gencay dergisi - sayı 51 - nisan 2016
DESCRIPTION
Gencay Dergisi - Sayı 51 - Nisan 2016 http://www.gencaydergisi.comTRANSCRIPT
www.millidusunce.org
Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı
Kızılay/ANKARA
Telefon: 0 (312) 231 31 94
Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 5 Sayı 51 – Nisan 2016
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
BÜYÜK BİR DEVRİMİN 120. YILI / Nami Cem İYİGÜN
BİR DİRHEM ET BİN AYIP MI ÖRTER? / Fatma Özge ÖZDEMİR
DEĞİŞİM İSTEĞİ/ Çağhan SARI
ÇARPIK ÇAĞ VE TÜRK GENCİNE DÜŞEN GÖREV / Ertuğrul Kaan ÇAM
VE İKLİMİN KOYUSU / Mehmet Batuhan KAYNAKÇI
KUT-ÜL AMMARE ZAFERİ VE DIŞ BASINA YANSIMALARI / Bahadır Sancar OKUR
TÜRK’ÜN MANEVİ HAZİNESİ / Şeyma KIRAÇ
TÜRK KAMU YÖNETİMİNDE UYGULAMAYA İLİŞKİN BAŞLICA SORUNLAR VE ÇÖZÜM
ÖNERİLERİ / Anıl ÇİLOĞLU
ŞAMANDIRA / Ayhan TUĞCUGİL (İskender ÖKSÜZ)
Kitap Tanıtımı: İKBAL VURUCU – SONA DOĞRU “KÜRT AÇILIMI”
(DEMOKRATİKLEŞME Mİ? YIKIM PROJESİ Mİ?) / Milli Kitap
GENCAY
1
BÜYÜK BİR DEVRİMİN 120. YILI
Nami Cem İYİGÜN
Danimarkalı mukayeseli diller profesörü
Vilhelm Thomsen, uzun zamandır varlığı
bilinen, fakat kendisinden önceki
araştırmacıların gizemli harflerini bir türlü
çözemedikleri Orhun kitabelerini
çözdüğünü dünyaya duyurduğunda
tarihler 1893 yılını gösteriyordu.
Thomsen, 1893 yılının Aralık ayında
Danimarka Kraliyet İlimler
Akademisi’ndeki toplantıda Orhun
bölgesinde bulunan taştan abidelerin
üzerindeki meçhul yazıları Türkçe olarak
okumayı başardığını açıklıyordu. O
toplantıda sadece keşfini ilan etmekle
yetinen Thomsen, takip eden birkaç yıl
içerisinde metinlerin neşri işini
tamamlıyor ve 1896 yılında kitabelerde
yazılanların tamamını içeren “Inscriptions
de I’OrkunDéchiffrées (Çözülmüş Orhun
Yazıtları)” adlı eserini yayımlıyordu.
Günümüzden tam 120 yıl önce Thomsen’ın
yaptığı bu titiz ve mükemmel yayın, daha
sonraki yayınlara da daima örnek ve
kaynak teşkil etti.
Orhun kitabelerinin keşfedilip okunması,
bütün insanlığın ve tabii Türk dünyasının
tarihe bakışını baştan aşağı değiştiren
büyük bir devrim olmuştur. Türklerin 7.-8.
Yüzyıllarda da “Türk” diye anıldıkları,
“Türk” adını taşıyan devlet kurdukları,
1200 yıl sonra bile rahatça anlaşılan arı bir
Türkçe konuştukları ve henüz o tarihlerde
zenginlik ve gelişmişliğiyle asırlar
öncesinden geldiği anlaşılan milli bir
alfabeleri bulunduğunun keşfi, Türkleri
köksüz ve medeniyetsiz bir millet olarak
kabul etme eğilimindeki batılı
oryantalistlerin suratına bir tokat gibi
inmiştir. Diğer taraftan, o güne değin kendi
tarihlerini boy veya hanedan odaklı bir
şekilde ele alma eğiliminde olan Türkler
de Orhun kitabelerinin keşfi sayesinde
bütün Türklük âlemi için ortak olan ve
Orta Asya’dan kaynak alan milli bir
tarihleri olduğunun bilincine varmışlardır.
Böylece Türk dünyasındaki kısır ve
hikâyelerle karışık tarih anlatımlarının
yerini geniş perspektifli ve rasyonel
temellere dayalı bir tarihçilik metodu
almaya başlamıştır.
Bu devrimin etkileri, sadece tarih bilimi
alanında değil, dilden kültüre ve sanattan
siyasete kadar her alanda kendini
hissettirmiştir. Türk tarihi ve kültürü
hakkında aydınlatıcı bilgilerle dolu olan
Orhun Kitabeleri’nin, aynı zamanda
“Türklük bilincini oluşturmayı ve Türk
birliğini sağlamayı” amaçlayan Göktürk
Kağanlığı’nın resmi ağzıyla yazılmış birer
siyasi manifesto özelliği taşıması, millet ve
milliyetçilik kavramlarını Fransız İhtilali
ile başlatan klasik batı görüşünü
tepetaklak etmiştir. Türk Milleti’ne başka
milletlerin buyruğu altında geçirilen
yılların ıstırabını anlattıktan sonra
kurtuluşun “cesur kağanların çevresinde
GENCAY
2
toplanmak ve töreyi kurmak”tan geçtiğini
nasihat eden kitabelerin 1200 yıl
geçmişten yankılanan bu haykırışı, Türk
dünyasında heyecanla karşılanmış ve
Osmanlı coğrafyası da dâhil olmak üzere
bütün Türk dünyasındaki Türkçü-Turancı
hareketler tarihi referanslarını Orhun
Kitabelerinde bulmuşlardır.
Türkiye’de, Türk Ocağı ve İttihat Terakki
Cemiyeti gibi kuruluşlar bünyesinde
Türkçü-Turancı görüşlerin yükselişe
geçtiği 1910’lu yıllarda, Türk dilinin
sadeleştirilmesi ve yabancı kökenli
sözcüklerden arındırılması düşüncesinin
doğuşunda yine Orhun Kitabeleri’nin keşfi
büyük rol oynayacaktı. Fransız oryantalist
Pavet de Courteille’in 1870’te yayımlanan
“Çağatayca Sözlüğü” ve Kaşgarlı
Mahmud’un 1917’de yeniden basılan
“Divan-ı Lûgat-it Türk” başyapıtı ile
birlikte Thomsen’in 1896’da yayımladığı
Orhun Kitabeleri çözümlemesi de dilde
köklere dönüş düşüncesine malzeme
sağlayan ana kaynaklardan biri olacaktı.
Nihayet, cumhuriyetin ilanını takiben
başlatılan ulus kimlik inşası ve dil, kültür
ve tarih devrimlerinin temelinde de bir
bakıma Orhun Abideleri’nden seslenen
Bilge Kağan’ın “Türk budun erkin ökün
(Türk milleti kendine gel)!” çağrısı
yatacaktı.
Göktürk Yazılı Kitabeler ve Bulunuşları
Aslında doğuda çok eskiden beri Göktürk
yazılı kitabelerin varlığı biliniyor ve bazı
eski tarihçi ve gezginlerin notlarında bu
kitabelerden söz ediliyordu. Eski Çin
vesikaları, Türklerin üzerine yazılar
yazdıkları taştan yazıtların dikilişini en
erken haber veren kaynaklardı. 13.
Yüzyılda “Târîh-i Cihangüşâ”yı yazan
İlhanlı tarihçisi Cüveynî de Göktürk yazılı
kayaları görmüş ve şöyle demişti: “Bir
Uygur efsanesine göre onların dünya
yüzüne çıktıkları ilk yer Orhon Nehri’nin
kıyısıdır. Bu nehir, Karakorum denilen bir
dağdan çıkar. Bunlardan başka, nehrin
kenarında eskiden Ordu-Balık, bugün
Mavu-Balık denilen bir şehir vardır. Bu
şehrin yakınında bulunan kayalara yazılar
yazılmıştı. Ben onları gördüm.” Keza 15.
Yüzyılda yaşamış meşhur tarihçi İbn-i
Arabşah da Göktürk harflerinden
bahsetmiş ve yüzyılın ilk yarısında yazdığı
eseri “Acâibü’l-Makdûr fî Nevâib-i
Teymur” adlı eserinde “Çin’de Türklerin
dulbercin” diye adlandırılan 41 harfli bir
yazıları var; ben gördüm” yazmıştı. Ne var
ki Göktürk yazılı kitabelerin batıda
bilinmesi ve böylece bilim çevrelerinin
merakını celp etmesi için yüzyıllar
geçmesi gerekmişti.
Batıda Göktürk yazılı kitabelerden
bahseden ilk kişi 17. Yüzyılın sonlarına
doğru Romen seyyah ve şarkiyatçı Nicolaie
Gavriloviç Milescu idi ve Rus elçisi olarak
Çin’e giderken yolunun üstünde gördüğü
kitabeleri tuttuğu günlüğüne kaydetmişti.
Milescu ve onu takip eden diğer batılı
kâşiflerin bulduğu, aynı meçhul yazıyla
yazılmış kitabelerin hepsi Kara Yüs, Uybat
ve Tes gibi Yenisey bölgesindeki
kitabelerdi. Bu kitabelerden birkaçını da
savaşta Ruslara esir düşen ve sürgün
edildiği Sibirya bölgesinde on yıldan fazla
bir zaman geçiren İsveçli yüzbaşı Johann
von Strahlenberg bulmuştu. Strahlenberg,
18. Yüzyılın ilk yarısında memleketi
İsveç’e döndükten sonra, Sibirya’dayken
rastladığı ve kopyalarını aldığı kitabeleri
gösteren bir eser yayımladı. Milescu gibi
GENCAY
3
kendinden önceki kâşiflerin pek dikkat
çekmeyen kayıtlarının aksine
Strahlenberg’in belgeli eseri batı ilim
çevrelerinin dikkatini çekmeyi başardı ve
Asya’nın her tarafından fışkıran Göktürk
yazılı kitabeler bilim dünyasının dikkatine
sunulmuş oldu.
Bu aşamadan sonra batılı âlimler taş
yazıtların üzerinde rastlanan yazı türünün
hangi millete ait olabileceği hakkında
tahmin ve teorilerini ortaya koymaya
başlamışlardı. Söz konusu yazı, kimine
göre Yunan ve Romalılara, kimine göre
Gotlara, kimine göre Prusyalılara, kimine
göre Keltlere, kimine göre de Moğol ve
Kalmuklara aitti. Fakat henüz yazıyı
çözebilen ve adeta bölgedeki her taşın
altından çıkan meçhul harflerin hangi dile
ait olduğunu tespit edebilen yoktu. 19.
Yüzyılın sonlarına doğru araştırmalar
daha da ciddileşti ve bölgeye ilmi seferler
düzenlenmeye başladı. 1889 yılının
Temmuz ayında Rus Coğrafya Cemiyeti
tarafından ilmî bir sefer heyetinin başında
Moğolistan’a gönderilen etnograf ve
gazeteci Nikolay M. Yadrintsev,
Moğolistan’da araştırmalar yaparken aynı
meçhul yazıyı taşıyan daha büyük taşlar
buldu. Ulan Bator’un 400 km kadar
batısında, Orhun ırmağının suladığı
mukaddes topraklarda, 47,5 derece kuzey
enlemiyle 103 derece doğu boylamının
kesiştiği yerde, kaplumbağaya benzer bir
taş heykelin yanına uzanmış ve 3.75 metre
boyundaki beyaz mermer abide, daha
sonra Köktürk şehzadelerinden Köl Tigin’e
ait olduğu anlaşılacak olan Bengü-taştı. Bir
kilometre mesafede, üç parçaya bölünmüş,
bir kısmı kumlar altında kalmış gri
granitten yapılma bir abide daha vardı ve
bu ikinci abide de Köktürklerin büyük
hükümdarı Bilge Kağan’a ait olan Bengü-
taştı.
Köl Tigin ve Bilge Kağan Bengü-taşlarının
bulunuşu, yazıyı çözmeye çalışan
bilginlere yeni ufuklar açmıştı. Yeni
yazıtlar, önceden bulunanlar gibi birkaç
satır değil, oldukça hacimliydi ve üstelik
her iki Bengü-taşın da batı cephelerinde
birer Çince metin vardı. Bu metinler
okunmuş, tercüme ettirilmiş, abidelerin
Köktürklere ait olduğu anlaşılmış ve sıra
yazıyı çözmeye gelmişti. Finlandiya Fin-
Ugor Cemiyetinin ve Rus İlimler
Akademisi’nin neşrettiği mükemmel
fotoğraflar ve atlaslar üzerinde âlimler
heyecanla çalışmaya koyulmuşlardı.
Ömrünü Türk dünyasını araştırmaya
adayan ve Türkoloji’nin babası olarak
bilinen Alman asıllı Rus bilgin Wilhelm
Radloff, o sıralarda üzerinde çalışmakta
olduğu Uygur harfli Kutadgu Bilig’i
bırakmış ve Türklerin bu esrarlı
yazılarının anahtarını bulmaya girişmişti.
Aynı zamanlarda, Danimarka Kraliyet
İlimler Akademisi azası ve ondan fazla dil
bilen ünlü mukayeseli diller profesörü
Vilhelm Thomsen de taşlar üzerindeki
esrarlı yazıların anahtarını keşfetmeye
çalışmaktaydı. İki bilgin arasında
heyecanlı bir yarış başlamıştı ve bu yarışı
kazanan Prof. Thomsen olacaktı.
GENCAY
4
Orhun Kitabelerinin Çözülüşü:
“Tanrı”yı bulan “Türk”ü de buluyor.
Hem Radloff hem de Thomsen, sağdan sola
mı, yoksa soldan sağa mı yazıldığı bile
meçhul olan yazıyı çözmek için eldeki
fotoğrafları bir o yana, bir bu yana
yatırsalar da uzun süre bir netice elde
edemezler. İlk olarak Thomsen, Köl Tigin
ile Bilge Kağan anıtlarındaki benzer
metinlerden yararlanarak satırların
sağdan sola sıralandığını anlar. Alfabedeki
işaret sayısının 38 olduğunu ve
kelimelerin birbirinden genellikle üst üste
iki nokta ile ayrıldığını da artık biliyordur.
Sonra ünlüler için özel işaretler bulunup
bulunmadığını ve hangileri olabileceğini
araştırmaya koyulur. Sorunla ilgili geçici
bir karara varmak için, eğer “ x y x ” gibi
bir dizi varsa, yani işaretin önünde ve
arkasında aynı işaret bulunuyorsa, ağır
basan ihtimalin x’in ünsüz olması halinde
y’nin ünlü ya da tam tersi olacağı
kanaatinden hareket eder. Bu yöntemle üç
ünlü tespit eder ve tespit ettiği üç ünlü
işareti ile ünsüz olmaları gerektiği
sonucuna vardığı geride kalan işaretler
arasındaki ilişkilere yoğunlaşır. Belirli
ünsüzlerin yalnızca şu ya da bu ünlüyle
birlikte kullanıldığı gibi birtakım değişmez
kuralların varlığını sezmekte gecikmez.
Böylece üç ünlüyü “u/o”, “i” ve “e” olarak
belirler.
Thomsen “u/o” ve “i”yi doğru tahmin
etmiş, fakat aslında “ö/ü” olan üçüncüsünü
“e” tahmin ederek yanılınca çıkmaza
girmiştir. Uzun süre ilerlemesini
engelleyen yanılgısından bir süre sonra
dönmüş ve söz konusu işareti “ö/ü” olarak
tespit etmiştir. Akabinde “a/e” seslerini
veren işaretten de emin olmuştur. Ayrıca
aynı ses için ünlünün cinsine göre değişik
şekilleri olan birçok ünsüz işaretinin
bulunduğunu ve aynı kelimenin değişik
yazış biçimlerinde işaretlerin hayli önemli
bir kısmının birbiriyle patlamalılık ve
genizlilik gibi niteliklerine göre bir aileden
olabileceğini daha açık olarak kavramaya
başlamıştır. Bütün bu ilişkiler, Thomsen’e
incelemekte olduğu dilin büyük ve küçük
ses uyumlarına tabi bir dil olması
gerektiğini göstermiştir.
Thomsen’in yazıyı çözmesi için belli başlı
kelimelerin anlamını bulmasına ve
özellikle yazıtlarda sıkça geçen kelimeleri
çözümlemesine sıra gelmiştir. İlkin Çince
metinde geçen şahıs adlarını aramış ve
yazının içinde sık sık tekrarlanan harf
kümelerinin bu şahıs adlarına ait
olabileceğini düşünmüşse de Çince
metinde geçen Türk kişi adları, diğer
GENCAY
5
bütün Çin kaynaklarında olduğu gibi
anlaşılmaz bir vaziyette bulunduğundan
çabası beyhude olmuştur. Bunu fark
ettikten sonra Yenisey yazıtlarında da çok
sık geçen dört harflik bir kelimenin peşine
düşmüştür. Üstelik belirgin bir surette
yazıtların yeni bölümlerinin başında ve
Hakan unvanı olarak kullanılan
birleşimlerde geçen bu kelimenin
sonundaki “i” harfini de önceden
keşfetmiştir. Bulmaca çözerken yapıldığı
gibi, diğer üç işaretin yerine çeşitli harfler
tatbik ederek kelimenin ne olduğunu
bulmaya çalışırken bir aşamada o
mukaddes kelimeyi yakalamış ve tüm Türk
lehçelerinde ortaklaşa bulunan
“sema/gök/Tanrı” anlamlarındaki “Täŋri
(Tengri)” kelimesini saptamıştır. Şimdi
elinde “t”, “e”, “ng” ve “r” sesleri de vardır.
Böyle olunca yazıtlarda sıkça geçen başka
bir harf kümesinin “Türk” ve bir diğerinin
de “Kül/Köl Tigin” olduğunu keşfetmesi
çok sürmez. Arkası çorap söküğü gibi gelir
ve Danimarkalı dil bilimci esrarlı harflerin
sırrını artık çözmüştür.
Sonuç
Aslında Thomsen alfabeyi çözdüğü sırada
Radloff da çözüme çok yaklaşmıştı.
Nitekim 22 Kasım 1893’te Thomsen’e
yazdığı bir mektupta o da üç harfin
ünlüleri gösteren harfler olduğunu ve
birinin de “i”yi karşıladığını belirtiyordu.
Ne var ki bazı kelimeleri çözmeyi daha
önce başaran ve bu yolla tüm yazıyı
çözmeyi başardığını ilk ilan eden Vilhelm
Thomsen olmuştu. 1896’da Thomsen’in
“Çözülmüş Orhun Yazıtları” adlı eserini
yayımlamasından bir yıl sonra 1897’de
botanikçi Yelizaveta Klements tarafından
üçüncü bir Bengü-taş daha keşfedildi. Tola
ırmağının yukarı mecrasındaki Bayın-
Çokto bölgesinde ve Köl Tigin ile Bilge
Kağan abidelerinin 360 km doğusunda
bulunan Tonyukuk Bengü-taşı, ilk önce
Radloff tarafından neşredilecekti.
Orhun Abideleri’nin ve dolayısıyla Göktürk
yazısının çözülmesiyle Yenisey
Yazıtları’nın büyük bölümü de okunabildi
ve Türk tarihinin erken safhaları
aydınlatılabildi. Eski Türklerin yazılı
edebiyat külliyatı Köl Tigin, Bilge Kağan ve
Tonyukuk yazıtlarından müteşekkil Orhun
Abideleri, Çoyren Yazıtı gibi yine
Göktürklerden kalma çeşitli yazıtlar ve
Yenisey anıt taşlarının metinlerinin
okunmasıyla zenginleşti. Göktürk yazılı bu
kitabelerde Türk Milleti’nin türeyişinden
Türk devletinin kuruluş ve çözülüşüne,
eski Türklerin dostları, düşmanları ve
komşularından yemekleri, müzikleri,
kıyafetleri, töreleri ve adetlerine kadar
birçok konular edebi bir dille işleniyordu.
Yazıt içeriklerinde cümlelerin bazen kısa,
bazen uzun oluşu, manaya kuvvet vermek
için kimi zaman aynı kelimenin yakın
yerlerde tekrarlanması, yani bir nevi tekrir
sanatı yapılması, kimi zaman ise anlamı
birbirine yakın kelimelerin aynı cümlede
veya ardı ardına gelen cümlelerde
kullanılması, birbiriyle uyumlu bir biçimde
telif edilmiş fiiller ve tasvirlerdeki
sahtelikten uzak, sade ve kuvvetli ifade,
yüksek bir edebi değere işaret ediyordu.
Yazıcı Yullug Tigin, Bilge Kağan’ın
ağzından Türk milletine hitap ederken ne
kadar lirik ve romantik ise, tarihi vakaları
aktarmakta da bir o kadar realistti.
GENCAY
6
Bütün bu özellikleriyle Göktürk yazılı
kitabeler, alelade bir dil ve tarih belgesi
olmaktan kurtulmakta ve Türkçe’nin 6.-7.-
8. Yüzyıllarda bu denli muntazam, güzel ve
imlası mazbut bir nesir dili olabilmesi için
çok uzun tekâmül devirleri geçirmiş
olması gerektiğini düşündürmektedir.
Hakikaten de gelecekte Merkezi Asya’da
sürecek arkeolojik ve tarihi keşiflerin,
Orhun Abideleri kadar büyük ve belki
onlardan bile eski daha birçok Türk
yazıtının keşfine gebe olduğu
düşünülmektedir. Danimarkalı bir
dilbilimcinin bugün 120. Yılını idrak
ettiğimiz Orhun Abideleri’nin okunması
devrimine benzer yeni devrimsel
gelişmelerin yabancılardan değil de Türk
dünyasının kendi evlatlarından çıkmasını
istiyorsak Türk dünyası olarak daha çok
tarihçi, dilci, arkeolog ve her daldan bilim
insanı yetiştirmek dışında bir çaremiz
bulunmamaktadır.
Kaynakça:
Ercilasun (A.B.), Başlangıçtan Yirminci Yüzyıla Türk
Dili Tarihi, Akçağ Yayınları, 2004.
İyigün (N.C.), Türklerin Etnik, Kültürel ve Tarihi
Kökleri, Papillon Yayınları, 2012.
Kafesoğlu (İ.), Türk Milli Kültürü, Ötüken Neşriyat,
1997.
Orkun (H.N.), Eski Türk Yazıtları, Türk Dil Kurumu
Yayınları, 2000.
Thomsen (V.), Orhon Yazıtları Araştırmaları, Türk
Dil Kurumu Yayınları, 2011.
GENCAY
7
BİR DİRHEM ET BİN AYIP MI ÖRTER Fatma Özge ÖZDEMİR
Obezitenin hala hastalık olup olmadığı
tartışılırken, 1980 yılından bu yana hızla
artan obezite özellikle çocuklarda tehlike
arz ediyor. Obezite, Dünya Sağlık Örgütü
(DSÖ) tarafından vücutta sağlığı bozacak
ölçüde aşırı yağ birikmesi olarak
tanımlanmıştır. Bireylerin günlük
yaşamlarında yaşa, cinsiyete, yaptıkları
işe, genetik ve fizyolojik özelliklerine göre
değişen enerji ihtiyaçları vardır. Günlük
alınan enerji miktarının harcanan enerji
miktarından fazla olması durumunda
obezite sorunu meydana çıkmaktadır.
Yetişkin erkeklerde vücut ağırlığının %15-
18’i, kadınlarda ise %20-25’iniyağ dokusu
oluşturmaktadır. Bu oranın
erkeklerde%25, kadınlarda ise %30’un
üstüne çıkması obeziteyi oluşturmaktadır
(Obezite Nedir?, 2016). Dünya Sağlık
Örgütü, obezite hastalığını belirlemek için
Beden Kitle Endeksi(BKİ) kullanmıştır.
Beden kitle endeksi, kilogram cinsinden
vücut ağırlığının, metre cinsinden boy
uzunluğunun karesine bölünmesiyle,
Beden Kitle İndeksi (VKİ) = Vücut Ağırlığı (kg.)
/ Boy uzunluğunun karesi (m.)
şeklinde hesaplanır. İdeal ağırlık ise,
ulaşılmak istenen beden kitle indeksinin
boy uzunluğunun karesi ile çarpılmasıyla
elde edilir.
İdeal Kilo = Ulaşılmak istenen BKİ değeri / Boy
uzunluğunun karesi
BKİ boy uzunluğuna göre vücut ağırlığının
tahmin edilmesinde kullanılmakta, vücutta
yağ dağılımı hakkında bilgi
vermemektedir. DSÖ’ye göre uluslararası
obezite sınıflandırması Tablo 1’de
verilmiştir.
Resim 1: Yetişkinlerde BKİ’ne göre zayıflık, fazla
kiloluluk ve obezitenin sınıflandırılması
Yukarıdaki resimde yeşil renk ile
gösterilen alan BKİ’de olunması gereken
ideal alanı, turuncu alan dikkat edilmesi ve
önlem alınması gereken alanı, kırmızı alan
ise tehlike arz eden alanı göstermektedir.
Resim 2: Vücudumuzdaki toplam yağ yüzdesi
oranları ve bel çevresi ölçümünde risk oluşturan
sınırlar
GENCAY
8
Obezitenin Saptanması ve Önlenmesi
Obezite, tüm toplumlarda çok yaygın
görülen bir sağlık sorunudur ve giderek
küresel bir epidemi halini almaktadır.
Obezite sıklığının bu hızlı artışını
durdurmanın en önemli yolu bireylerin
obez olmalarını önlemektir. Bu amaçla
topluma dönük doğru ve bilimsel
uygulamalar çocukluktan itibaren
başlatılmalıdır. Temel olarak iki husus
önemsenmelidir. Bunlar:
1- Yeterli ve Dengeli Beslenme ve
2- Fiziksel aktivite yapılmasıdır (Kurumu,
2013). Obezitenin önlenmesi aşamasında
alınan önlemler
a) Merkeze ve Yerel Yönetimlere Yönelik
Önlemler,
b) Bireye Yönelik Önlemler olarak iki
başlık altında toplanabilir.
a) Merkeze ve Yerel Yönetimlere
Yönelik Önlemler;
• Haberleşme kanalları vasıtasıyla
toplumun yeterli ve dengeli beslenme ve
düzenli fiziksel aktivite hakkında
bilgilendirilmesi,
• Topluma yeterli ve dengeli beslenme ve
fiziksel aktivite alışkanlığı kazandırmak
için eldeki imkânların sağlanması
• Fiziksel aktivite alanlarının sağlanması
ve yürüyüş, bisiklet yollarının yapılması,
• Toplu beslenme alanlarının yetkililerce
sürekli olarak denetlenmesi
b) Bireye Yönelik Önlemler;
• Aile hekimlerinin obezite konusunda
bilgileri arttırılmalı ve obezite ile
mücadelede aktif rol almaları sağlanmalı,
• Sağlık personelleri, sağlık hizmetleri
sundukları alanda obezite ve risk
faktörleri açısından bilgilendirmeye
yönelik toplu eğitimler vermeli,
• Bölgedeki yerel yönetim birimleri,
eğitim kurumları ve iş yerleri ile işbirliği
yapılmalıdır.
Obezitenin Neden Olduğu Sağlık
Sorunları Nelerdir?
Günümüzde obezitenin en sık nedenleri
arasında gıdalara ulaşımın kolaylığı ve
hareketsiz yaşam tarzıdır. Alınan enerjinin
harcanan enerjiden fazla olması
dolayısıyla vücut yağ depolamaya başlar.
Obeziteye neden olan durumlar aşağıdaki
gibi sıralanabilir:
• Dengesiz beslenme
• Yetersiz fiziksel aktivite
• Bazı endokrin rahatsızlıklar
• Metabolik kontrolü bozan ilaçlar
Obezitenin neden olduğu hastalıklar:
• Kalp damar rahatsızlığı
• Yüksek tansiyon
• Felç
• Tip 2 diyabet
• Kanser
• Uyku apnesi
GENCAY
9
• Safra taşı oluşumu
• Hiperlipidemi – Hipertrigliseridemi
• Karaciğer yağlanması
• Solunum zorluğu
• Aşırı kıllanma
• Osteoartrit
• Kısırlık
• Adet düzensizliği (2015)
• Özellikle sık aralıklarla ağırlık
kaybetme ve kazanma sonucunda deri altı
yağ dokusunun fazla olması nedeniyle deri
enfeksiyonları, kasıklarda ve ayaklarda
mantar enfeksiyonları
• Ruhsal sorunlar (Anoreksiya nevroza
(yemek yememe) veya Blumia nevroza
(kusarak yediği besinlerden
yararlanmama), Bingeeating (tıkınırcasına
yeme), gece yeme sendromu gibi ortaya
çıkabilir veya bir şeyi daha fazla yiyerek
psikolojik doyum sağlamaya çalışma)
(World Health Organization Obesity and
Overweight Fact, 2016)
• Toplumsal uyumsuzluklar
Son yıllarda yapılan araştırmalara göre
ülkemizde fiziksel aktivitenin azalması,
beslenme enerjisi yüksek olan doymuş yağ
asitleri alımı ve ayaküstü beslenmenin
artış göstermesi, televizyon ve bilgisayar
başında geçirilen sürenin artması obezite
oranının yetişkin kadın erkeklerle birlikte
çocuk ve gençler arasında da artmaya
başladığını göstermektedir (Hakan Kayar,
2013).
Kız çocuklarında erken ergenlik
yaşanmasını obezitenin tetiklediği
düşünülüyor. Bir nesil önceki kız
çocuklarında 11 yaşında görülmeye
başlayan meme gelişimi günümüzde
neredeyse 7 yaşında görülmektedir. Ancak
bu durum tam anlamıyla netlik
kazanmadığı için hala incelemeye tabidir.
Fakat durumda herhangi bir gerileme
eylemi de görülmemektedir. Vücutta
östrojeni sadece yumurtalıklar üretmez,
yağ hücreleri tarafından da östrojen
üretilir. Bu durum da çocuklarda erken
ergenliği tetikleyen bir olgu olarak
karşımıza çıkmaktadır. Obezite hem
yetişkinler hem de çocuklar için önemli bir
sağlık sorunudur. Sosyal ve psikolojik
yönü ele alınırsa eğer çocuklar için ne
derece önemli olduğunun farkına
varılabilir.
Sonuç
Obezite tedavisinde amaç, gerçekçi bir
vücut ağırlığı kaybı hedeflenerek,
obeziteye ilişkin morbidite ve mortalite
risklerini azaltmak, bireye yeterli ve
dengeli beslenme alışkanlığı kazandırmak
ve yaşam kalitesini yükseltmektir. Obezite
oluşmadan korunma büyük önem
taşımaktadır. Obezitenin etiyolojisinde
pek çok faktörün etkili olması, bu
hastalığın önlenmesi ve tedavisini son
derece güç ve karmaşık hale
getirmektedir. Bu nedenle obezite
tedavisinde hekim, diyetisyen, psikolog,
fizyoterapistten oluşan bir ekip
gerekmektedir.
GENCAY
10
Birinin obez olup olmadığına nasıl karar
vereceğinin büyük oranda bilinmemesi,
obez olan ya da kendini obez olarak
algılayanların bir bölümünün obeziteyi
sağlık sorunu olarak görmemesi bizlere
obezite konusunda bilgi açığını
göstermektedir.
Obezitenin neden olduğu sağlık risklerinin
farkındalığı arttırılmalı, fazla kilolu ve
obezlerin sağlıklı kiloya sahip olmak için
daha fazla çaba harcamasını yardım
edilmelidir. Bu durum ayrıca fazla kilolu
ve obezlerin; obeziteye yönelik halk sağlığı
mesajlarını doğru şekilde, mesajların
kendilerine yönelik olduğunun farkında
olarak değerlendirmelerine katkı
sağlayacaktır (Bakanlığı, 2012).
Aşırı ve düzensiz beslenmek, fiziksel
aktivitelerin az olması obeziteye yol
açabilecek sorunların başında
gelmektedir. Obezite probleminin en
önemli faktörleri arasında düzensiz
beslenme ve fiziksel aktivitenin azlığı
gelmektedir. Bunların dışında ise genetik,
çevresel, nörolojik, fizyolojik,
biyokimyasal, sosyokültürel ve psikolojik
gibi birçok etken de obezite hastalığına yol
açabilmektedir. Özellikle çocukluk
döneminde obezite hastalığına yakalanma
riski daha fazladır. Buna sebep olarak da
çevresel ve psikolojik etkenler
gösterilmektedir.
Yapılan araştırmalara göre günde sadece
ikiburger köftesi ve bir diyet
meşrubat(gazlı içecek) tüketmek bile
metaboliksendrom riskini
artırabilmektedir. Metabolitiksendrom;
kalp ve şeker hastalığı riskini artıran
mühim bir rahatsızlıktır (Özmert, 2016).
Obezite maalesef günümüzde toplumun
giderek daha fazla kesimini etkileyen bir
hastalık haline gelmeye başlamıştır.
Sağlıksız beslenme alışkanlıklarından
kaynaklanan bu durum, genetiği
değiştirilmiş gıdalar ve fastfood kültürü
tarafından da desteklenmektedir. Eğer
sağlıklı bir şekilde obeziteden uzak
durmak gerekirse günlük harcanan enerji
miktarına göre bir beslenme düzeni
oluşturmalı ve alınan besinlerin doymamış
yağ oranlarına dikkat edilmelidir. Bilhassa
dışarıda yeme alışkanlığının obeziteyi
tetiklediği unutulmamalı ve çocukluk
döneminden itibaren takip edilmelidir.
Kaynakça
(2015). Bilim ve Teknik.
Bakanlığı, T. S. (2012). Türkiye Beden Ağırlığı Algısı
Araştırması. Ankara.
Hakan Kayar, S. U. (2013). Çağımızın Hastalığı
Obezite ve Tedavisi. Mersin Üniversitesi Sağlık
Bilimleri Dergisi, 2.
Kurumu, T. H. (2013). Obezitenin Önlenmesi. Obezite
İle Mücadele El Kitabı (s. 27). içinde Ankara: Sağlık
Bakanlığı.
Obezite Nedir? (2016, Mart).
http://www.who.int/nutrition/en/. adresinden
alınmıştır
GENCAY
11
World Health Organization Obesity and Overweight
Fact. (2016, Mart 18).
http://who.int/mediacentre/factsheets/fs3117en/p
rint.html. adresinden alınmıştır
Resim 3: Beden Kitle İndeksine göre yeme tablosu
GENCAY
12
DEĞİŞİM İSTEĞİ Çağhan SARI
Türk siyasi yaşamının ilk gizli oy kapalı
tasnif usulü ile yapılan seçimi sonrası
Cumhuriyet Halk Partisi iktidarı Demokrat
Parti'ye devretmişti. Cumhurbaşkanı
İnönü, Çankaya'dan inip ana muhalefet
lideri oluyordu. Seçimin üzerinden bir
hafta geçtikten sonra oğlu Erdal İnönü'ye
yazdığı mektubunda, seçim sonucunu
sükûnetle karşıladığını ve yenilginin haklı
haksız birçok sebebi olduğunu
belirtiyordu. İnönü, yenilginin
sebeplerinin başına ise ''milletlerin en tabî
isteği, değişim isteği'' diyordu. Evet,
değişim isteği. Uzun yıllar bir idare
mekanizmasının yıpranması yahut bu
idare mekanizmasına muhtelif vasıtalar ile
bağlı kılınan bir kitlenin değişim arzusu.
Dr. Devlet Bahçeli'nin Genel Başkanlık
görevini üstlenişinden günümüze gelelim.
4 Nisan 1997 tarihinde Başbuğ Alparslan
Türkeş'in vefatından sonra gergin bir
kurultay süreci yaşanmış ve diğer
adayların Devlet Bahçeli lehine çekilmesi
ile MHP tarihinin ikinci genel başkanı
olmuştu. 1999'da MHP iktidara yürüdü.
DSP ve ANAP'la 57. Hükümet kuruldu.
MHP'nin yer aldığı 57. Hükümetin belki
cumhuriyet tarihinin en çok badirelerle
boğuşan hükümeti olduğunu tarih kaleme
alacaktır. Deprem felaketleri, yolsuzluklar,
bankalar üzerinden patlayan ekonomik
kriz, AB uyum yasaları tartışmaları derken
öne alınarak 2002'de yapılan seçimlerde
hükümet ortaklarının üçü de barajın
altında kaldı. MHP'nin oyları 1995'e
geriledi ve %8'de durdu. 2007'de MHP
tekrar parlamentoya döndü. 2011'de
MHP'nin baraj altında kalması için uğraş
veren güç merkezlerine rağmen barajın
altında inmedi. 2015'te ise malumunuz
üzerine Haziran-Kasım seçimleri
sonrasında değişim isteğinin yankıları
tabanda ciddi yükselmeye başladı.
Bu yazı, Dr. Devlet Bahçeli'nin geride
bıraktığı icraatları hatırlatmak maksadıyla
kaleme alınmadı. Kurultaya gidilirken
genel başkanlığa adaylığı açıklayan
isimlere yönelik bir tetkik amacı da
gütmüyor. Vurgulamak istediğimiz husus,
bu değişim isteklerine karşı ''hain''
söylemini geliştirenlerin düşmanca
tavırlarına ve genel kurul sonunda mutlak
bir değişimi öngörenlerin mevcut genel
başkana sin-kaflı hitap etmelerine
değinmeyeceğiz. İdareyi, adayları tenkit de
etmeyeceğiz. Bu yazımızda uzun yıllar
genel başkanlık vazifesini üstlenen
kişilerin nasıl veda ettiklerini yahut veda
edemediklerini hatırlatacağız. Herhangi
bir ilinti ya da benzerlik kurulmamasını
istirham ederken cumhuriyet tarihinin
koridorlarındaki yolculuğumuza
başlıyoruz. Şimdi, koltuğuna yaslanıp
tabletten, telefondan yahut bilgisayardan
Gencay'ı okuyanlar, bu iki kesimden birine
dâhil olanlar, haklılıklarından emin bir
halde sayfayı değiştirmek isteyebilirler.
Yazının devamını okumaya sebat edenler
de ne diyeceğimizin merakı içinde
önyargısını kalkık kaşlarla dışa
vurabilirler. Sükûnetli olunmasını istirham
ederiz. Nitekim değişim artık mutlaktır ve
siyaset ahlakının ekseninde olmalıdır.
GENCAY
13
Bugün değişim seslerinin yükseldiği ve bu
yazının kaleme alındığı sırada Prof. Dr.
Ümit Özdağ'ın da resmi açıklamasıyla dört
genel başkan adayının belirdiği ortamda
Sayın Bahçeli, 19 yıla yakındır genel
başkanlığını sürdürüyor. Bu süre tarihe
intikal eden liderlerle kıyaslanıldığında
bazılarından uzun bazılarından kısa
olduğu görülecektir. Ancak uzun süren ve
tabanın arzu ettiği hedefleri kısmen
tutturabilen -hatta bazen hedefleri
yakalayamayan- liderler ''çekilsin artık''
sesleri ile karşılaşmışlardır.
1972'de CHP'de genç isim Bülent Ecevit,
yükselişe geçerken, 1950'den bu yana
girilen -27 Mayıs sonrası yapılan 1961
seçimi hariç- tüm seçimlerde birinci
olamayan İnönü'ye genel başkanlığı
bıraksın kampanyası başlamıştı. İnönü 88
yaşında ve 34 yıldır genel başkandı.
Kendisine yönelik bıraksın kampanyasına
cevaben ''bir bakmışsınız akşam kriz (kalp
krizi) ne genel başkan kalmış ne ihtilaf
kalmış'' diyerek sitem etmişti. 1972
Mayıs'ında genel başkanlığı Ecevit'e
bırakan İnönü ömründeki son bir yıla
doğal senatör olarak girmişti.
Tarihin cilvesi midir bilinmez, 1972
yılında genel başkanlığı başlayan ve 1980
darbesi ile siyasi hayatı 7 yıl kesintiye
uğrayan Bülent Ecevit, 2002 yılında
Başbakan olarak yorgun bedeniyle girdiği
son seçim öncesi kendi partisinden
bıraksın kampanyasına maruz kaldı. Siyasi
yasaklı olduğu dönemde eşinin kurduğu
Demokratik Sol Parti'nin dümenine
geçtikten sonra 1980 öncesine oranla
sloganları hayli değişmişti. Ecevit, solda
birleşme umutlarını tüketip, genel
başkanlığından ayrıldıktan sonra sırt
çevirdiği tarihi misyonu olan CHP yerine
birleşmenin DSP çatısı altında olmasında
diretmişti. 57. Hükümetin boğuştuğu
sorunlar sırasında DSP bölündü ve İsmail
Cem'in genel başkanlığında Yeni Türkiye
Partisi kuruldu. DSP grubu ikiye ayrılırken
bu bölünmenin baş sorumlusu olarak
Hüsamettin Özkan kamuoyunun
gündeminden düşmedi. Ecevit, önce mide
ve bağırsak ardından da kaburgasındaki
rahatsızlık nedeniyle uzun süre hastanede
kalmış, taburcu olduktan sonra da
Başbakanlık'ta değil evinde mesaiye
başlamıştı. Yeter çekilsin sesleri arasında
siyasi hayatına 3 Kasım 2002 seçimleri son
verdi. %1.5 oyla sahne kapandı. CHP'ye
bakacak olursak üç defa ara vererek
1992'den 2010'a kadar partinin genel
başkanlığını Deniz Baykal yürüttü. 2002 ve
2007 seçimlerinin sonuçlarına duyulan
memnuniyetsizliğe rağmen kurultayları
kazanan Baykal, özel yaşamını konu
edinmesi gereken bir hallin nihayetinde
başkanlıktan ayrıldı.
1959'a uzandığımızda Demokrat Parti'de
tabandan olmayan ama tavandan gelen bir
değişim arzusu güçlü olmamakla beraber
gayet güçlü bir yerden işitiliyor. Gatwick
uçak kazasından sonra Londra'da tedavi
gören Başbakan Adnan Menderes'in yurda
dönüşü iktidar-muhalefet ilişkilerinde
tansiyonu düşürür. Ancak Çankaya'dan
Menderes'in bir kaç ay daha istirahat edip,
başka bir ismin geçici olarak
başbakanlığına getirilmesi Koraltan
aracılığıyla Menderes'e bildirilir.
Menderes, bozuntuya vermez. O hafta
içerisinde bir kaç toplantı daha olur.
Menderes, Mükerrem Sarol'un
telkinleriyle bunun geçici değil bir genel
başkanlık değişimi hamlesi olduğunu
kabul ederek Çankaya ile ilişkilerini
zedeler. Demokrat Parti, bir sene sonra
GENCAY
14
1960 darbesiyle devrileceği için üçüncü
bir genel başkanının olmasını çok
sonralarına saklayacaktır.
Kapanan Demokrat Parti'nin siyasi
mirasını üstlenen Adalet Partisi'nde ise
1964'ten 1980'e kadar aralıksız genel
başkanlık görevini Süleyman Demirel
sürdürdü. Siyasi yasakların kalkmasından
sonra DYP Genel Başkanı oldu. 1993'te
yedinci defa Başbakan oldu. Demirel'in
siyasi hayatının 1971'de ve 1980'de
bittiğini zannedenlere inat, ilk kez 1966'ta
karşısına çıkan cumhurbaşkanlığı şansını
1993'te değerlendirdi. Sekizinci
Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın ani
ölümünden sonra Dokuzuncu
Cumhurbaşkanı seçildi. Demirel her ne
kadar partisinin başından ayrılıp
Çankaya'ya çıksa da ''yeter bıraksın''
söylemlerini işitmekten kurtulamadı. 2000
yılında görev süresi dolacaktı. 28 Şubat
sürecinden kendisine cumhurbaşkanlığı
çıkarmak isteyen bazı isimlere karşı
hükümet, istikrar vurgusu yaparak 76
yaşındaki Demirel'in Çankaya'daki görev
süresini uzatmak için yasa değişikliği
hazırlıkları yaptı. Kamuoyu hazırlandı.
Muhalefetin de desteğini almak için sık sık
partileri kapatılan Milli Görüş
temsilcilerine parti kapatmayı zorlaştıran
hükümlerin de değişiklik paketinde
olacağı bildirildi. İmzalar toplandı ve
Meclis Genel Kurulu'na teklif getirildi.
Teklif, hazırlanma sırasında imza atan
milletvekillerinin çok altında bir oy alınca
Demirel için aktif siyaset sona erdi. ''Güniz
sokakta tavuk beslemem'' demeciyle aktif
siyasete göz kırpan Demirel'e basın
serzenişte bulundu. Görev süresinin
uzatılması sırasında baba vurgusu yapan
manşetlerin yerini, artık emekli ol söylemi
aldı.
Milli Görüş lider değişimi tartışmaları
sonrası resmen bölünme yaşamadı ama
ayrılık Fazilet Partisi'nin kapatılmasıyla
resmileşti. Milli Nizam Partisi, Milli
Selamet Partisi ve Refah Parti'sinin
liderliğini yıllarca üstlenen Necmettin
Erbakan, Milli Görüş'ün simgesiydi. Refah
Partisi'nin kapatılıp kendisine verilen beş
yıl siyaset yasağının ardından, Fazilet
Partisi'ne Cindoruk ve Tuna örneklerini
hatırlatan bir isim genel başkan oldu.
Erbakan'ın direktiflerini uygulayan bu
isim Recai Kutan'dı. Fazilet Partisi'nin
2000 senesindeki kongresinde, Erbakan'a
ve onun temsilcisi olan Kutan'a karşı
yenilikçiler adı altında bir muhalefet
sancağı açıldı. Abdullah Gül, başkanlığa
aday oldu. Lider değiştirmeye alışık
olmayan Milli Görüş'ün bu kongresi hayli
gergin geçti. Kutan tekrar genel başkan
olsa da yenilikçiler tavırlarını sürdürüp bir
program çerçevesinde çalışmalarını
derinleştirdiler. Fazilet Partisi de
kapatılınca, Erbakan'ın çizgisinde kurulan
Saadet Partisi'ne katılmayıp, AKP'yi
kurdular. Erbakan ömrünün son yıllarında
SP'nin liderliğini tekrar devraldı.
İnönü, Ecevit, Demirel ve Erbakan, siyaset
yaşamından emekliye ayrılmak gibi bir
davranışı kolaylıkla göstermedikleri
anlaşılıyor. Alparslan Türkeş'in bu
liderlerden farklı olarak partisinin başında
hayata veda etmesi ve günlük siyasi
anlayışlar sonucu MHP'de bir ayrılığın
yaşanmasına rağmen tabanda ''çekilsin''
söyleminin görülmemesi, bilakis vefatının
ülkücü camiayı derinden sarsması onu
ayrıcalıklı kılmaktadır. Türk siyasetinde
liderlerin daha dinç yaşta vazifelerinden
ayrılıp, emekli politikacı geleneğini
başlatmamış olmaları akademi
çevrelerince tezlere konu olacaktır.
GENCAY
15
ÇARPIK ÇAĞ VE TÜRK GENCİNE
DÜŞEN GÖREV
Ertuğrul Kaan ÇAM
Zorbaya rüşvettir 'nurol-çok yaşa'
Mâbutlar, kıbleler değişti hâşâ
İnsanın kâğıda, demire, taşa
Secdeye vardığı çağda yaşadık.
Merhum Abdurrahim Karakoç ne de güzel
anlatmış ‘’Çarpık Çağ’’ şiirinin bu
dörtlüğünde halimizi. Gerçekten çarpık bir
çağdayız. Büyük bir ahlaki çöküş yaşıyoruz
toplum olarak. Başımıza gelen türlü türlü
badireler de durduramıyor bu çöküşü,
ibret almıyoruz. ‘’Bana dokunmayan yılan
bin yaşasın’’ zihniyetinin, fırsatçılığın,
riyakârlığın, vurdumduymazlığın akıllılık
sayıldığı bir çağdayız. Dürüst olana,
namuslu olana, rüşveti elinin tersi ile itip,
haksızlığa karşı dimdik durana ise aptal ya
da deli diyorlar.
Peki, ne oldu da bu hale geldik?
Bu soruya tek bir cevap vermek son
derece zor. Bu hale gelmemizde işi ehline
teslim etmeyen yönetici, ‘’Benim
memurum işini bilir!’’ diyen devlet
büyüğü; karanlık beyinleri ilim irfan ışığı
ile aydınlatması gerekirken, tertemiz ve
aydınlık beyinleri kapkara zihniyetlere
boğan akademisyen; birkaç puan fazla
reyting için entrika ve cinsellik pazarlayan
televizyon kanalları; iki kelime ile
tanımlanacak olsa ‘güzel ahlak’ olarak
tanımlanabilecek bir dini tebliğ ettiğinden
habersiz, yobaz din adamı başlıca
sorumlular. Liste belki biraz daha
uzayabilir ancak bu saydıklarım alelade
insanlar değil. Toplumu yöneten, toplumu
eğiten ve toplumu yönlendiren insanlar.
İlk gruptan toplumu yönetenlerden
başlayalım. Ne yazık ki toplumu
yönetenlerin koltuk sevdası ve koltuğu
kaybetme korkusu, Allah sevgisi ve
korkusunun önüne geçmiş vaziyette.
Konumu nedeni ile eline geçirdiği güç,
nefsini o kadar doyumsuzlaştırmış ki kalbi
övgülere sonuna kadar açık lakin
eleştirilere mühürlü. Hırsının sınırı yok.
Vicdanı çoktan dolgun cüzdanlar
tarafından satın alınmış durumda. Etrafına
toplanan dalkavuk takımı gazı verdikçe
uçuyor. Küçük dağları ben yarattım
havalarında törenden törene koşturuyor.
Sorumluluğu alanında bir sıkıntı
olduğunda ise türlü bahanelere sığınıyor.
Dalkavuklarının zarar görmemesi için
ahlaksızlıklarını gizliyor, açığa çıkarsa
meşrulaştırmak için gayret gösteriyor.
Üstüne dalkavukluk astına kibir şeklinde
bir yönetim anlayışı yerleşiyor. Böylece en
üstten en alta kadar yönetim kademesinde
bir ahlaksızlık zinciri oluşuyor. Sonuçta
devlet nizamı bozuluyor. Bozulan nizam
toplumun da bozulmasına zemin
hazırlıyor.
İşin eğitim kısmında da durum çok parlak
değil. Bir memleket düşünün ki
üniversitelerinden çıkan ‘’canlı bomba’’
sayısı, alanında dünyaya nam salabilecek
nitelikteki bilim adamı sayısından daha
GENCAY
16
fazla! Bir memleket düşünün ki
üniversiteleri, terör ve anarşiyi kendisine
araç edinen illegal örgütlerin ‘’insan
kaynakları birimi’’ gibi. Eserleri ile çağları
aşacak mimarları, gelecek nesillerimizin
mimarı öğretmenleri, hakkımız savunacak
avukatı, adaleti tecelli ettirecek hâkimi,
suçluları sindirecek savcıyı,
hastalıklarımıza derman olacak doktoru,
teknolojimize çağ atlattıracak mühendisi
yetiştirmesi gereken ilim yuvaları bugün
kimliksiz, kişiliksiz, içinde bulunduğu
toplumun değerlerine düşman insanlar
yetiştiriyor. İlim, irfan peşinde koşmak
yerine yabancı ideolojilerin peşinde koşan
akademisyenlerin dolu olduğu, insanların
ilmi ile değil de yakın durduğu ideoloji,
grup, cemaat vs. ile değerlendirildiği
üniversitelerden farklı sonuç beklemek ne
kadar mümkün olabilir?
Toplumu yönlendirme dediğimizde
çağımızda akla gelen ilk unsur medya.
Medya deyince ise akla ilk gelen televizyon
kanalları. Bir televizyon, bir programla
milyonlarca insanı kendisine
bağlayabiliyor. Belirli bir anlayışa göre
programları düzenlenmiş bir televizyon
ise kendisine bağladığı insanları, onlara
hiç fark ettirmeden, istediği yöne
çekebiliyor. Televizyon kanallarındaki
dizilere bir bakın! Çok fazla emek sarf
etmeden zevk içinde yaşayan mafya
babaları, töre cinayetleri, yakışıklı bir
adam için birbirine girmiş kız kardeşler,
güzel bir kız için birbirini öldüren
adamlar, para için bedenini satan fakir kız,
evlatlarının arasını açmaya çalışan ana-
baba vs. Reyting uğruna bol bol şiddet,
entrika ve cinsellik satan televizyonlar.
Her geçen gün etki alanı genişleyen
internet medyasında da durum farklı değil
ve bütün bunların sonucunda yine bu
kanallar ve siteler aracılığı ile
öğrendiğimiz iğrenç haberler. Karısını
sokak ortasında kurşunlayan adam,
kocasını uyurken kesen kadın, anasına,
bacısına, kızına tecavüz edenler, çocuklara
musallat olanlar ve daha bir sürü iğrençlik.
Hem ahlaksızlığı dizilerinde
meşrulaştırarak hem de meşrulaştırdığın
ahlaksızlığı ‘şaşkınlık’ ifadeleri ile
haberleştirerek para kazan. İşte
ülkemizdeki medyanın durumu bu derece
vahim…
Son olarak din adamları... Din adamları
hem toplumun eğitimi hem de
yönlendirilmesi açısından büyük önem arz
ederler. Bir atasözü var ya ‘’Yarım doktor
candan, yarım imam dinden eder’’ diye. Bu
söz eğitimci yönlerini en iyi anlatan
sözlerden biridir. Toplumu yönlendirme
denildiğinde ise benim ilk aklıma gelen
Maraş direnişidir. Sütçü İmam Ali’nin
tavrı, Rıdvan Hocanın Maraş ahalisini
titretip kendine getiren sözleri, Maraş’ı
Kahramanmaraş yapmıştır. Bugün ise din
adamlarımızdan bu ‘’elif gibi dimdik
duruşu’’ göremez olduk. Dokuz köyden
kovulma kaygısı ile doğruyu
söyleyemiyorlar. Daha da beteri işi ticarete
dökenleri bile var. Manevi değerlerimizi
kullanarak topladıkları maddi yardımları
şahsi emellerine alet edenler, biraz göz
yaşı ile varlıklarına varlık katan ‘’Ramazan
hocaları’’ bu din tüccarlığının başlıca
örnekleri. Siyasi taraftarlık yapan veya
siyasi kaygılarla hareket eden din
adamlarının sayısı her geçen gün artıyor.
Bu durum bir taraftan din adamlarına
güveni azaltırken diğer yandan yapılan
işler din adamlarınca ‘fırkacı bir taassup’
ile değerlendirildiğinden toplum yanlış
GENCAY
17
yönlendirilebiliyor. Bu yanlış yönelimler
belirli bir zamandan sonra toplumda genel
kabul haline geliyor. Bugün
toplumumuzda yaşanan birçok
ahlaksızlığa karşı gösterilen tepkinin her
geçen gün azalmasında din adamlarındaki
bozulmanın yeri hiç şüphesiz çok büyük.
Şanlı peygamberimiz de asırlar
öncesinden durumu şu sözleri ile
özetlemiş: ‘’İnsanlardan iki sınıf vardır ki
onlar iyi olurlarsa bütün insanlar iyi olur,
bozulurlarsa bütün insanlar bozulur. Onlar
âlimler ve idarecilerdir.’’ Yukarıda
bahsettiğimiz hususların bir cümlede özeti
adeta. Alimler(din adamları ve
akademisyenler) ve idarecilerdeki
bozulma her geçen gün biraz daha
toplumsal değerlerimizi baltalıyor. Buna
bir de teknolojik gelişmenin ürünü medya
da eklenince insanlığından çıkmış insan
topluluklarının sayısı kat be kat artıyor.
Peki, ne yapmalı?
Bundan çıkışın yolu, Hz. Ömer gibi
‘’Fırat’ın kıyısındaki kuzudan kendini
mesul tutacak’’, Kutadgu Bilig’i okuyup
özümsemiş idarecilerce yönetilmek,
‘’uğruna kırk yıl köle olunabilecek’’
akademisyenlerce eğitilmek, yüksek milli
kültürümüzü ve manevi değerlerimizi ön
plana çıkaran yapımlara imza atan ‘’yerli’’
bir medyaya sahip olmak, Allah’ın Hud
suresi 112. ayetteki ‘’Emrolunduğun gibi
dosdoğru ol’’ emrini kendisine rehber
edinmiş din adamlarının hutbeleri,
vaazları, sohbetleri ile bilgilenmek. Böyle
insanlar hala var ve ben inanıyorum ki
onların sayesinde hala millet ve devlet
olarak ayaktayız.
Milletini maddi ve manevi olarak
kalkındırmayı kendisine görev edinmiş
olan biz Türk milliyetçisi gençlerin
yapması gereken bu değerli insanları
keşfetmek, faydalanmak ve toplumun her
kesimine ulaştırmak ve nihayetinde
sorumluluk sahibi, bilgili, yerli ve
dosdoğru bir insan olarak gelecekte o
değerlerin yerini alabilmek.
GENCAY
18
VE İKLİMİN KOYUSU
Mehmet Batuhan KAYNAKÇI
Ve aşktan ve şiirden ve bir şeylerden ve bir şeylerden...
Islak gökyüzünden sızan bir nen var.
Kemanın uğultusuna,
Dökülmüş bir mevsimin hicranına kapılan,
Uzak insanlardan kurulu bir senfoni var.
Gıcırtılarıyla, akşama ulaşırken vakit
Başlayan, durmaksızın çalan durmaksızın çalan...
Gramofonlarda sallanır gri kalpaklı yalnızlar.
Ve gri kalpaklarına sarılı tutuşmuş tozlar var,
Biraz neşe, biraz doğacak güneşe endişe...
Sonra kapalı kapılar, sönmüş kandiller.
İnsan, kendiyle başlar sonu gelmeyecek bir güreşe.
Ve söz açılır aşktan, şiirden, bir şeylerden...
Ne var ki sabaha kendiyle doğar insan,
Sağır ve nahoş adımlarda sere serpe biraz.
Birazda dökülmüş öğlen vakitlerinde, keder; her yerde!
Bir piyanonun tuşlarına basıyormuşçasına yazılır şiir;
Ve akordeon sesleri arasında gömülecekse gömülür her şair.
Sahi manevralarda elbet tükenecekse,
Bu kadar plan neden var?
GENCAY
19
Ve aşktan ve şiirden ve bir şeylerden ve bir şeylerden...
İnsan ilk en yakınını kaybeder.
Ruhunun en gizinde kalmış kişiyi,
Kendisinden dahi gizler.
İnsan ilk en yakınını kaybeder.
Ve uzaklarsa mahveder sessizliği.
Sessizliği ve sessizliktekileri...
Karanlık en çabuk kanan renktir.
Ne zaman bulsa bir yırtık sızar da
Destansı menekşeleri kurur kahramanların.
Bu ayrı bir sözün başlangıcı ama
Karanlık en çabuk kanan renktir.
Ve aşktan ve şiirden ve bir şeylerden ve bir şeylerden...
Islak gökyüzünden sızan bir nen var.
Kemanın uğultusuna dökülmüş,
Bir mevsimin hicranına kapılan.
Uzak insanlardan kurulu bir senfoni var,
Gıcırtılarıyla akşama ulaşırken vakit başlayan,
Durmaksızın çalan durmaksızın çalan...
GENCAY
20
KUT-ÜL AMMARE ZAFERİ VE DIŞ
BASINA YANSIMALARI
Bahadır Sancar OKUR
Birinci Dünya Savaşı’nda kanlı bir
bataklığın ortasında kalan Osmanlı Devleti
birçok cephede aynı anda savaşmak
mecburiyetindeydi. Bunlardan en önemlisi
ve şanlı bir zaferle neticelenen Çanakkale
Zaferi olmakla birlikte, hemen hemen aynı
şanı taşıyan bir cephe daha vardı. Bu Irak
cephesinde yer alan Kut’ul Ammare idi.
Petrol sahalarının kontrolünü isteyen
İngilizlere karşı savaşmak üzere, 15 Ekim
1914 tarihinde Bahreyn ve 23 Kasım 1914
tarihinde Basra’nın işgalci kuvvetlerin
eline geçmesi Irak Cephesinin açılış sebebi
olarak görülüyordu.
İngiltere için sömürgelerinin öneminin
tartışılmaya bile gerek olmadığı aşikâr.
Özellikle yeraltı zenginlikleri ile büyük
öneme sahip Hindistan ve diğer
sömürülerinin güvenliğini sağlamak aynı
zamanda II. Abdülhamit tarafından
yaptırılan Hicaz Demiryolu, İngiltere’yi
Irak’ta savaşmaya mecbur bırakıyordu. Bu
cephede ise İngiltere, kendi ırkından
ziyade elinin altında bulunan adalı İngiliz
“vatandaşları” ve büyük çoğunluğunu
İslam dinine mensup Hindistanlılardan
oluşan birliklerle savaşacaktı.
Osmanlı’da ise Irak cephesindeki
birliklerin başına, Enver Paşa tarafından
Süleyman Askeri Bey getirilmişti.
Süleyman Beyin ilk planı ise bölgedeki
milis güçleri de organizasyona katarak
İngiltere ordusunu durdurmak üzerineydi.
Ancak bu yeterli olmamış, İngiliz
güçlerinin ilerleyişi durdurulamamış ve
buna karşılık İttihatçılar bu cephedeki
askeri güçlerin seviyesini kolorduya
yükseltmişti. Bu gelişmelerle birlikte
Nasıriye ve Şuayibe ele geçirilmiş olsa da
gerek teçhizat yetersizliği gerekse yorgun
düşen ordu durumları neticesinde Osmanlı
birlikleri geri çekilmek zorunda
kalmışlardı. Bu başarısız görüntünün
üzerine Süleyman Askeri Bey gururuna
yenik düşerek hayatına son vermiştir.
Son gelişmelerden sonra İngiliz
birliklerinin başına orduda ün yapmış
General Townshand getirilmiştir.
Süleyman Askeri Beyden boşalan ordu
komutanlığı görevinde ise Nurettin Bey
yer alıyordu. İngiliz güçleri Amara ve
Nasıriye’yi ele geçirirken bir yandan da
casuslar aracılığıyla çeşitli propagandalar
yapıyorlardı. Bu propagandaların amacı
Arapların Osmanlı tarafından uğradıkları
zulümden kurtulmaları için İngiliz
birliklerine yardım etmeleri gerektiği
algısını oluşturmaktı. Osmanlı birliklerinin
içinde bulunduğu duruma rağmen General
Townshand, merkezden bir emir
gelmeden ordusunu harekete
geçirmemeye karar vermişti. Bunun
üzerine 23 Ağustos 1915 tarihinde gelen
emirde Osmanlı birliklerinin biran evvel
imha edilmesi ve neticesinde Kut-ül
Ammare’nin ele geçirilmesi bekleniyordu.
Bu emir neticesinde harekete geçen İngiliz
GENCAY
21
ordusu Osmanlı’ya büyük kayıplar
verdirmiş neticesinde ise Osmanlı
birlikleri geri çekilmek durumunda
kalmıştı. Bunun üzerine geri çekilen
Osmanlı birlikleri yerine İngiliz birlikleri
fazla bir direnişle karşılaşmadan Kut-ül
Ammare’yi işgal etmişti. Ancak henüz pes
etmeyen Nurettin Bey ve ordusu geri
çekilmesine rağmen her noktada savaş
düzeni almaktaydı. İngilizlerin bu durum
karşısında şaşırdıkları gelen casus
raporlarında yer alıyordu. Ancak buna
rağmen İngiliz birlikleri ilerleyişe devam
edip Bağdat’ı da ele geçirmek istiyordu.
Bunun önünde hiçbir engel
göremiyorlardı. 14 Kasım’da İngilizler
Bağdat’a doğru harekete geçmişlerdir ve
bunun üzerine Irak, İran ve Musul’da yer
alan Osmanlı birlikleri birleşerek altıncı
kolordu kurulmuştur. Yeni kurulan
ordunun başına ise bir Alman olan Mareşal
Colmar von der Goltz getirilmişti. Yaşanan
çatışmalardan sonra ise 25 Kasım
tarihinde İngiliz birlikleri geri çekilmek
zorunda kalmıştı. Bu çatışmalarda
İngilizlerin kayıpları, cephede yer alan
birliklerinin üçte birine denk gelmekteydi.
Bunun üzerine İngiliz birlikleri
ilerlemekten vazgeçerek Kut-ül
Ammare’ye çekilip, savunma pozisyonu
almaya başlamıştı. Kut-ül Ammare coğrafi
açıdan oldukça avantajlı bir konumdaydı
ve İngilizler bundan faydalanmak
istiyordu. Geri çekilen İngiliz
birliklerinden sonra Osmanlı ordusu 27
Aralık günü Kut-ül Ammare’ye gelerek
topçu atışlarına başladı. Duvarlar
yıkılmıştı ancak arkaya örülen tel örgüler,
Osmanlı’nın çok sayıda kayıp vermesine
yol açıyordu. Buna rağmen Osmanlı
birlikleri saldırmaya devam ediyordu.
İngiliz birlikleri ise Osmanlı ordusunun en
fazla bir ay kuşatmaya devam edeceğini
düşünüyordu. Bu süre zarfında ise
kendilerine yetecek seviyede erzakın bolca
bulunmasına güveniyorlardı. General
Townshand İran üstünde vazifeli olan Rus
birliklerinden yardım isteyecek ancak 6
Ocak günü Osmanlı ordusu yardıma gelen
birlikleri de bertaraf edecekti. Ancak
bunun sonunda orduyu geriye çeken
Nurettin Bey görevden alınacak yerine ise
Enver Paşa’nın amcası Halil Paşa
getirilecekti. İngiliz casuslarına karşı
hamle olarak Teşkilat-ı Mahsusa ajanları
da İngiliz siperlerine çeşitli pusulalar
dağıtıyordu. Bu pusulalarda Müslüman
olan Hintlilerin, din kardeşlerine karşı
savaşmamaları bunun yerine Halifenin
emrine girmeleri söyleniyordu. Bu çabalar
sonuç vermiş Müslüman Hintliler İngiliz
ordusundan kaçmaya başlamış, intihara
yönelmiş ya da nöbet sırasında bazı
durumları görmezden gelmişlerdir.
19 Nisan’da karargâhta yakalandığı
hastalık sonucu hayatını kaybeden Von
der Goltz yerine Halil Paşa getirilmiştir. Bu
sırada ise General Townshand umudunu
iyice kaybetmişti. Halil Paşa birçok kez
teslim ol çağrısında bulunmuştu.
İngilizlerin tükenen yiyecekleri
neticesinde asker kayıpları iyice artmış,
açlıktan sahip oldukları atları kesip
yemeye başlamışlardı. Tüm bunların
neticesinde Townshand 29 Nisan 1916’da
“13 general, 481 subay ve 13.300 er” ile
birlikte teslim olmuştur. Halil Paşa
kazanılan zafer sonucunda birinci derece
Osmanlı Nişanı verilmiştir. Daha sonra
Halil Paşa “Kut” soyadını almıştır.
GENCAY
22
Zaferin Dış Basına Yansımaları
Osmanlı açısından zafer olarak belirtilecek
kuşatmanın İngilizler için ise acı bir
mağlubiyetten ve itibar kaybından başka
bir anlamı yoktu. Bu durum İngiliz
kamuoyuna ve basınına da yansımıştı.
Basında İngiltere’nin bu mağlubiyetine
oldukça fazla yer verilmekteydi.
Mağlubiyetin temel nedeni erzak
yetersizliğine bağlanırken, teslim
olunurken tüm mühimmatın imha edildiği
belirtiliyordu. Aynı zamanda Osmanlı
ordusu komutanı Halil Paşa’nın ise
nezaketine vurgu yapılarak General
Townshend’e ait kılıç ve silahların
kendisine geri verilmesine değiniliyordu.
Buna karşılık Alman basınında ise Kut-ül
Ammare başarısızlığının siyasi ve askeri
açıdan oldukça fazla öneme sahip olduğu
vurgulanıyor, Zeitung gazetesi ise İngiltere
açısından en büyük yenilgilerden biri
olduğunu manşetlerine taşıyordu.
Osmanlı’nın müttefiki konumunda yer alan
Almanya kamuoyunda ise hemen hemen
İstanbul’da olduğu kadar büyük sevinçle
karşılanmıştı.
Fransa medyası ise bu olayı çokta büyük
bir yenilgi olarak belirtilmiyordu. Onlara
göre İngiliz ve Rus birliklerinin Anadolu
topraklarındaki varlıkları daha önemliydi
ve Irak cephesinde yer alan Osmanlı
ordusunun bu durumu kolaylaştırdığına
vurgu yapılıyordu. Echo de Paris adlı
gazete ise bu duruma daha fazla dikkat
çekerek, verilen kayıpların savaşın diğer
cephelerdeki durumu kolaylaştırdığını öne
sürüyordu. Bununla beraber Hindistan ve
Avustralya yerel yönetimleri ise İngiltere
yenilgisine duydukları üzüntülerini
kamuoyuyla paylaşıyorlardı.
Sonuç
İngiliz güçlerinin Osmanlı’ya esir düşmesi,
Osmanlı ve İngiliz kamuoylarında günlerce
konuşulmuştur. Osmanlı’da zafer naraları
medyada ve halkın dilindeyken, İngiliz
basınında ise yenilginin suçlularına
odaklanılarak, ordunun itibarı
kurtarılmaya çalışılıyordu. Bu İngiliz
subaylarına açılan soruşturmalardan
rahatça görülebiliyordu. Ancak Kut-ül
Ammare ve Çanakkale’de kaybolan
itibarlarını kurtarmak isteyen İngiltere
bunu Bağdat’ı ele geçirerek telafi etmek
niyetindeydi. Kut-ül Ammare yenilgisi
İngiltere’yi yavaşlatmış ama planlarından
vazgeçirmeye yetmemişti.
Osmanlı açısından ise bu zafer ile birlikte
Ruslara gidecek olan yardım önlenmiş
olmuştu. Genel kanı bu zaferin Osmanlı’ya
oldukça fazla avantaj sağlayacağıydı.
Bununla beraber Irak Cephesi’nin
kapanacağı ve İngiltere’nin geri çekileceği
fikri hâkimdi. Ancak bu durum yanlış
yorumlanmıştı. Askeri zafer siyasi bir
akılla birleştirilememişti. Bölgedeki
birliklerin iki farklı noktada Ruslar ve
İngilizlerle mücadele etmek zorunda
kalması etkinliğini yitirmesine neden olup
çeşitli çatışmaların ardından İngiltere 11
Mart 1917’de Bağdat’ı ele geçirmiştir.
Musul’da ise Türk ordusu başarılı olmuş;
önce Rus birlikleri dağıtılmış daha sonra
ise İngilizler yenilgiye uğratılmıştır. Ancak
Mondros Ateşkes Antlaşması ile birlikte
Musul’da kaybedilmiştir. Bu durum tarih
boyunca Kut-ül Ammare zaferinin tam bir
galibiyet olarak değil, muhabere zaferi
olarak nitelendirilmesine yol açmıştır.
GENCAY
23
Kaynakça
Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi Journal
Of Modern Turkish History Studies XIII/26 (2013-
Bahar/Spring), ss. 55-85.
SÂBİS, Ali İhsan, Birinci Dünya Harbi, Nehir
Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 1992.
SAKİN, Serdar, “Birinci Dünya Savaşı’nda Irak
Cephesinde Osmanlı Devleti ile İngiltere Arasındaki
Çarpışmalar”, Gazi Akademik Bakış, Cilt 4, Sayı 7, Kış
2010, s.133-152
SAYGI, Tarık, İngiliz Generali Townshend ve Türkler,
Paraf Yayınları, İstanbul,2011.
BURAK, Durdu Mehmet, Birinci Dünya Savaşında
Türk-İngiliz İlişkileri, Babil Yayıncılık, Ankara,2004
TOWNSHEND, Charles V.F., Irak Seferi ve Esaret,
Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2007.
GENCAY
24
TÜRK’ÜN MANEVİ HAZİNESİ Şeyma KIRAÇ
Atalarımız “Ağzı olan konuşur.” demiş.
Gerçekten de ağzı olanın konuştuğu doğru-
yanlış demeden her konu hakkında fikrini,
bilgisini (ona bilgi denirse tabii)
etrafındakilere kabul ettirmeye
çalışanların bolca bulunduğu bir
devirdeyiz. Araştırmadan konuşanlar mı
dersiniz, konuşmak için konuşanlar mı
dersiniz yoksa ortamda sadece dinlemeyi
kendine yediremeyenler mi dersiniz
bilmem ama bu kişileri susturmak oldukça
uğraş gerektiriyor. Haklı çıkmak için
kafalarından tarih yazanlarından tutun
arkasında olmadığı görüşü savunanları
bile görüyoruz bazen.
Başbuğ Atatürk “Cehalet; yenilmesi
gereken en büyük düşmandır!” demiştir.
Her devirde eksik olmadıkları gibi o
devirde de ki her muhabbette övgü ile
bahsedilen Avrupa devletlerinde de
kaynak belirtmeden konuşanlar, yazanlar
bulunuyordu. Özellikle Avrupa
devletlerinin ders kitaplarında yer alan
Türklerin ikinci sınıf bir millet oldukları
iddiaları ve “barbar” deyimi kullanılarak
bir istilacı kavim oldukları gösteriliyordu.
Atatürk bunun böyle olmadığını ve cihan
tarihinde en eski çağlardan beri Türkler’in
hakiki yerinin ne olduğunun ve
medeniyete ne gibi hizmetlerinin
bulunduğunun tetkik edilmesi gerektiğine
inanmaktaydı. Bu sebeple ve daha birçok
yardımcı sebeplerle 12 Nisan 1931’de
Türk Tarih Kurumu açılmıştır.
Türk Tarih Kurumu’nun temelleri 28
Nisan 1930’da Atatürk’ün de bizzat
katıldığı Türk Ocakları’nın VI.
Kurultayı’nın son oturumunda atılmıştır.
Atatürk’ün direktifleriyle, Afet İNAN
tarafından 40 imzalı bir önerge sunulmuş
ve “Türk tarih ve medeniyetini ilmi surette
tetkik etmek için hususi ve daimi bir
heyetin teşkiline karar verilmesini ve bu
heyetin azasını seçmek salahiyetinin
Merkez heyetine bırakılmasını teklif
ederiz.” denilmiştir.
Aynı gün Kurultayda yapılan görüşme
sonucunda Türk Ocakları Kanunu’na, 84.
madde olarak “Merkez Heyeti, Türk tarih
ve medeniyetini ilmî surette tetkik ve
tetebbu eylemek vazifesiyle mükellef
olmak üzere bir Türk Tarih heyeti teşkil
eder” şeklinde bir madde eklenmiştir. Bu
karar çerçevesinde 16 üyeden oluşan bir
“Türk Tarihi Tetkik Heyeti” teşkil
edilmiştir.
Böylece temeli atılan Türk Tarih Kurumu,
Türk Ocakları’nın VII. Kurultayı’nda
kapatılması kararı alınınca, 12 Nisan
GENCAY
25
1931’de “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti” adı
altında yeniden teşkilatlanmış ve
1930’daki ilkeleri temel alınmıştır.
Kurumun adı 1935 yılında “Türk Tarihi
Araştırma Kurumu” ve daha sonra ise
“Türk Tarih Kurumu” olarak
değiştirilmiştir.
Kuruluşundan başlayarak çalışmalarını
eski Türk Ocağı Halkevleri binasında
sürdüren Kurum, 1940 yılı sonlarında Dil
ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde ayrılan bir
bölüme geçmiştir. Lakin her gün
zenginleşen kütüphanesi, çalışmaları ve
gelişen basımevi dolayısıyla bu yer
yetersiz kalmış, 12 Kasım 1967 günü,
projesi Sayın Turgut Cansever tarafından
çizilen bugünkü modern binasına
taşınmıştır. Bu bina 1980 yılında
“Uluslararası Ağahan Mimarî Ödülü”nü
almıştır.
Atatürk. Hayatının son dönemlerine kadar
Türk Tarih Kurumu’nun çalışmalarını
desteklemiş ve katkıda bulunmuştur.
O’nun kuruma verdiği bu önem
vasiyetinde İş Bankası’ndaki hisselerinin
yarısını Türk Tarih Kurumu’na
bağışlamasıyla anlaşılmaktadır. Nitekim
Atatürk’ten sonra gelen Cumhurbaşkanları
da bir gelenek olarak Kurum’un koruyucu
başkanları olmuştur.
Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi, Türk
tarihi, Türkiye tarihi ve bunlarla ilgili
konularda zengin ve değerli bilgi
kaynaklarına sahip olan tek ihtisas
kütüphanesidir. Kütüphane dermesini
oluşturan bilgi kaynakları: kitaplar, süreli
yayınlar, haritalar, el yazması eserler,
basılmamış telif ve çeviri eserler,
fotokopiler, mikrofilm, mikrofiş, CD-ROM,
video-kasetlerdir.
Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi'nden
üniversite öğretim üye ve görevlileri,
yüksek lisans ve doktora düzeyinde
çalışma yapan araştırmacılar, resmi ve
özel kuruluşlarda görevli araştırmacılar ve
kişisel araştırmacılar yararlanmaktadır.
Üniversitelerin sadece son sınıf öğrencileri
kütüphaneden yararlanabilmektedir.
Bunun için de seminer veya tez
çalışmalarını yürüten danışman öğretim
üyesinden, öğrencinin adına düzenlenmiş,
çalışma konusunu bildiren bir yazı
getirmeleri gerekmektedir.
“Büyük devletler kuran ecdadımız büyük
ve şümullü medeniyetlere de sahip
olmuştur. Bunu aramak, tetkik etmek,
Türklüğe ve cihana bildirmek bizler için
bir borçtur. Türk çocuğu ecdadını
tanıdıkça daha büyük işler yapmak için
kendinde kuvvet bulacaktır.” demiştir
Başbuğ Atatürk. Her fırsatta gururla
söylediğim sözlerden bir tanesidir. Türkler
tarihinde öyle büyük zaferler kazanmış
öyle büyük işlere imza atmış bir
topluluktur ki gerçekten de Türk, tarihini
tanıdıkça daha büyük işler yapmak için o
kuvveti kendinde buluyor.
Tarihini bilmek, araştırmak ve öğrenmek,
yetişen her Türk insanının ilgilenmesi
GENCAY
26
gereken konulardan biri olması gerektiği
görüşündeyim. Nitekim kişi tarihini tam
anlamıyla bilmesiyle büyür ve olgunlaşır.
Bugün de yine her gün olduğu gibi
hayatımızda yeri büyük olan Büyük Önder
Mustafa Kemal Paşa’ya teşekkürü borç
bilirim. Teşekkürler Paşam…
Türk Tarih Kurumu’nun 85.yılı Kutlu
Olsun!
GENCAY
27
TÜRK KAMU YÖNETİMİNDE UYGULAMAYA
İLİŞKİN BAŞLICA SORUNLAR VE ÇÖZÜM
ÖNERİLERİ Anıl ÇİLOĞLU
Giriş
Türk Kamu Yönetiminde uygulamaya
ilişkin başlıca sorunları irdeleyebilmek ve
bu sorunlar üzerine çözüm önerileri
sunmak için öncelikle, dünya üzerindeki
küreselleşme hareketleri ile yapıları,
işlevleri sürekli değişen ve gelişen devlet
olgusunu, devlet olgusunun bir sonucu
olarak da yönetim kavramını, yönetim
kavramının gerçeğe yansıması olan Kamu
Yönetimi kavramının iyi saptanması ve
anlaşılması gerekmektedir.
Dünya üzerindeki küreselleşme
hareketleri ile yapıları, işlevleri sürekli
değişen ve gelişen devletlerde olduğu gibi
Türk Kamu Yönetimi’nde de, yönetimde
reform kavramı yeni bir kavram değildir.
Başvurulan, gelişi güzel düzensiz
çalışmalar, Tanzimat’tan, Cumhuriyete ve
hatta günümüze kadar Türk kamu
yönetiminde reform hareketlerinin
gelişmesinde etkili olmuştur. Türk kamu
yönetiminde, uygulanmaya çalışılan bir
dizi yönetsel reformların başarısız olması,
ekonomik, siyasal ve kültürel gelişmeyle
doğru orantılı olduğu aşikârdır.
Reformların başarısızlığı da aynı zamanda
uygulamaya ilişkin başlıca sorunları
ortaya çıkarmaktadır.
Bu çalışmada devlet olgusunun bir sonucu
olan yönetim kavramı ve gerçeğe
yansıması olan Kamu Yönetimi kavramları
üzerinde durulacak, Türk kamu yönetimde
uygulamaya ilişkin başlıca sorunların
temeli yönetim kavramı ve kamu yönetimi
kavramlarına dayandırılacak ve bu
sorunlar üzerine çözüm önerileri
sunulacaktır.
Devlet, Yönetim ve Kamu Yönetimi
İnsanın sosyal ve kültürel bir varlık
olması, sosyal ve kültürel paylaşımı,
birlikte yaşamayı ve işbirliğini ortaya
çıkarmıştır. Ortaya çıkan bu sonuçlar
zamanla bir yöneten ve yönetilen ilişkisi
haline dönüşmüş ve devlet olgusunun
ortaya çıkmasına neden olmuştur. Devlet
kavramının çok eski olması ve günümüze
kadar süregelmesi var olan yöneten ve
yönetilen ilişkisinden kaynaklanmaktadır.
Devlet, bir toprak bütünlüğüne sahip olan,
siyasal ve kültürel bakımdan örgütlenmiş,
millet veya milletler topluluğudur. Toplu
yaşamanın ve insanların müşterek
gereksinimleri olan sosyal refah, iç düzen,
sağlık, güvenlik gibi bütün beşeri
faaliyetler devlet olgusunun konusu içine
dâhil olmuştur. Müşterek olan bu
gereksinimler devlet tarafından karşılanır,
düzenlenir ve yürütülür.
Bu noktada ise karşımıza yönetim kavramı
ortaya çıkmaktadır. Yönetim kavramının
önemi birçok bilim insanı, akademisyen ve
siyaset bilimcinin ortak ve müşterek
konusu haline gelmiştir. Prof. Dr. Şükrü
Metin Erdağı “Yönetim, belirli amaç veya
amaçları gerçekleştirmek için iş birliği
GENCAY
28
içinde yürütülen bir grup faaliyetidir.”(1),
şeklinde yönetim kavramını
toplumsallaştırmış ve devlet olgusu ile
ilişkisine vurgu yapmıştır. Yönetimi
örgütsel bir süreç olarak ele alan Doç. Dr.
Erol Turan ise yönetim kavramını, “Belirli
bir takım amaçlara ulaşmak için başta
insan kaynakları olmak üzere, parasal
kaynakları, donanımı, demirbaşları,
hammadde ve yardımcı malzemeler ve
nihayet zaman faktörünü birbiriyle
uyumlu ve etkin kullanmaya imkân
verecek kararlar alma ve bunları
uygulatma süreçlerinin toplamıdır.”(2),
şeklinde kavramsallaştırmıştır. Yapılan
tanımlardan da anlaşılacağı üzere yönetim
kavramı, devlet olgusu içinde var olan, ,
planlı, örgütlü ve denetimli, yönetilen ve
yöneten arasında sürekli etkileşim halinde
uygulanan, verimlilik ve etkinlik esaslarına
dayanan bir kavramdır.
İnsanların müşterek beşeri faaliyetlerine
cevap veren devlet ve yönetim kavramının
gerçeğe yansıması ise ancak Kamu
Yönetimi kavramı ile mümkündür. Bu
durum yönetim faaliyetlerini
gerçekleştiren kamu kurumları tarafından
sağlanır. Buda Kamu Yönetimini ortaya
çıkarır. Yönetim kavramı gibi Kamu
Yönetimi de birçok bilim insanı,
akademisyen ve siyaset bilimcinin ortak ve
müşterek konusu olmuştur. Prof. Dr. Aykut
Polatoğlu, Kamu Yönetiminin genel
özelliklerini ve kamu yönetiminin
tanımlarını şu şekilde sıralamıştır:(3)
• Kamu yönetimi bir kamusal düzenleme
çerçevesinde işbirliği içinde olan grup
çabasıdır.
• Kamu yönetimi yasama, yürütme, yargı
arasındaki ilişkileri kapsar.
• Kamu yönetiminin kamu politikalarının
oluşturulmasında önemli bir rolü vardır ve
bu nedenle siyasal sürecin bir parçasıdır.
• Kamu yönetimi özel yönetimden önemli
ölçüde farklıdır.
• Kamu yönetimi çeşitli özel gruplar ve
bireyler ile yakından ilişkilidir.
• Kamu yönetimi merkezi ve yerel
yönetimlerin yürütme organlarının ve
bunlarla ilişkilendirilmiş örgütlerin
etkinliklerini kapsar.
• Kamu yönetimi, siyasal iktidarın
amaçlarına ulaşmak için insanları ve
malzemeleri örgütleyip yönetmesidir.
Yrd. Doç. Dr. Ali Kuyaksıgil ise “Genel
anlamda yönetim kavramının
tanımlamaları kamu yönetimi ile
ilişkilendirildiğinde, yönetim, kamu
hizmet ve görevlerinin devamlı olarak
aksatılmadan yürütülmesi için bir araya
gelmiş bulunan insan, araç ve gereç
topluluğuna işlerlik kazandıracak,
koordine ve organize edilmesi
işlemidir.”(4), şeklinde yönetim kavramını,
kamu yönetimi ile ilişkilendirmiştir.
Prof. Dr. Şeref Gözübüyük ise devlet,
yönetim ve kamu yönetimi arasındaki bağı
“Devletin birinci temel hedefi düzeni
sağlamaktır ve bunu sağlamak için
toplumsal düzenin kurallarını koyar,
uygular ve bunu yapmak içinde
örgütlenmeye gitmektedir. Devletin ikinci
temel hedefi ise toplumsal sorunlara
çözüm aramaktır. Bu sorunlara çözüm
bulmak için plan ve programlar yapmak
durumundadır. Bu iki hedef, etkin bir
kamu yönetimine olan gereksinimi
artırmıştır. Kamu yönetimi devlet ve
GENCAY
29
toplum düzeninin kesintisiz olarak
işlemesi ve kamunun ortak
gereksinimlerini karşılamaya yönelik ürün
ve hizmetlerin üretilip sunulmasına ilişkin
bir sistemdir. Kamu yönetimi sistemi halk,
örgüt, norm düzeni, ekonomik kaynak,
kamu görevlileri ve kamu politikası olmak
üzere çeşitli unsurlardan
oluşmaktadır.”(5), şeklinde tanımlamıştır.
Yapılan tanımlardan da anlaşılacağı üzere
devlet olgusu, yönetim kavramı ve Kamu
Yönetimi arasında sıkı bir bağ vardır.
Devletin temel görevleri olan hizmet
sunumları ancak, yönetim kavramının ve
Kamu Yönetimi kavramının etkinliği ile
sağlanabilir.
Kamu Yönetimi yerel ve uluslararası
düzeylerde gerçekleşen siyasal, sosyal ve
ekonomik değişimleri anlamamıza
yardımcı olan bir bilim dalıdır. Yönetimde
yaşanan bir sorunun iç yüzeyini
anlamamıza ve yorumlamamıza yarayan
sistemli bir işleyiştir. Günümüzde
Türkiye’de ve dünyada gerçekleşen
küreselleşme ve dönüşümleri anlamamızı,
etkinlik ve verimlilik ilkelerini en iyi
şekilde kullanmamıza ve katılımcı bir
kamuoyu haline gelmemiz için bizlere
yardımcı olur.
Türk Kamu Yönetiminin Yapısı
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 123.
maddesine göre İdare’nin kuruluş ve
görevleri, merkezden yönetim ve yerinden
yönetim esaslarına dayanır. Bu ilke
doğrultusunda Türk Kamu Yönetimi,
merkezi yönetim ve yerinden yönetim
olmak üzere iki farklı şekilde
örgütlenmiştir.(6)
Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere Kamu
yönetiminin işleyişi, merkezi idare ve
hiyerarşik düzene tabi olan taşra
teşkilatları tarafından yerine
getirilmektedir. Kamu yönetiminin
kurumlarını ve işleyiş düzenini oluşturan
bu örgütler arasında güçlü bir bağ vardır.
Kamusal görevlerin büyük bir bölümü bu
örgütler tarafından yerine getirilmekte;
bazı kamusal hizmetler ise yerinden
yönetim ilkesine göre örgütlenen
kurumlar tarafından yürütülmektedir.
Bunlar yapıları ve yüklendikleri görevler
yönünden çeşitlilik gösteren kuruluşlardır.
Farklı yapıda olmalarına karşın bir
bütünün parçalarıdır. Merkez teşkilatı ve
taşra teşkilatının arasındaki işleyiş ve
düzen ise yetki devri ve yetki genişliği
ilkelerinin uygulanmasıyla
sağlanmaktadır.
15.07.2004 tarihinde kabul edilen 5227
Sayılı, Kamu Yönetiminin Temel İlkeleri ve
Yeniden Yapılandırılması Hakkında
Kanun’da, kamu kurum ve kuruluşlarının
ve örgütlerin işleyişi, yapılması gerekenler
ve dikkat edilmesi gereken hususlar açıkça
belirtilmiştir.
Uygulamaya İlişkin Başlıca Sorunlar
Küreselleşme ile birlikte yapıları, işlevleri
sürekli değişen ve gelişen devletlerin
yönetim ve Kamu Yönetimi anlayışları da
süreçsel olarak değişikliğe ve gelişmeye
uğrar. Gelişen ve değişen devletler, hizmet
sunumunda ve ihtiyaçların karşılanması
noktasına uygulama ve yönetim aracı olan
Kamu Yönetimi mekanizmasını en iyi
şekilde kullanmaları, küreselleşme
hareketlerini de aynı oranda Kamu
Yönetimi uygulamalarına yansıtmaları
gerekmektedir.
GENCAY
30
Küreselleşme hareketleri ile yaşanan hızlı
değişim ve yenileşme, toplumsal ve
ekonomik örgütlerin değişmesine ve
gelişmesine neden olmaktadır. Bu durum
aynı oranda hizmet sunumunun
uygulanmasında etkili olan kamu
kurumları içinde geçerlidir. Bu değişim ve
gelişmeler olumlu etkiler doğurabileceği
gibi olumsuz etkilerde doğurabilir.
Türk Kamu Yönetiminde uygulanmaya
çalışılan reform hareketleri, bazı
noktalarda yeterli olsa da genel anlamda,
yönetimde ve işleyişte işlerin ağır
yürümesine, hantal yapıların ve örgütlerin
oraya çıkmasına neden olmuştur. Başlıca
sorunların temel nedenini irdeleyecek
olursak, yönetim kavramının
saptanmaması, siyasetin bürokrasi
üzerindeki etkileri ve örgütsel işleyişteki
bozukluklar, merkez odaklı ve hiyerarşik
bir düzen çerçevesinde hareket eden taşra
teşkilatlarının, söz konusu hizmetlerin
sunumunda ve yönetimde yetersiz
olmaları şeklinde sıralayabiliriz.
Merkezi Hükümet Teşkilatı Araştırma
Projesi(MEHTAP), Kamu Yönetimi
Araştırma Projesi(KAYA) gibi Türk Kamu
Yönetimi için önemli bir yere sahip olan
proje ve araştırma çalışmalarında da,
yönetim anlamında ve hizmet
sunumundaki yetersizlikler vurgulanmış
ve bunun üzerine çalışmalar yapılmıştır.
Devlet Planlama Teşkilatı’nın kurulması ve
arkasından beş yıllık planların Türkiye ve
Orta Doğu Amme İdaresi
Enstitüsü(TODAİE) tarafından
yapılmasına karar verilmiş, Türk Kamu
Yönetimde yaşanan sorunlar kısmen
çözülmeye çalışılmıştır.
Türk kamu yönetiminde uygulamaya
ilişkin başlıca sorunları ele alacak olursak
şu şekilde sıralayabilir ve ele alabiliriz;
• Üç Açık
• Merkeziyetçilik
• Kırtasiyecilik ve İşlerin Ağır Yürümesi
• Yönetimde Gizlilik ve Dışa Kapalılık
• Yönetsel Yozlaşma
Üç Açık, Türk kamu yönetiminde yaşanan
bütçe açıkları, performans açıkları ve
bunların sonucunda ortaya çıkan devlete
karşı güven açığının oluşmasını ifade
etmektedir. Küreselleşme ile birlikte
yapıları, işlevleri değişen ve gelişen
devletlerin yükümlülükleri artmış,
devletten beklenen hizmet sunumunun ve
hizmet kalitesinin artması beklenmiştir.
Beklenen hizmet sunumu ve kalitesi için
yapılan çalışmalar bütçe üzerinde önemli
derecede yük oluşturmaya başlamıştır.
Hizmet sunumunu ve kalitesini finanse
edemeyen bütçe, zamanla açık vermiş ve
bu bağlamda kamunun yaptığı yatırımlar
ve çalışmalar eleştiri konusu olmuştur.
Buda kamuya olan güveni sarsmış,
devletin etki alanının daralması
tartışmalarını ortaya çıkarmıştır. Kamuya
duyulan bu güvensizlik Türk kamu
yönetiminde en önemli sorunlardan biri
haline gelmiş ve Türk kamu yönetiminde
yeniden yapılanma, reform düşüncelerini
ve tartışmalarını ortaya çıkarmıştır.
Merkeziyetçilik, kamusal kaynakların
kullanımının ve finanse edilmesinin,
yetkinin merkezde toplanmasını ifade
etmektedir. Daha önce bahsettiğimiz gibi
Türk Kamu Yönetiminde, yönetim merkezi
GENCAY
31
idare tarafından ve hiyerarşik düzene tabi
olan taşra teşkilatları tarafından
yürütülmektedir. Merkeziyetçilik yönetim
tarzı birçok kamusal sorunu beraberinde
getirmektedir. Merkeziyetçi anlayış
yönetimde, kırtasiyeciliği ve hantallığı
ortaya çıkarmaktadır. Yapılacak olan işin
hiyerarşik düzene tabi tutulması işlerin
uzamasına neden olmaktadır. Merkezi
anlayışın bir diğer yarattığı sorun ise
hizmet sunumunda ve kalitesinde adil
davranamaması, bölgesel ihtiyaçlara cevap
verememesidir. Bu durumdan dolayı
bölgesel bir kamu hizmetinin sunumunda
kararın merkez tarafından verilmesi
verimsizliğe ve etkinsizliğe yol
açmaktadır. Bir diğer yarattığı sorun ise,
kararlara katılımı azalttığı için demokratik
anlayışla ters düşmesidir.
Kırtasiyecilik ve İşlerin Ağır Yürümesi,
gereğinden fazla imza ve işlem anlamına
gelmektedir. Türk Kamu Yönetiminin
hiyerarşik düzene tabi olması ve
kararların en üst merci tarafından
verilmesinden dolayı yönetimde
kırtasiyecilik ve işlerin ağır yürümesi
sorunu ortaya çıkmaktadır. Kırtasiyecilik
ve işlerin ağır yürümesi sorunun ortaya
çıkardığı bir diğer etkende kamu kurum ve
kuruluş görevlilerinin sorumluluktan
kaçma ve iş yapmada isteksiz olmaları gibi
nedenlerdir. Yapılacak işin kararının
hiyerarşik düzene tabi en üst merci
tarafından verilmesi bu sorunu
tetiklemede ve yönetimi hantallığa
sürüklemektedir.
Yönetimde Gizlilik ve Dışa Kapalılık,
yönetimdeki bilgi, belge ve dokümanların
açıklanmaması gizliliği, kamu kurum ve
kuruluşlarının hizmet sunumunda dış
etkilere duyarsız olması ise dışa kapalılığı
ifade etmektedir. Prof. Dr. Bilal Eryılmaz
yönetimde gizlilik ve kapalılığı ‘’Ülkemizde
kamu bürokrasisi, yapı ve işleyiş
bakımından gizlilik ve resmi sır ilkesine
göre örgütlenmiştir. Gizlilik ve resmi sır
genel bir kural, açıklık ise
istisnadır.’’(7),şeklinde tanımlamıştır.
Yönetimde gizlilik ve dışa kapalılık, özel
hayatın korunması ve güvenlik olgusu için
doğru bir kanı olsa da, siyasallaşan
bürokratların elinde bu ilke kişisel çıkar,
rüşvet ve yolsuzluk gibi sorunlara da
neden olmaktadır.
Yönetsel Yozlaşma, devlet sistemindeki
bozukluğu, kamu kurum ve kuruluşlarını
hizmet sunumunda menfaat sağlama,
ayrıcalıklı işlem yapma, kayırmacılık ve
siyasallaşma hareketlerini ifade
etmektedir. Yönetsel yozlaşmanın ortaya
çıkardığı bu sorunlar zaman içerisinde
önüne geçilemeyecek bir hal almış,
yönetim kavramı ve Kamu Yönetiminin
olmazsa olmazı liyakat ilkesini geri planda
bırakmıştır. Kamu görevlileri tarafından
yürütülen işlerde akraba, dostluk, gibi
öznel ilişkiler ön plana çıkmış, kamu
hizmet sunumu ve kalitesinde başlıca bir
sorun haline dönüşmüştür.
Çözüm Önerileri
Türk kamu yönetiminde uygulamaya
ilişkin başlıca sorunlarının çözülmesi
ancak etkili ve yönetsel reformlar ve
kurumsal işleyişin, yasal bir düzenlemeye
tabi tutulması ile mümkündür. Türk Kamu
Yönetiminde uygulamaya ilişkin başlıca
sorunların çözümü, yönetim kavramının
olmazsa olamazı olan liyakat, şeffaflık ve
saydamlık, açıklık, hesap verilebilirlik gibi
ilkelerin yasal düzenleme ve denetleme
GENCAY
32
gibi yollarla gerçekleşebilir. Bu yasal
düzenlemeler ve denetlemeler ile devletin
görevleri, kamu hizmet ve kalite sunumu
net çizgilerle ayrılmalı ve belirtilmelidir.
Daha önce bahsettiğimiz gibi Türk Kamu
Yönetimi için önemli olan MEHTAP, KAYA
gibi kamu araştırma ve geliştirme
projelerinin dikkate alınması ve üzerine
daha fazla düşülmesi gerekmektedir
Üç Açık sorununun çözümü ise, kamuya
duyulan güven sıkıntısının giderilmesi,
etkin ve verimli politikaların geliştirilmesi
ve uygulanması ile mümkündür. Kamu
kurum ve kuruluşlarında ise yönetmelikler
ve işleyiş sürekli denetim altında
tutulmalı, iç denetim ve dış denetim
mekanizmaları ile süreç takip edilmelidir.
Üç Açık sorunu ile ortaya çıkan bütçe
açıkları ve performans açıklarının
giderilmesi ise ancak uzun vadeli bütçe
politikaları, kamuoyuna verilecek hizmet
sunum ve kalitesine duyulan güvenin
arttırılması ile sağlanabilir.
Önemli sorunlardan olan Merkeziyetçilik
anlayışının çözümü ise, yetki genişliği ve
yetki devri ilkelerinin uygulama ve işleyiş
alanlarının genişlemesi ile sağlanacaktır.
Katı bir Merkeziyetçilik anlayışı ve bunun
sonuçları olarak ortaya çıkan hizmet
sunum ve kalitesindeki adaletsizlik ve
bölgesellik sorununun çözümü yerinden
yönetim kuruluşlarının sorumluluktan
kaçmamaları ve devletin asli
görevlerinden olan kamuoyunun istek ve
arzularına göre hareket etmesi
gerekmektedir. Yerinden yönetim kurum
ve kuruluşları üzerlerine düşen kamu
hizmet ve kalite sunumunda etkin ve
verimli olmalı ve demokratik anlayışa ters
düşen merkeziyetçilik ilkesinin yarattığı
sorunların çözüme yönelik çalışmalar
yaparak, kamuoyunun yönetime katılması
sağlanmalıdır.
Kırtasiyecilik ve İşlerin Ağır Yürümesi
sorunun çözümü ise, küreselleşme
hareketleri ile yapıları, işlevleri sürekli
değişen ve gelişen kamu kurum ve
kuruluşlarının bu gelişmelere ayak
uydurması ile mümkündür. Gelişen ve
değişen şartlar teknolojiye ve bilgi çağına
ayak uydurmayı gerektirmektedir. Türk
Kamu Yönetiminde yaşanan daha fazla
imza, işlerin uzun sürmesi gibi sorunların
çözümü ise, e-imza, e-devlet… gibi
teknolojik gelişmeler ile doğru orantılıdır.
Bu sorunun bir diğer çözüm yolu ise
hizmet kalitesi ve sunumunda etkin rol
oynayan kamu görevlilerinin, yasal
düzenlemeler ile denetlenmesi,
sorumluluktan kaçma, adam kayırma,
rüşvet gibi yozlaşmaların önüne geçilmesi
gerekmektedir. Kamu görevlilerinin yetki
devri ve yetki genişliği ilkelerinin, etkin ve
verimli kullanılması sağlanmalı ve bu
sorunlar üzerine çalışmalar yapılmalıdır.
Yönetimde Gizlilik ve Dışa Kapalılık
sorunun çözümü ise, yönetimde ve
işleyişte kamuoyunun etkin olması ile
mümkündür. Kamuoyunu yönetimde ve
işleyişte etkinleştirmek, yönetimde gizlilik
ve dışa kapalılık sorununu ortadan
kaldıracak ve doğal bir denetim
mekanizmasının oluşmasına neden
olacaktır. Yönetime katılan ve istek
arzularını iletmede etkin ve verimli olan
kamuoyu karşısında, kamu kurum ve
kuruluşlarının hizmet sunumları ve
kalitesi artacak, hesap verebilirlik, şeffaflık
ve saydamlık gibi ilkeler doğrudan ortaya
çıkacaktır.
GENCAY
33
Yönetsel Yozlaşma ile ortaya çıkan kamu
ve kamu kuruluşlarındaki bozukluklar,
siyasallaşma, adam kayırma, yolsuzluk ve
rüşvet gibi sorunların çözümü ise, mevcut
olanın yerini değiştirmek değil, yasal
düzenlemeler ve işlemler ile mümkündür.
Güçlü bir denetim mekanizmasının
kurulması, kurum içi ve dışı denetimlerin
arttırılması bu sorunlar üzerinde çözüm
odaklı olacaktır.
Sonuç ve Değerlendirme
Bu çalışmada Türk kamu Yönetiminde
uygulamaya ilişkin başlıca sorunların
nedeni, yönetim kavramının iyi
anlaşılmaması ve gerçeğe yansıması olan
kamu yönetimi kavramının uygulamada
etkin ve verimli olmamasından
kaynaklandığı açıkça görülmektedir. Türk
kamu yönetiminde uygulamada yaşanan
başlıca sorunların tespitinin önemi ve
derhal çözüm odaklı çalışmaların
yapılması gerekliliği sabit bir kanıdır.
Sorunların tespitinden sonra sunulacak ve
gerçekleştirilecek olan çözüm önerileri ve
uygulama aşamasında yapılacak
reformların ve düzenlemelerin planlı,
projeli ve istikrarlı olması gerekmektedir.
Çözüm aşamasında yapılacak olan
reformlar, kamu ve kamuoyunun ortak
paydası haline getirilmeli, ulaşılması
gereken sonuç ise hizmet kalitesi ve
sunumu olmalıdır. Yapılacak olan
reformlar, yasal ve kanunsal
düzenlemelere ve işleyişte güçlü bir
denetim mekanizması ile kontrol altına
alınmalıdır. Yapılacak olan yasal
düzenlemelerin, kamuoyu üzerinde
caydırıcı ve kabul edilebilirlik gibi etkilere
sahip olması gerekir. Yetki devri ve yetki
genişliği ilkelerinin uygulama alanları,
güçlü denetim mekanizmaları ile kontrol
altına alınmalı, denetim mekanizmalarının
sayısı yeterli hale getirilmeli, iç ve dış
denetim olgusunun yaygınlaştırılması
sağlanmalıdır yani, bu sorunların çözümü
ancak, devlet olgunsun yarattığı yönetim
kavramının ve bu kavramın gerçeğe
yansıması olan kamu yönetimi
kavramlarının iyi saptanması, yöneten
yönetilen ilişkisinin belli standartlara
oturtulması, Türk kamu yönetiminde
uygulamaya ilişkin başlıca sorunlar
üzerine yapılacak olan reformların, yasal
düzenlemelere ve denetlemeye tabi
tutulması, yapılacak olan kamu yönetimi
araştırma ve geliştirme projelerinin siyasi
iktidar tarafından desteklenmesi ve
dikkate alınması ile mümkün olacaktır.
Kaynakça
1. ERDAĞI, Şükrü Metin. Kamu Yönetimi Genel
İlkeler. Konya.
(2011: s.10).
2. TURAN, Erol. Kamu Yönetimi Temel Kavramlar.
Konya.
(2016: s.17).
3. KUYAKSIGİL, Ali. Türkiye’de Yönetimi Yeniden
Düzenleme Çalışmaları: Çok Partili Dönem. İstanbul.
(1994: s.7).
4. POLATOĞLU, Aykut. Kamu Yönetimi: Genel
İlkeler ve Türkiye Uygulamaları. Ankara. (2011:
s.49).
5. GÖZÜBÜYÜK, Şeref. Kamu Hukuku. Ankara.
(1994: s.1).
6. TURAN, Erol. Kamu Yönetimi Temel Kavramlar.
Konya. (2016: s.74).
7. ERYILMAZ, Bilal. Kamu Yönetimi. İzmir. (1995:
s.84).
GENCAY
34
ŞAMANDIRA Ayhan TUĞCUGİL
Belki hâlâ o besteler çalınır,
Gemiler geçmeyen bir ummanda.
Yahya KEMAL
BİRİNCİ SORU
«Kültürümüz büyüktü. Kültürümüz
derindi. Avrupa, Rönesans’ın ışığıyla eski
Yunan’ı görmeğe çalışırken bizim
kültürümüzün güneşi yanında eski Yunan
gölgede kalmıştı. Kültürümüz şaheserdi.
Şahaneydi. Şaşaalıydı... Sonra onu bize
unutturdular. Öğretmediler. Tahrip ettiler.
Sonunda, her sahadaki gibi kültürde de
Avrupa’nın ağzına bakar, Batı’ya el açar
olduk. Mevlâna’nın, ’tozlu, örümcek kafalı
tekkecilik’ ithamlarından kurtarılabilmesi
- doğrusu, onu bulanık gösteren tozların
kafamızın hiç olmazsa bir penceresinden
silinebilmesi - için Avrupa’nın, «Mevlâna
büyüktür!» hükmü gerekti. Yunus sırada
bekliyor. Batılı vakit bulursa Itri’yi, Sinan’ı,
Bâkî’yi, Şeyh Gâlib’i de göreceğiz; tabi yine
Batı’nın gösterdiği kadar, yine Avrupa’nın
gözüyle.»
Bunlar, kültürümüzü müdafaa için
söylenenlerin mealen özetidir. Müdafiler
herhalde haklıdır. Dedikleri herhalde
doğrudur.
Fakat...
Fakat: Bu derece güçlü, bu derece kuvvetli
bir kültürü neden biz göremiyoruz? O
kendi gücü ve kendi derinliğiyle kendini
isbata muktedir değil midir?
Unutturdularsa neden hemen
hatırlayamıyoruz? Tahrîp ettilerse kitaplar
yakılmadı ya. Yazı değiştiyse yeni harfle
tekrar basılanları yok mu? Sinan hâlâ
İstanbul’da, Edirne’de yaşamıyor mu?
Yunus, Bakî, Itrî: sayfada, plâkta durmuyor
mu? Eksik de olsa elimizde değil mi?
Okuyoruz: Lügatle de anlasak güzel
olduğunu hissediyoruz. Dinliyoruz:
Kulağımıza hoş geliyor. Fakat niçin o
bahsedilen derinliği bulamıyoruz? Neden
bizi gönlümüzden, ruhumuzdan tutup
sarsamıyorlar Onlar ki derindi, şaheserdi,
şahaneydi, şaşaalıydı... Hem, tahribattan
sonra sanat diye, eser diye piyasaya
sürülenleri o büyük güç neden bir çırpıda
siliverip meydana kendisi hâkim olmuyor?
Eski kültürümüzün yüceliğini bize anlatan
bazan bir fıkra, bazan bir kitap, bazan
saatler süren bir konferanstır. Fakat hepsi
aynı sonla bitiyor: Yazan, konuşan,
anlatan, adetâ bir takdimcidir. Sahneye
çıkar, kapalı perdenin önünde durur. Ve
der ki, «İşte şimdi göreceksiniz. Biraz
sonra başlıyor. Eski kültürümüzü bütün
debdebesiyle bu perdenin arkasına
topladık. İşte şimdi...». Sonra haşmet vaad
eden bir bestenin ilk notaları duyulur,
atlas perde kıpırdanır... Elektrikler söner.
Elektrikler dâima söner. Ve fıkrayı, kitabı
bitirdiğimizde; sohbeti, konferansı
dinlediğimizde, içimizde sâdece tatmin
edilmemiş bir ihtiras kalır, o da az sonra
bir burukluğa, sıkıcı bir tortuya dönüşür.
Niçin o hârika bize illâ bir şâhid
aracılığıyla aktarılmalıdır? Kendi
GENCAY
35
gözlerimiz, kendi kulaklarımız, kendi
gönlümüzle onu niçin hissedemeyiz?
Neden elektrikleri her seferinde
söndürürler?
Yoksa aldatılıyor muyuz? Yoksa o
büyüklük bir yalan mı? Sakın, «Sizin
klâsikleriniz nelerdir?» sorusuna, «Bizim
klâsiklerimiz yoktur!» cevabını veren
adam haklı olmasın...
İKİNCİ SORU
Bugünkü insanın ne zamandan beri
yeryüzünde mevcut olduğuna dair
tahminler birbirini tutmuyor. Çoğu 150 ilâ
200 bin yıl arasında değişiyor. Fakat hepsi,
en az 50 bin yıldan beri dünyada
olduğumuzda birleşiyor. Bir insanın
ortalama ömrünü 62 yıl kabul edersek bu
süre yaklaşık 800 ömür eder. Arkeoloji, bu
800 ömürden 650’sinin dünyanın her
yerinde mağaralarda geçirildiğini
gösteriyor. Ne tarım var, ne de ev.
Nesilden nesile doğru dürüst bilgi
aktarılması ancak son 70 ömürde mümkün
olmuş. Çünkü yazıyı o zaman icad
edebilmişiz. Bilgi aktarmanın ve
biriktirmenin hâlâ en çok kullanılan yolu
olan basım ise son 6 ömre has bir teknik.
Sonra ânî bir patlama var: 1500 yılından
önce bütün Avrupa’da bir yılda
yayımlanan kitap sayısı en iyi tahminle
1000 civarındadır. 1950’lerde bu rakam
120.000’e ulaşmış. Zamanımızdaysa
dünyada bir günde 1000’in üstünde kitap
basılıyor.[i]
50 bin yıldır insan zekâsının, insan
kaabiliyetinin özünde hiçbir gelişme tesbit
edilemiyor. Yeryüzünde en az 800 ömür
süren atalarımızın bedence, kafaca, ruhça,
düşünce ve duyguca bizden hiçbir farkı
yok. Hal böyle iken, mağaradan çıkmak
için acaba neden 650 ömrün yani 50 bin
yıldan 40 bin küsurunun geçmesini
beklemişler? Değer verdiğimiz eserleri
niçin yalnız son 4 bin yılda, yani bu
zamanın son % 8’inde yapmağa
başlamışlar? Ve edebiyattan mimarîye
felsefeden hukuka kadar kıymetli olan her
şeyin % 90’ı niçin son 2 bin yılın eseri?
Yani son 30 ömrün? Neden bütün
medeniyet ve kültürü yaratmak için
zamanın % 90’ından fazlasını geçirmişler
de sonra birden açılıvermişler?
Zekâ aynı zekâ, kafa aynı kafa, ruh, duygu,
düşünce hep aynıysa değişen nedir?
İnsanlığın ömrüne nisbetle «daha dün»
mağaradan çıkan ceddimizle bizi bu
derece ayıran nedir? Son birkaç bin yılın
insanını üstün kılan sır nerededir?
İKİNCİ SORUYA CEVAP
Atalarımız’a ilgili sorunun cevabı tek
kelimede özetlenebilir: Hafıza. Yalnız
buradaki hafıza, tek insanın değil, bütün
insanların hafızasıdır. Maşerî hafızadır. Ok
ve yay belki bin defa keşfedilmiştir. Fakta
yüzlerce iptidaî yayın ilk kullanıcıları belki
yeni icatlarını denerken bazan bir mağara
kaplanına yem olmuş, bazan bir filin
ayakları altında ezilmiş, ve geriye sâdece o
bölgede birkaç yıl anlatılan bir masal
kalmıştır. Hattâ lisanın başlangıcını
bilmediğimiz için «masal»dan bile şüphe
edebiliriz. Belki de bir dansla hikâye
etmişlerdir... Nihayet, Afrika’daki yaydan
Asya’nın, Asya’daki tekerlekten Avrupa
veya Amerika’nın nasıl haberi olacaktı?
Bilgi veya duygu nasıl muhafaza edilecek
ve sonra nasıl iletilecekti?
GENCAY
36
Robert Burton’un[ii] çeşitli kalıplarda
tekrarlanan bir sözü vardır: «Bir devin
omuzlarına tırmanan cüce, devden
uzakları görebilir.» Medeniyet, bir devin
değil - bazıları diğerlerine kıyasla dev gibi
de görünse - aslında bir cüceler yığınının
meydana getirdiği bir dağdır ki ona
tırmanan her akıl daima bir öncekinden
daha uzağı görebilir. Medeniyet birikimdir.
Bilginin, düşünce şekillerinin kalıplarının
birikimi... İşte mağaralardaki ceddimizin
tek eksik tarafı bu birikimi elde
edemeyişidir.
Pisagor teoremi bile düzinelerce defa
keşfedilmiş olabilir. Ama geniş
toplulukların anlayacağı bir lisanla ifade
edilmedikten ve gelecek nesillere yazı ile
bırakılmadıktan sonra neye yarar? Kumda
çizgilerden ibaret kalmağa mahkûm, değil
midir? Mağara teşbihini belki düzinelerle
Eflâtun düşündü. Ama ancak birinin elinde
lisan, kâğıt ve kalem vardı. Belki yüzlerce
Şeyh Gâlib yaşadı ama Hüsn-ü Aşk’ı
aratacak teşbihler, semboller, mazmunlar
ancak son üç ömürde birikebilmiştir.
Peki, birikimin sırrı nedir? Gerek
yaşayanlar, gerekse yaşayacaklar
arasındaki medeniyet ve kültür köprüsü
nasıl, neyle kurulur?
Birikim, bir şifreleme ve şifre çözme
vetiresiyle ve - en mühimi - sembollerin
yaratılmasıyla gerçekleşir. Gömenin,
keşfedilenin düşünülenin ilk sembolü
kelimelerdir. Bir insanın kafasında doğan
kavram, kelime dediğimiz seslerle
şifrelenir, karşısındakine iletilir ve onun
kafasında bu sesin şifresi çözülerek
kavram, ona aktarılmış olur. En basit safha
budur. Ancak bu safhanın bile iptidaîsi ve
gelişmişi vardır. Birkaç yüz kelimeyle
konuşabilen insanlar günümüzde de
mevcut. Buna karşılık 400-500 bin
kelimeyi, yani o sayıda sembolleştirilmiş
kavramı taşıyabilen insanlar da asrımızda
yaşıyor. Lisan, birikim için gereken ilk şart
ama yetmiyor. Çünkü menzili, insan
sesinin gidebildiği kadar. Kalıcılığı da tek
tek insanların hafıza gücüyle sınırlı…
Milletlerin sözlü edebiyatının asla yazılısı
kadar hızlı bir gelişme gösterememesinin
sebebi işte bu sınırlardır. O zaman, «Akılda
kalmaz, satırda kalır»a geliriz ve yazıyı
keşfetmemiz gerekir. Şimdi şifreleme ve
çözme iki safhalıdır. Lisan için şöyle bir
şema çizebiliriz:
Yazıda durum şu şekle döner:
İş zorlaşmış, şifreleme-çözme kademeleri
ikiye çıkmış, fakat gerek mekân, gerek
zaman menzili çok artmıştır. Artık tarih
çağlarına girebiliriz. Fakat insan kafasının
kavram biriktirme ve iletme yollarının
gelişmesi burada da durmaz. Yeni
safhalara geçilir. Ancak bu yeni safhalar
için de ilk ikisi, yani lisan ve yazı
gereklidir. Şimdi kelime guruplarına yeni
mânâlar yüklenecektir. Yeniden
şifrelemeler, yeniden sembol üretimi
başlayacaktır. Ortaya, sembollerden inşa
edilmiş semboller çıkacaktır. Bir taraftan
geometri ve cebir sembolleri, düşünceye,
nakil ve birikime yeni bir hız
kazandıracak; diğer taraftan meşhur hâle
geren teşbihler sayesinde bir kelimeye bir
kavramlar silsilesi yerleştirilebilecektir.
𝐸 = 𝑚 ∗ 𝑐2 de atomun gücü şifrelenmiştir.
Artık Batı mimarîsinde iki sütun üzerine
yerleştirilmiş her basık üçgen, Atina’daki
Partenon’dur. İstanbul’da kubbelerin
tekrarıyla yücelen câmîler, âlemlerin
GENCAY
37
vahdetten yaratılışını şifreler. «Lâl», şimdi
yalnız bir kıymetli taş değil, bütün
hususiyetleriyle yârin dudağıdır. O da
hemen tasavvufî aşka şifrelenir. «Gibi»ye,
«sanki»ye lüzum kalmamıştır. İnsan
yaratıcılığının bu zirvelerini biraz önceki
şifreleme-sembol-çözme şemalarıyla
ifadeye kalksak artık sayfalar dolar.
Kademeler, katlar artık birkaç işarette,
birkaç satırda saklanmakta ve
nakledilmektedir. Nesillerden nesillere,
her asırda değeri bir daha, bir daha
katlanan bir miras devredilmektedir.
Nihayet ve belki hepsinden de mühimi,
şifreleme vetiresinin iki yönlü işleyişidir.
Kavramlar bir taraftan lisan vasıtasıyla
kelime sembollerine kavuşurken insan da
kelimelerle düşünmeğe başlamış, bu ise
yeni bir kolaylık, düşünceye yeni bir hız
getirmiştir. Kelimeler kavramlardan doğar
ama kavramları da doğurur.
Sembolleştirme «lâl»i, yaratmıştır ama
artık şair de «lâl» ile düşünmektedir. İlim
adamı, E, m, c ile... Kavramlar
sembolleşirken semboller de
kavramlaşmış, mana kazanmıştır.
İşte cedlerimizi hayvandan, bizi de
cedlerimizden ayıran’ve daha dün
mağaradan çıkanları müthiş bir helezon
içinde yücelten sır, anahtar, insanoğlunun
bu sembolleştirme kaabiliyetidir. Eşref-i
mahlûkat, alet değil, rumuz kullanan
mahlûktur[iii] Sembolleri olmasaydı o hâlâ
mağaradaydı.
Medeniyet ve kültür, maşerî hafızadır.
Maşerî hafızaysa sembollerle mümkün
olabilmiştir.
BİRİNCİ SORUYA CEVAP
Elektrikler niçin dâima söner?
Medeniyetler ve kültürler sembollerle
aydınlanırken, sembollere kör gözler
onları nasıl görsün?
Kültürümüzü bir an için satranç oyununa
benzetelim. Biz, satranç bilmiyoruz;
oyunun sembollerinden, kaidelerinden
bihaberiz. Fakat takdimci yakamıza
yapışmış anlatmaktadır: «İşte dünyanın en
güzel, en heyecanlı, en zevkli oyunlarından
biri... Bak. Bak ne şâhâne.». Ve o çok
zorlarsa, biz de kendimizi zon’ayıp
bakıyoruz: İki adam, şekilli taşlarla dolu
bir tahtaya dakikalarca eğilip duruyor. Çok
ender, birinden biri kıpırdanıp bir taşın
yerini değiştiriyor... Nedir güzel olan?
Kendimizi biraz daha zorlarsak, mesela
tahtanın iki renkli karelerine bir estetik
vehmedebiliriz. Şaheser acaba atın
kulaklarında mı? Kalelerin oyması mı
güzel olan? Ve elektrikler daima söner.
Bize kültürümüzün sembolleri
unutturulmuştur. Onun için ışıklar hiç
yanmaz. Tâ ki sembollerimizi yeniden
kazanalım. Bâkî’nin cihan padişahı Kanunî
için yazdığı büyük mersiyeden bir beyte
bakalım:
Deryalar etse âlemi çeşm-î güher feşân
Gelmez vücûde sencileyin dürr-i şâhvar
Şimdi, eğer en basit sembollerden birini,
aruz veznini bilmiyorsak, bırakın mânâyı,
ahengi bile duyamayız. «Şah(ı) var»
imalesi yoksa vurgular, uzatmalar yerli
yerinde değilse beytin modern söz
yazarlarının «yapıt»larından pek farkı
GENCAY
38
kalmaz. Diyelim bu safhayı başarıyla
atlayıp doğru dürüst okuduk ve âhenge
vardık. Kelimeleri bilmiyorsak - ki hâinler,
bilmemizin lüzumsuzluğunu, bilmememiz
gerektiğini yıllarca telkin etti ve büyük
çapta kabul de ettirdi - sembolleri yine
çözemeyiz. Haydi, onu da atlayalım:
Mücevherler saçan gözler âlemi deryalar
etse
Senin gibi şaheser inci oluşmaz.
Şimdi artık, tahtadan ve taşlardan, atın
kulaklarına, kalenin oymalarına geçmiş
bulunuyoruz. Hele, inci saçan gözlerin
ağladığını, bu ağlamanın dünyayı
denizlere, çevirdiğini çözebilirsek - yani,
yine bazı sembolleri deşifre edersek - belki
ilk ışıklar belirecektir. Fakat
kültürümüzün incinin vücuda gelişini nasıl
anlattığını bilmeden aydınlığa
kavuşmamız mümkün değildir; Nisan
bulutları ilk damlalarını yeryüzüne
bırakırken, istiridyeler suyun yüzüne çıkar
ve birer damla alıp saklarlar. İşte inci,
bahar yağmurunun bu ilk damlalarından
vücuda gelir. Işıklar yandı mı? Yoksa
«Seviyorum, di ba bi ba»yı mı tercih
ederdiniz. Efendim?
Hafızamız yok edilmiştir.
Bu unutturma, görüntülere, seslere ait bir
unutturma değil, ileri sembollere, şifre
içinde şifre taşıyan- ve kültürün,
medeniyetin gelişmesinin ölçüsü olan
karmaşık sembollere ait bir unutturmadır.
Hatırlanması da bir sesin, bir görüntünün
hatırlanması kadar kolay değildir.
İngiliz edebiyatının çağdaş klâsiklerinden
William Faulkner eserlerinden birine «Ses
ve Öfke» adını koymuştur. «Ses ve Öfke»,
İngiliz edebiyatının bir başka William’ının,
William Shakespeare’in Macbeth
oyununun beşinci perdesinin beşinci
sahnesinde geçen bir ibaredir. Peki, ne
olacak? Olan şudur: Milyonlarca Amerikalı
ve İngiliz kültürü sahibi, Faulkner’in kitabı
çıktığında onu kitapçı rafında gördükleri
zaman, «Ha, evet, Macbeth!..» diye
düşünerek sembolü çözmektedir. Ben size,
«Deryalar Oldu Âlem» isimli bir kitap
yazsam, onu gördüğünüzde, «Ha, evet.
Kanunî!..» der misiniz?
Bugün
Vaz geçtim Kanunîden de, Bakîden de...
«Yağmur yağıyor, seller akıyor.» desem,
camdan kimin baktığını söyleyebilir
misiniz?
Bir bebek, bir çocuk büyürken o 800 ömrü
adetâ küçük mikyasta tekrarlar. Sırayla;
seslerdeki mânâları çözer; cümleleri anlar;
resimleri deşifre eder; harflere ses verir.
Aldıkları birikir, hafızada üst üste yığılır ve
nihayet karşımıza rüştünü isbat etmiş bir
genç çıkar.
Her beş senede bir «devrim» yapıp
çocuğun hafızasını silerseniz, tıpta
«amnezi» denilen marazî unutma hâlini
yaratırsanız ne olur? Günümüz
Türkiye’sinin küçük bir örneği olur. Ve
ışıklar hiç gelmez.
Her gün televizyondan, radyodan,
gazetelerden bize ahkâm kesenler; lâf ile
dünyamıza nizamat verenler kendi
yaratmadıkları, asla yaratamayacakları bir
medeniyetin vasıtalarını kullanan mağara
devri insanlarıdır. Onların kültürü, onların
GENCAY
39
medeniyeti o televizyonu, o radyoyu
yapamaz. Onlar o kâğıdı, o ofset
makinasını imal edemezler. Satın alıp
tercüme ettikleri yabancı dizileri, yabancı
romanları, yabancı fikirleri yazamazlar,
oynayamazlar, tenkit edemezler.
(Yapamayacaklarını her «sosyal içerikli
yerli yapım»da bir daha isbat ediyorlar.)
Onlar, belki kadim Mısır’da palyaço,
mağara devrinde sanatkâr olabilirlerdi.
Öğretmenleri ve profesörleri bile öyledir.
(Yeni öğretmen olan bir DTCF mezununa,
«Aman», dedim, «Bazı liselerde aruz
öğretmiyorlar. Ne olur, sen talebelerine
öğret.» Cevabı, «Bize öğretmediler ki
ağabey.» oldu.)
Maşerî amnezi öyle bir noktaya
getirilmiştir ki, kullanılan Türkçe,
mağaradan yeni taşınanların diline
dönmüştür. Artık tercümeler bile
zorlaşmaktadır. Yabancı filmlerde karanlık
kalan taraflar bu çöküşün neticeleridir.
Tercümanlar «çevirmen» olalı 500.000
kelimelik lisanlar 200 kelimeye tercüme
edilmektedir.
Sembol kademeleri kaybola kaybola ilk iki
temel şifrelemeye gelinip dayanılmıştır.
Şimdi de bu kademeler muhtevaca
kemirilmektedir. Son iptidaî kavimler
kaybolurken Türkiye’de modern bir iptidaî
kavim doğmaktadır: Televizyon, buzdolabı
kullanan mağara adamları. İlk 650 ömrün
cetlerimizi mi görmek istiyorsunuz:
Televizyonunuzu açın.
ŞAMANDIRA
Kaybettiğimiz üst sembol kademelerini
kazanmağa, «Yağmur yağıyor, seller
akıyor»dan başlamak lâzım.. Arkasından
adım, adım, atalarımızın yüce mirasına
tırmanacağız. Tırmanış, o yücelikçe sarp
ve zahmetli olacaktır. Sonra o sembollere
hâkim, o ışıkları gören yüzbinlerce
öğretmen yetiştirmeliyiz. İlk pırıltılar
ancak ondan sonra belirecektir. Ve
muhakkak ki her şeyden önce o sembolleri
hâlâ bilen, yani gözleri hâlâ gören birkaç
«ilk ateşçi »ye ihtiyacımız var.
Bir paragrafta özetlediğimiz bu program
birkaç nesil geçmeden gerçekleşemez.
Amnezi hafızayı bir dakikada yok eder
ama sildiği hâtıralar, bir ömürden evvel
kazanılamaz.
Fakat elimizi çabuk tutmazsak bizi dönüşü
olmayan bir uçurum bekliyor: İlk ateşçileri
ebediyen kaybedebiliriz. Bir Yahya Kemal,
bir Arif Nihat göçünce bir devir
kapanıyorsa, bir Tarlan kaybedildiğinde
divan edebiyatının ışıklarını bize göstersin
diye bütün gözler bir Ali Haydar Diriöz’e
çevriliyorsa tehlike adımını kapımızdan
içeri atmış demektir.
Kültürümüz batmış bir gemiyse bizim
neslimiz onu yüzdürecek güce sahip
değildir. Gencimiz, genç orta yaşlımız, o
sembollerin en çok varlığını bilmektedir.
Derinliğini veya kendilerini değil. Bu
satırların yazarı Bâkî’ye pamuk İpliğiyle
tutunurken Şeyh Galib’e erişememekte ve
aşağıda, çocuklarını yutmak için ağzını
açmış bekleyen mağaraya dehşetle
bakmaktadır. Biz bu gemiyi çıkaramayız.
Ancak, «Burada battı-» diye bir şamandıra
dikebiliriz ki gelecek nesiller onu -hiç
olmazsa- yanlış yerlerde aramasınlar.
Yoksa âlemi deryalar etsek bir daha o şah
inci vücuda gelmez. Yoksa yalnız Itrî’nîn
kayıp besteleri değil, bütün bir kültür
GENCAY
40
âlemi gemiler geçmeyen bir ummanda
gömülü kalır.
[i] Alvin Toffler, «Future Shock», Bantam Books Inc.,
New York, N. Y., 1972. Sayfa: 9 - 32.
[ii] Robert Burton, 1577 - 1640 arasında yaşamış bir
İngiliz yazarıdır. Dev ve Cüce Teşbihi «Melankoli’nin
Anatomisi» adlı eserinde geçmektedir.
[iii] Bkz. : Susanne K. Langer, «Philosophy in a New
Key - A Study in the Symbolism of Reason, Rite, and
Art», Harvard University Press, Cambridge, Mass.,
A.B.D., 1942
GENCAY
41
İKBAL VURUCU – SONA DOĞRU “KÜRT AÇILIMI”
(DEMOKRATİKLEŞME Mİ? YIKIM PROJESİ Mİ?) Milli Kitap
Her gün bilinçaltımız sosyal medyada ya
da kitle iletişim araçlarında “Masum Kürt
çocukları”, “Ezilen halk” gibi söylemlerle,
ülkemizin bölünmez bütünlüğünü hiçe
sayılarak “Kürt coğrafyası” gibi tabirlerle
ve sözde özgür düşünmeye yönelten
önderlere “Kürt aydınları” gibi sıfatlar
takılmasıyla zihinlerde Kürt-Türk
ayrımcılığına itilmektedir. Böylece etnisite
kavramını zihinlere yerleştirip, toplum
psikolojisini etkilemeyi hedefleyen
kitleler, bugünlerde hedeflerine ulaşmış
gibi görünüyor. Vatan evlatlarının her gün
birer birer vatan toprağına emanet edildiği
şu günlerde, önümüzdeki sürecin hala
farkında olmayan kesimler bulunmaktadır.
İkbal Vurucu’nun Kürt açılımı ve Kürt
sorunu tartışmaları çerçevesinde Türk
milletinin karşı karşıya kalmış olduğu
büyük bir sorunla yüzleş(tir)mek amacıyla
yazdığı Sona Doğru Kürt Açılımı
(Demokratikleşme Mi? Yıkım Projesi Mi?)
adlı kitap 2012 yılında Sarkaç Yayınları
tarafından yayımlanmıştır. Yazar, kitapta
son yılların en can alıcı konuları olan;
ontolojik ırkçılık, çok kültürcülük ve Kürt
açılımı meselelerine Türk milliyetçiliği
perspektifinden değerlendirmelerde
bulunuluyor.“ Aydın yabancılaşması”
denilen düğüm noktasının üzerinde duran
yazar, zihinlerde bölünmüş bir dünyanın
sosyolojik olarak da bölünmeye
başladığına dikkat çekiyor.
Kitapta yer alan makalelerin büyük
bölümü yazarın çeşitli dergi, gazete ve
sitede yayımlanan yazılarıdır. Fakat
yazılar üzerinde yeni düzenlemeler
yapılmıştır. Kitabı okurken Kürt
Açılımı’nın ilan edildiği zaman dilimi göz
önüne alınarak analizler yapılmalıdır.
Kitap 6 bölümden oluşmaktadır:
1- Ontolojik Irkçılığın Anayasal Temeli:
Anayasal Vatandaşlık
2- Ontolojik Irkçılığın Toplumsal
Formasyonu: Çok-kültürcülük
3- Ontolojik Irkçılığın Yaratıcıları:
Aydınlar
4- Ontolojik Irkçılığın Tezahür Süreci: Kürt
Açılımı
5- Ontolojik Irkçılığın Farklı Görüntüleri
6- Ontolojik Irkçılığa Karşı Sivil-Düşünsel
Direnç Merkezi: Türk Milliyetçiliği
Kitapta yeni ırkçılık kavramı;
GENCAY
42
“ Ortak yaşam alanı ve anlamlar evreninde,
belirli simgesel unsurların dayanak
yapılarak, farklılığın bu zeminde kurgusal
olarak örgütlenmesi, farklılıkların
tanınması, korunması, geliştirilmesi adına
ayrıştırılmaya tabi tutulması, çoğunluğun
toplumsal yapılardan ayrılarak etkileşimin
kesildiği, etnik olarak temellendirilen bir
mozaikleştirilme sürecinin aynı mekânda
yürütülmesi” olarak açıklanmaktadır.
Eşitsizlik, ayrımcılık, öteki olma, kendi
farklılığını ötekiyle pekiştirme ve var
kılma olgusu yeni ırkçılığın post-
modernist görüntüsü olarak yansımasını
bulmaktadır. Yeni ırkçılık kavramını
geleneksel ırkçılık kavramından farklı
kılan özelliklerin başında ise yeni ırkçılığın
arzu edilir bir konumda olması
gelmektedir.
Ülkemizde aynı kültürün, tarihin, dilin,
coğrafyanın insanları sosyolojik olarak
ayrıştırılmaya ve farklılaştırılmaya
çalışılarak ontolojik ırkçılığın en somut
örnekleri görülmektedir. Bu yüzden
ontolojik ırkçılığın varacağı nihai nokta
kandır, şiddettir ve sonunda bölünerek
yok olmaktır. Hiç kimsenin kazanmadığı
fakat Türkiye’nin kaybettiği bir savaştır
bu! Bu durum da tarihsel tecrübelerimizle
sabittir.
Ontolojik ırkçılığa karşı Türk
milliyetçiliğinin bir direnç merkezi olarak
konumlandığı vurgulanan kitapta yazar,
açılım sürecinde yaşananları geniş bir
perspektiften okuyucuya sunmaktadır.
Biz’e dair meselelerin tespitine ve
çözümüne odaklanmış bizden bir kalemin
fikirlerini bulacağımız Sona Doğru Kürt
Açılımı (Demokratikleşme Mi? Yıkım
Projesi Mİ?) kitabını süreci doğru
değerlendirmek adına okumanızı tavsiye
ederiz.
İyi okumalar.
GENCAY
millikanal.com