gencay dergisi - sayı 34 - kasım 2014

72

Upload: gencay-dergisi

Post on 06-Apr-2016

239 views

Category:

Documents


0 download

DESCRIPTION

Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014 http://www.gencaydergisi.com

TRANSCRIPT

Page 1: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014
Page 2: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

www.millidusunce.org

Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı

Kızılay/ANKARA

Telefon: 0 (312) 231 31 94

Belgeç: 0 (312) 231 31 22

Page 3: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi

Yıl 3 Sayı 34 - Kasım 2014

Ücretsiz e-dergi

www.gencaydergisi.com

[email protected]

ATATÜRK’ÜN SAĞLIĞI / Çağhan SARI

YAKLAŞIYOR YAKLAŞMAKTA OLAN / Abdullah KILAVUZ

OSMANLI NEDEN UZUN ÖMÜRLÜ OLDU / Veysel Gökberk MANGA

KÜLTÜRDE DEMLENEN ÇAY/ Canan CAVŞAK

TAPTUK EMRE’YE ÇOBAN ARMAĞANI / Hanife YAŞAR

NE OLACAK BU TRAFİĞİN HÂLİ? / Alperen KIZIKLI

BİREYSELLEŞME REDDEDİLİYOR / Dilek AKILLIOĞLU

DAMGALARIN MASALI: TENGRİ’YE ALKIŞ / Emre SEVİNÇ

KİTAPLARDAN ÖNEMLİ NOTLAR / Fatma Özge ÖZDEMİR

SİYASAL İSLAM’IN DÜNÜ BUGÜNÜ/ Sertaç EKEMEN

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ GENÇLİK SEMİNERLERİ / Açelya OĞUZ- Hanife YAŞAR

Page 4: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

1

ATATÜRK’ÜN SAĞLIĞI

Çağhan SARI

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu

olan Atatürk'ün sağlığı ile ilgili yapılan

çalışmalar genellikle vefatı üzerinedir.

Vefat nedeninin teferruatıyla ele alındığı

eserlerin çokluğuyla beraber diğer

hastalıkları, genel sağlık durumu hakkında

kitaplar nispeten azdır. Son yıllarda da

Atatürk’ün doktor ihmali yahut tedavi

yöntemlerinde olabilecek bir kusurun

ötesinde komplo sonucu hayatını

kaybettiğini iddia eden yayınlar çıkmıştır.

Bu iddiaların taraflı tarafsız birçok insanın

dikkatini çektiğini biliyoruz. Ancak biz

belgesi ile kaynağı ile sadece çektiği

rahatsızlıklar ve hastalığı çerçevesinde

kalacağız.

Mustafa Kemal Atatürk’ün çocukluğuna

baktığımızda kuvvetli bir bünyeye sahip

olduğunu anlayabiliyoruz. Kendisinden

önce doğan kardeşleri çeşitli çocuk

hastalıkları sonucu hayatlarını kaybetmiş,

Mustafa Kemal ailesinin yüzünü güldüren

bir bebek olarak dünyaya gelmiştir. Dr.

Eren Akçiçek’in yayınladığı Atatürk’ün

sağlık takvimine göre; çocukken üstüne

kapı devrilmesi ile kuşpalazı

rahatsızlıklarını geçirdiği yazıyor.

Çocukluk çağından sonra ise Atatürk’ün

esas hastalıklarla karşılaştığı yıllar başlar.

Önce Manastır İdadisi’nde öğrenci iken

sıtmaya yakalanır. Bu sıtma rahatsızlığı

daha sonra bünyesinde tekrar edecektir.

Atatürk’ün fotoğraflarının bazılarında

belirgin olan bir husus sağ gözünde

şehlalık olmasıdır. Trablusgarp savaşında

Kasr-ı Harun harabelerinde bizzat

çatışmaya katılmış, sağ gözüne kireçli taş

parçası isabet etmiş ve yaralanmıştır. İlk

müdahale Derne de yapılır. Akabinde

iyileşemeden tekrar cepheye dönse de bu

kez gözü tamamen kapanır ve görme

yetisini kaybeder. Doktorlar yapılan

tetkikte gözünün tekrar açılacağını

söyleseler de moralsizdir. Savaş sonu 1912

Kasım’ında Viyana’ya giderek burada

tedavi olur ve görme yetisini geri kazanır.

Savaş alanındaki bu ilk ciddi yarası son

olmaz. Herkesin malumu Çanakkale

Savaşı’nda ise patlayan şarapnel

parçasının göğsüne isabet etmesiyle acı

içinde kalır. Yadigâr saati olmasa şarapnel

parçası kalbe girerek onu öldürebilir idi.

Saat bir nevi zırh vazifesi görür ve

şarapnel derin bir kan çukuru, ezik iz

bırakır. Çanakkale savaşının sonuna doğru

sıtma tekrar eder. 1916’da doğu cephesine

16. Kolordu komutanı olarak atanır.

Buradaki şikâyeti ise öksürük nöbetleridir.

Birinci Dünya Savaşı’nda doğu

cephesinden sonraki görev yeri ise

Yıldırım Orduları Grubu’dur. Suriye

Page 5: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

2

cephesinde görevlidir. Burada iken böbrek

rahatsızlığı başlar. Görevinden ayrıldıktan

sonra gözleri için gittiği Avusturya’nın bu

kez Karslbald kentinde böbrekleri için

tedavi olur. Kaplıcalarda kalır. Böbrek

sancısı Milli Mücadele döneminde tıpkı

sıtma gibi nüksedecektir. Hastalıkları

gelişmeler arasında bir dikkat çeken husus

ise hasta olduğu süreçte olağanüstü bir

çaba ile çalıştığı zor zamanlara denk

gelmesidir. Sakarya Savaşı’nın ne denli

önem arz ettiğini belirtmeye gerek yok.

Böylesine önemli savaşta Atatürk dört başı

mamur bir sağlık ile savaşı yönetmemiştir.

Muharebelerden birkaç gün önce cepheyi

teftişi sırasında attan düşmüş ve

kaburgalarını kırmıştır. Ölüm kalım savaşı

olarak adlandırılan bu muharebelerde

kaburgaları kırıktır.

Hayatının sonuna kadar sorun yaşadığı bir

başka nokta ise dişleridir. Milli

Mücadele’nin son döneminde sık sık diş

ağrısı çekmiştir. Cumhuriyetin ilanından

hemen birkaç gün önce dişlerini çektirmiş

ve yeni yapılan protez denemesindedir.

Cumhuriyetin ilanından birkaç dakika

sonra Cumhurbaşkanlığı’na seçildiğinde

teşekkür konuşması için kürsüye çıkar.

Konuşmayı kısa tutar. Daha sonra kendi

ifadesi ile dişlerinin onu zorladığı ve ıslığa

benzer bir ses çıktığı için kısa

konuştuğunu anlatır.

Onu fani hayattan koparan karaciğer

rahatsızlığı gibi uzun ve meşakkatli geçen

diş rahatsızlığında ilk başlarda doktoru II.

Abdülhamit’in de doktoru olan Sami

Günzberg’dir. Zaman zaman tekrarlayan

diş rahatsızlıklarındaki bir anekdot,

Atatürk’ün soğukkanlılığı ile ilgilidir.

Karaciğer hastalığı sırasında kullandığı

ilaçlar kanı sulandırdığı için kanama

ihtimalinde kanın durmama riski

taşıyordu. Bir gün diş muayenesi olurken,

protezden kaynaklanan et kabarıklığını

doktorun kesmesi üzerine kanama başlar.

Doktor dâhil saray erkânı panik havasında

iken o soğukkanlılıkla etrafını

cesaretlendirici konuşur.

Milletiyle beraber on sene cepheden

cepheye koştuktan sonra bir de yeni

devletin teşkilinin yoğun çalışması

eklenince bünyesi bir kez daha bu yüke

karşı zorlandığı mesajını verir. 11 ve 13

Kasım 1923 peş peşe kalp spazmı

geçirince hemen tetkiklerden geçirilir ve

bir süre dinlenmek için yılın son günü

İzmir’e geçer. 1927’de kalp spazmı

tekrarlar. Yine aşırı yorgunluk teşhisi

konur ve bu kez muayene için

yurtdışından doktorlar davet edilir.

Page 6: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

3

Atatürk’ün aşırı yorgunluğun üstüne

düzensiz uyuma, kötü beslenme, günde

yüzü aşkın sigara kullanımı ve saat başı

fincan kahve onu sağlığını olumsuz

etkilemiştir.

Bu hava içerisinde 1936 yılının ikinci

yarısından itibaren yorgunluk ve diğer

rahatsızlıklar başlar. 1937de sık sık

kaşınmalar ve burun kanamaları görünür.

İştahsızlık ve halsizlik fasıla vermeksizin

devam eder. Günlük öneri ve tedavi

yöntemleri ile iyileştirme çalışmalarındaki

doktorlar gelen büyük hastalığı

duymamışlardır. Bu bir iddia olmaktan öte

Atatürk’ün kendi görüşüdür. Afet İnan’a

yazdığı bir mektupta hastalığının

durmayıp devam etmesini doktorların

yanlış görüş ve tedavilerine dayandırdığını

yazmaktadır. Nedense bu mektubun ilk

paragrafı yayınlanmamıştır. Mektubun

geri kalan metni için Can Dündar’ın

hazırladığı Sarı Zeybek belgeseline

bakabiliriz. Bu mektup bahsinden sonra

konuya devam edelim. Ocak 1938’de

Yalova’da Nihat Reşat Berger tarafından

kendisine siroz teşhisi konur. Belki bugün

alkol tüketimini sıkça ve miktar olarak çok

yaptığı için karaciğer iltihabının bunun

sonucu olarak görülse de Can Dündar,

düzensiz yaşam ve yorucu tempoyu, Eren

Akçicek alkol tüketimi ile bünyenin çok

yıpranmasını, Ali Güler kısmen Can

Dündar’a katılmakla beraber Akçiçek’in

nazariyatını, Ogün Deli ise yanlış ilaç

kullanımı ve kasıtlı kusur olduğunu ileri

sürmekte ve benimsemektedir. Siroz

tedavisi ilk başlarda müspet sonuç

vermeye başlamış, yurt dışından gelen Dr.

Fiessenger, Atatürk’ün sağlığına

kavuşması için perhiz ve tedavi

programına başlamıştır. Ancak hastalığı

yabancı doktorların gelmesi ile İngiltere ve

Fransa’nın dikkatini çekmiş ve ülkelerin

kamuoyu Atatürk’ün hastalığını basında

ele almaya başlamıştı. Ortada ise Hatay

mevzusu vardı ve onun hastalığından

Page 7: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

4

dolayı bu devletler, Türkiye’ye karşı

duruşunu değiştirebilirdi.

Atatürk, hastalığı için iki ay daha istirahat

etmesi lazım gerekirken Mayıs sıcağında

Hatay sınırına indi ve Adana’da askeri

manevralar yaptırdı. Bir anlamda gözdağı

veriyordu ve onun verdiği gözdağı

adresini bulacak Fransa, Hatay konusunda

Türk taleplerini kabul edecektir. O ise

hastalığının son ve iyileşmeyen devresine

girmiş oluyordu. Eylül’den sonra iki defa

komaya girecek, ikinci komasından

çıkması mucizevi olacak, karnında

hastalığından ötürü biriken asit,

ponksiyon denen su çekme işlemi ile

boşaltılacaktı. Son yapılan ponksiyon

işleminden sonra canı enginar yemek

isteyecek ancak İstanbul’da o mevsim

enginar bulunamadığı için Hatay’a

enginarlar ısmarlanacaktır. Akabinde

birkaç saat içinde komaya girecek ve bu

komadan kurtulamayarak 10 Kasım

Perşembe günü saat 09.05’de kalbi

duracaktır. Beyin ölümünün ise 09.07’de

gerçekleştiği yazılmaktadır.

Ebediyete intikalinden sonra hala bugün

milyonlarca Türk’ün kalbinde anıları

yaşayan Atatürk’ün irili ufaklı soğuk

algınlığı ve zatürre hastalıklarının

haricinde ömründe en sıkıntılı anlarını

geçirdiği rahatsızlıklar bunlardır. Aziz

hatırası önünde ona bir kez daha minnet

duygularını ifade ederken onu tanımanın,

onu sevmekten önce gelmesini

vurguluyoruz.

Kaynakça Ali Güler, Atatürk'ün Son Sözü Aleykümesselam,

Yeditepe Yayınevi, İstanbul 2013.

Bilal Şimşir, Atatürk’ün Hastalığı, TTK, Ankara 2011.

Can Dündar, Sarı Zeybek, Milliyet Yayınları, Ankara

1994.

Eren Akçiçek, Atatürk’ün Sağlığı, Hastalıkları ve

Ölümü, Ezgi Kitabevi, İzmir 2005.

Ogün Deli, Agoni, Lazer Yayınları, İstanbul 2004.

Ogün Deli, Atatürk Nasıl Öldürüldü, Akis Yayıncılık,

İstanbul 2007.

Tunç Boran, Atatürk, Hastalığı ve Ölümü, AFT

Yayıncılık.

Page 8: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

5

YAKLAŞIYOR YAKLAŞMAKTA OLAN Abdullah KILAVUZ

Yazıya Giriş Yerine, Sitemkâr Bir Hâl

Beyanı

“Evet dostlar! Bizim, öncelikle ve behemehâl

buna ihtiyacımız var: Öz-Eleştiri! Ciddi,

seviyeli, hâlis niyetli; ama sert öz-

eleştiriler!” [Durmuş Hocaoğlu]

Dündar Taşer, “durum muhasebesine

düşmandan başlanmaz” dermiş. Bu söz,

bugüne kadar Türk Milliyetçilerinin

yazdığı birçok özeleştiri yazısının temel

dayanağı oldu. Misal; Durmuş

Hocaoğlu’nun 1999 yılında kaleme aldığı

“Türk Milliyetçiliği’nin En Mühim İhtiyacı:

Öz-Eleştiri” makalesi, Dündar Taşer’in o

meşhur sözünü çıkış noktası kabul ederek

kaleme alınmıştı. Birçok konuda alanında

ilk olan bu pek kıymetli makale ne yazık ki

yazılışının ardından geçen on beş seneye

rağmen hâlâ hakkıyla anlaşılamadı.

Derken aradan on yıl gibi bir zaman geçti

ve Dündar Taşer’in “durum muhasebesine

düşmandan başlanmaz” sözünü düstur

edinen bir yeni eser daha ortaya çıktı:

İkbal Vurucu, Fırat Kargıoğlu ve Erkan

Çakıcı’nın birlikte hazırladığı “Ukdeler”

kitabı, eşine zor rastlanır bir “Öz-Eleştiri”

örneği olarak raflardaki yerini aldı. Bu

kitabın akıbeti de Hocaoğlu’nun makaleleri

gibi oldu ne yazık ki. Değeri anlaşılmadı ve

gerekli itibar-teveccüh Türk Milliyetçileri

tarafından gösterilmedi. Özeleştiri yapma

cüretini(!) gösteren bazı yazarların

modern aforoz işlemlerine tabi tutulması

ise birçok genç yazarın gözünü

korkutmaya yetti. Gençler arasında

gözünü budaktan esirgemeyenler de oldu

elbet. Lâkin gencecik yaşlarında ellerine

birer “ihanet” şahadetnamesi sıkıştırılarak

kovuldular ülkücülük okulundan... Orta yaş

üzeri entelektüellerimizin durumu da

gençlerden farklı değil. Kimisi taşlanmanın

peygamber sanatı olduğunu kabul ederek

münzevi bir hayat yaşamak üzere köşesine

çekildi, kimisi de bu yapıştırılan “hain”

yaftasını, bir övünç madalyası gibi

göğsünde taşıyıp ilerleyen yaşına aldırış

etmeden mücadele etmeye devam etti.

Şimdi, bu örneklerden küçük bir çıkarım

yaparak, durum muhasebesi yapmadan,

sadakat ve itaat temalı yazılar kaleme

alsam veya muhasebeye kendimizden

değil de düşmandan başlasam… Mesela

AKP ve yükselen terör olaylarından

bahsetsem veya sözde çözüm sürecinin

milli çıkarlarımız üzerine olan menfi

tesirlerini yazsam eminim daha çok

kıymet görecektir bu sayfalar… Lakin

aradan on beş sene geçse de bizlere

yaraşan; yine ve yeniden ve daima

“…eleyse allahu bi-ehkemel hâkîmin”

diyerek peşin hüküm koyuculardan Allah’a

sığınmak ve bu ateş parçası düzene inat,

kalemlerimizi bu temiz sayfalara

kırmaktır.

Vatan Topraklarının Manzara-i

Umumiyesi

“Kanımın nehriyle cetvellediğim

Bu toprak söyleyin neden çoraktır?”

[Mehmet Âkif İnan]

Page 9: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

6

Kıyamet denilince aklınıza ne gelir? Benim

aklıma ilk olarak, İbni Haldun geliyor. O,

Mukaddime adlı dev eserinde, devletin

(yani mülkün) tapusuna el uzatılmasını

kıyamete eş tutar. İkinci olarak ise Necm

suresinden bir ayet gelir aklıma… Bahsi

geçen ayet, kıyamete atıfta bulunarak “O

yaklaşmakta olan yaklaştı” der. Ne vakit

bu ikisini düşünecek olsam, bu defa da

üçüncü olarak İsmet Özel gelir aklıma...

“Karlı Bir Gece Vakti Bir Dostu

Uyandırmak” şiirinde şöyle diyordu şair

İsmet Özel: “Kardeşlerim! / Bakın

yaklaşıyor yaklaşmakta olan!”…

Siyaset bilimleri, uluslararası ilişkiler,

diplomasi terimleri, cilt cilt kitaplar, aylık

dergiler, günlük gazeteler, açık oturumlar,

köşe yazıları, fıkralar, konferanslar,

paneller, çalıştaylar, seminerler ve

bilimsel-akademik çalışmalar… Günümüz

Türkiye’sini anlamak için artık bunların

hiçbirine ihtiyacımız kalmadı. Türkiye

gündemine hâkim olmak için iki kişinin

oturup fikir alışverişi yapması bile zaman

israfı sayılıyor son zamanlarda.

Kahvehaneler, gidişatın hararetle

münazara edildiği birer fikir kulübü görevi

görüyor.

Her şey o kadar aleni cereyan ediyor ki

hiçbir sır kalmadı perdeler arkasında.

Kimsenin kafasında olup bitenlere ait tek

bir soru işareti yok. Ülkemiz; hırsızlığın ve

haksızlığın açıktan açığa yapıldığı, yalan ve

riyanın açıktan hüküm sürdüğü, bir

zamanlar akıldan geçirmenin dâhi

mümkün olmadığı konuların (bkz:

Öcalan’ın ev hapsi, özerklik, eyalet sistemi,

sözde PKK şehitliği, Kürdistan, yerel

güvenlik teşkilatları vs.) açıktan tartışıldığı

bir ülke hâline geldi. Artık insanlar gecenin

karanlığında çıkmaz sokaklarda değil,

güpegündüz ve işlek caddelerde

öldürülüyor. Duvarlara gizli gizli yazılar

yazılmıyor; devletin en mahrem

konularında en münasebetsiz yorumlar

açıktan açığa, televizyonlardan naklen

yapılıyor. Bayraklar yakılıyor, karakollar

yakılıyor, otobüs durakları yakılıyor,

otobüsler yakılıyor, okullar yakılıyor,

gündüz gözüyle insanlar yakılıyor. Devasa

heykeller dikiliyor, askerlere taş atılıyor,

bölücü güçler gündüz gözüyle kimlik

kontrolü yapıyor. Anlatmakla bitmeyecek,

sıralamakla sonu gelmeyecek ve hazindir

ki duyunca inanılamayacak hadiseler

cereyan ediyor Türkiye’de… Sözün özü,

“tarih gözümüzün önünde yeniden

yazılıyor” rahmetlik Durmuş Hocaoğlu’nun

dediği gibi… Ve korkarım kardeşlerim,

dörtnala yaklaşıyor yaklaşmakta olan…

Peki, tarihin yeniden yazıldığı, her şeyin

gözümüzün önünde cereyan ettiği, İbn-i

Haldun’un bahsettiği kıyametin çok

yaklaştığı bu günlerde, Türk Milliyetçileri

olarak neler yapıyoruz? Vicdanımız ve

kalbimiz rahat mı?

Cevabını Bekleyen Sorular

Benim kalbim rahat değil. Vicdanımın ise

iki eli de yakamda. Aynalarda her sabah

beni karşılayan derin bir utanç, göğüs

kafesimin üstünde ise karabasan gibi

çökmüş sorular, kemirip duruyorlar

beynimi:

1. Etnik bölücülerin ülke gündemini

belirlediği ülkemizde, Türk Milliyetçileri

olarak ağzı açık bir vaziyette “acaba bu

gün ne olacak?” diyerek kafamızı

kaşıyoruz gün boyu. Gündem oluşturmak

Page 10: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

7

ne kelime? Gündemi takip etmeye bile

gücümüz yetmiyor. Türk Milliyetçileri

olarak, etnik bölücüler kadar ağırlığımız ve

itibarımız yok. Türk Milliyetçileri, bu

utancın giderilmesi için ne gibi çalışmalar

yapıyorlar?

2. Türk Milliyetçiliği, Türkiye’de

yerleşmek ve yeşermek için bu kadar

müsait bir ortam bulmuşken, halkın

bizlere olan teveccühü neden her geçen

gün biraz daha azalıyor? Uğruna beş

binden fazla şehit verdiğimiz bu millet,

neden bizim sözümüze itimat etmiyor?

Türk Milliyetçileri olarak “milletimiz bizi

anlamadı” kolaycılığının arkasına mı

sığınacağız yoksa CHP seçmenleri gibi

“makarna” üzerinden halkı aşağılamaya mı

başlayacağız?

3. Hocaoğlu’nun “Kozmopolitan

Müslümanlık” diye tanımladığı vatan,

bayrak, devlet mefhumlarını tanımayan

bir Müslüman nesil yetişiyor. Türk

Milliyetçilerinin bu konuda çalışmaları var

mıdır? Türk Milliyetçilerinin en büyük sivil

toplum örgütleri olan Türk Ocakları ve

Ülkü Ocakları, bu konu için herhangi bir

karşı eğitim - kültür faaliyeti yürütmekte

midir?

4. “Kürt Meselesi” için Türk

Milliyetçilerinin tezleri nelerdir? “Ya sev -

Ya terk et” sloganından ve “kart-kurt”

teorisinden öteye geçemeyişimizin

müsebbibi kimlerdir? Bu konuda bilimsel

– akademik çalışmalara neden ağırlık

verilmiyor?

5. Seçim meydanlarında “tek başına

iktidar” sloganıyla oy istiyoruz. Peki, yarın

sabah bir seçim olsa ve Türk Milliyetçileri

tek başına iktidar olarak sandıktan çıksa:

örneğin; sağlık sisteminin sorunlarına

hakim miyiz? Çözüm önerilerimiz var mı?

Hangi politikaları yürüteceğimiz belli mi?

Türk Milliyetçilerinin eğitim politikalarına

bakışı nedir ve gelecek için eğitim

noktasında halka vaatleri nelerdir? Bu

soruları Maliye Bakanlığı’ndan Çevre ve

Şehircilik Bakanlığı’na kadar bütün kurum

ve kuruluşlara uyarlayabiliriz. Sözün özü;

Türk Milliyetçileri kadro olarak, düşünce

zenginliği olarak ve inanç olarak iktidar

olmaya hazır mıdır? Hazır değilse neden

değil? Yok, eğer hazırsa, bu hazırlıktan

vatandaş olarak neden bizlerin haberi

yok?

6. Mezhep çatışmalarının psikolojik

düzeyde devam ettiği ülkemizde, Alevi -

Sünni kutuplaşması ayyuka çıkmış

durumdayken, Türk Milliyetçileri bu

konuda hangi tezleri üretebilmiştir?

7. Madde bağımlılığının ilköğretim

sıralarına kadar yaygınlaştığı ülkemizde,

Türk Milliyetçilerinin yaptığı ciddi bir

bilimsel araştırma var mıdır? Türk

Milliyetçilerinin bu konudaki projeleri ve

düşünceleri nelerdir? Türk

Milliyetçilerinin hali hazırda yarısından

fazlasının sigara nedeniyle “bağımlı”

konumunda olduğu gerçeğini göz önüne

alacak olursak, bu projeler ne kadar ikna

edici olabilir?

Sevgili okur; istediğiniz sorudan

başlayabilirsiniz, başarılar dilerim…

Page 11: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

8

OSMANLI NEDEN UZUN ÖMÜRLÜ OLDU:

Türk Yerleşikliği Üzerine Bir Deneme Veysel Gökberk MANGA

Ah Türkler, atı evcilleştirip binek hayvanı

olarak kullanmaya başladıklarında,

dünyâyı köklü bir şekilde ve uzun bir

süreliğine değiştireceklerinden herhâlde

habersizlerdi. Üzenginin îcâdı ve atın

binek hayvanı olarak kullanılması,

dünyânın daha önce görmediği, sonra da

görmeyeceği, tamâmen kendine has

özelliklere sâhip, öncekilerden ve

sonrakilerden farklı bir hayat tarzı

meydâna getirdi. Bu hayat tarzını demir ve

at temsîl etti. Adına, konuyu inceleyen

uzmanlar tarafından "bozkır medeniyeti"

dendi.

Bozkır medeniyeti, büyük hayvan

sürülerine sâhip, en büyük günlük

meşgalesi onların karnını doyurmak ve

kendi hayatını böylece idâme ettirmek

olan ve bunun için hayvan sürülerine

sürekli yeni ve tâze çayırlar aramak

zorunda kalan insanların yaşamını anlatan

bir kavramdır. Hayvanların ürünleri ve

güçleri üzerine kurulmuş bozkır

iktisâdiyâtı, bu medeniyet dâiresi içindeki

insanlara çok fazla oturmak imkânı da

vermemiştir. Bu insanlar, çadırlarını

kurdukları yerlerden kısa süre içinde

göçmek zorunda kalmışlardır. On binlerce

hayvanlık sürülerin yiyecek ihtiyâcı göz

önüne alınacak olursa, bu keyfiyet daha iyi

anlaşılacaktır.

Birçok eserde tespît edildiği üzere, bu

insanlar çadırlarda yaşamış, bozkırın

yaklaşık olarak -40 ve +40 derece arasında

değişen çetin hava şartlarıyla savaşmış; bu

da onları sert tabiâtlı, disiplinli, yılmaz,

mücâdeleci insanlar yapmıştır. Bu

karakter çizgilerinin biraz sonra bu

insanların hâkimiyet anlayışlarını, devlet

ve dünyâ tasavvurlarını etkilemesi bizi

şaşırtmamalıdır. Otlakların âdil kullanımı

zarûreti, malların ihtiyâca göre

paylaşılması gereğini doğurmuştur. Bu

paylaşımı yapabilmek içinse, muktedîr bir

hâkim kuvvete ihtiyâç vardır. Bu hâkim

kuvvet, yâni devlet, hakkını yedirmeyecek

kadar sert, fakat düşkünlere karşı da

merhametli olmak zorundadır. Çünkü bu

insanların doğaya karşı tutumları da

aslında bundan ibârettir. Çetin şartlarla

mücâdele eden Türkler, doğaya karşı da

haklarını yedirmeyecek kadar serttirler.

Onun sıcağından ve soğuğundan

korunmanın yollarını keşfetmişlerdir.

Ancak yine aynı doğanın, iyi

davranılmazsa kendilerine bir sonraki

gelişlerinde yaşam imkânı vermeyeceğini

bildikleri için, merhametli davranmak

mecbûriyetleri de vardır. Onları

yerleşiklerden ayıran en önemli özellikleri,

doğaya itaat etmek yerine onunla uyum

içinde yaşamayı seçmiş olmalarıdır.

Bozkır adamının at sırtında giden devleti,

tarihin en çok gezen devletidir. Bu

karakteri, onun, belki de diğer milletlerle

en fazla temâsa geçen devlet olmasını

sağlamıştır. Bu temâslar ise, yerine ve

zamanına göre farklı tepkiler ve

yaklaşımlar doğurmuştur. Bozkırın bittiği

Page 12: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

9

yerlerde Türkler ve onların medeniyetine

dâhil olanlar, her zaman bir yerleşik

kalabalıkla karşılaşmıştır. İçinde

bulundukları şartlar, karşılaştıkları

yerleşiklere karşı tavırlarını

belirlemelerinde de en önemli etken

olmuştur. Şimdi, bu yerleşik kültürlerin

hangileri olduğunu ve konar-göçerlerin

onlara karşı nasıl tavır aldıklarını

incelemeye çalışacağız.

Bozkır Medeniyetinin Temâsta

Bulunduğu Yerleşik Medeniyetler

At ve demirle temsîl edilen bozkır

medeniyetinin, atın sağladığı hareketliliği

olabildiğince kullanarak birçok

medeniyetle temâsa geçtiğini, yukarıda

açıklamaya çalışmıştık. Şimdi ise,

Türklerin karşılaştıkları üç büyük yerleşik

medeniyetin özelliklerini ve konar-

göçerlerin onlara karşı tavrını

inceleyeceğiz.

1-Çin Medeniyeti:

Bozkır halklarının ve özellikle bozkır

medeniyetinin yaratıcısı Türklerin bilinen

tarihleri, Çin ile karşılaşmalarıyla başlar.

Daha doğrusu, biz, yazılı metinlerden

Türkleri ilk defâ Çinliler vâsıtasıyla

öğreniyoruz.

Çin, konar-göçerler için, rahatlık, zenginlik

ve ihtişâmı ifâde etmiştir. Bozkırın bu sert

tabiatlı çocukları için, durduk yerde

yağmacılık hiçbir zaman makbûl bir şey

olmamakla birlikte, millet aç ve çıplak

kalmaya başladıkça, Çin üzerine yağma

seferleri açıldığı da bilinen bir şeydir. Bu

hâlde, toprağın üreten ve biriktiren

çocuklarıyla bozkırın mücâdeleci evlâtları,

tarihte bizim bildiğimizden de çok daha

fazla kez karşı karşıya gelmiş, tabiatın

nimetlerini pay etmek için savaşmış

olmalıdır.

Türklerin hayat tarzının zorluğu

nispetinde Çinlilerin hayat tarzının kolay

olması, birçok kez Türk kağanlarının

ilgisini çekmiş, birçok kağan Çin’i ele

geçirmeyi, onun nimetlerine sâhip olmayı,

kendisini ve milletini kolay yaşatmayı

düşünmüştür. Bir misâl verecek olursak,

Mete Han’ın oğlu Ki-ok’un böyle bir

niyetinin olduğunu, ancak vaktiyle Çin’den

kendisine sığınmış bir Çinli devlet

adamının onu “onların yemekleri sizinkine

benzemez, sizi böyle güçlü yapan

yemeklerinizdir, nüfusunuz azdır,

erirsiniz” diye uyardığını söyleyebiliriz.

Aynı kolaylık başka Türk kağanlarını da

çekmiş, Çin’e yerleşmelerine, Çin’i

yönetmek hülyâsına kapılmalarına neden

olmuştur. Bunun en büyük delîli, Orkun

Kitâbeleri’nin Türkleri, “Çin’in tatlı sözüne,

yumuşak ipeklisine kanıp Türk milleti

öldün, Türk milleti öleceksin” şeklinde

uyarmasıdır. Bu “öldün” uyarısı o kadar

etkili ve uzun ömürlü olmuş, bozkırlıların

kafasına öylesine yerleşmiştir ki, Cengiz

Han’ın o gün için on milyon kadar olan

bütün Çinlileri, bir Moğol generalinin

etkisiyle, savaşmayı bilmediği için

öldürmek ve bütün Çin’i otlak yapmak

fikri, bir Tatar devlet adamı tarafından

iknâ edilmesiyle ancak önlenebilmiştir.

Bu hâlde, konar-göçer Türkler, Çin

medeniyetine, lüzûmu hâlinde geçimlik

sağlamak için yağmalanacak; normal

şartlarda vergiye bağlanacak,

ipeklilerinden faydalanılacak bir gelir

kaynağı olarak bakıyordular. Ama bu bakış

Page 13: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

10

açısına rağmen, Çin’i fethetmek isteyen

birçok Türk kağanı, çok da zorlanmadan

bu ülkenin yönetim merkezlerinden birini

eline geçiriyor; bir süre sonra

Uzakdoğu’nun hoş kokularında kendinden

geçiyor, Çinlileşiyor ve kendi milletine,

bozkır iktisâdiyâtını temsil eden ve bunun

için yerleşik halkı vuran akrabalarına

düşman kesiliyor; bu fâtihin kendi

milletlerinden olduğunu bilen konar-

göçerler ise, yakın akrabalarının

değişimine hayret ediyor, ancak hayretleri

çok da uzun sürmüyor ve ilk vesîleyle, kısa

bir süre önce yönetici verdikleri yerleşik

Çin’e tekrar saldırmaya başlıyorlardı.

Türklerin, ilk karşılaştıkları yerleşiklik

modeline, Çin yerleşikliğine, yukarıdaki

anlaşılabilir sebeplerle düşman olduklarını

ve hattâ yeri geldiğinde onun tamâmını

otlak yapmak istediklerini gördük.

Dolayısıyla, böyle bir yerleşikliğin konar-

göçerlik bilincini koruyan Türkleri

cezbetmeyeceği, cezbetse bile Türk

kimliğinden uzaklaştıracağı için onların bu

yerleşikliğe karşı çekimser kalacağı,

onunla mümkün olduğu kadar az

alışverişe gireceği de ortadadır.

2- Fars Medeniyeti:

GROUSSET’ye göre, Çin veyâ Fars

medeniyeti, hangisinin sınırlarına girmiş

olursa olsun, yerleşikleşmiş Türkler

konar-göçerlere düşmanlık güderler ve

onlara karşı yerleşikliği savunmaya

başlarlar. Çünkü onlar, iki etkiden, yâni,

yerleşen Türklerin nispeti gittikleri

ülkenin yerleşiklerine göre az olduğundan

ve yerleşik medeniyetin uyuşturucu

etkisinden dolayı bu kültürü

benimsemişler, konar-göçerleri kendi

refâhlarına hücum eden düşmanlar olarak

görmüşlerdir. Hattâ yerleşikliğin o kadar

iyi savunucusu olmuşlardır ki, isteseler ve

arasalar bile Çinliler “Topalar” ve Farslar

da Sançar kadar iyi bir savunucu

bulamazlardı.

Fars medeniyeti ve yerleşikliğinin de Çin

gibi Türkleri kendi içinde eritmek, âtıl,

miskin, daha az saldırgan hâle getirmek

istediği doğrudur. Onun da elinde

Doğu’nun sarhoş edici kokuları,

yerleşikliğin nisbî huzuru, doğanın

olumsuz şartlarının kapalı evlerde bertarâf

edilebiliyor olması silahları vardır. O da

konar-göçerlere bu silahların aynıyla

saldırmıştır. Onun büyük şehirleri Türkler

tarafından daha çok ilgi çekici bulunmuş,

daha fazla Türk nüfûsunun oturduğu

yerler olmuştur. O kadar ki, Uygurların

önünden kaçan Oğuzlar, Farslar sâyesinde

yerleşikliği öğrenmiş, belki de onları taklît

ederek, yeni şehirler de kurmuştur. Ancak

GROUSSET’nin aynılaştıran ifâdesine

rağmen, iki yerleşikliğin konar-göçerlerin

zihninde çok farklı mânâlara geldiğini en

baştan belirtelim.

Fars bölgesi Hunlar devrinden beri

Türklerle komşu durumundadır. Daha o

çağlardan îtibâren, Türklerle meskûn bir

bölge olduğu düşünülebilir. Ayrıca, önce

Uygurların, sonra Kırgızların tazyîkiyle

batıya göçen Oğuzlar, çok büyük bir

kalabalık hâlinde konar-göçer hayatlarını

bu bölgede de sürdürmüş ve yavaş yavaş

yerleşikliğe de geçmiş olmalıdırlar.

Sâmânîler, en azından yönetici âilesinin

Kayılardan geldiği söylenen Gazneliler ve

Selçuklular devri, Türklerin Fars

yerleşikliğiyle tanıştığı, hattâ bir ölçüde

kaynaştığı dönem olmuştur. Bu yüzden,

Page 14: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

11

Çin ve Fars yerleşikliğinin, konumuz içinde

ayrı ayrı değerlendirilmesi ve bu büyük

farkın özellikle söylenmesi gerekir: Çin

yerleşikliği konar-göçerlerin dışında

kaldıkları ve lâzım oldukça saldırdıkları

“düşman” bir yerleşiklikken, Fars

yerleşikliği berâber yaşadıkları, yine ara

ara yağmadan çekinmedikleri, fakat Çin’e

olduğu kadar düşman olmadıkları, bir

ölçüde kendilerini de etkileyen, yerleşikliği

öğrenmelerini sağlayan bir yerleşikliktir.

Bu, konar-göçerlerin yerleşiklikle

münâsebetlerinin de ikinci safhasıdır.

Fars yerleşikliğiyle Türklerin tanışıklığını

da üç devirde incelemek mümkün.

Birincisi, Sâmânî devridir. Bu devirde

Sâmânîlerin elinde olan birçok şehirde

Türklerin de yaşadığını düşünmek gerekir.

Bu arada Türkler yavaş yavaş Müslüman

olmaya da başlamışlardır. Bu devletin

sınırları içinde Türklere yönelik bir

misyonerlik faaliyetinin yürütüldüğünü,

Sâmânî devrinde ilk Türkçe Kur’an

tercümesinin yapılmış olmasından

anlıyoruz. Yine aynı yıllarda bâzı konar-

göçerlerin Sâmânî şehirlerinin etrâfında

köyler teşkil etmiş olmaları da ihtimâl

dâhilindedir.

İkinci devir, Gazneliler devridir. Yönetici

âilesinin de Türk olduğu bilinen

Gazneliler, Karahanlıların yıktığı Sâmânî

Devleti’nin yerinde kendi imparatorluğunu

kurmuştur. Bu devletin konar-göçerlere

karşı tutumunu aydınlatacak, elimizde

epeyce bilgi vardır. Hattâ henüz bir devlet

kurmayı becerememiş Kınık boyundan

Selçukluların bir dönem onların

hâkimiyetlerine girdikleri, bâzen

Karahanlıları, bâzen Gaznelileri

destekledikleri, Sâmânî Devleti yıkıldıktan

sonra hükümdarlık âilesinin son ferdinin

Selçuklulardan Gaznelilere karşı yardım

istediği bilinmektedir.

Bu dönemde Fars yerleşikliğinin konar-

göçerlere karşı kesin tavrının temelleri

atılmaya başlanmıştır. Zîrâ konar-göçer

Türkler veyâ o devirdeki adlarıyla

Türkmenler, rahat durmamakta ve köyleri

yağmalamaktadırlar. Buna karşılık

Gazneliler Selçuklulara yönelik tedbirler

almakta, ancak bunlar da yeterli

olmamakta ve bütün bu tedbirlere rağmen

Selçuklular, büyük komutanları Çağrı Bey

komutasında Anadolu’ya ilk plânlı

seferlerini yapmaktadırlar.

Selçuklu devrini de kendi içinde ikiye

ayırarak incelemek yerinde olacaktır.

Evvelâ, Selçukluların uzun mücâdeleler

sonucu 1040 yılında Dandanakan’da

Gaznelilere vurdukları büyük darbe, Türk

tarihini değiştirecek Selçuklu Devleti’nin

kurulması sonucunu doğurmuştur.

Burada, genel hatlarıyla da olsa, bir Selçuk

tarihi vermek mümkün olmayacaktır ve

lüzûmsuzdur da. Ancak şunu bilmek

gerekir ki, 1040’ta Dandanakan’da

Türkmenlerin ağır silahlı Gazne ordusunu

bozarak kurdukları devlet, bundan

yaklaşık otuz sene sonra birinci evreyi

tamamlayarak ikinci evreye geçmiş ve

Fars yerleşikliğinin hudûdları içine

girmiştir. Melikşâh’ın hâkimiyet devri,

devletin kendisini kuran Türkmen unsura

yabancılaştığı, onu hakîr görmeye

başladığı devirdir.

Konar-göçer Türkmenlerin, kendisine

yabancılaşmış, üstten bakan, onu hakîr

gören bir yerleşikliği tasvîp etmesi

mümkün değildir. Kadîm gelenek üzere,

Page 15: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

12

Selçuklu hânedânının Türkleri ve dünyâyı

yönetme hakkına sâhip olduğu

Türkmenler tarafından kabûl

ediliyorduysa da, bu dönem artık Selçuklu

Türkmenlerinin, kendi kurduğu ülkenin

sarayını ele geçiren Fars yerleşikliğine

karşı mücâdele ettiği dönemdir ve bu hâl,

Türkiye Beylikleri kurulana kadar devâm

edecektir.

3-Roma Medeniyeti:

1040 Dandanakan’la Gazneli tehlîkesini

bertarâf eden ve 1071 Malazgirt’le, daha

önceden de tanıdığı Anadolu’yu kendisine

yurt yapmak için büyük kitleler hâlinde

göçe başlayan Selçuklular, burada da eski

ve büyük bir medeniyetin enkâzına

tesâdüf ettiler. Henüz yıkılmasına dört yüz

yıla yakın bir süre varsa da, Doğu Roma,

eski parlak günlerini uçsuz bucaksız

karanlıklarda sayılı mumlarla aramaktaydı

ve kendi içindeki Hristiyan unsurlar, hattâ

doğrudan Rumlar bile, devletin yüksek

vergi alan ve âdil olmayan yönetiminden

nasîplerini almaktaydılar. Anadolu, Sâsânî-

Bizans mücâdelelerinden îtibâren zâten

nüfûsça seyrelmeye başlamıştı. Bizans’ın

bu savaşlarının yaklaşık beş asır kadar,

farklı devlet ve milletlere karşı aralıksız

devâm etmesi ise, buradaki köylü nüfusun

artık yok olmaya yüz tutması mânâsına

geliyordu.

Osman TURAN’ın naklettiği üç tarihî kayda

göre, Anadolu’ya yapılan Türkmen

akınları, Rumların bölgeyi boşaltıp Batı

Anadolu ve Balkanlara göçmesine sebep

oluyordu. Türkler, böylece, geldikleri ve

yerleştikleri Anadolu’da, karşılarında

büyük bir yerleşik Rum kitlesiyle

karşılaşmamış olmalılar. Rum

yerleşikliğinin Türkler üzerindeki

etkisinin, Fars yerleşikliğinin geçmişi

neredeyse iki asra kadar dayanan tesiri ve

aradaki din farkı nedeniyle, diğer iki

yerleşiklikten daha az olduğu

düşünülebilir. Ayrıca, çeşitli vesîlelerle

birçok Rum, Türklerin hizmetine ve

sarayına girmiş, Çaka Bey’in donanma

kurması ve Köse Mihal misâllerindeki gibi

yararlı olmuşsa da, Türklerin Rum

yerleşikliğinden doğrudan

faydalandıklarını ve fazlasıyla etkilenerek

kalıcı devletlerini öylece kurduklarını

söylemek fantezi olur.

Rum medeniyetinin Türkler üzerine etkisi

vardır; bir kere, mutlaka üzerine gidilmesi

gereken bir düşman olmak îtibâriyle

vardır. Sonra, çok büyük bir devlettir ve

tecrübelerinden her akıllı ufak devlet

faydalanmak isteyecektir. Bunlar da

reddedilemeyecek hakîkatlerdir. Ancak

Rum yerleşikliğinin biraz sonra

bahsedeceğimiz Türk yerleşikliği üzerinde

iddia edildiği kadar yaygın ve ana

damarlara kadar uzanan bir etkisini

olduğunu söylemek ise çok zordur.

Osmanlı’nın Uzun Yaşamasında Bir Tez

Olarak Türk Yerleşikliği

“Osmanlı’nın bir uç beyliği iken nasıl olup

da bir imparatorluğa dönüştüğü” meselesi,

tam olarak bu soruyla ve bu soru onlarca

kez sorularak, uzun yıllardır Osmanlı

tarihçileri tarafından tartışılagelmiştir.

Soruya, herkes kendi açısından cevâplar

vermiş, 20. asrın başlarında bir muamma

olan mesele, M. Fuad KÖPRÜLÜ’nün

bilimsel dokunuşuyla hal yoluna girmiş,

ondan sonra gelen tarihçiler, geçen uzunca

Page 16: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

13

süre içinde kendi yaklaşımlarıyla meseleyi,

çeşitli cepheleriyle ortaya koymuşlardır.

Mesele halledilirken, olaya yalnızca

Osmanlı tarafından bakılmaması, Osmanlı

Selçuklu’nun devâmı olduğuna göre,

soruyu cevâplarken de devâmlılığın esas

alınması gerektiğini ortaya ilk olarak ve en

ciddî şekilde koyan da KÖPRÜLÜ’dür.

KÖPRÜLÜ’den sonra yapılan araştırmalar

ise genellikle Osmanlı tarihçiliğinin

mahdûd dâiresi içinde kalmakla birlikte,

Türk tarihini bir bütün olarak gören

araştırmalar da elbette yapılmıştır. Bu

yazı, yukarıda bahsettiğimiz “yerleşiklik”

kalıbı içerisinde, Osmanlı’nın nasıl uzun

ömürlü bir imparatorluk olduğu

meselesine yeni bir bakış açısı getirmek

iddiasındadır.

Büyük Selçuklu Devleti’nin Melikşâh’la

başlayan kısmı ve Türkiye Selçuklu

Devleti’nin neredeyse tamâmı, Türk

hükümdarlarının Fars yerleşikliği

modelinde bir saray yapısı ve anlayışıyla

devletlerini yönetmelerine sahne

olmuştur. O kadar ki, Fars etkisi kurucu

unsur olan Türkmenlerin hor görülmesine

neden olmuş, yalnız bununla da sınırlı

kalmamış, Selçuklu hükümdârlarının ve

şehzâdelerinin bâzıları Farsça şiirler

yazarak Farsçanın bir edebiyât dili

olmasına da ciddî katkılar sağlamışlardır.

Ancak bu, bâzı tarihçilerin yaptığı gibi,

kesinlikle bir suçlama değildir. Tarihin her

şeyden bağımsız bir seyri vardır. Türk

yerleşikliğinin gelişimi, bu seyrin içinde,

kendine has şartlarla oluşan bir süreçtir.

Türk yerleşikliğinin teşekkülü sırasında,

evvelâ yerleşikliğe düşman olan Türklerin,

Fars yüksek kültürü vâsıtasıyla yerleşik

kültürün hudûdlarına girmeleri ve yavaş

yavaş yerleşikleşmeleri söz konusudur. Bu

arada, Farsçanın da yerleşikliğin en büyük

sembolü olan sarayda konuşulması da, çok

normaldir. Fakat bugünden bakınca… Yine

hiç kimse, kendi kurduğu devletin

kendisine yabancılaşmasını, meselâ Sultan

Sançar’a karşı savaşan Türkmenlere

“tarihî seyir penceresi”nden açıklayamaz.

Selçuklu Devleti bir yandan kendisini Fars

yerleşikliğinin içinde konumlandırırken,

bir yandan da devleti berâber kurduğu,

kendi soyundan, akrabaları olan

Türkmenleri, yeni yurtlar açarak

oturtmayı, parçalayarak iskân etmeyi

düşünmüş, Anadolu’ya ilk göçleri bu

ideoloji ile gerçekleştirmiştir. Türkiye

Selçukluları’nın artık büyük bir güç

oldukları 13. asrın başlarında, elimizde

kesin rakamlar yoksa da, Türklerin

Anadolu’da epey kalabalık oldukları bâzı

kaynaklara dayanılarak tahmîn edilebilir.

Ancak onların bu bölgede kalabalık

olmaktan ziyâde kaahir ekseriyet hâline

gelmelerini başka bir olay sağlayacaktır:

Moğol istilâsı.

Hârezmşahlar Devleti’nin olduğu bölgede,

Heterodoks Türk Müslümanlığı’nın

kalabalık kitleler tarafından temsîl edildiği

bilinmektedir. Heterodoks Türk

Müslümanlığı, bu yazının konusu dışında

kalmakla birlikte, kısaca, İslâm’ın günlük

ibâdetlerini kendi günlük yaşamına

yerleştirmemiş Türkmenlerin, dervişler ve

tasavvuf vâsıtasıyla öğrendikleri, şamanî

öğeler taşıyan bir halk islâmıdır. Türkler,

daha en başından beri, İslâm’ı tasavvuf

vâsıtasıyla öğrenmişlerdir. Bu, biraz sonra

Türklere, Türk yerleşikliğinin tesisinde

müthiş bir avantaj sağlayacaktır.

Moğol istilâsının önünden kaçarak

Anadolu’nun kapılarına dayanan, ancak

Page 17: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

14

Alâeddin Keykûbâd’ın bütün çabalarına

rağmen Selçuklularla da savaşan

Celâleddin Hârezmşah’ın ordusundan arta

kalan Hârezmlilerin, Orta Anadolu’ya

yerleştirildikleri bilinmektedir. Bu

ordularla berâber, dervişler de aynı

zamanda birer savaşçı oldukları için,

birçok dervişin de Anadolu’ya gelmiş

olması gerekir. Zâten ordularla yalnızca

konar-göçerlerin değil, Moğollardan kaçan

köylü ve şehirli unsurların da geldiği

malûmumuzdur. Böylece gelen

Heterodoks Türkmen dervişler, kısa

sürede Anadolu’nun Türklerle meskûn

yerlerine dağılmış olmalıdırlar. Onların

faaliyetlerinin çoğunu Orta, Doğu ve

Güneydoğu Anadolu’da yoğunlaştırdıkları

ve bu faaliyetlerin birkaç sene sonra,

Anadolu’nun sosyal yapısının

değişmesinde büyükçe katkısı olacak

Babaî isyânını ortaya çıkardığı da

gerçektir.

Babaî isyânı, Frenk askerlerinin gayretiyle,

Selçuklu ordularının kılıçları altında

sönmüşse de, etkileri isyânın kendisi gibi

bir ânda sönmemiş, isyâncı derviş ve

Türkmenlerin başka bir karakterle ortaya

çıkmalarını intâc etmiştir. Aslında burada,

Karamanoğulları’nın Konya’yı işgâlinin de

Babaî isyânının devâmı olarak görülüp

görülemeyeceği sorusu ortaya çıkar.

Çünkü Karamanoğulları’nın atası olarak

kabul edilen Nûre veyâ Nûreddin Sûfî’nin,

Baba İlyas’ın müridlerinden biri olduğu da

söylenmektedir. Bu söylence gerçek olsun

veyâ olmasın, Türkmenlerin topluca

kıyâmının saman alevi gibi bir ânda

parlayıp söndüğünü düşünmek pek

mantıklı olmasa gerektir. Elbette, biraz

sonra Türkmen Beylikleri’nde ortaya çıkan

ve bizim Türk yerleşikliğinin de

uygulayıcısı olan dervişlerin, bu kıyâmla

ilişkileri bulunduğunu varsaymak

mümkündür.

Selçuklu’nun parçalayarak iskân

politikasını, Osmanlı da devâm ettirmiş,

Moğolların önünden kaçan Türkmenleri

yeni açtığı yurtlara, oraları şenlendirmek

için göndermiştir. Bu da yine, bâzen

kendileri de bir Türkmen kitlesinin

yöneticiliğini yapan dervişler sâyesinde

gerçekleşmiştir. Babaî isyânı sırasında

Fars yerleşikliğine, devletin Türkmen’e

zulmüne, iktisâdî adâletsizliğe, sultanın

sefahâte dalışına karşı Türkmenleri

ayaklandıran dervişler, bundan yaklaşık

yarım asır sonra Moğol istilâsının önünden

kaçarak Anadolu’da patlamaya hazır, hattâ

belki Anadolu’ya bile sığmayan bir

kalabalık oluşturan Türkmenleri, kendi

rızâlarıyla ve kurulan yeni beyliklerin

siyâsetlerine paralel olarak, toprağa

yerleştirmek vazîfesini üstlenmişlerdir.

Belki de bu Babaî dervişleri, başka bir

kimliğe bürünerek Âşıkpaşaoğlu’daki

Abdâlân-ı Rûm olarak görünmüşlerdir.

Ahmet Yaşar OCAK’ın, Selçuklu’nun

Türkmenleri Moğollara karşı sevk

edemediği tespiti, burada önemlidir.

Selçuklu artık konar-göçerler üzerindeki

hâkimiyetini kaybetmiş, onları hiçbir yere

sevk edemez duruma gelmiştir. Ancak

Selçuklu’nun Moğollara karşı sevk

edemediği bu Türkmenler, kendi

kendilerine Moğollara karşı isyân etmiş ve

Selçuklu’ya karşı siyâsî iddialarını da, belki

daha alçak sesle ve başka usûllerle devâm

ettirmişlerdir. Meselâ, bunların Türkçeyi

yaygın olarak kullandıkları ve

propagandalarını Türkçe yaptıkları

düşünülürse, Karamanoğlu’na Konya’da

Türkçeyi resmî dil îlân ettiren irâdenin bu

Page 18: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

15

irâde olabileceği ihtimâli akla çok

yatkındır. Çok hızlı şekilde Anadolu’da

yerleşerek ilerlediklerinin ispâtı da, hem

az önceki Karaman irtibâtı, hem Geyikli

Baba ve Abdal Mûsa ’nın hareket

sahalarının bilinmesi ve hem de

Germiyanlıların Babaî isyânının

bastırılışına katıldıktan sâdece otuz kadar

yıl sonra Batı Anadolu’da görünmeleridir.

Bu dervişlerin, özellikle Geyikli Baba, Hacı

Bektaş ve Abdal Mûsa örneğinde

görüldüğü üzere yerleşik hayata geçtikleri

ve BARKAN’ın o çok ünlü makalesine göre

zâten bu işle vazîfeli oldukları yahut

vazîfeli değillerse bile devletle irtibâtlı

olarak çalıştıkları ve bunun karşılığında

devletten hem iltifât, hem de yardım

gördükleri açıktır. Devletin konar-

göçerleri yerleşik hâle getirmek istediğinin

birçok misâlleri de vardır.

Buraya kadar söylenenler, özellikle

Türkiye Beylikleri devri ile berâber,

Osmanlı’nın ve diğer beyliklerin, Moğol

istilâsı önünden kaçan veyâ daha önce

Selçuklularla gelmiş bulunan Türkmenleri

yerleştirmek istediğini göstermiştir,

sanıyoruz. Özellikle “parçalayarak iskân”

meselesi, bu yerleşme hâdisesinin önemli

bir ayağıdır. KÖPRÜLÜ, bunun, “aşîret

tesânüdünü kırdığını” söyler. İster

parçalayarak, ister doğal bir süreçte

parçalanarak olsun, gerçekten de, böylece,

birbirinden ayrılan büyük Türkmen

grupları, devlet kurmak iddialarını

unutmaya başlamış olmalıdırlar. Aynı boya

mensubiyetin verdiği birlik duygusu ve

dayanışma ortadan kalkınca, Türk

yerleşikliği de yavaş yavaş teşekkül

etmiştir.

Peki bu Türk yerleşikliği, tam olarak

nedir? Hangi şartlar altında teşekkül

etmiştir? Onu Fars yerleşikliğinden ve

diğer yerleşikliklerden ayıran temel etken

nedir? Ne olmuştur da yerleşen Türkler,

isyân etmek fikrinden vazgeçmişlerdir?

Onları devlete bu kadar bağlı kılmak nasıl

mümkün olmuştur? Devletin uzun ömürlü

olmasını Türk yerleşikliği nasıl

sağlamıştır?

Türk yerleşikliğinin ortaya çıkmasında

birinci derecede etkili faktör, coğrafyadır.

Kızılırmak yayının içinde ve etrâfında

yazlayan Türkmenler, kışları da Irak ve

Suriye’nin kuzeyinde dağılarak geçirirler

ve onlar, Türk yerleşikliğinin şümûlüne

girmezler. Bu yerleşikliği anlamak için,

Kızılırmak yayının daha batısını düşünmek

lâzımdır. Burada, coğrafî etkenler, onların

uzun mesâfeli göçler yapmasına engel

teşkîl ederler. Dolayısıyla, buradakiler

artık farklılaşırlar ve aynı etnik kökenden

geliyor olmalarına rağmen, bir süre sonra

“Yörük” olarak anılmaya başlarlar.

Türkmenlerin devlet kurmak iddiaları

vardır. Nihâyet onlar, yayıldıkları İç

Anadolu’da at yetiştiriciliğine devâm eder

ve kendilerinden istenen vergilere

başkaldırabilirken, Yörük olarak

tanımlanan Türkler ise, itaat etmeye daha

müsâit, âtıl, devlet kurma iddiasından

yoksun olmuşlardır. Aynı Yörüklerin,

Anadolu’nun coğrafî devâmı olan

Balkanlarda da var olduklarını biliyoruz.

Onlar da “evlâd-ı fâtihân” ve Osmanlı’nın

gönüllü neferleri olmak îtibâriyle,

iddialarını Osmanlı’nın iddialarında

eritmişler ve devlete toplu hâlde

başkaldırmayı hiçbir zaman

düşünmemişlerdir. Onların yerleşikliğini

tesis edenlerse, Sarı Saltık gibi dervişlerdir

Page 19: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

16

ve oradaki yerleşikliğin tesisinde yine

dervişlerin rolü olduğu böylece anlaşılır.

Osmanlı Devleti’nin Balkanları açmasıyla

birlikte Balkanlara yerleştirdiği ve daha

sonra Türkiye’de yaptığı fetihler

vâsıtasıyla hâkimiyetine aldığı

Türkmenler, ilk başta devletin ideolojisini

taşıdıkları için, ona karşı isyânı

akıllarından geçirmediler. Zâten biraz

sonra kısa mesâfe göçerliğine geçerek

birçoğu Yörük olmuş ve beylik iddialarını

kaybetmişlerdir. Yörüklük onları daha

devletçi veyâ devletsever yapmış

olmalıdır. Fetret Devri’nde çıkan Simavna

Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin isyânı ise,

Babaî isyânından farklılıklar gösterir. Bir

kere, o isyân bir Türkmen isyânı değil,

sipâhi ayaklanması olmak îtibâriyle,

konumuzun dışındadır. Bu, diğer

yerleşiklikliklerden köylülerinin yapısıyla

ayrılan Türk yerleşikliği, Osmanlı’yı

seleflerinin âkıbetinden kurtarmış, bir

büyük isyân neticesinde parçalanmasının,

Türkmenlerin başka hükümdârlar

arkasında bölünmesinin önüne geçmiştir.

Bunda, Babaî isyânının çıktığı Orta

Anadolu bölgesinin bir kısmının, daha bir

süre Osmanlı mutlak hâkimiyetine

alınamamasının da olumlu etkileri vardır.

Merkezî devlet kurulduktan ve Yörük-

Türkmen ayrımı netleştikten sonra,

genellikle Babaî isyânının çıktığı

bölgelerde patlak veren Celâlî isyânlarıysa,

devletin Türkmen kitlelerine göre çok

kuvvetli merkezî bir devlet olması, silah

teknolojisinin gelişmesi, Yörüklerin bu

isyânla çok da fazla ilgilenmemesi ve

durumun 13. asırdan büyük bir farklılık

göstermesi nedeniyle Osmanlı’yı, Babaî

isyânının Selçuklu’yu sarstığı kadar

sarsamamıştır. Artık isyân edilen devlet

Fars veyâ Moğol değil, Türk’tür, her işini

Türkçe görmektedir ve böylece tamamen

meşrûdur. Bu, Türk yerleşikliğinin artık

oturduğunu ve Fars yerleşikliğine karşı

isyânda kullanılan en büyük tezlerden,

propaganda vâsıtalarından birinin

çürüdüğünü gösterir.

SONUÇ

Biz, burada, Osmanlı’nın neden uzun

yaşadığı sorusunu, Türk yerleşikliğinin

teşekkül etmesine ve bu yerleşikliğin

devlet kurma iddiasında olmamasına

bağladığımızı açıklamaya çalıştık. Bu

yerleşiklik, şehirlerde ve belki kasabalarda

diğer yerleşikliklere benzerlik

gösteriyorsa da, özellikle Yörük köylerini

içine alıp Türkmenleri bunun dışında

bıraktığı için, asıl karakteri köylerde

ortaya çıkan bir yerleşikliktir. Kısa mesâfe

göçeri olan bu Türk köylüleri, bir “köylü

imparatorluğu” olan Osmanlı’nın da ana

dâhilî karakterini oluşturur. Türk

yerleşikliği, üç dört asır içinde

Anadolu’nun isyâncı havasını dingin, âtıl

ve belki miskin sayılabilecek bir havayla

değiştirmiştir. İsyân çıkarmak isteyen

Türkmenler, arkalarına büyük kitleleri

almak şansından mahrum kalmışlar ve

isyânları kolayca söndürülmüştür. Türkler

arasına tasavvuf yoluyla ve dervişler

aracılığıyla giren bu Türk yerleşikliği,

Anadolu’nun çehresini konar-göçerden

kısa mesâfe göçerine değiştirmiş ve

devletin uzun ömürlü olması savaşında bir

yardımcı cephe açmıştır. Tarihin ve talihin

garip bir cilvesi olarak, konar-göçer

Türk’ün devleti de kendisi gibi kısa sürede

konup göçüyorken, yerleşik Türk’ün

devleti daha uzun ömürlü olmuştur.

Page 20: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

17

Türk yerleşikliği, müspet veyâ menfi bir

kavram değil, sâdece bir kavramdır. Türk

yerleşikliğinin iyi mi, kötü mü sonuçlar

verdiği burada tartışılmamış, bu konu hiç

dikkate alınmadan, ortaya atılan kavram

açıklanmaya çalışılmıştır. Bu tezin

desteklenebilmesi için, özellikle Batı

Anadolu ve Balkanların Yörük köylerinin

“diğer” köylere nispetinin araştırılmasına

ihtiyâç vardır. Zâten köyler üzerinde böyle

çalışmaların yapıldığı da bilinmektedir. Bu

araştırmaların bu tez doğrultusunda,

ilerleyen zamanlarda incelenmesi

gerekecektir. Fakat her ne olursa olsun,

tezin ispâtı da, inkârı da ancak ve ancak

bilimsel yollarla mümkün olacaktır. Bu,

“tek taraflı bir îzâh” değil, yalnızca yeni

açılmış bir cephedir. Ve bu çalışma,

Osmanlı’nın uzun ömürlü olmasını

sağlayan etkenler arasında, bundan sonra,

“Türk yerleşikliği”nin de göz önüne

alınması veyâ alınmaması için bir tartışma

açmayı hedeflemektedir.

KAYNAKÇA

1. Osman Turan’ın bir nakline göre, bir kaynakta

Türklerden bahseden Ebu İshâk e’l-Gazzî, onlar için

“Türklerle karşılaşıldığı zaman melek gibidirler; lâkin

savaşta ifrit kesilirler” diyerek çizmek istediğimiz tabloyu

kısaca özetlemiştir. Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve

Türk-İslâm Medeniyeti, Ötüken İstanbul 2009, syf. 409.

2. Saadettin Gömeç, Türk-Hun Tarihi, Berikan

Ankara 2012, syf. 93-95. Bu hâdiselerle alâkalı misâlleri

çoğaltmak için ayrıca bkz. Saadettin Gömeç, Kök Türk

Tarihi, Berikan Ankara 2011.

3. Orhun Abideleri, nşr. Muharrem Ergin, Boğaziçi

İstanbul Ağustos 2011, syf. 57-59.

4. René Grousset, Bozkır İmparatorluğu, Ötüken

İstanbul Ağustos 2010, syf. 285-286.

5. René Grousset, age, syf. 25-26.

6. Türklerin yerleşikliği Farslardan öğrendiğini, Dil

ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde verdiği derslerden

öğrendiğim Prof. Dr. Abdullah GÜNDOĞDU’ya burada

teşekkür etmek isterim.

7. Osman Turan, age, syf. 421.

8. Osman Turan, age, syf. 88-92.

9. Osman Turan, age, syf. 64-99.

10. Osman Turan, age, syf. 89.

11. Melikşâh 1088’deki Türkistan seferinde başarılı

olup İsfahan’a döndükten sonra, Semerkant civârındaki

Yağma ve Çiğil toplulukları, “sultânın kendilerine bir

lokma yemek vermediği” gerekçesiyle ayaklanmışlardır.

Bu da, artık, Selçuklu Devleti’nin konar-göçerliğe karşı

tavrını göstermek bakımından önemlidir. Tavır o kadar

değişmiş ve yerleşikleşmiştir ki, bâzı Türk boyları

Selçuklu’ya, konar göçer teâmüllerine aykırı davrandığı

için isyân etmişlerdir. Osman Turan, age, syf. 209-211.

12. Mustafa Kafalı, Anadolu’nun Fethi ve

Türkleşmesi, Berikan Ankara 2013, syf. 22-23.

13. Osman Turan, age, syf. 278-279.

14. Osmanlı’nın kuruluşu tartışmaları ve Batılı

tarihçilerin bâzı mesnetsiz iddialarına verilmiş cevâplar

için bkz. M. Fuad Köprülü, Osmanlı İmparatorluğunun

Kuruluşu, Akçağ Ankara 2009.

15. Osman Turan, age, syf. 72, 90 numaralı dipnot;

338. Yine Melikşâh’ın Farsça şiir yazdığına dâir, Turan,

age, syf. 219.

16. Köprülü, age, syf. 79-81.

17. Köprülü, age, syf. 72.

18. Ahmet Yaşar Ocak, Babaîler İsyanı, Dergâh

İstanbul Şubat 2014, syf. 91-97.

19. Ocak, age, syf. 67.

20. Ocak, age, syf. 129-133.

21. Ocak, age, syf. 227-232.

22. Ocak, age, 157, 175, 178

23. Ocak, age, syf. 58. Ayrıca, bu iskân politikasını

iyice anlayabilmek için BARKAN’ın şu makalesine

bakılmalıdır: Ömer Lütfi Barkan, “İstila Devirlerinin

Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler,” Vakıflar Dergisi,

s. 2, Ankara 1942, syf. 279-304.

24. Ocak, age, syf. 80-81.

25. Ocak, age, aynı yerde.

26. Barkan, agm.

27. Ocak, age, 164, 232.

28. Ocak, age, 61.

29. Aşıkpaşaoğlu Tarihi, nşr. Hüseyin Nihal Atsız,

Ötüken İstanbul Aralık 2011, syf. 54-56; Ocak, age, 219-

221.

30. Ocak, age, 221-224.

31. Turan, age, syf. 300.

32. Ocak, age, syf. 189-198.

33. Barkan, agm.

34. Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klâsik

Çağ(1300-1600), YKY İstanbul Nisan 2007, syf. 16-17.

35. 17 numaralı dipnota bkz.

36. Ocak, age, syf. 200-206.

37. Bahsedilen Yörük-Türkmen ayrımı konusundaki

temel fikirlerimi, Prof. Dr. Üçler BULDUK’un yine Dil ve

Tarih-Coğrafya Fakültesi’ndeki derslerinde edinmiş

buluyorum. Dolayısıyla, Prof. BULDUK’un bu tezin

oluşmasında büyük katkısı vardır.

38. OCAK, age, syf. 170.

Page 21: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

18

KÜLTÜRDE DEMLENEN ÇAY Canan CAVŞAK

“… Ve oturdu mu bir masaya hakkını verir

çay içmenin.” Cahit Zarifoğlu

“ Yazsam okusam, okusam yazsam biri

devamlı çay verse bana…” Ömer Lütfi Mete

“… Basit yaşayacaksın basit. Sanki

yaşamın bir gün sona erecekmiş gibi basit.

Çay, simit ve peynirle...” Nazım Hikmet Ran

“…İki çay söylemiştik orda, biri açık, keşke

yalnız bunun için sevseydim seni.” Cemal

Süreya

Günlük yaşam içindeki zarafeti şairler

ilham vermiş, satır aralarında sevgiliye

edilen sitem dolu sözlerin aracısı olmuş,

tek kelimeyle bazen hüznü bazen sevinci

anlatabileceğiniz, hayatımızın içinden,

belki de merkezinden, olmazsa olmazımız

kısaca bizi anlatan büyülü bir şeydir ‘çay’.

Son zamanlarda da sosyal medyayla

birlikte çayla ilgili profesyonellerin çektiği

fotoğraflara, şairlerden yapılan

alıntılamalara çok rastlar olduk. Peki,

özellikle biz Türkler neden bu kadar çok

severiz çayı? Öncelikle bu alçak gönüllü

içeceğin tarihçesine, bize nasıl ulaştığına

kısaca bir bakalım.

Çay, dünyada sudan sonra en çok içilen ve

5000 yıllık geçmişi olan bir içecektir. Bir

efsaneye göre; Çin imparatoru Shen

Nong’un hizmetlilerinden biri bahçede su

kaynatırken suyun içine bir yaprak düşer

ve yayılan kokudan etkilenen imparator

tadına da bakmak ister. İçtiği şeyi

ferahlatıcı bulur ve çay da bu şekilde

keşfedilmiş olur. Avrupa ise çay ile 17.

yy’da tanışır. İngilizler sağlık için faydalı

buldukları çayı bir yaşam tarzı haline

getirirler ve 18. yy’da bugün dünyanın en

büyük çay yetiştirilen bölgesi diye sayılan

Assam ve Seylan Adası’nda çay bahçeleri

oluştururlar.

Türklerin çayla tanışması ise Kazan Tatar

Türklerinden Abdül’l-Kayyum Nasıri’nin

Fevakihü’l-Cülesa adlı eserinde anlatılıyor.

Nasıri’ye göre çayı içen ilk Türk 12. yy’da

Kazakistan’da Hoca Ahmed Yesevi’dir. Bir

Türkmen komşusunu ziyareti sırasında

Hoca Ahmed Yesevi’nin ilk kez çay içtiğini

ve yorgunluğunu giderdiğini söyleyerek

Page 22: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

19

“hastalarınıza bundan içirin ki şifa

bulsunlar” diye dua ettiği yazıyor kitapta.

Türkiye’nin çay ile tanışması ise 1787’de

Japonya’dan getirilen çay tohumlarının

ekilmesiyle başlar. İlk ekim çalışmaları

Bursa civarında başlar; ancak iklim

şartlarının olumsuzluğu nedeniyle

başarısızlıkla sonuçlanır. 1917 yılında

Halkalı Ziraat Okulu hocalarından Ali Rıza

Erten yapmış olduğu teknik çalışmalar

sonucunda 1924’te Rize’de çay

yetiştirilmesi için meclisten onay alır ve

günümüz çay üretiminin temelleri bu

şekilde atılmış olur. 1947’de kurulan ilk

fabrika ile üretim hızlanır. O günden beri

de Türk insanı çayı çok sever ve hayatının

her zamanında, alanında yer verir bu

içeceğe.

Çayın tarihsel geçmişinden kısa da olsa

bahsetmeye çalıştık, şimdi gelelim bizdeki

kıymetine. Çayın mucidi Çinliler bazı dini

ritüellere bağlayıp içmiştir çayı. Japonlar

da törensel yemek kültürlerine uygun

olarak kendilerine has bir çay içme töresi

geliştirmişlerdir. Çinlilerden bir hayli geç

olmasına karşın İngilizler de çaya kıymet

vermiş ve meşhur ‘beş çayı’ geleneğini

başlatmışlardır. Biz ise geç tanışmamıza

rağmen çaya kucak açmış, soframızın ve

sohbetimizin baş tacı yapmışız çayı. Sanki

yıllardır tanıyormuş gibi davranıp

yabancılık çekmesine müsaade etmemişiz.

Ne Çinliler gibi bin türlü takdim zahmetine

girmiş ne de İngilizler gibi belirli bir saatle

sınırlandırmışız. Sunumlarımızın onlarınki

gibi olmaması önemsemediğimiz anlamına

gelmez tabii. Her zaman ve her yerde

kendimize yaren etmişiz.

Yeme ve içme zaruri bir ihtiyaçtır. Birey

bunu karşılamak için isteyerek ya da

istemeyerek sosyolojik bir etkileşime

girer. Bu faaliyetler bireyi sosyalleşmeye

götürür. Sosyolog Anthony Giddens bu

durum için şunu söyler: “Tüm toplumlarda

yeme içme aslında toplumsal etkileşimin

ve törenlerin gerçekleştirilmesi için

ortamlar yaratmaktadır.” Türk kültüründe

kahve ve çay gündelik toplumsal

etkinliklerimizin bir parçası olarak

simgesel bir değer taşır. Kahve ile

münasebetimizin tarihi çaya göre daha

eskidir. Kokusu ve lezzetiyle büyüleyen

Türk kahvesinin yeri ayrı olsa da çay ile

daha çok haşır neşir olmaktayız. Çay bize

bizi anlatır aslında farkında olmadan.

Nasıl mı?

En başta çay sıcaktır (Birkaç yıldır soğuk

çay adı altında üretilen; ama sadece

serinletici bir içecek niteliğindeki ürünler

bu konuya dâhil değildir). Yani bizim gibi,

toprağımız gibi, insanımız gibi. Ciddidir;

bizde çay demlenir, sallama çay çok

mecbur kalınmadıkça içilmez, içilse de

demleme çayın yerini tutmaz. Tek renktir;

tıpkı bayrağımız gibi kırmızıdır. Yeşil çay,

adaçayı, bitki çayları vs. gibi çeşitleri olsa

da çay deyince akla “tavşan kanı çay” gelir.

Sadedir, doğaldır; süt ya da başka bir şey

karışmamalıdır içine… Dost canlısıdır;

kalabalığı, sohbeti sever, herkesi bir araya

Page 23: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

20

toplar. Konu çay olunca Marksizm işlemez,

sınıf ayrımı yapmaz, zengini de fakiri de

içer.

Misafirperverliğimizin simgelerinden olan

çayı, Washington Times gazetesi

yazarlarından Gerald Robins şu gözlemiyle

anlatır: “…Türkiye’de her iş kültürel

alışkanlıkların çerçevesinde

sonuçlandırılır. Ankara’da bürokrasi ile

tanışanlar bunu çok iyi bilirler. Örneğin

başkent Ankara’da, Türk tipi bardaklarda

sunulan çay ikramından önce hiçbir şey

başlamaz.” Gerçekten de nereye gidilirse

gidilsin mutlaka çay ikram edilir. Kamu ya

da özel tüm iş yerlerinde bu işi meslek

edinmiş çaycılar bulunur. Sadece çay

hazırlamak için çay ocakları, çay bahçeleri

vardır. Yoğun iş saatlerinde bile uğruna

mola verilir. Türkler için çay, yemek

yemek, su içmek kadar hayati bir

fonksiyondur. Her ne kadar adı kahve ile

anılsa da kahvehanelerin artık çoğunda

kahvenin yerini kahveden daha ucuz,

temini kolay olan çay almıştır; çünkü

Rize’de yetişen hafif buruk tadı olan çay

çok sevilmiştir. Çay insan bedeninin sıvı

ihtiyacının karşılanmasında da önemli bir

içecektir; çünkü kahveye göre daha sulu ve

içimi kolay bir içecektir. Türk toplumunun

sohbet ettiği, eğlendiği, dinlendiği kültürel

ve sosyal mekânların çoğunluğunu

mahalle kahvehaneleri oluşturmaktadır.

Hal hatır sorma ile başlayan, mahalle

dedikoduları ile kalmayıp politik konulara

kadar uzanan sohbetlere eşlik eden çay,

Türk ev hayatının da değişmez

unsurlarındandır. Aile yaşamından kesitler

sunar. Hatta bununla ilgili şöyle bir hikaye

vardır:

“Çayın alt demliği kaynanadır. Sürekli

kaynar durur; dikkat edilmezse taşabilir.

Üst demlik gelindir, alt demlik kaynadıkça

onun da harareti artar ama zamanla da

olgunlaşır ve demlenir. Gelinin kocası

bardaktır, her iki çaydanlıktan da

yeterince nasibini alır. Biraz kaynana

doldurur onu biraz da gelin, bu nedenle de

denge unsurudur. Açık ya da demli çayın

hoşa gitmemesi de bundandır. Çocuklar

Page 24: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

21

çayın şekeridir, tat verir. Çok şeker, çayın

lezzetini bozar. Şekersiz çaya alışanlara ise

bir tanesi bile fazla gelir. Görümce ise çay

kaşığıdır. Arada bir gelir karıştırıp gider.

Kayınpedere gelince o da çay tabağıdır.

Çayın demine suyuna karışmaz. Bir

kenarda oturur. Sadece dökülenleri toplar

ve çevreye zarar vermesini engeller. Ancak

ara sıra boşaltılması gerekir. Yoksa taşıp

her şeyi berbat edebilir. Çay süzgeci

ailenin sahip olduğu değerlerdir. Aileyi dış

müdahalelerden korur. Delikleri büyük

olursa çayın tadı kaçar. Suyu ısıtan ateş ise

hoşgörüdür. O olmadan çay da olmaz.

Esprili benzetmeler olsa da bir bardak çay

aile gibidir.”

Çay içme alışkanlığı aile büyüklerinden

çocuklara aktarılan bir miras gibidir.

Çocukların büyüklerinden görüp özendiği,

büyümenin sembolü olan bir içecektir.

Paşa çayı ya da oraletle avutulan çocuklar

sıcak sıcak çay içmeye başladıklarında

anlarlardı eskiden büyüdüklerini. Her

evde akşam yemeğinden sonra olmazsa

olmazdır. Bizim evimizde de kendimi

bildim bileli her akşam çay içilir. Bir

akşam çay demlenmemesi, çay

demleyecek gönüllünün olmaması hayra

alamet değildir, yani çay birlikte oturup

konuştuğunuz, televizyon izlediğiniz

ortamı tamamlayıcı niteliktedir.

Komşuluk ilişkilerini güçlendirir çay.

Eskiden daha sık rastlardık ama bugün

hala Anadolu’da, küçük şehirlerde,

köylerde rastlanır bu ilişkilere... Komşuyu

arayıp ‘çay koydum, gel’ dersiniz. Hatta

çocukken birçoğumuz komşuya gidip

‘annemler size çaya gelecek’ diye haber

götürüp elçilik vazifemizi layıkıyla

yapmışızdır. Komşu ve akrabalarla çay

içip, sohbet edilen ortamlarda büyümüş

çocuklar da şanslı çocuklardır. Şimdiki gibi

kimse odasına çekilip tek başına zaman

geçirmiyordu; herkes bir aradaydı.

Büyükler sohbet ederken küçükler de çaya

batırdıkları bisküvinin çayın içine

düşmemesi için mücadele veriyordu bir

kenarda. Bir çocuk için birinin çayını

karıştırmak son derece önemliydi. Bir

kişinin çayı nasıl içtiğini, kaç şekerli

içtiğini bilmek o insanı tanıdığının,

samimiyetin göstergesidir aynı zamanda.

Ara sıra çay bardağıyla çay kaşığının

buluşmasından eşsiz melodi duyulur çay

içerken kalabalıklarda... Şeker kullanmayı

bırakanların eksikliğini hissettikleri tek

şeyin bu ses olduğunu duyarız

etrafımızdan. Çay kaşığının bir başka

önemi de çay içmek istemediğinizi

bardağın üstüne koyarak

gösterebilmenizdir ama hiçbir zaman o

bardak son olmaz, hatır için içilir bir

bardak daha. Evinize gelen misafiriniz

yemek yememekte ısrarcıysa, gitmesin

diye ‘çay koydum, bir bardak içmeden

bırakmam’ deyip elini kolunu bağlarsınız.

Artık yapacak bir şey olmaz bir bardak da

olsa mutlaka içilir.

Aile bireylerinin bir araya geldiği

kahvaltının yeri bizim kültürümüzde

oldukça önemlidir. Diğer ülkelerde olduğu

Page 25: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

22

gibi ayaküstü yapılmaz, kahve ya da

kurabiye ile geçiştirilmez. Herkes sofrada

buluşur ve kahvaltıya da yine çay eşlik

eder. Kahvaltı, sofra kurulsa bize çay

demlendiğinde başlar yani, Türk milleti

güne çayla başlayıp çayla bitirir.

Her ne kadar günümüzde farklı tür çaylar

ve hazırlama çeşitleri olsa da Türk tarzı

çay toz kavrulmuş çay ile demlenir. Çayın

ikramında yöresel farklılıklar

olabilmektedir. Bazı bölgelerde çay

bardağının üzerinde ‘dudak payı’ denilen

boşluk bırakılır. Erzurum ve çevresinde ise

genellikle açık renkli ve kaşıksız olarak

yapılan çay ‘kıtlama’ diye bilinen özel bir

yöntemle içilir. Çay ikram etme yöreye

göre de değişik şekillerde adlandırılabilir;

çay dökmek, çay tazelemek, çay katmak

gibi.

Türk çay kültüründe çayın lezzeti kadar

çayın hazırlanıp sunulduğu ürünler de

oldukça önemlidir. Bunlardan ilki çay

bardağıdır. Çay ve cam şaşırtıcı ilişkisi

olan bir tasarım hikâyesinin iki

kahramanıdır. Cam bardak, 1850'li

yıllarda Avrupa'da başlayan büyük Sanayi

Devrimi sonrasında gelişen cam sanayisi

ile ortaya çıkmaya başladı ama ayağı,

kulpu veya sapı vardı. Yeni üretimi zor ve

pahalıydı. 1900'lü yıllarda Beykoz'da

kurulan cam fabrikasında ilk kez ayak,

kulp ve sap kaldırıldı ve bugünküne yakın

bir çay bardağı ortaya çıktı. İnce belli adı

verilen bu zarif sentez bir tasarımdan çok

kültürel zevki yansıtan bir ürün haline

geldi. Bardağın şeffaf ve ince camdan

yapılması hem çayın rengini görmeye hem

de dem ve su oranını ayarlamanıza imkân

verir. Bardağın ortasına doğru incelmesi

alt kısmının avuca oturmasını sağlarken

kışın soğuğunda hem elinizi hem de içinizi

ısıtır. Yazın ise sadece iki parmakla üstten

tutulur ve dudağa hafifçe değdirilir. İlginç

de olsa yazın harareti alması

müdavimlerinin onayladığı bir durumdur.

Çay bardağı hafiftir, zariftir ve asıl görevi

çaya ev sahipliği yapmaktır.

Çay demlemek için kullanılan semaver de

tiryakilerin çaya ayrı bir lezzet verdiğini

düşündüğü bir üründür. Rusça’da ‘kendi

kendine kaynayan’ anlamına gelen

‘samovar’ kelimesinden gelmektedir.

Rusya başta olmak üzere Türk Devletleri,

İran ve Azerbaycan’da kullanılmaktadır.

Genellikle bakır, pirinç ve sac kullanılarak

yapılır; Amasya, Erzurum, Van ve

Samsun’da üretimi devam etmektedir.

Çaydanlık ise günlük hayattaki pratikliği

ile daha çok tercih edilir. Genellikle

evlerde dolaplarda saklanmayıp ocak

üstünde, göz önünde duran, her an

kullanıma hazır bir gereçtir.

Çay tabağı ise ince belli bardağın ayrılmaz

bir parçasıdır. Farklı malzeme ve

biçimlerde üretilse de geleneksel çay

tabağı kırmızı beyaz renklidir ve porselen

veya kırılmasını engellemek için

melaminden üretilir. Taşıma sırasında elin

yanmasını engellerken kenarındaki

Page 26: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

23

kırmızı şeritler çayı daha ‘tavşankanı’

gösterirken beyaz yüzeyler çayın çok

demli gözükmesini engeller. Çay tabağının

diğer bir işlevi çay servisi sırasında şeker

konulması için alan yaratmasıdır. Bununla

beraber çay içimi sırasında çay kaşığı için

destek sağlar.

Çay, Türklerin tüketim hayatına geç

girmesine rağmen kültürel bir değer

haline gelebilmiştir. Çay kültürü Türkler

için müşterek yaşamın ve

misafirperverliğin sembolik bir uzantısı

olarak, çay ve ona eşlik eden ürünler

sosyal yaşamımıza zenginlik katmıştır.

Türkiye’de çay içmemiş hiçkimse yoktur

herhalde. Sadece tüketim miktarı

konusunda farklılıklar ortaya çıkabilir.

Kimi kırk yılın başı aklına gelirse içer

kiminin de uyanır uyanmaz aklına gelen

ilk şey körpe yaprakların kokusunu

hissettiği iki buçuk yaprak çaydır.

Bir bardak çayınız ve çay eşliğinde sohbet

edebileceğiniz dostlarınız eksik olmasın

hayatınızdan…

KAYNAKÇA

Güneş, Serkan. (2012); “Türk Çay Kültürü ve

Ürünleri” Milli Folklor Dergisi Sayı: 93

Taş, Emre. (2012); “Çayın Tarihi Serüveni”

http://www.tariheyolculuk.org/2012/09/Cayin-

Tarihi.html

National Geographic (2009); “Cam Bardağındaki

Tarih”

“Türklerde Çay Geleneği”

http://turkish.ruvr.ru/2014_03_03/Turklerde-cay-

gelenegi/

Page 27: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

24

TAPTUK EMRE’YE ÇOBAN ARMAĞANI Hanife YAŞAR

“Öğretmenler bir kandile benzer, kendini

tüketerek başkalarına ışık verir.” M. Kemal

Atatürk

Bu vatana kendilerini feda eden, taze ve

gür çiçekler yetiştirebilmek için çorak

topraklardaki dikenleri yolmaya çalışan

cefakâr insanlara bu millet çok şey

borçludur. Bir gün değil her gün onların

günüdür. Çünkü onlar bu millete bir

günlerini değil ömürlerini vermişlerdir.

Gözlerine baksanız Türkiye kadar

büyüktür dertleri ancak belli etmezler.

Hep umutlu, başı dik ve onurludurlar.

Çünkü kutsal bir meslektir onlarınki;

peygamber mesleğidir, ata mesleğidir, ana

mesleğidir. Çünkü onlar en zor olanı

yapar; insan yetiştirir. Fikri hür, vicdanı

hür nesiller ancak onların kutlu ellerinden

yetişir. Her bir öğretmenin elinde sihirli

bir değnek vardır ve bir millet ancak o

değneğin fertlere dokunup, onların içinde

var olan kıvılcımı alevlendirdiği ölçüde

yarınlarını güçlü bir şekilde inşa edebilir.

İnsan, işlenmemiş bir cevhere benzer. Bu

cevher işlenmediği sürece paslanır, çürür

ve zamanla kaybolur. Ancak bir öğretmen

eli o cevheri işleyebilir, ona bir sanatçı

ustalığıyla şekil verir ve o cevherden eşsiz

mücevher ortaya çıkarabilir. Öğretmen bir

sanatçıdır. Onun sanatı, insanın fıtratında

var olan akıl, ahlak, erdem, adalet, ve

insaniyet gibi duyguların yeniden

işlenmesiyle “farkına vardırma” sanatıdır.

Bu sanat insana kim olduğunu, ne işe

yaradığını ve neler yapması gerektiğini

hatırlatan bir sanattır. Öğretmenler bir

milletin geleceğini baştan inşa eden en

büyük sanatkârdır. Onlar bir neslin hiç

bitmeyen umudunun somut sembolüdür.

Öğretmenlerin bu görevi zaman kavramı

içerisinde yok olmayan bir görevdir.

Çağlar öncesinde yaşayan öğretmenler de,

günümüzdeki öğretmenler de aynı görevi

yerine getirmişlerdir. İnsan yetiştirmenin

zamanı ve mekânı olmamıştır. İnsanlar

yıllar önce de ‘bir kelime öğretene kırk yıl

köle olmayı’ minnet saymışlardı.

İnsanları eğitme görevinin çağlar aşan

özelliği bu görevin kutsiyetini daha da

artırmayı başarmıştı. Bütün çağlar

boyunca bu kutsiyete sahip olan

eğitimciler, öğrencinin yüreğine

dokunabildiği müddetçe sonsuzluk

kavramı ile iç içe geçebilmiştir. Bir

öğretmeni unutulmaz yapan şey

öğrencisinin yüreğine dokunmasıdır.

Öğrencinin yüreğine o sihirli değnek bir

kere dokundu mu bir daha o sihri hiç

kimse bozamaz. Öğretmenin yaptığı bu

Page 28: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

25

sihir, öğrenci ne kadar büyüse de,

bambaşka diyarlara gitse de onunla

beraber gidecek ve bu kıvılcım ona

yepyeni bir kimlik kazandıracaktır.

Öğretmen öğrencinin yüreğine dokunduğu

andan itibaren o cevheri eline alır. Fakat

ona şekil vermez; sadece o cevherin kendi

kendine nasıl şekil vermesi gerektiğini

anlatır. Kulağına güzel şeyler fısıldar,

insanı anlatır.

Artık öğrencinin gözünde öğretmen

bambaşkadır. Ona yepyeni ufuklar açan,

pencereyi sonuna kadar aralayıp dünyaya

her açıdan bakmasını sağlayan ve ‘balık

vermeyip balık tutmayı öğreten’ bir

sihirbazdır. Hem de bazen tek bir sözüyle

onu kendi bilgi okyanusunda kitaptan

yapılmış gemisine bindirip dünyaları

gezdiren bir sihirbaz… Öğrenciye göre

öğretmen; uçsuz bucaksız bir deniz, sonu

görülmeyen bir kuyu ve içine daldıkça

gözlerinin görmeye başladığı bir evrendir.

İşte hepimizin bu aşamada seçtiği ilk

meslek ‘öğretmenlik’ olmuştur. Çünkü

öğretmeni artık onun için ‘ileride olmak

istediği insan’dır. İlk defa biri onu

keşfetmiş ve gözlerine umutla bakmıştır. O

andan itibaren kendine ‘örnek insan’

olarak belirlediği öğretmen onun hayatını

değiştirmeye başlar. Öğretmen öğrencisine

bakacağı yeri söyleyip, baktığı yerde ne

göreceğini söylemez. Çünkü öğrenci ancak

göreceği şeyi kendisi fark ettiğinde bir işi

başarabilir. Öğrenci kendinde var olanı

öğretmen sayesinde keşfetmeye başlar.

Zamanla keşfetmenin hazzına kapılır.

Kendi içinde daha önce hiç farkında

olmadığı yeni evrenleri bulmaya başlar.

Daha sonra ‘ben kimim?’ sorusunun

cevabını bulmaya çalışır. Sonunda kendini

keşfeder.

Bir öğrenciyi öğretmeninden başka hiç

kimse gerçek manada anlayamaz. Onun ne

yapmak istediğini, gerçekte nasıl biri

olduğunu ve gerçekleşmesini istediği ne

gibi hayallerinin olduğunu yalnız

öğretmeni bilir. Çünkü o cevheri ilk

öğretmeni keşfetmiş ve cevherin ilk

şekillenişini izleyen de sadece öğretmeni

olmuştur. Bir tırtılın kabuğundan kurtulup

kelebeğe dönüşüm aşamasını izlerken

onun nasıl bir kelebek olacağını da sadece

o gerçekçi bir şekilde tasvir etmiş

olmalıdır. O yüzden veliler bile kendi

çocuklarını öğretmenlerinden dinlemek

isterler. Çünkü bir heykelin neyi anlattığını

ancak onu işleyen eller bilebilir.

Öğretmen öğrencisine bir mağaradan

bahseder. Aslında bir mağarada

yaşadıklarını ve bu mağaranın dışının da

olduğunu anlatır. Öğretmen mağaranın

dışını öyle güzel tasvir eder ki öğrenci

hayranlıkla mağaranın dışını hayal etmeye

başlar. Zamanla mağaranın dışını çok

merak eder ve öğretmenine mağaradan

dışarı çıkmak istediğini söyler. Öğretmen

bunun ona acı vereceğini anlatır ancak

öğrenci orayı ısrarla görmek istemektedir.

Page 29: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

26

Öğretmeni sonunda dayanamayarak onun

elinden tutup mağaranın dışına doğru

yönelir. Burada çok keskin bir ışık

görünür. Öğretmen burada öğrencinin

elini bırakır ve kendini ışığa doğru atar.

Öğrenci orada kalakalmıştır. Mağaranın içi

karanlıktır ve öğrenci karanlığa alışmıştır.

Bu ışık gözlerini yakar, ışığın ihtişamından

gözleri kamaşır. O an anlar ki mağaranın

dışı sancılıdır ve dışarıya çıkabilmek,

aydınlığa erişebilmek için önce öğretmeni

gibi yürümeyi öğrenmelidir. Bu sancılı yol

öğrenciye ağır gelir ve tam yürümekten

vazgeçip mağaraya geri dönmek

üzereyken bir ses yankılanır mağaranın

duvarlarında: “Yufka yüreklilerle çetin

yollar aşılmaz…”

İşte bu ses öğrencinin yeniden ayağa

kalkmasını sağlar. Öğrenci bu sesi

duyduktan sonra bir an ürperir ve

yerinden doğrularak öğretmeni gibi

mağaranın dışına doğru yönelir. Artık

korkmamaktadır ve gözlerini de eskisi gibi

kısılmaz. Çünkü öğretmeni ona güçlü

olmayı öğretmiştir. Öğrenci yürümeye

başlar ve mağaranın dışına ilk adımını

atar. Dışarı çıktığında bu aydınlık

dünyanın içinde ilk olarak öğretmenini

görür. Öğrenci yeni bir ders daha almıştır.

Meşakkatli yollarla karşılaştığında asla pes

etmemeyi, her ne olursa olsun cesareti

varsa sonuna kadar yürüyebileceğini

öğrenmiştir. Artık öğrenci çetin yollarda

yürümeye hazırdır.

Öğretmeni ona; yankısından kaçan bir

çocukken kendi sesinin, doğru bildiğini

haykırmayı öğretir. Haritada deniz görüp

boğulurken, ona bilgi okyanusunda

yüzmeyi öğretir. Fikirleri sağa sola

savrulup savunmasızken rüzgârlara, kâğıt

ve kalemden sur yapmayı öğretir. Sonra

ona sözcüklerden bir kanat takar, uçmayı

öğretir umut dolu yarınlara doğru…

Uçtuğu bütün diyarlara sevgiyi, hoşgörüyü,

aklı, bilgiyi ve erdemi de götürmeyi

öğretir. Artık başkalaşım geçiren yeni

insan ‘tırtıl olmaktan kurtulup kanatlarını

keşfeden bir kelebek gibi’ uçmaya hazırdır

rüzgâr bekleyen farklı diyarlara.

Artık pervanenin ateşe yolculuğu

başlamıştır. Bu taze kelebek uçmadan önce

öğretmeni onun heybesini adaletle

doldurur, yolda susuz kalanları sulaması

için eline bir demet sevgi tutuşturur.

Hırkasının ceplerine gökkuşağı sıkıştırır

ve bir evreni sığdırır minicik avuçlarına.

Ve sonra ona bir gökyüzü bırakır göklerin

almadığı.

Kelebeğin artık uçma vakti gelmiştir.

Öğretmeni onun köpükten gövdesine

demirden bir meşale verir ve ‘ilerle’ diye

seslenir. Küçük kelebek elini tutuşturan bu

meşaleyi onun gibi karanlıkta kalan yüz

binlere yol göstermek için yorulmadan

taşıyacağına dair ona söz verir. Sonra

öğretmenin avucuna bir buse bırakır ve

uçmaya başlar hiç bilmediği diyarlara

doğru…

Öğretmen, zamanında kendi öğretmeninin

ona dokundurduğu sihirli değnek ile bir

öğrencisine daha dokunmayı başarmıştır.

Fakat onun için bu bir ilk değildir. Çünkü

daha önceleri kutlu elleriyle işlediği

çamurlar çoktan heykel olmuştur. Bir

Page 30: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

27

öğretmeni en mutlu eden şey de

cevherlerin mücevher olmuş hallerini

izleyebilmektir.

Öğrenciye göre öğretmen anneden,

babadan, kardeşten ve arkadaştan ötedir.

Taptuk Emre ve Yunus gibi mesela…

Yunus’u Taptuk Emre’nin dergâhına ateşe

pervane olan kelebekler gibi bağlayan da

bu gizli bağ idi. Taptuk’lu Yunus’u

anlayabilmek için ‘hal ehli’ olmak

gerekiyordu. Yunus’u Taptuk Emre’nin

dergâhına bağlayan da halden anlamayı

başarmaya çabasıydı. O yüzden çoğu

zaman ‘halden anlayanın bir gülü’

yetiyordu incinmek için…

Benim öğretmenim bana ‘Yunus’u öğretti…

Çünkü onun yüreği “Taptuk Emre” gibi

atıyordu.

Anadolu artık Yunus’un diyarı olmasa da,

yeni Yunuslar yetiştirecek olan Taptuk

Emreler hala bu topraklarda yaşıyordu.

Çünkü bu topraklar onların temiz alnının

değdiği ve dualı dudaklarıyla öptüğü

topraklardı. Ve henüz üstte mavi gök

çökmemiş, altta yağız yer delinmemişti… O

yüzden Taptuk Emreler var oldukça vakti

geldiğinde Yunuslar da yeniden

görünmeye başlayacaktı.

Her yeni nesil, öğretmenlerin topluma

bıraktığı bir armağandır. Bir nesli “Asım’ın

Nesli” yapacak olan da yine

öğretmenlerdir. Unutmayalım ki bir milleti

küllerinden yeniden canlandıran Mustafa

Kemal Atatürk de bir öğretmendi. Ve o, bu

millete armağan olarak fikri hür, vicdanı

hür, irfanı hür nesiller bıraktı.

Mustafa Kemal Atatürk’ün; “Toplumu

gerçek amacına, gerçek mutluluğuna

ulaştırmak için iki orduya gerek vardır.

Biri vatanın hayatını kurtaran asker

ordusu, diğeri ulusun geleceğini yoğuran

bilim ordusudur. Bu ordulardan her ikisi

de aynı derece gerekli, kıymetlidir, her

ikisi de hayatidir. Ancak bilim ordusunun

kıymet ve kutsallığını anlatmak için şunu

söyleyeyim ki, bilim ordusu, ölen ve

öldüren birinci orduya, niçin ölüp, niçin

öldürdüğünü öğreten ordudur.” sözü

öğretmenlerin görevinin kutsallığını bu

bağlamda bir kez daha gözler önüne

sermektedir.

İşte hammaddesini yaşadığı topraktan

alan bu cevherler, öğretmenlerinin

çıkardığı kıvılcımla birlikte bir milleti

yeniden tutuşturmaya hazırdır. Vatan için

can vermek ne kadar şanlı bir iş ise vatan

için onuruyla yaşamanın da aynı derece

önemli olduğunu yine öğretmenler

sayesinde öğrenir. Öğretmeninin ona

öğrettiği şeyler sayesinde kendi varlığının

ne kadar değerli olduğunu anlar. Ve ömrü

boyunca bu değere layık olabilmek tek

gayesini oluşturur.

Varlığını Türk varlığına armağan ederek

yola çıkan her yeni neslin gayesi ‘vatanı

için yaşamak’ olduğu sürece,

öğretmenlerin emeği boşa çıkmayacak ve

bu nesil yeniden çağlara gem vuracaktır.

(Bir nesli yeniden canlandıracak olan koru

elinde tutan ve yüreği Taptuk Emre gibi

atanların öğretmenler günü kutlu,

öğrencileri de Türk milletine armağan

olsun…)

Page 31: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

28

NE OLACAK BU TRAFİĞİN HÂLİ! Alperen KIZIKLI

Amaç

Bir kahvehane sohbetinde, bir dost

meclisinde konu tıkandı mı yetişen müthiş

bir cümledir o: “ Ne olacak bu memleketin

hali?” Ben de yazıma “Trafik Sorunları ve

Çözüm Önerileri” gibi lise

kompozisyonlarına başlık olabilecek klasik

nitelikte bir cümle tercih etmek yerine

yukardaki gibi bir başlığı kullanarak,

yazıma dikkat çekmek istedim.

Bu yazımda her gün onlarca dakikamızı

geçirdiğimiz trafiğe değinmek, onun

sorunlarına bir hekim gözüyle

bakmak(analitik-ya da dâhiliyeci bakış

açısı) istedim. Çünkü artık trafik sorunu

nedeniyle şehirde yaşamaktan illallah

etmiş, şehirden köye göçmek isteyecek

kadar bıkmış bir vaziyetteyim. Ya şehri

terk edeceğim ki bu kolay olanı ya da

karanlığa bir mum yakıp çözüm için bir

şeyler yapacağım. İşte okuduğunuz yazının

yazılma maksadı kısaca bundan ibarettir.

Giriş

Türkiye’nin birçok şehrinde yaşanan nüfus

yoğunluğunun artışına bağlı olarak araç

sürmek ve şehir trafiğinde yol almak adeta

bir çileye dönüşüyor. Özellikle işlerine

uzun yollar kat ederek ulaşmak zorunda

olan işçiler için ulaşım meselesi daha da

sıkıntılı bir hal alıyor. Güneşin doğuşuyla

birlikte erkenden yola çıkan çalışanlar,

bazısı yenilenmiş otobüslerle sıkışık bir

halde yolculuk etmek zorunda kalıyor.

Toplu taşıma araçların eskiliğinin yanına,

çarpık kentleşme ve plansız yapılmış

yollar eklenince sorun içinden çıkılmaz bir

hal alıyor.

Trafik sorununa çare bulmak için

uzmanlar tarafından senelerdir çözüm

önerileri geliştirilmeye çalışılıyor. Sorunun

kaynağını kitlelere anlatmayarak

gerçekleştirilen ve toplu taşımayı sözde

özendirerek problemi çözmeyi amaçlayan

çeşitli kampanyalar düzenleniyor. Fakat

bu çalışmalar sigara paketinin üzerindeki

'yasal uyarıyı' görenlerin bu zararlı

alışkanlığı bırakacağını zanneden bir

anlayışla yapılıyor. Yetkili kişiler aslında

şu gerçeğin pekâlâ farkındalar: Kocaman

bir sektöre dönüşmüş olan otomotiv

sektörü ne kendini sınırlayacak ne de

trafik sorununu çözmeye çalıştığını iddia

eden kampanyalardan haberdar olan

otomobil sahipleri araçlarını kullanmaktan

vazgeçecekler.

Özellikle 50’ler ve 90’lar arasında trafik

sorununa -ister istemez otomobil

trafiğinden bahsetmek zorunda kalıyoruz-

aranan çözümler, yeni arz oluşturulması

ve sürekli talebin karşılanması yönünde

olmuştur. Oysa sonuçta görülmüştür ki

otomobil trafiğine yapılan her yatı¬rım

yeni bir talebi tetiklemiş ve bir kısır döngü

meydana getirmiştir. Trafik sıkışıklığına

neden olan, toplu taşıma araçlarından

ziyade, hacim olarak daha küçük ama

Page 32: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

29

sayıca çok daha fazla olan otomobiller

olduğunu ifade etmemiz gerekiyor. Trafik

tıkandığında oluşan kilometrelerce

uzunluktaki araç kuyruklarının büyük bir

bölümünü hususi araçlar yani otomobiller

oluşturuyor.

Otomobil bireyseldir; kişiye zaman

kazandırır. Zamanın etkili kullanılmasına

fırsat verdiği için de genel ola¬rak toplu

taşımadan daha etkili bir ulaşım aracı

olarak görülür. Bu avantajları, bireyi

otomobil kullanmaya sevk etmektedir.

Ancak, artık görülmüştür ki şehirler

otomobil merkezli ulaşımı

kaldıramamaktadır. Bu durumda artık

şuna karar vermemiz gerekiyor: Ya şehir

yaşantısından feragat edeceğiz ya da

otomobil sürmekten… Veyahut otomobili

mecbur kalmadıkça kullanmayacağız.

Trafik sorununa çözüm olacak toplu

ulaşım araçları eskiye oranla daha gelişmiş

olsa bile ülkemizde bunların yaygın

kullanımlarını pek göremiyoruz. Mesela

İstanbul gibi devasa bir kentte dahi raylı

toplu taşıma araçları ağır ağır

yaygınlaşıyor.

Demiryolunun ulaşımda ve taşıma

karayoluna olan üstünlüğünü saymaya

gerek duymuyorum. Geçmişte, günümüzde

dahi servet sahibi olan ailelerin, yabancı

otomobil firmalarıyla ortak olarak

yurtiçinde yaptıkları taşıt satışlarını

desteklemek için iktidarlarca karayolu

taşımacılığının öne çıkarıldığını görüyoruz.

Bu politikaya dayanak olarak İkinci Dünya

Savaşı'ndan sonra Amerikalıların otomobil

ve kara taşımacılığı önerisinin, Almanların

demiryolu önerisine galip gelmesini

gösterilmektedir. Hatta öyle bir boyuta

ulaşılmış ki bir ülkede demiryolu

istemenin adı komünistlik diye telaffuz

edilmiş ama şimdi anlıyoruz ki eğer biz de

Avrupalılar gibi treni tercih etseymişiz,

dışarıya bu denli bağımlı olmayacak ve bu

kadar insanın trafik kazalarıyla ölmesine

mahal vermeyecektik.

İşte bir devlet akılla ve öngörüyle

yönetilmezse vatandaşının hayatı ucuzlar,

değersizleşir. Türkiye'mizin en baştaki

eksikliği bu akıl ve öngörünün rağbet

görmemesidir.

Son 10 yıldır demiryolu ulaşımına,

özellikle hızlı tren olarak lanse edilen fakat

esasında hızlandırılmış trenlere yapılan

yatırımlar geçmişteki boşluğu doldurmaya

henüz yetmemektedir. Gerçekten hızlı

trenlerin yol alacağı demiryolu

teknolojisine halen sahip değiliz ve

ivedilikle bu teknolojiyi kullanmamız

gerekmektedir. Çünkü hızlı tren ve

hızlandırılmış tren arasındaki fark ray

Page 33: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

30

teknolojisiyle ilişkilidir. Ülkemizde

maalesef saatte 350-400 km yapan

Japonya’da veyahut Fransa’da

gördüğümüz bir şekilde hızlı tren mevcut

değildir. Sadece eski rayların yenilenmesi

ve lokomotiflerin, vagonların yenileriyle

ve mümkün mertebe en hızlı gidebilecek

şekilde düzenlenmesi şeklinde olmaktadır.

Ne dersek diyelim demiryollarına yapılan

yatırımlar olumlu adımlardır ve yapılanlar

da takdir edilmelidir.

Sorun tespitleri yaptıktan sonra çözüme

yönelik yapılması gerekenleri de kendimce

sıralayayım. Çünkü çözüm üretmeyen her

söz, bir yol göstermeyen her yazı

boşunadır, zaman kaybıdır. Çözüm

önerilerimi sıralayarak yazıma son

veriyorum.

Çözüm Önerileri

1- Sürücü yeterliliğinin gerçek manada

sağlanması

Sürücü belgesi almak zorlaştırılmalıdır ve

sürücülere belirli aralıklarla sürücü

belgesi sınavları tekrar uygulanmalıdır.

İnsanlara araç almaları konusunda bir

engel koyamayacağımız için ehliyet

almaları konusunda bir engel koyabiliriz.

Ehliyet verirken, yazılı sınavın yanı sıra, 3

aşamalı direksiyon sınavı, zekâ testi,

refleks testi, çabuk karar verme yeteneği,

algılama düzeyi testi gibi çok sayıda test

uygulanmalıdır. Zaten trafikte ehliyet

sahibi birçok insanın araç kullanmaktan

hiç de anlamadığını görüyoruz. Mevcut

yolları etkin kullanamayan sürücü, trafik

sıkışıklığına da neden olmaktadır.

65 yaşın üstü nasıl emekliliğe ayrılıyorsa

ehliyeti de elinden alınmalıdır. Bu

insanların algı ve reflekslerinin zayıfladığı,

çok daha çabuk yoruldukları bilimsel bir

gerçektir. Hayati bir alan olan trafikte bu

riskler alınmamalıdır. Bu yaşlardaki

bireylerin şoför mahallinde bulunmasına

izin verilmemelidir.

Bir insan 35 yaşına kadar ehliyet

almamışsa, o yaştan sonra alamamalıdır.

35 yaşından sonra öğrenme kabiliyeti,

öğrendiklerini hafızada tutma gibi beyin

fonksiyonları yavaşlar. Bu insanlara

ehliyet verilecekse ayrı bir sınav

geliştirilmesi gerekmektedir.

2- Taksi, Metro ve Toplu Ulaşıma Rağbetin

Artırılması

Otobüs ve taksi ücretleri indirilmelidir.

Metro sefer sayısı artırılmalıdır. Özellikle

şehirlerarası mesafelerde de taksiler çok

uygun fiyata taşıma yapabilmelidir.

Mevcut otobüs sayısının sıklığını

artırılmalı ve gece geç saatlere kadar

otobüslerin çalışması sağlanmalıdır. Toplu

taşımayı tercih eden orta ve üst seviye

geliri olanlara yönelik otobüs veya trenler

yapılmalıdır. Otomobil konforuna,

rahatına ve temizliğine sahip klimalı ve

rahat koltukları olan otobüsleri insanların

tercih etmesi daha olasıdır.

Page 34: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

31

3- Yolların ve Sinyalizasyonun Tanzimi

Kalabalık kavşaklara battı - çıktı adı

verilen alternatif hızlı geçiş noktaları

yapılmalıdır. Köprü geçiş ücretleri kendi

maliyetini ve bakım masraflarını

çıkarttıktan sonra kaldırılmalıdır. Fakat

devlet bu gişelerden gelir elde etmeye

devam edecekse yani illa ücret alınacaksa

trafiğin yoğun olduğu saatlerde pahalı

trafiğin serbest olduğu saatlerde ucuz

olmasını sağlamalıdır. Böylelikle

sürücülerin ekonomilerini gözeterek daha

makul zamanlarda trafiğe çıkma davranışı

gösterecektir.

Türkiye’de trafik akışını etkileyen kronik

sorunlardan biri de, yol işaret ve

sinyalizasyonunun yetersiz olmasıdır.

Karayolları ve Emniyet Genel

Müdürlüğünde bu konuda görev yapan

uzmanların ve üniversite görevlilerinden

oluşturulacak kurulların Türkiye

trafiğinde genel işaretleme ve

sinyalizasyon hedeflerini belirlemesi

gerekmektedir. Akıcı trafik mi, güvenli

trafik mi yoksa ikisinin de dengelendiği bir

sinyalizasyon sistemi mi oluşturulacak;

buna karar verilmelidir. Yol işaretlerinin

yansıra yol yapım standartları da gözden

geçirilmelidir.

4- Mesai Saatlerinin Düzenlenmesi

Eğitim kurumlarının işe başlangıç ve bitiş

saatlerini diğer kurumların iş başı ve sonu

saatlerinden ayrılması gerekmektedir.

Sabahları ve akşamları yaşanan trafik

yoğunluğunu özellikle okul servislerinin

oluşturduğunu görmekteyiz.

Fabrika çalışma saatleri de yine diğer

kurumlara göre yarım saat geç veya

erkene alınabilir. Böylelikle işçi servisi,

okul servisi ve işlerine hususi araçla

gitmeyi tercih edecek memurun aynı

saatlerde trafikte bulunması

engellenebilir.

5- Şehir Planlama

Şehrin endüstri, ticaret, konut

bölgelerinin baştan planlanması ve bu

planlamaya sadık kalınması

gerekmektedir. Şehrin geleceğinin rant

sahipleri üzerine kurulamayacağı

algılanmalıdır Örneğin Kayseri ilinde

geçmişteki yapılan bir plana sadık

kalınarak yıllarca şehir planlama

gerçekleştirilmiş. Bu gün Kayseri’de yeni

yerleşim yerlerinde en az düzeyde trafik

sorunu yaşanmaktadır.

Yeni gelişmekte olan bölgelere önce

altyapı hizmetleri sağlanmalıdır. Yeni

konut bölgeleri yaratırken; okul, alışveriş

alanı vb. alanları en baştan belirlenmezse

sonradan yapılacak bu binalar şehrin

içinde kalacak ve trafiğin sıkışmasına

neden olacaktır.

Esen kalınız.

Page 35: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

32

Page 36: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

33

BİREYSELLEŞME REDDEDİLİYOR

Dilek AKILLIOĞLU

Siya Sosyal bilimler, insanı temel alan

bilim dalı olarak onun yaşam perdesinde

nasıl ve neden ömür sürdüğüne dair

bilgileri, soruları, çözümleri

paylaşmaktadır. İnsanın doğan, var

olanların arasında muazzam özellikleri ile

ayrı tutulduğunu anlatmaktadır. Bu

özellikler arasında kendine özgü olması,

yaptıkları iş ve sosyal çevresi, kendine

yetmesi vardır. Kendine yetmesinden yola

çıkarak da insan yaşamında birey olmanın,

bireyselleşmenin bir nevi yolu açılmıştır,

diyebiliriz. Bu kavram yani, bireyselleşme

kendine yeterli olma, modern olmayı

içermektedir. Ancak bireyselleşme kabul

görürken başka birilerine de yer açmak

gerektiğini, sürekli sosyalleşmeyi

vurgulamıştır. Sosyalleşme olmadığı

takdirde duyarsızlaşacağımızı ileri

sürmüştür.

İleri sürülen bu ifade ile bireyselleşme

reddedilmiştir. Güçlü zamanlarından zayıf

düştüğü günümüze kadar reddedilmiştir.

Elbette ki bireyin kendine ait olduğu

yerler vardır. Fakat bu yerlerin varlığı

daralmakta hatta gün geçtikçe yok

olmaktadır. Zamanın işlemeye

başlamasından bu yana tek başına

kalamayan insan, yakın zamanda

bireyselleşme ile tek başına olabileceğini

düşünmüştür. Evinde iş yerinde, yatak

odasında, banyosunda sadece varlıklarıyla

o ortama kalabalık hissi katan nesnelerle

bile toplumsalken bireyselleşme

düşüncesine kapılmıştır. Oysa oturduğu

masalar, karşısına geçtiği televizyon, su

içtiği bardaklar bile toplumsallığı

vurgularken bireysellik askıda

kalmaktadır. Hatta cesaret edip söylemek

gerekirse bir noksan olarak

yorumlanabilmektedir. Belki imkânlar

sağlandığında bireyselleşme olgusunun

içini doldurmak isteyenler olur mu diye

sorsak bunu yapmak isteyen bile

olmayacaktır, diye düşünüyorum.

İnsandan bahsedilirken bireysellik tipi yok

olur. İnsan gelişiminde, örneğin bir çocuğu

yetiştirirken özgül olma, bireyselleşme

kazandırılmaya çalışılır. Fakat aynı

zamanda irtibata geçmesi istenilen bir

sürü toplumsallaşmış araçlarla bu

sağlanır. Fikir olarak bireysel fikirlerin

değeri bizleri mutlu etmek ile birlikte

kendisiyle insanın tamamen topluma ait

olduğunu, toplumu oluşturduğunu

söylemeden geçemeyiz yani, kısaca insanı

toplumdan ayrı tutamayız.

İnsanın ayrı kalmak istemesi aslında

normal bir şeydir. Normal bir şeyi

arzulamasına rağmen kendisinin yanı sıra

başkalarına da bağımlı olur, olmak

istemeyi öğrenir. Bütün olduğu toplumun

Page 37: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

34

onayını bekler, ister. İstediği şey için

toplumsal hale gelir. Bir arzu diğerini

yener, kaybeden yok olur. Böyle bir

durumda sürekli birbirinden farklı

insanlar aynı dünyadan yetişsin isterken

birbirinden farklı insanların ortak bir

sinerji oluşturması gibi durumda

bireyselleşmekten söz etmek bana kalırsa

güçtür. Bunun tersi durumda bireyselliği

getirmez yani, bakış açıları bir olan

insanların ortak alanda buluşması da

bireyselleşme için uygun değildir. İki

grupta da farkı katma değeri ya da aynıyı

bulma isteği bireyselleşmeyi tamamen

ortadan kaldırır. “Peki, olanaklar

sayesinde bireyselleşmiş bir yaratı

meydana geldiğinde topluma ne olacaktır?

Toplumu ortadan kaldırıp tamamen

bireysel, bencil varlıklar olarak mı

yaşamak gerekir? “ gibi sorulardan ziyade,

sürekli vurgulanan bireyselleşmiş, özgür

kişiliklerin temelinin doğru olmadığını

vurgulamak isterim.

Bireyselleşme, bize batıdan geçmiş bir

kavramdır. Katı kilise baskısına tepki

olarak doğmuş, insana egosunu tatminde

bağımsızlık sağlanmıştır. Birey olan insan,

birçok defa yaptığı gibi kendisini arama

fırsatı yakalamıştır. Fakat toplumsal

hadiseler sonucunda geldiğimiz dünyada

hep ilişki içinde olmamız bireyselleşme

hareketinin de doğal olarak sınırlarını dış

dünya ile belirlediğini ona göstermiştir.

Dış dünyayı yaratan güç, zanaatkâr insanı,

doğası belirsiz bir yaratık olarak tasarlayıp

dünyanın tam ortasına bıraktığından beri

seçimler yapan, kararlar veren

kalabalıklar halindeyiz. Toplumsallığa

yaratıldıktan hemen sonra kavuştuk. Bu

kavuşma ardından bireyselleşme yerini

amaçları arayan sayısı çok kitlelere bıraktı.

Kısaca söz gelimi kalabalık insanı

oluşturan şeydir. Bir ağaç kendi kendine

büyüyebilirken insan için böyle bir ihtimal

azdır. Mutlaka ağacın düzgün bir biçimde

ağaç olabilmesi için su, güneş gibi

etmenlere ihtiyacı vardır. Fakat bu araçlar

onların bireyselleşmesini etkileyen ya da

varlığını toplumsallaştıran etken değildir.

İnsan şekillendirilir. Bireysel olma

anlamından uzaklaşır. Kilisenin katı

düşüncelerine bireyselleşme ile karşı

çıkan o ruh zaman değiştikçe farklı

toplumsal bir çatı altında toplanmıştır.

Birey kavramı bizim kazanımımız,

bireyselleşme kısa dönemli kazanımın alt

basamağı gibidir. İnsan, gelişim olarak

birey olma özelliğini doğduğu anda

kazanmıştır ama bireyselleşme olma

özelliği de o andan itibaren elinden

alınmıştır. Annesine muhtaç bir bebek,

ailesine bağlı bir çocuk, okuluna, sosyal

çevresine bağlı genç, evine yuvasına bağlı

yetişkin, toplumuna bağlı vatandaş

olmuştur. Bu çizilen çerçeve dışına

çıkmak ya da çıktığında bireyselleşen

nesiller elde etmek mümkün müdür diye

çözüm odaklı konuşacak olursak bunu

uygulamalı analizler sonucu öğrenebiliriz.

İçinde yaşadığımız toplumda bunu hayata

geçirmek en azından yakın çağ için zordur.

Page 38: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

35

Sağlandığını düşündüğümüzde bu

durumun bazen gerekli bazen de sorun

olduğunu görmek mümkün olacaktır.

Örneğin; bizim gibi ulus devlet kültürüne

ve yaşamına sahip toplum için bu şey

yalnızlığı, mutsuzluğu sürekli sorunların

tartışıldığı bir ortamı önümüze sürecektir.

Toplumsal yaşamında bile ilişkilerin içinde

yer alamayan mutsuz erkek ve kadınlar

bireyselleşmenin kaliteli temeline

ulaşamayacaklardır. Bunu daha iyi ortaya

koyabilmek için şöyle düşünelim; ortalama

bir ailede bireysellik çocuklukta da vardır

fakat ergenlik ile alevlenir. Aileden ayrı

biri olarak kabul edilme isteği, tek başına

özgür kalma inancı… Bu fonda batıda aile,

çocuk ile ilişkisini 18 yaşında kesmekte ve

bireyselleşme mantığında ona yeni bir

yaşam sağlamaktadır. - Sağlanan bu

durumun artıları eksileri ayrı bir yazıda

kesinlikle tartışma konusu olabilir.- Kendi

bireyselleşme anlayışımızda ise toplum

olarak çocuğumuzu doğumdan ölüme

kadar gözetiriz. Bununda mutlak olumlu

ve olumsuz tarafları bulunmaktadır. Fakat

görülmektedir ki her iki durumda da bizim

sandığımız gibi kavramın temel anlamını

kaliteli biçimde yerine getirecek kişilikler,

karakterler ya da her ne olarak

adlandıracaksak o ortaya çıkmamaktadır.

Sonuç olarak; kendimizce bireyselleşme

şekilleri oluşturarak, bu şekiller aracılığı

ile yalnızlık ve bireyselleşmeyi eş değer

almaktayız. Aslında bireyselleşmenin

olmadığını, olamayacağını görmek

gerekmektedir. Bireysel olmak ile

toplumsal olmak arasında denge kurmak

diye bir şey yoktur. Tıpkı yemek, içmek,

uyumak ne kadar süregelen, şeffaf, ortası

olan bir durum ise toplumsallaşma ile

bireyselleşme de aynıdır. Bireyselleşme

ya toplumu diğer yapar ya da toplum onu

giymek isteyen insanları aynı renge boyar.

Page 39: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

36

DAMGALARIN MASALI

TENGRİ'YE ALKIŞ

Emre SEVİNÇ

Resmin Notu: Servet Hoca’yı (SOMUNCUOĞLU) Özleyerek…

Page 40: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

37

KİTAPLARDAN ÖNEMLİ NOTLAR:

KAFKASYA VE ORTA ASYA ENERJİ

KAYNAKLARI ÜZERİNDE MÜCADELE

Fatma Özge ÖZDEMİR

Kafkasya ve Orta Asya Enerji Kaynakları

Üzerinde Mücadele isimli kitap Çağrı

Kürşat YÜCE tarafından yazılmış olup,

2006 yılında Ötüken Yayınevi tarafından

basılmıştır.

Dünyada akla gelebilecek her şey

hammadde kaynaklarına bağlıdır. Bu

yüzden, karışıklıklar ve savaşlar genellikle

hammadde kaynakları ile bunların

bulunduğu bölgelerde yaygın olarak

görülmektedir. Hammadde kaynakları

içerisinde önemli ve fazla yer kaplayan ise

enerji kaynaklarıdır. Günümüzde

ekonomilerin en önemli unsurunu enerji,

enerji kaynaklarının en önemlilerini de

petrol ve doğal gaz oluşturur.

21. yüzyılın en stratejik enerji üretim

merkezlerinden biri olmaya aday Hazar

Bölgesi, ham petrol ve doğal gaz üretim ve

ihraç potansiyeli açısından çok dikkat

çekmektedir. Uluslararası dev şirketlerin

bölgede onlarca milyar dolarlık enerji

antlaşmaları yapmış olmaları, Hazar

Bölgesi’nin önemini ortaya koymaktadır.

SSCB’nin yıkılması ile Hazar Havzası,

paylaşılması gereken yeni bir pasta olarak

ortaya çıktı. Bazıları Hazar Denizi’ni “21.

yüzyılın Körfez Bölgesi” olarak

nitelendirirken bazıları da burayı, “21.

yüzyılın enerji deposu olacak bir bölge”

olarak adlandırılmaktadır. Bölgenin

küçümsenemeyecek petrol ve doğal gaz

rezervleri gittikçe daha çok enerjiye

ihtiyaç duyan küresel endüstri için yeni bir

umut kapısı olmuştur. Ayrıca Hazar’ın

hidrokarbon kaynaklarının yüksek hacimli

olması, bölge ülkeleri için de olağanüstü

bir ekonomik kalkınma potansiyeli

sunmaktadır.

“Jeopolitik doğrular” mutlak doğru

değildir. Zira değerlendirmeler, siyaset

gibi müphem ve zamana göre değişen bir

kavramla ilgili olarak yapıldığı için

yapılacak yorumlar kişisel olacaktır.

Page 41: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

38

Değerlendirmeyi yapan kişi ne kadar

yetenekli olursa olsun yapılan iş,

nihayetinde bir yorumdur; subjektiftir.

Yorumun sahibinin milliyeti ve dünya

görüşü yaptığı yorumu mutlaka

etkileyecektir.

Başka bir tanımlamada jeopolitik, yine

Erol MÜTERCİMLER tarafından şöyle ifade

edilmiştir: ‘’Jeopolitik, bir ülkenin coğrafi

konumunun, dünya politikasına etkisidir.

Yani bu terim, bir devletin, dünya

üzerindeki konumunun, dış siyasetle

ilgisini belirtmek üzere kullanılır.”

Jeopolitik teriminin ortaya çıkmasındaki

temel sebep ise, uluslararası ilişkilerde

tüm güçlerin kullanılması düşüncesidir. Bu

çerçevede, zamanla, coğrafya olaylarının

da kullanılmasına ve dış politikaya

uygulanmasına evrilmiş ve bunun

sonucunda da jeopolitik denilen bir alan

doğmuştur.

Özet olarak jeopolitik, politika ve

coğrafyanın karşılıklı etkileşimidir.

Küresel ve yerel devlet güçlerinin genel dış

politikalarını belirleyen stratejik

düşüncenin coğrafi unsurlara

dayandırılmasıdır.

Jeopolitik daha ziyade Siyasi Coğrafya’dan

politikaya geçişi ve coğrafi politikayı

temsil ederken, Siyasi Coğrafya ise

coğrafyaya siyasi açıdan bakışı temsil

etmektedir. Bir örnekleme ile konuya

açıklık getirecek olunursa; jeopolitik,

dünyayı çok yönlü olarak inceler ve yer

politikaları üretir. Siyasi Coğrafya ise,

yerin yani dünyanın fizikî, beşerî ve

iktisadî olaylarının dağılışlarını,

aralarındaki bağlantılarını ve sebep ve

sonuçlarını inceleyerek, siyasi açıdan

değerlendirmeler yapar.

Kafkasya Bölgesi; doğuda Hazar Denizi,

batıda Azak Denizi ve Karadeniz arasında

olmak üzere büyük bir alan şeklinde

görünür. Kafkasya, Kırım’ın doğusundaki

Taman Yarımadası’ndan, Bakü’nün de

üzerinde bulunduğu Hazar Denizi’nin

batısındaki Abşeron Yarımadası’na kadar

uzanan dağlık bölgeye denir. Kuzey

sınırından Kuban ve Kuma nehirleri,

güneyinde Türkiye ve İran bulunur.

Kafkasya özellikle dört nedenden ötürü

jeopolitik açıdan büyük önem

taşımaktadır. Bunlar:

1. Jeostratejik anlamda Orta Asya’ya

giriş kapısıdır.

2. Orta Asya bakımından bölge,

dosdoğru Batı pazarına açılan bir geçittir.

3. Orta Asya ile bir bütün olarak ele

alındığında bölge önemli miktarda petrol

ve doğal gaz potansiyellerine sahiptir.

4. Bir Orta Doğu devleti olma

niteliğini kaybeden Rusya Federasyonu

açısından, Akdeniz ve Basra Körfezi’ne

uzanan jeopolitik bağlantı hattıdır.

Kafkasya zengin enerji kaynaklarına sahip

Hazar Havzası ile Batıyı birbirine bağlayan

Page 42: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

39

Doğu-Batı Koridoru özelliğindedir. Bugün,

Kafkaslar üzerindeki mücadelenin asıl

nedeni de bölgenin kendine has bu

jeopolitik konumu oluşturur. Kafkaslar,

Akdeniz’e açılan birçok kapıya sahiptir.

Orta Asya’nın ticari zenginliğinin

taşınması bakımından Avrupa ile Asya

arasında Anadolu’ya ulaşan bir köprü

niteliğindedir. Ayrıca Basra Körfezi’ni

kontrol eden stratejik konuma da sahiptir.

Petrol ve doğal gaz rezervleri açısından

Kafkasya’nın, süper güçler tarafından fazla

önem taşımadığını varsaysak bile, Hazar

petrollerinin batıya ulaştırılmasında

düşünülen muhtemel boru hatlarının

üzerinde yer alması sebebiyle paha

biçilmez değerdedir. Zira bölgede, petrol

rafinerilerinin ve petrokimya tesislerinin

yer alması stratejik ve ekonomik açıdan

çok önem taşımaktadır.

Özetle, Kafkasya’nın coğrafi konumu,

etnolojik oluşumlara ve gelişmelere,

tarihin akışına çok etkili olmuştur. Tarih

boyunca önemini her devirde koruyan

Kafkasya, jeostratejik önemini günümüzde

de devam ettirmektedir.

Bölgede bulunan enerji kaynakları ile ilgili

olarak değerli araştırmacı Haktan BİRSEL

şu tespiti yapmaktadır: “Dünyanın en iyi

stratejistlerinin, teorilerini oluştururken,

birinci hedef olarak Orta Asya’yı göz

önüne almalarının en büyük sebebi, bu

bölgenin sahip olduğu zengin enerji

kaynaklarıdır”.

Gün geçtikçe yükselen Arap

milliyetçiliğinin odak noktası petroldü.

1950’lerden itibaren resmi düzeyde

olmasa da Arap petrol uzmanları, birçok

toplantılar yapmış, temaslarda

bulunmuşlardır. Başlarda bu toplantıların

konusu İsrail’e karşı bir petrol bloğu

kurmak ve bunun, kara liste ve benzer

yollarla uluslararası şirketlere

uygulanması şeklinde ekonomik

önlemlerdi. Petrol, o dönemde, tüm diğer

silahların yanında Arapların çıkarabileceği

en kuvvetli silah olmaya adaydı.

Ambargo, dünya petrolünde yeni bir

gelişmenin işareti oldu. Nasıl savaş,

“generallere bırakılmayacak kadar önemli”

kabul edilmişse, şimdi petrol de

petrolcülerin eline bırakılmayacak kadar

önemli hale gelmişti.

Dünyanın gelişmiş devletleri için yeni

keşfedilen petrol alanları ve ihtiyaç

duyulan petrolün temini çok önemliydi.

Fiyat dürtüsü ve güvence motifi OPEC’in

dışında petroldeki gelişmeyi zorunlu

kılıyordu. Çünkü Orta Doğu petrolünün

Batı dünyasına karşı bir silah olarak

kullanılması, Batılı güçleri başka bölgelere

yöneltmiştir. Çalışmalar sonucu yeni

geliştirilen kaynaklardan en önemlileri

Alaska, Meksika ve Kuzey Denizi idi.

Buralarda yapılan yoğun çalışmalar sonuç

vermiş ve zamanla da üretime geçilmişti.

Arama amaçlı bir sondaj kuyusu açılıncaya

değin petrolün varlığı kesin olarak

bilinemez. Sondaj, karmaşık ve genellikle

riskli bir işlem olduğu için sadece

beklenen getirisi yeterince yüksek alanlar

araştırmaya açılır. Ancak hiçbir jeofizik

aleti veya metodu, yerin derinliklerindeki

petrolü doğrudan doğruya tespit edemez.

Sadece petrolün içinde bulunması ihtimali

olan kapanları tayin edebilir. Jeofizik

biliminin son yıllarda yaygın olarak

Page 43: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

40

kullanılan yöntemleri arasında sismik,

gravite ve elektrik yöntemleri sayılabilir.

Dünya üzerindeki petrol rezervlerinin

%65.3’ü Orta Doğu bölgesinde

bulunmaktadır. Suudi Arabistan tek başına

rezervlerin %25’ine sahip bulunmakta ve

onu %11’lik bir pay ile Irak, %9’arlık

paylarıyla Birleşik Arap Emirlikleri,

Kuveyt ve İran izlemektedir. Bölgenin

rezervleri 1980’li yıllarda büyük artış

göstermiş, daha sonra 1990’lı yıllarda

Irak’ın rezervlerindeki 12,5 ve Katar’ın

rezervlerindeki 9,5 milyar varil artışın

dışında genel olarak sabit kalmış veya

azalmıştır.

Dünya Enerji Konseyi’nin tahminlerine

göre, dünyadaki petrol rezervleri 2040-

2060 yılları arasında tükenme noktasına

gelecektir. Halen günlük dünya petrol

talebinin, önümüzdeki yıllarda (2010 yılı

için), 97,1 milyon varil (yaklaşık olarak 4,8

milyar ton) civarında olacağı da

düşünülürse durumun ciddiyeti

anlaşılacaktır.

Günlük 75 milyon varil dünya petrol

tüketimi göz önüne alındığında, bilinen

petrol rezervi 860 milyar varil olduğu için,

30 yıllık bir tüketimi karşılayabilir. Bilinen

yataklarda rezerv geliştirme ile sağlanacak

610 milyar varil petrol, 20 yıllık bir

tüketimi daha karşılayabilir. Keşfedilecek

yataklardan sağlanacak 660 milyar varil

petrol ise de 22 yıllık bir tüketime daha

cevap verebilir. 2000 yılında hazırlanan ve

30 yıllık süreci kapsayan bu projeksiyona

göre, doğal gaz dışında petrolün geleceği

70-75 yıldır.

Son otuz yılda dünya enerji ihtiyacı yıllık

ortalama %3,3’lük bir hızla artmaktadır.

Dünya nüfusunun da tahminen 2020’ye

kadar %85’i gelişmekte olan ülkeler de

olacağından, petrolün bu yıllarda enerji

ihtiyacını karşılamada en yoğun kullanılan

kaynak olacağı muhtemeldir.

Petrole olan aşırı ihtiyaç, ikame enerji

kaynaklarına ulaşma çabalarını

arttırmıştır. Bunun bir sonucu olarak, son

25-30 yıldaki bu çabalarla doğal gazın

enerji kaynakları içerisinde hızlı bir

şekilde yükselmesine ve daha çok pay

almasına sebep olmuştur. Bu enerjinin

üretiminin ve kullanımının her geçen gün

daha da arttığı görülmektedir.

Petrolün ticari amaçla ilk kullanışı

Rusya’da olmuş ve 1820’de Bakü

yakınlarında, ilk rafineri anlamında işleme

kompleksi kurulmuştur. Bu kompleksin

kuruluşundan günümüze kadar petrolün

ticari geçmişi incelendiğinde, petrol

ticaretinin her geçen gün arttığını

görmemiz mümkündür.

Doğal kaynaklar arasında enerji

kaynaklarının özel bir yeri vardır. Bu gün

olduğu gibi tüm çağlar boyunca da,

insanoğlu, üretimde bulunabilmek için

enerji kaynakları sağlamak kaygısını

duymuştur. Önceleri insan gücü enerji

sağlayan başlıca kaynak iken, sonraları

hayvan gücünden, su ve rüzgâr gücünden

yararlanılmaya başlanmıştır. Buhar

enerjisinden yararlanılarak yapılan

üretimle birlikte ortaya çıkan endüstri

devrimine dek, kullanılan tüm enerjinin

%80-85’i canlılarla sağlanmakta idi.

Sanayi devriminin hızlanması ve

yayılmasıyla buhar enerjisinin kullanımı

Page 44: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

41

da artmış ve buna bağlı olarak kömür,

enerji sağlayan başlıca hammadde olarak

önem kazanmıştır. Petrolün enerji

sağlayan kaynaklar arasında büyük ölçüde

önem kazanması ise Birinci Dünya

Savaşı’nın ertesine rastlar.

Petrol, çağımız insanının refahında ve

medeniyetin gelişmesinde birinci

derecede rol oynamaktadır. Zira petrolün

kullanım alanı çok geniştir. Endüstrinin

çarklarının dönmesini sağlayan yine bu

enerji kaynağıdır.

Enerji kaynağı olarak tüketiminin artması

ve yaygınlaşmasıyla petrol, önemli bir

enerji kaynağı durumuna gelmiştir. Ayrıca

kullanım sahasının çok geniş olması da bu

enerjinin doğal kaynaklar arasındaki

göreli önemini arttırmıştır. Kaldı ki petrol,

enerji kaynağı olarak önemini büyük

ölçüde yitirse bile, çeşitli maddelerin

üretiminde kullanıldığı için önemini yine

de sürdürecektir. Çünkü petrol, doğrudan

üç bin ve dolaylı olarak da bir o kadar

ürünün hammadde veya katkı maddesini

oluşturmaktadır.

Öte yandan, 20. yüzyılın başlarından

itibaren petrolün denetimini ve

pazarlanmasını elinde tutmak, ulusal ve

uluslararası düzeyde etkin bir güç olmanın

simgesi haline gelmişti. Ayrıca petrol,

eskiden olduğu gibi günümüzde de güç

mücadelesinde önemli bir kuvvet

dengesini oluşturmaktadır.

Günümüz dünyasında da petrol, kandan

daha değerli olduğunu kanlı savaşlarla

defalarca ispatlamıştır. Zira 20. yüzyılda

çıkan savaşların büyük çoğunluğunun

perde arkasında petrolün olduğu gerçeğini

görmemiz mümkündür.

Petrolün tarihini incelediğiniz zaman göz

önüne gelen gerçek tablo şudur: Petrol

politik, ekonomik ve askeri olarak paraya

ve güce çevrilebilen en uygun maddedir.

Petrol ve petrol ürünleri hacim

bakımından dünya ticaretinin yarısından

fazlasını teşkil etmekte ve petrol üreten

ülkelerle, petrol tüketenler arasındaki

mesafe, petrol sorununa jeopolitik bir

nitelik kazandırmaktadır. Petrol, sadece

sanayileşmiş toplumlar açısından değil,

askeri bakımdan da çok önemli olduğu

için, tüm ülkeler açısından kontrol altında

tutulması gereken stratejik bir madde

olmuştur.

1859’da ABD’de açılan ilk ticari petrol

kuyusundan çıkarılan petrolün kaderi,

yirminci yüzyıl başında gerçekleşen bir

keşifle değişti. Bu keşif, ateşleme ile

çalışan motorum icadıdır. Bu buluş,

otomobil endüstrisinin hızla gelişmesine

neden oldu. Kısa sürede ABD, İngiltere,

Fransa ve Almanya’da taşıt sayısı

milyonlara ulaştı. Petrol, o dönemde

kömürden daha pahalı olmasına karşın

daha önemli avantajlara sahipti. Temizliği,

kolay depo edilişi ve fazla enerji vermesi

petrolü daha ön plana çıkarıyordu.

Yirminci yüzyılın başına kadar enerji

diplomasisinin mevcudiyetinden

bahsetmek güçtür. O döneme kadar enerji

diplomasisinin ayrı bir diplomasi konusu

olmasını gerektirecek koşullar henüz

ortaya çıkmamıştı. Ancak geçen yüzyılın

başından itibaren ortaya çıkan gelişmeler,

enerji diplomasisinin ayrı bir diplomasi

alanı olarak gündeme gelmesine ve

Page 45: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

42

uluslararası ilişkilerde belirleyici bir

nitelik kazanmasına neden olmuştur.

Bunun sebebi de, yirminci yüzyılın başında

ülkelerin kalkınma ve sanayileşmesinin

enerji kaynaklarına iyice bağımlı bir hale

gelmesidir.

Yirminci yüzyılın başından itibaren savaş

gemilerinin ve savaş araçlarının petrol ile

çalışması yönünde önemli adımlar

atılmıştır. Yani, petrolün dünya

sahnesinde gittikçe daha fazla önem

kazanıyor olması, o dönemin güçlü

devletlerinden olan Almanya, İngiltere ve

Fransa’yı harekete geçirmiş, petrole sahip

olmama eksikliğini telafi yollarına

yönelmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı

öncesinde Orta Doğu bölgesinde oynanan

oyunlar bir anlamda bu ülkelerin petrol

kaynaklarına daha yakın ve kaynaklar

üzerinde daha etkili olma mücadelesi idi.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya

siyasetindeki en önemli gelişmeler;

SSCB’nin Orta Doğu’da ön plana çıkma

girişimleri ve buna karşı ABD’nin bölgede

etkinliği arttırma arzusu olarak göze

çarpmaktadır. ABD ve Sovyetler Birliği’nin

Orta Doğu enerji kaynakları üzerindeki

mücadelesi, belki de, Soğuk Savaş

döneminin en çarpıcı mücadelelerinden

birini oluşturmuştur.

Enerji diplomasisi son on yılda ülkemiz

açısından da son derece önem

kazanmıştır. Enerji diplomasisinin ülkemiz

açısından neden büyük önem taşıdığını

aşağıdaki hususlar yeterince

açıklamaktadır.

- Türkiye, dünya toplam petrol ve doğal

gaz rezervlerinin yaklaşık %70’inin

bulunduğu bir bölgede yer almaktadır.

- Türkiye, Orta Asya ve Kafkasya doğal gaz

ve petrolünü Batı pazarlarına iletecek

enerji terminali olma konusunda ve

iddiasındadır.

- Türkiye, toplam enerji ihtiyacının

yaklaşık %65’ini yurt dışından

karşılamaktadır. Türkiye’nin büyük

oranda dışa bağımlılığı, enerji güvenliğinin

sağlanması açısından önem arz

etmektedir.

- Türkiye’nin enerji talebi yılda yaklaşık

%5 oranında büyümektedir. Bu oran,

OECD (Avrupa Ekonomik İşbirliği ve

Kalkınma Örgütü) ülkeleri arasındaki en

yüksek oranlardan biridir.

Yukarıdaki belirtilen hususlar, enerji

diplomasisinin Türkiye açısından ne denli

önemli olduğunu ortaya koymaktadır.

Türkiye’nin, enerji diplomasisinin

gereklerini yerine getirdiği ve enerji

diplomasisine verdiği değer ölçüsünde,

bölgesindeki gücünü ve önemini

arttıracağı gerçeğini hatırdan uzak

tutmamalıyız.

Dünyada sürdürülen enerji mücadelesinin

en büyük ve tecrübeli aktörlerinden biri

Amerika’dır. Dünyanın en büyük

ekonomisine ve gelişmiş sanayisine sahip

olan ABD, her geçen yıl ciddi oranda artan

bir enerji tüketimine sahiptir. ABD’nin

enerji tüketimi, ülkenin geleceği açısından

artık bir güvenlik meselesi olarak

algılanmaya başlamıştır. Çünkü ABD,

dünyada üretilen petrolün yaklaşık

%25’ini tek başına tüketen ülkedir. Halen

günlük 75 milyon varil olan tüketiminin

2010’lu yıllarda 95 milyon varile ve

2020’lerde ise 115 milyon varile

yükseleceği tahmin edilmektedir.

Page 46: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

43

ABD yönetimi, ülkenin güçlü ekonomisini

uzun yıllar ayakta tutabilmek ve süper güç

olarak kalabilmek için, son yıllarda çok

büyük stratejiler geliştirmiş ve

uygulamaya koymuştur. ABD, enerji

kaynaklarına sahip olmak için ‘’yenidünya

petrol düzeni’’ adı verilen kapsamlı ve

uzun vadeli bir siyaset uygulamaktadır.

Körfez savaşları bu projenin ilk adımlarını

oluşturmaktadır. Projeler uygulanırken de

terör, demokrasi ve özgürlük gibi

kavramlar bahane edilmektedir.

Dünyadaki enerji mücadelesinin en

tecrübeli aktörlerinden bir diğeri ise

İngiltere’dir. Bir zamanlar ‘’güneş

batmayan ülke’’ konumundaki bu devlet,

dünya savaşlarının her ikisinde olduğu

gibi daha öncesinden de, enerji

kaynaklarının paylaşımında hep söz sahibi

olmuştur. Günümüzde ise yine, dev petrol

şirketleriyle varlığını hissettirmekte ve

büyük enerji ihalelerinden aslan payını

alabilmektedir. Tabii ki, ABD şirketleri ile

güç birliği yapmayı da ihmal

etmemektedir.

20. yüzyılın ‘’petrol yüzyılı’’ olarak

anılmasında en büyük pay, elbette ki

İngiltere’nindir. Çünkü İngiltere,

belirtildiği gibi petrolün ticaretinde ve

yaşanan petrol savaşlarında her zaman

başrolü oynamış bir ülkedir.

1900’lerden itibaren petrolün önemini

kavrayan İngiltere, Osmanlı’nın

topraklarını bölerek Arabistan, Irak,

Filistin başta olmak üzere kurduğu manda

rejimleri ile petrol savaşlarında kazançlı

çıkmasa da, İkinci Dünya Savaşı’ndan

sonra, ABD ve Sovyetlerin güçlü ve ince

politikaları karşısında Orta Doğu’daki

nüfuz alanlarını bu iki süper güçten

ABD’ye terk etmek zorunda kalmıştır.

Enerji kaynaklarından özellikle de

hidrokarbon yatakları, Rusya Federasyonu

için çok önemlidir. Çünkü enerji üretimi ve

ihracatı, Rus ekonomisinde önemli bir yer

teşkil etmektedir. Bütçe gelirlerinin

%40’ını, ihracat gelirlerinin yaklaşık

%50’sini ve endüstriyel üretim değerinin

ise %30’unu tek başına enerji

oluşturmaktadır.

Günümüzde Rusya Federasyonu,

Kazakistan ve Azerbaycan hidrokarbon

kaynaklarını dış pazarlara taşıyan mevcut

boru hatlarının çoğunun geçtiği

güzergâhlara sahip bulunmaktadır.

Jeopolitik alanda, Rusya, petrol

endüstrisini geliştirmekle ve bölgedeki

enerji ihalelerine kendi şirketlerinin

katılımıyla ekonomik ve politik güvenliğini

kuvvetlendirecektir. Rusya’nın enerji

stratejisinin ana unsurunu, Hazar Bölgesi

ülkelerinin hidrokarbon zenginliği

olduğuna işaret etmek önemlidir.

Çin büyüyen ekonomik gücünü nüfus ve

coğrafyasının sağladığı güç ile de

birleştirerek, 21. yüzyılda süper güç

olmaya çalışmaktadır. Çin, bir dünya

devleti olabilmek için Rusya ve İran ile

geliştirdiği stratejik ortaklığın yanı sıra,

dünyanın çeşitli bölgeleri ile ticari

ilişkilerini geliştirmekte ve bölgesel

projelerin yapımına da talip olmaktadır.

Çin’in belirtilen hedefleri doğrultusunda

ihmal etmeyeceği bir husus elbette ki

enerji kaynaklarına sahip olmaktır. Bu

sebeple Çin, petrol ve doğal gaz

konusunda dünya gündemine gelmiş olan

Page 47: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

44

Kafkasya ve Orta Asya ülkelerine

yönelmiştir. Buralardaki enerji

ihalelerinden önemli paylar elde etmeye

başlayan Çin, Kazakistan’dan petrol,

Türkmenistan’dan ise doğal gaz almak için

çeşitli anlaşmalar imzalamıştır. Ayrıca

Rusya’dan da petrol ve doğal gaz alma

girişimlerinin olduğu bilinmektedir.

Birinci Dünya Savaşı’nın etkisiyle, Avrupalı

şirketler gibi Amerikalı şirketler de kendi

ülkelerinin dışında yeni petrol

kaynaklarına ihtiyaç duyunca, petrol

şirketlerinin rekabet ortamına devletler de

girmeye başlamıştır. Devletlerin de bu

acımasız rekabette yer alması, kanlı

savaşları da beraberinde getirmiştir.

Doğal gaz; metan(CH4), etan(C2H6) ve

propan(C3H8) gibi hafif moleküler ağırlıklı

hidrokarbonlardan oluşan renksiz,

kokusuz ve havadan hafif bir gazdır.

Yeraltında yalnız başına veya petrol ile

birlikte bulunabilir. Petrol gibi doğal gaz

da kayaçların mikroskobik gözeneklerinde

bulunur ve kayaç içerisinde akarak üretim

kuyularına ulaşır. Doğal gaz, yüzeyde

ayrıştırılarak içerisinde bulunan ağır

hidrokarbonlar (bütan, pentan vb)

uzaklaştırılır.

İlk modern üretim ve tüketim tekniklerine

19. yüzyılda ABD’de rastlanmaktadır.

William HART, 1882 yılında New York

eyaletinde Erie Gölü yakınlarında yaklaşık

9 m derinlikten 4 cm çapında bir boruyla

çıkarttığı doğal gazla Freodania kasabasını

ışıklandırmıştır. Doğal gazın ticari amaçlı

kullanımı, gaz endüstrisinin babası olarak

bilinen İskoç mühendisi William

MURDOCK’un kömürden gaz elde etme

tekniğini geliştirmesiyle 18. yüzyılda hız

kazanmıştır.

Taşınması, işlenmesi ve stoklanması kolay

olan doğal gazın yaygın kullanıma girişi

1890’da İngiltere’de olmuştur. Boru hattı

taşımacılığının uygulamaya konulmasıyla

1920’lerde artan doğal gaz kullanımı İkinci

Dünya Savaşı’ndan sonra daha da

gelişmiştir.

Endüstrileşmiş ülkelerde doğal gaz

kullanımının çevresel ve ekonomik

faktörler nedeni ile elektrik üretiminde

yaygın olarak kullanıldığı, gelişmekte olan

ülkelerde ise buna ek olarak, şehir ısıtması

ve endüstriyel yakıt ihtiyacı için de yaygın

olarak kullanıldığı bilinmektedir. Bugün

için doğal gazın yaygın kullanımını

sınırlayan en önemli faktör, yeterli

altyapının bulunmamasıdır.

Dünyada doğal gaz kaynaklarının bölgesel

dağılımına bakıldığında, rezervlerin

petrole göre daha geniş bir alanda

dağıldığı görülmektedir. Orta Doğu Bölgesi

petrol rezervlerinin %65’ine sahip olduğu

halde doğal gaz rezervlerinin %35’ine

sahip bulunmaktadır. Sınırlı petrol

rezervlerine sahip bazı bölgeler doğal gaz

kaynaklarının daha büyük bir kısmına

sahiptirler.

Gelişmiş ülkelerin yarım asırdır kullandığı

doğal gazın tahminleri 2020’ye kadar her

yıl %3,2 artarak 4,6 trilyon m3’e

yükselecektir. Böylelikle doğal gaz, dünya

enerji talebinde %25’lik paya ulaşacaktır.

Doğal gaz elektrik üretiminde giderek

artan oranda kullanılmaktadır. 2020 yılına

kadar, elektrik enerjisi üretimi için

kullanılan doğal gaz miktarının toplam

doğal gaz üretiminin %33’üne ulaşması

Page 48: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

45

beklenilmektedir. Doğal gaz, santrallerde

ekonomik olarak türbinlerin etkinliğini

sağlanmasının yanı sıra, çevre etkileri

nedeniyle de tercih edilmektedir. Doğal

gaz yakıldığında, kömür ve petrole göre

daha az sülfürdioksit, karbondioksit ve

atık açığa çıkmaktadır.

Enerji denilince akla gelen petrol ve doğal

gazı, dünya devletleri, 1990’lı yıllara kadar

büyük çoğunlukla Orta Doğu’dan ithal

ediyorlardı. Enerji konusunda ilginin Orta

Doğu’dan Orta Asya ve Kafkaslar’a

kayması ve bu bölgelerin son yıllarda

giderek artan biçimde dünya kamuoyunun

gündemine gelmesi iki tarihsel olaydan

kaynaklanmaktadır. Bunlardan ilki,

SSCB’nin dağılması ve 11 Eylül 2001’de

ABD’yi hedef alan terörist saldırılardır.

Sovyetler Birliği’nin dağılması, bölgeye

ilişkin bilgilerin dünya kamuoyunda daha

yaygın ve serbest dolaşmasının ve bölge

kaynakları üzerinde Sovyet egemenliğinin

kırılmasının alt yapısını oluşturmuştur. 11

Eylül olayı ise, enerji aktarımının güvenlik

meselesinin altını çizmiş, Orta Doğu’da

alternatif enerji kaynaklarının daha fazla

öne çıkmasına yol açarak uluslararası

ilgiye ve yatırımlara kaynak olmuştur.

Günümüzde alternatif hidrokarbon

rezervlerinin aranması, dünyanın giderek

artan nüfusu ve buna bağlı olarak artan

enerji ihtiyacının karşılanması için bir

zorunluluktur. Bu durumda, Hazar Bölgesi

ülkeleri, zengin enerji kaynakları sebebiyle

Batılı devletlerin ve enerji piyasasındaki

dev şirketlerin dikkatini yönelttiği ülkeler

olmuşlardır. Bölge ülkelerindeki enerji

kaynaklarının dünya pazarlarına

ulaştırılması için gerekli olan boru hatları

üzerinde söz sahibi olabilmek ve bölgede

etkinlik kazanabilmek adına, güçlü

devletler ile uluslararası şirketler büyük

bir rekabet içine girmişlerdir.

Azerbaycan tarihinde, başkent Bakü ile

petrol ayrılmaz birer ikili olmuşlardır.

Bakü’de 2600 yıldır insanların yanan

suyun değerini bildikleri ve insan

yaşamının olmadığı Hazar Bölgesi’nde elde

edilen petrolle ateşler yakıldığı

belirtilmektedir. Hatta petrol, Arapların

kullandığı meşhur Rum ateşinin

elementlerinden birisi idi. Petrol

çıkarımına ilişkin ilk gerçekçi bilgiler

Bakü’nün yerleşik bulunduğu Abşeron

Yarımadası’ndaki petrol çıkarımına ilişkin

olarak 7. ve 8. yüzyıla kadar

dayanmaktadır. Bu dönemde petrolün, çok

ilkel ve doğal yollarla elde edildiği

kaynaklarda belirtilmektedir.

Rus ordusuna tüfek yapımı için ceviz

ağaçları aramak üzere 1873 yılında

Bakü’ye gelen Robert Nobel, neftin, Hazar

Denizi kıyısında ilkel yöntemlerle

çıkarıldığına şahit olmuştur. Görmüş

oldukları, asıl gelişme amacını bir kenara

bırakıp petrol işine girmesine yetecektir.

Aynı yıl, Rus Çarı’ndan aldıkları imtiyazla

ilk rafinerilerini kurarak Bakü’deki petrol

endüstrisine adım atan İsveçli Nobel

Kardeşler, 1878’de Hazar Denizi’nde

dünyanın ilk petrol tankerini (Zoroaster)

hizmete sokmuşlardır. Daha sonra, petrol

taşıma amacı ile inşasına başlanıp

finansman sıkıntısından yarım kalan Bakü-

Batum demiryolu için finansman sağlayan

Musevî asıllı Fransız Rotschild’lar da

yıldızı parlayan bu sektöre girmişlerdir.

1883 yılında Bakü-Batum demiryolunun

inşası tamamlandığında, Batum, dünyanın

en önemli petrol limanlarından birisi

Page 49: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

46

haline gelmiştir. Kafkas petrollerinin ele

geçirilmesi sürecinde dönüm noktası

sayılabilecek bu olay, Rusya petrol

ihracatında büyük bir artış döneminin de

başlangıcı olmuştur.

İkinci Dünya Savaşı sırasında Bakü petrol

yatakları, İngiltere, Fransa ve ABD’nin de

dikkat merkezindeydi. Almanya’nın Bakü

petrol yataklarını elde etmesini önlemek

ve Sovyetler Birliği’ni zayıflatmak

amacıyla, söz konusu devletler Bakü’yü

bombalamayı düşünmüşlerdi. Ancak

Hitler’in Hollanda, Fransa ve Belçika’yı 22

Haziran 1940 ‘da işgal etmesiyle Bakü

petrol yatakları da söz konusu devletlerin

hedefinden çıkmış oldu. Hitler, Bakü

petrolünü ele geçirmek için büyük

mücadele vermiş olmasına rağmen,

başarılı olmayarak amacına ulaşamadı.

Sovyetler Birliği ise Azerbaycan petrolleri

sayesinde Almanya’ya karşı galip gelerek

İkinci Dünya Savaşı’nı kazandı.

Savaş yıllarında SSCB’nin yakıt ihtiyacının

tamamına yakın bir kısmını Azerbaycan’ın

karşıladığı göz önüne alındığında,

Azerbaycan’ın mevcut önemi daha fazla

anlaşılmaktadır.

1991 yılında SSCB’nin dağılması, petrol

üretimindeki yeni dönemin de başladığı

sinyalini veriyordu. Çünkü birliğin

dağılmasıyla birlikte, bölünen petrol ve

doğal gaz sisteminin coğrafi

bölünmesinden ziyade fonksiyonel

bölünmesi sorun olmuştur. Petrol ve doğal

gaz; Rusya, Azerbaycan, Kazakistan,

Türkmenistan ve Özbekistan’da elde

edilirken, petrol işleme tesislerinin önemli

kısmı Beyaz Rusya, Azerbaycan ve

Ukrayna’da kalmıştır. Sovyet enerji sistemi

bir homojen sistem olarak idari bölgeleri

göz önünde bulundurmamıştır. Sovyetler

Birliği dağılır dağılmaz, Rusya’dan

başlayan Merkez-Kuzey Kafkasya doğal

gaz boru hattının bir bölümü Ukrayna’da

kalmıştır. Ayrıca yer altı doğal gaz

biriktirme kapasiteleri de Ukrayna’da

bulunmaktadır.

Yabancı şirketlerin Hazar Bölgesi

petrolünden pay almak üzere bölgeye

gelerek mücadeleye koyulmalarının temel

nedenleri arasında; Hazar’ın üretim

potansiyelinin büyük olması, geçmişte elde

edilme imkânı olmayan yatırımın bugün

için cezbedici özelliği, gerçek potansiyelin

tespit edebilme imkânının katılımla

mümkün olabilmesi ve üretilecek petrolün

yerel ihtiyaçların ötesinde dünya

piyasalarına arz edilecek olmasıdır.

Hazar, muhtemelen dünyanın

araştırılmamış ve büyük oranda da

işletilmemiş son enerji bölgelerinden

biridir. Dolayısıyla bu bölgedeki enerji

kaynaklarının arama ve geliştirme

çalışmalarına açılması, petrol şirketleri

arasında büyük bir ilgiye yol açmıştır.

Bölgede bulunan hidrokarbon yataklarının

potansiyeli hakkında çeşitli kaynaklarda

değişik oranlarda rakamlar göze

çarpmaktadır. Genel bir fikir vermesi

açısından konuyla ilgili olarak aşağıdaki

istatistikî bilgilere yer verilmiştir.

Uluslararası Enerji Ajansı’nın verdiği

rakamlara göre, Hazar Havzası’nın

ispatlanmış petrol rezervi 15-40 milyar

varil, olası rezervleri ise 70-150 milyar

varil arasındadır.

ABD Enerji Bakanlığı; Kazakistan,

Azerbaycan ve Türkmenistan’ın petrol

Page 50: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

47

rezervlerini 18-34 milyar varil olarak

vermektedir. Olası rezervler de hesaba

katıldığında, bölgenin 260 milyar varil gibi

önemli bir potansiyele sahip olduğu ortaya

çıkmaktadır. Bu miktar, dünya

rezervlerinin %25’ine karşılık

gelmektedir.

ABD Dışişleri Bakanlığı raporlarına göre,

Hazar’da henüz keşfedilmemiş en az 163

milyar varil daha petrol var. Toplamı 179

milyar varili buluyor. Beklentiler 200

milyar varile ulaşılması yönündedir. Bu

rakamlar, ispatlanan rezervlere dönüştüğü

takdirde, Hazar’ın rezerv açısından dünya

üçüncüsü oluşu kesinleşecektir.

Hazar Havzası devletlerinin sahip

oldukları enerji kaynaklarını

kullanmalarındaki zorlukları da şu şekilde

sıralayabiliriz: a. Enerji kaynaklarının

pazarlara nakli sorunu b. Hazar Denizi’nin

hukuki statü sorunu c. Rusya

Federasyonu’nun bölgedeki tekeli ç. Milli

sermaye sıkıntısı d. Hantal ve yetersiz

teknoloji.

Ayrıca Hazar enerji kaynaklarının büyük

bir kısmına sahip olan bölge devletlerinin

bu kaynaklardan etkin bir şekilde

faydalanabilmesinin ön koşulu, bunları

uluslararası pazarlara sunumudur. Coğrafi

özellikleri itibariyle birer kara devleti

konumunda bulunan bu ülkeler

uluslararası pazarlara ulaşmada

sorunlarla karşılaşmaktadırlar.

Dünyanın ilk petrol üretim bölgesi olan ve

bir dönem dünya petrol üretiminin

yaklaşık üçte ikisini tek başına karşılayan

Bakü petrollerinin, Sovyetler Birliği’ne

İkinci Dünya Savaşı’nı kazanmasında

büyük katkısı olmuştur. Ancak, fiili olarak

yaklaşık 200 yıldır Azerbaycan’da

kullanılan petrolün bu ülke vatandaşlarına

refah ve mutluluk getirdiğini söylemek

pek mümkün değildir. Gerek hanlıklar ve

Çarlık Rusya’sı döneminde, gerek SSCB

döneminde petrol, Azerbaycan için hep

savaşlar, işgaller ve sorunlar getirmiştir.

Ana hatları itibarı ile AB’nin enerji

politikası üç temel hususa

dayandırılmaktadır. Bunlar; arz güvenliği,

rekabetin arttırılması ve çevre kirliliğinin

önlenmesidir.

Rusya Federasyonu, bölgede bulunan Türk

Cumhuriyetleri’ni bir an için bile boş

bırakmamaya çalışıyor. Bu ülkelerde her

gün bir Rus heyeti ya da Rus hükümet

temsilcisi görüşmelerde bulunuyor.

Rusya’nın Türk Cumhuriyetleri’ne ve

Hazar Havzası ülkelerine yönelik

politikasında hareket noktasını enerji

oluşturuyor. Enerji stratejisinde, Türk

Cumhuriyetleri’nin kontrolü ve

Türkiye’nin bağımlı kılınması önem

taşıyor. Bu politikanın temelini ise boru

hatları stratejisi oluşturmaktadır.

Belirtilen enerji doktrininin ana hatları

aşağıda maddeler halinde verilmiştir:

A. Rusya enerji taşıyıcıları için güvenilir

dış ticaret kapılarının genişletilmesi ve

açık tutulması

B. Rus şirketlerinin yabancı ülkelerin

enerji kaynaklarına ulaşmasına imkân

sağlanması

C. Dış ülkelerin enerji sektöründe Rus

sermayesinin rolünün arttırılması

D. Yabancı sermaye ve tecrübenin ülkeye

akışının teşvik edilmesi

Page 51: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

48

E. Rus enerji taşıyıcılarının transit geçişini

temin edici tedbirlerin alınması

Rusya bu nedenle LUKOIL’in Hazar’daki

çalışmalarını, Gazprom Şirketi’nin

Kazakistan ve Türkmenistan doğal gaz

yataklarına geri dönmesini, Rus

şirketlerinin uluslararası boru hattı

projelerinde yer almasını teşvik etmiştir,

etmektedir.

Öte yandan, Rusya Federasyonu’nun,

Kafkasya ve Orta Asya enerji kaynakları ve

boru hatları üzerindeki hâkimiyetini

kaybetmesi ile aşağıdaki durumlar ile

karşılaşması kaçınılmazdır. Bunlar:

1. Yüklü miktarda aldığı taşıma ücretinden

mahrum kalacaktır.

2. Petrol ve doğal gaz fiyatlarını istediği

gibi belirleyemeyecektir.

3. Petrol ve doğal gaz üzerindeki kontrolü

sayesinde bölge devletlerinin siyasi,

diplomatik, ekonomik ve sosyal hayatına

istediği gibi müdahale etme imkânını

kaybedecektir.

4. Zamanla kuzeye doğru geri çekilmeye

devam edecektir.

5. İleriki dönemde bölgeyi ABD ve Çin gibi

güçlere terk etmek zorunda kalabilecektir.

Dış politikasının ana çizgisini Batı ile

ilişkilerin oluşturduğu kısa bir dönemin

ardından Rusya Federasyonu, 1992 yılının

sonunda, eski Sovyetler Birliği

devletlerinin kendi özel nüfuz alanı olduğu

sonucuna vardı. Rusya’da ‘’Yakın Çevre

Doktrini’’ olarak bilinen politikası

doğrultusunda Rusya, kendisini eski

Sovyet cumhuriyetlerinde barış ve

istikrarın tek garantörü olarak algılamıştır.

Rusya Federasyonu’nun yakın çevre

politikası oluşturma gerekçeleri ise

şunlardır:

1. Avrasya jeopolitiğini askeri ve siyasi

alanda kontrolü altında bulundurmak ve

gerektiğinde kendi yayılma alanları ve

savunma çevresini belirlemek.

2. Yakın çevrede gelişebilecek, etnik ve

siyasi bütünlüğü bozabilecek akımların

etkisini kırmak.

3. Sovyet cumhuriyetlerinde kalan Rus

azınlığın hak ve çıkarlarını korumak, bu

gerekçeyle mümkün olduğu ölçüde onları

ilgili yönetimlerde söz sahibi kılmak.

4. Sanayi ve ekonominin temel girdisi olan

petrolün ve doğal gazın çıkarılması,

taşınması ve pazarlamasında kontrol

noktalarını elde tutmak.

SSCB’nin 1991’de dağılmasıyla, kuzeyden

gelecek tehdit korkusu önemli ölçüde

azalan İran’ın, Rusya’nın 1993’ten itibaren

‘’yakın çevre’’ diye niteleyip özel

çıkarlarının olduğunu öne sürdüğü

Kafkaslar ve Orta Asya konularında,

Moskova’nın öncelikli konumunu kabul

etmesi, iki ülke arasındaki yakınlaşmada

önemli rol oynamıştır.

Bunun yanında, her iki ülke, Kafkasya ve

Orta Asya devletleriyle yakın dil ve kültür

bağları bulunan Türkiye’yi ve bu ülke ile

beraber hareket eden ABD’yi adı geçen

bölgelerden uzak tutmak konusunda uzun

süreden beri işbirliği içindedir. Hazar

Havzası’nın önemli enerji kaynaklarının

paylaşım durumu, bu işbirliğini daha da

güçlendirmektedir. İran’ın Rusya’ya yeni

yaklaşımı, demokrasi sürecinin işleyeceği

ve tekrar emperyalist bir güç olmayacağı

şeklindedir.

Page 52: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

49

Ayrıca, Rusya’nın İran ile olan

yakınlaşmasının önemli sebeplerinden biri

de, Batı’nın, özellikle de ABD’nin bölge ile

olan ilişkilerinde Türkiye ile beraber

hareket etmek istemeleridir. Türkiye’nin

bölge ile tarihi, kültürel bağlardan öte,

derin bir milli bağı bulunmaktadır. Aynı

dili konuşan akraba halkların uzun bir

ayrılık döneminden sonra Türkiye ile

yakın bağlar kurmaya başlamaları,

Rusya’yı endişelendirmiş ve alternatif

stratejiler geliştirmeye sevk etmiştir. Bu

da bazı konularda bölgede Türkiye’ye

rakip olan İran ile ortak hareket etmek

şeklinde olmuştur.

SSCB’nin dağılması ve Kafkasya ve Orta

Asya’da sekiz yeni bağımsız devletin

kurulmasıyla, bölge jeopolitiğinde

meydana gelen yapısal değişiklik

karşısında İran, yeni bağımsızlığını

kazanmış ülkelerle genişlemiş olan yeni

jeopolitik ve ekonomik durumuna bağlı

olarak kendisine uygun bir rol saptamaya

çalışmaktadır.

İran, Sovyetlerin dağılmasından sonra

ortaya çıkan bu yeni yapılanmayı

uluslararası arenada devam eden

yalnızlığından sıyrılabilmek için

kullanabileceği bulunmaz bir fırsat olarak

algılamıştır. Ayrıca, dağılmanın ardından

bölge üzerindeki etkinliği ve gücü üst

seviyeye çıkan Türkiye karşısında yeni

stratejiler geliştirmek zorunda kalmış ve

bu endişelerle Rusya ile doğal bir ittifak

içine girmiştir. ABD, yeni Türk devletleri

ile ilişkilerde müttefik olarak Türkiye’yi

kabul etmesi karşısında, İran da Rusya ile

olan ittifakını sıkılaştırmıştır.

İran’ın bölgede sahip olduğu ekonomik

avantajları ise şu şekilde sıralayabiliriz: İlk

olarak, hem Kafkasya hem daha yoğun

olarak Orta Asya devletleri, kıta içine

sıkışıp kalmış olarak bulunmalarını temel

sorunları olarak görmektedirler. Orta Asya

devletlerinin bu sıkışıklıklarını aşmaları

için iki seçenekleri olduğu görülmektedir.

Bunlardan birincisi Rusya Federasyonu,

diğer güzergâh ise İran’dır. Rusya’ya olan

bağımlılığı en aza indirmeye çalışan ve dış

politika seçeneklerini artırma konusunda

son derece istekli olan Orta Asya devletleri

açısından İran’ın coğrafi konumu,

cumhuriyetler için avantaj olarak

karşımıza çıkmaktadır. İran, bu

avantajının farkındadır. Bu noktada

Tahran’ın, kendisini bölgenin dünya

pazarlarına ulaşmasında bir köprü olarak

değerlendirdiği açıktır.

İran’ın kara ve demir yollarının

Türkistan’a ve Kafkasya’ya kadar

uzanması ve yine İran’ın Fars Körfezi ve

Umman Denizi kıyılarındaki limanları, son

yıllarda İran ve bölge ülkeleri arasında

transit geçiş bağlamında işbirliğinin

artmasına zemin hazırlamıştır. İran’ın

bölgedeki ekonomik ve siyasi

faaliyetlerinin temelinde transit ülke

olmasının yarattığı psikolojik ve pratik

avantajı yatmaktadır.

İran’ın Hazar Bölgesi’ndeki gelişmelere

katılma amaçları şöyle sıralanabilir:

• İzolasyondan kurtularak ve bağımsızlık

adımları atmaya muktedir olarak dünya

politikasında etkinliğini arttırmak.

• Yeni Müslüman devletlerdeki geçmiş

Sovyet politikacılarının gözünde kendini

yüceltme çabası,

Page 53: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

50

• Petrol ve doğal gaz işletmesinden

ekonomik gelirler elde etmek,

• Orta Doğu’da merkezi yerlerden birini

tutmak,

İran’ın Hazar politikasında; ekonomik

hedeflerin, ideolojik hedeflerin gerisinde

olduğu görülmektedir. Ancak, objektif

açıdan, İran ekonomisinin zayıf olması,

İran’ın Türk soylu olmaması ve yeni

Müslüman devletlerin, İslâmi

radikalizmden korkmaları; sübjektif

açıdan ise, ABD’nin bilinçli ve planlı İran

aleyhtarı politika yürütmesi ve bölgedeki

liberal veya Batı yönlü Müslüman rejimleri

desteklemesi nedeni ile İran’ın Hazar

Bölgesi’nde nüfuzunun azalmakta olduğu

görülmektedir.

Türkiye’nin yanı sıra İran da, Kafkasya ve

Orta Asya’da nüfuz sahibi olmak

istemektedir. Ancak, İran’ın bu bölge

üzerindeki faaliyetleri, gerek dini gerek

politik ve ekonomik bakımdan göz ardı

edilemeyecek bir öneme sahip olmasına

karşın, şimdiye kadar açık bir sonuç elde

edememiştir.

İran; Türkiye ve Rusya gibi, hem coğrafi

konumu, hem bölgeyle ilişkileri, hem de

bölgede önemli devlet olma özelliği

dolayısıyla, Hazar Bölgesi’ndeki

gelişmelerle yakından ilgilenmiş ve bir

yandan bu bölgede ağırlığını arttırmaya

çalışırken, diğer yandan da rakiplerinin

etkisini minimuma indirmek için çaba

göstermiştir. Bu durumu en fazla enerji

alanında görmekteyiz. Bu çerçevede

Tahran, Hazar petrol ve doğal gazının

dünya pazarına taşınmasında en iyi yolun

kendisininki olduğunu ileri sürmüş ve

önerisinin gerçekleşmesi için her türlü

çabaya girmiştir. Ancak daha önce de

belirtildiği gibi, İran’ın çabaları büyük

ölçüde ABD ambargosu yüzünden

başarısız kalmıştır. Buna rağmen İran, bu

yöndeki çabalarından vazgeçmiş değildir.

Bu bağlamda ortaya çıkan diğer önemli bir

gelişme ise Rusya ve İran arasında,

aralarındaki rekabete rağmen, Batı

ülkelerinin ve Batı’nın müttefiki

Türkiye’nin bölgedeki etkisini azaltmaya

dönük olarak geliştirdikleri iş birliğidir.

Son olarak, özellikle Muhammed

Hatemi’nin 1997’de cumhurbaşkanı

seçilmesi ile İran, Hazar petrollerinde

etkinliğini arttırmaya yönelik politikasına,

bazı petrol şirketlerinin de yardımıyla hız

vermiştir.

Son olarak, Hazar Bölgesi’nde sürdürülen

nüfus mücadelesinde Türkiye, ABD’nin

şemsiyesi altında yer alırken, İran ise

Rusya Federasyonu ile işbirliği içerisinde

bölgede kendine yer edinmeye

çalışmaktadır. Dolayısıyla, Rusya’yla

kurulan stratejik işbirliği, İran’ın bölgeye

yönelik politikasında önemli bir unsur

haline gelmiştir.

Sovyetlerin ani dağılışıyla birlikte

dünyanın iki kutuplu yapısına dayalı

yaşanan Soğuk Savaş döneminin sona

ermesi, uluslararası ilişkiler ve ülkelerin

jeopolitiği açısında küresel düzeyde bir

deprem etkisi yapmış ve buna bağlı olarak

da pek çok denge yeniden oluşmuştur.

Yaşanan depremin fay hatları;

Kafkaslardan, Orta Asya’dan, Balkanlardan

ve bir ölçüde de Orta Doğu’dan geçiyordu.

Dolayısıyla bu bölgelerle pek çok

bakımdan göbek bağı bulunup, anılan

bölgelerin tam ortasında yer alan Türkiye,

depremden en çok etkilenen ülkelerden

Page 54: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

51

birisi oldu. Çünkü Türkiye, kendisini, asla

hazırlıklı olmadığı genişlikte yepyeni

fırsatlar, sorumluluklar ve riskler

coğrafyasının merkezinde buluverdi. Bu

gelişmeler, Türkiye’nin zaten yüksek olan

jeopolitik öneminin en az ikiye katlandığı

anlamını taşımaktaydı.

Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ, Hazar Havzası’nın

önemini şu şekilde özetlemektedir: ‘’Rusya

Federasyonu, Kafkasları ve Orta Asya’yı

yaşamsal çıkar alanı olarak görmekte ve

buralara geri dönme çabasına devam

ettirmektedir. Bunda etkili olan ise,

jeopolitik kaygıların dışında, Hazar

Bölgesi’nin zengin enerji kaynaklarına

sahip bir bölge olmasıdır’’.

1996 yılında Uluslararası Enerji Ajansı’nın

yayınladığı rapora göre, Hazar Denizi’nden

Rusya’ya ulaşan boru hatlarının

kapasitesi324.000 varil/gün olarak

verilirken, bu kapasitenin ancak Rusya’nın

iç tüketimi için yeterli olduğu belirtiliyor.

Yani ihraç için yeni hatların yapılması şart.

Doğal gaz ihracı ise Rusya’nın kendi elinde

tuttuğu pazarı kaptırmaması için önemli

engellemeleriyle karşı karşıya. Bu nedenle

Rusya’nın asıl hedefi, bu ucuz Türkmen

gazını kendisi alıp, ‘’boru hattı işletim

maliyetleri’’ karşılığında dünyaya

kendisinin ihraç etmesidir.

Diğer yandan, güçlü devletlerin nüfus

mücadelesinin bir sonucu olarak,

Kafkaslar dünyanın en az istikrarlı

bölgelerinden biri haline getirilmiştir.

İstikrarsızlık sebebi olarak da şunları

belirtebiliriz: Rusya’nın yakın çevre

politikasına (Primakov Doktrini) ilişkin

belirsizlikler, Karabağ’daki henüz çözüme

ulaştırılamamış Azerbaycan- Ermenistan

çatışması, Çeçenistan işgali ve bölgede

etnik grupların bağımsızlık istemeleri

hassas bir durum oluşturmaktadır. Ayrıca

Afganistan’daki savaş ve Tacikistan’daki

karışıklık, bölgenin potansiyel şiddet

içerdiğini göstermektedir.

Yukarıdaki sorunlar, süper güçlerin

menfaatleri için her zaman kullanabileceği

veya yönlendirebileceği sıkıntılardır.

Kafkaslar ve Orta Asya’daki bu meseleler

var olduğu sürece de güçlü devletler bu

bölgelerde her zaman var olacaktır. Ayrıca

önümüzdeki dönemde, özellikle bölgesel

güçlerle Orta Asya devletleri ile ilişkillerin

en belirleyici maddesinin enerji kaynakları

olacağına kesin gözüyle bakılmaktadır.

Hazar Denizi’ni kıyı devletlerle ortak

olarak (median line) kullanmak isteyen

Rusya’nın yaklaşımında, önceleri politik

kaygılar daha fazla ön plana çıkmaktaydı.

Hala bölgeyi kendi ‘’arka bahçesi’’ olarak

görmek isteyen Rusya’nın diğer bir

kaygısı, zengin petrol yataklarına sahip

Azerbaycan’ın Batı ile giderek artan

yakınlaşmasıdır. Bu sebeple Rusya

Federasyonu’nun statü tartışmalarının

merkezinde daha çok Azerbaycan

bulunmaktadır.

Azerbaycan ise 1991’den devam eden

petrol anlaşması görüşmelerini 20 Eylül

1994 tarihinde anlaşma ile

neticelendirmişti. Yapılan anlaşmanın

ardından, Batılı büyük petrol şirketleri

Hazar Denizi’nin Azerbaycan sektörüne

ciddi miktarda yatırım yapmaya

başladılar. Başlangıçta Rusya Hükümeti ve

onun Lukoil Şirketi, Azerbaycan’ın Batılı

şirketlerle yürüttüğü petrol

görüşmelerinden dışlanmıştı. Ancak bu

dışlanmışlık Azerbaycan’da Elçibey

hükümetinin bir darbeyle

Page 55: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

52

uzaklaştırılmasıyla neticelendi. İktidara

geldikten sonra mevcut durumu iyi

kavrayan Haydar ALİYEV, aynı akıbetin

kendi başına gelmesinden çekindiği için

‘’Asrın Anlaşmasın’’nda kendi ulusal petrol

şirketi SOCAR’ın payından, Rus Lukoil

şirketine %10’luk bir pay vererek bir

şekilde Rusya’yı da büyük oyuna dahil etti.

Hazar’ın statüsü ve paylaşımı

tartışmalarının mümkün olduğunca

dışında kalmaya çalışan Kazakistan, İran’ın

önerdiği eşit (%20) paylaşım şartının

kabul görmesi durumunda bundan en çok

zarar gören ülke olacaktır. Çünkü diğer

bütün kıyıdaş ülkelerin payları %20’nin

altındadır. Bu sebeple Kazakistan, bu

tartışmalara direkt katılmayıp bu konuda

İran’a en büyük direnci gösteren

Azerbaycan’ı arka planda aktif olarak

desteklemektedir.

Hazar Denizi’ni bir sınır gölü olarak tarif

eden İran’ın, Hazar konusunda geçerli ve

sürekli bir öneride bulunduğunu

söyleyebilmek zordur. İran, Hazar’ı %20

prensibi ile beş eşit parçaya bölmeyi veya

zaman zaman da ortak kullanmayı

istemektedir. Görüşlerini bu iki eksen

arasında belirleyen İran’ın, ön plana

çıkarmaya çalıştığı husus, Hazar’ın statüsü

belirlenmeden burada da yapılan petrol

aramalarının kanun dışı olduğu tezidir.

İran, statü sorunu çözülünceye kadar

1921’de ve 1940’ta imzalanan SSCB-İran

anlaşmalarını esas olarak aldığını beyan

etmektedir.

İran’ın Hazar’da statü tartışmalarını

yürüttüğü ülkelerin başında Azerbaycan

gelmektedir. Zira İran, Hazar sorununa

ekonomik gerekçelerden daha çok siyasi

açıdan bakmaktadır. Çünkü bu yataklar,

İran için bu ülkenin Basra Körfezi’ndeki

zengin petrol yatakları göz önüne

alındığında ekonomik değer bakımından

önemli bir mana taşımamaktadır. İran,

Güney Azerbaycan sorunu sebebiyle,

Azerbaycan’ı, bölgesel tehdit

algılamasında birinci dereceli tehdit olarak

görmektedir. Bu sebeple de Azerbaycan’ın

gelişmesine ve ‘’Güney Azerbaycan’’ için

bir cazibe merkezi haline gelmesine

önemli katkılar sağlayacak petrol

anlaşmalarını engellemek için Hazar’da

uzlaşmaz tutumunu devam ettirmektedir.

Tahran, uzun süredir Bakü’nün yürüttüğü

dış politikadan rahatsızdır ve bu

rahatsızlığını her vesileyle diplomatik

kanallardan Bakü’ye bildirmektedir.

Hazar’a yabancı güçlerin gelmesini

istemeyen İran’ın en büyük endişesi,

Hazar’da giderek güçlenen ABD ve Batı

nüfuzudur. Zira İran, Hazar’da etkinleşen

Batı nüfuzuyla beraber kuşatıldığını

hissetmektedir. Bölgede bir yandan Batı

sermayesi artış gösterirken diğer yandan

ABD ambargosu sebebiyle İran, Hazar

pastasından gerekli payı alamadığını

düşünmektedir. Her ne kadar 1994’teki

‘’Asrın Anlaşması’’ndan İran’a %5’lik bir

pay verilse de, ABD’den gelen baskılar

sebebiyle, Azerbaycan bundan vazgeçmek

zorunda kalmıştır.

İran’ın Hazar Bölgesi’ndeki tutum ve

davranışlarının sebebini sadece bir ülke ile

(Azerbaycan) sınırlandırmak yetersiz

kalacaktır. Zira Hazar’ın güneyinde

ehemmiyetsiz bir bölüme sahip olan İran,

kendi payına düşen kısımdan (%12)

memnun değildir ve kendi sınırlarını

Hazar’ın ortalarına doğru genişleterek

Hazar’ın içlerine doğru stratejik bir

Page 56: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

53

üstünlük elde etmek istemektedir. Mart

2001’de İran Cumhurbaşkanı Muhammet

Hatemi’nin Moskova ziyareti sırasında

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile

yaptıkları görüşmede, Rusya ve İran’ın

‘’Hazar Denizi’nin statüsü resmi olarak

belirlenmeden Hazar’da diğer kıyıdaş

ülkeler tarafından çizilmiş hiçbir sınırın

tanınmayacağı’’ dile getirilmiştir.

Moskova, Türkiye’nin boğazlar

konusundaki karşı çıkışlarına PKK’ya

açılan destek olarak (PKK militanları o

dönem Duma’da toplantı bile yapıyorlardı)

karşılık vermiştir. Rusya’nın PKK’ya

desteği aslında kendisi açısından stratejik

bir seçimdi. Böylece hem Boğazlar

konusunda Türkiye’den intikam alıyor,

hem de Türkiye’nin enerji koridoru olma

hedefine büyük bir engel çıkarıyordu.

Doğu’daki artan terör faaliyetleri, o

dönemde, BTC projesine petrol şirketleri

ve ilgili devletlerin kuşkuyla yaklaşmasına

sebep olmuştur.

Türkiye’nin Rusya’nın bu tutumuna

verdiği karşılık da benzer olmuştur.

Nitekim asıl Türkiye’nin başında PKK

terörü varsa, Rusya’nın başında da

bağımsız olmak isteyen Çeçenistan sorunu

vardır. İşin ilgi çekici tarafı, Bakü-Tiflis-

Ceyhan Hattı nasıl Türkiye’de terör

bölgesinden geçiyorsa, Rusya’nın önerdiği

Bakü-Navorossisk Hattı da Çeçenistan’dan

geçiyordu. Yani Türkiye’nin elindeki

kozlarla Rusya’nın elindeki kozlar bire bir

aynıydı. Neticede Türkiye, Çeçenlere

gizliden destek olmuştur. Bu konuda zaten

Türk kamuoyunda da bu yönde bir talep

bulunmaktaydı.

(…), Hazar’da statü, kaynakların paylaşımı

ve boru hatları gibi sürekli gündemde olan

sorunların yanı sıra bir diğer sorun da

Hazar’ın ekolojisidir. Hazar’da paylaşım

sorunları ile beraber telaffuz edilen ve

boru hatları projeleriyle anılmaya

başlanan çevre sorunları, 1980’li yılların

başlarında gündeme gelmiş, ama daha

sonra kıyıdaş ülkelerin bağımsızlıklarını

kazanması ve büyük petrol oyununun

başlamasıyla bu sorun ikinci plana

itilmiştir.

Aslında zengin bir floraya sahip olan

Hazar’da çevre kaygıları önemli

dayanaklara sahip olacak niteliktedir.

Ancak bu su havzasında çevre sorunlarını

gündeme getirenler bunu bir politika

argümanı olarak kullanmakta ve bu

konuyu ileri sürerek diğer bir

mücadelenin yürütüldüğü alan olan boru

hatları tartışmalarında üstünlük sağlamayı

arzulamaktadırlar. Zira Hazar’da

kaynakların paylaşımı kadar, elde edilecek

petrol ve doğal gazın Batı pazarlarına

ulaştırılması da oldukça önemlidir.

Rusya Federasyonu ve İran, Azerbaycan’ı,

Hazar’ın kaynaklarının kullanılmasında

hassas ekolojik dengeleri gözetmemekle

suçlamaktadır. Ancak bu ülkeler, ‘’ekoloji’’

sorunlarını, sadece Batı çıkışlı petrol ve

doğal gaz boru hatlarını engellemek için

bir ‘’sebep’’ olarak hatırlamaktadırlar.

Rusya, Trans-Hazar gibi ‘’Batı çıkışlı’’

petrol ve doğal gaz boru hatları gündeme

geldiğinde, Hazar’ın ‘’ekolojik sistemi’’ ve

bölgenin ‘’sismik aktifliği’’ gibi tezler ileri

sürerek bu projeleri engellemeye

çalışmaktadır. Ancak Rusya

Federasyonu’nun her defa ileri sürdüğü

Hazar’ın ekolojik yapısının zarar

Page 57: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

54

göreceğine yönelik endişeleri, çok da

inandırıcı olmamaktadır. Zira SSCB

döneminde Hazar’ın kirletilmesinin en

büyük sebebi, Hazar petrollerini hiçbir

tehdit almadan kullanan Ruslar

olmuşlardır.

Hazar Bölgesi’ni içine alan geniş alanda,

doğuya, batıya ve güneye yönelik 25 kadar

boru hattı projesi gerçekleşmiştir veya

gerçekleşmek üzeredir. Maliyetlerin

yüksek olması ve siyasi nedenlerle

projeler yavaş ilerlemekte ve bunun bir

sonucu olarak da az sayıda yeni boru

hatları inşa edilmiş durumdadır. Bölgedeki

enerjinin güvenli nakli için daha çok

sayıda boru hattına ihtiyaç vardır. (…)

Petrolün güzergâhını belirlemek için

uluslararası şirketlerin lobi çalışmaları

kadar, bölgedeki güvenlik ve güvenilirlik

sorunları da etkili olmaktadır. ABD,

petrolün ucuza mal edilecek olmasına

rağmen, İran’ın rejimi nedeniyle bu

ülkeden geçirilmesine şiddetle karşı

çıkmaktadır.

Rusya ise, petrolün batıya sevkini

engellemek için Gürcistan’daki iç

karışıklıkları körüklemiş, Azeri-Ermeni

çatışmasına neden olmuş ve halen bölgede

suni sorunlar oluşturmaya devam

etmektedir. Daha önce de belirtildiği gibi,

Rusya, üretilecek petrolü Navorossisk

Limanı’na akıtabilmek için, bölgede

bağımsızlığını ilan etmiş olan Çeçenleri bu

kararlarından vazgeçirmek için acımasızca

katletmiştir. Buradaki savaş, düşü

yoğunluklu çatışmalar şeklinde halen

devam etmektedir.

Diğer taraftan, bölgede meydana gelen

boşluk, yöneticilerin akıllarında şu soruyu

bıraktı: Bölgenin zengin enerji kaynakları

kimler tarafından kontrol edilecek? Zira

bu bölgenin, tek bir ülkenin kontrolü

altına girmesi bir bakıma Sovyet

döneminin geriye gelmesi anlamına

gelmektedir. Bu nedenle, uluslararası

gündemi meşgul etmeye başlayan bu

sorun, bölge üzerinde Soğuk Savaş

rüzgârlarının esmesine sebep olmuştur.

Dolayısıyla enerjinin ihraç yollarının

belirlenmesinde, petrolden pay alma

mücadelesinden daha büyük mücadele

verilmiştir ve hâlâ da verilmektedir.

BTC Projesi; siyasî, ekonomik, stratejik ve

çevresel açılardan, Türkiye’nin yürüttüğü

en önemli enerji projelerindendir.

Ekonomik etkileri kısaca gözden

geçirilirse; her şeyden önce hattın

gerçekleşmesi durumunda, Türkiye için

ucuz ham petrol temin edilmesi mümkün

olacaktır. Bunun önemli bir nedeni taşıma

maliyetlerinin minimuma indirilecek

olmasıdır. Bir diğeri ise finans

maliyetlerinin azaltılmasıdır.

Ayrıca BTC Hattı; rafineriye 15 günde

ulaşan Basra Körfezi petrolü ile

karşılaştırıldığında, sadece 2 günde

Türkiye’deki rafinerilere getirilecek Hazar

petrolü için büyük bir maliyet avantajı

sağlayacaktır. Buna Ceyhan’ın uluslararası

petrol piyasası merkezi haline gelmesini

de ekleyebiliriz.

Hattın bir başka avantajı da petrole

ödenecek paranın taşıma ücretine

sayılması olacak. Türkiye, nakit parayla

ithal ettiği petrol için kredi almak zorunda

kalmayacak. Bu, Türkiye’nin petrole yılda

Page 58: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

55

ödediği paranın yaklaşık %17’sini

karşılama anlamına gelecek. Bu durumda

boru hattının kirasından da yıllık 250

milyon dolar gelir elde edilecek. Petrol

boru hattı inşası ile inşaat sektörünün

canlanması geçici bir süre de olsa işsizliğe

çare olacak. Türkiye’nin Avrasya

haritasındaki stratejik konumunu

güçlendirerek bölgede söz sahibi ülke

konumuna getirilecek.

Türkiye, enerji alanındaki ihtiyaçları ve

bölgesel ekonomik büyümeye verdiği

önem çerçevesinde, başta Hazar Bölgesi

olmak üzere eski Sovyetler Birliği

coğrafyasında bulunan enerji rezervlerinin

geliştirilmesinde ve alternatif

güzergâhlara yönelik çalışmalarda aktif rol

üstlenmiştir. Bölge ülkeleriyle tarihi ve

kültürel bağları bulunan ve önemli bir

jeopolitik konuma sahip Türkiye’nin,

enerji zengini Hazar ve Orta Doğu

bölgeleri ile Avrupa arasında bir köprü

teşkil etmesi, ayrıca kendi ihtiyaçlarını da

farklı kaynaklardan karşılaması

hedeflenmiştir.

Türkiye, Orta Asya cumhuriyetleriyle ilişki

kurmaya başladığı tarihten bu yana

stratejik bir karışıklık içinde

bulunmaktadır. Türkiye bazı politikalar

gerçekleştirmede kararlı ve Orta Asya

bölgesine ilişkin hedefinde de azimli ve

tutarlı olmasına rağmen, bu hedefe

ulaşmak için gereken araçlar hususunda

daima yetersiz kalmıştır. Aslında, bu

yetersiz politikanın nedeni, Türkiye’nin

belirli bir iş birliği alanı tayin etmemiş ve

çok geniş boyutlu iş birliği planları

geliştirmemiş olmasıdır. 1991 yılından bu

yana Orta Asya devletleriyle ilişkilerde bu

olumsuz gerçekle yüz yüze bulunmaktayız.

Geçen on sene zarfında Türkiye, bölgede

çok sayıda girişim başlatmış ancak bunlar

bir sonuca ulaşamamıştır. Bu güne dek

Orta Asya cumhuriyetlerine verilen sözler

tam anlamıyla tutulamamış, bu durum,

Orta Asya cumhuriyetlerini Türkiye’yle

ilgili hayal kırıklığına uğratmıştır.

(…), Türkiye’nin uzun yıllar izlediği dış

politikaya bakacak olursak şu gerçeği

görmemiz mümkündür: Stratejisini sadece

uluslararası sistemin merkezindeki

ABD’nin desteğine yaslayan Türkiye,

bölgesel dengeleri değerlendirebilecek

aktif ve esnek dış politika yerine,

uluslararası güç merkezlerine ayarlı statik

bir dış politika izlemektedir.

Türkiye’nin enerji alanındaki durumunu

açıklamaya çalışırsak, Türkiye süratle

gelişen ve enerji ihtiyacı hızla artan bir

ülkedir. Ülkemiz artan enerji ihtiyacını

karşılarken de tabiatıyla arz kaynaklarını

çeşitlendirmek durumundadır. Türkiye,

bir yandan yurt içinde enerji projelerine

belli miktarda kaynaklar yaratırken bir

yandan da, yurt dışında milyarlarca

dolarlık enerji almak zorundadır. Bu

nedenle, Türkiye’nin mevcut enerji

politikaları ve dış politikasının temel

amaçları arasında yer almaya başlayan

enerji diplomasisi, en az siyasi ve

ekonomik stratejileri kadar önemli

olmalıdır.

Petrol ve doğal gaz kaynakları açısından

dışa bağımlı bir ülke olan Türkiye’nin üç

tarafı da bu enerji kaynakları açısından

zengin ve ihracatçı ülkeler ile çevrili

durumdadır. Aynı zamanda Türkiye,

ithalatçı ülkelerle de çevrilidir. Dolayısıyla

Türkiye, üretici ülkelerle tüketici ülkelerin

Page 59: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

56

tam ortasında bulunan doğal bir enerji

köprüsü konumundadır.

SSCB’nin dağılmasıyla birlikte, petrol ve

doğal gaz boru hatlarının Türkiye’den

geçme ihtimali, Orta Asya ülkelerinin

birbirlerine ve Türkiye’ye, dolayısıyla

Avrupa ekonomisine bağlayacak otoyol

projelerinin gündeme gelmesi, Türkiye’yi

bir anda uluslararası ilişkiler açısından bir

çeşit ‘’fırsatlar ülkesi’’ konumuna

getirmiştir.

(….) , SSCB dağıldıktan sonra Türkiye’nin

Kafkaslar ve Orta Asya jeopolitiği

açısından bölgedeki yeri ve çıkarları özetle

şu şekilde ifade edilebilir.

A. Türkiye’ye siyasi ve ekonomik alanda

güç sağlamaya yönelik destek verecek

potansiyel, Kafkasya’da ve Orta Asya’da

vardır. Bunlar; ortak dil, din, etnik yapı ve

kültürdür.

B. Soğuk Savaş dönemi tehdit algılamaları,

batı bloğu ile birlikte, Sovyetler Birliği’ne

karşı idi. SSCB ile ortak sınırın kalmaması

ve zayıflayan bir ideoloji açısından,

Türkiye için görece bir rahatlama söz

konusudur.

C. Orta Asya zenginliği yanında bölgenin

Uzak Doğu’yla olan ilişkilerde bir Türkiye-

Orta Asya-Uzak Doğu ekseni

oluşturmasıyla, jeopolitik önemini Türkiye

koruyacaktır.

D. Enerji nakil hatlarında, doğal gaz ve

petrolde geçiş noktası olarak, gerek

jeopolitik konum gerekse iç ekonomik

koşullar ülkemiz açısından çok önemli

olacaktır.

TPAO, uluslararası petrol arenasında dev

şirketlerle rekabet edebilecek yapıda

organize edilmemiştir. Petrol alanında

yerli özel şirketlerimizin ise ne birikmiş

sermayesi ne de yeterli teçhizatı ve

elemanı vardır. Teknik eleman birikimi

açısından kısa sürede uluslararası

şirketlerle rekabet edebilecek yapıya

ulaşabilecek olan TPAO’nun en önemli

eksiği, dikey entegre yapıda olmamasıdır.

TPAO’nun bir an önce; arama ve üretimin

yanı sıra taşıma, rafinaj, dağıtım ve

pazarlama fonksiyonları da olan, dikey

entegre bir şirket olarak yeniden

yapılanması sağlanmalıdır.

İnternet ortamında ulaşılan bilgiler

ağırlıklı olarak ABD kaynaklıdır. Bu da

ister istemez tek yanlı bir bilgilenmeyi ve

sonucunda da önyargılı bazı

değerlendirmeleri beraberinde getirebilir.

Bunun önüne geçmek için; Rusça ve Çince

gibi dilleri bilenler de dâhil klasik dillerin

dışında eğitim almış uzmanlardan

yararlanarak, Çin ve Rusya gibi ülkelerin

bölgeye yönelik algılamaları,

değerlendirmeleri ve etkinlikleri dikkatle

ve günü gününe izlenerek

değerlendirilmelidir. Bu

değerlendirmelerin bir diğer yararı da,

bölgeye yönelik yatırımlar için, doğru

zamanda çıkarları bizimkine en uygun

ortakları bulabilmemize de katkı

sağlayacak bilgilerin elde edilebilmesine

olanak sağlamasıdır.

Üniversitelerde, gerek Orta Asya ve

Kafkaslara ve gerekse enerji politikalarına

yönelik ders programlarının, en azından

tercihe bağlı olarak ya da kurs biçiminde

verilebilmesi için çaba gösterilmelidir.

Master ve doktora çalışmalarında, Hazar

Bölgesi’ne ilişkin çeşitli konularda

çalışmaların yaptırılması da arttırılabilir.

Page 60: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

57

Kısaca söylemek gerekirse; Türkiye’nin

menfaatleri açısından, Kafkasya ve Orta

Asya bölgelerindeki enerji kaynaklarının

üretilmesi ve Akdeniz’e taşınması için

daha aktif olması gerekmektedir. Bu

gerekliliğin savunulması noktasında

Türkiye’deki uzmanların büyük çoğunluğu

hem fikirdir. Ayrıca dünya petrol ve doğal

gaz rezervlerinin %70’ten fazlasını elinde

bulunduran Orta Doğu ve Hazar

Bölgesi’nin komşusu olan Türkiye’de, uzun

vadeli petrol ve doğal gaz politikalarının

yeniden gözden geçirilmesinde büyük

yararlar bulunmaktadır.

KISALTMALAR

OPEC: Organization of Petroleum Exporting

Countries (Petrol İhraç Eden Ülkeler)

OECD: Avrupa Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma

Örgütü

BTC: Bakü-Tiflis-Ceyhan (Boru Hattı)

CPC: Hazar Boru Hattı Konsorsiyumu

TPAO: Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı

GSMH: Gayri Safi Milli Hasıla

ABD: Amerika Birleşik Devletleri

SSCB: Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği

PKK: Partiya Karkeren Kurdistan( Komünist Kürt

Partisi)

Page 61: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

58

SİYASAL İSLAM’IN DÜNÜ VE BUGÜNÜ:

IŞİD’i Ortaya Çıkaran Problemler Sertaç EKEMEN

Bir fikir sistemi olarak Siyasal İslam, 19.

Yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya

çıkmıştır. Batı dünyasının Fransız İhtilali

ve Sanayi Devrimi sonrası, Orta Doğu

coğrafyası içerisinde yaratmış olduğu

krizler ve kimlik bunalımlarına karşı

ortaya çıkmış alternatif bir modern

ideolojidir. Siyasal İslam her ne kadar

batıya karşı çıkmış olan bir siyasal akım

olsa da süreç içerisinde Batı Argümanları

ile beslenmiştir. Örneğin; İslam devrimini

İran’da gerçekleştiren odaklar insan

hakları, özgürlük, demokrasi, eşitlik gibi

Batı Siyaset bilimi kavramlarını

barındırmaktadır. Bu çelişkiler yumağı

neticesinde Siyasal İslamcı yapılanmalar,

gerekli bir siyasal ilerleme sağlayamamış

ve mücadelelerinde bir istikrar

sağlayamamışlardır.

Siyasal İslam’ın en büyük problemlerinden

birincisi, Siyasal İslam’ı kurgulayan

ideologların ve onun izinden giden

takipçilerin ulema ile çatışma içerisinde

olmalarıdır. Siyasal İslam’ın dört büyük

kuramcısından Kutb, Mevdudi ve

Benna’nın Siyasal İslam’ı camilerden

çıkartıp kamusal-politik bir alana

serpmeleri, ulema ile ters düşmelerine

neden olmuştur. Ayrıca ulema, kadın

kavramını kısıtlayıcı bir yapılanma

içerisinde iken Radikal Siyasal İslamcı

kanat, kadını politik hayatın her alanına

taşıdığı gibi kadın militanları da cepheye

sürmekte bir sorun görmemektedir:

“bugün Hamas’ın internet sitesine

girildiğinde, elinde bebek ve silahla

çarşaflı bir kadın görmek mümkündür”.

Siyasal İslamcı ideoloji içerisinde olan ve

dört büyük otoriteden birisini temsil eden

Ayetullah Humeyni’nin, gerek kendisinin

molla “ulema” olması gerek ise diğer üç

kuramcıya karşı kendisinin Şii olması,

yönetim tarzında Mollaların önemli bir

yerde olmasının sebebidir.

İkinci olarak, Siyasal İslamcı yapılanmanın

yükselişi sosyolojik açıdan da bir

problemler yaratmıştır. Soğuk Savaş

döneminde Orta Doğu dünyası iki ana

eksene bölünmüştür. Birincisi Seküler-

Milliyetçi ve bir oranda sosyalist olan Arap

coğrafyasıdır - ki bu ülkeler Fas hattından

başlayıp Irak’a kadar ulaşmaktaydılar- .

İkinci ise kuruluş itibari ile Batı’dan destek

alıp Siyasal İslamcı bir yelpaze çizen

Amerikan müttefiki Arap yarımadası

ülkeleridir. “Katar, Suudi Arabistan,

Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn gibi

ülkeler”... Bu bloklaşma durumu reel

olmasa da bir çatışma noktasına

Page 62: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

59

gelmişlerdir. Siyasal İslamcı yönetimdeki

ülkeler, Seküler Milliyetçi Arap

ülkelerindeki Siyasal İslami Hareketlere

lojistik destek sağlaması buna örnektir.

İşte bu yüzden iki farklı çatışma ekseninde

büyüyen bir Siyasal İslami hareketten

bahsetmek mümkündür. Burada çıkan iki

önemli çatışma noktadan ilki; Siyasal

İslam’ın Seküler ülkeler içerisinde

yükselişi ve burada yarattığı toplumsal

kutuplaşmadır. İkincisi ise kendisine

destek veren Amerikan müttefiki ülkeler

olmasına karşın, yeni nesil Siyasal

İslamcıların Amerikan karşıtı bir hareket

yaratmasıdır.

Amerikan ve Batılı Modernite’ye karşıt bir

hareket olarak ortaya çıkan Mısır

Müslüman kardeşler hareketi, Enver Sedat

Dönemi Mısır’ında yükselişe geçmiştir.

Demokratik temsil hakkını elde etmiş

ancak Mübarek’in kendine özgü seçim

yasaları çıkarması ve diktatörleşmesine

karşın yeraltına inmiştir. Bu dönemde

örgütün finansörlüğünü, bahsi geçen

Siyasal İslamcı Petrol zengini Arap

yarımadası ülkeleri gerçekleştirmiştir.

Siyasal İslam, batılı seküler bir anlayışa

sahip Mısır, Suriye, Irak gibi ülkelerde

yükselirken -kısmen de Yemen- toplumsal

kutuplaşmaya neden olmaktadır. Bu

sosyolojik kaosun nedeni ise orta sınıf

içerisinde ikilem yaratmalarıdır. Siyasal

İslamcılar, seküler - milliyetçi Arap

Devletleri içerisinde devletin yapması

gereken yardımları ve temel sosyal

politikaları güdememesinden, çeşitli

sosyal yardımlar ile hareketlerini

geliştirmişlerdir. Ancak bu yardımları

sadece İslam’ı gerektiği kaideleri yerine

getiren dindarlara yönelik yapmaları ve

zaman içerisinde bu dini ritüelleri yaşam

tarzında barındırmayanları dışlamaları,

Siyasal İslami hareketin yükselirken

toplumsal ayrımları da beraberinde

büyütmelerine sebebiyet vermiştir.

Mısır’da 2013 darbesi öncesi çıkan sokak

olayları ve 2006/2007 Gazze Şeridindeki

Hamas - FKÖ çatışmaları, ortaya çıkan bu

orta sınıf toplumsal çatışma durumunun

bir eseridir.

Üçüncü ana problem kaynağı, İslamcılar

iktidara gelme süreçleri içerisinde

çelişkiler ve demokratik ortama uyum

sağlama sürecin de fikirsel karmaşalar

içerisine girmeleridir. Her ne kadar

devrim ya da mücadele süreçlerinde batılı

anlamda siyasal söylemleri kullansalar da

İslamcılık özü itibari ile batı karşıtı olarak

doğmuştur. İslamcılık, Batıyı reddeder ve

onun kullandığı siyasal söylemleri

kullanamaz -kullanmamalıdır. En önemlisi

egemenliğin beşerileşmesi yaklaşımı,

İslamcı yaklaşıma terstir. Laiklik

İslamcılıkta yer edemez; çünkü İslamcılığa

göre devlet ve din iç içedir. Devletin

örgütlenmesini vatandaş değil, ümmet

gerçekleştirir ve devletin sahibi halk değil

Allah’tır. İşte bu yüzden İslami pratiğe

dökülen batılı anlamda devlet yapısı,

İslamcı yönetimlerde fikirsel vizyon ve

misyondan uzaktır. Batı güdümlü körfez

petrol zengini ülkeler dışında bilinen

Page 63: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

60

İslami yönetim ülkeleri; Pakistan,

Afganistan, Gazze Şeridi, özgürlükçü

Çeçenistan ve bir yıllık Mısır deneyimi ile

İran’a bakıldığında karmaşa ve çelişkiler

üzerine kurulmuş ve hali hazırda devam

eden bir devlet örgütlenmesi görülür.

Çünkü batılı anlamda algılanan devlet

örgütlenmesi İslamcılar ne kadar

uydurmaya çalışsa da aslına

uyuşamamaktadır.

Ortaya çıkan teorik ve pratik Siyasal

İslamcı sorunlar, var olan geleneklerin

dışında denetimsizce İslami coğrafyalar

içinde yükselmeye başlayan yeni nesil

Selefi hareketini doğurmuştur. Selefilik,

temelde Otantik İslam dünyasına

“peygamber ve dört halife dönemine” bir

dönüş teması hedeflerken, bugüne kadar

İslam coğrafyası içerisinde batılı anlamda

araçlarla kendini meşrulaştırmaya çalışan

fakat sadece çelişkileri elde eden Siyasal

İslamcılığı reddederek kendi kurallarını

ortaya çıkarmıştır. IŞİD’in sözde devlet

modellinin kendine özgü olması, her türlü

batılı yönetim modelini reddetmesi ve

halkı uluslararası bağlamda anlaşılan

hukuk yerine kendi inisiyatifi çerçevesinde

dönüştürmeye çalışması yukarıdaki

duruma örnektir. Nedeni ise İslamcılıkta

devleti ele geçirmek amaç değil araçtır.

Asıl hedef toplumu dönüştürmektir. Fakat

toplumu dönüştürmek şöyle dursun;

Siyasal İslamcılık pratikte devlet

bürokrasisini bile dönüştürememiştir.

“Mısır’ın, İslamcılığın aşağıdan yukarıya

örgütlenmiş en başarılı ülkesinin, bir

darbe ile yönetimin tuzla buz olması bu

durumun kanıtıdır”. Buna gören eski adı

ile IŞİD ve yeni adı İslam Devleti olan

siyasal irade, var olan her türlü İslamcı

yaklaşıma alternatif, toplumu devlet aracı

olmadan kendi gördüğü cebri şiddet ve

Şeriat kanunları ile gerçekleştirmeye

çalışmıştır. Kendi içinde İslamcılığı

barındıran Ö.S.O. ve El-Nusra gibi örgütler

zaman içerisinde, IŞİD’e doğru büyük kan

kaybetmiştir. Bunun sebebi ise geleneksel

İslamcı anlayışın iflas etmesi ve bu iflasa

alternatif, IŞİD’in kendine özgü yeni bir

İslamcılık felsefesi geliştirmesidir. El Kaide

ile başlayan radikal, Selefi-İslamcılık, IŞİD

ile beraber doruk noktasına ulaşmıştır.

Ortadoğu’nun ortasında de-facto bir devlet

kuran Siyasal Selefilik, Siyasal İslam’ın

İflası tezini somutlamıştır.

Page 64: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

61

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ GENÇLİK

SEMİNERİ 25 Ekim 2014

Konu: İslam Düşünce Geleneğinde

Zihniyet Çözümlemeleri

Hoca: Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün

Derleyen: Açelya Oğuz- Hanife Yaşar

İslam dünyası ve İslam düşüncesi için

zihniyet çözümlemeleri kutsal bir

metinden yapılan çözümlemelerdir. Metin

ile kastettiğim Kuran-ı Kerim’dir. Metin

geleneğiyle bizim oluşturduğumuz gelenek

dini gelenektir. Bir de metin geleneğinin

sonradan içine girdiği kültürel gelenek

vardır.

İslam ülkelerinde İslamiyet’in uygulanışı

bulunduğu coğrafyanın ritüellerini

bünyesine almıştır. İranlıların Müslüman

olmadan önce geliştirdikleri bir kültürleri

vardı. Firdevsi’nin Şahname’si İran’ın

İslamiyet öncesi kültür tarihini verir. Konu

dramatik bir yolla sahnelenerek anlatılır.

Firdevsi aynı zamanda İran’ın edebi

anlamda milli kahramanıdır. Böyle bir

kültürün içerisine İslamiyet eklenmiştir.

Türk dünyasına bakıldığında ise Türklerin

de köklü bir kültüre sahiptir. İslamiyet bu

var olan kültürel oluşumun yanında yer

aldı. Sözlü kültüre dayanan bir dinin

içerisine metin eksenli başka bir din

girmiştir. Bu bağlamda değerlendirilirse

tarikat anlamında meşrep vardır. Her

dinin bir mezhebi ve meşrebi var.

Mezhepler bir tür bizim zihniyetimizin

kimlik kartlarıdır. Mezhepler bir zihniyeti

gösterir. Aynı zamanda mezheplerde çok

belirgin olmasa da etnik bir tarafı vardır.

Mutezile mezhebinin içinde Arap olarak

gösterebileceğimiz âlim yoktur. Hanefi ve

Maturidi çizgisi de aynı şekilde Arap

olmayanlardan oluşur. Şafi ve Eşari çizgisi

ise Arap âlimlerden oluşur. Abbasi ve

Emeviler döneminde en fazla öldürülen

âlimlerin Arap olmayanlar olduğunu

görürüz. (Geylan ed-Dımeşki ve Ma’bed el

Cüveni gibi)

Bu insanlar nasıl bir zihne karşı çıkıyorlar

ve nasıl bir zihinle karşı çıkıyorlar ki

başlarına bunlar geliyordu? Şöyle

düşünülmeli: Bugün herkes kendini

Müslüman olarak tanımlıyor. Fakat

Müslüman kimliği de mezheplere

bölünüyor. Sünni ve Şii diye iki ana blok

oluşmuştur. Sünniler de kendi aralarında

bölünmüşlerdir.

Selefilik denilen mezhep şiddeti, terörü

icat eden, üreten mezhep Sünniliğin bir

koludur. Fakat bu Sünnilik, Vahhabiliğin

elinde bu hale gelmiştir.

Vahhabilik nedir?

Muhammed bin Abdulvahhab Suudi

Arabistanlı bir âlimdir. Osmanlı’ya karşı

bayrak açan politik bir karakterdir. Politik

bir mezhep olarak Vahhabiliğin kurucusu

olan Muhammed bin Abdulvahhab,

Sünniliği evirip çevirmiş ve sonunda

Page 65: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

62

Sünniliğin içinden Selefilik gibi bir model

çıkarmıştır. Sünniliğin içinde üremiştir.

Bahsi geçen sünniliğin üç ayağı

bulunmaktadır:

1. Muhammed bin Abdulvahhab’ın

kurduğu Vahhabilik ( Politik ayağıdır. )

2. Selefilik ( İtikadi ayağıdır. )

3. Ahmed bin Hanbel’in kurduğu

Hanbelîlik ( Fıkhi ayağıdır. )

Suudi Arabistan’ın Arap eksenli politikası

kendine has bir mezhep üretme arzusunda

doğan siyasi projenin adı Vahhabiliktir.

Vahhabiliğin itikadi, inanç ayağına selefilik

denir. Fıkhi ayağı da Hanbelilik olarak

tanımlanır. Türklerin takip ettiği Hanefi

sistemdir(fıkıhta). Bunun itikadi ayağı

Maturidi’dir. Eksik olan buna sahip olacak

bir politik ayağın yokluğudur. Politik ayak

hiç olmamıştır.

Osmanlı değerlendirildiğinde; Osmanlı’nın

Türk devleti olduğu aşikârdır. Osmanlı

medreselerinde ise Eşari denilen zihniyet

hâkimdir. Eşari zihniyetinin temel mantığı

imparatorluğun yapısı gereği

merkeziyetçidir. Her şeyi merkezden

kontrol etmek, istediği gibi yapmak, aykırı

sese kulak vermemek üzere kuruludur.

Osmanlı İmparatorluğu da her şeyi bilen,

her şeye gücü yeten, her şeyi kontrol eden

tanrı imajının bir tür temsilidir. Bütün

imparatorluklar öyledir. Fransa’ya

bakarsanız aynısını görürsünüz. Krallar

kendilerini Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi

olarak görürler. Bütün krallar böyledir.

Aykırı sese kulak vermezler. Kur’an-ı

Kerim’de ki bir ayetle izah edersek: “Biz

onlara hem nübüvvet hem mülkiyet

verdik.” denir. Mülk devlet anlamına gelir

fakat Mautridi’ye göre: “Mülkiyet evvel

emirde bir kimsenin başkasının malı

olmadığı kendi özgürlüğüne sahip olduğu,

yani ben algısının yüksek olduğu bir

hakikate uyanışıdır.”

İsrailoğulları’na ben size mülkiyet verdim,

demekle ne kastediliyordu? İsrailoğulları

Mısırlıların kölesi idi. Mısırlılar bu dönem

matematiğin dehası durumundaydı. Yunan

filozofları Mısır’a gider, matematik eğitimi

alır, sonra Yunanistan’a dönerlerdi.

Martin Bernal’ın “Kara Atina” isimli kitabı

vardır. Bu kitabın bütün iddiası şuna

dayanır; Yunanistan felsefesinin kaynağı

Mısırdır. Yunanlılar fason bir felsefe

kullanırlarken felsefenin kaynağı Mısır’dır,

Asya’dır. Kitabın bütün iddiası budur. Bu

insanlar (İsrailoğulları) Mısır’da köle

olarak bulunurken Allah onlara: “Biz

onlara hem nübüvvet hem mülkiyet

verdik.” der. “Mülkiyeti önce sizi köle

olmaktan kurtardık, size özgürlüğünüzü

verdik.” Şeklinde izah edilebilir. Aslında bu

korkunç bir şeydir çünkü bu artık

özgürsünüz ve sorumluluklarınız var

demektir. Şimdiye kadar başkası sizin için

karar veriyordu, artık siz kendinizden

sorumlusunuz demektir.

Friedrich Hayek, “Kölelik Yolu” adlı

kitabında şöyle der ki Allah o ayette bunu

vurgulamak istiyor; “İnsanlar özgür

doğarlar fakat bu özgürlüğü verecek yerler

ararlar.” Dini kültürlerde bu böyledir. Hele

Yahudiler bunun dik âlâsını yapmışlardır.

Spinoza’ya bakarsanız bunu anlarsınız.

Spinoza abartılı bir formda şöyle söyler:

“Yahudilik önce insanları teker teker

Tanrı’ya kul olmaya alıştırır. Sonra o

Page 66: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

63

kulları devlete kul yapar.” İslam açısından

bakarsanız burada bir terslik olduğunu

görürsünüz. İslam’ın kul anlayışı ‘bende’

anlayışı yoktur. Zihni müstakil olarak

çalışmayan bir ‘bende’ye Allah’ın ihtiyacı

yoktur. Öyle birini de istemez. Spinoza’nın

dediği bir yandan da doğrudur. Din

insanları bir kul haline getirir, uyuşturur

ve bu haliyle herkese kul olmaya hazırdır.

Şeyhe kul oluyorlar. Bir şeyhin dizinin

dibinde kul olunması gibi…

Kur’an-ı Kerim ‘kul’ kelimesini şöyle

açıklar: “Abede ya’budu” bağlanmak,

birisine kul olmak manasındadır. Bir de

“abede ya’bidü” vardır. O da kul olmayı

reddetmek anlamındadır. Allah der ki:

‘Bana bağlanmak istiyorsan önce

bağlandığın başka kulları reddetme

iradesini göstereceksin.’

İslam’da dine girişin anahtarı “La İlahe

İllallah”tır. Hiç negatif giriş olur mu?

Aynen öyle. Olumsuz bir giriştir. Önce ‘la

ilahe’diyeceksiniz ki Allah’ın dışında var

olanlara ‘la’ diyebilme özgürlüğü sizde

olacak ki ondan sonra ‘illallah’

diyebilesiniz. “İslam insanı kul yapıyor.”

diyenler İslam’ın felsefesini

anlayamamışlardır. Allah insanların özgür

birey olarak var olmalarını ister. Sonra

Kur’an-ı Kerim’de onlara iki model

gösterir. Bu modellerden birisi Hz.

İbrahim, diğeri Hz. Muhammed’dir. “Sizin

için Muhammed’de ve İbrahim’de örneklik

vardır.” der. Hz. İbrahim entelektüel

modeldir. (Önerilen Makale: İsimlerden

Kelimelere; Şaban Ali Düzgün) İbrahim

peygamber neyi başardı? Daha önceki

peygamberlerin yapamadığı bir akıl

yürütmeyi, bir metafizik sorgulamayı

başlattı. O, insanın düşünce tarihinde bir

evrimidir. Tekâmüldür. Allah’ın istediği iki

insan tipi Kuran’da resmen belirtilmiştir.

Kur’an-ı Kerim, Hz. İbrahim’e “tek kişilik

ümmet” der. Tek kişi olma cesaretini

üstlenenlere tarihte marjinal denir. En

yaratıcı adamlardır bunlar. Bir zihniyet

olarak mezhepler bu marjinal kişileri

maalesef köşeye iterek, öteleyerek onları

mağdur etmişlerdir. İslam düşünce

geleneğinde bir metin şöyle yazılır: Bir

kitap yazılır. Diyelim bu 5 sayfalık bir

metin. Bu bir mezhebin metni ise

mezhebin içindeki diğer adamlar hemen

ona bir şerh yazar, olur 100 sayfa. Bir

başkası gelir ona bir haşiye yazar, olur 500

sayfa. Bir başkası gelir talik yazar, olur

1000 sayfa yani, bir mezhebin 5 sayfalık

eseri 1000 sayfaya çıkarılır, yüceltilir. Bu

bir zenginliktir ama çok değerli olan bir

adamın eseri mezhebin içinde olmadığı

için isterse 1000 sayfa olarak yazılsın o

orda mahkûmdur, hiç kimse dokunmaz.

Dini gelenekler kendi rengini almayan bu

tür aykırı tipleri maalesef boğmuşlardır.

Bu bizim büyük bir şanssızlığımızdır.

Marjinal dediğimiz şahsiyetler bizim

büyük zenginliğimizdir ama o zenginlikler

mezhebin içinde yer almadığı için büyük

bir handikap yaşıyoruz. Benzer bir durum,

Hristiyanlarda, kullaştırmayı kiliseler

yapmıştır. (önerilen kitap: Halil Cibran’ın

Ermiş kitabı)

Halil Cibran bir Hristiyandı. Bir Hristiyan

olarak rahibi şu şekilde tanımlar: ‘Rahip

sürekli eli fakir fukaranın cebinde olan

adamdır.’ Polonyalı bir anarşist felsefeci

olan Zizek’in “Acı Çeken Tanrı” kitabında

İslam’la ilgili bir bölüm vardır.

“Peygamber yetimdi ya bu yetimlik dinine

de sirayet etti ve o din kurumsal anamda

yetimdir.” Der yani, kurumsal yapısı

Page 67: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

64

yoktur. Bu olumlu olarak da algılanabilir

olumsuz da… Hristiyanların kurumsal

yapısı kiliselerdir. Katolik kilisesi

Hristiyanlar için Protestanlık başta olmak

üzere yüzlerce mezhebin doğmasına sebep

oldu. Adını duymadığımız yüzlerce

mezhep vardır. Bunlar protesto

kiliseleridir. Katolikliği protesto ederler.

İslam’ın kurumsal olmamasının sebebi

pozitif olarak algılanmasıdır. Kurum

burada müessese anlamında değildir.

Sobadaki kurum böyle bir şeydir. Sobadaki

kurumla bizim kurumlar arasında tabii bir

bağlantı vardır. Eğer din ‘kurum’laşırsa bu

hiçbir kurumun kurumlaşmasına

benzemez. Herkes boğulur, herkes

mahvolur. Şu anda kurumlaşmış bir dinin

geride bıraktığı tortularla, dumanlarla

boğulan insanlar görüyoruz. Bir kısmı

fiziki olarak; tensel olarak boğulurken bir

kısmı tinsel olarak boğulur. (Ten felsefesi

ve tin felsefesi) Bunu ilk kullanan

Hegel’dir. Tin ve kemik diye anlatılır.

Hristiyanlığın canına okuyan

kurumsallaşma ve kurumlaşma kendisine

bendeler ve kullar yarattı. Batıda liberal

düşünce, aydınlanma, Rönesans bütün bu

insani zeminde kendine yer bulan

düşüncelerin tetikleyicisi Katoliklik oldu.

Olumsuz anlamda tetikleyici olmuştur.

Hegel ilk dönemi ve sonraki dönemi olarak

ayrılır. İlk döneminde dinsiz ateist Hegel:

“Ben böyle bir dini, böyle bir insanı kabul

edemem.” der. Bütün bilgili insanlar

konsüllerde toplanmış; ‘İsa tanrı mıdır,

oğul mudur yoksa yarısı oğul yarısı tanrı

mıdır?’ diye tartışırlar ve bu tartışmanın

sonunda mezhepler oluşur. Akıllı bir adam

olarak Hegel’in bunu desteklememesi

doğaldır ve bunu reddeder. Onun için ilk

dönemi ateisttir. Sonra kendisi bir felsefe

üreterek “Ben ateist olarak ölmek

istemem.” der. Bu aşamadan sonra yeni bir

anlayış geliştirerek ‘Tanrı kimdir?’

denilirse ‘benim bedenimde ruh neyse,

âlemin bedenindeki ruh tanıdır.’ der. Kant

ise der ki: “Dine girmek istiyorsanız

laboratuvara girerken nasıl şapkanızı

paltonuzu çıkarıyorsanız, Hristiyanlığa

girmek istiyorsanız aklınızı çıkarıp

gireceksiniz. İnanıyorum çünkü absürttür.”

der.

İslam - İslam öncesi dinler arasında

inanılmaz bir kopukluk vardır. “Hz.

Peygamber diğer dinlerin

tamamlayıcısıdır.” denir. “İslam son dindir

ve son dinden sonra başka bir dinin

gelmeyecek olması insanlara ebediyen

kullanacakları temel malzemeler vermiş

olmalıdır.” demiş olmamız gerekir. Öyle

formüller vermiş olmalı ki bu formülleri

kullananlar karşılaştıkları problemlerin

üstesinden gelirler. O formüller nedir?

1. Akıl kullanılması

2. Ahlak

Ahlak evrenseldir. İslam’ın ahlakı diye bir

şey yoktur çünkü ahlak evrenseldir.

Örneklendirirsek, yürürken bir kalabalığın

içinde yere tükürseniz insanlar ahlaksız

derler. Fakat dağda bayırdayız. Tükürdük

yere hiçbir sakıncası yok. Bu ahlaktır.

İnsanlar görürken de adam öldüremezsin,

görmezken de... O etiktir, evrenseldir yani,

zamanı, mekanı, adamı yoktur. 50000 yıl

önce de böyleydi bugün de böyle. İslam

dini dediğimiz şey bu evrensel temele

dayandığı için ebediyet iddiasında

bulunuyor. “Biz seni bütün insanlara

gönderdik.” der Kuran. Bütün bu ifadeler

bir evrensellik belirtir. Nuh’un 7 yasası da

Page 68: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

65

Musa’nın 9 yasası da aynı yasaklar ve

evrensel yasalardır. Biz buna din diyoruz.

Din = akıl = ahlak

Bu üçü aynı şeyleri söylüyor. Dolayısıyla

Allah bize formül vermiş olması lazım. O

formülün bir ayağı akıldır. Diğer ayağı

ahlaktır. O aklın içine tecrübeyi de

koyabiliriz. Kelamcılar şöyle tercüme

etmişler bunu:

Aklıselim (sağlam akıl), hissi selim (sağlam

his, empirik bilgiye ulaşabileceğimiz 5

duyu) ve vahiy. Bu üçünü bir araya

getirdiğimiz zaman bu formül bize

yeterlidir. Biz buna din diyoruz. Bu din

evrensel, evrensel olmayan bunların

uygulamalarıdır. Örnek olarak;

öldürmeyeceksin -dindir; ahlak da bunu

söyler akıl da… Ancak biri birini öldürdü

ne yapacak? Bu soruya 5 bin yıl önce

yaşayan insanlar farklı bir cevap üretti. 2

bin yıl önce yaşayan insanlar farklı bir

cevap üretti. Biz farklı bir cevap

üretiyoruz. Bizden sonrakiler farklı bir

cevap üretecekler. Biz bu değişkene şeriat

diyoruz. ‘Öldürmeyeceksin!’ dindir.

‘Öldürdü ne yapacağız?’ şeriattır yani,

hukuki uygulamalar değişiklik arz eder

ama din hiçbir şekilde değişmez. Maturidi

bunun için diyor ki: “Bütün peygamberler

tek bir din getirmişlerdir ama farklı şer’i

uygulamalar yapmışlardır.” Kur’an-ı

Kerim’de bir ayet var. Bir adam bir adamı

öldürürse ceza olarak ne lazım gelir ayet

bunu tartışıyor. Ayete göre üç tane yol var:

1. Öldürülmesini talep edebilirsin.

(Kısas)

2. Tazminat talep edebilirsin.

3. Affedebilirsin.

Allah hangisini tercih eder? Kur’an-ı

Kerim’in yaratmak istediği zihne bir bakın.

Aslında önerdiği üç tane uygulama var

olan uygulamalardır. İnsanlık tarihi bu

üçünün dışında değil. Tevrat’ta kısasa

kısas vardır. Göze göz, dişe diş uygulanır;

merhamet yoktur. Ne yaptıysa onun

karşılığı uygulanır. Fakat Kur’an-ı Kerim

bunun peşinde değil. Tazminat talep

edebilir. Öldürülmesini istemiyoruz, bize

onun karşılığında davar versin der.

Üçüncüsüne gelince; affedebilirsiniz der.

En zor olanı da budur. Allah bu üçünden

affetmeyi tercih eder. Allah affetmemizi

isterdi. Kur’an-ı Kerim affetmeyi önerir.

Aslında buna da biz etik ahlak deriz.

Kur’an-ı Kerim’de bir ayet vardır. Hep

şöyle tercüme edildi bu ayet: “Size yapılan

bir kötülüğe misliyle (benzer bir

kötülükle) karşılık verebilirsiniz.” Kur’an-ı

Kerim’in bu ‘Her şey karşılını bulsun.’ değil

de daha bir üst seviyeye bizi çıkarması

lazım diye farklı ayetleri de okuduğumdan

bu tercüme benim pek hoşuma gitmedi.

Şöyle bir tercüme yaptım: “Bir kötülüğe

kötülükle karşılık vermek de onun gibi

kötülüktür.” Bizim geleneğimiz içgüdüleri

akılla kontrol edebildiğine inanan bir

gelenektir. İnsanı tanımlarken akıl varlığı

deriz.

İnsanlara tavsiye edemediğiniz hiçbir şeyi

davranış yapmayınız. Kant’ın altın kural

dediği şey budur. Öyle davranın ki

insanlara tavsiye edebilesiniz. Ahlakın

temeli budur. Bize bir şey yaptıran aklımız

değil irademizdir. O yüzden Kur’an-ı Kerim

aklımızı değil irademizi eğitir çünkü

aklımız onu zaten bilir. Akıl Allah’ın

yeryüzündeki terazisidir. Neyin iyi neyin

kötü olduğunu bilir. Akıl çok kapsamlı bir

terazidir. Bunları bilir ama yeryüzünde bir

Page 69: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

66

sürü olumsuzluk vardır. Demek ki bilmek

yetmez. O halde onu eğitmek lazım.

İnsandaki iradeyi eğitir.

Burada aklın Allah’ın yeryüzündeki

terazisi oluşu eğer herhangi bir dine

uygulanacak olursa tek kelimede

karşılığını İslam’da bulacaktır. Bir din

adamı olan Katolik geleneğin babası şunu

söylüyor: ‘Dinin başkenti Kudüs, felsefenin

başkenti Atina’dır. Bu ikisi birbirine ne

kadar uzaksa din ve akıl da birbirine o

kadar uzaktır. Kudüs ve Atina ne kadar

uzaksa akıl ve vahiy de birbirine o kadar

uzaktır.” diyor. Tam tersi bizim

düşüncemizde de vardır. Mezhepler

geleneğinde de hiçbir şekilde aklı dışlayan

bir gelenek olmamıştır. Akıl vurgusu

Kur’an-ı Kerim’de 700’e yakın ayette

geçtiği söylenir. Bir ayet der ki: “Aklını

ancak bilgi sahipleri doğru dürüst

kullanabilirler.” Sistem budur. Bilgi yoksa

akıl işe yaramaz. Akla malzeme

vermezseniz hiçbir şey yapmaz. Hatta “boş

zihin şeytanın atölyesidir” denir. Hiçbir

şey yoksa akıl şeytanlığa çalışır. Bu ayet,

bir ilke olarak benimsenmelidir: “Ancak

bilgi sahibi olanlar aklını kullanabilirler.”

Page 70: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

67

GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN

Page 71: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

68

millikanal.com

Page 72: Gencay Dergisi - Sayı 34 - Kasım 2014

GENCAY

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI

MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.