetkisini
bizden almaktır. Bu hal de gerçi bizim için
dünya yüzünde görülmemiş bir skandal
olur. Fakat vatanın yüksek menfaatleri
şahsi düşüncelerin üstünde olduğundan,
milli hükümet kanaatini uygular.
Hükümetten teşekkür beklemiyoruz.
İşlerimizin muhasebesi, millete ve tarihe
bırakılmıştır.” [3]
GENCAY
22
DEĞERLENDİRME
Tarihi bir olay tek bir açıdan
incelenmemelidir. Hem olayın tarihin
akışına olan etkisi incelenmeli, hem de
muadilleriyle kıyası yapılmalıdır. Lozan
Barış Antlaşması şu yönlerden
incelenebilir.
Tarih sahnesine çıktığımızdan bu yana, bir
asra yakın süre barış içerisinde
yaşadığımız dönemler son derece azdır. Bu
durumun sebebi gerek sürekli devlet yıkıp
devlet kuran bir millet olmamız, gerek
dünyanın en güzel coğrafyalarında yaşıyor
olmamızdır. Tüm bunlarla birlikte bu
durum ayrı bir araştırma konusudur.
Lozan'dan bu yana geçen 87 yılda -
dünyanın kazanının kaynadığı
Ortadoğu’da yaşamamıza rağmen-
herhangi bir devlet ile savaşa girmedik. Bu
barış dönemini yaşamamızda, üzerine
devlet kurduğumuz Lozan'ın ve barış
sevdalısı liderlerimizin payı büyüktür.
Lozan Antlaşması ve İsmet Paşa, bizi,
bütün dünyanın birbirine saldırdığı II.
Dünya Savaşı'ndan bile uzak tutmuştur.
Lozan, milletimizi son büyük barış
devresine sokmakla ne kadar büyük bir
barış antlaşması olduğunu kanıtlamıştır.
Atlanmaması gereken bir diğer nokta ise
Lozan'ın kendisiyle aynı dönemde
imzalanan barış antlaşmalarıyla
kıyaslanmasıdır. Müttefikler I. Dünya
Savaşı sonunda Almanya ile Versay,
Osmanlı ile Sevr Barış Antlaşmaları'nı
imzaladılar. Sevr bir milletin ölüm
fermanıydı. Kabul edilesi değildi ve tabi ki
kabul etmedik. Onurumuzu, ülkemizi,
toprağımızı savunduk ama iki taraf da
büyük acılar çekti. Kurtuluş Savaşı'nı savaş
meraklısı değil özgürlük ve bağımsızlık
sevdalısı olduğumuz için yaptık. Kurtuluş
Savaşı, Sevr'in kaçınılmaz bir sonucuydu.
Almanya ile imzalanan Versay Antlaşması
Hitler'i, Hitler'in uygulamaları ise on
milyonların hayatını kaybettiği II. Dünya
Savaşı'nı doğurdu. Sevr Anadolu'yu,
Versay tüm dünyayı yakarken, Lozan bir
ülkeyi barışa kavuşturdu. Buradan,
'Tarafların egemenliğinin ve eşitliğinin
kabul edilmediği bir barış, tarafları er geç
savaşa sürükleyecektir.' sonucunu
çıkarabiliriz. Ne mutlu ki Lozan, her bir
noktası için amansız mücadele ederek,
alnımızın akıyla kazandığımız onurlu bir
barıştır.
[1] Ali Naci Karacan, Lozan, Hazırlayan Hulusi
Turgut, Ocak 2010, İstanbul, 576 sayfa,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
[2] Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, III.
cilt, Şubat 2008, İstanbul, 95. sayfa, Remzi
Kitapevi.
[3] adı geçen eser, s. 124
GENCAY
23
ÇOCUKTA EGO Dilek AKILLIOĞLU
Her insanın içinde kullanmaya hazırladığı
bir kuvvet vardır. Bu güç biyolojik,
zihinsel-bilişsel gelişim ile ortaya
çıkmaktadır. Bu gücün amacı ise
bağımsızlıktır. Bağımsızlığı kendini
yönetmek ve benliğini bilme dürtüsü
olarak nitelendirirsek; asıl gaye,
yönetimdir diyebiliriz.
Kendini idare gücü, içe dönük olup aynı
zamanda dış ile bağlantı kurmaya çalışan
bir köprüdür. İnsan gelişiminde bu bağı
sağlamlaştıran temel yöntemlerden biri
oyundur. Frued'un ‘Sanat ve Sanatçılar
Üzerine’ isimli eserinin çıkış noktasında
oyun konusunda bahsettiği yargılar,
aradaki köprüye örnek niteliğinde olabilir.
Frued sanatsal yaratılar ile çocukluk
dönemi arasında hısımlık kurmuştur.
Sanatçının işini ciddi bir şekilde yerine
getirmesi, çocuğun en ciddi işi olan
oyunun büyümüş halidir. Tıpkı sanatçının
yaptığı gibi çocuk gerçek dünyanın
eşyalarını ele alır. Onlardan bambaşka bir
dünya oluşturur. Hayata ait olan nesneleri
oyunun içine öyle bir yerleştirir ki
dünyanın hakikati ile oyun hayli yer
değiştirir.
Kapının dışındaki yeryüzü hakikati ile
oyun sayesinde bağ kurmaya çalışmasının
nedeni, o dönemde anne ve babasının veya
büyüklerin onu tatmin edici şeyler
söylemiyor olmasıdır. Sorduğu sorular
karşısında ebeveynlerin verdiği yanıtlar
tatmin edici değildir. Beyninde kurmaya
çalıştığı dünya onların bu anlattıklarının
yanından geçmez. Bu sebeple bağını oyun
yöntemiyle kurmaya yönelir. Aslında
küçük bedeniyle yapmaya çalıştığı şey;
"Gerçekler hoşuna gitmiyorsa bunu
değiştir." savıdır. Çözümü oyun ile yepyeni
bir dünya kurmaktır. Haksız olduğu
söylenemeyeceği gibi büyüdükçe
karşılaşacağı gerçekler sebebi ile bu
düşüncesine tam olarak büyükler destek
vermeyecektir. Burada onları haklı yapan
parantezlerden biri oyunlarının içerisine
gerçek yeryüzünün motiflerini de
yerleştiriyor olmalıdır. Belki büyüklerin
yanıtları anlamlı değildir. Lakin oyunun
içerisine çocukların anlamlı hale
getirilmesi ile yerleşebilmektedir. Olmak
istediği bireyi ya da bireyleri bu anlamalar
aracığıyla oyunda taklit eder. Yanıtlarda
bulamadığı anlamı oyunu sayesinde
gerçekleştirir.
GENCAY
24
Çocuk kişilik gelişimi açısından
doğduğunda id kavramını karşılar.
İstediğini alır. Koşullanmayı sevmez.
Ertelenmek istemez. Doğumunun 8.
ayından itibaren id’sinin evrilmemesiyle
ortaya ego çıkar. Çocuk egonun baskın
olduğu bu dönemde gerçeklik ilkesini
kendine uydurur. Oyununda
gerçekleştirdiği ya da günlük yaşamında
ulaştığı her isteği bu karar organı olan ego
ile yerine getirir. Demek istediğim
gerçekleştirmeyi hedeflediği her şeyi bu
çağda elde eder. Bunu uzlaşma yoluna
giderek yapar. Bu uzlaşmada oyunun etkisi
bana kalırsa büyüktür.
GENCAY
25
EMPERYALİZMİN EĞİTİME UZANAN KOLU:
YABANCI DİLLE EĞİTİM
Ahmet Afşin KÜÇÜK
DÜŞÜNCE VE DİL
18. yüzyılın büyük aydınlanma filozofu
Immanuel Kant, şöyle diyor:
“Aydınlanma, insanın kendi suçu ile
düşmüş olduğu bir ergin olmama
durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin
olmayış durumu ise insanın kendi aklını
bir başkasının kılavuzluğuna
başvurmaksızın kullanamayışıdır. Sapere
aude! (Düşünmeyi bil; düşünmekten
korkma!)
Aklını kendin kullanmak cesaretini
göster.” (Aktaran: M. Sadık Aslankara,
Adam Sanat, Mart 2001, s.89)
Aydınlanma, insanın tebaa olmaktan, kul
olmaktan vatandaş olmaya, birey olmaya
yöneldiği süreçtir. Birey olmak ise
bağımsız düşünebilmekle, Kant’ın dediği
gibi insanın kendi aklını kullanma
cesaretini gösterip sorumluluğunu
üstlenmesiyle gerçekleşebilir.
Dil ile düşünce arasındaki ilişki çeşitli
düşünürler ve bilim insanlarınca enine
boyuna irdelenmiştir. Ben ancak benim
dilimle düşünebilirim. Bu şu demektir:
düşünürken ve iletişim kurarken
kullandığım dil beni oluşturur. Başkasının
diliyle düşünmeye çalışmak, doğrudan
doğruya o başkasının düşünce çerçevesini,
düşünce altyapısını benimsemek anlamına
gelir. Bağımsız düşünce, bağımsız dil
olmadan olmaz. Bağımsız düşünce, bireyin
kendi aklıyla doğruyu aramasıdır. Bireyin
kendi kendini oluşturmasıdır. Elbette
çevre koşullarınca, ekonomik koşullarca,
fiziksel ve toplumsal koşullarca belirlenen
çerçeve içinde yapacağı özgür seçimler,
bireyin kendi kendini oluşturması
anlamına gelir.
Dil, düşüncenin altyapısıdır. İnsan, bir dile
sahip olmadan birey olamaz. Dili olmayan
düşünemez, iletişim kuramaz. Dil, birey
olmanın da koşuludur.
Eğitime gelince, tanımı hem kolay hem de
zordur. Toplumsal davranış, kişilerarası
iletişim, değerlere saygı, kültürlülük,
çalışma disiplini, aşırı duyguları kontrol
altına alma gibi konularda kişileri
eleştirirken hemen eğitimden söz ederiz.
Burada eğitim bir mihenk taşıdır. Prof.
Ertürk’e göre; eğitim bireye istendik
davranışlar kazandıran bir süreçtir.
Türk vatandaşları, altı yaşından
başlayarak Türk okullarında eğitim
görürler. Bireyler konuşma, okuma,
yazma, insanlara ve birbirlerine karşı
saygı ve sevgiyi, yaşama bilgisini, toplum
düzenini, matematiği, gelenek ve
GENCAY
26
göreneklerle ulusal, kültürel, ahlaki,
estetik ve toplumsal değerler ve değer
yargılarını kendi tarihini, coğrafyasını,
müziğini hep bu süreçte öğrenip bütün
bunları ana dilinde, ana dilinin kavramları
içerisinde, ana dilinin felsefesi ve bakış
açısıyla algılarlar. Yaşantısındaki her
olayda bunların etkisi, çağrışımı,
alışkanlığı, kolaylığı ve yönlendirmesi
vardır. Bireyin kişiliğinin gelişmesine yön
veren onun ana dili ve kültürüdür.
Kalıtımsal olarak getirdiği genlerin yanı
sıra, ait olduğu toplumun dili, kültürü ve
yukarda saydığım öteki öğeler, onun
dünyayı anlayıp algılamasında, yaşam
biçiminin seçimi, kararları, düşünceleri ve
çalışma alanındaki başarı ya da
başarısızlığında rol oynar. İşte böylesine
bir bütün, bitmez bir kaynak, bireyin tüm
bilişsel, duyuşsal ve işlevsel beceri
dünyasını biçimliyor, besliyor, eğitilmesini
sağlıyor ve onu toplumda vazgeçilmez ve
değerli kılıyor: ana dili ve ayrılmaz bir
parçası olduğu kültür. Dillerin anlam
içerikleriyle parçası oldukları kültürlerin
içerikleri arasında tam bir örtüşme ya da
özdeşlik vardır. Dil kültürünün aynası
onun simgelerle yansıtılmasıdır.
Eğitim, dilimizi kullanarak kazandığımız
bilginin yaşamda uygulanması, toplumca
fark edilmesi, bireyin anlayış, davranış ve
düşüncelerindeki olgunluk ve gelişme
biçiminde görülür. Bu bilgi, görgü, gelenek
ve kültür kalıpları aileden başlayarak
örgün eğitimin her aşamasında öğretilir.
Ninni, türkü, şarkı, masal, mani, destan,
şiir, öykü, roman, fıkra, tüm fen ve sosyal
dersler, bilim kitapları, makaleler, oyunlar,
konferans, dinleti, duygu ve
düşüncelerimiz, sevinç, keder, öfke,
kızgınlık, mutluluk, yorgunluk, üzüntü ağıt
ifadeleri ve hatta küfürlerimiz bile bu dil
ve kültürün içinde eğitimin malzemeleri
arasındadır.
TÜRKİYE’DE YABANCI DİLLE EĞİTİMİN
TARİHÇESİ
Okullar
Osmanlı İmparatorluğu’nda yabancı dil
öğretimi genelde dini amaçlar ile
örtüşmüştür. Eğitim boyutunda yabancı dil
eğitimi çoğunlukla Arapça ve Farsça
üzerine yoğunlaşmış; bu dillerin yapısal
özellikleri üzerinde durularak bu dillerde
oluşturulan yazılı eserlerin incelenmesi ön
plana çıkmıştır. İmparatorluğun son
dönemlerinde Batı karşısında alınan
yenilgilerden sonra yenileşme çalışmaları
başlamış, siyasi, ticari ve askeri açıdan
Batı’yı yakalamak için yabancı dil öğretimi
önem kazanmıştır.
Batılılaşma çalışmaları çerçevesinde,
Osmanlı İmparatorluğu 18.yy’nin ikinci
yarısından itibaren yenileşme
çalışmalarını hızlandırmıştır. Yeni okullar
GENCAY
27
ve okullaşma, yenilikler için ön koşul
olarak görülmüştür. Bu amaçla,
reformlarla birlikte Batı tarzı devlet
okulları ve özel okullar da ortaya çıkmıştır.
Orta dereceli okulların programına
yabancı dil, Tanzimat Fermanı’ndan sonra
girdiğinden, Osmanlı İmparatorluğu’nda
yabancı dil öğrenimi ve öğretiminin
gelişmesi açısından Tanzimat Fermanı’nın
etkisi oldukça büyüktür. Bu süreçte
okullar ilk önce yabancılar tarafından
açılmıştır ve çok iyi düzeyde yabancı dil
eğitimi verilmeye çalışılmıştır. Yabancı
dilin artan önemi üzerine özellikle
İstanbul’da hem iyi düzeyde yabancı dil
öğretecek hem de devletin sivil kadro
ihtiyacını karşılayacak iyi düzeyde bir okul
açılması için çalışmalar hızlanmış, bu
amaçla kurulan bir okul, “Galatasaray
Sultanisi” adıyla 1868’de Fransızca olarak
eğitime başlamıştır (Demirel, 2003). İlk
özel Türk Okulu olan Darüşşafaka 1873
yılında derslere başlamıştır. Darüşşafaka
özellikle o dönemde matematik ve fen
dersleriyle, Fransızca derslerinde diğer
okullardan daha iyi olmakla ün
kazanmıştır (Demircan, 1988).
Cumhuriyet döneminde “Türk çocuklarını,
yabancı bir dil öğrenmek için yabancı
okullara gitmekten kurtarmak” (Demircan,
1988) amacıyla 31 Ocak 1928 tarihinde
Türk Eğitim Derneği kurularak, 1928-
1934 yılları arasında bugünkü TED koleji
ortaya çıkmış, bu okul 1951 –1952
öğretim yılından sonra tamamen İngilizce
eğitime geçmiştir. 1956 yıldan itibaren
kolej adıyla (daha sonraki yıllarda da
Anadolu Lisesi adıyla) ve deneme amacıyla
yeni tür okullar açılmaya başlanmıştır
(Demircan, 1988). Yüksek öğretimde de
yabancı dilin ağırlığını görmek
mümkündür. Osmanlı İmparatorluğu’nda
ilk kurulan yüksek öğretim kurumlarında
da yabancı dilde eğitim yapılmıştır.
Mühendishane-i Bahrî-i Hümâyûn (1773),
Mühendishane-i Berrî-i Hümâyûn (1795),
Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye (1831) gibi
okullarda, o günlerde okutulacak Türkçe
ders kitabı ve bu dersleri verecek nitelikte
Türk öğretim üyesi bulunmadığından,
eğitim yabancı dilde sürdürülmüştür
(Demircan, 1988; Akyüz, 1993).
Cumhuriyet döneminde ise Orta Doğu
Teknik Üniversitesini (ODTÜ) (1956),
Robert Koleji ve daha sonraki adıyla
Boğaziçi Üniversitesini (1957), Hacettepe
ve Cerrahpaşa gibi bazı tıp fakültelerini ve
tüm vakıf ve özel üniversitelerini yabancı
dilde eğitim veren yüksek öğretim
kurumları olarak nitelemek mümkündür.
(Çelebi, 2006)
Görüldüğü gibi batılılaşma ile birlikte
okullaşma ve okullaşma ile birlikte
yabancı dil eğitimi, eğitim-öğretim
sistemimizin ayrılmaz bir parçası
olmuştur.
DİL GELİŞİMİ ÜZERİNE YABANCI DİLİN
TESİRİ
Hızlı bilimsel ve teknolojik ilerlemeye ayak
uyduramayan, tembel ve dilini
zenginleştirmeyen bir ulus kalıcı olamaz.
GENCAY
28
Diğer bir deyişle dilimiz için şu
atasözümüzü anımsamalıyız: “İşleyen
demir ışıldar.” Yabancı terimler ancak
Türkçe dil kurallarına uyan ve yeni
türetilen sözcüklerle dilimize alınmalı ve
dil zenginleştirilmelidir. Yabancı sözcükler
moda, özenti, bilgiçlik taslama, tembellik,
ihmal, anlaşılmazlığın getirmesi beklenilen
saygınlık, zorunluluk adına bilim dilimize
girmektedir. Zorunlu sözcüklere karşı
Türkçelerini bulmayı görev edinerek ve
anadilimize güvenerek onu
zenginleştirmeli, saygı, sevgi ve doğrulukla
kullanmalıyız.
Bilimle uğraşan bir kişi, “Ben konuşurum,
yazarım; anlayan anlar” demek hakkına
sahip değildir. Çalışmalarını özenle Türk
dilini kullanarak, öncelikle halkına
anlatabilmelidir. Dil yalnız bir araç değil
kültürü de yaratan bir etkinlik
olduğundan, dilimize sızan her yabancı
sözcüğün, ait bulunduğu kültürü de
taşıyarak gelmekte olduğunun bilinci
içinde olmalıyız. Basın ve yayınımızda yer
alan fal-astroloji, medyum kirlenmesinden
basının üyeleri ve kendini aydın, okumuş
kabul edenler kadar bilim insanları da
sorumludur.
İngilizce’nin dilimizi işgal etmesi evrensel
niteliğinden çok ekonomik ve siyasal
nedenledir. Yoksa Türkiye’deki bazı bilim
çevrelerinin ileri sürdüğü gibi İngilizce,
kesinlikle evrensel bilim dili değildir.
İngilizce’ye değin ilk yazılı belgelerin 7.
yüzyıla, Türkçe’ye değin ise M.Ö. 2 bin yıla
dönük olmasına karşın 1980 basımı
sözlüklerde İngilizce’de 700 000 Türkçe’de
ise ancak 70 000 sözcük bulunmaktadır.
İlkokulu bitiren çocukların belleğine
İngilizce konuşanlarda 70 000, Türkçe
konuşanlarda ise ancak 7 000 sözcük
yerleştirilebilmektedir. Türkçe ad ve
eylem tabanları ile yapım işlevli ekler
kullanılarak iki milyona yakın (teorik
olarak sonsuza kadar) sözcük
türetilmesinin olanaklı olduğu
saptanmıştır. Anadilimizin bunca ihmali
artık sona ermelidir!
İngilizce’nin sözcük sayısına bakarak en
zengin dil olduğunu savunmak, ülkelerin
bilime katkılarını yalnız yayın sayıları ile
değerlendirmekle aynıdır. Bilim insanının
görevi yabancı dillere teslim olmak,
onlardan sözcük çalmak değildir. Sözcük
bilgisi sınırlarının aynı zamanda
GENCAY
29
düşüncenin de sınırları olduğu bilincine
vararak, gerekli sözcüklerin üretilmesine
katkıda bulunmak, ana dilimizde düşünsel
ortamda üretebilmeyi sağlayacak
zenginliği kazandırmaya çalışmaktır.
Aydınlanma; insanın tebaa olmaktan, kul
olmaktan vatandaş olmaya, birey olmaya
yöneldiği süreçtir. Başkasının diliyle
düşünmeye çalışmak, doğrudan o
başkasının düşünce çerçevesini ve
altyapısını benimsemek anlamına gelir.
Bağımsız düşünce, bağımsız dil olmadan
olmaz. Bağımsız düşünce bireyin aklıyla
doğruyu aramasıdır. Bireyin kendi kendini
oluşturmasıdır. Dil düşüncenin
altyapısıdır. Günümüzde Kur’an’ın
Türkçeleştirilmesine karşı çıkanlar,
insanların dini kendi akıllarıyla
yorumlamasına, anlamasına karşı
çıkanlardır. Bilim dilini de anadilinde
anlamayan bilim-insanı ve halk sırlarına
ulaşamadığı bir bilimle sonuç
getiremeyecek bir ilişkiye girer ancak.
Yapabileceği, sadece başkalarının keşif ve
icatlarını taklit etmekten ve kavramaya
çalışmaktan öte değildir. Bir bilim-insanı
için yabancı dil ile araştırma yapmak,
beynin bir yarısını kullandığı o yabancı
ülkenin insanlarına kiralamak ve kendi
insanına yararlandırmamak anlamına
gelmektedir. Ve bu nedenle ülkemizin
bilim dünyasına pek de katkısı
olamamaktadır.
Atatürk dil devrimiyle işte bu en önemli
aydınlanma adımının da öncülüğünü
yapmıştır. Toplumsal dille bireysel dili bir
araya getirmiş, dahası Arap abecesi yerine
Türkçe’ye daha uygun Latin abecesini
getirerek okuma-yazma devrimini
gerçekleştirmiştir. Dil olmadan birey
olunamayacağını, okuma-yazmanın da
dilsel gelişmenin itici gücü olduğunu bilen
Atatürk, günümüzde din toplumunun
yerine gelmiş bulunan sanayileşmiş ve
bilgi toplumu ismi verilen küreselleşmenin
pençesindeki Amerikan egemenliğindeki
teknoloji ve Pazar ekonomisinin
sömürgesi haline dönüşmekte olan
Türkiye’ye çok önemli ilkeler bırakmıştır.
Kendi yaşamının son yıllarında, Alman
baskısından kaçan Yahudi kökenli bilim-
insanlarının Türkiye’ye kabul etmemekle
kalmamış, onların bu ülkede görevli
oldukları üçüncü yıldan itibaren derslerini
Türkçe olarak vermelerini zorunlu
kılmıştır.
Ulusal Dilin Önemi
Öncelikle yabancı dillerin
boyunduruğundan kurtularak Türkçe
düşünmenin önemini anlamak, bir bilim
dili arayışından kurtulmanın birinci
şartıdır. Türkiye’de niçin Türkçe
düşünmek önemlidir?
Bir ülkenin vatandaşları, o ülkenin ulusal
dilinde yetkinleşmezlerse bu, başta
doğrudan doğruya o vatandaşların yaşam
alanlarının kısıtlanmasına, ardından da o
ülkenin dilsel, kültürel, politik ve
ekonomik yönden ufalanarak yok
olmasına yol açar. Ulusal dillerin
korunması sorunsalı, doğrudan doğruya
GENCAY
30
ulusal ekonomilerin ve insan refahının
korunması sorunsalından ayrılamaz.
Örneğin; Fransa Akademisi, Fransız dilinin
dünya çapında saygın konumunu korumak
ve geliştirmek için her türlü çabayı
gösterirken, ulusal ölçekte de dilin yabancı
diller saldırılarına karşı korunması
görevini üstlenmiş bulunmaktadır. Eğer
bilimsel anlamda bir yabancı dilin
evrenselliği kabul edildiğinde bilimsel
etkinliklerimiz de üçüncü sınıf
taklitçilikten kurtulamayacaktır. Peki, öyle
olsa ne olur? Amerikalı, Avrupalı ya da
Japon bilim adamları bütün sorunlarımızı
çözmezler mi?
Tarih aksini gösteriyor. İnsan zenginliği,
yaratıcılığı, bilim ve sanat, öyle tek tip
insan topluluklarınca değil; aydınlık,
düşünen bireylerin oluşturduğu
toplumlarca doruklara taşınmıştır.
Bu Sümer ve Hitit uygarlıklarında da,
Yunan ve Roma uygarlıklarında da, 9. ve
10. yüzyıl İslam uygarlığında da, Rönesans
ve Aydınlanma Avrupası’nda da böyle
olmuştur.
20. yüzyılın bilimsel ve teknolojik devrimi
de tek tip düşüncelerle değil, bağımsız
düşünmekten korkmayan aydınlık
kafalarla gerçekleşmiştir. Eğer dünya
bugünkü tek pazar, tek dil, tek tip insan
egemenliğini aşamazsa bizleri
(torunlarımızı) bekleyen çevre felaketleri,
açlık, savaş, kitlesel yok oluş, uzun bir
karanlık çağ olacaktır.
Başka bir deyişle, insan yaratıcılığı için,
yeniden aydınlanma için, bağımsız
düşünebilmek için ulusal dilimizde eğitime
gereksinimimiz vardır.
GENCAY
31
GENCAY
32
HUKUK DEVLETİ GAYESİ VE
DEMOKRASİ
Pirali Çağrı ŞENSOY
“Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyet
Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esaretten”
Fikir dünyamız, birbirine karıştırılmış
mefhumlardan oluşan bir keşmekeş.
Birbirine karıştırılan bu
mefhumlarımızdan ikisi, hiç kuşkusuz:
Demokrasi ve Hukuk’tur.
Tüme varım için bu mefhumların ayrı ayrı
izahlarını yaparsak: Yunanca “dimos”
(cumhur, halk) kelimesi ile “kratos”
(iktidar, egemenlik) kelimesinin
evliliklerinden dünyaya gelen demokrasiyi
“halkın iktidarı” olarak basitçe
tanımlamak mümkündür.
Demokrasi mefhumu üzerine Anayasa
Hukukçuları tarafından geliştirilmiş iki
“Demokrasi Teorisi” bulunmaktadır. Bu
teorilerden ilki olan “Normatif
Demokrasi Teorisi”ne göre demokrasi
yalnızca “halkın iktidarı” değil, aynı
zamanda bu iktidarın kararlarını halkın
istekleri doğrultusunda vermesidir. Bu
anlamda demokrasi, Abraham Lincoln’ün
ifadesiyle “halkın, halk tarafından, halk için
yönetimidir.” Normatif Demokrasi Teorisi,
demokrasi teorilerinin olanı değil, olması
gerekeni olup “bütün güzellikler gibi
dünyada uygulama alanı
bulunmamaktadır”. Demokrasi üzerine
geliştirilen ikinci teori ise “Ampirik
Demokrasi Teorisi”dir. Ampirik
demokrasiler, Normatif Demokrasiye
yaklaşmakla muvaffak olan
demokrasilerdir. Bu anlayışa göre bir
devlete demokratik denilebilmesi için bazı
şartların yerine getirilmiş olması
yeterlidir. Bu şartlar; seçim serbestliği,
birden çok siyasî partinin varlığı,
muhalefetin iktidar olma şansı gibi
şeylerdir.
O zaman denilebilir ki, ideal demokrasiye
ulaşmak mümkün olmadığı için, bir kısım
şartların hukukî temellere dayandırılması
ve etkin siyasal makamların adil yapılan
seçimlerle belirlenmesi dünyada var olan
en ideal demokratik sistemi vücuda getirir.
Buradan çıkarılabilecek bir netice de,
demokratik bir sistemin uygulanabilmesi
için adaletli bir iktidarın ve demokrasi
GENCAY
33
bilincine sahip bir “dimos”un varlığının
zorunluluğudur.
Mefhumlarımızdan ikincisi olan Hukuk
Devleti’ni muhakeme etmeden evvel,
“Hukuk” kelimesi üzerinde duralım.
Arapça “Hak” kelimesinin çoğulu olan
“Hukuk” kelimesi “Haklar” manasına
tekabül etmektedir. “Hak” kelimesi
“Hukuk düzeni tarafından korunan,
kullanılıp kullanılmaması sahibinin
iradesine bırakılan menfaat ve tercihler”
olarak ifade edilebileceğine göre, Hukuk
bu menfaat ve tercihlere saygı
gösterilmesini ve bunların korunmasını
ifade etmektedir. O zaman
mefhumlarımızdan ikincisi olan Hukuk
Devleti’ni Anayasa Mahkemesi’nin bir
kararındaki tanımlamasıyla şöyle ifade
edelim: Hukuk devleti, “İnsan haklarına
saygılı ve bu hakları koruyucu âdil bir
hukuk düzeni kuran ve bunu devam
ettirmekle kendisini yükümlü sayan, bütün
işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı
olan devlettir.”
Birçok Anayasa Hukukçusu Hukuk
Devletini “Polis Devleti’nin karşıtı”
olarak ifade eder. Bir şeyin ne olduğunu
anlatmaktansa, ne olmadığını anlatmanın
faydalı olduğu hususlarda kullanılan bu
metoda göre Hukuk Devleti şöyle
tanımlanabilir: “Kamunun refah ve selameti
için, her türlü önlemi alabilen, bu amaçla
kişilerin hak ve özgürlüklerine alabildiğine
müdahale edebilen, onlara külfetler
yükleyebilen ve fakat tüm bunları yaparken
idaresi hukuka bağlı olmayan” polis
devletinin zıddıdır.
İki mefhumu yeterince izah ettiğimizi
zannederek, asıl mevzumuza dönmek
istiyoruz.
Yukarıda da izahatlarını yaptığımız üzere
“Hukuk Devleti” ile “demokrasi”
birbiriyle alakasız olmayan ve fakat
birbirlerinin yerine de kullanılamayacak
iki mefhumdur. İfade edilebilir ki,
demokrasi Hukuk Devleti olma yolunda
kullanılabilecek bir sistem, hukuk da
Demokrasinin sağlam temeller üzerine
oturup meyvelerini verebilmesini sağlayan
şarttır.
Peki, bu kavramlardan hangisi amaçtır,
hangisi araçtır?
Şüphesiz ki dünyada asıl olan insanın
varlığı ve hürriyetlerdir. Bu sebepten
hukuk kuralları ve kanunlar
yorumlanırken Osmanlı Medenî Kanunu
olan Mecellenin 9. maddesindeki “Sıfat-ı
arızada aslolan ademdir.” (Bir şeyin
sonradan eklenmesinde asıl olan
yokluktur.) ilkesi geçerlidir. Bu maddeden
de yola çıkarak denilebilir ki “yetkiler dar,
hürriyetler geniş yorumlanır”. Demek ki,
sıfat-ı arıza olan devlet karşısında,
GENCAY
34
şahısların hürriyet ve hakları geniş
yorumlanır.
Devletin varlık temellerini, Hüseyin
Hatemî’nin şu ifadelerinde anlıyoruz:
“Devlet diye –somut bireyler, gerçek kişiler
gibi- bir varlık yoktur. Bireyin insan
onurunu ve insan hakkını veren Tanrı’dır.
Ancak; bireyin iradesi de özgür olduğu için,
herkes birbirinin insan onuruna saygı
göstermeyebilir. Hâbil’in karşısına Kabil
çıkabilir. Bu sebepler; insan haklarını –
doğuran değil- tanıyan, buna karşılık bir
“ülke” üzerinde ‘Devlet’ adını verdiğimiz
düzeni –tanıyan değil- doğuran bir
sözleşmeye gerek vardır.” Böyle bir
mecburiyetten “doğmuş” devlet
karşısında kutsal olan ve sahip çıkılması
gereken şahıstır ve şahsın haklarıdır.
Dolayısıyla bir devletin demokratik olup
olmamasından daha ziyade, bir devlette,
şahısların hürriyetlerini hukukî (burada
Hukukî derken pozitif Hukuk kurallarını
değil evrensel olanı ve hatta ondan da öte
ideal hukuku kast ediyoruz.) sınırlar
çerçevesinde kullanabilmelerini ve
insanların insan onuruna yaraşır bir hayat
seviyesinde yaşamalarını arıyoruz. Her ne
kadar demokratik olsalar da; insan
hürriyetlerinin sınırlandırıldığı, insanların
hayat standartlarının düşük olduğu ve
hukukî güvenceleri olmadığı sistemleri
istemiyor ve onlara karşı çıkıyoruz.
Bir devlet düşünsek ki, iktidarı düzenli
aralıkla yapılan ve âdil olduğuna inanılan
bir yöntemle halk tarafından seçilsin, fakat
iktidarı eline aldıktan sonra insan
haklarını ve hürriyetlerini askıya alsın.
Böyle bir devlette yaşamayı herhalde
istemeyiz. (Belki zalim olup ezen tarafta
olmayı isteyenler de çıkacaktır.) Üstelik
demokrasi böyle bir devlette varlığını
ancak seçimden seçime
gösterebilmektedir. Bu devlet, ampirik
manada demokratik fakat bir polis
devletidir. Nihayet Hitler ve Nazi
Almanya’sı bunun güzel bir örneğidir.
Bir devlet de düşünelim ki, yöneticileri
halk tarafından seçilmemiş, hatta bunun
tam zıddı olarak bir haneden halkı
tarafından yönetilir olsun. Fakat bu
devlette insan hakları ve hürriyetleri
meşru çerçevede sınırlandırılmasın, devlet
karşısında şahısların hakları savunulsun.
Faraza ki, devlet başkanı hırsızlık
yaptığında, aklanmak için iktidarını
kullanamasın ve halkla aynı müeyyidelere
tâbi tutulsun. İşte bu devlet ideal bir
devlettir ve her insan bu devlette yaşamak
ister.
Kurduğumuz farazî devletlerden çıkan
sonuç şudur ki, mühim olan iktidar
sahiplerinin nasıl seçildiği değil,
seçildikten sonra insan hak ve
hürriyetlerine verdikleri değerdir. Ütopya
kuracak olursak, ilk işimiz, devletimizin
yöneticilerinin nasıl seçileceğini
belirlemekten önce, insan hak ve
hürriyetlerine saygılı bir sistem tesis
etmek olacaktır. Maksat bu olduktan ve bu
maksada erildikten sonra sistemin
demokratik olup olmamasının da pek bir
anlamı kalmayacaktır.
Namık Kemal’in “Hürriyet Kasidesi”yle
başlamıştık, yine öyle bitirelim:
“Ne mümkün zulm ile bidâd ile imhâ-yı
hürriyet
Çalış idrâki kaldır muktedirsen
âdemiyetten”
GENCAY
35
NÖBETİ DE “KÜRT” MEHMET TUTSUN!
Ahmet KANBUR
Gecikmiş bir yazı...
Bu başlığı ilk okuduğunuzda şaşırdığınıza
eminim. Ben de ilk duyduğumda çok
şaşırmıştım. Daha sonra şaşkınlığım yerini
içimde hissettiğim acılara bıraktı. Hem de
öyle acılar ki ne söylesem, ne anlatsam
yetersiz. Hani der ya Fuzuli: "Söylesem
Tesiri yok, Sussam Gönül Razı Değil " işte
öyle bir hal.
İkindi vaktiydi...
TBMM TV'yi açtım. Her zamanki gibi
hararetli tartışmalar yaşanıyordu (son 12
yılda olduğu gibi). Yine bağrışmalar
çağrışmalar içerisinde kürsüye bir vekil
çıkıp, bir vekil iniyordu. Kürsüye her çıkan
vekil, kendinden önce konuşan vekili
eleştiriyor ve anlatılan konunun aksini
ispatlamaya çalışıyordu. Tartışmalar
olanca hararetiyle devam ederken, konu;
"yolsuzluk olayları ve sonrasında gündemi
bir hayli meşgul eden yeni HSYK
düzenlemesine" geldi. Tabi konu Adalet (!)
olunca, herkes bir anda "mülkün temeli
benim" edasına bürünmeye başladı. Ne de
olsa ülkemizde herkese göre bir adalet
vardı! Her vekil kendi adalet anlayışına
göre yorumlarını ardı ardına dizelerken,
BDP’li Sırrı Sakık meclis başkan vekilinden
söz istedi ve kürsüye geldi.
Konuşmasına beklendiği gibi yolsuzluk
olaylarıyla başlayan vekil ( ! ), konuyu
beklenmedik bir anda "Kürt Meselesine!"
getirdi. Kürt çocuklarının sürekli ezildiğini
hatta sömürüldüğünü anlattı. Zaten bu
ülkede bir tek Kürt çocukları
sömürülüyordu! Eziyet çeken, aşağılanan,
hor görülen hep Kürtlerdi! Konuşmasına
artan şiddetle devam eden vekil, konuyu
sürekli dağıtıyor ve tabiri caiz ise daldan
dala atlıyordu. Belki de bu yaptığı
psikolojik bir harekattı. Ya da bilgisi o
kadar... Bende yüzümde beliren
tebessümler arasında sürekli dağılan
konuları birleştirip bir bütün oluşturmaya
çalışıyordum. Öyle ya, normal zekaya
sahip bir insan için birbirinden bağımsız
konuların toparlanması pek kolay
olmuyordu. Daha sonra zorlandığımı fark
ederek, not tutmak için içeriden kağıt
kalem almaya gittim.
Dedim ya konular olanca hızıyla değişiyor
diye...
GENCAY
36
Kalem ve kâğıdı alıp geldiğimde BDP’li
vekil yine farklı bir konunun
derinliklerindeydi. Ancak bu seferki konu,
öncekilerden çok daha fazla ilgimi
çekmişti. Çünkü konu askerlikti ve vekil
askerlerin yaşadıkları sıkıntılardan
bahsediyordu. Gariban ailelerin
çocuklarının askere gitmek zorunda
olduğunu fakat zengin ailelerin
çocuklarının para karşılığında bu
zaruriyetten kurtulduğunu anlatıyordu.
Bende bu konuşmalar esnasında son
yıllarda yaşanılan süreçleri gözümün
önünden geçirirken, bir anda vekilin
meclis salonuna karşı yaptığı sert
çıkışlarla kendime geldim. Vekil bağırarak
bakan ve başbakan çocuklarının askerlik
yapmadığını haykırıyordu. Yolsuzluk
olayları da ayyuka çıkınca, anlaşılan
sinirleri daha da gerilmişti.
Konuşma süresi gittikçe kısalıyor ve bu
sebeple cümlelerini olanca hızıyla ardı
ardına sıralıyordu. Kabinedeki bakan
çocuklarının askerden kaçtıklarını
söylerken, belki de tarihe geçecek bir
cümle çıkıvermişti ağzından. Bir anda "
sizin çocuklarınız zevk-i sefa içinde gezsin,
diğer taraftan Kürt Mehmet nöbete "
demişti. Bizim ülküsü için gözünü
kırpmadan canını feda eden ve bu
toprakları bize vatan yapan
Mehmetçiğimiz artık Kürt olmuştu.
Böylece son yıllarda yitirdiğimiz değerlere
bir yenisi daha eklenmişti. Aslında olacağı
da buydu. Sen sahip çıkmazsan, savunacak
değerlerinde işte böyle elinden uçup
gidecekti. Anadolu'nun fethinden tutunda,
büyük Türk kumandanı Selahattin
Eyyübi'ya kadar olan bütün değerlerimiz
bir kenara hiç bir değerin yitirilmesi beni
bu kadar etkilememişti.
Peki, bundan sonra...
Ne yalan söyleyeyim, korkularım gittikçe
artmaya başladı. Yarın bir gün Oğuz
Kağan'ın Kürt olduğunu ve bizim
inandığımız bütün değerlerin aslında
Kürtler tarafından gerçekleştirildiğini
ispatlamaya kalkarlarsa şaşırmayacağım.
Çanakkale'de bizde vardık diyebilen bir
zihniyetten beklenebilecek başka ne var
ki! Bir Türk evladı olarak bize düşen, bu
değerlerin savunulması ve gelecek
nesillere aynı tazeliğiyle aktarılmasıdır.
Her bir vatan evladının davasını müdafaa
mecburiyeti doğmuştur ve vazifeye
koyulmak için hiç bir şart
beklenmemelidir.
Ne diyelim; Tanrı Türk'ü asıl şimdi
korusun...
Bu vesile ile 4 Nisan 1997 tarihinde
ahirete göç eden cennet mekân
Başbuğ'umuz Alparslan TÜRKEŞ
beyefendiyi saygıyla anıyoruz. Ruhu şad,
mekanı uçmağ olsun…
GENCAY
37
GENCAY
38
ANADİLDE EĞİTİM ÜZERİNE
ODAKLANDIRILMIŞ BİR BÜYÜK PROJE
Durmuş HOCAOĞLU
Girizgâh: Eğitim, Dil ve Siyâset Üzerine
Türkiye'de son zamanlarda yaşadığımız
çok dikkat çekici gelişmelerden birisi de
hiç şüphesiz, "Eğitim" konusundadır.
Ancak, burada sözünü etmiş olduğumuz
Eğitim tartışmaları, daha iyi, daha yüksek
kaliteli, daha yüksek seviyeli bir eğitim
konusunda değil, bambaşka bir konuda
odaklanmış bulunmaktadır: "Anadil'de
Eğitim".
Türk kamuoyunu hegemonyası altında
tutan gayri millî Medya'nın adetâ
balıklamasına daldığı ve ateşli taraftarı
kesildiği bu konu, zâhiren son derece
mâsûm bir insânî hak talebini müdâfaa
eder görünmektedir. Ama acaba hakîkat
zâhirdeki gibi midir; diğer bir ifâdeyle, bu
tartışmalarda gürültülü ve harâretli bir
biçimde işlenen bu konunun zâhiri ile
bâtını bir ve aynı mıdır? Daha da açıkça
soracak olursak, acaba, "Ana Dil'de Eğitim"
sloganı gerçekte ne anlama gelmektedir?
***
Öncelikle bilmek gerektir ki, Dil bir
ifâdedir; bir kişinin ve/ya bir toplumun
kendisini tanıma, tanıtma, tanımlama ve
dışlaştırma, kısacası "ifade" vâsıtasıdır.
Fakat Dil ile ilgilenen herkesin bildiği bir
başka ve mühim gerçek daha vardır: Dil,
aynı zamanda siyâsetin de taşıyıcısıdır.
Çünkü Siyâset de, başka türden bir ifâde ve
dışlaştırmadır. Bu îtibarla Dil ve Siyâset
çok yerde örtüşür. Yâni, Dil, kendisini en
basit ihtiyaçlar düzleminden en yüksek
beşerî faaliyetler düzlemine varıncaya dek,
kesintisiz bir şekilde, bütün beşerî
alanlarda ortaya koymaktadır. Bunu şu
şekilde de ifâde edebiliriz: Dili bizzat ve
bizâtihî "kendisi olarak" bir değer ve
anlam ifâde etmez; zîra, O, kendisini aşan
başka bâzı şeyler için vardır.
Şu hâlde, fazla teferruâta girişmeksizin
diyebiliriz ki, "dil" ve "dil ile haklar"dan
söz eden herkes, doğrudan ya da dolaylı
olarak, şu veya bu şekilde, "siyâset"
alanına girmiş olmaktadır. Zîra, nasıl ki
"tek kişilik dil" diye bir vâkıa yoksa, yâni
Dil mutlaka bir içtimâî hayatın mahsûlü
ise, Siyâset de aynı şekilde bir içtimâî
hayatın mahsûlüdür. Nasıl ki iki kişiden
oluşan mikro bir cemiyette bile Dil
doğarsa, yine aynı iki kişiden oluşan mikro
bir cemiyette bile Siyâset doğar. O sebeple,
burada, bu "siyâset" alanına girmek"
ibâresi, mücerret planda menfî bir mânâda
kullanılmış değildir: Siyâset Alanı'na
girmek, yine hiç şüphesiz ki mücerret
mânasıyla her insanın en tabiî hakkıdır;
hatta bir adım daha atarak diyebiliriz ki
vazîfesidir de. Çünkü Siyâset, insanların
insanlar üzerine yaptığı bir ameliyedir;
binâenaleyh, akıl bâliğ, reşîd ve hür
insanların kendileri üzerine yapılan
ameliyeler karşısında pasif ve muattal
kalmaları ne câizdir ve ne de şâyân-ı
tavsiye.
GENCAY
39
Fakat Siyâset Alanı'na girmek, Siyâset'in
bütün problemleriyle yüzyüze gelmek
demek olduğu gibi, aynı zamanda, yeni
problemler yaratmak demektir de.
İmdi: Her insanın, kimliğini (identity),
kişiliğini (personality) ve kendiliğini
(selfness) ifâde etmede (manifestation)
kendisini dışlaştırmada (objectivation)
muayyen bir dili (lisân; language) referans
olarak almasının, salt mücerret nokta-i
nazardan bakıldıkta tabiî hakkı olduğunu
tartışma konusu hâline getiremeyiz; bu
tabiî hak, "hürriyet"in kaçınılamaz bir
sonucu olarak kabûl edilmelidir. Fakat
işbu tabiî hak, mücerretler düzleminden
müşahhaslar düzlemine taşınınca şekil
değiştirmektedir. Evet, şekil
değiştirmektedir; çünkü müşahhaslar
planı "siyâset" demektir ve yukarıda da
kısaca zikrettiğimiz veçhiyle, Siyâset
Alanı'na girmek aynı zamanda problemler
yaratmak demektir.
Bu söz konusu problemler, yerine göre,
hayâtî ehemmiyeti hâiz çok ciddî
boyutlara kadar ulaşabilecek
problemlerdir. Çünkü Siyâset, mâhiyeti
îcâbı, romantizme ve platonik fikirlere
fazla tahammülü olmayan bir alandır; yine
çünkü, O, Siyâset Alanı, esas olarak
öncelikle ve behemehâl bir "menfaatler
alanı"dır. Menfaat denince de hemen öne
çıkan ilk şey, "menfaatler çatışması"
olmaktadır. Yâni Siyâset Alanı, kaçınılamaz
olarak, menfaatler çatışması yaratmaya
müheyyâ be müstâid bir var-oluş alanıdır.
Şu hâlde, Dil ile Siyâset Alanı'na girince,
Dil'den kaynaklanan bütün problemler,
işbu menfaatler çatışması alanın girmiş
olacağı gibi kendisi de yeni ve diğer birçok
şeyden radikal olarak farklı ve hattâ diğer
birçok çatışmaları da birlikte sürükleyen,
onları tetikleyen problemler ve çatışmalar
doğuracaktır.
Dil'in bu özelliği, O'nun mâsûm yüzünün
altında duran muazzam gücünden ileri
gelmektedir: Dil, kişilerin ve toplumların
kendilerini ifâde ve dışlaştırmasının bir
vâsıtası olduğu gibi, bunlarla birlikte ve
bunları aşarak, siyâsî bir ifâde ve siyâsî bir
dışlaştırmanın da vâsıtasıdır. Binâenaleyh,
"farklı diller"e dayalı birçok talepler, bu
"farklı diller"e müstenîd "farklı siyâsî
talepler" demektir. Buradaki "farklılık"
şâyet bir "kesişme"ye dönüşecek olursa,
buradan da yine kaçınılamaz bir sûrette
kesişen siyâsî talepler ve bu taleplerden
mütevellîd çatışmalar da ortaya çıkacaktır.
***
İmdi; uzunca bir müddetten beri
Türkiye'de mütemâdiyen sıcak gündemde
tutulan "ana dilde eğitim ve yayın"
konularının işte bu çerçevede mütâlea
edilmesi gerekmektedir. Zîra, söz konusu
edilen husus, gerek zâtî mâhiyeti ve
gerekse de bu teklifleri ileri sürünlerin
sâbıkalı ve meşkûk hâlleri ve mâzîleri
îtibâriyle saf ve mücerret bir mâsum talep
olmanın çok ötesinde bir şey olduğunu en
başında kör-kör parmağım gözüne
dercesine ortaya sermektedir.
Nedir bu "saf ve mücerret bir mâsum talep
olmayan şey" derseniz kısaca söyleyelim:
Anadil'de eğitim ve benzeri talepler,
ülkemizde "birden fazla halk" yaratmanın
mâsûm görünüşlü talepleridir; tam
anlamıyla bir "tehlikeli alâka"! Çünkü
"birden fazla halk yaratmak" da kendisini
aşan başka bir şeye yöneliktir; neye
GENCAY
40
yönelik olduğunu bu yazıda perde-perde
açacağız.
Fakat bu talepleri gündeme taşıyan ve
gündemde tutan kişileri başarıya
götürecek olan en mühim husus, Türk
Kamuoyu'nun zekâsına ve kavrayış gücüne
karşı duydukları adetâ sınırsız güven
duygusudur; müsbet değil menfî bir güven
duygusu! Daha açıkçası: Türk
Kamuoyu'nun, gözlerinin içine baka-baka
uyutulabileceğine dâir peşîn bir hüküm.
***
Aşağıdaki satırlarda, hiç de yeni ve orijinal
olmayan bu gibi girişimler ve Türk
Kamuoyu hakkındaki bu peşin hüküm
hakkında, bundan yaklaşık ikibuçuk yıl
önce Ayyıldız gazetesinde dört gün üstüste
kaleme aldığım dört ayrı yazının
günümüze göre bir miktar tevsi' ve
yeniden tertîb edilmiş şeklini takdîm
edeceğim.[*]
Bölüm I: Mâsûm Bir Talep ve Türklerin
Zekâ Testi
Anadil'de Eğitim tartışmalarındaki uslûp,
aslında hiç de yeni ve orijinal değil.
Benzeri birçok girişim ve tartışmadan
birisini de bundan takrîben ikibuçuk yıl
kadar önce yaşamıştık. 1999 yılının ekim
ayının ilk haftasında da, bir grup
"Türkiyeli" ve "yabancı" (doğrusu
"yabancı" yâni stranger değil "ecnebî" yânî
foreigner olmalıdır) aydın ve yazar
tarafından bir deklarasyon yayınlanmıştı.
Altmış kadar imza sâhibinden "Türkiye'li"
olanların da aslında "yabancı" (başka tür
bir yabancı; "alien") olduğu bu
deklarasyon üç aylık bir hazırlık
çalışmasının ürünü idi ve listede hayli
"ünlü" isimler mevcuttu.
İmza sâhipleri arasında bulunan,
Fransa'nın eski kültür bakanı Jack Lang
tarafından "yüzyılın son önemli
deklerasyonu" olarak nitelendirildiği
belirtilen bu bildiride Türkiye'deki Kürtler
ve Kürt ve/ya Güneydoğu sorununa temâs
ediliyor - burada işbu 'sorun' maymuncuk
(veya joker) kelimesini, ihtivâ ettiği
karmakarışık anlamları dolayısıyla tercîh
ettim - ve Kürtlerin Türkiye'den bir tek
istediğinin bulunduğu belirtiliyordu:
"Türkiye Cumhuriyeti'nin birliği içinde
kendi dili ve kültürel kimliğiyle yaşayan
özgür birer vatandaşı olabilmek. Kendi dili
Kürtçe ile okuyup, yazıp, eğitim
görebilmek. Özgün kültürel kimliğiyle
yaşamak, çalışmak ve hizmet etmek."
Zâhiren oldukça "soft ve light" olan bu
mâsûm talebin arkasından, hakîkatin
bâtınını pek de gizlemeye lüzum
görmeyecek kadar pervâsızlaşmış, pamuk
bandajlara sarılmış "hard ve heavy" bir
gizli tehdit müstekreh bir şekilde
sırıtmakta idi: "Şiddetle ne devletin
Kürtleri Türkleştirmesi mümkündür, ne de
Kürtlerin haklarına kavuşmaları"
İşte, bu dahi, bize, hakîkatin zâhiri ile
bâtınının, yâni görünür veçhesi ile
derinlerdeki asıl yüzünün nasıl olup
neredeyse birbiri ile kâmilen alâkasız
şekilde farklılaşabileceğini bil-bedâhe
isbâta muktedirdir: Mes'ele aynıdır:
"Gönül ne kahve ister ne kahvehâne /
Gönül sohbet ister, kahve bahâne" diyen
hikmetli darb-ı meselde ifâde edilmiş
olduğu veçhiyle, gönül ne eğitim
istemektedir ne de başka bir şey; gönül
siyâsî talep arzetmektedir, eğitim-meğitim
bahâne! Hattâ buna "arzetmek" demek
dahi mes'eleyi idrâk etmenin uzağında
durmaktan başka bir mânâ
GENCAY
41
taşımayacaktır; akıllı beylerin yaptığı
düpe-düz bir "siyâsî talep dayatması"dır.
Çünkü, o zaman olduğu gibi bugün de
uslûp aynıdır: "Ya talebimizi kabûl
edersiniz, ya da..."
"Ya da ne?"
Hele bir reddediniz, o zaman görürsünüz!
Ama biz "şimdilik" kaydıyla bu "tehdit"
faslını geçelim; zîra, hem başlı-başına ve
ap-ayrı konudur ve hem de âsî Kürd'ün
dişinin Kurd'a geçmediğini herkes
bilmektedir; ama 'soft ve light talep'
önemli; iki sebepten dolayı:
Bir: Metod olarak önemli; zîra, tarihî
tecrübe ile sâbittir ki, iyi hesaplanmış
yumuşak talepler sert tehditlerden daha
müessîrdir; hassaten Biz Türkler için.
İki: Konu olarak da önemli; zîra, dile
getirilen talep, hakîkat hâlde, zâtı îtibâriyle
fevkalâde ciddî, espri ile uyutulabilecek,
görmezlikten gelinemeyecek, çözmedikçe
de kördüğüm olacak kadar ciddî bir
konuya temas etmektedir.
Evet, tehdit faslını geçelim ve hepimizin
mâlûmu olan işbu talebe bakalım:
"Anadil'de Eğitim", veya daha sahîh
ismiyle "Kürtçe Eğitim" talebi. Bu talep,
görünürde sâdece ve yalnız bundan ibâret;
tabiî ki sâdece "şimdilik"
kaydıyla.Metodun hârikulâdeliği de
burada zâten: Sâdece şimdilik ve sâdece
bu kadarcık!
Doğrusu ince-elenip sık dokunarak
tatbîkata konmaya baaşlanmış olan bu
projenin hesâbı oldukça derin, zekî, ince
bir hesaptır ve öyle görünüyor ki Biz
Türkler'in iki hassasının varsayımı üzerine
kurulmuş bulunmaktadır. Bu varsayıma
göre:
Bir: Türkler, konu "vatan" - Batı dillerinde
bire-bir karşılığı bulunmayan bir terimdir
bu - olunca çok sarp ve döğüşken olurlar;
bu deli heriflerin elinden zorla toprak
alınmaz; filvâkî, bilhassa İkinci Harp'ten
sonra yumuşayıp ciddî bir recüliyyet
krizine giren Evropa'da herhangi bir
ülkenin başına musallat olsaydı on kere
pes edip masaya oturacağı bir PKK
belâsına bu adamlar bana mısın
demiyorlar; ekonomilerini batırma
bahâsına, fidan gençlerinin tâze
bedenlerini gözünü kırpmadan toprağa
serme bahâsına, Güneydoğu'nun tamâmını
taşıyla toprağıyla satsak bu masrafa değer
mi değmez mi diye hesap etmeden silâha
silâhla karşılık veriyorlar; vur Allah vur -
iyi de vuruyorlar hani!. Aslında bu yolu
tümden kapatmaksızın yine de açık
tutmakta fayda var; meselâ ne olur ne
olmaz, Türkiye'nin pek de şimdilik hiç
görünürde olmayan büyük bir belâya
dûçâr edilmesi - Afganistanlaştırılma gibi,
Iraklaştırılma, Yugoslavlaştırılma gibi ve
buna benzer belâlar - durumunda çok işe
yarayacağı muhakkaktır; tarihte
kaybettiğimiz toprakların büyük kısmı
elimizden böyle çıkmadı mı nitekim;
Bulgar'ın veya Yunan'ın haddine miydi
Türk'ün pençesinden toprak koparmak!..
Onun için savaş baltalarını hepten toprağa
gömmek yerine silip-temizleyerek,
yağlayarak, hîn-i hâcette der-akab ellerin
uzanıp kavrayacağı kadar yakın ve
emniyet altında olacağı bir yerde
bulundurmakta fayda var.
Lâkin; bu ihtimâle de bu şekilde açık bir
kapı bulundurmakla berâber şimdilik bir
GENCAY
42
işe yaramayacağı için, Türklerin daha
sağlam ve emîn netîceler almaya imkân
veren ikinci özelliğine bakalım.
İki: Türkler ne kadar sarp ve döğüşken ise,
bir o kadar da aptaldır; derin siyâsetten,
ince işlerden anlamazlar. Türk'ten zor-u
bâzu ile alamadığını yağ çekerek, tabasbus
ederek, yaltaklanarak, hîle ve hud'a ile
alırsın. Çünküler çünküsü, Türk "saf"tır,
"ağa"dır, "bey"dir; O'na "ağam" de,
"beyim" de, gözünün kaymağını ye; "ağam"
de, "beyim" de, malını elinden al!
İmdi: İşbu faraziyenin hesâbına nazaran,
Türkler nasıl olsa "aptal" ya; "şimdilik ve
sâdece bu kadarcık" bir mâsum talebin
arkasından nelerin geleceğini anlayamaz.
Bunun için konu "toprak" - yâni vatan -
olursa Türklerle sakın sert ve ağır (hard ve
heavy), yâni dik-dik konuşma; yoksa
adamların gözleri dönmeye başlıyor;
yumuşak ve hafif (soft ve light) konuş ve
şöyle de: "Ağam! Beyim! İki gözüm kör
olup önüme aksın kötü bir niyetim varsa;
ben sâdece ve şimdilik... /...hem de çok
sevdiğim Türkiye'nin uygar dünyada hak
ettiği yerini alması ve töhmet altında
kalmaması için..." O zaman kuvvetle
umulur ki bu aptal Türkler şöyle
diyecektir: "Yâhû! Çok ağladı garîbim;
verelim gitsin; n'olacak ki. Hem zâten
adamlar da kötü niyetli değilmiş;
Türkiye'nin iyiliği için bu işi yaptıklarına
yemîn ediyorlar; üstelik Türkiye de
bundan yıkılmazmış canım; üstelik, lâf
aramızda, bizim kulağımıza da dediler ki,
eğitim hakkı versen de ne olur; hiçbir Kürt,
çocuğuna Kürtçe eğitim verdirmek
istemezmiş; ya Türkçe ya da en iyisi
İngilizce istermiş: Yok, yok! Bunda bir
kötülük yok; adamların niyeti hâlis;
maksat Türkiye kurtulsun; öyle diyorlar
vallahi..."
***
Acaba bu varsayımlar nice doğru?
Aziz Nesin'den beri nedense Türkler'in
aptallığı hayli mevzû edilir oldu. Yoksa
farkında değiliz de, biz Türkler dışarıdan
bakılınca hakîkaten aptal mı görünüyoruz?
Bir durup tefekkür edelim. Buradan iki
ihtimâl çıkar:
Bir: Biz Türkler hakîkaten aptalızdır; imdi,
eğer öyle ise, mahvolduk demektir; ama
velâkin, aptal olsaydık aptal olduğumuzu
anlayamazdık. O hâlde bu ihtimâlin doğru
olmaması iktizâ eder.
İki: Biz Türkler aptal değilizdir de
dışarıdan öyle görünüyoruzdur; o zaman
öyle görenler belki mahvolmuştur
diyemeyebiliriz, ama salaktırlar ve
ziyandadırlar diyebiliriz. Akıllı olup da
dışarıya aptal görüntüsü vermek sâfî
hakîkat ve hikmet nokta-i nazarından
değilse de siyâseten daha efdâldir.
Fakat fikrimce, bunlara şu ihtimâli de
eklemek mümkün olsa gerektir: Biz
Türkler aptal değiliz; amma "saf"ız ve dahi
"ganî gönüllü"yüz. Saflığımız bugüne kadar
çok kullanıldı, düpedüz istismâr edildi;
ganî gönüllülüğümüz de öyle. Saflığımız da
ganî gönüllülüğümüz de, kötülüğe ve hîle
ve hud'aya pek bulaşmamış bir kültürden,
Gladio (Şövalye; Alp) ve Imperium
(Saltanat) kültüründen neş'et etmektedir.
Hîle ve hud'a ise her türlü mel'anet ve
habâsetin bağrında yeşermesine müsâit
kötü bir vasat olan Vendetta (İntikam)
kültüründen ve onun bir uzantısı olan
"Eşkıyâ" kültüründen gelmektedir. Gladio
GENCAY
43
kültüründen "asker ve ordu" çıkar,
Vendetta kültüründen ise Eşkıyâ!
Gladiatorlar devlet kurar ve hükmederler;
Vendettorlar ise "eşkıyâ çetesi" kurarlar,
hırsızlık, soygun, talan ve çapul yaparlar
ve sürekli olarak da Gladiatorlar'dan sopa
yerler ve mutlak büyük bir gücün - ki bu
büyük güç de ekseriyetle bir Gladiator
gücüdür - hâkimiyeti altında yaşarlar.
Gladiatorlar, Fukuyama'nın tâbiri ile
"tarihin sonu"na ulaşırlar, Vendettorlar ise
tarihe gömülüp kalırlar. Gladiator'lar
(Alp'ler) açık dövüşürler, güçlerine çok
güvenirler ve bunun netîcesi olarak da pek
ince hesap yapmazlar, yapamazlar;
Vendettor'lar ise güç yetmezliğine binâen
açık dövüş(e)mezler, yüzden ve cepheden
değil arkadan dövüşürler, arkadan
vururlar; yakalanınca da açık yüzlü ve açık
dövüşen Gladiotor'un istismâra müsâit
ganî gönlüne sığınırlar; onların önünde
yerlere kapanmaktan hazer etmezler;
çünkü Vendettor için haysiyet derûnî bir
mânâ taşımaz.
Bence bu ihtimâli daha bir göz önünde
tutmakta fayda var.
Bu ihtimâllere bir de, çok muhtasaran, şu
zeyli düşmek isterim: Adına "Türk
İntelijansiyası" denen karmakarışık, amorf
kitle, büyük kısmı îtibâriyle, aslında "Türk"
nâmını taşımaya ehliyetli olmayan basit,
sığ, birkısmı mâhiyet meçhûl, yüzünün
büyük bölümü karanlıklara gömülü ve
dahi çok müessîr bir kısmı da "suyun öte
yakası"na âit olan bir gûnâ âdemler
cemâatidir. Böyle bir gürûhtan,
Türkiye'nin ve Türklerin hayrına olacak
şeyler ummak nâfiledir.
Böyle hayırların potansiyel olarak
umulması mümkün ve muhtemel olan bir
diğer Türk İntelijansiyası ise, üzerindeki
tezek kokusu beşyüz metreden burun
direğini kıracak mertebede köylü
olduğundan nâşî bu potansiyelin kaale
alınmaya müstahak bir aktüel hâle
tahavvülünü de uzunca bir müddet hesâba
katmanın doğru olmayacağı
kanâatindeyim.
Bu zeyle "siyâset erbâbı"nı dâhil etmeye
şimdilik niyetim yok; amma, asıl
problemin, temizlenmesi asla mümkün
olmayan, bütün kötülüklerin döl yatağı
olan bu alanda olduğunu da söylemeden
geçemeyeceğim.
***
Şimdi konuyu biraz daha genişleterek
tahlîl etmek üzere ikinci bölüme geçelim.
Bölüm II: "Büyük Proje"nin Özlü Bir
Tahlîli
Şimdi bir kere daha ve vurgu ile ele
almakta fayda var: Türkiye'de siyâsî
etnikçilik hareketlerinin hemen-hemen
bidâyetinden beri bir manivelâ gibi
kullandığı ve üzerinde ısrarla durduğu en
önemli konulardan başında geleni
"Anadil'de Eğitim"dir.
Konu mücerret şekliyle ele alındığında sâfî
bir insanlık hakkı olmaktadır; el-hak,
öyledir de. Fakat siyâset nokta-i
nazarından ele alındığında vazıyet tepeden
tırnağa değişmektedir. Paradoksal ve/ya
çatışkın yâhut çelişkin gibi görünen bu
durum, Siyâset'in tabiatından ileri
gelmektedir. Zîra, mükerreren belirtelim
ki, Siyâset, mücerret, romantik, ideal bir
zihnî egzersiz alanı değildir; Siyâset, bir
hâkimiyetler ve menfâatlar çekişmesi
alanıdır. Siyâset'in en ziyâde tenkîd ve
GENCAY
44
hattâ takbîh ve dahi tel'în edilen tarafı
budur; bu tür ağır ithamların mücerret
mânâda pek yersiz ve boş olduğu da
söylenemez; ama ne yapalım ki Siyâset de
budur. Siyâset, Hayat'ın bizzat kendisidir;
Hayat ise Platon'un Semâvat'ta var-
olduğunu farzettiği ve Yer'de de bir
benzerini inşâ etmeyi tahayyül ettiği İdeal
Düzen ile hiç uyuşmakta değildir; Esâsen
Platon'un kendisi dahi "İdeal" kavramını
"en iyi" anlamında değil, "ulaşılamayacak
kadar iyi, elde edilemeyecek kadar
mükemmel" olarak târif etmektedir. Hayat
budur; elde edilemeyecek kadar kusursuz
olan değil, elde edilendir, elde edilenin
kendisidir; o sebeple kusurludur, İyi'nin
yanında Kötü de aynı hayâtın içinde
birlikte mündemiçtir; Hayat, iyiliklerden
ve kötülüklerden, çatışkılardan,
çelişkilerden oluşur; Hayat aynı zamanda
Kötülük'ün bütün tohumlarını da içinde
taşır.
İmdi; Anadil'de Eğitim talebi, gayr-i kaabil-
i içtinab bir sûrette bizi gerçekler
dünyasına, Hayat'a Siyâset'e
götürmektedir; çünkü böyle bir talep,
Resmî Eğitim Dili konusuna müteveccihtir.
Çünküler çünküsü, asıl hedefi odur.
Resmî Eğitim Dili konusunu da sâfî
mücerret bir düzlemde değil siyâsî
düzlemde ele aldığımızda - ki öyle
almalıyız - şu taş gibi katı ve sert gerçeklik
ile karşılaşmakta olduğumuzu göreceğiz:
Resmî Eğitim Dili, doğrudan-doğruya
siyâsettir; Siyâset'in ta kendisi; hem de en
radikal esaslarından birisi.
Zîra, bütün zamanlar boyunca da
ehemmiyetli olmakla berâber, bilhassa
günümüz modern devlet modellerinin aslî
şeklini oluşturan Ulus-Devlet ile birlikte,
resmî dil ve ona bağlı olarak resmî eğitim
dili fevkalâde büyük bir ehemmiyet
kesbetmiş bulunmaktadır ki bu da şöyle
özetlenebilir: Bir ülkede "resmî eğitim
dili", başka hiçbirş ey değil, "hükümranlık
sembolü"dür.
Bu açıdan, bir ülkenin "resmî eğitim dili"
ile "resmî dili" fonksiyonellik açısından
özdeştir; tamâmiyle ve bire-bir özdeştir.
Bu sebeple, resmî eğitim dili değişimi
talebinde bulunmak, hükümranlık
değişimi talebinde bulunmak demektir.
Şimdi bu noktada gözleri asıl konuya
çevirmeye başlamanın lâzım geldiğini
ihtâr etmeliyiz: Türkiye'de siyâsî
Kürtçülük cereyanının en başından beri
yöneldiği ve bu açıdan çok ciddîye
alınması şart olan büyük bir hedefi
bulunmaktadır: Türkiye'yi, "iki dilli, iki
halklı" bir ülke olarak önce fiîlen ve sonra
da hukuken tescîl ettirmek: "Türk Dili ve
Kürt Dili" ve "Türk Halkı ve Kürt Halkı". Bu
büyük gayenin gerçekliğe taşınabilmesi
için, en etkili silahların başında Kürtçe
Eğitim'in tescîli gelmektedir; yâni, Kürt
dilinde eğitim, sâdece bir paravanadır.
Yoksa, bu teklîfi ileri sürenlerin kaahır
ekseriyetinin maksadı bu dil ile gerçek bir
eğitim yapılması değil, Türkiye'nin, iki dilli
bir ülke olduğunun tescîl edilmesidir.
Mükerreren ve vurgulayarak söylüyorum:
Bu vazıyeti bir defa tescîl ettirdikten
sonra, bir tek kişinin Kürtçe dilinde eğitim
görmemesi dahi zerre kadar ehemmiyet
taşımayacaktır; çünkü maksat bu değildir!
Çünkü asıl maksat, azar-azar, safha,
kademe-kademe geliştirilecek olan büyük
bir projedir.
Bu büyük projenin mîmarlarının - asıl
mîmarların, yâni büyük patronların
GENCAY
45
başkası olduğu kanâatindeyim; bizdeki
taşeronların öyle büyük projelere
soyunacak zekâ ve diğer kaabiliyetlerinin
bulunduğunu düşünmüyorum bile -
Bouterweck'in bir felsefî prensip şeklinde
ifâde ettiği şu siyâset kuralını çok iyi
bildikleri anlaşılıyor: "Bir kamışı aşırı
derecede bükerseniz kırılır; çok isteyen azı
da bulamaz".
***
Şâyet bu büyük projenin bu ilk safhası, İç
Kamuoyu - yâni onların aptal telâkkî ettiği
biz Türkler'in kamuoyu - ve "ricâl-i devlet"
pasifize edilerek gerçekleştirilebilecek
olursa, diğer safhalar çorap söküğü gibi
kendiliğinden gelecektir.
Safahatı sıralayalım:
1. Safha, Kürtçe'nin eğitimde Türkçe'nin
yanında ikinci resmî dil olarak tescîlidir;
bu safha, bu büyük projenin giriş kapısıdır;
2. Safha'da sıra, Kürtçe'nin mahkemelerde
Türkçe'nin yanında ikinci resmî dil olarak
tescîline gelecektir;
3. Safha'da, ilk ikisinin tamamlanmış
olması ile, Türkiye'nin Türkçe ve Kürtçe
diye iki ayrı dil sâhibi olan Türk ve Kürt
adlı iki ayrı halktan oluştuğu da "de facto"
(fiîlen) tescîl edilmiş olacaktır. Artık
Türkiye bir üniter ülke değildir, o iş
bitmiştir. Zîra, iki dilli ve iki halklı bir
ülkenin hâlâ "üniter" sıfatı ile muttasîf
olduğunun iddia edilmesi abesle iştigalden
başka bir şey olamaz. Bakmayınız siz bu
zekâ küplerinin "ama biz Türkiye'nin
üniter yapısının bozulmasına karşıyız,
efendim" diyerek tatlı dille konuşmalarına;
bu sözler önce biz Türklerin zekâsını
ciddîye almamanın ve sonra da daha
keskin zekâ oyunlarının alâmetidir.
4. Safha'da sıra, Türkiye'nin ikili yapısının
"de facto" (fiîlî) tescîlinin "de jura"
(hukukî) tescîline gelecektir. En önemli
safha budur ve muhtemelen şöyle
olacaktır: Türkiye Cumhuriyeti
Anayasası'nda çok köklü bir tâdilât
yapılarak şu meâlde hükümler konacaktır:
1: Türkiye Cumhuriyeti, Türk ve Kürt
halklarından oluşmuş bir devlettir.
2: Türkiye Cumhuriyeti'nin resmî dilleri
Türkçe ve Kürtçe'dir.
***
Hârika! Hakîkaten hârika!
Efendiler; bu safhadan îtibâren, artık
"Türkiye", "Türkiye" değildir; haberiniz
olsun ve dahi geçmiş olsun! Zâten,
kat'iyete yakın bir ihtimâl-i gaalibe ile
birgün sıra onun adına ve bayrağına da
gelecektir; buraya kadar getiren bu
noktada bırakmaz; ama henüz vakit
erkendir. Bouterweck'i hâtırlayınız:
Kamışı kırmamak için onu sonuna kadar
bükmemek gerektir. Bu metodun o kadar
filozofça olmayan âmiyâne ismi "Salam
Metodu"dur ki Salam'ın yenme şeklinden
mülhemdir: Salam'ı bütün olarak birden
ağzına atan, tıkanıp fücceten gidebilir; ol
sebepten nâşî, dilimlemek evlâdır.
Bölüm III: "Büyük Proje"nin Final
Safhası
Bundan önceki bölümde çok ince
hesaplara müstenîd bir "büyük proje"nin
adım-adım yürütülecek ilk dört safhasını
irdelemiştik. Şimdiki bundan sonraki
safhaları ve finali ele alalım:
GENCAY
46
5. Safha'da sıra, 4. safhada söz konusu
ettiğimiz Anayasa değişikliği ile dönülmesi
çok zor ve hattâ imkânsız bir yola girmiş
olan Türkiye'nin idârî (administratif)
yapısının "üniter" (bütüncül) sistemden
"federatif" sisteme tebdîl edilmesi
olacaktır. Bu değişiklik dahi çok radikal
olacağı için muhtemelen birden teşebbüs
edilmeyecektir; bu dilim hâlâ boğaza
takılabilecek kadar kalındır; biraz daha
inceltmek lâzım gelmektedir. Evet, bu hâlâ,
ağzına atanın ağzını ilelebed
kapattırabilecek kadar kalın bir dilimdir;
çünkü zâten Anayasa değişikliği ile çok
radikal bir değişim sürecine adım atmış
olmakla ciddî bir rahatsızlık ortamının
husûle geleceği âşikâr olan Türkiye'de sert
bir şekilde federatif sisteme geçiş şiddetli
bir tepki doğurabilir; henüz hazım sıkıntısı
çeken Türkler uyanıp "neler oluyor, yâhû"
diyebilirler; bu sebebe binâen Türk
kamuoyunun - artık bu ülkede bir önceki
safhadan îtibâren birbirine zıt ve hattâ
cepheleşmiş iki ayrı ve farklı kamuoyu
bulunduğunu da içimize sindirecek kadar
geniş mîdeli olmaklığımız gerekir - bir
müddet daha zihin alıştırmasına ihtiyâcı
vardır; damardan iğne yapılırken
şırınganın birden boşaltılmaması gibidir
bu. Ne gibi derseniz, meselâ, bir vakitler
"Türkiye'nin federasyonu tartışmaya
alışması lâzım" diyerek damardan ağır-
ağır federasyon enjeksiyonu yapmaya
kalkışan, bu bahtsız memleketin kaderine
senelerce hükmedebilecek en tepeleri işgal
etmiş, görülmemiş derecede vatan-perver
bir hipnozcu ve iğneci "tonton amca" gibi.
***
İmdi; üniter yapıdan federatif yapıya,
"Türkiye Cumhuriyeti"nden "Türkiye
Federal Cumhuriyeti"ne geçişin hukukî
sürecinin şu şekilde olacağını tahmîn
ediyorum:
1: Mahallî İdâreler Reformu yapılarak,
Merkezî Sistem aşamalar hâlinde
dağıtılacaktır. Bunun için bugün de
tedâvüle sürülen çok kurnaz gerekçe(ler)
özetle şu şekilde olacaktır:
a: Türkiye'de merkezî idârenin gerçekten
de rezâlet seviyesindeki hımbıllığı ve
hantallığı çok ciddî ve haklı tutamakları da
olabilen, ama arkasında başka hesaplar
saklayan bir gerekçe olarak öne sürülecek,
ve "yerinde yönetim" sloganı ile Türk
Kamuoyu (eğer hâlâ öyle bir kamuoyu
kalmışsa) ve Devlet pasifize edilecektir.
b: Ayrıca, hepimizin gururunu okşayan ve
bizleri sarhoş eden şu fikir ileri
sürülecektir: "Türkiye o kadar büyüdü o
kadar büyüdü ki, sormayın gitsin; bir dev
oldu, dev! O, artık - bakınız hele zekânın
mertebe ve derecesine - merkezden
yönetilemeyecek kadar büyük bir güçtür."
Merkez'den yönetilemeyecek kadar
büyümüş bir "süper Türkiye" imajı! Nasıl;
beğendiniz mi? Sanırım gururumuz kifâyet
miktarınca okşanmıştır. Öyleyse artık bu
kadar büyümüş, azmanlaşmış, yere-göğe
sığmazlaşmış devlerin devi bir ülkenin bir
nebzecik küçültülerek ekonomik boya
indirilmesi gerektiğini siz de kabul
edersiniz herhalde; devam edelim.
6: Mahallî İdâreler ile açılan yol, yavaş-
yavaş, adım-adım "federasyon"u tahakkuk
ettirecektir; ama dikkat! Hâlâ adım-adım;
burasını asla unutmamalıyız: Kamış hâlâ
sert ve salam hâlâ kalın!
a: Bu federatif yapı ana hatlarıyla iki
kısımdan oluşacaktır; Kürt Bölgeleri ve
GENCAY
47
"diğerleri". "Kürt" adı ve "federasyon"
sıfatı muhtemelen hiç zikredilmeyecektir;
adın ne önemi var ki, birâder! Önemli olan
"cisim"; "isim" dediğim sonradan da gelir;
önce tosunumuz bir doğsun; isim babası,
vaftiz babası, her ne ise mutlaka gelir
Hind'den veya Yemen'den yâhut Evropa
Birleşik Devletleri'nden.
b: Olağan-üstü yetkilerle donatılmış
Belediyeler, Federasyonlaşma sürecini
adım-adım gerçekleştirecek olan motorlar
olacaktır; müstakbel Kürdistan haritasında
yer alan her belediye meclisi, resmî veya
gayri resmî olarak bir "mahallî
parlamento" olacaktır; işbu mahallî
parlamentolar birer "mahallî hükûmet"
teşkîl edecek ve Fâtih'in bir sığır
derisinden koca bir Rumeli Hisârı
çıkardığını anlatan menkîbede olduğu gibi,
zaman içerisinde durmadan yetkileri ve
güçleri büyüyecek olan bu mahallî
yönetimlerle durdurulamaz bir süreç
başlatılarak, "belediyeler"den "devlet"
çıkarılacaktır. Artık "cihangîrâne bir devlet
çıkardık bir aşîretten"deme zamanıdır. İlk
önceleri muhtemelen bütünüyle "merkezî
hükûmet" - behey akıllı Türkler; bu
terimleri şimdiden içinize sindirmeye
başlayınız, çünkü el'ân dahi
kullanılmaktadır - yetkisinde ve emrinde
olacak olan vergi tahsîlâtı, jandarma ve
polis gibi dâhilî güvenlik kurumları, yine
aynı "efendim, merkezden olmuyor"
gerekçesi ile "mahallî hükûmet"lere
bırakılacaktır; ağır-ağır; yavaş-yavaş!
Kamışı fazla bükmeyiniz! Hem aslında
olmuyor da canım! Kürd'ün başında Türk
emniyetçisi olur mu? Dilleri birbirini
tutmuyor ki!
c: Bütün bu süreçte ve bu müddet zarfında,
müstakbel "Devlet-i Aliyye-yi Kürdistân"ın
bağrından fışkıracağı federasyonlaştırma
bölgeleri Merkezî Hükûmet'in - yani biz
aptal Türklerin - sırtından ve kesesinden
tosun gibi büyütülmeye devam edilecek;
müstakbel Ebed-Müddet Büyük
Kürdistan'ın bütün alt ve üst yapısı biz
sivri zekâ Türklere hazırlatılacaktır.
Meselâ, Büyük Kürdistan'ın bütün yolları,
barajları yapılacak; sanâyii kurulacak;
ilkokuldan üniversiteye dek bilumum
eğitim kurumları te'sîs edilecek, hattâ
müstakbel Kürt Ordusu yetiştirilecek ve
şık bir hediye ambalajı içerisinde takdîm
edilecektir. "Biz Türkiye'den şu kadar sene
kopamayız" diyen dehhâş zekânın ne
demek istediğini şimdi anlayabildiniz mi
akıldâne Türkler! Siz hâlâ uyumaya ve
"Vay be! Adamların bizden ayrılmaya
niyeti yokmuş; demek ki aslında bizim
içimiz-dışımız fesad!" demeye devam
ediniz.
7: Final sahnesine çok yaklaşmış
bulunuyoruz: Türkler, artık yapabileceğini
yapmış, verebileceğini vermiştir; sıra, adı
ne olursa olsun, fiîlen federasyon olan bu
yapının hukukî bir statüye kavuşturulması
ve daha ileri bir aşama olan, "bağımsız
devlet"e tahvîlidir. Bu da güzellikle
olmazsa zorla olur: Bütün bu mahallî
yönetimlerin parlamentoları olağan-üstü
bir celse aktederek bütün dünyaya bir
deklarasyon yayınlar ve nominal (adsal)
federasyon - veya otonomi veya
bağımsızlık - satütüsünden real (gerçek)
federasyon - veya otonomi veya
bağımsızlık - statüsüne geçtiklerini îlân
ederler. Merkezî Hükûmet ve Merkezî
Parlamento bunu kabul ederse ne alâ;
değilse, buradan kavga, yâni iç-savaş çıkar.
GENCAY
48
Amma velâkin; artık atı alan Üsküdar'ı
geçmiştir: Bu deklarasyon ile tebliğ edilen
hukukî statüyü tanıyacak kıyâmet kadar
devlet vardır; Avrupa Birliği başta olmak
üzere! Bu durumda Türkiye, kırk katır ile
kırk satırdan birisini beğenmek zorunda
kalacaktır. İşte Irak örneği; işte Yugoslavya
örneği. Hangi kaya daha sertse git başını
on vur! Zâten psikoloji ve ekonomik olarak
omurgası ezilmiş bir Türkiye'nin yapacağı
fazla bir şey de kalmış değildir.
***
Şimdi ise, bu azîm projenin noktayı
koyacağı yeri, Biz Türklerin elinden,
saflığımıza güvenerek yumuşak
metodlarla toprak almanın, bir koyundan
iki post çıkarırcasına bir devletten iki
devlet, bir vatandan iki vatan çıkarmanın
son safhasını, yâni "perde"nin nasıl
indirileceğini görelim.
Bölüm IV: ...ve "Perde"!
Artık gerekli bütün zemîn, ahvâl ve şerâit
bilâ noksan tahakkuk etmiştir; her şey
hazırdır: Türkiye'nin doğum sancıları sona
ermiş ve nur topu gibi bir Kürdistan
peydahlamıştır.
Perde budur. Oyun sona ermiştir; herkes
evine gidebilir.
Öyle ise, muhteremler: Kendi ellerimizle
kurduğumuz Büyük Kürdistan hayırlı
olsun!
Kürdistan da ne Kürdistan! Tarih boyunca
hiçbir Kürd'ün adım atmamış olduğu
Karadeniz'e, Akdeniz'e açılan; yetişmiş
elemanı, yolu, garajı-barajı, sanâyii, her
şeyi ile biz "ağa" Türklerin sırtından
servetiyle ve kesesinden kurulmuş,
yetiştirilmiş, saat gibi çalışan bir "Büyük
Kürdistan"!
***
Birkaç yıl sonra Kürt ve Türk devlet
adamları bir araya gelerek birbirlerinin
elini sıkabilir ve "kültürel ve tarihî ortak
paydalar" mavalını anlatabilirler.
***
Unutmadan eklemeliyim: Buna rağmen
"Kürt Sorunu"nun bittiğini sanmayınız,
ağalar. Bitmez; bitebilemez. Zîra, Büyük
Kürdistan'ın hâricindeki Türk bölgelerinde
kalan Kürtlerin hiçbirisi yerinden
kımıldamayacaktır; İstanbul ya da Bursa,
Balıkesir dururken Hakkâri'ye kim gider?
Muhtemeldir ki, birçok yerde Kürt
kantonları oluşturulacak ve biz bütün bu
problemleri aynen ve daha şedîdâne
yaşamaya devam edeceğiz; kolay mı;
adamların arkasında artık bir de Büyük
Kürdistan var.
***
Böyle bir projenin tahakkuk imkânı ve
ihtimâli nedir? Bu imkân ve ihtimal, hiçbir
zaman sıfır değildir; ama yüzde yüz olması
da fevkalâde zordur.
Amma dikkat! Tarih bizlere, nice
"fevkalâde" zorlukların tahakkuk ettiğini
anlatmaktadır. Bu imkân ve ihtimâlin sıfır
olmayacağını, siyâseti ve tarihi gündelik
kaba algılamaların ötesine ve fevkıne
yükselerek okuyabilen, basîret ve ferâset
sâhibi herhangi bir kişi rahatlıkla görebilir.
Öncelikle ve behemehâl, Tarih!
Tarih'in filozofça tetkiki, birbiriyle
korelatif bir münâsebet içerisinde bulunan
Modern Milliyetçilik akımları ve Ulus-
GENCAY
49
Devlet'lerin, İmparatorluklar'ı tasfiye
ettiğini göstermektedir; şimdi ise, Mikro-
Milliyetçilik olarak da adlandırılan
Etnikçilik akımları Ulus-Devletler'i tehdit
etmektedir. Bilhassa, Türkiye gibi, Ulus-
Devlet olma sürecini henüz kâmilen ikmâl
edememiş ülkelerde bu tehdit çok daha
ciddî bir mâhiyet arzetmektedir.
Bir kere daha ve vurgulayarak belirtmeyi
üzerime düşen bir görev telâkki ediyorum:
Siyâset, evvelen bir hükümranlık alanıdır;
sâniyen, romantizme, fantaziye asla
tahammül etmeyen; cezâsı çok ağır olan,
çok katı, çok sert, çok merhametsiz bir
menfâatler çatışması alanıdır.
Bu sebepledir ki, bir ülkede şâyet herhangi
bir şekilde, birbirleriyle uyuşması, te'lif
edilmesi mümkün olmayacak, bir
"toplumsal sözleşme" hâline
getirilemeyecek kadar derin zıtlıklar ve
çatışmalara dayanan, birbiriyle yolları
kesişen siyâsî menfâat farkılılaşmaları ve
bununla râbıtalı olarak da aynı evsafta,
birbiriyle yolları kesişen siyâsî
hükümranlık alanları teşekkül edecek
olursa, bu yol kesişmeleri, bu barışmaz, bu
gayri kaabil-i te'lif (antagonistik)
farklılaşmalar eninde sonunda kaçınılmaz
bir ayrışmaya doğru gider ki bu
ayrışmanın muhtemel versiyonları burada
etüd edilemeyecek kadar geniş bir
spektrum teşkil etmektedir: Dostça bir
boşanmadan, en kanlı çatışmalara kadar
uzayan geniş bir spektrum.
Şu hâlde, öncelikle yapılması mutlak îcap
eden şey, yolların kesişmesine sebebiyet
verecek disosasyonlardan (çözülmeler)
uzak durmak olmalıdır. Toplumda böyle
bir çözülmeye ve bir daha te'lifi mümkün
olmayacak derece kutuplaşmalara giden
yolu başlatacak girişimlerden birisi,
dilimizin döndüğünce anlatmaya
çalıştığımız, toplumun tehlikeli bir şekilde
heterojenleşmesinin motoru olacak olan
"birden fazla dilde eğitim" talebinin
kuvveden fiile çıkarılmasıdır.
***
Türkler, Cumhuriyet tesis edilirken,
Araplar ile olduğu gibi Kürtler ile de
radikal bir biçimde ayrılmış olsalardı bu
problemlerin hiçbirisi bugün
yaşanmayacaktı; öylesi muhtemelen -
bilhasa Türkler için - çok faha hayırlı
olacaktı. Kürtlerle olan birliktelik Biz
Türkler'e hiçbirşey kazandırmış değildir;
ama ne yapalım ki bir kere olan olmuştur;
artık bu birliktelik bizim kaderimizdir.
Fakat şu husûsa da dikkat edilmesini salık
veririm: Bütün ayrımcılığa rağmen,
Türkler ve Kürtler Cumhuriyet süresince
halk tabanında bu birlikteliği daha da fazla
pekiştirmişlerdir. Nitekim muhtelif
sebeplerle ve muhtelif şekillerde, her ikisi
de birbiriyle çok fazla iç-içe girmiş
bulunmaktadır. Türk-Kürt evliliği ile
oluşan aile sayısının milyonu aşmış
olması; gırtlağına kadar hıyânete batmış
hâin veya saf gaafillerin Kürdistan
dedikleri bölgelerden Türklerin yoğun
olarak yaşadığı bölgelere doğru,
tamâmiyle irâdî ve gönüllü olarak yapılan
göçler; karşılıklı olarak te'sis edilen iş ve
komşuluk münâsebetleri iyi okunmalı ve
ham hayâller peşinde koşulmamalıdır. Ben
bu tabloyu şöyle okuyorum: Bu evlilikleri
yapanlar, "biz biriz" diyorlar ve dahi bu
göçü yapanlar "Türkiye'nin her yeri bizim
için aynı derecede vatandır" diyorlar.
GENCAY
50
Kezâ, daha başka birkaç yerde ve daha
mufassalan yazmış olduğum gibi,
Türkiye'nin tabiî gelişim sürecinin
toplumsal bir homojenleşmeye ve
entegrasyona doğru yürüdüğünü ve bu
îtibarla, Türkiye Kürtleri'nin büyük
kısmının "Sosyolojik Türk" olduğunu dahi
söyleyebilirim.
Bu iyi bir gidiştir; iyi bir fırsattır. Tarihin
bize sunduğu bu fırsat iyi
değerlendirilmeli, birtakım uçuk-kaçık ve
mâhiyeti karanlık entel makulesinin
kışkırtıcı fantazileriyle zihinlerin iğfal
edilmesine izin verilmemeli, mikro-
milliyetçiliklere, daha sahih bir deyimle,
Kürt etnikçiliği'ne îtibâr edilmemelidir.
Akıllar başlara devşirilmeli ve kimin adamı
olduğu meçhul karanlık eşhâsa yüz ve
prim verilmemelidir.
Aksi takdirde, ne sosyolojik Türkleşme, ne
evlilik ve ne de başka hiçbir şey,
etnikçiliğin açtığı yarayı kapatmaya kifâyet
edebilir.
Aksi takdirde, "Siyon Protokolleri"nde
yazdığı gibi, kan gövdeyi götürür; kardeş,
kardeşin kılıcıyla düşer.
Bu kan denizinde kimin boğulacağını da
herkes çok iyi bilir.
Devlet'i ve Vatan'ı müdâfaa etmek için her
şey câizdir, mübahtır ve meşrûdur.
Ve dahi bilinmelidir ki, "her şey" demek
"her şey" demektir.
Türk Yurdu Dergisi / Sayı: 176 (537),
Nisan 2002
[*] Bu yazılar ve yayın tarihleri şöyledir:
1: "Bir Deklarasyon veya Türklerin Zekâ
Testi"., Ayyıldız., 18 Ekim 1999, Pazartesi.,
Sayfa: 09
2: "Bir Büyük Projenin Tahlili"., Ayyıldız., 19
Ekim 1999, Salı., Sayfa: 09
3: "Bir Büyük Projenin Final Safhası".,
Ayyıldız., 20 Ekim 1999, Çarşamba., Sayfa:
09
4: "...ve "Perde"!"., Ayyıldız., 21 Ekim 1999,
Perşembe., Sayfa: 09
GENCAY
51
GENCAY
52
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ
GENÇLİK SEMİNERLERİ 15 Şubat 2014
Konu: Araştırma - Geliştirme
Yöntemleri ve Bilimsel Yöntemler
Nelerdir? Nasıl fikir inşa edilir? Hangi
basamaklar kullanılır?
Hoca: Prof. Dr. İskender Öksüz
Derleyen: Açelya Oğuz
1) Bilim Nedir?
Bilim, tabiat hakkında bilgi ve onu
edinmenin metodudur.
2) Tabiat Nedir?
Tabiat, canlı ve cansız varlıkların
tamamı olarak tarif edilir. Kapsayıcılık
açısından incelendiği zaman ise çeşitli
gruplara ayrılabilir: fiziki tabiat (doğa),
insan tabiatı (psikoloji, tıp), ekonomi vb.
3) Bilim Ne İşe Yarar?
Bilimin gayesi geleceği tahmin etmektir.
Bilimin tasvir ve anlama tarafı da vardır.
Bilim teknolojiyi doğurur.
Bilgiyi elde etmenin çeşitli yöntemleri
vardır.
3.1) Kehanet: Bilgiyi elde etme
yöntemlerinden biri bilgiyi kehanetlere
dayandırmaktır. Kehanet “Ben anamdan
şöyle duydum.” İfadeleriyle başlayan
nesilden nesle sözlü gelenek içerisinde
aktarılan ifadelerdir. Kehanetler kainatı
anlama ve yorumlama biçimidir. “Dünya
öküzün boynuzları üzerindedir. Öküzün
başına sinek konar da öküz başını
sallarsa Dünya’da deprem olur.
3.2) Felsefecilere Göre Bilgiyi Edinme
Yöntemleri: Yunan epistemolojisine göre
“Bütün bilgiler bizde ezelden beri vardı.
Yapılacak olan tek şey onu ortaya
çıkarmaktır. Bu tanım geometri,
matematik gibi bilimlerde geçerli iken
sosyal bilimlerde etkisini kaybeder.
Yunan felsefecilerinden Aristo ve Eflatun
bu konu üzerine eğilmişlerdir. Bunların
dışında İslamî gelenekte yetişmiş
GENCAY
53
felsefecilerde bilgiyi edinme yolunda
farklı görüşler ortaya koymuşlardır.
Farabi’ye göre asıl olan felsefedir. Bilgi
aktarımında felsefe kitleler tarafından
kabul görülememe ihtimaline karşı
bilgiyi din ile temellendirir.
4) Tabiat Bilgisi Nereden Elde Edilir?
Tabiat bilgisini elde etmenin üç yolu
vardır. Bunlar icat etmek, kutsal
metinlerden çıkarım yapmak, ilham
alındığını söylemek. Felsefecilerin
izlediği bilgi edinme yöntemi icat etmek,
din adamlarının yöntemi kutsal
metinlere dayandırmak, pir veya
dervişlerin yaptıkları ise ilhama
dayandırmaktır. Tabiata dair bilgi daha
çok günlük pratiklere dayanır. Çorbaya
sinek düştüğü zaman çıkarılıp diğer
kanadı da çorbaya batırılır. Bu sinek
eğer zehirli ise panzehrini diğer
kanadından aktarmak için yapılır. Başka
bir pratik ise hurmanın iki tane
yenmesinin tek yenmesine nazaran daha
faydalı olmasıdır. Tabiat ilimlerinden
biri olarak kabul edilen Gökbilimi
üzerine ise ilkel dönemlerden günümüz
modern toplumuna kadar çalışmalar
yürütülmüştür. Peki, bu çalışmalar
neden bu kadar önemliydi? Eski Mısır
tarım toplumuydu.
Geçim kaynakları toprağa dayalı olduğu
için kişilerin hayatlarını idame ettirmesi
Nil nehrinin taşkınlarına bağlıydı. Bu
taşma süreleri gökbilimiyle öğrenilirdi.
Tüccarlar ise yön tayinininde
kullanmışlardır gök cisimlerini. Açık
denizlere açılan tüccarlar gök
cisimlerinin durumuna göre yön tayin
etmişlerdir. Erzurumlu İbrahim Hakkı
gibi Osmanlı alimleri ise gözlem ve dini
metinleri kullanarak evreni tasavvur
etmişlerdir.
5) Bilginin Taşıyıcıları (Medyası)
Meseleyi açıklamaya geçmeden önce ilk
olarak bilinmesi gereken şey medyanın
ne olduğu konusudur. Medya, ortam
demektir. Bilgiyi halka ulaştıran bir
vasıtadır. O halde bilgi taşıyıcıları da
bilgiyi halka taşır.
GENCAY
54
“Büyükannemin dediğine göre…”
şeklinde başlayan cümle bilgi
taşıyıcılarının kaynağına işaret eder.
Bilgilerin bir kısmı lisanla aktarılırken
bir kısmı da nesnelerle aktarılır. İlkel
insanlar ilk olarak bilgiyi testilere daha
sonra papirüslere son olarak kâğıtlara
işlemişlerdir. Bir başka bilgi taşıyıcısı
olan matbaalar ise ise ilk olarak 9.
Asırda, Çin’de daha sonra 15. asırda
Avrupa’da icat edilmiştir.
6) Bilginin Mekanizması Nedir?
6.1) Dedüksiyon: Bilgi demetinde
çıkarım yapma işlemidir. Kuraldan
sonuca giden bir yöntem izlenir.
6.2) İndüksiyon: Gözlemden kurala
doğru çıkarım yapan tekniktir.
*Bacon’un Bilgi Edinme Sistemi
Tabiat
Veriler Teori veya Kanun Tahmin
Bilimsel Bilgi Edinme Sistemleri
Gözlem Gözlem, Test
Deney, Ölçme Deney Ölçme Deneyi
Bilgi Teori Kanun
Toplama
Red 1
Red 2
Red 3
GENCAY
55
7) Din Neye Yarar?
Din dogmatiktir. Yanlışlanabilir
değerleri olduğu için bilim değildir. Din
değerlere yarar. Atom çekirdeği
parçalanırken bu hangi amaçlar için
kullanılır? Bomba yapmak için mi, yoksa
ilaç üretmek için mi yapılmalı? İşte bu
sorunun cevabını değerler verir.
8) Bilimin Lojistiği Nedir?
Bilimin lisanı bilinmelidir. Bilim hangi
dilde yapılırsa o bilim dili olur. Bilim
yapma eylemi doktora eğitimiyle başlar.
Bir soruna çözüm bulma mantığına
dayanır. Ansiklopedi karıştırma, uzman
kitabı okuma, saha özeti, yapılan
makaleleri inceleme son olarak da
konuya odaklanma evreleri geçirilir. O
halde bilim hiç kimsenin gitmediği yere
gitmektir.
Yazmak
Ders Kitabı okumalıyım
Makale okumalıyım
Derleme okumalıyım
Uzman Kitabı Okumalıyım
ZORLUK DERECESİ
GENCAY
56
GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN
GENCAY
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI
MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.