gencay dergisi - sayı 51 - nisan 2016

46

Upload: gencay-dergisi

Post on 28-Jul-2016

229 views

Category:

Documents


2 download

DESCRIPTION

Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016 http://www.gencaydergisi.com

TRANSCRIPT

Page 1: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016
Page 2: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

www.millidusunce.org

Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı

Kızılay/ANKARA

Telefon: 0 (312) 231 31 94

Belgeç: 0 (312) 231 31 22

Page 3: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi

Yıl 5 Sayı 51 – Nisan 2016

Ücretsiz e-dergi

www.gencaydergisi.com

[email protected]

BÜYÜK BİR DEVRİMİN 120. YILI / Nami Cem İYİGÜN

BİR DİRHEM ET BİN AYIP MI ÖRTER? / Fatma Özge ÖZDEMİR

DEĞİŞİM İSTEĞİ/ Çağhan SARI

ÇARPIK ÇAĞ VE TÜRK GENCİNE DÜŞEN GÖREV / Ertuğrul Kaan ÇAM

VE İKLİMİN KOYUSU / Mehmet Batuhan KAYNAKÇI

KUT-ÜL AMMARE ZAFERİ VE DIŞ BASINA YANSIMALARI / Bahadır Sancar OKUR

TÜRK’ÜN MANEVİ HAZİNESİ / Şeyma KIRAÇ

TÜRK KAMU YÖNETİMİNDE UYGULAMAYA İLİŞKİN BAŞLICA SORUNLAR VE ÇÖZÜM

ÖNERİLERİ / Anıl ÇİLOĞLU

ŞAMANDIRA / Ayhan TUĞCUGİL (İskender ÖKSÜZ)

Kitap Tanıtımı: İKBAL VURUCU – SONA DOĞRU “KÜRT AÇILIMI”

(DEMOKRATİKLEŞME Mİ? YIKIM PROJESİ Mİ?) / Milli Kitap

Page 4: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

1

BÜYÜK BİR DEVRİMİN 120. YILI

Nami Cem İYİGÜN

Danimarkalı mukayeseli diller profesörü

Vilhelm Thomsen, uzun zamandır varlığı

bilinen, fakat kendisinden önceki

araştırmacıların gizemli harflerini bir türlü

çözemedikleri Orhun kitabelerini

çözdüğünü dünyaya duyurduğunda

tarihler 1893 yılını gösteriyordu.

Thomsen, 1893 yılının Aralık ayında

Danimarka Kraliyet İlimler

Akademisi’ndeki toplantıda Orhun

bölgesinde bulunan taştan abidelerin

üzerindeki meçhul yazıları Türkçe olarak

okumayı başardığını açıklıyordu. O

toplantıda sadece keşfini ilan etmekle

yetinen Thomsen, takip eden birkaç yıl

içerisinde metinlerin neşri işini

tamamlıyor ve 1896 yılında kitabelerde

yazılanların tamamını içeren “Inscriptions

de I’OrkunDéchiffrées (Çözülmüş Orhun

Yazıtları)” adlı eserini yayımlıyordu.

Günümüzden tam 120 yıl önce Thomsen’ın

yaptığı bu titiz ve mükemmel yayın, daha

sonraki yayınlara da daima örnek ve

kaynak teşkil etti.

Orhun kitabelerinin keşfedilip okunması,

bütün insanlığın ve tabii Türk dünyasının

tarihe bakışını baştan aşağı değiştiren

büyük bir devrim olmuştur. Türklerin 7.-8.

Yüzyıllarda da “Türk” diye anıldıkları,

“Türk” adını taşıyan devlet kurdukları,

1200 yıl sonra bile rahatça anlaşılan arı bir

Türkçe konuştukları ve henüz o tarihlerde

zenginlik ve gelişmişliğiyle asırlar

öncesinden geldiği anlaşılan milli bir

alfabeleri bulunduğunun keşfi, Türkleri

köksüz ve medeniyetsiz bir millet olarak

kabul etme eğilimindeki batılı

oryantalistlerin suratına bir tokat gibi

inmiştir. Diğer taraftan, o güne değin kendi

tarihlerini boy veya hanedan odaklı bir

şekilde ele alma eğiliminde olan Türkler

de Orhun kitabelerinin keşfi sayesinde

bütün Türklük âlemi için ortak olan ve

Orta Asya’dan kaynak alan milli bir

tarihleri olduğunun bilincine varmışlardır.

Böylece Türk dünyasındaki kısır ve

hikâyelerle karışık tarih anlatımlarının

yerini geniş perspektifli ve rasyonel

temellere dayalı bir tarihçilik metodu

almaya başlamıştır.

Bu devrimin etkileri, sadece tarih bilimi

alanında değil, dilden kültüre ve sanattan

siyasete kadar her alanda kendini

hissettirmiştir. Türk tarihi ve kültürü

hakkında aydınlatıcı bilgilerle dolu olan

Orhun Kitabeleri’nin, aynı zamanda

“Türklük bilincini oluşturmayı ve Türk

birliğini sağlamayı” amaçlayan Göktürk

Kağanlığı’nın resmi ağzıyla yazılmış birer

siyasi manifesto özelliği taşıması, millet ve

milliyetçilik kavramlarını Fransız İhtilali

ile başlatan klasik batı görüşünü

tepetaklak etmiştir. Türk Milleti’ne başka

milletlerin buyruğu altında geçirilen

yılların ıstırabını anlattıktan sonra

kurtuluşun “cesur kağanların çevresinde

Page 5: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

2

toplanmak ve töreyi kurmak”tan geçtiğini

nasihat eden kitabelerin 1200 yıl

geçmişten yankılanan bu haykırışı, Türk

dünyasında heyecanla karşılanmış ve

Osmanlı coğrafyası da dâhil olmak üzere

bütün Türk dünyasındaki Türkçü-Turancı

hareketler tarihi referanslarını Orhun

Kitabelerinde bulmuşlardır.

Türkiye’de, Türk Ocağı ve İttihat Terakki

Cemiyeti gibi kuruluşlar bünyesinde

Türkçü-Turancı görüşlerin yükselişe

geçtiği 1910’lu yıllarda, Türk dilinin

sadeleştirilmesi ve yabancı kökenli

sözcüklerden arındırılması düşüncesinin

doğuşunda yine Orhun Kitabeleri’nin keşfi

büyük rol oynayacaktı. Fransız oryantalist

Pavet de Courteille’in 1870’te yayımlanan

“Çağatayca Sözlüğü” ve Kaşgarlı

Mahmud’un 1917’de yeniden basılan

“Divan-ı Lûgat-it Türk” başyapıtı ile

birlikte Thomsen’in 1896’da yayımladığı

Orhun Kitabeleri çözümlemesi de dilde

köklere dönüş düşüncesine malzeme

sağlayan ana kaynaklardan biri olacaktı.

Nihayet, cumhuriyetin ilanını takiben

başlatılan ulus kimlik inşası ve dil, kültür

ve tarih devrimlerinin temelinde de bir

bakıma Orhun Abideleri’nden seslenen

Bilge Kağan’ın “Türk budun erkin ökün

(Türk milleti kendine gel)!” çağrısı

yatacaktı.

Göktürk Yazılı Kitabeler ve Bulunuşları

Aslında doğuda çok eskiden beri Göktürk

yazılı kitabelerin varlığı biliniyor ve bazı

eski tarihçi ve gezginlerin notlarında bu

kitabelerden söz ediliyordu. Eski Çin

vesikaları, Türklerin üzerine yazılar

yazdıkları taştan yazıtların dikilişini en

erken haber veren kaynaklardı. 13.

Yüzyılda “Târîh-i Cihangüşâ”yı yazan

İlhanlı tarihçisi Cüveynî de Göktürk yazılı

kayaları görmüş ve şöyle demişti: “Bir

Uygur efsanesine göre onların dünya

yüzüne çıktıkları ilk yer Orhon Nehri’nin

kıyısıdır. Bu nehir, Karakorum denilen bir

dağdan çıkar. Bunlardan başka, nehrin

kenarında eskiden Ordu-Balık, bugün

Mavu-Balık denilen bir şehir vardır. Bu

şehrin yakınında bulunan kayalara yazılar

yazılmıştı. Ben onları gördüm.” Keza 15.

Yüzyılda yaşamış meşhur tarihçi İbn-i

Arabşah da Göktürk harflerinden

bahsetmiş ve yüzyılın ilk yarısında yazdığı

eseri “Acâibü’l-Makdûr fî Nevâib-i

Teymur” adlı eserinde “Çin’de Türklerin

dulbercin” diye adlandırılan 41 harfli bir

yazıları var; ben gördüm” yazmıştı. Ne var

ki Göktürk yazılı kitabelerin batıda

bilinmesi ve böylece bilim çevrelerinin

merakını celp etmesi için yüzyıllar

geçmesi gerekmişti.

Batıda Göktürk yazılı kitabelerden

bahseden ilk kişi 17. Yüzyılın sonlarına

doğru Romen seyyah ve şarkiyatçı Nicolaie

Gavriloviç Milescu idi ve Rus elçisi olarak

Çin’e giderken yolunun üstünde gördüğü

kitabeleri tuttuğu günlüğüne kaydetmişti.

Milescu ve onu takip eden diğer batılı

kâşiflerin bulduğu, aynı meçhul yazıyla

yazılmış kitabelerin hepsi Kara Yüs, Uybat

ve Tes gibi Yenisey bölgesindeki

kitabelerdi. Bu kitabelerden birkaçını da

savaşta Ruslara esir düşen ve sürgün

edildiği Sibirya bölgesinde on yıldan fazla

bir zaman geçiren İsveçli yüzbaşı Johann

von Strahlenberg bulmuştu. Strahlenberg,

18. Yüzyılın ilk yarısında memleketi

İsveç’e döndükten sonra, Sibirya’dayken

rastladığı ve kopyalarını aldığı kitabeleri

gösteren bir eser yayımladı. Milescu gibi

Page 6: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

3

kendinden önceki kâşiflerin pek dikkat

çekmeyen kayıtlarının aksine

Strahlenberg’in belgeli eseri batı ilim

çevrelerinin dikkatini çekmeyi başardı ve

Asya’nın her tarafından fışkıran Göktürk

yazılı kitabeler bilim dünyasının dikkatine

sunulmuş oldu.

Bu aşamadan sonra batılı âlimler taş

yazıtların üzerinde rastlanan yazı türünün

hangi millete ait olabileceği hakkında

tahmin ve teorilerini ortaya koymaya

başlamışlardı. Söz konusu yazı, kimine

göre Yunan ve Romalılara, kimine göre

Gotlara, kimine göre Prusyalılara, kimine

göre Keltlere, kimine göre de Moğol ve

Kalmuklara aitti. Fakat henüz yazıyı

çözebilen ve adeta bölgedeki her taşın

altından çıkan meçhul harflerin hangi dile

ait olduğunu tespit edebilen yoktu. 19.

Yüzyılın sonlarına doğru araştırmalar

daha da ciddileşti ve bölgeye ilmi seferler

düzenlenmeye başladı. 1889 yılının

Temmuz ayında Rus Coğrafya Cemiyeti

tarafından ilmî bir sefer heyetinin başında

Moğolistan’a gönderilen etnograf ve

gazeteci Nikolay M. Yadrintsev,

Moğolistan’da araştırmalar yaparken aynı

meçhul yazıyı taşıyan daha büyük taşlar

buldu. Ulan Bator’un 400 km kadar

batısında, Orhun ırmağının suladığı

mukaddes topraklarda, 47,5 derece kuzey

enlemiyle 103 derece doğu boylamının

kesiştiği yerde, kaplumbağaya benzer bir

taş heykelin yanına uzanmış ve 3.75 metre

boyundaki beyaz mermer abide, daha

sonra Köktürk şehzadelerinden Köl Tigin’e

ait olduğu anlaşılacak olan Bengü-taştı. Bir

kilometre mesafede, üç parçaya bölünmüş,

bir kısmı kumlar altında kalmış gri

granitten yapılma bir abide daha vardı ve

bu ikinci abide de Köktürklerin büyük

hükümdarı Bilge Kağan’a ait olan Bengü-

taştı.

Köl Tigin ve Bilge Kağan Bengü-taşlarının

bulunuşu, yazıyı çözmeye çalışan

bilginlere yeni ufuklar açmıştı. Yeni

yazıtlar, önceden bulunanlar gibi birkaç

satır değil, oldukça hacimliydi ve üstelik

her iki Bengü-taşın da batı cephelerinde

birer Çince metin vardı. Bu metinler

okunmuş, tercüme ettirilmiş, abidelerin

Köktürklere ait olduğu anlaşılmış ve sıra

yazıyı çözmeye gelmişti. Finlandiya Fin-

Ugor Cemiyetinin ve Rus İlimler

Akademisi’nin neşrettiği mükemmel

fotoğraflar ve atlaslar üzerinde âlimler

heyecanla çalışmaya koyulmuşlardı.

Ömrünü Türk dünyasını araştırmaya

adayan ve Türkoloji’nin babası olarak

bilinen Alman asıllı Rus bilgin Wilhelm

Radloff, o sıralarda üzerinde çalışmakta

olduğu Uygur harfli Kutadgu Bilig’i

bırakmış ve Türklerin bu esrarlı

yazılarının anahtarını bulmaya girişmişti.

Aynı zamanlarda, Danimarka Kraliyet

İlimler Akademisi azası ve ondan fazla dil

bilen ünlü mukayeseli diller profesörü

Vilhelm Thomsen de taşlar üzerindeki

esrarlı yazıların anahtarını keşfetmeye

çalışmaktaydı. İki bilgin arasında

heyecanlı bir yarış başlamıştı ve bu yarışı

kazanan Prof. Thomsen olacaktı.

Page 7: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

4

Orhun Kitabelerinin Çözülüşü:

“Tanrı”yı bulan “Türk”ü de buluyor.

Hem Radloff hem de Thomsen, sağdan sola

mı, yoksa soldan sağa mı yazıldığı bile

meçhul olan yazıyı çözmek için eldeki

fotoğrafları bir o yana, bir bu yana

yatırsalar da uzun süre bir netice elde

edemezler. İlk olarak Thomsen, Köl Tigin

ile Bilge Kağan anıtlarındaki benzer

metinlerden yararlanarak satırların

sağdan sola sıralandığını anlar. Alfabedeki

işaret sayısının 38 olduğunu ve

kelimelerin birbirinden genellikle üst üste

iki nokta ile ayrıldığını da artık biliyordur.

Sonra ünlüler için özel işaretler bulunup

bulunmadığını ve hangileri olabileceğini

araştırmaya koyulur. Sorunla ilgili geçici

bir karara varmak için, eğer “ x y x ” gibi

bir dizi varsa, yani işaretin önünde ve

arkasında aynı işaret bulunuyorsa, ağır

basan ihtimalin x’in ünsüz olması halinde

y’nin ünlü ya da tam tersi olacağı

kanaatinden hareket eder. Bu yöntemle üç

ünlü tespit eder ve tespit ettiği üç ünlü

işareti ile ünsüz olmaları gerektiği

sonucuna vardığı geride kalan işaretler

arasındaki ilişkilere yoğunlaşır. Belirli

ünsüzlerin yalnızca şu ya da bu ünlüyle

birlikte kullanıldığı gibi birtakım değişmez

kuralların varlığını sezmekte gecikmez.

Böylece üç ünlüyü “u/o”, “i” ve “e” olarak

belirler.

Thomsen “u/o” ve “i”yi doğru tahmin

etmiş, fakat aslında “ö/ü” olan üçüncüsünü

“e” tahmin ederek yanılınca çıkmaza

girmiştir. Uzun süre ilerlemesini

engelleyen yanılgısından bir süre sonra

dönmüş ve söz konusu işareti “ö/ü” olarak

tespit etmiştir. Akabinde “a/e” seslerini

veren işaretten de emin olmuştur. Ayrıca

aynı ses için ünlünün cinsine göre değişik

şekilleri olan birçok ünsüz işaretinin

bulunduğunu ve aynı kelimenin değişik

yazış biçimlerinde işaretlerin hayli önemli

bir kısmının birbiriyle patlamalılık ve

genizlilik gibi niteliklerine göre bir aileden

olabileceğini daha açık olarak kavramaya

başlamıştır. Bütün bu ilişkiler, Thomsen’e

incelemekte olduğu dilin büyük ve küçük

ses uyumlarına tabi bir dil olması

gerektiğini göstermiştir.

Thomsen’in yazıyı çözmesi için belli başlı

kelimelerin anlamını bulmasına ve

özellikle yazıtlarda sıkça geçen kelimeleri

çözümlemesine sıra gelmiştir. İlkin Çince

metinde geçen şahıs adlarını aramış ve

yazının içinde sık sık tekrarlanan harf

kümelerinin bu şahıs adlarına ait

olabileceğini düşünmüşse de Çince

metinde geçen Türk kişi adları, diğer

Page 8: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

5

bütün Çin kaynaklarında olduğu gibi

anlaşılmaz bir vaziyette bulunduğundan

çabası beyhude olmuştur. Bunu fark

ettikten sonra Yenisey yazıtlarında da çok

sık geçen dört harflik bir kelimenin peşine

düşmüştür. Üstelik belirgin bir surette

yazıtların yeni bölümlerinin başında ve

Hakan unvanı olarak kullanılan

birleşimlerde geçen bu kelimenin

sonundaki “i” harfini de önceden

keşfetmiştir. Bulmaca çözerken yapıldığı

gibi, diğer üç işaretin yerine çeşitli harfler

tatbik ederek kelimenin ne olduğunu

bulmaya çalışırken bir aşamada o

mukaddes kelimeyi yakalamış ve tüm Türk

lehçelerinde ortaklaşa bulunan

“sema/gök/Tanrı” anlamlarındaki “Täŋri

(Tengri)” kelimesini saptamıştır. Şimdi

elinde “t”, “e”, “ng” ve “r” sesleri de vardır.

Böyle olunca yazıtlarda sıkça geçen başka

bir harf kümesinin “Türk” ve bir diğerinin

de “Kül/Köl Tigin” olduğunu keşfetmesi

çok sürmez. Arkası çorap söküğü gibi gelir

ve Danimarkalı dil bilimci esrarlı harflerin

sırrını artık çözmüştür.

Sonuç

Aslında Thomsen alfabeyi çözdüğü sırada

Radloff da çözüme çok yaklaşmıştı.

Nitekim 22 Kasım 1893’te Thomsen’e

yazdığı bir mektupta o da üç harfin

ünlüleri gösteren harfler olduğunu ve

birinin de “i”yi karşıladığını belirtiyordu.

Ne var ki bazı kelimeleri çözmeyi daha

önce başaran ve bu yolla tüm yazıyı

çözmeyi başardığını ilk ilan eden Vilhelm

Thomsen olmuştu. 1896’da Thomsen’in

“Çözülmüş Orhun Yazıtları” adlı eserini

yayımlamasından bir yıl sonra 1897’de

botanikçi Yelizaveta Klements tarafından

üçüncü bir Bengü-taş daha keşfedildi. Tola

ırmağının yukarı mecrasındaki Bayın-

Çokto bölgesinde ve Köl Tigin ile Bilge

Kağan abidelerinin 360 km doğusunda

bulunan Tonyukuk Bengü-taşı, ilk önce

Radloff tarafından neşredilecekti.

Orhun Abideleri’nin ve dolayısıyla Göktürk

yazısının çözülmesiyle Yenisey

Yazıtları’nın büyük bölümü de okunabildi

ve Türk tarihinin erken safhaları

aydınlatılabildi. Eski Türklerin yazılı

edebiyat külliyatı Köl Tigin, Bilge Kağan ve

Tonyukuk yazıtlarından müteşekkil Orhun

Abideleri, Çoyren Yazıtı gibi yine

Göktürklerden kalma çeşitli yazıtlar ve

Yenisey anıt taşlarının metinlerinin

okunmasıyla zenginleşti. Göktürk yazılı bu

kitabelerde Türk Milleti’nin türeyişinden

Türk devletinin kuruluş ve çözülüşüne,

eski Türklerin dostları, düşmanları ve

komşularından yemekleri, müzikleri,

kıyafetleri, töreleri ve adetlerine kadar

birçok konular edebi bir dille işleniyordu.

Yazıt içeriklerinde cümlelerin bazen kısa,

bazen uzun oluşu, manaya kuvvet vermek

için kimi zaman aynı kelimenin yakın

yerlerde tekrarlanması, yani bir nevi tekrir

sanatı yapılması, kimi zaman ise anlamı

birbirine yakın kelimelerin aynı cümlede

veya ardı ardına gelen cümlelerde

kullanılması, birbiriyle uyumlu bir biçimde

telif edilmiş fiiller ve tasvirlerdeki

sahtelikten uzak, sade ve kuvvetli ifade,

yüksek bir edebi değere işaret ediyordu.

Yazıcı Yullug Tigin, Bilge Kağan’ın

ağzından Türk milletine hitap ederken ne

kadar lirik ve romantik ise, tarihi vakaları

aktarmakta da bir o kadar realistti.

Page 9: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

6

Bütün bu özellikleriyle Göktürk yazılı

kitabeler, alelade bir dil ve tarih belgesi

olmaktan kurtulmakta ve Türkçe’nin 6.-7.-

8. Yüzyıllarda bu denli muntazam, güzel ve

imlası mazbut bir nesir dili olabilmesi için

çok uzun tekâmül devirleri geçirmiş

olması gerektiğini düşündürmektedir.

Hakikaten de gelecekte Merkezi Asya’da

sürecek arkeolojik ve tarihi keşiflerin,

Orhun Abideleri kadar büyük ve belki

onlardan bile eski daha birçok Türk

yazıtının keşfine gebe olduğu

düşünülmektedir. Danimarkalı bir

dilbilimcinin bugün 120. Yılını idrak

ettiğimiz Orhun Abideleri’nin okunması

devrimine benzer yeni devrimsel

gelişmelerin yabancılardan değil de Türk

dünyasının kendi evlatlarından çıkmasını

istiyorsak Türk dünyası olarak daha çok

tarihçi, dilci, arkeolog ve her daldan bilim

insanı yetiştirmek dışında bir çaremiz

bulunmamaktadır.

Kaynakça:

Ercilasun (A.B.), Başlangıçtan Yirminci Yüzyıla Türk

Dili Tarihi, Akçağ Yayınları, 2004.

İyigün (N.C.), Türklerin Etnik, Kültürel ve Tarihi

Kökleri, Papillon Yayınları, 2012.

Kafesoğlu (İ.), Türk Milli Kültürü, Ötüken Neşriyat,

1997.

Orkun (H.N.), Eski Türk Yazıtları, Türk Dil Kurumu

Yayınları, 2000.

Thomsen (V.), Orhon Yazıtları Araştırmaları, Türk

Dil Kurumu Yayınları, 2011.

Page 10: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

7

BİR DİRHEM ET BİN AYIP MI ÖRTER Fatma Özge ÖZDEMİR

Obezitenin hala hastalık olup olmadığı

tartışılırken, 1980 yılından bu yana hızla

artan obezite özellikle çocuklarda tehlike

arz ediyor. Obezite, Dünya Sağlık Örgütü

(DSÖ) tarafından vücutta sağlığı bozacak

ölçüde aşırı yağ birikmesi olarak

tanımlanmıştır. Bireylerin günlük

yaşamlarında yaşa, cinsiyete, yaptıkları

işe, genetik ve fizyolojik özelliklerine göre

değişen enerji ihtiyaçları vardır. Günlük

alınan enerji miktarının harcanan enerji

miktarından fazla olması durumunda

obezite sorunu meydana çıkmaktadır.

Yetişkin erkeklerde vücut ağırlığının %15-

18’i, kadınlarda ise %20-25’iniyağ dokusu

oluşturmaktadır. Bu oranın

erkeklerde%25, kadınlarda ise %30’un

üstüne çıkması obeziteyi oluşturmaktadır

(Obezite Nedir?, 2016). Dünya Sağlık

Örgütü, obezite hastalığını belirlemek için

Beden Kitle Endeksi(BKİ) kullanmıştır.

Beden kitle endeksi, kilogram cinsinden

vücut ağırlığının, metre cinsinden boy

uzunluğunun karesine bölünmesiyle,

Beden Kitle İndeksi (VKİ) = Vücut Ağırlığı (kg.)

/ Boy uzunluğunun karesi (m.)

şeklinde hesaplanır. İdeal ağırlık ise,

ulaşılmak istenen beden kitle indeksinin

boy uzunluğunun karesi ile çarpılmasıyla

elde edilir.

İdeal Kilo = Ulaşılmak istenen BKİ değeri / Boy

uzunluğunun karesi

BKİ boy uzunluğuna göre vücut ağırlığının

tahmin edilmesinde kullanılmakta, vücutta

yağ dağılımı hakkında bilgi

vermemektedir. DSÖ’ye göre uluslararası

obezite sınıflandırması Tablo 1’de

verilmiştir.

Resim 1: Yetişkinlerde BKİ’ne göre zayıflık, fazla

kiloluluk ve obezitenin sınıflandırılması

Yukarıdaki resimde yeşil renk ile

gösterilen alan BKİ’de olunması gereken

ideal alanı, turuncu alan dikkat edilmesi ve

önlem alınması gereken alanı, kırmızı alan

ise tehlike arz eden alanı göstermektedir.

Resim 2: Vücudumuzdaki toplam yağ yüzdesi

oranları ve bel çevresi ölçümünde risk oluşturan

sınırlar

Page 11: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

8

Obezitenin Saptanması ve Önlenmesi

Obezite, tüm toplumlarda çok yaygın

görülen bir sağlık sorunudur ve giderek

küresel bir epidemi halini almaktadır.

Obezite sıklığının bu hızlı artışını

durdurmanın en önemli yolu bireylerin

obez olmalarını önlemektir. Bu amaçla

topluma dönük doğru ve bilimsel

uygulamalar çocukluktan itibaren

başlatılmalıdır. Temel olarak iki husus

önemsenmelidir. Bunlar:

1- Yeterli ve Dengeli Beslenme ve

2- Fiziksel aktivite yapılmasıdır (Kurumu,

2013). Obezitenin önlenmesi aşamasında

alınan önlemler

a) Merkeze ve Yerel Yönetimlere Yönelik

Önlemler,

b) Bireye Yönelik Önlemler olarak iki

başlık altında toplanabilir.

a) Merkeze ve Yerel Yönetimlere

Yönelik Önlemler;

• Haberleşme kanalları vasıtasıyla

toplumun yeterli ve dengeli beslenme ve

düzenli fiziksel aktivite hakkında

bilgilendirilmesi,

• Topluma yeterli ve dengeli beslenme ve

fiziksel aktivite alışkanlığı kazandırmak

için eldeki imkânların sağlanması

• Fiziksel aktivite alanlarının sağlanması

ve yürüyüş, bisiklet yollarının yapılması,

• Toplu beslenme alanlarının yetkililerce

sürekli olarak denetlenmesi

b) Bireye Yönelik Önlemler;

• Aile hekimlerinin obezite konusunda

bilgileri arttırılmalı ve obezite ile

mücadelede aktif rol almaları sağlanmalı,

• Sağlık personelleri, sağlık hizmetleri

sundukları alanda obezite ve risk

faktörleri açısından bilgilendirmeye

yönelik toplu eğitimler vermeli,

• Bölgedeki yerel yönetim birimleri,

eğitim kurumları ve iş yerleri ile işbirliği

yapılmalıdır.

Obezitenin Neden Olduğu Sağlık

Sorunları Nelerdir?

Günümüzde obezitenin en sık nedenleri

arasında gıdalara ulaşımın kolaylığı ve

hareketsiz yaşam tarzıdır. Alınan enerjinin

harcanan enerjiden fazla olması

dolayısıyla vücut yağ depolamaya başlar.

Obeziteye neden olan durumlar aşağıdaki

gibi sıralanabilir:

• Dengesiz beslenme

• Yetersiz fiziksel aktivite

• Bazı endokrin rahatsızlıklar

• Metabolik kontrolü bozan ilaçlar

Obezitenin neden olduğu hastalıklar:

• Kalp damar rahatsızlığı

• Yüksek tansiyon

• Felç

• Tip 2 diyabet

• Kanser

• Uyku apnesi

Page 12: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

9

• Safra taşı oluşumu

• Hiperlipidemi – Hipertrigliseridemi

• Karaciğer yağlanması

• Solunum zorluğu

• Aşırı kıllanma

• Osteoartrit

• Kısırlık

• Adet düzensizliği (2015)

• Özellikle sık aralıklarla ağırlık

kaybetme ve kazanma sonucunda deri altı

yağ dokusunun fazla olması nedeniyle deri

enfeksiyonları, kasıklarda ve ayaklarda

mantar enfeksiyonları

• Ruhsal sorunlar (Anoreksiya nevroza

(yemek yememe) veya Blumia nevroza

(kusarak yediği besinlerden

yararlanmama), Bingeeating (tıkınırcasına

yeme), gece yeme sendromu gibi ortaya

çıkabilir veya bir şeyi daha fazla yiyerek

psikolojik doyum sağlamaya çalışma)

(World Health Organization Obesity and

Overweight Fact, 2016)

• Toplumsal uyumsuzluklar

Son yıllarda yapılan araştırmalara göre

ülkemizde fiziksel aktivitenin azalması,

beslenme enerjisi yüksek olan doymuş yağ

asitleri alımı ve ayaküstü beslenmenin

artış göstermesi, televizyon ve bilgisayar

başında geçirilen sürenin artması obezite

oranının yetişkin kadın erkeklerle birlikte

çocuk ve gençler arasında da artmaya

başladığını göstermektedir (Hakan Kayar,

2013).

Kız çocuklarında erken ergenlik

yaşanmasını obezitenin tetiklediği

düşünülüyor. Bir nesil önceki kız

çocuklarında 11 yaşında görülmeye

başlayan meme gelişimi günümüzde

neredeyse 7 yaşında görülmektedir. Ancak

bu durum tam anlamıyla netlik

kazanmadığı için hala incelemeye tabidir.

Fakat durumda herhangi bir gerileme

eylemi de görülmemektedir. Vücutta

östrojeni sadece yumurtalıklar üretmez,

yağ hücreleri tarafından da östrojen

üretilir. Bu durum da çocuklarda erken

ergenliği tetikleyen bir olgu olarak

karşımıza çıkmaktadır. Obezite hem

yetişkinler hem de çocuklar için önemli bir

sağlık sorunudur. Sosyal ve psikolojik

yönü ele alınırsa eğer çocuklar için ne

derece önemli olduğunun farkına

varılabilir.

Sonuç

Obezite tedavisinde amaç, gerçekçi bir

vücut ağırlığı kaybı hedeflenerek,

obeziteye ilişkin morbidite ve mortalite

risklerini azaltmak, bireye yeterli ve

dengeli beslenme alışkanlığı kazandırmak

ve yaşam kalitesini yükseltmektir. Obezite

oluşmadan korunma büyük önem

taşımaktadır. Obezitenin etiyolojisinde

pek çok faktörün etkili olması, bu

hastalığın önlenmesi ve tedavisini son

derece güç ve karmaşık hale

getirmektedir. Bu nedenle obezite

tedavisinde hekim, diyetisyen, psikolog,

fizyoterapistten oluşan bir ekip

gerekmektedir.

Page 13: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

10

Birinin obez olup olmadığına nasıl karar

vereceğinin büyük oranda bilinmemesi,

obez olan ya da kendini obez olarak

algılayanların bir bölümünün obeziteyi

sağlık sorunu olarak görmemesi bizlere

obezite konusunda bilgi açığını

göstermektedir.

Obezitenin neden olduğu sağlık risklerinin

farkındalığı arttırılmalı, fazla kilolu ve

obezlerin sağlıklı kiloya sahip olmak için

daha fazla çaba harcamasını yardım

edilmelidir. Bu durum ayrıca fazla kilolu

ve obezlerin; obeziteye yönelik halk sağlığı

mesajlarını doğru şekilde, mesajların

kendilerine yönelik olduğunun farkında

olarak değerlendirmelerine katkı

sağlayacaktır (Bakanlığı, 2012).

Aşırı ve düzensiz beslenmek, fiziksel

aktivitelerin az olması obeziteye yol

açabilecek sorunların başında

gelmektedir. Obezite probleminin en

önemli faktörleri arasında düzensiz

beslenme ve fiziksel aktivitenin azlığı

gelmektedir. Bunların dışında ise genetik,

çevresel, nörolojik, fizyolojik,

biyokimyasal, sosyokültürel ve psikolojik

gibi birçok etken de obezite hastalığına yol

açabilmektedir. Özellikle çocukluk

döneminde obezite hastalığına yakalanma

riski daha fazladır. Buna sebep olarak da

çevresel ve psikolojik etkenler

gösterilmektedir.

Yapılan araştırmalara göre günde sadece

ikiburger köftesi ve bir diyet

meşrubat(gazlı içecek) tüketmek bile

metaboliksendrom riskini

artırabilmektedir. Metabolitiksendrom;

kalp ve şeker hastalığı riskini artıran

mühim bir rahatsızlıktır (Özmert, 2016).

Obezite maalesef günümüzde toplumun

giderek daha fazla kesimini etkileyen bir

hastalık haline gelmeye başlamıştır.

Sağlıksız beslenme alışkanlıklarından

kaynaklanan bu durum, genetiği

değiştirilmiş gıdalar ve fastfood kültürü

tarafından da desteklenmektedir. Eğer

sağlıklı bir şekilde obeziteden uzak

durmak gerekirse günlük harcanan enerji

miktarına göre bir beslenme düzeni

oluşturmalı ve alınan besinlerin doymamış

yağ oranlarına dikkat edilmelidir. Bilhassa

dışarıda yeme alışkanlığının obeziteyi

tetiklediği unutulmamalı ve çocukluk

döneminden itibaren takip edilmelidir.

Kaynakça

(2015). Bilim ve Teknik.

Bakanlığı, T. S. (2012). Türkiye Beden Ağırlığı Algısı

Araştırması. Ankara.

Hakan Kayar, S. U. (2013). Çağımızın Hastalığı

Obezite ve Tedavisi. Mersin Üniversitesi Sağlık

Bilimleri Dergisi, 2.

Kurumu, T. H. (2013). Obezitenin Önlenmesi. Obezite

İle Mücadele El Kitabı (s. 27). içinde Ankara: Sağlık

Bakanlığı.

Obezite Nedir? (2016, Mart).

http://www.who.int/nutrition/en/. adresinden

alınmıştır

Page 14: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

11

World Health Organization Obesity and Overweight

Fact. (2016, Mart 18).

http://who.int/mediacentre/factsheets/fs3117en/p

rint.html. adresinden alınmıştır

Resim 3: Beden Kitle İndeksine göre yeme tablosu

Page 15: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

12

DEĞİŞİM İSTEĞİ Çağhan SARI

Türk siyasi yaşamının ilk gizli oy kapalı

tasnif usulü ile yapılan seçimi sonrası

Cumhuriyet Halk Partisi iktidarı Demokrat

Parti'ye devretmişti. Cumhurbaşkanı

İnönü, Çankaya'dan inip ana muhalefet

lideri oluyordu. Seçimin üzerinden bir

hafta geçtikten sonra oğlu Erdal İnönü'ye

yazdığı mektubunda, seçim sonucunu

sükûnetle karşıladığını ve yenilginin haklı

haksız birçok sebebi olduğunu

belirtiyordu. İnönü, yenilginin

sebeplerinin başına ise ''milletlerin en tabî

isteği, değişim isteği'' diyordu. Evet,

değişim isteği. Uzun yıllar bir idare

mekanizmasının yıpranması yahut bu

idare mekanizmasına muhtelif vasıtalar ile

bağlı kılınan bir kitlenin değişim arzusu.

Dr. Devlet Bahçeli'nin Genel Başkanlık

görevini üstlenişinden günümüze gelelim.

4 Nisan 1997 tarihinde Başbuğ Alparslan

Türkeş'in vefatından sonra gergin bir

kurultay süreci yaşanmış ve diğer

adayların Devlet Bahçeli lehine çekilmesi

ile MHP tarihinin ikinci genel başkanı

olmuştu. 1999'da MHP iktidara yürüdü.

DSP ve ANAP'la 57. Hükümet kuruldu.

MHP'nin yer aldığı 57. Hükümetin belki

cumhuriyet tarihinin en çok badirelerle

boğuşan hükümeti olduğunu tarih kaleme

alacaktır. Deprem felaketleri, yolsuzluklar,

bankalar üzerinden patlayan ekonomik

kriz, AB uyum yasaları tartışmaları derken

öne alınarak 2002'de yapılan seçimlerde

hükümet ortaklarının üçü de barajın

altında kaldı. MHP'nin oyları 1995'e

geriledi ve %8'de durdu. 2007'de MHP

tekrar parlamentoya döndü. 2011'de

MHP'nin baraj altında kalması için uğraş

veren güç merkezlerine rağmen barajın

altında inmedi. 2015'te ise malumunuz

üzerine Haziran-Kasım seçimleri

sonrasında değişim isteğinin yankıları

tabanda ciddi yükselmeye başladı.

Bu yazı, Dr. Devlet Bahçeli'nin geride

bıraktığı icraatları hatırlatmak maksadıyla

kaleme alınmadı. Kurultaya gidilirken

genel başkanlığa adaylığı açıklayan

isimlere yönelik bir tetkik amacı da

gütmüyor. Vurgulamak istediğimiz husus,

bu değişim isteklerine karşı ''hain''

söylemini geliştirenlerin düşmanca

tavırlarına ve genel kurul sonunda mutlak

bir değişimi öngörenlerin mevcut genel

başkana sin-kaflı hitap etmelerine

değinmeyeceğiz. İdareyi, adayları tenkit de

etmeyeceğiz. Bu yazımızda uzun yıllar

genel başkanlık vazifesini üstlenen

kişilerin nasıl veda ettiklerini yahut veda

edemediklerini hatırlatacağız. Herhangi

bir ilinti ya da benzerlik kurulmamasını

istirham ederken cumhuriyet tarihinin

koridorlarındaki yolculuğumuza

başlıyoruz. Şimdi, koltuğuna yaslanıp

tabletten, telefondan yahut bilgisayardan

Gencay'ı okuyanlar, bu iki kesimden birine

dâhil olanlar, haklılıklarından emin bir

halde sayfayı değiştirmek isteyebilirler.

Yazının devamını okumaya sebat edenler

de ne diyeceğimizin merakı içinde

önyargısını kalkık kaşlarla dışa

vurabilirler. Sükûnetli olunmasını istirham

ederiz. Nitekim değişim artık mutlaktır ve

siyaset ahlakının ekseninde olmalıdır.

Page 16: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

13

Bugün değişim seslerinin yükseldiği ve bu

yazının kaleme alındığı sırada Prof. Dr.

Ümit Özdağ'ın da resmi açıklamasıyla dört

genel başkan adayının belirdiği ortamda

Sayın Bahçeli, 19 yıla yakındır genel

başkanlığını sürdürüyor. Bu süre tarihe

intikal eden liderlerle kıyaslanıldığında

bazılarından uzun bazılarından kısa

olduğu görülecektir. Ancak uzun süren ve

tabanın arzu ettiği hedefleri kısmen

tutturabilen -hatta bazen hedefleri

yakalayamayan- liderler ''çekilsin artık''

sesleri ile karşılaşmışlardır.

1972'de CHP'de genç isim Bülent Ecevit,

yükselişe geçerken, 1950'den bu yana

girilen -27 Mayıs sonrası yapılan 1961

seçimi hariç- tüm seçimlerde birinci

olamayan İnönü'ye genel başkanlığı

bıraksın kampanyası başlamıştı. İnönü 88

yaşında ve 34 yıldır genel başkandı.

Kendisine yönelik bıraksın kampanyasına

cevaben ''bir bakmışsınız akşam kriz (kalp

krizi) ne genel başkan kalmış ne ihtilaf

kalmış'' diyerek sitem etmişti. 1972

Mayıs'ında genel başkanlığı Ecevit'e

bırakan İnönü ömründeki son bir yıla

doğal senatör olarak girmişti.

Tarihin cilvesi midir bilinmez, 1972

yılında genel başkanlığı başlayan ve 1980

darbesi ile siyasi hayatı 7 yıl kesintiye

uğrayan Bülent Ecevit, 2002 yılında

Başbakan olarak yorgun bedeniyle girdiği

son seçim öncesi kendi partisinden

bıraksın kampanyasına maruz kaldı. Siyasi

yasaklı olduğu dönemde eşinin kurduğu

Demokratik Sol Parti'nin dümenine

geçtikten sonra 1980 öncesine oranla

sloganları hayli değişmişti. Ecevit, solda

birleşme umutlarını tüketip, genel

başkanlığından ayrıldıktan sonra sırt

çevirdiği tarihi misyonu olan CHP yerine

birleşmenin DSP çatısı altında olmasında

diretmişti. 57. Hükümetin boğuştuğu

sorunlar sırasında DSP bölündü ve İsmail

Cem'in genel başkanlığında Yeni Türkiye

Partisi kuruldu. DSP grubu ikiye ayrılırken

bu bölünmenin baş sorumlusu olarak

Hüsamettin Özkan kamuoyunun

gündeminden düşmedi. Ecevit, önce mide

ve bağırsak ardından da kaburgasındaki

rahatsızlık nedeniyle uzun süre hastanede

kalmış, taburcu olduktan sonra da

Başbakanlık'ta değil evinde mesaiye

başlamıştı. Yeter çekilsin sesleri arasında

siyasi hayatına 3 Kasım 2002 seçimleri son

verdi. %1.5 oyla sahne kapandı. CHP'ye

bakacak olursak üç defa ara vererek

1992'den 2010'a kadar partinin genel

başkanlığını Deniz Baykal yürüttü. 2002 ve

2007 seçimlerinin sonuçlarına duyulan

memnuniyetsizliğe rağmen kurultayları

kazanan Baykal, özel yaşamını konu

edinmesi gereken bir hallin nihayetinde

başkanlıktan ayrıldı.

1959'a uzandığımızda Demokrat Parti'de

tabandan olmayan ama tavandan gelen bir

değişim arzusu güçlü olmamakla beraber

gayet güçlü bir yerden işitiliyor. Gatwick

uçak kazasından sonra Londra'da tedavi

gören Başbakan Adnan Menderes'in yurda

dönüşü iktidar-muhalefet ilişkilerinde

tansiyonu düşürür. Ancak Çankaya'dan

Menderes'in bir kaç ay daha istirahat edip,

başka bir ismin geçici olarak

başbakanlığına getirilmesi Koraltan

aracılığıyla Menderes'e bildirilir.

Menderes, bozuntuya vermez. O hafta

içerisinde bir kaç toplantı daha olur.

Menderes, Mükerrem Sarol'un

telkinleriyle bunun geçici değil bir genel

başkanlık değişimi hamlesi olduğunu

kabul ederek Çankaya ile ilişkilerini

zedeler. Demokrat Parti, bir sene sonra

Page 17: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

14

1960 darbesiyle devrileceği için üçüncü

bir genel başkanının olmasını çok

sonralarına saklayacaktır.

Kapanan Demokrat Parti'nin siyasi

mirasını üstlenen Adalet Partisi'nde ise

1964'ten 1980'e kadar aralıksız genel

başkanlık görevini Süleyman Demirel

sürdürdü. Siyasi yasakların kalkmasından

sonra DYP Genel Başkanı oldu. 1993'te

yedinci defa Başbakan oldu. Demirel'in

siyasi hayatının 1971'de ve 1980'de

bittiğini zannedenlere inat, ilk kez 1966'ta

karşısına çıkan cumhurbaşkanlığı şansını

1993'te değerlendirdi. Sekizinci

Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın ani

ölümünden sonra Dokuzuncu

Cumhurbaşkanı seçildi. Demirel her ne

kadar partisinin başından ayrılıp

Çankaya'ya çıksa da ''yeter bıraksın''

söylemlerini işitmekten kurtulamadı. 2000

yılında görev süresi dolacaktı. 28 Şubat

sürecinden kendisine cumhurbaşkanlığı

çıkarmak isteyen bazı isimlere karşı

hükümet, istikrar vurgusu yaparak 76

yaşındaki Demirel'in Çankaya'daki görev

süresini uzatmak için yasa değişikliği

hazırlıkları yaptı. Kamuoyu hazırlandı.

Muhalefetin de desteğini almak için sık sık

partileri kapatılan Milli Görüş

temsilcilerine parti kapatmayı zorlaştıran

hükümlerin de değişiklik paketinde

olacağı bildirildi. İmzalar toplandı ve

Meclis Genel Kurulu'na teklif getirildi.

Teklif, hazırlanma sırasında imza atan

milletvekillerinin çok altında bir oy alınca

Demirel için aktif siyaset sona erdi. ''Güniz

sokakta tavuk beslemem'' demeciyle aktif

siyasete göz kırpan Demirel'e basın

serzenişte bulundu. Görev süresinin

uzatılması sırasında baba vurgusu yapan

manşetlerin yerini, artık emekli ol söylemi

aldı.

Milli Görüş lider değişimi tartışmaları

sonrası resmen bölünme yaşamadı ama

ayrılık Fazilet Partisi'nin kapatılmasıyla

resmileşti. Milli Nizam Partisi, Milli

Selamet Partisi ve Refah Parti'sinin

liderliğini yıllarca üstlenen Necmettin

Erbakan, Milli Görüş'ün simgesiydi. Refah

Partisi'nin kapatılıp kendisine verilen beş

yıl siyaset yasağının ardından, Fazilet

Partisi'ne Cindoruk ve Tuna örneklerini

hatırlatan bir isim genel başkan oldu.

Erbakan'ın direktiflerini uygulayan bu

isim Recai Kutan'dı. Fazilet Partisi'nin

2000 senesindeki kongresinde, Erbakan'a

ve onun temsilcisi olan Kutan'a karşı

yenilikçiler adı altında bir muhalefet

sancağı açıldı. Abdullah Gül, başkanlığa

aday oldu. Lider değiştirmeye alışık

olmayan Milli Görüş'ün bu kongresi hayli

gergin geçti. Kutan tekrar genel başkan

olsa da yenilikçiler tavırlarını sürdürüp bir

program çerçevesinde çalışmalarını

derinleştirdiler. Fazilet Partisi de

kapatılınca, Erbakan'ın çizgisinde kurulan

Saadet Partisi'ne katılmayıp, AKP'yi

kurdular. Erbakan ömrünün son yıllarında

SP'nin liderliğini tekrar devraldı.

İnönü, Ecevit, Demirel ve Erbakan, siyaset

yaşamından emekliye ayrılmak gibi bir

davranışı kolaylıkla göstermedikleri

anlaşılıyor. Alparslan Türkeş'in bu

liderlerden farklı olarak partisinin başında

hayata veda etmesi ve günlük siyasi

anlayışlar sonucu MHP'de bir ayrılığın

yaşanmasına rağmen tabanda ''çekilsin''

söyleminin görülmemesi, bilakis vefatının

ülkücü camiayı derinden sarsması onu

ayrıcalıklı kılmaktadır. Türk siyasetinde

liderlerin daha dinç yaşta vazifelerinden

ayrılıp, emekli politikacı geleneğini

başlatmamış olmaları akademi

çevrelerince tezlere konu olacaktır.

Page 18: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

15

ÇARPIK ÇAĞ VE TÜRK GENCİNE

DÜŞEN GÖREV

Ertuğrul Kaan ÇAM

Zorbaya rüşvettir 'nurol-çok yaşa'

Mâbutlar, kıbleler değişti hâşâ

İnsanın kâğıda, demire, taşa

Secdeye vardığı çağda yaşadık.

Merhum Abdurrahim Karakoç ne de güzel

anlatmış ‘’Çarpık Çağ’’ şiirinin bu

dörtlüğünde halimizi. Gerçekten çarpık bir

çağdayız. Büyük bir ahlaki çöküş yaşıyoruz

toplum olarak. Başımıza gelen türlü türlü

badireler de durduramıyor bu çöküşü,

ibret almıyoruz. ‘’Bana dokunmayan yılan

bin yaşasın’’ zihniyetinin, fırsatçılığın,

riyakârlığın, vurdumduymazlığın akıllılık

sayıldığı bir çağdayız. Dürüst olana,

namuslu olana, rüşveti elinin tersi ile itip,

haksızlığa karşı dimdik durana ise aptal ya

da deli diyorlar.

Peki, ne oldu da bu hale geldik?

Bu soruya tek bir cevap vermek son

derece zor. Bu hale gelmemizde işi ehline

teslim etmeyen yönetici, ‘’Benim

memurum işini bilir!’’ diyen devlet

büyüğü; karanlık beyinleri ilim irfan ışığı

ile aydınlatması gerekirken, tertemiz ve

aydınlık beyinleri kapkara zihniyetlere

boğan akademisyen; birkaç puan fazla

reyting için entrika ve cinsellik pazarlayan

televizyon kanalları; iki kelime ile

tanımlanacak olsa ‘güzel ahlak’ olarak

tanımlanabilecek bir dini tebliğ ettiğinden

habersiz, yobaz din adamı başlıca

sorumlular. Liste belki biraz daha

uzayabilir ancak bu saydıklarım alelade

insanlar değil. Toplumu yöneten, toplumu

eğiten ve toplumu yönlendiren insanlar.

İlk gruptan toplumu yönetenlerden

başlayalım. Ne yazık ki toplumu

yönetenlerin koltuk sevdası ve koltuğu

kaybetme korkusu, Allah sevgisi ve

korkusunun önüne geçmiş vaziyette.

Konumu nedeni ile eline geçirdiği güç,

nefsini o kadar doyumsuzlaştırmış ki kalbi

övgülere sonuna kadar açık lakin

eleştirilere mühürlü. Hırsının sınırı yok.

Vicdanı çoktan dolgun cüzdanlar

tarafından satın alınmış durumda. Etrafına

toplanan dalkavuk takımı gazı verdikçe

uçuyor. Küçük dağları ben yarattım

havalarında törenden törene koşturuyor.

Sorumluluğu alanında bir sıkıntı

olduğunda ise türlü bahanelere sığınıyor.

Dalkavuklarının zarar görmemesi için

ahlaksızlıklarını gizliyor, açığa çıkarsa

meşrulaştırmak için gayret gösteriyor.

Üstüne dalkavukluk astına kibir şeklinde

bir yönetim anlayışı yerleşiyor. Böylece en

üstten en alta kadar yönetim kademesinde

bir ahlaksızlık zinciri oluşuyor. Sonuçta

devlet nizamı bozuluyor. Bozulan nizam

toplumun da bozulmasına zemin

hazırlıyor.

İşin eğitim kısmında da durum çok parlak

değil. Bir memleket düşünün ki

üniversitelerinden çıkan ‘’canlı bomba’’

sayısı, alanında dünyaya nam salabilecek

nitelikteki bilim adamı sayısından daha

Page 19: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

16

fazla! Bir memleket düşünün ki

üniversiteleri, terör ve anarşiyi kendisine

araç edinen illegal örgütlerin ‘’insan

kaynakları birimi’’ gibi. Eserleri ile çağları

aşacak mimarları, gelecek nesillerimizin

mimarı öğretmenleri, hakkımız savunacak

avukatı, adaleti tecelli ettirecek hâkimi,

suçluları sindirecek savcıyı,

hastalıklarımıza derman olacak doktoru,

teknolojimize çağ atlattıracak mühendisi

yetiştirmesi gereken ilim yuvaları bugün

kimliksiz, kişiliksiz, içinde bulunduğu

toplumun değerlerine düşman insanlar

yetiştiriyor. İlim, irfan peşinde koşmak

yerine yabancı ideolojilerin peşinde koşan

akademisyenlerin dolu olduğu, insanların

ilmi ile değil de yakın durduğu ideoloji,

grup, cemaat vs. ile değerlendirildiği

üniversitelerden farklı sonuç beklemek ne

kadar mümkün olabilir?

Toplumu yönlendirme dediğimizde

çağımızda akla gelen ilk unsur medya.

Medya deyince ise akla ilk gelen televizyon

kanalları. Bir televizyon, bir programla

milyonlarca insanı kendisine

bağlayabiliyor. Belirli bir anlayışa göre

programları düzenlenmiş bir televizyon

ise kendisine bağladığı insanları, onlara

hiç fark ettirmeden, istediği yöne

çekebiliyor. Televizyon kanallarındaki

dizilere bir bakın! Çok fazla emek sarf

etmeden zevk içinde yaşayan mafya

babaları, töre cinayetleri, yakışıklı bir

adam için birbirine girmiş kız kardeşler,

güzel bir kız için birbirini öldüren

adamlar, para için bedenini satan fakir kız,

evlatlarının arasını açmaya çalışan ana-

baba vs. Reyting uğruna bol bol şiddet,

entrika ve cinsellik satan televizyonlar.

Her geçen gün etki alanı genişleyen

internet medyasında da durum farklı değil

ve bütün bunların sonucunda yine bu

kanallar ve siteler aracılığı ile

öğrendiğimiz iğrenç haberler. Karısını

sokak ortasında kurşunlayan adam,

kocasını uyurken kesen kadın, anasına,

bacısına, kızına tecavüz edenler, çocuklara

musallat olanlar ve daha bir sürü iğrençlik.

Hem ahlaksızlığı dizilerinde

meşrulaştırarak hem de meşrulaştırdığın

ahlaksızlığı ‘şaşkınlık’ ifadeleri ile

haberleştirerek para kazan. İşte

ülkemizdeki medyanın durumu bu derece

vahim…

Son olarak din adamları... Din adamları

hem toplumun eğitimi hem de

yönlendirilmesi açısından büyük önem arz

ederler. Bir atasözü var ya ‘’Yarım doktor

candan, yarım imam dinden eder’’ diye. Bu

söz eğitimci yönlerini en iyi anlatan

sözlerden biridir. Toplumu yönlendirme

denildiğinde ise benim ilk aklıma gelen

Maraş direnişidir. Sütçü İmam Ali’nin

tavrı, Rıdvan Hocanın Maraş ahalisini

titretip kendine getiren sözleri, Maraş’ı

Kahramanmaraş yapmıştır. Bugün ise din

adamlarımızdan bu ‘’elif gibi dimdik

duruşu’’ göremez olduk. Dokuz köyden

kovulma kaygısı ile doğruyu

söyleyemiyorlar. Daha da beteri işi ticarete

dökenleri bile var. Manevi değerlerimizi

kullanarak topladıkları maddi yardımları

şahsi emellerine alet edenler, biraz göz

yaşı ile varlıklarına varlık katan ‘’Ramazan

hocaları’’ bu din tüccarlığının başlıca

örnekleri. Siyasi taraftarlık yapan veya

siyasi kaygılarla hareket eden din

adamlarının sayısı her geçen gün artıyor.

Bu durum bir taraftan din adamlarına

güveni azaltırken diğer yandan yapılan

işler din adamlarınca ‘fırkacı bir taassup’

ile değerlendirildiğinden toplum yanlış

Page 20: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

17

yönlendirilebiliyor. Bu yanlış yönelimler

belirli bir zamandan sonra toplumda genel

kabul haline geliyor. Bugün

toplumumuzda yaşanan birçok

ahlaksızlığa karşı gösterilen tepkinin her

geçen gün azalmasında din adamlarındaki

bozulmanın yeri hiç şüphesiz çok büyük.

Şanlı peygamberimiz de asırlar

öncesinden durumu şu sözleri ile

özetlemiş: ‘’İnsanlardan iki sınıf vardır ki

onlar iyi olurlarsa bütün insanlar iyi olur,

bozulurlarsa bütün insanlar bozulur. Onlar

âlimler ve idarecilerdir.’’ Yukarıda

bahsettiğimiz hususların bir cümlede özeti

adeta. Alimler(din adamları ve

akademisyenler) ve idarecilerdeki

bozulma her geçen gün biraz daha

toplumsal değerlerimizi baltalıyor. Buna

bir de teknolojik gelişmenin ürünü medya

da eklenince insanlığından çıkmış insan

topluluklarının sayısı kat be kat artıyor.

Peki, ne yapmalı?

Bundan çıkışın yolu, Hz. Ömer gibi

‘’Fırat’ın kıyısındaki kuzudan kendini

mesul tutacak’’, Kutadgu Bilig’i okuyup

özümsemiş idarecilerce yönetilmek,

‘’uğruna kırk yıl köle olunabilecek’’

akademisyenlerce eğitilmek, yüksek milli

kültürümüzü ve manevi değerlerimizi ön

plana çıkaran yapımlara imza atan ‘’yerli’’

bir medyaya sahip olmak, Allah’ın Hud

suresi 112. ayetteki ‘’Emrolunduğun gibi

dosdoğru ol’’ emrini kendisine rehber

edinmiş din adamlarının hutbeleri,

vaazları, sohbetleri ile bilgilenmek. Böyle

insanlar hala var ve ben inanıyorum ki

onların sayesinde hala millet ve devlet

olarak ayaktayız.

Milletini maddi ve manevi olarak

kalkındırmayı kendisine görev edinmiş

olan biz Türk milliyetçisi gençlerin

yapması gereken bu değerli insanları

keşfetmek, faydalanmak ve toplumun her

kesimine ulaştırmak ve nihayetinde

sorumluluk sahibi, bilgili, yerli ve

dosdoğru bir insan olarak gelecekte o

değerlerin yerini alabilmek.

Page 21: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

18

VE İKLİMİN KOYUSU

Mehmet Batuhan KAYNAKÇI

Ve aşktan ve şiirden ve bir şeylerden ve bir şeylerden...

Islak gökyüzünden sızan bir nen var.

Kemanın uğultusuna,

Dökülmüş bir mevsimin hicranına kapılan,

Uzak insanlardan kurulu bir senfoni var.

Gıcırtılarıyla, akşama ulaşırken vakit

Başlayan, durmaksızın çalan durmaksızın çalan...

Gramofonlarda sallanır gri kalpaklı yalnızlar.

Ve gri kalpaklarına sarılı tutuşmuş tozlar var,

Biraz neşe, biraz doğacak güneşe endişe...

Sonra kapalı kapılar, sönmüş kandiller.

İnsan, kendiyle başlar sonu gelmeyecek bir güreşe.

Ve söz açılır aşktan, şiirden, bir şeylerden...

Ne var ki sabaha kendiyle doğar insan,

Sağır ve nahoş adımlarda sere serpe biraz.

Birazda dökülmüş öğlen vakitlerinde, keder; her yerde!

Bir piyanonun tuşlarına basıyormuşçasına yazılır şiir;

Ve akordeon sesleri arasında gömülecekse gömülür her şair.

Sahi manevralarda elbet tükenecekse,

Bu kadar plan neden var?

Page 22: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

19

Ve aşktan ve şiirden ve bir şeylerden ve bir şeylerden...

İnsan ilk en yakınını kaybeder.

Ruhunun en gizinde kalmış kişiyi,

Kendisinden dahi gizler.

İnsan ilk en yakınını kaybeder.

Ve uzaklarsa mahveder sessizliği.

Sessizliği ve sessizliktekileri...

Karanlık en çabuk kanan renktir.

Ne zaman bulsa bir yırtık sızar da

Destansı menekşeleri kurur kahramanların.

Bu ayrı bir sözün başlangıcı ama

Karanlık en çabuk kanan renktir.

Ve aşktan ve şiirden ve bir şeylerden ve bir şeylerden...

Islak gökyüzünden sızan bir nen var.

Kemanın uğultusuna dökülmüş,

Bir mevsimin hicranına kapılan.

Uzak insanlardan kurulu bir senfoni var,

Gıcırtılarıyla akşama ulaşırken vakit başlayan,

Durmaksızın çalan durmaksızın çalan...

Page 23: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

20

KUT-ÜL AMMARE ZAFERİ VE DIŞ

BASINA YANSIMALARI

Bahadır Sancar OKUR

Birinci Dünya Savaşı’nda kanlı bir

bataklığın ortasında kalan Osmanlı Devleti

birçok cephede aynı anda savaşmak

mecburiyetindeydi. Bunlardan en önemlisi

ve şanlı bir zaferle neticelenen Çanakkale

Zaferi olmakla birlikte, hemen hemen aynı

şanı taşıyan bir cephe daha vardı. Bu Irak

cephesinde yer alan Kut’ul Ammare idi.

Petrol sahalarının kontrolünü isteyen

İngilizlere karşı savaşmak üzere, 15 Ekim

1914 tarihinde Bahreyn ve 23 Kasım 1914

tarihinde Basra’nın işgalci kuvvetlerin

eline geçmesi Irak Cephesinin açılış sebebi

olarak görülüyordu.

İngiltere için sömürgelerinin öneminin

tartışılmaya bile gerek olmadığı aşikâr.

Özellikle yeraltı zenginlikleri ile büyük

öneme sahip Hindistan ve diğer

sömürülerinin güvenliğini sağlamak aynı

zamanda II. Abdülhamit tarafından

yaptırılan Hicaz Demiryolu, İngiltere’yi

Irak’ta savaşmaya mecbur bırakıyordu. Bu

cephede ise İngiltere, kendi ırkından

ziyade elinin altında bulunan adalı İngiliz

“vatandaşları” ve büyük çoğunluğunu

İslam dinine mensup Hindistanlılardan

oluşan birliklerle savaşacaktı.

Osmanlı’da ise Irak cephesindeki

birliklerin başına, Enver Paşa tarafından

Süleyman Askeri Bey getirilmişti.

Süleyman Beyin ilk planı ise bölgedeki

milis güçleri de organizasyona katarak

İngiltere ordusunu durdurmak üzerineydi.

Ancak bu yeterli olmamış, İngiliz

güçlerinin ilerleyişi durdurulamamış ve

buna karşılık İttihatçılar bu cephedeki

askeri güçlerin seviyesini kolorduya

yükseltmişti. Bu gelişmelerle birlikte

Nasıriye ve Şuayibe ele geçirilmiş olsa da

gerek teçhizat yetersizliği gerekse yorgun

düşen ordu durumları neticesinde Osmanlı

birlikleri geri çekilmek zorunda

kalmışlardı. Bu başarısız görüntünün

üzerine Süleyman Askeri Bey gururuna

yenik düşerek hayatına son vermiştir.

Son gelişmelerden sonra İngiliz

birliklerinin başına orduda ün yapmış

General Townshand getirilmiştir.

Süleyman Askeri Beyden boşalan ordu

komutanlığı görevinde ise Nurettin Bey

yer alıyordu. İngiliz güçleri Amara ve

Nasıriye’yi ele geçirirken bir yandan da

casuslar aracılığıyla çeşitli propagandalar

yapıyorlardı. Bu propagandaların amacı

Arapların Osmanlı tarafından uğradıkları

zulümden kurtulmaları için İngiliz

birliklerine yardım etmeleri gerektiği

algısını oluşturmaktı. Osmanlı birliklerinin

içinde bulunduğu duruma rağmen General

Townshand, merkezden bir emir

gelmeden ordusunu harekete

geçirmemeye karar vermişti. Bunun

üzerine 23 Ağustos 1915 tarihinde gelen

emirde Osmanlı birliklerinin biran evvel

imha edilmesi ve neticesinde Kut-ül

Ammare’nin ele geçirilmesi bekleniyordu.

Bu emir neticesinde harekete geçen İngiliz

Page 24: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

21

ordusu Osmanlı’ya büyük kayıplar

verdirmiş neticesinde ise Osmanlı

birlikleri geri çekilmek durumunda

kalmıştı. Bunun üzerine geri çekilen

Osmanlı birlikleri yerine İngiliz birlikleri

fazla bir direnişle karşılaşmadan Kut-ül

Ammare’yi işgal etmişti. Ancak henüz pes

etmeyen Nurettin Bey ve ordusu geri

çekilmesine rağmen her noktada savaş

düzeni almaktaydı. İngilizlerin bu durum

karşısında şaşırdıkları gelen casus

raporlarında yer alıyordu. Ancak buna

rağmen İngiliz birlikleri ilerleyişe devam

edip Bağdat’ı da ele geçirmek istiyordu.

Bunun önünde hiçbir engel

göremiyorlardı. 14 Kasım’da İngilizler

Bağdat’a doğru harekete geçmişlerdir ve

bunun üzerine Irak, İran ve Musul’da yer

alan Osmanlı birlikleri birleşerek altıncı

kolordu kurulmuştur. Yeni kurulan

ordunun başına ise bir Alman olan Mareşal

Colmar von der Goltz getirilmişti. Yaşanan

çatışmalardan sonra ise 25 Kasım

tarihinde İngiliz birlikleri geri çekilmek

zorunda kalmıştı. Bu çatışmalarda

İngilizlerin kayıpları, cephede yer alan

birliklerinin üçte birine denk gelmekteydi.

Bunun üzerine İngiliz birlikleri

ilerlemekten vazgeçerek Kut-ül

Ammare’ye çekilip, savunma pozisyonu

almaya başlamıştı. Kut-ül Ammare coğrafi

açıdan oldukça avantajlı bir konumdaydı

ve İngilizler bundan faydalanmak

istiyordu. Geri çekilen İngiliz

birliklerinden sonra Osmanlı ordusu 27

Aralık günü Kut-ül Ammare’ye gelerek

topçu atışlarına başladı. Duvarlar

yıkılmıştı ancak arkaya örülen tel örgüler,

Osmanlı’nın çok sayıda kayıp vermesine

yol açıyordu. Buna rağmen Osmanlı

birlikleri saldırmaya devam ediyordu.

İngiliz birlikleri ise Osmanlı ordusunun en

fazla bir ay kuşatmaya devam edeceğini

düşünüyordu. Bu süre zarfında ise

kendilerine yetecek seviyede erzakın bolca

bulunmasına güveniyorlardı. General

Townshand İran üstünde vazifeli olan Rus

birliklerinden yardım isteyecek ancak 6

Ocak günü Osmanlı ordusu yardıma gelen

birlikleri de bertaraf edecekti. Ancak

bunun sonunda orduyu geriye çeken

Nurettin Bey görevden alınacak yerine ise

Enver Paşa’nın amcası Halil Paşa

getirilecekti. İngiliz casuslarına karşı

hamle olarak Teşkilat-ı Mahsusa ajanları

da İngiliz siperlerine çeşitli pusulalar

dağıtıyordu. Bu pusulalarda Müslüman

olan Hintlilerin, din kardeşlerine karşı

savaşmamaları bunun yerine Halifenin

emrine girmeleri söyleniyordu. Bu çabalar

sonuç vermiş Müslüman Hintliler İngiliz

ordusundan kaçmaya başlamış, intihara

yönelmiş ya da nöbet sırasında bazı

durumları görmezden gelmişlerdir.

19 Nisan’da karargâhta yakalandığı

hastalık sonucu hayatını kaybeden Von

der Goltz yerine Halil Paşa getirilmiştir. Bu

sırada ise General Townshand umudunu

iyice kaybetmişti. Halil Paşa birçok kez

teslim ol çağrısında bulunmuştu.

İngilizlerin tükenen yiyecekleri

neticesinde asker kayıpları iyice artmış,

açlıktan sahip oldukları atları kesip

yemeye başlamışlardı. Tüm bunların

neticesinde Townshand 29 Nisan 1916’da

“13 general, 481 subay ve 13.300 er” ile

birlikte teslim olmuştur. Halil Paşa

kazanılan zafer sonucunda birinci derece

Osmanlı Nişanı verilmiştir. Daha sonra

Halil Paşa “Kut” soyadını almıştır.

Page 25: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

22

Zaferin Dış Basına Yansımaları

Osmanlı açısından zafer olarak belirtilecek

kuşatmanın İngilizler için ise acı bir

mağlubiyetten ve itibar kaybından başka

bir anlamı yoktu. Bu durum İngiliz

kamuoyuna ve basınına da yansımıştı.

Basında İngiltere’nin bu mağlubiyetine

oldukça fazla yer verilmekteydi.

Mağlubiyetin temel nedeni erzak

yetersizliğine bağlanırken, teslim

olunurken tüm mühimmatın imha edildiği

belirtiliyordu. Aynı zamanda Osmanlı

ordusu komutanı Halil Paşa’nın ise

nezaketine vurgu yapılarak General

Townshend’e ait kılıç ve silahların

kendisine geri verilmesine değiniliyordu.

Buna karşılık Alman basınında ise Kut-ül

Ammare başarısızlığının siyasi ve askeri

açıdan oldukça fazla öneme sahip olduğu

vurgulanıyor, Zeitung gazetesi ise İngiltere

açısından en büyük yenilgilerden biri

olduğunu manşetlerine taşıyordu.

Osmanlı’nın müttefiki konumunda yer alan

Almanya kamuoyunda ise hemen hemen

İstanbul’da olduğu kadar büyük sevinçle

karşılanmıştı.

Fransa medyası ise bu olayı çokta büyük

bir yenilgi olarak belirtilmiyordu. Onlara

göre İngiliz ve Rus birliklerinin Anadolu

topraklarındaki varlıkları daha önemliydi

ve Irak cephesinde yer alan Osmanlı

ordusunun bu durumu kolaylaştırdığına

vurgu yapılıyordu. Echo de Paris adlı

gazete ise bu duruma daha fazla dikkat

çekerek, verilen kayıpların savaşın diğer

cephelerdeki durumu kolaylaştırdığını öne

sürüyordu. Bununla beraber Hindistan ve

Avustralya yerel yönetimleri ise İngiltere

yenilgisine duydukları üzüntülerini

kamuoyuyla paylaşıyorlardı.

Sonuç

İngiliz güçlerinin Osmanlı’ya esir düşmesi,

Osmanlı ve İngiliz kamuoylarında günlerce

konuşulmuştur. Osmanlı’da zafer naraları

medyada ve halkın dilindeyken, İngiliz

basınında ise yenilginin suçlularına

odaklanılarak, ordunun itibarı

kurtarılmaya çalışılıyordu. Bu İngiliz

subaylarına açılan soruşturmalardan

rahatça görülebiliyordu. Ancak Kut-ül

Ammare ve Çanakkale’de kaybolan

itibarlarını kurtarmak isteyen İngiltere

bunu Bağdat’ı ele geçirerek telafi etmek

niyetindeydi. Kut-ül Ammare yenilgisi

İngiltere’yi yavaşlatmış ama planlarından

vazgeçirmeye yetmemişti.

Osmanlı açısından ise bu zafer ile birlikte

Ruslara gidecek olan yardım önlenmiş

olmuştu. Genel kanı bu zaferin Osmanlı’ya

oldukça fazla avantaj sağlayacağıydı.

Bununla beraber Irak Cephesi’nin

kapanacağı ve İngiltere’nin geri çekileceği

fikri hâkimdi. Ancak bu durum yanlış

yorumlanmıştı. Askeri zafer siyasi bir

akılla birleştirilememişti. Bölgedeki

birliklerin iki farklı noktada Ruslar ve

İngilizlerle mücadele etmek zorunda

kalması etkinliğini yitirmesine neden olup

çeşitli çatışmaların ardından İngiltere 11

Mart 1917’de Bağdat’ı ele geçirmiştir.

Musul’da ise Türk ordusu başarılı olmuş;

önce Rus birlikleri dağıtılmış daha sonra

ise İngilizler yenilgiye uğratılmıştır. Ancak

Mondros Ateşkes Antlaşması ile birlikte

Musul’da kaybedilmiştir. Bu durum tarih

boyunca Kut-ül Ammare zaferinin tam bir

galibiyet olarak değil, muhabere zaferi

olarak nitelendirilmesine yol açmıştır.

Page 26: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

23

Kaynakça

Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi Journal

Of Modern Turkish History Studies XIII/26 (2013-

Bahar/Spring), ss. 55-85.

SÂBİS, Ali İhsan, Birinci Dünya Harbi, Nehir

Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 1992.

SAKİN, Serdar, “Birinci Dünya Savaşı’nda Irak

Cephesinde Osmanlı Devleti ile İngiltere Arasındaki

Çarpışmalar”, Gazi Akademik Bakış, Cilt 4, Sayı 7, Kış

2010, s.133-152

SAYGI, Tarık, İngiliz Generali Townshend ve Türkler,

Paraf Yayınları, İstanbul,2011.

BURAK, Durdu Mehmet, Birinci Dünya Savaşında

Türk-İngiliz İlişkileri, Babil Yayıncılık, Ankara,2004

TOWNSHEND, Charles V.F., Irak Seferi ve Esaret,

Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2007.

Page 27: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

24

TÜRK’ÜN MANEVİ HAZİNESİ Şeyma KIRAÇ

Atalarımız “Ağzı olan konuşur.” demiş.

Gerçekten de ağzı olanın konuştuğu doğru-

yanlış demeden her konu hakkında fikrini,

bilgisini (ona bilgi denirse tabii)

etrafındakilere kabul ettirmeye

çalışanların bolca bulunduğu bir

devirdeyiz. Araştırmadan konuşanlar mı

dersiniz, konuşmak için konuşanlar mı

dersiniz yoksa ortamda sadece dinlemeyi

kendine yediremeyenler mi dersiniz

bilmem ama bu kişileri susturmak oldukça

uğraş gerektiriyor. Haklı çıkmak için

kafalarından tarih yazanlarından tutun

arkasında olmadığı görüşü savunanları

bile görüyoruz bazen.

Başbuğ Atatürk “Cehalet; yenilmesi

gereken en büyük düşmandır!” demiştir.

Her devirde eksik olmadıkları gibi o

devirde de ki her muhabbette övgü ile

bahsedilen Avrupa devletlerinde de

kaynak belirtmeden konuşanlar, yazanlar

bulunuyordu. Özellikle Avrupa

devletlerinin ders kitaplarında yer alan

Türklerin ikinci sınıf bir millet oldukları

iddiaları ve “barbar” deyimi kullanılarak

bir istilacı kavim oldukları gösteriliyordu.

Atatürk bunun böyle olmadığını ve cihan

tarihinde en eski çağlardan beri Türkler’in

hakiki yerinin ne olduğunun ve

medeniyete ne gibi hizmetlerinin

bulunduğunun tetkik edilmesi gerektiğine

inanmaktaydı. Bu sebeple ve daha birçok

yardımcı sebeplerle 12 Nisan 1931’de

Türk Tarih Kurumu açılmıştır.

Türk Tarih Kurumu’nun temelleri 28

Nisan 1930’da Atatürk’ün de bizzat

katıldığı Türk Ocakları’nın VI.

Kurultayı’nın son oturumunda atılmıştır.

Atatürk’ün direktifleriyle, Afet İNAN

tarafından 40 imzalı bir önerge sunulmuş

ve “Türk tarih ve medeniyetini ilmi surette

tetkik etmek için hususi ve daimi bir

heyetin teşkiline karar verilmesini ve bu

heyetin azasını seçmek salahiyetinin

Merkez heyetine bırakılmasını teklif

ederiz.” denilmiştir.

Aynı gün Kurultayda yapılan görüşme

sonucunda Türk Ocakları Kanunu’na, 84.

madde olarak “Merkez Heyeti, Türk tarih

ve medeniyetini ilmî surette tetkik ve

tetebbu eylemek vazifesiyle mükellef

olmak üzere bir Türk Tarih heyeti teşkil

eder” şeklinde bir madde eklenmiştir. Bu

karar çerçevesinde 16 üyeden oluşan bir

“Türk Tarihi Tetkik Heyeti” teşkil

edilmiştir.

Böylece temeli atılan Türk Tarih Kurumu,

Türk Ocakları’nın VII. Kurultayı’nda

kapatılması kararı alınınca, 12 Nisan

Page 28: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

25

1931’de “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti” adı

altında yeniden teşkilatlanmış ve

1930’daki ilkeleri temel alınmıştır.

Kurumun adı 1935 yılında “Türk Tarihi

Araştırma Kurumu” ve daha sonra ise

“Türk Tarih Kurumu” olarak

değiştirilmiştir.

Kuruluşundan başlayarak çalışmalarını

eski Türk Ocağı Halkevleri binasında

sürdüren Kurum, 1940 yılı sonlarında Dil

ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde ayrılan bir

bölüme geçmiştir. Lakin her gün

zenginleşen kütüphanesi, çalışmaları ve

gelişen basımevi dolayısıyla bu yer

yetersiz kalmış, 12 Kasım 1967 günü,

projesi Sayın Turgut Cansever tarafından

çizilen bugünkü modern binasına

taşınmıştır. Bu bina 1980 yılında

“Uluslararası Ağahan Mimarî Ödülü”nü

almıştır.

Atatürk. Hayatının son dönemlerine kadar

Türk Tarih Kurumu’nun çalışmalarını

desteklemiş ve katkıda bulunmuştur.

O’nun kuruma verdiği bu önem

vasiyetinde İş Bankası’ndaki hisselerinin

yarısını Türk Tarih Kurumu’na

bağışlamasıyla anlaşılmaktadır. Nitekim

Atatürk’ten sonra gelen Cumhurbaşkanları

da bir gelenek olarak Kurum’un koruyucu

başkanları olmuştur.

Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi, Türk

tarihi, Türkiye tarihi ve bunlarla ilgili

konularda zengin ve değerli bilgi

kaynaklarına sahip olan tek ihtisas

kütüphanesidir. Kütüphane dermesini

oluşturan bilgi kaynakları: kitaplar, süreli

yayınlar, haritalar, el yazması eserler,

basılmamış telif ve çeviri eserler,

fotokopiler, mikrofilm, mikrofiş, CD-ROM,

video-kasetlerdir.

Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi'nden

üniversite öğretim üye ve görevlileri,

yüksek lisans ve doktora düzeyinde

çalışma yapan araştırmacılar, resmi ve

özel kuruluşlarda görevli araştırmacılar ve

kişisel araştırmacılar yararlanmaktadır.

Üniversitelerin sadece son sınıf öğrencileri

kütüphaneden yararlanabilmektedir.

Bunun için de seminer veya tez

çalışmalarını yürüten danışman öğretim

üyesinden, öğrencinin adına düzenlenmiş,

çalışma konusunu bildiren bir yazı

getirmeleri gerekmektedir.

“Büyük devletler kuran ecdadımız büyük

ve şümullü medeniyetlere de sahip

olmuştur. Bunu aramak, tetkik etmek,

Türklüğe ve cihana bildirmek bizler için

bir borçtur. Türk çocuğu ecdadını

tanıdıkça daha büyük işler yapmak için

kendinde kuvvet bulacaktır.” demiştir

Başbuğ Atatürk. Her fırsatta gururla

söylediğim sözlerden bir tanesidir. Türkler

tarihinde öyle büyük zaferler kazanmış

öyle büyük işlere imza atmış bir

topluluktur ki gerçekten de Türk, tarihini

tanıdıkça daha büyük işler yapmak için o

kuvveti kendinde buluyor.

Tarihini bilmek, araştırmak ve öğrenmek,

yetişen her Türk insanının ilgilenmesi

Page 29: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

26

gereken konulardan biri olması gerektiği

görüşündeyim. Nitekim kişi tarihini tam

anlamıyla bilmesiyle büyür ve olgunlaşır.

Bugün de yine her gün olduğu gibi

hayatımızda yeri büyük olan Büyük Önder

Mustafa Kemal Paşa’ya teşekkürü borç

bilirim. Teşekkürler Paşam…

Türk Tarih Kurumu’nun 85.yılı Kutlu

Olsun!

Page 30: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

27

TÜRK KAMU YÖNETİMİNDE UYGULAMAYA

İLİŞKİN BAŞLICA SORUNLAR VE ÇÖZÜM

ÖNERİLERİ Anıl ÇİLOĞLU

Giriş

Türk Kamu Yönetiminde uygulamaya

ilişkin başlıca sorunları irdeleyebilmek ve

bu sorunlar üzerine çözüm önerileri

sunmak için öncelikle, dünya üzerindeki

küreselleşme hareketleri ile yapıları,

işlevleri sürekli değişen ve gelişen devlet

olgusunu, devlet olgusunun bir sonucu

olarak da yönetim kavramını, yönetim

kavramının gerçeğe yansıması olan Kamu

Yönetimi kavramının iyi saptanması ve

anlaşılması gerekmektedir.

Dünya üzerindeki küreselleşme

hareketleri ile yapıları, işlevleri sürekli

değişen ve gelişen devletlerde olduğu gibi

Türk Kamu Yönetimi’nde de, yönetimde

reform kavramı yeni bir kavram değildir.

Başvurulan, gelişi güzel düzensiz

çalışmalar, Tanzimat’tan, Cumhuriyete ve

hatta günümüze kadar Türk kamu

yönetiminde reform hareketlerinin

gelişmesinde etkili olmuştur. Türk kamu

yönetiminde, uygulanmaya çalışılan bir

dizi yönetsel reformların başarısız olması,

ekonomik, siyasal ve kültürel gelişmeyle

doğru orantılı olduğu aşikârdır.

Reformların başarısızlığı da aynı zamanda

uygulamaya ilişkin başlıca sorunları

ortaya çıkarmaktadır.

Bu çalışmada devlet olgusunun bir sonucu

olan yönetim kavramı ve gerçeğe

yansıması olan Kamu Yönetimi kavramları

üzerinde durulacak, Türk kamu yönetimde

uygulamaya ilişkin başlıca sorunların

temeli yönetim kavramı ve kamu yönetimi

kavramlarına dayandırılacak ve bu

sorunlar üzerine çözüm önerileri

sunulacaktır.

Devlet, Yönetim ve Kamu Yönetimi

İnsanın sosyal ve kültürel bir varlık

olması, sosyal ve kültürel paylaşımı,

birlikte yaşamayı ve işbirliğini ortaya

çıkarmıştır. Ortaya çıkan bu sonuçlar

zamanla bir yöneten ve yönetilen ilişkisi

haline dönüşmüş ve devlet olgusunun

ortaya çıkmasına neden olmuştur. Devlet

kavramının çok eski olması ve günümüze

kadar süregelmesi var olan yöneten ve

yönetilen ilişkisinden kaynaklanmaktadır.

Devlet, bir toprak bütünlüğüne sahip olan,

siyasal ve kültürel bakımdan örgütlenmiş,

millet veya milletler topluluğudur. Toplu

yaşamanın ve insanların müşterek

gereksinimleri olan sosyal refah, iç düzen,

sağlık, güvenlik gibi bütün beşeri

faaliyetler devlet olgusunun konusu içine

dâhil olmuştur. Müşterek olan bu

gereksinimler devlet tarafından karşılanır,

düzenlenir ve yürütülür.

Bu noktada ise karşımıza yönetim kavramı

ortaya çıkmaktadır. Yönetim kavramının

önemi birçok bilim insanı, akademisyen ve

siyaset bilimcinin ortak ve müşterek

konusu haline gelmiştir. Prof. Dr. Şükrü

Metin Erdağı “Yönetim, belirli amaç veya

amaçları gerçekleştirmek için iş birliği

Page 31: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

28

içinde yürütülen bir grup faaliyetidir.”(1),

şeklinde yönetim kavramını

toplumsallaştırmış ve devlet olgusu ile

ilişkisine vurgu yapmıştır. Yönetimi

örgütsel bir süreç olarak ele alan Doç. Dr.

Erol Turan ise yönetim kavramını, “Belirli

bir takım amaçlara ulaşmak için başta

insan kaynakları olmak üzere, parasal

kaynakları, donanımı, demirbaşları,

hammadde ve yardımcı malzemeler ve

nihayet zaman faktörünü birbiriyle

uyumlu ve etkin kullanmaya imkân

verecek kararlar alma ve bunları

uygulatma süreçlerinin toplamıdır.”(2),

şeklinde kavramsallaştırmıştır. Yapılan

tanımlardan da anlaşılacağı üzere yönetim

kavramı, devlet olgusu içinde var olan, ,

planlı, örgütlü ve denetimli, yönetilen ve

yöneten arasında sürekli etkileşim halinde

uygulanan, verimlilik ve etkinlik esaslarına

dayanan bir kavramdır.

İnsanların müşterek beşeri faaliyetlerine

cevap veren devlet ve yönetim kavramının

gerçeğe yansıması ise ancak Kamu

Yönetimi kavramı ile mümkündür. Bu

durum yönetim faaliyetlerini

gerçekleştiren kamu kurumları tarafından

sağlanır. Buda Kamu Yönetimini ortaya

çıkarır. Yönetim kavramı gibi Kamu

Yönetimi de birçok bilim insanı,

akademisyen ve siyaset bilimcinin ortak ve

müşterek konusu olmuştur. Prof. Dr. Aykut

Polatoğlu, Kamu Yönetiminin genel

özelliklerini ve kamu yönetiminin

tanımlarını şu şekilde sıralamıştır:(3)

• Kamu yönetimi bir kamusal düzenleme

çerçevesinde işbirliği içinde olan grup

çabasıdır.

• Kamu yönetimi yasama, yürütme, yargı

arasındaki ilişkileri kapsar.

• Kamu yönetiminin kamu politikalarının

oluşturulmasında önemli bir rolü vardır ve

bu nedenle siyasal sürecin bir parçasıdır.

• Kamu yönetimi özel yönetimden önemli

ölçüde farklıdır.

• Kamu yönetimi çeşitli özel gruplar ve

bireyler ile yakından ilişkilidir.

• Kamu yönetimi merkezi ve yerel

yönetimlerin yürütme organlarının ve

bunlarla ilişkilendirilmiş örgütlerin

etkinliklerini kapsar.

• Kamu yönetimi, siyasal iktidarın

amaçlarına ulaşmak için insanları ve

malzemeleri örgütleyip yönetmesidir.

Yrd. Doç. Dr. Ali Kuyaksıgil ise “Genel

anlamda yönetim kavramının

tanımlamaları kamu yönetimi ile

ilişkilendirildiğinde, yönetim, kamu

hizmet ve görevlerinin devamlı olarak

aksatılmadan yürütülmesi için bir araya

gelmiş bulunan insan, araç ve gereç

topluluğuna işlerlik kazandıracak,

koordine ve organize edilmesi

işlemidir.”(4), şeklinde yönetim kavramını,

kamu yönetimi ile ilişkilendirmiştir.

Prof. Dr. Şeref Gözübüyük ise devlet,

yönetim ve kamu yönetimi arasındaki bağı

“Devletin birinci temel hedefi düzeni

sağlamaktır ve bunu sağlamak için

toplumsal düzenin kurallarını koyar,

uygular ve bunu yapmak içinde

örgütlenmeye gitmektedir. Devletin ikinci

temel hedefi ise toplumsal sorunlara

çözüm aramaktır. Bu sorunlara çözüm

bulmak için plan ve programlar yapmak

durumundadır. Bu iki hedef, etkin bir

kamu yönetimine olan gereksinimi

artırmıştır. Kamu yönetimi devlet ve

Page 32: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

29

toplum düzeninin kesintisiz olarak

işlemesi ve kamunun ortak

gereksinimlerini karşılamaya yönelik ürün

ve hizmetlerin üretilip sunulmasına ilişkin

bir sistemdir. Kamu yönetimi sistemi halk,

örgüt, norm düzeni, ekonomik kaynak,

kamu görevlileri ve kamu politikası olmak

üzere çeşitli unsurlardan

oluşmaktadır.”(5), şeklinde tanımlamıştır.

Yapılan tanımlardan da anlaşılacağı üzere

devlet olgusu, yönetim kavramı ve Kamu

Yönetimi arasında sıkı bir bağ vardır.

Devletin temel görevleri olan hizmet

sunumları ancak, yönetim kavramının ve

Kamu Yönetimi kavramının etkinliği ile

sağlanabilir.

Kamu Yönetimi yerel ve uluslararası

düzeylerde gerçekleşen siyasal, sosyal ve

ekonomik değişimleri anlamamıza

yardımcı olan bir bilim dalıdır. Yönetimde

yaşanan bir sorunun iç yüzeyini

anlamamıza ve yorumlamamıza yarayan

sistemli bir işleyiştir. Günümüzde

Türkiye’de ve dünyada gerçekleşen

küreselleşme ve dönüşümleri anlamamızı,

etkinlik ve verimlilik ilkelerini en iyi

şekilde kullanmamıza ve katılımcı bir

kamuoyu haline gelmemiz için bizlere

yardımcı olur.

Türk Kamu Yönetiminin Yapısı

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 123.

maddesine göre İdare’nin kuruluş ve

görevleri, merkezden yönetim ve yerinden

yönetim esaslarına dayanır. Bu ilke

doğrultusunda Türk Kamu Yönetimi,

merkezi yönetim ve yerinden yönetim

olmak üzere iki farklı şekilde

örgütlenmiştir.(6)

Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere Kamu

yönetiminin işleyişi, merkezi idare ve

hiyerarşik düzene tabi olan taşra

teşkilatları tarafından yerine

getirilmektedir. Kamu yönetiminin

kurumlarını ve işleyiş düzenini oluşturan

bu örgütler arasında güçlü bir bağ vardır.

Kamusal görevlerin büyük bir bölümü bu

örgütler tarafından yerine getirilmekte;

bazı kamusal hizmetler ise yerinden

yönetim ilkesine göre örgütlenen

kurumlar tarafından yürütülmektedir.

Bunlar yapıları ve yüklendikleri görevler

yönünden çeşitlilik gösteren kuruluşlardır.

Farklı yapıda olmalarına karşın bir

bütünün parçalarıdır. Merkez teşkilatı ve

taşra teşkilatının arasındaki işleyiş ve

düzen ise yetki devri ve yetki genişliği

ilkelerinin uygulanmasıyla

sağlanmaktadır.

15.07.2004 tarihinde kabul edilen 5227

Sayılı, Kamu Yönetiminin Temel İlkeleri ve

Yeniden Yapılandırılması Hakkında

Kanun’da, kamu kurum ve kuruluşlarının

ve örgütlerin işleyişi, yapılması gerekenler

ve dikkat edilmesi gereken hususlar açıkça

belirtilmiştir.

Uygulamaya İlişkin Başlıca Sorunlar

Küreselleşme ile birlikte yapıları, işlevleri

sürekli değişen ve gelişen devletlerin

yönetim ve Kamu Yönetimi anlayışları da

süreçsel olarak değişikliğe ve gelişmeye

uğrar. Gelişen ve değişen devletler, hizmet

sunumunda ve ihtiyaçların karşılanması

noktasına uygulama ve yönetim aracı olan

Kamu Yönetimi mekanizmasını en iyi

şekilde kullanmaları, küreselleşme

hareketlerini de aynı oranda Kamu

Yönetimi uygulamalarına yansıtmaları

gerekmektedir.

Page 33: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

30

Küreselleşme hareketleri ile yaşanan hızlı

değişim ve yenileşme, toplumsal ve

ekonomik örgütlerin değişmesine ve

gelişmesine neden olmaktadır. Bu durum

aynı oranda hizmet sunumunun

uygulanmasında etkili olan kamu

kurumları içinde geçerlidir. Bu değişim ve

gelişmeler olumlu etkiler doğurabileceği

gibi olumsuz etkilerde doğurabilir.

Türk Kamu Yönetiminde uygulanmaya

çalışılan reform hareketleri, bazı

noktalarda yeterli olsa da genel anlamda,

yönetimde ve işleyişte işlerin ağır

yürümesine, hantal yapıların ve örgütlerin

oraya çıkmasına neden olmuştur. Başlıca

sorunların temel nedenini irdeleyecek

olursak, yönetim kavramının

saptanmaması, siyasetin bürokrasi

üzerindeki etkileri ve örgütsel işleyişteki

bozukluklar, merkez odaklı ve hiyerarşik

bir düzen çerçevesinde hareket eden taşra

teşkilatlarının, söz konusu hizmetlerin

sunumunda ve yönetimde yetersiz

olmaları şeklinde sıralayabiliriz.

Merkezi Hükümet Teşkilatı Araştırma

Projesi(MEHTAP), Kamu Yönetimi

Araştırma Projesi(KAYA) gibi Türk Kamu

Yönetimi için önemli bir yere sahip olan

proje ve araştırma çalışmalarında da,

yönetim anlamında ve hizmet

sunumundaki yetersizlikler vurgulanmış

ve bunun üzerine çalışmalar yapılmıştır.

Devlet Planlama Teşkilatı’nın kurulması ve

arkasından beş yıllık planların Türkiye ve

Orta Doğu Amme İdaresi

Enstitüsü(TODAİE) tarafından

yapılmasına karar verilmiş, Türk Kamu

Yönetimde yaşanan sorunlar kısmen

çözülmeye çalışılmıştır.

Türk kamu yönetiminde uygulamaya

ilişkin başlıca sorunları ele alacak olursak

şu şekilde sıralayabilir ve ele alabiliriz;

• Üç Açık

• Merkeziyetçilik

• Kırtasiyecilik ve İşlerin Ağır Yürümesi

• Yönetimde Gizlilik ve Dışa Kapalılık

• Yönetsel Yozlaşma

Üç Açık, Türk kamu yönetiminde yaşanan

bütçe açıkları, performans açıkları ve

bunların sonucunda ortaya çıkan devlete

karşı güven açığının oluşmasını ifade

etmektedir. Küreselleşme ile birlikte

yapıları, işlevleri değişen ve gelişen

devletlerin yükümlülükleri artmış,

devletten beklenen hizmet sunumunun ve

hizmet kalitesinin artması beklenmiştir.

Beklenen hizmet sunumu ve kalitesi için

yapılan çalışmalar bütçe üzerinde önemli

derecede yük oluşturmaya başlamıştır.

Hizmet sunumunu ve kalitesini finanse

edemeyen bütçe, zamanla açık vermiş ve

bu bağlamda kamunun yaptığı yatırımlar

ve çalışmalar eleştiri konusu olmuştur.

Buda kamuya olan güveni sarsmış,

devletin etki alanının daralması

tartışmalarını ortaya çıkarmıştır. Kamuya

duyulan bu güvensizlik Türk kamu

yönetiminde en önemli sorunlardan biri

haline gelmiş ve Türk kamu yönetiminde

yeniden yapılanma, reform düşüncelerini

ve tartışmalarını ortaya çıkarmıştır.

Merkeziyetçilik, kamusal kaynakların

kullanımının ve finanse edilmesinin,

yetkinin merkezde toplanmasını ifade

etmektedir. Daha önce bahsettiğimiz gibi

Türk Kamu Yönetiminde, yönetim merkezi

Page 34: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

31

idare tarafından ve hiyerarşik düzene tabi

olan taşra teşkilatları tarafından

yürütülmektedir. Merkeziyetçilik yönetim

tarzı birçok kamusal sorunu beraberinde

getirmektedir. Merkeziyetçi anlayış

yönetimde, kırtasiyeciliği ve hantallığı

ortaya çıkarmaktadır. Yapılacak olan işin

hiyerarşik düzene tabi tutulması işlerin

uzamasına neden olmaktadır. Merkezi

anlayışın bir diğer yarattığı sorun ise

hizmet sunumunda ve kalitesinde adil

davranamaması, bölgesel ihtiyaçlara cevap

verememesidir. Bu durumdan dolayı

bölgesel bir kamu hizmetinin sunumunda

kararın merkez tarafından verilmesi

verimsizliğe ve etkinsizliğe yol

açmaktadır. Bir diğer yarattığı sorun ise,

kararlara katılımı azalttığı için demokratik

anlayışla ters düşmesidir.

Kırtasiyecilik ve İşlerin Ağır Yürümesi,

gereğinden fazla imza ve işlem anlamına

gelmektedir. Türk Kamu Yönetiminin

hiyerarşik düzene tabi olması ve

kararların en üst merci tarafından

verilmesinden dolayı yönetimde

kırtasiyecilik ve işlerin ağır yürümesi

sorunu ortaya çıkmaktadır. Kırtasiyecilik

ve işlerin ağır yürümesi sorunun ortaya

çıkardığı bir diğer etkende kamu kurum ve

kuruluş görevlilerinin sorumluluktan

kaçma ve iş yapmada isteksiz olmaları gibi

nedenlerdir. Yapılacak işin kararının

hiyerarşik düzene tabi en üst merci

tarafından verilmesi bu sorunu

tetiklemede ve yönetimi hantallığa

sürüklemektedir.

Yönetimde Gizlilik ve Dışa Kapalılık,

yönetimdeki bilgi, belge ve dokümanların

açıklanmaması gizliliği, kamu kurum ve

kuruluşlarının hizmet sunumunda dış

etkilere duyarsız olması ise dışa kapalılığı

ifade etmektedir. Prof. Dr. Bilal Eryılmaz

yönetimde gizlilik ve kapalılığı ‘’Ülkemizde

kamu bürokrasisi, yapı ve işleyiş

bakımından gizlilik ve resmi sır ilkesine

göre örgütlenmiştir. Gizlilik ve resmi sır

genel bir kural, açıklık ise

istisnadır.’’(7),şeklinde tanımlamıştır.

Yönetimde gizlilik ve dışa kapalılık, özel

hayatın korunması ve güvenlik olgusu için

doğru bir kanı olsa da, siyasallaşan

bürokratların elinde bu ilke kişisel çıkar,

rüşvet ve yolsuzluk gibi sorunlara da

neden olmaktadır.

Yönetsel Yozlaşma, devlet sistemindeki

bozukluğu, kamu kurum ve kuruluşlarını

hizmet sunumunda menfaat sağlama,

ayrıcalıklı işlem yapma, kayırmacılık ve

siyasallaşma hareketlerini ifade

etmektedir. Yönetsel yozlaşmanın ortaya

çıkardığı bu sorunlar zaman içerisinde

önüne geçilemeyecek bir hal almış,

yönetim kavramı ve Kamu Yönetiminin

olmazsa olmazı liyakat ilkesini geri planda

bırakmıştır. Kamu görevlileri tarafından

yürütülen işlerde akraba, dostluk, gibi

öznel ilişkiler ön plana çıkmış, kamu

hizmet sunumu ve kalitesinde başlıca bir

sorun haline dönüşmüştür.

Çözüm Önerileri

Türk kamu yönetiminde uygulamaya

ilişkin başlıca sorunlarının çözülmesi

ancak etkili ve yönetsel reformlar ve

kurumsal işleyişin, yasal bir düzenlemeye

tabi tutulması ile mümkündür. Türk Kamu

Yönetiminde uygulamaya ilişkin başlıca

sorunların çözümü, yönetim kavramının

olmazsa olamazı olan liyakat, şeffaflık ve

saydamlık, açıklık, hesap verilebilirlik gibi

ilkelerin yasal düzenleme ve denetleme

Page 35: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

32

gibi yollarla gerçekleşebilir. Bu yasal

düzenlemeler ve denetlemeler ile devletin

görevleri, kamu hizmet ve kalite sunumu

net çizgilerle ayrılmalı ve belirtilmelidir.

Daha önce bahsettiğimiz gibi Türk Kamu

Yönetimi için önemli olan MEHTAP, KAYA

gibi kamu araştırma ve geliştirme

projelerinin dikkate alınması ve üzerine

daha fazla düşülmesi gerekmektedir

Üç Açık sorununun çözümü ise, kamuya

duyulan güven sıkıntısının giderilmesi,

etkin ve verimli politikaların geliştirilmesi

ve uygulanması ile mümkündür. Kamu

kurum ve kuruluşlarında ise yönetmelikler

ve işleyiş sürekli denetim altında

tutulmalı, iç denetim ve dış denetim

mekanizmaları ile süreç takip edilmelidir.

Üç Açık sorunu ile ortaya çıkan bütçe

açıkları ve performans açıklarının

giderilmesi ise ancak uzun vadeli bütçe

politikaları, kamuoyuna verilecek hizmet

sunum ve kalitesine duyulan güvenin

arttırılması ile sağlanabilir.

Önemli sorunlardan olan Merkeziyetçilik

anlayışının çözümü ise, yetki genişliği ve

yetki devri ilkelerinin uygulama ve işleyiş

alanlarının genişlemesi ile sağlanacaktır.

Katı bir Merkeziyetçilik anlayışı ve bunun

sonuçları olarak ortaya çıkan hizmet

sunum ve kalitesindeki adaletsizlik ve

bölgesellik sorununun çözümü yerinden

yönetim kuruluşlarının sorumluluktan

kaçmamaları ve devletin asli

görevlerinden olan kamuoyunun istek ve

arzularına göre hareket etmesi

gerekmektedir. Yerinden yönetim kurum

ve kuruluşları üzerlerine düşen kamu

hizmet ve kalite sunumunda etkin ve

verimli olmalı ve demokratik anlayışa ters

düşen merkeziyetçilik ilkesinin yarattığı

sorunların çözüme yönelik çalışmalar

yaparak, kamuoyunun yönetime katılması

sağlanmalıdır.

Kırtasiyecilik ve İşlerin Ağır Yürümesi

sorunun çözümü ise, küreselleşme

hareketleri ile yapıları, işlevleri sürekli

değişen ve gelişen kamu kurum ve

kuruluşlarının bu gelişmelere ayak

uydurması ile mümkündür. Gelişen ve

değişen şartlar teknolojiye ve bilgi çağına

ayak uydurmayı gerektirmektedir. Türk

Kamu Yönetiminde yaşanan daha fazla

imza, işlerin uzun sürmesi gibi sorunların

çözümü ise, e-imza, e-devlet… gibi

teknolojik gelişmeler ile doğru orantılıdır.

Bu sorunun bir diğer çözüm yolu ise

hizmet kalitesi ve sunumunda etkin rol

oynayan kamu görevlilerinin, yasal

düzenlemeler ile denetlenmesi,

sorumluluktan kaçma, adam kayırma,

rüşvet gibi yozlaşmaların önüne geçilmesi

gerekmektedir. Kamu görevlilerinin yetki

devri ve yetki genişliği ilkelerinin, etkin ve

verimli kullanılması sağlanmalı ve bu

sorunlar üzerine çalışmalar yapılmalıdır.

Yönetimde Gizlilik ve Dışa Kapalılık

sorunun çözümü ise, yönetimde ve

işleyişte kamuoyunun etkin olması ile

mümkündür. Kamuoyunu yönetimde ve

işleyişte etkinleştirmek, yönetimde gizlilik

ve dışa kapalılık sorununu ortadan

kaldıracak ve doğal bir denetim

mekanizmasının oluşmasına neden

olacaktır. Yönetime katılan ve istek

arzularını iletmede etkin ve verimli olan

kamuoyu karşısında, kamu kurum ve

kuruluşlarının hizmet sunumları ve

kalitesi artacak, hesap verebilirlik, şeffaflık

ve saydamlık gibi ilkeler doğrudan ortaya

çıkacaktır.

Page 36: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

33

Yönetsel Yozlaşma ile ortaya çıkan kamu

ve kamu kuruluşlarındaki bozukluklar,

siyasallaşma, adam kayırma, yolsuzluk ve

rüşvet gibi sorunların çözümü ise, mevcut

olanın yerini değiştirmek değil, yasal

düzenlemeler ve işlemler ile mümkündür.

Güçlü bir denetim mekanizmasının

kurulması, kurum içi ve dışı denetimlerin

arttırılması bu sorunlar üzerinde çözüm

odaklı olacaktır.

Sonuç ve Değerlendirme

Bu çalışmada Türk kamu Yönetiminde

uygulamaya ilişkin başlıca sorunların

nedeni, yönetim kavramının iyi

anlaşılmaması ve gerçeğe yansıması olan

kamu yönetimi kavramının uygulamada

etkin ve verimli olmamasından

kaynaklandığı açıkça görülmektedir. Türk

kamu yönetiminde uygulamada yaşanan

başlıca sorunların tespitinin önemi ve

derhal çözüm odaklı çalışmaların

yapılması gerekliliği sabit bir kanıdır.

Sorunların tespitinden sonra sunulacak ve

gerçekleştirilecek olan çözüm önerileri ve

uygulama aşamasında yapılacak

reformların ve düzenlemelerin planlı,

projeli ve istikrarlı olması gerekmektedir.

Çözüm aşamasında yapılacak olan

reformlar, kamu ve kamuoyunun ortak

paydası haline getirilmeli, ulaşılması

gereken sonuç ise hizmet kalitesi ve

sunumu olmalıdır. Yapılacak olan

reformlar, yasal ve kanunsal

düzenlemelere ve işleyişte güçlü bir

denetim mekanizması ile kontrol altına

alınmalıdır. Yapılacak olan yasal

düzenlemelerin, kamuoyu üzerinde

caydırıcı ve kabul edilebilirlik gibi etkilere

sahip olması gerekir. Yetki devri ve yetki

genişliği ilkelerinin uygulama alanları,

güçlü denetim mekanizmaları ile kontrol

altına alınmalı, denetim mekanizmalarının

sayısı yeterli hale getirilmeli, iç ve dış

denetim olgusunun yaygınlaştırılması

sağlanmalıdır yani, bu sorunların çözümü

ancak, devlet olgunsun yarattığı yönetim

kavramının ve bu kavramın gerçeğe

yansıması olan kamu yönetimi

kavramlarının iyi saptanması, yöneten

yönetilen ilişkisinin belli standartlara

oturtulması, Türk kamu yönetiminde

uygulamaya ilişkin başlıca sorunlar

üzerine yapılacak olan reformların, yasal

düzenlemelere ve denetlemeye tabi

tutulması, yapılacak olan kamu yönetimi

araştırma ve geliştirme projelerinin siyasi

iktidar tarafından desteklenmesi ve

dikkate alınması ile mümkün olacaktır.

Kaynakça

1. ERDAĞI, Şükrü Metin. Kamu Yönetimi Genel

İlkeler. Konya.

(2011: s.10).

2. TURAN, Erol. Kamu Yönetimi Temel Kavramlar.

Konya.

(2016: s.17).

3. KUYAKSIGİL, Ali. Türkiye’de Yönetimi Yeniden

Düzenleme Çalışmaları: Çok Partili Dönem. İstanbul.

(1994: s.7).

4. POLATOĞLU, Aykut. Kamu Yönetimi: Genel

İlkeler ve Türkiye Uygulamaları. Ankara. (2011:

s.49).

5. GÖZÜBÜYÜK, Şeref. Kamu Hukuku. Ankara.

(1994: s.1).

6. TURAN, Erol. Kamu Yönetimi Temel Kavramlar.

Konya. (2016: s.74).

7. ERYILMAZ, Bilal. Kamu Yönetimi. İzmir. (1995:

s.84).

Page 37: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

34

ŞAMANDIRA Ayhan TUĞCUGİL

Belki hâlâ o besteler çalınır,

Gemiler geçmeyen bir ummanda.

Yahya KEMAL

BİRİNCİ SORU

«Kültürümüz büyüktü. Kültürümüz

derindi. Avrupa, Rönesans’ın ışığıyla eski

Yunan’ı görmeğe çalışırken bizim

kültürümüzün güneşi yanında eski Yunan

gölgede kalmıştı. Kültürümüz şaheserdi.

Şahaneydi. Şaşaalıydı... Sonra onu bize

unutturdular. Öğretmediler. Tahrip ettiler.

Sonunda, her sahadaki gibi kültürde de

Avrupa’nın ağzına bakar, Batı’ya el açar

olduk. Mevlâna’nın, ’tozlu, örümcek kafalı

tekkecilik’ ithamlarından kurtarılabilmesi

- doğrusu, onu bulanık gösteren tozların

kafamızın hiç olmazsa bir penceresinden

silinebilmesi - için Avrupa’nın, «Mevlâna

büyüktür!» hükmü gerekti. Yunus sırada

bekliyor. Batılı vakit bulursa Itri’yi, Sinan’ı,

Bâkî’yi, Şeyh Gâlib’i de göreceğiz; tabi yine

Batı’nın gösterdiği kadar, yine Avrupa’nın

gözüyle.»

Bunlar, kültürümüzü müdafaa için

söylenenlerin mealen özetidir. Müdafiler

herhalde haklıdır. Dedikleri herhalde

doğrudur.

Fakat...

Fakat: Bu derece güçlü, bu derece kuvvetli

bir kültürü neden biz göremiyoruz? O

kendi gücü ve kendi derinliğiyle kendini

isbata muktedir değil midir?

Unutturdularsa neden hemen

hatırlayamıyoruz? Tahrîp ettilerse kitaplar

yakılmadı ya. Yazı değiştiyse yeni harfle

tekrar basılanları yok mu? Sinan hâlâ

İstanbul’da, Edirne’de yaşamıyor mu?

Yunus, Bakî, Itrî: sayfada, plâkta durmuyor

mu? Eksik de olsa elimizde değil mi?

Okuyoruz: Lügatle de anlasak güzel

olduğunu hissediyoruz. Dinliyoruz:

Kulağımıza hoş geliyor. Fakat niçin o

bahsedilen derinliği bulamıyoruz? Neden

bizi gönlümüzden, ruhumuzdan tutup

sarsamıyorlar Onlar ki derindi, şaheserdi,

şahaneydi, şaşaalıydı... Hem, tahribattan

sonra sanat diye, eser diye piyasaya

sürülenleri o büyük güç neden bir çırpıda

siliverip meydana kendisi hâkim olmuyor?

Eski kültürümüzün yüceliğini bize anlatan

bazan bir fıkra, bazan bir kitap, bazan

saatler süren bir konferanstır. Fakat hepsi

aynı sonla bitiyor: Yazan, konuşan,

anlatan, adetâ bir takdimcidir. Sahneye

çıkar, kapalı perdenin önünde durur. Ve

der ki, «İşte şimdi göreceksiniz. Biraz

sonra başlıyor. Eski kültürümüzü bütün

debdebesiyle bu perdenin arkasına

topladık. İşte şimdi...». Sonra haşmet vaad

eden bir bestenin ilk notaları duyulur,

atlas perde kıpırdanır... Elektrikler söner.

Elektrikler dâima söner. Ve fıkrayı, kitabı

bitirdiğimizde; sohbeti, konferansı

dinlediğimizde, içimizde sâdece tatmin

edilmemiş bir ihtiras kalır, o da az sonra

bir burukluğa, sıkıcı bir tortuya dönüşür.

Niçin o hârika bize illâ bir şâhid

aracılığıyla aktarılmalıdır? Kendi

Page 38: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

35

gözlerimiz, kendi kulaklarımız, kendi

gönlümüzle onu niçin hissedemeyiz?

Neden elektrikleri her seferinde

söndürürler?

Yoksa aldatılıyor muyuz? Yoksa o

büyüklük bir yalan mı? Sakın, «Sizin

klâsikleriniz nelerdir?» sorusuna, «Bizim

klâsiklerimiz yoktur!» cevabını veren

adam haklı olmasın...

İKİNCİ SORU

Bugünkü insanın ne zamandan beri

yeryüzünde mevcut olduğuna dair

tahminler birbirini tutmuyor. Çoğu 150 ilâ

200 bin yıl arasında değişiyor. Fakat hepsi,

en az 50 bin yıldan beri dünyada

olduğumuzda birleşiyor. Bir insanın

ortalama ömrünü 62 yıl kabul edersek bu

süre yaklaşık 800 ömür eder. Arkeoloji, bu

800 ömürden 650’sinin dünyanın her

yerinde mağaralarda geçirildiğini

gösteriyor. Ne tarım var, ne de ev.

Nesilden nesile doğru dürüst bilgi

aktarılması ancak son 70 ömürde mümkün

olmuş. Çünkü yazıyı o zaman icad

edebilmişiz. Bilgi aktarmanın ve

biriktirmenin hâlâ en çok kullanılan yolu

olan basım ise son 6 ömre has bir teknik.

Sonra ânî bir patlama var: 1500 yılından

önce bütün Avrupa’da bir yılda

yayımlanan kitap sayısı en iyi tahminle

1000 civarındadır. 1950’lerde bu rakam

120.000’e ulaşmış. Zamanımızdaysa

dünyada bir günde 1000’in üstünde kitap

basılıyor.[i]

50 bin yıldır insan zekâsının, insan

kaabiliyetinin özünde hiçbir gelişme tesbit

edilemiyor. Yeryüzünde en az 800 ömür

süren atalarımızın bedence, kafaca, ruhça,

düşünce ve duyguca bizden hiçbir farkı

yok. Hal böyle iken, mağaradan çıkmak

için acaba neden 650 ömrün yani 50 bin

yıldan 40 bin küsurunun geçmesini

beklemişler? Değer verdiğimiz eserleri

niçin yalnız son 4 bin yılda, yani bu

zamanın son % 8’inde yapmağa

başlamışlar? Ve edebiyattan mimarîye

felsefeden hukuka kadar kıymetli olan her

şeyin % 90’ı niçin son 2 bin yılın eseri?

Yani son 30 ömrün? Neden bütün

medeniyet ve kültürü yaratmak için

zamanın % 90’ından fazlasını geçirmişler

de sonra birden açılıvermişler?

Zekâ aynı zekâ, kafa aynı kafa, ruh, duygu,

düşünce hep aynıysa değişen nedir?

İnsanlığın ömrüne nisbetle «daha dün»

mağaradan çıkan ceddimizle bizi bu

derece ayıran nedir? Son birkaç bin yılın

insanını üstün kılan sır nerededir?

İKİNCİ SORUYA CEVAP

Atalarımız’a ilgili sorunun cevabı tek

kelimede özetlenebilir: Hafıza. Yalnız

buradaki hafıza, tek insanın değil, bütün

insanların hafızasıdır. Maşerî hafızadır. Ok

ve yay belki bin defa keşfedilmiştir. Fakta

yüzlerce iptidaî yayın ilk kullanıcıları belki

yeni icatlarını denerken bazan bir mağara

kaplanına yem olmuş, bazan bir filin

ayakları altında ezilmiş, ve geriye sâdece o

bölgede birkaç yıl anlatılan bir masal

kalmıştır. Hattâ lisanın başlangıcını

bilmediğimiz için «masal»dan bile şüphe

edebiliriz. Belki de bir dansla hikâye

etmişlerdir... Nihayet, Afrika’daki yaydan

Asya’nın, Asya’daki tekerlekten Avrupa

veya Amerika’nın nasıl haberi olacaktı?

Bilgi veya duygu nasıl muhafaza edilecek

ve sonra nasıl iletilecekti?

Page 39: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

36

Robert Burton’un[ii] çeşitli kalıplarda

tekrarlanan bir sözü vardır: «Bir devin

omuzlarına tırmanan cüce, devden

uzakları görebilir.» Medeniyet, bir devin

değil - bazıları diğerlerine kıyasla dev gibi

de görünse - aslında bir cüceler yığınının

meydana getirdiği bir dağdır ki ona

tırmanan her akıl daima bir öncekinden

daha uzağı görebilir. Medeniyet birikimdir.

Bilginin, düşünce şekillerinin kalıplarının

birikimi... İşte mağaralardaki ceddimizin

tek eksik tarafı bu birikimi elde

edemeyişidir.

Pisagor teoremi bile düzinelerce defa

keşfedilmiş olabilir. Ama geniş

toplulukların anlayacağı bir lisanla ifade

edilmedikten ve gelecek nesillere yazı ile

bırakılmadıktan sonra neye yarar? Kumda

çizgilerden ibaret kalmağa mahkûm, değil

midir? Mağara teşbihini belki düzinelerle

Eflâtun düşündü. Ama ancak birinin elinde

lisan, kâğıt ve kalem vardı. Belki yüzlerce

Şeyh Gâlib yaşadı ama Hüsn-ü Aşk’ı

aratacak teşbihler, semboller, mazmunlar

ancak son üç ömürde birikebilmiştir.

Peki, birikimin sırrı nedir? Gerek

yaşayanlar, gerekse yaşayacaklar

arasındaki medeniyet ve kültür köprüsü

nasıl, neyle kurulur?

Birikim, bir şifreleme ve şifre çözme

vetiresiyle ve - en mühimi - sembollerin

yaratılmasıyla gerçekleşir. Gömenin,

keşfedilenin düşünülenin ilk sembolü

kelimelerdir. Bir insanın kafasında doğan

kavram, kelime dediğimiz seslerle

şifrelenir, karşısındakine iletilir ve onun

kafasında bu sesin şifresi çözülerek

kavram, ona aktarılmış olur. En basit safha

budur. Ancak bu safhanın bile iptidaîsi ve

gelişmişi vardır. Birkaç yüz kelimeyle

konuşabilen insanlar günümüzde de

mevcut. Buna karşılık 400-500 bin

kelimeyi, yani o sayıda sembolleştirilmiş

kavramı taşıyabilen insanlar da asrımızda

yaşıyor. Lisan, birikim için gereken ilk şart

ama yetmiyor. Çünkü menzili, insan

sesinin gidebildiği kadar. Kalıcılığı da tek

tek insanların hafıza gücüyle sınırlı…

Milletlerin sözlü edebiyatının asla yazılısı

kadar hızlı bir gelişme gösterememesinin

sebebi işte bu sınırlardır. O zaman, «Akılda

kalmaz, satırda kalır»a geliriz ve yazıyı

keşfetmemiz gerekir. Şimdi şifreleme ve

çözme iki safhalıdır. Lisan için şöyle bir

şema çizebiliriz:

Yazıda durum şu şekle döner:

İş zorlaşmış, şifreleme-çözme kademeleri

ikiye çıkmış, fakat gerek mekân, gerek

zaman menzili çok artmıştır. Artık tarih

çağlarına girebiliriz. Fakat insan kafasının

kavram biriktirme ve iletme yollarının

gelişmesi burada da durmaz. Yeni

safhalara geçilir. Ancak bu yeni safhalar

için de ilk ikisi, yani lisan ve yazı

gereklidir. Şimdi kelime guruplarına yeni

mânâlar yüklenecektir. Yeniden

şifrelemeler, yeniden sembol üretimi

başlayacaktır. Ortaya, sembollerden inşa

edilmiş semboller çıkacaktır. Bir taraftan

geometri ve cebir sembolleri, düşünceye,

nakil ve birikime yeni bir hız

kazandıracak; diğer taraftan meşhur hâle

geren teşbihler sayesinde bir kelimeye bir

kavramlar silsilesi yerleştirilebilecektir.

𝐸 = 𝑚 ∗ 𝑐2 de atomun gücü şifrelenmiştir.

Artık Batı mimarîsinde iki sütun üzerine

yerleştirilmiş her basık üçgen, Atina’daki

Partenon’dur. İstanbul’da kubbelerin

tekrarıyla yücelen câmîler, âlemlerin

Page 40: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

37

vahdetten yaratılışını şifreler. «Lâl», şimdi

yalnız bir kıymetli taş değil, bütün

hususiyetleriyle yârin dudağıdır. O da

hemen tasavvufî aşka şifrelenir. «Gibi»ye,

«sanki»ye lüzum kalmamıştır. İnsan

yaratıcılığının bu zirvelerini biraz önceki

şifreleme-sembol-çözme şemalarıyla

ifadeye kalksak artık sayfalar dolar.

Kademeler, katlar artık birkaç işarette,

birkaç satırda saklanmakta ve

nakledilmektedir. Nesillerden nesillere,

her asırda değeri bir daha, bir daha

katlanan bir miras devredilmektedir.

Nihayet ve belki hepsinden de mühimi,

şifreleme vetiresinin iki yönlü işleyişidir.

Kavramlar bir taraftan lisan vasıtasıyla

kelime sembollerine kavuşurken insan da

kelimelerle düşünmeğe başlamış, bu ise

yeni bir kolaylık, düşünceye yeni bir hız

getirmiştir. Kelimeler kavramlardan doğar

ama kavramları da doğurur.

Sembolleştirme «lâl»i, yaratmıştır ama

artık şair de «lâl» ile düşünmektedir. İlim

adamı, E, m, c ile... Kavramlar

sembolleşirken semboller de

kavramlaşmış, mana kazanmıştır.

İşte cedlerimizi hayvandan, bizi de

cedlerimizden ayıran’ve daha dün

mağaradan çıkanları müthiş bir helezon

içinde yücelten sır, anahtar, insanoğlunun

bu sembolleştirme kaabiliyetidir. Eşref-i

mahlûkat, alet değil, rumuz kullanan

mahlûktur[iii] Sembolleri olmasaydı o hâlâ

mağaradaydı.

Medeniyet ve kültür, maşerî hafızadır.

Maşerî hafızaysa sembollerle mümkün

olabilmiştir.

BİRİNCİ SORUYA CEVAP

Elektrikler niçin dâima söner?

Medeniyetler ve kültürler sembollerle

aydınlanırken, sembollere kör gözler

onları nasıl görsün?

Kültürümüzü bir an için satranç oyununa

benzetelim. Biz, satranç bilmiyoruz;

oyunun sembollerinden, kaidelerinden

bihaberiz. Fakat takdimci yakamıza

yapışmış anlatmaktadır: «İşte dünyanın en

güzel, en heyecanlı, en zevkli oyunlarından

biri... Bak. Bak ne şâhâne.». Ve o çok

zorlarsa, biz de kendimizi zon’ayıp

bakıyoruz: İki adam, şekilli taşlarla dolu

bir tahtaya dakikalarca eğilip duruyor. Çok

ender, birinden biri kıpırdanıp bir taşın

yerini değiştiriyor... Nedir güzel olan?

Kendimizi biraz daha zorlarsak, mesela

tahtanın iki renkli karelerine bir estetik

vehmedebiliriz. Şaheser acaba atın

kulaklarında mı? Kalelerin oyması mı

güzel olan? Ve elektrikler daima söner.

Bize kültürümüzün sembolleri

unutturulmuştur. Onun için ışıklar hiç

yanmaz. Tâ ki sembollerimizi yeniden

kazanalım. Bâkî’nin cihan padişahı Kanunî

için yazdığı büyük mersiyeden bir beyte

bakalım:

Deryalar etse âlemi çeşm-î güher feşân

Gelmez vücûde sencileyin dürr-i şâhvar

Şimdi, eğer en basit sembollerden birini,

aruz veznini bilmiyorsak, bırakın mânâyı,

ahengi bile duyamayız. «Şah(ı) var»

imalesi yoksa vurgular, uzatmalar yerli

yerinde değilse beytin modern söz

yazarlarının «yapıt»larından pek farkı

Page 41: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

38

kalmaz. Diyelim bu safhayı başarıyla

atlayıp doğru dürüst okuduk ve âhenge

vardık. Kelimeleri bilmiyorsak - ki hâinler,

bilmemizin lüzumsuzluğunu, bilmememiz

gerektiğini yıllarca telkin etti ve büyük

çapta kabul de ettirdi - sembolleri yine

çözemeyiz. Haydi, onu da atlayalım:

Mücevherler saçan gözler âlemi deryalar

etse

Senin gibi şaheser inci oluşmaz.

Şimdi artık, tahtadan ve taşlardan, atın

kulaklarına, kalenin oymalarına geçmiş

bulunuyoruz. Hele, inci saçan gözlerin

ağladığını, bu ağlamanın dünyayı

denizlere, çevirdiğini çözebilirsek - yani,

yine bazı sembolleri deşifre edersek - belki

ilk ışıklar belirecektir. Fakat

kültürümüzün incinin vücuda gelişini nasıl

anlattığını bilmeden aydınlığa

kavuşmamız mümkün değildir; Nisan

bulutları ilk damlalarını yeryüzüne

bırakırken, istiridyeler suyun yüzüne çıkar

ve birer damla alıp saklarlar. İşte inci,

bahar yağmurunun bu ilk damlalarından

vücuda gelir. Işıklar yandı mı? Yoksa

«Seviyorum, di ba bi ba»yı mı tercih

ederdiniz. Efendim?

Hafızamız yok edilmiştir.

Bu unutturma, görüntülere, seslere ait bir

unutturma değil, ileri sembollere, şifre

içinde şifre taşıyan- ve kültürün,

medeniyetin gelişmesinin ölçüsü olan

karmaşık sembollere ait bir unutturmadır.

Hatırlanması da bir sesin, bir görüntünün

hatırlanması kadar kolay değildir.

İngiliz edebiyatının çağdaş klâsiklerinden

William Faulkner eserlerinden birine «Ses

ve Öfke» adını koymuştur. «Ses ve Öfke»,

İngiliz edebiyatının bir başka William’ının,

William Shakespeare’in Macbeth

oyununun beşinci perdesinin beşinci

sahnesinde geçen bir ibaredir. Peki, ne

olacak? Olan şudur: Milyonlarca Amerikalı

ve İngiliz kültürü sahibi, Faulkner’in kitabı

çıktığında onu kitapçı rafında gördükleri

zaman, «Ha, evet, Macbeth!..» diye

düşünerek sembolü çözmektedir. Ben size,

«Deryalar Oldu Âlem» isimli bir kitap

yazsam, onu gördüğünüzde, «Ha, evet.

Kanunî!..» der misiniz?

Bugün

Vaz geçtim Kanunîden de, Bakîden de...

«Yağmur yağıyor, seller akıyor.» desem,

camdan kimin baktığını söyleyebilir

misiniz?

Bir bebek, bir çocuk büyürken o 800 ömrü

adetâ küçük mikyasta tekrarlar. Sırayla;

seslerdeki mânâları çözer; cümleleri anlar;

resimleri deşifre eder; harflere ses verir.

Aldıkları birikir, hafızada üst üste yığılır ve

nihayet karşımıza rüştünü isbat etmiş bir

genç çıkar.

Her beş senede bir «devrim» yapıp

çocuğun hafızasını silerseniz, tıpta

«amnezi» denilen marazî unutma hâlini

yaratırsanız ne olur? Günümüz

Türkiye’sinin küçük bir örneği olur. Ve

ışıklar hiç gelmez.

Her gün televizyondan, radyodan,

gazetelerden bize ahkâm kesenler; lâf ile

dünyamıza nizamat verenler kendi

yaratmadıkları, asla yaratamayacakları bir

medeniyetin vasıtalarını kullanan mağara

devri insanlarıdır. Onların kültürü, onların

Page 42: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

39

medeniyeti o televizyonu, o radyoyu

yapamaz. Onlar o kâğıdı, o ofset

makinasını imal edemezler. Satın alıp

tercüme ettikleri yabancı dizileri, yabancı

romanları, yabancı fikirleri yazamazlar,

oynayamazlar, tenkit edemezler.

(Yapamayacaklarını her «sosyal içerikli

yerli yapım»da bir daha isbat ediyorlar.)

Onlar, belki kadim Mısır’da palyaço,

mağara devrinde sanatkâr olabilirlerdi.

Öğretmenleri ve profesörleri bile öyledir.

(Yeni öğretmen olan bir DTCF mezununa,

«Aman», dedim, «Bazı liselerde aruz

öğretmiyorlar. Ne olur, sen talebelerine

öğret.» Cevabı, «Bize öğretmediler ki

ağabey.» oldu.)

Maşerî amnezi öyle bir noktaya

getirilmiştir ki, kullanılan Türkçe,

mağaradan yeni taşınanların diline

dönmüştür. Artık tercümeler bile

zorlaşmaktadır. Yabancı filmlerde karanlık

kalan taraflar bu çöküşün neticeleridir.

Tercümanlar «çevirmen» olalı 500.000

kelimelik lisanlar 200 kelimeye tercüme

edilmektedir.

Sembol kademeleri kaybola kaybola ilk iki

temel şifrelemeye gelinip dayanılmıştır.

Şimdi de bu kademeler muhtevaca

kemirilmektedir. Son iptidaî kavimler

kaybolurken Türkiye’de modern bir iptidaî

kavim doğmaktadır: Televizyon, buzdolabı

kullanan mağara adamları. İlk 650 ömrün

cetlerimizi mi görmek istiyorsunuz:

Televizyonunuzu açın.

ŞAMANDIRA

Kaybettiğimiz üst sembol kademelerini

kazanmağa, «Yağmur yağıyor, seller

akıyor»dan başlamak lâzım.. Arkasından

adım, adım, atalarımızın yüce mirasına

tırmanacağız. Tırmanış, o yücelikçe sarp

ve zahmetli olacaktır. Sonra o sembollere

hâkim, o ışıkları gören yüzbinlerce

öğretmen yetiştirmeliyiz. İlk pırıltılar

ancak ondan sonra belirecektir. Ve

muhakkak ki her şeyden önce o sembolleri

hâlâ bilen, yani gözleri hâlâ gören birkaç

«ilk ateşçi »ye ihtiyacımız var.

Bir paragrafta özetlediğimiz bu program

birkaç nesil geçmeden gerçekleşemez.

Amnezi hafızayı bir dakikada yok eder

ama sildiği hâtıralar, bir ömürden evvel

kazanılamaz.

Fakat elimizi çabuk tutmazsak bizi dönüşü

olmayan bir uçurum bekliyor: İlk ateşçileri

ebediyen kaybedebiliriz. Bir Yahya Kemal,

bir Arif Nihat göçünce bir devir

kapanıyorsa, bir Tarlan kaybedildiğinde

divan edebiyatının ışıklarını bize göstersin

diye bütün gözler bir Ali Haydar Diriöz’e

çevriliyorsa tehlike adımını kapımızdan

içeri atmış demektir.

Kültürümüz batmış bir gemiyse bizim

neslimiz onu yüzdürecek güce sahip

değildir. Gencimiz, genç orta yaşlımız, o

sembollerin en çok varlığını bilmektedir.

Derinliğini veya kendilerini değil. Bu

satırların yazarı Bâkî’ye pamuk İpliğiyle

tutunurken Şeyh Galib’e erişememekte ve

aşağıda, çocuklarını yutmak için ağzını

açmış bekleyen mağaraya dehşetle

bakmaktadır. Biz bu gemiyi çıkaramayız.

Ancak, «Burada battı-» diye bir şamandıra

dikebiliriz ki gelecek nesiller onu -hiç

olmazsa- yanlış yerlerde aramasınlar.

Yoksa âlemi deryalar etsek bir daha o şah

inci vücuda gelmez. Yoksa yalnız Itrî’nîn

kayıp besteleri değil, bütün bir kültür

Page 43: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

40

âlemi gemiler geçmeyen bir ummanda

gömülü kalır.

[i] Alvin Toffler, «Future Shock», Bantam Books Inc.,

New York, N. Y., 1972. Sayfa: 9 - 32.

[ii] Robert Burton, 1577 - 1640 arasında yaşamış bir

İngiliz yazarıdır. Dev ve Cüce Teşbihi «Melankoli’nin

Anatomisi» adlı eserinde geçmektedir.

[iii] Bkz. : Susanne K. Langer, «Philosophy in a New

Key - A Study in the Symbolism of Reason, Rite, and

Art», Harvard University Press, Cambridge, Mass.,

A.B.D., 1942

Page 44: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

41

İKBAL VURUCU – SONA DOĞRU “KÜRT AÇILIMI”

(DEMOKRATİKLEŞME Mİ? YIKIM PROJESİ Mİ?) Milli Kitap

Her gün bilinçaltımız sosyal medyada ya

da kitle iletişim araçlarında “Masum Kürt

çocukları”, “Ezilen halk” gibi söylemlerle,

ülkemizin bölünmez bütünlüğünü hiçe

sayılarak “Kürt coğrafyası” gibi tabirlerle

ve sözde özgür düşünmeye yönelten

önderlere “Kürt aydınları” gibi sıfatlar

takılmasıyla zihinlerde Kürt-Türk

ayrımcılığına itilmektedir. Böylece etnisite

kavramını zihinlere yerleştirip, toplum

psikolojisini etkilemeyi hedefleyen

kitleler, bugünlerde hedeflerine ulaşmış

gibi görünüyor. Vatan evlatlarının her gün

birer birer vatan toprağına emanet edildiği

şu günlerde, önümüzdeki sürecin hala

farkında olmayan kesimler bulunmaktadır.

İkbal Vurucu’nun Kürt açılımı ve Kürt

sorunu tartışmaları çerçevesinde Türk

milletinin karşı karşıya kalmış olduğu

büyük bir sorunla yüzleş(tir)mek amacıyla

yazdığı Sona Doğru Kürt Açılımı

(Demokratikleşme Mi? Yıkım Projesi Mi?)

adlı kitap 2012 yılında Sarkaç Yayınları

tarafından yayımlanmıştır. Yazar, kitapta

son yılların en can alıcı konuları olan;

ontolojik ırkçılık, çok kültürcülük ve Kürt

açılımı meselelerine Türk milliyetçiliği

perspektifinden değerlendirmelerde

bulunuluyor.“ Aydın yabancılaşması”

denilen düğüm noktasının üzerinde duran

yazar, zihinlerde bölünmüş bir dünyanın

sosyolojik olarak da bölünmeye

başladığına dikkat çekiyor.

Kitapta yer alan makalelerin büyük

bölümü yazarın çeşitli dergi, gazete ve

sitede yayımlanan yazılarıdır. Fakat

yazılar üzerinde yeni düzenlemeler

yapılmıştır. Kitabı okurken Kürt

Açılımı’nın ilan edildiği zaman dilimi göz

önüne alınarak analizler yapılmalıdır.

Kitap 6 bölümden oluşmaktadır:

1- Ontolojik Irkçılığın Anayasal Temeli:

Anayasal Vatandaşlık

2- Ontolojik Irkçılığın Toplumsal

Formasyonu: Çok-kültürcülük

3- Ontolojik Irkçılığın Yaratıcıları:

Aydınlar

4- Ontolojik Irkçılığın Tezahür Süreci: Kürt

Açılımı

5- Ontolojik Irkçılığın Farklı Görüntüleri

6- Ontolojik Irkçılığa Karşı Sivil-Düşünsel

Direnç Merkezi: Türk Milliyetçiliği

Kitapta yeni ırkçılık kavramı;

Page 45: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

42

“ Ortak yaşam alanı ve anlamlar evreninde,

belirli simgesel unsurların dayanak

yapılarak, farklılığın bu zeminde kurgusal

olarak örgütlenmesi, farklılıkların

tanınması, korunması, geliştirilmesi adına

ayrıştırılmaya tabi tutulması, çoğunluğun

toplumsal yapılardan ayrılarak etkileşimin

kesildiği, etnik olarak temellendirilen bir

mozaikleştirilme sürecinin aynı mekânda

yürütülmesi” olarak açıklanmaktadır.

Eşitsizlik, ayrımcılık, öteki olma, kendi

farklılığını ötekiyle pekiştirme ve var

kılma olgusu yeni ırkçılığın post-

modernist görüntüsü olarak yansımasını

bulmaktadır. Yeni ırkçılık kavramını

geleneksel ırkçılık kavramından farklı

kılan özelliklerin başında ise yeni ırkçılığın

arzu edilir bir konumda olması

gelmektedir.

Ülkemizde aynı kültürün, tarihin, dilin,

coğrafyanın insanları sosyolojik olarak

ayrıştırılmaya ve farklılaştırılmaya

çalışılarak ontolojik ırkçılığın en somut

örnekleri görülmektedir. Bu yüzden

ontolojik ırkçılığın varacağı nihai nokta

kandır, şiddettir ve sonunda bölünerek

yok olmaktır. Hiç kimsenin kazanmadığı

fakat Türkiye’nin kaybettiği bir savaştır

bu! Bu durum da tarihsel tecrübelerimizle

sabittir.

Ontolojik ırkçılığa karşı Türk

milliyetçiliğinin bir direnç merkezi olarak

konumlandığı vurgulanan kitapta yazar,

açılım sürecinde yaşananları geniş bir

perspektiften okuyucuya sunmaktadır.

Biz’e dair meselelerin tespitine ve

çözümüne odaklanmış bizden bir kalemin

fikirlerini bulacağımız Sona Doğru Kürt

Açılımı (Demokratikleşme Mi? Yıkım

Projesi Mİ?) kitabını süreci doğru

değerlendirmek adına okumanızı tavsiye

ederiz.

İyi okumalar.

Page 46: Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016

GENCAY

millikanal.com