yfa genç-analiz nisan

33
GENÇ ANALİZ Şubat-Mart-Nisan 2010

Upload: ygt-yfa

Post on 09-Mar-2016

260 views

Category:

Documents


2 download

DESCRIPTION

Dünyanın en güçlü sesi YFA'nın Nisan sayısı çıktı.

TRANSCRIPT

GENÇ ANALİZ

Şubat-Mart-Nisan 2010

GENÇ GELECEK KÜNYEGenel Koordinatör-Özel Araştırmalar Takım Lideri

Yiğit Akkoca

İnsan Kaynakları KoordinatörüBurçin Toksöz

Dış ilişkiler Koordinatörleriİdil Özmaçin

Utku Hatipoğlu

Sosyal Organizasyon KoordinatörüMihraç Nalbantoğlu

Dünya Ekonomi Araştırmaları Takım LideriUtku Hatipoğlu

Stratejik Araştırmalar Takım LideriBarhan Kaynak

İş-Staj KoordinatörüSinan Sönmez

Yurt Dışı Eğitim Danışmanı Anna Begovic EDİTÖRLER Dergi Editörü: Şeyda Kaya Görüntü Yönetmeni:Melike Güneş

İÇİNDEKİLER

• Bir Zirveye Daha Veda Ederken................................. Yiğit Akkoca• Samsun Çocuk Olimpiyatları........................................İdil Özmaçin• Tarihin Değiştirileyemeceği Gerçeği..............................Şeyda Kaya• Medya mı Çöpçatan mı?..............................................Melike Güneş• Ortadoğu'da Sönmeyen Ateş..................................Barhan Kaynak • Dubai..........................................................................Utku Hatipoğlu• İran ve Türkiye...........................................................Burçin Toksöz• Yurt Hayatı....................................................................Hamdi Ayar• Akdeniz'de Bir Adadan Daha Fazlası:Kıbrıs......Barhan Kaynak• Aliağa ve Gençler........................................................Sinan Sönmez• Flamenko,Siesta,Üniversite......................Eva Morel,Inez CLAEYS

WWW.YOUNGFUTURACADEMY.TR.GG

İLETİŞİM ADRESİ: [email protected]

Bir Zirveye Daha Veda Ederken... Sizlerle 2 aylık bir ayrılıktan sonra yeniden birlikte olmak çok güzel bir duygu. Sizlerle ayrı kalma sebebimiz bildiğiniz üzere YFA Gençlik ve Kariyer Zirvesi düzenlemiş olmaktan kaynaklanan yoğunluk. Bunun için sizlerden özür diliyoruz ama bu sayıya çok iyi hazırlandık. Gençlik Ve Kariyer Zirvemiz oldukça başarılı ve eğlenceli geçti, akşam da partide bütün yorgunluğumuzu attık... Çok yorulduk ama değdiğini görmek bizi daha mutlu ediyor. Ardından yeni yönetimimizi seçtik, daha ciddi adımlarla durmadan harekete devam ediyoruz. Ocak sayımızda da yazdığım gibi biz YFA olarak anlamlı ve kaliteli bir yıl istedik ve ilk üç ay bunun karşılığını aldık, daha fazla da yüzsüzlük yapmaya gerek yok :) Hayatta iki yön vardır; İyi ve Kötü... Bir de bilmeden bir tarafa kayan ve daha fazla acı çekenler... Bir taraf engellerle sizi yok ederken, diğer taraf engelleri kaldırmaya çalışır. Bir taraf sizi olumlu olup, düşünmeye sevk ederken, diğer taraf olumsuzluğa sürükleyerek kesin yargılar koymanıza sebep olur. Bir taraf geleceğinizi oluştururken, diğer taraf geleceğinizi alır... Ama bir de nerede olduğunu bilemeyip rüzgarın savurdukları vardır, o kötü taraftan daha mı iyidir? Hayatta en kötü seçim bile, kararsızlıktan iyidir. Bizi kahraman yapan ise işte bu seçimlerin doğruluğu veya yanlış olmasıdır. Siz hayatınızın kahramanı olup, başkalarının hayatlarına da kahramanlık yapmak istemez misiniz?

O halde DURMAYIN! Kalkın hadi önce geçmişinizi, yaptıklarınızı, kararlarınızı sorgulayın. Ardından hangi tarafta olduğunuzu bulun… Unutmayın Şeytan da bir melektir... Seçim size kalmış yapıcı veya yıkıcı olmak... Günümüzün en büyük sorunu bunu karıştırıyor olmamız değil mi?

Keyifli, başarılı, aldığınız kararlardan pişmanlık duymayacağınız, baharın cıvıltısını en içten bir şekilde kutlayacağınız bir Nisan ayı geçirmeniz dileğiyle.

Yiğit AkkocaGenel Koordinatö[email protected]

SAMSUN ÇOCUK OLİMPİYATLARI 15 saatlik sakin, lakin biraz yorucu bir yolculuktan sonra Samsun’a ayak basmıştık. Samsun’a ilk gelişimizdi ve kalacağımız yeri bulmakta zorlandık çünkü rotamız üzerindeki yerde öyle bir otel yoktu. Yaklaşık yarım saat sonra aslında orasının bir otel değil de otel görünümünde bir iş merkezi olduğunu anladık ve nihayet vardık. Eşyalarımızı bıraktıktan sonra TEGV’deydik. Hepimiz çok yorgun ama bir o kadar da heyecanlı ve meraklıydık. Çek Cumhuriyeti, Estonya ve Macaristan’dan gelen yaklaşık otuz güzel insanla renkli bir odada birbirimize bakıyorduk. Hepimiz birbirimizden farklı ama aslında aynıydık. Bir hafta sonra kesinlikle aynı olduğumuzu ve aramızdaki önyargı denen duvarların tamamen ve sonsuza kadar yıkıldığını gülerek aynı zamanda ağlayarak tamamen anlamış olduk. Hepimiz için en sıradışı ve en gerçek haftaydı. Şimdi dönelim bu olağanüstü haftaya…

İlk gün herkesin farklı renkte bir balonu vardı ve balonların üzerine önce isimlerimizi yazıp kendimizi tanıttık sonra da herkes yanındaki kişinin resmini yaptı. Ve en son aşamada da sırayla ilerleyerek karşımızdaki kişinin yüzünü çizdiğimiz yüze ekledik ve böylece birbirimizi daha da iyi tanımış olduk. Gözlerimiz birbirine bakıyordu ve hafifçe tebessüm ediyordu. Evet arkadaşlar: Marek, Martti, Lenka, Lubomir, Radka,Jane, Margit, Karmo, Katrin, Kiss, Andri, Andrea, Michal, Vaclav… Hepiniz hoş geldiniz güzel ülkeme. Hepsi şaşkın ama bir o kadar da mutlu görünüyorlardı. Özellikle ilk gün Türkiye’yle ilgili bir çok sorular sordular. Örneğin Marek Türkiyede’ki okullarda kızların ve erkeklerin ayrı sınıflarda mı okuduğunu sordu. Hepsinin birtakım önyargıları vardı Türkiye’yle ilgili ancak bir haftanın sonunda Türkiye’nin diğer İslam ülkeleri gibi homojen değil, aksine her kesimden insanın bir arada yaşadığı biraz karışık, biraz kalabalık ve tamamen farklı bir ülke olduğuna karar verdiler. Çünkü onlarla her şeyi denedik. Kimi zaman en lüks restoranlarda belediye başkanı ve birçok önemli insanla beraber yemek yedik, kimi zaman da elimizde tavuk ekmek çocukların arasına karışıp kahkahalar eşliğinde karnımızı doyurduk. Kimi zaman çok marjinal barlarda içkilerimizi yudumladık, kimi zaman da sahil kenarında dalga seslerinde kaybolup oyunlar oynadık. İlk gece yaptığımız kültürlerarası

gecede her ülkenin geleneksel yiyecek ve içeceklerini tattık, sohbet ettik, dans ettik ve aslında farklı olan şeylerin dil, din, ırk, kültür değil sadece insanlar olduğunu anladık. Bu bizim dünyamızdı ve hepimiz bir puzzle’ın parçaları misali farklı yerlerde, farklı şekilde ve renkte ama aynı temada birleştiğinde anlam kazanan, hayat bulan ve içindeki çocukla yaşayan insanlardık.

Kalan günlerimizde kuklalar ve oyuncuklar yapıp engelli çocuklara hediye ettik. Her ülkenin çizgi filmlerini izledik, köy okulunu ziyaret ettik, Samsun’u gezdik ve daha birçok aktiviteye katıldık. Kendi çizgi film karakterlerimizi bile oluşturduk. En sonunda da çocuk olimpiyatları logolu t-shirt yaptık . Herkes kendisine bir t-shirt yaptı ve oyunlar sırasında t-shirt leri giydik. Oyunların en ilginç kısmı uzun eşekti. İlk defa böyle bir oyunla karşılaştıkları için hepsi inanılmaz şaşkındılar. Hatta bazıları ilk başta dehşete bile kapılarak oynamak istemedi ama sonra böyle farklı ve eğlenceli bir oyunu kaçırmak istemeyerek hepsi katıldı. Özellikle kızlar biraz kötü buldu çünkü gay oyunu olduğunu düşündüler. Ama hepimiz gerçekten çok eğlendik ve deli gibi güldük. Akşam ise sürprizlerle dolu ve tek kelimeyle inanılmazdı! Önce hep beraber yuvarlak oluşturduk ve birlikte dans ettik. Alanda yediden yetmişe bizim haricimizde de birçok kişi vardı. Daha sonra havai fişek gösterisi, madalya töreni ve en sonunda müthiş, kocaman bir olimpiyat ateşi vardı. Ateşin etrafında bitlikte ve bir bütündük. Hepimiz birbirimizi çok uzun zamandır tanıyor gibiydik. Aramızda çok güçlü, şeffaf bir bağ vardı sanki… Son gün ise yaşadığımız en zor gündü. Ayrılırken hepimiz çok üzgündük ve hiçbirimiz gitmek istemiyordu. Böyle güzel ve tamamen spontane bir haftadan sonra belki de gerçeğe dönmek, o rutin hayatın içinde kaybolup kendimizi unutmaktan korkuyorduk. Çünkü Samsun’da çocuk olimpiyatlarında biz bizdik..

İDİL ÖZMAÇİN Dış İlişkiler Koordinatörü

WWW.YOUNGFUTURACADEMY.TR.GG

Tarihin Değiştirilemeyen Gerçeği 4 Mart 2010 tarihinde ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi 1915 olaylarının “soykırım” olarak nitelendirildiği tasarıyı 23 kabul 22 ret oyu ile kabul etti.

Ülkemizde bu konuyla ilgili yazılmadık hiçbir şey , yazmayan hiç kimse kalmadı. Peki bu bizim için bir ilk miydi ya da son mu olacaktı? Tabii ki hayır. Ermeni Tasarısı temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp önümüze sürülmekte.

95 yıllık bu pilavımızın tarihine bir göz atalım isterseniz. İlk olarak 1916 yılında Amerikan Temsilciler Meclisi’nde gündeme geldi ama meclisten geçemedi. Ve bu güne dek defalarca meclise sunuldu bu tasarı. Şaşmamak lazım bu kararlılığa, Amerika’daki en güçlü ikinci azınlık durumundaki Ermeniler elbette ki bu konumu değerlendirip baskı yapacaklardı.

Aralıklarla Amerikan başkanları çıkıp 1915’te yaşananları kınadı, tabii ki Türkiye’nin aleyhine. Oysa ki biz de kınıyoruz o yıllarda yaşananları, bize yaşatılanları ama bilirsiniz doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar… 1978’de Jimmy Carter, 1981’de Ronald Reagon, 1986’da George Bush ve 1994 yılında Bill Clinton olayları kınadı.

2001 yılında sıra oğul Bush’taydı , George W. Bush soykırımı tanıyacağını açıkladı ama muvaffak olamadı.

Barack Obama da seçim döneminde soykırımı tanıyacağını iddia etti ama henüz bu gerçekleşmiş değil.

Neden Amerika’nın bunu kabul edip etmemesi üzerinde bu kadar duruluyor pek de anlamış değilim açıkçası. Meclisten geçti ya da geçmedi ne fark eder ki? Zaten 52 eyaleti olan ABD’nin 42 eyaleti yaşananlara “soykırım” demekte.

Dönüp bakalım diğer ülkelere. 1965 yılında soykırım yapıldı diyen ilk ülke Uruguay’dı. E hani Uruguay’a tepki? Kimse neden bundan bahsetmiyor? Sadece Uruguay da değil ki, aralarında Lübnan, Hollanda, İtalya, Belçika, Fransa, Yunanistan, Kanada ve Arjantin’in de bulunduğu 19 ülke yaşananları soykırım olarak kabul etmiş durumda. 3 değil arkadaşlar 5 değil tam 19 ülke. Biz bu ülkelere tepki gösterdik mi? Gösterseydik 3 milyar dolarlık askeri ihaleyi

İtalyan firma 2007 yılında kazanır mıydı? 1995 yılında soykırımı kabul eden Rusya ile enerji iş birliğini de içeren milyarlarca dolarlık anlaşmaları imzalayan Türkiye değildi de kimdi peki? 1997 yılında Lübnan’da Temsilciler Meclisi tarafından bu iddia kabul edildi de biz ne yaptık? Gittik Lübnan’la karşılıklı olarak vizeleri kaldırdık.

Bu liste daha da uzar arkadaşlar. Söylemeye çalıştığım şey şimdi Amerika ile ilgili olan tartışmaların yersizliğidir. Amerika’dan 7 gün sonra, 11 Mart 2010 tarihinde İsveç kabul etti tasarıyı, bu niye basınımızda o denli yer almadı o zaman?

Amerika’ya tepki gösterelim, protesto edelim diyenler var. Ben de isterim ne yalan söyleyeyim, ama gerçekçi olalım lütfen, Türk ekonomisi “maalesef!” yabancı yatırımcı gelişine muhtaçken nasıl olur da ABD sermayesinin ülkemizdeki yatırımlarını durdurabiliriz? Bunun zararı kime olur acaba?

Soykırım iddialarının bir daha gündeme gelmesini engellemek istiyorsak öncelikle askeri ve ekonomik yönden kendi ayakları üzerinde durabilen bir ülke olmamız gerekiyor. Dışa bağımlılığı olmayan bir Türkiye düşünün, kim bu tür baskılarla karşımızda durabilir? Bu da ancak politikacılarımızın desteği, iş adamlarımızın yatırımı ve gençlerin yani bizlerin çalışmalarıyla gerçekleştirilebilecek, uzun soluklu ve zorlu bir mücadeledir.

Ayrıca nasıl bir zihniyettir ki tarihi bir olayın kabul edilip edilmemesini tartışmaktadır. Bu gibi bir durum söz konusu olamaz arkadaşlar. Tarihte yoruma yer yoktur, o sadece olur.

Dünya genelince akademisyenler soykırımın olmadığını belgelere dayanarak söylemektedirler. Bu sadece Türkiye üzerinde oynanmaya çalışılan oyunlardan biridir.

Politikayı bir yana bırakıp bu tasarıda neler yazılmakta, tarihi olarak bunların geçerliliği nedir bir de bunu inceleyelim.

Tasarıdaki maddelerden biri ; “ Ermeni Soykırımı Osmanlı İmparatorluğu tarafından tasarlanmış ve 1915’ten 1923’e kadar uygulanmıştır. Yaklaşık 2 milyon Ermeni’den 1,5 milyonu öldürülmüş, hayatta kalan 500 bin kişi evlerinden sürülmüş ve bu durum Ermenilerin vatanlarındaki varlıklarının ortadan kalkmasıyla sonuçlanmıştır.”

İlk olarak söylenmesi gereken şey o tarihte Osmanlı sınırları içersinde

2 milyon Ermeni’nin bulunmadığıdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun 1914 yılında yaptırdığı nüfus sayımında bütün ülkedeki Ermeni sayısı 1 milyon 300 bin küsürdür. Batılı kaynaklar ve bazı Ermeni bu sayıyı 1 milyon 300 bin ile 1 milyon 500 bin arasında tahmin etmektedir. Göç ettirilenlerin sayısı 7 Aralık 1916 tarihli Dahiliye Nezareti raporunda 702.900 olarak verilmiştir. Tehcir sırasında hayatını kaybedenlerin sayısı ise 300 bin civarındadır. Versailles Barış Konferansı’na katılmak isteyen Ermeni delegasyonlarından birisinin başkanı olan Nubar Paşa 30 Kasım 1918 tarihli mektubunda ölenlerin sayısını 300 bin olarak belirtmiştir.

Bu ölen 300 bin kişi de soykırım amaçlı öldürülmemiştir zaten. Hangi yıllar olduğuna ve bu yıllardaki ülke şartlarına bakmak gerekir. Savaş içersinde ülkede şartlar sadece Ermeniler için değil milletin tümü için fazlasıyla olumsuzdur. Salgınlar, hastalıklar, açlık sınırındaki insanlar her köşe başındadır. Ve maalesef ki yaşanan çatışmalar olmuştur. Avrupa devletlerince maşa olarak kullanılan azınlık grupları isyanlar çıkartmışlar, bir çok masumun ölümüne yol açmışlar ve savaşan bir ülkeyi içten kemirmişlerdir. Bu isyanların bastırılmasının kanlı olması da en doğal sonuçtur.

Sevk ve iskan kararının alınma nedenlerinden birisi 15 Nisan 1915 tarihli Van İsyanı’dır. Sevk ve iskan kararı 27 Mayıs 1915 tarihinde alınmıştır. Yani, Ermeniler sevk ve iskana tabi tutuldukları için isyan etmemişlerdir, isyan ettikleri için sevk ve iskana tabi tutulmuşlardır.

Başbakanlık Osmanlı Arşivi belgelerine göre yapılan hesaplarda ise aynı dönemde Ermeniler tarafından katledilen Müslüman Türklerin sayısı 500 binin üzerindedir.

Sonuç olarak birileri bana gelip “sen bu yazıyı yazmadın” dediğinde bu ne kadar saçmaysa, ne kadar asılsızsa, ne kadar gülünçse –ki ben bu yazıyı yazdım işte güneş gibi ortada- Türk milletine “sen Ermenilerin soyunu kırdın” denilmesi de o denli gülünçtür.

Belgeler ortadadır arkadaşlar , tarih her şeyi olduğu gibi sergilemektedir. Tarihi değiştirmeye kimin kudreti varsa, buyursun gelsin çayımı içsin.

Şeyda KAYADergi Koordinatörü

WWW.YOUNGFUTURACADEMY.TR.GG

MEDYA MI ÇÖPÇATAN MI?Evlilik ülkemizde hep önemli olmuş ve önemini uzun süre de

kaybetmeyecek bir kurum . Evlilik kararı alındıktan sonrası tantanalı olur çünkü duyurmaktan ve beraberce kutlamaktan mutluluk duyarız. İki kişinin bir araya gelmesi herkesin sevinci olur . Ama nasıl olur da bu insanlar bir araya gelir ?

Vakti zamanında kullanılan yöntemler bizleri rahatsız etti . Cahil , geri kafalı olarak adlandırdık görücü usulü evlenenleri . Gerekçelerimiz de vardı tabii ki. “İnsan hiç tanımadığı birini bir kere görerek evlenmeye karar verir mi ?” diyorduk, haklıydık. ‘‘Başkaları nasıl seçer insanın evleneceği kişiyi?’’ diyorduk, haklıydık. “Ya adam göründüğü gibi değilse!!” diyorduk, haklıydık. “Paraya pula bakılıp kız verilir mi öyle satar gibi??” diyorduk, haklıydık… Bu kadar haklıyken ve bu metodu kırmaya çalışırken neden tekrar aramıza aldık?…

Eskilere dönmenin moda olduğu günümüzde bu yöntemin de kabul görmesi için medyada yer alması gerekiyormuş. Yanlış biliyor olabilirim ama Esra Erol’la başladığını sandığım bu furya hız kesmedi hatta büyüdü büyüdü . İnanılmaz derecede rağbet görür hale geldi. Öğle kuşaklarında hangi kanalı açsanız ( yerel ya da ulusal fark etmeksizin) evlilik programı var. Her kanalda olmasına rağmen bu kadar dolup taşabilmesi ayrıca inanılmaz. Sanki hep böyle programları beklemişiz. Başkaları tarafından çiftleştirilmeye ihtiyacımız varmış. Üstelik beğenmediğimiz, istemediğimiz o yöntemle. Hani bu yöntem cahil insanların işiydi. O zaman senin orada ne işin var üniversite mezunu Ayşe abla? Hani insan bir kere gördüğü biriyle evlenmeye karar veremezdi, annesi kız buldu diye kızan Hüseyin. Hani adamın parasına puluna bakılmazdı, iki dairesi olsun 3 bin maaşı olsun diyen Melis . Ne oldu da bunlar sorgulanmaz hale geldi? Ne oldu da tekrardan bu yöntemi sever , uygular olduk? Biz değil miydik şikayet eden, istemeyen? Medyada yer alıyor olması istemediğimiz bu yöntemi dogru mu yaptı?. Bu kadar mı televizyona inanır olduk ? Yoksa bu da mı tanınan bir yüz olmak için yaptığımız şeylerden biri oldu ? Toplumumuzun önde gelen

değerlerinden olan evlilik kurumunu ondan mı bu kadar kolay ayak altına aldık? Gerçi ünlü olma isteği de tam olarak açıklamıyor bu olanları, zira 60 -70 yaşında amcaları teyzeleri de görebiliyoruz bu rezil düzen içinde. Hangisi daha acınası onu da kestiremiyorum ; yaşlı başlı insanlar mı yoksa genç olanlar mı ?

Hazır başlamışken olayın diğer yüzünü ele alalım . Bu programların izlenme oranları çok yüksek. Bu konuda iki türlü düşünebiliriz ; ilk düşünce bu programların sevilmesi hatta oranlara bakılırsa çook sevilmesi olabilir. İkincisi o kuşakta başka program olmadığı için izlenme oranı bu kadar yüksek olabilir. İkinci seçenek daha sevimli görünse de kesinlikle değil ! Bu demek oluyor ki ; biz artık televizyonsuz yaşayamayan bir ülke haline geldik. Programı sevip sevmememiz önemli değil önemli olan televizyon izlemek, izlemek, izlemek.

YAZIK, YAZIK, YAZIK… Başka bir şey söylenemez bu durumda. Aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık ; düşündükçe üzülüyor insan , kızıyor . Bu kadar az seçici olmamız garip, halbuki normalde daha korumacı tavır sergileriz sevdiğimiz insanlara karşı. Bu durumda akla gelen medyanın ne kadar zararlı etkilerinin olabileceğini bilmiyor, düşünemiyor olmamız.

Melike GÜNEŞBilgi İşlem Koordinatörü

WWW.YOUNGFUTURACADEMY.TR.GG

ORTADOĞU' DA SÖNMEYEN ATEŞ Birinci Dünya Savaşı'ndan önceki karışık dönemde, yükselen Almanya'nın tarihe kazandırdığı önemli siyasetçi Bismarck doğruluğu daha sonra kanıtlanacak öngörüsünde, çıkacak büyük bir savaşın en büyük sebebinin Balkanlarda sürekli alevlenen sorunlar olacağını, savaşı patlatacak kıvılcımın da yine Balkanlardan çakacağını belirtmişti. Tarih Bismarck'ı haklı çıkardı. O dönemin ana kriz merkeziydi Balkanlar. Aradan yüz yıla yakın zaman geçti. Dünyanın dinamikleri, baskın güçleri değişti. Eski güçlü devletler tarih sahnesinden silindi, 'güneş batmaz' denilen imparatorlukların gökyüzünde ay kendini göstermeye başladı. Bu gelişmelere bağlı olarak Dünyanın gündem merkezleri, süper güçleri, ortak çıkarlar da değişti.

Günümüzde Ortadoğu, 1900lerin Balkanları konumuna geldi. Belki sorun artık milliyetçilik değil ama Ortadoğu'nun Dünyanın kriz merkezi olduğu konusunda tarihçiler, araştırmacılar, teorisyenler hemfikir. Ve aynı kişiler olası bir Üçüncü Dünya Savaşı'nın çıkış noktası olarak yine aynı bölgeyi görmekteler. Biz bu yazıda Ortadoğu isimli volkanik bölgedeki tek bir volkanı inceleyeceğiz. İsrail - Filistin sorununu anlamaya ve yorumlamaya çalışacağız. Her sorunun çözüm arayışında başvurulması gereken ilk yöntemin o sorunun tarihine inmek olduğuna inandığımızdan şimdi kısaca bu sorunun başlangıcına göz atalım ve bugüne nasıl geldiğini hatırlayalım.

PEKİ BU ATEŞ NASIL YANDI?

Kimilerine göre lanetlenmişlerdi. 6000 seneye yakın bir zaman zarfı boyunca tarih onları çeşitli konu başlıkları altında, çeşitli haritalarda, bazen sembollerde karşımıza çıkardı. 6000 senelik bu süreç ayrıca incelenmeyi hak ediyor. Ama yer ve zaman kısıtlığından dolayı biz Yahudilerin 'vaad edilmiş toprakları'na dönüşünden başlayalım hikayemize.

Yahudiler 19. yüzyılın ikinci yarısında başladıkları devlet kurma çalışmalarında resmi olarak 14 Mayıs 1948 tarihinde mutlu sona ulaştılar. 1917 Balfour Deklarasyonu'nda İngiltere Yahudilere verdiği 'national home' sözünü tutmak için Filistin üzerinde manda egemenliği kurdu. 1920’de bu durum Birleşmiş Milletler tarafından da tanındı. Zaten bilindiği gibi o dönemde BM'nin başında İngiltere vardı. Bundan sonraki yıllarda Siyonistler dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan Yahudileri devlet kurabilmek için etkili bir nüfus oluşturmak amacıyla Filistin'e göç etmeleri için ikna etme çabalarına hız verdi. Nazi Almanyası'nın İkinci Dünya Savaşı öncesi ve başlangıç döneminde Yahudilere soykırım uygulamaya başlamasıyla Filistin’e büyük bir Yahudi göçü başladı. Filistin’deki Araplar bu göçe direndiklerinden dolayı İngiltere, Yahudi göçlerinin durdurulmasına karar verdi. Bunun üzerine Sion’a bağlı Askeri Yahudi Teşkilatı Hagana, Filistin’e göç konusunda İngiltere’nin aldığı bu kararı protesto amacıyla terör eylemlerine başladı. Filistin yönetimi Nazi liderliği ile işbirliğine girişti. Bu amaçla Kudüs müftüsü Almanya'ya ziyaretlerde bulundu. Filistin’e de gizli Yahudi göçleri düzenlenmeye başlandı. 2. Dünya Savaşı'nın müttefiklerin galibiyetiyle bitmesinden sonra, Filistin meselesi son evresine ulaştı. İngiltere daha sonra Amerika’nın da yardımını aldıktan sonra, Filistin meselesini BM'ye götürüp, meselenin çözülmesini istedi. BM, Kasım 1947'de Filistin’in biri Yahudi öteki Arap olmak üzere iki devlet arasında paylaşılmasına karar verdi. Yahudiler bu kararı kabul ederken Araplar reddetti. Kudüs şehrine ise BM denetiminde milletlerarası bir

bölge statüsü tanındı. Bu çözüm Arapları tatmin etmedi. İsrail-Filistin Savaşı başladı. 14 Mayıs 1948’de BM paylaşım planının gereği olarak İsrail Devleti’nin kuruluşu ilan edildi. 24 saat sonra, Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Irak orduları saldırıya geçerek İsrail topraklarına girdiler. 1949 yılının ilk aylarında BM arabuluculuğunda İsrail ile onunla savaşan Arap ülkelerinin her biri (Irak hariç) arasında doğrudan müzakereler düzenlendi ve bunların sonucunda bir ateşkes anlaşması imzalandı. Anlaşmaya göre sahil şeridi, Celile ve tüm Necef İsrail’e, Yehuda ve Samiriye (Batı Şeria) Ürdün’e, Gazze Mısır yönetimine ve Kudüs’ün ise Eski Şehir'in de dahil olduğu doğu kısmı Ürdün’e, batısı da İsrail’e bırakıldı. Bu durum 1967 savaşına dek sürdü. 1948'den beri, İsrail'in ortaya çıkışına verilecek karşılığa önderlik etmek için Arap devletleri arasında rekabet vardı. Bu yüzden Filistinliler olaylara seyirci kalıyordu. 1964'te Kudüs'te kurulan Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) hemen ardından Arap devletleri tarafından tanındı. Bu devletler FKÖ'nün esasen kendi kontrollerinde kalmasını istiyordu. Ama Filistinliler gerçekten bağımsız bir örgüt istiyordu ve 1969'da örgütün başkanlığını ele geçiren Yaser Arafat'ın amacı da buydu. Kendisine bağlı, beş yıl önce gizli olarak kurulmuş El Fetih örgütü, İsrail'e karşı operasyonlarıyla ün kazanıyordu. El Fetih savaşçıları, 1968'de Ürdün'de İsrail birliklerine ağır kayıplar verdirdi. İsrail ve Arap komşuları arasında artan gerginlik, 5 Haziran 1967'de başlayan 6 Gün Savaşları'na yol açtı. Orta Doğu anlaşmazlığının çehresi bu altı günde değişti. İsrail, Mısır'dan Gazze ve Sina Yarımadası'nı, Suriye'den de Golan Tepeleri'ni aldı. Ürdün güçlerini de Batı Şeria ile Doğu Kudüs'ten çıkardı. Mısır'ın güçlü hava kuvvetleri, savaşın ilk günü saf dışı bırakıldı. İsrail uçakları, daha başlangıçta Mısır hava kuvvetlerini havalanamadan yerle bir etti. Toprak kazanımları İsrail'in kontrolündeki alanı iki katına çıkardı. Zafer, İsrail ve yandaşları için yeni bir güven ve iyimserlik havası yaratıyordu. BM Güvenlik Konseyi, 242 sayılı kararı aldı. Kararda, savaşla toprak kazanımı reddediliyor, son çarpışmalarda ele geçirdiği yerlerden İsrail'in çekilmesi isteniyordu. BM'ye göre, bu savaşta 500 bin Filistinli daha mülteci haline geldi; Mısır, Lübnan, Ürdün ve Suriye'ye göç etti.

Bugün... İlk kıvılcımını bu tartışmaların ve sebeplerin çaktığı bu çatışma günümüze kadar süregelmiştir. Bilindiği üzere İsrail bölgede Lübnan ile de zaman zaman sıcak çatışma içerisine girmektedir. Hatırlanacağı gibi iki ülke arasındaki son büyük savaş 2006 yılının yaz aylarında meydana gelmiştir. Sıcak çatışmanın bitmesiyle beraber bölgeye gönderilen barış gücünün içinde Türk askerleri de vardır. Konumuz olan İsrail - Filistin çatışması ise son büyük sıcak savaşını 2008 in son günleri ile 2009 un ilk

günleri arasında yaşamış, bu çatışma sonucu 1000 kadar Filistinli hayatını kaybetmiştir.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın ünlü 'Davos Çıkışı'nın konusu olan bu son çatışmadan günümüze bir yıldan fazla zaman geçti. Türkiye de dahil olmak üzere bazı ülkeler İsrail'i aşırı sert ve vahşi olmakla suçladı. Gerçektende İsrail çatışmalar sırasında sivillerin can güvenliğini hiçe sayan saldırılarda bulunuyordu. Bir ülke savaşa girerken haklı veya haksız olabilir. Ve her savaşta mutlaka sivil kayıplar olur. Ama 'yumurta kırılmadan omlet yapılmaz' mantığıyla savaşmak hem savaş hukukuna hem de insanlık onuruna aykırıdır. Kimi ülkeler ise İsrail'in güçsüz Filistin karşısında yeni silahlarını denediği iddiasında bulunmuşlardır. Gerçekten de hafızamızı zorlarsak o savaşa ait karelerde altından ahtapot kolları şeklinde bomba benzeri mermiler düşen İsrail helikopterini hepimiz hatırlarız. İsrail ise bu tepkiler karşısında suskun kalmamıştır. Özellikle Türkiye'ye yaptığı PKK karşılaştırmalı eleştiri gündemi uzun süre meşgul etmiştir. Türkiye'nin PKK ile çatışma halinde olduğu doğrudur fakat PKK bir ülke veya yönetimde söz sahibi olan bir parti değil bir terör örgütüdür. Ayrıca son zamanlarda PKK ile girilen çatışmalarda fiziksel zarar görenler ve ölenler askerler ya da teröristlerdir. Sivil kayıplar ( en azından basına yansıdığı kadarıyla) yok denecek kadar azdır. Kaldı ki ülkemizde güvenlik güçlerinin kendilerine ateş açılmadığı sürece sivillere ateşli silahla karşılık vermesi yasaktır. ( molotof kokteyli ülkemizde ateşli silah olarak sayılmamaktadır) . İsrail'in tepkisini örneklendirme biçimi mantıksız olsa da tepki göstermesi mantıklıdır. Çünkü İsrail de her ülke gibi çıkarları ve politikaları olan bir ülkedir ve insani kuralların yargılaması sonucu savaş alanındaki uygulamalarının haksızlığı kanıtlansa bile bunu kabul etmeyecektir. Olaya İsrail tarafından bakarsak, Filistin topraklarından atılan roketler İsrail vatandaşlarını birer ikişer öldürmekte ve sakat bırakmaktadır. Elbette İsrail'in de saldırılar karşısında kendini savunma hakkı vardır. Zaten uluslararası toplumun tepkisi savaşın sebebine değil savaşın işleyiş sürecinedir. Dünya halkları İsrail'in savaş bölgesinde bulunan sivillere zarar gelmesini engellemek için hiçbir harekette bulunmadığını düşünmektedir. Ayrıca İsrail, savaş esnasında sadece diplomatik ve resmi kelimelerle kınama mektubu yazan ülkelerin savaş sonunda seslerini yükseltmesinden cesaret almıştır. Anlamıştır ki Dünya devletleri kendilerine bulaşılmadığı sürece sadece ' ayıp ayıp' demekle tepki gösterdiğini sanan ülkelerdir. Meşhur 'Davos Olayı'ndan sonra Türkiye ile olan ilişkilerindeki gerginlik ise tepkilere karşı boyun eğmeyeceğini ve bildiğini okumaya devam edeceğini gösterir niteliktedir.

WWW.YOUNGFUTURACADEMY.TR.GG

Gidişat Neyi Gösteriyor?

Aslında cevaplanması en zor soru bu. Sorunun tarihi en iyimser bakışla 1919’a kadar uzanmakta ve bölgenin dinamikleri dünyanın herhangi bir yerinde hakim olan ilişkilerden çok farklı. Bu yazının yazıldığı an Gazze Şeridi'nden İsrail topraklarına atılan bir roket patlamak üzere olabilir. Veya İsrail helikopterleri Filistin üzerinde uçarak hedef tayini yapıyor olabilirler. Biz yarın sabaha yeni bir İsrail - Filistin savaşı haberi ile uyanabiliriz. Belki de önümüzdeki 2 yıl boyunca iki taraftan da kimse bu çatışmaya bağlı olarak ölmez ve sorun bölgesel küçük bir 'soğuk savaş' niteliğinde devam edebilir. Maalesef bu son dediğimiz en düşük ihtimalli olanı. Dünya liderleri bölgede barışın sağlanabilmesi için 'karşılıklı hoşgörü, anlayış ve diplomasi'yi hedef gösterirken bunun ne kadar zor olduğunu da biliyorlar. Ama en olumlu tahmin Gazze'den atılan roketler sustuğunda İsrail'in de sıcak savaşa girmekten vazgeçeceği yönündedir.

Not: Sorunun tarihi bölümünde konu bütünlüğünün korunması ve anlam bozukluğu yaratmamak adına bazı tanım cümlelerini İnternetten aynen kopyaladım. Kendi araştırmalarınız sırasında rast gelebileceğiniz benzer cümleler yazının kopya veya çalıntı olduğu izlenimini sizde uyandırmasın.

Barhan KAYNAKStratejik Araştırmalar Takım Lideri

DUBAİ M.Ö. 3000 yıllarında bile bu bölgede ticaretle uğraşan topluluklar yaşamıştır. İslam dini M.S. 7.yüzyılda Hz. Muhammed zamanında benimsendi. Portekizliler ilk kez bu kıyılara 16. YY başlarında geldiler. 100 yıl kadar sonra İngiliz Doğu Hindistan Kumpanyası bölgeye gelerek ticarete başladı. 19.yy sonunda İngiltere, ateşkes kıyısı olarak adlandırılan bu bölgenin dış politikası denetimini eline aldı. 1971 de İngiltere’nin bölgeden çekilmesi üzerine Bahreyn ve Katar dışındaki ateşkes kıyısı devletleri birleşerek Birleşik Arap Emirliklerini kurdu. Dubai klasik tanımıyla ilk başta tam bir balıkçı kasabasıydı.

Birleşik Arap Emirliğinin 7 emirliğinden en büyük 2. Emirliği olmasına karşın en lüks ve en çağdaş olanıdır. Özellikle 1990lardan sonra Şeyh Muhammed El Maktum’un uyguladığı zeki ve alışılagelmemiş riskli politikalar sayesinde muhteşem bir çıkış trendi yakalamış , bir çok mega projeyle dünyaya adını duyurmayı başarmıştır. Dubai’nin başkenti olan Abu Dhabi’de diğer emirliklere oranla kişi başına düşen milli gelir yaklaşık %50 fazladır ve refah seviyesi en yüksek olan bölgedir. Dubai’ye en çok yakıştırılan sıfat ‘’Körfezin incisi ‘’ sıfatıdır. İlk bakışta insanlara uyguladıkları dev projelerden dolayı böyle bir sıfatın uygun görüldüğünü düşündürse de aslında bu bölgenin insanlarının geçmişte denizden inci çıkararak hayatlarını kazanmaları ve inci ticaretinin bölge için önemli bir gelir kaynağı olmasından kaynaklanmaktadır. Bugün hala küçük ölçekli balıkçılık ve inci çıkarma faaliyetleri devam etmektedir , zaten bölgeye daha geniş bir bakış açısıyla bakacak olursak eğer Birleşik Arap Emirliklerinin % 97si çöldür. İnsanların bir çıkış yolu bulma ihtiyaçlarından dolayı bu bölgenin denize yönelmesi ve böyle bir alanın gelişmesi gayet doğaldır. Dubai’yi diğer Arap ülkelerinden ayıran temel farkı ise zenginliğinin salt petrole dayanmıyor olmasıdır, gayri safi milli hasılası’nın sadece yüzde 6 sı petrol gelirlerinden oluşmaktadır. En büyük istihdam yaratılan kesimi ise hizmet sektörüdür kısacası restoranlar ve otellerdir. Hemen arkasından inşaat sektörü gelmektedir . Hintli ve Uzakdoğulular bölgenin gereksinim duyduğu iş gücünü karşılamaktadır ama BAE artık Hintlilere vatandaşlık vermiyor ve göç kabul etmiyor . Dubaililer ülkelerinde sadece yüzde 20lik kesimi oluşturuyor yani bir anlamda kendi ülkelerinde azınlık durumundalar. Bu Dubaililerin çok büyük bir bölümü zengin olmuştur bunun en önemli sebebi ise ülkeye yatırım yapmak isteyen şirketlerin mutlaka yerel bir ortakla iş yapma zorunluluğundan kaynaklanmaktadır. Ülkede benzin fiyatlarının çok ucuz olması ve taksi fiyatlarının uygun olmasından dolayı neredeyse yollarda yürüyen insana rastlayamazsınız. Bunun diğer önemli sebebi ise Dubai’de havanın aşırı derecede sıcak ve bunaltıcı olmasıdır bundan dolayı Dubai’de hayat kapalı mekanlarda yaşanır. En önemli yaşam alanları ise hemen hemen tüm dünyaca ünlü markaların en az 2-3 tane mağazasının bulunduğu Dubai’nin dünyaca ünlü alışveriş merkezidir. Bu bölgede alışverişi cazip kılan şey ise vergi oranının sıfır olmasıdır. Dubai 2000 yılının sonuna doğru tamamladığı büyük inşaat projeleriyle adını dünyaya duyurmayı başardı , palmiye adaları diye adlandırılan projeleri ise bazı çevreler tarafından dünya’nın 8.harikası olarak gösterilmektedir. 2009 yılında 21 milyona yakın turist tarafından ziyaret edilen Dubai , hava trafiğinde de Arap ülkelerinin arasında sahip olduğu modern hava alanlarıyla dünyada ki en büyük geçiş noktalarından biridir. Dünyaca ünlü birçok yıldızın Palmiye Adaların’dan ev satın alması ise adeta Dubai’nin dünyada ki ününü pekiştirdi, dünya haritası şeklinde yapmayı planladıkları

ve her adacığın ayrı bir ülkeyi temsil edecek olan projelerine ise muazzam bir kaynak ayırdılar ama bu proje krize yenik düştü ve yetkililer projenin durdurulduğunu açıkladılar. 55 milyon metrekareden oluşan ve toplam 300 adacıktan oluşan projede fiyatlar 7 ile 250 milyon dolar arasında değişmektedir. 14 milyon dolar istenen Türkiye isimli adaya ise şuana kadar alıcı çıkmamıştır. İngiltere ve İrlanda’yı temsil eden iki adacığı 51 milyon euro ödeyerek satın alan emlak yatırımcısı intihar etmiş, Avustralya ve Yeni Zelanda’yı alan yatırımcılar ise iflas ettiklerini açıklamışlardır, en son Shangai adı verilen ada 28 milyon dolara Çinli bir emlak zenginine satılmıştır. Ayrıca dünyanın en uzun gökdelenini (Burj Dubai) 2009 yılında tamamlayarak görkemli bir açılışla inşaat sektöründeki gücünü dünyaya ispat etti. İnşaat sektörü Dubai’nin GSMH ‘nın %23 ünü oluşturmaktadır. Sahip olduğu yollar ise her yerde bulunan tabelalar sayesinde ulaşımı insanlar için çok kolaylaştırmaktadır. Diğer önemli atılımı ise vergisiz ticareti uygulamaya koymasıyla birlikte dünyanın önde gelen firmalarının bölgeye yatırım için gelmesinin katkısı büyük olmuştur. Dubai’nin diğer güzel tarafı ise dünyaca ünlü restoranlara sahip olması ve ünlü şeflerin bu restoranlarda istihdam edilmesidir. Alkol kullanımının sadece turistlere serbest olması ve sadece otellerin içindeki kafe ve restoranlarda tüketilmesi ayrı bir tezat oluşturmaktadır. Ayrıca Dubai emiri Şeyh El Maktum’un İstanbul için planlamış olduğu Dubai Towers projesi için yaklaşık olarak 5 milyar dolar ayırdığı biliniyor . Son yıllarda Amerika’da patlak veren ekonomik krizin etkileri adeta zenginlerin tatil ve buluşma noktası haline gelmiş olan Dubai’deki emlak fiyatlarını da etkiledi Dubai World şirketinin bankalardan borçlarını belirli bir süre ertelemesini istemesiyle birlikte Dubai borsası %8.3 lük bir düşüş yaşadı ve bu ufak çaplı kriz tüm dünya borsalarına hala krizin içinde bulunduğumuz gerçeğini hatırlatarak herkesin bir nebze de olsa kendine gelmesini sağladı . Dubai World şirketinin borçlarını ödeyemeyeceğini açıklamasından bir süre sonra duruma el koyan Dubai Şeyhi borçların arkasında olduklarını ve ödemelerin bir kısmını kendilerinin yapacaklarını söyledi. Bu açıklamayla birlikte ekonomi dünyası bir nebze de olsa rahat nefes alabildi.

Bu tarz krizlerin nedenlerine değinecek olursak eğer 2000 yılı ile 2004 yılı arasındaki Doğrudan Yabancı Yatırımları arasında yaklaşık %316lık bir artış olduğu görülür. Yabancı şirketlerin yatırım yapmak için Dubai’ye koştuğu bu dönemde muazzam bir para bolluğu yaşanmıştı. Bu para bolluğuna güvenen Dubai yönetimi kontrolsüz, sadece gösteriş için yapılan yatırımlara yöneldiler ama unuttukları tek şey para bolluğunun geçici olduğu gerçeğiydi. İkinci Dünya savaşından beri görülmüş en büyük küresel durgunlukta Dubai’deki emlak fiyatları %15 ile %20 arasında düşüş olmuştur. Dubai’de iş yapan Nurol İnşaat adlı Türk firmasının ise uzun zamandır alacaklarını tahsil edemediği için inşaatları durduğunu

açıklaması durumun ne kadar ciddi olduğunun bir göstergesidir. Dubai’nin şu anda dünyadaki bankalara olan borcunun 60 milyar dolar olduğu söylenmektedir ama Dubai emiri Şeyh El Maktum en son yaptığı açıklamada her şeyin kontrol altında olduğunu ve meyve veren ağacın taşlandığını söylemiştir.

Utku HATİPOĞLUDünya Ekonomi Araştırmaları Takım Lideri

WWW.YOUNGFUTURACADEMY.TR.GG

İRAN VE TÜRKİYE

İran ve Türkiye arasında yaşanan benzerlikler, tarihlerinin yakınlığı zaman zaman gündeme gelmektedir. Bu konuyu anlamak için İran tarihine bakmakta yarar var. İran tarihinde göze çarpan 2 önemli dönemden bahsetmek gerek; Rıza Şah Pehlevi Dönemi ve Ayetullah Humeyni Dönemi...

İran toprakları yüzyıllarca farklı hanedanların boyunduruğu altında yaşadı. 1900’lü yıllara gelindiğinde topraklar üzerindeki gerilim artmaya başladı ve farklı bir boyut kazandı. Sovyet Rusya’nın desteğini alan ve Gilanlı, Ermeni, Kürt ve Alevilerden oluşan bir grup Tahran’a hareket ederek büyük bir sosyal ve ekonomik krizin başlamasına neden oldu. Krizin başlangıcını takip eden yılın 21 Şubat’ında (21 Şubat 1921), Rıza Han ve Seyid Ziyaeddin Tabatabaee darbe gerçekleştirdiler ve hükümeti kan dökmeden istifaya zorladılar. Darbe sonucunda Tabatabaee Başbakanlık ve Rıza Han da Savunma Bakanlığı ile ordu komutanlığı görevini üstlendi. Tabatabaee, Rus birliklerin İran’dan çekilmesi için görüşmeler yapmaktaydı. 1921 darbesi Büyük Britanya tarafından da desteklenmişti. Çünkü , sömürgelere giden yolda Rusya bir tehdit unsuruydu. Ruslar durumu kendi lehine çevirmek için Mirza Kuçik Han Gilan’ı destekleyerek sovyet bir cumhuriyet ilan etmesini sağladılar. Bu durumdan cesaret alan Horosan Kürtleri de bölgelerinde ayaklanama çıkarmaya başladılar. Böylece Rıza Han ve Tabatabaee tarafından kurulan hükümet sadece 100 gün ayakta kalabildi. Rıza Han gücü ele geçirerek Başbakan oldu. Bu durumdan rahatsız olan hanedan soyu ülkeyi terk etmek durumunda kaldı.

Rıza Han, Atatürk’e büyük hayranlık duyuyordu ve ülkesi için cumhuriyeti arzuluyordu. Rıza Han ve emrindekiler çok geçmeden ülkede

cumhuriyet propagandası yapmaya başladılar. Ancak bu durum İngilizleri ve mollaları rahatsız etti. Böylece yabancı güçlerden destek alan mollalar ayaklanma başlattılar ve eğitimsiz halk da onlara katıldı. Rıza Han, böyle bir dönemde cumhuriyet hayalini gerçekleştiremeyeceğini bildiği için, ülkenin bütünlüğünün bozulmaması amacıyla molla ve köy ağalarını büyük bir değişiklik yapmayacağına ikna ederek 1925’te mecliste kraliyetini onaylattı. 15 Aralık 1925’te kraliyet yemini etti ve oğlu Muhammed Rıza Pehlevi resmen veliaht ilan edildi. Rıza Pehlevi ülkesi için yenilikler yapmayı amaçlıyordu. İlk başta halkın eğitim almasını sağlamak için medrese eğitimine son verdi ve modern okullar açtı. Ancak mollalar okullarda oğullarımıza dinsizlik ve kızlarımızada fahişelik öğretiliyor diyerek halkın okullardan çoçuklarını almasını sağladı. Pehlevi yılmadı ve Avrupaya eğitim almaları için burslu öğrenciler yolladı. Daha sonra Rıza Şah, kadınların toplumdaki konumunu güçlendirmek için kara çarşafı yasakladı ve iş hayatı konusunda kadınlara destek verdi. Ancak bazı kesimler buna tamamen karşı çıktı ve kadınlar evlerinden çıkamaz oldu.

Rıza Şah ülke ekonomisi için de çok sağlam adımlar attı ve İngiltere’nin tek taraflı imzaladığı petrol antlaşmalarını fesh etti. Bu antlaşmalarda İran kendi ürettiği petrolünden sadece %16 oranında gelir elde ediyordu. Pehlevi, İngiltere’ye baskı yaparak bu oranı %21’e çekmeyi başardı. Bu dönemde ülkenin birçok yerinde sanayileşme başladı. Çiftçinin ürettiği değer kazandı ve yerli üretim yine yerli fabrikalarda işlenmeye başlandı.

Orduda da yenilikler yapan Şah, İtalya’dan donanma gemileri ve Almanya’dan uçaklar alarak Hava ve Deniz Kuvvetlerini kurdu. Pehlevi’nin hayali tam bağımsız İran’dı ve bunu gerçekleştirmek için İngiltere’nin elini İran’dan çekmesi gerekiyordu. Ancak 1941 yılında kuzeyden Rusya ve Güneyden İngiltere ülkeye girdiler. İran direnmeye çalışsa da Ruslardan aldıkları silahlar bir işe yaramadı ve yabancılar İran’a girdiler. Rıza Şah kargaşanın artmaması için istifa etti ve oğlu Muhammed başa geçti. Ancak bu başa geçme İngiltere’nin etkisi altındaydı ve İngiltere, İran demiryollarını kullanmaya başladı. Churchill, bu dönemde İran’ı “Zafer köprüsü” olarak ilan etti. Çünkü İran’ı müttefiklerine yardım için bir köprü olarak görüyordu. Şah Pehlevi’nin gücü yeniden ele geçirmesinden korkan İngiltere, Şahı sürgüne yolladı ve Şah 26 Temmuz 1944’te öldü.

Görülebileceği üzere Şah Pehlevi, büyük bir Atatürk hayranıydı ve onun izinden ülkesini yükseltmek istiyordu. Şah , Atatürk’ü örnek alırken büyük bir hata yaptı. Koşulların oluşmasını beklemeden cumhuriyeti

insanlara dayattı. Zaten baskılardan bıkan halk için bu durum çok iç açıcı değildi ve akıl çelmeye çalışan mollalara kolayca kapıldılar.

Şah’tan sonra yerine geçen oğul Pehlevi dönemi İran için çok iç açıcı olaylara gebe değildi. Ülkede burjuva üstünlüğü ortaya çıktı ve sermaye yabancıların eline geçmeye başladı. Emperyalizm ülkenin üstüne çöktü ve işçi sınıfı çok fazla ezildi. Muhammed Pehlevi yabancı sermaye ve toprak sahiplerinin temsilcisi konumunda kaldı. İşçiler taleplerini arttırdılar ve ayaklanmayı ülke geneline yaymaya çalıştılar. 1963 yılına gelindiğinde Şah beyaz devrim adı verilen yenilikleri hayata soktu. Bunlar arasında: kadınlara oy hakkı, eğitimin iyileştirilmesi ve toprak reformu da bulunuyordu. Humeyni önderliğindeki din adamları buna büyük tepki verdi. Toprak kaybetmekten korkan toprak sahipleri de bu gruba katıldı. Ayaklanmalar bastırıldı ve Humeyni sürgüne yollandı.

1978 yılına gelindiğinde dinsel muhalefet önderliğinde ayaklanmalar arttı. Şah halkı yanında tutmak için demokrasi vaat etti ancak halk inancını kaybetmişti ve Şah’a inanmadı. Bir süre sonra Şah ayaklanmaları bastıramaz oldu ve iktidarı fiilen kaybetti. Yurtdışındaki sürgünler, Humeyni dahil olmak üzere, ülkeye dönmeye başladılar. Her yerde grevler baş gösterdi. Halk silahlanmaya ve Şah’ı devirmeye odaklandı. İşte bu dönemde mollaların gücü arttı ve İslami Cumhuriyet söylemi dillerde dolanmaya başladı. Yine bu dönemde Paris’te bulunan Humeyni batı basınının ilgi odağı oldu. Halkın mollalara olan inancı arttı ve emperyalizm karşısında mollaları kurtarıcı olarak görmeye başladılar. Eski iktidarın boşluğunu doldurma arayışının başladığı günlerde Humeyni ülkeye döndü ve İslam Devrim Konseyi kurduğunu açıkladı. Humeyni dönemini en iyi açıklayacak kelimeler sanırım o günleri yaşamış birine ait olabiir. Humeyni dönemini yaşamış olan Bahman Nirumand, İran adını verdiği kitabında döneme ışık tutmuştur. Nirumand, kitabında Şah’ın devrilmesinde rol oynayanlardan biri olduğunu açıklamış ve düştükleri hatadan dolayı pişmanlıklarını dile getirmiştir. Humeyni’nin yaptıklarını devrimin sancıları ve geçiş süreci olarak kabullendikleri ve bu yüzden karşı çıkmadıklarını anlatmıştır. Ona göre, Humeyni insanlara yeryüzündeki cenneti vaat etmişti. Yani demokrasi gelecek ve insanlar düşüncelerinden ve siyasi tercihlerinden dolayı yargılanmayacaklardı, kadınlara eşit haklar verilecek, kıyafet serbest olacak ve sonunda mollalar sessizce camilerine geri döneceklerdi. 14 Ocak 1979 günü Şah ülkeyi terkedince mitingler düzenlenmiş, sansür olmadan istedikleri gibi bağırabilmişlerdi. Ancak Nirumand mitingde dikkatini mollaların çektiğini ve liberallerin resimlerini taşıyanların nasıl mollalarca dövüldüğünü gördüğünü hatırlatıyor ve üzerinde durmadıkları bu ayrıntının nasıl da her şeyin habercisi olduğunu şimdi anladığını ifade ediyor. Daha sonra hırsızlık yapanların İslam

Mahkemesi tarafından kırbaçla cezalandırıldığınada yine asılsız söylentiler olduğunu düşünerek inanmıyorlar. Ancak Humeyni’nin niyeti kendini çok geçmeden göstermeye başlamıştır. Kadın spikerler, erkekleri tahrik ettikleri gerekçesiyle işlerinden olmuş, kamu alanında çalışan kadınlara kapanma zorunluluğu getirilmiştir. Daha sonra bu yasak tüm kadınlar üzerinde uygulanmaya başlamış ve kadın ile erkeklerin yanyana yürümesi de yasaklanmıştır. Ancak Nirumand gibi diğer aydınlar da bu durumu çok önemsememiş, önemli olanın emperyalizmden kurtulmak olduğunu düşünerek bu duruma göz yummuşlardır. Toplumdaki çatlaklar giderek büyümüş ve kadınlar gittikçe kısıtlanmıştır. Parfüm, mücevher gibi eşyaların ülkeye girişi yasaklandığı gibi evlilik yaşı 13’e düşürülmüştür. Sokakta yüzü açık gezen kadınlara kezzap dökülmüş ve aşağılanmışlardır. Daha önceleri Paris’te demokrasi ve özgürlükten bahseden Humeyni; tüm liberalleri, solcuları ve milliyetçileri İslamiyet düşmanı ilan etmekte gecikmemiştir. Humeyni okuma –yazma bilmeyen halka referandum sunarak sözde demokrasi gerçekleştiriyordu. Ancak halk bilinçsiz olduğu ve Şah’ın baskı dolu rejiminden çekindiği için kendilerine sunulan islamiyet mi, şah yönetimi mi sorusuna islamiyet cevabını vermiştir. Nirumand bu referandumda kendi oylarının göz ardı edildiğini belirtmekte ve mollaların gündemi kendilerine göre çevirmekte çok usta olduklarından bahsetmektedir. Nirumand’a göre aydınların halkı anlamaması ve tüm bu yıkımlara geçici bir fırtına gözüyle bakmaları en büyük hatalarıydı.

Evet İran’ın bugününe gelmek için katettiği yol ortadadır. Yapılan hatalar ve sonuçları herkes için açık bir uyarı niteliğindedir. İran ve Türkiye arasında benzerlikler olduğu gün ışığı kadar ortadadır ancak; bu herşeyin aynı olacağı anlamına tabi ki gelmemektedir. Öncelikle Şah , Atatürk’ün yolundan kendince gitmiş ve yenilikleri halka dayattığı için başarılı olamamıştır. İkinci olarak o dönemde İran halkı fazla bilinçsiz olduğu için durumun farkına varamamış ve önceliklerini yanlış belirlemiştir. Aydınlar bile zaman zaman bu kandırmacalara inanmıştır. Dolayısıyla İran tarihi ve bugünün Türkiye’sini karşılaştırırken günün dün olmadığına ve Türklerin, İranlılar gibi olmadığına dikkat çekmekte fayda var. Evet İran’da herşey bir gecede değişti. Ama burası Türkiye; Atatürk’ün ülkesi...

Burçin TOKSÖZİnsan Kaynakları Koordinatörü

YURT HAYATI Günümüzde ailesinden uzakta yaşayan öğrencilerin en büyük sorunu

barınma problemidir. Bu konuda en yaygın çözüm devletin açtığı Kredi ve

Yurtlar Kurumu (K.Y.K)’na ait devlet yurtları gösterilebilir. Öğrencilerin

ihtiyaçlarının ise ister özel ister devlet yurtlarınca da yeterince

karşılanamaması problemi ise hala aşılmış değil.

En fazla öğrenci barındırma kapasitesine sahip olan devlet yurtlarının

birçoğu eski ve de bakımsız binalardan oluşmakta. Mevcut odalar genelde

6 kişilik gösterilse de oda ebatları 6 kişinin yaşayabileceği asgari alandan

oldukça küçük bu nedenle de 3 ya da 4 kişiden sonra odaya yeni öğrenci

alınmaması en çok karşılaşılan durum. Giriş saatlerinin 11.30 gibi erken

bir saatte olması, yurt ortak alanı olan bahçelerin bakımsızlığı, özellikle

sınav zamanı çekilmez olabilen gürültü öğrencilerin en çok şikayet ettikleri

konular. Ancak hem ucuz barınma olasılığı sağlaması, yüksek kapasitesi

ve bazı ailelerce seçilme nedeni olan devlete ait olması, bu yurtların tüm bu

olumsuzluklarına rağmen hala öğrencilerce tercih edilme nedenleri olarak

gösterilebilir.

Aslında bunca olumsuzluğun temelinde devlet yurtlarının belli bir

standardının olmaması yatıyor. İlden ile hatta bir ilde ilçeden ilçeye

yurtların durumu değişmekte. İstanbul ve İzmir’deki yurtlar arasında

hatta İzmir’de Bornova ve İnciraltı yurtları arasında çok büyük farklılıklar

göze çarpmakta. Bir yerde odalar geniş öğrenci sayısı az olabilirken,

bazıları çalışma masası bile koyamamakta.

Erkek öğrenciler için çok bariz şekilde uygulanmasa da yurtlarda

uygulanan katı kurallar bunaltıcı olabiliyor. Erkek öğrenciler gerek giriş

saatleri gerekse, izin gibi konularda daha serbest olabilirken kız öğrenciler

kurallara harfiyen uyma zorunluluğu ile karşı karşıya kalıyorlar. Yine

erkekler için gecenin saat kaçı olursa olsun yurttan çıkmak sorun değilken

kız öğrencilerin son giriş saatinden sonra dışarı adım atmaları yasak.

Bu kadar insanın bir arada kaldığı bir ortamda, beraber kalacağınız

insanlar ise tamamen şans eseri geliyor. Odanızda beraber kalacağınız

insanın temizlikten uzak, gürültücü ya da geçimsiz olması durumunda ise

yapabileceğiniz pek bir şey yok. Odanızda gecenin bir yarısı oynanacak

batak partilerine, telefonda gece vakti yüksek sesle konuşma hakkını

kendinde bulan insanlara alışmanız gerekebilir.

Kalabalık bir ortamın iyi yanı ise arkadaşlık kurmanın kolay olması.

Gerek odadaki gerekse diğer odalardaki insanlarla iyi geçindiğiz takdirde

yurt eğlenceli bir yer olabilir. İyi anlaştığınız ve güvenebileceğiniz insanlar

olması çok önemli çünkü yurttaki zamanınızın çoğunu onlarla geçirmek

zorunda kalabiliyorsunuz.

Bunca olumsuzluğa rağmen iyi tarafları da var tabi ki yurtta

kalmanın. Öncelikle ailesinin baskısından bunalıp da başka şehre gidenler

için bir çeşit özgürlük sayılabilir. Böyle kalabalık bir ortamda ise sosyal

bakımdan öğrenciler pek çok uğraş edinebilir ki bunların arasında yurt

bünyesinde açılan kurslar ve yarışmalar bunu başarmak için yardımcı

olacaktır. Yaz döneminde ve havanın güzel olduğu zamanlarda yurt

bahçesinde pek çok öğrenci sohbetle vakit geçirmekte. Bilardo, masa tenisi,

basketbol, voleybol, langırt gibi uğraşlarla da eğlenmek mümkün.

Yurtların hemen hepsinin birer yemekhanesi, çamaşırhanesi, terzisi,

kırtasiyesi, ,internet erişim merkezi öğrencilerin kullanımı için mevcut.

Peki bu kadar yetersiz kalmasına rağmen neden hala devlet yurtları

tercih edilmekte? Devlet elinde olmasının verdiği güven, diğer

alternatiflerine göre çok daha ucuz olması, okullara yakın olması ve ulaşım

sorununun olmaması devlet yurtlarının iyileştirmeye gitmeseler bile

seçilmesini sağlayacak. Yurtların iyi mi yoksa kötü mü olduğu hakkındaki

en doğru tespit ise her yıl yurda kaydolup daha sonra fırsatını bulunca eve

çıkmanın yollarını arayan öğrencilerdir diyebiliriz.

Hamdi AYAR-YFA Üyesi

WWW.YOUNGFUTURACADEMY.TR.GG

AKDENİZ'DE BİR ADADAN DAHA FAZLASI:

KIBRIS Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulduğu günden bu yana 3 tane temel sorun gündemi sürekli meşgul etmiştir. Bunlar terör, irtica tehtidi ve Kıbrıs Sorunu’dur. Zaman zaman bu sorunlar aynı period içinde çakışmakta, bazen sırayla birbirini izlemektedir ama hiçbiri asla susmaz ve mola vermez. Bazen sesleri biraz kısılır ama onlar daima ordadır. Bu yazıda üzerinde duracağımız konu başlıktan da anlaşılacağı gibi Kıbrıs Sorunu. Zaman içerisinde meydana gelen her sorunun temelini anlamak için o sorunun özne veya öznelerinin tarihini anlamak gerekmektedir. Bu yüzden konunun giriş kısmını Kıbrıs'ın kısa bir tarihi özetine vermeyi uygun buluyoruz.

KIBRIS TARİHİNE GENEL BAKIŞ

Ada'ya ilk ayak basan insanlar konusunda tarihçiler fikir ayrılığına düşmektedirler. Bazı tarihçilere göre Ada'nın ilk insanları Avrupa kökenlidir. Bu gruba karşı çıkan diğer tarihçilerin bir kısmı ise Ada'ya ilk ayak basanların Asyalılar olduğunu savunmaktadırlar. Alternatif tarih çalışmaları yapan tarihçiler ise, diğer tüm kara parçalarına olduğu gibi, Kıbrıs' a ilk ayak basanların da Mu Kıtası göçmenleri olduğunu savunmaktadırlar. Ada tarih boyunca Hitit Krallığı, Mısır, Bizans İmparatorluğu gibi pek çok devletin yönetimi altına girmiştir. Bizi ilgilendiren kısım ise 1571 yılında Ada'nın Osmanlı İmparatorluğu'na katılmasıyla başlar. Osmanlılar 1878 yılında yapılan savunma anlaşmasında Ada'yı Britanya İmparatorluğu'na kiralayana kadar Kıbrıs'ı yönetmişlerdir. Osmanlılar Birinci Dünya Savaşı'na Almanya'nın yanında katılınca, İngiltere Kıbrıs'ı ilhak etmiş ve bir koloni haline getirmiştir. Bu durum 1960 senesinde Kıbrıslı Türkler ve Rumlar tarafından Kıbrıs cumhuriyeti kurulana kadar devam etmiştir. 1963 yılında Ada Rumlarının

Anayasayı tek taraflı değiştirme amaçlı hareketleri doğal olarak Türklerin tepkisini çekmiş, bu toplumlararası gerginlik tarihte 1963-1964 olayları olarak bilinen 103 Türk köyünün basılıp boşaltılması, cinayetler ve Türklerin Ada'nın yüzde üçüne sıkıştırılması gibi olayların tetikleyicisi olmuştur. Bu olaylar hakkında ayrıntılı bilgi almak isteyenler http://www.webhatti.com/tarih/50065-21-aralik-1963-olaylarinin-baslamasi.html adresinden yararlanabilirler. Kıbrıslı Türkler yönetimden zorla uzaklaştırılınca Kıbrıs Cumhuriyeti fiili varlığını kaybetmiştir. Ancak günümüzde hukuki olarak uluslararası toplum tarafından tanınmaktadır. 1974 yılında Ada'yı Yunanistan'a bağlama amaçlı ve Yunanistan destekli bir darbe gerçekleşmiştir. Bunun üzerine Türkiye Cumhuriyeti Ada'ya müdahale kararı almıştır. Askeri kod adı 'Atilla Harekatı' olan ve 20 Temmuz ile 13 Ağustos tarihlerinden başlayan iki harekat sonucunda Ada Kıbrıslı Türklerin yaşadığı Kuzey, ve Rumların yaşadığı Güney olarak ikiye bölünmüştür. 1975 yılında Kıbrıs Federe Türk Devleti kurulmuştur. 8 yıl sonra Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kurulmuş, Rauf Denktaş ilk cumhurbaşkanı olmuştur. Kıbrıs'ın yakın tarihinde 24 Nisan 2004 önemli bir gündür. Ada'yı birleştirmeye yönelik Annan Planı'nı Türkler kabul etmişler ancak Rumlar reddetmişlerdir. Bundan sonraki süreçte 1 Mayıs 2004 tarihinde Güney Kıbrıs Rum Kesimi, Kıbrıs Cumhuriyeti adı altında Avrupa Birliğine katılmıştır.

BUGÜN VE GELECEK

Günümüzde Kıbrıs konusunda her kesimin kendini haklı gördüğü bir görüşü vardır. Rumlar, K.K.T.C.’yi Türklerin ayrılıkçı bir hareketi olarak görmektedirler. Rumlara göre Türkiye'nin amacı Kıbrıslı Türklerin çıkarlarını savunmak değil, Ada üzerinde hakimiyet kurmaktır. Maalesef olaya objektif bakabilen ve Türk Ordusu'nun müdahalesinden önceki ortamı tüm çıplaklığıyla açıklamak isteyen Rumlar hain olarak görülmektedir. Türkiye Cumhuriyeti harekatın Zürih ve Londra Antlaşması'nın 4. maddesine dayanarak gerçekleştirildiğini savunmaktadır. Fakat Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi bu harekatı işgal olarak değerlendirmektedir. Birleşmiş Milletler'e göre Kıbrıs Cumhuriyeti Ada'nın tek ver gerçek hakimidir. Birleşmiş Milletler üyesi ülkelerin K.K.T.C.’yi tanımaları yasaklanmıştır. Türkiye işgalci konumundadır ve askeri müdahalenin hiçbir hukuki dayanağı yoktur. Bu gelişmeler sonucunda günümüzde K.K.T.C.'yi tanıyan tek Birleşmiş Milletler üyesi ülke Türkiye Cumhuriyeti'dir. Peki Kıbrıslı Türklerin görüşü ne doğrultudadır? 1974 Harekatı'ndan sonra elbette halk kendisini kurtaran orduyu bağrına basmış ve Türkiye'ye şükranlarını sunmuştur. Günümüzde hala K.K.T.C. hükümeti Türkiye

Cumhuriyeti'nden bağımsız büyük kararlar almamaktadır ve iki ülke belirli bir işbirliği içerisinde yola devam etmeye çalışmaktadır. Ama burada asıl önemli olan konu Kıbrıs'ta yaşayan Türklerin düşünceleridir. 2004 Annan Planı Oylaması, Ada Türklerinin çoğunluğunun görüşü hakkında somut bir gerçeklik olarak kabul edilebilir. Kıbrıslı Türkler, Kıbrıs Cumhuriyeti adı altında Rumlarla birleşip Avrupa Birliği üyesi olmayı istemişlerdir. Bu üzerinde durulması gereken önemli bir konudur. Kimilerine göre bu durum Türklerin kinci olmadıklarını ve geçmişin olumsuzluklarını unutmaya hazır olduklarını gösteren olumlu bir sonuçtur. Ama maalesef geçmiş burada unutulması gereken bir konu değildir. Zamanında Türkler zaten Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bir parçasıydılar ama Rumlar tarafından zorla kovuldular. Bu unutulması affedilmeyecek bir gerçektir. Oylamadan önce gerek K.K.T.C. Hükümeti, gerek Türkiye Cumhuriyeti, halkı bu konuda uyarmış, 1974 yılını ve şehitleri, yaşananları hatırlayarak oy kullanmasını istemişir. Oylama sonuçları ise iki hükümeti de hayal kırıklığına uğrattığı gibi, Türkiye halkını da üzmüştür. Bunun dışında Türkiye'den Kıbrıs'a okumaya giden üniversite öğrencilerinin yerli halkın bir kısmı tarafından kötü muamele gördüğü bilinmektedir. Ve yine yerli halkın bir bölümünün Türkiye Türklerine rahatsız edici tavır sergilemesi de düşündürücü bir durumdur. K.K.T.C. ekonomisini turizm üzerine kurmuş bir devlettir ve uluslararası alanda tanınmadığı için ağırlayabileceği turist sayısı da sınırlıdır. Kendi kazancının yanında Türkiye'den büyük bir karşılıksız maddi destek aldığı da gerçektir. Kıbrıs Sorunu'nun çözümsüz kalmasında pek göz önüne çıkarılmayan bu gerçeklerin payı düşünülmelidir. PEKİ ÇÖZÜM NEREDE? Aslında çözüm yine tarihin içinde saklı. 1974 yılında Türkiye ambargo tehditlerine, uluslararası izolasyona rağmen doğru olduğuna inandığı seçimi yapmış ve günümüzde her objektif insanın kabul ettiği gibi Ada'ya barış ve huzur getirmiştir. O zamanın birlik beraberlik ve kararlılığına bugün belki de daha çok ihtiyaç vardır. Kıbrıs Türklerine tarihi gerçekler hatırlatılmalı, eğer Türkiye tamamen desteğini çekerse olacaklar benimsetilmelidir. K.K.T.C. Hükümeti ise uluslararası arenada tavrını sertleştirmelidir. Düşünüldüğünde kaybedecek bir şeyi yoktur. Zaten Türkiye dışındaki ülkeler tarafından tanınmamaktadır. Durumunun bundan daha vahim olmasına yol açabilecek tek etken yeni bir savaş veya askeri müdahale durumudur ki böyle bir durumda da arkasında Türkiye'nin duracağı aşikardır. Bununla birlikte günümüz şartlarında Türkiye çözümün dışında tutulamaz. Sonuçta K.K.T.C., Türkiye'nin federe bir eyaleti konumundadır. Çözümsüzlüğün bu kadar uzamasında günümüze kadar gelen süreçte yönetimde bulunan iktidarların yeterince sert, dik ve kararlı davranamamasının payı mutlaka büyüktür. Aslında

Türkiye'nin hemen hemen her uluslararası sorununda olduğu gibi bu sorunda da maalesef iktidarlarımız terazinin öteki kefesine geçecek bir Türkiye'nin dünya siyaseti açısından ne demek olduğunu ve potansiyelini muhattap ülkelere göstermekte etkisiz kalmışlardır. Bizce önemli olan her iki hükümetin ve Kıbrıslı Türklerin bir bütün içinde, geçmişi unutmadan geleceğe yürümeleridir.Barhan KAYNAKStratejik Araştırmalar Takım Lideri

Aliağa ve Gençler

Öncelikle daha önce hiç gitmediğim Aliağa’da bir gençlik meclisi koordinasyon toplantısına katıldığım için çok mutluyum. Niye mi ? Aliağa gençlik meclisinde çalışan arkadaşların samimiliği, sıcaklığı ve gençler için bir şey yapmak isteme hevesleri o kadar fazla ki anlatamam sizlere.

İlk başta biraz Gençlik Meclisleri ne iş yapar onu anlatmak istiyorum size, daha sonra ise toplantı raporunu sunarak toplantı içeriğini açıklamaya çalışacağım. Gençlik Meclisi; yerel ve ulusal demokratikleşme sürecinde, gençlerin düşüncelerini açıkça söyleyebilmelerini, çözüm üretebilmelerini, karar alma mekanizmalarına aktif katılımlarını sağlar. Kendi sorunlarına sahip çıkmalarını özendiren gönüllülük temelinde, kent konseyleri yapısı altında ve Ulusal Gençlik Parlamentosu (UGP) ile işbirliği içerisinde örgütlenen demokratik bir oluşumdur. Gençlik Meclisi; gençlerin, meclis çatısı altında yaratılan uzlaşma ortamı içerisinde, dil, din, ırk, kültür, sınıf, eğitim ve cinsiyet farkı gözetmeksizin kentimizin sürdürülebilir gelişmesinin temelini oluşturacak politikaların yaratılmasında ve öncelikli sorunların belirlenerek bunların çözüm önerilerinin üretilmesine ve uygulanmasına katkıda bulunmalarını sağlar. Yani arkadaşlar size gelin buralara ve birşeyleri değiştirelim diyorlar ve bizler de bu çağrıya kulaksız kalmayıp, en azından birşeyler yapmak için çabalamalıyız. Peki neler yapmıştır bu Gençlik Meclisleri? En büyük icraatları Seçilmek İstiyorum kampanyası ile seçilme yaşını 25’e indirmiştir. Yani arkadaşlar bu kadar

ciddi bir yapı ve inanın size çok iyi kapılar açabiliyor. Bunun en canlı örneği benim. Ayrıca aşağıda verdiğim ve benim hazırladığım toplantı raporunu da incelerseniz Koordinasyon toplatısı hakkında daha detaylı ve emin bilgiye sahip olabilirsiniz.

Aliağa Gençlik Buluşması Toplantı Raporu

Aliağa belediye başkanı Sn. Ömer Turgut Oğuz, Aliağa kaymakamı Sn. İbrahim KEKLİK, Aliağa Ticaret Odası başkanı Sn. Adnan Saka ziyaret edildi ve gençlik meclislerinin önemi anlatıldı ve belediyelerinin gençlik meclislerine desteğinin önemli olduğu belirtildi ve teşekkür edildi.

-Kent Konseyi Yönetmeliğinin Gençlik Boyutuyla İncelenmesi / Ahmet Batat

Meclis alanları gençlerin karar alma mekanizmalarını, yönetimlerinin işleyişinin öğrenildiği yerdir. Yürütme Kurulunun görevi koordinasyon sağlamaktır. Belediyeler, Kent Konseylerine bütçelerinde ödenek ayırmak suretiyle ayni ve nakdi yardım desteği sağlar. Kent Konseyleri görev alanına giren konularda meclis ve çalışma grupları oluşturabilir. Yürütme kurulunda kadın ve gençlik meclislerinin doğa üye olması nedeniyle Gençlik Meclisi veya çeşitli çalışma grupları ve meclisleri oluşturma zorunluluğu bulunur ancak kaç tane oluşturacağı konusunda sınır yoktur. Meclislerin ve çalışma gruplarının çalışma usül ve esasları genel kurulca belirlenir ancak gençlik meclisleri çalışma usül ve esaslarını kendileri belirlemeliler.

Benim adına çok yararlı bir toplantı oldu ve bilmediğim birçok şey öğrendim.

Aliağa Petkim – Türk Telekom basketbol maçına gittik ve desteğimiz sayesinde Aliağa Petkim maçı kazandı.

Yuvarlak Masa Çalışması

1. Günün değerlendirmesi yapıldı. Herkesin bireysel ve Gençlik Meclisleri adına kazanımları belirtildi ve toplantı herkes adına çok yararlı geçti.

Bir sonraki Ege Bölgesi Koordinasyon toplantısı tarihleri ve yerleri üzerine konuşuldu. Mayıs öncesi Afyon Karahisar ve Mayıs sonrası Karaburun.

Eylem 2 – Avrupa Gönüllü Hizmeti (Kurumlar için) - Leyla Özbilen AGH 18 – 30 yaş arası gençlerin 2 – 12 ay arası bir sivil toplum kuruluşu ve yerel topluluk için sosyal içerikli projelerde çalışmalarda bulunma. Öncelikle ve en önemlisi, gönüllü olarak çalışırken yaptığınız iş için maaş benzeri bir ücret almazsınız. Bununla birlikte yiyecek, barınma, dil eğitimi, yerel ulaşım, sigorta, bireysel bakım ve yardım ve az miktarda cep harçlığı alabileceksiniz.

Hangi tarihlerde başvuru yapabiliriz? Yıl içerisinde 5 başvuru dönemi vardır. 1 Şubat, 1 Nisan, 1 Haziran, 1 Eylül, 1 Kasım.

Stk’ların nasıl ev sahibi, gönderen veya koordinatör kuruluş olma konusunda bilgilendirme yapıldı.

Avrupa Gönüllü Hizmeti ne değildir ? a) Staj b) Turistik Gezi c) Dil Kursu d) Çalışma Kampı

Bunların hiç bir değildir tam anlamıyla AGH ancak bunlardan hemen hemen hepsinden birşeyler barındırır içinde.

Avrupa Gönüllü Hizmeti’ne Göndermeyi Düşündüğünüz Genç’ten Özgeçmiş ve Motivasyon Mektubu Hazırlamasını İstemelisiniz. ŞİMDİ EV SAHİBİ KURULUŞU BULMALI http://www.europa.eu.int/comm/youth/program/sos/hei

Avrupa Gönüllü Hizmeti nedir ?A) GÖNÜLLÜLÜK

B) KÜLTÜRLERARASI ÖĞRENME

C) YERELE ETKİ

D) KİŞİSEL GELİŞİM

Faydalı Siteler 40 SORUDA AVRUPA GÖNÜLLÜ HİZMETİ (AGH)http://www.ua.gov.tr/index.cfm?action=detay&yayinid=11280A1150DA8D3133CD19C7561CB754921AD&CFID=2690445&CFTOKEN=10645214www. salto - youth .net

Ulusal Gençlik Parlementosu – Ahmet Batat

Amaçları:Sürdürülebilir kalkınma, hemşehrilik bilincinin geliştirilmesi, bütüncül bir gençlik politikası oluşturma, gençlerin karar alma süreçlerinde görüşlerinin dahil olması.

Kadın- Erkek eşitliği, gönüllülük, sosyal sorumluluk, yönetişim, temsil, şeffaflık, bilgi paylaşımı, yerellik, kentler arası ortaklık. Teşekkürler

Sinan SönmezYFA İş-Staj KoordinatörüE-mail: [email protected]

WWW.YOUNGFUTURACADEMY.TR.GG Flamenko, siesta, üniversite Dünyada yarım milyara yakın insan İspanyolca konuşuyor ve bu dil 21 ülkenin resmi dili. Dünya ticaretinde ağırlığını giderek artıran İspanya, çok kültürlü yapısı ile yabancı öğrencilere geniş olanaklar sunuyor.

İspanya’dan söz edip de, Kristof Kolomb’u es geçmek olmaz. Amerika’yı keşfettiği gezisine çıkan Kolomb sayesinde dünyanın en büyük sömürge imparatorluklarından birini kuran İspanya, bugün İspanyolca’nın bu kadar yaygın olmasını da Kolomb’a borçlu.

Dünyadaki 21 ülkenin resmi dili olan İspanyolca’nın en iyi öğrenileceği yer, kuşkusuz bu dilin doğduğu topraklar. Hem kültürel alanda, hem de ekonomide yerini gün geçtikçe sağlamlaştıran İspanyolca için yılın her dönemi kurslar bulunabiliyor.

İspanya’nın renkli kültürünün ilk yaratıcılarının Arap Emeviler olduğunu söylemek yanlış olmaz. İki yüzyıl İspanya’ya hakim olan ve Endülüs uygarlığını yaratan Araplar, ülkede köklü eğitim kurumları kurmuş, hatta bugünkü Avrupa uygarlığına ciddi katkılarda bulunmuşlar.

Boğa güreşleri, siesta, flamenko ve sanat… Bunlar İspanya için çok şey demek; fakat tek başına anlatmaya yetmez. Birçok kültürün buluşma noktası olan İspanya, Batı kültürünün olduğu kadar, Doğu’nun da izlerini taşıyor. Gotik, rönesans ve modern mimari ile biçimlenen ülke, ünlü

plajlarıyla ve doğal güzellikleriyle de pek çok Avrupa ülkesinden ayrı bir yere sahip bulunuyor.

Ünlü Tapas barları, sokak çalgıcıları, dansçıları, kaldırımlara yayılmış kafeleri ve elbette siestalarıyla özgün ve güzel bir ülke İspanya. Bu ülkenin her şeyi kendine özgü. Yönetim yapısı bile. Cumhuriyet’ten Krallığa dönen nadir ülkelerden biri olan İspanya’da 1930’larda kurulan Cumhuriyet rejimini sancılı bir iç savaşın ardından önce diktatörlük, sonra krallık izledi. Özerk bölge ve şehirleriyle Avrupa’nın en parçalı ülkelerinden biri olan İspanya; monarşiye dayalı parlamenter demokrasisi ve dünyanın sekizinci büyük ekonomisiyle çağdaş Avrupa’nın vazgeçilmez bir parçası artık. İspanyolca ülkenin tek resmi dili olarak kabul ediliyor, fakat yerel diller kendi özerk bölgelerinde resmi dil sayılıyor ve günlük hayatta yaygın olarak kullanılıyor.

Akdeniz Sıcaklığı Akdeniz ülkelerinin tipik sıcaklığını taşıyan İspanya, bu yönüyle Türkiye’ye fazlasıyla benziyor. Ülkede, akşam yemeklerinde bütün ailenin toplanması ve önemli kararları hep birlikte alması önemli bir gelenek. Yemek kültürü de, diğer Akdeniz ülkeleri gibi oldukça gelişkin. Ülkeye özgü “Jamon Serrano”, “tapas” denilen, karışık zeytin, peynir ve iştah açıcı “puntillitas” ülkenin geleneksel tatları olarak biliniyor.

İspanya deyince futbolu anmamak olmaz elbette. Barcelona, Real Madrid gibi takımlarıyla İspanya futbolunun Avrupa futbolunda özel bir yeri var. Bireysel yetenekleri öne çıkaran, kazanmaktan çok, iyi oyuna ağırlık veren stiliyle, Avrupa’dan çok Latin Amerika futbolu ile benzerlik taşıyor.

İspanya’da nüfus yoğunluğuysa Avrupa’nın diğer ülkelerine göre oldukça seyrek. İspanya’da yaklaşık 45 milyon kişi yaşıyor; ama İspanyolca dünya genelinde çok daha yaygın. Dünyanın en büyük sömürge imparatorluklarından birini kuran İspanya, başta Latin Amerika olmak üzere tüm dünyada 450 milyon kişi tarafından konuşulan bir dile sahip. İspanyolca, İngilizce ve Fransızca’nın ardından dünyanın en yaygın üçüncü dili. Modern Bir Eğitim Ülkesi Avrupa ile Afrika arasındaki köprü olan ve Amerika’nın keşfinden bu yana Avrupa’nın dünyaya açılan kapısı olmayı başaran İspanya, hem egemenliği alında tuttuğu ülkelerden gelen göçlerle, hem de tarihinde hakimiyet kuran uygarlıklarla önemli bir kültürel mozaik oluşturuyor.

Bugün de hem gözde bir turizm ülkesi olmasıyla, hem de farklı ülkelerden gelen öğrencilerle, bu zengin kültür büyüyor, gelişiyor. Özellikle Madrid ve Barcelona, aynı zamanda birer eğitim kenti olarak öne çıkıyorlar.

Akdeniz ikliminin hüküm sürdüğü başkent Madrid, özgün ve görkemli mimarisiyle dikkat çekiyor. Eski çağlara ait kiliseler, müzeler ve okullar kadar, yeni milenyumun çağdaş binalarını da görmek mümkün. Katalonya bölgesinin başkenti Barcelona ise bir Akdeniz kenti olarak iklimiyle İzmir’e benziyor. Her iki kentte de üniversiteler ve dil kursları oldukça yoğun ve çok sayıda yabancı öğrenci yaşıyor.

İspanyolca’nın Başkenti Dünyadaki 21 ülkenin resmi dili olan İspanyolca’nın en iyi öğrenileceği yer, kuşkusuz bu dilin doğduğu topraklar. Hem kültürel alanda, hem de ekonomide yerini gün geçtikçe sağlamlaştıran İspanyolca için yılın her dönemi kurslar bulunabiliyor. İspanya’da dil programlarının süresi, öğrencinin istek ve ihtiyaçlarına göre 4 ile 48 hafta arasında değişiyor. Dil kurslarında eğitim genellikle sabah başlayıp öğleden sonraya kadar sürüyor. Yabancı öğrenciler için, hafta sonları farklı kentlere geziler yapılıyor, yabancı öğrencinin İspanya’yı daha iyi tanıması, İspanyol kültürü ile kaynaşması sağlanıyor. 16 yaş üzeri herkes, ortalama öğrenci sayısı 12 olan “genel İspanyolca” kurslarına katılabiliyor.

Profesyoneller için düzenlenen “iş İspanyolcası” kurslarında ise satış, pazarlama, finans ve iş yönetimi konularında İspanyolca kavramlar öğretiliyor. Bu programlar, işletme, ekonomi, uluslararası ilişkiler, kamu yönetimi, iletişim gibi bölümlerdeki öğrenciler için de uygun. Uzun süreli dil kursları ise daha ekonomik olmakla birlikte süreleri 48 haftaya kadar uzayabiliyor.İspanyolca öğrenmek için yaz mevsiminde ayrı fırsatlar bulmak da mümkün. Özellikle 10-16 yaş arası gençlere yönelik yaz okullarında, hem ders, hem eğlenceyi bir arada bulmak mümkün. İspanya’nın, Avrupa’nın ve dünyanın en gözde turizm ülkelerinden biri olması, yaz kurslarını daha ilgi çekici kılıyor. Köklü Üniversite Geleneği İspanya’nın renkli kültürünün ilk yaratıcılarının Arap Emeviler olduğunu söylemek yanlış olmaz. İki yüzyıl İspanya’ya hakim olan ve Endülüs uygarlığını yaratan Araplar, ülkede köklü eğitim kurumları kurmuş, hatta bugünkü Avrupa uygarlığına ciddi katkılarda bulunmuşlar. Endülüs Devleti'nde İmam-ı Kurtubi, Şatibi, İbn-i Hazm, Nurettin Batruci gibi birçok bilim adamı yetişmiş ve Avrupa’nın pek çok kralına da eğitim vermişler. 1492 yılında son Müslüman krallığı olan Granada Krallığı’nın

yok olmasıyla izleri Avrupa’dan silinen Endülüs uygarlığı, bugün varlığını İspanya kültürünün özgünlüğünde devam ettiriyor.

Endülüs Müslümanları’nın ilk tohumlarını attığı üniversiteler, bugün otonom yapılarıyla birer bilim merkezi konumunda. Öyle ki, üniversiteler, programlarından ders müfredatlarına kadar eğitimin her unsurunu kendileri düzenleyip uyguluyorlar.47 tane devlet ve 12 özel üniversitesi olan İspanya’da, ayrıca tiyatro, dans, müzik gibi sanat dallarında eğitim veren kurumlar başta olmak üzere üniversite dengi eğitim kurumları da bulunuyor. İspanya’da üniversite eğitimi Ekim ayının ilk haftasında başlıyor ve Haziran ayının ilk haftasına kadar sürüyor.

Türk öğrencilerin, İspanyol üniversitelerinde okuyabilmek için ÖSS’ye girmeleri ve Türkiye’de bir okul tarafından kabul edilmiş olmaları şart. Daha sonra İspanyol üniversitelerinin düzenlediği sınavlara ve dil sınavına girmeleri gerekiyor. Üniversite eğitiminin üç yıl sürdüğü ülkede, yükseköğretimde eğitim dili İngilizce ya da İspanyolca olarak uygulanıyor. İngilizce eğitim, İspanyolca bilmeyen yabancı öğrenciler için büyük bir olanak sağlıyor. Yüksek lisans programları ise bir yıl sürüyor. Oldukça gelişkin bir ekonomiye ve ileri teknolojinin kullanıldığı bir sanayiye sahip olan ülkede, üniversite eğitimi, özellikle de yüksek lisans eğitimi ile iş dünyası arasında sıkı bir işbirliği var. Şirketler, müfredatın belirlenmesi dahil, yüksek eğitimin bütün süreçlerine etkin biçimde katılıyorlar. “Moda ve tekstil tasarımı”, “endüstriyel tasarım”, “iç mimari”, “grafik tasarım” ve “reklamcılık” İspanya’nın en başarılı olduğu dallar olarak sayılabilir. Bu bölümlerde İngilizce eğitimin daha yaygın olduğunu da belirtmekte fayda var.

İspanya’nın çok kültürlü yapısı, yabancı öğrenciler için büyük avantaj sağlıyor. Avrupa ve Afrika arasında geçiş ülkesi olması dolayısıyla Kuzey Afrika kültürünü, Güney Amerika’dan aldığı göçle Latin kültürünü bünyesinde bir arada barındıran İspanya’nın, Fenikelilerden Arap Emevilere uzanan tarihiyle çok kültürlü bir yapıya sahip olması yabancı öğrenciler için bulunmaz fırsatlar yaratıyor. Akdeniz kültürünün sembol ülkelerinden biri olması da, Türk öğrenciler için ayrı bir güzellik.

Anna BEGOVİC-Eva MOREL-Inez CLAEYS