tip 2 diabetik hastalarda hiperlipidemi tedavisinde hedef
TRANSCRIPT
1
T.C. SAĞLIK BAKANLIĞI
İSTANBUL ŞİŞLİ ETFAL EĞİTİM VE ARAŞTIRMA HASTANESİ
AİLE HEKİMLİĞİ
KOORDİNATÖR: UZM. DR. FATİH BORLU
TEZ DANIŞMANI: PROF. DR. YÜKSEL ALTUNTAŞ
TİP 2 DİABETİK HASTALARDA HİPERLİPİDEMİ
TEDAVİSİNDE HEDEF GERÇEKLEŞME ORANLARI VE
ÇEŞİTLİ PARAMETRELER İLE İLİŞKİLERİNİN
İNCELENMESİ
UZMANLIK TEZİ
Dr. Fatma ÇELİK
İstanbul,2009
2
İÇİNDEKİLER
TEŞEKKÜR……………………………………………………………3
KISALTMALAR………………………………………………………4
GİRİŞ VE AMAÇ...................................................................................5
GENEL BİLGİLER……………………………………………………6
MATERYAL METOD..........................................................................68
BULGULAR..........................................................................................69
TARTIŞMA...........................................................................................86
ÖZET………………………………………………………………….97
KAYNAKLAR......................................................................................99
3
TEŞEKKÜR
Uzmanlık eğitimim boyunca mesleki bilgi, beceri ve deneyimlerimi geliştirmemde
katkıları bulunan Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi 2. Dahiliye Kliniği Şefi Prof. Dr.
Yüksel ALTUNTAŞ’a, 3. Dahiliye Kliniği Şefi ve Aile Hekimliği Koordinatörü Uz. Dr. Fatih
BORLU’ya, 1. Cerrahi Kliniği Şefi Prof. Dr. Adil BAYKAN’a, 1. Çocuk Servisi Klinik Şefi
Doç. Dr.Zeynep Yıldız YILDIRMAK’a, 2. Çocuk Servisi Klinik Şefi Prof. Dr. Asiye
NUHOĞLU’na, 3. Çocuk Servisi Klinik Şefi Prof. Dr. Feyzullah ÇETİNKAYA’ya, 4. Çocuk
Servisi Klinik Sorumlusu Uz. Dr. Leyla BAYLAN TELHAN’a, Kadın Hastalıkları ve Doğum
Servisi Klinik Şefi Op. Dr. İnci DAVAS, 1.Kadın Hastalıkları ve Doğum Servisi Klinik Şefi
Op. Dr. Nimet Göker ve Psikiatri Klinik Şefi Doç. Dr. Oğuz KARAMUSTAFALIOĞLU’na
teşekkürü bir borç bilirim.
Tez çalışmalarım sırasında desteklerini ve yardımlarını esirgemeyen 2. Dahiliye
Kliniği Şefi Prof. Dr. Yüksel ALTUNTAŞ’a, hastanenin dört bir yanında, acillerde,
doğumhanede, aşı merkezinde birlikte çalışma fırsatı bulduğum uzmanlarıma, asistan
arkadaşlarıma, hemşire hanımlara, sağlık memurlarına ve personel ekibine teşekkür ederim.
Bu günlere gelmem için bana tüm imkanları sunan, yardımlarını ve sevgilerini
esirgemeyen annem, babam, kardeşlerim ve tüm sevdiklerime, bütün kalbimle teşekkür
ederim.
Dr. Fatma ÇELİK
4
KISALTMALAR
DM: Diabetes Mellitus
IDDM: İnsülin dependent diabetes mellitus
NIDDM: Non insülin dependent diabetes mellitus
ADA: American Diabetes Association
IFG: Impaired Fasting Glycemia ( Bozulmus Açlık Glukozu )
ICA: Islet Cell Autoantibody ( Adacık hücre antikoru )
IGT: Impaired Glucose Tolerance ( Bozulmus Glukoz Toleransı )
MODY: Maturity Onset Diabetes of the Young
LADA: Latent Autoimmun Diabetes of Adults
WHO: World Health Organization ( Dünya Sağlık Örgütü )
BMI: Body mass index ( Vücut kitle indeksi )
HLA: Human leukocyte antigen
HT: Hipertansiyon
KVH: Kardiyovasküler Hastalık
NCEP: National Cholesterol Education Program
ATP III: Adult Treatment Panel III
VLDL: Very Low Density Lipoprotein
LDL: Low Density Lipoprotein
HDL: High Density Lipoprotein
IDL: İntermediate Density Lipoprotein
5
GİRİŞ VE AMAÇ
Diabetes Mellitus (DM), endojen insülinin mutlak ve göreceli eksikliği veya periferik
etkisizliği sonucu ortaya çıkan, kronik hiperglisemi, karbonhidrat, protein ve yağ
metabolizmasında bozukluk, kapiller membran değişiklikleri ve hızlanmış arteriosklerozis ile
seyreden bir hastalıktır. DM tüm dünyada en sık rastlanan endokrin hastalıktır. Tip 2 diabetes
mellitus, tüm diabet vakalarının % 80-90’ını oluşturur ( 1 ). Ülkemizdeki DM insidansı %1.6,
prevalansı ise % 3,5-5 arasındadır ( 2 ). Ülkemizdeki Tip 2 DM prevalansı bölgesel
farklılıklar göstermekte olup % 4,3 ile % 9,6 arasında değişmektedir. Ülkemizde 1999 yılında
tamamlanan Dünya Sağlık Örgütü destekli Türkiye Diabet Epidemiyolojisi Projesi’nde,
ortalama prevalans % 7,2 dir. Türkiye‘de ortalama 750 bin, dünyada ise 60 milyon diabet
hastasının bulunması, olayın sadece bir hastalık olarak değil, sosyal ve ekonomik boyutunun
da önemli olduğunu düşündürmektedir.
Diyabetik hastalarda değişik dislipidemi tipleri olabilir. Hiperglisemi ve
hiperlipideminin aditif kardiyovasküler riski nedeni ile diyabetin takip ve tedavisinde lipid
anormallikleri agresif olarak araştırılmalı ve tedavi edilmelidir (3). Diyabet hızlanmış
ateroskleroz için bağımsız bir risk faktörüdür. Diyabetin kendisinin başlattığı (VLDL’de artış,
artmış aterojenik küçük yoğun LDL partikülleri, azalmış HDL, artmış lipoprotein
oksidasyonu, azalmış glikozilasyonu, azalmış lipoprotein lipaz aktivitesi şeklindeki) lipid
anormallikleri, platelet agregasyon ve adhezyonunda artma, endotel hücre disfonksiyonu ve
artmış prokoagulan durum (örneğin pıhtılaşma faktörleri ve fibrinojende artma, antitrombin
III, protein C ve S’ te azalma, fibrinolitik aktivitede azalma) aterosklerozu hızlandırmaktadır.
Karaciğerden VLDL salınımının artması diyabetik dislipidemide merkezi rol oynamaktadır
(4,5).
Yaşam tarzı değişiklikleri, diyet, kilo verme, sigarayı bırakma ve egzersiz ile metabolik
ve lipid anormalliklerinde düzelme olmasına rağmen çoğu hastada genellikle farmakolojik
tedavi uygulamak gerekmektedir (6).
Biz çalışmamızda diabet polikliniğine başvuran tip 2 diabetik hastalarda hiperlipidemi
tedavisindeki hedef gerçekleşme oranları ve diabet kontrol parametreleri ile ilişkisini
araştırmayı planladık.
6
GENEL BİLGİLER
DİABETES MELLİTUSUN TARİHÇESİ
Tarihte, Diabetes Mellitusla ilgili ilk tanımlamalara, Mısır uygarlığında, M.Ö. 1500
yıllarına ait Ebers papirüslerinde rastlanmıştır. Yunanca‘da diabeinein kelimesinden türetilen
diabetesin manası, hastaların çok su içme ve çok idrara çıkması vurgulanarak erime hastalığı
olarak tarif edilmiştir. Latincede bal anlamına gelen ‘Mellitus’, tatlı idrarından dolayı çok
sonraları eklenmiştir.
Eski Hint Uygarlığında, “ Charak samhira ” adlı tıp kitabında, M.Ö. 600 yılında
diabetin yeri, üriner hastalıklar arasındadır. Medhumeh adı verilen, aşırı susama ve ağız
kokusu ile birlikte “ ballı idrar ” ile seyreden bir hastalık olarak bahsedilmiştir. Bu hastalığı
olan kişilerin genelde şişman olduğu, kuruyarak ve ağızları kokarak öldükleri belirtilmiştir.
M.Ö. 150 yıl önce, Kapadokya’da Areteus, ilk defa “ diabetes ” adını kullanmıştır ( 7,8 ). Dört
ciltlik eserinde diabeti “ hastalık nemli vücut ve uzuvlardan oluşur, salgılar böbrek ve mesane
aracılığı ile dışarı atılır. Hastalardaki su yapımı asla kesilmez, fakat su kaybı bir bendin
açılmış kapağı gibi sürer gider. Bir süre sonra zayıflama, daha sonra da ölüm gelir ” diyerek
tanımlarken diabetle ilgili ilk önemli belgeyi hazırlamıştır.
M. S. 9. y.y.’da İslam hekimi Razi ve 10-11. y.y. İslam hekimi İbn-i Sina, bu hastaların
İdrarının tatlı olduğundan ve susuzluk hissinden söz etmişlerdir. 18. y.y.’da William Cullen “
Diabetes ” kelimesinin yanına, tatlı veya ballı, anlamına gelen “ Mellitus ” u eklemiştir.
1815’de Chevreul idrardaki bu şekerin “ glukoz ” olduğunu açıkladı. 19. y.y.’da Claude-
Bernard, glukozun karaciğerde glukojen olarak depolandığını tespit etti. 1869’da Paul
Langerhans, pankreastaki adacık hücrelerini tanımladı. 19. y.y.’ın son kısmında Kussmaul
komanın klinik belirtilerini tanımlamış ve “ asidoz ” terimini yerleştirmiştir. 1889’da Oskar
Minkowski, deneyleri ile Diabetes Mellitus’da sorumlu organın pankreas olduğunu kanıtladı.
1921 yılında Banting ve Best, insülini keşfettiler. İnsülinin, 11 Ocak 1922’de 14
yaşındaki Leonard Thomson’un tedavisinde başarıyla kullanılmasından önce, hayatın erken
döneminde ortaya çıkan bu rahatsızlık bir ölüm fermanı niteliğindeydi. 1936’da Hagedorn
kristalize insüline bir balık proteini olan protamini ilave ederek, daha uzun etkili insülini
buldu. 1972’de Lilly, saf insülini piyasaya sürdü. Aynı yıllarda Amerika’da, oral antidiabetik
7
ilaçların kardiovasküler komplikasyonlardaki faydalı etkisi heyecanla karşılandı ve hemen
ikinci jenerasyon oral antidiabetikler bulundu ( 9,10,11 ) .
1936’da Kimmelstiel ve Wilson’un ‘interkapiller glomeruloskleroz’u tarif etmeleriyle,
albüminüri, hipertansiyon ve retinopatiyi bir araya getiren “Diabetik nefropati” tablosu
tanınmış oldu. 1955’de diabet tedavisinde oral antidiabetik ilaçlar kullanıma girdi ( tolbutamid)
1973’te Danimarka’da Nova ve Leo firmaları saflaştırılmış ve antikor oluşturmayan insülin
tiplerini geliştirdiler. Günümüzde “ Recombinant DNA ” teknolojisi ile tamamen sentez ürünü
olan insan insülini üretilmiştir ( 8,12,13 ) .
1966 ’ da ilk pankreas, 1990’da ise ilk ciddi adacık hücre tranplantasyonu yapıldı.
İmmunsupresyonunda steroid harici ilaçlar kullanılarak daha iyi sonuçlar elde edildi ( 11 ).
Son yıllardaki gelişmelerle Lispro ( çok kısa etkili ) ve glargin ( uzun etkili ) insülin
analogları kullanıma başlandı ( 9,11 ) .
1980’li yıllardan sonra başlayan pankreas adacık transplantasyonu, yapay pankreasın
bulunması, diabet etyopatogenezinde immünitenin bulunması ve immünsüpresiflerin
geliştirilmesi tedavide yeni bir çığır açmıştır.
DİABETES MELLİTUS’UN TANIMI
Diabetes Mellitus, insülin hormon sekresyonunun ve/veya insülin etkisinin mutlak
veya göreceli azlığı sonucu karbonhidrat, protein ve yağ metabolizmasında bozukluklara yol
açan, kronik, hiperglisemik bir grup metabolizma hastalığıdır. Diabetin birçok değişik tipi
olup, bu tiplerin oluşmasında genetik, çevresel faktörler ve hayat tarzının rolü vardır. Diabet
etiyolojisine bağlı olarak, insülin sekresyonunda azalma, plazma glukoz kullanımında azalma
ve glukoz yapımında artma gibi faktörler, hiperglisemiye katkıda bulunur. Diabetes Mellitus
klinik olarak polidipsi, poliüri, polifaji, pruritus, ağırlık kaybı gibi klasik belirtiler ve hastalığa
spesifik retinopati, nöropati, nefropati gibi komplikasyonlar ile şüphe edilebilir veya
tanınabilir. Özellikle insüline bağımlı olmayan diyabet bu belirtileri göstermeyebilir, böyle
durumlarda tanı kan ve idrar testine göre konur. İnsüline bağımlı olan diyabet ise klasik
belirtiler ile hemen tanınır. Gelişmiş ülkelerde son dönem böbrek hastalığının, nontravmatik
alt ekstremite amputasyonlarının ve erişkin körlüklerinin başta gelen sebebidir. Giderek artan
sıklığı ile dünya çapında başta gelen morbidite ve mortalite sebebi olmaya aday
görünmektedir.
8
Epidemiyoloji
Dünyada 150 milyon civarında diabet hastasının olduğu ve önümüzdeki onyıl
içerisinde bunun iki katına çıkabileceği hesaplanmaktadır. Bu artış, özellikle Tip 2 DM
prevalansının artısına bağlıdır. DM prevalansının dramatik olarak artması, genetik faktörler
yanında yaşam süresinin uzaması, obezite, fiziksel inaktivitenin önemli bir sonucudur.
Diabet insidansı farklı etnik gruplar ve ülkeler arasında farklılık göstermekle beraber,
genellikle Tip 2 diabet ortalama % 5-10, Tip 1 diabet ise % 0,5-1 civarındadır.
Diabetes Mellitus insidansında belirgin coğrafik farklılıklar vardır. İskandinav
ülkeleri en yüksek insidansa sahiptirler. Bunlardan Finlandiyanın insidansı yıllık 35/100.000
ile yüksek, Japonya ve Çin’in Tip 1 DM insidansı 3/100 000 ile düşük, Kuzey Avrupa ve
ABD’nin 8- 17/100.000 ile orta derecedir.
Tip 2 DM prevalansı ve IGT ( Bozulmuş Glukoz Toleransı ), Pasifik adalarında
yüksek, Hindistan ve ABD’de orta, Rusya ve Çin’de düşüktür. Bu değişkenlik genetik,
davranışsal ve çevresel faktörlere bağlanmıştır. Diabetes Mellitus prevalansı ayrıca ele alınan
ülkenin farklı etnik gruplarında da değişkenlik gösterir ( 14,15,16 ) .
Ülkemizde yapılan TURDEP çalışmasında Tip 2 DM prevalansının % 7,2 olduğu,
2000 yılı nüfus sayısına göre 4,9 milyon diyabetli hasta olduğu tespit edilmiştir. Türkiye’de
IGT, % 6,7 olarak bildirilmektedir. Türkiye’de 2,6 milyon diabetli, 1,6 milyon prediabetli
birey vardır. Yani hastaların 1/3’ü diabetli olduklarını bilmemektedirler ( 17,18,19 ). Diabet
sıklığı, 60 yaş üzerinde % 20’yi aşmaktadır.
Avrupa’da yapılan son çalışmalar, Tip 2 diabetten önce gelen IFG ve IGT’ nin
giderek arttığına ve özellikle yaş ilerledikçe daha fazla görüldüğüne işaret etmektedir.
Bozulmuş glukoz toleransının 20-44 yaş grubunda % 3-5 olan prevalansı, 65-74 yaş grubunda
% 20-30’a yükselmektedir (20) .
Sınıflandırma
Diabetin etiyolojisi ve patogenezinin giderek daha iyi anlaşılması ile hastalığın
sınıflaması da sürekli yenilenmektedir. DM’un tüm tiplerinde temel özellik, hiperglisemi
olmakla birlikte, buna neden olan fizyopatolojik mekanizma farklıdır. DM’un bazı
formlarında mutlak insülin eksikliği ya da bozuk insülin salgılanmasına sebep olan genetik bir
kusur varken, diğer bazı tiplerinde temel özellik insüline karşı bir direnç olmasıdır.
9
ADA 1997 raporuna göre DM etyolojik sınıflaması (17, 21, 22)
I. Tip 1 Diabetes Mellitus
1. İmmun sebepli
2. İdiyopatik
II. Tip 2 Diyabetes Mellitus
1. Periferik insülin direnci ön planda
2. İnsülin sekresyonu yetmezliği ön planda
III. Diğer spesifik tipler
1. Beta hücre fonksiyonunun genetik defektleri
• Kromozom 20, HNF-4a ( MODY 1 )
• Kromozom 7, glukokinaz ( MODY 2 )
• Kromozom 12, HNF-1a ( MODY 3 )
• İnsülin promoter faktör ( IPF -1 ) ( MODY 4)
• HNF 1 beta ( MODY 5 )
• Neuro Dİ/Beta 2 ( MODY 6 )
• Mitokondrial DNA
• Proinsülin veya insülin dönüşüm defekti
2. İnsülin fonksiyonunda genetik defektler
• Tip A insülin direnci
• Leprechaunism
• Rabson-Mendenhall Sendromu
• Lipoatrofik diyabet
• Diğerleri
3. Ekzokrin pankreas hastalıkları
• Pankreatitler
• Travmal pankreatektomi
• Neoplaziler
• Kistik fibroz
• Hemakromatoz
10
• Fibrokalküloz pankreatopati
• Diğerleri
4. Endokrinopatiler
• Akromegali
• Cushing Sendromu
• Glukogonoma
• Feokromositoma
• Hipertiroidi
• Somatostatinoma
• Aldosteronoma
• Diğerleri
5. İlaç ve kimyasal sebepler
• Vakor ( böcek öldürücü ilaç )
• Pentamidin
• Nikotinik asit
• Glukokortikoidler
• Tiroid hormonları
• Diazoksit
• Fenitoin
• b-adrenerjik agonistler
• Tiazidler
• Dilantin
• Alfa interferon
• Proteaz inhibitörleri
• Klozapin
• Beta blokörler
6. Enfeksiyonlar
• Konjenital rubella
• Sitomegalovirus enfeksiyonu
• Koksaki virüs
11
7. Otoimmun diyabetin nadir formları
• Stiff-man Sendromu
• Anti-insülin reseptör antikorları
• Diğerleri
8. Diğer genetik hastalıklar
• Down Sendromu
• Klinifelter Sendromu
• Turner Sendromu
• Friedreich ataksisi
• Huntington koresi
• Laurence-Moon-Biedl Sendromu
• Wolfram Sendromu
• Myotonik distorfi
• Porfiri
• Prader Willi Sendromu
IV. Gestasyonel Diabetes Mellitus
NIDDM hastaların önemli bir bölümü tipik olarak obez ve hiperinsülinemik iken,
insülin hiposekresyonunun görüldüğü obez olmayan NIDDM hastaları da bulunmaktadır ve
tanıyı izleyen birkaç ay veya yıl içinde oral hipoglisemik ilaçlarla yapılan tedavi başarısız
olmakta, bunun sonucunda da insülin bağımlılığına doğru bir ilerleme olmaktadır. Diğer bir
deyişle klasik IDDM ve NIDDM, sadece diğer bir sınıflandırma ölçeğinin zıt kutuplarıdır.
Bunun bir göstergesi olarak NIDDM grubundaki bazı kişiler ilk klinik prezentasyonda
NIDDM olarak tanınırlar fakat gerçekte yavaş ilerleyen bir IDDM hastasıdırlar. Bu durum son
yıllarda yavaş seyirli tip 1 diabet veya yetişkinlerin Latent Otoimmün Diabeti (LADA) olarak
bilinmektedir (23).
Diabetin sınıflandırılmasındaki önemli bir değişiklik, 1985 WHO Çalışma Grubu’unca
önerilen (24), daha önceleri tropikal diabet olarak adlandırılan ve IDDM ve NIDDM ile
sıralamaya giren ana bir klinik alt tip olan Malnütrisyona Bağlı Diabetes Mellitus’ un
(NRDM) ortaya çıkması oldu. MRDM, ne IDDM ne de NIDDM kategorilerine tam anlamıyla
12
girmektedir ve başka bir terminoloji olan fibrokalkülöz pankreatik diabet de yaygın olarak
kullanılmaktadır. Çoğunlukla genç yetişkinleri etkileyen bu hastalık, şiddetli ketoasidozisle
birlikte olmadığı ve insülin bağımlılığı da aralıklı olduğundan “Fazik İnsüline Bağımlı
Diabetes Mellitus” (PIDDM) olarakta tanımlanmaktadır. Hindistan, Bangladeş ve Endonezya’
nın belli bölgelerini de içine alan bazı ülkelerde MRDM’ nin batı ülkelerinde NIDDM’ nin
olduğu kadar yaygın olduğu görüşü ileri sürülmektedir, fakat destekleyici epidemiyolojik
veriler yetersizdir.
Amerika Birleşik Devletlerinde Ulusal Diabet Veri Grubu (NDDG) tarafından 1979
yılında yapılan ve 1985 yılında Dünya Sağlık Teşkilatı tarafından son şekli verilmiş diabet
sınıflaması tablo 1’ de gösterilmiştir.
Tablo 1: Diabetes Mellitus ve ilgili glikoz intoleranslarının sınıflaması (WHO 1985)
■Klinik Sınıflar.
DİABETES MELLİTUS
1-İnsüline Bağımlı Diabetes Mellitus
2-İnsüline Bağımlı Olmayan Diabetes Mellitus
Non-obez
Obez
3-Malnutrisyonla İlgili Diabetes Mellitus
4-Bazı sendromlar ve diğer durumlarla ilgili diabetes mellitus
5-Pankreas hastalıkları
6-Hormonal bozukluklarla ilgili hastalıklar
7-İlaçlara ve diğer kimyasal maddelere bağımlı durumlar
8-İnsülin yapısında veya insülin reseptörünün yapısındaki bozukluklar
9-Bazı genetik sendromlar
10-Diğer nedenler
BOZULMUŞ GLİKOZ TOLERANSI
Non-obez
Obez
Bazı durumlar ve sendromlarla ilgili olanlar
13
GESTASYONEL DİABETES MELLİTUS
■İstatistiksel Risk Grupları
(Glikoz toleransı normal olmasına karşın ileri senelerde diabet gelişme olasılığı yüksek olanhastalar)
Daha önce glikoz intoleransı saptanmış olup, normale dönenler
Potansiyel glikoz tolerans anomalisi
Tablo 2: Diabetes Mellitusun diğer tipleri
1-Pankreatik hastalıklara bağlı
■Kronik ve tekrarlayıcı pankreatit
Hematokromatosis
2- Diğer endokrin hastalıklarının neden olduğu Diabetes Mellitus
Cushing sendromu
Akromegali
Tirotoksikosiz
Feokromasitoma
Hiperaldestrinoma
Glukagonoma
3-Kimyasal maddelere ve ilaçlara bağlı Diabetes Mellitus
Glukokortikoid ve kortikotrofinler
Diüretikler
Beta-blokerler
Beta2-agonistler
Fenitoinler
siklosiporinler
Nikotinik asit
Diazoksid
Vacor (böcek öldürücü ilaç)
14
4-İnsülin veya reseptörlerinin anomalisine bağlı Diabetes Mellitus
İnsülinepatiler
Reseptör defektleri
Dolaşımdaki antireseptör antikorları
5-Genetik sendromla ilişkili Diabetes Mellitus
DIDMOAD sendromu
Miyotonik distrofi ve diğer kas hastalıkları
Lipoatrofik diabet
Tip 1 glikojen depo hastalığı
Kistik fibrosis
Günümüzde DM sınıflamasında bazı farklılıklar bulunmaktadır. İnsülin bağımlı diabetes
mellitus ( IDDM ) ve insülin bağımlı olmayan diabetes mellitus ( NIDDM ) terimlerinin
kullanımı artık önerilmemektedir. Bu terimler Tip 1 DM’lu ( IDDM ) hastalarda mutlak
insülin ihtiyacı olması, buna karşılık Tip 2 DM’lularda ( NIDDM ) buna gerek olmayışı
esasına dayanılarak kullanılmakta idi. Ancak birçok DM’lu hastada glisemiyi kontrol altına
almak için bir dönemden sonra insülin kullanmak gerektiğinden, insüline bağımlı olmayan
kavramı sorun oluşturmaktadır. Yeni sistemde ikinci bir farklılık, hasta yaşının sınıflamada
artık bir ölçüt olarak kullanılmamasıdır. Tip 1 DM her ne kadar 30 yaş altında ortaya çıkarsa
da, otoimmün beta hücre harabiyeti herhangi bir yaşta oluşabilmektedir. Aynı şekilde Tip 2
DM genelde ileri yaşta ortaya çıkmakla birlikte, özellikle obezlerde olmak üzere çocukluk
döneminde de görülebilmektedir.
ADA 2005 KRİTERLERİNE GÖRE DİYABET TANI ÖLÇÜTLERİ:
A) Diyabetin klasik belirtilerinin varlığı durumunda, rastgele yapılan kan şekeri
ölçümünün 200 mg/dl ( 11,1 mmol/L ) olması
(Rastgele ile kastedilen son yenilen yemeğin zamanına bakılmaksızın, gün içi herhangi
bir zamanda ölçüm yapılmasıdır. Diabetin klasik belirtileri, poliüri, polidipsi ve beklenmeyen
kilo kaybını içermektedir).
Ya da
Açlık plazma glukozunun > 126 mg/dl ( 7 mmol/L) olması (Açlık ile kastedilen en az
son 8 saattir kalori alımının olmamasıdır).
15
Ya da
OGGT’de 2. saat plazma glukozunun >200 mg/dl ( 11,1 mmol/L ) olması ( Test
WHO’nun tanımını yaptığı biçimde 75 gr anhidröz şekerin çözünmüş şeklinin içilmesi ile
yapılır).
B) Kan şekeri düzeyine göre diabet 2 ana gruba ayrılabilir:
1-Prediabet: Kan şekeri ölçümüne göre ikiye ayrılır:
a) Bozulmuş açlık kan şekeri: AKŞ 125-100 mg/dl arasındadır.
b) Bozulmuş glukoz toleransı: OGTT testi yapılan hastada 2. saat plazma kan şekeri
ölçümü 140-199 mg/dl arasındadır.
Bu iki kavram her ne kadar hastada diabet olmadığını işaret etse de, hastanın artmış
diabet ve kardiyovasküler hastalık gelişme riskine ve önleyici ya da geciktirici tedbirlerin
alınmasına karşı uyarıcıdır.
2-Diyabet: ADA, tanı için üç farklı yöntem olduğunu kabul etmekle birlikte, AKŞ
ölçümünü önermektedir.
Tanıda HbA1c ölçümünün kullanılması bugün için önerilmemektedir. Tedavi
başarısının takibi açısından önemli olabilir.
C ) Diabet taraması: Tüm 45 yaş ve üzeri, özellikle VKİ: 25 kg/m2 olan bireyler için
gerekmektedir. Tarama için AKŞ ve OGTT ( 75 gr glukoz ile ) kullanılabilir. Önerilen süre
45 yaş üzeri için 3 yılda bir, ilave risk faktörü olanlar için daha erken yaşlarda tarama
yapılmasıdır.
ADA 2005 önerilerine göre DM klinik olarak ise 4 farklı grupta incelenir:
1. Tip 1 DM: Absolu insülin eksikliğine sebep olan pankreas beta hücre harabiyeti sonucu
gelişir.
2. Tip 2 DM: İnsülin direnci varlığında, insülin sekresyonunda progresif azalma sonucu
gelişir.
3. Diğer spesifik tip DM: B hücre genetik hastalıkları, insülin hedef organlarda genetik
hastalıklar, ekzokrin pankreas hastalıkları, ilaçlar vs. gibi sebeplerden dolayı ortaya çıkan
DM
4. Gestasyonel DM: Hamilelikte ortaya çıkan DM.
16
Tip-1 diabetes mellitus’ a uyan HLA antijenlerine sahip olup, normoglisemisi olan ve
dolaşımda islet hücresi antikorları veya insüline karşı otoantikorlar saptanan bireylerde büyük
olasılıkla diabetes mellitus geçirecekler arasındadır. İstatistiksel olarak risk altında bulunan
gruba giren bireylerin erken tanı açısından periodik kontrollerden geçmesi gerekir.
TİP 1 DİABETES MELLİTUS
Tip 1 diyabet pankreatik beta hücrelerinin destrüksiyonuna bağlı mutlak insülin
yetersizliği ile ortaya çıkan bir tablodur.
Pankreastan salgılanan endojen insülinin eksikliğine veya yokluğuna bağlı olarak
gelişir. Bu yüzden tedavide insülin mutlaka gereklidir. Hastaların %90’ında otoimmün ( Tip
1 A ) %10’unda nonotoimmün ( Tip 1 B ) beta hücre yıkımı mevcuttur.
Tip 1 A diabet: Genetik yatkınlığı bulunan kişilerde, çevresel tetikleyici faktörlerin
(virüsler, toksinler, emosyonel stres gibi ) etkisi ile otoimmünite tetiklenir. İlerleyici beta
hücre hasarı başlar. Hücre rezervi % 10-20’lere indiğinde klinik semptomlar ortaya çıkar.
Başlangıçta adacık otoantikorları pozitiftir.
Tip 1 B diabet: Otoimmünite harici sebeplere bağlı mutlak insülin eksikliği sonucu
gelişir. Kanda adacık otoantikorları bulunmaz.
Herhangi bir yaşta ortaya çıkabilir. Olguların çoğuna, 30 yaş öncesinde tanı konulur. Okul
öncesi ( 6 yaş civarı ) , puberte ( 13 yaş civarı ) ve geç adölesan dönemde ( 20 yaş civarı ) üç pik
görülür. LADA, daha ileri yaş grubunda görülen formudur (25 ) .
Başlangıçta polidipsi, poliüri, kilo kaybı yakınmaları, bitkinlik veya ketoasidoz ilk
bulgu olabilir. Beta hücre rezervi henüz yeterli olanlarda, ketoasidoz olmayabilir. Hastalığın
tanısı ilk kez konulduğunda hastalar zayıftır ve kural olarak kronik komplikasyonlar yoktur.
Diabet henüz başladığında insülinle yapılan intensif tedavi sonrası hiperglisemi, metabolik
asidoz ve ketozun düzeltilmesiyle 1 yıl veya daha fazla sürebilen, insülin gereksiniminin
olmadığı bir dönem oluşur. Buna honey-moon ( balayı ) dönemi adı verilir. Fakat bir süre
sonra tekrar insüline gereksinim başlar ve insüline bağımlı hale gelir. Daha sonra beta hücre
rezervi giderek azalır ve klinik başlangıçtan 10 yıl sonra başlangıç yaşına bakmaksızın beta
hücre harabiyeti tamamlanır. Tip 1 diabeti, Tip 2 diabetten ayıran karakteristik özellikler
vardır.
17
Bunlar;
1- Ciddi hiperglisemik semptomların ani başlangıç hikâyesi
2- Son zamanlardaki belirgin kilo kaybıdır. Tip 2 diabette bu durum daha az görülür,
kilo kaybı daha yavaştır. Bazı Tip 1 diabetikler, hızlı kilo kaybından hemen önceki dönemde
tanı konulduğunda obez olabilirken, bazı Tip 2 diabetikler de zayıf olabilirler. Fenotip
açısından insülin direnci hakim Tip 2 diabete benzeyen, kilolu hatta obez kişilerde görülen
Dual / Duble diabet yada Tip 3 diabet olarak adlandırılan Tip 1 formu da tanımlanmıştır.
3- Spontan olarak oluşan ketozis veya ketonüri mevcuttur. Uzamış açlık durumu veya
araya giren ciddi hastalıklar, Tip 2 diabetiklerde ketozise yolaçabilir. Bunun dışında ++ veya
+++ ketonüri büyük bir olasılıkla Tip 1 diabeti düşündürür.
4- Tip 1 diabetiklerde glukagon ile uyarılmış C- peptid cevabı yetersizdir. 1mg İV
glukagon sonrası C-peptid düzeyi <0,6 nmol/L olup, bu durum eksojen insülin tedavisini
gerektirir ( 26,27 ) .
5- GAD antikorları, ICA, insulin antikorları gibi otoimmun markerler ve Tip1 diabete
eğilim oluşturan belirli HLA grupları gösterilebilir.
İnsüline bağımlı diabetes mellitus, hastaların aile bireylerinin % 15’ inde görülür. Tek
yumurta ikizlerinde görülme olasılığı, çift yumurta ikizlerinden daha yüksektir. Tip 1 diabetin
de Tip 2 diabet gibi ailesel geçiş oranının yüksek olduğu saptanmıştır. HLA antijenleri bu
hastalığa yatkınlığı belirler. Ayrıca diabete yatkınlık oluşturan 14 gen saptanmıştır. DQB1
grubunda 57. pozisyonda aspartik asid bulunduğunda diabet nadiren gelişir. Fakat 57.
pozisyonda aspartik asid yerine baska bir amino asid ( Valin ) bulunduğunda diabet gelişme
olasılığı artar. Yapılan çalışmalar DQB*1 0302 non Asp 57 gen sıklığı ile farklı ülkelerde Tip
1 diabet sıklığı arasında doğrusal ilişki olduğunu göstermiştir. HLA DQA*1 0301-0302 ve
DQB*1 ( 0502-0201 ) gruplarının Tip 1 diabet açısından yüksek risk taşıdığı, HLA
DQA*1/DQB*1 gruplarının 0301-0302/0301-0201, 0501-0201/0501-0502, 0301-0302/0401-
0402’ nin orta derecede risk taşıdığı ve 0102/0602’ nin direnç oluşturduğu gösterilmiştir.
Çeşitli ırklarda, insüline bağımlı diabetes mellitusa yatkınlık sağlayan antijenin tipi
değişiktir. Beyaz ırk için HLA B 8, HLA B15, HLA DR 9 ve HLA DR 4, zenci ırk için HLA
DR 7, Japonlar için HLA DR 9 diabete yatkınlık sağlayan antijenlerdir. Böyle genetik
18
yatkınlık sağlayan antijenlere sahip bir çocukta, genellikle 5-15 yaşlar arasında, tetiği çeken
bir olaydan sonra hastalık hızla gelişmektedir. Tetiği çeken olayı bazı olgularda saptamak
olasıdır. Sonbahar ve kış aylarında, üst solunum yolu enfeksiyonu salgınlarından hemen sonra
Tip 1 diabetes mellitus insidansının artması, virütik enfeksiyonlar, özellikle kabakulak,
konjenital rubella ve koksaki ile ilgisi dikkat çekmiş ve bazı konularda kanıtlanmıştır.
Ancak bu grup, hastalıkların çok az bir yüzdesini oluşturmaktadır. Tetiği çektiği varsayılan
diğer faktörler diyet, toksinler ve strestir. Büyük çoğunlukta ise otoimmün mekanizmayı
başlatan faktörün ne olduğu bilinmemektedir. Bu hastalıklarda klinik yakınmaların başlaması
ile beraber dolaşımda islet hücrelerine karşı otoantikorlar ( islet cell autoantibodies-ICA )
yüksek oranlarda saptanır. Tanı konulduğu anda hastaların % 65-85’ inde dolaşımda ICA
yüksektir. Hastaların asemptomatik yakınlarında yapılan tarama çalışmalarında da % 2-3
oranında ICA yüksekliği saptanmış, izleme ile bunlarda diabetes mellitus geliştiği
görülmüştür. Otoantikorların çoğu Ig G tipindedir. İslet hücrelerine karşı antikorlardan
başka, proinsüline, glukagona, glutamik asit dekarboksilaza ( GAD ), mikrobakteriyel ısı şok
proteini-65 ( human P1 matrix proteini ), 38 kD salgı granülü proteini ve karboksipeptidaz H
proteinlerine karşı otoantikorlar bulunur. Hümoral immüniteden başka hücresel immünite de
uyarılmakta ve hastalığın etyopatogenezinde rol almaktadır. Hastalığın başlangıcında
pankreasın, özellikle lenfositleri içeren mononükleer hücreler tarafından infiltrasyonu olan
insülitis görülür. Postmortem immünositokimyasal çalışmalar, bu hücrelerin sitotoksik /
süpressör CD 8+T hücreleri ile helper CD 4+T hücreleri ve daha az olarak killer / naturel
killer ( NK ) olduklarını göstermiştir.
İnsüline bağımlı diabetes mellitusun diğer bir tipi “ poliglandüler otoimmün sendrom
Tip 2 veya diğer adı ile “ Schmidt sendromudur ” . Bu hastalarda ICA titreleri çok daha uzun
süre dolaşımda yüksek kalır. Ayrıca tiroid, adrenaller, gonadlar ve midenin parietal
hücrelerine karşı da otoantikorlar oluşur ve hipotiroidi, sürrenal yetmezliği, hipogonadizm ve
pernisiyöz anemi gelişebilir. Çoğunlukla kadınlarda gözlenen Schmidt sendromuna zemin
hazırlayan HLA antijenleri, HLA B 8 ve HLA DR 3’ tür.
Daha ender olarak pankreatit, pankreas kanseri, konjenital pankreas hipoplazisi ve
pankreatektomi, insüline bağımlı diabetes mellitusun sebebidirler.
19
Tablo 3: Tip 1 DM etyolojik sınıflandırılması
1. Pankreas beta hücrelerinin idiopatik otoimmün yıkımı
2. Poliglandüler otoimmün sendrom Tip-2 ( Schmidt Sendromu )
3. Viral enfeksiyonların neden olduğu b-hücresi yıkımı
Konjenital rubella virüsü
Koksaki B ( Tip B4 ve B3
Sitomegalo virüs
Diğerleri
4. Akut pankreatit, kronik tekrarlayıcı pankreatit, pankreas kanseri, konjenital
pankreas hipoplazisi ve pankreatektomiye bağlı pankreas doku kaybı
5. Pankreas b- hücresinde yıkıma sebep olan kimyasal ajanlar
N-3- pyridylmethyl- N-p-nitrophenylurea
6.Genetik sendromlar
DIDMOAD sendromu ( diabetes insipitus, diabetes mellitus, optik atrofi ve sağırlık)
Fredreich ataksisi
7. Diğer: Kesin olarak tanımlanamayan sebeplerle gelişen insülin salgısı azalması
TİP 1 DM KLİNİK DÖNEMLERİ
1) Preklinik Dönem:
Genetik olarak yatkın bireylerde, çevresel faktörlerin beta hücrelerine karşı otoimmün
aktivasyonu tetiklemesinden, klinik semptomlar ortaya çıkıncaya kadar geçen süre, preklinik
dönem olarak adlandırılır. Bu dönem asemptomatiktir.
2) Erken Klinik Dönem:
Hiperglisemi ve klinik semptomların başladığı, ama henüz beta hücre rezervinin
olduğu dönemdir. En sık görülen major semptomlar noktüri, polidipsi, poliüri, zayıflama
yorgunluk, ağız kuruması ve polifajidir. Minör semptomlar ise, kramplar, görme azalması,
huzursuzluk, sinirlilik, enfeksiyon eğilimi, kandidiazistir. Tip 1 diabette klinik başlangıç
20
kronolojik yaşla doğrudan ilişkilidir. Tip 1 DM gürültülü bir klinik tablo ile başlarken, daha
ileri yaşlarda çok daha yavaş, hatta Tip 2 DM gibi ortaya çıkabilir. Genelde 25-30 yaşın
üstünde başlayan bu dönem, yavaş seyirli Tip 1 diabet ya da LADA olarak adlandırılır. Erken
klinik döneme ait kesin tanı kriterleri hiperglisemi ve glukozürinin varlığıdır. Bu dönem beta
hücre rezervi azalmıştır, ancak tükenmemiştir. Açlık C-peptit değeri 0,5 ng/ml ‘nin
üzerindedir.
3) Klinik Dönem:
Klinik semptomların tam olarak yerleştiği, beta hücre rezervinin çok düşük ( <0,1
ng/ml ) olduğu dönemdir. Otoantikor titreleri azalmıştır. Mutlak ekzojen insülin gereksinimi
vardır, ketoasidoz, hipoglisemi gibi akut komplikasyonlara daha sık rastlanır. Bu dönem,
kronik komplikasyonların başladığı ancak henüz asemptomatik olduğu süreçtir. UKPDS ( The
UK prospective diabetes study ) çalışması, hastalığın başlangıcından itibaren regülasyon iyi
olan hastalarda bile, beş yıl sonrasında, glisemi ayarı ve HbA1c düzeylerinin bozulduğunu
göstermiştir.
4) İleri Klinik Komplikasyonlu Dönem:
Endojen C-peptit düzeylerinin çok azaldığı, kronik mikroanjiopati ve makroanjiopati
komplikasyonlarının ortaya çıktığı dönemdir. Bu dönemde glisemi regülasyonu çok güçtür.
Gün içinde sık hipoglisemi ve hiperglisemi atakları görülür. Ölümlerin % 50 ‘si diabetik
nefropati sebebiyle oluşur.
TİP 2 DİABETES MELLİTUS
Toplumda en sık görülen diabetes melllitus tipidir. Tip 2 diabet polidipsi, poliüri,
polifaji, pruritus, ağırlık kaybı gibi klasik belirtiler ile ortaya çıkarsa da çoğu kez uzun
sürebilen asemptomatik dönemi mevcuttur.
Genellikle 45 yaş üzerinde ilk yakınmalar başlar. Polidipsi, poliüri ve polifaji gibi
yakınmalardan ziyade retinopati, nefropati, nöropati ve aterosklerotik kalp hastalığı gibi
kronik komplikasyonlarla ilgili yakınmalar hastayı hekime ilk kez getirebilir ve çoğunlukla ilk
tanı konulduğunda kronik komplikasyonlar vardır.
21
Hiperglisemiye rağmen kan ve idrarda keton cisimleri azdır veya yoktur. İnsulin
tedavisi çoğu kez gerekli değildir. Ketoasidoz spontan olarak oluşmaz. Sadece aşırı
hiperglisemi ve hiperozmolarite durumlarında nadiren ketoasidoz koması gelişebilir. Diabetik
ketoasidoz koması şiddetli enfeksiyon veya mezenter arter embolisi gibi acil bir durum
olmadıkça gelişmez. Bu hastalarda daha sık görülebilen koma, yeterli sıvı alınmamasına bağlı
gelişen hiperglisemik hiperosmolar non-ketotik komadır. Diabetik hipergliseminin
patogenezinde üç önemli faktörün rol oynadığı bilinmektedir. Bunlar, beta hücre insulin
salgısının bozulması, insulin direnci ve karaciğerde glukoz üretiminin artışıdır. Hem insulin
direnci hemde bozulmuş insulin sekresyonu Tip 2 diabetin patogenezinde genetik olarak
kontrol edilen faktörler olup, bunlardan hangisinin primer ağırlıkta rol oynadığı henüz açık
değildir. Aile öyküsü hemen hepsinde olmasına karşın, hastalık henüz tek bir genetik zemine
oturtulamamıştır. Yine de Tip 2 diabetin çoğu formları genetik yüklülük ile ilişkilidir. Yaygın
olarak obezite ile çok yakın ilişkilidir. Obezite insulin direncini artırarak hiperglisemiyi
ağırlaştırmasına rağmen, obezite olmadan da DM gelişir. Bu yüzden obez ve non obez DM
ayırımı etiyolojik bir farklılık oluşturur. Buna göre obez DM’ de insulin direnci daha önemli
iken ( 28 ) , non obez DM’ de insulin sekresyon bozukluğu ön plana geçer ( 29 ) .
İnsülin rezistansı sendromu, diğer adı ile “Sendrom X”, Reaven ve arkadaşları
tarafından yakın zamanda tanımlanmıştır. Bu sendromdaki primer bozukluk, periferik insülin
direncidir ve diğer bulgulardan önce ortaya çıkar. Bunu obezite, aterosklerozis, hiperlipidemi
ve hipertansiyon izler. Hiperinsülinizmin özellikle trunkal obesite ile ilişkisi vardır. İleri
sürülen hipotezde, hiperinsülinizmin bir büyüme faktörü gibi rol oynayıp arteriel duvardaki
proliferasyonu stimüle ederek, makrovasküler hastalığı başlatabileceği, sodyumun renal
tübüler reabsorbsiyonunu hızlandırarak ve sempatik sinir sistemi aktivitesini arttırarak
hipertansiyonun gelişmesine katkıda bulunabileceği ve son olarak karaciğerden çok düşük
dansiteli lipoproteinlerin sentezini hızlandırıp ortamdan uzaklaştırılmamalarını
yavaşlatabileceği varsayılmaktadır. Arterioskleroz gelişmesi sonucunda koroner arter hastalığı
ve serebrovasküler olaylar bu hastalarda sık olarak görülür. Ancak yukarıda sayılan
durumların hepsi, diabetes mellituslu hastaların hepsinde sık olarak görülen komplikasyonlar
sebebi ile sendrom X’in kesin yöntemlerle ayırıcı tanısının yapılabilmesi, bu gün için
mümkün değildir.
22
Tablo 4: Tip 2 DM’in Etyolojik sınıflaması
İnsülin Etkisine Göre
Glikoz klirensinde intraselüler defekt
İnsülin reseptör fonksiyonunda bozukluk
İnsülin reseptör antikoru
İnsülin reseptör mutasyonu (kromozom 19 p)
İnsülin yapısında bozukluk
İnsülin gen mutasyonu (kromozom 11 p) insülin yapı anormalliği
Proinsülinin insüline dönüşümünde bozukluk
İyatrojenik
Glukokortikoidler
Büyüme hormonu
Nikonitik asit
Diğerleri
İnsülin Sekresyonuna Göre
Sinyal defekti
Glukokinaz (hexokinaz IV) mutasyonu (kromozom 7 p)
hücre kitlesinin yıkımı
Otoimmun hücre yıkımı
Pankreatitis (fibrokalkülöz pankreatik DM)
Diğer sebepler
Bilinmeyen Patogenesis
Malnutrisyon DM, kistikfibrosiz, Talasemi, Hemokromatosis
Tasnif Dışı
İnsülin sekresyon ve etkisinde bilinmeyen
23
Tip 2 Diyabetes Mellitus için Risk Faktörleri
1-Yaşlanma: Tip 2 diyabet sıklığı yaşlanma ile paralel artış göstermektedir. Diyabet-
yaşlanma ilişkisi toplumdaki kümülatif insidense ve mortalite oranına bağlıdır.
2-Cinsiyet: Gelişme sürecinde olan toplumlarda hastalık kadınlarda daha sık
görüldüğü halde gelişmiş toplumların çoğunda önemli bir cinsiyet farkı bildirilmemiştir. Buna
karşılık İskandinav ülkelerinde erkeklerde prevalans daha yüksektir.
3-Genetik faktörler: Monozigot ikizlerde tip 2 diyabetin % 90’a varan çok yüksek
oranda konkordans göstermesi, hastalığın genetiğinde genetik faktörlerin önemli ölçüde rolü
olduğunu düşündürmektedir.
4-Genetik karışma: Amerika’da saf Nauruan ve Pima yerlilerindeki diyabet
sıklığının, bu etnik grupların normal Amerikan toplumu ile karışmış olduğu topluluklara
nazaran daha yüksek olduğu gösterilmiştir.
5- Ailevi kümelenme: Ailede 1. derecede akrabalarda diyabet bulunması diyabet
riskini 2-6 kat arttrır. Ailedeki diyabetli birey sayısı arttıkça diyabet riski yükselir.
6- Genetik belirteçler: Çeşitli etnik gruplarda tip 2 diyabetin bazı HLA grupları ile
ilişkili olabileceği bildirilmiş; ayrıca bazı ailevi özel diyabet formlarında da spesifik gen
mutasyonlar gösterilmiştir.
7- Obezite ve vücut yağ dağılımı: Obezite tip 2 diyabete sıklıkla eşlik eden bir
metabolizma bozukluğu olmanın yanısıra, kişide diyabet gelişeceğini belirleyen önemli bir
risk faktörüdür. Toplumsal araştırmalar, diyabet gelişme riskinin beden kitle indeksinden
başka vücut yağ kitle artışı ile de paralel olarak arttığını ortaya koymuştur. Hatta bazı
çalışmalarda intraabdominal yağ kitlesi diyabetin beden kitle indeksinden daha güçlü bir
belirleyicisidir. Bu nedenle en azından bel çevresi veya bel/kalça oran ile abdominal yağ
kitlesi tahmin edilmelidir.
8- Fiziksel inaktivite: Sedanter yaşam biçiminin tip 2 diyabet gelişmesinde önemli rol
oynadığı bilinmektedir. Çin’de yapılan bir çalışmada düzenli egzersiz alışkanlığı kazanmış
bozulmuş glukoz toleranslı olgularda diyabete dönüşme riskinin azaldığı gözlenmiştir.
9- Diyet: Yağdan zengin, karbonhidrattan nisbeten fakir diyetle beslenen bireylerde tip
2 diyabete yakalanma riskinin yüksek olduğu ileri sürülmektedir.
10- Cinsiyet hormonlar: Bazı araştırıcılara göre seks hormonlarını bağlayıcı globulin
düzeyi düşüklüğü, kadınlarda erişkin tip diyabet gelişeceğinin habercisi olarak görülmektedir.
Hiperandrojenizm, hiperinsülinemi ve insülin direncinin birlikte olduğu polikistik over
sendromunda diyabet prevalansının yüksek olduğu bildirilmiştir.
24
11- Alkol ve sigara kullanımı: Geleneksel yaşam biçiminden batı tarzı yaşam
biçimine geçmiş topluluklarda alkol ve sigara kullanımı ile tip 2 diyabet gelişmesi arasında
pozitif bir ilişki olduğu ileri sürülmüştür. Ancak beden kitle indeksi ve fizik aktivite
derecesine göre düzeltildikten sonra bu çalışmalarda istatistiksel bir ilişki saptanmamıştır
(30).
Tip 2 Diyabetin Özellikleri
1. Tip 2 diyabet hem insülin sekresyonu hem de insülin etkisinde bozuklukla
birliktedir.
2. Tip 2 herhangi bir yaşta olabilir, fakat genellikle 30 yaşından sonra tanı konur.
Özellikle 45 yaş üstü sıklığı artar.
3. Bazı etnik gruplarda klinik olarak ortaya çıkış yaşı azalmaktadır.
4. Her ne kadar tanı anında hastaların yaklaşık %80'inde obezite veya obezite hikayesi
olsa da özellikle yaşlılarda tip 2 diyabet obez olmayanlarda da görülebilir.
5. Tip 2 diyabeti olan hastalar diyabetin klasik semptomları olan polidipsi, polifaji,
kilo kaybı ile veya bunlar olmadan ortaya çıkabilir. Çoğu kez de uzun süren bir asemptomatik
dönemi vardır ve tesadüfen tanı konur.
6. Tip 2 diyabet hastaları ketoasidoza meyilli değillerdir, fakat ciddi stres
durumlarında (enfeksiyonlar, travma, ilaçlar veya cerrahi) ketoasidoz gelişebilir.
7. Tip 2 diyabet hastalarında genellikle diyabetin makrovasküler ve mikrovasküler
komplikasyonları birlikte bulunur. Hatta bazı durumlarda tanı anında mevcut olabilirler.(31)
TİP 2 DM PATOGENEZİ
Tip 2 DM patogenezinde beta hücre fonksiyon bozukluğu, insülin direnci, hepatik glukoz
üretimi artışı gibi üç ana metabolik bozukluk sorumludur. Primer defekt olarak insülin direnci
ve /veya insülin eksikliği asıl nedendir ( 1, 2, 32 ) . Bunda yaş, etnik farklılıklar, obesite ve
diabet heterojenitesinin kısmen de olsa belirleyici olduğu ileri sürülmektedir. Son yıllarda,
primer defektin hiperinsülinemi olduğu ve insülin direncinin buna bağlı olarak oluştuğu
hipotezi ortaya atılmıştır ( 33 ) .
25
BETA HÜCRE FONKSİYON BOZUKLUĞU
Açlık glukoz düzeyi 80 mg/dl’den 140 mg/dl’ye yükseldiğinde, insülin düzeyi normal
sağlıklı bireylere göre 2- 2,5 kat artar. 140 mg/dl’yi geçtiğinde ise beta hücre insülin salgısı
daha fazla artamaz. Açlık hiperglisemi arttıkça insülin salgısı da kademeli olarak azalmaya
başlar. İnsülin salgısındaki bu azalmaya karşılık, hepatik glukoz üretimi artmaya başlayarak
açlık glisemisinin artmasına katkıda bulunur. 250-300 mg/dl arasındaki açlık glisemi
düzeyinde ise insülin salgısı ciddi olarak azalır ( 2 ) .
İnsülin salgılanmasında bozukluğa yol açan etyolojik faktörler:
1) İnsülin salgılanmasında kantitatif bozukluklar: Preklinik dönemde var olan insülin
direncinin, normale göre daha fazla insülin salınarak aşılmaya çalışılması ile normal glukoz
toleransı sürdürülür ( 2 ) .
2) İnsülin salgılanmasında kalitatif bozukluklar:
a- Birinci faz insülin salgısında bozulma: İntravenöz glukoz verilmesini izleyen ilk 10
dakikada insülin salgısında hızlı artış olup, 2-4 dakikada zirve yapar. 6 dakikadan itibaren
hızını kaybeder. Birinci faz insülin salgısının kaybolması ile glukagonun hepatik
glukoneogenezi arttırıcı etkisi belirginleşir. İkinci faz insülin salınmasında da gecikme vardır.
Bu da hepatik glukoz üretimi üzerindeki baskılayıcı etkisini azaltır.
b- Pulsatil insülin salgılanmasında bozukluk: Normalde insülin her 5-15 dakikada bir
periyodik olarak salgılanır. Bu pulsatil salgılanma, hedef dokularda insülin reseptörlerinin
down regülasyonunu önleyerek, insülin sensitivitesinin normal sınırlarda kalmasını sağlar.
Pulsatil olmayan sürekli salgılanma ise reseptörlerde down regülasyona yol açarak insülin
direncine sebep olur. Tip 2 diabetliler ve birinci derece yakınlarında, hızlı ve kısa süreli
dalgalanmalar yerine, düzensiz ve daha kısa süreli dalgalanmalar oluşmaktadır. Tip 2 diabetli
ve obez hastalarda kilo verilmesi ve metabolik kontrol ile büyük oranda düzelmekle beraber
tamamen normalleşmez.
3) Proinsülin salgılanmasında anomaliler: Proinsülin, insülinin ancak % 5’i kadar
biyolojik aktiviteye sahiptir. İnsülin reaktivitesinin normal kişilerde % 2-4’ünü, Tip 2
diabette % 8-10’unu oluşturur. İnsülin direnci ve kronik hiperglisemi sonucu, beta
hücrelerinin sürekli uyarılması ile proinsülin düzeyi yüksek bulunur. Ancak bu
26
hiperinsülinemi gerçek olmayıp, artmış proinsülin/insülin göz önüne alındığında
insülopenidir.
4) Düşük doğum ağırlığı ( Thifty –idareli fenotip hipotezi) : Son yıllarda yapılan
çalışmalar, düşük doğum ağırlığı ile erişkin yaşta ortaya çıkan bozulmuş glukoz toleransı ve
Tip 2 DM arasında bir bağlantının olabileceğini göstermektedir. Fetüs ve bebeğin gelişim
yetersizliği sebebinin, yeterince beslenememesine, bunun da annenin kötü beslenmesine bağlı
olduğu düşünülmektedir. İnutero malnütrisyon, nutrisyonu idareli kullanmak için karaciğer ve
pankreas gibi daha az hayati organların beslenmesinde azalmaya yol açar. Bu adaptasyon,
erişkin yaşta eklenen ek risk faktörleri ( obezite, insülin direnci, yaşlanma ) ile bozulur.
5) Glukoz toksiditesi: Hiperglisemi hem beta hücreleri üzerine etki ederek insülin
salgılanmasını baskılar, hem de periferik dokularda insülin kullanılmasını azaltır. Ayrıca
yüksek glukoza sürekli maruz kalan beta hücresinde insülin gen transkripsiyonunun
bozulduğu, bunun da insülin sentez ve sekresyonunu azalttığı gösterilmiştir ( 2 ) .
6) Amilin ( Adacık amiloid polipeptid, IAPP ) : Beta hücrelerindeki insülin salgı
granüllerinde insülin ile birlikte üretilip beraber salınan bir hormondur. Kanda insülinden çok
düşük seviyede bulunur ( insülin/ amilin: 10-50/1 ). Obez, glukoz intoleransı olan, Tip 2
diabetlilerin birinci derece yakınlarında yüksek bulunmuştur. Amilinin hücre dışında, beta
hücresine bitişik olarak birikmeye başlayarak, nutriyentlerin plazmadan beta hücresine girişini
önlediği, sonuçta hücrenin ölümüne yol açtığı ileri sürülmektedir ( 2 ) .
7) Calcitonin gene related peptid ( CGRP ) : Amilin ile moleküler olarak % 46 oranında
benzemektedir. Ancak hayvan deneylerinde intravenöz olarak verilmesi ile insülin
salgılanması üzerine herhangi bir etkisi görülmemiştir.
8) İnkretinler ( GLP -1,GİP, Galanin ) : Oral glukoz verildiğinde insülin
sekresyonunun artmasına neden olan faktörlerdir. Glukagon like peptid 1 ( GLP-1 ) , ince
barsakta sentezlenen potent insülin salgılatıcısıdır. Besin maddeleri ile uyarılarak beta hücresi
üzerinde spesifik reseptörüne bağlanır, insülin salgılanmasına yol açar. Tip 2 diabette GLP-
1’e karşı beta hücre rezistansı bulunmuştur. Güçlü bir insülin salgılatıcısı olan Gastrik
inhibitör polipeptid ( GIP ) farmakolojik dozda verildiğinde, postprandial insülin salgısı
üzerine etkisi gözlenmemiştir. Nöral uyaranlara bağlı olarak pankreastaki sempatik sinir
uçlarından salgılanan galanin‘in, yapılan hayvan deneylerinde bazal ve öğün sonrası insülin
27
salgısını inhibe ettiği gösterilmiştir. İnsan galanin’inin insülin salgısına etkisi gözlenmemiştir
( 2 ).
9) Lipotoksidite: Yüksek düzeyde serbest yağ asidine maruz kalma sonucunda, beta
hücresinde trigliserid birikerek apopitozise yol açmaktadır. Yağ asitleri, aynı zamanda
proinsülinin insüline çevrilmesinde rol alan enzimlerin posttranslasyonel işlemini de
azaltmaktadır.
10) Genetik nedenler: Glukozun beta hücresi tarfından tanınmasında, insülin sentez ve
salgılanmasında rol oynayan spesifik proteinlerdeki mutasyonlar, beta hücre
disfonksiyonundan sorumlu tutulmaktadır. Glikokinaz geninde çeşitli defektlerin görüldüğü
MODY tipi diabet gibi; bunlar nadir olup Tip 2 diabetin % 1-2’sini oluşturur ( 2 ) .
İNSÜLİN DİRENCİ
İnsülin direnci, normal konsantrasyondaki insülinin beklenenden daha az biyolojik yanıt
oluşturması ya da glukoz kullanımını uyarma etkisinin azalmasıdır. İnsülin normalde
karaciğerde glukoneogenezi ve glukojenolizi inhibe ederek hepatik glukoz üretimini baskılar.
Ayrıca, glukozu kas ve yağ gibi periferik dokulara taşıyarak, ya glikojen olarak
depolanmasını ya da enerji üretmek üzere okside olmasını sağlar. İnsülin direnci oluşumu ile
bu dengeler bozulur. Bunun sonucunda, beta hücreleri normal işlevi sürdürebilmek için
insülin salgısını arttırmaya yönelik çalışır. Sonuçta normoglisemi sağlanırken insülin düzeyi
1,5-2 kat artar (34). Bu süreçte beta hücresinde, başlangıçta bir bozukluk yoktur. Ancak
fonksiyon kaybı başlayınca insülin salgısı giderek azalır ve diabet ortaya çıkar. Birçok kalıtsal
ve edinilmiş faktör, duyarlılık üzerine etki eder. Cinsiyet ( kadınlarda risk fazla ) , bölgesel
yağlanma, kas kitlesi ve fizik kondüsyon durumu ile bağlantılı faktörler önemlidir. Özellikle
intraabdominal yağ dokusu, insülin direnci ile doğrudan ilgilidir.
İnsülin direncinin hücresel sınıflaması : ( 35 )
A) Prereseptör düzeyinde insülin direnci: Üç başlık altında toplanabilir
1- Anormal beta hücre salgı ürünleri
2- Dolaşan insülin antagonistleri
3- İskelet kası kan akımında ve kapiller endotel hücrelerinde bozukluklar
B) Reseptör düzeyinde insülin direnci:
1- Reseptör sayısının azalması
2- Reseptör mutasyonları
28
C) Postreseptör düzeyinde insülin direnci:
1-İnsülin reseptör tirozin kinaz aktivitesinin azalması
2-İnsülin reseptör sinyal ileti sisteminde anomaliler
3-Glukoz transportunda azalma
4-Glukoz fosforilasyonunda azalma
5-Glikojen sentetaz aktivitesinde bozulma
6-Glukolizis/glukoz oksidasyonunda defektler
İnsülin aracılığı ile olan glukoz kullanımında defekt ya da insülin direnci iskelet kası, yağ
dokusu ve karaciğer olmak üzere başlıca üç dokuda oluşur. Normalde insülin kas ve yağ
dokusunda glukozun uptake’ini, depolanmasını ve kullanılmasını uyarır. Karaciğerde glukojen
oluşumunu ve depolanmasını sağlayarak, glukoneogenez ve glukojenolizi inhibe ederek, glukoz
üretiminin azalmasına yol açar. Kastaki insülin direnci postreseptör düzeyindedir. Yağ
dokusunda da kesin sebebi tam açıklanamamakla beraber, insülin direnci postreseptör
düzeyindedir. Karaciğer seviyesinde insülin direnci, postreseptör seviyede birçok mekanizmayı
ilgilendirmektedir. Normalde hiperglisemi durumunda hepatik glukoz üretimi baskılanır, ancak
bu mekanizma insülin direnci mevcut hastalarda bozulmuştur ( 35 ).
MALNÜTRİSYONLA İLGİLİ DİABETES MELLİTUS
Tropikal bölgelerde sık olarak görülen iki tip DM, malnütrisyonla ilgili diabetes
mellitus olarak tanımlanır. Bu iki tip, fibrokalküloz pankreatik diabet ve protein yoksunluğu
diabetidir. Fibrokalküloz pankreatik diabette, tekrarlayıcı karın ağrıları, pankreasın egzokrin
fonksiyon bozukluğu ve pankreasta kalkülus oluşumu vardır. Hiperglisemi oldukça
şiddetlidir. Ketosiz gelişmesi çok nadirdir, ancak glisemiyi kontrol altına alabilmek için sık
olarak insülin tedavisi gerekir.
Protein yoksunluğu diabeti, beslenme bozukluğu olan genç erişkinlerde görülür.
Etyopatogenezi tam aydınlatılamamıştır, ancak insülin direnci vardır ve hiperglisemiyi
kontrol altına alabilmek için çok yüksek dozlarda insüline gereksinim bulunmaktadır.
GESTASYONEL DİABETES MELLİTUS
Gestasyonel diabet, ilk kez hamilelik sırasında ortaya çıkan diabettir. Gebelikten önce
diabet tanısı konan kadınlar bu tanımlama içine girmezler. Gebelik diabeti genellikle insuline
bağımlı olmayan diabet tipi özelliği gösterirse de tedavisinde insulin kullanılır. Hem anne
29
hem de fetusun hayatını tehlikeye sokacak kadar şiddetli olabileceği gibi çok daha silik
semptomlarla da seyredebilir. WHO gebelerde OGTT yorumunu gebe olmayan erişkinlerdeki
gibi yapılmasını önermekte NDDG ise O’Sullivan ve Mahan’ ın tanımladığı şekilde 100 gr
glukoz ile 3 saatlik OGTT olarak önermektedirler ( 36). WHO ayrıca her gestasyonel diabet
olgusunda postpartum 3. ayda 75 gr glukoz ile OGTT yapılmasını önermektedir.
ADA ya göre gebeliğin sonlanmasından en az 6 hafta sonra glukoz toleransı aşagıdaki
gibi tekrar sınıflandırılmalıdır (37).
1) Diabet,
2) Bozulmuş açlık glikozu,
3) Bozulmuş glikoz toleransı,
4)Normoglisemi.
Vakaların çoğunda ise doğumdan sonra diabet normale dönmektedir. Fakat glikoz
toleransı doğumdan sonra normale dönenlerde ileri senelerde diabetes mellitus gelişme
olasılığı yüksektir.
DİĞER SPESİFİK DİYABET TİPLERİ
Beta hücresinin genetik defektleri: Beta hücresinde genetik defekt sonucu MODY
(maturity - onset diabetes of the young ) ve mitokondriyal diabet oluşur. MODY, genç yaşlarda
ortaya çıkan erişkin tip diabetes mellitustur. Çocukluk veya adolesan yaşta ilk bulgu verir.
Otozomal dominant geçişli olduğu için aile bireylerinin çoğunda diabetes mellitus vardır. Son
zamanlarda bu sendromun da heterojen olduğu saptanmıştır.
Genellikle 25 yaşından önce başlayan bu tip diabet, hafif hiperglisemi ile karakterize
olup insulin etkisinde hafif veya hiçbir defekt olmaksızın bozulmuş insülin sekresyonu
mevcuttur. Otozomal dominant kalıtım özelliğinde olup, farklı kromozomlardaki üç genetik
lokusta anomali saptanmıştır. Bunlar;
■ 12. kromozomdaki hepatik transcription factor hepatosit nukleer factor (HNF) - 1
alfa mutasyonu ( MODY 1 )
■ 7. kromozomdaki glukokinaz gen mutasyonu ( MODY 2 )
■ 20. kromozomdaki hepatik transcription factor HNF-4 alfa gen mutasyonu (MODY 3)
30
Son yıllarda Tip 2 DM’ un monogenik bir alt tipi olarak tarif edilen mitokondriyal
diabette, mitokondriyal DNA nokta mutasyonları gösterilmiştir. Diabetes mellitus dışında
sağırlık, myopati, daha az sıklıkta ise tiroid disfonksiyonları, hipokalsemi, büyüme hormon
eksikliği bulunur ( 38,39 ) . En yaygın mutasyona tRNA leucine geninin 3243 pozisyonunda
rastlanılmıştır. Benzer bir lezyon MELAS sendromunda oluşur ( mitokondriyal miyopati,
ensefalopati, laktik asidoz, stroke-like hastalık tablosu ) . Fakat bunda diabet oluşmaz ( 40 ) .
Bazı ailelerde proinsülinin insüline çevrilememesi ile sonuçlanan ve otozomal
dominant kalıtım ile geçen genetik bozukluklar tanımlanmıştır ( 41 ) . Glukoz intoleransı hafif
seyreder. Benzer olarak, bozulmuş reseptör bağlanmasına sebep olan mutant insülin
molekülleri üretimi de birkaç ailede tespit edilmiştir. Bu diabet tipi otozomal geçişli olup
yalnızca hafif bozulmuş hatta normal glikoz metabolizması ile seyretmektedir ( 42 ) .
İnsülin etkisinde genetik defektler:
İnsülinin etkisindeki genetik defektlere bağlı olarak oluşan ve sık görülmeyen diabet
tipleri de vardır. İnsülin reseptör mutasyonları ile birlikte görülen metabolik bozukluklar
hiperinsülinemi ve hafif hiperglisemiden, ağır diabete kadar değişebilir ( 43 ) . Bu mutasyonu
taşıyan bazı bireyler acanthozis nigricanslı olabilirler. Kadınlarda virilizasyon ve polikistik
overler görülebilir ( 44 ). Geçmişte, bu sendrom tip A insülin rezistansı olarak tanımlanmıştı.
Leprechaunizm ve Rabson-Mendenhall sendromu insülin reseptör geninde mutasyonlarla
seyreden iki pediatrik sendromdur . Beraberinde insülin reseptör fonksiyon değişiklikleri ve
aşırı insülin direnci görülür. Leprechaunizm, karakteristik yüz görünümüne sahiptir ve
genellikle çocukluk çağında öldürücüdür. Rabson-Mendenhall ise diş ve tırnak anomalileri ve
pineal bez hiperplazisi ile birliktedir.
İnsülin reseptör fonksiyon ve yapısındaki değişiklikler, insüline dirençli lipoatrofik
diabetli hastalarda gösterilemez. Bu nedenle lezyonların postreseptör sinyal ileti yollarında
bulunduğu tahmin edilmektedir.
Ekzokrin pankreas hastalıkları
Pankreasa diffüz olarak zarar veren her şey, diabete sebep olabilir. Akkiz olanlar
pankreatit, travma, infeksiyon, pankreatektomi ve pankreas karsinomudur. Kanser
dışındakilerde, diabetin oluşabilmesi için pankreas hasarının geniş olması gerekir. Fakat
pankreasın yalnızca ufak bir bölümünü tutan adenokarsinomalarda da diabet görülmüştür.
Kistik fibroz ve hemokromatozisde, eğer pankreastaki patoloji yeteri kadar yaygınsa beta
31
hücreleri tahrip olarak insülin sekresyonu bozulur. Fibrokalkülöz pankreopati, sırta vuran
karın ağrısı ile ve röntgende pankreatik kalsifikasyonlarla kendini belli eder. Otopside
pankreasta fibroz ve ekzokrin kanallarda kalsiyum taşları görülmüştür.
Endokrinopatiler
Büyüme hormonu, kortizol, glukagon, epinefrin gibi birçok hormon insülinin etkisini
antagonize eder. Bu hormonların aşırı salgılanması ile oluşan akromegali, cushing sendromu,
glukoganoma, feokromatisoma diabete sebep olabilir. İnsülin sekresyonunda mevcut
defektleri bulunan bireylerde ortaya çıkan hiperglisemi, hormon fazlalığı tedavi edildiğinde
kaybolur.
Somatostatinoma ve aldosteronoma da diabete veya en azından insulin sekresyonunun
azalmasına yol açar. Hiperglisemi genellikle tümörün çıkarılmasından sonra düzelir.
İlaç ve kimyasallara bağlı diabet
Birçok ilaç, insülin salgısını bozar. Bu ilaçlar diabete sebep olmazlar, sadece insülin
direnci olan bireylerde diabetin oluşmasını hızlandırırlar (45). Vacor ve intravenöz
pentamidine gibi toksik maddeler beta hücrelerini kalıcı olarak harap ederler ( 46,47 ).
Nikotinik asid ve glukokortikoid gibi birçok ilaç ve hormon insulin salgılanmasını bozabilir.
Alfa interferon tedavisi alan ve ciddi insülin eksikliği bulunan bazı bireylerde, adacık
antikorları ve GAD antikorlarının pozitifleşerek diabetin oluştuğu bildirilmiştir ( 48, 49 ).
İnfeksiyonlar
Bazı virüs infeksiyonları, diabet ile ilişkili bulunmuştur. Konjenital rubella olan
hastalarda HLA ve immün markerler bakımından tip 1 diabet özelliği gösteren diabet
oluşmuştur. Ayrıca coxackie virus B, cytomegalovirus, adenovirus ve kabakulak virüsünün
diabetin oluşmasına yol açtığı ileri sürülmüştür ( 50,51 ) .
İmmün kaynaklı diabetin yaygın olmayan formları
Merkezi sinir sisteminin otoimmün bir hastalığı olan Stiff-man sendromunda aksiyel
kaslarda ağrılı katılık ve spazmlar oluşur. Yüksek düzeyde GAD antikorlarının geliştiği bu
hastaların üçte birinde, daha sonra diabet oluşur ( 52 ) .
Anti-insulin reseptör antikorları hedef dokuda insulinin kendi reseptörlerine
bağlanmasını engelleyerek diabete sebep olur ( 53 ) . Bu antikorlar bazen de insulin agonisti
32
gibi davranarak hipoglisemiye yol açabilirler. Antiinsulin reseptör antikorları bazen SLE ve
diğer otoimmun hastalıklarda bulunabilir ( 53 ). Tip B Sendromu gibi aşırı insülin direnci
sendromlarında da anti-insulin reseptör antikorları mevcuttur.
Bazen diabet ile ilişkili olabilen diğer genetik sendromlar
Down sendromu, Klinefelter sendromu, Turner sendromu gibi kromozom
anomalilerinin olduğu bir çok genetik sendrom diabetin artmış sıklığı ile birlikte olabilir.
İnsülin eksikliğinin olduğu diabetes mellitus, diabetes insipidus, hipogonadizm, optik atrofi
ve sinir tipi sağırlıktan oluşan Wolfram sendromu, otozomal geçişlidir ( 54 ) .
BOZULMUŞ GLİKOZ TOLERANSI VE BOZULMUŞ AÇLIK GLİKOZU
1960-70’ li yıllarda, çok hafif derecede glukoz intoleransı olan hastalar, diabetik
olarak değerlendiriliyordu. Fakat daha sonra bozulmuş glikoz toleransının ve yeni olarak da
bozulmuş açlık glikozunun tanımlanması sonucu, bunların normal glikoz toleransı ile diabet
arasındaki ara metabolik bozukluklar olduğu gösterilmiştir ( 55 ). Bozulmuş glikoz
toleransında açlık plazma glikoz düzeyi 100 mg/dl altındadır, fakat oral glikoz tolerans testi
uygulandığında 2. saat plazma glisemi düzeyi 140-199 mg/dl arasında bulunur. Bozulmuş
açlık glikozunda ise, açlık plazma glikozu 100 ile < 126 mg/dl arasındadır. Her iki
durumda da normal veya normalin üst sınırında glikozile hemoglobin düzeylerine rastlanır.
Bozulmuş glikoz toleransı ve bozulmuş açlık glikozu, sendrom X veya metabolik
sendrom olarak bilinen insülin direnci ile yakın ilişkili gösterirler. Bu yüzden Tip 2 diabet ve
kardiyovasküler hastalıklar için risk oluştururlar. Bozulmuş oral glikoz toleransı saptanan
hastaların bir kısmı ilerdeki yıllarda diabetes mellitus tanısı alırlar. Yazarların bir kısmı bu
duruma geçiçi diabet ismi vermekte, diğer bir kısmı ise bozulmuş oral glukoz tolerans olan
hastaların gelecekte normal populasyona göre üç misli diabet gelişeceğini öne sürmektedir.
Konsensusa göre hastaların % 2-5’ ine, her yıl aşikâr diabet tanısı konulmaktadır.
Yaşla, yüksek kan basıncı ile kalp hızının artmasıyla, plazma trigliserid seviyesinin
yükselmesiyle, bozulmuş oral glukoz tolerans testindeki değişiklikler artmaktadır. Bir
kısmından ilaçlar sorumludur, bir kısmından da genetik sendromlar veya diğer hormonal
hastalıklar saptanır. Obezlerde, bozulmuş glikoz toleransı daha sık olarak bulunur, ancak her
zaman insülin direnci ve hiperinsülinemi ile ilişkili değildir.
33
DİABETES MELLİTUS’UN VE BOZULMUŞ GLUKOZ TOLERANSININ TANISI
Daha önce yapılan çalışmalarda, diabetin spesifik ve en yaygın komplikasyonlarından
olan retinopati oluşumunun, glukoz yüklemesinden sonraki 2. saatteki 200 mg/dl plazma
glukoz düzeyi ile yakın ilişkili olduğu, bunun da 140 mg/dl açlık plazma glukozuna karşılık
geldiği gösterilmişti ( 56 ). Fakat bu konuda yapılan yeni çalışmalarda, bunun doğru olmadığı,
retinopati gelişme açısından gerçekte 120 ve 126 mg/dl arasındaki açlık plazma glukoz
düzeylerinin glukoz yüklemesinden sonraki 2. saatteki 200 mg/dl plazma glukoz düzeyleri
ile ilişkili olduğu ileri sürülmüştür ( 57,58 ) . Diabetes Mellitus’un yeni tanı kriterleri, tablo 5’
de gösterilmiştir.
Amerikan Diabet Birliğine ( ADA ) göre, diabetes mellitus’ un en basit tanısı açlık
gliseminin venöz plazmada en az iki ardışık ölçümde 126 mg/dl veya daha yüksek olması ile
konur. Yine günün herhangi bir saatinde açlık ve tokluk durumuna bakılmaksızın randomize
venöz plazma glisemisinin 200 mg/dl’ in üzerinde olması ve polidipsi, poliüri, polifaji,
zayıflama gibi diabetik semptomlarının oluşu ile de tanı konulabilir. Herhangi birisinin
varlığında kişide DM ile ilgili semptomlar yok ise, kesin DM tanısı koyabilmek için , üç
kriterden herhangi biri ile , bir başka gün , sonucun desteklenmesi gerekmektedir .
Tablo 5: Diabetes Mellitusun tanı kriterleri
1. Diabet semptomları ve 200 mg/dl randomize plazma glukoz düzeyi:
■ Günün herhangi bir saatinde öğüne bakılmaksızın ölçülen plazma glisemi değeri
■ Poliüri
■ Polidipsi
■ Açıklanamayan ağırlık kaybı
2. Açlık plazma glukoz düzeyi 126 mg/dl: En az 8 saatlik tam açlık sonrası
3. 75 Gram Oral glukoz tolerans testi sırasında 2.saat plazma glukoz düzeyi 200 mg/dl
Amerikan Diabet Birliği ( ADA ) 1997 yılında, DM tanı kriterlerini revize etmiş ve en
son 2003 yılında son şeklini vermiştir.
DM tanısı koyulamayan fakat hiperglisinemi tespit edilen vakalara bozulmuş açlık
glukozu ( IFG ) veya bozulmuş glukoz toleransı ( IGT ) tanısı konulmalıdır. 2003 yılında
revize edilen kriterler içinde sadece IFG tanısında değişiklik yapılmıştır. Açlık plazma
glukozu için alt sınır 110 mg/dl’ den 100 mg/dl’ ye düşürülmüştür.
34
Tablo 6: Glukoz Toleransının Sınıflaması ( ADA 2003 )
Açlık Plazma Glukozu
■ Normal < 100 mg/dl
■ Bozulmuş açlık glukozu 100 mg/dl ve < 126 mg/dl
■ Diabet 126 mg/dl
OGTT sırasında 2. Saat plazma glukozu
■ Normal < 140 mg/dl
■ Bozulmuş glukoz toleransı 140 ve < 200 mg/dl
■ Diabet 200 mg/dl
Sadece açlık plazma glukozu veya 75 gr glukoz ile OGTT 2. saat plazma glukozu
ölçümü Tip 2 DM taraması için yeterlidir. OGTT ile IGT hastalarıda teşhis edilebileceği için,
DM ve kardiyovasküler hastalık açısından risk taşıyan daha çok hasta tespit edilebilmiş olur
(59).
Tablo 7: Diabetes Mellitus tarama testi yapılması gereken asemptomatik erişkin bireyler
1.Tip-2 diabetiklerin birinci dereceden akrabaları
2. Ailede genetik yüklülük ( Ailede yoğun Tip-2 diabetli varlığı ) .
3. Kırsal alandan kentsel alana göç edenler veya aktif bir yaşamdan pasif bir yaşama
dönmüş kişiler.
4. VKI 25 kg/m2 üzeri olan ve bel/kalça oranı 1,0’ den büyük olan obezler
5. Daha önce gestasyonel diabet saptanmış olan veya iri bebek doğuran kadınlar
6. Metabolik ( sendrom X ) sendromlu kişiler
7. Sekonder diabete yol açabilecek hastalığı olanlar
8. Diabetojenik ilaç kullananlar
9. Glikozürisi bulunan kişiler
10. 45 yaş ve üzeri herkese yapılmalıdır.
DİABETES MELLİTUS’UN KOMPLİKASYONLARI
Diabetes mellitusun komplikasyonları, aşağıda akut ve kronik olarak sınıflandırılmıştır:
A ) Akut ( metabolik ) komplikasyonlar:
-Diabetik ketoasidoz
35
-Hiperosmolor non-ketotik koma
-Laktik asidoz koması
-Hipoglisemi koması
B ) Diabetes Mellitus’un Kronik Komplikasyonları :
I.Mikrovasküler
Göz hastalıkları
Retinopati ( proliferatif/ non proliferatif )
Makuler Ödem
Nöropati
Duyusal ve motor ( mono ve polinöropati )
Otonomik
Nefropati
II. Makrovasküler
Koroner arter hastalığı
Periferik damar hastalığı
Serebrovasküler hastalık
Diğerleri
Gastrointestinal ( gastroparezi, daire )
Genitoüriner ( üropati/ seksüel disfonksiyon )
Dermatolojik bulgular
İnfeksiyon
Katarakt
Glokom
Diabetes mellituslu hastalarda, doku ve organlarda, biyokimyasal, morfolojik ve
fonksiyonel bir takım değişiklikler meydana gelir. Akut dönemde oluşan metabolik
komplikasyonlar yaşamı tehdit edecek düzeyde hatta fatal olabilir, fakat bugün için asıl
sorun daha önce bahsedildiği gibi uzun sürede oluşan, küçük ve büyük damarların
hastalığıdır, buna “ kronik vasküler sendrom ” da denir. Diabetin kronik komplikasyonları
tutulan sisteme göre Tablo 8’de sınıflandırılmıştır. Diabetik mikroanjiopatik değişiklikler,
36
diabetik metabolik bozukluklarla hızlanmış ateroskleroz tablosudur demek yanlış değildir.
Buna karşılık Diabetik mikroanjiopatik değişimler, genelde diabete has ve tespit edildiğinde
diabet varlığını akla getiren patolojik damar bozukluklarıdır ( 20,21 ) . Diabetik
mikroanjiopatinin gelişimi hakkında “ Metabolik Hipotez ” ve “ Genetik Hipotez ” isimli
iki önemli hipotez vardır ( 60.61.62 ) .
Tablo 8: Diyabetin mikroanjiopatik ve makroanjiopatik kronik komplikasyonları ( 63 )
Göz
1.Diabetik retinopati ( vazoproliferatif ve makülopatik )
2.Vitreus kanaması
3.Rubeozis iritis
4.Glokom
5.Katarakt
6.Oküler kas felci
Böbrek
1.İnterkapiller glomeruloskleroz ( Kimmelstiel Wilson )
2.Kronik böbrek yetersizliği
3.Renal papiller nekroz
4.Kronik pyelonefritis
5.Renovasküler hastalıklar ve hipertansiyon
Periferik sinir ve MSS
1.Somatik Diabetik nöropati
2.Otonom Diabetik nöropatisi
3.Diabetik inmeler
Kardiyovasküler sistem
1.İskemik kalp hastalıkları
2.Diabetik kardiyomiyopati
3.Diabetik periferik arter hastalığı
4.Diabetik arterial organ beslenme bozukluğu
37
Deri ve bağ dokusu
1.Necrobiosis lipoidica diabeticorum
2.Xantoma diabeticorum
3.Granuloma annulare
4.Fronkuloz ve mikotik infeksiyonlar
Gebelik
1.İri bebek gelişimi insidansında artış
2.Kongenital defekt ( bebekte )
3.Gebelikte miad gecikmesi
4.Neonatal hipoglisemi ve neonatal ölüm değerlerinde artış
MAKROVASKÜLER KOMPLİKASYONLAR
Diabetin makrovasküler komplikasyonları, Tip 2 DM için henüz aşikar DM’nın ortaya
çıkmadığı, bozulmuş glukoz toleransı döneminde başlar. Bu dönemde makrovasküler
komplikasyonlar gelişmemekle beraber, koroner kalp hastalığı için önemli risk faktörleri olan
hipertansiyon, hipertrigliseridemi ve HDL-kolesterol düzeyinin düşük olması sık görülmekte
ve bu nedenle makrovasküler komplikasyonlar gelişebilmektedir. Makrovasküler
komplikasyonları açısından kadın-erkek farkı yoktur ( 13.64.65.66 ) .
Makrovasküler komplikasyon oluşumunu etkileyen faktörleri 3 grupta toplayabiliriz:
A) Diabete özgü faktörler:
* Metabolik kontrol
* Hiperinsülinemi
* Kadın-erkek farkı kalkması
* Spesifik Diabetik anjiopati
* Diabetik nefropati ve hipertansiyon
B) Yaşam şekli ile ilgili faktörler
* Diyet: Obezite, aşırı yağlı gıda, katı yağ tüketiminin yüksek olması, aşırı tuzlu gıda
Alımı.
* Sigara, alkol kullanımı
* Sedanter hayat
38
C) Genetik faktörler
* Kalıtımsal hastalık riski: Hipertansiyon, hiperlipidemi, hiperürisemi, subklinik
hipotiroidi
* Irksal ve bireye ait duyarlılık
* Olası aterosklerozla beraber diabet gelişimine genetik yatkınlık
KARDİYOVASKÜLER HASTALIKLAR
Diabet, kardiyovasküler morbidite ve mortalite açısından önemli ve bağımsız bir risk
faktörüdür. Tip 2 diabette mortalite nedeni, başta koroner arter hastalığı olmak üzere ( KAH )
kardiyovasküler hastalıklardır. Diabetik kadınlarda KAH riski yükselmekte, non-diabetik
erkeklere yaklaşmaktadır ( 2, 67, 68 ).
İyi kontrol altına alınmamış hiperglisemi ve insülinle yaratılan hipoglisemi arasında
büyük dalgalanmalar gösteren diabetliler, ateromaya karşı en yatkın grubu oluşturur. Kontrol
altına alınmamış diabetikteki kronik hiperglisemi arter çeperinden mukopolisakkarid
sentezinin artmasına yol açar ve bu durum LDL’lerin hapsedilmesi için uygun ortamı hazırlar.
Böylece insülin yokluğunun aterojen olduğu söylenebilir. Ancak kan dolaşımında artan
insülin aslında başka yollardan ateroma oluşumunu harekete geçirir. Lipidlerin arter
çeperinden temizlenmesini inhibe eder ve hepatik plazma lipidleri sentezini arttırır. Birçok
hafif diabetli ya da egzojen insülin tedavisi görenlerde zaman zaman ( özellikle açlık
durumunda ) kan dolaşımında insülin hormonu aşırı derece mevcuttur. Diabetlilerde aynı
zamanda trombosit adezyon ve agregasyonu artmış , fibrinoliz aktivitesi azalmış ve kan
viskozitesi artmıştır . Bütün bunlar ateromalı hastalarda intravasküler tromboza ortam yaratan
faktörlerdir (65,69 ) .
Koroner yetersizlik diabetik olan ve olmayan kişilerde aynı klinik semptomlarla
seyreder. Ancak otonom nöropati gelişmiş diabetiklerde asemptomatik koroner arter hastalığı
olacağı ve sessiz infaktüs gelişebileceği bilinmelidir. Teşhis için şu tetkikler önerilir:
Non-invaziv testler
* EKG
* Maksimal efor testi
* Talyum - dipridamollü miyokard sintigrafisi ya da talyumlu egzersiz testi
* Ekokardiyografi
* Manyetik rezonans görüntülemeli anjiografi
39
İnvaziv testler
*Anjiografi
Korunma için iyi bir diabet regülasyonu ve diğer risk faktörlerinin ( hipertansiyon,
dislipidemi, sigara, nefropati ) tedavisi yaşamsal önem taşır. Antiagregan ajanlar profilaksi
amacıyla kullanılabilir ( 67.68.70) .
Koroner arter hastalığı olan diabetiklerin tedavisi diğer hastalarla aynıdır. Diabetlilerin
daha iyi regülasyonu gereklidir, hipoglisemi ataklarından kaçınılmalıdır. Dislipidemi tedavisi
için HMG Co-A redüktaz inhibitörleri ve fibratlar, hipertansiyon için ise ACE inhibitörleri
tercih edilmelidir. Antiiskemik tedavi gereğinde uygulanır. Medikal tedavi yeterli olmazsa
koroner by-pass veya anjioplasti yapılabilir.
Diabetiklerde, dilate kardiyomiyopati de görülebilir. Muhtemelen myokarddaki
mikroanjiopatik değişikliklere ve interstisyumda mukopolisakkarid yapıdaki maddelerin
birikimine bağlıdır. Klinikte hipertansiyon ve koroner arter hastalığı olsun veya olmasın sol
ventrikül fonksiyon bozukluğu ve kalp yetersizliği ile ortaya çıkabilir.
SEREBROVASKÜLER HASTALIKLAR
Diabetli hastalarda serebrovasküler hastalıklar normal popülasyona göre daha sık
gözlenir, daha ağır seyreder ve daha yaygın lezyonlar oluşturur. Diabette trombosit agregasyon
yeteneği artmıştır. Diabetiklerde fibrinojenin yarı ömrünün kısalmış olmasına rağmen
fibronejen düzeyinin yüksek oluşu, karaciğerde fibronojen üretiminin artışı ile açıklanabilir.
Bunun sebebi iyi bilinmemektedir. Yüksek fibronojen düzeyleri trombozun artmasına sebep
olabilir, plazma viskozitesini yükseltir, eritrositlerin agregasyonunu arttırarak
mikrosirkülasyonu güçleştirebilir. Bazen diabetik hastanın geçici iskemik atakları, diabetik
hipoglisemi semptomları ile karışabilir. Bu yüzden kontrollerde serebrovasküler olaylar da
sorgulanmalıdır. İyi metabolik kontrol ve risk faktörlerinin ortadan kaldırılması gerekmektedir.
Tedavide antiagregan ajanlardan faydalanılabilir ( 2, 71 ) .
PERİFERİK DAMAR HASTALIĞI
Büyük ve orta çaplı arterlerin intimasını tutarak lümen daraltan makrovasküler
hastalığa ateroskleroz adı verilir (72). Sıklığı yaşla orantılı olarak artar. Diabet
makroanjiopatinin ortaya çıkışını daha da hızlandırır ( 73 ) .
40
Ateroskleroz, normalde erkeklerde kadınlara oranla daha sık ve ilerleyicidir.
Diabetiklerde ise her iki cinste de aynı sıklıkta görülür. Orta ve büyük arterleri tutan
arterioskleroz yanında, diabetik hastalarda ikinci bir arter hastalığı daha görülür ki bu hastalık
diabete hastır, orta ve küçük arterleri tutar, endotel hücrelerinde proliferasyonla seyreden
tıkayıcı bir arterittir. Küçük arterleri tuttuğu için lokal gangrenlere yol açabilir.
Tip 2 diabette makroanjiopati lezyonları daha çok distal arterlerde görülür. Periferik
vasküler hastalıkların klinik bulguları alt ekstremite iskemisi, empotans ve intestinal anginayı
kapsar. Bacaklardaki gangren insidansı diabetiklerdeki aynı yaştaki kontrol grubundan 30 kat
daha fazladır.
Diabetin sebep olduğu veya hızlandırdığı periferik arter hastalığının, klinikte en sık
karşımıza çıkan şekli diabetik ayaktır. Ortopedi kliniklerinde non-travmatik alt ekstremite
amputasyonlarının % 50’sinin sebebi diabetik ayaktır ( 2 ) .
Diabetik ayak etyolojisinde rol oynayan faktörler başlıca şunlardır:
A) Nörolojik faktörler: Ağrı duyusu ve derin duyu kaybı sıklıkla ayağın intrensek kaslarını
tutan motor bozukluklarla birliktedir. Sonuç olarak, meydana gelen deformasyonlar vücut
ağırlığının ayakta yanlış noktalar üstünde yoğunlaşmasına neden olur. Oluşan yeni basınç
noktalarında daha kolay travma gelişip ülser oluşur. Otonom nöropati sonucu ise arteriovenoz
şantlar artar, hipoksi ve asidoz olur. Diabetik ayak lezyonlarını % 75’inden nörolojik faktörler
sorumludur ( 74,75 ) .
B) Vasküler faktörler: Mikroanjiopati ve makroanjiopati, diabetik ayak lezyonunda birlikte
rol oynarlar. Makroanjiopati sonucu ayak beslenmesi bozulur. Kanlanma bozuk olduğu için
yara iyileşmesi de geç ve zor olur ( 76 ) .
C) Enfeksiyon: Diabetiklerde infeksiyona karşı bir direnç düşüklüğü vardır. İskemik ve
nöropatik ayakta bu direnç düşüklüğü ile birleşince enfeksiyon çok sıktır. Enfeksiyonlardan
% 70 oranında mikst aerob ve anaerob flora sorumludur. B. Fragilis, Peptostreptokoklar,
Proteus, S. Epidermides, S.aureus, S.faecalis, Pseudomonas ve Enterobakterler sık görülen
mikroorganizmalardır ( 2 ) .
Diabetik ayakta oluşan lezyonlar etyolojilerine göre 2 değişik şekildedirler. Ancak
sıklıkla diabetik ayakta ikisi birlikte ( nöropati ve iskemi ) bulunurlar.
41
Nöropatik ayak: Ayak ılık ve kurudur. Nabızlar vardır. Duyu bozukluğu vardır. Charcot
artropatisi ve seyrek olarak da nöropatik ödem ortaya çıkar. Spontan ağrı ve analjezinin
birlikte olduğu paradoksal bir durumdur. Ağrı geceleri parestezi şeklindedir ve yürümekle
azalır. Sekonder infeksiyonlar yaygındır, perforan ülserler derin doku sellüliti ile seyrederler.
Gerçek osteomiyelitte görülebilir. Genellikle baskı bölgelerinde ülserler vardır. Kallus
oluşumu fazladır.
İskemik ayak: Ayak soluk ve soğuktur. Nabızlar yoktur. Ayakların yataktan sarkıtılması ile
kızarıklık ve konjesyon oluşur; ağrılı olabilir. İskemik ülserasyon ayağın uçlarını etkiler, kuru
gangren şeklinde lokal nekrozların görülmesi arteryel hastalık tanısını koydurur. Baskı
bölgelerinde ülser yoktur. Kallus oluşumu azdır. Diabetik ayak ülserlerinin Wagner’e göre
sınıflandırılması tedavi yönteminin belirlenmesi açısından önemlidir.
Wagner sınıflaması:
Grade 0: Yüksek riskli grup, bacakta ülser yok
Grade 1: Yüzeysel ülser varlığı
Grade 2: Tendon, kemik veya ekleme kadar penetre ülser
Grade 3: Derin apse ve osteomyelit
Grade 4: Lokalize gangren
Grade 5: Büyük ampütasyon gerektiren geniş gangren.
Olguların tümünde ilk koşul iyi bir glisemi regülasyonudur. Enfeksiyonun varolduğu
olgulara yoğun insülin uygulamasına geçilmesi tedavi süresini kısaltmaktadır. 1. 2. 3.
derecedeki ülserlerle tedavinin ana prensipleri uygun yara bakımı ve antimikrobiyal tedavidir.
4. ve 5. derecelerde gangren de olaya katılmış olduğundan amputasyon gerekebilir. Diabetik
ayak yarası ile başvuran her hastada nörolojik muayene ve periferik arter muayenesi yapılarak
ülsere yol açan sebep ortaya konulmalı, alt ekstremite arter basınçları ölçülerek doppler
indeksleri hesaplanmalı, yaradan anaerob kültür alınmalı ve ayak grafileri çekilmelidir. İlk 3
derecedeki ülserlerin etyolojisinde ön planda nöropati, 4. ve 5. derecedekilerden ise periferik
vasküler hastalığın sorumlu olduğu düşünülmektedir.
Derin abse ve osteomiyeliti olan hastalar ( ki bu genelde grade 3 ve sonrasıdır )
hastaneye yatırılarak parenteral antibiyotik tedavisine başlanmalıdır ( 2 ). Hastalar ayak
bakımı açısından eğitimden geçirilmelidirler.
42
MİKROVASKÜLER KOMPLİKASYONLAR
Diabetin süresi uzadıkça, özellikle de genetik yatkınlığı olası bireylerde kapiller bazal
membran kalınlaşması, kapiller permeabilite artışı, kan akımı ve viskozitesinde artış ve
trombosit fonksiyonlarında bozulma gözlenir. Bu değişimlerin sonucu olarak kapiller protein
sızıntısı ( mikroalbuminüri ), mikrotrombosit oluşumu ve dokularda iskemik hasar gelişebilir.
Kronik hiperglisemi ve yüksek HbA1c düzeyleri, bu tip lezyonların oluşmasında önemli rol
oynar.
Mikrovasküler komplikasyonlar, diabetik nöropati, nefropati ve retinopatidir ( 2, 77 ).
DİABETİK NEFROPATİ
Diabetik nefropati, diabetli hastalarda önemli bir mortalite sebebidir. Gelişmiş
ülkelerde renal replasman ünitelerinde tedavi gören son dönem böbrek yetersizliği
hastalarının 1/3’ini diabetikler oluşturur. Bu gelişmiş ülkelerdeki son dönem böbrek
yetersizliğinin en sık sebebinin Diabetik nefropati olduğu anlamına gelir. Avrupa ve
Amerika’da, Tip 1 diyabetli hastaların % 30-50’sinde, Tip 2 diabetiklerin % 5-15’inde
Diabetik nefropati gelişir ( 78 ) .
Diabetik böbrekte ilk etapta diffüz, daha sonra da eksüdatif lezyon gelişir.
Arteriollerde hyalinizasyon olur. Efferent arteriolde oluşan hyalinizasyon diabete özgü
histopatolojik lezyondur. Diabetik süreçte diffüz ve nodüler interkapiller glomerüloskleroz
(Kimmelstiel-Wilson sendromu) dışında, renal papilla nekrozu, kronik nekrozu, kronik
piyelonefrit, aterosklerotik renal arter darlığı, toksik nefropati gibi sebeplere bağlı olarak da
renal tutulum görülebilir.
Diabetik nefropati gelişim süreci, Mogensen’in tanımladığı beş evreden geçer.
Evre 1: Hiperfiltrasyon ve hipertrofi evresi: Hiperfiltrasyon ( glomerüler filtrasyon hızı:
GFR> 135ml/dk/1,73 m2) ile GFR % 20-40 artabilir ve egzersiz sırasında belirgin, üriner
albümin ekskresyonu ( UAE ) artışı ile karakterizedir. Böbreklerin ( böbrekler % 20 oranında
büyür ) hipertrofik olduğu ultrasonografi ile de gösterilebilir. Bu dönemdeki değişikliklerin
renal plazma akımı ve filtrasyon yüzeyinin artmasından kaynaklandığı, glomerüler bazal
membranda ( BM ) hafif kalınlaşma dışında önemli bir morfolojik değişiklik olmadığı ortaya
konulmuştur. Normogliseminin sağlanması ile birlikte nefropati daha ileri klinik evrelere
geçmeden geriler ( 2, 13, 79 ) .
43
Evre 2: Sessiz dönem: Klinik bulgu yoktur. Ama morfolojik değişiklikler yıllar boyu sessiz
bir şekilde gelişir. Glomeruler filtrasyon hızı yavaşça azalarak normal sınırlara iner. Egzersiz
sırasında belirgin üriner albümin (UAE) ekskresyonu devam eder. Glomeruler bazal
membranda kalınlaşma ve mezangiumda sınırlı ekspansiyonu devam eder. Glomeruler bazal
membranda kalınlaşma ve mezangiumda sınırlı ekspansiyondan ibaret morfolojik
değişiklikler renal biyopsi ile gösterilebilir. Birçok hasta bu evreden 3. evreye geçmez. İyi
glisemi kontrolü ile düzelme gözlenebilir ( 79 ) .
Evre 3: Başlangıç halinde ( incipient ) Diabetik nefropati dönemi ( Mikroalbüminürik evre ) :
Bu dönemde GFR normaldir. UAE mikroalbümürik düzeyde, yani 30-300mg/24 saat veya 20-
200 mg/dk arasındadır. Aşikar nefropatinin habercisidir. Hastanın mikroalbüminürik
olduğunu kanıtlamak için 6 ay içerisinde en az 3 adet 24 saatlik idrarda mikroalbüminüri tayin
edip, en az ikisini pozitif bulunmalıdır. Hematüri, konjestif kalp yetmezliği, egzersiz, aşırı
protein alımı, ateş, kontrolsüz diabet ve üriner sistem infeksiyonu mikroalbüminüri
pozitifliğini arttırır. Bu dönemde birçok hastada hipertansiyon sınırına varmayan progressif
kan basıncı artışı gözlenir. İyi glisemik kontrol, protein kısıtlaması ( <0,8 gr/kg/gün ) ve
antihipertansif tedavi ( özellikle ACE inhibitörleri ve Anjiotensin Reseptör Blokerleri ) ile
UAE artışı azaltılarak klinik nefropatiye gidiş süresi geciktirilebilir ( 80,81 ) .
Evre 4: Klinik ( Aşikar ) Diabetik nefropati dönemi: Klasik olarak persistan proteinüri ( >0,5
gr/gün ) ile karakterizedir. Beraberinde hipertansiyon da vardır ve eğer hipertansiyon tedavi
edilmez ise renal fonksiyon kaybı hızlanır. GFR’nin düşme hızı, ayda 1ml/dk’dir.
Antihipertansif tedavi ile GFR’deki azalma hızı %60 azaltılabilir ve böylece üremi gelişim
süreci geciktirilebilir. Tercih edilen antihipertansif ACE inhibitörleri ve Anjiotensin Reseptör
blokerleridir. Böylece morfolojik olarak glomerüllerde skleroz da izlenmeye başlanır ( 82 ) .
Evre 5: Son dönem böbrek yetmezliği: Üremi gelişmesi ile birlikte, sıvı retansiyonu, ödem
gibi diğer komplikasyonlarda görülmeye başlar. Yaşlı hastalarda kalp yetersizliği ile birlikte
otonom ve periferik nöropati görülür. Kan basıncını kontrol etmek güçleşir. Hemen hepsinde
büyük damar komplikasyonları ( Mönckeberg sklerozu ) gelişir. Koroner vasküler hastalık en
sık ölüm sebebidir. GFR 15-20 ml/dk’nin altına indiğinde renal replasman programına
alınmalıdır ( 1 ) .
44
Diabetik Nefropati Hastanın Klinik Değerlendirilmesi:
Arteriel hipertansiyon ve böbrek yetersizliği olsun veya olmasın, proteinürinin varlığı
en az beş yıldır diabeti olan hastada, başka bir nedene bağlı değilse, Diabetik nefropati olarak
değerlendirilir ( 83 ) . Mikroalbuminüri: Sağlıklı toplumda idrarda protein atımı 1,5 ug/dk (
ortalama 6,5 ug/dk ) arasındadır. Ağır egzersiz, sıvı yüklenmesi, idrar yolları enfeksiyonu ve
gebelik idrarla atılan protein miktarını arttırır. Gün boyunca idrara çıkan protein miktarı
geceki idrardan %25 daha fazladır. Aynı zamanda, aynı hastada günden güne % 40’a varan
farklılıklar gösterebilir. Bu sebeplerle, tek örnekle tanı koymak yanıltıcı sonuçlara yol
açabilir. Son 6 ay içindeki 3 idrar örneğinin en az ikisinde pozitif sonuç elde edilmesi
mikroalbüminüri varlığını kanıtlar ( 84 ) . İdrarla albumin atılımı ile ilgili kavramlar tablo
9’da gösterilmiştir.
Tablo 9:İdrarla albümin atılımındaki değişiklikler
24 saatlik örnek Kısa süreli örnek Spot örnek
Normal <30 mg <20 ug/dk <30 ug/mg kreatinin
Mikroalbüminüri 30-300 mg 20-200 ug/dk 30-300 ug/mg kreatinin
Klinik albüminüri >300 mg >200 ug/dk >300 ug/mg kreatinin
Nefropatinin erken tanısı, tedavisi ve takibinde mikroalbüminürinin araştırılması,
diabetik hasta için yaşamsal önem taşımaktadır. Albuminüri ile böbrek fonksiyonlarının kaybı
arasındaki ilişki tablo 10’da gösterilmiştir.
Tablo 10: Diabetik nefropatide albuminüri ve GFR de azalma hızı:
GFR de azalma hızı ( ml/dk- yıl ) Tip 1 diabet Tip 2 diabet
Normoalbüminüri 1,2 – 3,6 0,96
Mikroalbüminüri 1,2 – 3,6 2,4
Aşikar nefropati 9,6 – 12 5,4 – 7,2
Mikroalbüminürinin değerlendirilmesi erken tanıda esastır. İlk başvuruda renal
fonksiyonlar değerlendirilmeli ve her yıl tekrarlanmalıdır. Tam idrar tahlili, serum üre ve
kreatinini, 24 saatlik idrarda mikroalbüminüri, proteinüri ve kreatinin klirensi istenmelidir.
Eğer idrarda enfeksiyon varsa antibiyotik tedavisinden sonra proteinüri değerlendirilmelidir.
45
24 saatlik idrarda 30 mg’in üzerinde albümin tespiti farmakolojik müdahaleyi gerektirir.
Mikroalbüminürisi ve arteriel hipertansiyonu olmayan hastalarda egzersiz, ateş, enfeksiyon,
kontrolsüz diabet ve arteriel hipertansiyon gibi faktörler, albümin atılımını
etkileyebileceğinden, ayrı zamanlarda bakılmış üç ayrı ölçümün ortalaması alınabilir.
Hastalara, doktor tarafından hipertansiyon ile böbrek hastalığı arasındaki ilişkiyi
vurgulamak ve glisemi kontrolünün önemini belirtmek gerekir. Hastaları kendi kendine
tansiyonlarını ölçmeye ve kan glukoz seviyelerine bakmaya teşvik etmek gerekir. Ayrıca
üriner sistemle ilgili şikayetlerin bildirimi ve nefrotoksik ilaçlardan kaçınmaya özen
göstermelidir.
Diabetik nefropati tedavisinde ilk yapılacak iş, iyi bir kan şekeri regülasyonudur. Kötü
glisemi kontrolü ile nefropatinin sıklığı ve şiddeti arasında doğru ilişki olduğu ve sıkı kontrol
ile nefropatinin başlamasının geciktirildiği ve ilerlemesinin yavaşlatıldığı yapılan
çalışmalarda gösterilmiştir.
Hipertansif diabetiklerde ilaç dışı tedavi ( tuz kısıtlaması, egzersiz, ideal vücut
ağırlığına inme ve sigarayı bırakma gibi ) öncelik taşır. Kişiye özgü ilaç tedavisi yapılmalıdır.
İlaçlar yan etkileri ve böbrek üzerine koruyucu etkileri göz önüne alınarak seçilmelidir.
Diüretik verilmesi pek önerilmez, çünkü diüretikler diabetik hastalarda lipid dengesini
bozarlar ve insülin direncini oluştururlar. Diabetik hipertansiyon tedavisinde ACE
inhibitörleri ilk seçilecek ilaç grubudur. Bu ilaçların Diabetik nefropatiyi durdurduğu,
yavaşlattığı ve mikroalbüminüriyi azalttığı gösterilmiştir ( 85) . Mikroalbüminüriyi azatlıkları
ve böbreği korudukları için normotansif diabetik nefropatilerde de kan basıncı takibi ile
verilebilirler. Ancak tip 4 renal tübüler asidozda, bilateral renal arter darlığında, son dönem
böbrek yetersizliğinde ve hiperpotasemi yaratan durumlarda kullanılması sakıncalıdır. ACE
inhibitörleri tedavisine başladıktan bir hafta sonra kan kreatinin ve potasyum değerlerinin
görülmesi gerekmektedir. Diabetik hipertansiyon tedavisinde kalsiyum kanal blokerleri, AT II
antagonistleri, alfa blokerler ve beta blokerler de kullanılabilir. Verapamil ve diltiazemle
yapılan çalışmalarda, özellikle Tip 2 diabetli hastalarda proteinüriyi azalttıkları gösterilmiştir.
Selektif olmayan beta blokerler, hipoglisemi belirtilerini maskeler ve şiddetini arttırır,
trigliserid düzeylerinde artış ve HDL düzeyinde düşüş ( % 10-20 ) oluşturabilirler.
Aşikar Diabetik nefropatisi olan olgularda diyetteki protein kısıtlanmasının böbrek
yetersizliğine gidişi yavaşlattığı gösterilmiştir. Makroalbüminürisi olan hastalarda tavsiye
46
edilen miktar 0,8 gr/kg/gündür. Hipertansif veya ödemli nefropatili hastalarda diyetteki
sodyumun kısıtlanması gerekir. Sodyum alımı günde 2 gr’i geçmemelidir. Ayrıca lipid
düşürücü tedavilerinde böbrek koruyucu etkileri bildirilmiştir.
DİABETİK NÖROPATİ
Diabetin süresi ile yakından ilişkilidir. Cinsiyet farkı gözetmez. En sık görülen
nöropati periferik simetrik sensöryel polinöropati’dir ( özellikle alt ekstremiteleri etkiler ) . En
sık görülen semptomlar karıncalanma, uyuşma, özellikle geceleri artan yanmalardır. Çoğu
zaman aşil refleksi baştan itibaren alınamaz, vibrasyon duyusu da erkenden kaybolabilir
(86,87) .Diabetik nöropatinin patogenezinde metabolik ve vasküler faktörler yer alır.
Hiperglisemi sonucu sorbitol yolu daha fazla işleyip hücre içinde sorbitol birikir. Bu sorbitol
gibi poliol olan myoinositolün sinir hücresi dışına çıkmasına sebep olur. Membran Na-K
ATPaz aktivitesi azalıp, sinir iletimi yavaşlar. Bunun yanında akson içindeki enzim,
nörotransmitter gibi maddelerin de transportu yavaşlar. Nöropatinin başlangıcında metabolik
faktörler ön planda iken, diabet süresi uzadıkça vasküler-iskemik bozukluk da devreye girer.
Aksonal proteinler ve vaso nervosum çeperlerinde non-enzimatik glikozilasyon da nöropati
patogenezinde rol oynar.
Nöropatilerin Klinik Sınıflandırması:
- Somatik nöropati
- Radikulopati ( sensoryal sinir köklerini tutar )
- Periferik polinöropati ( periferik sinirleri tutar )
- Mononöropati simpleks ( kranyal ve spinal sinirleri tutar )
- Proksimal nöropati ( amyotrofi )
- Otonom nöropati
-Gastro-intestinal nöropati: Gastroparezi, noktürnal diyare, konstipasyon, disfaji, reflü,
safra kesesi atonisi.
-Kardiyovasküler nöropati: Ortostatik hipotansiyon ve senkop, vagal tonus
bozukluğuna bağlı ritm sorunları, istirahat taşikardileri, kalp hızı varyasyonunun kaybolması,
sessiz miyokard enfarktüsü, ani ölüm.
-Genito-üriner nöropati: Nörojenik mesane, empotans, inkotinans.
-Südomotor bozukluk: Anhidrozis, poikilotermi, sıcak entoleransı, terleme kusurları,
postprandiyal hiperhidrozis
47
-Pupilla kuruluğu: Lakrimal salgı kusuru
-Termoregülatuar sistem nöropati
-Hipoglisemiyi fark edememe
-Respiratuar sistem nöropatileri
Tanı Testleri:
Kantitatif sensoryal testler ( vibrasyon testi, termal algılama testi, dokunma ve
pozisyon testi, ağrı eşiği testi )
Motor nöropati için kas gruplarının motor muayeneleri
Derin tendon reflekslerinin değerlendirilmesi
Elektrofizyolojik testler: Elektromiyografi
Sural sinir biyopsisi
Diabetik periferik nöropati en sık görülen diabetik nöropati şeklidir. Tedavisinde önce
iyi bir glisemik kontrol sağlanır. Daha sonra ağrı ve diğer rahatsız edici semptomlar aspirin,
kodeinle tedaviye edilmeye başlanır. Fayda görülmediği takdirde trisiklik ilaçlar ve mianserin
denenir. Bir sonraki aşama fenitoin , karbamazepin , mexiletin ( oral ) ve lignocaine ( IV ) dır.
Kramplar için diazepam, depresyon için trisiklik ilaçlar ve kas güçsüzlüğü için de
fizyoterapi tercih edilir. Diabetik otonom nöropatinin tedavisinde yine iyi bir glisemik kontrol
birinci sırada yer alır. Postural hipotansiyon için yatak başı yükseltilir, fludrokortizon
verilebilir, elastik çorap önerilir. Terleme bozukluğu içinse metoklopramid, domperidon,
clonidine, fenitoin, somatostatin analogları ve eritromisin önerilir ( 68 ). Glisemik kontrolle
elektrofizyolojik bulgular geri dönebilir.
DİABETİK RETİNOPATİ
Diabetik retinopati gelişmiş ülkelerde halen 20-74 yaş arasında önde gelen körlük
sebeplerindendir. Tipik mikroanjiopatik lezyonlar retinopatiyi oluşturur. Diabetin süresi
uzadıkça retinopati sıklığı ve derecesi artar. Diabetik retinopatide kapiller permabilite artışı,
kan viskozitesinde artış ve trombosit agregasyonu artışı büyük önem taşır. Bunların
sonucunda retinada mikrooklüzyonlar ve iskemik alanlar gelişir.
48
Diabetik retinopati şu şekilde sınıflandırılır:
1. Non-proliferatif retinopati:
a) Background retinopati:
-Mikroanevrizma ve hemoraji
-Sert eksüda oluşumu
-Maküler ödem olabilir
b) Preproliferatif retinopati:
-Venöz genişlemeler
-Atılmış pamuk görünümünde yumuşak eksüdalar
-Retina içi kanamalar
-Retina içi mikrovasküler oluşum ( IRMA )
2. Proliferatif retinopati:
-Papilla ve retinada yeni damar oluşumu
-Vitreus içi kanamalar
-Fibro-vasküler proliferasyon
-Retina dekolmanı
-İriste yeni damar oluşumu ( rubeozis iridis )
Diabetik hastalarda retinopati dışında vitröz kanama , rubeozis iridis , glokom , juvenil
katarakt ve oküler kas felcine ( 3., 4., 6. kafa çiftlerinin felci ) bağlı olarak da göz tutulumu
olabilir ( 2 ,88 ) . Diabetik retinopatide prognoz yönünden en önemli kısım maküladır.
Diabetik makülopatinin iyi tanınması ve değerlendirilmesi gerekir.
Diabetik makülopati iskemik, fokal ve diffüz makülopati olarak üç grupta toplanabilir.
Diabetik retinopatinin tetkiki için şu metodlar kullanılır:
Direkt veya indirekt oftalmoskopi
Retina fotografi
Fluorescein fundus anjiografisi ( FFA )
Biyomikroskopi
Nonproliferatif retinopatili hastaların % 8-10’u, 10 sene içinde proliferatif retinopatiye
dönüşür. Proliferatif retinopatisi olan hastaların yarısı 5 yıl içinde körlüğe doğru giderler.
Proliferatif retinopati insülin ile tedavi edilenlerde, tedavi edilmeyenlere oranla daha sık
görülür ( 79, 88 ) . Diabetik hastalarda önce retinopati, arkasında nefropati gelişir. Diabetik
49
bir hastada retinopati olmaksızın nefropati tespit edilirse, nefropati için diabet dışında bir
sebep aranmalıdır.
Diabetik olmayan kişilerde glikoz normal yolla metabolize olarak laktat ve pirüvata
dönüşür. Diabetik kişilerde ise hiperglisemi halinde aldoz redüktaz enzim aktivitesi artar ve
glikoz sorbitole okside olur. Sorbitolde daha sonra fruktoza dönüşür. Hücre içinde sorbitol ve
daha az oranda da fruktoz birikir. Bu olayın yanı sıra hücre içi myoinositol eksikliği ve Na-K
ATPaz aktivitesinin azalması da hücre zedelenmesini arttırır. Sonuç olarak diabetli kişide
hücre içi sorbitol birikir, bunun sonucu olarak hücre içi myoinositol azalır. Myoinositol
azaldığı için de Na-K-ATPaz aktivitesi azalır ve hücre içinde sodyum birikir. Hücre içi ödem
ve harabiyet gelişir ( 89, 90, 91).
İleri sürülen diğer bir teori de diabetiklerde proteinlerin non-enzimatik yollarla
glikolize olduğu göz önüne alınmaktadır. Bu glikolize proteinler doku ve damar duvarlarında
birikirler ve geri dönüşümsüz glikozillenme son ürünlerini oluştururlar. Bunlarda diğer yapı
proteinleriyle etkileşerek aktivite ya da diğer biyolojik aktivitelerde değişikliklere yol açarlar
(90). Diabetik retinopatideki temel patoloji mikrooklüzyon ve damar permeabilitesindeki
bozulmadır. Oklüzyon sonucu retinal hipoksi gelişir. Bunun ardından da geç evrelerde yeni
damar oluşumları izlenir. Permeabilite artışına bağlı olarak da eksuda, hemoraji ve retina
ödemi izlenir ( 89,92 ) .
Diabetik retinopatinin tedavisi:
Öncelikle iyi bir kan glikoz regülasyonu sağlanmalıdır. Yılda en az 1 kez göz
kontrolünden geçmelidir. Proliferatif retinopatide ve maküla ödeminde en iyi tedavi yöntemi
lazer fotokoagülasyonudur. Aspirin ya da aldoz redüktaz inhibitörlerinin yararı
gösterilmemiştir. Görme kaybını önlemek için gerekli durumlarda cerrahi tedaviye ( örneğin
vitrektomi ) başvurulur.
DİABETES MELLİTUS’UN TEDAVİSİ
Diabetes Control and Complication Trail ( DCCT ) , Kumamoto Trail, United
Kingdom Prospective Diabetes Study ( UKPDS ) çalışmalarının sonuçlarına göre, sıkı
glisemik kontrol Tip 1 ve Tip 2 DM de uzun dönem mikrovasküler komplikasyonların
belirmesini ya da var olan komplikasyonların ilerlemesini geciktirir. Kumamoto çalışmasına
50
göre devam eden izlemlerde komplikasyonlardan korunmak ve geciktirmek için optimal
glisemik kontrol HbA1c <% 6.5, açlık glukoz düzeyi <110 mg/dl ve 2. saatte postprandial
glukoz seviyesi <180 mg/dl olmalıdır ( 93 ) .
Genel Prensipler
1. Hiperglisemi semptomlarını düzeltmek
2. Mikrovasküler ve makrovasküler komplikasyonlardan korumak
3. Normale yakın bir yaşam kalitesi sağlamak
American Diabetes Association ( ADA ) , açlık plazma glukozunun 100-140 mg/dl ve
gece plazma glukozunun 100-140 mg/dl ve HbA1c <% 7 olmasını diyabetik hastalarda tedavi
hedefleri olarak belirlemiştir.
Amerikan Endokrinoloji Komitesinin ( ACE )’nin önerisinde HbA1c <% 6,5
preprandial glukoz seviyesi <110 mg/dl ve postprandial glukoz seviyesi <140 mg/dl olmalıdır.
Tip 1 ve Tip 2 DM ’ li bireylerde eğitimin amacı işbirliğini artırmak, glisemik
kontrolu optimize etmektir. Tip 1 DM’li hastalar ve yakınları insülin uygulaması, evde kan
glukozu ölçümü, idrar glukoz ve keton tayini, egzersiz sırasında insülin dozu ve gıda alımının
düzenlenmesi, ketoasidozdan korunma ve hipogliseminin tedavisi ve hastalık durumunda
diabetin yönetimi konularında eğitilmelidirler.
Tip 2 DM ’ li hastalara da buna benzer beceriler kazandırmakla birlikte, beslenme ve
kilo kontrolü konusuna özel önem verilmelidir. Hastalar kullandıkları oral antidiabetiklerin
etki ve yan etkileri konusunda bilgilendirilmeli ve zamanla bu ajanların optimal kontrol için
yetmeyebileceği, insülin tedavisine başlanabileceği ifade edilmelidir ( 94 ) .
ADA tarafından kullanılan Medical Nutrition Theraphy ( MNT ) terminolojisi kalori
alımıyla diabet tedavisinin diğer alanlarının ( insülin, egzersiz ve kilo verme ) optimal
koordinasyonunu ifade eder. Tip 2 DM’li kişilerde yağ alımının azaltılması, orta düzeyde
kalori alımı, hiperlipidemi, hiperglisemi, hipertansiyonun düzeltilmesi, fiziksel aktivitenin
artırılması MNT’nin ana hedeflerdir ( 9, 95 ) .
Diabetes Mellitus tanısı konan kişide egzersiz yapılarak kardiovasküler risk
faktörlerinde azalma, kan basıncında düşme, mevcut kas kitlesinin idamesi, vücut yağ
miktarında azalma ve kilo kaybı sağlanır. Tip 1 ve Tip 2 DM’de egzersiz, kan şekerini
düşürmek ve insülin sensitivitesini artırmak için faydalıdır.
51
Tip 2 DM ve Tip 1 DMl’ li hastalarda asemptomatik kardiovasküler hastalıklar genç
yaşlarda belirdiğinden egzersiz toleransları değerlendirilmelidir ( 9, 96 ) .
Tip 1 DM’li hastalarda endojen insülin salınımı olmadığı için amaç, mümkün olduğu
kadar fizyolojik salınımı taklit etmektir. Bazal insülin uygulaması ile glukojen yıkımı,
glukoneogenez, ketogenez ve lipoliz regüle olur. Yemeklerle alınan kısa etkili insülin, normal
glukoz kullanımını ve depo edilmesini sağlar.
İNSÜLİN
İnsan insülini, 51 aminoasitten oluşan heterodimer yapıda bir moleküldür. A zinciri 21
ve B zinciri 30 aminoasit içerir. İnsülin, pankreas adacıklarındaki beta hücrelerinde proinsülin
olarak sentezlenir. Proinsülinin yapısında B zincirinin karboksil ucu , C- peptit adı verilen bir
ara protein ile , A zincirinin amino ucuna bağlanmış durumdadır . Proinsülin granülü,
sekresyon granüllerinde insülin ve C- peptite ayrışmış durumda depolanır. Granüllerden
insülin salınırken, eşit molar miktarlarda C-peptit salınımı da gerçekleşir. İnsülin sekresyonu
bazal ve postprandial olmak üzere iki şekilde ortaya çıkar. Açlık halinde insülin, yaklaşık 1
Ü/saat düzeyinde salınır; pankreas ünsülin atılımının % 40’ını oluşturan bu salınım, 9-14
dakikada bir tekrar eden dalgalanmalar şeklinde gerçekleşir. Bazal insülin sekresyonu, açlıkta
karaciğer glukoz atılımını sınırlamakta ve lipolizi önlemektedir. Buna karşılık öğündeki
uyaranlar ( örn: glukoz ve aminoasitler ) ve gastrointestinal hormonlar ( örn: GLP-1 ) , gıda
alımını takip eden dakikalarda hızla artan ve bazalin yaklaşık beş katına ulaşan bir
postprandial insülin artışına yol açar. Bu sayede sağlıklı bireylerde plazma glukozu 70-140
mg/dl gibi dar bir aralıkta tutulabilmektedir.
İNSÜLİNİN FİZYOLOJİK ETKİLERİ:
-Glukozun kas hücresine girişini, kullanımını ve depolanmasını arttırır, ayrıca kas
hücresinde glukoz taşıyıcılarının hücre membranına translokasyonunu arttırır.
-Karaciğerde glukojenoliz ve glukoneogenezisi inhibe ederek, glukoz salınımını ve
yapımını engeller. Glikojen depolanmasını hızlandırır.
-Yağ dokusunda lipolizi baskılar. Yağ ve protein yıkımını inhibe eder.
52
İNSÜLİN PREPARATLARI:
İnsülinin keşfini izleyen yaklaşık yarım yüzyıllık bir dönemde, sığır ve domuz insülini
kullanılmıştır. Domuz insülini insan insülininden bir aminoasit, sığır insülini ise üç aminoasit
farklıdır. Günümüzde hayvan insülinlerinin kullanımı, yerini insan insülini ve analog
insülinlere bırakmıştır.
1) İnsan insülinleri: Bu preparatlar rekombinant DNA teknolojisi ile üretilir.
Günümüzde kullanılan insan insülinleri kısa, orta, uzun etkili olarak sınıflanır.
a- Kısa etkili insülinler:
Regüler insülin: İnsan insülini ile yapısal olarak identiktir. İnsülin, ciltaltı
kapillerlerinden monomer formunda iken emilebilmektedir. Ancak monomerik regüler insülin
çözelti halinde iken kolayca dimer ve hekzamer oluşturmaktadır. Bu özelliği sebebi ile
enjeksiyon sonrası ciltaltı kapillerlerinden emilimi gecikmekte ( 30-60 dakika ) , fizyolojik
insülin sekresyonuna göre daha geç zirve yapmakta ( 2-3 saat ) , etki süresi uzamaktadır ( 3-6
saat) . Bu nedenle regüler insülin, postprandial glukoz regülasyonunu sağlamak amacı ile
öğünden 30 dakika önce uygulanmaktadır. Ancak tedavi sırasında erken postprandial
hiperglisemi ve geç postprandial hipoglisemi riski yüksektir.
b-Orta etkili insülinler:
NPH ( Neutral Protamin Hagedorn ) ve Lente: Orta etkili insülinler bazal insülin
gereksinimini karşılamak amacı ile kullanılmaktadır. 1946 ‘ da üretilmiş olan NPH, protamin
ve Zn süspansiyonudur. Lente insülin ise Zn ve asetat süspansiyonudur; etki süresi NPH ‘a
göre biraz daha uzundur. NPH insülin, bazal insülin gereksinimini karşılamak için regüler
insülinle birlikte günde bir ya da iki kez uygulanır. Fizyolojik insülin profilinin aksine zirve
yapması ve 24 saatten kısa etki süresi, kullanımda bazı güçlükler yaratmakta, gece
hipoglisemisi riski artmaktadır.
c-Uzun etkili insülinler:
Ultralente: İnsülin – Zn bileşiğidir. Emilimi yüksek düzeyde değişkenlik gösterir.
Ülkemizde bulunmamaktadır.
2) İnsülin analogları:
Hızlı etkili analoglar: Lispro, Aspart ve Glulisin
53
Ülkemizde ilk ikisi bulunmaktadır. Aminoasit diziliminde yapılan bazı değişiklikler,
insülinin ciltaltında daha yüksek oranda monomerik yapıda kalmasını sağlamakta ve bu yolla
emilim hızını arttırmaktadır. Lispro insülinde B 28 ‘deki prolin, B 29 ‘daki lisin ile yer
değiştirmiştir. Aspart insülinde ise, B 28 ‘deki prolinin yerinde aspartik asit bulunmaktadır.
Regüler insüline göre daha hızlı ancak daha kısa süreli etki gösteren analogların etki profili,
fizyolojik postprandial insülin sekresyonuna büyük ölçüde benzemektedir. Klinik araştırmalar,
öğünden hemen önce uygulanan hızlı etkili analoglar ile daha iyi bir postprandial glukoz
kontrolünün sağlandığını ve gün içindeki glukoz dalgalanmalarının baskılandığını
göstermektedir. Bunun yanısıra, analog kullanımı ile öğün sonrası hipoglisemi riski
azalmaktadır. Öğünden hemen önce uygulanabilir olması hasta yaşam kalitesini
yükseltmektedir.
Lispro ve aspart insülin berrak yapıdadır. Ayrıca her iki insülinin protaminlenmiş
formları ile hazır karışımları bulunmaktadır. Lispro ve aspart insülinin etki süreleri regüler
insülinden daha kısadır. Bu nedenle yoğun insülin tedavisi sırasında, regüler insülinden hızlı
etkili analog insülin kullanımına geçiliyorsa NPH insülinin enjeksiyon sıklığı mutlaka
arttırılmalıdır. Aksi halde öğün aralarında glukoz düzeyi yükselmektedir.
Uzun etkili analoglar: Glargin ve Detemir
2000’li yılların başında üretilen uzun etkili insülin analogları, zirve göstermeyen 24
saatlik etkileri ile giderek daha yaygın olarak kullanılmaktadır.
Glarginin yapısında B zincirinin karboksi ucuna iki arginin eklenmiş ve A 21
pozisyonundaki asparagin, glisin ile yer değiştirmiştir. Bu yolla molekülün izoelektrik noktası
nötral düzeye doğru kaymakta, ciltaltı dokunun fizyolojik pH ‘sında kolayca hekzamerler
oluşturmakta ve emilimi büyük ölçüde yavaşlamaktadır. Tek enjeksiyon uygulanması bazal
insülin gereksinimi için yeterlidir. Gece hipoglisemisi riski düşüktür; NPH’a göre daha iyi bir
açlık glukoz kontrolü sağlamaktadır.
Detemir insülinde ise B 20 bulunmamaktadır ve B 29’a 14 karbonlu bir yağ asiti
açillenmiştir. Bu yapısal değişiklik sonucunda, albümine geri dönüşümlü olarak ve % 98
oranında bağlanmaktadır. Ancak serbest formda bulunan % 2’lik kısmı etki göstermektedir.
Hipoglisemi riski anlamlı derecede düşüktür.
54
Tablo 11: İnsülin tipleri ve etki profilleri
İnsülin tipi etki başlama saati pik etki(saat) etki süresi(saat)
Hızlı etkili(analog)
İnsülin lispro(humalog) <0,25 0,5-1,5 2-4
İnsülin aspart(novoRapid) <0,20 1-3 3-5
Kısa etkili(regüler)
Regüler insülin(humulin R, 0,5-1 2-3 3-6
Actrapid HM)
Orta etkili
NPH(humulin N, 2-4 4-10 10-16
İnsulotard HM )
Lente 3-4 4-12 12-18
Uzun etkili
Ultralente 6-10 10-16 18-20
İnsülin glargin(lantus) 2-4 pik yok 20-24
(analog)
insülin detemir(levemir) 3-5 10-16 18-20
(analog)
Karışım insülinler
70/30 NPH/regüler 0,5-1 dual 10-16
(humulin M 70/30,Mixtard HM 30)
70/30 NPA/aspart
(novomix 30) 0,25 dual 10-16
70/25 NPL/lispro 0,25 dual 10-16
(humalog Mix25)
50/50 NPL/lispro 0,25 dual 10-16
(humalogMix50)
55
İNSÜLİN DOZUNUN HESAPLANMASI
Başlangıçta kg başına ayarlanır. Hastanın fiziksel aktivite durumu, fenotipi ve mevcut
diabet komplikasyonları da göz önüne alınmalıdır. Genel olarak Tip 1 diabette 0,5-1,0
ü/kg/gün, Tip 2 diabette 0,3-1,5 ü/kg/gün dozdan hesaplanır. Bazal insülin desteği için 0,1-0,2
ü/kg/gün dozda verilebilir. Hızlı etkili insülinler yemekten 5-15 dakika önce, kısa etkililer
yemekten 30 dakika önce uygulanmalıdır. Gastroparezi nedeni ile mide boşalma hızı
yavaşlayan hastalarda enjeksiyon zamanı yemekten sonraya kaydırılır.
Tablo 12: İnsülin dozunun hesaplanması
Fenotip insülin dozu(ü/kg/gün)
Normal kilolu
Fizik aktivitesi yoğun 0,3
Orta 0,4
Hafif 0,4
Obez
Fizik aktivite yoğun 0,5
Orta 0,6
Hafif 0,8
Böbrek yetmezliği -0,2
Enfeksiyon, vs hipoglisemi riskini arttıran durumlar -0,2
Yeni başlangıç tip 1 DM ( <30 yaş ) 0,3
İNSÜLİN TEDAVİSİ
İnsülin tedavisinde hedef, fizyolojik salgı dinamiğinin taklit edilmesidir. Ticari
preparatların etki zamanının postprandial hiperglisemi zamanına her zaman tam uyum
gösterememesi, C peptit içermemesi, enjeksiyon sorunları gibi problemler, tedavinin
aşılamamış sorunlarıdır.
İnsülin tedavisi konvansiyonel ( klasik ) ve intensif ( yoğun ) olmak üzere iki başlığa
ayrılabilir. Konvansiyonel tedavide verilecek toplam insülin miktarı günlük iki doza bölünür.
0,2-0,4 ü/kg NPH ya da karışım insülin kullanılır. Toplam dozun 2/3’ü sabah, 1/3’ü akşam
yemek öncesi olacak şekilde subkutan uygulanır. Bu yöntemle HbA1c düzeyini %8’in altına
56
indirmek zordur, bu nedenle Tip 1 DM tedavisinde kullanılmaz. İntensif tedavide, preprandial
günde üç ya da daha fazla sayıda regüler, gece öğünü öncesi NPH insülin şeklinde uygulanır.
Yoğun insülin tedavisi ile amaç, normal ya da normale yakın plazma glukoz değerleri
elde ederek mikrovasküler komplikasyonların ortaya çıkmasını geciktirmek ya da ilerlemesini
engellemektir. Konvansiyonel tedaviye göre üç kat daha fazla hipoglisemiye sebep olur. Meta
analizde yoğun tedavinin toplam makrovasküler olay sayısını azalttığı fakat makrovasküler
komplikasyonlardan ölüm ve etkilenen hasta sayısını değiştirmediği bulunmuştur.
Günümüzde kullanılan insülin preparatları rekombinant DNA teknolojisiyle
üretilmiştir. Çoğu hızlı, kısa, orta ve uzun etkili U-100 ( 100 ünite/ml ) formundadır. Kısa
etkili insülin analogu Lispro ve Aspart insülindir.
Uzun etkili insülin glargin, NPH insülinle karşılaştırıldığında etkisi geç başlar, etki
süresi uzundur ( yaklaşık 24 saat ) ve pik yapmaz. Bazal insülin ihtiyacı orta etkili ( NPH ya
da Lente insülin ) veya uzun etkili ( ultralente ya da glargin insülin) formulasyonlarından
sağlanır. Detemir, diğer bir uzun etkili insülin analogudur ve albumine bağlanır.
Hastanın yaşı, hayat tarzı, motivasyonu, genel sağlık durumu ve tedavinin amaçları
belirlenerek hastaya en uygun tedavi rejimi belirlenmelidir. Sık kan şekeri ölçümleri şarttır ( 4
ya da 8 kez/gün ) .
CSII ( Continuous subcutaneous insülin infusion ) diğer bir multiple komponent
insülin rejimidir. Bu yöntemin başarısında pompa hakkında iyi bir hasta eğitimi yakın takip ve
sık kan şekeri ölçümü şarttır.
Tip 2 DM’nin başlangıç tedavisinde genellikle insülin yoktur. Diyet, egzersiz, kilo
verme ve oral antihiperglisemik ajanlar başlangıçta glisemik kontrol için yeterli olacaktır.
Kombinasyon tedavisine rağmen, eğer glisemik kontrol sağlanamazsa, insülin tedavisi verilir.
Diabetin ilerleyici bir hastalık olması sebebiyle insülin kullanımı er ya da geç varılacak
noktadır.
Tip 2 DM’de insülin tedavisinin hedefleri Tip 1 diabetteki ile benzerlik gösterir.
Hipergliseminin klinik semptomlarının eliminasyonu önemli bir hedeftir ve böylece
mikrovasküler ve makrovasküler komplikasyon riski azaltılır. Bununla birlikte obezite,
hipertansiyon, dislipidemi, kalp damar hastalıkları ve diabetle ilgili komplikasyonların
tedavisine önem verilmelidir.
57
Yeni tanı almış Tip 2 DM’li hastaların % 20- % 50’ sinde diabete spesifik
komplikasyonlar zaten vardır ( 9,97 ) .
Tablo 13: Tip 2 DM ‘ta insülin endikasyonları
OAD ile iyi metabolik kontrol sağlanamaması
Aşırı kilo kaybı
Ağır hiperglisemik semptomlar
Akut MI
Akut ateşli sistemik hastalıklar
Hiperosmolar ya da ketotik koma
Major cerrahi operasyon
Gebelik ve laktasyon
Böbrek veya karaciğer yetmezliği
OAD ağır yan etkileri ya da allerjisi
Ağır insülin rezistansı
İNSÜLİN TEDAVİSİNİN YAN ETKİLERİ
İnsülin tedavisi sırasında diyet, fiziksel aktivitenin artıp azalması, eşlik eden hastalık
ya da kullanılan ilaçlarla fizyolojik durumdaki değişiklikler sonucu bazı yan etkiler oluşur.
Bunlar:
-hipoglisemi
-kilo artışı
-insülin ödemi
-immünolojik komplikasyonlar: Allerji, antikor oluşum, insülin direnci,
lipodistrofiler
-lipohipertrofiler
-Dawn fenomeni ( şafak sendromu ) : sabah hiperglisemisi
-Somogy etkisi ( post hipoglisemik hiperglisemi )
58
ORAL ANTİDİABETİKLER ( OAD )
Tip 2 DM tedavisinde kullanılırlar. Tip 1 ve gestasyonel diabette kontrendikedirler.
Kabaca insülin salgılatıcı ( sekretegog ) , insülin duyarlılaştırıcı ( sensitizer ) , alfa glikozidaz
inhibitörleri ve insülinomimetikler olarak sınıflandırılırlar.
İnsülin sekretegogları; sülfanilüreler (chlorpropamid, glyburide, glipizide, glimepirid)
ve nonsülfanilüre insülin sekretegogları, repaglinide ve nateglinide ATP sensitif K
kanallarının SUR- 1 alt ünitesine bağlanarak insülin sekresyonunu stimüle eder. Biguanidler
grubunu temsil eden Metformin, hepatik glukoz yapımını azaltır ve periferal glukoz
kullanımını bir miktar düzeltir.
Alfa- Glukosidaz İnhibitörleri, postprandial karbonhidrat sindirimini geciktirerek
etkilidir.
Thiazolidinedionlar grubunda troglitazon, pioglitazon ve rosiglitazon yer alır.
Peroxisome proliferatoractivated receptor- gama ( PPAR-g ) nükleer reseptörüne bağlanırlar.
Preadipositlerin adipositlere diferansiyasyonunu hızlandırırlarken artan yağ asiti alımı ve
depolaması ile insülin rezistansını azaltırlar. Monoterapide insülin sekretegogları,
biguanidler, thiazolidinedionlar ( HbA1c’de % 1-2 azalma ) ve insülin etkilidir. Alfa-
glukosidaz inhibitörlerinin etkinliği az olduğu için, tek başına pek önerilmez.
En sık kullanılan rejimler
1) İnsülin sekretegogları ve metformin ya da thiazolidinedionlar
2) Sülfanilüre ve A- glukosidaz inhibitörleri
3) İnsülin, metformin ya da thiazolidinedionlar
Diyet, egzersiz ve multiple oral ajanlarla tedaviye yanıt vermeyen hastada insülin
tedavisi endikedir ve bu durumda 0,3- 0,4 U/kg/gün sabah ya da yatarken verilecek orta ya da
uzun etkili insülin tedavide yeterli olacaktır. İnsülin tek başına ya da oral antihiperglisemik
ajanla birlikte kullanılabilir ( 9,98 ) .
DİABET HASTALARINDA BESLENME İLKELERİ
Diabetli hastalarda doğru beslenme, tedavinin en önemli parçalarından biridir.
Beslenme programı kişiye özeldir; diabet tipine, yaşına, cinsiyetine, boyuna, ağırlığına,
59
fiziksel aktivitesine, çalışma koşullarına, eğitim düzeyine, sosyoekonomik ve kültürel
durumuna, diğer hastalıklarına ve beslenme alışkanlıklarına göre farklılıklar gösterir.
Temel ilkeler : ( 35 )
1) Enerji, hastayı ideal vücut ağırlığına ulaştıracak ve bunu koruyacak şekilde
ayarlanmalıdır.
2) Günlük enerjinin % 50-60’ı karbonhidratlardan sağlanmalı ve bunun 2/3’ü
kompleks karbonhidrat olmalıdır. Günlük diyet yetişkinler için 25 g/gün posa içermelidir.
Glisemik indeksi düşük besinler önerilmelidir.
3) Alınacak protein miktarı yetişkinler için 0,8 g/kg/gün olarak önerilmeli, günlük
enerjinin % 10-20 ‘sini geçmemelidir. Nefropatisi olan hastalarda, glomerül filtrasyon hızına
göre, alınacak protein miktarı 0,6 g/kg/gün ‘e kadar düşürülebilir.
4) Enerjinin en fazla % 30’u yağdan karşılanmalıdır. Kolesterol alımı 300 mg/gün
olacak şekilde düzenleme yapılmalıdır.
5) Sodyum alımı 3 g/gün ya da her 1000 kal/gün için 1 g olarak hesaplanmalıdır.
Nefropati ve hipertansiyon mevcutsa miktar azaltılmalıdır.
6) Alkol alımı yasaklanmalıdır.
7) Vitamin ve mineral yönünden dengeli bir diyet olmalıdır.
8) Öğün sayısı günde 5-8 kez olacak şekilde, hastanın yaşam şekli ve beslenme
alışkanlıklarına göre ayarlanmalıdır.
DİYABET HASTALARINDA EGZERSİZ İLKELERİ
Egzersiz alışkanlığının diyabet regülasyonunda önemli bir yeri bulunmaktadır.
Egzersiz, özellikle insülin duyarlılığını arttırarak yüksek kan şekeri seviyelerinde düşmeye
sebep olur. Ayrıca kanda total kolesterol ve trigliseridlerin azalmasına, obesitenin
düzeltilmesine, hipertansiyonun gerilemesine de yardımcı olur. 35 yaşından büyük diyabet
hastaları, diyabet yaşı 10 yıldan fazla olan Tip 2 DM hastaları, diyabet yaşı 15 yıldan fazla olan
Tip 1 DM, koroner arter hastalığı risk faktörleri mevcut hastalar, mikrovasküler tutulum mevcut
durumlar ( retinopati, nefropati, mikroalbüminüri varlığı gibi) , periferik vasküler hastalıklar ya
da nöropati mevcut hastalarda daha dikkatli ve sınırlı egzersiz programı uygulanmalıdır.
60
Temel ilkeler : ( 35 )
1) Egzersiz öncesi metabolik kontrol yapılmalıdır. Eğer kan şekeri > 250 mg/dl ve
ketozis varsa ya da ketozis olmasa da kan şekeri > 300 mg/dl ise egzersiz yapılmamalıdır.
Egzersiz öncesi kan şekeri 100 mg/dl’nin altında da olmamalıdır.
2) Egzersiz öncesi ve sonrası kan şekeri düzeyine bakılmalı, gerekli hallerde insülin ya
da besin alımında değişiklik yapılmalıdır.
3) Hipoglisemiden korunmak için karbonhidratlı bir besin ya da meyve suyu vs.
yanında bulundurulmalıdır.
4) Egzersiz öğünden 1-1,5 saat sonra yapılmalıdır. Bir önceki insülinin etkisinin en
yüksek olduğu döneme rastlatılmalıdır.
5) Egzersizin etkin olduğu organlara insülin enjeksiyonu yapılmamalıdır ( örneğin
yürüyüş ya da koşu sırasında bacak kasları etkin olacağından, insülin kollara yapılmalıdır ) .
HASTA EĞİTİMİ
Diyabet; kan şekeri kontrolünü, kendi kendini takibi, beslenme alışkanlığında
yapması gereken değişiklikleri, yemek yeme zamanlarını, öğünlerde alınacak yiyecekler ve
miktarlarını bilmeyi, sürekli OAD kullanma ya da insülin enjeksiyonu yapma zorunluluğunu,
düzenli egzersiz sebebi ile yaşam tarzında değişiklik yapmayı gerektiren bir hastalıktır. İyi bir
tedavi, hastaların bu temel ilkeleri bilmeleri ve benimsemeleri ile mümkün olmaktadır. Ayrıca
hastalığa bağlı oluşabilecek komplikasyonlar, tedavi sürecinde oluşabilecek ilaç yan etkileri
çok iyi kavranmalıdır. Örneğin insülin tedavisi başlanan hastaya, insüline bağlı kilo artışı
olabileceği öğretilmelidir. Bu, tedaviye uyum ve bilinçlenme açısından önemli bir noktadır.
Eğitim; doktor, diyabet hemşiresi, diyetisyen, ayak bakım uzmanı ( podiatris ) , sosyal hizmet
uzmanından oluşan bir ekip tarafından yapılmalıdır. Eğitim belirli sürelerle tekrarlanmalıdır.
DİSLİPİDEMİ
Ateroskleroz gelişmiş toplumlarda görülen morbidite ve mortalitenin ana nedeni olarak
önemini korumaktadır. Genel tahminlere göre 2020 yılına kadar kardiyovasküler hastalıklar
ve özellikle ateroskleroz toplam hastalık yükünün en önemli global sebebi olmaya devam
edecektir. Yüksek plazma total kolesterol ve LDL kolesterol seviyeleri ve düşük plazma HDL
61
kolesterol seviyeleri aterotrombotik vasküler hastalıklar açısından önemli fakat değiştirilebilir
risk faktörleridir (133).
Uzun yılları kapsayan bir süreç içinde ateroskleroz yaşamı sonlandıracak olaylara
neden olur. Endotel disfonksiyonu ile başlayan aterosklerotik süreç, yağlı çizgi oluşumunu
izleyen aterosklerotik plak oluşumu ile devam eder. Plak rüptürü ile de miyokard infarktüsü
ve serebrovasküler olay gibi ciddi sonuçlar ortaya çıkar. Ateroskleroz gelişiminde
dislipideminin önemi çok iyi bilinmektedir. LDL-K damar duvar içinde uğradığı değişiklikler
sonucu proinflamatuar etki gösterir, özellikle oksidasyona uğraması sonucu oluşan okside
LDL köpük hücresi oluşumuna ve lezyonların gelişimine önemli katkı sağlamaktadır (99).
LDL kolesterolün düşürülmesi ile koroner olaylarda azalma sağlandığı birçok
çalışmada gösterilmiştir (99, 100). Bunun yanı sıra trigliserid düzeylerinin artması ile koroner
arter hastalığı riskinin arttığı ve yüksek yoğunluklu lipoprotein (HDL) kolesterol düzeyleri ile
kardiyovasküler riskin ters orantılı bir ilişki gösterdiği bilinmektedir (101).
Türk Kalp Çalışması ve “TEKHARF” (Türk Erişkinlerinde Kalp Hastalığı ve Risk
Faktörleri) Çalışması Türk toplumunun dünyada en düşük HDL-K düzeyine sahip
toplumlardan biri olduğunu saptamış, ortalama HDL-K düzeyinin Batı Avrupa ülkeleri ve
Amerika’ da yaşayanlardan 10-15 mg/dl daha düşük olduğu belirtilmiştir. Türk toplumunda
erkeklerin %74'ünde, kadınların %53'ünde HDL-K düzeyi <40 mg/dl olarak belirlenmiştir,
kadınlarda ortalama HDL-K düzeyi 42 mg/dl, erkeklerde ise 37 mg/dl olarak saptanmıştır.
HDL-K düzeyi Avrupa ülkelerine benzer iken ergenlik sonrası dönemde azalmış
fiziksel aktivite, obezite ve sigara içimi gibi faktörlere bağlı olarak ortalama 10-15 mg/dl
düşer. TEKHARF çalışmasının 10 yıllık takibinde Türk toplumunda TK/HDL-K oranının
KAH (koroner arter hastalığı) riskini belirleyen en iyi belirleyici olduğu saptanmıştır. Türk
kadınlarında TK/HDL-K oranının >5,5 oluşu, <4 oluşuna göre koroner riski 1.73 kat
arttırmaktadır. Bu nedenle etkileyici koruyucu stratejiler tasarlanmalı, lipid bozukluklarının
tedavisi ve koroner arter hastalığı riskini azaltmaya yönelik uygulamalar yapılmalıdır (102).
Bir bireyin koroner arter hastalığı riskini ve tedaviye olan ihtiyacını belirlemede ilk
yapılması gereken serum kolesterol düzeylerinin değerlendirilmesi ve sınıflandırılmasıdır.
Ulusal Kolesterol Eğitim Programı Erişkin Tedavi Paneli (NCEP ATP) III ve Türk
Kardiyoloji Derneği Koroner Kalp Hastalığı Korunma Kılavuzu (TKD-KKHK)
kardiyovasküler risk durumuna bakılmaksızın her 5 yılda bir 20 yaş ve üzerindeki tüm
hastalar için açlık lipid profiline (TK, HDL-K, LDL-K ve TG) bakılmasını önermektedir (103,
104).
62
LDL-K düzeyi ile KAH riski arasındaki ilişki devamlılık gösterdiğinden NCEP ATP III
tarafından tedavinin ana hedefi LDL-K gösterilmektedir. ATP III’e göre herhangi bir hastada
lipid bozukluğu tespit edilirse anormal lipid bozukluğunun ikincil nedenlerinin araştırılması
gerekmektedir. Bu ikincil nedenler diyabetes mellitus, tiroid hastalıkları, tıkayıcı karaciğer
hastalıkları, kronik böbrek yetmezliği ve lipid düzeyini değiştirebilen ilaçlardır (103).
Tablo 14: TKD KKHK VE ATP III kılavuzuna göre serum lipid düzeylerininsınıflandırılması
Serum lipid konsantrasyonu (mg/dL) Sınıflama
LDL Kolestrol< 100 Normal100-129 Normale yakın/hafif yüksek130-159 Sınırda yüksek160-189 Yüksek≥190 Çok yüksek
Total Kolesterol< 200 Normal200-239 Sınırda yüksek≥240 Yüksek
HDL kolesterol< 40 Düşük≥ 60 YüksekTrigliseridler< 150 Normal150-199 Sınırda yüksek200-499 Yüksek≥500 Çok yüksek
Risk Değerlendirmesi ve Risk Kategorileri
NCEP ATP III’ e göre LDL-K’nin dışında koroner arter hastalığı için major risk faktörleri
şunlardır:
1. Yaş (erkeklerde 45 yaş ve üzeri, kadınlarda 55 yaş ve üzeri veya erken menapoz),
2. Aile öyküsü: Birinci derece erkek akrabalarda 55, birinci derece kadın akrabalarda 65
yaşından önce miyokard infarktüsü veya ani ölüm bulunması,
3. Sigara kullanımı,
4. Hipertansiyon (kan basıncının 140/90 mmHg’dan büyük olması veya antihipertansif
tedavi alıyor olmak,
63
5. Hiperkolesterolemi ( Total kolesterol >200 mg/dL, LDL >130 mg/dL),
6. Düşük HDL kolesterol düzeyi ( <40 mg/dL),
7. HDL >60 mg/dL olduğunda 1 risk faktörü azaltılır.
NCEP ATP III’te diyabetes mellitusun bir risk faktörü olmayıp koroner arter hastalığı ile
eşdeğer olduğu belirtilmiştir (103).
NCEP ATP III’e göre bir adet risk faktörüne sahip hastalar için uygun tedaviyi belirlemede
daha fazla risk değerlendirilmesine gerek yoktur. Bu hastaların 10 yıllık KAH riski %10’un
altındadır. ATP III iki veya daha fazla risk faktörüne sahip hastalarda Framingham skorlama
sistemini kullanarak 10 yıllık KAH riskinin hesaplanmasını önermektedir.
Framingham risk skorlaması yaş, total kolesterol, sistolik kan basıncı, HDL-K ve sigara
içimi durumlarına dayanılarak yapılır. Bu skorlama sistemi hastaları 3 gruba ayırır: 10 yıllık
KAH riski >%20, %10-20 ve < %10 olanlar. İki ve daha fazla risk faktörü olanlar ve 10 yıllık
KAH riski %20’nin üzerinde olan hastalar en yüksek risk sınıfındadır.
Tablo 15: Hiperlipidemi için NCEP ATP III tedavi önerileriRisk Sınıfı Hedef LDL *YTD için LDL Medikal Tedavi Hedef Non-HDL(10 yıllık risk) (mg/dl) (mg/dl) İçin LDL (mg/dl)
(mg/dl)KAH/KAH risk <100 (70) ≥100 ≥130 (≥100) <130(100)eşdeğerleri(>%20)≥ 2 risk faktörü <130 ≥130 10 yıllık risk %10- <160(≤%20) 20; ≥130
10 yıllık risk<%10; ≥160
≤1 risk faktörü <160 ≥160 ≥190 <190(<%10)
YTD: Yaşam tarzı değişikliği
DİYABETİK DİSLİPİDEMİ
Diyabet, kardiyovasküler hastalıklar için bağımsız bir risk faktörüdür ve bu risk
beraberindeki dislipidemilerle daha da artar. Diyabetik hastalarda en önemli ölüm nedenleri
aterosklerotik kalp ve damar hastalıklarıdır. Tip 1 DM’de ateroskleroz genellikle albuminüri,
hipertansiyon ve dislipoproteinemi ile birlikte başlangıç yaşından bağımsız olarak kırk yaşları
civarında gelişir. Tip 2 DM’de ateroskleroz diyabetten önce veya diyabetin başlangıcı ile
birlikte görülür (105).
64
Diyabetin yeterli bir şekilde kontrol altına alınamaması lipoprotein metabolizmasını
çeşitli yönlerden etkilemektedir. Burada genetik anormallikler ve bozulmuş karbonhidrat
metabolizması söz konusudur. Diyabetik dislipideminin karakteristik özellikleri serum
trigliserid düzeyi yüksekliği, HDL-kolesterol düzeyi düşüklüğü ve küçük, yoğun LDL-
kolesterol partiküllerinde artıştır. Toksik triad olarak adlandırılabilecek bu diyabetik lipid
profili, diyabet aşikar hale gelmeden çok daha önce ortaya çıkmaktadır (106,107,108,109).
Diyabetik dislipidemilerde insülin yetersizliğine bağlı enzim sentezi bozukluğu ve yağ
depolarında hızlı trigliserid ve serbest yağ asidi salınımı söz konusudur. Yemeği takiben
plazmada artmış olan yağ asitleri karaciğere giderek gliserol ile birleşerek esterleşir ve
trigliseridler oluşur. Trigliseridten zengin büyük VLDL’nin artmış hepatik sekresyonu ve
VLDL’nin bozulmuş klirensi, diyabetik dislipideminin patofizyolojisinde merkezi rol
oynamaktadır (110,111).
Küçük yoğun LDL partikülleri, daha büyük VLDL prekürsörlerinin damar içinde özel
olarak işlenmesi sonucu yükselmektedir. Birçok hastada bu anormal değişiklikler, LDL
kolesterolün normal serum seviyelerinde bile oluşur. İnsülin rezistansı hepatik lipaz
aktivitesini arttırır, LDL ve HDL partiküllerindeki fosfolipidlerin hidrolizinden sorumludur ve
küçük yoğun LDL oluşumu ile HDL 2 altgrubunda azalmaya neden olur (112,113,114).
Nitekim genel olarak tip 2 diyabet hastalarının LDL düzeyleri normal insanlardan belirgin
olarak farklı değildir. Bu hastalarda daha aterojenik olan küçük yoğun LDL miktarı artmış ve
kalp açısından koruyucu olan HDL 2 alt grubu azalmıştır (115,116,117).
Oluşan küçük yoğun LDL-kolesterol, stabil bir partiküldür ve daha aterojeniktir.
Oksidatif strese daha duyarlıdır. Diğer taraftan çapı küçük olduğu için, subendotelyal bölgeye
daha kolay girebilmektedir. Küçük yoğun LDL’deki apo B (apolipoprotein B) 33
molekülünde oluşan yapısal değişim, LDL’yi LDL reseptörlerine daha az duyarlı kılmakta ve
bu şekilde LDL dolaşımda daha uzun süre kalmaktadır. Sonuçta okside olma olasığı da
artmaktadır, ayrıca LDL’nin arter duvarı proteoglikanlarına adhezyonu artmıştır
(118,119,120,121).
Tip 2 diyabetli hastalarda orta dansiteli lipoprotein (IDL) ve küçük yoğun VLDL
miktarı da artar; bunlar da aterosklerozla ilişkili bulunmuştur. Yüksek trigliserid düzeylerine
sahip bireylerde daha yüksek riskli lipoprotein alt sınıfları gözlemlenir.
Lipoprotein(a), apoprotein(a) adlı yapışma proteini tarafından çevrelenmiş LDL globülü
olup, damar duvarına bağlanarak aterosklerozu arttırma eğilimindedir. Nondiyabetik kişilerde
lipoprotein(a) plazma seviyelerinin artmasının koroner arter hastalık riskini anlamlı olarak
65
arttırdığının gösterilmesiyle klinik önem kazanmış olmasına rağmen, diyabetik hastalarda
aterojenik etkisi daha az kesindir ve muhtemel etkisi de bilinmemektedir (122).
Trigliserid düzeyleri insülin ve glukagon düzeyleri ile ayarlanır. Mitokondrial yağ asidi
uptake’ini insülin yavaşlatırken glukagon arttırır. Diyabetli olgularda oluşan çeşitli yağ
patolojilerini şöyle özetleyebiliriz:
1. İnsülin yetersizliği lipoprotein lipaz (LPL) enziminin yetersizliğine neden olarak
kanda trigliserid miktarını arttırır.
2. Karaciğere gelen aşırı yağ asidi miktarı trigliseride dönüşerek VLDL olarak
lipoprotein halinde dolaşıma geçer.
3. İnsülin yetersizliği nedeni ile kas ve yağ dokusundan yağ asitleri kana geçer (106).
Sonuç olarak; diyabette meydana gelen trigliserid yüksekliği, HDL kolesterol
düşüklüğü, küçük yoğun LDL kolesterol yüksekliği ile bütünleşen “lipid triadı” veya
“aterojenik dislipidemi” olarak da adlandırılan bir lipid profili ortaya çıkmaktadır. Buna eşlik
eden diğer özellikler ise total kolesterol/ HDL kolesterol oranında yükselme, postprandiyal
hiperlipemi, apoprotein B ve E yüksekliği, bütün lipoproteinlerin glikozilasyonunun ve
oksidasyonunun artması, lipid içeriğindeki değişiklikler ve normal düzeyde kalan LDL
kolesterol seviyesi olarak sıralayabiliriz. Diyabetteki lipid profili iskemik kalp hastalıklarıyla
yakın ilişkilidir. Özellikle küçük yoğun LDL’nin iskemik kalp hastalığının prediktörü olduğu
yapılan prospektif çalışmalarla ortaya konmuştur (123).
DİYABETİK DİSLİPİDEMİ TEDAVİSİ
Diyabetik hastalarda tedavi, iyi bir beslenme ve egzersiz programının yanısıra sigaranın
bırakılması, fazla kiloların verilmesi, kan basıncının kontrolü gibi diğer kardiyovasküler risk
faktörlerinin düzeltilmesini içeren yaşam tarzı değişikliğini ve bunlara ek olarak iyi glisemik
kontrolü sağlayacak şekilde düzenlenen antidiyabetik tedaviyi kapsar (99).
Diabetes mellitus kardiyovasküler hastalık eşdeğeri olarak kabul edildiğinden, diyabetik
hastalarda LDL-kolesterol düzeyinin 100 mg/dl altında olması, ayrıca trigliserid düzeyinin
150 mg/dl’nin altında, HDL kolesterol düzeyinin 40 mg/dl’ninüzerinde olması
hedeflenmektedir. Tedavide ilk öncelik LDL’nin düşürülmesi, ardından trigliseridin
azaltılması, HDL’nin yükseltilmesi ve kombine hiperlipideminin tedavisidir. Trigliserid
düzeyinin 200 mg/dl’nin üzerinde olduğu durumlarda non-HDL kolesterol düzeyleri tedavide
ikinci hedef olarak belirlenir. Non-HDL kolesterol hedefi, belirlenmiş olan LDL
düzeylerinden 30 mg/dl daha yüksektir (106,124,125).
66
Yaşam tarzı değişikliği ve glisemik kontrol sağlanması ile hedeflenen lipid düzeyleri
sağlanamayan hastalarda dislipidemiye yönelik medikal tedavi başlanmalıdır. LDL-kolesterol
düzeyi yüksek olan hastalarda ilk tedavi seçeneği HMG CoA redüktaz inhibitörleri (statinler),
trigliserid düzeyi yüksek olan hastalarda ise ilk tedavi seçeneği fibratlardır. Bu ilaçların
kullanılamadığı ya da yeterli olmadığı durumlarda diğer ilaçlar (nikotinik asit, safra asidi
bağlayan reçineler, ezetimibe, kolesevalam) kullanılabilir. LDL-kolesterol ve trigliserid
düzeylerinin birlikte yüksek olduğu durumlarda kombine tedavi gündeme gelmektedir (99,
126).
Her ne kadar diyabetik dislipideminin karakteristik özelliği LDL-kolesterol yüksekliği
değilse de diyabetik olgularda statin kullanımının da yararı çalışmalarda açıkça gösterilmiştir.
Lipid düşürücü tedavinin etkisi konusunda yapılan primer korunma çalışmaları toplu olarak
değerlendirildiğinde diyabetiklerde alt grup analizi olarak statin tedavisi ile toplamda %22
kardiyovasküler risk azalması gözlemlenmektedir (127).
HPS çalışmasında (Heart Protection Study) 5963 hasta içeren diyabetik grupta
antilipidemik tedavi ile miyokard infarktüsünde %37, kardiyovasküler ölümde %20 oranında
azalma olduğu bildirilmiş ve yüksek riskli hastalarda, LDL düzeyinin %20-30 azaltılması ile
başlangıç LDL düzeyinden bağımsız olarak kardiyovasküler riskin %30 azaldığını ortaya
koymuştur (128).
CARDS (Colloborative Atorvastatin Diabetes Study) çalışmasında tedavi edilen grupta
koroner arter hastalığı %37, koroner revaskülarizasyon %31, inme %48 oranında azalmış ve
bu yararlı etkilerin, bazal LDL düzeyi yüksek olmasa da görüldüğü bildirilmiştir. Sonuç
olarak bu hastalarda yaşam tarzı değişikliği ve iyi glisemik kontrol ile hedeflenen lipid
düzeylerine ulaşılamadığında, ön planda karşımıza çıkan lipid komponentine uygun bir ilacın
tedaviye eklenmesi gereklidir (99, 129, 130, 131, 132).
Lipid düzenleyen ilaçlar ve mekanizmaları1. Safra asidi bağlayan ilaçlar; kolestiramin, kolestipol. İntrahepatik kolesterolü safra
asitlerine bağlanarak azaltırlar, LDL reseptör aktivitesini artırırlar. LDL’de %15-30 azalma,
HDL’de %3-5 artma sağlarlar. TG’leri etkilemezler.
2. Nikotinik asit; VLDL üretimini ve serbest yağ asitlerinin periferik adipozitlerden
mobilizasyonunu azaltırlar. LDL’de %10-25, TG’de %20-50 azalma, HDL’de %15-35
artmaya neden olurlar.
67
3. HMG CoA redüktaz inhibitörleri (statinler); Atorvastatin, Fluvastatin, Lovastatin,
Pravastatin, Rosuvastatin, Simvastatin, Kolesterol sentezini azaltırlar. LDL’de %20-60,
TG’de %10-40 azalma, HDL’de %5-15 artmaya neden olurlar.
4. Fibrik asit deriveleri; bezofibrat, siprofibrat, klofibrat, fenofibrat, gemfibrozil.
Lipoprotein lipaz aktivitesini artırır, periferik adipoz dokudan serbest yağ asitlerinin
salınımını azaltırlar. LDL’de %10-15, TG’de %20-50 azalma, HDL’de %10-15 artmaya
neden olurlar (134,135,136,137).
5. Probucol; bu ilaç LDL kolesterol seviyelerinde 20-30mg/dL düşüş sağlamaktadır. Esas
olarak sirkulasyondaki LDL kolesterolün klirensini artırmaktadır.
6.Ezetimibe; Ezetimibe barsaklardan kolesetrol absorbsiyonunu inhibe eden yeni bir
ajandır. LDL-K düzeyini %18 oranında azalttığı gösterilmiştir. Statinlerle kombine edilerek
veya statinleri tolere edemeyen hastalarda tek başına kullanılabilir.
68
3.MATERYAL-METOD
Bu çalışma retrospektif olarak 2006- 2009 tarihleri arasında, Şişli Etfal Eğitim ve
Araştırma Hastanesi Diyabet ve Endokrinoloji Polikliniğine başvuran ve kayıtlı takip edilen
1800 tip 2 DM hastasının poliklinik dosyaları taranarak gerçekleştirildi. Kullanılacak olan
temel verileri ve tıbbi kayıtları dosyalarında bulunan ve düzenli takiplere gelen dislipidemisi
olup statin grubu antihiperlipidemik kullanan 250 tip 2 DM hastası çalışmaya dahil edildi.
Bunların 151’i ( % 60,4 ) kadın, 99’u ( % 39,6 ) erkek hastalardan oluşmaktadır.
Çalışmaya alınan hastalar, öykü, fizik muayene, laboratuar bulguları ile bir süredir DM
ve dislipidemi tanısı konmuş ve tedavi gören, gebelik, malignensi, kronik karaciğer hastalığı,
ağır böbrek yetersizliği olmayan çalışmaya uyum sağlayacak hastalardı. Tüm hastaların
anamnez ve fizik muayeneleri tamamlandıktan sonra çeşitli demografik (yaş, cins),
antropometrik (boy, ağırlık, vücut kitle indeksi) verileri kaydedildi. Elde edilen verilerle;
Vücut kitle indeksi, BMI= Ağırlık (kg) /boy2 (m2 ) formülü kullanılarak hesaplandı.
Hastaların diabet süresi, diabet başlama yaşı, insülin kullanıp kullanmadığı, dozu ve
süresi, oral antidiabetik (OAD) kullanıp kullanmadığı, dozu ve süresi, tedavide kullanılan
statin dozu ve süresi, hipertansiyon, KVH ve diğer ek hastalık varlığı, egzersiz ve diyete
uyumu, lipid profili ve HbA1c değerleri tespit edildi. Laboratuar parametrelerine Şişli Etfal
Eğitim ve Araştırma Hastanesi biyokimya laboratuarında bakıldı. Glukoz, ve lipid profili
ölçümü Roche Modüler marka cihazda, enzimatik kolorimetrik yöntemle; HbA1c değerine
Primus marka cihazda HPLC (yüksek performanslı likit kromatogrofisi) yöntemi ile
değerlendirildi.
Hastaların ilk değerlendirme sonrası 6 ay, 1 yıl ve 2 yıl sonra bakılan lipid profili ve
HbA1c (takipte) değerleri kaydedildi. Hastaların 2 yıl sonraki takibinde insülin / kilo, total
kolesterol / HDL oranları ve Non HDL değerleri tespit edildi.
Non HDL-Kolesterol=Total Kolesterol-HDL Kolesterol formülü ile hesaplandı.
Elde edilen verilerin istatistiksel analizleri NCSS 2007 paket programı ile yapıldı.
Verilerin değerlendirilmesinde tanımlayıcı istatistiksel metotların (ortalama, standart sapma)
yanı sıra grupların ilk değerlendirme ve takip sonrası ölçümlerinde eşlendirilmiş t testi, ikili
grupların karşılaştırmasında bağımsız t testi, nitel verilerin karşılaştırmalarında ki-kare testi
kullanılmıştır. Sonuçlar, anlamlılık p<0,05 düzeyinde değerlendirilmiştir.
69
BULGULAR
Çalışmamız statin kullanan tip 2 Diabetes Mellitus ve Dislipidemi tanılı 250 hasta ile
yürütülmüştür. Hastaların 151’i ( % 60,4 ) kadın, 99’u ( % 39,6 ) erkek idi. Hastaların yaş
ortalaması 58,2 ± 10,1 idi.
Hasta grubunda ortalama diyabet süresi 7,9 ± 6,2 yıl; diyabet başlama yaşı ortalama
50,3 ± 10,5 yıl idi.
BMI ortalaması 31,2 ± 5,1 kg/m2 olarak bulundu.
Hastaların 97’si (%38,8) insülin kullanmakta olup, 2’li insülin kullananların ortalama
2,2 ± 0,8 yıl, 4’lü insülin kullananların ortalama 3,6 ± 2,6 yıl kullandığı görüldü.
İnsülin/kilo oranı 0 ile 1,7 arasında değişmekte olup ortalama 0,3 ± 0,3 idi.
Hastaların 187’si (%74,8) metformin kullanmakta olup ortalama 7±5,4 yıl kullandığı
görüldü. Statin kullanımı ortalama 2,3 ± 0,6 yıl olduğu görüldü.
Non HDL değeri ortalama 131,5 ± 37,9, T.Kolesterol/HDL oranı ortalama 3,8 ± 1,1
olarak görüldü.
Hastaların SAB ortalama 124,1 ± 13,1, DAB ortalama 78,8 ± 8 idi.
Tablo 1: Hastaların genel özellikleri.
N 250Yaş ( yıl) 58,2 ± 10,1 (29-82)Diabet Süresi ( yıl) 7,9 ± 6,2 (2-42)Diabet Başlama Yaşı( yıl) 50,3 ± 10,5 (17-79)BMI ( kg/m2) 31,2 ± 5,1 (18,7-51,2)Metformin Süre 7 ± 5,4 (1-27)2’li İnsülin Süre 2,2 ± 0,8 (1-5)4’lü İnsülin Süre 3,6 ± 2,6 (1-12)Antihiperlipidemik Süre 2,3 ± 0,6 (2-6)İnsülin İÜ/ Kilogram 0,3 ± 0,3 (0-1,7)Non HDL 131,5 ± 37,9 (63-303)T.Kolesterol / HDL 3,8 ± 1,1 (1,8-7,7)SAB 124,1 ± 13,1 (100-180)DAB 78,8 ± 8,0 (60-120)
Diyabet Süresi
Hastaların ortalama %46,8’i (n:117) 5 yıldan az, %26’sı (n:65) 6-10 yıl , %27,2 ‘si
(n:68) 10 yıldan uzun süredir diabet hastası olduğu görüldü.
70
Tablo 2: Çalışma gurubu hastalarda diyabet süresi
DM Süre n %<5 Yıl 117 46,86-10 Yıl 65 26>10 Yıl 68 27,2Total 250 100
İnsülin Kullanımı
Hastaların %38,8’inin (n:97) insülin kullandığı, %61,2’sinin (n:153) kullanmadığı
görüldü.
Tablo 3: Çalışma gurubu hastalarda insülin kullanımı
n %İnssülin (-) 153 61,2İnsülin (+) 97 38,8Total 250 100
İnsülin Kullanım Süresi
İnsülin kullanan hastaların 11,3’ü (n:11) 1 yıldır, 62,9’u (n:61) 2 yıldır, 25,8’i (n:25) 3
yıldan fazla süredir insülin kullanmakta idi.
Tablo 4: İnsülin kullanım süresi
İnsülin Kullanımı n %1 Yıl Insülin Kullanımı 11 11,32 Yıl Insülin Kullanımı 61 62,9>3 Yıl Insülin Kullanımı 25 25,8Total 97 100
Metformin Kullanımı
Hastaların %74,8’inin (n:187) metformin kullandığı, %25,2’sinin (n:63) kullanmadığı
görüldü.
Tablo 5: Çalışma gurubu hastalarda metformin kullanımı
n %Metformin (-) 63 25,2Metformin (+) 187 74,8Total 250 100
71
Metformin Kullanım Süresi
Metformin kullanan hastaların 52,4’ü (n:98) 5 yıldan az, 26,2’si (n:49) 6-10 yıldır,21,4’ü (n:40) 10 yıldan fazla süredir metformin kullanmakta idi.
Tablo 6: Metformin kullanım süresi
Metformin Süre n %<5 Yıl 98 52,46-10 Yıl 49 26,2>10 Yıl 40 21,4Total 187 100
Statin Kullanımı
Hastaların %90’ı (n:225) atorvastatin, %3,2’si (n:8) fluvastatin, %1,2’si (n:3)pravastatin , %4,4’ü (n:11) rosuvastatin , %1,2’si (n:3) simvastatin kullanmakta idi.
Tablo 7: Çalışma gurubu hastalarda statin kullanımının dozuna göre dağılımı
Antihiperlipidemik n %Atorvastatin 10mg 83 33,2Atorvastatin 20mg 99 39,6Atorvastatin 40mg 43 17,2Fluvastatin 160mg 1 0,4Fluvastatin 80mg 7 2,8Pravastatin 20mg 2 0,8Pravastatin 40mg 1 0,4Rosuvastatin 10mg 10 4Rosuvastatin 20mg 1 0,4Simvastatin 40mg 3 1,2Total 250 100
Diyete uyumHastaların %68,4’ü (n:171) diyete uyumsuz, %31,6’sı (n:79) diyete uyumlu idi.
Tablo 8: Hastaların diyet uyumu
Diyete uyum n %Diyete Uyum (-) 171 68,4Diyete Uyum (+) 79 31,6Total 250 100
72
EgzersizDüzenli egzersiz yapanların oranı % 8,8 (n:22) olup düşük seviyede tespit edildi.
Tablo 9: Hastalarda egzersiz yapımı
Egzersiz n %Egzersiz (-) 228 91,2Egzersiz (+) 22 8,8Total 250 100
Ek HastalıklarHastaların %78’i (n:195) Hipertansiyon, %8,4’ü (n:21)Hipertansiyon + KVH, %6,8’i
(n:17) Hipertansiyon + Hipertiroidi, %0,8’i (n:2) Hipotiroidi hastası idi.
Tablo 10: Çalışma gurubu hastalarda görülen ek hastalıklar
Ek Hastalıklar n %Yok 15 6Hipertansiyon 195 78Hipertansiyon,Hipertiroidi 17 6,8Hipertansiyon, KVH 21 8,4Hipotiroidi 2 0,8Total 250 100
HipertansiyonHastaların %7,2’sinde (n:18) HT yoktu, %92,8’inde (n:232) HT mevcuttu.
Tablo 11: Çalışma gurubu hastalarda hipertansiyon görülmesi
Hipertansiyon n %HT (-) 18 7,2HT (+) 232 92,8Total 250 100
Hastaların %77,6’sının (n:194) TA regüle, %15,2’sinin (n:38) non regüle olduğu görüldü.
Tablo 12: Hastalarda hipertansiyon regülasyonu
Hipertansiyon n %Yok 18 7,2Non Regüle 38 15,2Regüle 194 77,6Total 250 100
73
HbA1c OrtalamalarıHastaların %44,4’ünün (n:111) son HbA1c ortalama değeri <7 , %55,6’sının (n:139)
>7 idi.
Tablo 13: Hastalarda 2. yıl HbA1c ortalamaları
HbA1c n %<7 111 44,4>7 139 55,6Total 250 100
BMI OrtalamalarıHastaların %46,8’inin (n:117) BMI <30 kg/m2 ,%53,2’sinin (n:133) BMI >30 kg/m2
idi.
Tablo 14: Hastalarda BMI ortalamaları
BMI n %<30 kg/m2 117 46,8>30 kg/m2 133 53,2Total 250 100
Lipid Profili Ve HbA1c OrtalamalarıHastaların 2.yıl ortalamaları total kolesterol 181±37,5 mg/dl, HDL 49,5±12,6 mg/dl,
LDL 98,5±30,2 mg/dl, Trigliserid 149,7±58 mg/dl, HbA1c 7,6±1,6 idi.
Tablo 15: Hastaların lipid profili ve HbA1c başlangıç, 6.ay, 1.yıl ve 2.yıl ortalamaları
Başlangıç 6.Ay 1. Yıl 2. YılTotal Kolesterol 229,5±39,1 187,6±40 193,7±40,2 181±37,5HDL 49,7±12,7 50±12,7 49,1±11,9 49,5±12,6LDL 145,7±29,8 106,8±32,9 112,2±35 98,5±30,2Trigliserid 172,9±68,9 150,5±60,1 157,8±62,7 149,7±58HbA1c 8,1±2,2 7,3±1,5 7,4±1,4 7,6±1,6
74
Grafik 1: Hastaların başlangıç, 6.ay, 1.yıl ve 2.yıldaki T. Kolesterol, HDL, LDL ve
Trigliserid dağılımı
Grafik 2: Hastaların başlangıç, 6.ay, 1.yıl ve 2.yıldaki HbA1c dağılımı
75
Non HDL DeğeriHastaların %51,2’sinde (n:128) Non HDL <130, %48,8’inde (n:122) Non HDL>130
olduğu görüldü.
Tablo16: Hastalarda Non HDL<130 ve Non HDL >130 görülme oranı
NonHDL n %<130 128 51,2>130 122 48,8Total 250 100
Total kolesterol/HDL OranıHastaların %44,8’inde (n:112) T.Kolesterol/HDL<3,5, %55,2’sinde (n:138)
T.Kolesterol/HDL>3,5 olduğu görüldü.
Tablo 17: Hastalarda T.Kolesterol/HDL<3,5 ve T.Kolesterol/HDL>3,5 görülme oranı
Total Kolesterol/HDL n %<3,5 112 44,8>3,5 138 55,2Total 250 100
İnsülin/Kilo OranıHastaların kullandığı insülin dozunu kiloya oranladığımızda %77,6’sında (n:194)
insülin/kilo <0,5 IU/kg , %18,8’inde (n:47) insülin/kilo 0,5-1 IU/kg arasında , %3,6’sında
(n:9) insülin/kilo >1 olduğu görüldü.
Tablo18: Hastalarda insülin/kilo <0,5 IU/kg, insülin/kilo 0,5-1 IU/kg, insülin/kilo >1 IU/kggörülme oranı
İnsülin/kilo n %<0,5 IU/kg 194 77,60,5-1 IU/kg 47 18,8>1 IU/kg 9 3,6Total 250 100
76
Hastalarda Hedef LDL Düzeyine Göre Statin Tedavisi İle Hedef
Gerçekleşme OranıLDL<100 mg/dl ve KVH olanlarda LDL<70 mg/dl olan hedefimize göre hastalarda
statin kullanımı sonrası hedef gerçekleşme oranı %65,2 (n:163), olarak tespit edildi. %34,8
(n:87) oranında da hedef gerçekleşmediği görüldü.
Tablo 19: Hastalarda hedef LDL düzeyine göre Statin tedavisi ile hedef gerçekleşme oranı
hedef n %Hedef Gerçekleşme (+) 163 65,2Hedef Gerçekleşme (-) 87 34,8Total 250 100
Hedef gerçekleşen hastaların 2.yılda LDL ortalaması 81,3±14,9 mg/dl (n:163), hedef
gerçekleşmeyenlerde ise 130,6±24,7 mg/dl(n:87) idi.
Tablo 20: Hedef gerçekleşen ve gerçekleşmeyen hastaların takiplerine göre ortalama LDLdeğerleri
HedefGerçekleşme (+) n:163
HedefGerçekleşme (-) n:87 t p
Başlangıç 144,2±30,8 148,5±27,8 -1,10 0,2746. Ay 101,7±31,4 116,3±33,8 -3,40 0,0011. Yıl 101,8±30,5 131,7±34,9 -7,00 0,00012. Yıl 81,3±14,9 130,6±24,7 -19,58 0,0001
Atorvastatin Dozuna Göre Hedef Gerçekleşme OranıAtorvastatin 10mg kullanan hastaların %67,5’inde (n:56) hedef gerçekleştiği,
%32,5’inde (n:27) gerçekleşmediği, Atorvastatin 20mg kullananların %66,6’sında (n:66)
hedef gerçekleştiği, %33,4’ünde (n:33) gerçekleşmediği, Atorvastatin 40mg kullananların
%58,1’inda (n:25) hedef gerçekleştiği, %41,9’unda (n:18) gerçekleşmediği görüldü.
Tablo 21: Hastalarda atorvastatin dozuna göre hedef gerçekleşme oranı
Atorvastatin10mg Atorvastatin20mg Atorvastatin40mgHedef Gerçekleşme (+) 56 67,5% 66 66,6% 25 58,1%Hedef Gerçekleşme (-) 27 32,5% 33 33,4% 18 41,9%
77
2. Yıl HbA1c Değerine Göre Hedef Gerçekleşme Oranı2. yıl HbA1c <7 olan hastaların %69,37’sinde (n:77) hedef gerçekleştiği, %30,63’ünde
(n:34) hedefin gerçekleşmediği görülmüştür. HbA1c >7 olan hastaların %61,87’sinde (n:86)
hedef gerçekleştiği, %38,13’ünde (n:53) hedefin gerçekleşmediği görüldü.
Tablo 22: 2. Yıl HbA1c <7 ve >7 olan hastalarda hedef LDL düzeyine göre hedef
gerçekleşme oranı
<7 HbA1c >7 HbA1cHedef Gerçekleşme (+) 77 69,37% 86 61,87% χ²:1,53Hedef Gerçekleşme (-) 34 30,63% 53 38,13% p=0,216
HbA1c <7 ve >7 grupların hedef gerçekleşme (+) ve (-) dağılımları arasında
istatistiksel olarak anlamlı farklılık gözlenmemiştir (p=0,216).
Hastalarda Ortalama HbA1c / Ortalama LDL Korelasyonu:
Tablo 23: Hastalarda ortalama HbA1c / ortalama LDL Korelasyonu
LDLBaşlangıç
LDL 6.Ay
LDL 1.Yıl
LDL 2.Yıl
HbA1CBaşlangıç
r 0,165p 0,009
HbA1C 6. Ayr 0,09p 0,157
HbA1C 1. Yılr 0,111p 0,079
HbA1C 2. Yılr 0,147p 0,02
LDL başlangıç ile HbA1c Başlangıç arasında pozitif yönde istatistiksel olarak anlamlı
korelasyon gözlenmiştir (p=0,009).
LDL 6.ay ile HbA1c 6.ay arasında istatistiksel olarak anlamlı korelasyon
gözlenmemiştir (p=0,157).
LDL 1.yıl ile HbA1c 1.yıl arasında istatistiksel olarak anlamlı korelasyon
gözlenmemiştir (p=0,079).
LDL 2.yıl ile HbA1c 2.yıl arasında pozitif yönde istatistiksel olarak anlamlı
korelasyon gözlenmiştir (p=0,02).
78
Diyabet Süresine Göre Hedef Gerçekleşme OranıHastalarda diyabet süresi <5 yıl olanlarda hedef gerçekleşme oranı %63,25 (n:74),
gerçekleşmeme oranı %36,75 (n:43), 6-10 yıl olanlarda hedef gerçekleşme oranı %66,15
(n:43), gerçekleşmeme oranı %33,85 (n:22), >10 yıl olanlarda hedef gerçekleşme oranı
%67,65 (n:46) , gerçekleşmeme oranı %32,35 (n:22) olduğu görüldü.
Tablo 24:Diyabet süresine göre hedef gerçekleşme oranı
<5 Yıl 6-10 Yıl >10 YılHedef Gerçekleşme (+) 74 63,25% 43 66,15% 46 67,65% χ²:0,402Hedef Gerçekleşme (-) 43 36,75% 22 33,85% 22 32,35% p=0,818
DM süresine göre oluşturulan grupların hedef gerçekleşme (+) ve (-) dağılımları
arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık gözlenmemiştir (p=0,818).
İnsülin Kullanan Hastalarda Hedef LDL Düzeyine Göre Hedef
Gerçekleşme Oranıİnsülin kullanan hastalarda hedef gerçekleşme oranı %62,89 (n:61), hedef
gerçekleşmeme oranı %37,11 (n:36) olduğu görüldü. İnsülin kullanmayan hastalarda hedef
gerçekleşme oranı %66,67 (n:102), hedef gerçekleşmeme oranı %33,33(n:51) olduğu görüldü.
Tablo 25: İnsülin kullanan hastalarda hedef LDL düzeyine göre hedef gerçekleşme oranı
Insülin (+) Insülin (-)Hedef Gerçekleşme (+) 61 62,89% 102 66,67% χ²:0,374Hedef Gerçekleşme (-) 36 37,11% 51 33,33% p=0,541
İnsülin kullanımı (+) ve (-) grupların hedef gerçekleşme (+) ve (-) dağılımları arasında
istatistiksel olarak anlamlı farklılık gözlenmemiştir (p=0,541).
İnsülin kullanımının ilk 1 yılında hedef gerçekleşme oranı %54,55(n:6)
gerçekleşmeme oranı %45,45 (n:5), 2. yılda hedef gerçekleşme oranı %63,93 (n:39)
gerçekleşmeme oranı %36,07 (n:22), 3. yılda hedef gerçekleşme oranı %64 (n:16)
gerçekleşmeme oranı %36 (n:9) olduğu görüldü.
79
Tablo 26:İnsülin kullanım süresine göre hedef gerçekleşme oranı
1 Yıl 2 Yıl >3 YılHedef Gerçekleşme (+) 6 54,55% 39 63,93% 16 64,00% χ²:0,37Hedef Gerçekleşme (-) 5 45,45% 22 36,07% 9 36,00% p=0,831
İnsülin kullanım süresine göre oluşturulan grupların hedef gerçekleşme (+) ve (-)
dağılımları arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık gözlenmemiştir (p=0,831).
Grafik 3: Hastaların HbA1c, insülin kullanımı, insülin kullanım süresi ve diyabet süresinegöre hedef gerçekleşme oranı
Metformin Kullanan Hastalarda Hedef LDL Düzeyine Göre Hedef
Gerçekleşme OranıMetformin kullanan hastalarda hedef gerçekleşme oranı %65,24 (n:122), hedef
gerçekleşmeme oranı %34,76 (n:65) olduğu görüldü. Metformin kullanmayan hastalarda
hedef gerçekleşme oranı %65,08 (n:41), hedef gerçekleşmeme oranı %34,92 (n:22) olduğu
görüldü.
80
Tablo 27: Metformin kullanan hastalarda hedef LDL düzeyine göre hedef gerçekleşme oranı
Metformin (+) Metformin (-)Hedef Gerçekleşme (+) 122 65,24% 41 65,08% χ²:0,042Hedef Gerçekleşme (-) 65 34,76% 22 34,92% p=0,838
Metformin kullanımı (+) ve (-) grupların hedef gerçekleşme (+) ve (-) dağılımları
arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık gözlenmemiştir (p=0,838).
Metformin kullanım süresi <5 yıl olan hastalarda hedef gerçekleşme oranı %63,27
(n:62) gerçekleşmeme oranı %36,73 (n:36), 6-10 yıl olanlarda hedef gerçekleşme oranı %70
(n:28) gerçekleşmeme oranı %30 (n:12), >10 yıl olanlarda hedef gerçekleşme oranı %64
(n:16) gerçekleşmeme oranı %36 (n:9) olduğu görüldü.
Tablo 28: Metformin kullanım süresine göre hedef gerçekleşme oranı
<5 Yıl 6-10 Yıl >10 YılHedef Gerçekleşme (+) 62 63,27% 28 70,00% 16 64,00% χ²:0,86Hedef Gerçekleşme (-) 36 36,73% 12 30,00% 9 36,00% p=0,651
Metformin kullanım süresine göre oluşturulan grupların hedef gerçekleşme (+) ve (-)
dağılımları arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık gözlenmemiştir (p=0,651).
0%
10%
20%
30%
40%
50%
60%
70%
80%
Yok Var <5 Yıl 6-10 Yıl >10 Yıl
Metformin Metformin Süre
Hedef Gerçekleşme (+) Hedef Gerçekleşme (-)
Grafik 4: Metformin kullanımı ve metformin kullanım süresine göre hedef gerçekleşme oranı
81
Hedef LDL Düzeyine Göre BMI <30 kg/m2 Ve >30 kg/m2 Olanlarda Hedef
Gerçekleşme OranıBMI <30 kg/m2 olan hastaların %64,1’inde (n:75) hedef gerçekleştiği, %35,9’unde
(n:42) hedefin gerçekleşmediği görüldü. BMI >30 kg/m2 olan hastaların %66,17’sinde (n:88)
hedef gerçekleştiği, %33,83’ünde (n:45) hedefin gerçekleşmediği görüldü.
Tablo 29: BMI <30 ve >30 kg/m2 olan hastalarda hedef LDL düzeyine göre hedefgerçekleşme oranı
<30 BMI >30 BMIHedef Gerçekleşme (+) 75 64,10% 88 66,17% χ²:0,117Hedef Gerçekleşme (-) 42 35,90% 45 33,83% p=0,733
BMI <30 ve >30 grupların hedef gerçekleşme (+) ve (-) dağılımları arasında
istatistiksel olarak anlamlı farklılık gözlenmemiştir (p=0,733).
Hipertansiyon Hastalarında Hedef LDL Düzeyine Göre Hedef Gerçekleşme
OranıHipertansiyonu olan hastalarda hedef gerçekleşme oranı %65,09 (n:151) hedef
gerçekleşmeme oranı %34,91 (n:81) olduğu görüldü. Hipertansiyonu olmayan hastalarda
hedef gerçekleşme oranı %66,67 (n:12), hedef gerçekleşmeme oranı %33,33 (n:6) olduğu
görüldü.
Tablo 30: Hipertansiyon hastalarında hedef LDL düzeyine göre hedef gerçekleşme oranı
Hipertansiyon (+) Hipertansiyon (-)Hedef Gerçekleşme (+) 151 65,09% 12 66,67% χ²:0,018Hedef Gerçekleşme (-) 81 34,91% 6 33,33% p=0,892
Hipertansiyon (+) ve (-) grupların hedef gerçekleşme (+) ve (-) dağılımları arasında
istatistiksel olarak anlamlı farklılık gözlenmemiştir (p=0,892).
82
Hipertansiyon Regülasyonuna Göre Hedef Gerçekleşme OranıHipertansiyonu olup regüle olan hastalarda hedef gerçekleşme oranı %67,01 (n:130)
hedef gerçekleşmeme oranı %32,99 (n:64) olduğu, non regüle olan hastalarda hedef
gerçekleşme oranı %55,26 (n:21) hedef gerçekleşmeme oranı %44,74 (n:17) olduğu görüldü.
Hipertansiyonu olmayan hastalarda hedef gerçekleşme oranı %66,67 (n:12), hedef
gerçekleşmeme oranı %33,33 (n:6) olduğu görüldü.
Tablo 31: Hipertansiyon Regülasyonuna Göre Hedef Gerçekleşme Oranı
Yok Non Regüle RegüleHedef Gerçekleşme (+) 12 66,67% 21 55,26% 130 67,01% χ²:1,95Hedef Gerçekleşme (-) 6 33,33% 17 44,74% 64 32,99% p=0,377
Hipertansiyon regüle(+), non regüle(+),hipertansiyon(-) grupların hedef gerçekleşme
(+) ve (-) dağılımları arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık gözlenmemiştir (p=0,377)
Grafik 5:VKI, hipertansiyon varlığına ve hipertansiyon regülasyonuna göre hedefgerçekleşme oranı
83
İnsülin/Kilo Oranına Göre Hedef Gerçekleşme Oranıİnsülin/Kilo <0,5 olan hastalarda hedef gerçekleşme oranı %62,37 (n:121)
gerçekleşmeme oranı %37,63 (n:73), 0,5-1 olanlarda hedef gerçekleşme oranı %74,47 (n:35)
gerçekleşmeme oranı %25,53 (n:12), >1 olanlarda hedef gerçekleşme oranı %77,78 (n:7)
gerçekleşmeme oranı %22,22 (n:2) olduğu görüldü.
Tablo 32: İnsülin/Kilo Oranına Göre Hedef Gerçekleşme Oranı
<0,5 0,5-1 >1Hedef Gerçekleşme (+) 121 62,37% 35 74,47% 7 77,78% χ²:3,09Hedef Gerçekleşme (-) 73 37,63% 12 25,53% 2 22,22% p=0,213
İnsülün/kilo <0,5, 0,5-1 ve >1 grupların hedef gerçekleşme (+) ve (-) dağılımları
arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık gözlenmemiştir (p=0,213).
KVH Olan Hastalarda Hedef LDL Düzeyine Göre Hedef Gerçekleşme
OranıKVH olan hastalarda hedef gerçekleşme oranı %28,57 (n:6) hedef gerçekleşmeme
oranı %71,43 (n:15) olduğu görüldü. KVH olamayanlarda hedef gerçekleşme oranı %68,56
(n:157), hedef gerçekleşmeme oranı %31,44 (n:72) olduğu görüldü.
Tablo 33: KVH Olan Hastalarda Hedef LDL Düzeyine Göre Hedef Gerçekleşme Oranı
KVH (+) KVH (-)Hedef Gerçekleşme (+) 6 28,57% 157 68,56% χ²:13,5Hedef Gerçekleşme (-) 15 71,43% 72 31,44% p=0,0001
KVH (+) olanlarda hedef gerçekleşmeme %71,43 (n:15) hedef gerçekleşme %28,57
(n:6) oranında olup istatistiksel olarak hedef gerçekleşmeme anlamlı derecede yüksek
bulunmuştur (p=0,0001).
KVH (-) olanlarda hedef gerçekleşme %68,56 (n:157) hedef gerçekleşmeme %31,44
(n:72) oranında olup istatistiksel olarak hedef gerçekleşme anlamlı derecede yüksek
bulunmuştur (p=0,0001).
84
Non HDL Değerine Göre Hedef Gerçekleşme Oranı
Non HDL <130 olan hastaların %98,44’ünde (n:126) hedef gerçekleştiği, %1,56’sında
(n:2) hedefin gerçekleşmediği görülmüştür. Non HDL >130 olan hastaların %30,33’ünde
(n:37) hedef gerçekleştiği, %69,67’sinde (n:85) hedefin gerçekleşmediği görüldü.
Tablo 34: Non HDL Değerine Göre Hedef Gerçekleşme Oranı
<130 NonHDL >130 NonHDLHedef Gerçekleşme (+) 126 98,44% 37 30,33% χ²:1,27Hedef Gerçekleşme (-) 2 1,56% 85 69,67% p=0,0001
Non HDL <130 olanlarda hedef gerçekleşme %98,44 (n:126) hedef gerçekleşmeme
%1,56 (n:2) oranında olup istatistiksel olarak hedef gerçekleşme anlamlı derecede yüksek
bulunmuştur (p=0,0001). Non HDL >130 olanlarda hedef gerçekleşmeme %69,67 (n:85)
hedef gerçekleşme %30,33 (n:37) oranında olup istatistiksel olarak hedef gerçekleşmeme
anlamlı derecede yüksek bulunmuştur (p=0,0001).
T.Kolesterol/HDL Oranına Göre Hedef Gerçekleşme OranıT.Kolesterol/HDL <3,5 olan hastaların %89,29’unda (n:100) hedef gerçekleştiği,
%10,71’inde (n:12) hedefin gerçekleşmediği görüldü. T.Kolesterol/HDL >3,5 olan hastaların
%46,45’inde (n:63) hedef gerçekleştiği, %54,35’inde (n:75) hedefin gerçekleşmediği görüldü.
Tablo 35: T.Kolesterol/HDL Oranına Göre Hedef Gerçekleşme Oranı
<3,5 T.Kol/HDL >3,5 T.Kol/HDLHedef Gerçekleşme (+) 100 89,29% 63 45,65% χ²:51,8Hedef Gerçekleşme (-) 12 10,71% 75 54,35% p=0,0001
T.Kolesterol/HDL <3,5 olanlarda hedef gerçekleşme %89,29 (n:100) hedef
gerçekleşmeme %10,71 (n:12) oranında olup istatistiksel olarak hedef gerçekleşme anlamlı
derecede yüksek bulunmuştur (p=0,0001).
T.Kolesterol/HDL >3,5 olanlarda hedef gerçekleşme (+) ve (-) grup arasında
istatistiksel olarak anlamlı farklılık gözlenmemiştir.
85
Grafik 6: İnsülin/Kilo, İKH varlığı, Non HDL, T.Kolesterol/HDL oranına göre hedef
gerçekleşme oranı
Çalışma Grubu Hastalarda Hipertansiyon, Obezite, Glisemik Kontrol Ve
Hiperlipideminin Kontrol Altına Alınma OranlarıÇalışma grubu hastalarda hipertansiyonun %83,6, hiperlipideminin %65,2, obezitenin
%46,8, HbA1C’nin %44,4 oranında kontrol altına alınabildiği görüldü.
Tablo 36: Hastalarda Hipertansiyon, Obezite, Glisemik Kontrol Ve Hiperlipideminin Kontrol
Altına Alınma Oranları
Hedef Değer Hedef GerçekleşmeHipertansiyon (TA <130/85) %83,6Hiperlipidemi (LDL<100) %65,2Obezite (BMI<30) %46,8HbA1C (HbA1C<7) %44,4
86
TARTIŞMA
Tip 2 DM’li hastalarda dislipidemi çok yaygın olarak görülmektedir. Dislipidemi tanı
anında veya prediyabetik dönemde dahi var olan bir durumdur. Ayrıca rutin kan şekeri
düşürülmesine yönelik tedaviye rağmen varlığını sürdürmektedir. Diyabetik hastaların
yaklaşık %70-97’sinde bir veya daha fazla lipit bozukluğu bildirilmiştir.(5) Diyabette,
tigliserid yüksekliği, HDL kolesterol düşüklüğü ve küçük yoğun LDL kolesterol yoğunluğu
oranında artışla karakterize, birbiriyle ilişkili bir lipit ve lipoprotein metabolizması bozukluğu
görülür.(138)
Diabetes Mellitus’un ateroskleroz gelişimini uyardığı ve gelişmekte olan aterosklerozu
hızlandırdığı bilinmektedir. Adult Treatment Panel III (ATP III: Erişkin Tedavi Paneli III)
diyabetin riskini ateroskleroza eş olarak değerlendirmektedir. Multiple Risk Factor
Intervention (MRFIT) çalışması, diyabetik olmayan kişilerle aynı kolesterol seviyesi olmasına
rağmen, diyabetlilerde kardiyovasküler hastalık mortalite oranının 4 katı olduğunu
göstermiştir (103, 139). Diyabette hiperglisemi ve hiperinsülinemi yanında dislipidemi,
hipertansiyon gibi ek metabolik bozukluklar ateroskleroz gelişimine katkıda bulunur ve
birden fazla risk faktörünün bulunması, riski eksponansiyel olarak arttırmaktadır. (140)
Diyabetik dislipidemi bu hastalarda riski arttıran en başta gelen risk faktörüdür. Tip 2 diyabet
sıklıkla aterojenik dislipidemi ile ilişkilidir. (108-109).
Biz çalışmamızda Diyabet ve Endokrinoloji Polikliniğine başvuran Tip 2 diyabetik
hastalarda statin kullanımı ile hiperlipideminin hedefe ulaşım oranını ve HbA1c ile ilişkisini
inceledik. Çalışmaya 151 (%60,4) kadın, 99 (%39,6) erkek toplam 250 hasta alındı.
Ülkemizde 1997-1998 yıllarında yapılan Türkiye Diyabet Epidemiyoloji Çalışması
(TURDEP) 24788 kişi ile yapılmış ve çalışmaya katılanların % 55’ i kadın, %45’i erkek
olarak saptanmıştır. Amerika’da diyabet ve bozulmuş açlık glukozu prevalansını saptamak
için 4880 hasta ile yapılan NHANES IV (Fourth National Health and Nutrition Examination
Survey) 1999-2000 araştırmasında her iki cinsiyette oranlar benzer bulunmuştur (141).
Tip 2 diabet genel olarak orta yaş grubu ve yaşlıların hastalığıdır. Birçok toplumda tip
2 diyabet sıklığının yaşlanma ile artış gösterdiği bilinmektedir (142).
Bizim çalışmamızda yaş ortalaması 58,2, diyabet başlama yaşı ortalama 50,3, diyabet
süresi 7,9 yıl idi.
Gavin Putzer ve ark. 2003 yılında Tip 2 DM’lu 239 hasta ile yaptıkları çalışmada bu
hastaların ADA’nın lipit tedavi hedeflerine ( trigliserid<200, LDL-K<100, HDL-K>45 )
ulaşma oranlarını araştırmışlardır. Çalışmalarında Trigliserid değerinin %70 (142 hasta),
87
LDL-K değerinin %47 (93 hasta), HDL-K değerinin %42(87 hasta) oranda hedefe ulaştığı
saptanmış. Hastaların sadece %14,6’sında (30 hasta) her üç lipit değeri de hedef değere
ulaşmıştır. Sonuç olarak diyabetik hastaların çoğunluğunun hedef lipit değerlerine
ulaşamadıkları görülmüş. (143)
Türkiyede 2007 yılında yapılan bir çalışmada 276 diyabetik hastada hiperlipideminin
tedavide amaçlara ne kadar ulaşabildiği araştırılmış. NCEP-ATP III kriterlerine göre LDL
düzeylerinin %8,7’sinde(24 hasta) optimum, %24,3’ünde(67 hasta) kabul edilebilir,
%31,2’sinde (86 hasta) sınırda yüksek, %23,6’sında (65 hasta) yüksek, %12,3’ünde (34 hasta)
çok yüksek olduğu tespit edilmiş. Sonuç olarak diyabetik hastalarda hiperlipideminin yeteri
kadar tedavi edilemediği görülmüş. (144)
Biz çalışmamızda hastaların başlangıç, 6.ay, 1.yıl, 2.yıl total kolesterol, LDL-K,
trigliserid, HDL-K ve HbA1c ortalamalarını aldık. Statin tedavisi sonrası 2.yıl ortalamaları T.
Kolesterol 181, LDL-K 98,5, HDL-K 49,5, Trigliserid 149,7, HbA1C 7,6 saptandı.
Çalışmamızda hedef LDL değerini ADA kriterlerine göre <100, Kardiyovasküler Hastalığı
olanlarda <70 olarak belirledik. Hastaların 2.yıl takiplerinde %65,2’sinde (163 hasta) hedef
LDL değerine ulaşıldığı, %34,8’inde (87 hasta) ise hedefe ulaşılamadığı görüldü. Hedef
gerçekleşen hastalarda ortalama LDL değeri 81,3, hedef gerçekleşmeyen hastalarda ise 130,6
saptandı. Bu da bizim çalışmamızda hedef LDL’ye ulaşım oranının yapılan diğer
çalışmalardan daha yüksek olduğunu göstermektedir.
Denke MA ve ark. 1994 yılında yaptığı çalışmada yaş artışı ile birlikte lipit profilinin
olumsuz yönde etkilendiği görülmüştür.(145)
Çalışmamızda hastaların diyabet başlama yaşı ortalama 50,3, diyabet süresi 7,9 yıl idi.
Hastalarda hedef LDL düzeyine göre diyabet süresi <5 yıl olanlarda hedef gerçekleşme oranı
%63,25 (74 hasta), gerçekleşmeme oranı %36,75 (43 hasta), 6-10 yıl olanlarda hedef
gerçekleşme oranı %66,15 (43 hasta), gerçekleşmeme oranı %33,85 (22 hasta), >10 yıl
olanlarda hedef gerçekleşme oranı %67,65 (46 hasta), gerçekleşmeme oranı %32,35 (22
hasta) olduğu görüldü. DM süresine göre oluşturulan gruplarda hedef gerçekleşme (+) ve (-)
dağılımları arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık gözlenmemiştir. Sonuç olarak DM
süresi ile hedef LDL-K düzeyine ulaşma arasında bir ilişki bulunamadı.
Epidemiyolojik çalışmalarda plazma kolesterol yüksekliğinin koroner kalp hastalığı
riskini arttırdığının gözlenmesi ve kulla”nılan lipid düşürücü ilaçlar ile görülen istenmeyen
88
etkilerin fazlalığı nedeni ile yeni kolesterol düşürücü ajanlar aranmaya başlanmıştır. 1980
yılında lovastatin klinik kullanıma girmiş ve bu molekülün modifiye edilmesi ile daha etkin
ve güçlü statinler elde edilmistir. Monoterapi olarak verildiğinde statinler diğer bütün lipid
düşürücü ajanlardan daha etkin oldukları için çok yaygın olarak kullanılmaktadırlar. Statinler
ile ilgili yapılan çok merkezli, büyük çalışmaların hemen tamamında bu ilaçların verilebilecek
maksimum dozları kullanılmıştır. Kılavuzlarda bu çalışmaların sonuçlarına dayanılarak farklı
risk gruplarında hedef lipid değerleri çok net olarak belirlenmiştir. Fakat verilmesi gereken
dozlarla ilgili açık öneriler yoktur. Genellikle klinisyenler çalışma sonuçlarına dayanarak
hastalarına yüksek doz statin başlamaktadırlar.(146) Pek çok çalışma statinlerin
hiperkolesterolemi tedavisinde kullanılması gereken ilk ilaç olduğunu ortaya koymuştur (147-
148).
Atorvastatin ve simvastatinin eşit dozlarının karşılaştırıldığı bir çalışmada her iki
statinin de hiperlipidemik hastalarda lipid profilini düzeltmede etkin olduğu bununla birlikte
NCEP ATP III’ün önerdiği LDL-K hedeflerine ulaşmada atorvastatinin daha etkili olduğu
saptanmıştır (146).
Bizim çalışmamızda atorvastatin 10 mg ile %67,5 (56 hasta), atorvastatin 20mg ile
%66,6 (66 hasta) atorvastatin 40 mg ile %58,1 (25 hasta) oranında hedefe ulaşıldığı görüldü.
Bu sonuçlarda kullanılan atorvastatinin farklı dozları ile hedef gerçekleşme (+) ve (-)
dağılımları arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılıklar olmadığını göstermektedir.
HbA1c ( Glikolize hemoglobin) uzun dönem glisemik kontrolunun takibinde önemli
bir gösterge olmasının yanında lipit düzeyi ile de ilişkili olduğu gösterilmiştir. (149) The
Diabetes Complications and Control Trial (DCCT) çalışmasında HbA1c nin % 7 nin altında
olmasının vaskuler komplikasyon gelişme riskini azalttığını kanıtlamıştır(150). HbA1c nin
artması tip 2 diabet hastalarında koroner arter hastalığı ve inme sıklığının artmasıyla
ilişkilidir(151.152.153).
H.Ahmed Khan ve ark. 2006 yılında 2220 (1148 erkek, 1072 kadın) tip2 diabet
hastasında HbA1c ‘nin diabetik dislipidemiyi öngörmedeki tanısal değerini araştırmışlardır.
Hastaları HbA1c düzeylerine göre 3 gruba ayırarak( 1. Grup HbA1c si < 6 olanlar. 2.grup
HbA1c si 6 ile 9 arasında olanlar, 3.grup ise HbA1c si 9’un üstünde olanlar) her grubun total
kolesterol, HDL-K, LDL-K ve trigliserid değerleri kayıt edilmiş. Bu çalışmanın sonucunda
HbA1c’nin total kolesterol, trigliserid ve LDL-K ile doğru, HDL-K ile arasında ters bir ilişki
olduğu görülmüş. HbA1c ile dislipidemi arasında lineer bir ilişki saptanmıştır. (149)
Bizim çalışmamızda hastaların %44,4’ünün (111 hasta) 2.yıl HbA1c ortalama değeri
<7 , %55,6’sının (139 hasta) >7 idi. Çalışmamızda hedef LDL düzeyine göre 2. yıl HbA1c <7
89
olan hastaların %69,37’sinde (77 hasta) hedef gerçekleştiği, %30,63’ünde (34 hasta) hedefin
gerçekleşmediği görülmüştür. HbA1c >7 olan hastaların %61,87’sinde (86 hasta) hedef
gerçekleştiği, %38,13’ünde (53 hasta) hedefin gerçekleşmediği görüldü. Bu da HbA1c <7 ve
>7’den oluşan gruplarda hedef gerçekleşme (+) ve (-) dağılımları arasında istatistiksel olarak
anlamlı farklılık olmadığını göstermekle birlikte HbA1c <7 olan hasta grubunda %7,5 daha
fazla hedefe ulaşıldığını göstermektedir.
Çalışmamızda hastalarda ortalama HbA1c / ortalama LDL korelasyonu
değerlendirildi. LDL başlangıç ile HbA1c başlangıç değerleri arasında pozitif yönde
istatistiksel olarak anlamlı korelasyon gözlenmiştir. LDL 6.ay ile HbA1c 6.ay değerleri
arasında istatistiksel olarak anlamlı korelasyon gözlenmemiştir. LDL 1.yıl ile HbA1c 1.yıl
değerleri arasında istatistiksel olarak anlamlı korelasyon gözlenmemiştir. LDL 2.yıl ile
HbA1c 2.yıl değerleri arasında pozitif yönde istatistiksel olarak anlamlı korelasyon
gözlenmiştir. Bu konuda literatürde yapılmış bir çalışmaya rastlanmadığından, karşılaştırma
yapılamamaktadır.
Obezite ile hipertansiyon, diyabet, total kolesterol, LDL-K ve trigliserid yüksekliği,
HDL-K düşüklüğü, insülin direnci ve trombojenik faktörler gibi koroner risk faktörleri
arasındaki doğrudan ilişki çok sayıda çalışma ile gösterilmiştir. Total kolesterol, Framingham
ve MRFIT (Multipl Risk Factor Interventional Trial) çalışmalarıyla, LDL kolesterol; 4S,
CARE, LIPID, WOSCOPS, AFCAPS/TEXCAPS ve HPS çalışmalarıyla, HDL düşüklüğü;
Framingham ve VA-HIT çalışmalarıyla, trigliserid yüksekliği PROCAM ve Baltimor COLTS
ile KKH(Koroner Kalp Hastalığı )risk faktörleri olarak önemlerini kanıtlamışlardır (154-162).
Türkiyede 1990 ile 1993 yıllarında Amerikan Hastanesinde Prof. Dr. Robert W.
MAHLEY ve ekibi tarafından İstanbul’da 196 erişkin erkek,210 erişkin kadın hastada yapılan
çalışmada BMI ile lipit değerleri arasındaki ilşiki araştrılmış.Buradan çıkan sonuçta yüksek
BMI'nın plazma lipidleri üzerindeki olumsuz etkilerini net bir şekilde göstermekteydi. BMI
değerleri <25 kg/m2'den (normal), >25 ile <30 kg/m2 arasına (fazla kilolu) ve bu gruptan da
>30 kg/m2 düzeylerine (obez) doğru yükseldikçe total kolesterol, LDL-K ve trigliserit
değerleri belirgin olarak yükselmekte, HDL-K değerleriyse düşmekte idi. Total
kolesterol/HDL-K oranının BMI'i normal sınırlarda olan erkeklerde 5,4 iken obez erkeklerde
6,8 olması ve BMI'i normal sınırlarda olan kadınlarda 4,2 iken obez kadınlarda 5.8 olması
özellikle dikkat çekmiştir(163).
Bizim çalışmamızda hastaların %46,8’inin (117 hasta) BMI <30 kg/m2, %53,2’sinin
(133 hasta) BMI >30 kg/m2 idi. Çalışmamızda hedef LDL düzeyine göre BMI <30 kg/m2
90
olan hastaların %64,1’inde (75 hasta) hedef gerçekleştiği, %35,9’unde (42 hasta) hedefin
gerçekleşmediği görüldü. BMI >30 kg/m2olan hastaların %66,1’inde (88 hasta) hedef
gerçekleştiği, %33,8’inde (45 hasta) hedefin gerçekleşmediği görüldü. Biz sonuç olarak BMI
<30 kg/m2 olanlarda hedefe ulaşımın daha fazla olmasını beklerdik ancak BMI <30 ve >30
kg/m2’den oluşan gruplarda hedef gerçekleşme (+) ve (-) dağılımları arasında istatistiksel
olarak anlamlı farklılık gözlenmemiştir.
Diabetik hastalarda dislipidemi tedavisinde ADA; bu hastalarda, ideal vücut
ağırlığının sağlanması, uygun diet ve orta derecede egzersizin önemi üzerinde durmaktadır.
Gliseminin kontrolü Tip 2 DM hastalarında daima lipid düzeylerini normale çekmeyebilir.
Gliseminin ateroskleroz gelişimini etkileyebildiğine dair bazı kanıtlar olduğu halde, yoğun
glisemi kontrolü çalışmaları mikrovasküler komplikasyonlarda belirgin azalma olmasına
rağmen koroner olaylarda anlamlı bir azalma olmadığını göstermiştir.(164)
Bizim çalışmamızda hastaların %68,4’ü (171 hasta) diyete uyumsuz, %31,6’sı (79
hasta) diyete uyumlu olup düşük oranda idi. Düzenli egzersiz yapanların oranı ise % 8,8
(n:22) olup düşük seviyede tespit edildi.
Amerika Diabet Cemiyetine (ADA) göre eğer diyet tedavisi hedef lipid düzeylerine
ulaşılmaz ise 6 ay sonra farmakolojik ajanlar tedaviye eklenmelidir. İnsülin duyarlılığının
düzelmesi tedavinin arzu edilen bir hedefidir. İki oral hipoglisemik ajan olan, metformin ve
troglitazoneun koroner arter hastalığının diğer risk faktörleri ve trigliserid düzeyleri üzerine
bazı yararlı etkileri olduğu aynı zamanda insülin direncini azalttıkları çeşitli çalışmalarla
gösterilmiştir. Troglitazone LDL-K düzeylerini % 13 kadar yükseltmesine karşın, Metformin
LDL-K düzeylerini %8-10 düşürmektedir.(164)
P.J. Palumbo tarafından yapılan bir çalışmada NIDDM tanılı hastalarda metforminin
lipit profili üzerine etkileri incelenmiş. Metforminin tek başına veya sülfanilüre ile beraber
kullanıldığında kiloyu sabit tuttuğu veya azalttığı, insülin seviyelerini azalttığı ve plazma lipit
profili üzerine olumlu etkileri olduğu görülmüş.
Yapılan bazı çalışmalarda NIDDM tanılı hastalarda nasıl tedavi edilmiş olursa olsun
iyi glisemik kontrolun düzelmiş lipit seviyeleri ile ilişkili olduğu görülmüş. Ancak
metforminin lipit düşürücü etkisinin antihipergisemik etkisinden bağımsız olduğu
gösterilmiştir. Bu etki hepatik VLDL sentezini azaltması ve dolayısı ile trigliserid seviyesini
91
düşürmesine bağlıdır. Metformin tedavisi ile total kolesterol, LDL ve VLDL düzeylerinde
anlamlı düşüşler, HDL düzeyinde ise %15-20 oranında artışlar olduğu görülmüştür. (165)
Garber AJ. tarafından yapılan bir çalışmada NIDDM ve non diyabetik hastalarda
metformin tedavisi ile total kolesterol, LDL ve VLDL değerlerinde düşüş, HDL değerinde
artış olduğu görülmüştür. Metforminin NIDDM ve kilolu hastalarda ise plazma lipitlerini orta
düzeyde fakat anlamlı olarak düşürdüğü (total kolesterol bazal seviyeye göre %17, LDL-K
bazale göre %9-24) görülmüştür.(165)
Bizim çalışmamızda hedef LDL düzeyine göre metformin kullanan hastalarda hedef
gerçekleşme oranı %65,2 (122 hasta), hedef gerçekleşmeme oranı %34,76 (65 hasta) olduğu
görüldü. Metformin kullanmayan hastalarda ise hedef gerçekleşme oranı %65,08 (41 hasta),
hedef gerçekleşmeme oranı %34,92 (22 hasta) olduğu görüldü. Sonuç olarak metformin
kullanıp kullanmamasına göre oluşturulan gruplarda hedef gerçekleşme (+) ve (-) dağılımları
arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık gözlenmemiştir. Bu durumda çalışmamızda
metforminin LDL kolesterol düzeylerini düşürme etkisini doğrulayamadık.
Çalışmamızda metformin kullanım süresine göre hedef gerçekleşme oranınıda
araştırdık. Metformin kullanım süresi <5 yıl olan hastalarda hedef gerçekleşme oranı %63,2
(62 hasta) gerçekleşmeme oranı %36,7 (36 hasta), 6-10 yıl olanlarda hedef gerçekleşme oranı
%70 (28 hasta) gerçekleşmeme oranı %30 (12 hasta), >10 yıl olanlarda hedef gerçekleşme
oranı %64 (16 hasta) gerçekleşmeme oranı %36 (9 hasta) olduğu görüldü. Bu da metformin
kullanım süresine göre oluşturulan gruplarda hedef gerçekleşme (+) ve (-) dağılımları arasında
istatistiksel olarak anlamlı farklılık olmadığını göstermektedir.
Amerika Diabet Cemiyetine (ADA) göre maksimum oral hipoglisemik tedaviye
rağmen, inatçı trigliserid yüksekliği süren olgularda, rezidüel hiperglisemi ve dislipidemiyi
düzeltmek için insülin gerekli olabilir. Trigliserid düzeyleri 1000mg/dl’yi aşan olgularda
düşük yağlı diyet ve multpl günlük insülin enjeksiyonları gereklidir.(164)
Çalışmamızda hedef LDL düzeyine göre insülin kullanan hastalarda hedef
gerçekleşme oranı %62,89 (61 hasta), hedef gerçekleşmeme oranı %37,11 (36 hasta) olduğu
görüldü. İnsülin kullanmayan hastalarda hedef gerçekleşme oranı %66,67 (102 hasta), hedef
gerçekleşmeme oranı %33,33 (51 hasta) olduğu görüldü. Sonuç olarak İnsülin kullanıp
kullanmamasın göre oluşturulan gruplarda hedef gerçekleşme (+) ve (-) dağılımları arasında
92
istatistiksel olarak anlamlı farklılık gözlenmemiştir. Çalışmamızda insülinin LDL
kolesterolünü düşürmeye yönelik etkisi görülmedi.
Çalışmamızda insülin kullanım süresine göre hedef gerçekleşme oranınıda araştırdık.
İnsülin kullanımının ilk 1 yılında hedef gerçekleşme oranı %54,55(6 hasta) gerçekleşmeme
oranı %45,45 (5 hasta), 2. yılda hedef gerçekleşme oranı %63,93 (39 hasta) gerçekleşmeme
oranı %36,07 (22 hasta), 3. yılda hedef gerçekleşme oranı %64 (16 hasta) gerçekleşmeme
oranı %36 (9 hasta) olduğu görüldü. Bu sonuçta bize insülin kullanım süresine göre
oluşturulan gruplarda hedef gerçekleşme (+) ve (-) dağılımları arasında istatistiksel olarak
anlamlı farklılık olmadığını göstermekle birlikte 2.ve 3.yılda hedef gerçekleşmenin yaklaşık
%10 oranında 1.yıldan fazla olduğunu göstermektedir.
Diyabetik hastalarda insülin dozu kg başına ayarlanır. Genel olarak Tip 1 diabette 0,5-
1,0 ü/kg/gün, tip 2 diyabette 0,3-1,5 ü/kg/gün dozdan hesaplanır. Bazal insülin desteği için
0,1-0,2 ü/kg/gün dozda verilebilir.
Bizim çalışmamızda hedef LDL düzeyine göre insülin/kilo <0,5 IU/kg olan hastalarda
hedef gerçekleşme oranı %62,37 (121 hasta) gerçekleşmeme oranı %37,63 (73 hasta), 0,5-1
IU/kg olanlarda hedef gerçekleşme oranı %74,47 (35 hasta) gerçekleşmeme oranı %25,53 (12
hasta), >1 IU/kg olanlarda hedef gerçekleşme oranı %77,78 (7 hasta) gerçekleşmeme oranı
%22,22 (2 hasta) olduğu görüldü. Sonuç olarak insülün/kilo <0,5, 0,5-1 ve >1 IU/kg’dan
oluşan gruplarda hedef gerçekleşme (+) ve (-) dağılımları arasında istatistiksel olarak anlamlı
farklılık gözlenmemekle birlikte insülin/kilo oranı 0,5-1 ve >1 IU/kg olanlarda hedef
gerçekleşme <1 IU/kg olanlardan yaklaşık %12-15 daha fazla olduğu gözlenmiştir.
AHA (Amerikan Kalp Birliği), diyabetik hastalar için hiperglisemiyi majör
kardiyovasküler risk faktörü olarak bildirmektedir. Birçok çalışma örneklerinden çıkan sonuç
şudur ki; ister anormal glikoz toleransı, ister açlık hiperglisemisi, isterse belirgin diyabet
biçiminde ortaya çıksın; bozulmuş glikoz toleransı, kardiyovasküler olayların gelişeceğinin
habercisidir. Prediyabetik vakalara erken dönemde müdahale etmekle diyabet ve
komplikasyonları önlenebilir.
Hiperlipidemik hastalarda Shepherd ve arkadaşlarının yaptığı West of Scotland
Coronary Primary Prevention Trial (WOSCOPS) çalışmasında statin tedavisinin primer
korumadaki etkinliği değerlendirilmiştir. Bu çalışmada daha önce miyokard infarktüsü
geçirmemiş hiperkolesterolemi 6595 hastaya günde 40 mg pravastatin verilmiş ve 4,9 yıl
süren takip sonrası total kolesterolde %20, LDL-K’de %26 düşme saptanmıştır. Bu hastalarda
93
plasebo grubuna göre koroner kalp hastalığına bağlı mortalite ve morbidite de %31 anlamlı
rölatif risk azalması saptanmıştır (166)
40-65 yaşları arasındaki 4407 hasta ile yapılan PROCAM çalışmasında HDL
düşüklüğü, trigliserid, LDL ve VLDL yüksekliği olan hastalarda yüksek kardiyovasküler
riskin eşlik ettiği ortaya koyulmuştur (167)
LDL kolesterolün statinlerle düşürülmesinin diyabetli hastalarda major
kardiyovasküler olayların riskini azalttığını gösteren kontrollü birçok klinik çalışmanın
sonuçları, LDL kolesterol üzerinde odaklanılmasını desteklemektedir. Kolesterol düşürücü
tedavi olarak diyet, ilaç ve cerrahinin uygulandığı 30’dan fazla çalışmanın metaanalizi total
kolesteroldeki her %1’lik düşüşün total mortaliteyi %1 azalttığını ortaya koymuştur. Statinler
dislipideminin iyileştirilmesi ve kardiyovasküler olayları azaltmada seçilecek ilk ilaç
grubudur (169).
Bugüne kadar yapılmış en büyük statin çalışması olan HPS (Heart Protection Study)
kapsamında 5963 hasta içeren diyabetik alt grubunda 40 mg/gün simvastatin tedavisi ile beş
yıl sonunda miyokard infarktüsünde %37, kardiyovasküler ölümde %20 oranında azalma
olduğu bildirilmiş ve yüksek riskli hastalarda LDL düzeyinin %20-30 azaltılması ile başlangıç
LDL düzeyinden bağımsız olarak kardiyovasküler riskin %30 azaldığı ortaya konmuştur. Bu
durum, geniş bir değer aralığında bulunan LDL kolesterol değerlerinde %30-40’lık
azalmalarla birlikte KVH riskinde görülen göreceli risk azalmasını açıklamaktadır (127, 168).
Biz çalışmamızda hedef LDL değerini ADA 2009 kriterlerine göre kardiyovasküler
hastalığı olanlarda <70 olarak belirledik. Çalışmamızda hastaların %8,4’ünde (21 hasta) KVH
vardı. KVH olan hastalarda hedef gerçekleşme %28,57 (6 hasta), hedef gerçekleşmeme
%71,43 (15 hasta) oranında olup istatistiksel olarak hedef gerçekleşmeme anlamlı derecede
yüksek bulunmuştur. KVH olmayanlarda hedef gerçekleşme %68,56 (157 hasta) hedef
gerçekleşmeme %31,44 (n:72) oranında olup istatistiksel olarak hedef gerçekleşme anlamlı
derecede yüksek bulunmuştur. Bu da KVH olanlarda hedef LDL değerine(hedef LDL<70)
ulaşmanın KVH olmayanlara göre (hedef LDL<100) daha zor olduğunu göstermektedir.
Assman ve ark. tarafından yapılan PROCAM çalışmasında 50-65 yaş arasındaki 4043
erkek, 1333 kadın diyabetik hastanın %50 den fazlasında hipertansiyon saptanmış. Bu
hipertansif hastalarda total kolesterol ve LDL-K hafif yüksek, trigliserid anlamlı yüksek,
HDL-K ise düşük saptanmıştır.(170)
Bizim çalışmamızda hastaların %7,2’sinde (n:18) hipertansiyon yoktu, %92,8’inde
(n:232) hipertansiyon mevcuttu. Çalışmamızda hedef LDL düzeyine göre hipertansiyonu olan
94
hastalarda hedef gerçekleşme oranı %65,09 (151 hasta) hedef gerçekleşmeme oranı %34,91
(81 hasta) olduğu görüldü. Hipertansiyonu olmayan hastalarda ise hedef gerçekleşme oranı
%66,67 (12 hasta), hedef gerçekleşmeme oranı %33,33 (6 hasta) olduğu görüldü. Sonuç
olarak hipertansiyon (+) ve (-) olan gruplarda hedef gerçekleşme (+) ve (-) dağılımları
arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık gözlenmedi. Bu durumda çalışmamızda
hipertansiyonun hedef gerçekleşme üzerine bir etkisi olduğu kanıtlanamadı.
Çalışmamızda hipertansiyon regülasyonuna göre de hedef gerçekleşme oranları
değerlendirildi. Hipertansiyonu olup regüle olan hastalarda hedef gerçekleşme oranı %67,01
(130 hasta) hedef gerçekleşmeme oranı %32,99 (64 hasta) olduğu, non regüle olan hastalarda
hedef gerçekleşme oranı %55,26 (21 hasta) hedef gerçekleşmeme oranı %44,74 (n:17)
olduğu görüldü. Hipertansiyonu olmayan hastalarda hedef gerçekleşme oranı %66,67 (12
hasta), hedef gerçekleşmeme oranı %33,33 (6 hasta) olduğu görüldü. Sonuç olarak
hipertansiyon regüle(+), non regüle(+), hipertansiyon(-) olan gruplarda hedef gerçekleşme (+)
ve (-) dağılımları arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık olmamakla birlikte
hipertansiyonu regüle olan ve hipertansiyonu olmayan hasta grubunda hedef gerçekleşme
yaklaşık %11 oranında hipertansiyonu non regüle olan hasta grubundan fazla olduğu
saptanmıştır.
Non HDL kolesterol, total kolesterol ile HDL kolesterol arasındaki farkı
göstermektedir. Non HDL kolesterol aterojenik diye vasıflandırabileceğimiz lipoprotein
partiküllerini içermektedir. Bunlar; LDL, VLDL, lipoprotein(a), ve IDL’dir.(171)
Lipid Research Program içerisinde 40-64 yaş arasında 2406 erkek ve 2056 kadın
hastada çalışılan bu gösterge (Non HDL kolesterol) risk belirteci açısından LDL kolesterolden
biraz daha iyi bir gösterge olduğu orataya çıkmıştır.
ATPIII ise Non HDL kolesterol konsantrasyonunu, eşlik eden hipertrigiseridemisi olan
hastalar için (TG>200) ikincil bir hedef olarak göstermiştir. Burda Non HDL kolesterol hedefi
mevcut risk durumunda LDL hedefinin 30 mg/dl üzerinde idi. (171)
Aterojenik dislipidemi tedavisine iliskin önerilerde Ulusal Kolesterol Eğitim Programı
Kılavuzları temel alınmıstır. Lipid düsürücü tedavide birincil hedef LDL-kolesteroldür. Eğer
trigliserid düzeyleri ≥ 200 mg/dL ise, hedeflenen LDL-kolesterol düzeyine ulaştıktan sonra
non-HDL kolesterol ikinci derecede önemli tedavi hedefidir. Non-HDL kolesterol, LDL-
kolesterolden 30 mg/dL daha yüksek olabilir. Eğer trigliserid düzeyleri ≥ 500 mg/dL ise, akut
95
pankreatit riski nedeniyle öncelikle 500’ün altına düsürülmeli ardından LDL ve non HDL-
kolesterolde hedef değerlere ulasılmalıdır. Üçüncü hedef ise HDL kolesteroldür.
Grundy ve arkadaşlarının NCEP-ATP III değerlendirmesinde trigliserid yüksekliği
olan hastalarda tedavinin sekonder hedefi non-HDL kolesterol olarak belirtilmiştir.
Hipertrigliseridemisi olan hastalarda lipoprotein artıklarının potansiyel aterojenik etkisi göz
önüne alınarak, VLDL ve LDL kolesterol düzeyinin göstergesi olan non-HDL kolesterol
düzeyinin düşürülmesi kardiyovaskler riskin azaltılmasında önemlidir. Non-HDL kolesterol
düzeyi için hedef değerler LDL kolesterol hedef değerinden 30mg/dl daha yüksek olarak
belirlenmiştir (172)
Biz çalışmamızda Non HDL kolesterol düzeyi için hedef değerini LDL kolesterol
hedef değerinden 30mg/dl daha yüksek olarak belirledik. Çalışmamızda hastaların
%51,2’sinde (n:128) Non HDL <130, %48,8’inde (n:122) Non HDL>130 olduğu görüldü.
Çalışmamızda hedef LDL değerine göre Non HDL <130 olan hastaların %98,44’ünde
(126 hasta) hedef gerçekleştiği, %1,56’sında (2 hasta) hedefin gerçekleşmediği görülmüş olup
istatistiksel olarak hedef gerçekleşme anlamlı derecede yüksek bulunmuştur. Non HDL >130
olan hastaların %30,33’ünde (37 hasta) hedef gerçekleştiği, %69,67’sinde (85 hasta) hedefin
gerçekleşmediği görülmüş olup istatistiksel olarak hedef gerçekleşmeme anlamlı derecede
yüksek bulunmuştur. Sonuç olarak Non HDL <130 ve >130 olan hasta grupları
karşılaştırıldığında non HDL<130 olan hastalarda hedef LDL değerlerine ulaşım oranının
anlamlı derecde yüksek olduğu saptanmıştır.
Total kolesterolün /HDL kolesterole oranı bize HDL kolesterolün koruyucu değerini
vermektedir. Bu serum total kolesterolünden ve LDL kolesterolünden daha iyi bir öngörücü
olduğu tartışılmaktadır. Framingham çalışması içerisinde yürütülen bir çalışmada bunun
avantajları erkek ve kadın risk gruplarında LDL kolesterolden ön planda idi. Erkek grubunda
oran 6,4 ve üzerinde LDL-K için %2-14 daha fazla risk belirteci olmuştu.(101)
2004 yılında yapılan TEKHARF çalışmasında 30-69 yaş grubundan alınan Alman
hastalarda ortalama T.Kolesterol/HDL oranı erkeklerde 4,6, kadınlarda 3,5, Amerikalı
hastalarda erkeklerde 4,5, kadınlarda 3,8, Türk hastalarda ise yaklaşık 0,6 oranında daha
yüksek olup erkeklerde 5,18, kadınlarda 4,25 olduğu görülmüş. 2001 yılında yapılan
TEKHARF çalışmasında ise T.Kolesterol/HDL oranı erkeklerin %25’inde >6 , %37’sinde ise
>5,5 olduğu görülmüş olup yüksek riskli olarak değerlendirilmiş. Ortalama T.Kolesterol/HDL
oranı 4,4 olan kadınların %32’de bu oran >5 olduğu görülmüş. Turkısh Heart Study
96
çalışmasında T.Kolesterol/HDL oranı erkeklerde 5,4, kadınlarda 3,9 bulunmuş. Yapılan her
iki çalışma sonucunda benzerlikten söz edilebilir ancak Turkısh Heart Study çalışmasında
kadınlarda oran daha düşük saptanmış.(163,173)
Çalışmamızda hastaları T.Kolesterol/HDL oranın <3,5 olan >3,5 olan gruplara
ayırdık. Hedef LDL değerine göre T.Kolesterol/HDL <3,5 olan hastaların %89,29’unda (100
hasta) hedef gerçekleştiği, %10,71’inde (12 hasta) hedefin gerçekleşmediği görüldü.
T.Kolesterol/HDL >3,5 olan hastaların %46,45’inde (63 hasta) hedef gerçekleştiği,
%54,35’inde (75 hasta) hedefin gerçekleşmediği görüldü. Bu durumda T.Kolesterol/HDL
<3,5 olan hastalarda istatistiksel olarak hedef gerçekleşme anlamlı derecede yüksek
bulunmuştur ancak T.Kolesterol/HDL >3,5 olan hastalarda ise hedef gerçekleşme (+) ve (-)
grup arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık gözlenmemiştir. Sonuç olarak
T.Kolesterol/HDL <3,5 ve >3,5 olan hasta grupları karşılaştırıldığında T.Kolesterol/HDL <3,5
olan hastalarda hedef LDL değerlerine ulaşım oranının anlamlı derecde yüksek olduğu
saptanmıştır.
Biz çalışmamızda Tip 2 diyabetik hastalarda hipertansiyonun mu, hiperlipideminin mi,
obezitenin mi yoksa HbA1C’nin mi daha iyi kontrol altına alındığını araştırdık. Hastalarda
hipertansiyonun %83,6, hiperlipideminin %65,2, obezitenin %46,8, HbA1C’nin %44,4
oranında kontrol altına alınabildiği gördük. Böylece çalışmamızda hipertansiyonun Tip 2
diyabetik hastalarda daha iyi kontrol edilebildiğini saptadık.
Çalışmamıza benzer yapılmış bir çalışmaya rastlanmadığından, bire bir karşılaştırma
yapılamamaktadır.
97
ÖZET
Amaç: Bu çalışmada retrospektif olarak 2 yıllık süre içerisinde Diyabet ve Endokrinoloji
Polikliniğinde takip altında bulunan Tip 2 diyabetik hastalarda hiperlipideminin statin tedavisi
ile hedef gerçekleşme oranlarını ve HbA1c ile ilişkisini araştırdık.
Gereç ve Yöntem: Bu çalışma retrospektif olarak 2006- 2009 tarihleri arasında, Şişli Etfal
Eğitim ve Araştırma Hastanesi Diyabet ve Endokrinoloji Polikliniğine başvuran ve kayıtlı
takip edilen 1800 tip 2 DM hastasının poliklinik dosyaları taranarak gerçekleştirildi.
Dislipidemisi olup statin grubu antihiperlipidemik kullanan 250 tip 2 DM hastası çalışmaya
dahil edildi. Bunların 151’i ( % 60,4 ) kadın, 99’u ( % 39,6 ) erkek hastalardan oluşmaktadır.
Hastaların ilk değerlendirmede kilo, boy, BMI, yaş, diabet süresi, diabet başlama yaşı, insülin
kullanımı, dozu ve süresi, oral antidiabetik (OAD) kullanımı, dozu ve süresi, tedavide
kullanılan statin dozu ve süresi, hipertansiyon, KVH ve diğer ek hastalık varlığı, egzersiz ve
diyete uyumu, lipid profili ve HbA1c değerleri tespit edildi. Hastaların ilk değerlendirme
sonrası 6.ay, 1.yıl ve 2.yılda yapılan takiplerindeki lipid profili ve HbA1c değerleri
kaydedildi. Bu parametreler ile hastalar gruplara ayrılıp hedef LDL değeri temel alınarak
gruplar karşılaştırıldı.
Bulgular: En az 2 yıl statin tedavisi alan hastalarımızda hiperlipideminin %65,2 oranında
hedefe ulaşttığını saptadık. Hedef gerçekleşen hastalarda ortalama LDL değeri 81,3, hedef
gerçekleşmeyen hastalarda ise 130,6 saptandı. Atorvastatin kullanan hastalarda dozlara(10-
20-40mg) göre oluşturulan gruplarda hedef gerçekleşme oranı açısından anlamlı farklılık
görülmedi.
Ortalama HbA1c <7 ve >7 olarak oluşturulan hasta grupları arasında hedefe ulaşım
oranında anlamlı farklılık görülmedi. Ancak HbA1c <7 olan hasta grubunda %7,5 daha fazla
hedefe ulaşıldığı görüldü. Ortalama HbA1c /ortalama LDL korelasyonuna bakıldığında ise
başlangıç LDL ile HbA1c arasında ve 2.yıl LDL ile HbA1c arasında pozitif yönde istatistiksel
olarak anlamlı korelasyon gözlendi.
Diyabet süresine göre, insülin kullanımı ve kullanım süresine göre, insülin/kilo
oranına göre, metformin kullanımı ve kullanım süresine göre, hipertansiyon varlığına ve
BMI’ya göre oluşturulan hasta gruplarında hedef gerçekleşme oranları açısından anlamlı
farklılıklar görülmedi.
98
KVH olan hastalarda hedef gerçekleşmeme anlamlı derecede yüksek, KVH
olmayanlarda ise hedef gerçekleşme anlamlı derecede yüksek bulundu.
Non HDL <130 olan hastalarda hedef gerçekleşme anlamlı derecede yüksek, Non
HDL>130 olanlarda ise hedef gerçekleşmeme anlamlı derecede yüksek bulundu.
T.Kolesterol/HDL<3,5 olanlarda hedef gerçekleşme anlamlı derecede yüksek bulundu,
T.Kolesterol/HDL >3,5 olanlarda ise anlamlı farklılık bulunmadı.
Hastalarda diyete uyum ve düzenli egzersiz yapma oranı ise düşük seviyede görüldü.
Ayrıca çalışmamızda tip 2 diyabetik hastalarda hipertansiyonun obezite, hiperlipidemi
ve HbA1c’ye göre daha iyi kontrol edilebildiğini saptadık.
Sonuç: Tip 2 DM ve hiperlipidemi tanısı olan hastalarda yaptığımız çalışmada en az 2 yıl
statin tedavisi ile LDL kolesterolün hedefe ulaşım oranını %65,2 olarak tespit ettik. Diyabet
kontrol parametresi olan HbA1c değeri ve bakılan diğer parametrelerden diyabet süresi,
insülin kullanımı, metformin kullanımı, HT varlığı, BMI değeri ile hedefe ulaşım oranı
arasında anlamlı bir ilişki saptamadık. Ancak KVH olmayanlarda, Non HDL<130 ve
T.Kolesterol/HDL<3,5 olanlarda hedefe ulaşım oranı yüksek saptandı.
Diyabet, kardiyovasküler hastalıklar için bağımsız bir risk faktörüdür ve bu risk beraberindeki
dislipidemilerle daha da artar. Bu nedenle diyabetik hastalarda LDL-kolesterol düzeyinin 100
mg/dl altında olması, trigliserid düzeyinin 150 mg/dl’nin altında, ayrıca HDL kolesterol
düzeyinin 45 mg/dl’nin üzerinde olması hedeflenmelidir. Tedavide ilk öncelik LDL’nin
düşürülmesi, ardından trigliseridin azaltılması, HDL’nin yükseltilmesi ve kombine
hiperlipideminin tedavisi olmalıdır.
Her ne kadar diyabetik dislipideminin karakteristik özelliği LDL-kolesterol yüksekliği
değilse de diyabetik olgularda statin kullanımının da yararı yapılan çalışmalarda açıkça
gösterilmiştir. Lipid düşürücü tedavinin etkisi konusunda yapılan çalışmalar toplu olarak
değerlendirildiğinde diyabetiklerde statin tedavisi ile toplamda %22 kardiyovasküler risk
azalması gözlemlenmektedir.
Sürekli olabilecek iyi bir tedavi sürecini yakalamak için hastanın uyumu ve ekip çalışması
şarttır. Hedef ulaşım oranını arttırabilmek için diayabet ve hiperkolesterolun çok iyi takip
edilmesi ve tedavinin buna göre düzenlenmesi çok önemlidir.
99
KAYNAKLAR
1- Büyük Devrim, Yılmaz M.T., Satman İ., Dinçoğlu N., Karşıdağ K., Altuntaş Y.:
Diyabetolojiye Giriş, Labaratuar ve klinik tanı kriterlerinin standardizasyonu,1996.
2- Bağrıaçık N. “Tanı, Komplikasyonlara yaklaşım ve tedavi kosonsus el kitabı, Nova
Nordisk diyabet servisi yayınları, İstanbul” 1997.
3- Braunwald E, Fauci A.S, Kasper D.L, Hauser S.L, Longo D.L, Jameson J.L,
Harrison İç Hastalıkları Prensipleri Nobel Tıp Kitabevleri 15.Baskı, 2004; 1382-1386, 2109-
2143.
4- Goldman L, Ausiello MD.: Cecil Textbook of Medicine. Güneş Kitabevi 22. baskı
2006; 1424-1452.
5- Chacil TJ, Ginsberg HN. Diabetic dyslipidemia. Endocrinol Metab Clin North Am
2006; 35: 491-510.
6- Krentz AJ. Lipoprotein abnormalities and their consequences for patients with type
2 diabetes. Diabetes Obes Metab. 2003; 5: 19-27.
7- Yılmaz M.T. Editörden Galenos Aylık Sağlık Meslek Dergisi1997; 1,3.
8- Hatemi H. Diabetes Mellitusun tarihçesi. Aktüel Tıp Dergisi 1996; 7: 497 – 499.
9- Powers AC. Diabetes Mellitus. İn: Kasper DL, Fauci AS, Longo DL, Braunwald E,
Hauser SL, Jameson JL, editors. Harrison’s principles of internal medicine. 16th ed. USA:
McGraw Hill, 2005; 2152- 80.
10- Nathan DM, Cagliero E. Diabetes mellitus. İn: Felig P, Frothman AL, editors.
Endocrinology& Metabolism. 4th int. ed. USA, Mc Graw Hill,2001; 827-926.
11- Yenigün M, Ener N. Diabetes mellitus’un tarihçesi. İn: Yenigün M, Altuntaş Y,
editörler. Her yönüyle diabetes mellitus. 2inci baskı. İstanbul: Nobel tıp kitabevi,2001, 3- 6.
12- Watkins PJ. Drury PL. Howell SL. Diabetes and its a managenant 5th
ed.Blackwell Co p:3 1996.
13- Erdoğan G.: Diabetes Mellitusun tedavisi 1.Baskı, Bilimsel Tıp Yayınevi
Ankara,1997.
14- Warram JH, Krolewski WC. Epidemiology of diabetes mellitus. İn: Kahn CR,
Weir GC, King GL, Jacobson AM, Moses AC, Smith RJ, editors. Joslin’s diabetes mellitus.
14th ed. Boston: Lippincott Williams&Wilkins, M 2005;341-54.
100
15- Shaw J, Zimmet P. Epidemiology of type 2 diabetes an increasing problem, also in
dialysis units. İn: Mogensen CE editor. Diabetic nephropathy in type 2 diabetes. London:
Science Press, 2002;21- 30.
16- Satman İ. Diabetes mellitus’un epidemiyolojisi. İn: Yenigün M, Altuntaş Y,
editörler. Her yönüyle diabetes mellitus. 2inci baskı. İstanbul: Nobel tıp kitabevi, 2001;69- 84.
17- İmamoğlu S. Diabetes Mellitus. Ed. Dolar E, İç Hastalıkları, Nobel&Günes Tıp
Kitabevi Đstanbul; 2005: 692-719.
18- Reaven G, Strom T, Tip 2 Diyabet Sorular ve Cevaplar, Çev. Ed: Satman Đ, Merit
Publishing International; 2003: 17-35.
19- Satman I, Yılmaz MT, and TURDEP group. Population-Based Study of Diabetes
and Risk Characteristics in Turkey: Results of the Turkish Diabetes Epidemiology Study
(TURDEP). Diabetes Care 2002; 25: 1551-1556.
20-The DECODE Study Group. Glucose tolerance and mortality: Comparison of
WHO and American Diabetes Association diagnostic criteria. The Lancet 1999; 354: 617-621
21- Tüzün M, Yılmaz C, Kabalak T. Endokrinoloji El Kitabı, 3. baskı. İzmir Güven
Kitabevi; 2004; 609-700.
22- Labovitz HE, Diagnosis and classification of diabetes mellitus, In Labovitz HE,
Ed. Therapy for diabetes mellitus and related disorders, American Diabetes Association
Clinical Education Series, 3th edition, Virginia; 1998: 4-7.
23- Tuomi T, Groop LC, Zimmet PZ, Rowley MJ, Knowies W, Mackay IR.
Antibodies to glutamic acid decarboxylase reveal latent autoimmune diabetes mellitus in
adults with a non insulin dependent onset of disease. Diabetes 1993; 42: 259-62.
24- World Health Organization. WHO Study Group. Diabetes Mellitus. Geneva.
Tech Rep Ser 1985; 727: 1-113.
25-Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Derneği; Diabetes Mellitus ve
komplikasyonlarının tanı tedavi ve izlem klavuzu Eylül 2007,2.Baskı
26- Madsbad S, Krarup T, McNair P, Christiansen C, Faber OK, Transbol I, Binder C.
Practical clinical value of the C-peptide response to glucagon stimulation in the choice of
treatment in diabetes mellitus. Acta Med Scand 1981; 210: 153-6.
27-Altuntaş Y, Yılmaz MT, Önal H, Dinççağ N, Karşıdağ K, Arıoğlu E, Devrim AS.
Patterns of change in beta-cell reserve within the first two years of Type I diabetes mellitus.
Diabetologia 1993; 36 (Suppl 1): A 203.
28- Golay A, Felber JP, Jequier E, DeFronzo RA, Ferrannini E: Metabolic basis of
obesity and non-insulin dependent diabetes mellitus. Diab Metab Rev 1988; 4: 727-47.
101
29- Reaven GM, Hollenbec CB, Chen Y-DI. Relationship between glucose tolerance,
insulin secretion and insulin action in non-obese indiviuals with varying degrees of glucose
tolerance. Diabetologia 1989; 32; 52-9.
30. Yenigün M, Altuntaş Y. Her Yönüyle Diabetes Mellitus. Nobel Tıp Kitabevleri 2.
Baskı 2001; 69-85, 215-219, 219-237, 237-245.
31. Özata M. Tip 2 Diyabetin Tıbbi Tedavisi. American Diabetes Association 5.Baskı
2004: 3-17.
32- King H, Aubert RE; Herman, WH: Global burden of diabetes,1995-2025:
prevalence numerical estimates, and projections. Diabetes care 1998; 9: 1414-1431.
33- World Health Organization. WHO Study Group. Diabetes Mellitus. Geneva.
Tech Rep Ser 1985; 727: 1-113.
34- International Meeting on Diabetes and Ramadan Recommendations: Edition of the
Hassan II Foundation for Scientific and Medikal Researchon Ramadan. Casablanca, Morocco
FRSMR, 1995.
35- Yenigün M.; Her Yönüyle Diabetes Mellitus, Nobel Yayınları 2001, 840-910
36-O’Sullivan JB, Mahan CM. Criteria for the oral glucose tolerance test in
pregnancy. Diabetes 1964; 13: 278-85.
37-The Expert Committee on the Diagnosis and Classification of Diabetes Mellitus:
Report of The Expert Committee on the Diagnosis and Classification of Diabetes Mellitus.
Diabetes Care 1999; 22(Suppl.1): S5-S19.
38- Reardon W, Ross RJM, Sweeney MG, Luxon LM, Pembrey ME, Harding AE,
Trembath RC. Diabetes mellitus associated with a pathogenic point mutation in mitochondrial
DNA. Lancet 1992;340:1376-79.
39- Kadowaki T, Kadowaki H, Mori Y, Tobe K, Sakuta R, Suziki Y, Tanabe Y,
Sakura H, Awata T, Goto Y, et al. A subtype of diabetes mellitus associated with a mutation
of mitochondrial DNA. N Engl J Med 1994;330:962-68.
40- Johns DR. Mitochondrial DNA and disease. N Engl J Med 1995;333:638-44.
41- Gruppuso PA, Gorden P, Kahn CR, Cornblath M, Zeller WP, Schwartz R.
Familial hyperproinsulinemia due to a proposed defect in conversion of proinsulin to insulin.
N Engl J Med 1984;311:629-34.
42- Given BD, Mako ME, Tager HS, Baldwin D, Markese J, Rubenstein AH, Olefsky
J, Kobayashi M, Kolterman O, Poucher R. Diabetes due to secretion of an abnormal insulin.
N Engl J Med 1980;302:129-35.
102
43- Taylor SI. Lilly Lecture: molecular mechanisms of insulin resistance: lessons from
patients with mutations in the insulin receptor gene. Diabetes 1992; 41: 1473-90.
44- Dunaif A, Segal KR, Shelley DR, Green G, Dobrjansky A, Licholai T. Evidence
for distinctive and intrinsic defects in insulin action in polycystic ovary sendrome. Diabetes
1992; 41: 1257-66.
45- Pandit MK, Burke J, Gustafson AB, Minocha A, Peiris AN. Drug-induced
disorders of glucose tolerance. Ann Int Med 1993;118:529-40.
46- Assan R, Perronne C, Assan D, Chotard L, Mayaud C, Matheron S, Zucman D.
Pentamidine-induced derangements ogf glucose homeostasis. Diabetes Care 1995; 18: 47-55.
47- Esposti MD, Ngo A, myers MA. Inhibition of mitochondrial complex I may
account for IDDM induced by intoxication with rodenticide Vacor. Diabetes 1996; 45: 1531-
34.
48- Fabris P, Betterle C, Floreani A, Greggio NA, de Lazzari F, Naccarato R,
Chiaramonte M. Devolepment of type 1 diabetes mellitus during interferon alpha therapy for
chronic HCV hepatitis. Lancet 1992;340:548.
49- Shiba T, Morino Y, Tagawa K, Fujino H, Unuma T. Onset of diabetes with high
titer anti-GAD antibody after IFN therapy for chronic hepatitis. Diabetes Res Clin Pract 1996;
30: 237-41.
50- Karjalainen J, Knip M, Hyoty H, Linikki P, Ilonen J, kaar M-L, Akerblom HK.
Relationship between serum insulin antibodies, islet cell and antibodies and Coxackie-B4 and
mumps virus-spesific antibodies at the clinical manifestation of type 1 diabetes. Diabetologia
1988; 31: 146-52.
51- Pak CY, Eun H, McArthur RG, Yoon J. Association of cytomegalovirus infection
with autoimmune type 1 diabetes. Lancet 1988; 1-4.
52- Solimena M, Folli A, Aparisi R, Pozza G, De Camilli P. Autoantibodies to
GABA-nergic neurons and pancreatic beta cells in stiff-man syndrome. N Engl J Med
1992;41.347-53.
53- Taylor SI. Lilly lecture: molecular mechanism of insulin resistance lessons from
patients with mutations in the insulin receptor gene. Diabetes 1992; 41: 1473-90.
54- Barrett TG, Bundey SE, Macleod AF. Neurodegeneration and diabetes: UK
nationwide study of Wolfram ( DIDMOAD) syndrome. Lancet 1995; 346: 1458-63.
55- The Expert Committee on the Diagnosis and Classification of Diabetes Mellitus:
Report of The Expert Committee on the Diagnosis and Classification of Diabetes Mellitus.
Diabetes Care 1999; 22(Suppl.1): S5-S19.
103
56- National Diabetes Data Group. Classification and Diagnosis of diabetes mellitus
and categories of glucose intolerance. Diabetes 1979; 28: 1039-57.
57- Lebovitz HE. Diagnosis and classification of diabetes mellitus. In: Lebovitz HE,
Ed. Therapy for diabetes mellitus and related disorders. American Diabetes Association
Clinical Education Series, Third Edition, Virginia, 1998: 4-7.
58- The Expert Committee on the Diagnosis and Classification of Diabetes Mellitus:
Report of The Expert Committee on the Diagnosis and Classification of Diabetes Mellitus.
Diabetes Care 1997; 20 (Suppl.1): 1183-97.
59- American Diabetes Association: Diagnosis and classification of diabetes mellitus.
Diabetes Care 2005;27(Suppl.1): 37-S42
60- Yenigün M., Mikro ve Makroanjiopatiler: Kardiyovasküler diabet. Edt. Yenigün
M.İ. U Basımevi, 1997; s: 150-222.
61-. Yenigün M., Diabetes Mellitus geç komplikasyonları her yönüyle Diabetes
Mellitus kitabından. Editör: Yenigün M.Nobel Tıp Kiatbevi, 1995, s:546-584.
62- The Diabetes and Complication Trial Research Group(1993). The effect of
intessive treatment of diabetes. Dermendez G., Nodas J., Sa’pi Z.: Lipoblastoma- Like
Lipoatrophyinduced by human insülin: Morphologicalevidence korlocal dedillereution of
adipocysts? Diabetologia 2000; 945.
63- Yenigün M., Diabetik makroanjiopati (diabetik makrovasküler hastalık) Her
yönüyle Diabetes Mellitus adlı kitabından Editör: Yenigün M. Nobel Tıp Kitabevi, 2001,
İstanbul, s: 315
64- Yenigün M. Kardiyovasküler Diyabet İ.Ü Basımevi ve film merkezi. İstanbul
1997; 126-128, 144-148.
65-Hatemi H. Diabet komplikasyonları ve risk faktörleri Diabetes Mellitusun (ed.
H.Hatemi) Alemdar Ofset Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Yayınları 1988; 313-343.
66- American Diabetes Association: Role of cardiovascüler risk factor in prevention
and treatemant of macrovascüler disease in diabetes. Diabetes car. 1989; 12: 573-579.
67- Kaplan NM., Weidmann P.: Introduction is hypertension a metabolic disease
(editorial) Am. Hearth J 1993; 125: 1485-7.
68- Swislocki ALM. Hoffman BB. Reavan GM. İnsülin resistence, glucose intolerence
and hyperinsülinemia in patients with hypertension Am. J. Hypertens. 1989; 2. 419-23.
69- Blom, A. And İreland, J:Diabet Atlası 1982.
104
70- Sodeman WA. TM: Sodeman’s Pathologic Physiology mechanisms of disease.
Çevirenleri: V. Cesur, N. Kemal, 1. Baskı Hekimler Birliği Vakfı, Türkiye Klinikleri
Yayınevi. Ankara,1992 Cild 2.
71- Heller RS. Clorke P., Daly H., Davis I., Mc Culloch DK., Allison SP., Tattersall
RB.: Group education for obese patients with type II DM, greater succeses atless Cost.
Diabetes Medicine 1998;5,552-556.
72- Yenigün (ed): Her yönüyle Diabetes Mellitus, 1995.
73- Bağrıaçık N.Diabet ve tedavisi. Nurettin Uycan Basım sanayi 1988. 44. Tüzün M.:
Diabet ayak ve tedavisi Asya Tıp Yayınevi, İzmir 1998; 2-6, 12-24.
74- Barnett A. Prevention and treatment of the diabetic foot ulce. B.J. Nurs. 1992;
2(1): 7-10.
75- Levin ME.: Foot lesion in patients with diabetes mellitus. Endocrinal Metab. Clin.
North Amer. 1996; 25(2): 447-462.
76- Levin ME.: The diabetic foot pathophysiology evaluation and treatment in the
diabetic foot. Martin E., Levin and Lawrence W. o’neal (eds), 4t edt., Mosby Com, 1998; 1-
58.
77- Deckert T., kofeod-Enoveoldsen A., Norgorad K. Et al: Microalbuminüria:
implication for micro and macrovasculer disease.Diabetes care 1992; 15:1181-1191.
78- Hermon WH.: Eye disease and nefropaty in NIDDM Diabetes. Diabetes Care
1990; 13: 24- 29.
79- Osterby R., Gundersen HJG.: Glomeruler size and structure in diabetes mellitus. 1
early abnormalities Diabetolojia1990; 33. 407-10.
80- Yılmaz M.T.:Tip 1 Diabetin otoimmun patogenezi. Aktüel Tıp Dergisi 1996; 7:
512- 516.
81- Norgoord K., Feldt B., Barch K., et al: Prevelance of hypertension in type 1
diabetes mellitus. Diabetologia 1990; 33: 407-10.
82- Nauer SM., Steffes MW., Ellis EN. et al: structural-functional relationship in
diabetic nefropathy.
83- Mogensen CE.: Renal changes and nepropathy in diabetes, Hoechst Marion
Roussel, Bridgewater NJ. 1996; 3-12.
84- Deckert T. Norgorad K. et al: Microalbuminuria implication for micro and
macrovascüler disease. Diabetes care, 1992; 1181-1191.
85-Gulan M. Gottesman S., Zinman B.: Biosyntetich human insülin improves post
prandiyal glucose excursions in type 1 diabetes Am. İntern. Med. 1987; 107 (4), 506-9.
105
86- İsselbacter DL., Braunwald E., Wilson JD., Martin JB. Et al Harrison’s Principles
of internal Medicine. Thirtheen international edition, Mc Graw, Hill inc 1994, Volume 2.
87- Coroha A.: Diabetik nöropati Galenes aylık Sağlık Dergisi 1997;1:51.
88- Alello LM.Cavallerano JD.: Ocular complications of diabetes mellitus in: joskin’s
diabetes mellitus. Eds: CR kahn GC Weir, lea Rebigen 1372 ed philedelphia, Badlimore,
1994;771-773.
89- Kochner Em: Diabetic retinopathy B.M.J. 1993; 307: 1195-9.
90- Frak N.F.: on the pathogenesis of diabetic retinopathy, ophtalmology 1991;98:
586-93.
91-Greene DA., Lattiner SA., Sima AAF.: Sorbitol, phosphoinositides and
sodiumpotassium ATP ase in the pathogenesis of diabetic complications N. Engl. J. Med.
1987; 316: 559-606.
92- Pickup JC. Williams G.: Choronic complication of diabetes. Backwell scientific
publication, 1994; 45-98.
93- Cooppan R, General approach to the treatment of diabetes mellitus. İn: Kahn CR,
Weir GC, King GL, Jacobson AM, Moses AC, Smith RJ, editors. Joslin’s diabetes mellitus.
14th ed. Boston: Lippincott Williams&Wilkins, 2005;587- 96
94- Beaser RC, Weinger K, Bolduc-Bissell LM. Education in the treatment of
diabetes. İn: Kahn CR, Weir GC, King GL, Jacobson AM, Moses AC, Smith RJ, editors.
Joslin’s diabetes mellitus. 14th ed. Boston: Lippincott Williams&Wilkins, 2005;597- 610
95- Calmers KH. Medical nutrition theraphy. İn: Kahn CR, Weir GC, King GL,
Jacobson AM, Moses AC, Smith RJ, editors. Joslin’s diabetes mellitus. 14th ed. Boston:
Lippincott Williams&Wilkins, 2005;611- 32
96- Steppel JH, Horton ES. Exercise in patients with diabetes mellitus. İn: Kahn CR,
Weir GC, King GL, Jacobson AM, Moses AC, Smith RJ, editors. Joslin’s diabetes mellitus.
14th ed. Boston: Lippincott Williams&Wilkins, 2005;649- 58
97- Cheng AYY, Zinman B, Principles of insulin theraphy. İn: Kahn CR, Weir GC,
King GL, Jacobson AM, Moses AC, Smith RJ, editors. Joslin’s diabetes mellitus. 14th ed.
Boston: Lippincott Williams&Wilkins, 2005;659- 70
98- Lebovitz HE. Management of hyperglycemia with oral antihyperglycemic agents
in type 2 diabetes. İn: Kahn CR, Weir GC, King GL, Jacobson AM, Moses AC, Smith RJ,
editors. Joslin’s diabetes mellitus. 14th ed. Boston: Lippincott Williams&Wilkins, 2005;687-
710
106
99- 4S Group. Randomised trial of cholesterol lowering in 4444 patients with coronary
heart disease: The Scandinavian Simvastatin Survival Study (4S). Lancet 1994; 344:1383-
1389.
100- WOSCOPS Group. Influence of pravastatin and plasma lipids on clinical events
in the West of Scotland Coronary Prevention Study (WOSCOPS). Circulation 1998; 97:
1440-1445.
101-Framingham Heart Study. Epidemiology of triglycerides: a view from
Framingham. Am J Cardiol 1992; 70: 3-9.
102-Sansoy V. Türkiye’de obezite ve metabolik sendrom. Türkiye’de diyabet ve
metabolik sendrom epidemiyolojisi: 123-137.
103- Richard S, Prabha S. Cholesterol treatment guidelines update. Am Fam Physician
2002; 65: 871-880.
104- Türk Kardiyoloji Derneği. Koroner Kalp Hastalığı için Risk Faktörleri. Koroner
Kalp Hastalığından Korunma ve Tedaviye İlişkin Ulusal Kılavuz: 1995.
105- Fleal MK. Blood lipid levels in type 2 diabetes: What are the effects of diet?
Diabetes Care 1999; 22: 1605-1606
106- İliçin G., Biberoğlu K, Süleymanlar G., Ünal S. Temel İç Hastalıkları. Güneş
Kitabevi 2.Baskı 2003: 2279-2332.
107-Türkoğlu C, Kayıkçıoğlu M. Diyabetik hastalarda kardiyovasküler
komplikasyonlar: Diyabet ve Kardiyovasküler Hastalıklar İlişkisi. Diyabet Forumu 2006; 4:
4-8.
108-. Kreisberg RA. Diabetic dyslipidemia. Am J Cardiol 1998; 82: 67-73
109- Heinecke JW. Mechanisms of oxidative damage of low density lipoprotein in
human atherosclerosis. Curr Opin Lipidol 1997; 8: 268-274.
110- Reaven GM. Banting Lecture 1988. Role of insulin resistance in human disease.
Diabetes 1988; 37: 1595-1607.
111- Krauss MR. Lipids and lipoproteins in patients with type 2 diabetes. Diabetes
Care 2004; 27: 1496-1505.
112- Tan CE, Forster L, Caslake MJ, Bedford D, Watson TDK, et al. Relations
between plasma lipids and postheparin plasma lipases and VLDL and LDL subfraction
patterns in normolipidemik men and women. Arterioscler Thromb Vasc Biol 1995; 15: 1839-
1995.
107
113- Watson TD, Caslake MJ, Freeman DJ, Griffin BA, et al. Determinants of LDL
subfraction distribution and concentration in young normolipidemik subjects. Arterioscler
Thromb 1994;14: 902-910.
114- Zambon A, Austin MA, Brown BG, Hokanson JE, Brunzell JD. Effect pf hepatic
lipase on LDL in normal men and those with coronary artery disease. Arterioscler Thromb
1993; 13: 147-153.
115- Lamarche B, Tchernof A, Moorjani S, Cantin B, Dagenais GR, et al. Small,
dense low density lipoprotein particles as a predictor of the risk of ischemic heart disease in
men: prospective results from the Quebec Cardiovascular Study. Circulation 1997; 95: 69-75.
116-Fiengold KR, Grunfeld C, Pnag M, et al. LDL subclass phenotypes and
triglyceride metabolism in non-insülin dependent diabetes. Arteriosclerosis and Throm 1992;
12: 1496-1502.
117-Stewart MW, Laker MF, Dyer RG, et al. Lipoprotein compositional abnormalities
and insülin resistance in type 2 diabetic patients with mild hyperlipidemia. Arteriosclerosis
Throm 1993; 13: 1046-52.
118- Lyons TJ. Glycation and oxidation: A role in the pathogenesis of aterosclerosis.
Am J Cardiol 1993; 71: 26-31.
119- Anber V, Griffin BA, McConnel M, Packard CJ, Shepherd J. Influence of plasma
lipid and LDL subfraction profile on the interaction between low density lipoprotein with
human arterial wall proteoglycans. Atherosclerosis 1996; 124: 261-271.
120- Laakso M, Lehto S. Lipids and lipoproteins predicting coronary heart disease
mortality and morbidity in patients with non-insulin-dependent diabetes. Circulation 1993; 88:
1421-1430.
121- Steinbrecher UP, Witztum JL. Glycosylation of low- density lipoproteins to an
extent comparable to that seen in diabetics slows their catabolism. Diabetes 1984; 33: 130-
134.
122- Gazzaruso C, Garzaniti A, Giordanetti S. Assesment of asymptomatic coronary
artery disease in apparently uncomplicated type 2 diabetic patients. Diabetes Care 2002; 25:
1418-1424.
123- Klein RL, Laimins M, Lopes-Varella MF, et al. Isolation, characterization and
metabolism of the glycated and nonglycated subfractions of low-density lipoproteins isolated
from type 1 diabetic patients and nondiabetic subjects. Diabetes 1995; 44: 1093-1098.
124- American Diabetes Association. Clinical Practical Recommandations. Standarts
of medical care in diabetes. Diabetes Care 2007; 30: 4-41.
108
125- Grundy SM, Cleeman JI, Merz CN, et al. Implications of recent clinical trials fort
he National Cholesterol Education Program Adult Treatment Panel III guidelines. Circulation
2004; 110: 227-239.
126- Tenenbaum A, Fisman EZ, Morto M, Adler Y. Atherogenic dyslipidemia in
metabolic syndrome and type 2 diabetes: therapeutic options beyond statins. Cardiovasc
Diabetolog 2006; 5: 20.
127- Payzin S. Diyabetik dislipidemide satinlerin yeri. Türkiye Klinikleri Kard. 2004;
4: 9-12.
128- Collins R, Armitage J, Parish S, Sleigh P. Heart Protection Study Collaborative
Group. MRC/BHF Heart Protetion Study of cholesterol lowering with simvastatin in 5963
people with diabates: a randomised placebo-controlled trial. Lancet 2003; 361: 2005-2016.
129- Colhoun HM, Betteridge DJ, Durrington PN, et al. Primary prevention of
cardivascular disease with atorvastatin in type 2 diabetes in the Collaborative Atorvastatin
Diabetes Study (CARDS): multicentre randomised placebo-controleld trial. Lancet 2004; 364:
685-696.
130- Aksoy M. Diyabetik dislipidemi. Türkiye Klinikleri J Int Med Sci 2006; 2: 39-43.
131- Verges B. Diabetic dyslipidemia: insights for optimizing patient management.
Curr Med Res Opin 2005; 21: 29-40.
132-Ginsberg HN, Zhang YL, Hernandez-Ono A. Regulation of triglycerides in
insulin resistance and diabetes. Arch Med Res 2005; 36: 232-240.
133-Satman İ, Yılmaz T, Şengül A. Population- based study of diabetes and risk
characteristics in Turkey. Diabetes Care 2002; 25: 1551-1556.
134- Crawford MH, DiMarco JP. Hiperlipidemi Tedavisi. Crawford Kardiyoloji
2003;7: 1-18.
135- Kültürsoy H. Lipid Düşürücü Tedavi. Koroner Kalp Hastalığı Primer ve
Sekonder Koruma 2001:335-358.
136- Prisco D, Rogasi PG, Panicca R, et al. Altered lipid composition and
thromboxane formation in trombosits from patients affected by type IIa hyperlipoproteinemia.
Thrombosis Research1988;50: 593-604.
137- Hernandez R, Carvajal AR, Pajuelo JG, et al. The effect of doxazosin on
trombosit aggregation in normotensive subjects and patients with hypertension. Am Heart J
1991; 121: 389-394.
138- American Diabetes Association: Dyslipidemia Management in Adults With
Diabetes. Diabetes Care 2004, 27: 68-71
109
139- Arslan M. Arslan E. Diyabetik Dislipidemi Tedavisi. Diyabet Forumu 2006; 2:
52-58.
140- Saito I, Aaron R, Frederick L et al. Nontraditional risk factors for coronary heart
disease. Incidence among persons with diabetes: The Atherosclerosis Risk in
Communities(ARIC) Study. Annals of internal medicine 2000; 133: 81-91.
141- CDC. Prevalance of diabetes and impaired fasting glucose in adults United States
1999-2000. MMWR 2003; 52: 833-837.
142-Yenigün M, Ener N. Diabetes mellitus’un tarihçesi. İn: Yenigün M, Altuntaş Y,
editörler. Her yönüyle diabetes mellitus. 2inci baskı. İstanbul: Nobel tıp kitabevi, 2001;3- 6
143- Putzer G., Roetzheim R., Ramirez A. M., Sneed K., Brownlee H. J., Campbell R.
J. Compliance With Recommendations For Lipid Management Among Patients With Type 2
Diabetes in an Academic Family Practice. University of South Florida 2003.
144-Özkan Y., Çolak R., Koca S.S., Dağ S., Kan E.K., Sırma N. Diyabet ve
Hiperlipidemi. Tedavide Ne Kadar Başarılıyız? Fırat Üniversitesi. 2007.
145-Denke MA, Sempos CT, Grundy SM. Excess body weight: an underrecognized
contributor to dyslipidemia in white American women. Arch Intern Med 1994;154:401-10.
disease in men and women. Circulation 1985;71: 881-8.
146- Waldman A, Kritharides L. The pleiotropic effects of HMG-CoA Reductase
Inhıbitors: their role in osteoporosis and dementia. Drugs 2003; 63: 139-52.
147- Karpuz H. Hiperlipidemiye güncel yaklaşım. İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi
Sürekli Tıp Eğitim Etkinlikleri Sık Görülen Kardiyolojik sorunlarda güncelleme sempozyum
dizisi No:40 Haziran 2004; s69-74
148- Levy D, Wilson PF, Anderson KM, Castelli WP: Stratifying the patient at risk
from coronary disease: New İnsights from the Framingham Hearth Study. Am Hearth J 1990;
119:712.
149-Khan H.A., Sobki S.H., Khan S.A., Clinical significance of HbA1c as a marker of
circulating lipids in male and female type 2 diabetic patients.King Saud University 2006.
150-Rohlfing CL, Wiedmeyer HM, Little RR, England JD, Tennill A, Goldstein DE
Defining the relationship between plasma glucose and HbA1c: analysis of glucose profiles
and HbA1c in the Diabetes Control and Complications trial. Diabetes Care 2002, 25: 275–278
151-Selvin E, Coresh J, Golden SH, Brancati FL, Folsom AR, SteffesMW Glycemic
control and coronary heart disease risk inpersons with and without diabetes: the
atherosclerosis risk incommunities study. Arch Intern Med 2005, 165:1910–1916
110
152-Selvin E, Coresh J, Shahar E, Zhang L, Steffes M, Sharrett ARGlycemia
(haemoglobin A1c) and incident of ischemic stroke: the Atherosclerosis Risk in Communities
(ARIC) study. Lancet Neurol 2005, 4: 821–826 311:953–959
153-Ravipati G, Aronow WS, Ahn C, Sujata K, Saulle LN, Weiss MB Association of
hemoglobin A1c level with the severity of coronary artery disease in patients with diabetes
mellitus. Am J Cardiol 2006,97:968–969 Circulation 101:2040–2046
154-Denke MA, Sempos CT, Grundy SM. Excess body weight: an underrecognized
contributor to high blood cholesterol levels in white American men. Arch InternMed
1993;153:1093-103.
155-Olefsky J, Reaven GM, Farquhar JW. Effects of weight reduction on obesity:
studies of lipid and carbohydrate metabolism in normal and hyperlipoproteinemic subjects. J
Clin Invest 1974; 53: 64-76.
156-Grundy SM, Mok HYI, Zech L, Steinberg D, Berman M. Transport of very low
density lipoprotein triglycerides in varying degrees of obesity and hypertriglyceridemia. J
Clin Invest 1979;63:1274-83.
157-Garrison RJ, Wilson PW, Castelli WP, Feinleib M, Kannel WB, McNamara PM.
Obesity and lipoprotein cholesterol in the Framingham Offspring Study. Metabolism 1980;
29:1053-60.
158-Hartz AJ, Rupley DC, Kalkhoff RD, Rimm AA. Relationship of obesity to
diabetes: influence of obesity level and body fat distribution. Prev Med1983; 12: 351-7.
159-Stern MP, Haffner SM. Body fat distribution and hyperinsulinemia as risk factors
for diabetes and cardiovasculardisease. Arteriosclerosis 1986; 6: 123-30.
160-Berchtold P, Berger M, Jorgens V, Daweke C, Chantelau E, Gries FA,
Zimmermann H. Cardiovascular risk factors and HDL-cholesterol levels in obesity. Int J Obes
1981;5: 1-10.
161-Berchtold P, Jorgens V, Finke C, Berger M. Epidemiology of obesity and
hypertension. Int J Obesity 1981;5(suppl 1):1-7.
162-Blair D, Habicht J-P, Sims EAH, Sylwester D, Abraham S. Evidence for an
increased risk for hypertension with centrally located body fat and the effect of race and sex
on this risk. Am J Epidemiol 1984;119:526-40.
163-Mahley RW, Palaoğlu KE, Atak Z, et al: Turkish Heart Study: Lipids,
lipoproteins, and apolipoproteins. J Lipid Res 1995; 36: 839-859
164- Yenigün M, Altuntaş Y. Her Yönüyle Diabetes Mellitus. Nobel Tıp Kitabevleri
2. Baskı 2001; 829-831.
111
165-Palumbo P.J. Metformin: Effects on Cardiovaskular Risk Factors in Patients with
Non Insulin Dependent Diabetes Mellitus. Journal of Diabetes and Its Complications 1998;
12: 110-119
166- Shepherd J, Cobbe SM, Ford I, et al. Prevention of coronary heart disease with
pravastatin in men with hypercholesterolemia. West of Scotland Coronary Prevention Study
Group. N Engl J Med 1995; 333: 1301-1307.
167- Barter PJ. HDL cholesterol testing: implications for clinical management. Aust
Presc 1994; 17: 99-102.
168- Keefe JH, Bell DSH, Wyne KL, Haffner SM. Diabet Esasları. Avrupa Tıp
Yayıncılık 1.baskı 2006: 81-100.
169- Betteridge J. Benefits of lipid lowering therapy in patients with type 2 diabetes
mellitus. Am J Med 2005; 118: 10-15.
170-Assman E, Schulte H. The prospective cardiavascular Munster(PROCAM) study:
prevelance of hyperlipidemia in persons with hypertension and/or diabetes mellitus and the
relationshiip to coronary heart disease. Am Heart J 1988; 116: 1713-24
171-Smith D.A. Endocrinology and Metabolısm Clınıcs 2009; 38: 2-3.
172- Grundy SM, Cleeman JI, Merz CN, et al. Implications of recent clinical trials for
the National Cholesterol Education Program Adult Treatment Panel III Guidelines.
Coordinating Committee of the National Cholesterol Education Program. J Am Coll Cardiol.
2004 Aug 4;44(3):720-32.
173-Onat A. Türk Halkında Lipid, Lipoprotein ve Apolipoproteinler ile Bunların
Koroner Arter Hastalığı’na Etkileri. Anadolu Kardiyoloji Dern. Arş. 2004; 4: 236,45.