agorakitaplığı - media.turuz.com · (1990), 1780'den günümüze milletler ve...

210

Upload: others

Post on 16-Sep-2019

24 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

agorakitaplığı190

E R IC J . H O B S B A W M

9 H aziran 1917'de M ısır'ın İskenderiye şeh rin d e dogan Eric Jo h n E m est H obsbaw m , V iyana'da öğ ren im g ö rd ü k ten so n ra C am bridge Ü niversitesi'ne girdi. Daha so n ra Londra Ü niversitesi, C ornell Ü niversitesi, Ecole des H au- tes E tudes en Science Sociales dah il o lm ak üzere L ondra Ü niversitesi, Birk- beck C ollege'de em ekli o lana k ad ar çeşitli ün iversite lerde çalıştı. K itapları d ü n y an ın hem en hem en b ü tü n ü lkelerin d illerine çevrilen b ü y ü k M arksist tarihçi Hobsbavvm’m başlıca y a p ıd a n şu n lard ır: İlkel Asiler (1 9 5 9 ), C az Sah­nesi (1959-1989-1993), Ter Döken İnsanlar (1 9 6 2 ), Sanayi ve İmparatorluk (1964), Kaptan Swing (G eorge Rud6’yle b irlik te , 1969), H aydutlar (1969- 1981), Devrimciler (19 7 3 ), Serm aye Çağı (1 9 7 5 ), Devrim Çağı (1982), Gele­neğin İcadı (1983), İm paratorluk Çağı (19 8 7 ), M arseillaise'in Y ankılan (1990), 1780'den G ünüm üze M illetler ve M illiyetçilik (1990-1992), A şm lık la r Çağı: Kısa 20. Yüzyıl Tarihi (1 9 9 4 ), Sıradışı İnsanlar (1998), Tarih Üzerine (1998) ve Tuha f Zamanlar: yirm inci Yüzyılda Geçen Bir Öm ür (2003).

OSMAN AKINHAYI9 6 0 , İzmir, Û dem iş doğum lu . 1976’da SBF’ye, 1980'de hap se girdi. İçeride çevirm enliğe başladı, 90 'a yak ın k itap çevirdi. Gün Ağarmasa (2002) ve Ölü­me B akm ak (2005) adlı iki rom anı; Piyasa Sosyalizm i Tartışması (1991) ve û z c a n Û zcn 'le b irlik te hazırladığı Çeçenisıan: Yok Sayılan Ülke (2002) ve Dünyanın Bütün Soka kta n İsyanda (2 0 0 3 ) başlıklı ü ç derlem esi, M ehm et U gur'la yaptığı M üzakerelerden Üyeliğe: A B -T ûrk iye Gündemindeki Sorunlar (2005) adlı b ir söyleşi k itab ı var.

EricJ. Hobsbawm

KÜRESELLEŞME, DEMOKRASİ VE TERÖRİZM

T ü rk çesi: O sm an A kınhay

aagorakitaplığı

Siyaset 33

K üreselleşm e, Dem okrasi ve Terörizm

Eric J. Hobsbawm

Kitabın özgün adı:

Globalisation, Democracy and Terrorism

Little, Brown, 2007, Londra

İngilizce'den Çeviren: Osman Akınhay

Kapak tasanm : M ithat Çınar

Dizgi: Sibel 'Yurt

© 2007, E ricJ. Hobsbawm

© 2008; bu kitabın Türkçe yayın haklan

Akçalı Ajans aracılığıyla Agora Kitaplığı'ıia aittir.

Birinci Basım: Şubat 2008

ISBN: 978-605-006-012-6

Baskı ve Cilt: İdil Matbaacılık

Tel: (0212) 674 66 78

AGORA KİTAPLIĞI

G üm üşsüyü Mahallesi Osmanlı Yokuşu,

M uhtar Kâmil Sokak No: 5/1 Taksim/ISTANBUL

Tel: (0212) 243 96 26-27 Fax: (0212) 243 96 28

B irkbech’e...

İÇİNDEKİLER

Ö n s ö z .............................................................................................. ix

1) 20. Yüzyılda Savaş ve B a n ş .................................................. 1

2) 21. Yüzyılın Başında Savaş, Banş ve H egem onya 20

3) Amerikan Hegemonyası Britanya lm paratorlugu’ndan Neden Farklıdır? ............................43

4) İm paratorlukla™ Sonu Ü zerine.......................................72

5) Yeni Yüzyılda Milletler ve Milliyetçilik .........................83

6) Demokrasinin G eleceği.............................................. .98

7) Demokrasiyi Yaymak .......................................................122

8) T e r ö r .................................................................................... 128

9) Şiddet Çağında Kamusal D ü z e n .................................... 149

10) im paratorluk Gittikçe ve Hâlâ Genişliyor .................. 167

ÖNSÖZ

20. yüzyıl, insanlık tarihindeki en olağandışı çağdı; çok olağandışıydı ve bu niteliğiyle benzeri görülm em iş insani fe­laketleri, köklü m addi iyileşmeleri ve gezegenimizin çehre­sini dönüştürm e -belki de onu yok etme- yeteneğimizde, hatta gezegenimizin dışına çıkm a kapasitem izde eşine rast­lanm ayan bir artışı yansıtıyordu: Peki bizler, böylesi bir yüz­yıldan nasıl yapar da geriye, ‘aşırılıklar çagı’na, ya da ileriye, eskisinin bağrından kopan yeni çağın önüm üze açtığı pers­pektife bakabiliriz?

Makaleler derlem esinden oluşan elinizdeki kitap, bir ta­rihçinin üçüncü m ilenyum un başındaki dünyanın hali ile bugün karşı karşıya olduğum uz başlıca siyasal sorunları ir­

ix

deleme, analiz etme ve anlam a çabalarının bir ü rünüdür. Bu derlemede yer alan m akaleler benim daha önceki yayınlarım­da, özellikle de ‘kısa yüzyıl’ı anlattığım Aşırılıklar Çağı baş­lıklı tarih çalışmamda, Antonio Polito’yla söyleşilerimden oluşan Yeni Yüzyıl adlı kitabım da ve daha önce yayınlamış olduğum Milletler ve Milliyetçilik adlı incelem emde ortaya koyduğum görüşleri tam am lam akta ve güncelleştirm ekte­dir.* Zaten dönem dönem böylesi çalışmalara girişmek bir tarihçi açısından zorunluluktur.

Tarihçiler, yukarıda andığım türden çabalara nasıl katkı­da bulunabilirler? Tarihçilerin asıl işlevi, başkalarının u n u t­tukları -ya da unutm ayı diledikleri- şeyleri hatırlam anın ya­nı sıra, çağdaş kayıtlardan m üm kün olduğunca geriye uza­narak maziye bakm ak ve geçmişi daha geniş bir bağlamda, daha uzun b ir perspektifle görüp değerlendirm ektir.

Esas olarak siyasal tem alara yoğunlaştığım buradaki in ­celem eler derlem esinde, özellikle günüm üz açısından ber­rak ve donanım lı b ir düşünm e sürecine dalm ayı gerekti­ren beş alana odaklanm ayı seçtim ; a) 21. yüzyıldaki genel savaş ve banş so runu ; b) dünya im parato rluk ların ın geç­m işi ve geleceği; c) m illiyetçiliğin doğası ve değişim için ­deki bağlam ı; d) liberal dem okrasin in önünde uzanan yol; e) siyasal ş idde t ve terö r so runu . Saydığım bu sorun ların hepsi de, birb iriy le bağıntılı iki gelişm enin (insan tü rü n ü n teknolo ji ve ekonom ik faaliyet vasıtasıyla gezegeni değiş­tirm e becerisinde gözlenen m uazzam ve kalıcı hızlanrna ile küreselleşm enin) egem en olduğu b ir dünya sahnesinde

*) Burada bahsi geçen kitapların ikisinin Türkçe’leri için bkz. Kısa 20. Yüzyıl: Aşırılıklar Çağı, çev. Yavuz Alogan, Everesi Yayınları, 2006; Milletler ve Milliyet­çilik, çev. Osman Akmhay. Ayrımı Yayınları, 1995.

m eydana gelen b ir o rtam ın çehresini sunarla r bize. Bun­lardan ilki, tekno lo jin in katkısı, şu ana değin siyasal ka­ra rlan alan kişiler ve kesim ler üzerinde ne yazık ki önem ­li b ir etk ide bu lunam am ıştır. E konom ik büyüm eyi azam i­ye çıkarm aksa, h ü küm etle rin am acı o larak kalm aya devam etm ektedir, aynca küresel ısınm a k riz in in üstesinden gel­meye yönelik etkili adım lar atılm ası gibi gerçekçi bir pers­pek tif de ortada yok tur.

Ö bür yandan, 1960’lı yıllardan beri küreselleşm enin durm adan hızlanan ilerleyişi, yani dünyan ın birbiriyle doğ­rudan bağlı faaliyetlerin -yerel sınırlarla engellenm eyen bir kapsam da sürdürü ldüğü- tek bir birim haline gelmesi, hiçbir kontrol tanım ayan küresel serbest pazarın şim dilerde ege­m en olan biçimi üzerinde derin bir siyasal ve kültürel etki bırakm ıştır. Gerçi bu kitapta okuyacağınız denem elerde bu k o n u lan fazlasıyla özgül bir şekilde ele alıp tartışıyor deği­lim ve b u n u n esas sebebi de siyasetin p ra tik olarak bu sü­reçten halen etkilenm eyen b ir insani faaliyet alanı olması­dır. Ö rneğin, İsviçreli KOF Küreselleşm e Endeksi (2007), bu ölçüleri or-taya koym ak gibi zorlu b ir görevin altına gir­diğinde, ekonom ik akış ile enform asyon akışı, kişisel te­m aslar ya da kültürel yayılma endekslerine (örneğin, kişi başına M cDonald’s lokantalannm ve IKEA’larm sayısına) ulaşm akta bir güçlük çekmemişti; oysa siyasal küreselleşm e için b ir ülkedeki büyükelçiliklerin sayısı, uluslararası ku ru ­luşlara üyelik ve BM Güvenlik Konseyi heyetlerine katıl­m aktan daha iyi ‘siyasal küreselleşm e’ ölçüleri olamazdı.

Küreselleşmeyle ilgili b ir genel tartışm a bu kitabın kap­samı dışında kalıyor olabilir, ancak bu konuda üç genel

xi

gözleme yer verm enin, aynı meseleyle bağlanalı tem alara daha iyi bakmayı sağlayacağı da açıktır.

Birincisi, ha lihazırda yerleşik b ir m oda haline ge tiril­miş olan serbest piyasa küreselleşm esi, gerek devletler arasındaki gerekse u luslararası ölçekteki ekonom ik ve toplum sal eşitsizlik leri gözle g ö rü lü r derecede a rttırm ış­tır. Bu ku tup laşm an ın , aşırı y o ksu lluk koşu llarında genel b ir azalm aya rağm en, ü lkele r iç inde de sü rü p gitm ediğine dair herhangi b ir işaret yok tur. Ö zellikle de aşırı ekono ­m ik istik rarsız lık (1990’larda kü rese l serbest p iyasanın yarattığı istik rarsız lık lar gibi) koşu llarında bu eşitsizlik te gözlenen kabanş, yeni yüzyılda tan ık lık ettiğ im iz belli başlı siyasal ve top lum sal gerilim lerin köken in i o lu ştu ru r. U luslararası eşitsiz lik ler yeni Asya ekonom ilerin in yükse­lişinden gelen basınçtan kaynaklandığ ı sürece, gerek eski Kuzey ü lkelerin in halk ların ın görece astronom ik hayat s tandartların ın , gerekse H indistan ve Çin gibi m uazzam çoklukta nüfuslara sah ip ü lkele rin bu tü rde bir standard ı tu ttu rm aların ın im kânsızlığ ın ın , k end ine özgü ülke içi ve u luslararası gerilim lere yol açacağını söylem ek çok doğal olacaktır.

İkincisi, bu küreselleşm enin etkisini en çok hisseden ke­sim ler, küreselleşm e sürecinden en az faydalanan kesim ler­dir. Bu konudaki görüşlerde giderek daha fazla kutuplaşm a görülm esinin (küreselleşm enin negatif etkilerinden k o run ­ma potansiyeline sahip olanlar -m aliyetlerini ucuz emeğin olduğu ülkelere ‘havale eden' girişim ciler, ileri teknolojili işlerde istihdam edilen profesyoneller ve piyasa ekonom ile­rinde yüksek gelirle iş bulabilecek yüksek öğrenim m ezun­

xii

lan- ile böylesi im kânlara sahip olm ayanlar arasındaki te­mel görüş farklılıklarının) kaynağı da budur. Zaten bu yüz­den, eski ‘gelişmiş ülkeler’de çalışm alan karşılığı aldıklan ücretler ya da m aaşlarla hayatlarını sürdürenlerin çoğu açı­sından bile, 21. yüzyılın başı -uğursuz demesek de- so run­lu bir geleceğe işaret etm ektedir. Küresel serbest piyasa, kendi devletleri ve refah sistem lerinin kendi hayat tarzlan- nı korum a yeteneğini yok etm iştir. Küresel bir ekonomide işlerin çoğu, ülke dışındaki, Batı’daki ödem e dilim lerinin sadece bir kısm ıyla aynı derecede vasıflı çalışma ortaya ko­yan insanlarla halledilm ektedir; ülke içindeyse, yoksullu­ğun büyük küresel köylerinden gelen yoksullardan oluşan -M arx’in nitelem esiyle- ‘yedek emek ordusu’n u n küreselleş­m esinin yarattığı baskı söz konusudur. Haliyle, böylesi bir tablo geleceğe dair siyasal ve toplum sal istikrarın egemen olacağı bir çağ vaat etm em ektedir.

Û çüncüsü, küreselleşm enin fiili ölçeği -herhalde, esas olarak A vrupa’da b u lunan ve genel olarak küçüm en sayıla­bilecek devletler hariç- hâlâ belli b ir düzeyde kalırken, si­yasal ve kü ltü re l etki oransız denebilecek ölçüde büyüktür. Dolayısıyla, doğdukları yerden başka b ir ülkede yaşayan in san lann dünya ölçeğindeki payı henüz yüzde 3’ü aşma­m akla b irlik te, göçün Batı’n ın çoğu gelişmiş ekonom isinde ağırlıklı bir siyasal so runu teşkil ettiği ileri sürülebilir. E konom ik küreselleşm eyi gösteren 2007 KOF endeksinde (2004 yılı verilerine göre), ABD 39., Almanya 40., Çin 55., Brezilya 60., G üney Kore 62., Japonya 67. ve H indistan 105. sıradadır (fakat Brezilya dışında bu ülkelerin hepsinin ‘sosyal küreselleşm e’ m erdiveninin daha üst sıralarında yer

xiii

aldığı da bir vakıadır -In g ilte re ’n in gerek ekonom ik gerek­se sosyal küreselleşm ede ‘en iyi on’ içinde yer alan tek bü ­yük ekonom i o lduğuna ayrıca d ikkat edilm elidir). Bu tab­lo tarihsel bakım dan geçici bir fenom eni tem sil ediyor ol­sun olm asın, kısa vadede b u oransız derecede büyük etk i­n in ciddi u lusal ve u luslararası siyasal sonuçlar doğuraca­ğını söylem ek b ir kehanet olm ayacaktır. Benim tahm inim odur ki, şu ya da bu şekilde sergilenm ekte olan siyasal di­renç -her ne kadar form el korum acı politikaları canlandır­ma ihtim ali artık pek görülm ese de-, önüm üzdeki birkaç on yıl içerisinde serbest piyasa küreselleşm esinin ilerleyişi­ni yavaşlatm a potansiyeline sahiptir.

Bu kitapta savaş, hegem onya, im paratorluklar ve em ­peryalizm , halihazırdaki m illiyetçi devletler ve kam usal şiddet ile te rö rün dönü şü m ü üzerine yer verdiğim bölüm ­lerin , o ku r nezdinde yazarın ın ek yorum larda bulunm ası­na ihtiyaç duyurm aksızm da b ir anlam ifade edeceğini um uyorum . A ynca, yazar kaba Batı siyasal söylem inin en kutsal inek lerinden b irin in genellik le sanılandan daha az süt verdiğini gösterm eye çalışm anın son derece tartışm alı o lduğunu iyi b ilm esine rağm en, dem okrasi üzerine kale­m e alm ış o lduğum iki b ö lü m ü n de aynı etkiyi doğuracağı inancındayım . G ünüm üzde Batı’m n kam usal söylem inde dem okrasi hakk ında, özellik le de rakip partilerden birin i tercih eden seçm enlerin a ritm e tik çoğunluklarıyla seçilen hüküm etlere atfedilen m ucizevi özellikler hakkında edilen laflar, başka konu larda yapılan konuşm alarda, ha tta siya­sal içerik li tartışm alarda belirtilen görüşlerden daha saçma ve ıv ır zıvır n ite lik ted ir. ABD’de son dönem de ‘söz’, ger-

X İV

çeklikle b ü tü n bağını kaybetm iş duum dad ır. O yüzden be­nim bu kitabım a aldığım m akalelerim , aklı ve sağduyuyu elden b ırakm adan ve -onlara danışarak ve o n lan n rızasını alarak- ‘halk iç in yönetim ’ (zengin ve fakir, ap tal ve zeki, bilgili ve cahil b ü tü n insanlar için yönetim ) fikrine sada­katte k u su r etm eyerek, sıcak havayı soğu tm ak gibi m ecbu­ri b ir göreve yapılm ış küçük bir katkıdır.

Bu derlem eye dahil edilm iş ve gerekli olduğu yerleri güncelleştirilm iş olan m akaleler, çoğunluk la çeşitli top ­lantılarda b ir araya gelen insanlara su n u lan , dünyan ın -ya da o n u n büy ü k k ısm ının- bugün kend in i içinde bulduğu du rum u serim leyip açıklam a getirm eye çalışan konferans ve konuşm a m etin le ri olarak kalem e alınm ışlardır. Dolayı­sıyla bu m akaleler, hepim izin yeni yüzyılın başında yüz yüze geldiğim iz problem leri tanım lam aya yardım cı olabi­lir, am a yine de herhang i bir program veya p ratik çözüm önerm eye kalkm azlar. 2000 ile 2006 y ıllan arasında kale­m e alınm ış o ld u k la n için de, 2001’de ABD hüküm etin in , o zam ana değin genel kabul gören u luslararası anlaşm ala­rı hüküm süz sayarak, dahası gerek gördüğü ve dilediği her du rum da saldırı savaşlan ya da başka askeri operasyonlar başlatm a hakk ın ı kend inde alıkoyarak, aynca fiilen bu yönde hareket ederek, tek odaklı bir dünya hegem onyası­nı dayatm aya karar verm esiyle belirlenen bu dönem in öz­gül u luslararası kaygıları ve m eselelerini yansıtırlar. Irak Savaşı’nm bozguna varacak b ir şekilde sarpa sarm ası d ik­kate a lınd ığ ında, bu pro jen in hiç de gerçekçi olm adığını ortaya koym ak a rtık şart değildir. Zaten bizim bu p ro jen in başan lı o lup olm adığına ilişkin so rum uz da bu yüzden ta­

XV

m am en akadem ik bir çerçevede kalm aktadır. Yine de, k en ­di im zam ı taşıyan bu denem elerin , ABD’n in söz konusu projesine kök ten eleştirel açıdan yaklaşan b ir yazann elin­den çıkm ış olduğu açıkça bilinsin ve okurlar da bunu m utlaka akıllarında tu tsu n lar isterim . Bunu vurgulam a­m ın sebebi, k ısm en, yazarın siyasal inançların ın (ister on ­ları fethederek ku rban larına iyilik yaptık ların ı iddia eden büyük devletlerden, isterse renkli derili insanların davra­n ışları karşısında kendi düzenlem eleri lehine ve kendi ad­larına doğal bir ü s tü n lü k atfeden beyazlardan kaynaklan­sın, em peryalizm e düşm an olm ası dahil) kuvveti ve yıkıl- mazlığıysa; kısm en de, güçleri ya da başarıların ın sın ır ta­nım adığına inanan devletlerle egem enlerin m eslek hasta lı­ğı sayılan m egalom aniye karşı m antık i bir tem eli bu lunan şüpheci eğilim lerim dir.

2001 yılından beri ABD’li ve Britanyalı politikacılar, pa­ralı parasız avukatlar, retorikçiler, haber ajansları, lobiciler ve am atör ideologlar tarafından yayılıp, ABD’nin her türlü girişim ini m azur gösterm eye yarayan argüm an ve yalanların çoğu, artık bizi h içbir şekilde oyalayamıyor. Ö te yandan, in ­san haklarını m uhafaza etmeye ya da yerleştirm eye yönelik silahlı sınır ötesi m üdahalelerin , küresel barbarlığın, şidde­tin ve düzensizliğin büyüyüp azgınlaştığı bir çağda m eşru, bazen de gerekli olduğu şeklindeki genel önerm enin haklı­lığını savunm ak -hele ki İrak Savaşı dikkate alındığında- ar­tık daha az m üm kündür. Bazılarına göre, bu durum , dünya çapında bir emperyal hegem onyanın (ki, özellikle de bu he­gemonyayı sağlayabilecek tek bir devletin, ABD’nin hege­m onyasının) istenilir b ir şey olm ası görüşünü içerm ektedir.

xvi

İnsan hakları em peryalizm i diye de nitelenebilecek olan bu önerm e, kam usal tartışm alara, kom ünist Yugoslavya’nın çö­zülm esinden sonra patlak veren, en acı sonuçlan Bosna’da (bitm ek bilm eyen karşılıklı katliam lara ancak dışarıdan bir silahlı gücün -ki böyle bir gücü kullanabilecek ve kullanm a­ya istekli olan taraf da yine sadece ABD’ydi- son verebilece­ği izlenim i uyandırılan bir ülkede) yaşanan Balkan çatışma­ları sırasında girm işti. ABD’n in o bölgede tarihsel, siyasal ya da ekonom ik, hiçbir özel çıkannın bulunm am ası, onun m ü­dahalesini daha etkileyici ve görünüşte fedakârca bir tutum olarak gösterm eye yanyordu. Değişik yer ve zam anlardaki m akalelerim de bu noktaya kendim bilhassa değinm işimdir. Her ne kadar benim yazılarım -özellikle “Demokrasiyi Yay­m ak” başlıklı m akalem - bu görüşü yadsıyan sebepleri derli toplu bir şekilde sıralıyorsa da, bu noktada bazı ek gözlem­lerde bu lunm ak yersiz kaçmayabilir.

Uluslararası politikalarını hayata geçirme arzusu içinde­ki büyük devletlerin/güçlerin insan hakları savunuculuğu­na uyan tu tum lar takınabilecekleri, bu yönde b ir politika iz­lem enin sağlayacağı ‘iyi tanıtım ’ın farkında o lduk lan görü­şü esastan kusurludur. Büyük devletler bu doğrultuda adım lar atm aya bazen m ecbur kalsalar da, günüm üzde esa­sen 20. yüzyılın m irası olan acımasız barbarlığı devam ettir­m ektedirler. Büyük insanlık davasını tem elden benim se­yenlerin kuracakları ilişki özel olarak bir ittifakı ya da karşı karşıya gelmeyi içerebilir, ancak bu ilişkinin sürekli birbi- riyle özdeşleşm eyi gerektirmeyeceği de açıktır. Genç dev­rim ci devletlerin hakikaten kendi evrensel m esajlarını yay­maya uğraştıkları ender durum larda bile (mesela, 1792’den

xvii

sonra Fransa, 1917’den sonra Rusya, ama George W ashing- ton’m izolasyoncu ABD’si tabii ki değil) böylesi girişim ler hiçbir zam an uzun öm ürlü olam am ıştır. Her devlete atfedi­len pozisyon, o devletin kendi çıkarlarının peşine düşm esi­nin doğru sayılmasıdır.

Bunun ötesinde, devletlerin birb irleriy le ilişkilerine si­lahlı yollarla m üdahale e tm enin insani am açlara bağlan­m ası tem elde üç varsayım a dayanm aktadır: a) çağdaş d ü n ­ya açısından daha fazla katlan ılm ası m üm kün olm ayan ko ­şulların -genellikle katliam , hatta soykırım şeklinde- o rta­ya çıkması; b) m ütecaviz gö rünen tarafı du rdurm an ın baş­ka hiçbir yo lunun kalm am ası; c) silahlı m üdahalede b u ­lunm anın yararların ın , doğuracağı zararlardan çok açık b ir şekilde daha fazla olm ası. Irak ve İran vakaların ın ka­nıtladığı üzere, ‘katlan ılm ası daha fazla m üm kün olm ayan durum ’un nasıl bir tab lodan o luştuğu konusunda genel bir fikir birliğine varm ak nad iren m üm kün olm asına rağm en, bu varsayım ların üçü de yer yer benim senen m üdahalele­re dayanak o lm uştur.

Haklı m üdahale kon u su n d a apaçık b ir genel konsensü ­sün bu lunduğu herhalde iki ö rnek ten söz edilebilir bu ra­da: Pol Pot’un ‘ölüm tarla la rı’nm (1978) dehşetengiz reji­m ini sona erd iren V ietnam ’ın Kam boçya’yı işgali ile Tan­zanya’n ın İdi Am in’in U ganda’daki terör rejim ini yıkan m üdahalesi. (E lbette, yerel k rizlerdeki b ü tün hızlı ve ba­şarılı yabancı silahlı m üdahaleler aynı derece tatm in edici sonuçlar elde edilebilm iş değild ir -L iberya ve Doğu Tim or gibi sonucu daha belirsiz kalan örnekler de m evcuttur.) Yukarıda andığım ız iki ö rnek te de kısa süreli m üdahaleler

xviii

gerçekleştirilm iş ve doğrudan sonuçlar a lınm ıştır (hatta bazı kalıcı iyileşm eler sağlandığı bile söylenebilir); yine bu örneklerde, genel kabul gören bir ilke olan egem en devlet­lerin iç işlerine karışm am a tu tu m u n u n sistem li bir şekilde çiğnendiğinden söz edilem em iştir. Ayrıca, bu m üdahaleler em peryal b ir hedef gözetilerek gerçekleştirilm ediği gibi, daha geniş kapsam lı bir dünya siyasetin in parçası da olm a­m ıştır. İşin aslı, ilk örnekte, yani K am boçya’da, hem ABD hem de Çin, devrik lider Pol Pot’u desteklem eyi sü rd ü r­m üşlerd ir. Gelgelelim , böylesi özel ve istisnai dış m üdaha­lelerin, ABD’n in egem enliğindeki bir dünya hegem onyası­n ın istenilirliğiyle yakından uzaktan alakasının bulunm a­dığı besbellidir.

Son yılların seçilerek gerçekleştirilen silahlı m üdahale­leriyse bu ö rnek lerden esastan farklıd ır (ki insani s tan ­dartlara göre vahşetin en ağır ö rnek lerinden b iri sayılan O rta Afrika’daki soykırım ın da görm ezlik ten gelindiği bir sü reç tir bu). 1990’lı yılların Balkanlar’ında insani kaygı, m üdahalen in tek etkeni olmasa bile kesin lik le önem li bir fak törüydü. Tam zıttı yönde görüşler ileri sü rü lm üş olsa bile, Bosna’da dış m üdahalen in kan lı çarpışm aların -eğer Sırplar, H ırvatlar ve Bosna M üslüm anları arasındaki sava­şın sonuna dek sü rdürü lm esine izin verilseydi gerçekleşe­cek o landan daha önce- bitm esine katk ıda bu lunduğu her­halde doğrudur. 1999’da, Kosova’daki A rnavut m illiyetçi­ler arasındaki aşırılık yanlısı bir az ın lık g ru b u n u n Sırbis­tan’a başkald ırm asın ın çıkardığı so run ları çözm enin tek yo lunun silahlı m üdahale olup olm adığı, daha doğrusu, Sırbistan’ın uzlaşm az tavrını Rusların y ü rü ttü ğ ü diplom a­

xix

siden daha ziyade işgal tehd id in in m i ortadan kald ırd ığ ı bugün bile kesin lik le belli değildir. Buradaki po litikan ın insani b ir tem ele o tu rm uş olm ası, Bosna’da gözlendiğ in­den çok daha şüpheli b ir durum u yansıtıyordu; Sırbis­tan ’ın birkaç ay boyunca bom balanm ası ve savaşın sivil kayıplarının yanı sıra S ırbistan’ın Kosovalı A rnavu tlan k it­lesel olarak sürm eye kışkırtılm ası, fiilen insani du ru m u iyice kö tü leştirm işti herhalde. K uşkusuz Sırplarla Arna- vutlar arasındaki ilişk ilerin istikrara kavuşm ası söz k o n u ­su değildi. B ununla b irlik te ve şim diye değin h içb ir taraf -belki H ırvatistan d ışında- sonuçtan tatm in olacak kadar geçerli bir kazanım elde edem em iş olsa da, en azından Bal­kan la rd ak i m üdahalelerde hızlı, davranılm ış ve kısa vade­de kesin sonuç alınm ıştı.

Ö te yandan, 2001’den itibaren Afganistan ve Irak 'ta yü ­rü tü len savaşlar, ABD’n in insani sebeplerle g irişm esinin söz konusu olm adığı askeri operasyonlarıydı -y in e de in ­sani duyarlılık la hareket eden kam uoyu nezdinde, son de­rece rezilane b ir rejim in ortadan kaldırılm akta o lduğu ge­rekçesiyle m eşru kılınm aya çalışılm ıştı. Ancak 11 Ey- lü l’deiı beri, ABD bile her iki ü lkedeki du rum u , doğrudan işgali gerek tirecek bir tabloda gösterem em işti. Başka dev­letler A fganistan operasyonunu eski usul ’gerçekçi’ gerek­çelerle kabul ederlerken , Irak’m işgali neredeyse b ü tü n dünya tarafından m ahkûm edilm ekteydi. Taliban ve Sad­dam H üseyin rejim leri hızla devrilirken, iki savaş da zafer getirm eyecekti -h e le başlangıçta ilan edilm iş olan hedef­lere (bölgede henüz dem okratik leşm em iş top lum lara işa­ret fişeği işlevi görecek şekilde, Batı değerleriyle uyum lu

XX

dem okratik rejim lerin tesis edilm esi hedefine) hiç ulaşıla­m ayacaktı. H er iki savaş da -am a özellikle feci sonuçlar ve kaos doğuran Irak Savaşı- uzun sürm üş, m uazzam y ık ım ­lara yol açm ış ve inanılm az bir kan banyosuna dönm üştü (ve bu du rum , şu sa tırla rın yazıldığı sırada, herhang i bir sonuca varılm ası ihtim ali bu lunm aksız ın aynı şiddetiyle sü rüp g itm ektedir).

Bu olaylann hepsinde silahlı m üdahale, çok daha üstün askeri güce ve kaynaklara sahip dış devletlerden gelmiştir. Ve yine hiçbirinde şimdiye değin istikrarlı sonuçlara ulaşı­labilmiş değildir. Sözü geçen bütün ülkelerde yabancı güç­lerin askeri işgali ve siyasal vesayeti devam etm ektedir. En iyi örneklerdeyse (Afganistan ve İran kesinlikle bunlara da­hil değildir) m üdahaleyle kanlı savaşlar sona erdirilm iş ve bir tü r barış sağlanm ıştır, ancak olum lu sonuçlar -Balkan- la r’daki gibi- hayal kırıklığı düzeyinden öteye gidememiştir. En kö tü örnekteyse (Irak), kurtu luşları savaşın resm i gerek­çesi olarak gösterilen insanların du rum unun eskisinden da­ha kö tü olduğunu biraz ciddiyet sahibi hiç kim se yadsıya­maz. Dolayısıyla, başka ülkelerin işlerine -özellikle süper- güçlerce- yapılan silahlı m üdahalelerin son dönem lerdeki sicili hiç de başarılı sayılamaz.

Bu şekilde ifade ettiğim başarısızlığın tem eli, kısm en, insan hakları em peryalizm i denen şeyin de arkasında ya­tan bir varsayım dır: ‘Barbarlık ve tiran lık la yönetilen re­jim lerin içeriden değişm eleri m üm k ü n değildir, o rejim le­ri ancak d ışarıdan gelecek b ir güç yıkabilir, oralardaki de­ğişim ancak bizim değerlerim iz ve siyasal ya da hukuksal kuru lu larım ızın yayılm asıyla m üm kün olabilir.’ Bu tür

X X i

varsayım lar, Soğuk Savaşçıların ‘to talitarizm ’i m ahkûm e t­tikleri gün lerden kalan m iraslard ır. SSCB’n in ortadan kalkm asının a rd ından , dahası, Asya ve G üney Am erika’da­ki b ir zam anların kom ünist-o lm ayan otoriteryan , m ilita­rist ve d iktatoryal rejim lerinde 1980’den sonra apaçık b ir süreç haline gelen ü lke içindeki dem okratikleşm eyle b ir­likte, bu argüm anların da a rtık geçerliliğinin kalkm am ası gerekirdi aslında; ayrıca bu argüm anların dayanağı, güce başvurm anın an ında kök lü k ü ltü re l dönüşüm ler gerçek­leştirebileceği inancıydı. Fakat gerçek hayat öyle seyret­m edi. K urum ların ve değerlerin yayılm asının, eğer on ların yerel zem inlerde uyarlanabilirliği ve benim senebilirliğ in i sağlayacak koşullar olgunlaşm am ışsa, d ışardan b ir güç ta­rafından ani dayatm alarla m üm k ü n olam ayacağı çok çıp­lak b ir şekilde görü lm üştür. D em okrasi, Batılı değerler ve insan h ak lan , faydası hem en ve açık bir şekilde gözlenebi­len, ayrıca onları ku llan ıp yararlanan herkes tarafından aynı şekilde benim senebilecek olan d ışandan teknoloji it­hal etm eye benzem ez; yani, havaalanları gibi tekn ik h iz­m etler, bisik let gibi barış dönem i vasıtalan , ya da cani AK47’ler gibi savaş s ilah lan getirm eye benzem ez. Şayet öyle olsaydı, hepsi de (teoride) benzer dem okratik anaya­salarla yönetilen A vrupa, Asya ve Afrika’n ın çeşitli devlet­leri arasında daha fazla siyasal benzerliğe rastlanm ası ge­rekirdi. Bir başka deyişle, tarih te çok az kestirm e yol var­dır. Ve bu, okum akta o lduğunuz k itab ın yazarın ın sadece geçtiğim iz yüzyılın önem li bir kısm ını fiilen yaşayıp göre­rek değil, aynı zam anda bu yüzyıl üzerinde u zu n uzun d ü ­şü n ü p kafa patla tarak öğrenm iş olduğu bir derstir.

xxii

Btı sunuş k ısm ında son olarak, elinizdeki kitaba aldığı­mız incelem elerin ilk defa okunduğu ve yayınlandığı yer­lerde katkıları ve em ekleriyle bana yardım cı olan kişilere teşekkür etm e fırsatını değerlendirm ek isterim . 1. Bölüm, Nobel Barış Ö dü lü ’n ü n 100. y ıldönüm ünü kutlam ak am a­cıyla düzenlenen kollokyum (Oslo, 2Q01) için kaleme alın­m ış bir m akaledir. 2. Bölüm, Indian Review o f Books' un da­vetiyle 2004’te D elhi’de düzenlenen N ikhil Chakravarty Anma K onferansı’na sunu lan tebliğin m etnidir. 3. Bölüm, 2005’te H arvard Ü niversitesi’nde M assey Dersi olarak, 4. Bölüm ’se 2004’te Y unanistan, Selanik Ü niversitesi’nde bir fahri dok to rluğun takdim i sırasında yapılan konuşm alar olarak hazırlanm ıştır. 5. Bölüm, M illetler ve Milliyetçilik adlı k itab ım ın Alm anca çevirisinin yeni b ir baskısına (Cam pus Verlag, F rankfurt, 2004) yazılm ış bir önsözün geliştirilm iş halid ir. 6. Bölüm ilk olarak 2000’de aynı isim ­li ku lüp te A thenaum Konferansı olarak sunu lm uş ve basıl­mıştır. 7. Bölüm , Foreign Poîicy’n in ‘dünyan ın en tehlikeli fikirleri’ne ayrılm ış bir sayısına (Eylül/Ekim 2004) katkı olarak yayınlanm ıştır. 8. Bölüm, başlangıç fikri olarak, 1990’larm başlarında New York, Colum bia Üniversite­si’nde yapılan terö r konu lu bir sem inerin tebliği şeklinde tasarlanm ıştır. 9. Bölüm , 2006’da “Şiddet” üzerine bir dizi halka açık konferansın m etni şeklinde Birckbeck College için kalem e alınm ıştır. 10. Bölüm, 2003’te Le Monde Diplo­matique için yazılm ış ve o dergide yayınlanm ıştır. Burada ayrıca, özellikle Yeni Delhi, H arvard ve New York’ta beni dinlem e ve m etin lerim i tartışm a zahm etine katlanan m es­lektaşlarım la dinleyicilere teşekkür etm ek isterim . Profes-

xxiii

yönel b ir yazar olarak, böylesi bir derlem enin, kendi için ­de tu tarlı b ir b ü tü n olarak kitap haline dönüştü rü lm esin in yararlı olacağı fikrini bana ilk öneren İtalyan yayıncılarım a, yine hem beni hem- de başka yayıncıları ikna eden Bruce H unter ile Ania C orless’e de teşekkür borçluyum .

Öte yandan, çeşitli konferanslarda sunulm uş ve ayn ayn vesilelerle düşünü lüp hazırlanm ış yazılara dayalı böyle bir kitaptaki kaçınılm az tekrarlardan dolayı bü tün okurlardan özür dilem ek durum undayım . Bu tip pasajların bazılarını kaldırdım , fakat hepsini kaldırm aya kalkm ak da her bö lüm ­deki argüm anların sürekliliğine, tu tarlı bir b ü tü n oluşturan kitabın dokusuna zarar verirdi. Ayrıca bu tekrarlar sayesin­de, belki bazı m etin lerde okuru sıkabilecek aşın yoğunluğu biraz seyreltm eyi sağlamış olabiliriz. B unların dışında, bi­razcık tek ran , öm rü boyunca öğretm ek istem e, yani yorum ­lam anın yanı sıra başkalannı ikna etm eye çalışma alışkanlı­ğından kurtu lam am ış bir yazarın avadanlığı saymanızı dile­rim. U m anm ölçüyü kaçırm am ışım dır.

Londra, 2007

xxiv

KÜRESELLEŞME, DEMOKRASİ VE TERÖRİZM

20. YÜZYILDA SAVAŞ VE BARIŞ1

20. yüzyıl, yazılı tarihin en caniyane yüzyılıydı. 20. yüz­yılda savaşlar yüzünden ya da savaşlarla ilintili olarak m ey­dana gelen insan ölüm lerinin toplam sayısı 187 m ilyon ola­rak hesaplanm ıştır (bu sayı, 1913’teki dünya nüfusunun yüzde 10’undan daha fazlasına karşılık gelm ektedir).' Baş­langıç tarihi 1914 olarak alınacak olursa, 20. yüzyıl (her­hangi bir yerde düzenli silahlı çatışm anın görülm ediği çok az ve kısa dönem ler dışında) neredeyse kesintisiz bir savaş yüzyılı o lm uştur. 20. yüzyıla dünya savaşları (başka bir de­

r i Bu tahm ini rakam için bkz. Z. Brzezinski, Out o f Control: Global Turmoil on the Eve o f the 21st Century (New York, 1993); nüfus tahmini için de bkz. Angus Mad- dison. The World Economy: A Millennial Perspective (OCED, Paris, 2001), s. 241.

1

yişle, bölgesel devletler ya da m üttefik devletler arasında yapılan savaşlar) dam gasını vurdu. 1914’ten 1945’e kadar geçen dönem , yalnızca 1920’li yıllarda b ir ara dönem le (1922’de Japonların Sovyet U zakdoğu’sundan nihai olarak çekildikleri yıl ile yine Japonların 1931’de M ançurya’ya yö­nelik saldırılarının başladığı dönem arasındaki zam anla) kesilen tek bir ‘O tuz Yıl Savaşı’ sayılabilir. Bunun -neredey­se- hem en arkasından, büyük filozof Thom as Hobbes’un ‘yalnızca m uharebe ya da göğüs göğüse çarpışmayla sınırlı kalm ayan, savaşarak rakibini alt etm e arzusunun geçer ak­çe olduğu bir zam an dilim inde yaşandığına da işaret eden bir karşı karşıya gelm e’ şeklindeki savaş tanım ına çok iyi uyan kırk yıllık bir Soğuk Savaş dönem i gelmiştir. Soğuk Savaş’m bitim inden itibaren yeryüzünün çeşitli bölgelerin­de ABD ordusunun karıştığı harekâtların, ne ölçüde dünya savaşı çağının devam ını o luşturduğu halen yaygın bir tar­tışma konusudur. Buna rağm en, 1990’h yılların Avrupa'da, Afrika’da, Batı ve Orta Asya’da resm i ve gayri-tesmi savaş­larla dolup geçtiğinden de şüphe edilemez. Dünya, bir bü ­tün olarak 1914 yılından beri barış yüzü görm em iştir ve şu anda da barış içinde yaşayan bir dünyadan söz etm emiz herhangi bir şekilde m üm kün değildir.

Öte yandan, bu yüzyılı ne kronolojik nc de coğrafik ba­kım dan tek bir b lok yapı olarak görebiliriz. K ronolojik açı­dan baktığım ızda, 20. yüzyıl üç dönem e ayrılır: odağı Al­m anya’da olan dünya savaşı çağı (1914-1945 arası); iki sü- per-gücün kapıştığı çağ (1945-1989 arası); klasik u luslara­rası güç sistem inin sona erişinden sonraki çağ. Ben bu çağ­ları 1. Dönem, II. Dönem ve III. Dönem olarak ad land ıra­cağım. Coğrafik açıdan bakıldığında, askeri harekâtların

2-

etkisi son derece eşitsiz olm uştur. Tek bir istisnayı (1932- 1935’tcki Paraguay-Bolivya Savaşı) dikkate alm azsak, 20. yüzyılda batı yarım küresinde (A m erikalar’da) iç savaşlar­dan ayrı olarak devletler arası savaşlar olm am ıştır. Düş­m an askeri harekâtları da bu bölgelere, genelde batı yarım ­küresine pek dokunm am ıştır; 11 Eylül 2001’de Dünya Ti­caret MerkeziTıin ve Pentagon’un bom balanm asının yol açtığı şok dalgasının sebebi budur. 1945’ten sonra devlet­ler arası savaşlar, o zam ana değin bu tür savaşların başlıca m uharebe alanı olan Avrupa’da da görülm em iştir. 111. Dö- nem ’de savaş G üney Avrupa'ya geri dönm esine rağm en, kı­tanın diğer bölgelerine sıçram a ihtim ali hem en hem en hiç yoktur. Ö te yandan, 11. D önem ’de devletler arası savaşlar - m utlaka küresel çaplı bir kapışm a niteliğini taşımamakla birlikte- O rtadoğu’da ve Güney Asya’da yaygın bir şekilde devam etm iş, ayrıca Doğu ve G üneydoğu Asya’da (Kore, H indiçin) dünya çapındaki b ir kapışm adan kaynaklanan önem li savaşlar patlak verm iştir. Aynı zam anda, I. Dö­nem ’de savaştan görece etk ilenm eden kurtu lan Alt-Sahra Afrikası gibi bölgeler (1935-1936’da gecikm iş bir şekilde İtalya’n ın söm ürgeci fethiyle yüz yüze gelen Etiyopya dı­şında) II. D önem ’de silahlı çatışm a sahaları olmaya başla­m ış, III. D önem ’de de ciddi kırım ve ıstırap sahnelerine ta­n ık lık etm iştir.

20. yüzyılda savaşa dair, ilki İkincisinden daha az belir­gin sayılan iki ayırt edici özellikten daha'söz edilebilir. 21. yüzyılın başında hepim iz kendim izi, silahlı operasyonların artık esas olarak hüküm etlerin ya da onların yetkili kurum - lartnın eliyle yürütülm ediği, birbirleriyle ihtilaf halindeki tarafların -şiddete başvurm a arzusu dışında- ortak ayırt edi­

3

ci özellikler, statü ler ya da hedeflere sahip olm adıkları bir dünyada bulm uş durum dayız. I. ve II. Dönem ’lerin önem li bir kısm ında 'savaş resm i’ne devletler arası savaşlar hakim ­di ve bu durum , m evcut devletler ya da im paratorluklann toprakları dahilindeki iç savaşlarla başka türde silahlı çatış­maları bir parça gölgede bırakıyordu. Ekim Devrim i'nin ar­dından Rus lm parato rluğu’n u n topraklarında m eydana ge­len ya da Çin İm paratorluğu’n u n yıkılışının akabinde pat­lak veren iç savaşlar bile, ayrı bir kapsam da tarif edilem e­dikleri sürece uluslararası çatışm alar çerçevesinde değer­lendirilebilirdi. Latin A m erika’daysa 20. yüzyılda orduların başka bir devletin sın ırların ı aştığına hem en hem en hiç rastlanm azken, önem li iç çatışmalara sahne olduğu da kuş­kusuzdu: 1911’den sonra M eksika’da, 1948’den sonra Ko­lombiya’da ve II. Dönem boyunca çeşitli Orta Amerika ü l­kelerinde büyük iç çatışm alar yaşanmıştı. İç çatışm aların devletler arasındaki savaşlardan daha yaygın hale geldiği 1960’lı yılların ortalarından beri uluslararası savaşların sa­yısının sürekli azalm akta olduğu yolunda bir genel kabul bulunm am akla birlikte, devlet sınırları içindeki çatışm ala­rın sayısının 1990'lı yıllarda dinene kadar hızla yükselm e­ye devam ettiği herkesin bildiği b ir gerçektir.2

Daha bildik bir tabloysa, savaşan güçler ile savaşçı-olma- yan kesimler arasındaki aynm sınırlarının gittikçe silinm e­ye yüz tu tm uş olmasıdır. Yüzyılın ilk yansında yaşanan iki dünya savaşı, savaşa giren ülkelerin bü tün nüfuslarını kap­sıyordu; dolayısıyla, bu savaşlarda çekilen ıstıraplan hem savaşan güçler hem de savaşçı-olmayan kesim ler paylaşmış­

2) Bkz. Sıifıung Entwicklung und Frieden, Globale Trends 2000: Fahten, Analy­serı, Prognasen (Frankfurt a/M, 1999), s. 420. Schaubild 1.

4

lardı. Ancak yüzyılın akışı içerisinde savaşın yükü giderek silahlı güçlerden sivillere doğru kaymaya başladı; siviller ar­tık hem kurbandılar, hem de zaman geçtikçe daha fazla as­keri harekâtların ya da askeri-politik operasyonların hedefi oluyorlardı. Birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arasındaki zıtlık bu açıdan dram atiktir: Birinci Dünya Sava- şı’nda ölenlerin sadece yüzde 5’i sivil iken, İkinci Dünya Sa- vaşı’nda hayatını kaybeden sivillerin sayısı bü tün savaş ka­yıplan içinde yüzde 66’ya çıkmıştı. Bugün içinse, savaşlar­dan etkilenen insanların yüzde 80-90’ın ın siviller olduğu ge­nel kabul gören bir varsayım durum undadır. Kaldı ki, So­ğuk Savaş’m bitim inden sonra bu oranın daha da arttıgma tanık oluyoruz, zira 1989’dan beri gerçekleştirilen askeri operasyonlann çoğu muvazzaf askerlerin bulunduğu ordu- larca değil, pek çok durum da ileri teknolojiye dayalı silah­larla harekete geçen ve ağır kayıplar verm e riskinden ku r­tulmayı başaran, oldukça küçük çaplı düzenli ya da düzen­siz birliklerce yapılmıştır. İleri teknolojiye dayalı silahlann bazı durum larda askeri ve sivil hedefler arasında, dolayısıy­la savaşan güçler ile savaşçı-olmayan kesim ler arasında ay­rım yapma im kânını yeniden sağlamış o lduğundan söz edi­lebilmekle birlikte, savaşların asıl kurbanların ın yakın ve or­ta vadede yine siviller olacağından şüphe etm ek için her­hangi bir sebep yoktur.

Dahası, sivillerin ıstırap ların ın ö lçü sü n ü n , askeri ope­rasyonların ölçeği ya da yoğunluğuyla kıyaslanabilm esi bile m üm kün değildir. Kesin askeri terim lerle fikir belir­tecek olursak, 1971’de Bangladeş’in bağım sızlığı koınu- sunda H indistan ile Pakistan arasında m eydana gelen iki haftalık savaş görece küçük çaplı b ir olaydı, fakat 10 m il­

5

yon m ülteci gibi son derece ağır bir sonuç doğurm uştu . 1990’lı yıllarda Afrika’da silahlı kabileler arasındaki ih ti­lafların, çoğunlukla kö tü silahlı birkaç bin savaşçıyla y ü ­rü tü len çatışm alardan daha ileriye gittiği pek söylenem ez­di, oysa son derece ağır b ir yıkım la ve Soğuk Savaş’ta, k ı­tanın süper-güçlerin kapışm asına sahne olduğu dönem ­lerde rastlanandan çok daha büyük b ir sayıyla, neredeyse 7 m ilyon m ülteci yara tm ıştı.3

Üstelik bu olgu yoksul ve kıyıda kalmış bölgelerle sın ır­lı değildi. Bazı açılardan savaşın sivil hayat üzerindeki etki­si, küreselleşm enin ve dünyanın giderek daha geniş kap­samda sürekli, kesintisiz iletişim , teknik hizm et, sevkiyat ve tedarik akışına sahip olma im kânlarına kavuşm asının sonucunda büyüyordu. Söz konusu akışın görece kısa sü re­liğine (sözgelimi, ABD’nin 11 Eylül’ün ardından hava saha­sını kapattığı birkaç günde) kesildiği zam an dilimleri bile küresel ekonom i üzerinde önemli, belki de kalıcı etkiler doğurabiliyordu.

ikisi arasındaki farklılık 20. yüzyılın başında, 1899 ve 1907 Lahey K onvansiyonların ın savaş kuralların ı belirli yasalara bağladığı günlerde tahm in edildiği derecede kes­kin kalsaydı, 21. yüzyılda savaş ve barış konusu hakkında bir 'm etin kalem e alm ak kesinlikle daha kolay olurdu. Bu anlayışa göre, çatışm aların ağırlıklı olarak egemen devlet­ler arasında geçmesi; belirli bir devletin toprakları içinde patlak verirse de başka egemen devletlerce savaşçı sta tüsü tanınm asının sağlanacağı ölçüde örgütlenm iş kuvvetler arasında yürütülm esi öngörülüyordu. Askeri operasyon­

3) Veriler için bkr. UNHCR, The Slate o fthe World's Refugees 2000: Fifty Years of Humanitarian Atlion (Oxford, 2000).

6

larda, açık bir şekilde savaşan taraflar (giydikleri askeri üniform alarla ya da örgütlü bir silahlı güce ait o lunduğu­nu gösteren başka işaret ve giysilerle kim oldukları anında anlaşılan taraflar) ile savaşçı-oim ayan kesim ler arasında tem elden ayrım gözetilecekti. Özetle, savaş, savaşan taraf­lar arasında yürü tü lecekti. Savaş zam anlarında savaşçı-ol- m ayan kesim ler m üm kün olduğu sürece korunacaktı. Fa­kat bu anlaşm aların b ü tün iç ve u luslararası sivil çatışm a­ları kapsam adığı, özellikle Batılı devletlerin, uluslararası düzeyde tanınm ış bir egemen devletin resm i yetki alanına girm eyen bölgelerde emperyal genişlem elerinin sonucu olan çatışm alar açısından geçerli olmadığı da her seferinde anlaşılacaktı. Söz konusu çatışm aların bazılarının (ama ke­sinlikle hepsin in değil) ‘savaşlar’ şeklinde kabul görmesi de bu du rum u değiştirm eyecekti. Aynı şekilde, H int Ayak­lanm ası örneğinde görüleceği üzere, m evcut devletlere karşı başkaldırıları temsil eden geniş çaplı isyanlar ile, dev­letlerin ya da em peryal yetkililerin fiili kontro l alanların­daki bölgelerde yürü tü len , Afganistan ya da Fas dağların­daki baskınlar veya kan davaları gibi silahlı kapışm alar da bu kapsam a girm iyordu. Bununla birlikte, Lahey Konvan­siyonları Birinci Dünya Savaşında yol gösterici ilkeler-ola­rak benim senm eye devam edilm işti. Fakat bu göreli belir­ginlik, 20. yüzyıl içerisinde yerini zam anla karışıklığa ve kargaşaya bırakacaktı.

Birincisi, 20. yüzyılın karakteristik özelliğinin yalnızca savaşlar yüzyılı değil, aynı zam anda devrim ler ve im para­torlukların dağılış yüzyılı olm asından dolayı, devletler ara­sı çatışm alar ile devletler içindeki çatışmalar arasındaki (başka bir ifadeyle, uluslararası savaşlar ile iç savaşlar ara­

7

sındaki) sınır bulanıklaşm ıştı. Bir devlet içinde gerçekleşti­rilen devrim ler ya da kurtu luş/özgürlük m ücadeleleri, bil­hassa Soğuk Savaş’m geçerli olduğu dönem de, uluslararası tabloya da yansıyan sonuçlar doğuracaktı. Buna karşılık, Rus Devrim i’n in a rd ından bazı devletlerin, rejim lerini onaylam adıkları başka devletlerin iç işlerine -en azından görece risksiz görünen durum larda- m üdahale etme eğilim­lerinin yaygınlaştığı başka b ir gerçekti. Bu durum halen ge­çerliliğini korum aktadır.

İkincisi, savaş ile ban ş arasındaki belirgin aynm ortadan kalkm ıştı. Bazı istisnalan b ir kenara koyarsak, İkinci D ün­ya Savaşı ne savaş ilanlarıyla başlam ış, ne de banş antlaş- m alanyla sona erm işti. Ç ünkü onu, ya savaş yâ da banş sı­nıfına sokm anın son derece zor olduğu, tanım lam ak için ‘Soğuk Savaş’ diye bir tabirin icat edilm esinin gerektiği b ir dönem izlemişti. Soğuk Savaş’tan sonraki du rum un belir­sizliği ve bulanıklığının en iyi göstergesiyse, şu anda O rta­doğu’da geçerli olan fiili durum dur. İrak Savaşı’n ın önce­sinde, Körfez Savaşı’n ın b ittiğinin resm en ilan edilm esinin ardından Irak’ta hüküm süren durum u tanım lam aya kalk ­tığınızda ne ’ban ş’ ne de ‘savaş’ terim i buna uygun düşüyor­du -ü lk e hem en her gün yabancı güçlerin bom bardım anı altındaydı. Bu iki terim aynca, Filistinliler ile İsrailliler ara­sındaki ilişkileri veya İsrail ile kom şuları Lübnan ve Suriye arasındaki ilişkiyi de tam olarak anlatm aya yeterli gelm i­yordu. İşte b ü tü n bu yeni gelişm elerin ortaya çıkardığı ge­nel tablo, hem 21. yüzyılın dünya savaşlarının, hem de sa­vaşın giderek daha güçlü bir kitlesel propaganda aracı ol­m asının talihsiz bir m irasıdır; buna bağlı olarak da, geçmi­şin din savaşlarında görülenle kıyaslanabilecek şekilde sa­

8

vaşlara bir haçlı seferi boyutu katan birbirleriyle bağdaşm az ve iki tarafın da tu tku lu olduğu ideolojilerin karşı karşıya gelip kapıştık ları bir dönem de yaşıyor olm am ızın m irasıdır. Yine bu çatışm alar, uluslararası güç sistem inin egemen ol­duğu dönem in geleneksel- savaşlarından farklı olarak, gide­rek ‘kayıtsız şartsız teslim olm a’ gibi sonucu belirgin ve m ü ­zakere edilebilir olmayan amaçlara bağlı olarak m eydana gelm ektedir. A rtık gerek savaşlar gereksfe zaferler total bir kapsam da değerlendirildiğinden, bir savaşçı tarafın kazan­m a kapasitesin in 18. ve 19. yüzyılların genel kabul gören savaş kurallarına tabi kılınarak herhangi bir şekilde sın ır­lanm ası da m üm k ü n olm am aktadır. Galip çıkan tarafın kendi iradesini dayatm a gücüne getirilm iş olan kısıtlam alar için de artık aynı durum geçerlidir. Yaşanan deneyim ler gösterm iştir ki, barış antlaşmalarıyla varılan uzlaşm a koşul­lan çok kolayca yırtılıp atılabilm ektedir.

Son yıllarda, kam usal söylemde ‘savaş’ terim inin, toplum - karşıtı sayılan ulusal ya da uluslararası çaplı faaliyetlere kar­şı örgütlü gücün mevzilenmesine atıfla (örneğin, ‘mafyaya karşı savaş’, ‘uyuşturucu kartellerine karşı savaş’, vb. şeklin­de) kullanılm ası eğiliminin baskın çıkması da bu durum u iyice karm aşıklaştırm ıştır. Yalnızca, büyük savaş harekâtla- nnd an çok farklı olarak, küçük çaplı terörist gruplar dahil bu tü r örgütlenm eler ya da ağlan/şebekeleri kontrol altında tutm a ya da yok etm ek için yürütülen m ücadeleler açısından söylem iyorum bunu; iki türde silahlı gücün eylemlerini de birbirine karıştıran bir etki yapmıştır bu dönüşüm . Bir tara­fın -onlara ‘askerler’ diyelim- eylemi kendilerini yenilgiye uğratm ayı amaçlayan başka silahlı güçlere yönelikken; diğer tarafın -onlara da ‘polis’ diyelim- eylemi, m evcut bir siyasal

9

birim içinde, tipik olarak bir devletin sın ırlan dahilinde, as­gari düzeyde hukuku ve kam usal düzeni tesis etme ya da ye­niden sağlama hedefine yöneliktir. Kendi başına hiçbir zo­runlu moral ve ahlâki çağnşımı olmayan zafer düşüncesi, ’askerler’ dediğimiz tarafın amacıdır; kendi başına m oral ve ahlâki bir çağrışımla yük lü olan yasaya karşı gelen suçlulan adalete teslim etm ek de diğer gücün amacıdır.

Tabii ki böyle bir ayrımı teorik olarak yapmak, pratikte yapmayı başarm aktan daha kolaydır. Cephede savaşan bir askerin bir başka insanı öldürm esi, başlı başına hukuk ihla­li değildir; bu, fiili bir işlerliğe sahip bü tün teritoryal devlet­lerde işlenen cinayetlerden farklı bir durum dur. Peki ya bir IRA m ensubu, resmi İngiliz yasalan onu cani sayarken ken ­dini bir savaşçı olarak görürse ne olacak? Kuzey İrlanda’da­ki operasyonlar IRA’m n iddia ettiği gibi b ir savaş mıydı, yoksa yasaları çiğneyenlerin karşısında, Birleşik Krallık’m eyaletlerinden birinde kurulu düzeni muhafaza etme çabası mı? Egemen devletin yalnızca m uazzam bir yerel polis gücü olduğu için değil, otuz küsur yıldır IRA'ya karşı seferber edebildiği bir ulusal ordusu olduğu içindir de, bunun bir sa­vaş olduğu, fakat sistem atik olarak, o eyaletteki hayatın akı­şını elden geldiğince bozm adan ve m üm kün olan en az ka­yıp verdirmeyi amaçlayan bir polis operasyonu şekline b ü ­rünerek yürütüldüğü sonucunu çıkarabiliriz. Netice olarak, İrlanda’da m üzakerelerle ulaşılan bir noktaya varılmıştı ve bu, tipik biçimde, şim diye değin kalıcı barış getirmemiş olan, sadece geniş çaplı çatışmalara g innekten geri durulan bir uzlaşmaydı. Yeni yüzyılın başında banş ile savaş arasın­daki ilişkilerin yol açtığı karm aşıklık ve karışıklıklar için de aynı saptam ada bulunabiliriz. ABD’yle m üttefiklerinin şim ­

10

dilerde fiilen içine girmiş bulundukları askeri ve başka tü r­den operasyonlar bu sürecin en iyi örnekleridir.

B ütün 20. yüzyılda görüldüğü gibi şim di de, silahlı ih­tilafları kon tro l etm eye ya da bir çözüm e bağlam aya yeter­li kudrette dünya çapında tek bir o torite hâlâ yoktur. Kü­reselleşm e hem en h er bakım dan, ekonom ik, teknolojik , kü ltü re l, ha tta dilsel düzeylerde büyük ilerlem eler kay­detm iştir, b ir tek a lan hariç: Siyasal ve askeri bakım dan biricik etkili o to rite ler hâlâ teritoryal devletlerdir. Dünya yüzünde resm i o larak 200 civarında devlet bulunm akla b irlikte, yön lend irm e kapasitesine sahip devletlerin sayısı ancak bir avuç tu r ve bun lar içinde ezici bir ü stün lük le en güçlü olanı da A m erika Birleşik Devletleri’dir. Kaldı ki za ­ten hiçbir devlet ya da im paratorluk, b ırak ın sadece bü tün yeryüzünde siyasal ve askeri ü stün lük kurm ayı, siyasal dünyada hegem onyayı sağlayıp m uhafaza edecek denli ge­niş, zengin ya da kudretli olm am ıştır. Dünya çok büyük, karm aşık ve çoğuldur. Dolayısıyla, ABD’nin ya da akla ge­lebilecek başka b ir tek devlet gücünün, arzusu ve niyeti o yönde olsa bile, kalıcı bir denetim tesis edebilm e ihtim ali hâlâ söz konusu değildir.

Aynı şekilde ve özellikle halihazırda büyük devletlerin canı gönülde bağlayıcı sayacakları -sözgelimi, uluslararası silahsızlanm ayla ya da silah denetim iyle ilgili- antlaşm ala­rın bulunm adığı göz önüne alındığında, dünya çapındaki otorite ihtiyacım -eğer duyuluyorsa böyle bir eksiklik- tek bir süpergüç karşılayamaz. Böylesi otoriteler yok değildir, vardır; özellikle Birleşmiş Milletler, Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Ö rgütü gibi çeşitli teknik ve finansal ku rum lar ve bazı uluslararası m ahkem eler bu-

11

nun örnekleridir. Fakat söz konusu kurum lardan hiçbiri, devletler arası anlaşm alarca kendilerine tanınan, ya da güç­lü devletlerin desteğine bağlı olup diğer devletlerce iradi olarak benim senen yetkilerden fazla bir güce sahip değildir. Bu ne kadar şikayet edilebilecek bir genel tabloyu temsil ederse etsin, öngörülebilir gelecekte bu durum un değişme ihtimali de ufukta görünm üyor.

Gerçek zoru sadece devletler kullandıklanndan, savaş suçlan gibi tecavüzlerle baş etmeleri gerektiğinde bu ulusla­rarası kurum lann etkisiz kalm alan ya da evrensel bir m eşru­iyete dayanam amalan gibi fiili b ir riskten de söz etmek gere­kir tabii.4 Genel anlaşma sonucu kurulan savaş m ahkem ele­rinde (örneğin, 17 Tem m uz 1988 tarihli BM Roma Statüsü uyannca kurulan Uluslararası Savaş Mahkemesi’nde) bile, kudretli devletlerin onlan tanımam a güçleri ve ihtimalleri­n in bulunm asına bağlı olarak, bu kurum lann verdikleri ka­rarları m eşru ve bağlayıcı sayma şartı yoktur. Güçlü devlet­lerle kurulacak bir konsorsiyum , zayıf devletlerin işledikleri bazı suçlarla ilgili davalann bu m ahkem elerde görülmesini, bazı bölgelerdeki Silahlı çatışmalarda uygulanan zulüm lerin azalmasını sağlayacak güçle donanabilir aslında. Ancak yine de bu, uluslararası hukukun uygulanm asının değil, uluslara­rası devlet sistemi içerisindeki geleneksel güç ve nüfuz uygu­lama m odelinin bir örneği sayılabilir.*

4) Bu konuda en iyi rehber olarak bkz. Roy Gutm an ve David Ricff (ed.), Crimes of War: What the Public Should Know (New York ve Londra, 1999).*) Tanımı geregı. tek tek devletlerin uluslararası insani hukuku kabul etmeleri ve tek taraflı olarak bu hukuku kendi ulusal m ahkem elerinde başka ülkelerin yurttaşlarına karşı uygulama hakkına sahip olduklarını iddia etmeleri açısından da durum aynıdır (buna çarpıcı bir örnek olarak, Ispanyol m ahkem elerinin Ge­neral Pinochet davası örneğinde Britanya Lordlar Kamarası’nca desteklenmesi gösterilebilir)

12

Ûte yandan, 21. ve 20. yüzyıllar arasında şöyle bir önem li farklılığa değinm ek gerekir: Savaşın, kam usal güç ve baskı araçları üzerinde tekel yetkisine sahip fiili h ü k ü ­m etlerin otoritesine bağlı teritoryal bölgelere bölünm üş ol­duğu bir dünyada m eydana geldiği fikri artık geçerliliğini kaybetm iştir. Devrim deneyimi yaşayan ülkelerde ya da da­ğılan im parato rluk lann bazı bölgelerinde zaten böyle bir uygulam anın fiilen m üm kün olmadığı gerçeği bir yana, son zam anlara değin devrim le kuru lan rejim ler ya da sömürge- sonrası rejim ler de (başlıca istisna olarak 1911-1949 yıllan arasındaki Ç in’i ayırıyorum burada) oldukça hızlı bir sü ­reçle az çok örgütlü ve işlerlikli rejim ler ve devletler haline gelmeyi başarm ışlardır.

Yine de teritoryal devlet, son otuz yılı aşkın bir süred ir çeşitli sebeplere bağlı olarak silahlı güç üzerindeki gele­neksel tekel k onum unu (ya da eski is tik ran ve gücünün büyük kısm ını ve giderek de m eşruiyet duygusunu) kay­betm iş du rum dadır; ya da en azından bu konum un, h ü k ü ­m etlerin insanların iradeleriyle kabullenecekleri vergiler koym a ve askere alm a uygulam asını sü rdürm e gibi külfet­leri yurttaşlarına dayatm a im kânların ın kalıcı olma ih tim a­li epeyce azalm ıştır. Devlet-dışı savaşları finanse etm e va­sıtalarında gözlendiği şekilde, savaş için gerekli m addi do­nanım a sahip olm a ayrıcalığı da, yaygın bir şekilde özel ku ru luş ve organlara kaym aktadır. Bu anlam ıyla, devlet ör­gütü ile devlet-dışı örgütlenm eler arasındaki dengenin de­ğiştiği rahatlık la söylenebilir.

Devletler içindeki silahlı çatışmalar önüm üzdeki süreçte daha ciddi boyutlara ulaşabilir ve herhangi bir tarafın zafer kazanm ası ya da (Keşmir, Angola, Sri Lanka, Çeçenistan ve

13

Kolombiya örneklerindeki gibi) bir anlaşmaya varılması ih ­timali olm adan onyıllarca devam edebilir. Afrika'nın bazı kısım larında tanık olduğum uz türden aşırı örneklerde, fii­len devletin varlığı bile ortadan kalkabilir; ya da Kolombi­ya’daki gibi, devletin artık kendi topraklarında güç ku llan­ma im kânı yok olabilir. Güçlü ve istikrarlı devletlerde dahi küçük, gayri-resm i silahlı gruplan (Britanya’da İRA, Ispan­ya'da ETA) ortadan kaldırm ak son derece zor olmaya baş­lamıştır. Böylesi bir du rum un yeniliğinin en iyi göstergesi, gezegenimizin en güçlü devletinin, bir terörist saldırıyla yüz yüze geldiğinde, hem bir toprak parçasından hem de gözle görülebilir bir o rdudan yoksun olan küçük, uluslara­rası, hüküm et-dışı b ir örgütlenm eye ya da ağa karşı resmi bir operasyon tasarlam a zorunlu luğunu hissetmesidir.

Yukarıda özetlediğim bu değişiklikler önüm üzdeki yüz­yılda savaş ile barış arasındaki dengeyi değiştirir mi? G er­çekleşmesi m uhtem el savaşlar ya da onların m uhtem el so ­nuçları hakk ında öngörülerde bulunm ayı kendi payıma hiç tercih etmem. Gelgelelim, hem silahlı çatışm anın yapışm a hem de anlaşm a yöntem lerine baktığım ızda, dünyadaki egemen devletler sistem inin derin ve köklü bir dönüşüm geçirm ekte olduğu sonucuna varmak zor olmasa gerektir.

SSCB’nin dağılm ası, neredeyse iki yüzyıldır uluslararası ilişkilere yön veren ve belli istisnalarla devletler arası çatış­m alarda fiili b ir denetim uygulayabilen Büyük Devlet sis­tem inin ortadan kalkm ası anlam ına geliyordu. Büyük Dev­let sistem inin fiilen geçersiz kalm ası, devletler arası savaş­ların ve b irtakım devletlerin başka devletlerin işlerine ka­rışarak silahlı m üdahalede bulunm asın ın önündeki önern-

14

li bir engelin kalkm ası sonucunu da doğurm uştur (Soğuk Savaş dönem inde bir ü lkenin silahlı güçlerin in yabancı bir ü lkenin sın ırların ı geçmesi örneklerine çok az rastlanm ış­tı). Gerçi uluslararası sistem, o zam an bile küçük, bazen oldukça zayıf, fakat BM’nin resm i ‘egem en’ üyeleri arasına dahil edilm iş devletlerin çoğalm asından dolayı ciddi istik­rarsızlık potansiyelleri taşıyordu. İşte, SSCB’nin çözülmesi ve Avrupa'daki kom ünist rejim lerin çökm esi bu istikrar­sızlığı açık bir şekilde daha da derinleştirdi. Britanya, İs­panya, Belçika ve İtalya gibi o zam ana değin istikrar içeri­sinde yaşayan değişik güçlerdeki ulus-devîetlerde yeni ay­rılıkçı eğilim lerin ortaya çıkm ası bu süreci daha da vahim boyutlara ulaştırabilir. Aynı zam anda, dünya sahnesinde boy gösteren ‘özel’ aktörlerin sayısı artm ış durum dadır. Böylesi koşullarda, Soğuk Savaş’m sona erm esinden itiba­ren sm ır-ötesi savaşların ve silahlı m üdahalelerin arttığı­nın gözlenm esi şaşırtıcı olm ayacaktır.

Öyleyse şu soruya bakalım şimdi: Bu tür çatışmaları de­netim altında tutm ak ve bir çözüm e bağlamak açısından eli­mizde hangi m ekanizm alar vardır? Ne yazık ki, fiili durum pek vaaıkâr değildir. 19901ı yıllarda meydana gelen silahlı çatışmaların hiçbirisi, istikrarlı bir anlaşmaya varılmasıyla sonuçlanm adı. Soğuk Savaş dönem ine ait kurum lar, varsa­yımlar ve retoriğin varlığını sürdürm esi, Avrupa’nın güney­doğusunda kom ünist dönem sonrası dağınıklığı şiddetlen­direrek ve bir zam anlar Yugoslavya diye bilinen bölgede ba­rış içinde yaşanm a ihtim alini iyice zora sokarak, eski şüphe­leri canlı tutm aya yetti.

Soğuk Savaş dönem ine ait olup, hem ideolojik nitelik taşıyan hem de m eşruiyetini güç siyasetinden alan bu var­

15

sayım lar, eğer silahlı çatışm aları kontro l altında tutm aya m ukted ir b ir araç geliştirm ek istiyorsak, b ir şekilde geçer­siz kılınm ak zorundadır. Kaldı ki ABD’nin , şu anda güç ilişkileri ne ölçüde kendi lehine gelişiyor olursa olsun, tek- taraflı gücüne bağlı olarak (herhangi bir tü rde), hatta bir ittifak sağlayarak (ki böyle bir ittifakın kısa öm ürlü sü rm e­si hiçbir yolla önlenem ez) desteklense bile, yeni bir dünya düzeni dayatm akta başarılı olam adığı ve kaçınılm az olarak yakın b ir gelecekte de başarılı olamayacağı çok açık bir şe­kilde ortadadır. U luslararası sistem yine çoktaraflı olarak kalacaktır ve bu sistem in düzenlem eleri çeşitli büyük b i­rim lerin -içlerinden hiçbiri diğerlerine karşı b ir askeri ü s­tün lük kuram am ış olsa bile- birbirleriyle anlaşm a sağlama becerisine dayanacaktır. A m erika Birleşik Devletleri’n in giriştiği tü rden uluslararası askeri eylem lerin ne derecede başka devletlerin m üzakereler yoluyla anlaşm aya varm ış olm alarına bağlı kaldığı hepim izin gözünde çok açıktır. İçinde ABD yer alsa bile savaşlarla siyasal uzlaşm alara var­m anın , tektaraflı. dayatm alarla değil, yine m üzakereler yo­luyla yürü tü lm esin in gerekeceği de açıktır. Dolayısıyla, öngörülebilir bir gelecekte kayıtsız şartsız teslim olmayla sona eren savaşlar çağının geri dönm eyeceğini rahatlık la iddia edebiliriz.

Kuşkusuz, mevcut uluslararası organların -özellikle Bir­leşmiş Milletler’in- ro lü de yeniden düşünülüp ele alınmak zorundadır. Hep var olmakla ve durm adan bir misyonu ü s t­lenmeye çağrılmakla birlikte Birleşmiş Milletler’in çatışmala­rın çözüm ünde belirlenmiş bir rolü yoktur. O yüzden, BM’nin uyguladığı strateji ve giriştiği operasyonlar hep deği­şen güç siyasetinin insafına kalmıştır. Gerçekten tarafsız gö­

16

züyle bakılan ve Güvenlik Konseyi’nin ön iznine gerek duy­m adan harekete geçebilecek uluslararası aracı organlann bulunmayışı, ihtilafların çözüm gözetilerek ele alındığı bir sistemin en belirgin boşluğudur.

Soğuk Savaş’m sona erişinden beri banşa ve savaşa yö­nelik m ûdahelelerle belirli ilerlem eler kaydedilm iştir. En iyi ö rnekte (Balkanlar’daki gibi) silahlı çatışm alar dışarı­dan silahlı m üdahaleyle du rduru lm uş ve üçüncü taraflarca düşm anlık ların sona erdirilm esi sonucunda statüko m uha­faza edilm iştir. Bu tü rden uzun vadeli m üdahaleler yıllar­dan beri tek tek güçlü devletlerin kend i nüfuz alanlannda (Suriye ve L übnan öm eği gibi) zaten gündem e gelm ekte­dir. Yine de kolek tif bir eylem olarak bu tü r m üdahaleler, fiilen sadece ABD ve onun m üttefik lerince (bazen Birleş­m iş M illetler’in kana tlan altında, bazen bu şemsiyeye ih ti­yaç duym adan) uygulanm ıştır. Ancak böylesi örneklerde ortaya çıkan fiili durum lar şim diye değin bü tün taraflar açısından tatm in edici sonuçlar doğurm uş değildir. Ö rne­ğin bu girişim ler, m üdahaleyi fiilen uygulayan tarafların askeri b irlik lerin i, aslında hiçbir çıkar beklenm eyen ve d i­şe d okunu r faydaların da sağlanamayacağı o ülkede belir­siz bir süreliğine ve oran tanım az m aliyetlerle bu lundu r­maya yol açm aktadır. Aynca, kendilerin i işgal altındaki nüfusun pasifliğine bağlı durum a düşürm ek gibi bir ih ti­mal de söz k o nusudu r; eğer bir silahlı d iren iş patlak vere­cek olursa, küçük çaplı silahlı ‘barış güçleri’n in yerini da­ha büyük çaplı birlik lerin alması gerekecektir. Yoksul ve zayıf ülkelerse bu tü r m üdahaleleri, özellikle yerel ekono­m inin önem li b ir k ısm ının işgalci güçlerin ihtiyaçlarına göre asalak konum a düşürü ldüğü hallerde, söm ürge ve

17

prektora devirlerini hatırlatıyor olm asından dolayı büyük bir öfkeyle karşılayabilm ektedirler. Son olarak, böylesi m üdahalelerden hareketle gelecekte silahlı çatışm aların denetim altına alınm asına yönelik bir genel m odelin geçer­lilik kazanıp kazanm ayacağı tam am en belirsizdir.

21. yüzyılda savaş ile barış arasındaki denge, m üzakere ve anlaşm a konularında daha etkili m ekanizm alar tasarla­maya değil, ülke içi istikrara ve askeri çatışm alardan kaçın­ma becerisine bağlı olacaktır. Birkaç istisnayı dışarıda tu ­tarsak. m evcut devletler arasında geçmişte silahlı çatışmaya yol açmış olan rekabetler ve sürtüşm eler, artık günüm üzde aynı etkiyi yapma gücüne sahip değildir. Sözgelimi, h ü k ü ­m etler arasında uluslararası sınırlar konusunda ciddi ih ti­lafların bulunduğu örneklerin sayısı son derece azalmıştır. Öte yandan, iç çatışm alar kolaylıkla şiddet sahnelerine d ö ­nüşebilm ektedir. Dolayısıyla, asıl savaş tehlikesi yabancı devletler ya da askeri aktörlerin bu ihtilaflara karışma ih ti­m alinde yatm aktadır.

Gelişm ekte olan, istikrarlı ekonom ilere ve yurttaşları arasında görece adil bir m al bö lüşüm üne sahip devletlerin toplum sal ve siyasal açıdan sarsıntı geçirme ihtim ali, yok­sul, m uazzam eşitsizliklerin olduğu ve ekonom ik açıdan istikrarsız devletlere kıyasla daha az olacaktır. Ülkeler içinde (ve ülkeler arasında) ekonom ik ve toplum sal eşit­sizliklerde görülen dram atik artışlar barış ihtim alini g ittik ­çe ortadan kaldırm aktadır. Kaldı ki, ülke içindeki silahlı şiddetten kaçınm ak ya da onu kon tro l altında tu tm ak, ar­tık daha da doğrudan bir şekilde, ulusal hüküm etlerin yet­kilerine ve etkin perform ansına, ayrıca onların kendi top ­raklarında yaşayan insanların çoğunluğunun gözlerindeki

1 8

m eşruiyetlerine bağlıdır. G ünüm üzde hiçbir hüküm et, ü l­ke içindeki silahlı azınlıkları küçüm seyecek ya da onları gerçeklen ortadan kaldıracak konum da değildir. Yine de dünya, kendi topraklarını ve yurttaşların ı (İngiltere’deki gibi, iç düşm anın onyıllarca silahlı m ücadele yü rüneb ild i­ği durum larda dahi) etkin bir şekilde idare edebilecek dev­letler ile resm en tan ınm ış u luslararası sınırlara bağlı olup, sayıları çoğalan ve ulusal hüküm etleri ya zayıf ve yozlaş­m ış, ya da fiilen esam esi okunm ayan bölgelere doğru bö­lünm ektedir. Orta Afrika’ya baktığım ızda gördüğüm üz gi­bi, bu bölgeler kanlı iç m ücadelelere ve uluslararası çatış­m alara sahne olm aktadır. Buna rağm en, bu bölgelerde ka­lıcı bir ilerlem e kaydetm e ihtim ali de ufukta görünm ez. Haliyle, istikrarsız ü lkelerde m erkezi hüküm etin giderek zayıflaması ya da dünya haritasında başka Balkanlaşma ör­nek lerin in çıkması, silahlı çatışm alar tehlikesini kuşku gö­türm ez bir şekilde arttırm aktadır.

Şimdi, doğru luğundan tabii ki em in olam adığım bir tahm inde bulunayım : 21. yüzyıldaki savaşların, 20. yüz­yıldaki kadar caniyane tablolarla yürü tü lm esi pek m üm ­k ü n değildir. Ancak silahlı şiddet, ölçüye vurulm az ıstı­raplara ve kayıplara yol açarak, dünyan ın önem li bir bö­lüm ünde görülm eye ve yayılmaya -doğrusu , yer yer yayıl­m aya- devam edecektir. 21. yüzyılın bir barış yüzyılı olma ihtim ali son derece düşük tü r.

19

21. YÜZYILIN BAŞINDA SAVAŞ, BARIŞ VE HEGEMONYA

2

Benim asıl konum savaş, ban ş ve hegem onya, fakat b u ­rada bu sorunlara -tarihçilerin pratiklerine uygun olduğu üzere- geçmişin perspektifinden yaklaşacağım. Şu dönem ­de tarihin -başka b ir deyişle, insan hayatı ve toplum daki değişim süreci ile insanın yerküredeki doğal ortam üzerin ­deki etkisinin- baş döndürücü b ir hızla ilerlem ekte olduğu bir dünyada yaşadığımızı aklım ızda tutm adıkça, dünyanın siyasal geleceği hakkında doğru b ir zem inde fikir belirtm e­miz m üm kün değildir. G erçekten de şu anda hepim izin, hem insan ırk ın ın hem de doğal çevrenin geleceğini riske atan bir hızla yol aldığım ız kesindir. Berlin Duvarı yıkıldı-

20

ğında ihtiyatsız bir Amerikalı ‘tarih in sonu’nu ilan etmişti; ben de, açık b ir şekilde çürü tü lm üş olan bu deyişi ku llan­m akta hep m ütereddit davranm ışım dır. Yine de, geçen yüz­yılın ortasında dünya tarihinin, on b in yılı aşkın bir zam an­dır (yani, yerleşik tanm ın icat edilişinden beri) bildiğimiz şekliyle tarihe son veren yeni bir aşam asına girdiğimiz bes­bellidir. Aynca, hangi istikam ete doğru yol aldığımızı hiç­birimiz bilm iyoruz.

‘Kısa 20. yüzyıl’ı anlattığım tarih kitabım da, dünya tari­hindeki bu dram atik ve ani kopuşu ana hatlanyla ortaya koymaya çalıştım. Aynı dönem de teknolojik ve üretken dö­nüşüm lerin gerçekleştirilm iş olduğu besbellidir. Buna ikna olm ak için, zam anı ve m ekânı fiilen ortadan kaldıran ileti­şim devrim inin hızını düşünm eniz bile yeterlidir. İnternet bile ancak 2004’te daha onuncu yılım doldurm uştur. Zaten bu yüzden, sözünü ettiğim sürecin uluslararası boyutta ge­leceği ilgilendiren şu dört toplumsal yönünü ayırmayı tercih ediyorum: a) 19. yüzyıla kadar gerek insan ırkının gerekse ekonom inin tem elinin büyük kütlesini oluşturan köylülü­ğün dram atik b ir şekilde gerileme ve çöküş içine girmesi; b) bu dönüşüm e denk bir süreçle, ağırlıkla kentli bir toplum un yükselişe geçmesi, özellikle de sekiz haneli nüfuslarıyla te­laffuz edilen hiper-kentlerin kurulm ası; c) sözlü iletişime dayalı dünyanın yerini, elle ya da m akineyle evrensel düzey­de okum a ve yazmaya dayalı bir dünyanın alması; d) son olarak, kadınların durum undaki köklü dönüşüm .

T anm alanında çalışan insan lann sayısında gözlenen azalma, gelişmiş dünyada açık bir durum dur. Bugünkü ra­kam , OECD ü lkelerinde yaşayan n ü fu su n yüzde 4’ü, ABD’deyse yüzde 2’sidir; başka yerlerde de yaklaşık oranlar

21

söz konusudur. 1960'iı yılların ortalarında, yaşayan n ü fu ­sun yarısından fazlasının bu alanda çalıştığı Avrupa’da beş, Kuzey ve Güney Am erika’da on bir, Asya’da sekiz ülke bu ­lunuyordu, Afrikada’ysa üçu (Libya, T unus ve Güney Afri­ka) hariç bü tün ülkelerde ağırlıklı nüfus tarımla uğraşm ak­taydı. Oysa günüm üzdeki durum , yukarıda çizdiğimiz tab­lodan taban tabana zıttır. Pratik amaçları gözetirsek, Avru­pa ya da Am erikalar’da, yaşayan nüfusun yarısından fazla­sının tarımda çalıştığı tek bir ülke kalm am ıştır artık. Aynı tablo İslam dünyası açısından da geçerlidir. Türkiye dörtte üç oranındaki köylü nüfusunu üçte bire indirirken, Pakis­tan bile yüzde 50 dilim inin altına inm iştir. Köylü tarım ının başlıca kalelerinin bu lunduğu Güneydoğu Asya’da bile b ü ­yük değişiklikler olm uştur: Tarım la geçinen nüfus Endo­nezya’da yüzde 67’den -yüzde 44’e, Filipinler’de yüzde 53'ten yüzde 37’ye, Tayland’da yüzde 82’deıı yüzde 46’ya, Malezya'da yüzde 51’den yüzde 18’e düşm üştür. 2006 yılı itibariyle, 1950'de nü fusunun yüzde 85'i köylü olan Çin bi­le bu oranı yüzde 50 civarına indirm iş haldedir. Aslına ba­karsanız, alt-Sahra Afrikası’nm büyük kısm ını istisna sayar­sak. köylü top lum unun geriye kalmış tek sağlam dayanak­ları, Britanya ve Fransa’n ın eski güney Asya im paratorluk­ların ın bu lu n d u ğ u bölgededir: H ind istan , Bangladeş, Myanmar ve H indiçin ülkeleri. Gelin görün ki, sanayileş­m enin hızla yol aldığı düşünüldüğünde bu durum daha ne kadar böyle sürebilecektir? 1960’lan n sonlarında tarım la uğraşan nüfus Tayvan ve Güney Kore’de nüfusun yarısını o luşturuyordu; bugünse aynı ülkelerdeki oranlar sırayla yüzde 8 ve yüzde 10’a inm iş durum dadır. Ö nüm üzdeki yir- mi-otuz yıllık zam an dilim inde de, insanlığın ortaya çıkı-

22

şm dan beri var olan halinin (üyeleri esasen yiyecek topla­ma, avlanm a ya da gıda üretim iyle uğraşıp beslenen bir in­san tü rü n ü n ) fiilen değişmiş olduğuna tanıklık edeceğiz.

Dolayısıyla, esasen kırsal bölgelerde yaşayan bir tür ola­rak insanlık da ortadan kalkacak. 1900’de dünya nüfusu­n u n sadece yüzde 16’sı şehirlerde yaşıyordu; 1950'de bu ra­kam hâlâ ancak yüzde 26’ya çıkabilm işken, bugün neredey­se yarıya u laşm ıştır (yüzde 48).' Gelişmiş ülkelerle yeryü­zünü n başka birçok köşesinde kırsal bölgeler (tarım üreti­mi yapılan alanlar da dahi), insanların arabalarının ve kü­çük yerleşim yerlerinin dışında zorlukla görülebildiği bir yeşil çöle dönüşm üştür. Yalnız bu noktada değerlendirm e yapm ak biraz daha zordur. Eski gelişmiş ülkelerin ağırlıkla kentleşm iş oldukları doğrudur, ancak bunlar, kırsal bölge­lerden benim daha önce hiper-kentler dediğim birim lere doğru um utsuzca kaçan kalabalıklardan m üteşekkil bir cis­m e bürünen kentleşm enin geçerli m odeli bakım ından artık tipik örnekler değillerdir. Gelişmiş dünyadaki kentlerin -nom inal olarak büyüyenler dahil olmak üzere- geçirdiği dönüşüm , asıl m erkezin ya da m erkezlerin civarındaki böl­gelerin alt-kenıleşm esidir. Bugün, dünyanın en büyük elli şehrin in ancak on tanesi ve yine nüfusu 10 m ilyon civarın­da seyreden on sekiz dünya kentin in sadece ikisi Avrupa’da ve Kuzey A m erika’dadır. 1 m ilyonun üzerinde nüfusa sahip olup en hızlı şekilde büyüm eye devam eden şehirler, bir tek (Portekiz’de Porto) istisnayla Asya’da (yirm i), Afrika'da (al­tı) ve Latin A m erika’dadır (beş). Bu süreç -başka nitelikte doğurduğu sonuçlar ne olursa olsun-, özellikle de seçimle

1) Paul Bairoch. De J(richo <1 Mexico: Villrs et economies dans l'histoirc (Paris. 1985). s. 634.

23

başa gelen temsili m eclislerin ya da devlet başkanlarm m bulunduğu ülkelerde, fazlasıyla yoğunlaşm ış kentsel nüfus­lar ile cografik bakım dan yayılmış bir yapıdaki kırsal nüfus­lar arasındaki siyasal dengeyi kökünden değiştirm ektedir.

Eğitim alanındaki dönüşüm ler konusunda söyleyecek fazla sözüm yok, çünkü genel okuryazarlığın toplum sal ve kültürel etk ilerin in , hepim izi dahil ederek gerçekleşm iş bu lunan , kam usal ve kişisel iletişim vasıtaları bakım ından ani ve asla benzeri görülm em iş devrim in toplum sal ve k ü l­türel etk ilerinden ayrılm ası pek kolay değildir. İzninizle, burada tek b ir önem li olguya değineyim. Bugün, ilgili yaş g rupların ın yüzde 55’in den fazlası ortaöğrenim den sonra okum aya devam eden 20 ülke bu lunm aktadır ve bu ü lke­lerin hepsi (bir tek G üney Kore’yi istisna tu tarsak) A vru­pa’da (eskiden beri kapitalist ve yakın bir zam anda sosya­list olan ü lkelerde), Kuzey A m erika’da ve Avustralasya’da- dır. insan serm ayesi ü retm e bakım ından eski gelişmiş dünya, 21. yüzyılın yeni sahneye çıkan ülkeleri karşısında hâlâ önem li bir ü stün lüğe sahiptir. Burada k ritik soru şu ­dur: Asya -ve özellikle H indistan ile Çin- on lan ne kadar büyük bir hızda yakalayabilecektir?

Yine burada, geçen yüzyılın en büyük toplum sal değişi­m ini temsil eden tek bir olgu hakkında bir şey söyleyebile­cek durum da değilim. Sadece az önce ifade ettiğim düşün­celerimi tam am layacak b ir gözlem im den bahsedebilirim : Kadınların k u rtu lu şu n u n derecesinin en iyi göstergesi, on ­ların eğitim alanında erkekleri yakalamış, hatta onları aş­m ış olm alarıdır. H indistan’ın bu kapsam da dünyanın hâlâ nal toplayan köşelerinden birisini oluşturduğunu söylem e­ye bilm em gerek var mı?

24

Şimdi izninizle, geçen yarım yüzyılın benzeri görülm e­dik dönüşüm lerine kuş bakışı göz atarak, 21. yüzyılın ba­şında savaş, barış ve iktidar m eselelerini etkileyen faktörle­ri daha yakından irdeleyeyim. Gerçi bu açıdan genel eğilim­lerin m utlaka pratik gerçekliklere yol gösterm esi beklene­mez. Sözgelimi, '20. yüzyıl boyunca dünya nüfusunun (Am erikalar’ı dışarıda bırakırsak) büyük ölçüde tepeden aşağı yönetilen, m irasla devreden prensler tarafından veya yabancı devletlerin ajanlarınca idare edilen halklardan oluşm adığı ortadadır. Hatta, tek tek h e r b irinde başa gelen hüküm etleri m eşruiyetlerini ‘halk’a, ü lu s ’a referanslara da­yandıran, çoğu durum da (to taliter denen rejim ler dahil ol­m ak üzere) yetkilerini gerçek ya da uydurm a seçim ler ya da plebisitlerle ve/veya otorite ile ‘halk ’ arasındaki bağın sem ­bolik temsili olan periyodik kam usal törenlerle pekiştiren, teknik açıdan bağımsız devletlerin m eydana getirdiği bir top lu luğun dünyaya damgasını basm ış olduğu da herkesçe bilinm ektedir. Açıkça söylenebilir ki, halk (ki 20. yüzyılda, yalnızca erkekler değil kadınlar da dahil olarak) şu ya da bu şekilde teba olm aktan yurttaş sta tüsüne yükselm iştir. Yine de şöyle bir soru yöneltm ekten kendim izi alamayız: Bazen geçici bir süre diye başlatılan, fakat genellikle epeyce uzunca bir süre ik tidan bırakm ayan askeri idarelerle askıya alınsa bile çoğu yönetim in -teknik anlam da- liberal-dem ok- ratik anayasaların çeşitlerini o luşturduğu b ir dönem de, bü­tü n bun lar bizi gerçekliğe ne kadar yaklaştırm aktadır? Bes­belli ki çok yakm a değil.

Buna rağm en, herhalde gezegenim izin çoğu açısından şöyle b ir genel eğilimin gözlendiğinden bahsedilebilir: 20. yüzyıl boyunca insanların içinde yaşadığı tem el siyasal ve

25

kurum sal birim haline gelmiş olan bağımsız tentoryal dev­letin kendisinde b ir değişim olm uştur. Asıl yurdu Kuzey Atlantik bölgesi olan bu bağımsız teritoryal devlet, gücünü Fransız Devrim i’nden itibaren gerçekleştirilen çeşitli yeni­liklerden alm aktaydı. Ayrıca, iktidar ve baskı araçlarında - silahlar, silahlı insanlar, hapishaneler- bir tekel ko n u m u n ­daydı ve m erkezi bir o torite aracılığıyla, o devletin toprak­larında m eydana gelen h e r türlü olay karşısında, gittikçe fazlalaşan enform asyon ve bilgi toplam a kapasitesine de da­yanarak gün geçtikçe daha fazla denetim uyguluyordu. Ta­bii, böyle bir devletin faaliyetlerinin kapsam ı ve kendi yu rt­taşlarının gündelik hayatı üzerindeki etkisi, bn gelişmelere paralel olarak çoğalm aktaydı; aynı şekilde, devlete ve ü lke­ye sadakatlerinden faydalanarak kendi sınırları içerisindeki insanları harekete geçirip seferber etm ekte oldukça başarı­lıydı. Devletin gelişm esinin işte bu aşaması doruk noktası­na kırk küsur yıl önce ulaşm ıştı.

Öyleyse, 1970’li yıllarda Batı Avrupa’nın 'kam usal tüke- tim’in, yani GSMH’nın özel tüketim e ya da yatırım lara değil de kamusal amaçlarla harcanan payının kabaca yüzde 20 ila 30 arasında bir orana ulaştığı ‘refah devleti’ üzerinde bu çer­çevede yeniden düşünm enizi öneririm. Daha sonra da, yurt­taşların yalnızca kendilerinden muazzam m iktarlarda vergi toplama konusunda tasarrufu devlet yetkililerine bırakm aya değil, m ilyonlarcasm ın geçen yüzyılın büyük savaşlarında ‘ülkeleri uğruna’ savaşıp öldürülm ek üzere askere alınmaya fiilen hazır olmaları konusunda düşünm ekte büyük fayda vardır. İki yüz yılı aşkın bir süreden beri m odern devletin yükselişi -herhalde 1970‘li yıllara değin- ideoloji ve siyasal örgütlenm e konusundaki farklılıklar ne olursa olsun (yöııe-

26

tim rejimleri ister liberal, isterse sosyal dem okrat, kom ünist ya da faşist olsun), süreklilik arz eden bir seyir izlrmiştir.

Fakat du rum şim dilerde böyle değildir. Eğilin, tersine dönm ektedir. A rtık, b ir devletin h u k u k u ve vergin, •'inin kapsam ı d ışında faaliyet yü rü tm ek için ellerinden gelen her şeyi yapan ve bu suretle büyük hüküm etlerin bile u lu ­sal ekonom ilerin i denetlem e yeteneklerine ağır sın ırlar getiren , u lusaşırı özel şirketlere dayalı ve hızla küreselleş­m ekte olan b ir dünya ekonom isinde yaşıyoruz. Gerçekten de, egem en teoloji olan serbest piyasa im anı sayesinde, devletler en geleneksel doğrudan faaliyetlerinin birçoğu­nu (posta h izm etleri, polis, hapishaneler, hatta silahlı kuvvetlerin hayati b irim leri) fiilen kâr amaçlı özel taşe­ronlara b ırakm aktadırlar. Sözgelimi, şu anda Irak’ta bu tü rden 30 bin ya da daha fazla silahlı ‘özel taşeron fir- m a’n ın faal olduğu tahm in ed ilm ekted ir.3 Bu gelişmeye ve Soğuk Savaş sırasında yeryüzünün küçük ama oldukça et­kili silahlarla dolup taşm ış olm asına bağlı olarak şu söyle­nebilir ki, silahlı güçler artık tüm den devletlerin ya da o n ­lara bağlı k u ru m lan n tekelinde değildir. Britanya, Ispanya ve H indistan gibi güçlü , istik rarlı devletler dahi, belli sü ­relerde, devleti tehdit etm eleri söz konusu olmasa da fii­len yok edilip ortadan kaldırılam ayan silahlı m uhalif odaklarla b irlik te yaşamayı öğrenm işlerd ir. Dolayısıyla ve çeşitli sebeplerden ö tü rü , hepsi olm asa da çoğu 20. yüzyıl im parato rluk ların ın ü rün leri olan ve resm i hüküm etleri kendi devletlerin in toprakları ve nüfusların ı, ha tla bizati­hi kendi ku rum larım idare edem eyen ya da etkili b ir de­

2) Patrick Radden Keefe, “Iraq, America's Private Armies” , New Vorl; Review ofBooks, 12 Ağustos 2004, s. 48-30.

27

netim uygulayam ayan Birleşmiş M illetler’in b irçok üye devletinin hızla dağılm asına şahit olmaktayız.

Neredeyse aynı derecede çarpıcı başka bir olgu, ister yurttaş ister teba o lsunlar belli bir ülkenin topraklannda yaşayan insanların, o devletin m eşruiyetini kabullenm e, yönetici kesim lere ve o n lann çıkardıkları yasalara gönüllü olarak boyun eğme eğilim lerinin gittikçe azalmasıdır. Oysa geçmişte, nüfusun büyük kesim lerini o luşturan kalabalık­ların fiilen kuru lm uş -hatta görece bir avuç y ab a n a tarafın­dan idare edilen- bir devlet iktidarım meşru saymaya hazır olm alarını hesaba katm adan, 19./20. yüzyıllarda yaşanan emperyalizm çağını anlam ak m üm kün olmazdı. Yabancı güçler ancak insan lann bu tü r b ir kabule hazırlıklarının ya­kın bir zam anda beklenm ediği ender bölgelerde (Afganis­tan ve K ürdistan gibi) kaybeden konum undadırlar. Gelge­ld im , Irak’m bize gösterdiği üzere, halkın iktidar karşısın­daki, hatta ezici askeri ü stün lük karşısındaki doğal itaati kaybolm uştur -v e bu, beraberinde im paratorlukların geri dönüşünü getirm iş durum dadır. Yurttaşların itaati de aynı derecede çabukça aşınm aktadır. Ben bugün, herhangi b ir devletin, en keskin am açlarla ‘ülkeleri uğruna’ savaşıp öl­meye hazır ordularla büyük savaşlar yü rü tüp yürütem eye- cegi sorusuna büyük bir şüpheyle yaklaşıyorum . Artık çok az Batılı devlet, ‘gelişmiş ülkeler’ denen devletlerin bir za- mtm güvenebileceği tü rden , (toplum sal düzenin kenarla­rında yaşayan potansiyel suçlular ya da uyum suz küm eler dışında) tem elde yasalara bağlı ve düzenli nüfusları o luştu ­ran bir insan kütlesine güvenebilecek haldedir. Yurttaşları her an gözetim altında tu tm anın teknolojik ve başka araç­larının (CCTV kam eraları, telefon dinleme, kişisel verilere

28

ve bilgisayarlara ulaşm a) olağanüstü derecede çoğalması, yurttaşları daha az özgür kılmaya yarasa bile, devleti ve hu ­kuku daha etk in hale getirmeye yetm em iştir.

Üstelik bü tün bu gelişmeler, küreselleşm enin muazzam derecede süratlendiği, dünyanın her köşesinde bölgesel ayrı­lıkların boy attığı ve küreselleşmenin doğası gereği dengesiz ve asim etrik büyüm e doğurduğu bir çağda meydana gelmek­tedir. Ayrıca yine bu gelişmelerden dolayı, çağdaş hayatın küreselleşmeye ve küresel standartlaşm anın baskılanna m a­ruz yönleri (bilim ve teknoloji, ekonomi, çeşitli teknik altya­pılar ve -daha az ölçüde- kültürel kurum lar) ile bunlara ma­ruz kalmayan yönleri (bilhassa devlet ve siyaset) arasındaki çelişki iyice belirginleşm ektedir. Ö rneğin, küreselleşme m antıki olarak yoksul bölgelerden zengin bölgelere emek göçü akışım çoğaltmakta, fakat bu akış da, dünya çapında bu hareketin ölçeği ılım lı seviyelerde kalmakla birlikte, ilgili devletlerin pek çoğunda -çoğunlukla eski Kuzey Atlantik bölgesinin zengin ülkelerinde- siyasal ve toplumsal gerilim doğurm aktadır. Gerçi bugün bile, dünya nüfusunun ancak yüzde 3’ü doğdukları ülkenin dışında yaşamaktadır. Serma­yenin, m etalarm ve iletişim vasıtalarının hareketinden farklı olarak devlet ve siyaset, şimdiye değin emek göçlerinin önü­ne etkili engeller dikmeyi becermiştir.

Ekonom ik küreselleşm enin yarattığı (1990’h yıllarda es­ki Sovyet ve Doğu Avrupa sosyalist ekonom ilerinin sebebi­yet verdiği dram atik sanayisizleştirmeyi saymazsak) en çar­pıcı yeni dengesizlik, dünya ekonom isinin ağırlık m erkezi­nin Kuzey A tlantik’te s ın ın olan bölgelerden, Asya’nın çeşit­li kesim lerine kaymasıdır. Bu eğilim henüz ilk aşam alann- dadır, fakat hızlanan bir süreç olarak yaşanm aktadır. Dünya

29

ekonom isinin son on yılı aşkın zam an dilim indeki büyüm e­sinin büyük ölçüde Asya’daki d inam olanna, özellikle de Çin’de sanayi üretim inde gözlenen olağanüstü büyüm e hızı ve oranına bağlı olduğundan en ufak bir şüphe duyulam az (2003 yılında Çin’deki yüzde 30’luk büyüm eye karşılık, bu oran dünya genelinde yüzde 3’û aşmam ış. Kuzey Amerika ve Almanya’daysa yüzde 0.5’un altında kalm ıştı).* Açıkçası bu tablo Asya ile eski Kuzey Atlantik’in göreli ağırlığını faz­la değiştirmiş değildir (ABD, Avrupa ve onların arasındaki Japonya, hâlâ dünya çapındaki GSMH’nm yüzde 70’ini oluş­turm aktadır), fakat Asya’n ın büyüklüğü ve çapının etkisini şim diden hissettirdiği de açık seçik ortadadır. Satın alma gü ­cü açısından bakıldığında, Güney, Güneydoğu ve Doğu As­ya, şim diden ABD’ye kıyasla yaklaşık olarak üçte iki o ran ın­da daha büyük b ir pazan tem sil etm ektedir. Dünya ölçeğin­de görülen bu kaym anın ABD ekonom isinin göreli ağırlığı­nı nasıl etkileyeceği, doğal olarak 21. yüzyılın uluslararası geleceği açısından temel bir sorudur. Bu mesele üzerinde daha sonra yeniden duracağım.

Şimdi, yeni yüzyılda savaş ve barış so runu ile u lu sla ra ­rası düzenin kuru lm ası ih tim alin i daha da yakından irde­leyeyim. İlk bakışta göründüğü kadarıyla, gelecekte d ü n ­ya barışına ulaşılm ası ih tim ali, sicili emsali görülm edik dünya savaşlarıyla ve astronom ik ölçüdeki ölüm sahala­rıyla dolu olan 20. yüzyılın um utlarına göre daha fazladır. Yine de, Büyük Britanya’da yakın bir dönem de yapılan ve Britonlara ilk defa 1954 te yöneltilen soru lara alm an ce­vaplarla, aynı so ru la rın 2004’te sorulm ası üzerine alınan

*) Avustralya, Transa, İtalya, İngiltere vc Benelüks ülkelerindeki büyüm e oranı eksideydi (19 Ekim 2004, CIA W orld Factbook).

30

cevapların karşılaştırıld ığ ı bir kam uoyu anketi, günüm üz­de dünya savaşı çıkm ası k o rkusunun o zam andaki ruh h a ­line kıyasla fiilen daha fazla o lduğunu ortaya koym uştur.1 K orkunun kaynağı da, büyük ölçüde, silahlı çatışm aların dünyanın h e r tarafına salgın gibi yayıldığı (ve bu çatışm a­ların , tip ik b içim de, devletler içinde başlayıp, yabancı m ü­dahalelerle daha zorlaştırılan) b ir çağda yaşadığım ıza dair apaçık kan ıtla rın h e r gün biraz daha çoğalm asıdır. 20. yüzyılın askeri ölçekleriyle bakıldığında oldukça sınırlı ve küçük de kalsa bu tü r çatışm aların , gittikçe daha fazla esas k u rban lar haline gelen siviller üzerindeki etkisi göre­ce k o rk u n çtu r ve anlaşıldığı kadarıyla epeyce uzun süreli bir kalıcı etkiye sah ip tir. Berlin D uvarı’n ın yıkılışından itibaren, A frika’nın değişik kısım larında, G üneydoğu Av­ru p a’da ve Asya’da şah it o lunduğu üzere, b ir kez daha bir soykırım ve zorla kitlesel nüfus transferleri çağında yaşa­dığım ızı söyleyebiliriz. 2003 yılm m sonunda, kendi ü lke­lerin in içinde ve d ışında herhalde 38 m ilyon kadar insanın m ülteci olarak bu lunduğu hesaplanm ıştır (bu ra­kam , İkinci D ünya Savaşı’n ın bitm esinin akabinde yerle­rinden y u rtla rın d an olm uş kişilerin sayısıyla kıyaslanabi­lecek ö lçüded ir). Basil b ir ö rnek verelim : 2000’de Birman­ya’da silahlı çarpışm adan kaynaklanan ö lüm lerin sayısı 300’ü aşm ıyordu , fakat -büyük ölçüde M yanm ar o rdusu ­nun aldığı tedb irler sonucunda- ‘ülke içinde yurtlarından koparılan’ in san la rın sayısı yaklaşık olarak 1 milyon kişiy­d i / Aynca Irak da, küçük savaşların -20. yüzyılın stan-

3) Daily Mail (Londra). 22 Kasım 2004, s. 194) Margareta Sollertbcrg (ed.)’, Stares in Armed Conflict 2000 (Uppsala, 2004); In­ternal Displacement A Global Overview of Trends and Developments in 2003 (htipi/Avww. idpproject.org/global_ovcrview.Ktm).

31

dartlanyla- m uazzam çapta felaketlere yol açtığını doğru ­layan bir ö rnektir.

20. yüzyılın tipik savaş biçim i olan savaşlann devletler arasında yapılması, ciddi bir dönüşüm içindedir, yani b ü ­yük ölçüde azalmıştır. Şimdilerde, Afrika ve Asya’n ın çeşit­li bölgelerinde bu tü r çatışm alann çıkma ihtim ali yok sayı­lamazsa da, geleneksel haliyle devletler arasında yürütülen , ya da m evcut devletlerin iç istikrarı veya bü tün lüğünün risk altına sokulduğu tek bir savaş yoktur. Ö te yandan, m uhtem elen ABD’n in Ç in’in rakip bir süpergüç olarak boy gösterm esini kabullenm ek istem em esinden kaynaklanan büyük bir küresel savaş çıkm ası tehlikesi, acil bir tehlike olarak görünm ese de henüz ortadan kalkm ış değildir. Gerçi böylesi bir çatışm adan kaçınm a ihtim ali, 1929’dan sonra ikinci Dünya Savaşı’n ın patlak verm esini önleyebilm iş o l­ma ihtim alinden daha fazladır. Yine de böyle bir savaş, önüm üzdeki birkaç on yıl düşünüldüğünde hâlâ gerçek bir ihtim al olarak önüm üzde durm aktadır.

Geleneksel devletler arası -küçüklü büyüklü- savaşlar söz konusu olmasa bile, bugün gerçekçi gözlemciler, yüzyılım ı­zın silahlarla şiddetin hep ön planda olmadığı bir dünya ge­tirmesini bekliyorlar. Ancak bu noktada, Başkan Bush’un ve Başbakan Blair’in başında bulunduğu hüküm etlerin bir kü ­resel im paratorluk politikası izlemeyi haklı çıkarmaya daya­nak yapmak istedikleri tü rden , bir irrasyonel korku retoriği­ne de karşı koymamız gerekiyor. Bir metafor olarak kullanıl­ması dışında ‘teröre karşı savaş’ ya da 'terörizme karşı savaş' tü rü ibarelerin herhangi bir gerçeklik taşıması m üm kün de­ğildir; bu tür deyişler ancak terörizm i bir program olarak değil, b ir taktik olarak kullanan belirli siyasal aktörlere kar­

32

şı kullanıldığında anlam taşıyabilir. Taktik olarak terör hiç­bir ayrım gözetmez; ister gayri-resmi gruplar isterse devlet tarafından başvurulsun, ahlâki açıdan da kabul edilemez. Uluslararası Kızıl Haç, Irak Savaşı’nda her iki tarafı da m ah­kûm eden bir ku ram olduğu için, yükselen barbarlık dalga­sının çok iyi farkındadır. Bunun yanında, küçük terörist grupların biyolojik silah kullanabileceği korkusu da ciddi­dir; fakat ne yazık ki bu ihtimal, insan hayatı dahil hayat sü­reçleriyle oynamayı kapsayan yeni hünerlerin kontrolden çıkması halinde -ki çıkacağı kesindir- gündem e gelecek olan daha büyük ve öngörülem ez tehlikeler karşısında çok daha devede kulak kalm aktadır. Yine de, ABD’nin onlara karşı küresel savaş ilan ettiği pan-lslam ik terör şebekelerinin fa­aliyetlerinin, hatta şu anda faal olan bü tün terörist hareket­lerin toplam ının, dünyanın istikran (ya da, herhangi bir is­tikrarlı devlet) açısından fiili bir tehlike o luşturduğu iddia­sı, şu aşam ada görm ezlikten gelinebilecek bir durum dur. Söz konusu gruplar kendi atalarından çok daha fazla (dev- letlerdense çok daha az) sayıda insanlan katletm iş ve katle­diyor olsalar bile, on lann hayatlanm ız açısından yol açtıkla- n risk, istatistiki bakım dan asgari düzeydedir. Askeri saldın bağlam ında değerlendirildiğindeyse dikkate alınm alan söz

. konusu bile edilemez. Bu tür gruplar nükleer silahlara ula­şam adıkları sürece (ki şu aşamada bu akla gelmez bir durum değildir, fakat yakın zaman için doğrudan bir tehdit unsuru sayılmaz) terörizm histeri doğurmayı başaramayacak, serin­kanlı insanlar tarafından kontrol altında tutulacaktır.

Bütün bunlara rağm en söyleyebiliriz ki, dünyanın d ü ­zensiz olduğu bir gerçektir ve önüm üzdeki yüzyılın 'silahlı

33

çatışmalar ve insani felaketler yüzyılı’ olma ihtim ali de ol­dukça yüksektir. Peki bu tablo, W aterloo’dan SSCB’n in çö­küşüne kadar geçen 175 yıllık dönem de hepi topu 30 yıl için geçerli olabildiği şekilde, yeniden bir tü r küresel dene­tim sağlanma ih tim alin i de arttırabilir mi?

İki sebeple bu soruna çözüm bulm ak bugün daha zor­dur. Birincisi, kontro lsüz serbest piyasa küreselleşm esinin yarattığı ve çok daha hızlı yollarla derinleşen eşitsizlikler, huzursuzluğun ve istikrarsızlıkların doğal kuluçka m akine­sidir. Yakın zam anlarda gözlenen bir durum olarak, “En ileri askeri sistem lerin bile hukuk düzenindeki genel bir çöküşle baş etm eleri beklenem ez’’.3 Benim daha önce de atıfta bu lunm uş olduğum devletler krizi, bu ihtimali eski­sinden çok daha ciddi bir boyuta getirm ektedir. İkincisi, a r­tık genel bir çöküşün küresel savaşa dönüşm esi tehlikesini -1914-1945 yılları arasındaki felaket çağını d ışanda tu tacak olursak- bertaraf edebilecek konum daki, çoklu b ir ulusla-r rarası Büyük Devlet sistem i yok tun Zaten bu sistem, köke­ni 17. yüzyılın O tuz Yıl Savaşı’nı sona erdiren antlaşm alara kadar uzanan, ilişkileri kurallarca (özellikle de başka bir devletin iç işlerine m üdahale etm em e kuralınca) belirlenen ve savaş ile barışın birb irlerinden kalın çizgilerle ayrıldığı bir devletler dünyası içinde yaşadığımız varsayımına daya­nıyordu. Bugünse, değindiğim iz bu iki durum ve kural da artık geçerli değildir. Eski sistem ayrıca, küçük bir küm eyi oluşturan bir avuç ‘büyük devlet’in dahil olduğu (1945’ten sonra iki süpergüçün ortaya çıkmasıyla sayıları ikiye inm iş­ti) ‘birinci lig’ devletlerinde bile çoğulcu gücün egemen ol­

5) John Sleinbnınncr vc Nancy Gallagher, "An Alternative Vision of Global Se­curity", Daedalus, Yaz 2004, s 84.

34

duğu bir dünya gerçekliğine dayanıyordu. Dolayısıyla, bu devletlerin hiçbirisi m utlak bir egemenlik kuram az ve iddia edemezdi; batı yarım küresinin dışındaysa, bölgesel hege­m onyalar bile ancak geçici sürelerle kurulabilm işti. Fakat SSCB’nin ortadan kalkm ası ve ABD’nin ezici askeri ü stün ­lüğü bu güç sistem ini sona erdirdi. Dahası, ABD’nin 2002’den beri izlediği politikalar, hem bu ülkenin antlaş­m alarla üstlendiği yüküm lülüklerin i yok sayıyordu, hem de uluslararası sistem in ileri teknolojiye dayalı sald ın sava­şında m uhtem elen kalıcı bir ü stün lük kurulm asına dayan­dırdığı uzlaşm aların aleyhine bir çizgide seyretm ekteydi. Böylece ABD, dünyanın herhangi bir tarafında kısa süre içerisinde büyük bir askeri eyleme girişebilecek tek ülke durum una yükseldi.

ABD'nin ideologları ve onları destekleyenler, bu du ru ­m u, hayırsever küresel A m erikan im parato rluğunun göze­tim indeki yeni bir dünya barışı ve ekonom ik büyüm e çağı­nın başlangıcı olarak görüyorlar; hatta bu görüşlerini, ta­m am en yanlış bir şekilde, 19. yüzyılın Pax Britannica’sıyla kıyaslıyorlar. Kanımca bu kıyaslama tam am en yanlıştır, z i­ra im paratorluklar, tarihsel açıdan bakıldığında, kendi topraklarındaki uygulam alarının yanında hiçbir zaman kendi çevrelerindeki dünyada barış ve istikrar getirm em iş­lerdir. İm paratorlukların özel bir katkısı olduysa, bu da, Britanya İm paratorluğu örneğindeki gibi, varlıklarını sü r­dürm elerine im kân tanıyacak bir şekilde o dönem için cid­di bir uluslararası çatışm anın olm am asından kaynaklan­m ıştır. Fatih lerin iyi niyetlerine ve bu iyi niyetlerin hayır­lı sonuçlarına gelince, böylesi iddialar ‘em peryal retorik ' alanına girer. İm paratorluklar kendilerin i her zaman -ba-

35

zen de oldukça sam im i şekilde- ahlâki bir tem elde haklı gösterm eye çalışm ışlardır: Bu, ister uygarlığı ya da dini ca­hillere yaym a iddiası şek linde olabilir, ya da baskı (başka­larının uyguladıkları bask ın ın) kurbanlarına (herhangi bir versiyonuyla) özgürlük getirm e olma şeklinde, isterse -b u ­gün olduğu gibi- in san h ak lan savunucuları olma şek lin ­de. Açıktır ki, geçm işteki im paratorluklar bazı olum lu so­nuçlar da doğurm uştu . İm paratorluklann geri b ir dünyaya m odern fikirler taşıdığı iddiası, bugünkü m uadilleri için hiçbir geçerlilik taşım asa bile, 19. yüzyıl açısından tam a­m en uydurm a değildir. Yine de, im paratorlukların em per- yal bakım dan bağım lı ü lkelerin ekonom ik büyüm esini kayda değer derecede hızlandırdığı iddiası (en azından Av­rupa’n ın denizaşırı ü lkelerin in dışındaki bölgeler için) faz­la bir dayanak bulam az. 1820 ile 1950 y ıllan arasındaki dönem de, on iki A vrupa devletinin ortalam a kişi başına GSMH’sı 4,5 katm a çıkarken, aynı dönem de bu oran H in­distan’da ve M ısır’da doğra düzgün b ir artış bile gösterm e­m iştir.6 Dem okrasiye gelince, hepim iz biliyoruz ki, güçlü im paratorluklar dem okrasiyi sadece kendi ülkeleri için is­tem işler, onu da güçleri yettiğince güdük ve budanm ış ha­liyle uygulam aya çalışm ışlardır.

Asıl sorun, tarihsel bakım dan benzeri görülm edik bir proje olan tek bir devletin dünya çapındaki egemenliğinin m üm kün olup olmadığı; buna bağlı olarak, ABD’nin ezici boyutlarda olduğu kabul gören askeri üstün lüğünün böyle bir egemenliği kurm aya ve daha sonra da o konum unu m u­

6) Angus M addison, L’£conomie Mondialc 1820-1992. Analyse et Statistiques (OECD, Paris, 1995), s. 20-21. Mısır’la ilgili rakamlar 1900 yılından itibaren ge- çerlidir.

36

hafaza etmeye yetip yetmeyeceğidir. Her iki so runun da ce­vabı ‘hayır’dır. İm paratorlukları kurm ayı genellikle silahlar sağlar, ancak im paratorlukları m uhafaza etm ek için, onu kurm aya yeterli olandan daha fazla silah gerekir. Kaynağı N apoleon’a götürü len şu sözü unutm ayalım : “Süngülerle her şeyi yapabilirsiniz, ama onların ü stüne oturam azsınız." Özellikle bugün, ezici askeri ü stün lüğün bile artık kendi başına zım ni bir onay sağlamadığı b ir dönem de bu söz çok daha fazla geçerlidir. Aslına bakılırsa, tarih teki im parator­lukların çoğu dolaylı yollarla, genellikle de yerli ku rum lan idare eden yerli elitler aracılığıyla varlık lann ı korum uşlar­dır. Tebalan arasında yeterli sayıda dost ve işbirlikçi kazan­ma yeteneklerini kaybettikleri anda, ellerindeki silahlann da yeterli b ir güç olm adığını görürler. Fransızlar, 1 milyon beyaz nüfus, 800 bin kişilik işgal ordusu ve isyancıların sis­tem atik katliam lar ve işkenceyle yenilgiye uğratılm asının bile Cezayir Fransası’n ı ellerinde tutm aya yetm ediğini ken­di deneyim leriyle öğrenm işlerdi.

Fakat n için bu soruyu sorm am ız gerekiyor şimdi? Ç ün­kü bu soru ve onun cevabı beni, konuşm am ı onunla bağla­m ak istediğim yapboza getiriyor. Am erika Birleşik Devlet­leri, yeryüzünün büyük kısmı, yani kom ünist-olm ayan, nötralist de olm ayan kısmı üzerinde gerçek b ir hegemonya kurm asını sağlayan politikaları 1945’ten sonra niçin bırak­tı? ABD’n in bu hegem onyasını sürdürm e kapasitesi, doğru­dan askeri eyleme başvurarak düşm anların ı yok etmeye ya da kendine bağım lı konum daki ülkeleri hizaya sokmaya dayanm ıyordu çünkü. Ayrıca, nükleer in tihar korkusu da bu hegem onyasın ı sın ırlayan b ir e tk i yapm aktaydı. ABD’nin askeri gücü, ancak başka askeri güçler karşısında

37

tercih edilebilir olduğu kadarıyla (sözgelimi, Soğuk Savaş sırasında NATO Avrupası, SSCB’nin silahlı kuvvetine karşı onun desteğini istediğinde) hegemonyaya dahil ediliyordu.

ABD’nin geçen yüzyılın ikinci yarısındaki hegem onya­sının tem eli bom balar, bom bardım anlar değil, ü lkenin m uazzam serveti ve dev ekonom isinin (özellikle 1945’ten sonraki onyıllarda) dünyada oynadığı m erkezi roldü. Bu hegem onya siyasal bakım dansa, kom ünist rejim lerde yaşa­yan top lum lar karşısında tercih edilebilecek toplum ları olan dünyanın zengin kuzeyinde varılmış genel bir kon ­sensüse dayanm aktaydı; ve zengin kuzeydeki bu konsen­süs, Latin A m erika’daki, toplum sal devrim den öcü gibi korkan ulusal egem en elitlerin ve orduların ittifakına da­yalı konsensüsten tam am en farklıydı. K ültürel bakım dan- sa, ABD’nin keyfini sü rdüğü ve dilediğince propagandasını yaptığı m üreffeh tüketim top lum unun ve onun ö n cü lü ­ğünde H ollyw ood’u n dünyayı fethetm esinin göz alıcı cazi­besi temel önem deydi. Son olarak, ideolojik bakım dan da Am erika Birleşik Devletleri, özgürlük düşm anlarıyla apa­çık ittifaklar kurduğu bölgeler dışında, ‘Uranlığa’ karşı ‘öz­gürlüğün’ savunucusu ve emsali o lm anın korkunç faydala­rını görm ekteydi.

Bütün bu etkenler Soğuk Savaş’ın sona erdiği koşulların kolayca atlatılm asını sağlamaya yeterliydı ve nitekim yet­mişti de. Böylesi koşullarda, dünyanın önderliği niçin, diğer devletlerin çoğunun benimsemiş olduğu seçim dem okrasisi­ni temsil eden bir süpergüce, ekonom ik gücün en büyüğü­ne sahip olup, yeryüzünü kasıp kavuran neo-liberal ideolo­jiye sonuna kadar bağlı bir ülkeye verilmesindi? Dolayısıy­la, ABD’nin ve onun ideologlarıyla şirketlerin en üst kade­

38

m elerinin etkisi muazzam boyutlara ulaşacaktı. Bugün de ABD ekonom isi, dünyadaki m erkezi ro lünü yavaş yavaş kaybediyor olmakla ve artık endüstride, ya da, 1980’lerden beri doğrudan dış yatırımlarda* egemen konum da olma­m akla birlikte, muazzam bir büyüklük oluşturm ayı ve kor­kunç servetler doğurmayı sürdürm ektedir. ABD'nin emper- yal politikasını yürütenler, ABD’nin m üttefikleri karşısında­ki üstünlüğünü örtm eye, özenle sürdükleri yum uşatıcı kremle bu durum u ‘iradesiyle karar verenler koalisyonu’ olarak göstermeye her zaman dikkat etm işlerdir. Çünkü on­lar, SSCB’nin dağılışından sonra bile, dünyada tek başına kalm adıklarını biliyorlardı. Ama bunun yanında, küresel oyunu kendi kardıkları kartlarla ve kendi lehlerine işleyen kurallarla oynadıklarını, kendileriyle kıyaslanabilir bir kuv­vete ve küresel çıkarlara sahip başka bir rakip devlet bulun­madığını da biliyorlardı. Birleşmiş M illetler’in ve uluslarara­sı topluluğun gerçekten desteklediği birinci Körfez Savaşı ile 11 Eylül’ün hem en akabinde gösterilen doğrudan tepki­ler, ABD’nin Sovyetler’in dağılışından sonraki konum unun ne kadar kuvvetli o lduğunun en açık göstergeleriydi.

Ûte yandan, eski hegem onik etkinin siyasal ve ideolojik temellerini çok büyük ölçüde yok eden ve ABD’ye Soğuk Sa- vaş’m m irasını pekiştirecek çok az şey bırakan, ama onu ür­kütücü bir askeri güçle donatan etken de, ABD’nin 11 Ey- lül’den sonra izlediği m egalomanik politikalardır. Bu politi­kaların bir dayanağı yoktur. M uhtem elen tarihte ilk defa, uluslararası düzlem de neredeyse yalnız bırakılmış durum -

’ ) 1980'de doğrudan dış yatırımların yüzde 40’ını kendinde toplayarak dünya­nın ilk sırasında yer alan ABD, 1994 ile 2005 yılları arasında, Avrupa Birliği ül­kelerinin yüzde 43 'lük payına karşılık dış yatırım ların sadece yüzde 13'ünün sa­hibiydi (UNCTAD World Economic Oatlufe [Cenevre. 2006], “Overview”, s. 19).

39

daki bir ABD, dünyanın çoğu hüküm etleri ve halklan nez- dinde hiç sevilmem ektedir. Askeri kuvvet, korkunç ticari açıklan Aşyalı yatm m larca (ki on lann da düşen bir dolan desteklem ekteki ekonom ik çıkarlan gün geçtike ve hızla azalmaktadır) kapatılan bir ABD’nin ekonom ik zayıflığını pekiştiren bir etkendir. Askeri kuvvet aynca, Avrupa Birliği, Japonya, Doğu Asya, hatta Ü çüncü Dünya’n ın ana m al ü re ­ticilerinin o luşturduğu örgütlü bloğun göreli ekonom ik n ü ­fuzunu pekiştirm ektedir. ABD, Dünya Ticaret. Û rgütü’nde artık ‘m üşterilerle m üzakereye girem em ektedir. Gerçekten de, akla yatkın bir temeli bulunm ayan ‘Am erika’ya tehdit­lerle haklı çıkanlm aya çalışılan saldırganlık dili ve retoriği­nin, ABD’nin küresel geleceğine güvenle bakm adığını gös­termemesi m üm kün m üdür?

Samimi konuşacak olursak, benim şahsen, Am erika Bir­leşik Devletleri’nde 11 Eylül’den sonra gözlenen, bir avuç siyasi çılgının dünyaya hakim olma konusunda kim senin eşlik etmediği solo gösterilerle uzun vadeli planlar yapm a­sını sağlayan gelişm eleri m akul bir çerçevede anlayabilm em m üm kün değildir. Benim inancım odur ki, bu durum ABD toplum u içinde giderek büyüyen ve ifadesini,- o ü lkenin içinde Iç Savaş’ın yaşandığı devirden beri rastlanan en de­rin siyasal ve kültürel bölünm ede (ve ü lkenin iki sahil şeri­dinin küreselleşm iş ekonom isi ile aradaki m uazzam b üyük­lükteki, öfkeli h in terland ve kü ltü rel bakım dan açık büyük şehirler ve diğer bölgeler arasında gözlenen keskin coğrafik bölünm ede) bulan bir krize işaret ediyor. Bugün, radikal sağcı bir rejim , ‘gerçek Am erikalılar’ı kö tü lüğü tem sil eden dış güçlere ve ABD’n in biricikliğini, ü stün lüğünü , apaçık kaderini tanım ayan bir dünyaya karşı seferber etm enin yol-

40

lann ı arıyor. Bu noktada bizim farkında olm am ız gereken şey, Am erika’n ın küresel politikasının, dünyanın geri kalan bölüm ü üzerindeki etkisi ne kadar büyük ve tahrip edici olursa olsun, ü lken in dışını değil, içini hedef aldığıdır. ABD’n in küresel politikasının buradaki am acı, ya im para­torluk ya da etkili hegemonya yaratm ak olmadığı gibi, Rumsfeld D oktrin i’yle (zaaflı b ir güce karşı çevik savaşlar ve onun arkasından çabuk geri çekilm eler) hedeflenen de fiilen küresel çaplı b ir fetih harekâtı değildir. K uşkusuz bu saydıklarım ız bizim durum um uzu daha az tehlikeli yapmaz -bilakis: Şimdi açıkça görüldüğü üzere, bu du rum istikrar­sızlığı derin leştirm ekte, öngörülem ezliği arttırm akta, sal­dırganlığı çoğaltm akta ve hiç istenm eyen, fakat kesinlikle felaketli sonuçlar doğurm aktadır. Pratikte, günüm üzde en açık savaş tehlikesi, W ashington’daki kontro l altında tu tu ­lamaz ve anlaşılan akıldışı güdülerle hareket eden bir h ü ­küm etin küresel çaplı hırslarından kaynaklanm aktadır.

Toplum sal, siyasal, ulusal ve u luslararası düzlem lerdeki tektonik plakaların ciddi değişimler içinde olduğu koşul­larda, bu tehlikeli, dengesiz ve patlayıcı dünyada nasıl ya­şayacak, nasıl hayatlar süreceğiz? Eğer ben bu konuşm ayı Londra’da yapıyor olsaydım, Batılı liberal düşünürleri, d ü n ­yanın çeşitli köşelerinde insan h ak lan ihlalleri sebebiyle ne kadar öfkeye kapılm ış olurlarsa o lsunlar, Amerika’n ın ülke dışındaki silahlı m üdahalelerinin kendileriyle aynı itici güçleri paylaştığına ya da m uhtem elen kendilerinin de arzu ettikleri sonuçları doğuracağına inanarak kendilerini kan- dırm am alan iç in uyanrdım . İyi ki Delhi’de konuşurken bun lan vurgulam am gerekmiyor. H üküm etlerin durum una gelince, diğer devletlerin yapabilecekleri, ellerinden gelebi­

41

lecek en iyi şey, W ash ing ton 'm önerdiği, askeri eylemle so­nuçlanabilecek olan (özellikle Ortadoğu ve Doğu Asya’da­ki) başka m aceralara katılm ayı kararlılıkla ama kibarca red ­dederek, ABD’nin dünyadaki gücünün tecrit edilmişliğini ve dolayısıyla sınırlarını gösterm ektir.

ABD'ye m egalom aniden a k ıla b ir dış politikaya dönm e­yi öğrenm esi için m üm kün olan en iyi şansı verm ek, u lus­lararası siyasetin en doğrudan ve acil görevidir. Hoşum uza gitsin gitm esin, ABD, kendisin in açıkça göreli ekonom ik gerilemeye geçtiği bir çağda bile hâlâ bir süpergüç olarak, daha doğrusu bir em peryal devlet olarak kalacaktır. Bizim umabileceğim iz tek seçenek, ABD’nin daha az tehlikeli bir devlet olarak var kalm asıdır.

42

AMERİKAN HEGEMONYASI BRİTANYA İMPARATORLUĞUNDAN NEDEN FARKLIDIR?

3

Tarih söylem dir, denir, insanların düşündüğü, konuştu ­ğu ve kararlar aldığı dili anlam adıkça bu cüm leden bir an­lam çıkarm ak m üm kün değildir. Açıklama ve saptam alarını ‘dilsel dönüş’ terimiyle yapmaya bayılan tarihçiler arasında, bu yaklaşım ın, dönem in karakteristiği olan ve neler olduğu­nu , bunların n için m eydana geldiğini açıklayan sözcüklerle ifade edilen fikir ve kavram lardan ibaret olduğunu ileri sü­renlere bile rastlanır. Şu anda içinde yaşadığımız zaman ve benim Massey konferansım ın konusu, böylesi önermelere şüpheyle bakm am ız açısından yeterli birer işaret olmalıdır. Ç ünkü bunların ikisi de, filozof Thom as Hobbes’un ‘ehem ­

43

miyetsiz m ukalem e’ (hiçbir anlam içermeyen konuşm a) de­diği ve çeşitleri olarak ‘hüsnita li’ veya George Orwell’m de­yişiyle yen ikonuş’ olarak karşım ıza çıkan, yanlış betim le­mede bulunm ak suretiyle karşım ızdakini kasten yanıltm a durum una örnektir. Ancak olguların kendileri değişm edik­çe, isimleri ne kadar değiştirirseniz değiştirin elinize hiçbir şey geçmeyecektir.

İm paratorlukla ilgili olarak şim dilerde yürütülen tartış­m alar bu açıdan, literatürde rastlanan apaçık riyakarlığı ya da reklam yapma öğesini bir tarafa bıraksak bile, aslında iyi örneklerdir. Söz konusu tartışm alar bugünkü ABD h ü k ü ­m etinin küresel ü stün lük iddialarının m uhtem el sonuçla­rıyla ilgilidir. ABD’nin bu iddiasından yana olanlar, im para­torlukların iyi o lduğunu ileri sürm eye eğilimlidirler; yana olmayanlarsa, uzun bir geleneğe sahip olan anti-em perya- list argüm anlara yeniden hayatiyet kazandırm a yanlışıdır­lar. Ancak bu iddialar ile onlara karşı ileri sürülen iddialar, gerçekte im paratorlukların fiili tarihiyle pek alakalı değil­dir; zira sadece, ‘eski isim leri’ doğası gereği eski gerçeklik­lere tekabül etm eyen, az da olsa bir tarihsel anlam farklılı­ğı arz eden tarihsel gelişm elere yakıştırm aya çalışmakla uğ­raşırlar. G ünüm üzün tartışm aları özellikle belirsiz ve bula­nık kalm aktadır ve b u n u n sebebi, bugünkü ABD hüküm e­tinin sahip olduğunu iddia ettiği dünya çapındaki ü s tü n lü ­ğe en yakın analojinin, 20. yüzyılda neredeyse her kesim in gözünden düşen ve ABD’nin geleneksel olarak siyasal düz­lem deki kendine dair tanım larıyla düpedüz çelişmekte olan bir dizi sözcükten (‘im parato rluk’, ‘emperyalizm ’, vb.) iba­ret kalmasıdır. Yine bu sözcükler, ABD’nin siyasal değer sistem inde aynı derecede güçlü biçimde savunulan, gerek ülke içinde gerekse uluslararası düzlem de benim senen

44

‘kendi kaderini belirlem e’ ve ‘hukuk ’ benzeri pozitif inanç­larla da çelişki halindedir. Ayrıca bu noktada, gerek Millet­ler Ligi’n in gerekse Birleşmiş Milletler’in, özünde, ABD baş- kan lann ın tasarlayıp hayata geçirdiği ve onların baskılarıy­la gerçekleştirilen projeler olduğu unutulm am alıdır. Dola­yısıyla, ABD hüküm etin in kurm aya çalıştığı küresel ü s tün ­lük konusunda tarihsel bir emsal bulunm am ası da so run yaratan b ir etkendir, ancak bu p ro jen in hem en hem en ke­sin bir şekilde fiyaskoyla sonuçlanacağı, her iyi tarihçinin ve dünya sahnesindeki bü tün akılcı gözlem cilerin gözünde apaçıktır. N eo-em peryal ekolün en zeki beyni, o m ükem ­mel tarihçi Niall Ferguson bile, benim gibi insanlardan farklı olarak bu mesele onu derin üzün tü lere sevk etse de, gelecekteki bu m uhtem el başarısızlıktan en ufak b ir şüphe duym am aktadır.'

Dünya im paratorluğunu 21. yüzyıla uygun b ir m odel olarak yeniden canlandırm aya yönelik bu tü r girişim lerin arkasında dört gelişme yatar. Bu gelişm elerden birincisi, 1960’lı yıllardan itibaren küreselleşm ede gözlenen olağa­nüstü büyük hızlanm a ile, bu sürecin ekonom ik, teknolo­jik , kü ltü rel ve diğer yönleri ile, insan faaliyetinin şimdiye değin hiç sulandırılam am ış bir kolu , yani siyaset arasında baş gösterip derinleşm iş olan gerilim lerdir. Serbest piyasa kapitalizm inin şim diki egemen form uyla küreselleşm e, ge­rek ülkeler içinde gerekse uluslararası düzlem deki toplum ­sal ve ekonom ik eşitsizlikte görm ezlikten gelinemeyecek derecede büyük ve patlayıcı potansiyel taşıyan bir yükseli­şi de beraberinde getirmiştir.

1) Niall Ferguson, Clossus: The Rise and Fall o f the American Empire (Londra. 2005).

45

İkinci gelişme, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, hem k ü ­resel savaş tehlikesini savuşturan hem de dünyanın geniş kısım larının düzensizliğe ya da anarşiye sürüklenm esini engelleyen u lusla ra rası güç dengesin in çökm esidir. SSCB’nin dağılıp ortadan kalkm ası bu dengeyi de yıkm ıştır, ancak bence bu denge zaten 1970’lerin sonlarından itibaren epeyce sallantıdaydı. Bu sistem in 17. yüzyılda yerleştirilm iş olan temel kuralları, en başta da ilkesel olarak egemen dev­letlerin resmi düzlem de birbirlerinin sınırlarına saygı gös­term eleri ve başka devletlerin iç işlerine karışm am aları k u ­ralı, 2002’de Başkan Bush’un ağzından resmi bir bildirim ayarında geçersiz addedilm iştir, istikrarlı bir süpergüç den ­gesinin sona erdiğinin ilan edildiği koşullarda, yeryüzünün siyasal bakım dan istikrarlı b ir hale kavuşturulm ası artık nasıl m üm kün olabilecektir ki? Daha genel terim lerle ifade edecek olursak, çok sayıda devlete gore ayarlanm ış bir uluslararası sistem in yapısı, yüzyılın sonunda geriye tek bir büyük devlet kaldığında nasıl olacaktır?

Sözünü ettiğim iz ü çüncü gelişme, egem en denen u lus- devletin (20. yüzyılın ik inci yarısında dünya n ü fusunun gözünde neredeyse evrensel yönetim şekli haline gelm iş u lus-devletin), kendi topraklarında m eydana gelen olay­lar karşısında denetim i sü rdürm ek gibi tem el işlevlerini yerine getirm e yeteneğinde ortaya çıkan krizdir. Dünya, yetersiz ve b irçok bakım dan başarısız -ya da ellerini kal­dırm ış- devletler çağına girm iştir. İşte bu kriz de, tngilte- re, Ispanya ve Fransa gibi güçlü, istikrarlı devletlerin dahi IRA, ETA ve Korsikalı ayrılıkçılar gibi silahlı gruplarla (ortadan kaldırıp tem izlem e gücünden yoksun o ldukları gruplarla) çatışarak geçen onyıllardan dersler çıkarm ak

46

d u rum unda oldukları yaklaşık 1970'lerden itibaren şid ­detleniyordu. O yüzden Uppsala veri bankası kayıtlarına baktığım ızda, 2001 ile 2004 y ıllan arasında dünyanın 31 egemen devletinde silahlı iç savaş olayların ın saptandığı­n ı görünce hiç şaşırm ayız.2

D ördüncü gelişme, halkların topraklarından toptan ko ­vulm alarına ve soykırım lara kadar varm ış olan ve bunlar dahil olm ak üzere kitlesel/toplu insani felaketlerin geri dö­n ü şü d ü r ve bunun da beraberinde genel korku atm osferi­n i geri ge tiriş id ir. AIDS sa lg ın ında O rtaçağ’m Kara Ö lüm ’üne benzer bir felaketin yeniden ortaya çıktığına ta­nıklık ettik; henüz otuz-k ırk kişiden daha fazla ölüm e se­bebiyet verm eyen 'kuş gribi’n in genişleyip yayılma potan­siyelinden dolayı, dünyanın her tarafında b ir huzursuzluk yaşandığını gözlem ledik; keza, küresel ısınm anın etkileri konusunda kam usal tartışm aların tonuna eskatolojik bir h isterin in egemen o lduğunu gördük. Savaşlar ve iç savaş­lar geri döndü -A vrupa’ya bile. Berlin D uvan’m n yıkılışın­dan sonra m eydana gelen savaşların sayısı, bü tün Soğuk Savaş dönem inde yaşanan savaşları geçti. Çarpışm alara ka- tılanların ve kayıp düşenlerin sayısı 20. yüzyılın toplu sa­vaşlarına kıyasla görece az kalsa da, savaşm ayan nüfus üzerindeki etkileri nispet kabul etmez derecede çok daha ko rkunç oldu. 2004 yılının sonu itibariyle, kendi ülkeleri­n in d ışında ve -giderek daha fazla da- içinde yaşamak zo­runda kalan m ültecilerin sayısı, ik inci Dünya Savaşı’nm akabinde yerlerinden yurtlarından edilen in san lahn .say ı­sıyla kıyaslanabilir bir ölçeğe vararak, neredeyse 40 m ilyo­

2) Uppsala. Uppsala Conflict Data Project (Armed Conflicts 1945-2004), pri- o.no/cwp/Arm edConfiici. 17 Haziran 2006’daki rakam lar itibariyle.

47

na ulaştı.1 Y eryüzünün birkaç bölgesinde toplanm ış haliy­le ve neredeyse olaylar patlak verdiği anda oturm a odala­rında ekrandan izlediğim iz bu görüntüler, artık zengin ü l­kelerde çok daha büyük ve daha doğrudan bir genel etki doğurm aktadır. Yalnızca 1990'larda Balkan savaşlarına gösterilen tepkiyi d ü şünün bir. Y eryüzünün zengin ülkele­rindeki insanlar, yoksul bölgelerde hüküm süren dehşe­tengiz koşullar hakkında kesinlikle bir şeyler yapılm ası ge­rektiğini düşünm eye başlam ışlar m ıdır acaba?

Kısacası, dünya gün geçtikçe daha fazla, ulusüstü ya da ulusaşm sorunlar için u lusüstü çözüm ler arayışında görün­m ektedir, fakat bu konuda ortada, bırakın onları uygulayan güce sahip olm ayı, siyasal kararlar alma yeteneğine sahip tek bir küresel çaplı o torite de yoktur. Küreselleşme, iş ge­rek ülke içinde, gerekse uluslararası düzlem de siyasete gel­diğince, nedense an iden frene basm aktadır. Birleşmiş Mil- letler’in bağımsız bir yetkisi ya da gücü yoktur. BM, devlet­lerin kolektif kararıyla işler ve bu devletlerden beş tanesin­den birinin vetosu bile herhangi bir kararın uygulanm asını engellemeye yeterlidir. 1945-sonrası dünyanın Uluslararası Para Fonu (IM F) ve Dünya Bankası gibi uluslararası ve fi- nansal kuruluşları bile, ancak Büyük Devletler’in him aye­sinde (yeni adıyla ‘W ashington Konsensüsü’ doğru ltusun­da) fiilen harekete geçebilirler. GATT’m (1995’ten itibaren Dünya Ticaret Ö rg ü tü n ü n ) şim diye kadar herhangi bir devletin karşı çıkm asını anlaşmaya varm anın önünde fiili bir engel saymadığı tek bir ku ram dahi olmamıştır. Etkili aktörler sadece devletlerdir. Küresel çapta büyük bir askeri

3) UNHCR, The Stale o f the World’s Refugees: Human Displacement in the New Millennium (Oxford. 2006), Cap. 7, Şekil. 7.1.

48

harekâta girişm ek söz konusu olduğunda da, şu dönem de bunu başarabilecek güç ve kapasiteye sahip tek bir devlet vardır: Am erika Birleşik Devletleri.

Şöyle bir söz vardır: “En iyi im paratorluk, her zaman için düzeni sağlayan im parato rluk tur.”'1 Gittikçe daha dü ­zensiz ve istikrarsız hale gelen bir dünyada, herhangi bir devletin kendisin in düzeni ve istik ran sağlayabilecek yete­nekte o lduğunu hayal etmesi doğaldır. Zaten im paratorluk, böyle bir hayalin ism idir. Bu bir tarihsel m ittir. Amerikan im paratorluğu, heves ettiği Pax Am ericana um utlarıyla, Britanya im paratorluğunun hegemonyası altında 19. yüzyı­la özgü bir küreselleşm e ve dünya barışı dönem i olan Pax Britannica’ya çevirm iştir gözünü (aslında Britanya da, antik Roma im paratorluğunun Pax Rom ana’sına bakıyordu ve ona uyarak Pax Britannica deyişini benim sem işti). Oysa bu tam am en uydurm a bir terim dir. ‘Pax’ terim inin bu bağlam ­da herhangi bir anlam ı varsa, uluslararası düzlem de değil de sadece bir im paratorluk içinde barışı sağlama iddiasına atıfla kullanılabilir. Kaldı ki bu da büyük ölçüde düzmece bir iddiadır. T arihteki im paratorlukların kendi toprakların­da askeri harekât yürü tm ekten vazgeçtiklerine çok ender olarak rastlanm ıştır. Dahası, im paratorluklar sınırları söz konusu olduğunda her fırsatta askeri eyleme başvurm uşlar­dı, sadece bu tü r harekâtların m etropolitan sivil hayatı sek­teye uğratm ası ender haller dışında pek söz konusu olm u­yordu. Zaten 19. ve 20. yüzyılların em peryalizm çağında, im paratorlukların beyaz-olm ayanlara ya da diğer aşağı m il­letlere -Kipling’in deyişiyle ‘yasa bilm eyen aşağı türlere’-

4) Ferguson, a.g.y., s. .\xviii.

49

karşı girdikleri savaşları, alışılmış kuralların geçerli olduğu asıl savaşlar saydıklarına pek rastlanm am ıştır. Hew Strac- han’ın haklı olarak sorduğu gibi, “Boer Savaşı’nm [ki ona da, beyazlar arasında bir savaş gözüyle bakılırdı) dışında Britanya’n ın söm ürge çatışm alarında alm an esirler neredey­di? U sulüne uygun şekilde hangi hukuksal süreçlere başvu­ru lm uştu?”5 G ördüğüm üz üzere, bu örnekler, Başkan Bush’uri kendilerine ne hukuku ne de Cenevre Koııvansi- y o n u ’nu uygulam ayı m ünasip gördüğü A fganistan ve Irak’taki ‘yasadışı savaşçılar’ımn em peryalist emsalleridir.

Dünya barışı, hatta bölgesel barış, şim diye kadar tarihin görm üş olduğu b ü tü n im paratorlukların gücünün ötesin­de, m odem çağın büyük devletlerinin gücüııünse kesinlik­le ötesinde olan bir düştür. Eğer Latin Amerika neredeyse iki yüz yıldır büyük ölçüde dünyanın kapsam lı u luslarara­sı savaşlarının çıkm adığı tek bölgesi olarak kalm ışsa, bu gö­reli durum unu “onyıllar boyunca ... bir Yanki blöfü olm ak­tan öteye gitm eyen”'’ M onroe D oktrini’ne ya da ABD’nin hiçbir zam an G üney Am erika’da herhangi bir devlete doğ­rudan baskı uygulayabilecek bir konum da olmayan askeri gücüne borçlu değildir. Şu satırların yazıldığı zamana de­ğin, ABD’nin askeri'gücüne sarılma alışkanlığı ancak O rta Amerika’nın cüce devletlerinde ve Karayip adalarında söz konusu oluyordu ve bu da her zam an için doğrudan bir yardımı içeriyor değildi. Askeri m üdahale -‘rejim değişikli­ği’ dayatm a girişim leri dahil olarak- 1913 ile 1915 yılları arasındaki dönem de Başkan W ilson dönem inde M eksika’da (ya da, 1848 savaşından sonra ondan kalm ış olan kara p a r­

5) TLS (Londra), 29 Tem m uz 2005.6) Ferguson, cı.g.y, s. 42.

50

çasında) denenm işti.7 Fakat bu m üdahaleyi, Amerika Birle­şik Devletleri’nin ağırlığını arkasına alarak, “Meksika u lu­sunu kendisinin eksik düşünülm üş vasıflarına uymaya zor­lam ak için kesintisiz çabalar harcayan, bazen oldukça do­lambaçlı yollara başvurm aktan çekinm eyen W ilson’m ahlâ­ki em peryalizm program ı” şeklinde tanım lanan bir felaket izlem işti.8 Bununla birlikte, W ashington o zam andan beri, akıllıca bir tu tum la, silahlı Pentagon oyunlarını Karayip’te- ki arka avlusunda bu lunan tek büyük ülkeyle oynamamaya karar verm iştir. ABD'nin batı yarım küresindeki egemenliği­n i sağlayan şey, ABD’nin askeri üstünlüğü değildi.

Elbette Britanya, ‘görkem li yalnızlık’ deyişinin akla ge­tirdiği üzere, kendisinin de bir parçası olduğu uluslararası güç sistem ini denetim i altında tutam adığının ve Avrupa kı­tasında çok önem li b ir askeri varlığı bulunm adığının her zam an farkındaydı. Britanya im paratorluğu, devletler ara­sında tesis edilm iş bulunan barış yüzyılından çok büyük faydalar sağlam ış, ancak bu barışı kendisi yaratmam ıştı.

Şimdi de size, im paratorluklar, savaş ve banş arasındaki ilişkileri kendim ce özetlem ek isterim . İm paratorluklar esas olarak, Britanya im paratorluğu örneğindeki gibi, taarruzlar ve savaşlar sonucunda kurulm uştu . Dolayısıyla, savaşlar -Niall Ferguson’un haklı olarak işaret ettiği doğrultuda, ra­kip im paratorluklar arasındaki savaşlar- genellikle onların gelişm elerine hizm et ederdi. Büyük savaşlar kazanm ak im­paratorlukların nezdinde, büyük savaşlar kaybetm ek kadar ölüm cül sonuçlar doğuruyordu (W ashington, Britanya Im-

7) Friedrich Katz, The Secret War in Mexico: Europe, the United States and the Me­xican Revolution (Chicago ve Londra. 1981).8) Howard F. Cline. Mexico, Revolution to Evolution (Oxford, New York ve To­ronto, 1962), s. 141

51

paratorluğu’nun tarih inden bu dersi çıkarm ak zorundadır). Uluslararas- banş, im parato rluk lann yarattığı bir şey olm a­yıp, im paratorluklara hayatta kalm a fırsatına tanıyan bir ze­mindi. Nefis b ir kitap olan Forgotten Armies, Avrupa’nın Güneydoğu Asya’daki görünüşte o kadar görkem li ve sar­sılmaz olan gücü ve hegem onyasının 1941-1942 yıllarında birkaç hafta içinde nasıl çöküverdiğinin canlı bir resm ini çizm ektedir.9

Bütün bunlara rağm en ve 16. yüzyıl Ispanya’sını ve bel­ki de 17. yüzyıl H ollanda’sın ı b ir tarafa bırakırsak, 18. yüz­yılın ortalarından 19. yüzyılın ortalarına değin Britanya ile o zam andan beri Am erika Birleşik Devletleri, gerçekten dünya çapındaki b iric ik im parato rluk örnekleridir; siya­setteki ufukları ve güç kaynak lan salt bölgesel olmakla sı­nırlı kalm ayıp (19. yüzyıl B ritanya’sı için deniz üstünlüğü,21. yüzyıl ABD’si için hava ü stü n lü ğ ü ), dünya çapındadır ve bunu yine dünya çapında eşsiz b ir üsler ağı destekle­m iştir. Öte yandan, 19. yüzyıl Britanya’sı ile 20. yüzyıl ABD’si, önceki h içbir im parato rluğun sahip olmadığı, da­ha doğrusu sahip olam ayacağı b ir koza sahiptiler: m odem çağdaki ekonom ik küreselleşm enin olmaması. İkisi de en­düstriyel dünya ekonom isine egem en olan ülkelerdi. Üste­lik bu konum ların ı, salt 'dünyan ın atölyeleri’ olarak üretim aygıtlarının büyüklüğüne değil (ABD, 1920’lerde doruğu­na çıktığında ve İkinci D ünya Savaşından sonra yine, d ü n ­yanın endüstriyel -im alat- çık tısın ın yaklaşık yüzde 40’ını karşılarken ,10 2005’te ‘im alattaki katm a değer’in aricak

9) C hristopher Bayly ve Tim Harper, Forgotten /Irmt'es: The Fall of British Asia 1941-1945 (Londra, 2004).10) Milletler Ligi, Industrialisation and Foreign Trade (Cenevre. 1942), s. 13.

52

yüzde 22.4’ü n ü karşılam a düzeyine11 düşse de hâlâ en bü­yük payı elinde tu tm aktad ır), aynı zam anda ekonom ik m odeller, teknik ve örgütsel öncüler ve eğilim belirleyici­ler olm alarına, ayrıca finansal ve m eta akışlarına dayalı dünya sistem inin m erkezleri işlevi görm elerine, bu akışla­rın şeklini ve doğru ltu sunu büyük ölçüde kendi finansal ve ticaret politikalarıyla bel: ■‘lem elerine bağlıydı.

Elbette iki im paratorluk da, ölçüsüz bir kültürel nüfuza sahiptiler ve bu, b ir tek İngiliz dilinin dünya çapındaki yay­gınlığından kaynaklanm ıyordu. Kaldı ki kü ltürel hegem on­ya, em peryal gücün bir göstergesi değildir, ayrıca fazlaca bir etkisi yoktur. Zaten öyle olsaydı, 15. yüzyıldan 18. yüz­yıla kadar uluslararası m üzik hayatına ve sanata, dağınık, güçsüz ve yoksul durum daki bir İtalya’n ın egem en olması söz konusu bile edilemezdi. Dahası, kü ltü rel gücün devlet­lerin gücü ve prestijinde görülen azalmaya rağm en ayakta kaldığı yerlerde (Roma İm paratorluğu ya da Fransız m utlak m onarşisi), bu ancak -Fransızların çıkardığı askeri no­m enklatura ya da m etrik sistem gibi- geçm işin bir kalıntı­sından ibaret olm aktadır.

D oğrudan em peryal egem enliğin doğrudan kültürel et­kilerini, ekonom ik hegem onyanın etk ilerinden, aynca bun ­ların ikisini de yine bağımsız em peryal-sonrası kalkınm a­lardan elbette ayırm am ız gerekir. Beyzbol ve kriketin yay­gınlık kazanm ası gerçekten de emperyal b ir fenom endi, zi­ra bu oyunlar sadece eskiden Britanyalı askerlerin ya da ABD deniz piyadelerinin mevzilendigi yerde oynanıyordu. Gelgelelim bu durum , futbol, tenis ve -işadam ları için- golf gibi, gerçekten dünya çapındaki spor dallarının zaferini

I I ) UNİDO Research Update N o.l (Viyana, Ocak 2006), tablo, s. 5.

53

açıklamaya yetmez. Andığımız bu spor dallarının hepsi de, pratik olarak tam am ı uluslararası düzeyde yapılan dağcılık ve kayak gibi sporlarda görüldüğü üzere, Britanya’nın on dokuzuncu yüzyılda getirdiği yeniliklerdi. Safkan at yarış­ları gibi bazı sporlar, organize olm alarını ve dünya çapında yaygınlıklarını m uhtem elen , bunların yanında (tıpkı Pa­ris’in prestijinin üst-sm ıf kadın m odasına bağlı olması gibi) üst-sım f erkek giyim tarzını da dünyaya dayatan12 19. yüz­yıl Britanya egemen sınıfının uluslararası prestijine borç­luydular. Futbol gibi diğer sporların kökeni de, ülke dışın­daki Britanya firm alarında çalışmak üzere işe alm an Briton- larm 19. yüzyılda dünya çapında oluşturdukları diaşporada yatıyordu; ancak başkalarının (golf) varlığı da, herhalde, İs­koçların emperyal ve ekonom ik gelişmede oransız bir pay alm alarına bağlıydı. Dolayısıyla, bir sonraki Dünya Kupa- sı’nı Büyük Britanya’n ın ‘yum uşak gücü’nün bir örneği say­m ak saçma olacaktır.

Şimdi, bu iki devlet, Britanya ile Amerika Birleşik Devlet­leri arasındaki can. alıcı farklılıklara döneyim. M etropolün potansiyel büyüklüğü, aralarındaki ilk belirgin farklılıktır. Britanya gibi adalann sın ırlan sabittir. Britanya’nın Ameri­kan anlam ında s ın ın hiç olmamıştır. Britanya, bazı zam an­larda (Roma çağında, N orm an istilasından sonra ve kısa bir süre, Mary Tudor İspanya Kralı Felipe’yle evlendiğinde) Av­rupa çapındaki "bir kıta im paratorluğunun parçası olm uştur, ama hiçbir zam an Amerika gibi bir im paratorluğun üssü ol­mamıştır. Britanya ülkeleri fazla nüfuslar doğurduğunda.

12) Anne Hollander. Sex and Suits: The Evolution oj Modem Dress (New York, 1994).

54

başka yerlere göç etm işler ya da denizaşırı ülkelerde yerle­şim yerleri kurm uşlardı. Britanya Adaları, önem li bir göç kaynağı haline gelmişti. ABD ise esasında nüfus gönderen değil, nüfus alan b ir ülkeydi ve halen de öyledir. Amerika, kendi topraklarındaki boş yerleri yine kendisinin büyüyen nüfusuyla ve ü lke d ışından (1880’lere kadar asıl olarak ku- zey-batı ve batı-orta Avrupa’dan) gelen göçm enlerle doldur­maktaydı. Am erika, Rusya’yla birlikte (19. yüzyılda batı Rusya topraklarında kuru lan özel ve büyük Yahudi yerleşim bölgelerini saym azsak), asla kayda değer büyüklükte bir göçmen diasporası oluşturm am ış olan tek büyük im parator­luktur. Ayrıca ABD, 1991’de parçalanm asından sonraki Rusya’dan farklı olarak, hâlâ herhangi düzeyde bir diaspora oluşturm uş değildir. ABD’den ülke dışına gidenler, herhan­gi bir OECD ülkesinin yerli doğum lu sakinlerinin, Japonya hariç diğer OECD ülkesininkilerden küçük bir oranıdır.13

ABD im paratorluğu, bana öyle geliyor ki, kıta çapındaki bu tür bir genişlemenin m antıksal yan ürünüdür. Genç ABD, kendi cum huriyetini bü tün Kuzey A m erika’yla sınırdaş sayı­yordu. Beraberlerinde Avrupai usulde yoğun tanm ı getiren göçmenlerin gözünde, bu topraklar uçsuz bucaksızdı ve ne­redeyse hiç verimli kullanılm ıyordu. Gerçekten, Avrupa kay­naklı hastalıkların etkisiyle yerli nüfusun hızlı, amaçlanma­mış ‘soykınm ’ı göz önüne getirildiğinde, aynı toprakların bü­yük kısm ının çok geçmeden zaten çorak ve boş haline getiril­diğinden de kimse şüphe edemezdi. Buna rağm en, Frederick Jackson Turner’ın Amerikan tarihinin yapılmasıyla ilgili ola­

13) Jean-C hrisıophe Dum ont ve Georges Lemaîıre, "C ounting Immigrants and Expatriates in OECD Countries. A New Perspective” OECD Social Employment and Migration Working Papers No. 25 (OECD. Paris, 2003/2006).

55

rak ortaya attığı ve Fenimore Cooper’ın Amerika’sında da çok açık bir şekilde görülen ünlü ‘sınır tezi’nin, Yerli Amerikalı­larda hiç karşılık bulamaması bugün şaşırtıcıdır.H Kuzey Amerika kesinlikle ‘bakir toprak’15 değildi, ancak Avrupai tarzdaki ekonom inin yerine her iki örnekte de toprağın yerli usullerle ve ekstansif olarak kullanılması yöntemini geçir­mek, kolonicilerin T ann’nın bu ülkeyi sadece kendilerine bahşettiği inancını bir tarafa bıraksak bile, fiilen yerlilerden kurtulm ak gerektiği sonucunu doğuruyordu. Her şey bir ya­na, Amerikan Anayasası, yerli Amerikalıları, doğuştan gelen bir hak olan ‘özgürlük nim eti’nden yararlanan insanların oluşturduğu siyasi topluluğun özellikle dışında bırakm aktay­dı.16 Elbette, yerlilerin fiilen ortadan kaldırılması ancak asıl nüfuslarının -Kuzey Amerika ya da Avustralya gibi- görece az olduğu yerlerde m üm kündü. Cezayir, Güney Afrika ve Mek­sika gibi yerli nüfusun az olmadığı, Filistin gibi hiç az olma­dığının da anlaşıldığı yerlerde, yeni gelen kabarık sayıdaki yerleşimci nüfuslar bile, m uazzam sayılardaki yerli halklarla bir arada yaşamak, daha doğrusu onlann sırtına basarak ha­yatlarını sürdürm ek durum undaydılar.

Yine Amerika Birleşik Devletleri, gerek Britanya’dan ge­rekse diğer bü tün Avrupa devletlerinden farklı olarak, kendi­ni hiçbir zaman uluslararası rakip siyasal güçler sisteminde bir birim olarak görmemişti. M onroe Doktrini’n in batı yarım ­küresinden dışlandığını iddia ettiği sistem de buydu. Aynca

14) F.J. Turner. “W estern State-Making in the Revolutionary Era”. American }listorical Review /, 1 Ekim 1895. s. 70 dipnot.15) Henry Nash Smith, Virgin Land: The Amerian West as Symbol and Myth (New York, 1957).16) Eric Foncr, The Story oj American Freedom (Londra, Basingstoke ve Oxford, 1998), s. 38.

56

bir sömürgeci bağımlılık anlayışı söz konusu değildi, zira Ku­zey Amerika kıtasının bütün bölgeleri, hatta Britanya İmpa­ratorluğum dan kopmaya çalışan fakat bü tün girişimleri başa­rısızlıkla sonuçlanan Kanada bile, er ya da geç ABD’nin par­çası haline getirilerek birleştirilecekti. Dolayısıyla, ABD’nin hemen sınır kom şusu olan, fakat benimsediği modele de uy­mayan topraklardaki insanlar ya da ülkelerle sorunları vardı ve bunun sebebi de çoğunlukla, söz konusu ülkelerin ya da halkların (öm eğin Porto Riko, Küba ve Pasifik’teki ülkeler) beyaz İngilizlerce sömürgeleştirilmemiş ya da sömürgeleştiri- lememiş olmasıydı. Bu bölgede sadece Hawai bir devlet çıka- rabilmişti. Özgür ve devasa büyüklükteki özgür-olmayan n ü ­fus arasında farklılık bulunm asına ve Britanya’nın dünya ça­pındaki ticaret sistemine entegre edilmeye alışkın olan ba­ğımsız köle Güney de, Avrupa im paratorluğunu geçen bir bi­rime dönüşebilirdi, ne var ki egemenliği ele geçiren taraf Ku­zey olmuştu: özgür, korumacı, sınırsız m iktardaki iç insan pazarıyla kendi gelişmesine dayanarak hareket eden Kuzey.

Keza, ABD im paratorluğunun kendi kıta sahanlığı dışın­daki karakteristik biçimi, ne Britanya Uluslar Topluluğu'na ne de Britanya’n ın sömürge im paratorluğuna benzeyecekti. Doğal olarak dom inyonlar kurmayı da düşünem ezdi (yani, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda, hatta Güney Afrika’da yerlilerle birlikte ya da onlarsız beyaz yerleşim bölgeleri ted­rici bir süreçle ayıramazdı), çünkü ülke dışına hiç göçmen göndermemişti. Netice itibariyle, İç Savaş’ı Kuzey kazandığı için, Birlik’ten herhangi bir parçanın ayrılması hukuksal ve siyasal açıdan veya ideolojik bir gündem e bağlı olarak artık m üm kün değildi. ABD devletinin kendi topraklan dışındaki karakteristik biçimi, doğrudan denetim e dayalı bir sömürge çerçevesinde kolonyal ya da dolaylı yönetim e değil, uydu ya

57

da itaatkâr devletler sistemine dayanıyordu. ABD’nin emper- yal gücü İkinci Dünya Savaşı’na kadar dünya çapında etkili olmayıp, ancak bölgesel kaldığından ve fiilen Karayipler ve Pasifik’in ötesine geçmediğinden bu sistem daha da önem kazanmaktaydı. Dolayısıyla, hiçbir zaman Britanya’nınkiyle (ki eski önemini kaybetmiş olsa bile onun üsleri hâlâ d u r­m aktadır) kıyaslanabilir ölçekte, askeri üslerden oluşan ve tamamen kendine ait bir ağ oluşturam amıştı. Günüm üze de­ğin ABD’nin ülke dışındaki önemli üslerinin birçoğu, teknik açıdan, kullanılm asını engelleyebilecek başka bir devletin (Özbekistan gibi) topraklarındadır.

İkincisi, Amerika Birleşik Devletleri bir devrimin (herhal­de, Hannah Arendt’in ileri sürdüğü üzere, m odem çağdaki,18. yüzyıl Aydınlanma’sınm seküler um utlarının körükledi­ği devrimler tarihinde en kalıcı devrimin) çocuğudur.17 Bu yüzden ABD, eğer emperyal bir misyon üstlenecektiyse, bu, kendi özgür toplum unun başka bütün toplum larm sistemine üstün olduğu ve dünyam n en uygun modeli olmaya yazıldı­ğı şeklindeki inancın mesyanik bir yorum una dayanabilirdi. Tocqueville’in savunduğu gibi, ABD’nin politikası kaçınıl­maz olarak popülist ve anti-elitist olacaktı. Gerek İngiltere gerekse Iskoçya kendi devrimlerini 16. ve 17. yüzyıllarda gerçekleştirmişlerdi, gelgelelim bu devrimler kalıcı olamadı ve olum lu etkileri de modernleştirici ama toplumsal hiyerar­şiyle idare edilen (20. yüzyıla kadar da toprak sahibi egemen sınıfın kan bağına dayalı züm relerinin denetim indeki) bir kapitalist rejim tarafından yeniden özüm senerek massedildi. Sömürge im paratorluğu, İrlanda’da olduğu gibi bu çerçeveye kolaylıkla uydurulabilirdi. Britanya, başka toplum lardan üs­

17) Hannah Arendt. On Revolution (New York ve Londra. 1963).

58

tün olduğu konusunda üstün bir inanca sahip olmasıyla övü­nebiliyordu, fakat bu, Britanya’nın yönetim usullerinin, baş­ka bir deyişle anti-Katolik Protestanlığın başka halklara da- yatılması doğrultusunda mesyanik bir inancı kesinlikle içer­mediği gibi, bu yönde özel bir istek de söz konusu değildi. Britanya im paratorluğu m isyonerler tarafından ya da misyo­nerler için kurulm am ıştı; doğrusunu söylem ek gerekirse, im paratorluk esas bağımlı ülkesi olan H indistan’da kendi as­li faaliyetlerinden bile gen durmaktaydı.

Ü çüncüsü, Domesday Book’tan* beri İngiltere krallığı ve 1707’den sonra Britanya, Avrupa’daki en eski ulusal devleti yürü ten kuvvetli bir hukuk ve yönetim m erkezi etrafında inşa edilmişti. Ö zgürlük, hukuk ve toplum sal hiyerarşi, eş­siz bir egemen devlet hiyerarşisiyle, ‘parlam entoda kral’ düs­turuyla birlikte yürüyordu. Bu açıdan, Ingiltere’nin 1707’de, lskoçya her bakım dan (hukuk, devlet dini, idari yapı, eği­tim , hatta dili) İngiltere’den ayn bir birim olarak varlığını korum asına rağm en federal bir düzenlem eyle değil, tek bir m erkezi hüküm etle Iskoçya’yla beraber b ir Birliğe girdiğini akılda tutm anızı isterim. Amerika Birleşik Devletleri’ndeyse, özgürlük, m erkezi hüküm etin, daha doğrusu her türlü dev­let otoritesinin düşm anıdır ve h er şartta güçler ayrılığı pren- sıbince kö türüm bırakılm ıştır. Bu noktada, ABD sınırının ta­rihini, Kanada’daki m uadili olan Britanya’n ın tarihiyle k ı­yaslayabilirsiniz. ABD’deki Vahşi Batı’nm kahram anlan, hu ­kuksuz topraklarda John W ayne usulüyle kendi yasalarını

*) Sözlük anlam ı “Kıyamet Günü Kitabı" dem ek olan Doomsday Book, 1086'da tam amlanan ve İngiltere Krallıgı’nm bu lün yerleşim alanı ve yerlerinin kadastro­su ve nüfus sayımını (insan, hayvan ve ağaçlar) bünyesinde barındıran çalış­madır. Kıyamet gününde bü tün her şeyin hesabının tutulacağı inancından hare­ketle bu isim verilmiştir

59

uygulayan silahlı adam lardır; Kanada Batısı’m n kahram an­larıysa, 1873’te devletin hukukunu korum ak üzere kuru l­m uş bir silahlı federal polis gücü olan M ounty’ler. Kaldı ki, Britanya’da çıkarılan ve Kanada Dom inyonu’nu kuran 1867 tarihli Kuzey Amerika Yasası, bu ülkenin amacını ‘hayat, öz­gürlük ve m utlu luğun aranm ası’ olarak değil de ‘huzur, dü­zen ve iyi yönetim ’ olarak belirlemem iş miydi?

Şimdi kısaca, ülke sayılan bu iki birim arasındaki başka bir farklılığa değineyim: tarihi süre. Bayrak ve m arş gibi ulus-devlet de, m odern inşaya, an tik tarihin en elverişli b i­rim olarak doğurduğu ulusa uygun bir kuru luş m itine ih ­tiyaç duyarlar. Oysa ABD, İngiltere’n in ve hatta devrim Fransası’m n yararlanabildiği (Stalin’in bile Almanlara kar­şı Rus yurtseverliğini harekete geçirm ek için A lexander N evski’yi kullanabildiği) biçim de, antik tarih ten bir k u ru ­luş m iti olarak faydalanam azdı. ABD’nin kendi toprakla­rında faydalanabileceği, kökeni ilk İngiliz yerleşim cilerden daha eskilere uzanan herhang i bir atası yoktu, zaten Püri- tenler de kendilerin i kesinlikle Yerli olarak, Kurucu Baba- lar’m ‘halk ’ tanım ı d ışında kaldıklarından tanım gereği kö­le sayılan Yerli A m erikalılar olarak tanım lam ayı istem iyor­lardı. Ayrıca, İspanyol Am erikalı göçm enlerden farklı ola­rak, yü rü ttük leri bağım sızlık m ücadelelerinde yerli im pa­ratorlukların (Aztekler, lknalar) hatıralarını canlandıra­m azlardı; entelektüelleri onlara hayranlık beslese bile, sırf yerleşim ci politikaları, tüm -A m erikan ideolojisinde birleş­meye en aday birim olan îrokua Federasyonunu çoğun­lukla İngilizlerle ittifaka zorlam ış olması sebebiyle, Yerli Amerikalı savaşçı halk ların ın kahram anca gelenekleriyle bütünleşem ezlerdi. U lusal kim liğini Am erikan Yerlileriyle

60

bağlayan tek halk , Avrupa halkıydı; küçük ve tecrit ha lin ­deki, rom antik kâşifleri, kendilerin in , K olom b’dan önce A m erika’yı keşfettiğine inandıkları Prens M adoc’un to run­ları olduğunu düşünen ve M issouri’de Galce konuşan M andan’lar olarak G alliler.18 Am erika Birleşik Devletleri de Britanya’ya karşı gerçekleştirilen bir devrim le ku ru lduğun­dan, eski ülkeyle, kopm am ış olan tek sürek lilik bağı kü ltü ­rel, daha doğrusu dilseldi. Yalnız bu noktada, Noah Webs- ter’m ayrı bir ortografide ısrar ederek, bu sürekliliği kopar­m ak için olağanüstü b ir çaba gösterdiğini ayrıca hatırlat­m akta büyük fayda var.

Dolayısıyla, ABD’nin ulusal kimliği de, Anglo-Sakson ol­m ayanların toplu göçünden önce bile ortak bir İngiliz geç­m işinden çıkarılarak değil, esasen kendi devrim ci ideoloji­sinden ve yeni cum huriyetçi kurum larından kurgulanabi- lirdi. Çoğu Avrupa ülkesinin bir deyişle ‘kalıtsal ötekiler’i vardı; bazen çatışmayla geçen yüzyılların bellekte durduğu ve kendilerini onlara karşı bir zem inde tanım ladıkları sü­rekli kom şulardı bunlar. Varlığı hiçbir zam an Iç Savaş’tan daha büyük bir tehditle karşılaşm ayan ABD ise, düşm anla­rını (m üm kün olduğu yerde Am erikan hayat tarzını redde­denleri) yalnızca ideolojik bir zem inde tanım lam a im kânı­na sahip olabilm işti.

Devletler için söylediklerim iz aslında im paratorluklar için de geçerlidir. Yine bu açıdan da Britanya ve Amerika Birleşik Devletleri b irb irlerinden oldukça farklıdır. İm pa­ratorluk -formel veya inform el olarak- hem Britanya’nın ekonom ik kalkınm ası hem de uluslararası gücü açısından

18) Gwyn A. W illiams, Macloc: The Mailing of a Myth (Oxford, 1987).

61

temel öğelerinden biriydi. Fakat ABD için aynı kapsam da bir önem den bahsedilem ezdi. ABD için hayati önem taşı­yan şey, başka devletler arasında herhangi bir devlet olm a­yı değil, k ıta devi olm a -ve buna bağlı olarak, kıta çapında bir nüfusa sahip olm a- yönünde verilen ilk karardı. Böyle bir gelişm enin asli u nsu ru da deniz değil, karaydı. ABD, başından itibaren genişlem eciydi, am a bu, 16. yüzyıl Kas- tilyalıları ve Portekizlileri, 17. yüzyıl H ollandalılan ve Bri- tanyalılan gibi, m ütevazı boyutlar ya da nüfuslarla y ü rü tü ­lebilecek ve genellikle de onlara dayanm ış olan denizaşırı im paratorluklar tarzında b ir genişlem ecilik sayılmazdı. ABD’n in genişlem eciliği daha çok, M uscovy’deki m erkezi bir çekirdekten yola çıkıp, s ın ırların ın ‘denizden parıltılı deniz’e, yani Baltık Denizi’nden K aradeniz’e ve Pasifik’e ulaştığını iddia edebilene kadar ovalar üzerinden yayılan Rusya’ya benziyordu. Bir im paratorluk olm adan ABD, batı yarım küresinde en büyük (bü tün gezegeninse en kalabalık üçüncü) nüfusuna sahip ülke olarak yine de büyük devlet olurdu. Büyük Petro’dan önceki büyüklüğüne dönen Rus­ya bile, m uazzam genişlikteki top rak lannda sahip olduğu doğal kaynakları b ir tarafa b ırakırsak, onun yanında göre­li b ir dev olarak kalıyordu. Britanya ise, im paratorluğu ol­m adan başka devletlerin yanında ancak orta büyüklükte bir ekonom iye sahipti ve günüm üzdeki du rum u da b u n ­dan ibarettir; Britanya'yı yönetenler, dünya toprakları ve n ü fusunun dörtte b irin i idare ettikleri zam anlar bile bu gerçeğin çok iyi farkındaydılar.

Bu noktada daha önemlisi, Britanya ekonom isinin esasın­da dünya çapında ekonom ik işlemlere bağlı olmasından do­layı, Britanya im paratorluğunun pek çok bakım dan 19. yüz­

62

yıl dünya ekonom isinin gelişmesinin temel unsurlarından birisini oluşturmasıydı. Üstelik bunun sebebi, kendisinin Formel bir im paratorluk olması değildi. Karayipler bölgesi dı­şında Latin Amerika’da kayda değer büyüklükte Britanya sö­m ürge toprakları yoktu; zaten, bunu kolaylıkla başarabilecek durum da olduğu halde, o bölgeye deniz ya da askeri gücüy­le m üdahale etm ekten hep geri durm uştu. Yine de Latin Amerika, Birinci Dünya Savaşı’na kadar, ABD’yle bağlantılı olm aktan ziyade Britanya'nın yönlendirdiği bir dünya eko­nom isin in parçasıydı: Britanya’n ın yatırım lar. 1914’te ABD’nin yatırım larından en az iki kat daha fazlaydı19 ve on­ların akıbetini, (Küba’yla birlikte) Amerikan sermayesinin yoğunlaştığı M eksika’da bile yakından takip edebiliyordu.20 Pratiğe baktığım ızda, 19. yüzyıl Britanya’sı, gelişmekte olan dünyayı tamamlayan bir ekonomiydi. 1950’li yıllar boyunca Britanya’n ın m uazzam yatırım larının en az dörtte üçü geliş­m ekte olan ülkelere ayrılmıştı.21 İki dünya savaşı arasındaki dönem de bile Britanya'nın ihracatının yansından epeyce faz­lası resmi ya da gayri-resmi Britanya bölgelerine gidiyordu. İşte bu yüzden Britanya bağlanası, Latin Amerika’nın güney konisini müreffeh bir düzeye çıkartırken, ABD’nin Meksika bağlanası esasen kuzey kom şusuna ucuz emek sağlamaktan öteye gitmiyordu. Fakat Avrupa’nın ve ABD’nin sanayileşme­siyle birlikte Britanya, uluslararası nakliyecilik yapısının ku­

19) Angus M addison, L'Bconomie Mondialc 1820-1992. Analyse ct Statistiques (OECD. Paris. 1995), Tablo 3.3.20) Rakamlar için bka. Herbert Feis, Europe, The World's Baniler 1870-1914 (New Haven ve Londra. 1930), s. 23, ve Cleona Lewis, America's Stake in Inter­national Investments (W ashington DC, 1938), Ek D, ş. 606. Dolar/sterlin parite- si kabaca 4.5:1 olarak hesaplanmıştır.21) Eric J. Hobsbawm, C hristoher W rigley'le birlikte. Industry and Empire (Lon­dra, 1999, yeni basım ). Tablo n32a.

63

ruluşu haricinde kısa sürede dünyanın atölyesi olma konu­m unu kaybedecek, fakat dünya taciri, dünya bankeri ve dün ­yanın başlıca sermaye ihracı yapan ülkesi olarak kalmaya de­vam edecekti. Yine unutm am am ız gereken başka bir aynntı, Britanya’n ın ekonom ik üstünlüğünün doruk noktasınday­ken fiilen ana mallar -gıda ve hammaddeler- için dünya pa­zarı olduğuydu. Büyüklük ve nüfus bakım ından mütevazı öl­çülerde kalmış olsa bile, 1880’li yıllar gibi geç bir tarihte dahi uluslararası ticarete sokulan ham pam uğun büyük kısm ını ve yine aynı şekilde uluslararası ticarete sokulan yünün yüz­de 35’ini Britanya karşılıyordu. Uluslararası dolaşıma giren buğdayın, etin ve çayın yansını ya da çoğunu kendisinin tü ­kettiği de tartışmasızdı.22

ABD ekonom isinin dünya ekonom isiyle böyle organik bağlan hiç olm am ıştı ve halen de yoktur. Büyük farkla yer­yüzünün en geniş sanayi ekonom isi olarak, bü tün kıtayı et­kiliyordu ve halen de etkilem ektedir, ayrıca teknoloji ve iş organizasyonunda Yanki özgünlüğüyle, kendisini 1870’ler- den itibaren (özellikle de ilk kitlesel tüketim yapan toplum olarak ortaya çıktığı 20. yüzyılda) dünyanın geri kalan kıs­mı nezdinde bir m odel haline getirmeyi başarm ıştır. İki dünya savaşı arasındaki dönem e kadar ağırlıkla korum acı çizgide seyreden bu ekonom i, çok büyük ağırlıkla iç kay­naklara ve iç pazara dayanıyordu. Britanya’dan farklı ola­rak , 20. yüzyıl sonuna değin görece sınırlı bir m eta ithalat- çısıydı; mal ve serm aye ihracı da nispeten sınırlıydı: ABD ekonom isi endüstriyel gücünün doruğuna ulaştığında, yani

22) Dr. F.X. von Neum ann-Spalları, Debersichlen der Weltwirthschqft von D r F.X. von Neumanıi'-Spallart Jahrgemg 1883-84 (Stuıtgarl, 1887), s. 189. 226-227, 352- 353. 364-366.

64

1929 yılında, GSMH’sının yüzde 5'ine kadar varan bir m ik­tarını (1990 fiyatlarıyla) ihraç etm ekteydi -ay n ı rakam lar Almanya için yüzde 12.8, İngiltere için yüzde 13.3, H ollan­da için yüzde 17.2 ve Kanada için yüzde 15.8’di.21 Gerçek­ten, 1870’lerden itibaren, dünya sanayi üretim inin yüzde 29’una sahip olm asıyla kurduğu dünya çapındaki endüstri­yel üstün lüğüne rağm en, dünya çapındaki ihracattaki fiili payı 1929 buhran ına gelinceye değin Britanya’nınkine eşit değildi.2* Şimdi de ABD, (Euro bölgesi dahil olm ak üzere) dünyanın ticarete bağımlılığı en az ülkelerinden biridir.25 Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD hüküm eti Amerikalı ihracatçıları vergi indirim leriyle ve anti-tröst yasasından m uaf tu tarak teşvik etm esine rağm en,26 ABD’li girişim ciler 1920’lerin ortalarına değin Avrupa ekonom ilerine sızmayı ciddi biçim de öngörem iyorlardı; zaten hem en sonra patlak veren Büyük Bunalım da ilerlemelerini zayıflatan bir rol oy­namıştı. Genel hatlanyla Yeni D ünya’n ın Eski Dünya’yı ekonom ik bakım dan fethi, Soğuk Savaş sırasında m eydana gelen bir du rum dur. Çok fazla süreceği konusunda da her­hangi bir kesin lik ten söz edilemez.

19. yüzyıl B ritanya’sın ın dünya çapında kaydettiğ i iler­lem elerden farklı olarak bu fetih, ancak kısm en, sanayi­leşm iş ülkeler ile gelişm ekte olan (ana m al ü reten ) ü lke­ler arasırida dünya çapında işbölüm ü denebilecek bir pay­laşım ın sonucuydu . İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki b ü ­

23) Angus M addıson, The World Economy: A Millennial Perspective (OECD Kal­kınma Merkezi, Paris, 2001), Ek F 5.24) W.W. Rostow, The World Economy: History and Prospect (Londra ve Basing­stoke, 1978), s. 72-73, 75.25) The Economist, Pocket World in Figures 2004 edition (Londra, 2003). s. 32.26) Victoria de Grazia. Irresistible Empire: America’s Advance through Twentieth- Century Europe (Cam bridge, Mass., ve Londra. 2005), s 213.

65

yük sıçram a, gelişm iş sanayi ü lkelerin in b irb irlerine b e n ­zer ve rakip ekonom ileri arasında giderek dünya çapında bir niteliğe kavuşan etkileşim e dayanm ıştı (gelişm iş ü lke­ler ile yoksul dünya arasındaki u çu ru m u n dram atik ö lçü ­lerde derin leşm esin in sebebi de buydu). Ama yine bu yüz­den, serbest piyasa küreselleşm esine dalm ak, en güçlü u lusal ekonom iyi bile, denetim i altında tu tam adığı güçle­re bağımlı haline getirecekti.

Ekonom ik gücün jeo-grafik dağılım ında gözlenen ve At­lantik’in her iki tarafındaki eski m erkezlerden, Hind-Pasifik okyanuslarına dahil bölgelere doğru seyreden yakın zam an­lardaki değişimi (ve doğal olarak, bu değişimin sonucu ola­rak ortaya çıkan zayıflıkları) analiz etm enin yeri burası de­ğil. Her iki olgu da yeterince açıktır. Kuzey Am erika’da ya­şayan insanların çoğunun ve Avrupa, Japonya ve Avustra- lasya’nın ayrıcalıklı kısım larının (yeni yüzyılın başında dünya ortalam asından en az beş kat yüksek kişi başına GSMH’yla*7 ve 1900 standartlarına göre asillere yaraşır hayat tarzlan, ayrıca benzeri görülm em iş sosyal güvenlik norm la­rıyla) faydalanma im kânı bu lduklan tarihsel üstünlükler gi­derek aşınm aktadır. Geçmişte dünya çapma yayılmış bir p i­yasa ekonom isinden oransız ölçüde fayda sağlayanlar, artık bu konum larını kaybedebilirler ve küreselleşmeye öncülük edenler de bu sürecin kurbanına dönüşebilirler. Am eri­ka’daki reklam ajanslarının en büyüğü olan ve 20. yüzyıl pa­zarlama usulünü dünyaya tanıtan J. W alter Thom pson, 1987’de, 83 ülkede 40 şirketi idare eden bir İngiliz pazarla­ma servisince satın alınm ıştır, örneğin.

27) Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı. World Report oıı Human Development (Bnikscl, 1999), Tablo 11.

66

Karşısında Avrupa’n ın ve ABD’nin hızla sanayileştiğini gören Vıktorya Britanyası (hâlâ çok yoğun bir sanayileşmesi söz konusuydu, hâlâ dünyanın en büyük tüccan ve yatm m - cısıydı), pazarlarıyla sermaye yatırım larını resmi ve gayri- resmi im paratorluğuna yöneltmişti. 21. yüzyılın başındaki ABD’nin böyle bir seçeneği yoktu ve zaten olamazdı, zira ar­tık ABD büyük bir mal ve sermaye ihracatçısı konum unda değildir ve artık kendisinin üretem ediği mallar için dünya endüstrisinin yeni m erkezlerine borçlanarak bedel ödemek­tedir. Aynca ABD, büyük borçlular arasına girmiş olan tek büyük im paratorluktur. Gerçekten, Birinci Dünya Savaşı ile 1988 arasındaki yetm iş yılı istisna sayarsak, ABD ekonomi­sinin dünya çapındaki bilançosu hiçbir zaman artıya geçme­m iştir.3 ABD ekonom isinin 1945’ten beri biriktirdiği görü­nü r ve görünm ez sermaye aktifleri büyük m iktarlardadır ve hızla azalabilecek gibi değildir. Buna rağm en, ABD’nin üs­tünlüğü kendisinin göreli gerilem esinden ve endüstriyel güç, sermaye ve ileri teknolojinin Asya’ya kaym asından cid­di ciddi etkilenebilecek durum dadır. Küreselleşmiş bir dün­yada, piyasanın ve kültürel Amerikanlaşmamn ‘yum uşak güç’ü artık ABD’nin ekonom ik üstünlüğünü pekiştirecek halde değildir. Sözgelimi, süperm arketlerin öncülüğünü ABD çekmişti, fakat bugün Latin Amerika ve Çin’de süper­m arketler Fransız Carrefour zinciriııce idare edilmektedir.

Amerikan im paratorluğu, Britanya im paratorluğuna ben­zemeyen yanlarından biri olarak, tutarlı b ir şekilde kendi si­yasal kudretine ve kalelerine güvenmek durum undaydı. Amerika’n ın dünya çapındaki girişimleri de başından itiba­

28) Jeffry A F rieden, Global Capitalism (New York ve Londra, 2006), s. 132, 381.

67

ren, en azından 1916’da, Başkan W ilson Detroit’te bir satıcı­lar kuruluna hitap ettiğinden ve kendilerine Amerika’n ın ‘iş dem okrasisinin ‘dünyanın barışçı fethi m ücadelesinde li­derliği ele alması gerektiğini söylem esinden beri siyasetle iç içe yürüyordu.w Kuşkusuz Amerika’n ın dünyadaki etkisi, hem bir iş girişimi m odeli olmasına ve büyüklüğüne, hem de, kendi ekonomisi gelişmeye devam ederken Avrupa’nın ve Uzakdoğu’nun ekonom ilerini yerle bir edip tüketen iki dünya savaşının felaketlerini yaşamamış olmak gibi talihli ayrıcalığına dayanm aktaydı. Aynca ABD hüküm etleri, bu sürecin dolar diplom asisine kazandırdığı m uazzam ivmenin çok iyi farkındaydılar. “Biz önem li ölçüde dünyayı finanse etm ek zorunda kaldık ,” diye düşünüyordu W oodrow W il­son, “Ve dünyayı finanse edenler, bunu anlam ak ve kendi akıllan, kendi becerileriyle onu yönetm ek zorundadırlar.”30 İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında, 1940 tarihli Lent-Lease’den (ABD’nin m üttefik ülkelere yönelik savaş malzemesi destek program ından) Başkan Trum an’la imzala­nan 1946 tarihli British Loan Anlaşması’na kadar W ashing­ton, Mihver güçleri karşısında zafer kazanm anın yanı sıra Britanya im paratorluğu’n u zayıflatmayı da hedeflediğini hiç gizlemeye gerek duym am ıştı.

Soğuk Savaş sırasında A m erikan girişim lerin in dünya çapında gelişm esi, A m erikalı büyük şirket genel m üdürle­rin in yanı sıra A m erikalıların çoğunun da kendilerin i öz­deşleştird ik leri ABD’n in siyasal p ro jesin in k an a tlan a ltın ­da gerçekleşm ekteydi. Buna karşılık , bir dünya gücü, o l­duğu göz önüne getirild iğ inde ABD hüküm etin in dünya-

29) Dc Graüia. a.g.y., s. 1.30) Frıedcn, a.g.y., s. 133.

68

nm neresinde o lursa o lsun A m erikalıların dahil oldukları ihtilaflarda A m erikan h u k u k u n u n egem en olm ası gerekti­ği şek lindeki inancı, arkasında ciddi b ir siyasal güç ol­m aksızın düşünülem ezdi. 1950’lerin (genellikle yanlış ak­tarılıyor olsa da) gözde deyişi şöyleydi: “Ülke için iyi olan, G eneral M otors için de iyidir, ve b u n u n tersi de doğru- d u r .”31 Elbette, dünyan ın ilk büyük kitlesel tüketim eko­nom isi, a ltın onyıllar sayılan 1950’li ve 1960’lı yıllarda A vrupa’n ın m üreffeh toplu tüketim top lum lann ın yükse­lişinden ko rkunç faydalar sağlıyordu. Her şey bir yana, bu ekonom i ü re tk en kapasitesini geliştirm iş, büyük üretici şirketleri ortaya çıkarm ış, böyle b ir top lum u k u ru m lan , uzm anlığı, ha tta diliyle dünyan ın ön sırasına taşım ıştı. Bir Fransız rom ancın ın 1930’lar gibi erken bir tarih te v u rgu ­ladığı üzere, rek lam yalnızca m alları değil, on lar hakkm - daki sözlerin sıfatlarım da satm ayı sağlıyordu. İşte, Am e­rika’n ın kü ltü re l hegem onyasının özü -Britanya im para­torluğu sayesinde İngilizce’n in evrensel dünya dili n ite lik ­lerine sahip olm ası gibi talihli b ir e tkenden ziyade- buy­du. Ö te yandan, ABD’n in 20. yüzyıldaki ekonom ik geliş­meye yaptığı belli başlı katk ıların siyasal dayanakları var­dı: A vrupa’da M arshall Planı, Japonya’da işgal top rak la­rında gerçekleştirilen reform lar, Asya’da Kore ve -daha sonra- V ietnam savaşlan için ku ru lan askeri düzenler. So­ğuk Savaş dönem inde ‘h ü r dünya’da ku rduğu siyasal üs­tün lük olm asa, ABD ekonom isinin büyük lüğünün (‘W as­h ing ton K onsensüsü’nün uluslararası finans açısından önem i bir yana) tek başına bir e tken olarak ABD’deki iş

31) E.D. Hirsch )r, Joseph F. Keu ve James Trcfil. Tiıc New Dictionary o j Cultu­ral Literacy (Boston ve New York, 2002).

69

görm e tarzım , ABD’n in borç veren kuru luşların ı, m uhase­be firm alarını ve ticari sözleşm e m odelini dünya s tan d a r­dı haline getirm eyi sağlam ası m üm kün olur m uydu? Doğ­rusu , bundan şüphe etm ek için çok fazla sebep vardır.

Dolayısıyla, eski Britanya im parato rluğunun tek b ir nokta hariç, neden A m erika’n ın dünyada ü s tün lük kurm a projesine uygun b ir m odel olm adığı ve olam ayacağının sebebini burada aram ak gerekir. Britanya kendi sın ırların ı biliyordu; özellikle de askeri gücünün o andaki ve gelecek zam andaki s ın ırların ı çok iyi biliyordu. D ünyanın ağır siklet şam piyonluğu unvan ın ı uzun süre ko rum asın ın m üm kün olm adığını iyi bilen bir orta siklet ülke o larak, m uhtem el dünya fatih lerin in m eslek hastalığı olan m ega­lom aniden sıyrılm ış b ir haldeydi. Y eryüzünün büyükçe bir kısm ını işgal etm işti ve yönetiyordu , fakat dünyaya egem en olm adığının , olam ayacağının farkındaydı ve h iç­b ir zam an böyle bir hayalin peşine takılm am ıştı. O kya­nuslarda uzunca b ir süre egem enliğini korum uş bu lu n an donanm ası, bu am aca uygun bir güç değildi. Britanya ba­şarılı taarruzlar ve savaşlarla dünyadaki konu m u n u sağ­lam laştırınca, e linden geldiğinde Avrupa devletlerin in sü rdürdüğü siyasetin dışında, batı yarım küresindeki iliş­k ilerinse tam am en d ışında kalmayı tercih etti. D ünyanın geri kalanındaki istik rarı kendi işlerin in pürüzsüzce işle­m esine yetecek kadar sağlam akla yetinm eye çalışıyor, ama hiçbir ülkeye ne yapılacağını em poze etm ekle uğraş­m ıyordu. Ö zetle, Batılı denizaşırı im parato rluk lar çağı 19. yüzyılın ortasında sona erdiğinde, Britanya 'değişim rüz- g â rlan ’nı diğer söm ürgecilerden daha önce fark etm iş d u ­rum daydı. E konom ik gücü em peryal güce değil ticarete

70

bağlı olduğu için de, nasıl daha önceki tarih inde en d ra­m atik gerilem esine (yani, A m erika’daki ko lonilerin i kay­betm eye) uyum sağlam ayı becerm işse, siyasal düzeydeki kayıplarına ondan da kolay uyum sağlayacaktı.

A m erika Birleşik Devletleri bu ö rnek lerden ders çıka­racak mı, yoksa siyasal-askeri güce bel bağlayarak gittikçe aşınm akta olan küresel konum unu m uhafaza etmeye ça­lışm anın cazibesine mi kaptıracak kendisin i? Yine, bu yolla, fiilen küresel düzeni değil düzensizliği m i, küresel barışı değil çatışm aları m ı, uygarlığın ilerleyişini değil barbarlığı mı körüklem iş olacak? H am let’in dediği gibi, so run budur. H angisin in geçerli olacağını tabii ki sadece tarih gösterecek bize. Tarihçiler -bereket versin- kâhin ol­m adık larından , m esleki bakım dan da kendim i size bu ko­n u d a b ir cevap verm eye m ecbur görm üyorum .

71

İMPARATORLUKLARIN SONU ÜZERİNE4

İlk olarak seçkin üniversitenizin beni fahri doktorlukla ödüllendirm esinden dolayı sizlere teşekkür etm ek isterim . Selanik bana, gerek A kdeniz’deki en kalabalık Musevi top ­lu luğunun yaşadığı şanlı günleri ve trajediyi hatırlam adan duram ayan bir Yahudi, gerekse bir sosyalist ve emeğin ta­rihçisi olarak çok şey ifade eden bir şehrin ism idir. Yunan sosyalizmi İkinci Entem asyonal’e ilk olarak Selanik İşçiler Federasyonu aracılığıyla katılm ıştı. Selanik uzun zam andır çokuluslu b ir şehir o lduğundan, buradaki işçi hareketi de güçlü bir enternasyonalizm sezgisine sahipti, öyle olm ak zorundaydı. Buradaki işçi hareketi, ilk önderlerden birin in

72

sözlerinden aktaracak olursam , “b ü tü n m illiyetlerden in­sanların kend i dilleri ve kü ltürlerinden vazgeçmeksizin bağlı olabildikleri” bir hareket olmaya çalışmıştı. Selanik, 1936’da M etaksas hüküm etine karşı ayaklanan ve Metaksas d ik ta tö rlüğünün kurbanı olan şehirdi. Dolayısıyla, sizin üniversitenizden fahri doktorluk unvam alm ak, üstelik böyle b ir şeh irde düzenlenen bir tö ren in şeref konuğu ol­m ak, benim açım dan büyük bir onurdur. Lütfen, teşekkür­lerim i kabul edin.

Burada, b ir gelenek olarak yeni doktorlardan bir açılış konuşm ası yapm alan bekleniyor. O nun için ben de sizi da­ha fazla bekletm eden, im paratorlukların sonu konusunda birkaç söz söylem ek istiyorum .

Ben doğduğum da bü tün Avrupalılar, İsviçre’n in yurttaş­larını, üç İskandinav devletini ve O sm anlı İm paratorlu­ğum un Balkanlar'daki eski bağımlı topraklanndaki ülkeleri (ki bunların bazılan da, örneğin Selanik sakinleri, Osman- lı Im paratorluğu’ndan Birinci Dünya Savaşı’ndan hem en önce ayrılm ışlardı) saymazsak, geleneksel m onarşik tarzda­ki ya da sözcüğün 19. yüzyıla özgü söm ürgeci anlam ındaki im parato rluk lann parçaları olan devletlerde yaşıyorlardı. Afrika’da yaşayan insanlar, neredeyse istisnasız olarak im ­paratorlukların egemenliği altındaydılar, aynı şekilde -ve yine istisnasız- küçüklü büyüklü Pasifik ve Güneydoğu As­ya adalarının sakinleri de. Hatta, eski Çin im paratorlu­ğum un ben doğm adan altı yıl kadar önce ortadan kalkm ış olduğunu dikkate alacak olursak, Asya ülkelerinin hepsi (belki b ir tek, o zam anlar Siyam diye bilinen Tayland ve ra­kip Avrupalı devletler arasında b ir tü r bağım sızlık sü rdü r­meyi başaran Afganistan hariç) eski veya yeni im parator-

73

luklarm parçalanydı. Amerika Birleşik Devletleri’ninse yal­nızca güneyindeki devletler, esas olarak daha önce ya da o sırada söm ürgelere bağım lı ülkelerden oluşuyordu.

Yaşım ilerledikçe bu durum un tam am en ortadan kalkıp silindiğine tanıklık ettim . İlk savaş Habsbürg lm paratorlu- ğu’nu parçalara ayırdı ve Osmanlı İm paratorluğu’n u n dağı­lışına m ührü koydu. Ekim Devrimi de, o sıralarda zaten ciddi derecede zayıflamış durum da olsa bile, Rus Çarı’nm im paratorluğunun yazgısı olacaktı - tıp k ı aynı dönem de hem emperyal unvanını hem de söm ürgelerini kaybetm iş olan Alman im paratorluğu gibi. İkinci Dünya Savaşı, Al­m anya’n ın -Adolf H itler dönem inde kısa süreliğine gerçek­leşmiş olan- em peryal potansiyelini tam am en yok etti. Fa­kat bu savaş aynı zam anda, em peryalist çağın büyüklü k ü ­çüklü söm ürge im paratorlukların ı, yani Britanya, Fransa, Japonya, Hollanda, Portekiz ve Belçika ile İspanyol ege­m enliğinden geriye kalan -az da olsa- ne varsa ortadan kal­dıracaktı. (Yeri gelm işken belirtm ek isterim ki, ABD’nin Fi- lipinler ve birkaç başka ülkedeki, Avrupai m odele dayalı resmi söm ürgecilik tarzındaki görece kısa dönem lik m ace­rası da bu dönem de başladığı gibi son bulm uştu .) En n iha­yet, geçen yılın sonunda Avrupa’n ın kom ünist rejim lerinin çöküşü, gerek Çarlar dönem inde olduğu şekliyle tek b ir ço­kuluslu birim olarak Rusya’nın, gerekse Doğu-Orta A vru­pa’daki daha kısa öm ürlü Sovyet im paratorluğunun sonu anlam ına gelecekti. M etropoller, bağımlı ü lkelerini kaybet­meleriyle birlikte güçlerini de kaybetm iş oluyorlardı. G eri­ye bir tek potansiyel emperyal güç kalmıştı.

O tuz yıl önce çoğum uz, yeryüzünün siyasal çeh resin ­deki bu dram atik değişim i sevinçle karşılam ıştık , ki çoğu­

74

m uz hâlâ aynı fikirdeyizdir. Bununla b irlik te , bugün için, Soğuk Savaş çağının göreli düzeni ve öngörülebilir çerçe­vesinin artık geçerliliğini kaybettiği, so run lu b ir yeni yüz­yıldan geçmişe bakm am ız gerekm ekte. İm paratorluklar çağı b itti g itti, fakat şu ana kadar onun yeri henüz etkili başka bir şeyle dolduru lab ilm iş değil. Bağımsız devletlerin sayısı 1913’ten bu yana dört katm a çıktı (ve b u n lan n ço­ğu eski im parato rluk ların enkazıydı), fakat bizler şim di­lerde teorik o larak, Başkan W ilson’a ve F.D. Roosevelt’e göre im parato rluk lar dünyasın ın yerini alm ış olan özgür u lus-devletler dünyasında hayatım ızı sü rd ü rü y o r görü­n ü rken , p ratik te , hem uluslararası düzlem de hem de ken­di devletlerim iz içinde istikrarsızlığ ın dizginlenem ez ol­duğu, ciddi bir küresel düzensizlik çağında yaşıyor o ldu­ğum uzu inkâr edem eyecek bir haldeyiz. Söz konusu siya­sal birim lerin b irçoğu da -herhalde giderek çoğalan bir sa­yıdır bu-, teritoryal devletlerin temel işlevlerini yerine ge­tirebilecek güç ve yetenekten yoksundur, ya da ayrılıkçı hareketler sebebiyle ciddi b ir dağılma tehlikesiyle yüz yü ­zedir. Dahası, Soğuk Savaş’m bitim inden itibaren hepim i­zin kon tro l altında tu tu lam az ya da çok büyük zorlukla kon tro l a ltında tu tu lab ilir silahlı çatışm aların Asya, Afri­ka, Avrupa ve Pasifik’in bazı k ısım larındaki geniş bölge­lerde p ıtrak gibi çoğaldığı b ir çağda yaşam akta o lduğu­m uz da bir gerçektir. Soykırım a ve toplu sürü lm elere va­ran katliam lar bir kez daha, İkinci Dünya Savaşı’n ın he­men sonrasındak i y ıllardan beri hiç görülm em iş bir ölçek­te gerçekleşm ektedir. Bazı ü lkelerde eski im parato rluk lar­dan sağ kalan ların eski günleri özlem le anm aları doğrusu şaşılacak b ir durum m udur?

75

Bu im paratorlukları nasıl hatırlamalıyız? Resmi bellek ile halkın belleğinin doğası, b ir ölçüde, bir im paratorluğun ortadan kalkışından itibaren geçmiş olan zam anın uzun lu ­ğuna ve geride herhangi bir mirasçı bırakıp bırakm am ış ol­duğuna bağlıdır. Hem doğudaki hem de batıdaki haliyle Roma İm paratorluğu, çok uzun zam an önce o kadar kap ­samlı bir çöküş yaşamış ve öyle bir alt üst oluşla harabeye dönm üştü ki, bu im paratorluk dünyada -hatta bir zam anlar fiilen işgal etm iş olduğu bölgenin dışında- m uazzam bir et­ki uyandırm ış olsa da, geriye tek bir mirasçı bırakm am ıştı. İskender ebediyete karıştı, aynı şekilde Cengiz Han ve Ti- m urlenk de; Emevi ve Abbasi im paratorlukları da. Daha ya­kın zam anlarda, H absburg İm paratorluğu 1918’de o boyut­larda tam bir yıkım yaşam ıştı ki, şimdi Avusturya diye anı­lan küçük ulus-devletle fiilen b ir süreklilik taşıdığından hiç kim se söz edemiyor. Yine de, bir süreklilikten bahsedebile­ceksek eğer, bunun m eşru dayanağı da birçok im paratorlu­ğun sona erişinin henüz oldukça yakın bir zam anda m ey­dana gelmiş olması ve eski m etropolitan devletlerde bu sü ­rece ciddi siyasal ve psikolojik çalkantıların eşlik etmesidir. Gerçi günüm üzde, eskiden bir söm ürge im paratorluğu yö­netm iş olan hiçbir devlet aynı konum unu yeniden canlan­dırm ayı niyet ya da um u t etm iyor; fakat eski im paratorluk­ların m etropollerin in etkili devletler olarak (genellikle ulus-devletler şeklinde tabii) ayakta kaldıkları yerlerde, es­ki büyüklük günlerine gururla ve nostaljiyle özlem duyma yönünde bir eğilim gözlenm iyor da değildir. Bunun yanın­da, im paratorlukların varlıkları sürelerince kendi tebaları- na taşıdıkları faydalan (kendi topraklarında yasa ve düze­n in egemen olması ve -daha m eşru bir zem inde- fiilen yok

76

olup gitm iş çoğu im paratorluğun -ama hepsinin değil-, yer­lerini alan ulus-devletlere kıyasla etnik, dilsel ve dinsel çokluklara daha hoşgörülü davranm aları) abartm a yönün­de anlaşılabilir bir eğilim den de söz etm ek gerekir. Fakat buna rağm en, im paratorluklar konusunda çalışan bir yaza­rın , Profesör M azower’m kendi şehriyle ilgili harika top­lum sal tarih çalışm asını değerlendirirken işaret ettiği gibi, “Bu im parato rluk teorisi doğru olam ayacak kadar iyidir.”1 İm paratorlukların gerçekliği, kafaya estiği gibi seçilen nos­taljik hatıraların insafına bırakılm am alıdır.

Emperyal belleğin günüm üze değin yansımaları süren tek bir kolektif biçim inden söz edebiliriz şimdi. Bu da, im ­paratorluklara dünyayı fethetmeleri ve idare etm elerini sağ­layan ü stün gücün tem elinin, kolaylıkla ahlâki, hatta ırksal üstünlükle özdeşleştirilen üstün uygarlık olduğu duygusu­dur. 19. yüzyılda bu duygular beraber yürüyordu, fakat Na­zi Almanyası’nm sergilediği tarihsel deneyim, ırksal/etnik üstün lük iddialannda bu kibar söylemi tam am en ortadan kaldırm ıştı. Yine de, Batı’n ın ahlâki üstünlük iddiasının açıkça ifade edilm eden, üstü kapalı b ir şekilde dile getiril­m esine hâlâ yaygın biçimde rastlanm aktadır. N itekim bu ü stün lük iddiası, ifadesini, bizim değerlerimiz ve kurum la- nm ızm başkalannm kine üstün olduğu, on lann kendi hayır­ları için kendilerine zorla dayatılabileceği, hatta yeri geldi­ğinde silaha başvurarak dayatılması gerektiği inancında bul­m aktadır.

Tarihsel düzlem de im paratorluklann ve em peryalizm in

1) Jan M orris, “Islam’s Lost G randeur”, Guardian, 18 Eylül 2004, s. 9 (bkz. Mark Mazower'm $u kitabının bir eleştirisi: Salonica, City o f Ghosts: Christians, Mus­lims and Jews 1430-1950, Londra. 2004).

77

geri halklara uygarlık götürdüğü, anarşinin yerine düzeni tesis ettiği iddiası, bü tünüyle uydurm a olmasa bile elbette ihtiyat payıyla ele alınm ası gereken bir savdır. 3. yüzyıldan bizim çağımıza yaklaşan 17. yüzyıllara kadar im paratorluk­ların çoğu, Asya ve Akdeniz uygarlıklarının dış çeperlerin­den gelen savaşçı kabilelerin askeri fetihlerinin ürünleriydi. Bu kabileler kü ltürel bakım dan geri oldukları için fethettik­leri bölgelere pek b ir şey kazandıram ıyorlar, ileri bölgelere de kılıçlarından başka b ir şey götürem iyorlardı; o bölgeler­de kalıcı olmayı istedikleri durum larda da, yenilgiye uğrat­tıkları bölgelerin altyapısı ve uzm anlığından faydalanm ak­la sınırlı kalm aktaydı fiili uygulam alan. Onlar içinde yal­nızca, beraberlerinde yazılı dillerini ve yeni dinlerini taşı­yan Araplar bir şeyler katm ışlardı. İki Amerika’yı, Afrika’yı ve Pasifik bölgesini söm ürgeleştirm iş olan Avrupalılar, 19. yüzyıla kadar Asya ve bazı İslam toplulukları karşısındaki durum larını bir kenara bırakacak olursak, yerel topluluklar karşısında gerçekten ü stün bir konum daydılar. Zaten sö­m ürge toprakları da süreç içerisinde batı merkezli dünya ekonom isiyle birleştirilm işti. Ancak biz, bu noktada durup, yeni göç ettikleri yerlere yerleşmiş Avrupalı göçm enlerden ziyade Am erikalar’da yaşayan halklar ve topluluklar (ya da, daha yakın bir örneğe bakarsak, alt-Sahra Afrika’sının kabi­leleri) açısından söm ürge çağının b ilançosunun ne kadar olum lu olduğu so rusunu yöneltebiliriz.

İm paratorluğun, eski tebalanndaki hauralan daha belirsiz niteliktedir. Eski im paratorlukların çoğu sömürgesi ya da ba­ğımlı ülkesi, bü tün devletler gibi, ne kadar yeni ve emsalsiz olursa olsun bir bayrağa ihtiyaç duydukları gibi, bir tarihe de ihtiyaç duyan bağımsız devletlere dönüşm üş durumdadırlar.

78

Dolayısıyla, o toplulukların gözünde eski im paratorluktan kalanlarda ağır basan her zaman, kurucu mite dayalı bir m ü­cadele ve kurtuluş şekline bürünm eye eğilimli yeni bir devle­tin yaratılmasının tarihi olmuştur. Ve yine doğal olarak bu imge, emperyal egemenlik çağma karşı tekbiçimli bir olum ­suz bakışta somutlaşm ıştır. Çoğu durum da bunun için tek gerekli olan tarihsel şüpheciliktir. Böylesi anlatılarda daha çok kurtuluşçu güçlerin bağımsız rolünün abartılmasına, öz­gürlük hareketlerine katılmayan yerel güçlerin küçüm sen­mesine ve im paratorluk ile ona tabi nüfus arasındaki ilişkile­rin aşın basitleştirilmesine rastlanır. Uzun bir özgürlük m ü­cadelesi tarihine sahip ülkelerde bile, im paratorluktan aynl- ma genellikle resmi milliyetçi tarihin kabul ettiğinden daha karmaşık bir süreç şeklinde seyretmişti. Gerçek şudur ki, im­paratorlukları sona erdiren etkenin, tek başına bağımlı halk- lann başkaldırması olduğu durum lar çok enderdi.

im paratorluklar ile tebaaları arasındaki ilişkinin karm a­şık olm asının sebebi, kalıcı im paratorlukların gücünün te­m elinin de karm aşık olmasıdır. Yabancı işgaliyle geçen kı­sa dönem ler esas olarak askeri güce, baskı ve teröre başvur­ma istekliliğine dayanm ış olabilir, fakat bu eğilimler tek ba­şına kalıcı b ir yabancı egemenliğini (bu egemenlik, fiilen hep gözlendiği üzere, göreli olarak -genellikle de m utlak olarak- az sayıda yabancının varlığıyla kullanıldığında) gü­vence altına alamaz. Ki bu noktada, H indistan im paratorlu­ğunun 400 m ilyonluk nüfusunu yönetm ekle görevli Britan- yalı sivillerin sayısının h içbir zam an yaklaşık 10 bin kişiyi geçm ediğini akıldan çıkarm am ak gerekir. Tarihsel olarak bakıldığında, im paratorluklar, askeri güçle fethedilmiş ve terör dalgasıyla (Pentagon’un bulduğu ifade olan ‘şok ve

79

dehşet’le) yerleştirilm iş olabilir, fakat kalıcı olm ak istiyor­larsa, başlıca iki aracıya dayanm ak zorundaydılar: yerel çı­kar çevreleriyle işbirliği yapm ak ve düşm anlarıyla tebaları- nın birlik o lm am alanndan fayda sağlamayı sü rdürü rken fii­li gücün m eşruiyetini elde etm ek. Irak’ta bugün m evcut olan durum , en güçlü işgalci devletin bu aracılar olm adı­ğında ne kadar zorlu bir tabloyla karşı karşıya kalacağının en iyi göstergesidir.

Ancak tam da aynı sebeple, eski im paratorluklar çağının (en azından tek bir süper-güç tarafından) canlandırılm ası m üm kün değildir. Batı em peryalizm inin -resmi ya da gay- ri-resm i- en büyük avantajlarından birisi, ilk planda ‘Batılı- laşm a’nın, geri ekonom ilerin m odernleştirilip zayıf devlet­lerin kuvvetlendirilebilm esinin tek yolu olmasıydı. Bu du ­rum , Batılı im paratorluklara ya da geleneksel im paratorluk­ların m odernleşm eci m etropollerine, yerel geriliğin bir şe­kilde aşılm asında çıkarları olan yerel elitlerin iyi niyetini arkalanna alma fırsatı sağlıyordu. Yerli m odernleşm ecilerin eninde sonunda yabancı egem enliğine karşı ayağa kalk tık­ları (H indistan ve M ısır gibi) örneklerde bile bu durum ge- çerliydi. Paradoksal olarak, H int ulusal m arşı, Britanya Ra- ca’sınm H indistan Sivil H izm etler Bürosu’ndaki kıdemli bir yerli üyesince kaleme alınm ıştı. Fakat sanayi ekonom isinin dünya çapına yayılm asının m odernleşm eye uluslararası bir n itelik kazandıracağı da m uhakkaktı. Güney Kore’nin , ya­zılım uzm anlarını H indistan’dan getirtip ofiş işlerini Sri Lanka'ya havale eden ABD’den öğrenecek fazla bir şeyi yok­ken, Brezilya sadece kahve değil, onun yanında işadam ları­n ın kullanım ına uygun yönetici je ti de üretiyordu. AsyalI­lara gelince, onlar çocuklarını öğrenim görmek için Batı’ya

80

gönderm ekte (ki orada genellikle göçm en Asyalı akadem is­yenlerden ders alıyorlardı) hâlâ bir fayda bulabiliyorlardı, fakat -bırakın sadece yerel siyasal ik tidan ve nüfuzu sağla­mayı- top lum lann ı m odernleştirm ek için bile kendi ülkele­rinde Batılı bulundurm aya gerek görm em ekteydiler artık.

Yine de, geleceğin m uhtem el im paratorlukları daha da büyük bir handikapla karşı karşıyadırlar. Bir kere, artık ‘te- balan’n ın uysallığına güvenm eleri m üm kün değildir. Yine, Soğuk Savaş’m m irası sayesinde, em peryal güçlere boyun eğmeyi reddedenlerin , güçlü devletleri sıkıştırıp zor du­rum lara düşürm eye yetecek m iktar ve etkililikte silahlara ulaşm a im kân lan çok daha fazladır. Geçmişte, bu ülkeler bir avuç yabancıyla bile yönetilebilirdi, çünkü -ister yerli is­terse yabancı b ir güç tarafından olsun- tepeden yönetilm e­ye alışkın olan halklar, fiili güce ve otoriteye sahip her reji­m in egem enliğini baştan kabul ediyordu. Emperyal ege­m enlik bir kere kurulunca, onun karşısına ancak, yerli ya da yabancı, herhangi bir merkezi devler gücünü reddeden ve genellikle Afgan, Berberi veya Kürt dağlan gibi bölgeler­de yaşayan, fiili sivil denetim in ötesinde kalan halklar diki­lebilirdi. H atta bu topluluklar, su ltan , çar ya da racanın kendilerinden büyük devletiyle b ir arada yaşamak zorunda olduklarını da biliyorlardı.

Bugün için, Afrika’daki eski Fransız bölgelerinde görül­düğü üzere, birkaç Fransız askeri b irliğinin varlığı bile, sö­m ürgecilik dönem inin resm en sona erm esinden sonra on- yıllarca olduğu gibi, tek başına yerel rejim leri m uhafaza et­meye yetm ektedir. Bugün, hüküm etlerin b ü tün silahlı gü­cü, kendi topraklarındaki karşı konulm az denetim i (Sri Lanka’da, H indistan Keşmir’de, Kolombiya’da, Batı Şeria'da

81

ve Gazze Şeridi’nde, hatta Belfast’ın bazı kısım larında) on- yıllarca koruyabilecek ölçüde olmamıştır. G erçekten de, İs­panya ve İngiltere gibi eski ve istikrarlı Avrupa devletleri­n in kendi topraklarında bile genel bir devlet gücü ve devlet m eşruiyeti söz konusudur.

işte bü tün bu koşullarda, bırakın tek bir devletin -ABD-, askeri gücü ne kadar fazla olursa olsun tarihte benzeri gö­rülm edik şekilde dünya çapında kalıcı bir emperyal hege­monya kurm asını, geçmişin emperyal dünyasına geri dön ­me ihtimali bile yoktur. İm paratorluklar çağı bitm iştir. Do­layısıyla, 21. yüzyılın küreselleşm iş dünyasını organize et­m enin başka b ir yolunu bulm ak zorundayız.

82

YENİ YÜZYILDA MİLLETLER VE MİLLİYETÇİLİK

5

Artık milletler ve milliyetçiliğin doğası ve tarihi üzerine, esasen 1980’lerde bir dizi etkili metnin yayınlanmasından sonra üretilmiş olan kapsamlı bir bilimsel literatür söz ko­nusudur.1 Bu konularda yapılan tartışmalar o dönemden

1) Özellikte bkz. Ernest Gellner, Nations and Nationalism (Oxford, 1983 [Türk- çesi: Uluslar ve Ulusçuluk, çev. Büşra Ersanlt Behar, Günay Göksu Özdogan, İn­san Yayınları, 1992)); Benedict Anderson, Imagined Communities: Reflections on the Origins and Spread of Nationalism (Londra, 1983 (Türkçesi: Hayali Cemaat­ler, Sosi Dolanoğlu, Metis Yayınlan. 2004)); ve A.D. Smith, Theories o f Nationa­lism (Londra, 1983). Ayrıca bkz. Eric Hobsbawm, Nations and Nationalism Sin­ce 1780 (Cam bridge, 1990 İTurkçesi: Milletler ve Milliyetçilik, çev. Osman Akm- hay, Aynntı Yayınları, 1995i).

83

beri devamlı olarak sü rdürü lm ekled ir ve ben de şu sıralar­da, 21. yüzyıla girerken, son birkaç onyılda bu tartışm ayı etkilemiş olan çarpıcı tarihsel değişiklikleri ele alm anın vakti gelm iştir diye düşünm ekteyim . Söz konusu tarihsel değişikliklerden başlıcası, 1989’dan itibaren, henüz nereye varacağını önceden kestirm em izin kesinlikle m üm kün gö­rünm ediği bir uluslararası istikrarsızlık çağma girmiş oldu- gum uzdur. İşte, okum akta o lduğunuz yazının amacı da bu çağın sorunların ı ele alm aktır.

Soğuk Savaş’m sona erişiyle, bugünden geçmişe baktığ ı­m ızda ikisini de siyasal bakım dan istikrar sağlayıcı güçler olarak görebileceğim iz SSCB’nin ve onun nüfuz alan ında­ki bölgenin dağılışının geniş kapsam lı sonuçlarını değer­lendirm ek artık daha kolaydır. 1989’dan sonra -ve 18. yüz­yıldan beri Avrupa tarih inde ilk defa- ortada uluslararası bir güç sistem i kalm adı. D ünya çapında bir küresel düzen oturtm aya yönelik tek taraflı girişim ler de şim diye değin henüz başarılı olam adı. Bu arada, 1990’lı yıllarda, esas ola­rak SSCB’n in ve Balkanlar’daki kom ünist rejim lerin dağılı­şı sebebiyle eski dünyan ın büyükçe bir kısm ında dikkat çekici b ir B alkanlaş(tır)m a’ya tanıklık edildi (başka b ir ifa­deyle, İkinci Dünya Savaşı’n ın sona erişi ile 1970’li yıllar arasındaki zam an dilim inde, em peryalist çağın Avrupalı im paratorlukların ın söm ürgelerin i kaybetm eleriyle b irlik ­te, uluslararası düzeyde kabul gören egemen devletlerin sayısında m uazzam bir artış görüldü). Birleşmiş M illet­le r in üye sayısı 1988 y ılından beri 33 devlet (yani, yüzde 20’den fazla) arttı. Bu dönem ayrıca, çeşitli sözde bağımsız devletlerin -özellikle Afrika’daki ve eski kom ünist ü lkele­rin devamı olan devletlerin- bazı bölgelerinde, aynca Latin

84

A m erika’n ın en azından bir bölgesinde, deyiş yerindeyse 'fiyasko devletler’in çoğalışına, çatışm alarla etkili m erkezi yönetim lerin fiilen çöküşüne, iç silahlı çatışm aların yay­gınlaşm asına da tanıklık etti. G erçekten, SSCB’n in sona erişinden birkaç yıl sonra, onun yerin i alan büyük devlet olarak Rusya Federasyonu bile, sanki ‘fiyasko devletler’in saflarına katılm aya yaklaşıyorm uş izlenim i uyandırıyordu, fakat Başkan P u tin hüküm etin in devletin b ü tün toprakla­rında fiili hüküm et gücünü restore etm e yönündeki çaba­lan -Ç eçenistan’ı saym azsak- bu gidişe bir son verm iş ve başanya ulaşm ış görünüyor. Yine de, gezegenim izin geniş bölgeleri hem uluslararası düzeyde hem de iç dengeler ba­kım ından hâlâ istikrarsız b ir tablo sunm aktadır.

Çok uzun süredir devletlerin kend i ellerinde bulundur- duk lan silahlı güç tekelinin gerilem e içinde olması da bu istikrarsızlığı ciddi ölçüde koyultan bir etkendir. Soğuk Sa­vaş, arkasm da, dünyanın her tarafına dağılmış ve hüküm et- ler-dışm daki güçlerle kullanılm ası m üm kün, aynca büyük ölçüde genişlem iş küresel kapitalist ekonom inin m uazzam ve kontro l edilemez yan-legal kesim lerinin ellerindeki fi- nansal kaynaklarla kolaylıkla ele geçirilebilir olan, korkunç m iktarda küçük am a çok etkili silah ve başka im ha araçlan bırakm ıştı. G ünüm üz Am erika’sında yürü tü len stratejik tartışm aların odak nok talanndan sayılan ‘asim etrik savaş’, kesinlikle böylesi, yabancı ya da iç devlet gücüne karşı ne­redeyse belirsiz sürelerde kendilerini koruyabilecek kapasi­tedeki devlet-dışı silahlı gruplara dayanan bir politikaya te­kabül etm ektedir.

Söz konusu gelişm elerin rahatsız edici sonuçlanndan birisi, İkinci D ünya Savaşı’ndan hem en sonraki yıllardan

85

beri ilk defa yerküren in he r küresinde büyük çaplı katli­am, soykırım ve ‘etn ik tem izlik’ eğilim inin nüksetm iş ol­masıdır. 1994’te R uanda’da boğazlanan 800 b in insan, 1990’lı yılların bir dizi kitlesel kırım ın, batı ve orta Afri­ka’da, Sudan’da, b ir zam anlar kom ünist Yugoslavya’n ın b u lu n d u ğ u to p ra k la rın enkazına d ö n ü şe n ü lk e le rd e , Transkafkasya’da ve O rtadoğu’da gözlenen daha da kalıcı bir eğilim olan kitlesel kovulm aların sadece en büyük ö r­neğidir. 1990’larm neredeyse kesintisiz süren savaşlar ve iç savaşlar serisinin sayılarını durm adan kabarttığı ö lülerin ve sakatların toplam ını artık tahm in edip hesaplam ak bile im kânsız hale gelm ektedir, ancak bu sefil onyıldaki savaş­lar ve kargaşaların sonucu olan m ültecilerin ve diğer y u rt­larından koparılm ış insan sellerinin büyüklüğü, ik inci D ünya Savaşı’nda ve onun hem en ertesindeki dönem de görülen kayıplar ve m ağduriyetlerle -o ü lkelerin nüfusla­rıyla kıyaslandığında- kesinlikle aynı ayardadır. 2005’te Birleşmiş M illetler M ülteciler Yüksek Komiserliği, kendisi­nin dünya çapında toplam 20.8 m ilyon insanla ilgilenen bir örgüt o lduğunu, bu insanların ezici çoğunluğunun ba­tı ve güney orta Asya’da, Afrika’da ve güneydoğu Avru­pa’n ın bazı bölgelerinde yaşadığını ya da oralardan göç et­tiğini tahm in ed iyordu . D ünya K iliseler İdaresi’n in (C hurch W orld Service) hazırladığı K öklerinden Koparıl­m ış İnsanlar Istatistiği’ne (Aralık 2005) göreyse, bu tarife uyan insanların sayısı 33 m ilyondu. Başka bir kurum sa bu rakam a 2,5 m ilyon kişiyi daha eklem ekteydi.

Soğuk Savaş sırasında süpergüçlerin oluşturduğu düo- pol, genelde, iç ve dış tehditler karşısında dünyadaki devlet­lerin sınırlarının muhafaza edilmesine yaramıştı. 1989’dan

86

itibarense, 1945 ile 2000 yıllan arasında kurulm uş olup da sözde bağımsız egemen devletlerin birçoğunda, hatta köklü bir geçmişe sahip olan Kolombiya gibi bir ülkede bile, m er­kezi devlet gücünün çözülüşünün önünde duran böyle tek bir önsel savunm a gücünden söz etm ek m üm kün değildir. Dolayısıyla, dünyanın geniş kesim leri, etkili güçlü ve istik­rarlı devletlerin çeşitli sebeplerle ya da çeşitli gerekçelere bağlı olarak, artık uluslararası istik rann fiilen korum a sağla­yamadığı veya kendi hüküm etlerince kontrol altında tu tu la­mayan bölgelerde silaha başvurarak m üdahale ettikleri bir tabloya geri dönm üş durum dadır. İslam dünyası gibi önem ­li bölgelerdeyse, emperyal dönem den kurtu lduk lan görece kısa bir dönem in ardından tekrar gelen işgalci ve isülacı Ba­tıkların doğurduğu öfke ve hınç, bir kere daha siyasal ba­kım dan güçlü bir faktör katm a çıkmıştır.

Milletler ve milliyetçilik so rununu etkileyen ikinci yeni öğe, son onyıllarda küreselleşm e sürecinin olağanüstü bir derecede hızlanışı ve bu hızlanm anın insanların hareketi ve hareketliliği üzerinde doğurduğu etkidir. Söz konusu süre­cin etkisi, hem devlet sınırlarında geçici ve kalıcı hareket­lenm eleri çoğaltıyor, hem de bunları emsali görülm edik öl­çülerde yoğunlaştm yordu. 20. yüzyılın sonunda, her yıl yaklaşık 2.6 milyar insan uluslararası havayolları şirketleriy­le seyahat etmiş, yeryüzünde yaşayan her iki insandan he­m en hem en biri de bir hava yolculuğu yapmış durum daydı. Uluslararası kitlesel göçteki -tabii esas olarak, yoksul eko­nom ilerden zengin ülkelere yapılan göçlerdeki- küreselleş­meye gelince, bu göçlerin kapsam ı, göçe fiilen hiçbir sınır­lama getirmeyen ABD, Kanada ve Avusturya gibi ülkeler ör­neğinde özellikle apaçık bir şekilde ortadadır. Adını andı-

87

gım bu üç ülke, 1974 ile 1998 yıllan arasında yeryüzünün hem en her köşesinden yaklaşık 22 m ilyon göçmen kabul et­m iştir ve bu rakam , 1914’ten önceki büyük göç çağında yer değiştirmiş insan sayısından bile daha fazla, 1914’ten önce­ki yıl başına yer değiştirm e oranına göreyse iki kat daha faz­ladır.2 Sadece 1988-2001 yıllan arasındaki kısa dönem de bu üç ülkeye gelen insan lann sayısı 3.6 milyondu. Fakat, çok­tandır bir toplu göç bölgesi olan batı Avrupa’ya bile, aynı dönem de hem en hem en 11 m ilyon yabancı gelmişti. Bu akı­şın oranı yeni yüzyıla girildikçe iyice hızlanıyordu üstelik. 1999’dan 200l ’e kadar geçen sürede, Avrupa Birligi’ne dahil olan on beş devlete toplam 4.5 milyon kadar insan girmişti. Sadece bir öm ek seçecek olursak, Ispanya’da yasal olarak yaşayan yabancılann sayısı 1996 ile 2003 yıllan arasındaki dönem de üçe katlanm ış, yanm m ilyondan 1.6 milyona çık­m ıştı ve bu insanlann üçte ikisi Avrupa Birliği’nin dışından, çoğunlukla Afrika ve Güney Amerika ülkelerinden geliyor­du.3 Varlıklı ülkelerde büyük kentlerin hayretler uyandıra­cak ölçülerde kozm opolitleşm esi, bu sürecin gözle görülür sonuçlanndan birisidir. Kısacası, milliyetçiliğin asıl yurdu olan Avrupa’da, dünya ekonom isinde gözlenen köklü dönü­şüm ler, soykm m lan ve kitlesel nüfus transferleriyle 20. yüz­yıl savaşlannın doğurm uş göründüğü tablo (yerinde bir ifa­deyle, etnik bakım dan hom ojen ulus-devletlerden oluşan m ozaik) b ir çırpıda ortadan kaldırılıp yok edilmiş haldedir.

Ulaşım ve iletişim alanlarındaki m aliyetler ve hızlarda gerçekleştirilen teknolojik devrim den dolayı 21. yüzyılın

2) Angus M addison, The World Economy: A Millennial Perspective (OECD Deve­lopm ent Centre, Paris, 2001), s. 128.3) El Pais, 13 Ocak 2004, s. 11.

88

uzun vadeli göçm enleri, 19. yüzyılın göçm enlerinden fark­lı olarak, asıl m em leketleriyle bağlan artık -m ektup gönde­rip alm ak, zam an zam an orayı ziyaret etm ek ya da anayurt- lanndaki siyasal k u rum lan finanse eden göçm en örgütleri­n in ‘uzun m esafe milliyetçiliği’ görüşünü benim sem ek dı­şında- fiilen kesilm iş durum da olan insanlardır. Refah için­deki göçm enler şim dilerde eski ve yeni ülkelerindeki evle­ri, hatta işleri ve şirketleri arasında m ekik dokum aktadırlar. Resmi tatillerde Kuzey Amerika havaalanlan, elektronik he­diyeler taşıyarak b ir Salvador ya da Guatem ala köyüne seya­hate çıkan O rta Amerikalılarla dolup taşm aktadır. Eski ya da yeni ülkedeki bir aile töreni, kısa süreliğine üç kıtadan gelen dostlar ve akrabalara konukluk etm ektedir. En yoksul kesim ler bile Bangladeş ya da Senegal’e ucuza telefon etme im kânı bulabilm ekte ve 2001 ile 2006 y ıllan arasında dog- d uk lan ülkelere, toplamı ikiye katlanm ış olan düzenli para havalesi gönderebilm ektedirler. Öyle ki bu insanların, Ku­zey Afrika ve F ilipinler’de GSMH’n ın yüzde 10’unu, Orta Amerika ye Karayipler’de yüzde 10-16’sını, Ü rdün, Lübnan ve Haiti gibi ülkelerin yolunda gitm eyen ekonom ilerininse daha da fazlasını karşılayan bu paralarla, m em leketlerinin ulusal ekonom ilerini ayakta tutm aya önem li katkılarda bu- lunduk lan bile söylenebilir.4 Çifte vatandaşlığa izin veren ülkelerin sayısı, 2004’e kadar gelen on yılda -sadece 93 dev­lette fiilen geçerli olmasına rağm en- iki katm a çıkm ıştır.5 Pratiğe bakıldığında, göç artık ülkeler arasında kalıcı tercih yapmayı gerektiren b ir durum değildir.

4) Stalker's Guide to international Migration, Tablo 5. “Developing C ountry Re­m ittance Receivers" (2001); (http://pstaIker.com /m igration/m g_stais_5.htm ).5) (http://m oncy.cnn.com /2004/10/0a/real_estate/m il_life/twopassports/).

89

Sınırlar boyunca gözlenen bu o lağanüstü hareketlili­ğin, eskiden beri kullanageldiğim iz m illetler ve m illiyetçi­lik kavram ları üzerindek i tam etkisin i değerlendirm ek he­nüz m üm kün değild ir, ancak ortada ciddiye alınm ası ge­reken son derece önem li etk ilerin söz konusu olacağı da bellidir. Benedict A nderson’m keskin b ir gözlem ini takip edecek olursak, 21. yüzyıl k im liğinin hayati belgesi, u lus- devletin doğum kâğıdı değil, u luslararası k im lik belgesi olan pasaporttu r. Fiili ya da potansiyel çok vatandaşlık (sözgelim i, eski kom ünist devletlerdeki po litikacıların Am erikalı kökene sahip olm ası, ABD Y ahudilerin in İsrail hüküm etleriy le özdeşlik kurm aları) b ir u lus-devlete yu rt­taş sadakatin i ne kadar e tk ilem iştir, ya da etkilem esi ne kadar m üm kündür?6 O rada yaşayan insanların hatırı sayı­lır b ir bö lü m ü n ü n öm ürlerin in herhang i bir zam an d ili­m inde ulusal toprak larda yaşam am ış o ldukları, ya da sü ­rekli sak in lerin in yine h a tın sayılır b ir bö lü m ü n ü n yerli yurttaşlara kıyasla daha alt düzeyde haklara sahip o lduk ­ları devletlerde ‘yu rttaşlık ’ hakları ve yüküm lü lük lerin in anlam ı nedir? Ü lkeler arasındaki yasal ve gizli hareketler göz önüne getirild iğ inde, devletin kendi top rak lanndak i gelişm eleri k o n tro l a ltın d a tu tm a g ü c ü n ü n , dahası, ABD’de ve B ritanya’da yapılan nüfus sayım larına giderek daha az güvenilebilm esinin ortaya koyduğu üzere, kendi top rak lannda kim lerin bu lu n d u ğ u n u bilm e yeteneğinin azalm asının etkisi ne olacaktır? Bunlar ivedilikle so rm a­mız gereken, ancak henüz cevaplam am ızın m üm kün o l­m adığı sorulardır.

6) Benedict Anderson. The Spectre of Comparisons: Nationalism, Southeast Asia and the World (Londra ve New York. 1998), s. 69-71.

90

M illetler ve m illiyetçilik so ru n u n u etkileyen üçüncü öğe olan yabancı düşm anlığı da yeni değildir, fakat yaban­cı düşm anlığ ının (ksenofobinin) kapsam ı ve etkileri be­nim m odern m illiyetçilik le ilgili çalışm alarım da fazla önem senm em iş ve öne çıkarılm am ıştır. M illetler ve m illi­yetçiliğin tarihsel y u rtla n olan ve büyük oranda kitlesel göçlerle ku ru lm uş olan Avrupa ü lkelerinde ve daha az ö l­çüde ABD gibi ü lkelerde, göç hareketlerin in yeni dönem de küresel b ir n ite lik kazanm ası, halkın tepkilerinde uzun bir geçmişe sahip olan top lu göçe ekonom ik tem elde düşm an­lık beslem e yönündek i eğilim leri ve grup kültürel kimliği­ne yönelik tehditlere d irenişi pekiştirm ekteydi. Yabancı düşm anlığ ının ö lçüsünü gösteren olgu da, küreselleşm iş serbest piyasa kapitalizm inin egemen ulusal hüküm etleri ve u luslararası k u ru m lan pençesinde tu tan ideolojisinin, serm aye ve ticarette sağlanan küreselleşm eden farklı ola­rak, em eğin u luslararası düzlem de hareket etm esini asla gerçekleştirm em iş ve öngörm em iş olm asıdır. Hiçbir de­m okratik hüküm et böyle bir politikayı desteklem eyi kaldı­ram az. Yine de, yabancı düşm anlığ ının gözle görülür bi­çim de yükselişe geçişi, kitlesel uluslararası nüfus hareket-' lerin in yanı sıra 20. yüzyıl sonu ile 21. yüzyıl başına özgü olan ahlâki çözülm enin ve toplum sal afetlerin b ir yansım a­sıdır. Ortaya çıkan bu nitelik teki bileşim , büyük yabancı akışlarına alışkın olm ayan, bilhassa etn ik , inanç ve k ü ltü ­rel bakım lardan hom ojen ü lkeler ve bölgelerde patlayıcı bir özellik taşım aktadır üstelik. Dolayısıyla, artık kullanıl­m ayan Protestan şapellerin i, serpilip gelişm ekte olan bir dine m ensup göçm enleri gözeterek cam ilere çevirme şek­lindeki bir öneri, Norveç gibi sükûnet içinde yaşayan ve

91

genelde hoşgörülü bir ü lkede bile kısa süreliğine büyük gürü ltü patırtı kopartm ıştır; aynı şekilde, m illiyetçiliğin anayurdu olan Avrupa ü lkelerinde benim bu kitabım ı eli­ne alan her okur, az önce değindiğim tü rden b ir tepkiyi neredeyse kesinlikle anlaşılabilir bulacaktır.

Küreselleşm e, u lusal k im lik ve yabancı düşm anlığı ara­sındaki ilişk ilerin diyalektiği, bu üç öğeyi de b irleştiren b ir kam usal etk in lik o lan futbolda d ram atik örnekleriyle sergilenm ektedir. Zira, evrensel düzeyde popüler olan bu spor, artık küresel b ir n ite lik taşıyan televizyon sayesinde dünya çapında bir kap ita list sanayi kom pleksine dönüş­m üş du rum dad ır (küresel çaplı başka işlerle ve ticari faali­yetlerle k ıyaslandığında kapsam ının görece ılım lı b ir bo­yu tta olm ası bu gerçeği değiştirm ez). Bu nok tada şu sap­tamaya kulak verm eyi öneririm : “Eski dünyan ın h isleri­n in son sığm ağı o lan m illi duygular ile yeni dünyan ın sıç­ram a tahtası olan u lus-aşırılık arasında bö lünm üş futbol taraftarları ve bu spor d a lın ın çekim alanına kapılanlar, gerçek b ir şizofreniden m üstarip tirle r. En karm aşık g ö rü ­nüm üyle bu tablo, hep im izin içinde yaşadığım ız belirsiz­liğin k usu rsuz bir ö rneğ id ir.”7

Hem en hem en kitlesel b ir kam usal nitelik kazanm asın­dan beri futbol, grup özdeşliğinin iki b içim inin katalizörü olm uştur: yerel grup özdeşliği (ku lüp bağı) ile ulusal grup özdeşliği (ku lüp oyuncu larından toplanan milli takım ). Geçm işte bun lar b irb irlerin i tam am layıcı bağlardı, ancak futbolun küresel çaplı b ir işe (business) dönüşm esi ve b ü ­tü n bunların ötesinde 1980’li ve 1990’lı yıllarda (özellikle

7) Pierre Brochand, “Economic, diplom atic et football", Pascal Boniface (ed.), Giopoliliqut du Football (Brüksel, 1998), s. 69-71.

92

Avrupa Adalet D ivanı’nın aldığı 1995 tarihli Bosman kara­rından son ra)8 fu tbo lcu lann önünde açılan küresel pazar­da o lağanüstü derecede hızlı bir büyüm e gerçekleşm esi, u lusal n itelik li ve küreselleşm iş iş, siyaset, ekonom i ve po ­püler duygular arasındaki çıkarları giderek birbiriyle bağ­daşm az hale getirm iştir. Özünde, küresel nitelikli futbol sek tö rüne (business) egemen olan, m arkaları dünya çapın­da değere sah ip birkaç kapitalist girişim in (birkaç Avrupa ülkesinde* hem ulusal liglerde hem de -tercihen- u luslara­rası liglerde birb irleriy le rekabet edip du ran az sayıdaki sü- p er-ku lübün) em peryalizm idir. Bu ku lüp lerin takım ları u lus-aşırı b ir kapsam da toplanm aktadır. O yuncuların ın genellikle azın lık b ir kesim i, bazen de küçü k bir azınlığı, söz konusu ku lüp lerin kuru lduğu ü lken in yerli fu tbolcu­larından oluşm aktadır. 1980’lerden beri de Avrupa-dışı ü l­kelerden, özellikle Afrika’dan gelen fu tbo lcu lann sayıları giderek a rtm ak tad ır (ki 2002 yılında Avrupa liglerinde oy­nayan bu n ite lik tek i oyuncuların sayısının 3 b in civannda olduğu b ild irilm ektedir).

Bu gelişm enin etkileri üç yönlüdür. Futbol kulüpleri söz konusu o lduğunda, uluslararası süper-ligler ve süper- kupalar küm esine girm eyenlerin, am a özellikle de yoğun futbolcu ihraç eden ülkelerde (eskiden Brezilya ve Arjan­tin ’in iftihar vesilesi tak ım lannm krize sürüklenm elerinde görüldüğü üzere, en çok Am erikalar’da ve Afrika’da) faali­

8) University of Leicester, Spor Sosyolojisi Merkezi, Döküm 16: The Bosman Ru­ling: Foolball Transfers and Foreign Footballers (Leicester, 2002).*) Avrupa ‘Süper Ligi' kurm a peşindeki 18 kulübün, Ingiltere, İtalya, İspanya, Almanya ve Fransa'dan üçer, Hollanda'dan iki, Portekiz’den bir takımla o luştu­rulması tasarlanm ıştı. Burada belirtilmelidir ki, bir 'A tlantik Ligi' lehinde küçük Avrupa liglerindeki kulüplerden de benzer bir yöneliş söz konusuydu.

93

yet gösteren ku lüp lerin konum u ciddi ölçüde zayıflam ış durum dadır.'1 Avrupa içerisinde küçük kulüpler, devlerin rekabetine karşı kendilerin i ağırlıkla, keşfedilen yıldızları süper-kulüplere satm a um uduyla ucuz futbolcu -sözgeli­mi, denizaşırı ü lkelerden genç yetenek- satın alarak ko ru ­maya çalışm aktadırlar. Bu doğrultuda, Bulgaristan’da Na­mibya’dan, Lüksem burg ve Polonya’da Nijerya’dan, M aca­ristan’da Sudan’dan, Polonya’da Zim babw e’den getirtilen genç fu tbolcuların cirit attığı gözlenm ektedir.

Yukarıda değindiğim iz gelişm enin ikinci etkisi, başlı başına bir iş haline gelm iş bu lunan girişim lerin u lus-aşın m antığ ının , u lusal kim liğin ifadesi olarak futbolla b ir ça­tışm a haline g irm iş olm asıdır. B unun sebebi de, gerek ge­leneksel ulusal ligler ve kupalar karşısında süper-ku lüp ler arasındaki u luslararası yarışm aların tercih edilm esinin , gerekse u lusal kim liğin b ü tü n siyasal ve duygusal yük ü n ü çeken, fakat devlet pasaportu bulunm ası şart koşulan oyunculardan toplanm ası gereken süper-ku lûp lerin çıkar­larının m illi tak ım ların çıkarlarıyla çatışm asıdır. Bazı d ö ­nem lerde fiilen kend i u lusal tak ım larından daha kuvvetli olan süper-ku lüp lerden farklı olarak, m illi tak ım ların bir sürekliliği, kalıcılığı yoktur. Milli takım ların günüm üzde artık , pek çoğu -Brezilya gibi aşırı örneklerdeyse, çoğu- denizaşın bir ülke takım ında oynayan, milli takım a g ird i­ğinde hep birlik te an trenm an yapm ak ve m aça çıkm ak için gereken asgari sü re lerin her günü için para olarak za­rara g iren oyuncu lardan ku ru lm uş olm a ih tim alleri daha

9) Krş. Davıd Goldblalt. The Ball Is Round: A Global History o f Football (Londra. 2006). s. 777-779. Ayrıca bkz. "Futbol, Futcbol, Soccer: Football in the Ameri­cas”, Institute o f Latin American Studies Conference. 30-31 Ekim 2003. Londra (http://www.sas.3c.uk/iIas/sem_football.htm).

94

fazladır. Süper-ku lüp ler ve süper-oyuncu lar açısından ba­kıldığında, a rtık ku lüp ler, ülke tak ım ından daha önem li hale gelir o lm uştur. Yine de, u lusal kim liğin ekonom i-dı- şı m ecburiyetleri oyun içinde etk isin i gösterecek kadar güçlüdür; dahası, m illi futbol tak ım ların ın yarışm ası olan Dünya K upası’m , fu tbo lun dünya çapındaki ekonom ik varlığının en güçlü tek örneği saydıracak kadar güçlüdür hâlâ. G erçekten, oyuncuları büyük ku lüp ekonom isinde şim diden ün lenm iş (ve haliyle, zenginleşm iş) bazı Asya ü lkelerin in ve Afrika ü lkelerin in b irçoğunun nezdinde, bir milli fu tbol tak ım ının varlığı, ilk defa olarak bazen, ye­rel, kabilesel ya da inanca dayalı k im lik lerden ayrı bir m il­li k im lik tesis etm iştir. Ç ünkü “m ilyonlarca k işiden m üte­şekkil hayali top lu luk , ism i belli on b ir kişilik bir takım şekline b ü rü n d ü ğ ü n d e daha gerçek g ö rünm ek ted ir”.10 G erçekten, lng ilizlerin son dönem de yeniden canlanan m illiyetçiliği bile, ilk kam usal ifadesini u luslararası İngi­liz futbol tak ım ın ın (İskoç, Gal ve Kuzey İrlanda takım la­rından ayrı olarak) bayrağının kam usal düzlem de kitlesel bir şekilde sergilenm esinde bulm uştur.

Bu gelişm enin üçüncü etkisi, bilhassa emperyal ülkele­rin (ağırlıkla erkek) tifosi (taraftarları) arasında yabancı düşm anı ve ırkçı davranışların gittikçe daha fazla ön plana çıkıyor olm asıdır. Bu insanlar, (yabancı ya da siyah oyun­cuları dahil olm ak üzere) süper-kulüplerden ya da milli ta­kım lardan duydukları gurur ile çok uzun zam andır aşağı gördükleri halklardan gelen rakiplerin onların ulusal sah­nesinde giderek daha fazla göze çarpm aları arasında bölün­m üş bir ru h hali içerisindedirler.. Eskiden ırkçı olarak go­

to) Eric Hobsbawm, Nations and Nationalism (C anto basımı), s. 142.

95

rülmeyen ülkelerin (İspanya, Hollanda) futbol stadlannda periyodik biçimde görülen ırkçı patlamalar ve futboldak: holiganlığın aşın sağ politikalarla birleşmesi, işte bu geri- limlerin ifadeleridir.

Öte yandan yabancı düşmanlığı, daha önce belirtildiği üzere, genel eğitimin sağlandığı ve medyaya herkesin ula­şabildiği koşullarda -ve kolektif kimlik siyasetinin -isteı etnik, dinsel, isterse toplumsal cinsiyet ya da hayat tarzı te­melli olsun- giderek uzaklaşan bir toplulukta (G esells- ch a jt) cemaatin (G em einschaft) uydurma bir şekilde yeni­den canlandırılmasının yollarını aradığı bir zamanda-, ulus-devletlerde kültürel zeminde tanımlanmış bir ulusal kimliğin krize girmesinin yansımasıdır. Köylüleri Fran- sızlara, göçmenleri de Amerikan yurttaşlarına çeviren sü­reç tersine dönmekte ve daha geniş kapsamlı ulus-devlet kimliklerini kendini daha fazla önemseyen grup kimlikle­ri, hatta ubi bene ibi p a tr ia * felsefesine dayalı ulusal-olma- yan kimlikler şeklinde çöktürmektedir. Bu da, bir başka faktör olarak, ulus-devletin kendi topraklarında yaşayan­ların nezdinde meşruiyetinin ve aynı doğrultuda, kendi yurttaşlarından bulunabileceği taleplerin azalmasının bir yansımasıdır. Eğer 21. yüzyıl devletleri girecekleri savaş­ları profesyonel ordularla, ya da hatta, savaş hizmetleri veren özel taşeronlarla yürütmeyi tercih edeceklerse, bu yalnızca teknik sebeplerden değil, ayrıca, yurttaşların ar­tık milyonlarca kişilik topluluklar halinde anayurtları uğ­runa savaş alanlarında ölmelerinin beklenemez olmasın­dan da kaynaklanıyor olacaktır. Kadın erkek insanlar pa­ra uğruna, veya daha küçük bir şey uğruna, ya da daha

*) (Lat.) ‘nerede keyfim yerindeyse m em leketim orasıdır', (ç.n.)

96

büyük bir şey uğruna, her ne uğurda arzu ediyorlarsa onun için ölmeye (ya da, daha büyük bir ihtimal olarak, öldürmeye) hazır olabiÜrler, fakat kendi anayurtlarında, ulus-devlet uğruna aynı şekilde ölmeye (veya öldürmeye) aynı derecede şevkli ve istekli olmayacakları artık mutla­ka göz önüne alınması gereken bir durumdur.

21. yüzyılda halka dayalı bir genel yönetim modeli ola­rak bunun yerini alacak olan şey -öyle bir şey söz konusu olacaksa- nedir peki? Bunu henüz hiçbirimiz bilmiyoruz.

97

DEMOKRASİNİN GELECEĞİ6

İrkçılık ve em peryalizm gibi, herkesin ortasında ve ka­m uoyunda onlarla b irlik te anılm ayı h iç k im senin istem e­yeceği sözcük ler vardır. Ö te yandan , anneler ve doğal çevre gibi, herkesin coşkusunu belirterek anm ak isteye­ceği başka sözcük ler de vardır. Dem okrasi, işte bu ik inci küm eye giren sözcük lerden biridir. Bazılarınız ha tırlaya­caktır, ‘fiilen var o lan sosyalizm ’ diye anılan sistem in ya­şadığı gün lerde, en inand ırıc ılık tan yoksun rejim ler bile (Kuzey Kore, Pol Pot’un Kamboçya’sı ve Yemen) resm i unvanlarında b u sıfatı taşım ayı arzu ederlerdi. G ünüm üz­deyse, bazı İslam teokrasilerin i ve Asya'da hâlâ b ir ka lın ­tı şek linde var olan, egem enliğin soydan geçtiği k rallık ve

98

şeyh lik le ri saym azsak , seçim rekabetiy le o lu ştu ru lan m eclislere ya da devlet başkan larm a resm en (gerek ana­yasal b ir düzen le , gerekse bunları fiilen kabullenerek) iti­bar etm eyen bir ü lk e ya da rejim bu lm ak elbette im kân­sızdır. Söz k o n u su özelliklere sahip herhang i b ir ü lkenin , aynı özellikleri taşım ayan devletlerden resm i düzeyde da­ha ü stün sayılıp görülm esi de b ir o kadar doğal olm ak­tad ır (Sovyetler sonrası G ürcistan’ın Sovyet G ürcistanı, yozlaşm ış bir sivil Pakistan’ın oradaki askeri rejim karşı­sındaki k o n u m u n u buna ö rnek göstereb iliriz). Tarihini ve k ü ltü rü n ü d ikkate alm aksızın, İsveç, Papua Yeni Gine ve Sierra Leone’de (o ü lkelerde seçim le gelen başkanlarm varlığı söz konusu o lduğunda) b ir o rtak lık şeklinde yan­sıyan bu anayasal özellikler adını verdiğim iz ülkeleri res­m i o larak aynı sınıfa dahil ederken , Pakistan ve Küba’nın diğer sınıfta kaldığını gözlüyoruz. İşte bu yüzden, d e ­m okrasi hakk ındak i rasyonel denebilecek kam usal ta rtış­m aların yü rü tü lm esi, hem zo run lu hem de alışık o lunm a­dık derecede güçtür.

Dahası, h e r tü rlü reto rik açıklam a b ir yana, Profesör Jo h n D unn’m işaret ettiği üzere, bugün -ne kadar kısaca da olsa- “insan lık tarih inde ilk defa, açıkça egem en tek b ir devlet şekli vard ır, o da m odern anayasal tem sili de­m okra tik cu m h u riy e ttir”.1 B unun yan ında, tarafsız göz- lem cilerce dem okratik diye değerlendirilecek en istik rar­lı siyasal sistem lere bugün için m onarşilerle idare edilm iş ü lkelerde rastlanabild iğ ine değin ilm esin in , çünkü bu ü l­kelerin söz konusu siyasal çevrede (yani, Avrupa Birliği

1) John D unn, The Cunning of Unreason: Making Sense o f Politics (Lon'dra, 2000), s. 210.

99

bölgesinde ve Japonya’da) en iyi şekilde hayatta kalm ış göründük lerine işaret edilm esinin şart olm ası bu du rum u değiştirm ez.

Gerçekten, zam anım ızın siyasal söylem ine baktığım ız­da, büyük Thöm as Hobbes’u n Leviathan’ım n sözleriyle ‘ehem m iyetsiz söz’ diye betim lenebilecek olan açıklam ala­rın tüm ünde, ‘dem okrasi’ sözcüğü bu standart devlet m ode­li anlam ına gelm ektedir; yani, ‘dem okrasi’ sözcüğünün kar­şılığı, hukukun egemenliği ile çeşitli sivil ve siyasal haklar­la özgürlükleri güvence altına almayı vaat eden ve rakip adaylar ve/veya örgütler, partiler arasında düzenli aralıklar­la yapılan seçim lerde genel oy hakkı usulünce, bü tün yu rt­taşların sayısal çoğunluğuyla seçilmiş, temsili m eclisleri de kapsayan organlarla yönetilen bir anayasal devlettir. T arih­çiler ve siyaset bilim cileri bize bu noktada yerinde bir sap­tamayla, dem okrasinin özgün anlam ının bu olmadığım , tek anlam m m sa kesinlikle bu olam ayacağını hatırlatabilirler. Fakat şu yazının amacı bakım ından, bu, benim ele aldığım konunun dışında kalacaktır. Bizim bugün için karşı karşıya getirilm iş o lduğum uz şey ‘liberal dem okrasi’dir ve benim tartışm am ın odak noktasın ı da bu ‘liberal dem okrasi’nin geleceği oluşturacaktır.

‘Liberal dem okrasi’yi m eydana getiren küm enin çeşitli bileşenleri arasında zorunlu ya da m antıksal bir bağ b u lun ­m adığını hatırlam ak burada isabetli bir başlangıç noktası sayılabilir. Prusya’n ın ve em peryal Almanya’nın şüphe gö­türm ez biçim de olduğu gibi, Rechtstaat, yani h u k ukun ege­m enliği ilkesine dayanarak dem okratik-olm ayan devletler kurulabilir. Anayasaların da, etkili ve işlerlikli anayasalar olmaları du rum unda dahi, dem okratik olm aları gerekmez.

100

Tocqueville’den ve Jo h n Stuart M ill’den beri, özgürlüğün ve azınlıklara hoşgörü gösterm enin dem okrasi tarafından korunm aktan ziyade, genellikle daha fazla tehdit edilm ek­te o lduğunu iyi biliyoruz. Aynca, III. N apoleon zam anın­dan beri, coup d 'tta t 'yla iktidara gelen rejim lerin, art arda genel (erkeklerle sın ırlı) oy hakkına başvurarak gerçek ço­ğ u n luk lan arkalarına almayı sü rdürdük lerin i de iyi biliyo­ruz. Yine, son dönem lere ait ö rnek lerden bazılannı seçer­sek, 1970’li ve 1980’li yıllardaki G üney K ore'nin ya da Ç in’in (bu iki ü lke ABD’nin siyasal retoriğ inde Siyam ikiz­leri olarak ele alınsalar bile) kapitalizm ile dem okrasi ara­sında organik b ir bağ ku rduk lann ı iddia edemeyecekleri ortadadır. Buna rağm en, burada teoriye değil, günüm üzün siyasal ve toplum sal pratiğine eğildiğim iz için, bun lar aka­dem ik çekişm eler kapsam ında gö rü lüp b ir kenara bırakıla­bilir. Oy kullanm a özgürlüğü, hakları güvence akm a alm a­ya yetm ez, am a halkın (teoride) sevilm eyen hüküm etler­den kurtu lm asın ı sağlar.

Şimdi, konuyla daha doğrudan ilintili olan üç kritik göz­lemim üzerinde durm ak istiyorum .

Birincisi açıktır, ama her zam an için onun anlam ının farkında o lunduğunu söylemek güçtür. Liberal dem okrasi, başka siyasal rejim ler gibi, onun içinde uygulam a alanı bu ­labileceği bir siyasal birim e ihtiyaç duyar ve bu da norm al koşullarda, genellikle ‘ulus-devlet’ diye bilinen devlet şekli­dir. Böylesi b ir birim in bulunm adığı, ya da ortaya çıkar gi­bi görünm ediği alanlarda -özellikle, bizi ne denli acil olarak ilgilendirirse ilgilendirsin, dünya çapındaki gelişmeler ve ilişkiler söz konusu olduğunda- kesinlikle uygulanamaz. Öylesi birim ler ne şekilde tanım lanıyor olurlarsa olsunlar,

101

Birleşmiş M illetler’in politikası liberal dem okrasinin çerçe­vesine uydurulam az. Genel olarak Avrupa Birliği’ne dahil olan ülkelerin bu kapsam da değerlendirilip değerlendirile- meyeceğiniyse zam an gösterecektir. Ve bence bu nokta, ol­dukça önem li bir ihtiyat payıdır.

ikinci gözlem im , yaygın biçim de inanılan -daha doğru­su, Amerika’da kam usal söylem inin genel geçer kalıpların­dan biri olan- şu önerm eye kuşku düşürüyor: Liberal-de- m okratik yönetim her zam an ve ipsofacto* dem okratik o l­mayan yönetim lerden üstündür, ya da en azından ona ter­cih edilirdir. Başka etkenler eşit olm ak üzere bu önerm enin doğruluğundan şüphe edilemez, ancak başka etkenlerin ba­zen eşit olm adığını da artık biliyoruz. Burada sizden, devle­tin Sovyet dönem inde sahip olduğu m ütevazı ölçekteki ulusal ü rü n ü n ü n üçte ikisini kaybetm ek pahasına dem ok­ratik siyaseti (şu ya da bu ölçüde) benim sem iş olan, fakat iyice yoksullaştırılm ış haldeki Ukrayna’n ın du rum unu ha­tırlamanızı isteyecek değilim. O nun yerine asıl, Latin Ame­rika standartlarına göre -işin esası, bugün gene} kabul gö­ren standartlara göre de- fiilen kesintisiz bir anayasal tem ­sili dem okratik yönetim e sahip olma konusunda neredeyse eşsiz sicile sahip b ir cum huriyet olan Kolom biya’ya bakm a­nızı önereceğim . O rada seçim lerde birbirine rakip olan iki parti, Liberaller ve M uhafazakârlar, genel olarak teorinin gerektirdiği şekilde birbirleriyle rekabet edip yarışm ışlar­dır; dolayısıyla Kolombiya asla askeri vesayet altına girm e­m iş, ya da çok kısa süreler dışında popülist şeflerce (caudil- ios) yönetilm em iştir. Yine de ve bu ülke uluslararası savaş­lara hiç karışm am ış olm asına rağm en, son yarım yüzyılı aş-

' ) (Lal.) Yalnızca bu sebeple, (ç.ıı.)

102

km zam an dilim inde öldürülen, sakat bırakılan ve evlerin­den sürü len insanların sayısı artık m ilyonlarla ifade edil­m ektedir -b a tı yarım küresinin başka bir ülkesinde yaşanan trajedilerden neredeyse çok daha fazla sayıda insanı m ağ­dur eden bir dram atik uzun dönem dir bu. Ayrıca, aynı kı­tanın adları askeri diktatörlüklerle beraber anılarak iyice kötüye çıkm ış olan ülkelerinden kesinlikle daha ağır bir dram yaşanm aktadır Kolombiya’da. Tabii ki bu saptamayı yaparken, dem okratik olmayan rejim lerin dem okratik re­jim lerden daha iyi olduğu gibi bir sav ileri sürecek değilim. Burada size sadece, genellikle fazla küçüm senip göz ardı edilen bir gerçeği, ülkelerin refahının hiç de kurum sal dü­zenlem elerden bir çeşidinin -ahlâki bakım dan ne derecede tavsiye edilir olsun olm asın- varlığına ya da yokluğuna bağ­lı olm adığını hatırlatm ak istiyorum .

Üçüncü gözlem im , W inston C hurchill’in klasik sözüyle dile getirilm iştir: “Demokrasi b ü tün yönetim şekillerinin en kö tüsüdür, ama daha iyisi de henüz bulunabilm iş değil­d ir”. Bu söz genellikle temsili liberal dem okrasiyi destekle­yen b ir argüm an sayılagelmişken, aslında derin şüphecili­ğin b ir ifadesidir. Kampanyalarda benim senen retorikler bir tarafa, siyasal analistler ve fiilen politikayla uğraşanlar, h ü ­küm etleri idare etm enin etkili b ir yolu olarak temsili kitle dem okrasisine son derece şüpheyle yaklaşmışlardır. De­m okrasi adına ortaya atılan savlar esasında negatif bir içe­rik taşır. Dem okrasi, başka sistem lere alternatif olarak orta­ya atıldığında bile, ancak derin bir iç çekerek savunulabilir. 20. yüzyılın büyük kısm ında bu çok fazla önemli bir şey değildi, çünkü (İkinci Dünya Savaşı’n ın sonuna değin hem otoriteryan sağdan hem de otoriteryan soldan, Soğuk Sa­

103

vaş’m bitm esine değin de esas olarak otoriteryan soldan ha­reketle) ona m eydan okuyan siyasal sistem ler, çok açık bir şekilde korkunç rejim lerdi, ya da en azından çoğu liberal o rejimlere bu gözle bakıyordu. Dolayısıyla, ciddi bir m eydan okum ayla karşı karşıya gelene değin, bir yönetim sistem i olarak liberal temsili dem okrasinin yapısal kusu rlan , hem ciddi düşünürlerin hem de yergicilerin gözünde apaçık bir şekilde ortadaydı. Hatta bu, seçilmeleri onlara bağlı seç­m enler kütlesi hakkm daki gerçek düşüncelerini açıkça deklare etm enin tavsiye edilemez bulunduğu bir noktaya gelişine kadar, politikacılar arasında yaygın olarak ve sam i­mi bir yaklaşımla tartışılm ıştır. Uzun süreli temsili yönetim geleneklerine sahip ülkelerde, bu yalnızca ona alternatif sistem ler çok daha kötü olduğundan değil, fiilen çok az sa­yıda insan (dünya savaşlarıyla ve dünya çapında ekonom ik felaketlerle geçen korkunç bir çağdan farklı olarak ve de özellikle genel refahın arttığı, yoksullar için bile daha iyi hayat şartların ın sağlandığı, kapsam lı kam u refahı sistem le­rin in işlediği bir dönem de) alternatif bir sistem in varlığına ihtiyaç duyduğundan dolayı da kabul görüyordu. Şimdiyse yeryüzünün kâğıt üzerinde tem sili yönetim le idare edilen birçok bölgesinde, böylesine m utlu bir devirde yaşadığımı­zı aklı başında hiç kimse kolay kolay iddia edemez.

Yönetim şekli olarak liberal dem okrasinin seçim kam ­panyalarına uygun retoriğini eleştirmek çocuk oyunudur, her zam an da öyle o lm uştur. Fakat bu noktada yadsınam az bir tek şeyden söz etm ek de yerinde olacaktır: ‘Halk’ (ya da nasıl tarif edilirse o şekilde tanım lanan insan grubu), b u ­gün için, devlet idare etm enin bü tün yollarının -teokratik olanlar hariç- tem eli ve ortak referans noktasıdır. Ve bu gö­

104

rüş, kaçınılm az olm anın yanı sıra doğrudur, zira yönetim ­lerin bir am acı varsa, o da b ü tün yurttaşların refahı adına ve bunu gözeterek görüş bildirip uygulam aya geçmek ol­malıdır. Sıradan insanın çağında, her tü rlü yönetim şekli halkın yönetim i ve halk adına yönetim dir; fiili işleyiş bakı­m ından b u n u n kesinlikle halk tarafından yönetm e şekline bürünem eyecek olması bu durum u değiştirmez. ‘Halkın iradesi’n in nasıl form üle edileceği, nasıl dile getirileceği ve nasıl etkileneceği yönündeki fikirleri farklı farklı da olsa, her renkten liberal dem okratlar, kom ünistler, faşistler ve m illiyetçilerin ortak zem ini buydu. 5üphesiz ki bu, 20. yüz­yılın -topyekûn savaşlar ve koordineli ekonom iler yüzyılı­nın- 21. yüzyıla bıraktığı ortak m irastır. Ve bu, yalnızca ar­tık ‘doğal’ ü s tü n kesim lerin egemen olduğu hiyerarşik bir toplum da aşağı konum da olmayı kabullenm ek istem eyen halkların eşitlikçiliğiııe değil, aynı zam anda şim diye değin m odern ulusal devletler, ekonom iler ve toplum sal sistem le­rin yurttaşların ın çok büyük çoğunluğunun pasif desteği, hatta aktif katılım ı ve harekete geçmesi olm adan fiilen işle- yem em esine dayanm aktadır. Kitleye dönük propaganda, halklarına karşı sınırsız baskı uygulam aya hazır rejim lerde bile asli b ir öğeydi. D iktatörlüklerin bile, baskıyla yönettik­leri halkın rejim i benim sem e isteklerini kaybetm elerine uzun süre dayanam ayacakları artık herkesçe bilinm ektedir. D oğrusunu isterseniz, Doğu Avrupa’daki ‘totaliter’ denen rejim lerin -rejim e sadık devlet aygıtları ve tıkır tıkır işleyen baskı m ekanizm alarıyla- çabucak ve sessiz sedasız çöküp gitm elerinin asıl sebebi budur.

Bu, 20. yüzyılın mirasıdır. Fakat 21. yüzyılda da halka dayalı yönetim şeklinin (liberal-dem okratik çeşidi dahil)

105

tem eli olarak kalm ayı sürdürecek m idir? Benim bu konuş­m am ın başlıca argüm anı, küreselleşm iş kapitalist gelişm e­nin işte bu sürecin tem elini yıktığı, böyle bir yönelişin de bugün anladığım ız anlam ıyla liberal dem okrasi açısından ciddi sonuçlar doğuracağı, halihazırda zaten doğurm akta olduğu yönündedir.

Zira bugün itibariyle dem okratik politika, biri ahlâki (ya da öyle demeyi tercih ederseniz, teorik) diğeri pratik nitelik­li iki varsayıma dayanm aktadır. Ahlâki düzlem de konuşa­cak olursak, dem okratik politika, bir devlette yaşayanların toplam ının büyük çoğunluğunu oluşturduğu farz edilen yurttaşlar kütlesinin rejime açık desteğini ifade etm esini ge­rektirir. A partheid yanlısı Güney Afrika’da beyazlar adına getirilen düzenlem eler ne derece dem okratik olursa olsun, nüfusunun büyük kesim ine hiç oy hakkı tanım ayan bir re­jim in dem okratik sayılması m üm kün değildir. Siyasal siste­min m eşruiyetine onay verm enin periyodik olarak yapılan seçimlerde oy kullanm ak tü ründen biçimleri, aslında sem ­bolik bir değerden daha fazlasını yansıtmaz. Gerçekten de siyaset bilimcileri arasında, toplu hayatlar süren yurttaşların oluşturduğu devletlerde, devlet işlerine ya da kitlesel faali­yetlere ancak küçük bir azınlığın sürekli ve aktif bir şekilde katıldığı yönünde basm akalıp bir inanış söz konusudur. Bu sınırlı katılım m odeli, yönetilenler açısından ve uzun za­m andır belli bir ölçüde siyasal ataletin yerleşmesini um u t et­miş olan ılımlı politikacılar ve düşünürler nezdinde pekâlâ m ünasip bulunm aktadır.2 Gelgelelim, kapsam ı sınırlı da

2) Helbcrı Tingsten, Political Behaviour: Studies in Election Statistics (Londra, 1937), s. 225-226, Seymour M artin Lipset, Political Man: The Social Bases of Po­litics (karton kapak basımı. New York, 1963), s. 227-229.

106

kalsa bu siyasal tu tum lar önem lidir. Zaten bugün hepim izin karşı karşıya olduğu durum , yurttaşların siyaset alanından çok açık bir şekilde uzak durduklarıdır. Seçimlere katılma oranı en liberal-dem okratik ülkelerde bile giderek düşme eğilim indedir. Eğer temsili dem okrasinin başlıca ölçütü hal­kın seçimiyse, potansiyel seçm en sayısının üçte birince seçi­len bir o toritenin (ABD’deki Temsilciler Meclisi gibi), ya da, en fazla yüzde 10-20’lık bir katılım la sonuçlann alındığı son dönem lerdeki Ingiltere yerel yönetim leriyle Avrupa parla­m ento seçim lerinin dem okratik m eşruiyetinden bahsetm ek ne ölçüde m üm kün olabilir? Daha çarpıcısı, oy verme hak­kına sahip olan Am erikalıların yüzde 50’sinin yansından bi­raz fazlasının oylarıyla seçilen bir ABD başkam nın m eşru­iyetinden gerçek anlamıyla bahsedilebilir mi?

Pratik açıdan baktığım ızda, m odern teritoryal devletle­rin ya da ulus-devletlerin yönetim leri (bu kapsam daki her tü rlü hüküm et) gücünü şu üç varsayım dan almaktadır: a) kendi toprak lannda faaliyet gösteren diğer birim lerden da­ha güçlüdürler; b) kendi toprak lannda yaşayan insanlar on lann otoritesini az çok isteyerek kabul etm ektedirler; c) hüküm eder kendi halk lanna başka koşullarda aynı derece­de etkili biçim de sunulam ayacak, ya da hiç sunuiam ayacak hizm etleri, en basil ifadesiyle ‘hukuk ve düzerii götürebili- yorlardır. Gelgelelim, geçtiğimiz otuz-kırk yılda bu tür var­sayım lar geçerliliklerini günden güne kaybetm ektedirler.

Birincisi, bu yönetim ler herhangi bir dem okratik raki­b inden hâlâ çok daha güçlü durum da olmakla birlikte, Ku­zey İrlanda’n ın son otuz yıllık tarihinin gösterdiği gibi, en güçlü, en istikrarlı, en etkili devletlerin bile baskı gücüne sahip olma bakım ından (yalnızca yeni, ufak, taşınabilir ve

107

küçük m uhalif gruplarca rahatlıkla tem in edilebilir yıkım araçlarının bollaşm asından dolayı değil, m odern hayatın -ne kadar küçük ve önem siz olursa olsun- ani aksam alar ve bozulm alar karşısında aşın hassas bir yapıya bürünm esin­den dolayı da) m utlak tekellerini kaybettikleri ortadadır. İkincisi, istikrarlı yönetim in en güçlü iki ayağı (yani, halka dayanan b ir m eşruiyetin söz konusu olduğu ülkelerde y u rt­taşların devlete gönüllü sadakatleri ve ona hizm et etm e is­tekleri ile, halka dayalı bir m eşruiyetin söz konusu olm adı­ğı ülkelerde ezici kudrettek i ve yerleşik devlet gücüne bo ­yun eğmeye hazır olm a hali) bugünlerde iyice sarsılm aya başlamıştır. İlk etkenin olmadığı, yani baskı tekelinin kırıl­dığı koşullarda, genel askerliğe ve ulus çapında seferberliğe dayalı topyekûn savaşları yürütm ek, devlet gelirlerinin o ülke GSMH’lan içinde şim diki dönem de geçerli olan payla­rın ı arttırm ak kadar im kânsız olacaktır (burada hatırlatm a­lıyım ki, devlet gelirlerinin bu cüm lede bahsettiğim oranla­rı en fazla bazı ülkelerde yüzde 40’a çıkabilirken, ABD’de ve İsviçre’de bile ancak yüzde 20 dolaylarındadır). İkinci etke­nin olmadığı, yani yurttaş sadakatinin azaldığı koşullarda, Afrika’n ın ve Asya’n ın geniş bölgelerinin tarih in in gösterdi­ği üzere, küçük Avrupalı gruplar kuşaklar boyunca süren kolonyal egem enliklerini görece ılımlı m aliyetlerle sü rd ü r­meyi başaram am ışlardır.

Ü çüncü varsayım ise yalnızca devlet gücünün zayıflama­sıyla değil, 1970’lerden beri politikacılarla ideologların, dev­letin ro lünün her ne pahasına olursa olsun azaltılması, ge­rektiğini savunan, ultra-radikal içerikteki bir laissez-faire anlayışına dayalı devlet eleştirisine geri dönm eleriyle de te­melsiz bırakılm ıştır. Bu noktada, tarihsel kanıtlardan ziyade

108

teolojik inanca dayanarak, kam u kuram ların ın sunabilecek­leri her tü rlü hizm etin, ‘piyasa’ tarafından daha iyi yollarla, ayrıca daha etkili ve ucuz bir şekilde sağlanabileceği ileri sü­rülm ektedir. Dolayısıyla, 1970’li yıllardan beri kam u hiz­m etlerinin (ve tabii, işbirliğine dayalı hizm etlerin) yerini özel ya da özelleştirilm iş hizm etlerin alması süreci m uaz­zam boyutlarıyla süregitm ektedir. Ulusal ya da yerel yöne­tim lerin postaneler, hapishaneler, okullar, su şebekeleri, hatta sosyal refah hizm etleri gibi karakteristik faaliyetleri şirketlere devredilm iştir ya da fiilen o tem elde yeniden ör­gütlenm iştir; bu durum da kam u çalışanları da bağımsız ku­ruluşlara aktarılm ıştır ya da onların yerini taşeron firmalar almıştır. Hatta, savaş düzeneğinin bazı kısım ları bile taşe­ronlara devredilm iş durum dadır. Tartışm a götürm ez b ir ör­nek olarak, azam i kâra dayalı özel şirketin çalışma tarzı, hü ­küm etin bile özlem ini duyduğu m odel haline gelmiştir. Bu m odelin hayata geçirildiği ölçüde, devletler, yurttaşlarının aktif ve pasif olarak seferber edilm elerinin yerine, özel ikti­sadi m ekanizm alanna bel bağlamayı geçirme eğilimi sergile­m ektedirler. Aynı zamanda, dünyanın zengin ülkelerinde ekonom i alanında kaydedilen olağandışı zaferlerin çoğu tü ­keticiye, hüküm etin ya da kolektif eylemin yoksul dönem ­lerde vaat etm iş ya da sağlamış o lduğundan daha fazla im ­kân sunduğu da yadsınamaz.

Fakat so run da tam burada kendini gösterecektir. Piya­sa egemenliği ideali, liberal dem okrasinin tamamlayıcısı değil, onun alternatifidir. Gerçeği söylem ek gerekirse, piya­sa egemenliği ideali her türden politikanın alternatifidir, zi­ra siyasal kararlar alınmasına ihtiyaç duym ayı'gerektirm ez; yani ve özellik le,özel tercihlerini ifade eden bireylerin -ras-

109

yönel olsun olm asın- seçim lerinin toplam ı olarak ortaya çı­kandan ayrı bir şekilde ortak çıkarlar ya da grup çıkarları hakkında alınacak siyasal kararlarla bir bağı yoktur. Dola­yısıyla, in san lann istedikleri şeyler ile piyasanın (ve piyasa araştırm asının) sunduğu şeyleri bilm enin sürekli olarak birbirini ayırmayı gerektiren bir sürece dönüşm esi, seçim ­lerde ara sıra kaba bir şekilde kelle sayısına başvurm aktan daha etkili hale gelm ektedir. Aynı çerçevede, siyasete katıl­m anın yerini piyasaya girm ek alm aktadır; yurttaşın yerini de tüketici. Bay Fukuyam a, küçük m ahalle bakkalı yerine süperm arketten alışveriş yapmayı seçm ek gibi, oy kullan­mamayı seçm enin de ‘insanların yaptıkları dem okratik bir seçimi yansıttığı’ fikrini ciddi ciddi ileri sürebilm iştir.3 Kuş­kusuz insanların artık böylesi tercihler yaptıkları doğrudur, ancak bu, liberal-dem okratik bir siyasal sistem diye nitele­nen m odelle bağdaşır bir durum muduT?

Demek istediğim, dem okratik siyasetin ya da başka türde siyaset yapma yollarının temel çerçevesini oluşturan ege­men teritoryal devletin ya da devlet kom binasyonunun, bu­gün eskisinden daha zayıf durum da olduğudur. Böylesi n i­telikteki bir devletin faaliyetlerinin kapsam ı ve etkinliği es­kisinden daha azdır. Y urttaşlarının pasif itaati ve aktif hiz­m etiyle sağladığı hakim iyet giderek azalmaktadır. M odern teritoryal devletlerin (rejim lerinin doğası ya da ideolojisi ne olursa olsun) kendi topraklarında yaşayan insanları hareke­te geçirme güçleri, kapsam lan, iddiaları ve kapasitelerinde kesintisiz bir çoğalmaya işaret eden iki buçuk yüzyıllık dö­nem in artık sonuna gelinmiş görünm ektedir. M odern dev­letlerin toprak bü tün lüğü (Fransızların deyişiyle ‘bir ve bö-

3) Prospect, Agustos-Eylü! 1999, s. 57.

110

lûnm ez cumhuriyet.’) artık tartışmasız kabul edilen bir du­rum değildir. O tuz yıl içerisinde acaba yurttaşlarının ana sa­dakat m erkezi olarak tek bir İspanya, İtalya ya da Büyük Bri­tanya kalacak m ıdır yeryüzünde? Bir buçuk yüzyıldır ilk de­fa bu sorunun gerçekçi bir temelde sorulabileceği bir nokta­ya gelmiş bulunuyoruz. Tabii bü tün bu gelişmelerin dem ok­rasinin geleceğini etkilememesi düşünülem ez bile.

İlk p landa, yurttaşlar ile kam usal otoriteler arasındaki ilişkinin daha uzak hale geldiğini, aralarındaki bağların seyreldiğini söyleyebiliriz. Yalnızca Shakespeare’in kralları­nın değil, her tü rlü m eşru hüküm ette (özellikle de dem ok­ratik yönetim lerde) ulusal bü tünlüğü ve yurttaş sadakatini tem sil eden kam usal sem boller (başkanlar ve cum hurbaş­kanları, m onarşi ve -herhalde en dram atik haliyle Britan­ya’da- parlam ento) büyük b ir hızla gözden düşm ektedir. Bu gözden düşm eyi anlatan, Parlam ento’nun ekranlarım ızdaki resm i görsel şeklinin, boş yeşil sıralarda aralıklı ve dağınık bir halde o tu ran vekilleri gizlemeyi bile başaramayan bir görün tü o lm asından daha anlam lı nasıl bir gösterge düşü­nülebilir? Parlam ento oturum ları artık, kom ik haller veya teatral gösteriye benzeyen kapışm alar dışında haber bile ya­pılm am aktadır. Keza, büyük siyasal hareketlerin ya da ay - gıtlarm , ‘dem okrasi’ sözcüğüne fiilen gerçek bir anlam ka­tan yoksulları kolektif biçim de seferber etm e kapasitelerin­de de keskin bir azalma söz konusudur.

Özetle, gerek yurttaşların siyasete katılm a isteklilikle­rinde, gerekse yurttaşlığı pratikte yürü tm enin klasik -ye ge­leneksel teoriye göre, tek- m eşru yolu olan, ‘halk’ı temsil edenlerin genel oy hakkıyla yapılan, bu yüzden birilerine on lan kendi adlarına yönetm e yetkisi tanıyan seçimlere ka­

111

tılma eğiliminde de bir azalm a gözlenm ektedir. Seçim dö­nem leri -ki genellikle birkaç yılda b ir yapılm aktadır- ara­sında dem okrasi, yöneticilere ya da onların yeniden seçil­m esine potansiyel b ir tehdit u nsu ru olarak söz konusudur. Oysa bu, yurttaşlar açısından da yönetenler açısından da hiç gerçekçi olmayan bir tabloyu tem sil eder. Dem okratik politikacıların kam usal retoriğine (özellikle dem okratik si­yasetin fiili sürecinde yer alan ve etkisi gün geçtikçe artan iki öğeyle -m odem m edyanın rolü ile halkın fikirlerinin doğrudan eylemle, ya da eylemsizlikle, ifade edilmesi- yüz yüze geldiklerinde) giderek daha fazla entelektüel sefaletin hakim olması bundan dolayıdır.

İşte burada, seçim dönem leri arasında hüküm etin ey­lemleri üzerinde uygulanan denetim i hayata geçiren m eka­nizm alardan söz etm ek gerekir. Söz konusu m ekanizm anın gelişmesi, yurttaşların katılım ında ve geleneksel temsili yö­netim sürecinin etkililiğinde görülen azalmayı da telafi ede­cektir. Aynı doğrultuda, on binlerce insanı harekete geçir­m ekten çok daha etkili (ve elbette çok daha kolay) sonuç verdiği için her türlü siyasal kam panyanın dolaymışız he­defi, m anşetler -daha doğrusu, cazibesine karşı konam ayan televizyon görüntüleri- olacaktır. İngiliz parlam entosunda, bir sonraki o turum da gelecek eleştirel bir soruya hazırlan­m ak için bir bakanın bürosundak i bütün işlerin bir tarafa bırakıldığı günler çok gerilerde kalm ıştır. Araştırmacı bir gazetecinin ciddi bir haber yapm a ihtim ali, başbakanlığı bi­le harekete geçirmeye yeterlid ir artık. En güvenilir çoğun­luklara dayalı hüküm etlerin bile seçim ler arasındaki dö­nem lerde dikkate almak zorunda olacakları (diyelim, kelle vergisi, yakıt vergisi, GM gıda m addelerin in doğurduğu ra­

112

hatsızlık gibi konulardaki) kam usal huzursuzlukları ifade eden seçim politikaları ve parlam ento tartışm aları bile pek bir hüküm taşım am aktadır.

M edyanın m odern siyasetteki m erkezi ro lü açıkça o rta­dadır. Medya sayesinde kam uoyu eskisinden daha güçlü bir konum dadır ve bu da, kam uoyunu etkilem ekte uzm anla­şan m esleklerin kesintisiz bir süreçle yükselişe geçmiş ol­m asını açıklayan b ir faktördür. Daha az anlaşılan durum ise, m edya siyaseti ile doğrudan eylem -yani, resm i temsili yönetim in ara m ekanizm alarını atlayarak, en tepeden karar verici odakları doğrudan etkileme gücüne sahip aşağıdan eylem- arasındaki bağdır. Bunun en açık haliyle gözlendiği yer, böylesi ara m ekanizm aların hiç öngörülm ediği ulus- aşın olaylar ve ilişkilerdir. CNN-etkisi diye adlandırılan durum a hepim iz aşinayız: Kurdistan, T im or ya da başka bir yerde, televizyonda izlenen ko rkunç vahşet görüntüleri karşısında 'bir şeyler yapılmalı’ duygusunu siyaseten güçlü, ama herhangi bir yapıya veya çerçeveye de sığdırılam ayan şekilde yayan, buna bağlı olarak, hüküm etlerin az çok ken­diliğinden bir tavırla karşılık verm esini sağlatan b ir etkidir bu. Daha yakın zam anlarda, Seattle’da ve Prag’da düzenle­nen gösteriler, kam era bilincine sahip küçük grupların he­defi iyi seçilmiş doğrudan eylem lerinin (IMF ve Dünya Bankası gibi dem okratik siyasal süreçlerin dokunam ayaca­ğı bir yapıda ku ru lm uş olan kurum lar üzerinde bile) ne ka­dar etkili olabildiğini gözler önüne serm iştir. Şimdilerde "Dünya Finans Liderleri U yanları D ikkate Alıyor”4 gibi baş­lıklar a alabiliyorsa, bu bir ölçüde, m anşet olmaya en uygun yerlerde ortaçağ m uharebelerindeki gibi miğferli ve kalkan-

4) International Herald Tribune, 2 Ekim 2000, s 13.

113

h karşı-isyan polisleriyle, o sert siyah balaklava m askeleri içinde dövüşen göstericiler arasındaki fotojenik yum ruk­laşmalar ve itiş kakışlar sayesindedir.

İşte, yukarıda saydığım ız b ü tü n bu etkenler liberal de­m okrasiyi herhalde en dolayım sız ve ciddi so runuyla yüz yüze getirm ektedir. G iderek küreselleşen ve u lus-aşırı ha­le gelen b ir dünyada, u lusal hüküm etler, yurttaşların g ü n ­delik hayatlarında en az on lar kadar etkili olan, fakat de­ğişik derecelerde kend i denetim leri dışında kalan güçler­le bir arada var olm ak durum undad ırlar. Ancak, denetim ­leri d ışlarında kalan bu güçlerin önünde konum ların ı terk etm ek gibi bir siyasal tercih te bu lunm aları -kendileri iste­seler bile- söz konusu olamaz. Petrol fiyatlarının uzun d ö ­nem li eğilimi konusunda bir şey yapılam ayacağı y ö n ü n ­deki açıklam alar po litika değildir, çünkü bir şeyler ters gittiği zam an, iş çevreleri dahil olm ak üzere yurttaşların hiç de tem elsiz olm ayan inancı, (devletten ya çok az şey beklenen ya da h içbir şey beklenm eyen İtalya ve seçm en­lerin büyük kesim lerin in devlete inanm adığı A m erika Bir­leşik Devletleri gibi ü lkelerde bile) hüküm etlerin o k o n u ­da bir şeyler yapabilecekleri ve yapm aları gerektiği yö­nündedir. Zaten hüküm etlerin ne için var o lduğunu gös­teren şey de bu inançtır.

Peki ama, hüküm etler ne yapabilirler ve ne yapm alıdır­lar? H üküm etler, geçmişte olduğundan daha fazla, sürekli gözlenen bir halkın (kitle halindeki yurttaş topluluğunun) fikirlerinin aralıksız baskısı altındadırlar ve bu görüşlere karşı duyarhdırlar. Bu durum hüküm etlerin tercihlerini ta- hii ki kısıtlayacaktır, fakat hüküm etlerin yönetmeyi bırak­m ala r gibi bir lüksleri de söz konusu değildir. Kaldı ki,

114

halkla ilişkiler uzm anlan onlara hep yönetiyor durum da gö­rünmek zorunda olduklannı salık verm ektedirler. Bu da, 20. yüzyıl sonunun Britanya tarihinden öğrendiğimiz üzere, jestleri, bildirileri ve bazen de gereksiz yasalan çoğaltan bir sonuç doğuracaktır. Gelgelelim, halkla ilişkiler fikrinin ön­gördüğü bir m ecburiyet olm adan bile ve tam am en Adam Sm ith’in ‘gizli eli’yle (ve hayırlı bir rotada) yönetilen bir dünyayı düşleyenlerin aksine, kam u kurum lan bugün her vesileyle, hem teknik hem de siyasal düzlem de ortak çıkar- lan ilgilendiren kararlar alma gerekliliğiyle yüz yüzedirler. Üstelik bu aşamada dem okratik oyların (ya da tüketicilerin pazarda oluşan tercihlerinin) herhangi bir kılavuzluğunun olması m üm kün değildir. Bü etkenlerin sürece etkisi, en iyi ihtim alle hızlandm cı ya da frenleyici işlevleriyle yansıyabi­lir. M otorlu trafiğin sınırsız bir ölçüde büyüm esinin çevreye yansıyan sonuçlan ve bu trafiğin çıkardığı sorunlarla baş et­m enin en iyi yollan referandum larla bu lunup belirlenemez. Dahası, bu yollar halkın istemeyeceği çözüm ler de olabilir ve bir dem okraside seçm enlere duym ak istemedikleri şeyle­ri söylem ek son derece m antıksızca bulunabilir. Eğer hükü­m etler, seçim kam panyalannın mali yalanlar üzerine ku ru l­duğu ve hüküm et bütçelerinin mali açıdan kafalan karıştır­dığı bir zam anda herhangi bir yerde vergilerin arttm lm ası yönündeki b ir önerin in seçim intiharı anlam ına geleceğine kendileri ikna olmuşsa, devletin finans kaynakları rasyonel bir tem elde nasıl düzenlenip dağıtılabilir? Kısacası, hükü­m etin özgül görevlerini fiilen -nasıl ifade edilmiş olursa ol­sun- ‘halkın iradesi’ belirleyemez. Kıymetleri pek bilinme­m iş dem okrasi teorisyenîeri olan Sidney ve Beatrice W ebb’in sendikalar konusunda gözlemledikleri gibi, halk projeleri

115

değil, sadece sonuçlan değerlendirebilir. İtalya ve Japon­ya’da savaştan sonra elli yıl egemen olm uş yozlaşmış rejim ­lerin devrilmesi gibi büyük negatif zaferler kazanıldığında da, dem okrasinin kendini b ir alternatif olarak dayatması pek m üm kün olmaz. Bugünlerde Sırbistan’daki durum un nasıl seyredeceğiniyse hep beraber izleyip göreceğiz.

Oysa, hüküm etler halk içindir. Bu anlayışın etkileri ha l­ka sağladıkları faydalarla ölçülebilir. ‘Halkın iradesi’ ne ka­dar bilgisizce, cahilce, hatta aptalca şekillenm iş olursa ol­sun, ortaya çıkacak ‘irade’yi keşfetm e yöntem leri de ne ka­dar yetersiz kalırsa kalsın , bu vazgeçilmez önem dedir. Yok­sa, insanlığı ilgilendiren problem lerin teknik-siyasal çö­züm lerinin (başka açılardan ne kadar uzm anca ve teknik bakım dan tatm in edici olursa olsun) gerçek insanların ha­yatlarını nasıl etkilediğini başka nasıl değerlendirebiliriz? Sovyet sistem lerinin başansız kalm asının sebebi, ‘halkın çı­karları’ adına kararlan alanlar ile o kararlann zorla dayatıl­dığı kesim ler arasında çift yönlü bir trafiğin olmamasıydı. Son yirmi yılda gözlenen îaissez-faire küreselleşmesi de ay­nı hataya düşm üştür. Bu içerikteki küreselleşme, onun önündeki engelleri -teknik açıdan uzm an ik tisatçılann en yetkinlerinin öğütlerine uyarak- sistem atik yollarla kaldı­ran hüküm etlerin eseri oldu. D izginlenm em iş küresel kapi­talizm in toplum sal ve insani sonuçlarına hiç ald ınş etm e­mekle geçen yirm i yıldan sonra Dünya Bankası başkanı, dünya nü fusunun çoğunluğu açısından ‘küreselleşm e’ söz­cüğünün ‘fırsat ve dahil etm e’den ziyade ‘korku ve güven­sizlik’ çağrışımı yaptığı sonucuna varma noktasına geldi.5 $u dönem de Alan G reenspan ile ABD Hazine Bakanı Larry

5) International Herald Tribune, 2 Ekim 2000, s. 13.

116

Sum m ers bile, “küreselleşm enin doğurduğu antipatin in çok derinlere işlediği”ni, “piyasa yönelim li politikalardan geri çekilm enin ve korum acılığa dönüş”ü n gerçek ih tim al­ler olduğunu kabul ediyorlar.

Yine de, liberal dem okraside halk ın iradesine kulak ver­m enin hüküm etlerin durum unu güçleştirdiği yadsınam az. Burada ideal çözüm ü hüküm etler bile bulam ıyorlar. Tıp m esleğindekilerin ve hava p ilo tların ın geçm işte güvendik­leri ve giderek daha şüpheci hale gelen bir dünyada hâlâ güvenm eye çalıştıkları bir çözüm , halk ın ‘bizim ve onların aynı çıkarları paylaştığım ız’ yönündeki inancıdır. Biz o m eslekteki insanlara bize nasıl h izm et edeceklerini söyle­yem ezdik, çünkü uzm an-olm ayan kişiler o larak bizler b u ­n u n yollarını bilem eyiz, fakat onlar da bir şeyler ters gide­ne kadar bizim güvenim izi boşa çıkarm adılar. Oysa günü­m üzde çok az sayıda hüküm et, siyasal rejim lerden farklı olarak, bu tem eli önsel bir güven sayarak hareket edebil­m ekledir. Liberal -yani, çok partili- dem okrasilerde h ü k ü ­m etlerin , b ırak ın bü tün seçm en k itlesin in , kullanılan oyla­rın fiili çoğunluğunu tem sil etm elerine bile çok ender rast­lanır (İngiltere’de 1931 yılından beri tek başına hiçbir par­ti oy lann yüzde 50’sinden fazlasını alabilm iş değildir; ke­za, savaş zam anından beri h içbir koalisyon açık bir çoğun­luğu tem sil etm iş değildir). D em okrasinin eski usul ekol­leri ve m ekanizm aları olan, bir zam anlar ‘on lar’ın h ü k ü ­m etlerine önsel b ir güven ve kalıcı bir destek sağlayan k it­le partileri ve k itle örgütleri çatırdayıp çökm üş durum da­dır. Fakat b u n u n yerine, her tarafa kolu uzanan ve son de­rece güç kazanm ış olan m edyadaki, hüküm ete rakip bir uzm anlık donanım ına sahip o lduğunu iddia eden arka kol­

117

tuk şoförleri, hüküm etlerin icraatları üzerine habire yo­rum larda bu lunup durm aktadırlar.

Böylesi koşullarda dem okratik hüküm etler adına en el­verişli, bazen de tek çözüm , alm an kararların elden geldi­ğince çoğunu tanıtım ve siyaset alanının dışında tu tm ak, ya da en azından, hem nihai seçm en kitlesinde hem de bu k it­lenin seçtiği m eclis ve ku rum lann faaliyetlerinde som utla­şan tem sili yönetim sürecini bir şekilde atlatm ak olacaktır. (Amerika Birleşik Devletleri, aşın bir örnek sayılan yapısıy­la, başkanlan bazen dem okratik usulle seçilmiş olan Kon- gre’n in olağandışı garipliklerini atlatm anın yolunu bulduk- lan için, sadece tutarlı b ir hüküm et politikasına sah ip bir devlet olarak işlem ektedir.) Britanya’da bile, zaten oldukça etkili bir yapıya sahip karar alma gücünün çarpıcı derecede m erkezileşm esi, Avam Kamarası’nın etkinliğinin azaltılm a­sı ve gerek M uhafazakâr Parti gerekse İşçi Partisi h ü küm et­leri sırasında m uazzam m iktarda görevin ve sorum luluğun seçim le belirlenm eyen -özel ya da kam usal- kurum lara ak­tarılması süreciyle el ele yürüm üştür. Dolayısıyla, bundan böyle de siyasetin önem li bir payı perde gerisindeki m üza­kereler ve kararlarla yürütülecektir; bu da yurttaşların h ü ­küm etlerine karşı besledikleri güvensizliği arttırıp , siyaset­çiler hakkm daki iyi niyetlerini azaltacaktır. H üküm etler, iyi örgütlenm iş azınlık kam panyaları ile m edyanın yapaca­ğı koalisyona karşı kesintisiz bir gerilla savaşı verm ek d u ­rum unda kalacaklardır. Böylesi koşullarda m edya da, bir yandan ekranlarıyla sayfalannı doldurm ak için eleştirm ele­ri gereken k u ru m lan n propaganda görevlilerine bel bağlar­ken -sınırsız bilgi akışına ve eğlenmeye dayalı bir toplum un ironisi burada yatar-, öbür yandan hüküm etlerin sessiz kal­

118

mayı tercih, edecekleri konu lar hakkında yayın yapmayı kendi siyasal işlevleri olarak görmeye başlayacaktır.

işte, çerçevesini yukarıda özetlediğim iz bir atm osferde liberal dem okrasi kendi adm a nasıl bir gelecek um u t ede­bilir? Kâğıt üzerinde durum fazla kasvetli görünm üyor gerçi. Islami teokrasi dışında, bu yönetim şekline ilke ola­rak m eydan okuyan güçlü siyasal hareket artık kalm am ış­tır, yakm bir gelecekte ortaya çıkacağa da benzem em ekte­dir. 20. yüzyılın ikinci yansı, Batılı rejim lere ve seçim e da­yalı bağımsız, eski-söm ürge rejim lerine kom ünizm den çok daha büyük bir tehlikeyi o luştu ran askeri d ik tatörlüklerin altın çağıydı. 21. yüzyıl, askeri d ik tatörlüklere iyi bir göz­le bakıyor değil. Eski k om ünist devletlerin h içbiri de bu yolu izlemeyi seçm edi; zaten böyle rejim lerin hem en he­m en hiçbirinde, tam am en anti-dem okratik inançlarla ha­reket edecek kadar büyük bir cesaret yok; tek iddia edebil­dikleri, sivil yönetim e geri dönüleceği (belirsiz) tarihe ka­dar anayasanın k u rtan c ılan ro lünü oynadıkları. Fakat bu dönem de sokak köşelerine -özellikle de yoksulluğun ve toplum sal huzursuzluk ların k o l gezdiği bölgelere- tankları d ikerek kuru lan hüküm etle rin sonuncusunu gördüğüm ü­zü de hiç kim se iddia edemez.

Yine, 1997-1998’in ekonom ik deprem leri önünde nastl bir görüntü sunuyor olursa olsun, devletsiz bir küresel lais- sez-faire piyasası ütopyasına varılmayacağı da şimdi son de­rece açıktır. Dünya nüfusunun büyük kısmı, o adı hak eden liberal-dem okratik rejimlerle idare edilen ülkelerde yaşa­yanlarsa kesinlikle, etkili bir şekilde işleyen devletlerde ha­yatlarını sürdürm eye devam edeceklerdir (bazı m utsuz böl­gelerde devlet gücü ve idaresinin fiilen dağılması bu genel

119

durum u değiştirm eyecektir). Birleşmiş Milletler’e üye ülke­lerin çoğunluğu, yenilerde m oda olan siyasal sistem den, ya da (Latin Amerika’nın büyük kısm ında olduğu gibi) uzun zam andır var olan, ama ara ara kesintiye uğrayan bir sistem ­den azami ölçüde faydalanm ak için ellerinden geleni yapa­caklardır. Tek tek ülkelerin bu isteklerinin genellikle yerine gelmesi çok fazla m üm kün değildir, ama bazen işlerine ge­lecek sonuçlar elde edebilirler. Bu yüzden, siyaset sürecek­tir. H üküm etlerin ‘halk’ı hesaba katm ak zorunda oldukları bir popülist dünyada yaşamayı sürdüreceğimiz ve halk h ü ­küm etsiz edemeyeceği için, dem okratik seçimler de yapıl­maya devam edilecektir. H üküm etler, günüm üzde neredey­se istisnasız biçimde, m eşru sayılmaktadırlar; yeri gelm iş­ken belirtelim ki, hüküm etlerin bunun yanı sıra, çok som ut taahhütlere girm ek zorunda kalm aksızın ‘halk’a danışm anın uygun yollannı bulmaya devam edecekleri de açıktır.

Kısacası, 21. yüzyılın so run ların ı, onlarla başa çıkmaya hiç uygun düşm eyen bir dizi siyasal m ekanizm alarla karşı­lıyor durum da olacağız. Bu m ekanizm alar, sayıları giderek çoğalan ulus-devletlerin s ın ırlan içerisinde fiilen kısıtlı bir etki alanına sahiptirler; ayrıca, harekât m enzillerinin ö te ­sinde duran bir küresel dünya karşısında çare bulabilecek kapasitede değillerdir. Avrupa Birliği gibi o rtak bir siyasal çerçeveye sahip, m uazzam büyüklükteki, hetero jen bir bölgeye ne kadar uygulanabilecekleri de belli değildir. Bu siyasal m ekanizm aların karşısında fiiliyatta oldukça farklı, siyasal m eşruiyet ve o rtak çıkar gibi etkenlerin uygulana­madığı ve bu anlam ıyla siyaseti baypas eden birim lerle (ulus-aşırı firm alarla) işleyen bir dünya ekonom isi d u r­m aktadır ve siyasal karar m ekanizm alarının başında du-

120

ranlarm işte böyle b ir ekonom inin sorunlarıyla baş etm e­leri gerekm ektedir. Her şey b ir yana, önlerindeki temel so­runlar, insan eylem inin doğa ve yeryüzü üzerindeki etkisi­n in jeo lo jik n ispetler dahilinde önem li bir güç haline gel­diği b ir çağdaki dünyan ın geleceğinin problem leridir. Söz konusu prob lem lerin çözülm esi, ya da hafifletilm esi, seç­m enlerin oylarıyla ya da tüketici tercih lerin in belirlenm e­siyle desteklenm esi neredeyse kesinlikle m üm kün olm a­yan tedbirlerin alınm asını gerektirecektir -v e gerektirm ek zorundadır. İşte bu da, hem dem okrasinin uzun vadeli ge­leceği hem de yeryüzünün geleceği açısından tabii ki cesa­ret verici b ir perspek tif sayılmaz.

Her birimiz ve hepim iz, üçüncü m ilenyum un karşısın­da, Ballynanich’e hangi yoldan gidileceği sorulduğu zaman b ir sü re düşünüp , sonra, “Sizin yerinizde olsaydım buradan yola çıkm azdım ,” diyen o hayali İrlandalI gibi duruyoruz.

Oysa bizim yola koyulacağımız yer de sadece burasıdır.

121

DEMOKRASİYİ YAYMAK7

Şu anda, güçlü devletlerin dünyayı planlı b ir şekilde yen iden düzenlem eleri diye tarif edilen b ir durum la karşı karşıyayız. Kanım ca bu fikir sadece donkişotvarice değil­dir, aynı zam anda oldukça tehlikelid ir. Terim in içerdiği haçlı seferi retoriği, sistem in standartlaşm ış (Batılı) bir tarzda uygulanabileceği, h e r yerde başarıyla hayata geçiri­lebileceği, günüm üzün u luslarö tesi ik ilem lerine çare ola­bileceği, bizi büyük düzensizlik ten koruyup barışa g ö tü ­rebileceği düşüncesin i de ima etm ektedir. Fakat bu m üm ­kün değildir.

122

Dem okrasi -doğru şekliyle- halka dayanır. 1647’de İngil­tere’deki Düzleyiciler,* ‘her tü rlü yönetim in halkın özgür nzasm a bağlı olduğu’ şeklinde çok güçlü bir fikri savunup buna yaygınlık kazandırm ışlardı. Bununla, herkesin oy hakkına sahip olm asını kastediyorlardı. Elbette, genel oy hakkı doğrudan herhangi bir siyasal sonucun garantisini vermez, ayrıca seçim lerin yapılıyor olması bile o sistem in k ab ağ ın ı tek başma sağlayan bir etken değildir -W eim ar Cum huriyeti bu n u n canlı tanığıdır. Yine, seçime dayalı de­m okrasinin hegem onik güçlere ya da emperyal devletlere •elverişli sonuçlar doğurm am ası son derece ihtim al dahilin­dedir. (Irak Savaşı ‘dünya toplulugu’nun serbestçe ifade edilen m as ın a bağlı kalsaydı, m uhtem elen böyle bir savaş hiç olm azdı.) Ancak bu belirsiz durum ların seçim dem ok­rasisinin cazibesini azaltm adığı da gün gibi ortadadır.

D em okrasinin y a b a n a ordularca yayılm asının fiilen m üm kün olabileceği şeklindeki tehlikeli ve yanıltıcı in a n a açıklamakta, dem okrasinin halka dayalı olmasının yanında başka faktörler de söz konusudur. Küreselleşme, insan iliş­kilerinin evrensel bir kalıba doğru evrim geçirmekte olduğu­nu akla getirir. Benzin istasyonları, iP.od’laı ve bilgisayar de­lileri dünyanın her köşesinde aynı tipteyse, siyasal kurum lar niçin bu kalıbın dışında kalsın? Bu, dünyanın karmaşıklığı­nı küçüm seyip önem sizleştiren bir görüştür. D ünyanın önemli bir kısm ında görünür bir şekilde takip ettiğimiz kan banyolarının ve anarşinin nüksetm esi, yeni bir düzen yayma fikrini de cazip hale getirmiştir. Balkanlar, kargaşanm hakim olduğu ve insani felaketlerin yaşandığı bölgelerin, güçlü ve

*) 'Levellers': 17. yüzyılda İngiltere'de. 1640 Dcvrimi'nin sol kanadında yer ala­rak ‘m ülkiyet farklarını ortadan kaldırm aya çalışmak'la itham edilen, cum huri­yetçi ve dem okratik bir akım , (ç.n.)

123

istikrarlı devletlerin -gerekirse askeri yollarla- m üdahalesine ihtiyaç duyduğunu ortaya koyar gibiydi. Etkili ve fiili bir uluslararası yönetişim m ekanizm ası söz konusu olmayınca, bazı insaniyetperverler ABD’n in dayatüğı bir dünya düzeni­ni desteklemeye bile hazır durum a gelmişlerdir. Oysa ne za­m an askeri güçler, zayıf devletleri işgal edip onlara boyun eğdirerek, kurbanlan ve dünya adına en hayırlı tu tum u al­dıklarını iddia etseler, bu tabloya her zam an için şüpheyle bakılması gerektiği en azından benim gözüm de açıktır.

Bu kertede çok önem li olabilecek başka bir faktör daha vardır: Amerika Birleşik Devletleri, devrim ci kökenlerin­den türettiği bir m esyanizm ve m egalom ani karışım ı tutum benim sem eye çoktan hazırdır. G ünüm üzdeki ABD, tekno- askeri üstünlüğü dikkate alındığında kendisine m eydan okunam az, toplum sal sistem inin üstünlüğüne yürekten inanm ış ve 1989’dan beri de, m addi gücünün sın ırlan o ldu ­ğunu (tarih in gördüğü en büyük fetihçi im paratorlukların yazgıları ortada olduğu halde) kendisine hatırlatacak tek bir rakibinin dahi kalm adığı bir ülke konum undadır. Ken­di devrinde uluslararası alanda görkem li fiyaskolar yaşayan Başkan W oodrow W ilson gibi bugünün ideologlan da, Amerika Birleşik D'evletleri’ne baktık larında fiilen tıkır tık ır işleyen, hukukun , liberal özgürlüklerin , rekabetçi özel te­şebbüsün ve genel oy hakkına dayalı düzenli seçim lerin ya­pılm asının birleştiği bir m odel toplum görm ektedirler. Böy- lesi bir durum da geriye kalan da, dünyayı bu ‘h ü r top lum ’ görüntüsüne bakarak yeniden şekillendirm ekten ibarettir.

Bu fikir, karanlıkta ıslık çalmak kadar tehlikelidir. Büyük Devletler’in eylemleri bazı durum larda pekâlâ ahlâki ya da si­yasal açıdan arzu edilir sonuçlar doğurabiliyor olmakla bir­

124

likte, devlet eylem inin mantığı ve yöntem leri evrensel haklar­la uyum içinde olmadığından o çizgiyle özdeşleşmek her şartta tehlikelidir. Belli ölçülerde yerleşiklik kazanm ış bütün devletler kendi çıkarlarım öne koyarlar. Eğer güçleri varsa ve am açlan da yeterli ölçüde hayati bir kapsamda değerlendiri­liyorsa, bü tün devletler o amaca ulaşmayı sağlayacak araçlan (özellikle T an n ’nın kendi yanlannda olduğunu düşündükle­rinde, ama bunu ender haller dışında açık bir şekilde deklare etm eden) m eşru görürler. Çağımızın barbarlaşması hem iyi hem de kötü im paratorluklann eseridir ve ‘teröre karşı savaş’ sloganı da şim di bu barbarlığın değirmenine su taşımaktadır.

Dem okrasiyi yayma harekâtı, evrensel değerlerin b ü tün ­lüğünü tehlikeye sokm anın yanı sıra başanlı da olam aya­caktır. 20. yüzyıl, gerek devletlerin basitçe dünyaya yeni bir şekil verem eyeceklerini ya da tarihsel dönüşüm leri kestir­m eden gerçekleştirem eyeceklerini, gerekse ku rum lan sı­nırlardan taşıyarak kolayca toplum sal değişim ler sağlaya-

.m ayacaklarım ortaya koym uştur. Teritoryal ulus-devletler saflannda bile etkili dem okratik yönetim in koşu llann ın sağlanm asına; başka bir ifadeyle, ülke içindeki gruplar ara­sında m eydana gelen çatışmalara uygun çözüm ler bularak m eşruiyet, rıza ve beceri kazanm ış olan devletlere çok en­der olarak rastlanm ıştır. Oysa, böylesi bir konsensüse sahip olm ayan tek bir egemen ‘halk’m varlığından söz edilemez, dolayısıyla m eşruiyeti aritm etik çoğunluklarda aram anın fazlaca bir m anası yoktur. Böylesi b ir konsensüs -ister d in ­sel, isterse etn ik tem elde, ya da her iki kapsam da birden- yoksa, ya dem okrasi askıya alınm ış (Kuzey İrlanda’daki de­m okratik ku ram lara bakıldığında göreceğimiz gibi), ya devlet bö lünm üş (Çekoslovakya’da olduğu gibi), ya da top-

125

hım kalıcı bir iç savaşa sürüklenm iş (Sri Lanka’da olduğu gibi) dem ektir. ‘Dem okrasiyi yaym ak’ etnik çatışmaları iyi­ce körüklem enin yanı sıra, hem 1918’den hem de 1989’dan sonra, kasvetli b ir geleceğe ebelik ettiği kehanetini doğru­layarak, çokuluslu ve çoktoplum lu bölgelerde devletlerin dağılması sonucunu doğurm uştur.

Standartlaştırılm ış Batı dem okrasisini yayma çabalan , zaten çok sınırlı o lan başanya ulaşm a şansı bir tarafa, temel bir paradoksun aleyhine işlemesi gibi bir gerçekle de karşı karşıyadır. Bu hedef, en küçük birim lerde dahi, zam anım ı­zın tehlikeli u lus-aşm problem lerine çözünı olarak d ü şü ­nülm em iştir. insan hayatın ın gün geçtikçe daha büyükçe kısınılan artık seçm enlerin etki alanının dışına çıkm ış d u ­rum dadır; gerçekten, insan hayatının giderek daha fazla kısm ını ilgilendiren kararlar a n ık h iç seçm en tabanına da­yanm ayan, veya en az ından h içbir dem okratik prosedürle ilgisi olmayan, ulus-aşırı kam usal ve özel birim ve odaklar­ca alınm aktadır. Kaldı ki seçim dem okrasisinin, ulus-dev- letler gibi siyasal b irim ler dışında etkili bir şekilde İşleye­meyeceği ayan beyan ortadadır. Dolayısıyla güçlü devletler, bugünün zorlu m eselelerine çözüm bulm akta dahi yetersiz saydıkları bir sistem i yaymaya çalışmaktadırlar.

Bunun kanıtı Avrupa’dır. Avrupa Birliği gibi bir organ, tam da az sayıdaki (sayının bir m iktar anm ası bu durum u değiştirm eyecektir) üye hüküm etler dışında bir seçm en k it­lesi bulunm adığı için, güçlü ve etkili b ir yapıya doğru geliş­me potansiyeline, sah ip olabilm ektedir. Avrupa Birliği, ‘de­m okrasi açığı’ olm adan hiçbir yerde etkili olamaz ve kendi parlam entosuna bir gelecek bulam az, zaten ortada bir ‘Avru­pa halkı’ da yoktur; var olan, 2004 yılında yapılan Avrupa

126

Parlam entosu seçim lerinde yansından fazlası seçim sandığı­na gitmeye tenezzül buyurm am ış 'üye halklar’ toplam ından ibarettir. ‘Avrupa’ şu anda işleyen bir varlıktır, ancak kendi üye devletlerinden farklı olarak, halka dayalı bir m eşruiyet­ten ya da seçimle gelen bir otoriteden yoksundur. Avrupa Birliği’nin, hüküm etler arasındaki m üzakerelerin ötesine ge­çer geçmez ve üye devletlerde dem okratik kam panyalar ör­gütlenm esi aşam asına gelir gelmez çeşitli sorunlarla yüz yü­ze gelm esinde asla şaşm lacak bir yön yoktur. Demokrasi, ne kadar arzu edilir b ir şey olursa olsun, küresel ya da ulus-aşı- rı problem leri çözm enin etkili bir aracı değildir.

Demokrasiyi yayma çabalan daha dolaylı bir şekilde de tehlikelidir: Bu çabalar, dem okratik yönetim biçiminden fay­dalanmayanlarda, sadece doğrudan faydalananlara uygun bir yönetim olduğu yanılsamasını da doğurur. Oysa böyle bir şey söz konusu olabilir mi? lrak’ta savaşa girme doğrultusun­daki gerçek kararlann, tartışma götürmez derecede dem ok­ratik hüsnüniyeti en az iki devlette, Amerika Birleşik Devlet­leri ve İngiltere’de nasıl alındığı konusunda az buçuk bir şey­ler biliyoruz. Seçim demokrasisi ve temsili meclisler, aldat­maya ve saklamaya dayalı karm aşık sorunlar yaratm anın dı­şında, kararların dem okratik yollarla alınması konusunda en ufak bir güvence vermezler. Kararlar hep özel ve gizli olarak küçük gruplarca alınmıştır ve bu yöntem , aynı kararlann de­m okratik olmayan hüküm etlerce alınması durum unda izle­necek olan prosedürden çok farklı değildir. Bereket versin, m edyanın bağımsızlığı İngiltere’de kolay kolay safdışı bırakı­lamazdı. Ancak yine de belirtm ek gerekir ki, etkili ölçüdeki bir basın özgürlüğünü, yurttaş haklannı ve bağımsız yargıyı tem inat altına alan şey, seçim demokrasisi değildir.

127

8TERÖR

20. yüzyılın sonlarında siyasal terörün doğası değişti mi? Dilerseniz önce, şimdiye kadar barış içinde yaşamış olan bir adada, dini ve ideolojisi şiddete aklın alabileceği derecede aykın düşen Budist Singala çoğunluğu ile yüzyıl­lar önce Güney Hindistan’dan göç etmiş veya 19. yüzyılın sonunda tarım emekçisi olarak gelmiş Tamil azınlığının (ki onların Hinduizmi de şiddete cevaz vermez aslında) ya­şadığı Sri Lanka’da şiddetin beklenmedik şekilde tırmanı­şım ele alarak başlayayım. Sri Lanka’daki anti-emperyalist hareket fiilen ne militandı, ne de çarpıcı derecede etkili; ülke sessiz sakin bir yoldan, Hint bağımsızlığının bir yan ürünü olarak özgürlüğüne doğru gidiyordu. Sömürge Sri

128

Lanka'da küçü k çaplı b ir kom ünist parti gelişirken, o lduk­ça tuhaf bir şekilde, ondan çok daha geniş kitlesi olan, Ba­tılılaşm ış elit kesim in eğitimli ve karizm atik üyelerince yö­netilen bir T roçkist parti vardı. Bu partilerin ikisi de, iyi M arksist akım lar o larak, terörizm e karşıydılar. Fiilen giri­şilm iş tek b ir ayaklanm adan söz edilem ezdi. Bağımsızlık­tan sonra ü lke yine sessiz sakin bir şekilde, nü fusun hem öm ür süresi hem de refahı açısından m ükem m el b ir tercih­le ılım lı bir sosyalist yol tu ttu rm uştu . Kısacası, 1970’ler- den önceki Sri Lanka, Asya standartlarına göre, Latin Ame­rika’daki (1970’lerden önceki) Uruguay ve Kosta Rika gibi ender rastlanan b ir uygarlık ülkesiydi. Bugünse baştan aşa­ğı kana bulanm ış durum dadır.

Eğitim isteyen m esleklerde aşın tem sil edilen bir oranla nüfusun yüzde 25’ini oluşturan b ir azınlık olan Tamiîler, 1950’li yıllarda ü lken in idari dili olarak Singalaca yerine İn­gilizce’yi kabul eden Singala rejim ine karşı koyu bir öfke ve hınç duym uşlardı. 1970’lerde ayrılıkçı bir Tamil hareketi, tabii güneydeki H indistan devletinin desteğini de alarak, 1980’lerin o rta lan n d an beri etkili bir iç savaş yürütm ekte olan bugünkü Tam il Eelam Özgürlük K aplanları’n ın atala- n diyebileceğim iz silahlı örgütler o luşturdu . Bugün ayrılık­çı Tam il hareketin in dünya çapında en çok tanınm asına ve­sile olan tarafı, bom balı intihar eylem lerinin büyük öncüle­rinden biri ve herhalde en geniş çaplı uygulayıcıları olm a­larıd ır (üstelik, ideolojileri sekülarist olduğu için, alışılmış dinsel dürtü ler de söz konusu olm am ıştır bu eylemlerde). Gerçi Tam iller ayrılm ayı başaracak kadar güçlü değillerdir, fakat Sri Lanka o rdusu da onları askeri bakım dan yenem e­yecek kadar zayıftır. Gelgelelim, her iki kam pta da görülen

129

inatçı ve uzlaşm az eğilimler, üçüncü tarafların (H indistan, Norveç) bir anlaşm aya arabulucuk etm e yönündeki çeşitli girişim lerine rağm en savaşın sürm esine sebep olm aktadır.

Bu arada, çoğunluğu o luşturan Singala top lum unda iki gelişme m eydana gelm iştir. Birincisi, etnik-dilsel gerilim ­ler, Budizme ve (Singala dilinin Hint-Avrupa kökenli, ‘A r­yan’ olduğu vesilesiyle) ırksal üstünlüğe dayalı bir m illiyet­çi ideoloji şekline bü rünen güçlü b ir Singala tepkisi doğur­m uştur. O ldukça tuhaftır ki, bu ırkçılık H indu H indistan geleneği doğru ltusundad ır ve zaten Sri Lanka’da, Pakis­tan’da olduğu gibi, resm i eşitlikçi yüzeyin altını kazıdığı­nızda eski H indu kast sistem inin izleri hâlâ seçilebilm ekte­dir. Aynı zam anda, 1970’lerin başlannda, esasen eğitimli olup, iş bulam ayan ve yaşlı sosyo-politik seçkinlere büyük hınç besleyen, M aoculuk esintilerinin yanında Castrocu eğilim lere sahip Singala gençliğine dayalı bir solcu örgüt olan JVP, önem li b ir ayaklanmaya öncülük etmişti. Fakat bu ayaklanm a şiddetle bastırılm ış ve çocuk denecek yaşta­ki çok sayıda genç b ir süreliğine hapse atılmıştı. İşte, 1968 tipindeki bu gençlik isyanının kalıntılarından, asıl olarak Singala köylerine dayalı ve kendi orijinal M aoculüğunu ateşli b ir Singala B udist-ırkg şovenizm le kaynaştıran m ili­tan bir terö rist örgüt ortaya çıktı. Ve bu örgüt, 1980’li y ıl­larda siyasal rakiplerine karşı sistem atik bir suikast kam ­panyası başlatarak, yüksek siyaseti son derece riskli bir fa­aliyet haline getirdi. (Daha yeni emekliye ayrılmış olan Sri Lanka cum hurbaşkanı, eski başbakanlardan olan babasıyla kocasının, gözlerinin önünde suikasta kurban gittiğine şa­hit olm uş, ayrıca kendisini öldürm eye yönelik benzeri giri­şim lerde bir gözünü kaybetm işti.) Terör sistem atik bir şe­

130

kilde, kırsal bölgelerdeki köylerle kasabalarda denetim i el­de tu tm ak amacıyla da kullanılıyordu.

1980’li y ılların P eru ’sunda görü len M aocu Sendero Lu- m inoso (A ydınlık Yol) hareketindek i gibi, JVP yönetim i­n in ne ö lçüde ilk başta sağlanan kitle desteğine dayandı­ğını, te rö rün bu desteği ne derecede soğu tup ortadan kal­dırd ığını ve yine terö rün h ü k ü m etin baskılarına duyulan h ınçtan ne ö lçüden beslenm eyi başardığını veya devrim ci­lere şüpheyle bakılm asına sebep o lduğunu bilm ek im kân­sızdır. Burada açık olan iki nok ta vardır. JVP, kadrolarım on ların eğitim li m ensup ları arasından topladığı em ekçi kırsal Singala nü fu su n u n değişik kesim leri arasında bir kitle tabanına sahipti. Yine JVP, çoğu Latin A m erika’da si- carios, seri katiller diye tabir edilen kişilerce gerçekleştiri­len b ir dizi ö ldürm e eylem inin arkasındaki güçtü. Fakat JV P’n in ik tidar şansını da aslında .aynı e tken , Latin Ame­rika’daki ‘k irli savaşlar’m m uadili olan, asilerin liderleriy­le kadro ların ı fiilen tem izlem eyi hedefleyen karşı harekât­lar o rtadan kaldırm aktaydı. 1990’ların ortalarına gelindi­ğinde, yaklaşık 60 bin k işin in bu çatışm alarda kurban düştüğü tahm in ediliyordu. JVP, lOöO’larm sonlarına da­yanan kökenleri itibariyle, resm i Sri Lanka politikasın ın kâh içine giriyor, kâh dışında kalıyordu.

Sri Lanka’nın , 20. yüzyılın sonunda siyasal şiddetin çar­pıcı bir artış gösterm esi ve m utasyon geçirmesi sürecinin örneklerinden sadece birisi olduğu biliniyor olsa gerektir. Başka ve daha önem lisi, b ir küçük grup terörizm i yöntemi olarak ayrım sız cinayetlerinin sayısının kabarm ası ve bu ci­nayetlerin teorik açıdan m eşru görülm esi eğilim inin yay­gınlaşm asıdır. Oysa bu tür eylemler daha önceki terörist

131

hareketlerce -ender istisnalar dışında- m ahkûm edilirdi; Is­panya’daki ETA ve İRA gibi daha yeni dönem in hareketleri de böylesi eylem lerden hep uzak dururlardı. M üslüm an dünyasındaysa, 1970’lerin başlannda M ısır’daki M üslüm an Kardeşler Ö rgütü’nden kopan, aşırılık yanlısı ve El Kaide- öncesi ayrılık hareketleri teolojik gerekçelere sarılm a eğili- m indeydiler (sözgelimi, oldukça kısıtlı bir çerçevesi olan ortodoks yorum a bağlı kalanlar dışındakiler ‘dönm e’ sayılıp rahadıkla ö ldürülebilirlerdi). Usame bin Ladin’in dini da­nışm anının, m asum ların öldürülm esine fiilen cevaz veren fetvası, 1992 yılı sonuna kadar çıkarılmış değildi.1

‘Niçin’ sorusu, böyle b ir denem ede ele alınamayacak ka­dar geniş b ir kapsam a sahiptir; kaldı ki bu sorunun cevabı­nı, Batı top lunılannda toplum sal düzlem de hem görüntü hem de gerçeklik olarak, kabul gören şiddet ya da doğru­dan eylem düzeyinde görülen genel yükselişten ayırm ak da oldukça güçtür. Üstelik bu tablo, bahsedilen top lum lann çoğunda, uygarlığın kendi nihai çöküşünü doğurm ası bek­lenen uzunca bir dönem in ard ından ortaya çıkmıştır.

Tabii bu nok tada, genel toplum sal şiddet ile siyasal şid ­detin birbiriyle hiç alakası olm adığını belirtm ek epeyce ayartıcı bir sava kapılm ak olacaktır, çünkü şahit o lunan en koyu siyasal şiddetin önem li bir kısm ı, kayda değer şiddet-dışı siyasal ve top lum sal geleneğe sahip olan Sri Lanka ya da U ruguay gibi ü lkelerde gerçekleşm ektedir. Ö te yandan, liberal geleneğe sahip ülkelerde de, gayn-res- m i siyasal şiddetin 20. yüzyılın son üçte birlik kısm ında ön plana çıkm ış o lm asından , buna bağlı olarak da, devle­

t i Yararlandığım kaynak olarak bkz. Lawrence W right. The Looming Tower (Londra. 2006), s. 123-125. 174-175.

132

tin genellikle daha büyük ölçüde karşı-şiddete başvurm a­sını kö rük lem esinden dolayı, bu ik isin i b irb irinden ayır­m ak pek m ü m k ü n değildir. D iktatoryal ya da o toriteryan rejim lerce idare edilen ülkelerin , nasıl şiddet-dışı gayri - resm i politika a lan ına pek in isiyatif tanım ıyorlarsa, buna da pek aldırış e ttik le ri söylenem ez.

Şiddetin genel anlam ıyla yükselişe geçmesi, Birinci D ünya Savaşı’n d an sonra dünyada iyiden iyiye güç topla­m ış olan -ve benim başka bir yerde enine boyuna tartışm ış olduğum - barbarlaşm a sürecinin b ir parçasıdır. Barbarlaş­m anın artm ası, özellikle kuvvetli ve istik rarlı devletlerce idare edilen ve (teoride) liberal siyasal kurum lara sahip olan, kam usal söylem in ve siyasal ku rum larm sadece b ir­b irin i dışlayan iki m u tlak terim olarak ‘şiddet’ ile ‘şiddet- dışı’ arasında aynm yaptığı ülkelerde çarpıcı boyutlarda­dır. Kanımca bu, ulusal devletin sahip o lduğu, 19. yüzyı­lın gelişmiş, dolayısıyla teoride olm asa bile pratikçe o lduk­ça yüksek dozda şiddete karşı her zam an toleranslı davran­m ış devletlerinde (ABD hariç olm ak üzere) sivil nüfusun top tan silahsızlandm lm asıyla el ele yürüyen , baskıcı güç tekeline m eşru iyet kazandırm anın başka bir yoluydu. 1960’larm son larından itibaren devletler, bu güç tekeli ve kaynaklarının belli bir kısm ını kaybetm iş, yurttaşları yasa­lara uym aya zorlayan m eşruiyet duygusununsa daha da fazlasını kaybetm iş durum dadırlar.

Liberal retorik , hiçbir top lum un siyasette -yan-sem bolik tezahürler olan grev gözcüleri ya da kitlesel m itinglerde bi­le- belli bir ölçüde şiddete başvurulm aksızın işlemediğini, bu şiddetin dereceleri ve kuralları bu lunduğunu teslim et­meye hiçbir zam an yanaşm am ıştır; oysa toplum sal ilişkile­

133

rin dokusunun bir kısm ını şiddetin o luşturduğu toplum lar- daki herkes b u n u çok iyi bilm ekte, Uluslararası Kızıl Haç da 21. yüzyılın barbarlaşm ış savaşçılarına m ütem adiyen bu gerçeği hanrlatıp durm aktadır. El-Kaide’nin ya da ‘kutsal kitap yorum culan’nm teolojik veya hukuksal bahaneleri, tam da onların çiğnedikleri genelgeçer kurallar (K uran’da öldürm eye getirilen kısıtlam alar ve işkencenin, eziyetin m ahkûm edilmesi) top lum lann çok derin lerine nüfuz edip kök salm ış olduğu için gereklidir. Gelgelelim, yüksek doz­da toplum sal şiddete alışık olmayan toplum lar veya top­lum sal gruplar kendilerin i b irdenbire şiddetin içinde bul­duklarında, ya da geleneksel şiddete dayalı toplum larda norm al kurallar ihlal edildiğinde, şiddetin kullanılm asına ya da derecesine getirilen yerleşik sınırlam alar bir işlev gö­rebilir. Sözgelimi, benim izlenim im e göre, kır hayatıyla davranışlarının genel sertliğinin ortaya çıkm asına im kân tanıyan geleneksel köylü isyanları genellikle çok fazla kan ­lı eylemler olm am ıştır (hatta esas, on ların bastırılm ası sıra­sında daha fazla kan döküldüğü bile söylenebilir). Bu tü r köylü isyanlarında katliam lar işlenm esi ya da zulüm uygu­lanm ası söz konusu olduğunda, genellikle belirli kişiler ya da gruplar ve belli m ülk sahibi kesim ler (mesela, büyük çiftliklerin evleri) hedef alınm ıştır. Uygulanan şiddet de ge­nellikle keyfi olm am ıştır üstelik, ancak -denebilir ki- her olayın özgüllüğüne bağlı olarak ortaya çıkm ıştır. Rus köy­lerinde de toptan katliam lara 1917 Devrim i değil, Rus Iç Savaşı sebebiyet vermişti. Ne var ki, geleneksel davranışla­rı kısıtlayan frenler boşalınca bunun dehşet verici sonuçlar doğurabileceği herkesçe aşikardır. KolombiyalI narko- gangsterlerin ABD’de çok başarılı olm alarının sebeplerin­

134

den birisi, benim anladığım kadarıyla, rakipleriyle kapışır­ken, düşm an kam ptan kadınlar ve çocukların öldürülm eye­ceği yönündeki geleneksel maço uzlaşm asını artık geçerli saymamalarıdır.

Siyasal şiddetin böylesine patolojik bir şekilde yozlaş­ması, hem asilerin saflarında hem de devlet güçlerinde ay­n ı oranda görülm ektedir. Şehir içi hayatında -özellikle gençler arasında- kuralsızlığın giderek çoğalması da bu yozlaşmayı koyultm akta, gerek uyuşturucu k ü ltü rünün ge­rekse silah sahibi o lm anın kolaylaşıp yayılması bu vaham e­ti iyice pekiştirm ektedir. Aynı zam anda, ulusal ordularda eski zorunlu askerlik uygulam asında azalma eğilimi görül­mesi ve tam zam anlı profesyonel askerliğin çoğalması, özel­likle de SAS gibi özel seçkin birliklerin sayılarının artm ası, esasta sivil olarak kalan insan lann , sadece güç kullanmayı hedefleyen devlet görevlilerinin birlik olma duygusundan azade bir ru h haliyle davranm alarını sağlam ıştır. Bu arada, giderek her yere ulaşan ve h e r tarafı saran medyaya kona­bilecek geleneksel sın ırların fiilen ortadan kalktığı gözlen­miştir. En aşın biçim leriyle şiddet o laylannm görüntüleri, sesleri ve anlatım ları gündelik hayatın parçası haline gelir­ken, şiddeti sınırlayan toplum sal denetim ler süreç içinde azalıp yok olm uştur. Sovyet Rusya’da ya da en azından uy­gun krim onolojik verilerin bulunduğu şehirlerde, cinayet­lerin yüzde 80-85 civarındaki bir oranı alkolün etkisiyle iş­leniyordu mesela.

Öte yandan, sınırsız şiddete yol veren daha tehlikeli bir etkenle karşı karşıyayız. Bu da, hem uluslararası hem de ül­ke içi çatışm alarda 1914’ten beri egemen olan, bir insanın, zafere ulaşm ak ya da yenilgiden kaçınm ak için m üm kün

135

olan her türlü aracı hem m eşru, hem de başvurulm asını zo­runlu gösterecek derecede kendi davasını haklı, düşm anı­nın davasını korkunç görm esini sağlayan ideolojik inançtır. Bunun sonucu, gerek devletlerin gerekse isyancıların bar­barca pratiklerini ahlâken geçerli saydırmaya kalkışm aları­dır. 1980’lerde, Peru’daki Sendero Lum inoso (Aydınlık Yol) örgütünün genç m ilitanlarının, vicdanları rahat olarak köylüleri toplu halde öldürm eye tam am en hazır oldukları görülüyordu: Ne de olsa böyle koşullarda duygu sahibi in­sanlar olarak değil, b ir davanın askerleri olarak hareket edi­yorlardı.2 Yeni gelen acemi askerlere öğretecekleri işkence tekniklerini siyasal tu tuk lu larda deneyen ordu ya da do­nanm a subaylarının da, m utlaka bu konuda özel bir yetene­ğe sahip vahşiler veya sadistler olmaları gerekm iyordu. Sa­kince toplu cinayet işlemeye göre eğitim alm ış oldukları için, özel sebeplerle birini boğazladığında cezalandırılm ak­tan kurtulam ayan SS subayı örneğindeki gibi,3 bu durum o n lann ne yapsalar daha fazla ayıplanm aları gibi bir sonuç doğuruyordu. Geçtiğimiz yüzyılda m ega-terörün ciddi bir yükseliş sergilemesi, yalnızca 'kö tü lüğün sıradanlığı’n ın de­ğil, ahlâki anlayışların yerini ü stün tu tulm ası gereken m ec­buriyetlerin alması d u ru m u n u n da yansımasıydı. Buna rağ­m en, en azından ilk planda, bu tü r davranışların ahlâkdışı- lığı, on lan ortak bir u tançta b irbirlerine bağlam ak am acıy­la her birlikteki bütün A rjantinli subaylann işkenceye katıl­m asının m ecbur tutulabileceği Latin Amerika rejim lerinde

2) Carlos Ivan Degregori vd.. Tiempos de Ira y Amor. Nuevos actores para viejos problemas (Lima, 1990) ‘Aydınlık Yol' (Sendero Luminoso) fenomeni üzerine m ükem m el bir kaynaktır.3) M artin Pollack, The Dead Man in the Bunker (Londra, 2006), önemli bir SS su­bayının hayatı ve kariyeriyle ilgili b ir çalışmadır.

136

kabul edilebiliyordu. Zaten asıl korkulm ası gereken d u ­rum , 21. yüzyılda bu tür eğilim lerin son derece ru tin bir hal almış olmasıdır.

Barbarlığın yükselişe geçmesi sürekli ancak eşitsiz bir süreçtir. Barbarlık en tepe noktasına 1914 ile 1940’lan n son lan arasındaki iki dünya savaşını kapsayan çağda ve on- lan n akıbetleri olan H itler ve Stalin’in uygulam alannda gö­rü len insanhkdışılığm en bariz dönem inde çıkmıştı. Soğuk Savaş çağı b irinci ve ikinci dünyalarda, gelişmiş kapitalist ülkelerle Sovyet bölgesinde belirgin bir iyileşme doğuru r­ken, Ü çüncü D ünya’daki m anzara hâlâ eskisi gibiydi. Şüp­hesiz bu tablodan barbarlığın gerilediği anlam ı çıkmazdı. Ö rneğin Batı’da, resm i eğitim görm üş işkencecilerin çoğal­m asına, aynca tarih te eşi rastlanm adık bir dalgayı temsil eden Latin A m erika askeri rejim lerine ve Akdeniz ülkeleri­nin kendi yurttaşlarına karşı ‘kirli savaşlar’ açm alarına hep bu devirde, 1960 civarı ile 1985 arasındaki y ıllan kapsayan dönem de rastlanm ıştır. Oysa daha sonra birçok insan, 1989’daki büyük değişim in ardından, 20. yüzyılı boğan dinsel savaşlar sisin in dağılacağı -ve onun beraberinde ge­tirdiği büyük barbarlık bataklığının kurutulacağı- u m udu­na kapılm ıştı. Ne yazık ki böyle bir şey olmadı, bu beklen­tiler gerçekleşm edi, insani ıstırap lann toplam ölçeği 1990’lı yıllarda dram atik oranlarda artış gösterirken, seküler ide­olojilerin beslediği dinsel savaşlar da, dinsel fundam enta- lizme dayalı haçlı seferleri ve karşı-haçlı seferlerinin çeşitli biçimleriyle iyice şiddetlendi ya da yerini onlar aldı.

Devletlerin içinde dökülen kan lan ve m eydana gelen yı- k ım lan, aynca devlet destekli savaşlan (örneğin, Vietnam, 1970’li yıllarda Afrika’da ve Afganistan’da süper-güçleri do­

137

laylı olarak karşı karşıya getiren ihtilaflar, H indistan-Pakis- tan ve lrak-lran savaşları) bir tarafa bırakacak olursak, l^ötyiardan beri siyasal şiddette ve karşı-şiddette büyük bir kabarış o lduğunu söyleyebiliriz. Bunlardan birincisi, 1960’lı ve 1970li yıllarda, en iyi ifadesiyle ‘neo-Blanqizm’ denen eğilimin, yani kendi kendilerini seçm iş ve genel olarak k ü ­çük elit grupların , rejim leri devirm e ya da ayrılıkçı m illiyet­çi grupların silahlı eyleme başvurarak amaçlarına ulaşma gi­rişim lerinin canlanışıydı. Fakat bu durum büyük ölçüde, esasen orta sınıf kökenli ve genel olarak (Kuzey İrlanda’yı istisna tutarak) üniversiteler dışında halk desteğinden yok­sun olan bu tü r grupların (Federal Almanya’da Kızıl Ordu Fraksiyonu) daha çok medyaya cazip gelen terörist eylem­lere bel bağladıkları, ama aynı zam anda, ülkelerinin yüksek siyasetini istikrarsızlaştıracak derecede hedefi iyi belirlen­miş darbeler (1973’ie ETA’nm Franco’n u n yerini alacak k i­şiyi öldürm esi ve 1978’de Kızıl Tugaylar’ın İtalya başbakanı Aldo M oro’yu kaçırıp öldürm esi gibi) indirm eye kalkışabil­dikleri batı Avrupa’yla sınırlıydı. Latin Amerika’daysa bu tü r gruplar öncelikle gerilla faaliyetlerine girişiyorlar ve ka­labalık birim lerce (genellikle uzak sınır bölgelerinde) silah­lı operasyonlar düzenliyorlar, fakat bazı yerlerde (Venezüe- la, Uruguay) şehirlere de iniyorlardı. Üstelik bu silahlı ope­rasyonların bir kısmı oldukça ciddiydi: A rjantin’deki Mon- tonero isyanını izleyen üç yıl içinde, düzenli ve düzensiz güçler 1.642 kayıp (ölü ve yaralı) verdirm işlerdi.4 Bu grup­ların, kayda değer bir halk desteğinin yalnızca başan için değil, hayatta kalm a açısından da elzem olduğu kırlarda yü­

4) Juan Carlos M arin, Los Hechos Armados: Argentina 1973-76 (Buenos Aires 1996), s. 106.

138

rü tü len gerilla savaşıyla sınırlı kaldıkları açıkça görülüyor­du. Bu arada, yabancıların Küba m odeline dayanarak geril­la hareketi kurm a yönündeki girişimleri Güney Ameri­ka’nın her yerinde (m erkezi hüküm etin idari birimleriyle silahlı güçlerinin ülkenin büyük kısm ını denetleyemediği Kolombiya dışında) büyük bir fiyaskoyla neticelenmişti.

Ancak 1980’li yılların son lanna doğru kendi başına bir olgu haline gelip, 1990’larda sivil hayatta büyük kargaşalar doğuran ve devletleri çöktüren devlet destekli savaşlar, asıl olarak etn ik ve dinsel m ezhep kökenlidir. Afrika, İslami­yet’in batı bölgeleri, güney ve güneydoğu Asya ile güneydo­ğu Avrupa bu n ite lik tek i çatışm alardan etkilenen asıl böl­geler oldu. Latin A m erika etnik ve dinsel çatışm aların sıç­ramadığı bir bölge olarak kalırken, doğu Asya ve Rusya Fe­derasyonu (Ç eçenistan dışında) neredeyse hiç etkilenm edi, Avrupa Birliği ise yalnızca yükselen b ir dalga olan fakat he­nüz kan dökülm e noktasına gelmeyen yabancı düşm anlığı üzerinden bu deneyim i yaşadı. Başka yerlerdeyse siyasal şiddet dalgası, ik inci Dünya Savaşı’ndan sonra görülm em iş ölçekte katliam lar ve sistem atik soykırım ın canlanm asına yakın sonuçlar doğurdu. Genellikle kitlesel halk desteğin­den yoksun kalan Avrupalı neo-Blanqistlerden farklı ola­rak, bu dönem in eylemci grupları (El-Fetih, Hamas, Filis­tin Islami Cihad, Hizbullah, Tamil Kaplanları, K urdistan İş­çi Partisi PKK, vb.) ancak kendi tabanlarının kitlesel deste­ğine güvenebilirler ve sürekli asker kaynağı olarak bu des­tekten yararlanabilirlerdi. Bu yüzden, bireysel terör eylem­leri (F ilistin’deki gibi, işgalci devletin ezici askeri ü stün lü ­ğü karşısında veya en iyi ihtim alle, Sri Lanka’daki gibi, düş­m anın m uazzam üstün silahlarına karşı iç savaşlarda tek

139

m üm kün yol olması dışında) söz konusu hareketlerin oda­ğında yer alm ıyordu.

Bu noktada, genellikle olağanüstü bir eylem olduğunu kanıtlayan şekilde dönem in önem li bir yeniliği daha ortaya çıkacaktı: in tihar bombacısı. Yöntem olarak doğuşu itibariy­le, şehitliği idealleştiren Şii İslam’ın güçlü ideolojisini taşı­yan 1979 İran Devrimi’n in yan ü rünü olan in tihar bom bala­rı, ilk defa 1983’te, L übnan’daki Hizbullah tarafından Ame­rikalılara yönelik olarak devreye sokulm uştu. Eylemin etki­li olduğu o kadar açıktı ki, hızla 1978’de Tamil Kaplanlar., 1993’te Filistin’de Hamas, 1998 ile 2000 yıllan arasındaki dönem de El-Kaide ve Keşmir ile Çeçenistan’daki diğer Isla- mi aşm lık yanlılannca benim sendi.5 Aynı dönem de bireysel ve küçük grup terörizm inde görülen diğer en çarpıcı geliş­m e, siyasal suikastlann etkili b ir şekilde canlanmasıydı. Üst düzey siyasal cinayetlerin ilk altın çağı 1881’den 1914’e ka­dar geçen dönemse, ikinci altın çağı da 1970’lerin ortaların­dan 1990’larm orta lanna kadar geçen dönem olacaktı: Mı­sır’da Sedat, İsrail’de Rabin, H indistan’da Rajiv Gandhi ve Bayan Gandhi, Sri Lanka’da b ir dizi lider, Ispanya’da Fran- co’nun m uhtem el halefi, İtalya ve İsveç’te başbakanlar (İs­veç’teki cinayetin siyasal sebeple işlenmiş olması henüz ke­sinlik kazanm am ıştır gerçi). Yine, 1981’de Papa II. John Pa- ul’e ve Başkan Reagan’a yönelik ölüm le sonuçlanm ayan sal­dırılar düzenlenm işti. Ancak bu eylemlerin sonucu -İsrail, İtalya ve belki Ispanya’da kayda değer siyasal etkiler doğur- sa bile- hiçbir şekilde devrim ci bir nitelik taşımayacaktı.

5) Burada, Diego Gambetıa'mın argümanın» benim serden, onun şu çalışmasında­ki bilgilerden yola çıkıyorum: Gam botta (ed.), Mailing Sense of Suicide Missions (Oxford, 2005).

140

B ununla b irlik te , televizyonun her tarafa yayılm ası, doğrudan karar alm a m ercilerindekileri değil de m edyada azami etkiyi doğuracak şekilde siyasal düzlem de daha et­kili eylem leri körüklem iştir. Her şey b ir yana, ABD’nin 1980’lerde L übnan’da, 1990’larda Som ali’de ve -işin gerçe­ği- 2001’den sonra Suudi A rabistan’daki resm i askeri var­lığını bu tü r eylem ler sona erdirecekti. Barbarlaşm anın tatsız işa re tlerinden birisi, teröristlerin , dünya ekranlarına ulaşm a koşuluyla , sıradan insanlara yönelik toplu cina­yetlerin , çoğu ü n lü ya da sem bolik hedeflere yönelik bom balı eylem lerden bile daha fazla m anşet değeri taşıdı­ğını keşfetm eleridir.

Şimdi içinde bulunduğum uz yüzyılın başına egemen ol­m uş görünen üçüncü aşamada, siyasal şiddet sistem atik bir şekilde (gerek Başkan George W . Bush yönetim indeki ABD’n in politikalarından, gerekse 19. yüzyıl sonu anarşiz­m inden sonra herhalde ilk defa bilinçle u lus-aşm eylemlere girişen bir terörist hareketin kurulm uş olm asından dolayı) küresel çaplı bir nitelik kazanmıştır. Bu noktada da kitlesel halk desteği yine önemsiz bir hale gelm ektedir. Asıl El-Kai- de belli bir yapıya sahip, seçkin bir örgüt olarak kurulm uş görünüyordu, fakat bu örgüt daha sonra, küçük, birbirlerin­den yalıtılmış hücrelerin hiçbir halk desteği olm adan, ya da doğrudan herhangi bir desteği olm adan eyleme geçecek şe­kilde tasarlandığı, tek m erkezden idare edilmeyen bir hare­ket olarak faaliyet göstermeye başlamıştı. Bu gruplar için te- ritoryal bir üs olması da gerekm iyordu. El Kaide -ya da il­ham kaynağını ondan alan lslami hücrelerden oluşan esnek şebeke- bu sayede, Afganistan’daki üssünü kaybettiği halde ve Usame bin Ladin’in liderliğinin etkisi marjinalleşmesine

141

rağm en ayakta kalabilmişti. Küresel resme uydurulam ayan (Sri Lanka, Nepal ve Kamboçya’daki süreğen çatışmalar ve­ya Afrika’n ın başarısız kalmış ya da başanlı olmayı becere­meyen devletlerinde yaşanan sorunlar gibi örnekleriyle) iç savaşlann veya diğer çatışmaların, Eatı’da ancak aralıklı ola­rak bir karşılık bulm ası da aynı dönem in karasteristik özel­liklerinden birisini oluşturm aktadır.

Sözünü ettiğim yeni harekederin ayırt edici yanını o luş­turan iki .özellikten bahsedebilirim burada. Birincisi, bu yeni hareketler, onlar adına eyleme geçtikleri iddiasında o lduklan kitlelerin pasif sem patisini kazandıkları d u ru m ­larda bile küçük azınlıklardan oluşuyordu ve karakteristik faaliyet tarzlan da küçük grup eylenjlerine uygundu. Geçi­ci IRA’nın ‘ak tif hizm et birim i’ denen grupların ın bile bir seferde 200-300 kişiden daha fazla kişiyi bir araya toplaya­madığı bild irilm ektedir; kaldı ki ben de, İtalya’da Kızıl Tu- gaylar’ın ya da Bask bölgesindeki ETA’nm daha büyük ol­dukları iddialarına hep şüpheyle yaklaşıyorum . U luslara­rası terörist hareketlerin en heybetlisi olan El Kaide, Afgan günlerinde bile herhalde 4 bin k işiden daha kalabalık de­ğildi.6 Bu hareketlerin ikinci ayırt edici özelliği, Kuzey İr­landa gibi ender istisnalarla, “ait o lduk lan topluluğun d i­ğer üyelerinden ortalam a olarak daha eğitimli olm aları ve daha ü st b ir top lum sal a rk ap lan d an g e lm ele rid ir”.7 1990’larda Afganistan’da eğitim görm eye giden El Kaide gönüllüleri, “hem en hepsi aile çocuğu olup orta ve ü st s ı­nıftan gelen... çoğu üniversite eğitim i alm ış, doğa b ilim le­rine ve m ühendisliğe karşı güçlü önyargılar besleyen ve

6) Gambetta, a.g.y., s. 260.7) Gam beııa, a.g.y., s. 270.

142

çok azı dini okulları b itirm iş kişiler” olarak tanım lanıyor­lardı.8 M ülteci kam plarından gelen yüksek oranı dahil iş­gal altındaki topraklarda yaşayan nüfusu tem sil ettikleri Filistin’de bile, in tihar bom bacılarının yüzde 57’si en az li­se eğitim i alm ıştı (oysa aynı yaş grubuna ait toplam nüfu­sun sadece yüzde 15’i lise öğrenim i görm üştü).’

Bu gruplar, küçük olmakla birlikte, hüküm etlerin onla­ra karşı görece, hatta kesinlikle m üthiş bir karşı-kuvvet kullanm alarını gerektirecek kadar etkiliydiler. Yalnız bu noktada, birinci ve ikinci dünyalar arasında ilginç bir fark­lılık bu lunduğunu belirtm ekte fayda görüyorum : Komünist rejim lerin o luştu rduğu ikinci dünya, varlıkları süresince, çöküşün eşiğine geldikleri aşam ada bile, fiilen param parça olup dağılana değin bu tü r hareketlerle hiç karşı karşıya kalm am ıştı. Genel olarak bakıldığında, en azından Avru­pa’da, burada ele alm an dönem lerin ilk ikisi boyunca yeni siyasal şiddet, bazen histeriye varm asına ve ciddi ölçüde -özellikle devlet polisince, ayrıca resmi ve gayri-resmi güç­lerle- aşırı kuvvet kullanm aya dönüşm esine rağm en, karşı­sında hep sınırlı b ir güç bulm uştu ve anayasal yönetim ler­de ciddi bir kesintiye yol açmamıştı. Bunun sebebi, Avru­pa’daki hareketlerin ulusal rejimlere ciddi bir tehdit oluş­turm ası m ıydı acaba? İşin gerçeği, bu hareketlerin ciddi tehdit o luşturacak güce ulaşam adıkları doğrudur; ayrıca, Kuzey İrlanda ve Bask ülkelerindeki ulusal ayrılıkçı hare­ketler IRA’nın ve ETA’nm silahlı baskısıyla siyasal açıdan am açlarına daha fazla yaklaşm ış olsalar da, hâlâ o güçte de­ğillerdir. Ayrıca, Avrupa polisi ve gizli servislerinin bu ha­

sı W right, c ı . g s . 301.9) Gan'.beıta, a.g.y., s. 327-328.

143

ceketlerin b irçoğunun, bilhassa IRA’n tn (aynca, m uhtem e­len İtalya’da Kızıl Tugaylar’ın) saflarına sızacak kadar etk i­li oldukları ve halen bu yeteneklerini kaybetm em iş o lduk­ları de herhalde doğrudur. Ö te yandan, gerek İrlanda’da ge­rekse Ispanya’da ‘bilinm eyen resm i odaklar’m bazı acım a­sızca karşı-terörizm harekâtlanna rağm en, bu bölgede La­tin Am erika’da rastladığım ız sistem atik işkence ve terör olaylarıyla aynı ölçek ve derecede karşılaşm am ış olm am ız kayda değer b ir noktadır. Latin Amerika’da karşı-terörün ölçüsü -Peru’daki A ydınlık Yolcular’m giriştirdikleri türden vahşetler dikkate alındığında bile- isyancıların siyasal şid ­detini kat kat aşm aktaydı.

Söz konusu ‘kirli savaşlar’ bu türde grupları hedef alm ış­tı ve genellikle azınlık teröristlerinkiyle aynı ayarda, küçük profesyonel uzm an gruplarca yerine getiriliyordu. Bu yüz­den Latin Am erika’da işkenceci rejim lerin hedefi, siyasette patolojik bir yozlaşm a söz konusu olmadığı sürece, genel­likle sıradan insanları yıkıcı faaliyetlerde bulunm aktan cay­dırmaya değil, daha som ut bir şekilde aktivistlerden grup­lan hakkında bilgi toplam aya yönelikti. Kaldı ki, ölüm m angalannın caydm cı olm ak gibi .bir niyetleri yoktu; onla- n n asıl amacı, hukuksal gecikm elerden ya da beraat etm e riskinden faydalanm alannı istem eden suçlu gördükleri k i­şilerden doğrudan ku rtu lm ak tan başka bir şey değildi. M u­halif görülen b ü tü n b ir halka karşı teröre başvurm ak -apartheid Güney Afrikası’nda ve Filistin’de olduğu gibi- zaten yeterince vahşiyken, bu şekilde iyice acımasız bir dehşet ortam ı yerleştirilm ek istenm ekteydi. Örneğin, ikin­ci lntifada'dan sonra Filistin 'de ö ldürülen insanların sayısı bile, Pinochet Şili’sinde ‘kaybolan’ insanların sayısından ke­

144

sinlikle daha azdı. Anlaşılacağı üzere, barbarlaşm a, günde ancak bir-iki ceset çıkan ve bu çerçevede doğrudan m anşe­te fırlayan katliam düzeyinin altında kalan baskı uygulam a­larından çok daha öte boyutlara ulaşm ış durum dadır. Buna rağm en, Kolombiya ve Peru gibi ülkeler kendi ülkelerinde­ki kır gerillası hareketleriyle, alışılm adık derecede sert kar­şılıklar vererek başa çıkmaya çalışm aktadırlar.

2001 Eylül’ünd en bu yana 'teröre karşı savaş’m küresel­leşmesi ve uluslararası ihtilaflar konusunda şim diye değin genel kabul gören kurallar ve uzlaşm aları 20Û2’de resm en hüküm süz ilan eden büyük bir gücün silahlı dış m üdahale­sinin canlanm ası, yukarıda kaba hatlarıyla ortaya koyduğu­m uz durum u daha da vahim bir hale getirm iştir. Yeni ulus­lararası terörist şebekelerin gelişmiş dünyadaki (aynca, As­ya’daki) istikrarlı devletlerin rejim lerinin önüne çıkardığı gerçek tehlike, halen ihm al edilebilir boyutlardadır. Lon­dra’da ya da M adrid’de toplu ulaşım sistem lerine konan ve birkaç yüz ku rban ın canım alan bom balar, henüz büyük bir şehrin norm al işleyişini birkaç saatlik kesinti dışında esas­tan bozup aksatabilecek ölçeğe gelm em iştir. New York’taki 11 Eylül katliam ı gibi dehşetengiz bir eylem bile ABD’nin uluslararası gücünü ve iç yapısını ciddi biçim de etkileyebil­miş değildi. İşlerin seyri daha kötü doğrultuda değişmişse, bu n u n sebebi teröristlerin eylemleri değil, ABD hüküm eti­n in eylem leridir. D ünyanın en büyük dem okrasisi olan H indistan, istikrarlı b ir devletin d irenm e kapasitesine iyi b ir örnektir. H indistan , son yirm i yılda iki liderini su ikast­ta kaybetm iş olm asına ve Keşmir’de süren düşük yoğun­luklu savaşı b itirem em esine karşın, kuzeydoğu eyaletlerin­deki gerilla hareketlerin in genişçe b ir kesimi ile kabile böl­

145

gelerindeki M arksist-Leninist (Naksalit) asilerin hiçbiri, o l­dukça düzgün işleyen istikrarlı b ir devleti tem elden sars­m anın rüyasını bile görem em ektedirler.

T erörist hareketlerin şu aşam adaki du rum ların ın göre­li ve m utlak zayıflığını bu çerçevede açıklayabiliriz işte. Bunlar belirtilerdir, am a kayda değer tarihsel unsu rla r de­ğillerdir. Sahip o ldukları silahlar ve kullandık ları tak tik ­lerdeki değişik lik lerden dolayı küçü k grupların , ha tta bi­reylerin kişi başına eskisinden çok daha fazla zarar verebi­lecek durum a gelm eleri veya bazı terörist grupların savun­duğu ya da onlara atfedilen ütopyacı hedeflerin varlığı da bu genel tabloyu değiştirm eye yetm ez. İstikrarlı rejim leri olan istikrarlı devletlerde faaliyet gösteren ve nü fusun m addi kesim lerinden ciddi bir destek toplayam ayan bu g rupların varlığı, askeri değil, polisiye b ir so rundur. Kü­çük grup terörizm i (El Kaide’n in bazı ko lların ın Irak d ire­nişinde yer alm ası gibi) genel bir m uhalefet hareketin in parçasını o luştu rduğunda bile, bunlar- o genel hareketin ana gövdesini ya da askeri bakım dan etkili bir ko lunu de­ğil, o genel hareketin m arjinal eklentilerini o luştu rab ilir­ler ancak. İsrail’deki Filistinli in tihar bom bacıları ya da Londra’daki b ir avuç genç M üslüm an fanatik gibi kend ile­rine sem patiyle bakan b ir top lu luğun bulunm adığı yerler­de faaliyet gösteren gruplar söz konusu olduğundaysa, on ­ların eylem leri en fazla propaganda değeri taşıyabilir. Ay­rıca bu, şüphesiz ki küçük grup terörizm iyle m ücadele et­m ek için ciddi u luslararası polisiye tedbirler alınm am asını gerektirm ez; her şeyden önce, gelecekte b ir zam anda bu tü r grup ların bir nük leer silaha ulaşm a ve onu kullanm a kapasitesine sah ip olma ihtim alleri bulunm ası gibi bir teh ­

146

likenin varlığı bile bu tedbirleri kaçınılm az ve zorunlu kıl­m aktadır. K üçük terö rist g rup ların istikrarsız ya da dağıl­m akta olan ü lkelerde -özellikle de H indistan’ın batısında­ki M üslüm an dünyasında- yü rü ttük le ri ve esasen yıkıcı n i­telikteki siyasal potansiyel açık bir şekilde çok daha ciddi­dir, am a kitlesel dinsel seferberliğin barındırdığı siyasal potansiyelle de karıştırılm am alıdır.

Bu tü r küçük hareketlerin , bilhassa büyük Batı kentle­rindeki ve gerek hüküm etin gerekse m edyanın, karşı grup­ların eylem lerinin azam i derecede tanınm asını sağlayarak kendi işlerine yarayacak bir korku iklimi yaratm ak için bir­leştikleri zam anlarda, sıradan insanları fazlasıyla huzursuz ediyor olması anlaşılabilir bir du rum dur (2001’den önce, hüküm etlerin bu tü r hareketler -ETA, Kızıl Tugaylar, IRA- karşısında benim sedikleri standart ve tam am en rasyonel yaklaşım ların, on lan m üm kün olduğunca 'tanınm a oksije­ninden m ahrum bırakm ak’ yönünde olduğunu hatırlam ak bile güçleşm iştir). Burada söz konusu ettiğim atmosfer, bir akıldışı korku iklim idir. A m erika Birleşik Devletleri’nin şu anki politikası, kendi küresel gücünün genişlemesi ve kul­lanılm asını m eşru kılacak ’düşm anlar’ icat ederek, Soğuk Savaş’m kıyam etvari dehşetini -aslında ihtim al dahilinde bile olmadığı b ir zam anda- canlandırm aya çalışmak yönün­dedir. Tekrarlıyorum , 'teröre karşı savaş’m doğurduğu teh­likelerin kaynağı, M üslüm an in tihar bom bacıları değildir.

Tabii ki burada ana hatlarıyla çizdiğim genel tablo, hiç­bir şekilde gerçek küresel krizin -ki siyasal şiddetin kökten dönüşm üş halleri bu krizin dışavurum larıdır- boyutlarım küçültm eyi amaçlıyor değildir. Şiddetin tezahürleri, insan hayatı ve top lum unda her insanın öm ür süresince tecrübe­

147

leriyle izlemiş olabileceği en hızlı ve dram atik dönüşüm ün, toplum un her düzeyinde m eydana getirdiği derin toplum ­sal altüst oluşların yansım ası gibi görünm ektedir.

Yine bu şiddet tablosu, hem batıda geleneksel otorite, hegem onya ve m eşruiyet sistem lerinde görülen bir krizi, doğu ve güneydeyse bu sistem in çöküşünü, hem de bu krizlere bir alternatif sunduğu iddiasındaki geleneksel ha­reketlerin içine düştüğü bunalım ı yansıtıyor gibidir. D ün­yanın çeşitli köşelerinde söm ürgecilik sistem inin vardığı başansız noktalar ve SSCB’n in çöküşünden sonra istikrarlı, daha doğrusu fiilen var olan bir uluslararası sistem in sona ermesi de bu krizleri katm erlendirm iştir. Dolayısıyla, bu tü r siyasal şiddet eylemleri, piyasanın büyüm esi ve askeri m üdahalelerle yayılan b ir Batılı liberal değerler dünyasının neo-m uhafazakâr ve neo-liberal ütopyalarının gücünü aşan boyutlarda kalmaya devam edecektir.

148

ŞİDDET ÇAĞINDA KAMUSAL DÜZEN9

1970’li yılların bir yerinde Polis Şefleri Dem eği yönetici­leri, İngiliz hüküm etine yeni bir kam usal düzen yasası çı­karılm adıkça, sokaklardaki kam usal düzensizliği geçmişte­ki gibi ön lem enin artık m üm kün olm adığını bildirdiler. Birkaç yıl sonraysa, sam nm 1980’lerin başlarında, N or­veç’te b ir yerde düzenlenen bir kollokyum a davet edildim. Oraya gidince, kollokyum un düzenleneceği otelin (turistik değeri de olan sıradan bir toplantı m erkezi) tanıtım broşü­ründe binada k u rşu n geçirmez pencereler olduğu k o n u ­sunda m üşterilere garanti verildiğini fark ettim. N orveç’te mi, diye so rduğunuzu duyar gibiyim. Evet, Norveç’te. Di­lerseniz, bu konuşm am ı böyle iki olayla açayım. İçinde ya-

149

şadıgımız çağ, imgeleri ve görüntüleri dahil olm ak üzere es­kisinden daha fazla şiddet dolu ve şiddete eğilimli. Bundan en ufak bir şüphe duyulam az. O yüzden benim buradaki konuşm am da, bu saptam anın ne anlam a geldiği, hüküm et­lerin kendi yurttaşların ın sıradan hayatlarını korum a konu ­sunda neler yapm aları gerektiği üzerine olacak. Aynı çerçe­vede, esas olarak da kam usal şiddetteki yükselişin (suç ra­kam larında görüleceği üzere) özellikle çarpıcı boyutlara vardığı İngiltere’n in durum una bakacağım. Yine de tabi- i ki bu sorun sadece tek bir ülkeyi ilgilendiriyor değil. Ay­rıca, sadece terörizm sorunu da değil. Esas mesele bundan çok daha büyük ve geniş çaplı. Sözgelimi, 1970’li yıllarda başlı başına, tarihsel bakım dan yeni bir fenom ene dönüşen futboldaki holiganlığı da içine alan bir mesele.

Norveç’teki o kolokyum ziyaretim den aklım da kalan­larla birlikte düşündüğüm de görüyorum ki, bu şiddetin önem li bir k ısm ının m üsebbibi, herkes tarafından kullanı­labilecek nitelik teki yeterince ucuz, yıkıcı güçteki silahla­rın artık dünyanın her tarafında bulunabiliyor ve özel kişi­lerle grupların da eline geçebiliyor olması. Bu tablo özel­likle Soğuk Savaş’ın sonucuydu, ama bu araçlardan çok pa­ra kazanılabileceği için üretim daha da arttırıldı. 1960’dan itibaren her onyılda, özellikle Avrupa ve Kuzey Am eri­ka’da, bu silahları ü reten firm aların çoğaldığı görüldü. 1994’te, 1980’lerin ortalarında sap tanandan dörtte bir o ra­nında daha fazla, küçük çaplı silah işine giren 52 ülkede 300’ü aşkın şirket bu lunuyordu ; 2001’deyse bu sayı 500 ci­varına çıkacaktı. Başka bir şekilde ifade edecek olursak: İkinci Dünya Savaşı sırasında asıl olarak Sovyetler Birli- ği’nde geliştirilen K alaşnikoflar ya da A-47 saldırı tüfekle­

150

ri küçük çaplı silahların en büyük dilim ini o luştu rurken , Bulletin o f Atomic Scientists 'e göre, bu silahların 125 m il­yon adet kadarı bugün dünyanın çeşitli bölgelerine dağıl­mış durum dadır. O silahlardan edinm ek istediğinizde -en azından ABD’de- in ternetten , Kalashnikov USA’dan rahat­lıkla sipariş verebilirsiniz. Tabancalara ve bıçaklara gelin­ce, o n lan n gerçek sayısını kim bilebilir ki?

Fakat elbette kam u düzensizliği, en aşın şekli olan terö­rizm halinde bile, 11 Eylül 2001 olaylarının gösterdiği gibi ileri teknolojiye dayanan ya da pahalı donanım lara bağlı değildir. İkiz Kuleler’i yerle bir eden hava korsanlarının el­lerinde sadece halı kesmeye yarayan bıçaklardan vardı. IRA ve ETA gibi en uzun süreli silahlı gruplar, öncelikle, bir kısmı fiilen elde im al edilen patlayıcılara güveniyorlardı. İngiltere’deki 7 Tem m uz bom bacıları bom balarım kendile­ri imal etm işlerdi. Eğer yakın dönem lerdeki raporlar doğ­ruysa, 7 Tem m uz katliam ı bom bacılara sadece birkaç yüz pounda m al o lm uştu (artı, elbette, canlarına). Dolayısıyla, günüm üz dünyasının eskisinden daha fazla insan öldüren ya da sakatlayan aletlerle dolup taştığını unutm adan, bu m eselenin esas so runun sadece bir boyutunu oluşturduğu­nu söylem ekte fayda görüyorum .

Kamu düzenini korum ak daha mı zordur? H üküm etler ve iş dünyası açıkça böyle düşünür. İngiltere’deki polis gü­cünün büyüklüğü 1971’den itibaren yüzde 35 oranında ge­nişlem iştir; yüzyılın sonuna geldiğimizde her 10 bin yurt­taşa 34 polis m em uru düşüyordu, oysa bu sayı otuz yıl ön ­ce sadece 24.4’tü (yani, polis gücünde yüzde 40’ı aşan bir büyüm e görülm ektedir). Üstelik bu hesaba, güvenlik en­düstrisinde (Securicor’un 1974’te borsada kota alm asının

151

uygun görüleceği şekilde büyüdüğünü düşündüğü son otuz yılı aşkın b ir zam andır oldukça genişlemiş olan bir sektördür bu) bekçi olarak ve benzeri işlerle istihdam edi­len tahm ini yanm m ilyon kişiyi dahil bile etm iyorum . Ay­nı endüstri alanında geçen yıl 2.500 civarında firma faaliyet gösteriyordu. Bildiğiniz üzere, Ingiltere’nin sanayisizleşti- rilmesi, güvenlik görevlisi olarak iş bulm anın önlerindeki birkaç im kândan biri olduğu gücü kuvveti yerinde erkekle­rin sayısını oldukça çoğaltm ıştır. Ekonom inin bir gün, baş­kalarının kirli çam aşırlarını tem izlem ek yerine, başkalarını gözetlem ekle görevli insanların toplu istihdam ına dayana­cağı söylenebilir pekâlâ.

Bu sayede sisteme daha fazla insan gücü dahil edilmesi­nin yanı sıra, daha fazla kaba güç de girmiş olmaktadır. Ka­labalık kontrol uzm anlan şim dilerde, sorun çıkarması m uh­temel gösterilerle başa çıkabilm ek için esas olarak dört tü r araca güvenmektedirler: kimyasallar (örneğin, gözyaşartıcı bom ba), ayaklanma silah lan ve plastik m erm iler gibi ‘kine­tikler’, tazyikli su sıkm a ve sersem letici aletler. Şimdi size, gelenekselden m odem olana, sert uygulamalarla kalabalık kontrol sistemine başvuran ülkelerin bir listesini sunayım: Norveç bu dörtünün hiçbirini kullanmaz; Finlandiya, Hol­landa, Hindistan ve İtalya sadece birini, o da kimyasallan kullanır; Danimarka, İrlanda, Rusya, İspanya, Kanada ve Avustralya ikisini kullanır; Belçika ile asıl büyükler (ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, artı küçük bir ülke olan Avus­turya) dördünü de kullanm aya hazırdırlar. Açıkür ki, bir za­m anlar polislerinin tam am en silahsız olmasıyla iftihar eden Ingiltere, artık Norveç ya da Finlandiya’n ın düzenli dünya­sında yeri olan bir ülke olm aktan çıkmıştır.

152

Bu gelişm eler nasıl oldu da fiilen m eydana geldi? Sanı­rım , bu süreçte iki şey yaşanıyor. Birincisi, N orbert Elias’ın Uygarlık Süreci adlı b ir çalışmada analiz ettiği şeyin tersi­ne çevrilişi, O rtaçağ’dan itibaren Batı’da egem en olan ka­m usal davranışların köklü dönüşüm üdür. Söz konusu davranışlar, ilkin kısıtlı b ir elit kesim içerisinde, sonra da­ha geniş çaplı olarak, artık daha az şiddete eğilimli, daha ‘k ibar’, daha düşünü lm üş ve özenli hale gelm işti. Ancak bugün artık d u ru m böyle değildir. Eskiden halkın önünde yem in edip an t içm ek gibi şeylere o kadar alışm ış du rum ­daydık ki, kasten kaba ve saldırgan b ir dil kullanılm asının görece ne kadar eski zam anlarda kaldığını hatırlam akta bi­le zorlanm aktaydık . ‘Sikerim ’ ve ‘kö r ederim ’ gibi ibareler askerler gibi, kaba işlerde yoğunlaşan erkek gruplarında (Rusların bozuk ağzıyla boy ölçüşebilecek bir Batı ordusu tanım am am a rağm en) elbette uzun zam andan beri yaygın­dır. Yine de, ilk defa böylesi p ratik lerle yüz yüze geldiğim son savaşın a rd ından ordudan ayrıldığım da, daha kibar bir dünyaya geri dönüş yapm ıştım . Kadınlarsa zaten bu dile başvurm azlardı ve kaba ağızla konuşm a genel bir top lum ­sal p ratik o larak ancak 1960’larda yaygınlaşm a em areleri gösteriyordu. Hatırlayabileceğiniz üzere, 1960’lar, ‘fu c k ’ sözcüğünün Ingiltere’de genel basılı k ü ltü re de girdiği on- yıldı. Bir İngiliz sözlüğünde ilk defa 1965’te, bir Am erikan sözlüğündeyse 1969’da görü lm üştü .1

Aynı dönem de geleneksel toplum sal kuralların ve uzla­şmaların zayıfladığına tanıklık edildi. Örneğin, 14 ile 20 yaşları arasındaki gençlerin işledikleri suçlar, 1960’lann ikinci yarısında oransız bir şekilde yükselişe geçmişti. Tes­

1) İnternet. Etymological Dictionary.

153

tosteronun ve erkek iddiacılığının kışkırttığı genç erkekler her zam an için, özellikle de gruplar halinde bir araya top ­landıkları zam anlarda taşkınlık çıkarmaya eğilimli olm uş­lardır. Ancak burada söz konusu olan, sadece toplum sal kurallarla uzlaşım lann değil, genç erkekleri Viktoryenlerin deyişiyle ‘tehlikeli sm ıflar’a çeviren aile içindeki ilişkilerin ve uzlaşm aların da aşınm asıdır. Bu konuda daha fazla şey anlatm aya niyetim yok, Batılı ideologların işkenceye fiilen entelektüel bir bahane buldukları skandalvari durum lara yol açacak şekilde 21. yüzyıl açısından daha uzun vadeli barbarlaşm a süreci üzerinde de fazla durmayacağım, ancak arkaplanda bu tü r eğilim lerin yattığına şüphe yoktur.

İkinci ve daha doğrudan fenom en de 1960’lann sonla­rında belirm eye başladı. Bu olgu, geçen yüzyılda hepim izin içinde yaşadığımız tü rdek i devletin (teritoryal ulus-devle- tin) krize girmiş olm asıdır. Değindiğim bu dönüm nokta­sından önceki 250 yıl boyunca devlet, gücünü, kaynağını, geniş bir kapsam ı olan faaliyetlerini ve kendi toprakları üzerinde m eydana gelen gelişmeler üzerindeki bilgisiyle denetim ini gittikçe arttırarak m uhafaza etm işti hep. Üstelik bu, siyaset ve ideolojiden bağımsız bir gelişmeydi; liberal, m uhafazakâr, kom ünist ve faşist devletlerde aynı süreç iş­lemişti. D oruk noktasına da, İkinci Dünya Savaşı’ndan son­raki altın onyıllar olan karm a ekonom i ve refah devleti dö­nem inde çıkacaktı. Yine de bü tün bu süreç, devlet hukuku ve devlet m ahkem elerin in başka tü rde yasalar (yani, dini hukuk ve örfi hukuk) karşısında önsel olarak tekel konu ­m unda bulunm asına dayalıydı. Aynı durum silahlı güce sa­hip olm a tekeli açısından da geçerliydi. 19. yüzyıl boyunca Batılı devletlerin çoğu, kendi görevlileri dışında bü tün

154

yurttaşların silah taşım a ve kullanm a haklarını (spor am a­cıyla kullanılm ası hariç) fiilen ortadan kaldırm ışlardı ve bu yasak, soylu züm relerle toprak sahibi sınıfların düellolarını bile kapsam ıştı. (Sanayileşmiş ülkeler arasında ABD bu açı­dan oldukça istisnai bir du rum dur -za ten Avrupa’da gide­rek azalm akta olan cinayet oran lan son iki yüzyılı aşkın dö­nem de ABD’de oldukça artm ıştır.)2 Britanya’daki uygula­m alar, şahsi kavgalarda bıçak ve kama kullanılm asını bile ‘îngilizlere yakışır’ görm eyip yasaklıyordu ve yum ruklaşm a kurallan (Q ueensberry Kuralları) yeniden belirlenm işti. Toplum sal istik rann h üküm sürdüğü koşullarda resm i gö­revliler dahi kam usal m ekânlarda silahsız olarak dolaşıyor­lardı. İngiltere’de polisin silahlı gezdiği tek yer, Britan­ya’n ın anakarası değil, isyan çıkm a potansiyelinin' her za­m an ciddi olduğu İrlanda’ydı. Halk isyanlan, ayaklanm alar ve yürüyüşler kurum sallaşm ış, başka bir deyişle kalabalık m itinglere indirgenm işti ve onların biçim i ve kapsam ı da artık daha çok polisle önceden yapılan görüşm elerle düzen­leniyordu. Londra belediye başkanı Ken Livingstone, gerek Hyde Park’ta gerekse Trafalgar M eydanı’nda Kraliçe Viktor- ya devrinden beri neler yaşandığını anlatırken Çinlilere sa­dece bunu hatırlatm ıştı. Yukarıda çizdiğim tablo, Fransa gi­bi, kitlesel gösterilerde ne ölçüde tahrik edici sloganlar atı­lırsa atılsın, sokak şiddetine başvurm aya baştan m eyilli say­dığımız ülkelerde bile geçerliydi.1 Kaldı ki, 1968’de Paris'te patlak veren öğrenci isyanının iki tarafta da fiili bir kayıpla sonuçlanm am asınm sebebi budur.’ Aynı sonuç, Fransa’da

2) Eric M onkkonen, “Explaining American Exceptionalism" American Historical Review İli, No. 1. Şubat 2006.3) Danielle Tartakowsky, Le pouvoir esc dans la rue: Crises politiques et manifes­tations en France (Paris, 1998), “C onclusion", özellikle s. 228.

155

yeni kabul ettirilm ek istenen gençlere yönelik istihdam ya­sası girişim ini boşa çıkartan gösteriler için de geçerlidir.

Fakat devletin zayıflaması sürecinde bir unsu r daha etki­li olm uştur: Yurttaşların devlete sadakati ve devletin yu rt­taşlardan yapm alarını beklediği şeyleri yerine getirmeye ha­zır olma duygulan gün geçtikçe azalmaktadır. Geçen yüz­yıldaki iki dünya savaşı, m uvazzaf ordularla, yani ‘ülkeleri uğruna’ ölmeye ve öldürm eye hazır milyonlarca yurttaş as­kerlerce kuru lan o rd u lan n oluşturduğu m uharip güçlerce yürütülm üştü . Şahsi kanaatim odur ki, bundan sonra yurt- taşlanna bu konuda bir tercihte bulunm a hakkı tanıyacak olan devletler (hatta bu hakkı tanım ayan bazı devletler) a r­tık bu kapasitelerini kaybetm iş durum da olacaklard ır-V iet­nam Savaşı’nın ard ından genel askerlik hizm etine son veren ABD’deyse durum kesinlikle bu yöndedir. Fakat bu durum daha m ütevazı bir ölçüde, yurttaşların yasalara uymaya baş­tan hazır o lm alan, şöyle ki, hukuksal yasaların ahlaken m eşru olduğu duygularının kalıcılığı açısından da geçerli­dir. Eğer bir yasayı m eşru görüyorsak, ona uymaya hazınz- dır. Futbol m açlarında hakem ve yan hakem bulunm asının gerekli olduğu kanısındaysak, onların m eşru bir işlev yeri­ne getirdiklerine güveniyoruzdur. Zaten bizde bu güven ol­masaydı, sahada düzeni sağlam ak için nasıl bir güç kullan­m ak gerekirdi? Birçok otom obil sürücüsü hızlı kam eraları ahlaken geçerli saymaz ve bu yüzden onları görm ezlikten gelmekte hiç duraksam az. Fakat bir yasanın m eşruiyeti yoksa ve insanların o yasaya uym aları ancak yakalanıp ce­zalandırılm a korkusuyla m üm kün oluyorsa, onu yürürlük­te tu tm ak -bırakın daha pahalıya gelmesini- çok daha zorla­şacaktır. Ben bugün için yurttaşların , çeşitli sebeplerden do­

156

layı, yasalara uym a eğilim lerinin ya da sosyal davranışlarda­ki gayri-resmi uzlaşım lann azaldığı kanaatindeyim .

Dahası, küreselleşm e, m obilizasyonda m uazzam bir a r­tış olm ası ve A vrupa’da olsun başka ülkelerde olsun etkili sın ır denetim lerin in büyük ölçüde kalkm ası sonucunda, hüküm etlerin kend i toprakların ın içinde ve dışında olup bitenleri denetlem e kapasitelerin in de azaldığını düşün ­m ekteyim . M esela, lim anlarım ıza girip çıkan konteynırla- n n içinde bu lu n an şeylerin ufak b ir kısm ı d ışındaki bö­lüm lerin i denetlem ek, günlük ekonom ik hayatın ritm ini neredeyse du rdu rm a riskini göze alm adan tekn ik açıdan dahi im kânsız o lm aktadır artık. D olandırıcılar ve karabor­sacılar, devletlerin u luslararası finansal işlem leri denetle­m e, ha tta takip etm e yeteneğini kaybetm esinden nasıl fay­dalanıyorlarsa, b u durum dan da azam i derecede faydalan­m aktadırlar. Bu olguyla ilgili en yeni çalışm alardan biri olan M oises N aim ’in Illicit adlı k itabı, bunu çok açık bir ifadeyle ortaya koym aktadır: “Dünya çapındaki karaborsa­ya karşı m ücadelede hüküm etler b ir tü rlü başanlı olam ı­yorlar... K araborsada ... sayısız şebeke arasında dönüp d u ­ran servetin yakın b ir gelecekte yasal yollara akıtılm ası as­la m üm kün gö rünm üyor.”

Bunlar, devletlerle hüküm etlerin son otuz yılda güçleri­ni ciddi oranda azaltan etkenler arasındadır. A şın örnekler­de de devletler ve hüküm etler, kendi topraklannda uygula­dıkları denetim i bir ölçüde fiilen kaybetm iş olabilm ektedir­ler. 2004’te CIA, dünya çapında m erkezi hüküm etlerin ya çok az denetim uygulayabildiği ya da hiç denetleyemediği elli bölge saptam ıştı. Yine Naim ’in yasadışı ekonom iyle il­gili k itabından bir cüm le aktanyorum : “G ünüm üzde dünya

157

çapındaki geniş şebekelerle bütünleşm iş yasadışı işlerden nem alanm ayan tek bir ülkeye rastlam ak m üm kün değil­d ir.”'1 O kadar aşın olm ayan örneklerdeyse, İngiltere ve İs­panya gibi norm al koşullarda istikrarlı ve ekonom isi iyiye giden ülkelerin , kendi topraklannda, hüküm etlerin çabala- ny la tam am en ortadan kaldırılam ayan küçük silahlı g rup ­larla beraber yaşam anın onyıllardır öğrenildiğim gözlem li­yoruz. Üstelik b ü tü n bu tablo, ülke ve nüfus hakkm daki bilgilerim iz eskisinden çok daha fazla olduğu halde gerçek­leşm ektedir. Kamu yetkililerinin kendi ülkelerinde yaşayan insanlan gözetlem e, konuşm alarım dinlem e, e-postalarm ı okum a ve -İngiltere’de- sayısız CCTV kam eralarıyla hare- kederin i takip etm e konusundaki teknolojik becerileri b u ­gün geçmişteki her hüküm etle kıyaslandığında çok daha fazla olmasına rağm en, fiilen kendi topraklannda yaşayan insanlann kim likleri ve sayısı konusunda seleflerinden da­ha az şey biliyor olm alan da pekâlâ ihtim al dahilindedir. Bugün nüfus sayım lannı düzenleyen görevliler, topladıkla- n bilgilere, m esela V. George’un ve VI. George’un devirle­rine kıyasla çok daha az güvenm ektedirler ve bu n u n o lduk­ça geçerli sebepleri vardır.

İşte bu tablo , tık ır tık ır işleyen etk in devletlerin bile belli ö lçülerde gayri-resm i şiddete geçm iştek inden daha fazla eğilim duyuyor o lm alann ın sebebini açıklam aya ye- terlidir. Son o tuz yıldaki Kuzey İrlanda’yı d ü şü n ü n bir. Kaba kuvvete başvurm anın ve üstü kapalı an laşm aların b irlikte kullanılm ası sayesinde, bir nevi alt-iç savaş k o şu l­lan yaşanm asına rağm en bu bölgede etkili b ir yönetim kurulabilm iş, norm al hayat da sü rd ü rü lm ü ştü r. D ünya­

4) M oisis Naim, Illicit (New York, 2005).

158

n ın her köşesinde zengin ler, şiddete m eyilli yoksul ke­sim lerin kend ile rine yönelttik leri tehd itlere , güvenlikli s ite ler ku rarak uyum sağlam aktadırlar (D ockland’de en açık biçim iyle gö rdüğüm üz İngiltere, son dönem için b u ­na iyi b ir ö rnek tir). ABD’de kale gibi k o ru n an sitelerde yaşayan ve yarısından çoğu “güvenlik li görevlilerinin durduğu kapılarla denetlenm ekte o lup , içine .ancak giriş k a rtlan ve şifreli kartlarla g irilen"5 7 m ilyon aileyle kıyas­land ığ ında neredeyse h içb ir şey anlam ına gelse de, İngil­tere’de -çoğu k ü çü k - böyle 100 kadar site bu lunduğu bil­d irilm ektedir. Çağın şiddeti arttıkça ve y ıllardan beri Rio de Jan e iro ’da veya M exico City’de b u lunm uş olan herke­sin doğrulayabileceği üzere, bu eğilim de hızla yüksel­m ektedir. Peki, bu du rum u kon tro l a ltına alm ak için ne gibi ad ım lar atılabilir?

Burada iki soru ortaya çıkıyor. Birincisi, şiddet çağında kam u düzeninin yeni problem leri kontrol altında tutulabi­lir mi? Ne derecede olacağını henüz açık bir şekilde söyle­yem ezsek de, b u n u n cevabı ‘evet’ olmalıdır. Futbol holigan- lığı, bunun nasıl yapılabileceğine bir örnektir. Futboldaki holiganlık sürekli bir kitlesel olgu olarak Britanya’da 1960’lı yıllarda ortaya çıktı ve başka ülkelerde yaygın bi­çim de ben im sen ip tak lit edildi. D oruk noktasm aysa 1980’lerde, Bradford olaylan ve Brüksel’de Heysel stadında Liverpool ile ju v en tu s arasında oynanan Avrupa Kupası m açında m eydana gelen 39 kayıpla çıktı. O zam andan iti­baren, hüviyet kartlarının m ecburi tutulm ası gibi aşın ted­birler alınm ası gerekliliğinden çok konuşuldu, ama fiilen

5) Chris e. McGooey, "Gated Com m unities: Access Control Issues" (www.cri- m edoctor.com /gated.htm ).

159

de o günlerden beri, üstelik daha ılımlı tedbirlerle, İngilte­re’de futbol holiganlığınm önem li ölçüde azaltılması başa­rıldı. Bu başarıyı sağlayan tedbirler arasında hiç kim senin ayakta m aç seyretm em esi, kapalı devre televizyon yayınla­rı, daha iyi istihbarat toplayıp işbirliğine gitm e, saha içi ve dışındaki bü tün taraftarları top tan ‘kontro l altında tu tm a’ yerine bilinen holiganları tecrit etm e benzeri daha seçici polis taktikleri gibi teknik değişiklikler de yer alıyordu. Da­hası polis, saha içinde denetim i sağlamayı ku lüp görevlile­rine bıraktığı için, daha ciddi vakalara yoğunlaşabilm işti. Şüphesiz bü tün bu tedbirler h em para hem de insan gücü bakım ından daha pahalıya, çok daha pahalıya m al o luyor­du. İngiltere’de 1996 Avrupa Kupası’n ı denetlem ek için 10 bin kişinin görevlendirilm esi gerekm işti; 2006’da A lm an­ya’da yapılacak Dünya Kupası’nm ne kadar para ve insan gücüne mal olacağı konusundaysa şim diye kadar herhangi bir tahm ine rastlam ış değilim. Ancak burada önem li olan, çok da aşırı tedbirlere başvurm a gereği duyulm adan belli b ir iyileşm enin sağlanm ış olm asıdır. Yine, bugün New York, 1970’lerin ve 1980’lerin pis ve hakikaten tehlikeli New York’u n u hatırlayanlarım ızın doğrulayacağı gibi, çok daha güvenli bir yerdir. Belediye başkanı Rudy G iuliani’n in girişim leri sayesinde bu başanya büyük ölçüde, zaten fazla d ikkat çekici bir cephanelikle dolaşan New York polisleri­n i arttırm aktan ziyade, polis taktiklerindeki değişikliklerle (sıfır tolerans) ulaşılm ıştı.

Böylece ikinci soruya geliyorum : Kamu düzenini denet­lerken kaba kuvvet ile ikna yöntem i ya da kam usal güven arasındaki denge nasıl kurulacaktır? Şiddet çağında düze­ni m uhafaza etm ek artık hem daha zor hem de daha tehli­

160

kelidir. Polis artık , fiziksel saldırıyı bertaraf etmeye yara­yan aletlerin kullan ıld ığ ı ve sokaktaki polis m em urların ın kalkanlı ve z ırh lı O rtaçağ şövalyelerine benzer üniform alar giydikleri günlere kıyasla daha iyi silahlı ve teknolojik ba­kım dan daha donanım lıd ır. Hatta polis, kendin i siyasetçi­ler, m ahkem eler ve liberal m edyadan ayn (ve onların ca­hilce eleştirilerine m aruz kalan), özel m esleki bilgiye sahip bir ‘m uhafız’ organı görm eye pek bayılm aktadır. Bugün dünyanın her tarafı, kam uoyu önünde hüküm etler ve m edya nasıl b ir dil tu ttu ruyo r olursa o lsun, düzeni ayakta tutm ayı sağlayan şeyin hukukun değil, gücün (gerekirse de şiddetin) egem enliği olduğuna inanm ış, ayrıca bu inançlannda hü k ü m etin ve kam uoyunun ö rtü k desteğini arkalarına alm ış du rum daki polisle ve güvenlik servisleriy­le do ludur. İng iltere’de, sakin geçen 1950’li ve 1960’lı yıl­ların ard ından , IRA, m adenci grevleri ve ırk isyanlarının yarattığı yeni du rum a karşı ilk tepki, Britanya’n ın anakara­sında bile karşıt güçleri ezmeye yönelm ek, daha kapışm a- cı, hatta yarı-askeri yollara başvurm ak doğrultusundaydı. Teröristlerle karşılaşm ak, polisin m ilitarizasyonunu iyice cesaretlendiren b ir etki yapmıştı. Fakat ‘ö ldürm ek için ateş etm e' politikası, Brezilyalı Jean C harles de M enezes gibi m asum -ve kaçınılm az- kurbanlar da ortaya çıkaracaktı. Ö te yandan Britanya, ne şans ki, henüz k ıtan ın diğer ü lke­lerinde izlenen yola sapm ış, Fransız CRS gibi özel silahlı ayaklanm a m angaları kurm aya yönelm iş değildir.

Ö te yandan burada , polisin temel m antığ ın ın iki y ö n ü ­ne -işaret etm em gerekiyor. B unlardan birisi, polislerin ütopyacı in san la r o lm adıklarıdır. O nlar, suçu tam am en o rtadan kaldırm aya çalışıyor da değillerdir; sadece suçu

161

azaltıp denetim altında tu tm an ın , sivil nüfusun sessiz sa­kin b ir hayat sürm esin i sağlam anın peşindedirler. Bu da sıradan polis m em urların ı siyasal kam panyalara şüpheyle yaklaşır b ir konum da tu tm aktad ır. Polislerin bizi daha çok ilg ilendiren ikinci özelliğiyse, polis m em urları ‘bela çıkaran kişiler’i tecrit e tm ekle ve takibe alm akla uğraşır­ken, düzenleri korunm ası gereken insanlarla anlaşm azlığa düşm em elerin in gerektiğidir. Ö zellikle de bazı gruplara karşı aşırı veya açık güç kullanm ak, bir b ü tü n olarak hal­kı olm asa bile, say ılan kabarık olup, yanlış yollara sapm a ih tim allerinden dolayı kon tro l a ltında tu tu lm ası gerek ti­ğine inanılan g ru p lan (siyahlar, ergen gençler, Asyalılar, vb.) düşm an edici b ir etk i yaratabilir. Dolayısıyla, bu y ö n ­de tu tum lar alm ak kam u düzen in in önündeki tehlikeleri çoğaltacaktır. B unun nasıl gerçekleşebileceğinin iyi b ir ö r­neği, 1970’li y ıllarda görü len , yankesiciler hedef seçilm iş olsa da polisin istisnasız herkese uyguladığı (ve yerel ha l­k ın gözünde siyahlara kaışı ırkçı b ir saldırıya dönüşm üş olan) ‘d u rd u r ve ara’ operasyonu sonucu patlak veren N othing Hill Karnavalı ayaklanm asıydı. İşte bu gerçek b ir tehlikedir. 1981 B rixton isyanında, polisin b ü tün siyahla­ra potansiyel isyancı m uam elesi yaptığ ından ve bu suretle so run ları azd ırd ığ ından k im sen in şüphesi yoktur. Yalnız burada talihli bir d u ru m olarak, Kuzey İrlanda’yla ilgili so run lar yaşanırken B ritanya’n ın anakarasındaki polis güçlerin in , b ü tü n Irlandalılan potansiyel IRA üyesi sayma kolaycılığına büyük ölçüde karşı koyduklarına işaret e t­mek isterim , ister şiddet ister h u zu r çağında o lsun , kam u düzenini m uhafaza etm ek, güç, güven ile/aklı kullanm a arasındaki dengeye bağlıdır.

162

Bu ü lkede norm al k o şu lla rd a . ara sıra m eydana gelen aksak lık ların üzerine gitm ek, büyük oranda hüküm etin ve kam u düzen i güçlerin in sağladıkları dengeye güven­meye bağlı o lm uştu r. Ne var ki, 11 E ylül'den beri koşul­lar a rtık norm al değildir. Ülke dışı kaynaklı, b ilinm eyen am a k o rkunç teh like lerin söz konusu o lduğunu vurgula­yan, k itle im ha s ilah lan isterisine, yanlış bir isim lendir­m eyle ‘terö re karşı savaş’ bahanesine, yine yanlış tan ım ­lanm ış dış düşm anlarla on ların ü lke içindeki terörist a jan larına karşı ‘hayat tarzım ızı savunm a’ gerekçesine sa­rılan siyasa] re to rik ; dev b ir dalga gibi hepim izi boğm ak üzeredir. Ü stelik bu, terörle m ücadeleye yardım cı olm ala­rın ı sağ lam aktan ziyade yu rttaşların kanı ve canı üzerin ­den koz sağlayacak şekilde tasarlanm ış bir re to rik tir - b u ­n u n hangi siyasal hedeflerle yü rü tü lm esin in uygun düşe­ceğini size b ırak ıyorum . Ç ünkü insan ların kam ve canı üzerinden koz sağlam ak ya da panik yaratm ak, tam da te­rö ris tle rin başarm ak üzere çaba harcadık ları şeydir. Terö­ristle r siyasal am açlarına genelde başkaların ı ö ldürerek değil, ö ldü rm e propagandası yapıp halkı dem oralize ede­rek u laşırlar. B ritanya’n ın önünde gerçekten sürekli bir terö rizm prob lem i bu lu n d u ğ u sırada, yani IRA operas­yonları dönem inde, yetk ililerin terörle m ücadele e tm ek­teki tem el kuralları, eğer m üm künse , onlara propaganda im kânı tan ım am ak, onun yerine daha çok karşı-tedbirle- rin herkesçe b ilinm esin i sağlam aktı.

Öyleyse, zihinlerim izi çerçöpten tem izlem ekte büyük fayda var. ‘Teröre karşı savaş’ denen çizgi, ‘uyuşturucuya karşı savaş’ ya da ‘cinsiyetler arasında savaş’tan bahsettiği­m izde kullandığım ız m etaforik anlam ı dışında bir savaş

163

değildir. ‘D üşm an’ bizi yenilgiye uğratacak, hatta ciddi za­rar verdirecek bir konum da değildir. 2005’te ABD Dışişle­ri Bakanhgı’nm dünya çapındaki terörizm le ilgili olarak yaptığı bir araştırm a, gerçek b ir savaş olan Irak’ı atlayarak, dünya çapında 6.600 kayba m al olan 7.500 ‘terörist saldı- rı’m n bilgisini verm ektedir (bu tab lonun akla getirdiği bir sonuç, bu tü r sald ırıların çoğunun fiyaskoyla neticelendi- ğidir). Şu anda, çok tan beri alışık olduğum uz küçük grup teröristleriyle karşı karşıya bulunm aktayız - ik i önem li ye­n i özellik dışında: Eski terö ristlerden farklı olarak şim diki­ler, ayrım gözetm eyen katliam lara girişmeye hazırdırlar, hatta bunu fiilen am açlıyor olabilirler. G erçekten, yeni dö­nem terörist sald ırılarda, kayıpların sayısı dö rt haneli ra­kam lara ulaşan bir katliam gerçekleştirilm iş; onun yanın­da yüzlerce kişinin ö lüm üne m al olan birkaç saldırıyla, iki haneli kayıplar verdiren onlarca saldırı yaşanm ıştır. Diğer özellikse, ü rkü tücü derecede tarihsel bir yenilik olan in ti­har bom bacılarıdır. Özellikle in ternet çağında ve hem en herkesin küçük, taşınabilir am a son derece yıkıcı güçteki silahlara ulaşm a im kânı bu lunan bir devirde, bu yeni özel­likler oldukça ciddi sonuçlara yol açabilir. Bu tablonun es­ki terörizm kalıp larından daha ciddi bir tehdit doğurduğu­nu ve işlen bu tehlikeyle m ücadele etm ek olan k u rum lann olağandışı çabalarının m eşru sayılacağını yadsıyor değilim. Fakat, burada tekrarlam alıyım ki, bu bir savaş değildir ve bir savaşa yol açm ayacaktır. Bu, tem elde, son derece ciddi bir kam u düzeni so ru n u d u r sadece.

Öte yandan kam u güvenliği, halk ın deyişiyle ‘hukuk ve düzen’, özünde barış zam anındaki sivil hayata göre yapısı belirlenm iş kurum lar ve yetkililerce (polis bunlara dahil-

164

dir) k o ru n u p kollanm ıştır. Savaş k u ru m la n (yani, esas ola­rak silahlı kuvvetler) ise yalnızca savaş hallerinde ve sivil h izm etlerin kesintiye uğradığı ender durum larda seferber edilm ektedir. Kuzey İrlanda’daki gibi kısm i savaş hallerin ­de bile, yaşadığım ız uzun süreli deneyim ler bize kam u dü ­zenini askerlerle (o rdudan ayrı, düzenli bir polis gücü ol­m adan) korum aya çalışm anın siyasal teh likelerin i öğret­m iş bu lunuyor. Gelgelelim, terörizm hakk ında b ü tü n bu söylediklerim ize rağm en, hiçbir A vrupa Birliği ülkesi şu anda savaşta olm adığı gibi, yakın gelecekte böyle b ir ih ti­m alle karşı karşıya da değildir; aynca, Avrupa Birliği ü lke­lerinden herhang i biri, küçük aktivist g rup ların ın ciddi bi­çim de istikrarsızlığa sürükleyebileceği derecede kırılgan bir toplum sal ve siyasal dokuya sahip değildir. U luslarara­sı terörizm in şu dönem ki aşaması, siyasal ya da stratejik b ir u n su r o larak söz konusu olm asa da bu hareketlerin geçm işte bü ründük leri hallerden daha ciddidir; çünkü -bi­lerek ayrım gözetm eden- katliam işlem e ihtim alleri yük­sektir. Yine de bence bu tehlike, 1970’lerden sonra gözlen­m iş olup, İngiltere’yi ve ABD’yi vurm adığı için basın yayın organların ın pek dikkatin i çekm eyen siyasal suikastlar sal­g ın ın ın doğurduğundan daha azdır. Kaldı ki 11 Eylül sal­dırısı da, New York’taki hayatı en fazla birkaç saat kesin ti­ye uğratabilm iş, norm al sivil h izm etler kısa sürede ve etk i­li b ir şekilde yeniden rayına o tu rtu lm uştur.

Terörizm özel çabalar harcanm asın ı gerekli kılar, fakat bu m ücadelede kon tro lü kaybetm em ek önem lidir. T eori­ye baktığ ım ızda, İrlanda so ru n u n d an kaynak lanan olay­larda o tuz yıl boyunca soğukkanlılığ ın ı asla kaybetm em iş olan bir ü lke, şim di de terörizm le m ücadele ederken ben­

165

zer bir şekilde davranabilm elid ir. Pratikteyse, gerçek te rö ­rizm teh likesin in kaynağı, b ir avuç m eçhul fanatiğin ger­çek tehdidi değil, on ların faaliyetlerinin yol açtığı, bugün hem m edyanın hem de akılsız hüküm etle rin körükleyip durduk ları akla m antığa sığd ın lam az korku atm osferid ir. Bu, çağım ızın belli başlı teh likelerinden b irisid ir ve kesin ­likle küçük terö rist g rup ların sebebiyet verebileceklerin­den daha büyük b ir tehlikedir.

166

İMPARATORLUK GİTTİKÇE VE HÂLÂ GENİŞLİYOR

10

D ünyanın bugünkü durum u daha önceki hallerine he­m en hiç benzem iyor. Daha önce görülm üş olan dünya ça­pındaki im paratorluklar (16. ve 17. yüzyıllardaki İspanyol, 19. ve 20. yüzyıllardaki Britanya im paratorlukları gibi), bu ­gün Am erikan im paratorluğunun sahip olduğu özelliklerle çok az kıyaslanabilecek örneklerdir.

Biz bugün son derece bütün leşm iş haldeki bir dünyada yaşıyoruz, bu dünyan ın sıradan işlem lerin in hepsi başka işlem lere ve tasarruflara göre ayarlanıyor ve işlerin gidişa­tındaki herhang i b ir tasarru f ya da kesinti doğrudan kü re ­sel çaplı sonuçlar doğuruyor (sözgelim i SARS, Çin’de b ir

167

yerde bilinm eyen bir kaynak tan başlayıp sıçrayarak, b ir­kaç gün içerisinde dünya çapında bir fenom ene dön ü ş­m üştü). Dünya ulaşım sistem inin , uluslararası top lan tılar ve ku rum ların , küresel pazarların , hatta b ü tü n ekonom i­lerin bozulm ası, önceki dönem lerde akla bile getirilem ez bir şekilde m eydana geldi.

Ekonom ideki ve öncelikle askeri güçteki, sürekli dev- rim lerle geliştirilen teknoloji m uazzam bir güce ulaşm ış durum da. Teknoloji artık askeri karşılaşm alarda eskisinden çok daha belirleyici b ir konum a ulaştı. Bugün dünya ölçe­ğindeki bir siyasal güç, son derece büyük bir devletin yanı sıra bu teknolojiye sahip ve hakim olmayı gerektiriyor. Ö n­ceden büyüklük etkeni çok önem li değildi: Devrin en b ü ­yük im paratorluğunu idare eden Britanya, o dönem in stan ­dartlarıyla bile ölçüldüğünde, oldukça orta boyda bir dev­letti. Yine 17. yüzyılda, İsviçre’yle aynı büyüklükte bir dev­let olan Hollanda, dünya çapında bir oyuncu olabilmişti. Bugünse, ne kadar zengin ve teknolojik bakım dan ileri d ü ­zeye gelmiş olursa o lsun, görece ölçülerle bile dev diyem e­yeceğimiz b ir devletin küresel güç rolüne soyunabilm esi akla dahi getirilemez.

G ünüm üz po litikasın ın doğası karm aşıktır. Çağımız hâlâ u lus-devletleı çağıdır -kü rese lleşm en in işlem eyen tek yönü de budur. B ugünün ulus-devleti, fiilen herkesin , sıradan sak in lerin önem li ro ller oynadıkları özel tü rde bir devlettir. G eçm işte karar alm a yetki ve konum una sahip o lanlar, devletleri n ü fu su n çoğunluğunun düşüncesin i pek de um ursam adan idare ederlerdi. 19. yüzyılın sonla­rıyla 20. yüzyılın başlarındak i hüküm etler, halkların ı d i­ledikleri gibi harekete geçirip seferber edebileceklerine

168

güveniyorlardı -geçm işe baktığım ızda ak lım ızın pek al­m adığı b ir d u ru m d u r bu. Gelgelelim, in san ların d üşündü ­ğü ya da yapm aya hazırlandığı şeyler bugün eskisinden daha fazla kend ilerin i gözetm ektedir.

ABD’nin em peryal projesinin kilit yenilik lerinden birisi, başka bü tün büyük devletlerle im paratorlukların kendileri­nin tek olm adıklarını bildikleri, dolayısıyla hiçbirin in dün ­ya çapında bir egemenliği am açlam adıkları gerçeğiydi. Da­ha önce hiçbir im paratorluk, dünyanın m erkezinin kendisi olduğuna inansa bile (örneğin, Çin’in du rum unda , ya da en gücü zirvesine çıktığı zam anki Roma İm paratorluğu’nda ol­duğu gibi) yenilm ez bir arm ada olduğuna inanm ıyordu. Soğuk Savaş’ın bitim ine kadar dünyaya egem en olan u lus­lararası ilişkiler sistem inin tasavvur edebildiği en büyük tehlike, bölgesel egem enlikti. Yalnız bu noktada, 1492’den sonra hayat bu lan dünyanın her tarafına ulaşm a im kânı, küresel, dünya çapındaki egemenlikle karıştırılm am alıdır.

19. yüzyıldaki Britanya İm parato rluğu , gerçekten yer­y üzünün her tarafına ulaşabilm esi an lam ında tek im para­to rluk tu ; zaten A m erikan im parato rluğuna b ir emsal o luş­turm ası ancak bu açıdan m üm kündür. Buna karşılık , ko ­m ünist dönem lerinde Ruslar, tepeden tırnağa dönüşm üş b ir dünyan ın rüyasın ı görüyorlar, fakat, Sovyetler Birliği gücünün do ruğuna çıkm ışken bile, dünyayı egem enlikle­ri altına a lm anın tahayyül ötesi b ir ih tim al o lduğunu ad ­ları gibi b iliyorlardı; kaldı ki, Soğuk Savaş’ta yerleştirilen retoriğin tersine, asla ciddi biçim de dünya egem enliği pe­şinde koşturm am ışlard ı.

Gelgelelim , b u g ü n k ü ABD’n in h ırs lan ile b ir yüzyılı aşkın b ir sü re önceki Britanya’nın h ırs ların ı karşılaştırd ı-

169

gım ızda ortaya çarpıcı bir zıtlık çıkacaktır. B irincisi, A m erika Birleşik Devletleri fiziksel bakım dan m uazzam b üyük lük te b ir ü lked ir ve yeryüzünün en kalabalık n ü ­fuslarından b irine sah ip tir -ay rıca , A vrupa Birliği’nd en farklı olarak, neredeyse sınırsız göçm en kabul etm eyi h â ­lâ sü rdü rm ek ted ir. Yine, ikisi arasında ü slûp farklılık ları söz konusudu r. Britanya im parato rluğu gücünün doru- ğundayken y eryüzünün dörtte birlik bir kısm ını istila e t­m işti ve bu bölgeleri fiilen yönetiyordu . ABD ise, 19. yüz­yılın sonuyla 20. yüzyılın başında söm ürgeci em peryaliz­m in u luslararası ö lçekte b ir fiili uygulam a haline geldiği kısa dönem ler d ışında, h içbir zam an söm ürgeciliği ger­çekte hayata geçirm eye kalkm am ıştır. ABD bun u n yerine hep , bilhassa da tek b ir rak ib in in bile bu lunm adığ ı batı yarım küresinde, bağım lı ü lkeler ve uydu devletlerle iş görm eyi yeğlem iştir. B ritanya’dan farklı olarak ABD, 20. yüzyılda bu bölgelere silahlı m üdahalede bu lunm ayı ön plana çıkaran b ir politika geliştirm iştir.

O devirlerde dünya im paratorluğunun belirleyici kolu deniz gücü, yani donanm a olduğu için, Britanya im parator­luğu dünyanın birçok köşesinde stratejik bakım dan önem ­li deniz üsleri ve askeri hazırlık istasyonları kurm aya yönel­mişti. Bunun için, Britanya bayrağı Cebelitarık’tan St. Hele- na’ya ve Falkland A dalan’na kadar her yerde dalgalanıyor­du ve hâlâ dalgalanm aktadır. ABD ise, Pasifik bölgesi dışın­da, bu türden üslere ancak 1941’den sonra ihtiyaç duym a­ya başlam ıştı, fakat bu amaçla izlediği yol da, o günlerde gerçek anlamıyla ‘istekli olanların koalisyonu’ dediği güç­lerle anlaşmaya varm aktı. Bugünse durum farklıdır. Ameri­ka Birleşik Devletleri, çok fazla sayıdaki askeri üslerini hem

170

doğrudan hem de dolaylı yollarla denetlem esi gerektiğinin çok iyi farkındadır.

Her iki gücün iç devletlerinin yapısı ve ideolojilerinde de önem li farklılıklar söz konusudur. Britanya im paratorlu­ğunun kendince bir amacı vardı, ama, propaganda aygıtla­rın ın bu uğurda daha fedakârca güdülerle hareket ettikleri­ni yaymayı daha cazip bulm alarına rağm en, bu amaç evren­sel kapsam da değildi. Nasıl Britanya’n ın deniz gücünü hak­lı gösterm enin bahanesi olarak köle ticaretin in kaldırılması gösterilmişse, bugün de Am erika’n ın askeri gücünü haklı gösterm ek için genellikle insan hakları argüm anına başvu­rulm aktadır. Öte yandan ABD, devrim Fransa’sı ve devrim Rusya’sı gibi, evrenselci devrim e dayalı bir büyük güçtür; bu yüzden, dünyanın geri kalanının kendisini örnek alarak takip etm esi, hatta kendisin in dünyanın geri kalan kısm ı­nın özgürleşm esine yardım cı olm ası gerektiğine inanm ak­tadır. Bugün yeryüzünde, insanlığa hayır işledikleri inan­cıyla kendi çıkarlarını kovalam aktan başka bir şey yapm a­yan im paratorluklardan daha tehlikeli bir şey hem en he­m en hiç yoktur.

Yine de aralarındaki tem el farklılık, Britanya im para­to rluğunun , dünya ölçeğinde b ir egem enliği bulunm asına (hatta bazı bakım lardan , kolları dünyada -şim di okyanus­ları, başka h içb ir ü lken in gökyüzünü denetlem eyi düşü ­nem eyeceği ölçüde tek elle kon tro l eden- ABD’den bile daha uzak köşelere u laşm asına) rağm en, küresel bir güç olma hedefiyle hareket etm em iş, hatta Avrupa ve Amerika gibi bölgelerde bile askeri ve siyasal bakım dan karasal egem enlik kurm ayı hedeflem em iş olm asıdır. İm paratorlu­ğun temel çıkarı, B ritanya’n ın ekonom ik çıkarların ın elde

171

edilm esiyle sın ırlıydı ve bu da başka ülkelere m üm kün o l­duğunca az karışılm asını gerektiriyordu; im paratorluğu yöneten ler Britanya’n ın büyüklük ve kaynakların ın bir sı­n ın o lduğunun her zam an farkındaydılar. 1918’den sonra da im parato rluğun gerilem e sürecine girdiğini çok keskin bir şekilde h issetm işlerdi.

Ancak ilk sanayi ülkesi olarak Britanya’n ın dünya çapın­daki im paratorluğu, Britanya ekonom isinin gelişmesine çok büyük katkıda bu lunduğu dünya çapında b ir etki yap­ma eğilimiyle birlikte yürüm üştü . Britanya im paratorluğu, m erkez ülkede sanayi geliştikçe, esasen daha az gelişmiş ü l­kelere m am ul mal ihracatına dayanan, bunun karşılığında kendisinin dünyadaki ana m alların başlıca pazarı haline geldiği bir uluslararası ticaret sistemiydi. Britanya dünya­nın atölyesi olm aktan çıkınca, yeryüzündeki finansal siste­m in m erkezi haline gelmişti.

Fakat ABD ekonom isinde durum böyle değildi. ABD ekonom isi, dev bir pazar olma potansiyeliyle yerli sanayile­rin dış rekabete karşı korunm asına dayanıyordu ve bu m o­delin ABD politikasını hâlâ etkileyen güçlü öğelerden biri olduğunu söyleyebiliriz. ABD sanayii dünya çapında ege­m en konum a geldiğinde, serbest ticaret Britanya’ya olduğu gibi ona da uyum gösterecekti. Ne var ki, 21. yüzyıl Ame­rikan im paratorluğunun zayıf yanlanndan birisi, günüm ü­zün sanayileşm iş dünyasında ABD ekonom isinin artık eski­si kadar egemen bir konum da olmamasıdır. ABD şim diler­de dünyanın geri kalan ülkelerinden m uazzam m iktarlarda m am ul mal ithal etm ektedir; hem iş çevrelerinin hem de seçm enlerin bu tabloya karşı tepkileri de genellikle koru­macı bir zem inde şekillenm ektedir. ABD’nin denetim inde­

172

ki serbest ticaretin egemen olduğu bir dünyanın ideolojisi ile ABD içindeki, bu sistem in işleyişi sebebiyle zayıflamış durum da bulan önem li kesim lerinin siyasal çıkarları ara­sında apaçık bir çelişki söz konusudur.

Bu zayıflığın aşılabileceği az sayıdaki yollardan birisi, si­lah ticaretinin genişlem esidir; işte, Britanya im paratorluğu ile Am erikan im paratorluğu arasındaki başka bir farklılık burada görülecektir. Bilhassa İkinci Dünya Savaşı’ndan be­ri, m odem tarih te emsali görülm em iş bir barış çağında ABD’n in sürekli olarak silahlanm asında olağanüstü büyük artış gözlenm iştir; Başkan Eisenhow er’m Askeri Sanayi Kom pleks dediği o lgunun egem enliğinin sebebini burada arayabiliriz. Soğuk Savaş dönem ince, yani kırk yıllık bir sü ­re boyunca her iki kam p da sanki süregiden bir savaş var­mış, ya da h e r an bir savaş çıkıverecekmiş gibi hareket et­m işler ve bu yönde politikalar izlemişlerdi. Oysa Britanya im paratorluğu, büyük uluslararası savaşların yapılmadığı bir yüzyılda (1815’ten 1914’e kadar geçen dönem de) gücü­nün doruk noktasındaydı. Dahası, ABD ile Sovyetler Birli- ği’n in güçleri arasındaki apaçık eşitsizliğe rağm en, ABD si­lah sanayiinin büyüm esi doğrultusunda ortaya çıkan d ü r­tüler, Soğuk Savaş’m bitm esinden önceki yıllarda bile çok daha kuvvetli b ir ivme kazanm ıştı -v e bu durum o zam an­dan beri devam etm ektedir.

Soğuk Savaş ABD’yi Batı dünyasının hegem on gücü d u ­rum una getirdi. Yine de bu konum , ABD’nin bir ittifakın başı olması itibariyle geçerliydi. Fakat elbette göreli güç dengesi konusunda bir yanılsama söz konusu değildi. Güç W ashington’daydi, başka bir yerde değil. Bir bakım a Avru­pa, o zam anlar Am erika’nın dünya im paratorluğunun man-

173

lığını kabullenm iş haldeydi, oysa bugün için ABD hüküm e­ti, Am erikan im paratorluğuyla hedeflerinin artık gerçek an­lamıyla kabul görm ediği bir durum la karşı karşıyadır. O r­tada istekli olan ülkeleri bir araya getiren bir koalisyon fa­lan yoktur; fiilen ABD’n in şim diki politikası, ABD hüküm e­tin in başka zam anlarında (hatta, herhangi bir büyük devle­tin herhangi bir çağda) izlediği politikalardan daha fazla benim seniyor değildir.

Amerikalılar, Sovyet ordularına karşı savaşta Avrupalıla- n n ön saflarda olması gerektiği gibi bir durum u sağlamak için dahi olsa, uluslararası ilişkilerde ittifak halinde hareket etmeyi oldukça ılımlı yollarla gelenekselleştirm eyi başar­m ışlardı; ısrar ettikleri tek nokta, bu ittifakın, Am erikan as­keri teknolojisine bağlı kalınarak ve ABD’n in işine yaraya­cak şekilde yürütülm esiydi. Dolayısıyla, Avrupa’da bağım ­sız bir askeri potansiyel bulunm asına kararlılıkla karşı çık­m aktaydılar. Am erikalılar ile Fransızlar arasında De Gaulle devrinden sonra patlak veren uzun süreli sürtüşm enin kök ­leri, Fransızların devletler arasındaki ittifakları ebedi say­maya yanaşm am alarında (ve bunun yanı sıra, ileri teknolo­jiye dayalı askeri donanım üretm e konusunda bağımsız bir potansiyele sahip olma konum ların ı sürdürm ekte ısrar et­m elerinde) aranm alıdır. Yine de bu ittifak, aksi yöndeki bü ­tün işaretlere rağm en, esasen istekli tarafların rızalarına da­yalı gerçek bir koalisyondu.

SSCB’nin çöküşü ABD’yi, başka hiçbir devletin m eydan okuyam adığı ya da kafa tutm ayı istemediği tek süper-güç olarak bıraktı. ABD’n in gücünün aniden ve olağandışı bi­çim de, acımasızca ve uzlaşmaz bir ezicilikle ortaya çıkışını anlam ak aslında pek kolay değildir; ayrıca bu durum un,

174

Soğuk Savaş dönem inde geliştirilip uzun süre test edilen emperyal politikalara uym adığı gibi, ABD ekonom isinin çı­karlarıyla birebir uyum içinde olmadığını anlam aksa daha da zordur. Son dönem de W ashington^ egemen olan politi­kalar, dışarıdan bakan herkese o denli delice görünm ekte­dir ki, gerçek niyetlerin ne olduğunu kestirm ek dahi son derece zorlaşm aktadır. Ancak şu anda bu ülkeyi yöneten, en azından yarı yarıya yönetiyor olsa da W ashington’da ana politikaları belirleyen kesim lerin zihinlerindeki tasavvu­run, askeri güce dayanarak küresel çapta bir ü stün lük sağ­lam ak olduğu besbellidir. Bu ana politikanın nasıl bir ama­ca hizm et ettiğiyse hâlâ belirsizliğini korum aktadır.

Peki, bu politikanın başarılı olma ihtimali var mıdır? Bu­günkü dünya, tek bir devletin ona egem en olamayacağı ka­dar karm aşıktır. Amerika Birleşik Devletleri de, ileri tekno­lojili silahlara dayanan askeri üstünlüğünü bir tarafa bıra­kacak olursak, gittikçe azalan, ya da potansiyel bakım dan gittikçe azalan ak tif varlıklarına bel bağlamış durum dadır. Ekonom isi -büyük de olsa- küresel ekonom ide giderek da­ha azalan bir payı oluşturm aktadır. Dolayısıyla, uzun vade­de olduğu ölçüde kısa vadede de zaaflıdır. Û m egin, diyelim yarın OECD ü lkelerin in b ü tün faturalarını dolar yerine eu­ro üzerinden kesm eye karar verdiğini düşünün , bakalım neler o lur o zaman!

Amerika Birleşik Devletleri bazı siyasal üstünlüklerin i hâlâ elinde tutm akla beraber, son on sekiz ayı aşkın zam an­da bu avantajlarının çoğunu -deyiş yerindeyse- pencereden atıp savurm uştur. A m erikan kü ltü rünün dünya k ü ltü rün ­deki -ve İngilizce'deki- egem enliğinin önem ini ortaya ko­yan sadece m inör avantajları kalm ıştır elinde. Ancak Ame-

175

rikahlann şu andaki em peryal projeleri açısından asıl sarıl­dıkları büyük varlıkları, askeri alandadır. Amerikan im pa­ratorluğuyla askeri açıdan hiç kim se rekabet edemez ve ön ­görülebilir bir gelecekte bu du rum un değişme ihtim ali yok­tur. Yine de bundan, Am erika’n ın askeri ü stün lüğünün , ye­relleşmiş savaşlarda belirleyici bir önem inin olm asından hareketle, her düzeyde m utlak anlam da belirleyici bir rol oynayacağı sonucu çıkarılam az. Fakat pratik alana baktığı­m ızda, hiç kim senin -Ç inlilerin bile- Amerikalıların tekno­lojisinin yanına yaklaşamayacağı ortadadır. Yalnız burada, salt teknolojik üstün lüğün sın ırlan üzerinde biraz daha dikkatle durm akta yarar bu lunduğu kanısındayım .

Şüphesiz A m erikalılar teo rik açıdan bü tün dünyayı iş­gal etm eyi am açlıyor değillerdir. O nların am acı, dışarıya savaşa gitm ek, arkalarında kend ilerine dostane yaklaşa­cak hüküm etle r b ırakm ak ve tek rar evlerine dönm ektir. Fakat bu m odel işlem eyecektir. Salt askeri açıdan baktığı­m ızda, İrak Savaşı çok başarılı o ldu. A ncak, salt askeri açıdan değerlendirild iğ i için, b ir ülkeyi işgal ettiğinizde yapılm ası gereken belli başlı zo run lu luk la rın (Britan­ya’n ın klasik söm ürge m odeli H indistan’da uyguladığı üzere, o ü lken in idare edilm esi, düzen in in korunm ası, as­gari işlev ve h izm etlerin in sü rdü rü lm esi, vb.) görm ezlik­ten gelinm esi so n u cu n u da doğu rdu . A m erikalıların Irak ’la dünyaya sunm ak isted ik leri ’dem okrasi’ m odeli, olm ayan bir m odeld ir ve kend i am açlarıyla alakası yok­tur. ABD’nin başka devletler arasında gerçek m üttefik le­re, ya da o rd u su n u n fethedebileceği (fakat fiilen idare edem eyeceği) ü lkelerde gerçek b ir halk desteğine ihtiyaç duym adığı inancı, baştan aşağı fantezi ve safsatadır.

176

Irak’taki savaş ABD’nin aldığı kararların ne denli saçma o lduğunun iyi bir örneğiydi. Irak zaten Am erikalıların yendiği, sadece henüz yere yıkılm am ış bir ülkeydi ve o ka­dar zayıftı ki bir kez daha bozguna uğratılm ası işten bile değildi. Savaşın sebepleri arasında bu ü lken in varlıklarının -petro lün- bir etken olduğuna şüphe yoktu , ancak esasen bir u luslararası güç gösterisi şeklinde gerçekleştirildiği de herkesçe b ilin iyordu . W ashington’daki delirm iş yönetici­lerin ağızlarında sakız gibi çiğnedikleri politikanın, yani b ü tü n O rtadoğu’n u n baştan aşağı yeniden form üle edilm e­si am acının iler tu ta r tarafı yoktur. Eğer onların amacı Suudi krallığını devirm ekse mesela, o hanedanlığ ın yerine ne koym ayı planlıyorlardı? O rtadoğu’da değişim sağlama konusunda ciddilerse bile, ellerinden gelen tek şeyin İsra­illilerden yana saf tu tm ak olduğunu biliyoruz. Bush’un ba­bası b u n u yapm aya hasırdı, fakat şu anda Beyaz Saray’da o tu ran kişi' buna aynı ölçüde hazır değil. Tersine, oğul Bush’u n hüküm eti O rtadoğu’nun iki sağlam seküler h ü k ü ­m etinden b irin i tam am en yok ederken, diğerine, Suriye’ye karşı da harekete geçmek üzere.

ABD’n in politikasın ın ne kadar boş olduğu, halkla ilişki­ler düzeyinde ortaya atılan am açlardan da kolayca anlaşıla­bilir durum dadır. ‘Kötülük ekseni’ ya da ‘yol haritası’ gibi deyişlerin kullanılm asındaki amaç, siyasal açıklam aları ber­raklaştırm ak değil, sadece kendi siyasal potansiyellerini üst üste koyan sıradan demeçlerle du rum u idare etmek. Son on sekiz ayda dünyanın kafasına boca edilen bu saçma sapan açıklam alar (b ir bakım a, Orwell’m ‘yenikonuş’u), aslında ortada gerçek bir politika bulunm adığ ın ın göstergesidir. Bush politika yapmıyor; onun yaptığı, sahne perform ansm -

.177

dan ibarel. Richard Perle ve Paul W olfowitz gibi resmi yet­kililer de, hem özel sohbetlerinde hem de kam unun ö n ü n ­de Rambo gibi konuşup abuk sabuk laflar ediyorlar. Fiilen var olan tek ölçü, ABD’nin ezici gücü. Gerçek dünyada, ABD’nin yeterince küçük gördüğü ve çabucak başarıya ula­şabileceği her ülkeyi istila edebileceğini tabii ki adları gibi biliyorlar. Fakat bu, bir politika değildir ki. İşlemesi de m üm kün değildir. Haliyle, böylesi sözde politikaların ABD açısından sonuçlan çok tehlikeli boyutlara ulaşacaktır. Ül­ke içi dikkate alındığında, dünyayı -asıl olarak askeri araç­larla- kontrol etmeyi hedefleyen bir ülke açısından esas teh­like, ciddi ciddi küçüm senen bir tehlike olan m ilitarizas- yondan gelm ektedir.

Uluslararası düzlem deyse tehlike, dünyanın istikrarsız- laşm asıdır. O rtadoğu, bu istikrarsızlaşm anm sadece bir örneğidir; şim di O rtadoğu on yıl, ha tta beş yıl öncesine k ı­yasla çok daha istik rarsız durum dadır. ABD’n in politikası, düzeni korum ak için b ü tü n resm i ve gayri-resmi a lternatif düzenlem eleri zayıflatm ak yönündedir. Avrupa’da NA- TO’yu enkaz haline getirm iştir -faz la bir kayıp değildir gerçi bu; fakat NATO’n u n ABD adına hareket edecek bir dünya askeri polis gücüne dönüştürü lm eye çalışılması gü ­lünçtü r ve onu o luştu ran ülkelerle alay etm ektir. ABD’nin politikaları A vrupa Birliği’ni de bilerek sabote etmeyi am açlam ıştır; ayrıca, dünyan ın 1945’ten beri elde ettiği büyük kazam nılardan bir başkasını, m üreffeh dem okratik sosyal refah devletlerini yıkm ayı am açlam aktadır. Birleş­miş M illetler’in inandırıcılığı ve güvenilirliği konusunda yaygın bir şekilde kabul görm ekte olan kriz durum uysa (BM tam am en G üvenlik Konseyi’ne bağımlı o lduğundan

178

ve ABD’n in veto hakkını işine gelm eyen her konuda ku l­lanıp durm asından dolayı h içbir zam an m arjinal işlevler görm ekten daha fazlasını başaram am ış o lduğu için) gö­rü n d ü ğ ü n d en daha az dram atiktir.

Dünya ABD’yle nasıl karşı karşıya gelecek, onu nasıl kontrol altında tutacaktır? Bazı insanlar, ABD’yle karşı kar­şıya gelecek güce sahip olm adıklarına inandıklarından, onun yanında saf tutm ayı tercih etm ektedirler. Daha tehli­keli olan kesim se, Pentagon’un arkasındaki ideolojiden nefret edip de, başarılı oldukça bazı yerel ve bölgesel ada­letsizliklerin ortadan kalkm asını sağlayacağı gerekçeleriyle ABD’nin projesine destek verenlerdir. Bu m odele ‘insan hak lan em peryalizm i’ adı verilebilir. Fakat bunun için asıl cesareti, Avrupa’nın 1990’larda Balkanlar’da başarısız olma­sı sağlam ıştır. Irak Savaşı’ndaki görüş ayrılıklan, ABD’de Michael Ignatieff ve Fransa'da Bernard K ouchner dahil, dünyanın hastalıklarına çare bulacak bir güç olması gerek­tiği inancıyla ABD’nin m üdahalelerine hazır etkili entelek­tüellerin azınlıkta kaldığını gösterm işti. Bugün yeryüzün­de, ortadan kalkm aları dünya adına kesin b ir kazanım ola­cak derecede kötü hüküm etlerin bu lunduğundan kimse şüphe etm iyor. Ancak bu, esasen işleyişini anlamadığı, sa­dece biri çıkıp da W ashington’m istem ediği bir şey yaptı­ğında silahlı zora başvurarak oraya kesin bir m üdahalede bu lunduğu bir dünyayla hiçbir ilgisi olm ayan bir dünya gü­cü yaratm anın , bü tün .dünya açısından gerçek bir tehlikeye dönüşm esini m azur gösterecek bir sebep asla olamaz.

Böylesi b ir ortam da, kam uoyunun çok büyük önem ta­şıdığı bir dünyada m uazzam ölçülerde m anipüle edilebili­yor olm ası sebebiyle, medya üzerindeki baskının gittikçe

179

arttığını görebiliyoruz. 1990-1991 Körfez Savaşı’nda, m ed­yanın savaş alanlarına yaklaşm asına izin verilmeyerek, Vi- etnam ’dakıne benzer b ir du rum un ortaya çıkmaması için sistem atik çabalar harcanm ıştı. Fakat bu tedbirler işe yara­madı, çünkü artık, W ashington’in öyle anlatılm asını iste­mediği haberler ak tarm aktan çekinm eyen -ve fiilen Bağ­dat’tan yayın yapan- CNN gibi medya kuruluşları vardı. İrak Savaşı sırasında kontrol da sağlanam adığından, başka ve daha etkili yollar aram aya başlanm ıştı. Bu yeni yollar doğrudan denetim biçim ine bürünebilird i, belki son çare olarak teknolojik denetim biçim ini de alabilirdi, fakat h ü ­küm etler ile tekelci m edya sah ip lerin in bir araya gelmesi­nin, diyelim Fox News’dan ya da İtalya’da Silvio Berlusco- n i’den daha büyük etki doğuracağı kesindir.

Am erikalıların şu anki ü stün lüğünün ne kadar uzun s ü ­receğini söylemek im kânsızdır. Burada m utlak bir kesinlik­le söyleyebileceğimiz tek şey, bu üstünlüğün tarihsel ba­kım dan başka im paratorluklar gibi geçici bir fenom en ola­cağına dikkat çekm ektir. Bizler öm ür sürem iz içerisinde bü tün söm ürge im paratorlukların ın sona erişine, A lm anla­rın (sadece on iki yıl süren) kendi deyişleriyle ‘Bin Yıllık İm paratorluk’ hayallerinin bitişine, Sovyetlev Birliği’n in dünya devrim i rüyasının çöküşüne şahit olduk.

Am erikan İm parato rluğu’n u n neden kalıcı olm ayabile­ceğinin içsel sebepleri vardır ve bu sebeplerden en doğru ­dan olanı, A m erikalıların çoğunun dünyayı idare etm ek anlam ında em peryalizm le de dünya egemenliğiyle de ilgi­lenm iyor o lm alarıdır. O nların ilgisini çeken şey, Am erika Birleşik Devletleri’nde yaşarken kendi durum ların ın nasıl o lduğudur. ABD ekonom isi o ölçüde zayıftır ki, bir aşa­

180

m ada hem ABD hüküm eti hem de seçm enler, dış askeri m aceralarla uğraşm ak yerine kendi ekonom ilerine yoğun­laşm aların ın daha önem li olduğu yönünde karar alabilir­ler. Dahası, o aşam aya gelindiğinde d ışarıdan askeri m ü­dahalelerin bedelin in büyük ölçüde A m erikalıların kend i­lerince ödenecek olması da bu ih tim ali arttıracak olan bir e tkend ir (böyle bir durum daha önce, Körfez Savaşı’ırda söz konusu olm adığı gibi, Soğuk Savaş dönem inde bile çok büyük oranda geçerli değildi).

Hepimiz 1977-1978’den beri kapitalist dünya ekonom i­s in in krizde olduğu koşullarda hayatım ızı sürdürüyoruz. Kapitalist dünya ekonom isi tabii ki çökm eyecekdr, fakat Amerika Birleşik Devletleri’nin, içeride ciddi sorunlar ya­şarken dış politikada aynı derecede ihtiraslı ve saldırganca davranm ası ihtim al dışıdır. îş dünyasının yerel standartla­rıyla bile Bush’un ABD adına yeterli denebilecek bir ekono­m ik politikası ortada yoktur. Bush'un halihazırdaki ulusla­rarası politikası da, ABD’nin em peryal çıkarları (ayrıca kü­resel çıkarları, hele hele ABD kapitalizm inin çıkarları) açı­sından özellikle akılcı bir çizgide sayılmaz. ABD hüküm eti içindeki görüş ayrılıklarının kaynağı burada yatm aktadır.

Şimdiki k ilit sorun , Am erikalıların b ir sonraki adımda ne yapacakları ve başka ülkelerin buna nasıl karşılık vere­cekleridir. Egem en koalisyonun tek gerçek diğer üyesi olan Britanya gibi başka ülkeler, politikalarını kabalaştıracak ve ABD’nin planladığı her şeye destek vermeyi sürdürecekler m idir? Esas olarak bu hüküm etlerin gösterm eleri gereken şey, A m erikalıların kendi güçleriyle yapabilecekleri şeyle­rin sın ırların ın olduğudur. Şimdiye değin bu noktada yapı­lan en olum lu katkı, bedelini ödeyeceklerini bile bile ken­

181

dilerinin yapmaya hazır olm adıkları şeyler bu lunduğunu söylemek suretiyle T ürk lerden gelm iştir. Fakat şu andaki başlıca uğraşım ız, ABD’yi -kontrol altında tu tm ak m üm kün olmasa bile- he r şartta eğitmek, ya da yeniden eğitm ek yö­nünde tasarlanm alıdır. Am erikan im paratorluğunun b irta ­kım sınırlam aları fark ettiği, ya da en azından kendisini sı­nırlayan şeyler varm ış gibi davranm ayı tercih edilir b u ldu ­ğu b ir dönem olm uştu. Bunun sebebi de büyük oranda ken ­disinden başka bir ü lkeden, Sovyetler Birliği’nden duyduğu korkuydu. Oysa bu tü rde b ir korkuyu artık hissetm ez o lun­ca, aydınlanm ış özçıkarın ve eğitim in esas kriterler haline getirilmesi gerektiği açıktır.

182

.usugün. 20. yüzyılın egemen birimi 'bağımsız teritoryal devlet'in değişim geçirdiği bir sürecin içindeyiz. 'Küreselleşme' adı verilen bu dönemin tipik özelliği, ekonomik, bilimsel ve kültürel alanlarda alıp başını gitmekte olan bu eğilime, siyaset ve devlet alanlarında rastlanmamasrdır. Sermaye, metalar ve iletişim küresel düzeyde akışkanlığa sahipken. devlet ve siyaset şu ana değin emeğin sınırlar ötesi akışkanlığına etkili engeller dikmiştir. Aynı tablonun belirleyici öğesi, Soğuk Savaş döneminin ardından dünyaya askeri ve silahlı gücünü dayatabilen tek bir büyük devletin (ABD) kalmış olmasıdır ve ABD gerçekte, BM gibi uluslararası kurumları her kertede baypas eden bir imparatorluk gibi davranmaktadır. Ne var ki ABD de, çağımızın sanayileşmiş dünyasında eskisi kadar egemen konumda değildir. Büyük devlet sistemi çökerken, ulus-devletlerin kendi ülkelerinde olup bitenler ve yaşayanlar üzerindeki denetimleri günden güne azalmaktadır. Asıl önemlisi, teritoryal devlet, son otuz yılı aşkın süredir silahlı güçler üzerindeki tekel konumunu kaybetmiştir. örneğin, şimdi lrak'ta 30 bini aşkın silahlı 'özel taşeron firma' faal haldedir. Keza, yurttaşlar devletlerine eskisi kadar sadık ve 'vatan' uğruna canlarını vermeye gönüllü değillerdir.

"Bütün bunlardan dolayı, on bin yılı aşkın zamandır bildiğimiz şekliyle dünya tarihine son veren yeni bir aşamaya girdiğimiz aşikardır. Günümüz politikasının doğası karmaşıktır. Çağımız hala ulus-devletler çağıdır, küreselleşmenin işlemeyen tek yönü de budur. Fakat bu, silahlı çatışmaları ortadan kaldıran bir aşamaya sokmaz bizi. Hatta. 'terör'ün ve şiddetin yükselişe geçmesi. 1. Dünya Savaşı'ndan itibaren güç toplayıp yayılmakta olan barbarlaşma sürecinin bir parçasıdır. 20. yüzyıl, tarihin en caniyane yüzyılıydı. 20. yüzyılda savaşlar yüzünden ya da savaşlarla bağlantılı olarak meydana gelen insan ölümlerinin toplam sayısı ı87 milyon olarak hesaplanmıştır. Halihazırdaysa, 2001 ite 2004 yılları arasında, dünyanın 31 egemen devletinde silahh iç savaş manzaraları yaşanmaktadır. üstelik bugün, savaşlardan fiilen etkilenen insanların yüzde 80-90'1 sivillerdir. Sonuç itibariyle, 21. yüzyılın bir barış yüzyılı olma ihtimali oldukça azdır."