gencay dergisi - sayı 23 - aralık 2013

44

Upload: gencay-dergisi

Post on 19-Mar-2016

232 views

Category:

Documents


3 download

DESCRIPTION

Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013 http.//www.gencaydergisi.com

TRANSCRIPT

Page 1: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013
Page 2: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

www.millidusunce.org

Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı

Kızılay/ANKARA

Telefon: 0 (312) 231 31 94

Belgeç: 0 (312) 231 31 22

Page 3: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi

Yıl 2 Sayı 23 - Aralık 2013

Ücretsiz e-dergi

www.gencaydergisi.com

[email protected]

KUT'LU BİR GÖREVİN ADAMI: ATSIZ BEĞ / Ahmet KANBUR

ATSIZ’IN ARMAĞANI: AŞIKPAŞAOĞLU TARİHİ / Çağhan SARI

TÜRKÇÜ DİNDAR OLAMAZ MI? / Vural Egemen SARIGÖZ

BATI TRAKYA TÜRKLERİ VE SADIK AHMET ÜZERİNE NOTLAR / Abdullah KILAVUZ

MAĞUSA LİMANI / Bülent ERDİL

DEĞİŞİM / Selim UYSAL

GÜNÜMÜZ TÜRK DÜŞÜNCESİNDE "BATI PROBLEMİ" / Haluk DOĞAN

NATURA 2000 VE TÜRKİYE - 1 / Fatma Özge ÖZDEMİR

CEMAAT HÜKÜMET KAMPLAŞMASINA TARAF ULUSALCI TUTUM / Sertaç EKEMEN

KUTADGU BİLİG IŞIĞINDA YÖNETİCİ ALGISI / Hicran KIZIL

Page 4: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

1

KUT'LU BİR GÖREVİN ADAMI:

ATSIZ BEĞ Ahmet KANBUR

Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş

demektir,

Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmektir.

Ölmezliği düşünmek boşuna bir

emektir,

Kahramanlık; saldırıp bir daha

dönmemektir.

Bu yazıyı, Türk tarihinin tanıklık ettiği en

büyük fikir adamlarından ATSIZ BEĞ'i

ebedi âleme göçünün 38. yıl dönümünde

saygıyla anmak ve Türk tarihi huzurunda

sergilemiş olduğu kutsal görevi anlatmak

adına kaleme alıyoruz.

Ruhu şad, mekanı uçmağ olsun...

1) BİRİNCİ DÜNYA HARBİ

Yıl 1914... Birinci Dünya Harbi başlamak

üzereydi. Sömürgecilik ve buna bağlı

olarak hammadde elde etme isteği adeta

dünyayı birbirine düşürmüştü. Fransa'dan

yayılan milliyetçilik akımı ile daha da

ayyuka çıkan bu anlayış, beraberinde

getireceği felaketin habercisi gibiydi.

Almanya ve İngiltere'nin öncülüğüyle

başlayan bu kaynak paylaşımı dünyayı

ikiye bölmüştü. İttifak ve İtilaf adında

oluşan iki ayrı gruba dünyadan çok sayıda

devlet katılıyor; katılacakları grubu ise

güçlü gördükleri ve kazanma ihtimalinin

yüksek olduğuna inandıkları devletlerin

yanında yer alarak belirliyorlardı. Zira

İtalya, harbin başında İttifak grubunda yer

alıyorken bir yıl gibi kısa bir süre sonra

daha güçlü olduğu inancıyla İtilaf

grubundaki yerini almıştı. Bu örnek, güç

paylaşımının ne kadar keskin bir şekilde

yapıldığının önemli bir kanıtı olarak

hafızalarımızdaki yerini çoktan alıyordu.

Bu iki karşıt kutup böylesi bir keskinlikle

mücadeleye başlarken belki de bu

mücadelenin en bahtsız devleti olan

Osmanlı Devleti, İttifak grubundaki yerini

belirliyordu. Hem o ana kadar kaybettiği

toprakları geri alma isteği hem de İttihat

ve Terakki'nin başında bulunan Enver

Paşa ile ittihatçı subayların Almanya'nın

harbi kazanacağı inancını taşıması,

Osmanlı Devleti'nin savaşa girmesinin

başlıca sebeplerindendi.

İki taarruz ve dört savunma cephesi olmak

üzere toplam altı cephede mücadele eden

Osmanlı Devleti, Çanakkale ve Kafkas

cepheleri dışında bütün cephelerde

yenilgiye uğramış ve işin hazin tarafı

Suriye - Filistin, Hicaz - Yemen ve Irak

Page 5: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

2

cephelerinde İngilizlerin kışkırttıkları

Araplar yüzünden bu cepheleri

kaybetmiştir. Yıllarca aynı bayrak altında

yaşayıp aynı amaç uğruna mücadele edilen

Arap topluluğundan böylesi bir ihanet

hareketinin gelmesi; "Türk'ün Türk'ten

Başka Dostu Yoktur!" sözünü bir kere daha

doğruladığı için Türk Milleti’nin ebediyete

kadar taşıyacağı bir gurur nişanesi olarak

göğsündeki yerini almıştır. -ATSIZ BEĞ de

bu hareketi hiçbir zaman içine

sindirememiş ve ölüm anına kadar bu acı

gerçeği haykırmaktan geri durmamıştır.

Yazının ATSIZ BEĞ ile ilgili kısmında bu

konuyu daha da detaylı olarak ele

alacağız.-

Birinci Dünya Harbi sona erdiğinde

takvimler 1918 yılını gösteriyordu. Dört

yıl süren savaşın ardından bütün dünyada

on milyonun üzerinde insan hayatını

kaybetmiş ve neredeyse bir o kadar insan

da yaralanmıştı. Harbin sonunda Osmanlı

Devleti'nin varlığı fiilen sona ermiş ve

yaklaşık yedi asır dünyaya nizam veren bu

ulu çınar tarihin tozlu sayfalarında adeta

kaybolup gitmişti. Bütün bu gelişmeler

Türk Milleti için her şeyin bittiği görüşünü

ortaya çıkarsa da bu durumun aksine milli

bir dirilişin habercisi olacağı çok

geçmeden anlaşılacaktı. Ayrıca harp

sonrası "sömürgeciliğin" yerini alan

"mandacılık", Türk kurtuluş

mücadelecisinin anahtar kelimesi haline

gelecekti.

2) TÜRK KURTULUŞ SAVAŞI VE YENİ

CUMHURİYET

Birinci Dünya Harbi sonrası Osmanlı

Devleti'nin fiilen parçalanmış olması, onu

Avrupalı devletler karşısında kolay lokma

haline getirmişti. Anadolu'nun coğrafi

öneminin farkında olan batı, çok

geçmeden toprak paylaşımına geçmiş ve

Osmanlı Devleti’nin elinde kalan son

toprak parçasını, Anadolu'yu da bölge

bölge işgal etmişti. Adeta umutların

tükendiği, çaresizliğin baş gösterdiği bir

zamandı. Millet açlık ve sefaletle terbiye

olur hale gelmişti. Bu sebeple mandacılığı

kabul etmek isteyenlerin sayısı gittikçe

artıyordu.

Ta ki 1919'un 19 Mayıs'ına kadar...

Atatürk ve silah arkadaşları Türk

Milletinin düşürüldüğü bu dar boğazdan

çıkması gerektiği inancıyla Samsun'da

Milli mücadeleyi başlatıyor ve yeni bir

Türk mucizesinin temellerini atıyordu.

Orta Asya'dan Anadolu'ya, Avrupa'dan

Afrika'ya kadar uzanan bu Kut'lu

mücadelenin bitmediğini, aksine kaldığı

yerden tüm hızıyla devam ettiğini bütün

cihana ilan ediyordu. Hangi şart ve

koşulda olunursa olunsun " Manda ve

Himaye " kabul edilemezdi. Erzurum ve

Sivas Kongreleriyle alevlenen bu - diriliş

meşalesi - Türk milletinin yolunu

aydınlatıyor, Sakarya'da düşmanın

boğazına ilmek ilmek düğümleniyordu. 30

Ağustos günü tarih bir kere daha tekerrür

ediyor; 1071'de Anadolu'nun kapılarının

Türklere açıldığı gün, bu toprakların

ilelebet Türk yurdu olarak kalacağı dağa

taşa kazınıyordu. Tarihinde hiçbir millete

boyun bükmemiş Türkler bu konuda ne

denli kararlı olduklarını ispatlıyorlardı.

Şüphesiz zor şartlar altında verilen

mücadelenin sonunda elde edilen bu zafer,

yeni bir anlayışın ilk adımıydı. İslamcılık,

Osmanlıcılık ve Batıcılık fikirlerinin

dışında gelişen bu yeni anlayışın adı

"Milliyetçilik" idi. Akçuralı Yusuf'un

kaleminden çıkan "Üç Tarz-ı Siyaset" isimli

inceleme yazısı, Milliyetçilik fikrinin diğer

Page 6: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

3

fikir sistemlerinden daha makul olduğunu

ve diğer fikir sistemleriyle artık ilerleme

kaydedilemeceğini bildiriyordu. Atatürk

başta olmak üzere birçok önemli ismin

benimsediği bu düşünce, şüphesiz ATSIZ

BEĞ'in de ilgisini çekmişti. Bu amaçla ilk

olarak Ankara'da milli bir meclis kuruldu

(TBMM). Meclisin açılmasının hemen

ardından her alanda milli olgunun

işleneceği Cumhuriyet ilan edildi. Artık her

uygulama milli esaslar çerçevesinde

yapılıyordu. Benimsenen ilkeler ve

oluşturulan inkılâplar tamamen Türk

Milliyetçiliği temelli idi.

Bu gelişmelerin yaşandığı yıllarda ATSIZ

BEĞ 20'li yaşların henüz başındaydı.

Osmanlı Devlet'inin yıkılışı ve yeni kurulan

Milli Cumhuriyet sonrası oluşan milli irade

ile onun çizeceği yol paralel olarak

şekillenecekti. Nihayet inkılâplar bir bir

gerçekleşiyor; kısa zamanda inanılması

güç gelişmeler kaydediliyordu. Ekonomik

alandan siyasi alana, sosyal alandan askeri

alana kadar her bir olgu Türk Milliyetçiliği

üzerine inşa ediliyordu. Bu amaçlarla

kurulan Türk Dil ve Türk Tarih Kurumu,

İzmir'de yapılan İktisat Kongresi ve

Cumhuriyet'in altı temel ilkesi önemli

örneklerden sadece bazılarıydı. Böylesi bir

milli şuurla kurulan yeni Türkiye

Cumhuriyeti Devlet'i, kısa sürede

dünyanın gıpta ile izlediği bir hale

gelmişti.

Ta ki Gazi Paşa hayata gözlerini yumana

kadar…

Takvim 1938 yılının 10 Kasım'ını

gösterdiğinde, bütün bu değerlerin banisi

yüce ATATÜRK artık aramızda yoktu.

Ancak kurmuş olduğu milli devlet ilelebet

devamını sürdürecekti. Hem kendisi hem

de geride kalan Türk milliyetçileri, bu

imanın yıkılmak bilmeyen bir kale

olduğunu biliyorlardı. Zeki Velidi TOGAN,

Fuat KÖPRÜLÜ, Fethi TEVETOĞLU, Orhan

Şaik GÖKYAY, Nihat Sami BANARLI ve

ATSIZ BEĞ bu isimlerden sadece

bazılarıydı...

3) ATSIZ BEĞ'İN HAYATI VE KİŞİLİĞİ

1905 yılında dünyaya gelen ATSIZ BEĞ,

Gümüşhane'nin Torul ilçesi nüfusuna

kayıtlıdır. Baba tarafından asker kökenli

bir aileden gelen ATSIZ BEĞ, bu geleneği

devam ettirerek ilk ve orta öğretim

eğitiminin ardından yüksek öğrenimi için

Askeri Tıbbiye'ye girmiştir. Derslerinde

başarılı bir öğrenci olmasının yanı sıra,

dürüst kişiliği ile de örnek bir öğrencidir.

Daha o yıllarda içini bir kor gibi kaplayan

ülkü ateşiyle yanıp tutuşmaktadır. Yıllar

birbirini olanca hızıyla takip ederken

ATSIZ BEĞ, Türkçülük fikrini bütün

benliğinde yaşamaya ve yaşatmaya

başlamıştır. Bu konuda önemli fikir

Page 7: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

4

adamlarını takip eden ATSIZ BEĞ, onların

fikirlerinin üzerine kendi fikirlerini

ekleyerek geleceğin fikri temelini

oluşturmaya başlamıştır. Türkçülük

fikrinin en önemli yapı taşlarından biri

olan Ziya GÖKALP vefat ettiğinde ATSIZ

BEĞ, Askeri Tıbbiye 3. Sınıf öğrencisidir.

Öyle ki Ziya Gökalp’ın cenaze töreninin

yapıldığı günün gecesi, Türkçülük fikrine

karşı öğrencilerle kavga ettiği ve daha

sonrasında ise aralarında bir takım

problemler geçen Arap asıllı Bağdatlı

Mesut Süreyya Efendi adlı bir mülazım

(teğmen)'a selam vermediği gerekçesi ile 4

Mart 1925 tarihinde 3. sınıf talebesiyken

Askeri Tıbbiye'den çıkarılmıştır yani,

ülküsü geleceğinden daha önemli bir hale

gelmiştir. Yeniden üniversiteye girmek

için girişimlerde bulunan ATSIZ BEĞ,

İstanbul Dârülfünûn’un Edebiyat

Fakültesi’nin "Edebiyat Bölümü"ne

kaydolmuştur. Burada yaptığı başarılı

çalışmalarla beğeni toplayan ATSIZ BEĞ,

arkadaşı Ahmet Naci ile birlikte hazırladığı

'Anadolu'da Türklere Ait Yer İsimleri' adlı

makalenin Türkiyat Mecmuası’nın ikinci

cildinde yayınlanması ile hocası olan

Mehmet Fuat Köprülü' nün dikkatini

çekmeyi başarmıştır. Mezuniyetinden

sonra Edebiyat Fakültesi Dekanı olan

hocası Prof. Dr. Mehmet Fuat Köprülü,

Maarif Vekâleti’nde Atsız için girişimde

bulunarak kendisine asistan olmasını

sağlamıştır.

ATSIZ BEĞ, iki kez evlilik yaşamış ve ikinci

evliliğinden Yağmur ve Buğra adında iki

erkek evlat dünyaya gelmiştir. Türkçülük

ülküsünden hiçbir suretle taviz vermeyen

ATSIZ BEĞ, bu anlayışını ailesine karşı da

sürdürmüş ve büyük oğlu Yağmur'a; onu

tanıyan hemen herkesin bildiği meşhur

vasiyetnamesini yazmıştır. Günümüzde

yaşadığımız temel problemlere baktıkça

aslında ATSIZ BEĞ'in ne kadar önemli

tespitler yaptığını daha derinden anlama

şansına nail olabiliyoruz. Çünkü onun

1940'larda yazdığı bu vasiyetname, şuan

içerisinde bulunduğumuz önemli bir beka

sorununun bizlere o dönemden

aktarılmasıdır.

1931'de başladığı yayın hayatında ilk

olarak ATSIZ MECMUA'yı çıkarmış daha

sonra ise Ötüken, Orhun, Orkun

dergilerinde Türkçülük fikriyatını işleyen

yazılar yayımlamıştır. Onun hangi yazısını

incelersek inceleyelim temelinde

Türkçülük fikriyatının olduğunu görürüz.

Hatta o kadar kararlı bir duruş

içerisindedir ki dönemin Başbakan'ı Şükrü

Saraçoğlu'na Orhun Dergisi'nden

gönderdiği açık mektupta, Milli Eğitim

Bakanı Hasan Ali Yücel ve bakanlıktaki

birkaç önemli görevlinin Marksist

faaliyetlerde bulunduklarını ve Milli

Eğitim Bakanı'nın "komünistleri

kolladığını" ileri sürerek devrin Millî

Eğitim Bakanı olan Hasan Âli Yücel'i

istifaya çağırmıştır (Bkz. Orhun, sayı-16,

Nisan 1944 ). Görüldüğü üzere inandığı

değerler karşısında hiçbir gücü

tanımayacak ve fikirlerinde hep sabit bir

çizgi izleyecek kadar önemli bir ülkücüdür.

1944 yılında yaşanılan bir başka olayda

Türkçülük - Turancılık davasıdır. İçlerinde

rahmetli Başbuğ Alparslan Türkeş'in de

bulunduğu otuz dört arkadaşı ile

yargılanan ATSIZ BEĞ, yaklaşık 6 ay süren

mahkemenin sonunda 6.5 yıl hapse

çarptırılmış daha sonra bu ceza Askeri

Yargıtay tarafından bozulmuştur. Bu dava

yıllar sonra Türk Milliyetçiliği için dönüm

noktası haline gelecektir. Kendisini böyle

Page 8: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

5

çileli bir hayatın içerisinde bulmuş fakat

ne olursa olsun vazgeçmemeyi kendisine

görev bilmişti ATSIZ BEĞ. Daha sonra

Süleymaniye kütüphanesinde uzman

olarak görev yapmış ve bir kez görevden

ayrıldıktan sonra tekrar bu göreve gelip

kütüphaneden emekli olmuştur.

Hayatının hiçbir döneminde ne paraya ne

de güce tenezzül eden ATSIZ BEĞ, sıkıntılı

olduğu dönemlerde dahi fikirlerinden

vazgeçmemiş; sırf geçimini sağlamak için

yazdığı kitapları satmış ama kalemini ve

ideallerini satmamıştır ve nihayet her

faninin karşılaştığı ölümle o da karşılaşmış

ve 1975'in Aralık ayının 11’inde uçmağa

varmıştır.

4) ATSIZ BEĞ'İN KENDİNE YÜKLEDİĞİ

KUTSAL GÖREV

Hayatının her döneminde Türkçü

kalabilmeyi başaran ATSIZ BEĞ, bu şekilde

birçok neslin sembolü haline gelmiştir.

Ona göre tek hedef Turan (Bütün Türkleri

bir bayrak altında toplamak) dır. Çünkü bu

inanç daha önce gerçekleşmiştir ve

günümüzde de gerçekleşmesi için hiçbir

engel yoktur. Bu ülküsünü destekler bir

örnek vermek gerekirse; Ziya GÖKALP

BEĞ'in:

"BÜTÜN TÜRKLER BİR ORDU,

KATILMAYAN KAÇAKTIR;

YASAMIZDA YAZILI, HARBDEN KAÇAN

ALÇAKDIR." beyitini dergilerinde sık sık

tekrarlamış ve kapak yapmıştır. Birinci

Dünya Harbi ve Milli Mücadele döneminde

özellikle Türk Milletinin karşılaştığı

ihanetleri görme şansı bulan ATSIZ BEĞ,

aynı sıkıntıların tekrar etmemesi için milli

eğitim sisteminin önemini sürekli

vurgulamıştır. Hatta devlet dâhilinde

görevlendirilecek önemli kişilerin Türk

olması gerektiğini söylemiştir. Bu duruma

gerekçe olarak da başka milletten bir

yüksek kademe devlet memurunun

sıkıştığında kendi istikbalini

düşünebileceğini fakat asil kandan bir

Türk için milletin ve devletin her şeyden

üstün olduğunu savunur. Tanrı Kut

Mete'nin bu konudaki kıstasını hemen

hepimiz biliriz. "Atımı, avradımı ve

silahımı veririm ancak toprağımı

veremem. Çünkü toprak benim değil

milletimindir." der. Aynı düşüncenin

gerçekleşmesi ATSIZ BEĞ'in de hayalidir.

Türkçülük fikriyatının öncü isimlerinden

Ziya GÖKALP BEĞ'in uçmağa varışından

sonra, kendi dönemi içindeki fikriyat

sahiplerinden en önemlisi haline gelen

ATSIZ BEĞ adeta bir millete unutturulmuş

tarihini yeniden hatırlatmıştır. Onun

müthiş gayretiyle Türk tarihinin İslamiyet

öncesi devirlerini yakından tanıma

imkânını bulduk. Kendi özümüzün, bizi biz

Page 9: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

6

yapan değerlerin farkına vardık. ATSIZ

BEĞ, her ne kadar onurlu bir mücadele

vermiş olsa da hak etmediği çok sayıda

eleştiri ile karşı karşıya kalmıştır.

İslamiyet öncesi Türk tarihine karşı aşırı

ilgisi olduğu için birçok kez din düşmanlığı

ile suçlanmıştır. Bu kati suretle yanlıştır;

zira ATSIZ BEĞ, yalnızca Türk tarihini

İslamiyet'in kabulü ile başlatmak

isteyenlere karşı çıkmıştır ve her seferinde

bu düşüncenin milli bir cinayet olduğunu

savunmuştur. Bunun yanında Birinci

Dünya Harbi sonrasında Araplara karşı

takındığı tavır - ki kesinlikle haklı - bu

düşüncenin oluşmasında rol oynamıştır.

İslam dinine karşı da son derece saygılıdır

hatta pek sevmediği bilinen ve tamamen

zıt düşüncelere sahip olan Necip Fazıl ile

aralarında geçen şu mülakat, bu gerçeği

bir kez daha göstermektedir:

Necip Fazıl - İslam dini hakkında ne

düşünüyorsunuz?

ATSIZ BEĞ - Milletimin dinidir; hürmet

ederim (Bkz. Bâbıâli / Necip Fazıl

Kısakürek).

Dolayısıyla böyle bir hürmet sahibi insan

herhalde İslam düşmanı olamaz. Hem de

bu cümleler birbirini hiç sevmeyen iki

insandan biri olan Necip Fazıl'ın

kaynağından geliyorsa... Bu keskin ve

kararlı duruşu, Türkçülük fikrini savunan

insanların onun etrafında toplanmalarını

sağlamıştır. Etrafında oluşturduğu bir

potansiyel vardır ancak hiçbir zaman

kendine bir güç oluşturma hedefi içerisine

girmemiştir. Onun tek derdi Türk Milleti

ve Türk milletinin geleceğidir. Ziya

GÖKALP BEĞ'in belli bir sisteme oturttuğu

Türkçülük fikrini genç nesillere ve gelecek

kuşaklara benimsetmek, benimsetirken de

sevdirmek artık ATSIZ BEĞ'in görevidir.

Bu görevi kendisine hiç kimse

vermemiştir. Görevden vazife çıkararak

elini taşın altına sokmuş; çileli bir yaşam

pahasına bu görevi üstlenmiştir.

Şüphesiz bu milli olguyu genç dimağlara

makalelerinden ve şiirlerinden çok

romanlarıyla anlatmış ve sevdirmiştir.

Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar

Diriliyor, bir tarihi gerçekliği bizlere

roman havasında anlatmıştır. Sadece Çin

kaynaklarından ulaşabildiğimiz İkinci

Göktürk Kağanlığı'nın nasıl ve ne şartlarda

kurulduğunu bir roman edasıyla anlatır

bizlere. Daha sonra Ruh Adam ile zirveye

çıkar; oradaki Selim Pusat karakteri

birebir kendisinin tasviridir. Kitap

incelenecek olursa kahramanca ordudan

atılan bir subayı anlatır ve bu hikâye bile

bize milli bir ders niteliğindedir. Ayrıca

sinema filmi çekilmeye müsait bir roman

olduğu halde neden böyle bir girişimde

bulunulmadığı da muammadır. Şiir

konusunda da mükemmeli aratmayacak

kadar iyidir. Yazının başında verdiğimiz

“Kahramanlık” şiiri onun en değerli

şiirlerinden bir tanesi olup kişiliğinin en

önemli göstergelerindendir.

Görüldüğü gibi ATSIZ BEĞ, hayatının her

anında Türkçülük fikrini yaşamış ve

yaşatmış, eşsiz bir şahsiyettir. Tek derdi

Türk milletinin geleceği, tek kaygısı Türk

vatanının geleceği olan bu aziz dava adamı

tek başına bir ordu gibi mücadele etmiştir.

Komünizm başta olmak üzere, siyasal

İslam ve bölücü unsurlara karşı milli

değerler ışığında bir savunma

mekanizması geliştirmenin gayreti

içerisinde olmuştur.

Page 10: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

7

Peki, onun ebediyete gidişinden sonra

bizler ne yaptık? Onun milli davadaki elli

senesinin karşılığını ona nasıl verdik? Bu

konuda onun vefalı birkaç öğrencisi örnek

gösterilebilir. Erol GÜNGÖR, Necmettin

HACIEMİNOĞLU, Mustafa KAFALI ve

Osman Fikri SERTKAYA bu vefalı

isimlerden sadece bazıları… Böylece ATSIZ

BEĞ, geleceğin nesillerinin zihnindeki

yerini almış ve belki de beklediği tek

karşılık olan milli bilincin sağlanması

ülküsünü gerçekleştirmiştir.

5) ATSIZ BEĞ İLE İLGİLİ DÜŞÜNCELER

- Nihal Atsız Bey; Tu rk Milliyetçilig i’ni,

belli bir do nemin, o zellikle 1938

sonrasının ezilmişlig inden kurtaran;

"Yeniden Dog uş"un o ncu lu g u nu yapan

yig it bir u lku cu . Bu yu k heyecanların,

"Çetin Yollar"ın, Tu rk tarihini parçalanmaz

bir bu tu n olarak go rmeyi o g retmenin

temsilcisi ve Tu rk birlig inin "dev" inançlı

bekleyicisi. Kimse inkar edemez: Yaşayan

Tu rk Milliyetçileri'nin hemen hepsinde

emeg i ve yetişmelerinde, unutulmaz payı

var.

Galip ERDEM

- Soyumuzun dog dug u ve du nya ya

yayıldıg ı Ortaasya'daki, Uzakdog u'daki

yani, Anayurt’ta bugu n de yu kselen Orhun

Abideleri'nin yazıldıg ı gu nlerden

zamanımıza ulaşmış, nesillerimize erişmiş

Tu rk Milliyetçilig i’ni, Tu rkçu lu g u ,

şahısların oyuncag ı, kuruluşların

propaganda aracı olmaktan kurtararak bir

"milli mefkûre" hâlinde yu kselten ve

ebedileştiren, Bu yu k Tu rkçu Atsız

olmuştur.

Fethi TEVETOĞLU

- Atsız, insanlarla mu nasebetlerinde,

bunlar kendisi ile dost olmasalar da çok

zarif, nazik ve samimiydi. Dog ru ve açık

so zlu oldug u için u slubundaki sertlik tabii

kabul edilirdi. Karşısındakini kızdırsa bile,

kırıp ezmezdi. Koparıp kaçırmazdı.

Bıktırıp bezdirmezdi. Bizce Hoca'nın en

mu him hususiyeti, şahsiyetinin tam bir

bu tu nlu k arz etmesiydi. Ruh, kafa ve fikir

yapısında herhangi bir boşluk, eksiklik,

yahut çelişki yoktu.

Necmettin HACIEMİNOĞLU

- Her cu mlesi keskin bir kılıçtı. Anlatmak

istedig i hiçbir fikri kelimelerin ardında

gizlemiyordu. Tu rkçe'nin en aydınlık ve en

engelsiz yolunu bulmuştu.

Ahmet Bican ERCİLASUN

- Atsız, Tu rkçu lu k tarihinin Ziya

Go kalp'tan sonra ikinci bu yu k şahsiyetidir.

Bu yu k bir samimiyetle inandıg ı Tu rkçu lu k

u lku su nu , genç yaşlarından son nefesine

kadar ısrarla savunmuş, bu u lku nu n

gu çlenip yaygınlaşması için var gu cu yle

çalışmıştır. Bu şerefli yolda ıstırap çekmiş;

haksızlıklara, iftiralara, hu cumlara

ug ramış; zindana atılmış ve işkence

go rmu ştu r. Bu tu n bunlara rag men eg ilip

bu ku lmemiş, hayatını bir ahlak ve

karakter abidesi olarak tamamlamıştır.

Altan DELİORMAN

- Bir ip düşünün, dosdoğru bir ip... İşte o

ATSIZ'dır.

İskender ÖKSÜZ

Page 11: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

8

Görüldüğü üzere ATSIZ BEĞ'i önemli fikir

adamları dahi yere göğe sığdıramıyor.

Elbette ki böylesi bir şahsiyeti anlatmak

kolay değil. Bizim bu yazıda eksilttiğimiz

mürekkep, onun okyanusundaki zerre

dahi olmayabilir. ATSIZ BEĞ'in bir

dörtlüğüyle başladığımız yazımızı yine

onun bir dörtlüğüyle bitiriyoruz.

“Gün, senden ışık alsa da bir renge

bürünse;

Ay, secde edip çehrene, yerlerde sürünse;

Her şey silinip kayboluyorken

nazarımdan,

Yalnız o yeşil gözlerinin nuru görünse...”

TANRI TÜRKÜ KORUSUN O ZATEN

YÜCEDİR...

Ahmet KANBUR

KAYNAKÇA

- Başvekil Saracoğlu Şükrü’ye İkinci Açık

Mektup (21 Mart 1944, Maltepe)’, Orhun,

Sayı.16 (1944)

- Türk Gençliği Nasıl Yetişmeli?’, Çınaraltı,

Sayı.35 (1942)

- Türk Tarihine Bakışımız Nasıl

Olmalıdır?’, Çınaraltı, Sayı.1 (1941)

- Yirminci Asırda Türk Meselesi I. Türk

Birliği’, Orhun, Sayı.8 (1934)

- Yirminci Asırda Türk Meselesi II. Türk

Irkı = Türk Milleti’, Orhun, Sayı.9 (1934)

- Geri Gelen Mektup, Orkun, Sayı.44 (1951)

- Bozkurtların Ölümü, İstanbul 1946. -

Bozkurtlar Diriliyor, İstanbul 1949.

- Ruh Adam, İstanbul 1972.

Page 12: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

9

ATSIZ’IN ARMAĞANI:

AŞIKPAŞAOĞLU TARİHİ Çağhan SARI

Osmanlı Devleti'nin kuruluşuna ait

kaynaklar, diğer dönemlerine nazaran bol

değildir. Maalesef kuruluş ile ilgili bir kaç

anonim Osmanlı Tarihi kronikleri

mevcuttur. (Tevarih-i Âli Osman) Müellifin

belli olduğu en önemli kaynak ise

Aşıkpaşaoğlu Tarihi'dir. Bu eseri kaleme

alan Aşıkpaşaoğlu, Osmanlı Devleti'nin

kuruluşundan 1472 yılına kadar geçen

dönemi ele alır. 183 bâb yani, bölümden

meydana gelmiştir. Aşıkpaşaoğlu 1400-

1484 yılları arası yaşadığı tahmin

edilmektedir ve kendi aktarımına göre

Osmanlıların ilk yıllarını, gençliğinde

okuduğu Yahşi Fakih'in yazdığı tarih

kitabına dayandırmaktadır. Son derece

mühim olan bu eseri, bugün

araştırmacıların hizmetine sunan isim ise

Hüseyin Nihal Atsız'dan başkası değildir.

Hüseyin Nihal Atsız, bir dönem Ord. Prof.

Dr. Fuat Köprülü'nün asistanlığını

yaptıktan sonra üniversiteden ayrılmıştır.

Kusursuz Osmanlıca bilgisi ile

metodolojiye hâkim olması onun

akademide olmayan bir akademisyen

olmasını sağlamıştır. Aşıkpaşaoğlu

tarihinin Osmanlıca baskısı 1914

senesinde İstanbul Kütüphanesi müdürü

tarafından yapılmış idi. Yüzyıllar

öncesinden kalma nüshalar ise bugün

İstanbul Arkeoloji Müzesi'ndedir. Hüseyin

Nihal Atsız, bu eseri Latin harflerine

çevirmek ve okuyucular için yeniden

düzenlemek için bir kopya yanına almıştır.

Yaptığı çalışmalar sonunda eser 1949

yılında yayınlanmıştır. Bu eseri

hazırlarken Süleymaniye Kütüphanesi'nde

uzman olarak çalışması muhtemeldir.

Ancak asistanlığı döneminden düşündüğü

bir çalışma olabilir; çünkü Süleymaniye

Kütüphanesi’nde 25 Temmuz itibari ile

uzmanlığa başladığını göz önüne alırsak

önceden bu çalışma için hazırlık yapmış

Page 13: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

10

olabileceğini düşünebiliriz. Bu hususta

aydınlatıcı bir malumat olursa sonraki

sayılarda okuyucuya aktarmakla

mükellefiz.

Hüseyin Nihal Atsız'ın hazırladığı

Aşıkpaşaoğlu Tarihi 1970 yılında Kültür

Bakanlığı 1000 Temel Eser listesine girmiş

ve üç baskı yapmıştır. Bugün sahaflarda

kolayca bulunabilen bu baskıların

haricinde Ötüken Neşriyat'ta 2011'de

kitabın tekrar basımını yapmıştır.

Kitabın Osmanlı Tarihi için önemine

değinmişken kitabın üzerindeki Atsız

emeği hakkında malumat verelim. Kitabın

önsözünde Nihal Atsız, eserin müellifi

hakkında detaylı bilgi vermektedir. Buna

göre müellif kaç yaşında iken nerelerde

bulunmuş, hangi savaşlara katılmış, Yahşi

Fakih'in kroniğini nerede okumuş

sorularına yanıt verir. Sonra kitabın bazı

bilgileri hakkındaki bilimsel kuşkuyu

açıklamıştır. Kitabın müellifi çok geç

sayılabilecek bir yaşta kaleme aldığı için

bazı tarih ve olayları karıştırabilme yahut

unutabilme durumu ile karşı karşıya

kaldığını okuyucunun dikkatinden

kaçmamasını ister. Sonra el yazması

nüshalardaki isim ve tarih farklılıklarının

hepsini dipnotla belirtmiş, eserin hicri

takvimlerini miladi takvime çevirip

parantez içerisinde okuyucuya sunmuştur.

Aşıkpaşazade'nin ölüm tarihinden sonra

yazılan kısımları onun yakınları ya da

devamında başka kişiler tarafından

eklendiğini belirterek Atsız, hazırlanan

kitaptan bu bölümleri çıkarmıştır. Anlam

bütünlüğünü ve metin akıcılığını sağlamak

için ise bâb sonlarında bozuk aruzla

yazılan manzumeleri de çıkarmıştır.

Önsözün sonunda ise 23 Şubat 1970 tarihi

vardır. Bu eserin daha sonra Hammer'in

Osmanlı Tarihi ile Mehmet Neşrî'nin Kitab-

ı Cihannûma'sına kaynaklık ettiğini

vurgulayarak Osmanlı Kuruluşu ile ilgili

bugün yazılan akademik eserlerde de ana

kaynak olduğunu vurgulamamız

gerekmektedir. Atsız, sadece bir fikir ve

dava adamı değil, yukarıda belirttiğimiz

gibi hayatı, eserleri ile bir akademisyendir.

Page 14: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

11

TÜRKÇÜ DİNDAR OLAMAZ MI? Vural Egemen SARIGÖZ

Türkçülük ve dindarlık aynı kelime

içerisinde kullanıldığında birçok insanı

rahatsız eder. ‘’Türkçü olan kişinin

bundan rahatsızlığı nedir?’’ sorusuna

binaen kaleme aldığımız bu yazı da belki

de bu yönünü işlemiş olacağız. Bu yazının

birçok yayın organı tarafından sansüre

uğrayacağını bildiğim için yazıp yazmama

konusunda tereddüte düşmedim değil;

ancak oğlum Egehan’ı düşününce en

azından onun için yazmalıyım diye

tereddütlerimin ipini gevşetip; fikir

kısraklarımın Türkçü damarlarımda

dörtnala koşmasına müsaade ettim.

Türkçülük, Türk Milleti’ni sevmek; Türk

Milleti’nin menfaatlerini korumak ve yüce

Türk Milleti’ne faydalı olmak demektir.

Dindarlık, bir kul olarak Tanrı’ya karşı

vazifelerini yerine getirmektir.

Rahmetli cennet mekân Atsız Ata’nın

dediği gibi ‘’Din bir ihtiyaçtır.’’ Din,

insanoğlunun manevi ihtiyaçlarını

karşılayan, inançlarını yerine getirdiğinde

sorumluluklarını yaptığına kanaat

getirten, insanın ölümden sonrası için

müreffeh olmasını sağlayan bir olgudur.

İki kavramın tanımını yaptıktan sonra

akıllı bir insan için fazla seçenek kalmıyor

ve işi kaosa sürüklemek, polemiğe girmek

yerine sağduyulu bir şekilde yaklaşmak

kalıyor.

Amacım Türkçü Dindar ya da Dindar

Türkçü gibi bir kavramı ortaya atıp yeni

tartışma konuları çıkarmak değildir.

Amacım Türkçü olan bir kişinin aynı

zamanda dindar olabileceğini anlatıp

Türkçülüğün din üzerindeki hakkının,

dinin Türkçülük üzerindeki hakkından çok

olduğunu beyan etmektir.

Din tek başına bir şey iken önüne Türklük

geldiği zaman apayrı bir lezzet olur.

Tarihte yalnızca Müslüman olanların zafer

kazandığını görenleriniz var mıdır?

İslam Devleti kurulmazdan evvel bile

millet savaşları yapılmış, millet

savaşlarından arta kalan zamanlarda

kavimler savaşmıştır.

Yukarıdaki sözümü altını çizerek yeniden

dile getirmek istiyorum.

‘’Türkçülüğün din üzerindeki hakkı,

dinin Türkçülük üzerindeki hakkından

çoktur.’’

Bu sözden kastımız şudur;

Dindar olmakla, namaz kılmakla, dini

vecibeleri yerine getirmekle yalnızca

inançlarınızın kaynağı olan maneviyatınıza

hizmet etmiş olursunuz. Bu şekilde yaşam

tarzınızı biçimlendirir ve inançlarınızın

gerektirdiği gibi bir hayat sürmeye

Page 15: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

12

çalışırsınız. Biraz daha iyi bir insan

olursanız, dürüst bir birey, ahlaklı bir fert

olursanız etrafındaki insanlara karşıda

sorumluluklarını yerine getirmiş

olursunuz.

Türkçü olarak yaşam tarzınızı yeniden

düzenlerseniz ve bu yaşam tarzına göre

hayatınızı idame ettirirseniz. Hem milli

hem de dini değerlerinize faydalı olmuş

olursunuz.

Rahmetli babam şöyle ifade ederdi; ‘’İslam

bir şeyin özü ise Türklük onun

kabuğudur.’’ derdi.

Tek başına din muhafaza edilemez. Dini,

milli değerler bezer, korur ve yükselmesini

sağlar. Aynı şeyi tersine tez edersek nasıl

olur? Din, Türklüğü koruyabilir mi? Din,

Türklüğü bezer, yükseltir ama koruyamaz.

Türkçülük fikri bir kuru kavram olarak

algılanamaz.

Günümüzde milli ve dini değerler arasında

çatışmalar çıkararak bu iki kavramı

birbirinden ayırmayı hedefleyenler ve

çalışmalarını bu yönde yoğunlaştıranlar

vardır. AKP’nin bir raporunda

‘’Milliyetçileri din düşmanı gibi

göstermeliyiz.’’ şeklinde bir ifade yer

alıyordu. Bu emellere alet olmamak için

yapılması gerekenler basittir.

Türkçülük fikrine dört elle sarılacağız ve

dini Türkçülük fikrinin eksenine dâhil

ederek korumaya gayret edeceğiz.

Kimilerinin ‘’Allah mı, Tanrı mı?’’

tartışmalarına girdiğini görürsünüz. Dinde

Tanrı demenin sakıncası yoktur; fakat milli

bir değer olan Gök Tengri’den gelen bir

değere sahip çıkmaz isek Türkçülük fikri

zarar görebilir. Bu demek değildir ki Tanrı

demek doğru Allah demek yanlıştır. Neden

böyle bir kavram kargaşasının içerisine

güzelim iki değerimizi dâhil ederek

yıpranmasını sağlayalım ki… Tanrı diyen

ile Allah diyen arasındaki tek fark vicdani

ve manevi rahatlığından öte değildir.

Allah’a Tanrı demek ile günah işlenmiş

olmaz ve saygısızlık edilmiş sayılmaz.

Tanrı demek İmam-ı Rabbani’nin Padişah

demesi gibi bir tercih türüdür.

Ne diyor Hazret; ‘’Ey rahmeti bol

padişah…’’

Burada Padişah ile Tanrı’yı

kastetmektedir. Şimdi Büyük İslam

Alimlerinden olan Rabbani günah mı işledi

ya da saygısızlık mı etti?!

Türkçülük fikrinin bizlere öğrettiği vatan

sevgisi, bayrak sevgisi, millet sevgisi ile

devletimiz de milletimiz de menfaatleri

korunarak yükselmeye doğru ilerler.

Bir inanış gereği, hadis-i şeriflerde

çocuklara isim belirlerken Kur’an’da geçen

bir ismin konulması ya da

Peygamberimizin isminin verilmesi

Page 16: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

13

öğütlenir. Diyelim ki çocuğumuza dini bir

isim verdik. Hepimiz verdik, bir nesil

yetiştikten sonra Arap ülkesinden gayrı ne

hali kalacak evlatlarımızın? Hâlbuki şöyle

bir seçenekte var: hem Türkçe hem de

Arapça bir isim verilerek günlük yaşamda

Türkçe isim kullanılarak hem milli hem de

dini değerlere sahip çıkılmış olmaz mı?

Türk’ün değerleri var oldukça Türk Devleti

de var olacaktır. Türk’ün fikirleri geliştikçe

Türk Milleti de var olacaktır. Dini

değerlerimize, milli değerlerimiz ile sahip

çıkabilir, dinimizi de milli benliğimiz ve

kimliğimiz ile koruyabiliriz.

Kurtuluş mücadelesini hatırlayalım.

Vatanımızın her karış toprağı işgal

edildiğinde bu millet Müslüman değil

miydi? Evlere girilip kadınlara, kızlara

tecavüz edildiğinde bu millet Müslüman

değil miydi? Elbette Müslümandı. Ne

zaman ki Türk’ün değerleri yitirildi, ne

zaman ki Türk’ün benliği asimile edildi o

vakit esaret ile burun buruna geldi.

Adana’da Kurtuluş savaşları zamanından

kalma bir hikâye anlatılır. Fransızlar şehri

işgal ettiğinde tüm ezanları susturmuş,

camileri kapatmıştır. Bu durum böyle

sürüp gittiği halde Müslüman olan halk

direnç göstermemiş abdestini evinde alıp,

namazını evinde kılmıştır. Ne zaman ki

şehir de bulunan Türk Bayrakları

indirilmeye başlanmış o vakit şehir halkı

silahlanarak ‘’Vatan elden gidiyor!’’

diyerek vatan müdafaasına başlamışlar.

Atatürk hakkında da birçok iftiralar atılır.

Birçok söylentiler dolaşır. Bu iddiaları

ortaya atanlarında belirli dini cemaatlerin,

toplulukların yaptığını görürsünüz. Bu bir

karalama politikasıdır. Bu bir din ile

Milliyeti birbirinden ayırarak ‘’böl,

parçala, yut’’ taktiğidir.

Bu topraklar üzerinde abdest alıp, namaz

kılanlar Atatürk’e ne kadar teşekkür

etseler azdır. Hür bir şekilde camilerine

gidebiliyor, evlerinde namazlarını

kılabiliyorlarsa bunu önce Tanrı’ya sonra

Atatürk’e borçludurlar.

Atatürk’ün Harf İnkilâbı’nı eleştirenlere de

bir anlam veremiyorum. Atatürk harf

devrimi yaparak ‘’Kur’an Eğitimini

bitirmeyi amaçlamış’’ mış. Sanki dilimiz

Arapçaydı... Dilimiz Osmanlıcaydı… Arapça

ile arasında birçok farklar mevcuttur.

Diyelim ki dilimiz Arapçaydı. O vakit

Kur’an-ı Kerim’i tam manasıyla mı

anlayacaktık? Bu teoriye göre Arap

milletine mensup herkesin evliya

makamında olması gerekirdi.

Türkçülük olmadan dindarlık olmaz.

Dindar olan bir kişinin Türkçülük

yapmaya, Türkçü olan bir kişinin dindarlık

yapmaya olan ihtiyacından daha fazladır.

Birçok dindar kişi de bilir ki ‘’Kişi milletini

sevmekle suçlanamaz.’’ hadis-i şerifi

gereği Türkçülük yapmak Türk milletinin

başlıca vazifelerindendir.

Milli değerlerimizden ödün vermeden,

milli benliğimizden taviz vermeden yine

dini vecibelerimizi yerine getirebiliriz.

Daha rahat ve refah ortamında inancımızın

gerektirdiği şekilde yaşayabiliriz. Aksi

durum düşünüldüğünde devlet olmadan,

bayrak olmadan, milli değerlerimiz

olmadan o namazı gizli gizli dahi

kılamayız.

Yüce Türk Milleti ne kadar İslam ile

şereflenmişse de İslam dini de Türk

Milleti ile şereflenerek yükselmiştir.

Page 17: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

14

BATI TRAKYA TÜRKLERİ VE

SADIK AHMET ÜZERİNE NOTLAR Abdullah KILAVUZ

“İlyada ve Odisse gibi Yunan destanlarını

içine alan, diğer taraftan Manas destanını

dışarıda bırakan bir öğretim programı

hazırlayanların millî şuurdan

yoksunluklarının derecesini belirtmeye

yetecek bir kelime dünyanın hiç bir

sözlüğünde bulunmaz.”

Galip Erdem

Ülkemizde “milli” bir eğitim müfredatının

hâlâ oluşturulamamış olmasının beklenen

tezahürüdür ki günümüzde özel olarak

tarih, edebiyat ve coğrafya ile alakadar

olan belli bir kesim insanlarımızın

haricinde, herkesin kafasında yer yapmış

milli şuurdan yoksun kalıplar vardır. Bu

kalıpların başında, Türk denilince akla

sadece Edirne’den Kars’a uzanan Anadolu

toprakları ve Kıbrıs Adası’nın kuzeyinin

gelmesi vardır. Hemen ardından ise

tarihimizin sadece Osmanlı Devleti’nden

sonraki kısmıyla ilgilenip, evvelini yok

sayması gelir.

Kardeşlik hukukunun bir gereği olarak

sınırlarımız dışında kalan kandaşlarının

izine düşen Türk gençlerini ise kesintisiz

bir tarih serüveni içinde Doğu

Türkistan’da soykırım, Güney Türkistan’da

işkence, İç Türkistan’da zulüm, Kıbrıs’ta

kan, Sibirya’da ve Balkanlar’da ise

asimilasyon politikaları karşılar.

Tarih sahnesinin başı dik evlatlarına reva

görülen bu zulümlere karşı ise Doğu

Türkistan’ın sonsuzluk şahikası

ovalarından uçaklara kement atan Osman

Batur, İstemi Yabgu’dan emanet Güney

Türkistan’ın zindanlarından Abdulkerim

Mahdum Beğ, İç Türkistan’ın geçit vermez

dağlarında mitralyözlere at süren İsmail

Enver Paşa, Meriç kıyısında hürriyet

kovalayan Dr. Sadık Ahmet ve top yekûn

Türk Dünyası’ndan nice isimsiz kahraman

selamlar bizi…

BATI TRAKYA TÜRK TARİHİNE

KISA BİR BAKIŞ

“Haritalarda ırkımızın yaşadığı yerlere

baktık, milletimize fenalık edenleri tarihte

okuduk ve milli kini ateşten damgalar gibi

kalbimize yazdık.”

Hüseyin Nihâl Atsız

Türklerin mazlum olduğu mahzun ve

unutulmuş diyarlardan bir diğeri de büyük

dava adamı Dr. Sadık Ahmet’in mücadele

verdiği Batı Trakya topraklarıdır. Meriç ve

Karasu nehirleri ile sınırları belirlenen

Avrupa’nın güneydoğusunda ve

Page 18: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

15

Yunanistan’ın kuzeyinde bulunan bu

bereketli toprakların Türklerin

hâkimiyetine girmesi yaklaşık sekiz yüz yıl

öncesine tekabül eder. 1335 yılında Orhan

Gazi’nin oğlu Süleyman Gazi’nin Karesi

Beyi olmasından sonra Osmanlı Türkleri,

Evronos Paşa ve Hacı İlbey ile Trakya’nın

fethine başlamıştır. Yüzyıllar boyunca

Osmanlı’nın hâkimiyetinde ve evlâd-ı

fâtihanın nezaretinde adaletin hâkim

olduğu topraklar, I.Balkan Harbi’ne kadar

huzur ve hoşgörü ile idare edilir. I. Balkan

Harbi’nde Bulgarlar, II. Balkan Harbi’nde

ise Yunanlılar tarafından işgal edilen Batı

Trakya toprakları, %85 nüfusunun Türk

olması sebebiyle Osmanlı Devleti’nin

daima ilgisi ve planları dâhilinde olmuştur.

‘Edirne Fatihi’ olarak bilinen İsmail Enver

Paşa, Meriç Nehri’ne kadar toprakları

tekrardan Osmanlı sınırlarına dâhil etmiş

ve bu ilerleyiş başta Avrupa devletleri

olmak üzere, Rusya’yı da tedirgin etmiştir.

Batılı devletlerin baskısı neticesinde

Meriç’in batısına geçmeme sözü veren

Bab-ı Âli yönetimini dinlemeyen Enver

Paşa, üç bin kişilik akıncı birliğiyle

Bulgaristan topraklarına girmiş, bu

akınların neticesinde beklenen tepki

gecikmemiş ve batılı devletlerin tehditleri

üzerine Enver Paşa ve akıncı birlikleri

tekrardan Edirne’ye çekilmek zorunda

kalmıştır. Bu durumdan hoşnut olmayan

Enver Paşa, Edirne’de oluşturduğu yüz er

ve on altı subaydan oluşan yüz on altı

kişilik çeteyi Kuşçubaşı Eşref Sencer’in

emrine vererek Ortaköy üzerine tekrardan

yollar. Mestanlı ve Kırcali’yi ele geçiren bu

çete, Osmanlı Devlet yöneticilerinin

“Durun!” emrine rağmen Kuşçubaşı

Eşref’in bizzat Enver Paşa’dan aldığı

“Trakya’nın tamamının işgali” emri

doğrultusunda mücadeleye devam eder.

Kısa bir süre sonra Enver Paşa’nın

talimatıyla içinde Süleyman Askeri Bey’in

de olduğu bir gurup subay ve erden oluşan

askeri birlik, Trakya’daki kahraman

askerlerin yardımlarına yetişir. 31 Ağustos

1913’te Gümülcine, 1 Eylül 1913’te ise

İskeçe toprakları fethedilerek Dedeağaç

haricindeki tüm Batı Trakya toprakları

yeniden Türk yurdu haline getirilir ve 12

Eylül 1913’te Garbi Trakya Müstakil

Hükümeti adıyla yeni bir Türk Devleti

tarih sahnesindeki yerini alır.

Dönemin ileri gelenlerinden Yüzbaşı

Yakup Cemil o günleri şöyle anlatır:

“Balkanlara hızla girip, kaybettiğimiz

Page 19: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

16

topraklarımızı geri almamız üzerine Düveli

Muazzama derhal sadrazamın makamına

koştular. Güya, Londra Antlaşması’nı tek

taraflı olarak bozmuşuz, hemen işgal

ettiğimiz topraklardan çıkmalıymışız. Kim

kimin toprağını işgal etmişti? İttihat ve

Terakki’nin uygun görmesiyle Süleyman

Askeri Bey, Eşref Kuşçubaşı, Çerkez Reşid,

Sapancalı Hakkı ve Fehmi Beyler gibi

arkadaşlarla Meriç’i geçip Trakya’ya

daldık. Gümülcine, Kırcali, Dimetoka gibi

yerleri bir bir geri aldık. Serez’e de el atıp

Yunan hududuna dayandık. Bulgarların Ege

bağlantısını kesmiş olduk. Avrupa ayağa

kalktı. Dış baskıları azaltmak için Garb-i

Trakya Müstakil Hükümeti’ni kurduk. Bu

bir cumhuriyetti ve Türk tarihinde bir ilki

gerçekleştirmiştik. Bayrağımız vardı,

başkentimiz Gümülcine’ydi, pul bile

bastırmıştık…”

Enver Paşa’nın ve emrindeki fedailerin bu

tarihi başarısı ne yazık ki çok uzun

sürmeyecektir. Bulgaristan’ın Avrupa ve

Rusya ile giriştiği diplomatik ittifak

neticesinde, üzerine gelen baskılarla iyice

köşeye sıkışan Osmanlı Devleti,

Bulgaristan ile 29 Eylül 1913’te İstanbul

Antlaşmasını imzalayarak elli beş günlük

Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’nin

Bulgaristan tarafından ilhakını resmen

kabul eder. Batı Trakya’nın Bulgaristan’ın

eline geçmesinden sonra buradaki Türk

unsurlarının varlığını ve birliğini devam

ettirmeyi amaçlayan Enver Paşa, buraya

imam, köylü, tüccar ve iş adamı kılığında

Teşkilat-ı Mahsusa ajanları gönderir.

Nüfusunun %80’inin, topraklarının ise

%86’sının Türklere ait olduğu 1923

yılında, Lozan Antlaşması neticesinde Batı

Trakya, Yunanistan’a bırakılır. Anlaşmanın

içeriğinin esası ise (her ne kadar asla

Yunanistan tarafından uygulanmayacak

olsa da) Türkiye’de yaşayan gayri-

müslimlerin sahip olduğu haklar ile Batı

Trakya’da yaşayan Türklerin aynı hukuki

haklara sahip olmasına dayanmaktaydı.

ENVER PAŞA’NIN BIRAKTIĞI

YERDEN…

ESMASIYLA MÜSEMMA BİR DAVA

ADAMI: DR. SADIK AHMET ’İN

HAYATI VE MÜCADELESİ

“Tarih nankör değildir, bir hizmeti

unutmaz; İstikbâlin vicdânı aşk istemez,

kin tutmaz.”

Mehmet Emin Yurdakul

Batı Trakya topraklarının Bulgaristan’ın

işgaliyle başlayıp Yunanistan’a teslimiyle

devam eden zulüm gün geçtikçe kendini

iyiden iyiye hissettirmeye başlıyordu. Batı

Trakya Türkleri, Yunanistan hükümeti

tarafından etnik kimlikleri hiçe sayılarak

sadece “Müslüman” olarak

Page 20: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

17

tanımlanıyordu. Bin senelik kinlerinin

ateşiyle kavrulan Yunanlılar, tek geçim

kaynağı çiftçilik ve hayvancılık olan Batı

Trakya Türkleri’nin arazilerini çeşitli

hukuki oyunlarla kamusallaştırıyor;

topraksız kalan Türkleri açlık ve sefalete

terk ediyordu. Bununla da yetinmeyen

Yunan devleti, keyfi uygulamalar ile on

binlerce Batı Trakya Türkü’nü

vatandaşlıktan atarak bölgenin nüfus ve

toprak dağılımında üstünlüğü bulunan

Türkleri cebren saf dışı bırakıyordu. Lozan

Antlaşması ile çerçevesi çizilmiş birçok

hakkından mahrum olan Batı Trakya

Türkleri’nin her namazda ellerini göğe

kaldırarak yakardığı duaların kabulü ise 7

Ocak 1947 gününe denk gelir; Sadık

Ahmet, Gümülcine’nin Küçük Sirkeli

Köyü’nde gözlerini dünyaya açar.

İlkokulu Küçük Sirkeli’de; orta ve lise

öğrenimini ise Gümülcine’de, Celal Bayar

Lisesi’nde tamamlar Sadık Ahmet… Birçok

Batı Trakya Türkü’nün istediği ancak

yapamadığını o yapar; daha iyi bir eğitim

alabilmek adına 1966 yılında Ankara’ya

gelir ve aynı sene Ankara Üniversitesi Tıp

Fakültesi’nde tıp eğitimine başlar. 1967

senesinde tekrar Gümülcine’ye dönen

Sadık Ahmet, tıp eğitimine burada devam

ederek 1974 yılında ‘tıp doktoru’ olarak

mezun olur. Mezuniyetinin ardından

yaptığı 34 aylık askerlik ve mecburi

hizmetin ardından nihayet doğduğu

topraklar olan Batı Trakya’ya geri döner.

Bir yandan Cerrahlık ihtisasına başlayan

Sadık Ahmet, diğer yandan da Batı Trakya

Türkleri’nin sorunları üzerine eğilerek,

yarım asırdır susturulmuş olan halkının

hak ve özgürlük mücadelesini ateşler.

1985 yılında, Batı Trakya Türkleri’nin

sorunlarını dünya kamuoyuna

duyurabilmek adına büyük bir imza

kampanyası başlatır. Bütün engellemelere

rağmen 15.000’e yakın imza toplayan

Sadık Ahmet, 8Ağustos 1986 tarihinde

Yunan makamları tarafından tutuklanır.

Bu eylemden çok sonra, 1988 yılında imza

kampanyası sebebiyle 30 ay hapse

mahkûm edilir ancak karar temyiz edilir.

Tüm tehdit ve engellemelere rağmen 25

Eylül 1987 günü tek başına Selanik’e gider

ve o sırada toplantı halinde olan

‘Demokrasi İnsan Hakları’ üyelerine Batı

Trakya Türkleri’nin sorunlarını anlatan bir

broşür dağıtır.

Eylemler, kampanyalar, konferanslar ve

çeşitli etkinliklerle haklı mücadelesini Batı

Trakya genelinde ve başta Almanya olmak

üzere yurt dışında anlatmaya çalışan Sadık

Ahmet, adeta kendisini davasına adar. Öyle

ki hatıra defterini yazmasını isteyen küçük

kızı Funda’nın bu küçük isteğini bile vakit

bulamaması nedeniyle uzun süre sonraya

erteler.

Page 21: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

18

Sadık Ahmet, haklı mücadelesini bir adım

daha ileriye taşıyarak 18 Haziran 1989

milletvekili seçimlerinde Batı Trakya’nın

ilk bağımsız milletvekili olarak meclise

girer. Ancak 5 Kasım 1989 genel seçimleri

öncesinde, Yunan makamları tarafından

milletvekili adaylığı iptal edilir.

Yaklaşık üç ay süren milletvekilliği

döneminde, Sadık Ahmet’in Yunanlılar

tarafından tahrip edilen Türk

mezarlıklarından Mehrikoz’daki halkın

telefondan istifade edememesine; Batı

Tarkya’daki halkın taksi alma izinlerinin

olmamasından benzin istasyonu

açamamalarına, tapuların

tanınmamasından nüfus işlemlerinin

geciktirilmesine ve Satıköy’deki telefon

kullanımından Türk rençberlerin elektrik

kullanımında yaşadıkları problemlere

kadar Batı Trakya Türkleri’nin tüm

problemleriyle hemdert olması, bunları

meclise taşımış olması dikkate şayandır.

Yunan Devleti’nin Türklere karşı

uyguladığı politikaların bir diğeri ise

onların sadece “Müslüman” olarak kabul

edilmeleri, Türklüklerinin inkâr

edilmesiydi. Bu politikanın neticesinde, 16

Ocak 1990 günü yaptığı bir konuşmada

Batı Trakya Türkleri’ne “Türk” diye hitap

ettiği için Sadık Ahmet 18 ay hapis

cezasına çarptırılarak Selanik Dudullu

Hapishanesi’ne gönderilir. Burada

cezasının iki ayı infaz edildikten sonra

para cezası karşılığında serbest bırakılır.

Sadık Ahmet, tarihin kaydettiği her

kahraman gibi düşmanlarının dâhi

takdirini toplayabilmiş, inancı ve azmi

sayesinde kimi zamanlarda Yunanlıların

bile umut kaynağı olmuştu. Dudullu

Cezaevi’nde tuttuğu not defterinde

düştüğü notlar, söylediklerimizi doğrular

türdendir:

“…İsmimizi duyan yardım istemeye geliyor.

Yunanlılar ‘yarın milletvekili olursan

cezaevlerinin bu halini mecliste dile getir.

Sende bizi buradan çıkınca unutma. Bak, ne

haldeyiz.’ Diyorlar. Herkes, kendine nasıl

yardım etmemiz lazım geldiğini kendi

açısından gelip anlatıyor. Dışarıdayken

toplumun davalarıyla uğraştık diye hapse

düştük. Burada da hapiste tutukluların

sorunlarıyla uğraşıyoruz diye dışarı

atacaklar. Peki, ondan sonra ben nereye

gideyim? İçeri mi, dışarı mı? Buna kim

karar verecek?”

Cezaevinden tahliye edildikten sonra

mücadelesine kaldığı yerden devam eden

Sadık Ahmet, 8 Nisan 1990 tarihinde

gerçekleşen seçimlerde yeniden aday olur

ve ikinci kez bağımsız milletvekili seçilir.

13 Eylül 1991’de ise Batı Trakya

Türkleri’nin ilk siyasi teşekkülünü

meydana getirerek Dostluk-Barış-

Eşitlik(DEP) Partisi’ni kurar. Tüm bu

gelişmeleri endişeyle takip eden Yunan

makamları, Sadık Ahmet’in önünü kesmek

adına 1993 genel seçimlerinden önce

%3’lük seçim barajı getirir ve Batı Trakya

Türkleri’nin siyasi temsil haklarını

engeller.

Ömrü boyunca milletinin selameti için

verdiği mücadelesinde ‘esmasıyla

müsemma’ bir duruş sergileyerek

inandıklarına ‘sadık’ bir hayat yaşayan

Sadık Ahmet’in vefatı da yaşadığı hayat

gibi mahzun olur. Evli ve iki çocuk babası

olan Sadık Ahmet, milleti uğruna verdiği

mücadelesine nazire yaparcasına, Lozan

Antlaşması’nın 72. Yıl dönümünde; 24

Page 22: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

19

Temmuz 1995’te, hâlâ aydınlatılamamış

bir trafik kazasıyla, henüz 48 yaşında

hayata veda eder.

Sadık Ahmet, Batı Trakya halkının Lozan

Antlaşması, Atina Anlaşması ve Ankara

Anlaşması başta olmak üzere uluslararası

hukuk çerçevesinde sahip oldukları tüm

hakların takipçisiydi. Lozan Antlaşması

imzalandığı zamanlarda nüfusunun

%80’ini, topraklarının ise %86’nın

Türklere ait olduğu bu toprakların dengesi

zamanla değişmişti. Daha Lozan’ın ilk

yılında mübadele dışı alan olarak

tanımlanan Batı Trakya’ya 107.697 Rum

yerleştiren Yunanlılar, Müslümanların

kendi öz çocuklarına bile miras dışında

taşınmaz mal bırakılmasına müsaade

etmez yıllarca. 1974’te Türklere ait 3200

dönüm arazi, toprağı olmayan Rumlara

verilir, toprağı ekmek isteyen Rumlara

müdahale eden toprak sahibi Türklere ise

devlet arazisini işgal suçundan hapis ve

para cezaları verilir. 1978’te Gümülcine’de

4000 dönüm toprak sanayi sitesi için,

1980’te 3200 dönüm toprak üniversite

kurulması için, 4300 dönüm toprak askeri

tesis kurmak için, 1984’te 7000 dönüm

toprak cezaevi kurulması için

kamulaştırılır. Yüzlerce aile topraksız

kalarak sefalete terk edilir. 1983’te

İnhanlı Köyü’nde Türklere ait 20 dönüm

toprağın Rum köylüler tarafından gaspı,

1989 yılında tek geçim kaynağı çiftçilik

olan 15000 Türk’e ait toplam 6000 dönüm

arazinin cezaevi yapımı için

kamusallaştırılması Türklerin maruz

kaldığı hukuksuzlukların sadece bir

kaçıydı. Kendi müftülerini seçme hakları

bile ellerinden alınan bu Türkler’in, Lozan

anlaşmasına göre haklarının savunucusu

yani, hâmisi olan Türkiye Cumhuriyeti

Devleti’nin dâhi görmezden geldiği bu

zulümden kurtuluş için yegâne umudu

Sadık Ahmet olmuştu.

Şimdilerde nüfusunun %36’sının,

topraklarının ise ancak %40’ının artık

Türklere ait olduğu Batı Trakya

topraklarına bakınca kimsesiz kalmış bu

mazlum milletin Sadık Ahmet’e ve haklı

mücadelesine neden bu kadar değer

verdiğini daha iyi anlıyoruz.

Hem milleti hem de ümmeti bir olduğu

halde Hazar Denizi’nin doğusundaki, Ural

Dağları’nın batısındaki, Kıbrıs Adası’nın

kuzeyindeki, Urmiye Gölü’nün

güneyindeki, Kafkaslar’daki, Sibirya’daki

ve Rumeli’deki kardeşlerini unutanlara

veyl olsun…

Ömrünü milletine adayan Osman

Baturlara, Gaspıralı İsmaillere,

Abdulkerim Mahdumlara, Rauf

Denktaşlara, İsmail Enverlere, Eşref

Sencerlere, Yakup Cemillere, Süleyman

Askerilere ve Sadık Ahmetlere ise rahmet

olsun.

Tanrı Türk’ün yâdını dillerden

düşürmesin!

Page 23: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

20

MAĞUSA LİMANI Bülent ERDİL

Mağusa limanı limandır liman,

Beni öldürende yoktur din iman…

İskeleden çıktım yan basa basa,

Mağusa’ya vardım kan kusa kusa…

Uyan Alim uyan uyanmaz oldun,

Yedi bıçak yarasına dayanmaz oldun…

Çeşitli sanatçılarımızca seslendirilen ancak

ortak duyguyu hissettiren acıklı bir Kıbrıs

türküsüdür…

Bundan yetmiş sene önce Limasol’da

yaşayan Afrika kökenli bir Kıbrıs

Türkü’nün hüzünlü hikâyesini anlatır.

Arap Ali olarak anılan bu genç yöresinde

yiğit ve mert biri olarak tanınmakta;

oldukça sevilmekteydi. 1943 yılında

Mağusa Limanı’na mal indirmeye gider. İşi

bittikten sonra meyhaneye geçer. Orda

bulunan İngiliz askerler, işgalci olmanın

kibirliliğiyle Ali’yle alay edip; onu

aşağılarlar. İşi ileri götürüp sözlü saldırıda

bulunurlar. Yapılanlara dayanamayan Ali,

askerleri eline alıp, teker teker dövmeye

başlar. Dayağı yiyen askerler, olanca

hınçlarıyla Ali’yi süngüleyerek öldürürler.

Yörede oldukça sevilen Ali’ye ağıtlar

yakılır. Bu ağıtlar sonradan türkülere

dönüşür. Arap Ali türküsü olarak bu

türkülerin çeşitli söylemeleri Kerkük’te

bile halk arasında yayılmıştır. Ortak acı,

millet olma bilinci… Farklı coğrafyalara

dağılmış olsa bile…

Yıl 1996, yer Batı Almanya…

Batı Avrupalı, Rum ve Yunanlı motosikletli

grupların oluşturduğu bir grup Kıbrıs’ta

sınırları delip; Türk topraklarına girerek;

Türk bayrağını indirip yerine Rum bayrağı

çekeceklerini açıklarlar. Motosikletlilere

Rum –Yunan Ortodoks kiliseleri de destek

verir. ABD Büyükelçisi de sürekli

Korgeneral Hasan Kundakçı’ya gelip,

“Motosikletliler sınırınızı geçip bayrak

direğinize bir bez parçası asacaklar;

bundan bir şey olmaz.” diyerek, uyarılarda

bulunurlar. Kundakçı Paşa da ABD

Büyükelçisine, “Öyleyse Rauf Denktaş

Bey’den izin alın, ben sessiz kalayım.”

diyerek onlara tuzak kurar. Büyükelçi de

böyle bir durumda KKTC’yi tanımış

olacaklarını bildiğinden, bu tuzağa

düşmez. Kundakçı Paşa, o halde

kendilerini zorlamamalarını, sınırı geçen

kim olursa olsun kurşunlayacaklarını

söyler. Onun için sınırda bulunan bayrak

direğine çıkıp Türk Bayrağı’nı indirmeye

ve Rum bayrağı çekmeye asla

yeltenmemelerini belirtir.

Hasan Kundakçı Paşa, Türk askerlerine

şunu söyler:

“Eğer sınırlarımızı bir kişi geçer,

bayrağımızı indirirse ben Türkiye’ye

dönmem, dönemem. Alnıma tabancayı

dayar, dokunurum tetiğe…” 11 Ağustos

1996 günü, işin ciddiyetini anlayan

motosikletlilerden en az yarısı bu işten

vazgeçer; ortada sadece Rum ve Yunanlılar

kalır. 14 Ağustos 1996 günü 35 – 40

fanatik Rum ve Yunanlı Kıbrıs’a gelip;

sınırı aşar. Türk bayrağını indirmeye

Page 24: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

21

kalkınca, bayrak direğine tırmanan Rum,

Türk Bayrağı’na dokunamadan tek

kurşunla yere indirilir. Bu fanatiklere

destek veren iki İngiliz askeri de

kalçalarından vurulur. Bir anda bu olay

tüm dünya gündemine oturur. Hasan

Kundakçı Paşa’yı arayan BM Barış Gücü

Komutanı Tuğgeneral ve BM Kurmay

Başkanı İngiliz Albay: “ Sayın Generalim,

çok kötü şeyler oldu. Bayrak direğine

çıkan bir kişi öldü ve iki de İngiliz askeri

kalçasından yaralandı.” der.

Kundakçı Paşa da: “ Sizi kaç gündür

uyarıyorum. Bu işe mani olabilirdiniz,

olmadınız. Üstelik o vurulan İngiliz

askerleri de motosikletli fanatiği direğe

doğru yönelttiler. Engel olabilirlerdi,

olmadılar. Merak etmeyin Albayım, biz iki

İngiliz askerini uyardık. İsteseydik

öldürebilirdik, sadece uyardık,

öldürmedik. Onun için kalçalarından

kurşunladık.” İngiliz Albay sesini

yükseltince, Kundakçı Paşa odadaki havalı

tabancayı alır, Albaya: “ Yan taraftaki

hedefi yenile!” der. Albay şaşırarak hedefi

yeniler. Paşa, 25 metreden beş el ateş

eder. “ Oku puanları!” der. 50 üzerinden 5

kurşun da 49’a isabet etmiştir. Biraz önce

küstahça konuşan İngiliz Albay şaşırır ve

susar. Korgeneral Kundakçı devam eder:

“Türk Bayrağı’nı indirmek isteyeni, şah

damarından vurup öldürmek istedik,

öldürdük. Sizin iki İngiliz’i öldürmek

istemedik, sadece uyardık...”

Yıl 1993… Kıbrıs’taki bayrak olayından üç

sene öncesi…

PKK, Lice’ye baskın düzenleyip ilçeyi ele

geçirmek istemiştir. Saldırı sırasında

Tuğgeneral Bahtiyar Aydın şehit

edilmiştir. Bunu haber alan Korgeneral

Kundakçı Paşa ile yardımcısı Tümgeneral

İlker Başbuğ’u taşıyan helikopter yoğun

kanas ateşi altında ilçeye inmiştir. Hasta

ve yaralı askerlere moral verip; onları

silahlandırarak, eşi görülmemiş bir direniş

göstererek ilçenin düşmesi engellenmiştir.

Kundakçı Paşa, Çelik Harekatı’na da yine

yardımcısı Tümgeneral İlker Başbuğ ile

katılarak, PKK’ya karşı kahramanca

çarpışmış, adeta terör örgütünün belini

kırmıştır.

Page 25: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

22

Yıl 2013…

Bu kahramanlardan, Genelkurmay Başkanı

olan İlker Başbuğ, terör örgütü üyesi

olmaktan tutuklanıp, müebbet hapis

cezasına çarptırılır.

Bu acı durumun daha vahim yanı, onu bu

cezaya çarptıran tanıkların yıllarca Türk

kanı akıtan PKK’lılar olmasıdır… Dünkü

bebek katilleri artık tanık; kahraman Türk

yiğitleri ise artık sanıktır…

Kıbrıslı Arap Ali de şerefli Türk askeri de

ne onuruna ne de namusuna leke

sürdürmüştür.

Ne acı ki vatanı ve milleti için canını hiçe

sayan, milletinin şerefini koruyan Türk

yiğitlerine leke sürülüp; Türk Milleti’nin

namusuna kastedilirken; Türk Milleti

sessiz kalmış; olanlara göz yummuştur…

Page 26: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

23

DEĞİŞİM Selim UYSAL

Tarih boyunca toplumlar, insanlar,

yönetim biçimleri, inançlar

değişedurmuştur. Kültürler değişmiş,

ülkelerin sınırları değişmiş, milletlerin

dinleri değişmiş, fikirler değişmiş,

insanların kullandığı eşyalar değişmiştir.

Ancak değişim hiçbir zaman günümüzdeki

kadar hızlı bir hâle gelmemiştir.

Değişimin tarihine baktığımızda gittikçe

ivmesi artan bir grafik karşımıza

çıkmaktadır. Tarih öncesi çağlar dediğimiz

devirler binlerce yılda değişirken, dünyayı

topyekün değiştiren olayların günümüze

yaklaşıldıkça daha sık meydana geldiğini

görmekteyiz. Hatta bugün değişim o denli

hızlanmıştır ki değişimi yakalamak pek de

mümkün olmamakta, ancak takip

edilebilmekte, arkasından koşulmaktadır.

Peki, değişimin artan bir ivmeyle

ilerlemesinin sebepleri nelerdir? Şüphesiz

değişimin en büyük nedeni, insanoğlunun

değişim isteğidir. İnsan her zaman

değişimi sevmiş ve istemiştir. Ancak

elbette bu değişim isteğinin yoğunluğu

tarih boyunca aynı seviyede olmamıştır.

İnsanlar rahat, refah içinde ve mutlu iken

değişimi çok fazla düşünmemişler; baskı,

fakirlik, mutsuzluk arttıkça da değişimden

yana olmaya başlamışlardır.

İnsanın içerisindeki değişim isteği dışında

da değişimi sürükleyen önemli etkenler

vardır. Hatta bu etkenlerin günümüzde,

insanın değişim isteğinden daha önemli

hâle geldiğini söyleyebiliriz. Öyle ki bu

etkenler, insanın değişim isteğini dahi

etkileyebilecek bir konuma sahip

olabilmişlerdir. Bu iki etken “bilgi” ve

“iletişim”dir.

Şüphesiz, bilgi tarihin her döneminde

vardı. Filozoflar bilginin var olup

olmadığını tartışmış olsalar bile bilgi,

hayattaki her alanda varlığını

hissettiriyordu. Hz. Adem’e Allah

tarafından öğretilen isimler birer bilgiydi.

İnsanoğlunun tarih boyunca öğrendiği

diğer şeyler de öyle... İnsanların isimleri,

taştan aletin nasıl yapılacağı, ateşin nasıl

yakılacağı, yazı işaretleri, suyun kaldırma

kuvveti, Newton Kanunu, radyo dalgaları,

atomun parçalanması ve daha nicesi...

Sadece bilimler veya teknolojiyle ilgili

öğrenilenler değildi tabii ki bilgi… Dinler,

örf ve adetler, yasalar, yönetim biçimleri

de bilgilerden oluşuyordu.

Bilginin en önemli özelliği basit veya

karmaşık, bilimsel ya da kültürel, hangi tür

bilgi olursa olsun bir şeyler üretilmesini ve

yeni bilgilere ulaşılmasını sağlamasıdır.

Tarih boyunca bilimadamları ve

düşünürler tarafından ortaya konulan

Page 27: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

24

veya peygamberler tarafından aktarılan

bilgiler, arkadan gelen bilimadamı,

düşünür veya inananlar için birer yol

gösterici olmuş, onlar tarafından bir şeyler

üretilmesine yardımcı olmuştur. Tabii

bazen bu bilgilerin yanlışlığı da tartışılmış

ve daha farklı sonuçlara ulaşılabilmiştir.

Bugün teknoloji dediğimiz şeyin aslı da

bilgiden başka bir şey değildir. Teknoloji

çeşitli aletleri, eşyaları üretmek için

kullanılan bilgi anlamına gelmektedir.

Dolayısıyla “teknoloji hızla gelişiyor”

şeklinde bugün sıkça duyabileceğimiz ya

da kullanabileceğimiz cümlenin asıl anlamı

“sahip olduğumuz bilgiler sürekli artıyor

ve değişiyor”dur.

Bilginin bir kişiden diğer bir kişiye, bir

toplumdan diğer bir topluma veya bir

zamandan sonraki bir zamana aktarılması

ise iletişim yoluyla mümkün olmaktadır.

Haberleşmede kullanılan duman, taşlara

yazılan yazıtlar, papirüsler, kitaplar, radyo,

televizyon, bilgisayar diğer insanlara,

toplumlara veya zamanlara bilginin

aktarılması yani, iletişimdir. Aynı zamanda

ulaşım araçları da iletişimin birer aygıtıdır.

İşte şimdi “değişimin artan bir ivmeyle

ilerlemesinin sebepleri nelerdir?” diyerek

sorduğumuz sorunun cevabını daha açık

bir şekilde verebileceğiz. Bilgi ya da

teknoloji gün geçtikçe artıyor ve değişiyor;

bu değişim ve artış, yeni iletişim yolları ve

araçlarını beraberinde getiriyor. Bilginin

kolay dolaşımı ve bilgiye kolay ulaşılması,

onun geliştirilmesine ve ondan yeni

bilgiler üretilmesine de olanak sağlamış

oluyor yani, bilgi ve iletişim sürekli

birbirini besleyen iki kardeş olarak bir

kartopu misali gittikçe büyümekte,

gelişmekteler.

Birbirini besleyerek hızla büyüyen bu iki

kardeş bize her gün yeni teknolojiler, yeni

ürünler sunmaktadır. Dün bir bilgi ülkenin

bir yerinden bir yerine haftalar hatta aylar

sonra ulaştırılabilirken, bugün dünyanın

öbür ucundaki bir kişiyle anında görüntülü

ve sesli olarak iletişim kurabiliyoruz.

Bilginin bu kadar hızlı akışı ve bilginin

ürünlerinin hızlı değişimi insanları ister

istemez değişime zorlamaktadır. Artık

insanlar “baskı, fakirlik, mutsuzluk”

olmadan da değişimi talep eder hale

gelmiş durumdadırlar. Hatta insanlar

değişmenin herhangi bir şarta bağlı

olmadan gerekli olduğuna

inandırılmışlardır.

Bu durum çeşitli sonuçlara yol açmaktadır.

Öncelikle fikirler hızla değişmekte;

insanlar ve toplumlar bilgiye kolay

erişebildikleri (veya bilgi bombardımanına

uğradıkları) için kısa zamanlarda büyük

değişimler geçirebilmektedirler. Bu

değişimler en çok yaşam tarzı, dünya

görüşü, kültür, tüketim alışkanlıkları gibi

konularda görülmektedir.

Öyle bir noktaya geldik ki insanlar birkaç

ay önce almış oldukları son model cep

telefonunu yeni çıkan modeliyle

değiştiriyorlar, almış oldukları koltuk

takımını henüz yeni olmasına rağmen

değiştiriyorlar, arabalarını dahi sıkıldığı

Page 28: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

25

için değiştiriyorlar. Daha iyi olup

olmadığına bakmaksızın sürekli bir şekilde

daha yeninin, en yeninin peşinde koşan

insanlar, müthiş bir şekilde tüketiyor.

Tabii yukarıda belirttiğimiz gibi tek

değişen tüketim alışkanlıkları değil…

Birilerinin reklamlarla veya filmlerle

insanlara sundukları hayat tarzına da

özeniliyor. Eski hayat tarzları insanları

tatmin etmez oluyor. Onu artık yanlış ve

eski olarak görüyor, hatta eski hayat

tarzına göre yaşayan yakınlarından

utanıyorlar.

Kültür değişiyor, müzik, resim, dil zevkleri

değişiyor ve tabii ki zaman içerisinde

dünya görüşleri değişiyor. İnsanlar artık

dünyaya kendileri gibi değil, başkaları gibi

bakmaya başlıyorlar. Kendileri gibi değil,

başkaları gibi düşünmeye başlıyorlar.

Bunun da doğru olduğuna inanıyor, dünya

görüşünü değiştirmeyenlerin gerici

olduğunu söylüyorlar.

“Değişmeyen tek şey, değişimin

kendisidir.” sözünün doğruluğuna şüphe

yok. Yalnız, amaçsız, hedefsiz ve

kontrolsüz bir değişim insanlığı iyiye

değil; karmaşaya götürebilir. Şu anda

insanlık bir takım güçlerin istediği şekilde

değişmeye devam ediyor. Tek dünya

görüşü, tek kültür, tek dil ve sınırsız

tüketim...

Şüphesiz, insanlık ve bizi en çok

ilgilendiren bölümü olan Türk milleti,

yönlendirmelere karşı koyarak, kendi

benliğini, kültürünü koruyarak, kontrollü

bir şekilde değişimini sürdürmelidir.

Bunun nasıl yapılacağı ise ayrı bir yazının

konusu...

Page 29: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

26

Page 30: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

27

GÜNÜMÜZ TÜRK DÜŞÜNCESİNDE

‘’BATI PROBLEMİ’’ Haluk DOĞAN

‘’Aptal, Batı'ya (Doğu'ya) ya hayranlık

duyar, ya nefret eder, abdal ise ne

hayranlık duyar, ne nefret eder, sadece

anlamaya çalışır.’’

Dücane Cündioğlu

‘’Cihan-ârâ cihan içindedir ârâyı bilmezler

Ol mahiler ki derya içredir deryayı

bilmezler"

Hayalî Bey

Türkiye’deki felsefe çalışmalarını

incelediğimizde, felsefeyle ilgili en büyük

problemimizin bir ‘özgünlük problemi’

olduğunu görürüz. Avrupa’nın sanayi

devrimi, rönesans ve reform gibi

tecrübeler yaşaması; buna mukabil,

Osmanlı’nın kendini yenileme alanında

sürekli zafiyet içinde bulunması, düşünce

alanında da olumsuz gelişmelere, yaygın

ifadeyle ‘’kötürümleşmeye’’ sebebiyet

vermiştir. Bizce bu kötürümleşmenin en

bariz göstergesi de taklitçiliktir.

Osmanlı’nın son dönem düşünürleri,

eserlerini sürekli ‘’batı için’’ ya da ‘’batıya

rağmen’’ ama hep ‘’batıya göre’’ vermeyi

tercih etmişlerdir yani, bu dönemdeki

düşünce eserlerinin temel ölçütü ‘’batı’’

olmuştur. Peki, günümüzde bu durum

farklı mı? Bu sorunun cevabı, bize

Türkiye’deki felsefe çalışmalarının sıhhati

noktasında da ipuçları verecektir.

Türk düşüncesindeki batı problemi,

günümüzde varlığını tüm şiddetiyle

göstermekte, Ahmet Haşim’in deyimiyle

‘’bize göre’’ eserler ortaya çıkmasının

önünü tıkamaktadır. Batı ile olan bu

hastalıklı münasebet, kendisini bazen ‘’batı

hayranı’’, bazen de ‘’batı düşmanı’’ olarak

göstermektedir. Bu da temel referans

noktasının ‘’batı’’ olmasını zorunlu

kılmaktadır. Tanzimat’tan sonra ortaya

çıkan fikir akımları olan Batıcılık ve

İslamcılık da bu problemin bir sonucudur.

Tamamen batı hayranlığı üzerine kurulu

olan bu düşünce, -meseleyi vulgarize

edecek olursak- ‘’bizden adam olmaz’’

Page 31: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

28

çizgisinde neşriyat yapmakta, adeta

doğunun şerrinden Paris’in şefaatine

sığınmaktadır. Bu anlayışın Türkiye’deki

çoğu felsefe bölümünde devam etmesi de

üzülerek kabul etmemiz gereken bir

gerçektir. İslamcı ekolün günümüzdeki

tezahürlerini, ülkemizdeki çoğu İlahiyat

Fakültesi’nde görmek mümkündür. Bir

nefret ilişkisiyle kendini tanımlayan bu

ekol, zamanla aşka evrilmiş ve halkımızın

arasında yaygın olan bir kanaati yani,

‘’büyük aşkların nefretle başlayacağı’’

kanaatini müşahhaslaştırmıştır.

21. yüzyılda eğer bir Türkçe felsefe

olacaksa bunun olmazsa olmaz şartı

özgünlüktür yani, düşüncülerimizdeki

temel referans noktasının kendi tarihimiz,

kendi kültürümüz ve kendi medeniyetimiz

olmasıdır. Bunu yaparken de objektif olma

kriterini de gözden kaçırmamamız

gereklidir. ‘’Batı, her şeyini bize borçlu!’’

anlayışıyla hareket etmek, hiçbir yaramıza

merhem olmayacak; tersine, hakikatten

uzaklaşmamıza neden olacaktır.

Medeniyetimizin önemli isimlerinden İbn-i

Sina’nın, Aristoteles’in düşüncelerini

geliştirdiğini ve onun fikirlerinden hareket

ettiğini unutmamalıyız. Batı düşüncesini

eleştirmeden önce onu anlamaya, idrak

etmeye mecburuz. Yoksa batılı post-

modern düşünürlerin modernizm

eleştirilerini, batı düşüncesini eleştirirken

temel referans noktası kabul ederiz. Bu

yaklaşım, post-modern düşünürlerin de

batı düşüncesine dâhil olduğunu ve bu

düşünürlerin modernizmin birer ürünü

olduğu gerçeğini ‘ıskalamamıza’ neden

olur. Burada şu hususu da belirtmekte

fayda var: Batı ile olan ‘hesaplaşma’dan

önce, kendi tarihimizi ve kendi

kültürümüzü de iyi bir şekilde

araştırmalıyız. En az David Hume kadar

Gazâlî’yi, en az Kant kadar Farabi’yi

bilmezsek, kuru bir taklitçilikten de öteye

gidemeyiz.

İslam düşünürleri, ilk ortaya çıktığı

dönemde Grek düşüncesinden ilham almış

ve bu düşüncüleri kendi ihtiyaçlarını

gidermek için kullanmışlardır. Bu ilham

alışın bağlamı ise asla bir kopya etme

değil; bilgiye olan hürmettir. İslam

düşünürleri, kendilerinden evvel ortaya

atılan fikirleri değerlendirmiş, komplekse

girmeden de bu fikirlerden yararlanmasını

bilmişlerdir. Yaşadıkları çağın temel

problemlerini, kadim düşünürlerin

fikirlerinden ilham alarak çözmeyi

başarmışlardır. Bu sayede bir fikri canlılık

oluşmuş, nadide eserler ortaya çıkmıştır.

Page 32: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

29

21. yüzyılda yaşayan insanlar olarak bizim

yapmamız gereken de kadim

düşünürlerimizin yaptıklarından farklı

değildir. Bu gök kubbede söylenmiş tüm

fikirlerin doğal varisi bizleriz. Bu fikirleri,

kendi tarihimizden aldığımız ilhamla

değerlendirip insanlığın hizmetine

sunabiliriz. Mevlana’nın pergel

metaforundan hareketle, bir ayağımız

zengin tarihi ve kültürel merkezimiz olan

bu toprağa basmalı; diğer ayağımız ise

insanlığın düşünce mirasına katkıda

bulunan tüm medeniyetleri gezmelidir.

Fakat her halükârda merkezimiz bu

medeniyet yani, İslam medeniyeti

olmalıdır. Ancak bu sayede İhsan

Fazlıoğlu’nun dediği gibi ‘’Batı

düşünürlerinin bayisi’’ olmaktan

kurtuluruz. Bizim de teklifimiz; Batı ile

olan münasebetimizi ‘’aşk’’ veya ‘’nefret’’

ikileminden çıkarıp; bu münasebeti,

anlama ve sorgulama ekseninde yeniden

gözden geçirmektir. Batı düşünürlerinin

bayisi ya da kötü birer kopyacısı olmayıp;

ufak da olsa ‘’kendi dükkânımızı’’ açma

imkânını kovalamaktır. Tarihimiz,

kültürümüz ve medeniyetimiz bize büyük

fırsatlar sunuyor. Bu fırsatlara kayıtsız

kalma ve onları görmezden gelme lüksüne

sahip değiliz.

Şair haklı: ‘’İstikbal köklerdedir!’’

Page 33: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

30

NATURA 2000 VE TÜRKİYE - 1 Fatma Özge ÖZDEMİR

Natura 2000, 1992'de, Avrupa Birliği üyesi

ülke, Avrupa içinde tehlikede bulunan

doğal yaşam alanlarının ve canlı

türlerinin koruma altına alınması

amacıyla hazırlanmış bir çevre koruma

ağıdır. Mayıs 1992'de, Avrupa Birliği üyesi

ülkelerin hükümetleri, Avrupa içinde

tehlikede bulunan doğal yaşam alanlarının

ve canlı türlerinin koruma altına alınması

amacıyla hazırlanmış bir yönerge

tasarısını kabul etmişlerdir. 2004 ve 2007

yıllarında toplam on iki ülke Avrupa

Birliği'ne katılmadan önce Natura 2000

koruma ağının Avrupa Birliği'nin toplam

topraklarına oranı %18 olmakla birlikte;

koruma altına alınan alanların sayı ve

boyutu yeni ülkelerin de katılımlarıyla

yeniden görüşülmektedir.

Natura 2000, Kuş Direktifi ve Habitat

Direktifi yönergelerini kapsamaktadır. Bu

iki yönerge, Natura 2000 ağının

oluşumunu sağlayacak en önemli iki

hukuki metindir. Kuş direktifi, Avrupa

Birliği’nin en eski doğa koruma

mevzuatıdır. Avrupa Birliği sınırları içinde

bulunan kuş türlerinin; kirlilik, habitat

kaybı, kaynakların aşırı kullanımı ve

tahrip edilmesi sebebiyle azalması ile üye

ülkelerce oy birliği ile bu yönetmelik kabul

edilmiştir. Kuş direktifi, kuşların

öldürülmesini, yakalanmasını, yuva ve

yumurtalarının tahrip edilmesi gibi

kuşların yaşamlarını doğrudan olumsuz

etkileyen faaliyetleri yasaklar. AB’ye

katılan yeni üye ülkelerin sahip olduğu

yeni kuş türleri ve gereklilikler

doğrultusunda, Kuş Direktifi’nde

değişiklikler yapılarak, bu yeni türler

direktif kapsamında hazırlanarak tür

listelerine eklenmektedir. Natura 2000

kapsamında, Kuş Direktifi kapsamında

Yabani Kuşlar Yönergesi bulunmaktadır.

Yabani Kuşlar Yönergesi, kuş türlerin

koruma altına alınabilmesi için Özel

Koruma Bölgeleri'nin oluşturulmasını

gerekli kılmıştır.

Habitat Direktifi; Avrupa Birliği'nin 1979

yılında kabul edilen Yabani Kuşlar

Yönergesi'ni tamamlamak amacıyla

yürürlüğe konmuştur. Bu direktif, Natura

2000 Ağı ve türlerin sıkı bir şekilde

korunması sistemlerine dayanıyor.

Direktif, binden fazla hayvan ve bitki türü

ile sulak alanlar, otlaklar, özel orman

türleri gibi iki yüzün üstünde habitat

türünü koruma altına alıyor. Üye ülkeler

Habitat Direktifi kapsamında her altı yılda

Page 34: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

31

bir Avrupa Birliği’ne direktifin

uygulanması ile ilgili durum raporu

sunmak zorundadırlar. Raporların, Natura

2000 Ağı kapsamındaki alanların yanı

sıra, bu alanları çevreleyen bölgeler ile

ilgili bilgi ve veri içermesi

gerekmektedir.

Avrupa Birliği'ne üye her bir ülke, kendi

sınırları içindeki en önemli doğal yaşam

alanlarının ve buralardaki bitki ve hayvan

türlerinin bir listesini derlemek

zorundadır.

Daha sonra derlenen bu liste, Avrupa

Komisyonu'na teslim edilmelidir. Avrupa

Komisyonu'nun ilgili makamlarınca

değerlendirmeye alınan listelerde eğer

koruma altında alınması gereken bir alan

olduğu gözlenirse bu bölgeler Natura

2000'in koruma ağı içine girer. Bu koruma

ağı kapsamında; Tuna Deltası, Burren Milli

Parkı, İşkodra Gölü, Kuzey Vidzema

Biyosfer Rezervi ve yaban keçileri örnek

olarak gösterilebilir.

Natura 2000 Ağı, Avrupa Birliği

kapsamında oluşturulmuş korunan

alanları kapsar ve Habitat Direktifi

bünyesinde oluşturulan “Korunması

Gerekli Özel Alanlar (SAC)” ve Kuş

Direktifi kapsamında oluşturulan “Özel

Koruma Alanları (SPA)” ndan oluşur. Bu

alanların belirlenmesi ve korunması ile

ilgili kriterler, direktiflerde çok net bir

biçimde tanımlanmış fakat gerekli

adımların atılmasıyla ilgili tüm sorumluluk

üye ülkelere bırakılmıştır. Korunması

gerekli özel alanlar belirlenirken;

direktifin eklerinde listelenen önemli

habitatlar ve canlı türleri dikkate alınmak

zorundadır. Alan ile ilgili bu verilerin yer

aldığı liste, Avrupa Komisyonu bünyesinde

çalışan bilimsel danışmanlar komitesine

sunulur ve yapılan değerlendirmenin

ardından, uygun bulunan alanların

komisyon ve üye ülke tarafından en geç

altı yıl içinde SAC olarak ilân edilmesi

gerekir. SAC olarak ilan edilen alanlar AB

Life adı verilen Natura 2000’in en önemli

fon kaynağından yararlanma imkânı

bulacaklardır.

Özel koruma alanları belirlenirken; Kuş

Direktifi kapsamında hazırlanmış

listelerde yer alan kuş türlerini barındıran

bir alanın dikkate alınması zorunludur. Bu

alanları koruma altına aldığımızda doğal

yapısının bozulması önlenmeli ve eğer

alan ile alakalı herhangi bir proje varsa; bu

Page 35: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

32

proje titizlikle ele alınmalı, alanın ÇED

raporları çıkartılarak olumsuz bir etkisi

olmaması koşuluyla projeler

onaylanmalıdır. Korunması gerekli özel

alanlar(SAC) ile Özel koruma alanları(SPA)

arasındaki tek fark ise SAC’ler sosyal,

ekonomik ve ekolojik unsurlar göz önünde

bulundurularak, bütüncül bir yaklaşımla

hazırlanan yönetim planlarına ihtiyaç

duyarken, SPA’lar öncelikli olarak ekolojik

sistemin ihtiyaçlarını gözeten bir anlayış

içinde yönetilmesidir.

Neden kuş türlerini korumalıyız? Başka

hayvanlar değil de bundan otuz yıl önce

başlatılan bir direktifte neden kuş türlerini

temel alan direktif yürürlüğe konmuştur?

Çünkü kuşlar, bir doğal alanın, habitatın

doğal niteliklerini koruduğunun ve bu

alandaki besin zincirinin sağlıklı bir

şekilde işlediğinin önemli bir göstergesidir

ve tarım kimyasallarının bilinçsiz ve aşırı

kullanıldığı, bitki örtüsünü kaybetmiş,

sulak alanları kurumuş, katı ve sıvı

atıklarla kirlenmiş, balıkların veya

beslendikleri diğer canlıların tükenmiş

olduğu alanlarda yaşayamazlar. Bu

bağlamda kuşlar insanlara çok

benzetilmektedir. Çok çabuk olumsuz

koşullardan etkilenip, yaşam alanlarını

yitirirler. Dolayısıyla kuşların korunması,

önemli ölçüde insan yaşamı için de olumlu

etkiler yaratır ya da başka bir deyişle;

kuşların yaşam alanlarının korunması

demek, insanların yaşam alanlarının da

korunması anlamına gelir.

KAYNAKÇA

1) http://ec.europa.eu/

2) http://www.eea.europa.eu/

3) Factsheet/ The Economic Benefits

of Natura 2000

Page 36: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

33

Page 37: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

34

CEMAAT HÜKÜMET KAMPLAŞMASINA

TARAF OLAN ULUSALCI TUTUM Sertaç EKEMEN

12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından

yükselen Türkiye Siyasal İslamı’nın,

revizyondan önceki temsil mekanizması

Refah Partisi o dönemde radikal tutumları

ile ortaya çıkan siyasal söylemlerini açık

bir biçimde ifade etmekteydi. Bugün

ortaya çıkan siyasal irade, aslında Refah

Partisi ile beraber gelen radikal İslamî

sentezin Türkiye içindeki kadrolarının

tasfiye olması ile gün yüzüne çıkmaktaydı.

Nitekim Refah Partisi ve onun soft Milli-

İslamî hareketi 28 Şubat darbesi ile alaşağı

olmuş bununla beraber yükselen bağımsız

İslamî organizasyonlar da kendini post-

modern darbe çemberi içerisinde

bulmuştu.

28 Şubatta, Ortadoğu ülkeleri ve hatta

İran’daki rejimle paralellik gösteren ‘Batı

karşıtlığı ve Panislamist düşünce temelleri’

Siyasal İslamcı Fraksiyonlar etkinlik

mekanizmalarını bu tarihten itibaren bir

anda kaybetmeye başlarken yenilikçi bir

hareket olarak doğan Adalet ve Kalkınma

Partisi 2002 yılında kendini kontrol

mekanizması içerisinde buluyordu.

Radikal Sunni İslam’la arasına bir fark

koymak isteyen yönetişim mekanizması,

daha iktidarının ilk günlerinde Milli görüş

gömleğini çıkarttığını belirtmişti.

Bu süreç içerisinde, 28 Şubat sonrası

‘sabıkalı’ bir yapılanma içerisinde olan

Yenilikçi Hareket, geliştirmiş olduğu

söylemleri ile beraber kendini merkez

sağa adapte etmeye ve 1946 Demokrat

Parti iktidarından başlayan bir geleneğin

milenyum sonrası temsilcisi olma görevini

üstlenmeye çalışmaktaydı. Bu dönemden

önceki Milli Görüş hareketinin Şer’i

kaideler ışığında hareket eden ve İslamcı

bir yönetimin amaç olduğu siyasal

hedefleri, artık araç haline almış; yeni

hareketin amacı “merkez” bir parti olup

DP-AP-ANAP çizgisinde efsanevi bir

merkez sağ olma güdüsüne nail olmuştur.

Page 38: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

35

AKP içerisinde İslamcı faktörlerin hali

hazırda olmaya devam ettiği gerçeği bir

kenara dursun; Adalet ve Kalkınma pratiği

kendi meşruiyetini ve politika yapma

kapasitesini, CHP ve tek parti yönetimi

üzerinden, gerçekleştirmeye çalışmıştır.

AKP içerisinde radikal İslamcı

mekanizmalar varlığı, sonuç ve gelişme

içerisinde varlıklarını korumaktaydı. İşte

bu yüzden Adalet ve Kalkınma Hareketi,

yenilikçi yapılanması içerisinde bu İslamî

odakları da yönetişime ortak etmek

durumundaydı. Özellikle

Cumhurbaşkanlığı seçim döneminde

merkez sağ geleneğinden gelen Köksal

Toptan’ın Meclis Başkanı seçilmesi, Ordu

ve Parti içi İslamcı çevrelerin arasında

kalan AKP dinamikleri, Cumhurbaşkanlığı

koltuğuna İslamcı çizgide kalan ismi

taşımak durumunda kalmıştır.

Abdullah Gül’ün Devlet Başkanlığı statüsü

ve Dışişleri Bakanlığı’ndan gelen ılımlı

mizacı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın

hırçın söylemlerine nazaran, ulusalcı ekol

içerisinde daha cazip bir hal almaktaydı.

Erdoğan’ın pragmatizmine karşın Bülent

Arınç ve Abdullah Gül gibi AKP

kurmaylarının İslamcı ideolojileri

benimsemesi veyahut bu husustan taviz

verdiklerine dair bir beyanda

bulunmamaları… Ayrıca ‘Hizmet Hareketi’

içerisinde bir saygınlıklarının bulunmaları

‘Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olduğu

dönemde (Fettullah Gülen’in tebrik

mektubu ve Bülent Arınç’ın Pennsylvania

görüşmeleri) Ulusalcı akımının içerisinde

bulunduğu cemaat yakınlaşmasının rejime

muhalif kanatlarla doğrudan ilişkiye

geçme riski taşıdığının bir göstergesi

olmakta ve Cumhuriyet’in kurgulandığı

tarihlerden beri çizgisinden şaşmayan

Ulusalcılığın ana muhalefet hareketi ile

beraber bir dönem pragmatizmine gebe

olduğunu bizlere göstermektedir.

Page 39: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

36

KUTADGU BİLİG IŞIĞINDA YÖNETİCİ

ALGISI Hicran KIZIL

Toplumların zaman içerisinde gelişimiyle

birlikte siyasi teşkilatlanma artmış bu da

devletin oluşumunu zorunlu hale

getirmiştir. Devletin oluşumu konusunda

bir görüş birliği olmamakla birlikte

Rousseau, devleti insanların haklarını

topluma devrederek siyasal toplumu

oluşturması olarak; İbn-i Haldun ise sosyal

örgütlenmenin bir zorunluluğu olan

organik bir yapı olarak tanımlamaktadır.

Türklerde devlet anlayışının dayandığı

temel kavramlar; vatan, millet,

bağımsızlık, egemenlik anlayışıdır. Bu

kutsallar bozkır hayatından teşkilatlı

siyasal örgütlenmeye geçme noktasında

başat rol oynamıştır. Türk devlet yapısını,

siyasal sisteminin ve yöneticilerin nasıl

olması gerektiğini en iyi tasavvur eden

eserlerin başında da şüphesiz Yusuf Has

Hacip’in ‘Kutadgu Bilig’i gelmektedir.

Kutadgu Bilig, 1070 yılında Türk yönetim

yapısının nasıl olması gerektiğini ortaya

koymuştur. Has Hacip’in ideal devleti,

demokratik, laik, sosyal bir hukuk

devletidir. Halk ile devlet arası ilişkileri

belirleyen, baskı ve otorite değil; ‘akıl’ ve

‘bilgi’ olmuştur.

Toplum yapısını ayakta tutan ‘daire-i

adalet’ anlayışı ise: “Ülkeyi elde tutabilmek

için orduya ihtiyaç vardır. Orduyu besleyip

donatmak için çok mal ve servet gerekir.

Orduyu besleyip donatacak parayı

bulabilmek için halkın zengin olması

lazımdır. Halkın zengin olması için de

yöneticiler doğru yasa koymalıdır.

Bunlardan biri ihmal edilecek olursa diğer

dördü de işe yaramaz; dördü de işe

yaramaz olunca devlet yönetimi çözülür

ülke düzeni bozulur.” demektedir.

Bu adalet anlayışının bozulmaması için

bireylerin yasalara uyması kadar

yöneticilerin de hukuka sadık kalması ve

dolayısıyla hukukun herkes için eşit

olması elzemdir. Bu noktada eline otorite

geçen devlet adamları, bunu milletin

üzerinde baskı aracı olarak kullanırsa,

meşruiyetinin kaynağı olan millete karşı

Page 40: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

37

gelmiş olacak ve meşruiyetini yitirmiş

olacaktır.

Liberal demokrasi ve küreselleşme aygıtları

Ulus devletin meşruiyet kaynaklarını da

değiştirmeye çalışmaktadır. Bu değişim

bireysel, yerel ve küresel unsurlardır. Ulus

devletin ise küreselleşme karşısında

meşruiyetini devam ettirebilmesinin

yegâne yolu, ‘hukuk devleti’ anlayışından

taviz vermemesidir. Bu noktada devlet

yöneticileri, siyasal temsilciler ve en başta

otoriteyi elinde bulunduran kurumun başı

‘doğruluktan’ sapmamalı, kişisel

menfaatlerden uzak durmalı, milletin

faydasını her şeyin üzerinde tutmalıdır.

Haklı olanlara karşı yumuşak başlı olmayı

bildiği kadar zalimlere de ‘Yavuz’

olmaktan vazgeçmemelidir.

“Eğer doğru eğilirse kıyamet kopar. Ben

işleri doğruluk ile hallederim, insanları bey

veya kul diye ayırmam. Benim bu asık

suratlılığım, sertliğim bana gelen zalimler

içindir. İster oğlum, ister yakınım veya

hısımım olsun, kanun karşısında benim için

bunların hepsi birdir. Hüküm verirken

hiçbiri beni farklı bulamaz. Beyliğimin

temeli doğruluktur.”(2)

Adalet ve doğruluk anlayışıyla devletin

halka hizmet etmesi Türk devletlerinin en

önemli özelliklerinden biridir. ”Devlet

baba” deyimiyle kutsallık atfedilen

devletten beklenen, adalet ve doğruluk

anlayışından vazgeçmemesidir. Bu

anlayıştan vazgeçilmesi, mevcut durumun

gücünden faydalanarak senin gibi

olmayanları ötekileştiren bir hükümranlık

anlayışı, tiranlığın bir tezahürüdür. Devlet

adamının yapması gereken toplumu

kutuplaştırmak değil; bilakis, uzlaşma ve

hoşgörü kültürünü yaymaktır.

Kutadgu Bilig’de devletin kaynağı, insanlar

arasındaki ilişkilerin ölçütü ‘akıl’ ve

‘bilgi’dir. Yöneticiliğin baş vasfı da esasen,

Max Weber’in sınıflandırmasıyla bireyin

istisnai özelliğine ve emrin kutsallığına

dayanan ‘karizmatik otorite’ değil;

normatif kuralların meşruluğu ve

yasaların meşruiyetine dayanan ‘yasal

otorite’ anlayışıdır. Yasal otoritede hiçbir

görev yeri onu yapan kişinin mülkiyeti

değildir. Bu da görevi elinde bulunduran

kişiye bağımsızlık ve objektiflik atfeder.

Hem devlet başkanlığında hem de

bürokratik makamlarda bulunan kişilerde

‘liyakat’ anlayışı egemen olmalıdır. Aklı ve

bilgiyi egemen olmayan hiçbir kişi layık

olmadığı makama getirilmemelidir.

“Bilgisiz başköşeyi ele geçirirse, başköşenin

değeri kalmaz. Eşik ondan daha değerli

olur. Eğer bilgine eşikte oturmak düşmüşse,

o eşik başköşeden daha değerlidir. İster

Page 41: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

38

kürsü, ister başköşe olsun burayı

değerlendiren, saygınlık kazandıran

bilgidir.”

Günümüz Türkiye’sinde ise devlet

adamlığının temel şartı riyakârlık haline

gelmiştir. Yöneticilerin rehberi ‘akıl’ ve

‘bilgi’ olmaktan çıkmış, yöneticiler siyasal

otoritenin salt savunucusu haline

gelmişlerdir.

Neticede devlet başkanının bilgiye önem

vermediği toplumlarda düzenin bozulacağı

aşikârdır. Yusuf Has Hacip de bunun

üzerinde çok durmuş “Hangi bey bilgili ve

akıllı ise daima bilginleri kendine yakın

tutmuş, onların bilgilerinden

yararlanmıştır.” diyerek ‘danışma’

makamının önemini vurgulamıştır. Devlet

başkanının ‘biz sizden öğrenecek değiliz’

gibi bir kibirle değil; bileni baş tacı yaptığı

bir anlayışla yönettiği ülkede düzen

sağlanacaktır.

‘’Doğruluk yerini Nice eğriliğe bıraktı.

Gönüller katılaştı, diller yumuşadı.

Doğruluğun kendisi uçtu gitti, kokusu

kaldı.

Düzen değişti, yasalar bozuldu; ak ve

kara ayırt edilemez oldu.

Her şeye gücü yeten Rabbim, sonumuzu

hayırlı kılsın.’’

KAYNAKÇA

1)Hacip, Yusuf Has, ‘’Kutadgu Bilig’’, Türk

Diyanet Vakfı Yayınları, 2013 Ankara.

2) Weber Max, ‘’Bürokrasi ve Otorite’’,

Adres Yayınları, 2011 Ankara.

3) Doğan, Nejat, ‘’ Kutadgu Bilig’in Devlet

Felsefesi II’’, Sosyal Bilimler Enstitüsü

Dergisi s:13 yıl:2002.

4) Ateş, Davut, ‘’Ulus Devletin Siyasal

Meşruiyeti: Küreselleşmenin

Yansımaları’’, Ekonomik ve Sosyal

Araştırmalar Dergisi, Güz: 2007, Cilt:3

Sayı:2

Page 42: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

39

Sevgili Gencay Dergisi okurları;

Gencay Dergisi, 2014 yılı ile birlikte yeni bir bölümle sizlerle

buluşmaya devam edecektir. “Konuk Yazarlar” isimli bölümümüzde

sizlerin yazılarına da yer verilecektir.

Bunun için özgeçmişinizi ve yazı/şiir/öykü örneklerinizi

[email protected] adresine göndermeniz yeterli olacaktır.

Editöryamız tarafından incelenecek olan yazılarınız, uygun

bulunduğu(içerik, yazı kalitesi, imlâ kriterleri) takdirde sizlerin de

bilgisi dâhilinde olmak üzere her ay sırayla yayınlanacaktır.

İlk yazımız, Fatih Orta tarafından kaleme alınmıştır ve Ocak sayısında

siz değerli okuyucularımızla buluşacaktır.

Saygılarımızla…

Gencay Dergisi

Page 43: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

40

GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN

Page 44: Gencay Dergisi - Sayı 23 - Aralık 2013

GENCAY

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI

MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.