gencay dergisi - sayı 23 - aralık 2013
DESCRIPTION
Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013 http.//www.gencaydergisi.comTRANSCRIPT
www.millidusunce.org
Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı
Kızılay/ANKARA
Telefon: 0 (312) 231 31 94
Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 2 Sayı 23 - Aralık 2013
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
KUT'LU BİR GÖREVİN ADAMI: ATSIZ BEĞ / Ahmet KANBUR
ATSIZ’IN ARMAĞANI: AŞIKPAŞAOĞLU TARİHİ / Çağhan SARI
TÜRKÇÜ DİNDAR OLAMAZ MI? / Vural Egemen SARIGÖZ
BATI TRAKYA TÜRKLERİ VE SADIK AHMET ÜZERİNE NOTLAR / Abdullah KILAVUZ
MAĞUSA LİMANI / Bülent ERDİL
DEĞİŞİM / Selim UYSAL
GÜNÜMÜZ TÜRK DÜŞÜNCESİNDE "BATI PROBLEMİ" / Haluk DOĞAN
NATURA 2000 VE TÜRKİYE - 1 / Fatma Özge ÖZDEMİR
CEMAAT HÜKÜMET KAMPLAŞMASINA TARAF ULUSALCI TUTUM / Sertaç EKEMEN
KUTADGU BİLİG IŞIĞINDA YÖNETİCİ ALGISI / Hicran KIZIL
GENCAY
1
KUT'LU BİR GÖREVİN ADAMI:
ATSIZ BEĞ Ahmet KANBUR
Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş
demektir,
Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmektir.
Ölmezliği düşünmek boşuna bir
emektir,
Kahramanlık; saldırıp bir daha
dönmemektir.
Bu yazıyı, Türk tarihinin tanıklık ettiği en
büyük fikir adamlarından ATSIZ BEĞ'i
ebedi âleme göçünün 38. yıl dönümünde
saygıyla anmak ve Türk tarihi huzurunda
sergilemiş olduğu kutsal görevi anlatmak
adına kaleme alıyoruz.
Ruhu şad, mekanı uçmağ olsun...
1) BİRİNCİ DÜNYA HARBİ
Yıl 1914... Birinci Dünya Harbi başlamak
üzereydi. Sömürgecilik ve buna bağlı
olarak hammadde elde etme isteği adeta
dünyayı birbirine düşürmüştü. Fransa'dan
yayılan milliyetçilik akımı ile daha da
ayyuka çıkan bu anlayış, beraberinde
getireceği felaketin habercisi gibiydi.
Almanya ve İngiltere'nin öncülüğüyle
başlayan bu kaynak paylaşımı dünyayı
ikiye bölmüştü. İttifak ve İtilaf adında
oluşan iki ayrı gruba dünyadan çok sayıda
devlet katılıyor; katılacakları grubu ise
güçlü gördükleri ve kazanma ihtimalinin
yüksek olduğuna inandıkları devletlerin
yanında yer alarak belirliyorlardı. Zira
İtalya, harbin başında İttifak grubunda yer
alıyorken bir yıl gibi kısa bir süre sonra
daha güçlü olduğu inancıyla İtilaf
grubundaki yerini almıştı. Bu örnek, güç
paylaşımının ne kadar keskin bir şekilde
yapıldığının önemli bir kanıtı olarak
hafızalarımızdaki yerini çoktan alıyordu.
Bu iki karşıt kutup böylesi bir keskinlikle
mücadeleye başlarken belki de bu
mücadelenin en bahtsız devleti olan
Osmanlı Devleti, İttifak grubundaki yerini
belirliyordu. Hem o ana kadar kaybettiği
toprakları geri alma isteği hem de İttihat
ve Terakki'nin başında bulunan Enver
Paşa ile ittihatçı subayların Almanya'nın
harbi kazanacağı inancını taşıması,
Osmanlı Devleti'nin savaşa girmesinin
başlıca sebeplerindendi.
İki taarruz ve dört savunma cephesi olmak
üzere toplam altı cephede mücadele eden
Osmanlı Devleti, Çanakkale ve Kafkas
cepheleri dışında bütün cephelerde
yenilgiye uğramış ve işin hazin tarafı
Suriye - Filistin, Hicaz - Yemen ve Irak
GENCAY
2
cephelerinde İngilizlerin kışkırttıkları
Araplar yüzünden bu cepheleri
kaybetmiştir. Yıllarca aynı bayrak altında
yaşayıp aynı amaç uğruna mücadele edilen
Arap topluluğundan böylesi bir ihanet
hareketinin gelmesi; "Türk'ün Türk'ten
Başka Dostu Yoktur!" sözünü bir kere daha
doğruladığı için Türk Milleti’nin ebediyete
kadar taşıyacağı bir gurur nişanesi olarak
göğsündeki yerini almıştır. -ATSIZ BEĞ de
bu hareketi hiçbir zaman içine
sindirememiş ve ölüm anına kadar bu acı
gerçeği haykırmaktan geri durmamıştır.
Yazının ATSIZ BEĞ ile ilgili kısmında bu
konuyu daha da detaylı olarak ele
alacağız.-
Birinci Dünya Harbi sona erdiğinde
takvimler 1918 yılını gösteriyordu. Dört
yıl süren savaşın ardından bütün dünyada
on milyonun üzerinde insan hayatını
kaybetmiş ve neredeyse bir o kadar insan
da yaralanmıştı. Harbin sonunda Osmanlı
Devleti'nin varlığı fiilen sona ermiş ve
yaklaşık yedi asır dünyaya nizam veren bu
ulu çınar tarihin tozlu sayfalarında adeta
kaybolup gitmişti. Bütün bu gelişmeler
Türk Milleti için her şeyin bittiği görüşünü
ortaya çıkarsa da bu durumun aksine milli
bir dirilişin habercisi olacağı çok
geçmeden anlaşılacaktı. Ayrıca harp
sonrası "sömürgeciliğin" yerini alan
"mandacılık", Türk kurtuluş
mücadelecisinin anahtar kelimesi haline
gelecekti.
2) TÜRK KURTULUŞ SAVAŞI VE YENİ
CUMHURİYET
Birinci Dünya Harbi sonrası Osmanlı
Devleti'nin fiilen parçalanmış olması, onu
Avrupalı devletler karşısında kolay lokma
haline getirmişti. Anadolu'nun coğrafi
öneminin farkında olan batı, çok
geçmeden toprak paylaşımına geçmiş ve
Osmanlı Devleti’nin elinde kalan son
toprak parçasını, Anadolu'yu da bölge
bölge işgal etmişti. Adeta umutların
tükendiği, çaresizliğin baş gösterdiği bir
zamandı. Millet açlık ve sefaletle terbiye
olur hale gelmişti. Bu sebeple mandacılığı
kabul etmek isteyenlerin sayısı gittikçe
artıyordu.
Ta ki 1919'un 19 Mayıs'ına kadar...
Atatürk ve silah arkadaşları Türk
Milletinin düşürüldüğü bu dar boğazdan
çıkması gerektiği inancıyla Samsun'da
Milli mücadeleyi başlatıyor ve yeni bir
Türk mucizesinin temellerini atıyordu.
Orta Asya'dan Anadolu'ya, Avrupa'dan
Afrika'ya kadar uzanan bu Kut'lu
mücadelenin bitmediğini, aksine kaldığı
yerden tüm hızıyla devam ettiğini bütün
cihana ilan ediyordu. Hangi şart ve
koşulda olunursa olunsun " Manda ve
Himaye " kabul edilemezdi. Erzurum ve
Sivas Kongreleriyle alevlenen bu - diriliş
meşalesi - Türk milletinin yolunu
aydınlatıyor, Sakarya'da düşmanın
boğazına ilmek ilmek düğümleniyordu. 30
Ağustos günü tarih bir kere daha tekerrür
ediyor; 1071'de Anadolu'nun kapılarının
Türklere açıldığı gün, bu toprakların
ilelebet Türk yurdu olarak kalacağı dağa
taşa kazınıyordu. Tarihinde hiçbir millete
boyun bükmemiş Türkler bu konuda ne
denli kararlı olduklarını ispatlıyorlardı.
Şüphesiz zor şartlar altında verilen
mücadelenin sonunda elde edilen bu zafer,
yeni bir anlayışın ilk adımıydı. İslamcılık,
Osmanlıcılık ve Batıcılık fikirlerinin
dışında gelişen bu yeni anlayışın adı
"Milliyetçilik" idi. Akçuralı Yusuf'un
kaleminden çıkan "Üç Tarz-ı Siyaset" isimli
inceleme yazısı, Milliyetçilik fikrinin diğer
GENCAY
3
fikir sistemlerinden daha makul olduğunu
ve diğer fikir sistemleriyle artık ilerleme
kaydedilemeceğini bildiriyordu. Atatürk
başta olmak üzere birçok önemli ismin
benimsediği bu düşünce, şüphesiz ATSIZ
BEĞ'in de ilgisini çekmişti. Bu amaçla ilk
olarak Ankara'da milli bir meclis kuruldu
(TBMM). Meclisin açılmasının hemen
ardından her alanda milli olgunun
işleneceği Cumhuriyet ilan edildi. Artık her
uygulama milli esaslar çerçevesinde
yapılıyordu. Benimsenen ilkeler ve
oluşturulan inkılâplar tamamen Türk
Milliyetçiliği temelli idi.
Bu gelişmelerin yaşandığı yıllarda ATSIZ
BEĞ 20'li yaşların henüz başındaydı.
Osmanlı Devlet'inin yıkılışı ve yeni kurulan
Milli Cumhuriyet sonrası oluşan milli irade
ile onun çizeceği yol paralel olarak
şekillenecekti. Nihayet inkılâplar bir bir
gerçekleşiyor; kısa zamanda inanılması
güç gelişmeler kaydediliyordu. Ekonomik
alandan siyasi alana, sosyal alandan askeri
alana kadar her bir olgu Türk Milliyetçiliği
üzerine inşa ediliyordu. Bu amaçlarla
kurulan Türk Dil ve Türk Tarih Kurumu,
İzmir'de yapılan İktisat Kongresi ve
Cumhuriyet'in altı temel ilkesi önemli
örneklerden sadece bazılarıydı. Böylesi bir
milli şuurla kurulan yeni Türkiye
Cumhuriyeti Devlet'i, kısa sürede
dünyanın gıpta ile izlediği bir hale
gelmişti.
Ta ki Gazi Paşa hayata gözlerini yumana
kadar…
Takvim 1938 yılının 10 Kasım'ını
gösterdiğinde, bütün bu değerlerin banisi
yüce ATATÜRK artık aramızda yoktu.
Ancak kurmuş olduğu milli devlet ilelebet
devamını sürdürecekti. Hem kendisi hem
de geride kalan Türk milliyetçileri, bu
imanın yıkılmak bilmeyen bir kale
olduğunu biliyorlardı. Zeki Velidi TOGAN,
Fuat KÖPRÜLÜ, Fethi TEVETOĞLU, Orhan
Şaik GÖKYAY, Nihat Sami BANARLI ve
ATSIZ BEĞ bu isimlerden sadece
bazılarıydı...
3) ATSIZ BEĞ'İN HAYATI VE KİŞİLİĞİ
1905 yılında dünyaya gelen ATSIZ BEĞ,
Gümüşhane'nin Torul ilçesi nüfusuna
kayıtlıdır. Baba tarafından asker kökenli
bir aileden gelen ATSIZ BEĞ, bu geleneği
devam ettirerek ilk ve orta öğretim
eğitiminin ardından yüksek öğrenimi için
Askeri Tıbbiye'ye girmiştir. Derslerinde
başarılı bir öğrenci olmasının yanı sıra,
dürüst kişiliği ile de örnek bir öğrencidir.
Daha o yıllarda içini bir kor gibi kaplayan
ülkü ateşiyle yanıp tutuşmaktadır. Yıllar
birbirini olanca hızıyla takip ederken
ATSIZ BEĞ, Türkçülük fikrini bütün
benliğinde yaşamaya ve yaşatmaya
başlamıştır. Bu konuda önemli fikir
GENCAY
4
adamlarını takip eden ATSIZ BEĞ, onların
fikirlerinin üzerine kendi fikirlerini
ekleyerek geleceğin fikri temelini
oluşturmaya başlamıştır. Türkçülük
fikrinin en önemli yapı taşlarından biri
olan Ziya GÖKALP vefat ettiğinde ATSIZ
BEĞ, Askeri Tıbbiye 3. Sınıf öğrencisidir.
Öyle ki Ziya Gökalp’ın cenaze töreninin
yapıldığı günün gecesi, Türkçülük fikrine
karşı öğrencilerle kavga ettiği ve daha
sonrasında ise aralarında bir takım
problemler geçen Arap asıllı Bağdatlı
Mesut Süreyya Efendi adlı bir mülazım
(teğmen)'a selam vermediği gerekçesi ile 4
Mart 1925 tarihinde 3. sınıf talebesiyken
Askeri Tıbbiye'den çıkarılmıştır yani,
ülküsü geleceğinden daha önemli bir hale
gelmiştir. Yeniden üniversiteye girmek
için girişimlerde bulunan ATSIZ BEĞ,
İstanbul Dârülfünûn’un Edebiyat
Fakültesi’nin "Edebiyat Bölümü"ne
kaydolmuştur. Burada yaptığı başarılı
çalışmalarla beğeni toplayan ATSIZ BEĞ,
arkadaşı Ahmet Naci ile birlikte hazırladığı
'Anadolu'da Türklere Ait Yer İsimleri' adlı
makalenin Türkiyat Mecmuası’nın ikinci
cildinde yayınlanması ile hocası olan
Mehmet Fuat Köprülü' nün dikkatini
çekmeyi başarmıştır. Mezuniyetinden
sonra Edebiyat Fakültesi Dekanı olan
hocası Prof. Dr. Mehmet Fuat Köprülü,
Maarif Vekâleti’nde Atsız için girişimde
bulunarak kendisine asistan olmasını
sağlamıştır.
ATSIZ BEĞ, iki kez evlilik yaşamış ve ikinci
evliliğinden Yağmur ve Buğra adında iki
erkek evlat dünyaya gelmiştir. Türkçülük
ülküsünden hiçbir suretle taviz vermeyen
ATSIZ BEĞ, bu anlayışını ailesine karşı da
sürdürmüş ve büyük oğlu Yağmur'a; onu
tanıyan hemen herkesin bildiği meşhur
vasiyetnamesini yazmıştır. Günümüzde
yaşadığımız temel problemlere baktıkça
aslında ATSIZ BEĞ'in ne kadar önemli
tespitler yaptığını daha derinden anlama
şansına nail olabiliyoruz. Çünkü onun
1940'larda yazdığı bu vasiyetname, şuan
içerisinde bulunduğumuz önemli bir beka
sorununun bizlere o dönemden
aktarılmasıdır.
1931'de başladığı yayın hayatında ilk
olarak ATSIZ MECMUA'yı çıkarmış daha
sonra ise Ötüken, Orhun, Orkun
dergilerinde Türkçülük fikriyatını işleyen
yazılar yayımlamıştır. Onun hangi yazısını
incelersek inceleyelim temelinde
Türkçülük fikriyatının olduğunu görürüz.
Hatta o kadar kararlı bir duruş
içerisindedir ki dönemin Başbakan'ı Şükrü
Saraçoğlu'na Orhun Dergisi'nden
gönderdiği açık mektupta, Milli Eğitim
Bakanı Hasan Ali Yücel ve bakanlıktaki
birkaç önemli görevlinin Marksist
faaliyetlerde bulunduklarını ve Milli
Eğitim Bakanı'nın "komünistleri
kolladığını" ileri sürerek devrin Millî
Eğitim Bakanı olan Hasan Âli Yücel'i
istifaya çağırmıştır (Bkz. Orhun, sayı-16,
Nisan 1944 ). Görüldüğü üzere inandığı
değerler karşısında hiçbir gücü
tanımayacak ve fikirlerinde hep sabit bir
çizgi izleyecek kadar önemli bir ülkücüdür.
1944 yılında yaşanılan bir başka olayda
Türkçülük - Turancılık davasıdır. İçlerinde
rahmetli Başbuğ Alparslan Türkeş'in de
bulunduğu otuz dört arkadaşı ile
yargılanan ATSIZ BEĞ, yaklaşık 6 ay süren
mahkemenin sonunda 6.5 yıl hapse
çarptırılmış daha sonra bu ceza Askeri
Yargıtay tarafından bozulmuştur. Bu dava
yıllar sonra Türk Milliyetçiliği için dönüm
noktası haline gelecektir. Kendisini böyle
GENCAY
5
çileli bir hayatın içerisinde bulmuş fakat
ne olursa olsun vazgeçmemeyi kendisine
görev bilmişti ATSIZ BEĞ. Daha sonra
Süleymaniye kütüphanesinde uzman
olarak görev yapmış ve bir kez görevden
ayrıldıktan sonra tekrar bu göreve gelip
kütüphaneden emekli olmuştur.
Hayatının hiçbir döneminde ne paraya ne
de güce tenezzül eden ATSIZ BEĞ, sıkıntılı
olduğu dönemlerde dahi fikirlerinden
vazgeçmemiş; sırf geçimini sağlamak için
yazdığı kitapları satmış ama kalemini ve
ideallerini satmamıştır ve nihayet her
faninin karşılaştığı ölümle o da karşılaşmış
ve 1975'in Aralık ayının 11’inde uçmağa
varmıştır.
4) ATSIZ BEĞ'İN KENDİNE YÜKLEDİĞİ
KUTSAL GÖREV
Hayatının her döneminde Türkçü
kalabilmeyi başaran ATSIZ BEĞ, bu şekilde
birçok neslin sembolü haline gelmiştir.
Ona göre tek hedef Turan (Bütün Türkleri
bir bayrak altında toplamak) dır. Çünkü bu
inanç daha önce gerçekleşmiştir ve
günümüzde de gerçekleşmesi için hiçbir
engel yoktur. Bu ülküsünü destekler bir
örnek vermek gerekirse; Ziya GÖKALP
BEĞ'in:
"BÜTÜN TÜRKLER BİR ORDU,
KATILMAYAN KAÇAKTIR;
YASAMIZDA YAZILI, HARBDEN KAÇAN
ALÇAKDIR." beyitini dergilerinde sık sık
tekrarlamış ve kapak yapmıştır. Birinci
Dünya Harbi ve Milli Mücadele döneminde
özellikle Türk Milletinin karşılaştığı
ihanetleri görme şansı bulan ATSIZ BEĞ,
aynı sıkıntıların tekrar etmemesi için milli
eğitim sisteminin önemini sürekli
vurgulamıştır. Hatta devlet dâhilinde
görevlendirilecek önemli kişilerin Türk
olması gerektiğini söylemiştir. Bu duruma
gerekçe olarak da başka milletten bir
yüksek kademe devlet memurunun
sıkıştığında kendi istikbalini
düşünebileceğini fakat asil kandan bir
Türk için milletin ve devletin her şeyden
üstün olduğunu savunur. Tanrı Kut
Mete'nin bu konudaki kıstasını hemen
hepimiz biliriz. "Atımı, avradımı ve
silahımı veririm ancak toprağımı
veremem. Çünkü toprak benim değil
milletimindir." der. Aynı düşüncenin
gerçekleşmesi ATSIZ BEĞ'in de hayalidir.
Türkçülük fikriyatının öncü isimlerinden
Ziya GÖKALP BEĞ'in uçmağa varışından
sonra, kendi dönemi içindeki fikriyat
sahiplerinden en önemlisi haline gelen
ATSIZ BEĞ adeta bir millete unutturulmuş
tarihini yeniden hatırlatmıştır. Onun
müthiş gayretiyle Türk tarihinin İslamiyet
öncesi devirlerini yakından tanıma
imkânını bulduk. Kendi özümüzün, bizi biz
GENCAY
6
yapan değerlerin farkına vardık. ATSIZ
BEĞ, her ne kadar onurlu bir mücadele
vermiş olsa da hak etmediği çok sayıda
eleştiri ile karşı karşıya kalmıştır.
İslamiyet öncesi Türk tarihine karşı aşırı
ilgisi olduğu için birçok kez din düşmanlığı
ile suçlanmıştır. Bu kati suretle yanlıştır;
zira ATSIZ BEĞ, yalnızca Türk tarihini
İslamiyet'in kabulü ile başlatmak
isteyenlere karşı çıkmıştır ve her seferinde
bu düşüncenin milli bir cinayet olduğunu
savunmuştur. Bunun yanında Birinci
Dünya Harbi sonrasında Araplara karşı
takındığı tavır - ki kesinlikle haklı - bu
düşüncenin oluşmasında rol oynamıştır.
İslam dinine karşı da son derece saygılıdır
hatta pek sevmediği bilinen ve tamamen
zıt düşüncelere sahip olan Necip Fazıl ile
aralarında geçen şu mülakat, bu gerçeği
bir kez daha göstermektedir:
Necip Fazıl - İslam dini hakkında ne
düşünüyorsunuz?
ATSIZ BEĞ - Milletimin dinidir; hürmet
ederim (Bkz. Bâbıâli / Necip Fazıl
Kısakürek).
Dolayısıyla böyle bir hürmet sahibi insan
herhalde İslam düşmanı olamaz. Hem de
bu cümleler birbirini hiç sevmeyen iki
insandan biri olan Necip Fazıl'ın
kaynağından geliyorsa... Bu keskin ve
kararlı duruşu, Türkçülük fikrini savunan
insanların onun etrafında toplanmalarını
sağlamıştır. Etrafında oluşturduğu bir
potansiyel vardır ancak hiçbir zaman
kendine bir güç oluşturma hedefi içerisine
girmemiştir. Onun tek derdi Türk Milleti
ve Türk milletinin geleceğidir. Ziya
GÖKALP BEĞ'in belli bir sisteme oturttuğu
Türkçülük fikrini genç nesillere ve gelecek
kuşaklara benimsetmek, benimsetirken de
sevdirmek artık ATSIZ BEĞ'in görevidir.
Bu görevi kendisine hiç kimse
vermemiştir. Görevden vazife çıkararak
elini taşın altına sokmuş; çileli bir yaşam
pahasına bu görevi üstlenmiştir.
Şüphesiz bu milli olguyu genç dimağlara
makalelerinden ve şiirlerinden çok
romanlarıyla anlatmış ve sevdirmiştir.
Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar
Diriliyor, bir tarihi gerçekliği bizlere
roman havasında anlatmıştır. Sadece Çin
kaynaklarından ulaşabildiğimiz İkinci
Göktürk Kağanlığı'nın nasıl ve ne şartlarda
kurulduğunu bir roman edasıyla anlatır
bizlere. Daha sonra Ruh Adam ile zirveye
çıkar; oradaki Selim Pusat karakteri
birebir kendisinin tasviridir. Kitap
incelenecek olursa kahramanca ordudan
atılan bir subayı anlatır ve bu hikâye bile
bize milli bir ders niteliğindedir. Ayrıca
sinema filmi çekilmeye müsait bir roman
olduğu halde neden böyle bir girişimde
bulunulmadığı da muammadır. Şiir
konusunda da mükemmeli aratmayacak
kadar iyidir. Yazının başında verdiğimiz
“Kahramanlık” şiiri onun en değerli
şiirlerinden bir tanesi olup kişiliğinin en
önemli göstergelerindendir.
Görüldüğü gibi ATSIZ BEĞ, hayatının her
anında Türkçülük fikrini yaşamış ve
yaşatmış, eşsiz bir şahsiyettir. Tek derdi
Türk milletinin geleceği, tek kaygısı Türk
vatanının geleceği olan bu aziz dava adamı
tek başına bir ordu gibi mücadele etmiştir.
Komünizm başta olmak üzere, siyasal
İslam ve bölücü unsurlara karşı milli
değerler ışığında bir savunma
mekanizması geliştirmenin gayreti
içerisinde olmuştur.
GENCAY
7
Peki, onun ebediyete gidişinden sonra
bizler ne yaptık? Onun milli davadaki elli
senesinin karşılığını ona nasıl verdik? Bu
konuda onun vefalı birkaç öğrencisi örnek
gösterilebilir. Erol GÜNGÖR, Necmettin
HACIEMİNOĞLU, Mustafa KAFALI ve
Osman Fikri SERTKAYA bu vefalı
isimlerden sadece bazıları… Böylece ATSIZ
BEĞ, geleceğin nesillerinin zihnindeki
yerini almış ve belki de beklediği tek
karşılık olan milli bilincin sağlanması
ülküsünü gerçekleştirmiştir.
5) ATSIZ BEĞ İLE İLGİLİ DÜŞÜNCELER
- Nihal Atsız Bey; Tu rk Milliyetçilig i’ni,
belli bir do nemin, o zellikle 1938
sonrasının ezilmişlig inden kurtaran;
"Yeniden Dog uş"un o ncu lu g u nu yapan
yig it bir u lku cu . Bu yu k heyecanların,
"Çetin Yollar"ın, Tu rk tarihini parçalanmaz
bir bu tu n olarak go rmeyi o g retmenin
temsilcisi ve Tu rk birlig inin "dev" inançlı
bekleyicisi. Kimse inkar edemez: Yaşayan
Tu rk Milliyetçileri'nin hemen hepsinde
emeg i ve yetişmelerinde, unutulmaz payı
var.
Galip ERDEM
- Soyumuzun dog dug u ve du nya ya
yayıldıg ı Ortaasya'daki, Uzakdog u'daki
yani, Anayurt’ta bugu n de yu kselen Orhun
Abideleri'nin yazıldıg ı gu nlerden
zamanımıza ulaşmış, nesillerimize erişmiş
Tu rk Milliyetçilig i’ni, Tu rkçu lu g u ,
şahısların oyuncag ı, kuruluşların
propaganda aracı olmaktan kurtararak bir
"milli mefkûre" hâlinde yu kselten ve
ebedileştiren, Bu yu k Tu rkçu Atsız
olmuştur.
Fethi TEVETOĞLU
- Atsız, insanlarla mu nasebetlerinde,
bunlar kendisi ile dost olmasalar da çok
zarif, nazik ve samimiydi. Dog ru ve açık
so zlu oldug u için u slubundaki sertlik tabii
kabul edilirdi. Karşısındakini kızdırsa bile,
kırıp ezmezdi. Koparıp kaçırmazdı.
Bıktırıp bezdirmezdi. Bizce Hoca'nın en
mu him hususiyeti, şahsiyetinin tam bir
bu tu nlu k arz etmesiydi. Ruh, kafa ve fikir
yapısında herhangi bir boşluk, eksiklik,
yahut çelişki yoktu.
Necmettin HACIEMİNOĞLU
- Her cu mlesi keskin bir kılıçtı. Anlatmak
istedig i hiçbir fikri kelimelerin ardında
gizlemiyordu. Tu rkçe'nin en aydınlık ve en
engelsiz yolunu bulmuştu.
Ahmet Bican ERCİLASUN
- Atsız, Tu rkçu lu k tarihinin Ziya
Go kalp'tan sonra ikinci bu yu k şahsiyetidir.
Bu yu k bir samimiyetle inandıg ı Tu rkçu lu k
u lku su nu , genç yaşlarından son nefesine
kadar ısrarla savunmuş, bu u lku nu n
gu çlenip yaygınlaşması için var gu cu yle
çalışmıştır. Bu şerefli yolda ıstırap çekmiş;
haksızlıklara, iftiralara, hu cumlara
ug ramış; zindana atılmış ve işkence
go rmu ştu r. Bu tu n bunlara rag men eg ilip
bu ku lmemiş, hayatını bir ahlak ve
karakter abidesi olarak tamamlamıştır.
Altan DELİORMAN
- Bir ip düşünün, dosdoğru bir ip... İşte o
ATSIZ'dır.
İskender ÖKSÜZ
GENCAY
8
Görüldüğü üzere ATSIZ BEĞ'i önemli fikir
adamları dahi yere göğe sığdıramıyor.
Elbette ki böylesi bir şahsiyeti anlatmak
kolay değil. Bizim bu yazıda eksilttiğimiz
mürekkep, onun okyanusundaki zerre
dahi olmayabilir. ATSIZ BEĞ'in bir
dörtlüğüyle başladığımız yazımızı yine
onun bir dörtlüğüyle bitiriyoruz.
“Gün, senden ışık alsa da bir renge
bürünse;
Ay, secde edip çehrene, yerlerde sürünse;
Her şey silinip kayboluyorken
nazarımdan,
Yalnız o yeşil gözlerinin nuru görünse...”
TANRI TÜRKÜ KORUSUN O ZATEN
YÜCEDİR...
Ahmet KANBUR
KAYNAKÇA
- Başvekil Saracoğlu Şükrü’ye İkinci Açık
Mektup (21 Mart 1944, Maltepe)’, Orhun,
Sayı.16 (1944)
- Türk Gençliği Nasıl Yetişmeli?’, Çınaraltı,
Sayı.35 (1942)
- Türk Tarihine Bakışımız Nasıl
Olmalıdır?’, Çınaraltı, Sayı.1 (1941)
- Yirminci Asırda Türk Meselesi I. Türk
Birliği’, Orhun, Sayı.8 (1934)
- Yirminci Asırda Türk Meselesi II. Türk
Irkı = Türk Milleti’, Orhun, Sayı.9 (1934)
- Geri Gelen Mektup, Orkun, Sayı.44 (1951)
- Bozkurtların Ölümü, İstanbul 1946. -
Bozkurtlar Diriliyor, İstanbul 1949.
- Ruh Adam, İstanbul 1972.
GENCAY
9
ATSIZ’IN ARMAĞANI:
AŞIKPAŞAOĞLU TARİHİ Çağhan SARI
Osmanlı Devleti'nin kuruluşuna ait
kaynaklar, diğer dönemlerine nazaran bol
değildir. Maalesef kuruluş ile ilgili bir kaç
anonim Osmanlı Tarihi kronikleri
mevcuttur. (Tevarih-i Âli Osman) Müellifin
belli olduğu en önemli kaynak ise
Aşıkpaşaoğlu Tarihi'dir. Bu eseri kaleme
alan Aşıkpaşaoğlu, Osmanlı Devleti'nin
kuruluşundan 1472 yılına kadar geçen
dönemi ele alır. 183 bâb yani, bölümden
meydana gelmiştir. Aşıkpaşaoğlu 1400-
1484 yılları arası yaşadığı tahmin
edilmektedir ve kendi aktarımına göre
Osmanlıların ilk yıllarını, gençliğinde
okuduğu Yahşi Fakih'in yazdığı tarih
kitabına dayandırmaktadır. Son derece
mühim olan bu eseri, bugün
araştırmacıların hizmetine sunan isim ise
Hüseyin Nihal Atsız'dan başkası değildir.
Hüseyin Nihal Atsız, bir dönem Ord. Prof.
Dr. Fuat Köprülü'nün asistanlığını
yaptıktan sonra üniversiteden ayrılmıştır.
Kusursuz Osmanlıca bilgisi ile
metodolojiye hâkim olması onun
akademide olmayan bir akademisyen
olmasını sağlamıştır. Aşıkpaşaoğlu
tarihinin Osmanlıca baskısı 1914
senesinde İstanbul Kütüphanesi müdürü
tarafından yapılmış idi. Yüzyıllar
öncesinden kalma nüshalar ise bugün
İstanbul Arkeoloji Müzesi'ndedir. Hüseyin
Nihal Atsız, bu eseri Latin harflerine
çevirmek ve okuyucular için yeniden
düzenlemek için bir kopya yanına almıştır.
Yaptığı çalışmalar sonunda eser 1949
yılında yayınlanmıştır. Bu eseri
hazırlarken Süleymaniye Kütüphanesi'nde
uzman olarak çalışması muhtemeldir.
Ancak asistanlığı döneminden düşündüğü
bir çalışma olabilir; çünkü Süleymaniye
Kütüphanesi’nde 25 Temmuz itibari ile
uzmanlığa başladığını göz önüne alırsak
önceden bu çalışma için hazırlık yapmış
GENCAY
10
olabileceğini düşünebiliriz. Bu hususta
aydınlatıcı bir malumat olursa sonraki
sayılarda okuyucuya aktarmakla
mükellefiz.
Hüseyin Nihal Atsız'ın hazırladığı
Aşıkpaşaoğlu Tarihi 1970 yılında Kültür
Bakanlığı 1000 Temel Eser listesine girmiş
ve üç baskı yapmıştır. Bugün sahaflarda
kolayca bulunabilen bu baskıların
haricinde Ötüken Neşriyat'ta 2011'de
kitabın tekrar basımını yapmıştır.
Kitabın Osmanlı Tarihi için önemine
değinmişken kitabın üzerindeki Atsız
emeği hakkında malumat verelim. Kitabın
önsözünde Nihal Atsız, eserin müellifi
hakkında detaylı bilgi vermektedir. Buna
göre müellif kaç yaşında iken nerelerde
bulunmuş, hangi savaşlara katılmış, Yahşi
Fakih'in kroniğini nerede okumuş
sorularına yanıt verir. Sonra kitabın bazı
bilgileri hakkındaki bilimsel kuşkuyu
açıklamıştır. Kitabın müellifi çok geç
sayılabilecek bir yaşta kaleme aldığı için
bazı tarih ve olayları karıştırabilme yahut
unutabilme durumu ile karşı karşıya
kaldığını okuyucunun dikkatinden
kaçmamasını ister. Sonra el yazması
nüshalardaki isim ve tarih farklılıklarının
hepsini dipnotla belirtmiş, eserin hicri
takvimlerini miladi takvime çevirip
parantez içerisinde okuyucuya sunmuştur.
Aşıkpaşazade'nin ölüm tarihinden sonra
yazılan kısımları onun yakınları ya da
devamında başka kişiler tarafından
eklendiğini belirterek Atsız, hazırlanan
kitaptan bu bölümleri çıkarmıştır. Anlam
bütünlüğünü ve metin akıcılığını sağlamak
için ise bâb sonlarında bozuk aruzla
yazılan manzumeleri de çıkarmıştır.
Önsözün sonunda ise 23 Şubat 1970 tarihi
vardır. Bu eserin daha sonra Hammer'in
Osmanlı Tarihi ile Mehmet Neşrî'nin Kitab-
ı Cihannûma'sına kaynaklık ettiğini
vurgulayarak Osmanlı Kuruluşu ile ilgili
bugün yazılan akademik eserlerde de ana
kaynak olduğunu vurgulamamız
gerekmektedir. Atsız, sadece bir fikir ve
dava adamı değil, yukarıda belirttiğimiz
gibi hayatı, eserleri ile bir akademisyendir.
GENCAY
11
TÜRKÇÜ DİNDAR OLAMAZ MI? Vural Egemen SARIGÖZ
Türkçülük ve dindarlık aynı kelime
içerisinde kullanıldığında birçok insanı
rahatsız eder. ‘’Türkçü olan kişinin
bundan rahatsızlığı nedir?’’ sorusuna
binaen kaleme aldığımız bu yazı da belki
de bu yönünü işlemiş olacağız. Bu yazının
birçok yayın organı tarafından sansüre
uğrayacağını bildiğim için yazıp yazmama
konusunda tereddüte düşmedim değil;
ancak oğlum Egehan’ı düşününce en
azından onun için yazmalıyım diye
tereddütlerimin ipini gevşetip; fikir
kısraklarımın Türkçü damarlarımda
dörtnala koşmasına müsaade ettim.
Türkçülük, Türk Milleti’ni sevmek; Türk
Milleti’nin menfaatlerini korumak ve yüce
Türk Milleti’ne faydalı olmak demektir.
Dindarlık, bir kul olarak Tanrı’ya karşı
vazifelerini yerine getirmektir.
Rahmetli cennet mekân Atsız Ata’nın
dediği gibi ‘’Din bir ihtiyaçtır.’’ Din,
insanoğlunun manevi ihtiyaçlarını
karşılayan, inançlarını yerine getirdiğinde
sorumluluklarını yaptığına kanaat
getirten, insanın ölümden sonrası için
müreffeh olmasını sağlayan bir olgudur.
İki kavramın tanımını yaptıktan sonra
akıllı bir insan için fazla seçenek kalmıyor
ve işi kaosa sürüklemek, polemiğe girmek
yerine sağduyulu bir şekilde yaklaşmak
kalıyor.
Amacım Türkçü Dindar ya da Dindar
Türkçü gibi bir kavramı ortaya atıp yeni
tartışma konuları çıkarmak değildir.
Amacım Türkçü olan bir kişinin aynı
zamanda dindar olabileceğini anlatıp
Türkçülüğün din üzerindeki hakkının,
dinin Türkçülük üzerindeki hakkından çok
olduğunu beyan etmektir.
Din tek başına bir şey iken önüne Türklük
geldiği zaman apayrı bir lezzet olur.
Tarihte yalnızca Müslüman olanların zafer
kazandığını görenleriniz var mıdır?
İslam Devleti kurulmazdan evvel bile
millet savaşları yapılmış, millet
savaşlarından arta kalan zamanlarda
kavimler savaşmıştır.
Yukarıdaki sözümü altını çizerek yeniden
dile getirmek istiyorum.
‘’Türkçülüğün din üzerindeki hakkı,
dinin Türkçülük üzerindeki hakkından
çoktur.’’
Bu sözden kastımız şudur;
Dindar olmakla, namaz kılmakla, dini
vecibeleri yerine getirmekle yalnızca
inançlarınızın kaynağı olan maneviyatınıza
hizmet etmiş olursunuz. Bu şekilde yaşam
tarzınızı biçimlendirir ve inançlarınızın
gerektirdiği gibi bir hayat sürmeye
GENCAY
12
çalışırsınız. Biraz daha iyi bir insan
olursanız, dürüst bir birey, ahlaklı bir fert
olursanız etrafındaki insanlara karşıda
sorumluluklarını yerine getirmiş
olursunuz.
Türkçü olarak yaşam tarzınızı yeniden
düzenlerseniz ve bu yaşam tarzına göre
hayatınızı idame ettirirseniz. Hem milli
hem de dini değerlerinize faydalı olmuş
olursunuz.
Rahmetli babam şöyle ifade ederdi; ‘’İslam
bir şeyin özü ise Türklük onun
kabuğudur.’’ derdi.
Tek başına din muhafaza edilemez. Dini,
milli değerler bezer, korur ve yükselmesini
sağlar. Aynı şeyi tersine tez edersek nasıl
olur? Din, Türklüğü koruyabilir mi? Din,
Türklüğü bezer, yükseltir ama koruyamaz.
Türkçülük fikri bir kuru kavram olarak
algılanamaz.
Günümüzde milli ve dini değerler arasında
çatışmalar çıkararak bu iki kavramı
birbirinden ayırmayı hedefleyenler ve
çalışmalarını bu yönde yoğunlaştıranlar
vardır. AKP’nin bir raporunda
‘’Milliyetçileri din düşmanı gibi
göstermeliyiz.’’ şeklinde bir ifade yer
alıyordu. Bu emellere alet olmamak için
yapılması gerekenler basittir.
Türkçülük fikrine dört elle sarılacağız ve
dini Türkçülük fikrinin eksenine dâhil
ederek korumaya gayret edeceğiz.
Kimilerinin ‘’Allah mı, Tanrı mı?’’
tartışmalarına girdiğini görürsünüz. Dinde
Tanrı demenin sakıncası yoktur; fakat milli
bir değer olan Gök Tengri’den gelen bir
değere sahip çıkmaz isek Türkçülük fikri
zarar görebilir. Bu demek değildir ki Tanrı
demek doğru Allah demek yanlıştır. Neden
böyle bir kavram kargaşasının içerisine
güzelim iki değerimizi dâhil ederek
yıpranmasını sağlayalım ki… Tanrı diyen
ile Allah diyen arasındaki tek fark vicdani
ve manevi rahatlığından öte değildir.
Allah’a Tanrı demek ile günah işlenmiş
olmaz ve saygısızlık edilmiş sayılmaz.
Tanrı demek İmam-ı Rabbani’nin Padişah
demesi gibi bir tercih türüdür.
Ne diyor Hazret; ‘’Ey rahmeti bol
padişah…’’
Burada Padişah ile Tanrı’yı
kastetmektedir. Şimdi Büyük İslam
Alimlerinden olan Rabbani günah mı işledi
ya da saygısızlık mı etti?!
Türkçülük fikrinin bizlere öğrettiği vatan
sevgisi, bayrak sevgisi, millet sevgisi ile
devletimiz de milletimiz de menfaatleri
korunarak yükselmeye doğru ilerler.
Bir inanış gereği, hadis-i şeriflerde
çocuklara isim belirlerken Kur’an’da geçen
bir ismin konulması ya da
Peygamberimizin isminin verilmesi
GENCAY
13
öğütlenir. Diyelim ki çocuğumuza dini bir
isim verdik. Hepimiz verdik, bir nesil
yetiştikten sonra Arap ülkesinden gayrı ne
hali kalacak evlatlarımızın? Hâlbuki şöyle
bir seçenekte var: hem Türkçe hem de
Arapça bir isim verilerek günlük yaşamda
Türkçe isim kullanılarak hem milli hem de
dini değerlere sahip çıkılmış olmaz mı?
Türk’ün değerleri var oldukça Türk Devleti
de var olacaktır. Türk’ün fikirleri geliştikçe
Türk Milleti de var olacaktır. Dini
değerlerimize, milli değerlerimiz ile sahip
çıkabilir, dinimizi de milli benliğimiz ve
kimliğimiz ile koruyabiliriz.
Kurtuluş mücadelesini hatırlayalım.
Vatanımızın her karış toprağı işgal
edildiğinde bu millet Müslüman değil
miydi? Evlere girilip kadınlara, kızlara
tecavüz edildiğinde bu millet Müslüman
değil miydi? Elbette Müslümandı. Ne
zaman ki Türk’ün değerleri yitirildi, ne
zaman ki Türk’ün benliği asimile edildi o
vakit esaret ile burun buruna geldi.
Adana’da Kurtuluş savaşları zamanından
kalma bir hikâye anlatılır. Fransızlar şehri
işgal ettiğinde tüm ezanları susturmuş,
camileri kapatmıştır. Bu durum böyle
sürüp gittiği halde Müslüman olan halk
direnç göstermemiş abdestini evinde alıp,
namazını evinde kılmıştır. Ne zaman ki
şehir de bulunan Türk Bayrakları
indirilmeye başlanmış o vakit şehir halkı
silahlanarak ‘’Vatan elden gidiyor!’’
diyerek vatan müdafaasına başlamışlar.
Atatürk hakkında da birçok iftiralar atılır.
Birçok söylentiler dolaşır. Bu iddiaları
ortaya atanlarında belirli dini cemaatlerin,
toplulukların yaptığını görürsünüz. Bu bir
karalama politikasıdır. Bu bir din ile
Milliyeti birbirinden ayırarak ‘’böl,
parçala, yut’’ taktiğidir.
Bu topraklar üzerinde abdest alıp, namaz
kılanlar Atatürk’e ne kadar teşekkür
etseler azdır. Hür bir şekilde camilerine
gidebiliyor, evlerinde namazlarını
kılabiliyorlarsa bunu önce Tanrı’ya sonra
Atatürk’e borçludurlar.
Atatürk’ün Harf İnkilâbı’nı eleştirenlere de
bir anlam veremiyorum. Atatürk harf
devrimi yaparak ‘’Kur’an Eğitimini
bitirmeyi amaçlamış’’ mış. Sanki dilimiz
Arapçaydı... Dilimiz Osmanlıcaydı… Arapça
ile arasında birçok farklar mevcuttur.
Diyelim ki dilimiz Arapçaydı. O vakit
Kur’an-ı Kerim’i tam manasıyla mı
anlayacaktık? Bu teoriye göre Arap
milletine mensup herkesin evliya
makamında olması gerekirdi.
Türkçülük olmadan dindarlık olmaz.
Dindar olan bir kişinin Türkçülük
yapmaya, Türkçü olan bir kişinin dindarlık
yapmaya olan ihtiyacından daha fazladır.
Birçok dindar kişi de bilir ki ‘’Kişi milletini
sevmekle suçlanamaz.’’ hadis-i şerifi
gereği Türkçülük yapmak Türk milletinin
başlıca vazifelerindendir.
Milli değerlerimizden ödün vermeden,
milli benliğimizden taviz vermeden yine
dini vecibelerimizi yerine getirebiliriz.
Daha rahat ve refah ortamında inancımızın
gerektirdiği şekilde yaşayabiliriz. Aksi
durum düşünüldüğünde devlet olmadan,
bayrak olmadan, milli değerlerimiz
olmadan o namazı gizli gizli dahi
kılamayız.
Yüce Türk Milleti ne kadar İslam ile
şereflenmişse de İslam dini de Türk
Milleti ile şereflenerek yükselmiştir.
GENCAY
14
BATI TRAKYA TÜRKLERİ VE
SADIK AHMET ÜZERİNE NOTLAR Abdullah KILAVUZ
“İlyada ve Odisse gibi Yunan destanlarını
içine alan, diğer taraftan Manas destanını
dışarıda bırakan bir öğretim programı
hazırlayanların millî şuurdan
yoksunluklarının derecesini belirtmeye
yetecek bir kelime dünyanın hiç bir
sözlüğünde bulunmaz.”
Galip Erdem
Ülkemizde “milli” bir eğitim müfredatının
hâlâ oluşturulamamış olmasının beklenen
tezahürüdür ki günümüzde özel olarak
tarih, edebiyat ve coğrafya ile alakadar
olan belli bir kesim insanlarımızın
haricinde, herkesin kafasında yer yapmış
milli şuurdan yoksun kalıplar vardır. Bu
kalıpların başında, Türk denilince akla
sadece Edirne’den Kars’a uzanan Anadolu
toprakları ve Kıbrıs Adası’nın kuzeyinin
gelmesi vardır. Hemen ardından ise
tarihimizin sadece Osmanlı Devleti’nden
sonraki kısmıyla ilgilenip, evvelini yok
sayması gelir.
Kardeşlik hukukunun bir gereği olarak
sınırlarımız dışında kalan kandaşlarının
izine düşen Türk gençlerini ise kesintisiz
bir tarih serüveni içinde Doğu
Türkistan’da soykırım, Güney Türkistan’da
işkence, İç Türkistan’da zulüm, Kıbrıs’ta
kan, Sibirya’da ve Balkanlar’da ise
asimilasyon politikaları karşılar.
Tarih sahnesinin başı dik evlatlarına reva
görülen bu zulümlere karşı ise Doğu
Türkistan’ın sonsuzluk şahikası
ovalarından uçaklara kement atan Osman
Batur, İstemi Yabgu’dan emanet Güney
Türkistan’ın zindanlarından Abdulkerim
Mahdum Beğ, İç Türkistan’ın geçit vermez
dağlarında mitralyözlere at süren İsmail
Enver Paşa, Meriç kıyısında hürriyet
kovalayan Dr. Sadık Ahmet ve top yekûn
Türk Dünyası’ndan nice isimsiz kahraman
selamlar bizi…
BATI TRAKYA TÜRK TARİHİNE
KISA BİR BAKIŞ
“Haritalarda ırkımızın yaşadığı yerlere
baktık, milletimize fenalık edenleri tarihte
okuduk ve milli kini ateşten damgalar gibi
kalbimize yazdık.”
Hüseyin Nihâl Atsız
Türklerin mazlum olduğu mahzun ve
unutulmuş diyarlardan bir diğeri de büyük
dava adamı Dr. Sadık Ahmet’in mücadele
verdiği Batı Trakya topraklarıdır. Meriç ve
Karasu nehirleri ile sınırları belirlenen
Avrupa’nın güneydoğusunda ve
GENCAY
15
Yunanistan’ın kuzeyinde bulunan bu
bereketli toprakların Türklerin
hâkimiyetine girmesi yaklaşık sekiz yüz yıl
öncesine tekabül eder. 1335 yılında Orhan
Gazi’nin oğlu Süleyman Gazi’nin Karesi
Beyi olmasından sonra Osmanlı Türkleri,
Evronos Paşa ve Hacı İlbey ile Trakya’nın
fethine başlamıştır. Yüzyıllar boyunca
Osmanlı’nın hâkimiyetinde ve evlâd-ı
fâtihanın nezaretinde adaletin hâkim
olduğu topraklar, I.Balkan Harbi’ne kadar
huzur ve hoşgörü ile idare edilir. I. Balkan
Harbi’nde Bulgarlar, II. Balkan Harbi’nde
ise Yunanlılar tarafından işgal edilen Batı
Trakya toprakları, %85 nüfusunun Türk
olması sebebiyle Osmanlı Devleti’nin
daima ilgisi ve planları dâhilinde olmuştur.
‘Edirne Fatihi’ olarak bilinen İsmail Enver
Paşa, Meriç Nehri’ne kadar toprakları
tekrardan Osmanlı sınırlarına dâhil etmiş
ve bu ilerleyiş başta Avrupa devletleri
olmak üzere, Rusya’yı da tedirgin etmiştir.
Batılı devletlerin baskısı neticesinde
Meriç’in batısına geçmeme sözü veren
Bab-ı Âli yönetimini dinlemeyen Enver
Paşa, üç bin kişilik akıncı birliğiyle
Bulgaristan topraklarına girmiş, bu
akınların neticesinde beklenen tepki
gecikmemiş ve batılı devletlerin tehditleri
üzerine Enver Paşa ve akıncı birlikleri
tekrardan Edirne’ye çekilmek zorunda
kalmıştır. Bu durumdan hoşnut olmayan
Enver Paşa, Edirne’de oluşturduğu yüz er
ve on altı subaydan oluşan yüz on altı
kişilik çeteyi Kuşçubaşı Eşref Sencer’in
emrine vererek Ortaköy üzerine tekrardan
yollar. Mestanlı ve Kırcali’yi ele geçiren bu
çete, Osmanlı Devlet yöneticilerinin
“Durun!” emrine rağmen Kuşçubaşı
Eşref’in bizzat Enver Paşa’dan aldığı
“Trakya’nın tamamının işgali” emri
doğrultusunda mücadeleye devam eder.
Kısa bir süre sonra Enver Paşa’nın
talimatıyla içinde Süleyman Askeri Bey’in
de olduğu bir gurup subay ve erden oluşan
askeri birlik, Trakya’daki kahraman
askerlerin yardımlarına yetişir. 31 Ağustos
1913’te Gümülcine, 1 Eylül 1913’te ise
İskeçe toprakları fethedilerek Dedeağaç
haricindeki tüm Batı Trakya toprakları
yeniden Türk yurdu haline getirilir ve 12
Eylül 1913’te Garbi Trakya Müstakil
Hükümeti adıyla yeni bir Türk Devleti
tarih sahnesindeki yerini alır.
Dönemin ileri gelenlerinden Yüzbaşı
Yakup Cemil o günleri şöyle anlatır:
“Balkanlara hızla girip, kaybettiğimiz
GENCAY
16
topraklarımızı geri almamız üzerine Düveli
Muazzama derhal sadrazamın makamına
koştular. Güya, Londra Antlaşması’nı tek
taraflı olarak bozmuşuz, hemen işgal
ettiğimiz topraklardan çıkmalıymışız. Kim
kimin toprağını işgal etmişti? İttihat ve
Terakki’nin uygun görmesiyle Süleyman
Askeri Bey, Eşref Kuşçubaşı, Çerkez Reşid,
Sapancalı Hakkı ve Fehmi Beyler gibi
arkadaşlarla Meriç’i geçip Trakya’ya
daldık. Gümülcine, Kırcali, Dimetoka gibi
yerleri bir bir geri aldık. Serez’e de el atıp
Yunan hududuna dayandık. Bulgarların Ege
bağlantısını kesmiş olduk. Avrupa ayağa
kalktı. Dış baskıları azaltmak için Garb-i
Trakya Müstakil Hükümeti’ni kurduk. Bu
bir cumhuriyetti ve Türk tarihinde bir ilki
gerçekleştirmiştik. Bayrağımız vardı,
başkentimiz Gümülcine’ydi, pul bile
bastırmıştık…”
Enver Paşa’nın ve emrindeki fedailerin bu
tarihi başarısı ne yazık ki çok uzun
sürmeyecektir. Bulgaristan’ın Avrupa ve
Rusya ile giriştiği diplomatik ittifak
neticesinde, üzerine gelen baskılarla iyice
köşeye sıkışan Osmanlı Devleti,
Bulgaristan ile 29 Eylül 1913’te İstanbul
Antlaşmasını imzalayarak elli beş günlük
Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’nin
Bulgaristan tarafından ilhakını resmen
kabul eder. Batı Trakya’nın Bulgaristan’ın
eline geçmesinden sonra buradaki Türk
unsurlarının varlığını ve birliğini devam
ettirmeyi amaçlayan Enver Paşa, buraya
imam, köylü, tüccar ve iş adamı kılığında
Teşkilat-ı Mahsusa ajanları gönderir.
Nüfusunun %80’inin, topraklarının ise
%86’sının Türklere ait olduğu 1923
yılında, Lozan Antlaşması neticesinde Batı
Trakya, Yunanistan’a bırakılır. Anlaşmanın
içeriğinin esası ise (her ne kadar asla
Yunanistan tarafından uygulanmayacak
olsa da) Türkiye’de yaşayan gayri-
müslimlerin sahip olduğu haklar ile Batı
Trakya’da yaşayan Türklerin aynı hukuki
haklara sahip olmasına dayanmaktaydı.
ENVER PAŞA’NIN BIRAKTIĞI
YERDEN…
ESMASIYLA MÜSEMMA BİR DAVA
ADAMI: DR. SADIK AHMET ’İN
HAYATI VE MÜCADELESİ
“Tarih nankör değildir, bir hizmeti
unutmaz; İstikbâlin vicdânı aşk istemez,
kin tutmaz.”
Mehmet Emin Yurdakul
Batı Trakya topraklarının Bulgaristan’ın
işgaliyle başlayıp Yunanistan’a teslimiyle
devam eden zulüm gün geçtikçe kendini
iyiden iyiye hissettirmeye başlıyordu. Batı
Trakya Türkleri, Yunanistan hükümeti
tarafından etnik kimlikleri hiçe sayılarak
sadece “Müslüman” olarak
GENCAY
17
tanımlanıyordu. Bin senelik kinlerinin
ateşiyle kavrulan Yunanlılar, tek geçim
kaynağı çiftçilik ve hayvancılık olan Batı
Trakya Türkleri’nin arazilerini çeşitli
hukuki oyunlarla kamusallaştırıyor;
topraksız kalan Türkleri açlık ve sefalete
terk ediyordu. Bununla da yetinmeyen
Yunan devleti, keyfi uygulamalar ile on
binlerce Batı Trakya Türkü’nü
vatandaşlıktan atarak bölgenin nüfus ve
toprak dağılımında üstünlüğü bulunan
Türkleri cebren saf dışı bırakıyordu. Lozan
Antlaşması ile çerçevesi çizilmiş birçok
hakkından mahrum olan Batı Trakya
Türkleri’nin her namazda ellerini göğe
kaldırarak yakardığı duaların kabulü ise 7
Ocak 1947 gününe denk gelir; Sadık
Ahmet, Gümülcine’nin Küçük Sirkeli
Köyü’nde gözlerini dünyaya açar.
İlkokulu Küçük Sirkeli’de; orta ve lise
öğrenimini ise Gümülcine’de, Celal Bayar
Lisesi’nde tamamlar Sadık Ahmet… Birçok
Batı Trakya Türkü’nün istediği ancak
yapamadığını o yapar; daha iyi bir eğitim
alabilmek adına 1966 yılında Ankara’ya
gelir ve aynı sene Ankara Üniversitesi Tıp
Fakültesi’nde tıp eğitimine başlar. 1967
senesinde tekrar Gümülcine’ye dönen
Sadık Ahmet, tıp eğitimine burada devam
ederek 1974 yılında ‘tıp doktoru’ olarak
mezun olur. Mezuniyetinin ardından
yaptığı 34 aylık askerlik ve mecburi
hizmetin ardından nihayet doğduğu
topraklar olan Batı Trakya’ya geri döner.
Bir yandan Cerrahlık ihtisasına başlayan
Sadık Ahmet, diğer yandan da Batı Trakya
Türkleri’nin sorunları üzerine eğilerek,
yarım asırdır susturulmuş olan halkının
hak ve özgürlük mücadelesini ateşler.
1985 yılında, Batı Trakya Türkleri’nin
sorunlarını dünya kamuoyuna
duyurabilmek adına büyük bir imza
kampanyası başlatır. Bütün engellemelere
rağmen 15.000’e yakın imza toplayan
Sadık Ahmet, 8Ağustos 1986 tarihinde
Yunan makamları tarafından tutuklanır.
Bu eylemden çok sonra, 1988 yılında imza
kampanyası sebebiyle 30 ay hapse
mahkûm edilir ancak karar temyiz edilir.
Tüm tehdit ve engellemelere rağmen 25
Eylül 1987 günü tek başına Selanik’e gider
ve o sırada toplantı halinde olan
‘Demokrasi İnsan Hakları’ üyelerine Batı
Trakya Türkleri’nin sorunlarını anlatan bir
broşür dağıtır.
Eylemler, kampanyalar, konferanslar ve
çeşitli etkinliklerle haklı mücadelesini Batı
Trakya genelinde ve başta Almanya olmak
üzere yurt dışında anlatmaya çalışan Sadık
Ahmet, adeta kendisini davasına adar. Öyle
ki hatıra defterini yazmasını isteyen küçük
kızı Funda’nın bu küçük isteğini bile vakit
bulamaması nedeniyle uzun süre sonraya
erteler.
GENCAY
18
Sadık Ahmet, haklı mücadelesini bir adım
daha ileriye taşıyarak 18 Haziran 1989
milletvekili seçimlerinde Batı Trakya’nın
ilk bağımsız milletvekili olarak meclise
girer. Ancak 5 Kasım 1989 genel seçimleri
öncesinde, Yunan makamları tarafından
milletvekili adaylığı iptal edilir.
Yaklaşık üç ay süren milletvekilliği
döneminde, Sadık Ahmet’in Yunanlılar
tarafından tahrip edilen Türk
mezarlıklarından Mehrikoz’daki halkın
telefondan istifade edememesine; Batı
Tarkya’daki halkın taksi alma izinlerinin
olmamasından benzin istasyonu
açamamalarına, tapuların
tanınmamasından nüfus işlemlerinin
geciktirilmesine ve Satıköy’deki telefon
kullanımından Türk rençberlerin elektrik
kullanımında yaşadıkları problemlere
kadar Batı Trakya Türkleri’nin tüm
problemleriyle hemdert olması, bunları
meclise taşımış olması dikkate şayandır.
Yunan Devleti’nin Türklere karşı
uyguladığı politikaların bir diğeri ise
onların sadece “Müslüman” olarak kabul
edilmeleri, Türklüklerinin inkâr
edilmesiydi. Bu politikanın neticesinde, 16
Ocak 1990 günü yaptığı bir konuşmada
Batı Trakya Türkleri’ne “Türk” diye hitap
ettiği için Sadık Ahmet 18 ay hapis
cezasına çarptırılarak Selanik Dudullu
Hapishanesi’ne gönderilir. Burada
cezasının iki ayı infaz edildikten sonra
para cezası karşılığında serbest bırakılır.
Sadık Ahmet, tarihin kaydettiği her
kahraman gibi düşmanlarının dâhi
takdirini toplayabilmiş, inancı ve azmi
sayesinde kimi zamanlarda Yunanlıların
bile umut kaynağı olmuştu. Dudullu
Cezaevi’nde tuttuğu not defterinde
düştüğü notlar, söylediklerimizi doğrular
türdendir:
“…İsmimizi duyan yardım istemeye geliyor.
Yunanlılar ‘yarın milletvekili olursan
cezaevlerinin bu halini mecliste dile getir.
Sende bizi buradan çıkınca unutma. Bak, ne
haldeyiz.’ Diyorlar. Herkes, kendine nasıl
yardım etmemiz lazım geldiğini kendi
açısından gelip anlatıyor. Dışarıdayken
toplumun davalarıyla uğraştık diye hapse
düştük. Burada da hapiste tutukluların
sorunlarıyla uğraşıyoruz diye dışarı
atacaklar. Peki, ondan sonra ben nereye
gideyim? İçeri mi, dışarı mı? Buna kim
karar verecek?”
Cezaevinden tahliye edildikten sonra
mücadelesine kaldığı yerden devam eden
Sadık Ahmet, 8 Nisan 1990 tarihinde
gerçekleşen seçimlerde yeniden aday olur
ve ikinci kez bağımsız milletvekili seçilir.
13 Eylül 1991’de ise Batı Trakya
Türkleri’nin ilk siyasi teşekkülünü
meydana getirerek Dostluk-Barış-
Eşitlik(DEP) Partisi’ni kurar. Tüm bu
gelişmeleri endişeyle takip eden Yunan
makamları, Sadık Ahmet’in önünü kesmek
adına 1993 genel seçimlerinden önce
%3’lük seçim barajı getirir ve Batı Trakya
Türkleri’nin siyasi temsil haklarını
engeller.
Ömrü boyunca milletinin selameti için
verdiği mücadelesinde ‘esmasıyla
müsemma’ bir duruş sergileyerek
inandıklarına ‘sadık’ bir hayat yaşayan
Sadık Ahmet’in vefatı da yaşadığı hayat
gibi mahzun olur. Evli ve iki çocuk babası
olan Sadık Ahmet, milleti uğruna verdiği
mücadelesine nazire yaparcasına, Lozan
Antlaşması’nın 72. Yıl dönümünde; 24
GENCAY
19
Temmuz 1995’te, hâlâ aydınlatılamamış
bir trafik kazasıyla, henüz 48 yaşında
hayata veda eder.
Sadık Ahmet, Batı Trakya halkının Lozan
Antlaşması, Atina Anlaşması ve Ankara
Anlaşması başta olmak üzere uluslararası
hukuk çerçevesinde sahip oldukları tüm
hakların takipçisiydi. Lozan Antlaşması
imzalandığı zamanlarda nüfusunun
%80’ini, topraklarının ise %86’nın
Türklere ait olduğu bu toprakların dengesi
zamanla değişmişti. Daha Lozan’ın ilk
yılında mübadele dışı alan olarak
tanımlanan Batı Trakya’ya 107.697 Rum
yerleştiren Yunanlılar, Müslümanların
kendi öz çocuklarına bile miras dışında
taşınmaz mal bırakılmasına müsaade
etmez yıllarca. 1974’te Türklere ait 3200
dönüm arazi, toprağı olmayan Rumlara
verilir, toprağı ekmek isteyen Rumlara
müdahale eden toprak sahibi Türklere ise
devlet arazisini işgal suçundan hapis ve
para cezaları verilir. 1978’te Gümülcine’de
4000 dönüm toprak sanayi sitesi için,
1980’te 3200 dönüm toprak üniversite
kurulması için, 4300 dönüm toprak askeri
tesis kurmak için, 1984’te 7000 dönüm
toprak cezaevi kurulması için
kamulaştırılır. Yüzlerce aile topraksız
kalarak sefalete terk edilir. 1983’te
İnhanlı Köyü’nde Türklere ait 20 dönüm
toprağın Rum köylüler tarafından gaspı,
1989 yılında tek geçim kaynağı çiftçilik
olan 15000 Türk’e ait toplam 6000 dönüm
arazinin cezaevi yapımı için
kamusallaştırılması Türklerin maruz
kaldığı hukuksuzlukların sadece bir
kaçıydı. Kendi müftülerini seçme hakları
bile ellerinden alınan bu Türkler’in, Lozan
anlaşmasına göre haklarının savunucusu
yani, hâmisi olan Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’nin dâhi görmezden geldiği bu
zulümden kurtuluş için yegâne umudu
Sadık Ahmet olmuştu.
Şimdilerde nüfusunun %36’sının,
topraklarının ise ancak %40’ının artık
Türklere ait olduğu Batı Trakya
topraklarına bakınca kimsesiz kalmış bu
mazlum milletin Sadık Ahmet’e ve haklı
mücadelesine neden bu kadar değer
verdiğini daha iyi anlıyoruz.
Hem milleti hem de ümmeti bir olduğu
halde Hazar Denizi’nin doğusundaki, Ural
Dağları’nın batısındaki, Kıbrıs Adası’nın
kuzeyindeki, Urmiye Gölü’nün
güneyindeki, Kafkaslar’daki, Sibirya’daki
ve Rumeli’deki kardeşlerini unutanlara
veyl olsun…
Ömrünü milletine adayan Osman
Baturlara, Gaspıralı İsmaillere,
Abdulkerim Mahdumlara, Rauf
Denktaşlara, İsmail Enverlere, Eşref
Sencerlere, Yakup Cemillere, Süleyman
Askerilere ve Sadık Ahmetlere ise rahmet
olsun.
Tanrı Türk’ün yâdını dillerden
düşürmesin!
GENCAY
20
MAĞUSA LİMANI Bülent ERDİL
Mağusa limanı limandır liman,
Beni öldürende yoktur din iman…
İskeleden çıktım yan basa basa,
Mağusa’ya vardım kan kusa kusa…
Uyan Alim uyan uyanmaz oldun,
Yedi bıçak yarasına dayanmaz oldun…
Çeşitli sanatçılarımızca seslendirilen ancak
ortak duyguyu hissettiren acıklı bir Kıbrıs
türküsüdür…
Bundan yetmiş sene önce Limasol’da
yaşayan Afrika kökenli bir Kıbrıs
Türkü’nün hüzünlü hikâyesini anlatır.
Arap Ali olarak anılan bu genç yöresinde
yiğit ve mert biri olarak tanınmakta;
oldukça sevilmekteydi. 1943 yılında
Mağusa Limanı’na mal indirmeye gider. İşi
bittikten sonra meyhaneye geçer. Orda
bulunan İngiliz askerler, işgalci olmanın
kibirliliğiyle Ali’yle alay edip; onu
aşağılarlar. İşi ileri götürüp sözlü saldırıda
bulunurlar. Yapılanlara dayanamayan Ali,
askerleri eline alıp, teker teker dövmeye
başlar. Dayağı yiyen askerler, olanca
hınçlarıyla Ali’yi süngüleyerek öldürürler.
Yörede oldukça sevilen Ali’ye ağıtlar
yakılır. Bu ağıtlar sonradan türkülere
dönüşür. Arap Ali türküsü olarak bu
türkülerin çeşitli söylemeleri Kerkük’te
bile halk arasında yayılmıştır. Ortak acı,
millet olma bilinci… Farklı coğrafyalara
dağılmış olsa bile…
Yıl 1996, yer Batı Almanya…
Batı Avrupalı, Rum ve Yunanlı motosikletli
grupların oluşturduğu bir grup Kıbrıs’ta
sınırları delip; Türk topraklarına girerek;
Türk bayrağını indirip yerine Rum bayrağı
çekeceklerini açıklarlar. Motosikletlilere
Rum –Yunan Ortodoks kiliseleri de destek
verir. ABD Büyükelçisi de sürekli
Korgeneral Hasan Kundakçı’ya gelip,
“Motosikletliler sınırınızı geçip bayrak
direğinize bir bez parçası asacaklar;
bundan bir şey olmaz.” diyerek, uyarılarda
bulunurlar. Kundakçı Paşa da ABD
Büyükelçisine, “Öyleyse Rauf Denktaş
Bey’den izin alın, ben sessiz kalayım.”
diyerek onlara tuzak kurar. Büyükelçi de
böyle bir durumda KKTC’yi tanımış
olacaklarını bildiğinden, bu tuzağa
düşmez. Kundakçı Paşa, o halde
kendilerini zorlamamalarını, sınırı geçen
kim olursa olsun kurşunlayacaklarını
söyler. Onun için sınırda bulunan bayrak
direğine çıkıp Türk Bayrağı’nı indirmeye
ve Rum bayrağı çekmeye asla
yeltenmemelerini belirtir.
Hasan Kundakçı Paşa, Türk askerlerine
şunu söyler:
“Eğer sınırlarımızı bir kişi geçer,
bayrağımızı indirirse ben Türkiye’ye
dönmem, dönemem. Alnıma tabancayı
dayar, dokunurum tetiğe…” 11 Ağustos
1996 günü, işin ciddiyetini anlayan
motosikletlilerden en az yarısı bu işten
vazgeçer; ortada sadece Rum ve Yunanlılar
kalır. 14 Ağustos 1996 günü 35 – 40
fanatik Rum ve Yunanlı Kıbrıs’a gelip;
sınırı aşar. Türk bayrağını indirmeye
GENCAY
21
kalkınca, bayrak direğine tırmanan Rum,
Türk Bayrağı’na dokunamadan tek
kurşunla yere indirilir. Bu fanatiklere
destek veren iki İngiliz askeri de
kalçalarından vurulur. Bir anda bu olay
tüm dünya gündemine oturur. Hasan
Kundakçı Paşa’yı arayan BM Barış Gücü
Komutanı Tuğgeneral ve BM Kurmay
Başkanı İngiliz Albay: “ Sayın Generalim,
çok kötü şeyler oldu. Bayrak direğine
çıkan bir kişi öldü ve iki de İngiliz askeri
kalçasından yaralandı.” der.
Kundakçı Paşa da: “ Sizi kaç gündür
uyarıyorum. Bu işe mani olabilirdiniz,
olmadınız. Üstelik o vurulan İngiliz
askerleri de motosikletli fanatiği direğe
doğru yönelttiler. Engel olabilirlerdi,
olmadılar. Merak etmeyin Albayım, biz iki
İngiliz askerini uyardık. İsteseydik
öldürebilirdik, sadece uyardık,
öldürmedik. Onun için kalçalarından
kurşunladık.” İngiliz Albay sesini
yükseltince, Kundakçı Paşa odadaki havalı
tabancayı alır, Albaya: “ Yan taraftaki
hedefi yenile!” der. Albay şaşırarak hedefi
yeniler. Paşa, 25 metreden beş el ateş
eder. “ Oku puanları!” der. 50 üzerinden 5
kurşun da 49’a isabet etmiştir. Biraz önce
küstahça konuşan İngiliz Albay şaşırır ve
susar. Korgeneral Kundakçı devam eder:
“Türk Bayrağı’nı indirmek isteyeni, şah
damarından vurup öldürmek istedik,
öldürdük. Sizin iki İngiliz’i öldürmek
istemedik, sadece uyardık...”
Yıl 1993… Kıbrıs’taki bayrak olayından üç
sene öncesi…
PKK, Lice’ye baskın düzenleyip ilçeyi ele
geçirmek istemiştir. Saldırı sırasında
Tuğgeneral Bahtiyar Aydın şehit
edilmiştir. Bunu haber alan Korgeneral
Kundakçı Paşa ile yardımcısı Tümgeneral
İlker Başbuğ’u taşıyan helikopter yoğun
kanas ateşi altında ilçeye inmiştir. Hasta
ve yaralı askerlere moral verip; onları
silahlandırarak, eşi görülmemiş bir direniş
göstererek ilçenin düşmesi engellenmiştir.
Kundakçı Paşa, Çelik Harekatı’na da yine
yardımcısı Tümgeneral İlker Başbuğ ile
katılarak, PKK’ya karşı kahramanca
çarpışmış, adeta terör örgütünün belini
kırmıştır.
GENCAY
22
Yıl 2013…
Bu kahramanlardan, Genelkurmay Başkanı
olan İlker Başbuğ, terör örgütü üyesi
olmaktan tutuklanıp, müebbet hapis
cezasına çarptırılır.
Bu acı durumun daha vahim yanı, onu bu
cezaya çarptıran tanıkların yıllarca Türk
kanı akıtan PKK’lılar olmasıdır… Dünkü
bebek katilleri artık tanık; kahraman Türk
yiğitleri ise artık sanıktır…
Kıbrıslı Arap Ali de şerefli Türk askeri de
ne onuruna ne de namusuna leke
sürdürmüştür.
Ne acı ki vatanı ve milleti için canını hiçe
sayan, milletinin şerefini koruyan Türk
yiğitlerine leke sürülüp; Türk Milleti’nin
namusuna kastedilirken; Türk Milleti
sessiz kalmış; olanlara göz yummuştur…
GENCAY
23
DEĞİŞİM Selim UYSAL
Tarih boyunca toplumlar, insanlar,
yönetim biçimleri, inançlar
değişedurmuştur. Kültürler değişmiş,
ülkelerin sınırları değişmiş, milletlerin
dinleri değişmiş, fikirler değişmiş,
insanların kullandığı eşyalar değişmiştir.
Ancak değişim hiçbir zaman günümüzdeki
kadar hızlı bir hâle gelmemiştir.
Değişimin tarihine baktığımızda gittikçe
ivmesi artan bir grafik karşımıza
çıkmaktadır. Tarih öncesi çağlar dediğimiz
devirler binlerce yılda değişirken, dünyayı
topyekün değiştiren olayların günümüze
yaklaşıldıkça daha sık meydana geldiğini
görmekteyiz. Hatta bugün değişim o denli
hızlanmıştır ki değişimi yakalamak pek de
mümkün olmamakta, ancak takip
edilebilmekte, arkasından koşulmaktadır.
Peki, değişimin artan bir ivmeyle
ilerlemesinin sebepleri nelerdir? Şüphesiz
değişimin en büyük nedeni, insanoğlunun
değişim isteğidir. İnsan her zaman
değişimi sevmiş ve istemiştir. Ancak
elbette bu değişim isteğinin yoğunluğu
tarih boyunca aynı seviyede olmamıştır.
İnsanlar rahat, refah içinde ve mutlu iken
değişimi çok fazla düşünmemişler; baskı,
fakirlik, mutsuzluk arttıkça da değişimden
yana olmaya başlamışlardır.
İnsanın içerisindeki değişim isteği dışında
da değişimi sürükleyen önemli etkenler
vardır. Hatta bu etkenlerin günümüzde,
insanın değişim isteğinden daha önemli
hâle geldiğini söyleyebiliriz. Öyle ki bu
etkenler, insanın değişim isteğini dahi
etkileyebilecek bir konuma sahip
olabilmişlerdir. Bu iki etken “bilgi” ve
“iletişim”dir.
Şüphesiz, bilgi tarihin her döneminde
vardı. Filozoflar bilginin var olup
olmadığını tartışmış olsalar bile bilgi,
hayattaki her alanda varlığını
hissettiriyordu. Hz. Adem’e Allah
tarafından öğretilen isimler birer bilgiydi.
İnsanoğlunun tarih boyunca öğrendiği
diğer şeyler de öyle... İnsanların isimleri,
taştan aletin nasıl yapılacağı, ateşin nasıl
yakılacağı, yazı işaretleri, suyun kaldırma
kuvveti, Newton Kanunu, radyo dalgaları,
atomun parçalanması ve daha nicesi...
Sadece bilimler veya teknolojiyle ilgili
öğrenilenler değildi tabii ki bilgi… Dinler,
örf ve adetler, yasalar, yönetim biçimleri
de bilgilerden oluşuyordu.
Bilginin en önemli özelliği basit veya
karmaşık, bilimsel ya da kültürel, hangi tür
bilgi olursa olsun bir şeyler üretilmesini ve
yeni bilgilere ulaşılmasını sağlamasıdır.
Tarih boyunca bilimadamları ve
düşünürler tarafından ortaya konulan
GENCAY
24
veya peygamberler tarafından aktarılan
bilgiler, arkadan gelen bilimadamı,
düşünür veya inananlar için birer yol
gösterici olmuş, onlar tarafından bir şeyler
üretilmesine yardımcı olmuştur. Tabii
bazen bu bilgilerin yanlışlığı da tartışılmış
ve daha farklı sonuçlara ulaşılabilmiştir.
Bugün teknoloji dediğimiz şeyin aslı da
bilgiden başka bir şey değildir. Teknoloji
çeşitli aletleri, eşyaları üretmek için
kullanılan bilgi anlamına gelmektedir.
Dolayısıyla “teknoloji hızla gelişiyor”
şeklinde bugün sıkça duyabileceğimiz ya
da kullanabileceğimiz cümlenin asıl anlamı
“sahip olduğumuz bilgiler sürekli artıyor
ve değişiyor”dur.
Bilginin bir kişiden diğer bir kişiye, bir
toplumdan diğer bir topluma veya bir
zamandan sonraki bir zamana aktarılması
ise iletişim yoluyla mümkün olmaktadır.
Haberleşmede kullanılan duman, taşlara
yazılan yazıtlar, papirüsler, kitaplar, radyo,
televizyon, bilgisayar diğer insanlara,
toplumlara veya zamanlara bilginin
aktarılması yani, iletişimdir. Aynı zamanda
ulaşım araçları da iletişimin birer aygıtıdır.
İşte şimdi “değişimin artan bir ivmeyle
ilerlemesinin sebepleri nelerdir?” diyerek
sorduğumuz sorunun cevabını daha açık
bir şekilde verebileceğiz. Bilgi ya da
teknoloji gün geçtikçe artıyor ve değişiyor;
bu değişim ve artış, yeni iletişim yolları ve
araçlarını beraberinde getiriyor. Bilginin
kolay dolaşımı ve bilgiye kolay ulaşılması,
onun geliştirilmesine ve ondan yeni
bilgiler üretilmesine de olanak sağlamış
oluyor yani, bilgi ve iletişim sürekli
birbirini besleyen iki kardeş olarak bir
kartopu misali gittikçe büyümekte,
gelişmekteler.
Birbirini besleyerek hızla büyüyen bu iki
kardeş bize her gün yeni teknolojiler, yeni
ürünler sunmaktadır. Dün bir bilgi ülkenin
bir yerinden bir yerine haftalar hatta aylar
sonra ulaştırılabilirken, bugün dünyanın
öbür ucundaki bir kişiyle anında görüntülü
ve sesli olarak iletişim kurabiliyoruz.
Bilginin bu kadar hızlı akışı ve bilginin
ürünlerinin hızlı değişimi insanları ister
istemez değişime zorlamaktadır. Artık
insanlar “baskı, fakirlik, mutsuzluk”
olmadan da değişimi talep eder hale
gelmiş durumdadırlar. Hatta insanlar
değişmenin herhangi bir şarta bağlı
olmadan gerekli olduğuna
inandırılmışlardır.
Bu durum çeşitli sonuçlara yol açmaktadır.
Öncelikle fikirler hızla değişmekte;
insanlar ve toplumlar bilgiye kolay
erişebildikleri (veya bilgi bombardımanına
uğradıkları) için kısa zamanlarda büyük
değişimler geçirebilmektedirler. Bu
değişimler en çok yaşam tarzı, dünya
görüşü, kültür, tüketim alışkanlıkları gibi
konularda görülmektedir.
Öyle bir noktaya geldik ki insanlar birkaç
ay önce almış oldukları son model cep
telefonunu yeni çıkan modeliyle
değiştiriyorlar, almış oldukları koltuk
takımını henüz yeni olmasına rağmen
değiştiriyorlar, arabalarını dahi sıkıldığı
GENCAY
25
için değiştiriyorlar. Daha iyi olup
olmadığına bakmaksızın sürekli bir şekilde
daha yeninin, en yeninin peşinde koşan
insanlar, müthiş bir şekilde tüketiyor.
Tabii yukarıda belirttiğimiz gibi tek
değişen tüketim alışkanlıkları değil…
Birilerinin reklamlarla veya filmlerle
insanlara sundukları hayat tarzına da
özeniliyor. Eski hayat tarzları insanları
tatmin etmez oluyor. Onu artık yanlış ve
eski olarak görüyor, hatta eski hayat
tarzına göre yaşayan yakınlarından
utanıyorlar.
Kültür değişiyor, müzik, resim, dil zevkleri
değişiyor ve tabii ki zaman içerisinde
dünya görüşleri değişiyor. İnsanlar artık
dünyaya kendileri gibi değil, başkaları gibi
bakmaya başlıyorlar. Kendileri gibi değil,
başkaları gibi düşünmeye başlıyorlar.
Bunun da doğru olduğuna inanıyor, dünya
görüşünü değiştirmeyenlerin gerici
olduğunu söylüyorlar.
“Değişmeyen tek şey, değişimin
kendisidir.” sözünün doğruluğuna şüphe
yok. Yalnız, amaçsız, hedefsiz ve
kontrolsüz bir değişim insanlığı iyiye
değil; karmaşaya götürebilir. Şu anda
insanlık bir takım güçlerin istediği şekilde
değişmeye devam ediyor. Tek dünya
görüşü, tek kültür, tek dil ve sınırsız
tüketim...
Şüphesiz, insanlık ve bizi en çok
ilgilendiren bölümü olan Türk milleti,
yönlendirmelere karşı koyarak, kendi
benliğini, kültürünü koruyarak, kontrollü
bir şekilde değişimini sürdürmelidir.
Bunun nasıl yapılacağı ise ayrı bir yazının
konusu...
GENCAY
26
GENCAY
27
GÜNÜMÜZ TÜRK DÜŞÜNCESİNDE
‘’BATI PROBLEMİ’’ Haluk DOĞAN
‘’Aptal, Batı'ya (Doğu'ya) ya hayranlık
duyar, ya nefret eder, abdal ise ne
hayranlık duyar, ne nefret eder, sadece
anlamaya çalışır.’’
Dücane Cündioğlu
‘’Cihan-ârâ cihan içindedir ârâyı bilmezler
Ol mahiler ki derya içredir deryayı
bilmezler"
Hayalî Bey
Türkiye’deki felsefe çalışmalarını
incelediğimizde, felsefeyle ilgili en büyük
problemimizin bir ‘özgünlük problemi’
olduğunu görürüz. Avrupa’nın sanayi
devrimi, rönesans ve reform gibi
tecrübeler yaşaması; buna mukabil,
Osmanlı’nın kendini yenileme alanında
sürekli zafiyet içinde bulunması, düşünce
alanında da olumsuz gelişmelere, yaygın
ifadeyle ‘’kötürümleşmeye’’ sebebiyet
vermiştir. Bizce bu kötürümleşmenin en
bariz göstergesi de taklitçiliktir.
Osmanlı’nın son dönem düşünürleri,
eserlerini sürekli ‘’batı için’’ ya da ‘’batıya
rağmen’’ ama hep ‘’batıya göre’’ vermeyi
tercih etmişlerdir yani, bu dönemdeki
düşünce eserlerinin temel ölçütü ‘’batı’’
olmuştur. Peki, günümüzde bu durum
farklı mı? Bu sorunun cevabı, bize
Türkiye’deki felsefe çalışmalarının sıhhati
noktasında da ipuçları verecektir.
Türk düşüncesindeki batı problemi,
günümüzde varlığını tüm şiddetiyle
göstermekte, Ahmet Haşim’in deyimiyle
‘’bize göre’’ eserler ortaya çıkmasının
önünü tıkamaktadır. Batı ile olan bu
hastalıklı münasebet, kendisini bazen ‘’batı
hayranı’’, bazen de ‘’batı düşmanı’’ olarak
göstermektedir. Bu da temel referans
noktasının ‘’batı’’ olmasını zorunlu
kılmaktadır. Tanzimat’tan sonra ortaya
çıkan fikir akımları olan Batıcılık ve
İslamcılık da bu problemin bir sonucudur.
Tamamen batı hayranlığı üzerine kurulu
olan bu düşünce, -meseleyi vulgarize
edecek olursak- ‘’bizden adam olmaz’’
GENCAY
28
çizgisinde neşriyat yapmakta, adeta
doğunun şerrinden Paris’in şefaatine
sığınmaktadır. Bu anlayışın Türkiye’deki
çoğu felsefe bölümünde devam etmesi de
üzülerek kabul etmemiz gereken bir
gerçektir. İslamcı ekolün günümüzdeki
tezahürlerini, ülkemizdeki çoğu İlahiyat
Fakültesi’nde görmek mümkündür. Bir
nefret ilişkisiyle kendini tanımlayan bu
ekol, zamanla aşka evrilmiş ve halkımızın
arasında yaygın olan bir kanaati yani,
‘’büyük aşkların nefretle başlayacağı’’
kanaatini müşahhaslaştırmıştır.
21. yüzyılda eğer bir Türkçe felsefe
olacaksa bunun olmazsa olmaz şartı
özgünlüktür yani, düşüncülerimizdeki
temel referans noktasının kendi tarihimiz,
kendi kültürümüz ve kendi medeniyetimiz
olmasıdır. Bunu yaparken de objektif olma
kriterini de gözden kaçırmamamız
gereklidir. ‘’Batı, her şeyini bize borçlu!’’
anlayışıyla hareket etmek, hiçbir yaramıza
merhem olmayacak; tersine, hakikatten
uzaklaşmamıza neden olacaktır.
Medeniyetimizin önemli isimlerinden İbn-i
Sina’nın, Aristoteles’in düşüncelerini
geliştirdiğini ve onun fikirlerinden hareket
ettiğini unutmamalıyız. Batı düşüncesini
eleştirmeden önce onu anlamaya, idrak
etmeye mecburuz. Yoksa batılı post-
modern düşünürlerin modernizm
eleştirilerini, batı düşüncesini eleştirirken
temel referans noktası kabul ederiz. Bu
yaklaşım, post-modern düşünürlerin de
batı düşüncesine dâhil olduğunu ve bu
düşünürlerin modernizmin birer ürünü
olduğu gerçeğini ‘ıskalamamıza’ neden
olur. Burada şu hususu da belirtmekte
fayda var: Batı ile olan ‘hesaplaşma’dan
önce, kendi tarihimizi ve kendi
kültürümüzü de iyi bir şekilde
araştırmalıyız. En az David Hume kadar
Gazâlî’yi, en az Kant kadar Farabi’yi
bilmezsek, kuru bir taklitçilikten de öteye
gidemeyiz.
İslam düşünürleri, ilk ortaya çıktığı
dönemde Grek düşüncesinden ilham almış
ve bu düşüncüleri kendi ihtiyaçlarını
gidermek için kullanmışlardır. Bu ilham
alışın bağlamı ise asla bir kopya etme
değil; bilgiye olan hürmettir. İslam
düşünürleri, kendilerinden evvel ortaya
atılan fikirleri değerlendirmiş, komplekse
girmeden de bu fikirlerden yararlanmasını
bilmişlerdir. Yaşadıkları çağın temel
problemlerini, kadim düşünürlerin
fikirlerinden ilham alarak çözmeyi
başarmışlardır. Bu sayede bir fikri canlılık
oluşmuş, nadide eserler ortaya çıkmıştır.
GENCAY
29
21. yüzyılda yaşayan insanlar olarak bizim
yapmamız gereken de kadim
düşünürlerimizin yaptıklarından farklı
değildir. Bu gök kubbede söylenmiş tüm
fikirlerin doğal varisi bizleriz. Bu fikirleri,
kendi tarihimizden aldığımız ilhamla
değerlendirip insanlığın hizmetine
sunabiliriz. Mevlana’nın pergel
metaforundan hareketle, bir ayağımız
zengin tarihi ve kültürel merkezimiz olan
bu toprağa basmalı; diğer ayağımız ise
insanlığın düşünce mirasına katkıda
bulunan tüm medeniyetleri gezmelidir.
Fakat her halükârda merkezimiz bu
medeniyet yani, İslam medeniyeti
olmalıdır. Ancak bu sayede İhsan
Fazlıoğlu’nun dediği gibi ‘’Batı
düşünürlerinin bayisi’’ olmaktan
kurtuluruz. Bizim de teklifimiz; Batı ile
olan münasebetimizi ‘’aşk’’ veya ‘’nefret’’
ikileminden çıkarıp; bu münasebeti,
anlama ve sorgulama ekseninde yeniden
gözden geçirmektir. Batı düşünürlerinin
bayisi ya da kötü birer kopyacısı olmayıp;
ufak da olsa ‘’kendi dükkânımızı’’ açma
imkânını kovalamaktır. Tarihimiz,
kültürümüz ve medeniyetimiz bize büyük
fırsatlar sunuyor. Bu fırsatlara kayıtsız
kalma ve onları görmezden gelme lüksüne
sahip değiliz.
Şair haklı: ‘’İstikbal köklerdedir!’’
GENCAY
30
NATURA 2000 VE TÜRKİYE - 1 Fatma Özge ÖZDEMİR
Natura 2000, 1992'de, Avrupa Birliği üyesi
ülke, Avrupa içinde tehlikede bulunan
doğal yaşam alanlarının ve canlı
türlerinin koruma altına alınması
amacıyla hazırlanmış bir çevre koruma
ağıdır. Mayıs 1992'de, Avrupa Birliği üyesi
ülkelerin hükümetleri, Avrupa içinde
tehlikede bulunan doğal yaşam alanlarının
ve canlı türlerinin koruma altına alınması
amacıyla hazırlanmış bir yönerge
tasarısını kabul etmişlerdir. 2004 ve 2007
yıllarında toplam on iki ülke Avrupa
Birliği'ne katılmadan önce Natura 2000
koruma ağının Avrupa Birliği'nin toplam
topraklarına oranı %18 olmakla birlikte;
koruma altına alınan alanların sayı ve
boyutu yeni ülkelerin de katılımlarıyla
yeniden görüşülmektedir.
Natura 2000, Kuş Direktifi ve Habitat
Direktifi yönergelerini kapsamaktadır. Bu
iki yönerge, Natura 2000 ağının
oluşumunu sağlayacak en önemli iki
hukuki metindir. Kuş direktifi, Avrupa
Birliği’nin en eski doğa koruma
mevzuatıdır. Avrupa Birliği sınırları içinde
bulunan kuş türlerinin; kirlilik, habitat
kaybı, kaynakların aşırı kullanımı ve
tahrip edilmesi sebebiyle azalması ile üye
ülkelerce oy birliği ile bu yönetmelik kabul
edilmiştir. Kuş direktifi, kuşların
öldürülmesini, yakalanmasını, yuva ve
yumurtalarının tahrip edilmesi gibi
kuşların yaşamlarını doğrudan olumsuz
etkileyen faaliyetleri yasaklar. AB’ye
katılan yeni üye ülkelerin sahip olduğu
yeni kuş türleri ve gereklilikler
doğrultusunda, Kuş Direktifi’nde
değişiklikler yapılarak, bu yeni türler
direktif kapsamında hazırlanarak tür
listelerine eklenmektedir. Natura 2000
kapsamında, Kuş Direktifi kapsamında
Yabani Kuşlar Yönergesi bulunmaktadır.
Yabani Kuşlar Yönergesi, kuş türlerin
koruma altına alınabilmesi için Özel
Koruma Bölgeleri'nin oluşturulmasını
gerekli kılmıştır.
Habitat Direktifi; Avrupa Birliği'nin 1979
yılında kabul edilen Yabani Kuşlar
Yönergesi'ni tamamlamak amacıyla
yürürlüğe konmuştur. Bu direktif, Natura
2000 Ağı ve türlerin sıkı bir şekilde
korunması sistemlerine dayanıyor.
Direktif, binden fazla hayvan ve bitki türü
ile sulak alanlar, otlaklar, özel orman
türleri gibi iki yüzün üstünde habitat
türünü koruma altına alıyor. Üye ülkeler
Habitat Direktifi kapsamında her altı yılda
GENCAY
31
bir Avrupa Birliği’ne direktifin
uygulanması ile ilgili durum raporu
sunmak zorundadırlar. Raporların, Natura
2000 Ağı kapsamındaki alanların yanı
sıra, bu alanları çevreleyen bölgeler ile
ilgili bilgi ve veri içermesi
gerekmektedir.
Avrupa Birliği'ne üye her bir ülke, kendi
sınırları içindeki en önemli doğal yaşam
alanlarının ve buralardaki bitki ve hayvan
türlerinin bir listesini derlemek
zorundadır.
Daha sonra derlenen bu liste, Avrupa
Komisyonu'na teslim edilmelidir. Avrupa
Komisyonu'nun ilgili makamlarınca
değerlendirmeye alınan listelerde eğer
koruma altında alınması gereken bir alan
olduğu gözlenirse bu bölgeler Natura
2000'in koruma ağı içine girer. Bu koruma
ağı kapsamında; Tuna Deltası, Burren Milli
Parkı, İşkodra Gölü, Kuzey Vidzema
Biyosfer Rezervi ve yaban keçileri örnek
olarak gösterilebilir.
Natura 2000 Ağı, Avrupa Birliği
kapsamında oluşturulmuş korunan
alanları kapsar ve Habitat Direktifi
bünyesinde oluşturulan “Korunması
Gerekli Özel Alanlar (SAC)” ve Kuş
Direktifi kapsamında oluşturulan “Özel
Koruma Alanları (SPA)” ndan oluşur. Bu
alanların belirlenmesi ve korunması ile
ilgili kriterler, direktiflerde çok net bir
biçimde tanımlanmış fakat gerekli
adımların atılmasıyla ilgili tüm sorumluluk
üye ülkelere bırakılmıştır. Korunması
gerekli özel alanlar belirlenirken;
direktifin eklerinde listelenen önemli
habitatlar ve canlı türleri dikkate alınmak
zorundadır. Alan ile ilgili bu verilerin yer
aldığı liste, Avrupa Komisyonu bünyesinde
çalışan bilimsel danışmanlar komitesine
sunulur ve yapılan değerlendirmenin
ardından, uygun bulunan alanların
komisyon ve üye ülke tarafından en geç
altı yıl içinde SAC olarak ilân edilmesi
gerekir. SAC olarak ilan edilen alanlar AB
Life adı verilen Natura 2000’in en önemli
fon kaynağından yararlanma imkânı
bulacaklardır.
Özel koruma alanları belirlenirken; Kuş
Direktifi kapsamında hazırlanmış
listelerde yer alan kuş türlerini barındıran
bir alanın dikkate alınması zorunludur. Bu
alanları koruma altına aldığımızda doğal
yapısının bozulması önlenmeli ve eğer
alan ile alakalı herhangi bir proje varsa; bu
GENCAY
32
proje titizlikle ele alınmalı, alanın ÇED
raporları çıkartılarak olumsuz bir etkisi
olmaması koşuluyla projeler
onaylanmalıdır. Korunması gerekli özel
alanlar(SAC) ile Özel koruma alanları(SPA)
arasındaki tek fark ise SAC’ler sosyal,
ekonomik ve ekolojik unsurlar göz önünde
bulundurularak, bütüncül bir yaklaşımla
hazırlanan yönetim planlarına ihtiyaç
duyarken, SPA’lar öncelikli olarak ekolojik
sistemin ihtiyaçlarını gözeten bir anlayış
içinde yönetilmesidir.
Neden kuş türlerini korumalıyız? Başka
hayvanlar değil de bundan otuz yıl önce
başlatılan bir direktifte neden kuş türlerini
temel alan direktif yürürlüğe konmuştur?
Çünkü kuşlar, bir doğal alanın, habitatın
doğal niteliklerini koruduğunun ve bu
alandaki besin zincirinin sağlıklı bir
şekilde işlediğinin önemli bir göstergesidir
ve tarım kimyasallarının bilinçsiz ve aşırı
kullanıldığı, bitki örtüsünü kaybetmiş,
sulak alanları kurumuş, katı ve sıvı
atıklarla kirlenmiş, balıkların veya
beslendikleri diğer canlıların tükenmiş
olduğu alanlarda yaşayamazlar. Bu
bağlamda kuşlar insanlara çok
benzetilmektedir. Çok çabuk olumsuz
koşullardan etkilenip, yaşam alanlarını
yitirirler. Dolayısıyla kuşların korunması,
önemli ölçüde insan yaşamı için de olumlu
etkiler yaratır ya da başka bir deyişle;
kuşların yaşam alanlarının korunması
demek, insanların yaşam alanlarının da
korunması anlamına gelir.
KAYNAKÇA
1) http://ec.europa.eu/
2) http://www.eea.europa.eu/
3) Factsheet/ The Economic Benefits
of Natura 2000
GENCAY
33
GENCAY
34
CEMAAT HÜKÜMET KAMPLAŞMASINA
TARAF OLAN ULUSALCI TUTUM Sertaç EKEMEN
12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından
yükselen Türkiye Siyasal İslamı’nın,
revizyondan önceki temsil mekanizması
Refah Partisi o dönemde radikal tutumları
ile ortaya çıkan siyasal söylemlerini açık
bir biçimde ifade etmekteydi. Bugün
ortaya çıkan siyasal irade, aslında Refah
Partisi ile beraber gelen radikal İslamî
sentezin Türkiye içindeki kadrolarının
tasfiye olması ile gün yüzüne çıkmaktaydı.
Nitekim Refah Partisi ve onun soft Milli-
İslamî hareketi 28 Şubat darbesi ile alaşağı
olmuş bununla beraber yükselen bağımsız
İslamî organizasyonlar da kendini post-
modern darbe çemberi içerisinde
bulmuştu.
28 Şubatta, Ortadoğu ülkeleri ve hatta
İran’daki rejimle paralellik gösteren ‘Batı
karşıtlığı ve Panislamist düşünce temelleri’
Siyasal İslamcı Fraksiyonlar etkinlik
mekanizmalarını bu tarihten itibaren bir
anda kaybetmeye başlarken yenilikçi bir
hareket olarak doğan Adalet ve Kalkınma
Partisi 2002 yılında kendini kontrol
mekanizması içerisinde buluyordu.
Radikal Sunni İslam’la arasına bir fark
koymak isteyen yönetişim mekanizması,
daha iktidarının ilk günlerinde Milli görüş
gömleğini çıkarttığını belirtmişti.
Bu süreç içerisinde, 28 Şubat sonrası
‘sabıkalı’ bir yapılanma içerisinde olan
Yenilikçi Hareket, geliştirmiş olduğu
söylemleri ile beraber kendini merkez
sağa adapte etmeye ve 1946 Demokrat
Parti iktidarından başlayan bir geleneğin
milenyum sonrası temsilcisi olma görevini
üstlenmeye çalışmaktaydı. Bu dönemden
önceki Milli Görüş hareketinin Şer’i
kaideler ışığında hareket eden ve İslamcı
bir yönetimin amaç olduğu siyasal
hedefleri, artık araç haline almış; yeni
hareketin amacı “merkez” bir parti olup
DP-AP-ANAP çizgisinde efsanevi bir
merkez sağ olma güdüsüne nail olmuştur.
GENCAY
35
AKP içerisinde İslamcı faktörlerin hali
hazırda olmaya devam ettiği gerçeği bir
kenara dursun; Adalet ve Kalkınma pratiği
kendi meşruiyetini ve politika yapma
kapasitesini, CHP ve tek parti yönetimi
üzerinden, gerçekleştirmeye çalışmıştır.
AKP içerisinde radikal İslamcı
mekanizmalar varlığı, sonuç ve gelişme
içerisinde varlıklarını korumaktaydı. İşte
bu yüzden Adalet ve Kalkınma Hareketi,
yenilikçi yapılanması içerisinde bu İslamî
odakları da yönetişime ortak etmek
durumundaydı. Özellikle
Cumhurbaşkanlığı seçim döneminde
merkez sağ geleneğinden gelen Köksal
Toptan’ın Meclis Başkanı seçilmesi, Ordu
ve Parti içi İslamcı çevrelerin arasında
kalan AKP dinamikleri, Cumhurbaşkanlığı
koltuğuna İslamcı çizgide kalan ismi
taşımak durumunda kalmıştır.
Abdullah Gül’ün Devlet Başkanlığı statüsü
ve Dışişleri Bakanlığı’ndan gelen ılımlı
mizacı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın
hırçın söylemlerine nazaran, ulusalcı ekol
içerisinde daha cazip bir hal almaktaydı.
Erdoğan’ın pragmatizmine karşın Bülent
Arınç ve Abdullah Gül gibi AKP
kurmaylarının İslamcı ideolojileri
benimsemesi veyahut bu husustan taviz
verdiklerine dair bir beyanda
bulunmamaları… Ayrıca ‘Hizmet Hareketi’
içerisinde bir saygınlıklarının bulunmaları
‘Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olduğu
dönemde (Fettullah Gülen’in tebrik
mektubu ve Bülent Arınç’ın Pennsylvania
görüşmeleri) Ulusalcı akımının içerisinde
bulunduğu cemaat yakınlaşmasının rejime
muhalif kanatlarla doğrudan ilişkiye
geçme riski taşıdığının bir göstergesi
olmakta ve Cumhuriyet’in kurgulandığı
tarihlerden beri çizgisinden şaşmayan
Ulusalcılığın ana muhalefet hareketi ile
beraber bir dönem pragmatizmine gebe
olduğunu bizlere göstermektedir.
GENCAY
36
KUTADGU BİLİG IŞIĞINDA YÖNETİCİ
ALGISI Hicran KIZIL
Toplumların zaman içerisinde gelişimiyle
birlikte siyasi teşkilatlanma artmış bu da
devletin oluşumunu zorunlu hale
getirmiştir. Devletin oluşumu konusunda
bir görüş birliği olmamakla birlikte
Rousseau, devleti insanların haklarını
topluma devrederek siyasal toplumu
oluşturması olarak; İbn-i Haldun ise sosyal
örgütlenmenin bir zorunluluğu olan
organik bir yapı olarak tanımlamaktadır.
Türklerde devlet anlayışının dayandığı
temel kavramlar; vatan, millet,
bağımsızlık, egemenlik anlayışıdır. Bu
kutsallar bozkır hayatından teşkilatlı
siyasal örgütlenmeye geçme noktasında
başat rol oynamıştır. Türk devlet yapısını,
siyasal sisteminin ve yöneticilerin nasıl
olması gerektiğini en iyi tasavvur eden
eserlerin başında da şüphesiz Yusuf Has
Hacip’in ‘Kutadgu Bilig’i gelmektedir.
Kutadgu Bilig, 1070 yılında Türk yönetim
yapısının nasıl olması gerektiğini ortaya
koymuştur. Has Hacip’in ideal devleti,
demokratik, laik, sosyal bir hukuk
devletidir. Halk ile devlet arası ilişkileri
belirleyen, baskı ve otorite değil; ‘akıl’ ve
‘bilgi’ olmuştur.
Toplum yapısını ayakta tutan ‘daire-i
adalet’ anlayışı ise: “Ülkeyi elde tutabilmek
için orduya ihtiyaç vardır. Orduyu besleyip
donatmak için çok mal ve servet gerekir.
Orduyu besleyip donatacak parayı
bulabilmek için halkın zengin olması
lazımdır. Halkın zengin olması için de
yöneticiler doğru yasa koymalıdır.
Bunlardan biri ihmal edilecek olursa diğer
dördü de işe yaramaz; dördü de işe
yaramaz olunca devlet yönetimi çözülür
ülke düzeni bozulur.” demektedir.
Bu adalet anlayışının bozulmaması için
bireylerin yasalara uyması kadar
yöneticilerin de hukuka sadık kalması ve
dolayısıyla hukukun herkes için eşit
olması elzemdir. Bu noktada eline otorite
geçen devlet adamları, bunu milletin
üzerinde baskı aracı olarak kullanırsa,
meşruiyetinin kaynağı olan millete karşı
GENCAY
37
gelmiş olacak ve meşruiyetini yitirmiş
olacaktır.
Liberal demokrasi ve küreselleşme aygıtları
Ulus devletin meşruiyet kaynaklarını da
değiştirmeye çalışmaktadır. Bu değişim
bireysel, yerel ve küresel unsurlardır. Ulus
devletin ise küreselleşme karşısında
meşruiyetini devam ettirebilmesinin
yegâne yolu, ‘hukuk devleti’ anlayışından
taviz vermemesidir. Bu noktada devlet
yöneticileri, siyasal temsilciler ve en başta
otoriteyi elinde bulunduran kurumun başı
‘doğruluktan’ sapmamalı, kişisel
menfaatlerden uzak durmalı, milletin
faydasını her şeyin üzerinde tutmalıdır.
Haklı olanlara karşı yumuşak başlı olmayı
bildiği kadar zalimlere de ‘Yavuz’
olmaktan vazgeçmemelidir.
“Eğer doğru eğilirse kıyamet kopar. Ben
işleri doğruluk ile hallederim, insanları bey
veya kul diye ayırmam. Benim bu asık
suratlılığım, sertliğim bana gelen zalimler
içindir. İster oğlum, ister yakınım veya
hısımım olsun, kanun karşısında benim için
bunların hepsi birdir. Hüküm verirken
hiçbiri beni farklı bulamaz. Beyliğimin
temeli doğruluktur.”(2)
Adalet ve doğruluk anlayışıyla devletin
halka hizmet etmesi Türk devletlerinin en
önemli özelliklerinden biridir. ”Devlet
baba” deyimiyle kutsallık atfedilen
devletten beklenen, adalet ve doğruluk
anlayışından vazgeçmemesidir. Bu
anlayıştan vazgeçilmesi, mevcut durumun
gücünden faydalanarak senin gibi
olmayanları ötekileştiren bir hükümranlık
anlayışı, tiranlığın bir tezahürüdür. Devlet
adamının yapması gereken toplumu
kutuplaştırmak değil; bilakis, uzlaşma ve
hoşgörü kültürünü yaymaktır.
Kutadgu Bilig’de devletin kaynağı, insanlar
arasındaki ilişkilerin ölçütü ‘akıl’ ve
‘bilgi’dir. Yöneticiliğin baş vasfı da esasen,
Max Weber’in sınıflandırmasıyla bireyin
istisnai özelliğine ve emrin kutsallığına
dayanan ‘karizmatik otorite’ değil;
normatif kuralların meşruluğu ve
yasaların meşruiyetine dayanan ‘yasal
otorite’ anlayışıdır. Yasal otoritede hiçbir
görev yeri onu yapan kişinin mülkiyeti
değildir. Bu da görevi elinde bulunduran
kişiye bağımsızlık ve objektiflik atfeder.
Hem devlet başkanlığında hem de
bürokratik makamlarda bulunan kişilerde
‘liyakat’ anlayışı egemen olmalıdır. Aklı ve
bilgiyi egemen olmayan hiçbir kişi layık
olmadığı makama getirilmemelidir.
“Bilgisiz başköşeyi ele geçirirse, başköşenin
değeri kalmaz. Eşik ondan daha değerli
olur. Eğer bilgine eşikte oturmak düşmüşse,
o eşik başköşeden daha değerlidir. İster
GENCAY
38
kürsü, ister başköşe olsun burayı
değerlendiren, saygınlık kazandıran
bilgidir.”
Günümüz Türkiye’sinde ise devlet
adamlığının temel şartı riyakârlık haline
gelmiştir. Yöneticilerin rehberi ‘akıl’ ve
‘bilgi’ olmaktan çıkmış, yöneticiler siyasal
otoritenin salt savunucusu haline
gelmişlerdir.
Neticede devlet başkanının bilgiye önem
vermediği toplumlarda düzenin bozulacağı
aşikârdır. Yusuf Has Hacip de bunun
üzerinde çok durmuş “Hangi bey bilgili ve
akıllı ise daima bilginleri kendine yakın
tutmuş, onların bilgilerinden
yararlanmıştır.” diyerek ‘danışma’
makamının önemini vurgulamıştır. Devlet
başkanının ‘biz sizden öğrenecek değiliz’
gibi bir kibirle değil; bileni baş tacı yaptığı
bir anlayışla yönettiği ülkede düzen
sağlanacaktır.
‘’Doğruluk yerini Nice eğriliğe bıraktı.
Gönüller katılaştı, diller yumuşadı.
Doğruluğun kendisi uçtu gitti, kokusu
kaldı.
Düzen değişti, yasalar bozuldu; ak ve
kara ayırt edilemez oldu.
Her şeye gücü yeten Rabbim, sonumuzu
hayırlı kılsın.’’
KAYNAKÇA
1)Hacip, Yusuf Has, ‘’Kutadgu Bilig’’, Türk
Diyanet Vakfı Yayınları, 2013 Ankara.
2) Weber Max, ‘’Bürokrasi ve Otorite’’,
Adres Yayınları, 2011 Ankara.
3) Doğan, Nejat, ‘’ Kutadgu Bilig’in Devlet
Felsefesi II’’, Sosyal Bilimler Enstitüsü
Dergisi s:13 yıl:2002.
4) Ateş, Davut, ‘’Ulus Devletin Siyasal
Meşruiyeti: Küreselleşmenin
Yansımaları’’, Ekonomik ve Sosyal
Araştırmalar Dergisi, Güz: 2007, Cilt:3
Sayı:2
GENCAY
39
Sevgili Gencay Dergisi okurları;
Gencay Dergisi, 2014 yılı ile birlikte yeni bir bölümle sizlerle
buluşmaya devam edecektir. “Konuk Yazarlar” isimli bölümümüzde
sizlerin yazılarına da yer verilecektir.
Bunun için özgeçmişinizi ve yazı/şiir/öykü örneklerinizi
[email protected] adresine göndermeniz yeterli olacaktır.
Editöryamız tarafından incelenecek olan yazılarınız, uygun
bulunduğu(içerik, yazı kalitesi, imlâ kriterleri) takdirde sizlerin de
bilgisi dâhilinde olmak üzere her ay sırayla yayınlanacaktır.
İlk yazımız, Fatih Orta tarafından kaleme alınmıştır ve Ocak sayısında
siz değerli okuyucularımızla buluşacaktır.
Saygılarımızla…
Gencay Dergisi
GENCAY
40
GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN
GENCAY
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI
MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.