gencay dergisi - sayı 46 - kasım 2015

24

Upload: gencay-dergisi

Post on 24-Jul-2016

236 views

Category:

Documents


8 download

DESCRIPTION

Gencay Dergisi - Sayı 46 - Kasım 2015 http://www.gencaydergisi.com

TRANSCRIPT

www.millidusunce.org

Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı

Kızılay/ANKARA

Telefon: 0 (312) 231 31 94

Belgeç: 0 (312) 231 31 22

GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi

Yıl 4 Sayı 46 - Kasım 2015

Ücretsiz e-dergi

www.gencaydergisi.com

[email protected]

TÜRK MİLLİYETÇİLERİ UMUTSUZ OLAMAZ / Nami Cem İYİGÜN

MAĞLUP KAHRAMAN: MARİA PUDER / Dilek AKILLIOĞLU

SÜVARİLERİN KOMUTANI: FAHRETTİN ALTAY / Çağhan SARI

HANGİ ENTELEKTÜEL? / Mahmut Esad KIRAÇ

NOBELLİ ÜLKÜCÜDEN DERS / Nami Cem İYİGÜN

BİR ZİHİN YAPISININ TAHLİLİ / Prof. Dr. Erol GÜNGÖR

O ÜLKEDEN BİR ŞİİR/ Mehmet Batuhan KAYNAKÇI

ELİNDEKİ İMANOMETREYİ KENDİNE TUT / Ertuğrul Kaan ÇAM

GENCAY

1

TÜRK MİLLİYETÇİLERİ UMUTSUZ

OLAMAZ

Nami Cem İYİGÜN

Kendimi bildim bileli Türk milliyetçisiyim

ve son nefesime kadar da öyle kalacağım.

Türk milliyetçiliğinin tek bir partinin

tekelinde olmadığına, sağ-sol kalıplarına

hapsedilemeyeceğine, Türkiye’de siyaset

yapan bütün partilerin ve bütün toplumun

ortak değeri olması gerektiğine inanırım.

O yüzden de hiçbir zaman partizan

olmadım ve Türk milliyetçiliğinin kaderini

tek bir partinin kaderine endeksli

görmedim.

Zerre şüphem yok ki, seçimler, partiler,

liderler, günlük siyasi kavgalar gelir geçer,

ama Türk milliyetçiliği yaşar. Türkiye’de

bastırsalar Asya kıtasının bir başka

köşesinde tekrar şahlanır, Asya’da

sustursalar Balkanların bir yerinde tekrar

canlanır, orada sindirseler Ural dağlarının

eteklerinde tekrar yeşerir, her yandan

kuşattıklarını sansalar umulmadık anda

bir sel misali milleti önüne katıp tekrar

akmaya başlar. Yüreğinde Türklük

ülküsünü barındıranlar sadece kırk kişi

kalsalar, yine de başlarına geçecek bir

Kürşad ve basılacak bir Çin sarayı bulunur.

Yeryüzünde Türk milleti diye bir millet

nefes almaya devam ettiği sürece Türklük

ve Türkçülük davası asla ölmez.

Bugün Türk adını anayasadan atmaya

azmeden, Türk milliyetçiliğini ayaklar

altına alan ve varlığım Türk varlığına

armağan olsun haykırışlarını

yasaklayanlar, milletin yarısından

teveccüh görebilir. Bugün “Türk mürk

olmadığını” söyleyen zihniyet, yok saydığı

Türkler tarafından ödüllendiriliyormuş;

bugün yoksulluğa, teröre ve kaosa

mahkûm edilen Türkler ise celladına âşık

olmuş gibi görünebilir. Daha da acısı,

bugün Türk milliyetçiliğinin kalesi olduğu

iddiasını taşıyan siyasi parti, millete

derdini anlatmak noktasındaki

yetersizliğiyle Türk istiklâlinin simgesi

Gazi Meclis’te bölücülerin gerisine düşmüş

olabilir. Binlerce yıllık tarihinde

atlatmadığı badire kalmayan Türk milleti

ve onun yaşam kaynağı olan Türk

milliyetçiliği, bugün üstüne yapışan ölü

toprağını da mutlaka silkeler.

İnanın yaşadıklarımız, Bilge Kağan’a

Orhun Abideleri’ni diktiren ya da Mustafa

Kemal’e Nutuk’u yazdıran sıkıntıların

binde biri bile değildir. Dolayısıyla yeni bir

Bilge Kağan yahut yeni bir Mustafa Kemal

beklememizin anlamı yoktur. Türk

milliyetçiliğini ayağa kaldırmak için

kenetlenmemiz, yenilenmemiz ve “ben

Türküm” diyebilen herkesi kucaklayacak

yeni bir dil benimsememiz kâfidir. Hem

Türkiye’nin, hem de Türk dünyasının

bekâsı Türk milliyetçiliğinin yükselişine

bağlıyken biz milliyetçilerin umutsuzluğa

kapılması abesle iştigaldir.

Umutsuz olamayız ve olmayacağız. Çok

çalışmalıyız ve çalışacağız. Ağzı iyi laf

üretenimiz konuşarak, eli düzgün kalem

GENCAY

2

tutanımız yazarak, sanatla ilgilenenimiz

sanat yaparak, internetten anlayanımız

interneti kullanarak, ev ev gezerek,

örgütlenerek, dayanışarak, çoğalarak

fikirlerimizi egemen kılmalıyız ve

kılacağız. Önce milli devletimizi ve sonra

dünya Türklüğünü tepesine çöken

karanlıktan kurtarmalıyız ve kurtaracağız.

Demir dağları eriten atalarımızın

iradesiyle nice Ergenekon’lardan nasıl

çıktıysak, düştüğümüz darboğazdan da

aynı şekilde sıyrılmalıyız ve sıyrılacağız!

GENCAY

3

MAĞLUP KAHRAMAN: MARİA PUDER Dilek AKILLIOĞLU

Sabahattin Ali’nin yazıya döktüğü bu eser

ruh dünyalarına oldukça etki eden bir

yapıttır. 1943 yılında yazılmış olan roman

iki ayrı dünyaların insanı olan Maria Puder

ile Raif Efendi’nin aralarında geçen aşk

hikâyesini anlatmaktadır. Kitabın ilk

bölümü gerçek yaşamdan psikolojik

analizler çıkarabileceğimiz etkileyici bir

giriştir.

Rasim Efendi ismindeki gencin işsizliği

üzerine başlayan kurgu, onun Raif efendi

ile tanışmasıyla tamamen farklı bir

dünyaya adım atmasına sebep olur.

Kitapta kişilerinin yalnızlığının altında

sayfalarca yatan günlükler mevcuttur. Raif

efendinin hayatına, evine giren Rasim

aslında çağımızda beliren kapıların

ardındaki koca hikâyelere dokunmuştur.

Zira onun tasviri ile anlatılan Raif

efendinin mutaassıp hayatı aslında var

olan sınırsız özgürlüklerin tasviri gibidir.

Rasim Efendi kitabın ilk bölümünde Raif

beyi gözlemlemiştir. Onun gözünden

okuyucuya hayatı anlatmaya, çizmeye

çalışmıştır. İş yerinde karşılaştığı ve aynı

odayı paylaştığı bu adam, ona insanın

yaşam içindeki küçüklüğünün kendi

hikâyesi ile aslında ne kadarda büyük

olabileceğini kanıtlamıştır. Rasim’in bu

adamdan hareketle edindiği analiz bizlerin

evlerin içine yerleştirdiğimiz anne, çocuk

baba rollerinin kıyafetlerinin çıkarılması

ardından insan olarak duygularının kâğıda

yansıması ve yansıyan tüm cümlelerin

kişilerin kendilerine benzettiği yönleriyle

bu çağda hayat bulmasıdır. Rasim’in

Raif‘de gördüğü hasta zayıf adam ailesinin

onu soktuğu kalıptır. Kişiliğinin ve yaşının

verdiği zayıflık ile Raif ailesi tarafından

sorumluluğu çok da zevk alınarak

yapılmayan ama yine de devam ettirilen

bir karakterdir. Kitabın ilk bölümü işte bu

sebeple tam da gerçek yaşama, gerçeğe

daha yakındır. Raif’in içinden kopardığı

hikâyesi dışındaki tüm çıplaklıklar

yaşadığı gerçeği, kült gerçeği gözler önüne

getirmiştir. Aslında kafamızda yer

verdiğimiz kimselerin en yakınların bile

haberdar olmadığı gerçeklerle silik tipler

olarak ölünebileceğini, tesadüfler eseri

belki de bu denli müthiş ıstırapların

kelimelere dökülme ihtimalinin olduğunu

görebiliriz

Her bir birey Raif efendinin keşfedilmeyi

bekleyen ruhu gibi kitaplarda keşfedilmeyi

arzuladığından ötürü bu tarz romanlar

etkilerini uzunca süre göstermektedirler.

Yazarın yaratmakta olduğu karakterin

yerine geçerek onu hissetme becerisini

bize vermesiyle bütün eseri içimize

alabiliyor, sonrasında incelemeye değer

ruhlarımız olduğunu keşfediyoruz. Bu tarz

eserlerin etkileyici yansımaları da uzaktan

görülen sıradan karakterler ile

bağdaşabiliyor olmamız olabilir.

İnsanlık kültürünün gelişmeye, değişmeye

başlamasıyla romanlardaki ruha dokunma

meselesi de bu şekilde değişmiş olabilir.

Aydınlanma ile gelen soru sorma isteğinin

artması, ruh, duygu acı ve elemlerin

kitaplardan, sayfalardan bize verilmeye

başlanması varoluşsal nedenleri arama

isteğine sebebiyet vermiş olabilir. Çünkü

önceleri sadece tanrıların hikâyeleri

GENCAY

4

anlatılmaya layıktı. Sonraları bu zamanla

savaşçıların hikâyelerinin anlatılmaya

başlamasıyla değişti. Nihayetinde sahne

sıradan insanın içindekilere kaldığında

romanlar daha çok ses getirmeye

başlamıştır. Sıradan insan tıpkı Rasim’in

Raif’i gibi kişinin ait olduğu sosyal

topluluğun dışında kendine özgü kimlik

özelliklerinin olması bir başka deyişle bir

karaktere sahip olması demekti. Büyük

romanlar da bize en sıradan insanın bile

bir karakteri olduğunu bu şekilde

göstermişlerdir.

Ruhu incelemeyle devam eden eserin asıl

beni ilgilendiren kısmı ikinci bölümdür.

Zira ikinci bölümde ana karaktere

dönüşen Maria Puder dâhil olur. Rasim’in

Raif efendinin iş yerinde denk geldiği

defterinde var olan Maria, Raif’in gençlik

aşkı ve hatta hayatını canlı tutan isimdir.

Babasının işi münasebeti ile Almanya’ya

gittiği vakitlerde resmini bir sergide

gördüğü ve âşık olduğu bu kadın yolunu

tamamen değiştirmesine neden olmuştur.

Maria hayata ve insanlara karşı kayıtsız,

silik ama kalenderane bir tavırla yaşamaya

çalışan psikolojik derinliği olan bir

kişiliktir. O zamanlarda Raif Bey ise daha

çok hayatı ve kendini tanımaya çalışan ne

istediğini bilmeyen bir gençtir.

Defterdeki kadın, Maria yaratılış itibarıyla

sıradanın dışında bir tiptir. Onunla

arkadaşlık yapanlar “müziç ve anlaşılmaz

bir mahlûktur” (s. 83) derler. Maria

Puder’de feminist bir eğilimin varlığından

söz edilebilir. Zira o erkeklerden nefret

eder (s. 83). Erkeklerin tahakkümünden

hoşlanmayan hatta erkeklerin kadınlara

bakışlarından, hareketlerinden,

tavırlarından nefret eden biridir.

Maria Raif efendinin tam tersi biridir. Raif

Efendi de genel geçer erkek özellikleri,

Maria Puder’de ise kadınlara has özellikler

yoktur. O bir kadın olarak erkelere karşı

bir güvensizlik içerinde yaşayan tek

başınalığı bir eksiklik değil tersine bir

bütünlük olarak görmektedir. Hayat ona

göre toplumun verdiği kurallar

çerçevesinde değil de kurallara karşı

itaatsizlikle yakından ilişkilidir. İnsanlara

karşı inanmazlık duygusu fazla olduğu için

Raif efendinin aşırı duyguları ona şaşırtıcı

gelmiştir. Maria’da gördüğümüz kadın,

yalnızlığı anlatmaktadır. Okuyucuların ve

özellikle kadın okuyucuların onu okurken

kendilerinden bir şeyler

yakalamalarındaki sebep, onun hayata

karşı ördüğü duvarların benzerlerini

hissetmelerinden dolayı olabilir. Erkekler

için yaptıkları yorumları ve duruşları

eleştirel ve tecrübe dolu açılarla Maria’da

görebilen okuyucu eseri sevmiştir. Acı aşkı

ve acı sonları sevdiğimizi de kenara

atmamak gerekir tabi. Maria tepkisel bir

kayıtsızlık içerisindedir. Ama Maria

Puder’in erkeklere karşı beslediği nefret

kısmî olarak kadınlar için de vardır:

“Bilhassa tahammül edemediğim bir şey,

kadının erkek karşısında her zaman pasif

kalmaya mecbur oluşu… Neden? Niçin

daima biz kaçacağız ve siz

kovalayacaksınız? Niçin daima biz teslim

olacağız ve siz teslim alacaksınız? Niçin

sizin yalvarışlarınızda bile bir tahakküm,

bizim reddedişlerimizde bile bir aciz

bulunacak? Çocukluğumdan beri buna

daima isyan ettim, bunu asla kabul

edemedim. Niçin böyleyim, niçin diğer

kadınların farkına bile varmadıkları bir

nokta bana bu kadar ehemmiyetli

görünüyor? Bunun üzerinde çok

GENCAY

5

düşündüm. Acaba bende anormal bir taraf

mı var, dedim. Hayır, bilakis, belki diğer

kadınlardan daha normal olduğum için

böyle düşünüyorum. Çünkü hayatım, sırf

bir tesadüf eseri olarak, diğer kadınları

mukadderatını tabii görmeye alıştıran

tesirlerden uzak geçti. Babam, ben daha

küçükken öldü. Evde annemle ikimiz

kaldık. Annem, tabi olmaya, itaat etmeye

alışmış olan kadınlığın adeta timsaliydi.

Hayatta yalnız yürümek itiyadını

kaybetmiş, daha doğrusu bu itiyadı asla

kazanmamıştı. Yedi yaşında olduğum

halde onu ben idare etmeye başladım. Ona

ben metanet tavsiye ettim, akıl öğrettim,

destek oldum. Böylece erkek tahakkümü

görmeden, yani tabii olarak büyüdüm.

Mektepte kız arkadaşlarımın miskinliği,

emelleri beni daima tiksindirdi. Hiçbir

şeyi, kendimi erkeklere beğendirmek için

öğrenmedim. Hiçbir zaman erkeklerin

önünde kızarmadım ve onlardan bir iltifat

beklemedim. Bu hal beni müthiş bir

yalnızlığa mahkûm etti. Kız arkadaşlarım

benimle ahbaplık etmeyi ve fikirlerimi

kabul etmeyi zevklerine ve rahatlarına

aykırı buldular. Hoş tutulan bir oyuncak

olmak, onlara insan olmaktan daha kolay

ve cazip geliyordu. Erkeklerle de arkadaş

olmadım. Aradıkları yumuşak lokmayı

bende bulamayınca müsavi kuvvetlerle

karşı karşıya gelmektense kaçmayı tercih

ettiler. O zaman erkek azminin ve

kuvvetinin ne olduğunu gayet iyi anladım;

dünyada hiçbir mahlûk bu kadar kolay

muvaffakiyetler peşinde koşmaz ve hiçbir

mahlûk bir erkek kadar hodbin, kendini

beğenmiş fakat aynı zamanda korkak ve

rahatına düşkün değildir. Bir kere bunları

fark ettikten sonra erkekleri sevebilmem

imkânsızdı. En hoşuma giden ve birçok

hususlarda bana yakın olan adamların bile,

küçük vesilelerle, bu kurt dişlerini

gösterdiklerini; her ikimize aynı derecede

zevk veren beraberliklerden sonra, özür

dilemeye, himaye etmeye çalışan, fakat

aynı zamanda herhangi bir şekilde

muzaffer olduğunu zanneden ahmakça

bakışlarla yanıma sokulduklarını gördüm.

Halbuki acınacak halde olan, zavallılıkları

meydan çıkan onlardı. Hiçbir kadın, ihtiras

halindeki bir erkek kadar âciz ve gülünç

olamaz. Buna rağmen bu hallerini bir

kuvvet tezahürü zannedecek kadar yersiz

bir gururları vardır. Aman yarabbi, insan

deli olur… Kendimde hiçbir gayri tabii

temayül bulunmadığını bildiğim halde, bir

kadına âşık olmayı tercih ederim.”(s. 99-

100).

Maria kadın olma kavramından

bahsederken değindiği asıl nokta kadının

aciz olmaması gerektiğidir. Sabahattin

Ali’nin karakter aracılığı ile dokunduğu bu

kadın okuyucu için ’yabancı’ değildir.

Erkeklerin bir şekilde koruma içgüdüsü ile

yaklaştığı, hayat çizgilerinin hoş tutulmak

isteği etrafında örülen varlıklar olduğunu

Maria’nın yukarı da yaptığı

betimlemelerden anlayabilir. Yaratıcı

konumda olan Maria eserde Raif’i bir

kadın veya kız çocuğu gibi görmesiyle de

hemcinsi için yapıştırdığı acizliği kendisi

de kabul etmiştir. Bu şekilde eserde

karakter kadın olma vurgusunun acizlik

olduğunu ve bundan sıyrılan Maria’nın

erkeksi olması koşuluyla kurtulduğunu

okuyucuya iletmiştir. Maria Raif efendi ile

karşılaştığında yaşadığı kaçma telaşından,

duyduğu hislerle sıyrılmış ve kadın denen

varlığın bir başka tarafını kadın okuyucuya

göstermiştir. Geri plana atmış olduğu

kabullenmelerden sevgi ve güvenme

isteğinin baskısıyla kurtulmuştur. Bir

GENCAY

6

erkeğe yakınlaşması aslında Maria’nin

yalnızlığından artık kaçmak

istemesindedir. Kadının genel itibari bir

türlü yalnız olmadığını göstermektedir.

Yalnızlığının itirafını geç yapmasına

rağmen Raif efendinin hülyalı bağlı yapısı

onu bu itirafa sürüklemiştir. Hikâyelerine

ak demek bence tam olarak doğru olmaz.

Mari’nin ve Raif’in ayrı ayrı yalnızlıklarını,

duruşlarını anlatmıştır. İki insanın kadın

ve erkek olarak hayatlarının anlamlarına

vurgu yapılmış, satırlarda bunun içine

girilmiştir. İnsanın arayışını, romanın ana

başlığı birey olmayı hikâyenin içinde çok

açıkça görebiliriz. Arayabiliriz.

Kadın olarak Maria var olup olmama

peşindedir. Kadınların genel geçer

tavırlarının tersiyle varlığını ortaya

koymaya çalışmıştır. Yukarıda belirtilen

arayış içinde olma eylemeni aşk ile ikame

etmiştir. Fakat aşk denilen şeyle yalnızlığı,

yokluğunu kapatamayacağını

hikâyelerinin yarısında görmüşler, bu

noktadan sonra da Maria, Raif efendinin

satırları arasında kalmıştır. Raif

satırlarında onu özgür kişiliği ile çizmiştir.

Bu dinamiklerden dolayı da roman

farklıdır. Çünkü Maria Puder bir kadın,

kimi yerlerde Raif efendinin anne

kavramının içini dolduran kahramandır.

Yazar onu yargılamadan anlamaya

çalışarak yazmıştır. Yani çizilen kadının

hayatımızda biçilen rollerin oynanmasının

ötesine geçerek anlatılması Puder’e

oyucuyu yakın hissetmiştir. Kadının iç

dünyasını sezmekte başarı romanı yeniden

diri hale getirmiştir.

GENCAY

7

SÜVARİLERİN KOMUTANI:

FAHRETTİN ALTAY Çağhan SARI

Kasım’ın kasveti malumdur. Gazi Mustafa

Kemal Atatürk'ün vefat yıl dönümü,

sonbahardan kışa geçiş ayı olarak günlerin

kapalı geçmesi vs. haricinde bir de

seçimlerden sonra da Kasım ağırlaştı,

çöktü üstümüze. İsmet İnönü'nün 14

Mayıs 1950 seçimlerinden sonra oğluna

yazdığı mektupta, 'kaybedilmiş bir

seçimden sonraki en zor vakit ilk bir

haftadır' demesine dayanarak bu yazıyı da

seçimlerden bir hafta sonra kaleme aldık.

Niyetimiz bir seçim değerlendirmesi

yapmak değil. Yeterinde okuduğunuz

fikriyle bizden usanmamanız için bu ay bir

Milli Mücadele kahramanını yâd etmeyi

tercih ettik.

Günümüzde üretim aşaması hakkında yeni

bilgiler yayınlanan Altay tankları fuarlarda

kamuoyunun dikkatine sunulmaktadır.

Türk üretimi olan bu tankın isminin

nereden geldiğiyle başlayalım. Türklerin

anayurdundaki Ural – Altay dağlarını

düşünenler varsa çok ta yanlış bir tez

üzerinde değiller. Bu tanklara ismini veren

kişi, Milli Mücadele döneminin meşhur

komutanları arasındadır. Onun soyadının

da Atatürk tarafından verildiğini

vurgulayalım. Bahsettiğimiz kişi Süvari

Kolordusu Komutanı Fahrettin Altay’dır.

Nedense gölgede kalan isimlerdendir.

Sokağa çıksanız onu tanıyanlar ya da

ismini duyanlar bir elin parmağını

geçmeyecektir. Aslında İzmir’in kurtuluşu

dediğimde acaba ilk onun ismi aklımıza

gelmiyorsa buradaki kusur kimlerindir

sorusuna hemen yanıt vermemek,

düşünmek gerekmektedir.

Kendisi 12 Ocak 1880’de şimdiki

Arnavutluk sınırları içerisinde İşkodra’da

doğmuştur. Ailesine baktığımızda Babası

Piyade Albayı İzmirli İsmail Bey, annesi ise

Hayriye hanımdır. Dumlupınar meydan

muharebesi sonrasında Yunan Ordusunun

arkasına sarkarak geri çekilmesini

sağlayan Fahrettin Altay İzmir’e giren ilk

yüksek rütbeli komutandır. İlköğrenimi

Mardin’de göre Fahrettin Altay daha sonra

askeri rüştiyeyi Erzincan’da askeri idadiyi

ise Erzurum’da tamamlamıştır. Daha sonra

Harp akademisine girmiş burayı başarıyla

bitirmiş ve ardından meslek yaşamına ilk

adımını atmıştır.

GENCAY

8

İlk görev yeri Tunceli’dir. Kolağası

ardından binbaşı rütbesine yükselen

Fahrettin Altay Münime Hanım’la

evlenmiş, bu evlilikten iki çocuğu

olmuştur. 1.Dünya Harbi başladığında

3.Kolordu Kurmay Başkanı olan Fahrettin

Altay Çanakkale Savaş’ında da yer almış ve

bu savaş sırasında Mustafa Kemal ile

tanışmıştır. Daha sonra Miralay rütbesine

yükselmiştir. Mütareke sırasında Konya’da

yer alan Fahrettin Altay Milli Mücadele'ye

katılımı sırasında çok kısa bir süreliğine

malumat eksikliğinden tereddüt yaşasa da

sonra şevk ve inançla Ankara'nın ateşine

katılmıştır. Daha sonra ise Temsil heyeti

İstanbul ile irtibatı koparmış ve Fahrettin

Altay’da buna uymuştur.

Birinci TBMM’de Mersin mebusu olarak

yer almış Konya ayaklanmasını bastırmış,

1. ve 2. İnönü savaşlarında yer alan

Fahrettin Altay Sakarya Meydan

Muharebesi’nde de savunmanın her iki

kanadında birden vazife alarak ciddi bir

başarı göstermiştir. Muharebenin başında

sağ kanatta yer alırken, sol kanadın zor

durumda kalması üzerine kilometrelerce

at koşarak sol kanadı takviye etmiştir.

Yunan ordusunun ikmal hatlarına yaptığı

baskınlarla cephenin yükünü hafifletmeye

çalışmıştır.

Büyük Taarruz ve Dumlupınar

Başkomutanlık Meydan Muharebesi'nin

ardından Yunan ordusunu takip ederek

İzmir'e girmiştir. 10 Eylül tarihinde

Mustafa Kemal’i karşılamış ve

başarılarından dolayı Feriklik rütbesi

verilmiştir. II. TBMM’de İzmir mebusu

olarak bulunmuştur. Hem asker hem de

mebus olan Fahrettin Altay, askerlik

görevi olan mebusların askerlik mi yoksa

mebusluk mu yapacaklarına dair yasal

düzenlemenin ardından askerliği tercih

ederek mebusluktan istifa etmiştir. 1926

senesinde Orgeneralliğe terfi etmiştir. Bir

dönem Fevzi Çakmak’ın yerine

Genelkurmay Başkanlığı yapmıştır. İran ve

Afganistan arasındaki sınır

anlaşmazlığında hakemlik yapmıştır.

Atabay Hakemliği adı altından bir rapor

hazırlamış ve günümüz İran ve Afganistan

sınırının güney kısmının sorunsuz şekilde

çizilmesini sağlamıştır.

(Fotoğrafın en solunda Fahrettin Altay görülmekte.)

1938’de Atatürk’ün cenaze töreninde

kendisi komutan tayin edilmiştir. Askerlik

yaşamı sona erdikten sonra tekrar siyasi

yaşama dönmüştür. Emekliliğini

sürdürdüğü bu devrede Burdur CHP

mebusluğu yapmıştır. 1950 senesinden

sonra siyasi hayattan çekilmiştir. 1974

yılında vefat eden Fahrettin Altay, yaşamı

boyunca bir kaç eser kaleme almıştır.

Kaleme aldığı eserler; ''On Yıl Savaşı ve

Sonrası 1912-1922'', ''İstiklal Harbimizde

Süvari Kolordusu'' ve ''Türkiye İstiklal

Muharebatı’nda Süvari Kolordosu’nun

Harekatı''dır.

GENCAY

9

HANGİ ENTELEKTÜEL?

Mahmut Esad KIRAÇ

Hayatımızda bazı kavramlar vardır ki

bunlar üzerine birçok farklı yorum

bulunmakta halen de yorumlanmaya

devam etmektedir. Aslında herkesin

kendine göre tanımladığı ve bir şekilde bir

ucundan tutacağını düşünerek

açıklamasını yaptığı bu kavramlardan

sadece biri olduğunu düşündüğüm

‘’entelektüel’’ kavramını ele alacağım.

Entelektüel nedir? Aydın ve Entelektüel

arasında fark var mıdır? Halkın gözünde

entelektüel neyi temsil etmelidir? Gibi

sorular üzerinden naçizane bir açıklamada

bulunacağım.

Toplumumuzda entelektüel deyince akla

hemen ‘’fildişi kule’’ ya da ‘’burnu

büyüklük’’ gibi kavramlar gelebilir. Belki

de aklınızda entel, dantel olan kişiye

entelektüel denilir gibi bir düşünceniz de

olabilir. Hâlbuki bunların aksini belirtirsek

yanlış olmaz. Ama bu kavramlar da

entelektüelin bünyesinde yok değildir.

Yukarıda bahsettiğim gibi her tanımda bir

ucundan yakalayabilme ihtimaliniz vardır

ama bu yakalayış kesin doğru mudur?

Asla! Entelektüelin kesin tanımı var mıdır?

O da hayır. ‘’O zaman ne diye yazıyorsun?’’

diyebilirsiniz elbette, ama ben farklı

entelektüel tanımlamaları ile günümüzün,

ülkemizin entelektüelini ya da öyle sanılan

kimselerini karşılaştıracağım.

Öncelikle Paul Johnson’ın entelektüele

eleştirel yaklaşımına bakalım: Johnson ‘’

Sokakta rastgele on-on beş kişiyi çevirip

ahlaki ve siyasi meseleler hakkındaki

görüşlerini soracak olsanız en az ortalama

bir entelektüel kadar makul şeyler

söyleyeceklerdir’’ der. Entelektüel

kavramını böylesine dışlayan ve

küçümseyen Johnson acaba

entelektüelden değil de entelektüel sanılan

kimselerden bahsediyor olmasın? Çünkü

onun bu açıklaması Edward Said’in

Entelektüel tanımına adeta hakaret

niteliğindedir. Edward Said’e göre ise

entelektüel, belli bir reçeteye, slogana,

Ortodoks parti çizgisine ya da katı bir

dogmaya uygun bir biçimde davranmaya

zorlanamayan, davranışları hakkında

öngörüde bulunulamayan kişiler olarak

bahsediliyor. Hâlbuki Johnson öngörüde

bulunmakla birlikte küçümsüyor ve

önemsiz görüyor.

Pekâlâ, günümüz Türkiye’sindeki

entelektüellerin ya da aydınların duruşları

ve yaşayışları Johnson’a mı yoksa Edward

Said’e mi daha çok uymaktadır? Bu konuya

girmeden evvel Entelektüel ve Aydın

kavramlarına kısaca değinmek istiyorum.

Gelişmemiş, tabiri caizse karanlık

toplumlardaki ileri görüşlü kimselere

aydın denilir çünkü onlar karanlığı

aydınlatmakla yükümlüdürler. Gelişmiş,

belli bir medeniyet seviyesine ulaşmış

toplumlardaki kimseler ise entelektüeldir.

Çünkü bu toplumlar zaten aydınlanmıştır.

Durum bu iken Türkiye’de aydın demek mi

daha doğrudur yoksa entelektüel demek

mi daha doğru?

Wilfred Owen, entelektüel kavramını

açıklarken “mürekkep yalamışların tüm

halkı bir kenara itip devlete biat etmeleri”

GENCAY

10

diye belirtmiştir. Bizim aydınlarımız

arasında devlete biat edenler mi

fazlalıktadır yoksa diğerleri mi? Kuşkusuz

Türkiye’de aydın kimdir diye soru sorsak

birçok kimse sizlere akademisyenler, köşe

yazarları ya da her konuda bilgisi olan

insanlar diyerek cevaplar verecektir. Fakat

Julien Benda, “Aydınların İhaneti” isimli

eserinde Entelektüelleri insanlığın vicdanı

olan süper yetenekli, ahlaki donanımları

gelişkin, filozof kurallardan oluşan bir

avuç insan olarak gösterir. Bu dünyaya ait

değillerdir çünkü ebedi hakikat ve adaleti

savunurlar. Benda’ya göre entelektüeller

kazığa bağlanıp yakılma, sürgüne

gönderilme, çarmıha gerilme riskine girme

durumundadırlar ve daima

muhalefettirler. Bu tanım ile günümüz

aydınını karşılaştıracak olursak günümüz

entelektüellerinin birçoğunun birer fahişe

arketipi olduğunu belirtmemiz yanlış

olmayacaktır.

Meclisimizdeki vekil sayımız içerisindeki

akademisyen oranına baktığımızda ve

ülkemizdeki adalet ve hakikat kavramının

işleyişindeki gerçekleri gördüğümüzde

aslında meclisteki birçok aydın diye

nitelendirilen şahsiyetin aslında aydın

olmadığını görmekteyiz. Daima muhalefet

olmak bir yana dursun menfaati

değiştiğinde tüm duruşunu değiştiren

kimselerin, makam ve mevki sevdalılarının

akademisyen olması bu sıfatla birlikte

aydın diye anılması toplumsal bir hatadır.

Burada ise aklımıza Siyaset Felsefecisi

Antonio Gramsci’nin “Hapishane

Defterleri” adlı eserinde belirttiği organik

entelektüeller tanımı gelmektedir.

Entelektüeli çıkarlarını örgütlemek, daha

fazla iktidar, daha fazla güç için kullanan

bu gibi kurumlarla bağlantılı kimselere

entelektüel denilemez. Çünkü ona göre bir

ideolojiye bağlı olmayan olsa dahi

yanlışları açık yüreklilikle söyleyebilen,

yalnızlık ile saf tutmak arasında bir yerde

olan kişidir entelektüel. İdeolojilerin

üzerinde fikir üretir ve bu ideolojilere bu

fikirle yaklaşır.

Günümüzde bağlı bulunduğu ideolojiyi

rahatlıkla eleştirebilen kaç kişi vardır?

Doğruyu ve yanlışı menfaati olmaksızın

evrensel yorumlayarak Türkiye’de örnek

gösterilebilecek kişiler kimlerdir bir

düşünelim. Amerikalı Sosyolog Alvin

Gouldner, “eleştirel kültür adını verdiği bir

kültürün üyesidir entelektüel” diye

belirtir. Türkiye’de adeta çökmüş olan

eleştiri mekanizması bizde entelektüel

kavramını geri plana atmaktadır. Kapalı

kapılar ardında yapılan eleştirilerin realist

olmayacağını mühim olanın kişiliğini

gizlemeden hareket etmek olması

gerektiğini belirtmeliyim.

Bu sebeple bir entelektüelin ne

kaybedecek bir koltuğu ne de yüksek

makamlarda tanıdığı olmalıdır.

Şovenizmin karşısında durmayı bilmeli

muhalefeti onuruyla yaparak hâkim

normlara karşı fikirlerini özgürce ve

korkusuzca dile getirmelidir. Russel

Jacoby’nin bahsettiği gibi “Kimseden

medet ummayan, iflah olmaz bağımsız bir

ruh olmalıdır” Evet! Yalnız başına konuşur

entelektüel, ama ancak kendisini bir

hareketin gerçekliğinde bir halkın

özlemleriyle, müşterek bir idealin peşinde

hep beraber koşanlarla birleştirdiğinde

yankı bulur sesi. Hatta Jean Paul Sartre,

Entelektüelin en çok şöyle ya da böyle

olması için toplum tarafından dört bir

yandan kuşatıldığı, tatlı sözlerle

GENCAY

11

kandırılmaya çalışıldığı, gözdağı verildiği

zaman entelektüel olduğu çünkü

çalışmaların ancak o zaman ve bu temel

üzerinden inşa edilebileceğini söyler. 1964

Nobel ödülünü bu ilkelere dayanarak

reddetmiştir.

Günümüz Türkiye’sinde ise birilerinin

güdümünde eser verenlerin, objektif

eleştirinin neredeyse bittiğinin herkesin

kendi ideolojisindeki insana eser yazdığı

ve ondan takdir beklediği dönemde

bağımsız bir ruh olan bu entelektüel sayısı

bence çok azdır. Ama isimler üzerine

yazmayacağım. Ama bunun dışında olan

entelektüel görünümüne sahip olan

kişilerin fazlalığı oldukça tehlikelidir. Bu

kişilerin fark edilmeyerek halk tarafından

el üstünde tutulması ise bir kültür

faciasına sebep olabilir. Böyle kimseleri

gördükçe aklıma gelen Richard

Crossman’ın belirttiği “Şeytan da bir

zamanlar cennette otururdu. Bu yüzden

onu daha önce görmemiş olanların ilk

gördüklerinde meleklerle karıştırmaları

mümkündür.” sözüdür.

Türkiye’de profesör olan ve bu sayede

topluma seslenme toplumda karşılık

bulma hatta toplum tarafından yüksekte

görünmekte olan bazı kimselerin bu

unvanlarını güdümlü olarak

kullandıklarını kimselerin desteğiyle

kanonlaştırma yapmaya çalışarak özellikle

Tarih konusunda bir milli yok ediş peşinde

olan kimselerin yukarıdaki şeytan

tanımına uyduğunu söyleyeyim. Bu

kimselerin de kim olduğunu az çok tahmin

ediyorsunuzdur.

Uzun uzadıya entelektüel tanımlaması

yapmayacağım ama entelektüelin

amentüsü diye nitelendirilen Edward

Said’in Entelektüel kitabında belirttiği ‘’ Ne

yapacağımı ve ne yapmayacağımı

anlatayım sana ister evim, ister yurdum,

ister kilisem olsun. İnanmadığım şeye

hizmet etmeyeceğim ve kendimi olabildiği

kadar özgürce ve olabildiği kadar

bütünlükle dile getireceğim, bir hayat ya

da sanat tarzı bulmaya çalışacağım.

Kendimi savunmak için sessizlik, sürgün

ve kurnazlık silahlarını kullanacağım.’’

Sözlerinin bir entelektüel açısından

başucu yazısı olması gerektiğini

düşünüyorum.

Ayrıca Fransız Filozof Michael Faucoult’ın

belirttiği “Bir entelektüelin dinleyicilerini

mutlu etmesi diye bir şey söz konusu

olamaz. İşin özü sıkıntı verici, aykırı hatta

keyif kaçırıcı olmaktır. Bunu evrensel

ilkeler temelinde yapılır. Ama asla

entelektüelleri asla gülmeyen kimseler

olarak düşünmeyiniz gerektiğinde

kendisiyle dalga geçmesini bilen, şovenist

fikirler karşısında duran ne zaman ego ne

zaman tevazu sahibi olacağını iyi bilir bir

entelektüel. Yazıma son verirken çok

sevdiğim Adorno’nun entelektüel

hakkında çok sevdiğim sözünü

belirteceğim: “Entelektüel, dünya üzerinde

bir etki yaratmayı değil, bir gün bir yerde

birilerinin onun yazdıklarını tam da onun

yazdığı gibi okuyacağını umar.” Ayrıca ‘’bir

entelektüel gemisi battıktan sonra karada

değil karayla birlikte yaşamayı öğrenen

biridir.”

Esen Kalın…

GENCAY

12

NOBELLİ ÜLKÜCÜDEN DERS Nami Cem İYİGÜN

2015 Nobel Kimya Ödülü’ne layık görülen

üç bilim adamından biri ABD’nin Kuzey

Carolina Üniversitesi’nde öğretim üyeliği

yapan Türk Profesör Aziz Sancar oldu ve

hepimizin göğsünü kabarttı. Sancar’a

Nobel ödülünü getiren bilimsel

çalışmalarının içeriği ve önemini ancak

konunun uzmanları değerlendirebilir, ben

Sancar’ın ismi etrafında alevlendirilen

kimlik tartışmalarına ve onun ders

niteliğindeki açıklamalarına değinmekle

yetineceğim.

Aziz Sancar’ın Nobel ödülünü aldığı

öğrenilir öğrenilmez Türkiye’de anlamsız

bir tartışma başlamış ve Mardinli olan

Sancar’ın etnik kökenine ilişkin yorumlar

birbirini kovalamıştır. Sosyal medyada

başlatılan ve medyada sürdürülen

tartışmada kimisi Sancar’ın Türkmen,

kimisi Kürt, kimisi de Arap kökenli

olduğunu iddia etmiştir. Bilimsel başarıları

dolayısıyla dünyanın en prestijli

ödüllerinden birini alan bilimcimizi elde

ettiği başarıyla konuşacağımız yerde onun

etnik kökenini gündem yapmamız tam bir

garabet örneği oluşturmuştur.

“Ben Türküm, O Kadar!”

On yılı aşkın süredir ileri demokrasi

kılıfıyla yürütülen etnisite odaklı politika

ve algı oyunlarının toplumumuzu getirdiği

korkunç nokta ortadadır. Bir ülkede ulus

kavramı sürekli aşağılanır ve her fırsatta

insanlara etnik farklılıkları hatırlatılırsa

gelinebilecek başka bir nokta yoktur. Etnik

kimliklere özgürlük adı altında Türk

ulusunu bilmem kaç unsura bölen ve

çıktığı her kürsüden “Türk, Kürt, Laz,

Çerkez, Arnavut, Boşnak…” diye şecere

sayanlar, toplumun geldiği noktadan

sorumludur. Allah’tan Aziz Sancar gibi

üstün bir beyin neyin ne olduğunun çok iyi

farkındadır ki gazetecilerin ısrarla etnik

kökeninin peşine düşmeleri üzerine tüm

topluma ders verecek mahiyette

açıklamalarıyla tartışmayı bitirmiş ve ulus

düşmanlarına tokat indiren şu sözleri

sarfetmiştir: “Diyelim ki bir İstanbullu,

mutlaka Bulgaristan, Yunanistan, bir şeyi

vardır. Doğudaki insanın da kanında Türk’ü

de var, Kürt’ü de var, Arap’ı da var,

Ermeni’si de var, Yezidi’si de var. Kalkıp

bunları konu yaparsak ne konuştuğumuzu

unuturuz. İngiltere’de kaç tane etnik grup

var, adama sorduğunuzda ‘İngilizim’ diyor.

Burada da ‘Amerikalıyım’ dersin. İstersen

kökenini söylersin, ama ‘Amerikalı’ dedin mi

biter. Ben de ‘Türküm’ diyorum, o kadar.

Mardin’de de doğmuşsam, Cizre’de de

doğmuşsam, Kars’ta da doğmuşsam ben

Türküm.”

Aziz Sancar’ın söyledikleri,

cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa

Kemal Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’ni

GENCAY

13

kuran Türkiye halkına Türk milleti denir”

tanımı ve anayasamızın 66. maddesindeki

“Türk devletine vatandaşlık bağıyla bağlı

olan herkes Türk’tür” hükmünün bir

tekrarı niteliğindedir. Etnik kökeni ne

olursa olsun Aziz Sancar bir Türk bilim

adamı ve Türk ulusunun bir evladı

olduğunu ortaya koymuştur. Özellikle

Türk-Kürt ayrıştırmasına çalışıldığı ve

daha önce hiç olmadığı şekilde sokaklarda

Türk-Kürt kavgasının yapılmaya

başlandığı günümüzde Aziz Sancar’ın

sözleri umutsuzlaşan yüreklere su

serpmiştir. Toplumca kurtuluşumuz da

Sancar’ın bilinç düzeyine ulaşabilmemize

ve en çağdaş kimlik olan ulus kimliğine

sıkı sıkıya sarılıp etnikçi gericiliğe karşı

net tavır sergileyebilmemize bağlıdır.

Orhan Pamuk’tan Aziz Sancar’a

Aziz Sancar Nobel ödülüne layık görülen

ikinci Türk’tür, ama ilki olan Orhan

Pamuk’la arasında dağlar kadar fark

vardır. Orhan Pamuk, Türk düşmanlığının

batıda prim yaptığını anlayınca içerisinden

çıktığı ulusu karalamakta sakınca

görmemiş ve “Türkler bir milyon Ermeni

ile otuz bin Kürt’ü öldürdü” demek

suretiyle Nobel Edebiyat Ödülü’nü

kazanmıştır.

Aziz Sancar ise dünyaya Türklüğüyle gurur

duyduğunu haykırmış, ödülünü “büyük

Türk milletine” armağan etmiş, başarısını

Atatürk Türkiye’sine ve cumhuriyetimizin

eğitim sistemine borçlu olduğunu

söylemiş, her yanı Türk bayrağı ve Atatürk

posterleriyle dolu fotoğrafları gazetelerde

yer almıştır. Daha da çarpıcısı,

laboratuvarına Türkiye’den davet ettikleri

dışında, ABD’ye eğitim almaya gelen Türk

gençlerinin barınabilmeleri amacıyla

“Türkevi” adında kampüse yakın bir

öğrenci yurdu açmış ve şimdi Nobel’den

kazandığı para ödülü olan üç milyon lirayı

da Türkevi’ne bağışlayacağını ilan etmiştir.

Sancar’ın bu zihin yapısıyla yetişmesinde

Ülkü Ocakları’nın nasıl bir rol oynadığını

göz ardı etmemek gerekir. Milliyetçi bir

aileden gelen ve Ülkü Ocakları’nda

büyüyen Aziz Sancar’ın ülkücülüğü, sırtına

yaptırdığı ay-yıldız dövmesini ve cebinde

gezdirdiği anahtarlığının bile üç hilalli

oluşunu dikkate alırsak, ABD’de de aynen

devam ediyor. Kendi ulusuna iftiralar

yağdırmak yoluyla değil, tamamen

ölçülebilir bilimsel başarılarıyla Nobel

ödülünü kazanan Prof. Dr. Aziz Sancar’ı

canı gönülden tebrik ediyor ve siyasal

İslamcı’sından PKK destekçisine etnisiteyi

kutsayan herkese karşı Türklüğün ne

olduğunu haykırdığı için şükranlarımı

sunuyorum.

Kaynakça:

Tolga Tanış’ın Ropörtajı, Hürriyet Gazetesi,

10.10.2015

Uluç (H.), “Aziz Sancar’dan Tokat Gibi Cevap!..”,

Sabah Gazetesi, 16.10.2015

Tekin (A.), “Aziz Sancar’dan Ders”, Yeniçağ Gazetesi,

15.10.2015

GENCAY

14

BİR ZİHİN YAPISININ TAHLİLİ Prof. Dr. Erol GÜNGÖR

İnkılapçı aydınların kalkınma ve gelişme

meselelerinde takındıkları tavır tam

manasıyla entelektüalist denilebilecek bir

tavırdır ve sosyal-psikolojik bir problem

olarak incelenmeye değer. İnkılapçılar

sosyal ve iktisadi hayatın "kitaba uygun"

tedbirlerle istenilen biçimi kazanacağına

inanmışlar, bütün icraatlarını masa başında

düşünerek planlamışlardır. İnkılapçının

dramı kitap ile hayat arasında daima hayatın

lehine sonuçlanmak üzere sürüp giden

çatışmadan doğmaktadır. İnkılapçı sosyal

olayı bir zihin olayı olarak ele alan ve bu

yüzden, zihinden geçenlerle cemiyette

meydana gelen olaylar arasında bir intibak

bulunması gerektiğini zanneden adamdır.

Russell "Batıda teori tatbikatı takip eder,

Doğuda ise bütün tatbikatın teoriden

çıkarılmasına çalışılır," diyor. Bu düşünce

Doğulu ülkelerin Batılılaşma hareketleri için

çok geçerli görünüyor. Bu karakter sadece

Türkiye'de değil, başka ülkelerin

inkılapçılarında da derece, farkları olmakla

birlikte görülebilir. Bu özelliği ile inkılapçı,

egosantrik düşünce tipinin çok ilgi çekici bir

örneğini vermektedir. Bilindiği gibi,

egosantrik düşünce esas itibariyle çocukluk

çağına mahsustur ve daha çok zihinde geçen

şeylerle realitede olanlar arasındaki farkı

ayırt edememe şeklindedir. İnkılapçı bir

şeyin doğrusunu nasıl düşünüyorsa aynı

şeyin başkaları için de olduğunu düşünür;

sonra bu "doğru" bildiği şeyleri ardı ardına

emirnameler halinde yayınlar; kendi kudreti

yetmiyorsa aynı şeyi bir başkasının

yapmasını bekler. Bu emirnameler realite ile

uyuşmadığı zaman pek çok örnekleri

görüldüğü gibi- hazan bir millet için felaketli

neticeler doğurur ve şiddetli direnmelerle

karşılanır.(1) Fakat egosantrik düşünce tipi

kendi kafası ile realite arasındaki

uzlaşmazlığın kökünde objektif sebepler

arayacak yerde, ortada bir "fesat"ın

döndüğünü veya başkalarının kafalarının

arızi sebeplerle yanlış işlediğini zanneder.

Herkesi cahillikle veya fesat karıştırmakla

suçlar. Onun için dünya düzeltilmesi

gereken kafalarla bertaraf edilmesi gereken

fesatçılardan ibarettir; fesadı ortadan

kaldırır ve insanlara "doğru yol"

istikametinde yeteri kadar baskı yaparsa

işlerin düzelmemesi için sebep kalmaz.

Bu zihniyetin kaçınılmaz kaderi, istediklerini

yaptıracak kadar zora başvurulmadığı

takdirde, yaptığı her şeyden kısa zaman

sonra vazgeçmesidir. Birbiri ardınca planlar

yapar, bunların hiçbiri de tutmayacağı için,

aynı konuda devamlı ve çok defa birbirine

zıt uygulamalar yapmak zorunda kalır.

Amerikan usulü tutmazsa Fransız metodu

getirir; o tutmazsa Sovyet usulünü dener.

Merkantilizmden liberalizme, devletçiliğe ve

kollektivizme kadar yenilik saydığı her şeye

büyük bir aşkla sarılır. Kendi içinde mantıklı

olduğu takdirde her şey onun hayranlığını

çekebilir. Hâlbuki tam bir mantıki tutarlılık

içinde baştanbaşa saçma sistemler kurmak

mümkündür. (2)

Bazen orijinal yani, başka bir ülkeden

alınmamış çözümler getirdiği de olur, fakat

bu orijinal çözümler dışarıdan daha başarılı

değildir. Egosantrizmden dolayı,

başkalarının niçin şimdiye kadar böyle basit

ve kolay bir çözümü denemediğini

düşünemez. Öyle bir fikir, son derece basit

olduğu için, pekâlâ başkalarının aklına da

gelebilirdi; ama herkes entelektüalist

GENCAY

15

olmadığı için, akla uygun görünmekle

birlikte, tatbikatta hiçbir işe yaramayacak

çözümlerle uğraşmaz. Bu yüzden egosantrik

kafa bunları ilk defa kendisi tarafından

keşfedilmiş zanneder. Entelektüalistin

vazgeçilmiş bir başka özelliği de lafçılık

(verbalisme)dir. Lafçılık çok defa

politikacılara mahsus bir ahlak zaafı

zannedilir; onların halkı parlak sözlerle,

planlarla avutmaya çalıştıkları ve dolayısıyla

bolca laf kullandıkları düşünülür.

Politikacının lafçılığı böyle bir siyasi taktik

vasıtası olarak kullanması pek mümkündür;

ama politikacı olmayan çok kimse de böyle

hareket etmekten kurtulamaz. Bunun sebebi

entelektüalistin ahlakında değil, zihnindedir.

Onun dünyası bizim yaşadığımız gerçek

dünya değil, kendi kafasında kurduğu

dünyadır. Saatlerce konuşur, fakat bu

konuşmanın sonunda dinleyenin aklında

hiçbir şey kalmaz. Çünkü konuşulan şeylerin

realitedeki müşahhas (kongre)

münasebetlerle hiçbir ilgisi yoktur. Bu

sözler, entelektüalistin kullandığı kelimeler

gerçek dünyanın objelerini ifade eden

semboller değil, sadece kendi kafasında

varlığı olan soyut, hayali dünyanın

unsurlarıdır. Bu unsurlar arasında istenilen

münasebetin kurulmasına, hepsinin

istenildiği gibi kullanılmasına hiçbir engel

yoktur; yumak çözer veya bağlar gibi

saatlerce bunlarla oynamak mümkündür.

Zihin hayalleri arasındaki münasebetler,

orada meydana gelen olaylar tamamen

sembolik olduğu için, bunların sözden başka

yolla ifadesi daha ziyade kendi üzerine

kıvrılmış olan bir düşünce, başarısızlıkları

da entelektüel bir olay olarak yorumlar ve

onlara yine entelektüel mahiyette

açıklamalar, hal çareleri bulur. Objektif

şartlardaki değişmeleri hesaba katacak

yerde, kendisiyle başkaları arasındaki

uyuşmazlığın zihniyet farkından ibaret

bulunduğunu zanneder. Kendisini

beğenmeyenler, zihinleri onun zihni gibi

çalışmayan kimselerdir. Böylece, yukarıda

belirtmiş olduğumuz gibi, entelektüalistin

rakipleri sadece iki zümreden ibaret kalır:

Cahiller ve hainler…

Böyle düşünen bir kimsenin siyasi

mücadeleleri sadece şahsi mücadele olarak

görmesi pek tabiidir. Hayatın gerçek

problemlerini bir tarafa bırakarak zaten

onları göremez insanlarla uğraşmayı iş

edinir. Tabiat karşısında normal olarak

teşekkül eden soğukkanlı ve düşünceli

tavrın yerini insanlar karşısındaki kaprisli

ve öfkeli tavrın alması yine bu zihniyetin

kaçınılmaz neticelerindendir. Bütün mesele

insanların kaprisinden ibaretse, onlara karşı

kaprisli davranmamaya imkân yoktur.

Halktan insanlar çok defa okumuşlar

arasındaki geçimsizliklere bakarak, hayret

içinde kalmaktadırlar; çünkü onlar böyle

davranışları ancak cahillere yakıştırırlar. Bu

şiddetli çatışmalar her zaman menfaat

ayrılığından değil, tarafların bu

anlaşmazlıkları sadece şahsi bir mesele

halinde görmelerinden doğmaktadır.

Entelektüalistin düşünce ve davranış sistemi

onun ahlaki şahsiyetine de elbette

yansıyacaktır. Dışardan ona bakanlar

kendisini utanma duygusundan mahrum

gibi görebilirler:

Devamlı hata işleyen, hiçbir iş başaramayan,

bu başarısızlığına rağmen kendini bir türlü

düzeltmeyen, üstelik bir de yaptığı

beceriksizlikler büyük felaketlere yol açınca

hiçbir şey olmamış gibi pişkin davranan bir

insan, eğer geri zekâlı değilse, mutlaka ahlak

karakteri çok zayıf biri demektir. Şüphesiz,

entelektüalist tavrın zekâ azlığı ve karakter

bozukluğu ile birlikte gittiği haller

bulunabilir ama normal zekâlı ve özü

itibariyle dürüst birinin sırf zihni tavrı

GENCAY

16

yüzünden böyle bir çehre ile karşımıza

çıkması bizi hiç şaşırtmamalıdır.

Entelektüalist aydının bir başka özelliği,

bürokratik zihniyeti yüzünden, ister istemez

sosyalist görüşlere kolayca kapılmasıdır.(3)

Kalkınmakta olan ülkelerde değişmenin

başlıca yapıcısı, yol göstericisi devlet

olmaktadır; modernleşmenin hemen tek

temsilcisi odur. Devletin yanında modern bir

ülkeye mahsus faaliyetleri temsil eden

sektörler, özellikle iktisadi sektör, hem

yaygın değildir, hem de kolayca intibak

edilemeyecek kadar değişik, girift özellikler

taşır. Bu yüzden kalkınmakta olan ülkelerin

aydınları iktidar ve itibar arzularını tatmin

etmek, ideal edindikleri şeyleri

gerçekleştirmek üzere devleti tercih eder ve

memuriyet yahut politik mevki yoluyla

yükselmeye çalışırlar. Sosyolog P. Berger(4)

bu bürokratik mevki hevesini eksik

modernleşme veya eksik sosyalleşme olarak

görüyor. Ona göre, bürokrasinin

uygulayıcıları ile ondan iş bekleyenlerin

teknolojik üretimdekilerin aksine aynı

zihniyete sahip olmaları gerekmez yani,

vatandaş devletten iş beklerken devlet

görevlisi gibi düşünmek zorunda değildir.

Bu yüzden çok kimse devletten, nasıl

yapılacağı hakkında hiç bir fikre sahip

olmaksızın harikalar yaratmasını bekler.

Gerçekten, bir şeyi benimsemek için onu

anlamak şart değildir ve devletin gücünün

derecesini veya mahiyetini anlamaksızın

kendini o güçle özdeşleştirmek çok kolaydır.

Böylece, kalkınan cemiyetlerde politikacılık

iktisadi veya ilmi ve teknik Mesleklerden

daha önemli görünür. Bu ülkelerde mevkiini

bürokrasiden alan bir orta sınıf ortaya çıkar

ki, bu orta sınıf geçen devrin

burjuvazisinden çok farklıdır; bu yenilerin

zihinleri teknolojik üretimden ziyade

bürokrasi tarafından şekillenmektedir.

Dipnotlar

1. Sovyetler birinci beş yıllık planla birlikte

tanında büyük bir kollektifleşmeye

gitmişlerdi. 1 9 1 7'de Rusya'nın yüzde

sekseninde fazlası köylü idi ve bolşevikler

"işçiler ve köylüler"in kardeş olduklarını,

ikisinindi; komünist rejimin asli unsurları

olduklarını söylüyorlardı. Ziraatın

kollektifleştirilmesi yani, köylülerin

topraklarının ellerinden alınıp, hepsinin

kollektif çiftliklerde amele olarak

çalıştırılması, aynı zamanda geniş bir

sanayileşme programı ile birlikte başlatıldı.

Stalin'in bu planı büyük bir direnişle -parti

içinde bile- karşılandı, fakat direniş arttıkça

baskı ve şiddet de arttı ve özellikle orta halli

çiftçiler kitle halinde sürülüp toplama

kamplarında mecburi amele yapıldı. Bu

arada pek çoğu öldürülerek ortadan

kaldırıldı. Uygulamanın sonu Rusya'da

tarım ürünlerinin son derece azalmasına,

hayvanlarının pek çoğunun telef olmasına

ve devletin öldürdüğü köylülerden belki

yüzlerce misli fazlasının açlıktan ölmesine

yol açtı. 1934'e kadar kolektifleştirme

büyük ölçüde tamamlanmıştı, ama Sovyet

tarımının hala belini doğrultamayışının

başlıca sebeplerinden biri olarak bu "kitaba

uygun" uygulamadan bahsedilir.

2. Ruhlar ve cinlerle uğraşanların sistemleri

bu türdendir.

3. Türkiye'de yirmi yıl öncesine kadar

inkılapçı-milliyetçi olmak üzere başlıca iki

ideolojik gruplaşma vardı. Sonradan bu

inkılapçıların büyük çoğunluğunun sosyalist

kamp içinde yer almış olmaları tesadüf

değildir.

4. Peter Berger (ve diğerleri) : The Homeless

Mind. Tulican Books , 1974 .

GENCAY

17

O ÜLKEDEN BİR ŞİİR Mehmet Batuhan KAYNAKÇI

Ve O ülkeden şiirler yaz bana.

Tuna kıyısında ve Altay zirvesinde;

Hantengri büyüklüğünde,

İrtiş kafiyeli…

Okuyuşlarda bengü yeli,

Örste kıvılcımlar estirecek şiirler…

Sen, gözlerinde çekik,

Duruşunda Oğuz,

Bakışında Kıpçak ,

Ve şiir gibi güzel bak.

Sen, bana şiir gibi baktığın an

Yüreğim,

O ülke gibi çarpacak.

Ve O ülkeden şiirler yaz bana.

Tuvalı bir çocuğun içi ısınsın.

Turuncu… Kızıl... Karanlık...

Ah! Gün batsın,

Hazar’da yakamozlar oynaşsın.

İsterse bitsin ömür.

Kopuzlar eşliğinde ruhum,

Ruhunun iliklerine gömülür.

Kara iller soğuktur bu mevsimde.

Kişiler de soğuktur, şiirler de...

Bekle ki gelsin Nevruz.

Bekle ki Baygöl'e değen saçların,

Ege'den hale hale avuçlarıma aksın.

Bekle ki yüreğime gelsin Nevruz.

Bekle ki...

Senden şiirler alacağım, tunç kafiyeli.

Ateşin feri değdiği gün dudağına,

Dirildiği gün bir adam, altun elbiseli.

O ülkeden şiirler yazacaksın bana.

GENCAY

18

ELİNDEKİ İMANOMETREYİ

KENDİNE TUT Ertuğrul Kaan ÇAM

Para ile imanın kimde olduğu belli olmaz

diye duyduk biz anadan atadan. Onun için

de ne kimsenin malı mülkü züğürt

çenemizi yordu ne de aciz bir kul olarak

kimsenin dini ile imanı ile uğraştık. Kendi

bacağımızdan asılacağımızın bilincinde

olduk her zaman. Günümüzde ise yeni ve

çok tehlikeli bir akım başladı. Bu hastalık

beş vakit namaza beş daha katan hacı

emmiye kadar sirayet edince birkaç kelam

etmek zaruriyeti ortaya çıktı.

Son dönemlerde insanımız arasında,

özellikle muhafazakâr denilen kitlede,

popüler olan bir durum dikkatimi

çekmekte. İnsanlar kendileri bütün dünya

ve ahiret işlerini bitirmiş, her şeyi

garantilemiş gibi başkalarının imanlarını

ölçmekte. Bunu ölçmek için sanki hayali

bir cihaz icat etmişler. Ben bu cihaza

kendimce kronometre, barometre vs.

isimlerinden ilham alarak imanometre

ismini verdim. Peki, imanometre ile

herkesin imanını ölçen bu mucit kitle hiç

kendine bu cihazı tutmayı düşündüler mi?

Benim ki de laf!

Ellerindeki bu icadı ile hepimizin ebedi

hayatını kurtaran bu kahramanların

imanından sual olur mu? Onlar cennete

gitmek için artık gün sayıyorlar. Öyle bir

hizmet yaptılar ki sayelerinde imansız

memur görevde yükselemiyor, imansız

siyasetçi milletten icazet alamıyor, imansız

iş adamı ihale alamıyor, imansız

akademisyenin önü kesiliyor. İmansız

hâkim, savcı kalmadı sayelerinde. Liyakat?

Adalet? Aman canım iman olmadıktan

daha doğru ifade ile imanometreden

yeterli puanı alamadıktan sonra gerisinin

ne önemi var!

Bu aptal icadın ne kadar yanılabileceğinin

örnekleri dünümüzde de günümüzde de o

kadar çok ki. Dünümüzün en

çarpıcılarından birkaç örnek vermek

istiyorum. Günümüzde zaten gözümüzün

önünde cereyan ediyor her şey.

Hz. Ömer’den bahsedeceğim önce Ömer

bin Hattap. Müşriklerin şanlı

peygamberimizi öldürmek için

görevlendirdiği, bunu yapsa yapsa Ömer

yapar dediği kişi. Elindeki imanometre

cihazının sihri ile adaleti unutanlar

hatırladınız mı? O ki, iman edip Hz.Ömer

oldu. İslam’ın en büyük fatihlerinden,

adaletin timsali oldu. Ya Halid bin Velid.

Uhud’da Müslümanların mağlubiyetinde

başrol olan Kureyş’in yetenekli komutanı

Halid sonra iman edip Seyfullah(Allah’ın

kılıcı) sıfatına nail olmadı mı? Zamanı

biraz daha ileri saralım. Peygamber

müjdesine nail olmuş Hz. Fatih’in

mühendislik harikası Şahi’sini döken usta

aklınıza geldi mi? Hatırlatayım, Macar top

ustası Urban. O şahinin gülleleri ki imanın

küfrü dövdüğü gibi surları dövdü,

Konstantiyye’yi İstanbul yaptı. Türklüğün

ve İslam’ın en büyük zaferlerinden birinde

bir Macar top ustasının katkısı var.

GENCAY

19

Daha başka maharetleri de var bu

imanometrenin. Öyle bir icat ki ölülerin

bile imanını ölçüyor. Siyonist, mason,

müşrik, putperest, münafık ne varsa

çıkıyor, mezarına tut yeter! Bu

imanometre mucitlerinin icatlarını

ölüsüne tutup lanet okudukları bir Başbuğ

Atatürk var ki bugün onun mücadele azmi,

zekâsı ve önderliği sayesinde beş vakit

Ezan-ı Muhammedi’yi dinliyoruz.

Bayrağımıza bakıp, bağımsızlığın keyfini

sürüyoruz.

Daha fazla örneğe gerek yok sanırım.

Bizim hacı emminin ‘’haşalarını,

estağfurullahlarını’’ duyar gibiyim. Daha

fazla delil isteyen, zelil olmak istiyordur.

Ömrünü imanlı geçirip bir isyan ile helak

olmak da var, ömrünü küfürle geçirip bir

vesile ile kurtuluşa ermek hatta büyük

hizmetler yapmak da. Hidayet, Allah’ın bir

lütfudur. Biz aciz kulların yapması gereken

ise Allah’ın hidayete erdirdiği kullarından

olmak ve öyle ölmek için O’na dua

etmektir. Her işimizde ceddimiz gibi

liyakat ve adaleti esas alarak hareket

edeceğiz ki ezeldeki şanımız ebede

uzansın. O yüzden bırakın iman ölçmeyi,

imanınızı kurtarmaya bakın, bakalım…

GENCAY

20

millikanal.com

GENCAY

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN KİTAPLARINI millikitap.com

ADRESİNDEN ÜCRETSİZ OLARAK İNDİREBİLİRSİNİZ.