sendrom #5

48

Upload: sendrom-dergi

Post on 25-Jul-2016

250 views

Category:

Documents


7 download

DESCRIPTION

 

TRANSCRIPT

Page 1: Sendrom #5
Page 2: Sendrom #5

İşbu fanzin Koç Üniversitesi yazıcılarında, aşağıda ismi geçen öğrencilerin katkısıyla basıldı.

Cemre Ağaoğlu Osman Kaan Demiröz Kaan Ayparlar Gizem KarakayaEge AcarDila Naz Yazıcı Sedanur KeleşGözde BerkilDilara Demirörs Mert Tekbıyık Mehmet Çağatay Barın Serenay KekeçBerk Doğan Sinan Özyürek Zeynep Camuşcu Cemre Edip Yalçın İlkiz GürbüzEce TanovaÖzge ArmutçuHilal Büşra Ceylan Oğuzhan ŞalEyşan Demirkaya Enes ErtürkNehir Aysıla Şahin Rahmi Can Yamanoğlu Duygu Kızılkaya Yasemen Aktaş Onur CanpekTuba Görmezk

İyi ki varsınız.

Page 3: Sendrom #5

Kapak Tasarımı:Kaan Ayparlar

Yazı İşleri:Berkeren BüyükerenCemre Edip YalçınEge AcarElvan KamaEyşan DemirkayaGizem KarakayaHasan Basri ÇifciPınar TürerSevgi AkkayaZeynep Camuşcu

Tasarım:Ayşe Kevser ArslanFatma Elif AlbayrakEyşan DemirkayaKaan Ayparlar

Redaksiyon:Berkeren BüyükerenElvan KamaGizem KarakayaGözde BerkilPınar TürerZeynep Camuşcu

Organizasyon:Cemre Edip YalçınGizem KarakayaGözde BerkilHasan Basri ÇifciZeynep Camuşcu

İletişim:[email protected]/sendromdergitwitter.com/sendromdergi

Sayı: 5 2015

Page 4: Sendrom #5

2

3 . . . 2015 = 1915 + 100 Kızarıkları / Emre Alpun

6 . . . 10bir (müzik) / Cem Ergin

7 . . . 10bir (kitap) / Sevgi Akkaya

9 . . . Uçuşmak / Ayşe Kevser Arslan

10 . . . Kadınlarım & Çiziklerim / Cemre Karabiber

12 . . . Müzikte İcra ve Yorum / Yasemen Aktaş

16 . . . / Gözde Berkil

18 . . . Astronomical Time-Slip / Eyşan Demirkaya & Melis Salihoğlu

20 . . . William S. Burroughs / Elvan Kama

24 . . . Canavar Romancı / Hasan Basri Çifci

27 . . . Bugün Edebiyat / Cemalettin Kaya

29 . . . Öğle Uykusu Üzerine / Zeynep Camuşcu

30 . . . Brokoli Sevmeyen Yuppie / Berkeren Büyükeren

32 . . . Siste Yolculuk / Pınar Türer

34 . . . Defend Kebab / Denizcan Dede

37 . . . Ekin / Berkay Üzüm

42 . . . Gezgin Söyleşileri / Hasan Basri Çifci

44 . . . Politik Olarak Yanlış

Page 5: Sendrom #5

2015 = 1915 + 100 Kızarıklıkları

Emre AlpunSokakta yaya demenin yer yer dayakla cezalandırıldığı bir kamusal alanda dil yasağı politikasının içine doğmuş, Ermeni okullarında dahi Ermenilerin vatan haini olduklarına dair nefret söylemi içerikli ve pek tabi Milli Eğitim Bakanlığı onaylı belgesellerle büyümüş ve nihayetinde Hrant Dink’in bir gün sokakta yatan ölü bedeniyle istisnasız tüm ailesinin günlerce -sadece evde- hıçkırıklı ağlamalarına şahit olmuş bir arkadaşımızın bir Ermeni dölünün büyük senaryolardan sıyrılıp kalbine dokunabilmek için çok doğru bir zaman 2015.

Kadim ve eski bir topluluk, Millet-i Sadıka, yeri gelince ebedi dost, ders kitaplarımızda yazıldığı kadarıyla ‘dış tehdit’ ya da arkadan bıçak sallayan nankör düşman. İyi de gerçekten bu soyut tanımların ötesinde kim bu Ermeniler? Sahi nerden geldiler ve ne istiyorlar daha önemlisi bir gün Harput’ta bir dedenin bana söylediği gibi “Neden bir gün durduk yere gitmeye karar verdiler?”

Ermeniler ve 1915; her 24 Nisan’da ABD Başkanı’nın kullanacağı kelime seçimi, küfürler savrulan bir düşman, bizi karalamaya çalışan yabancı güçlerin güdümünde bir tehdit ya da arada gündem karışsın diye bir ikisinin öldürülebileceği bir oyun malzemesi olan bir grup olarak sınırlandırılamayacak kadar geniş. Genişliği tam da hepimizin çocukken hafızalarından asla çıkmayacak şekilde öğretildiği üzere onların birer “Ermeni dölü” yani insan evladı olmalarında

yatıyor. Esasen tam da ben gibi bir döl idiler bir zamanlar bu insanlar da. Ta ki tam da içimizden bazıları (ya da birçokları) bu döllerin insan olduğu gerçeğinden bizi uzaklaştırıp da başka başka sıfat-larla beynimizi bulandırıp kalbimizi sağır edinceye dek.

“Bir gün Ağrı’nın bizimkine komşu olan köyündeki çocuklarla düğünün keyfini çıkartıyorduk. Sıkıldıktan sonra bir ihtiyaç bahanesiyle bazı büyüklerimizle birlikte uzunca bir yola çıktık. Sınıra yakın bir yerlerdeydik ve amcam bize uzaklardan

3

Page 6: Sendrom #5

sınırın öbür tarafında ot toplayan Ermenileri gösterdi. Arkadaşlarım ve ben dakikalarca şaşkınlığı üzerimizden atamadık çünkü bu insanların bize sürekli evde, sokakta anlatıldığı gibi kuyrukları yoktu. Basbayağı bizim gibiydiler.”

Günümüz şartlarında inanmanın bir hayli güç olduğu bu anlatı şu anda Galatasaray Üniversite’sinde hocalık yapan bir hukukçu ağabeyimin doğrudan deneyim paylaşımından sadece küçük bir alıntı. Tam da bu noktadan şiddet politikalarını ve asimilasyon felsefesini tartışmak gerek. Ötekileştirmenin zihin kodlarını her yönüyle içeren bu anekdot da açıkça gösteriyor ki yabancılaştırma ve yok sayma – bir çok faşist uygulamada farklı gruplar için mütemadiyen yapıldığını gördüğümüz üzere- önce farklılaştırma ve uzaklaştırmayla başlar. İşte tam bu noktada ben tüm yazımda bu büyük kavramlara, içi doldurulamayan politik söylemlere ya da ideolojik ve tarihsel duruşlara ve ‘gerçek’lere değil bizzat öznenin kendisine olayın müdahiline yani söz konusu döllere odaklanacağım.

Kök-kimlik-aidiyet üçgeninde yadsınamaz bir yer tutan yuva kavramı kişinin kendini konumlandırmasında, aidiyet atamasında ve kişilik gelişiminde önemli bir yer tutar. İsveç’te Süryanilerle yapılan sosyal-kültürel antropoloji çalışmaları sırasında Stockholm’deki üçüncü nesil Süryanilerin hala “sizce yuva neresi?” sorusuna cevap olarak Mardin’i ve Midyat’ı vermelerinde saklıdır tam da yuva denen kavramın bütünselleştiriciliği ve bağları korumadaki rolü. Ağrı Dağı’nın eteklerindeki köyde yaşanan bir hikayeyi devam ettirmek için Ararat[i]sayesinde kavuşan aşıkların öyküsüne değinmek istiyorum. Anait[ii] isimli şu anda 50’li yaşlarında sivil toplumda son derece aktif ve etnik kimliğini açıkça yaşayan bir kadının anlatımları şöyle: “70’li yıllarda bir gün Teşvikiye’de bir yerde oturuyorum arkadaşlarla. Bir genç eli ayağına dolanmış bir halde geldi ve sen Ağrılı mısın diye sordu. Çocuk ısrarla halasına çok benzediğimi acaba kendisini ve ailesini tanıyıp tanımadığını sordu. Ben güzel ve alımlıydım. Bu çocuğun da bana kur yapmak vesilesiyle böyle gereksiz bir muhabbet kur-maya çalıştığını düşündüm ve tersledim. Çocuk her şeye rağmen öğrenirsen beni Teknik Lise’de bul diyerek ayrıldı. Bu münasebetsiz olayı akşam sofra-da otururken ailemle biraz gülerek biraz temkinli paylaştım ve babamın yüzü kırmızıya döndü, annem ise kendini tutamayarak ağlamaya başladı. İşte ben bir Ermeni kızı olduğumu tamı tamına yirmi yaşında ve sokakta karşılaştığım çok büyük ihtimalle akrabam olan bir genç sayesinde öğrenmiştim. O anda yıllar boyu evdeki yasaklı konuların varlığı, neden dedelerimiz hakkında hiç bir şeyin anlatılmadığı ve daha bir sürü gündelik ayrıntı yerine oturdu. Her şey bir anda aydınlandı. Ararat’ın eteklerinden sürülen ve yıllar sonra Lübnan’da bir Ararat fotoğrafı sayesinde birbirlerine kavuşan babaannem ile dedemin hikayesini o gece öğrendim ve bir daha da asla unutamadım.”

“Seni korumak ve Türklere düşman olmaman için söylemedik.”

Ailesine bu gerçeğin gizlenme nedenisorulduğunda ise Anait tüm akrabalarından aynı cevabı almış :

Şiddetten kaçınma biçimi olarak sürekli savunmada kalmak ve bizzat kendi kimliğini yok saymak Türkiye’de yaşayan Ermeniler’de çok görülen bir durum. Halen Samatya’da yaşayan ve

4

Page 7: Sendrom #5

askerde adli mahkumlara has olan “sakıncalılar” sınıfına sırf Ermeni olduğu için konulan Sarkis Amca’nın dile getirdiği “Keşke bizi de öldürselerdi de bu acıları yaşamasaydık[iii]” söylemi gibi bir çok temsilde köksüzleşme halini gözlemlemek mümkün. Kemani Serkis Efendi’nin meşhur bestesinde söylediği gibi “kimseye etmem şikayet” hali sokağa çıktığımız zaman 60 bin kadar kalan Ermeni halkının da gerçeklerini yansıtıyor.

1915 olaylarının üzerinden bir asır geçmek üzereyken artık merhamet değil adalet isteyen bir halkın sesine kulak verme zamanının geldiğinin hepimiz farkındayız. Sokakta yaya demenin yer yer dayakla cezalandırıldığı bir kamusal alanda dil yasağı politikasının içine doğmuş, Ermeni okullarında dahi Ermenile-rin vatan haini olduklarına dair nefret söylemi içerikli ve pek tabi Milli Eğitim Bakanlığı onaylı belgesellerle büyümüş ve nihayetinde Hrant Dink’in bir gün sokakta yatan ölü bedeniyle istisnasız tüm ailesinin günlerce -sadece evde- hıçkırıklı ağlamalarına şahit olmuş bir arkadaşımızın bir Ermeni dölünün büyük senaryolardan sıyrılıp kalbine dokunabilmek için çok doğru bir zaman 2015. Yüz kızarıklıklarımızı, yaşanan ve yaşatılan tüm acılarımızı tekrar dile getirmenin tam zamanı belki de. Çünkü biliyoruz ki geçmiş geçip giden bir şey olmanın çok ötesinde şu anı da biçimlendiren ve dönüştüren zaman üstü bir kavram. Psikanalizde travmanın nesilden nesle daha anne karnındayken aktarıldığını biliyoruz. Peki bizler gerçekten sonraki nesillere sustukça güçlenen, halının altına süpürdükçe üzerinde sandalyenin durmasını engelleyecek kadar büyüyen bu acıları bu travmaları mı miras bırakmak istiyoruz? Tüm bunların cevabını yine

bizler acının acıdan üstün olmadığını bilerek ve yargılamadan ortaklaşarak ve duygudaşlıkla anlamaya çalışan bizler vereceğiz.

[i] Nuh’un gemisinin büyük tufandan sonra oturduğuna ve Mitolojik olarak Ermeni ırkının ortaya çıkışına mekan olduğuna inanılan Ağrı Dağı’nın eski Türkçe’deki ve halen Ermenice‘deki karşılığı.[ii] Tüm kişi isimleri gibi bu da tamamen kurmacadır fakat olaylar aktarıldığı şekliyle yazıya geçirilmiştir.[iii] Hrant Dink ‘in öldürülmesinin akabinde yapılan konuşmada resmi makamlarca yaşadığı ayrımcılık örneklerine dair sorduğum bir soru üzerine[iv] Cansever, Edip: Mendilimde Kan Sesleri

“İnsan yaşadığı yere benzer O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer Suyunda yüzen balığa Toprağını iten çiçeğe Öylesine benzer ki Ve avlularına Ve sözlerine Hasretine, yalanına benzerGülemiyorsun ya, gülmekBir halk gülüyorsa gülmektir”[iv]

5

Page 8: Sendrom #5

6

Page 9: Sendrom #5

Ağula – Sibel K. TÜRKER (Öykü)

2006 yılında Haldun Taner Öykü Ödülü alan kitap, kendilerini paramparça edip son-ra kırıklarıyla derilerini yüzen insanlara dair kısa öyküleri içeriyor. Öykülerin tamamı okuyucuyu öyle bir düşünüşe sürüklüyor ki yaşadığımız kederlerin biçimlerinden-se sözlerine odaklanmış buluyoruz kendimizi. Okurken yaşamıma dönüp baktım ve kahroldum. Öyküler tek kelime ile tekinsiz!

Taşraya Bakmak – Tanıl BORA (Derleme)

Türkiye’de yaşamanın bir başka yüzüne ilişkin bir derleme. Yaşadığım şehir, üniver-sitenin getirdiği öğrenci popülasyonu nedeniyle aslında bir modern yaşam alanı gibi gözükse de taşra geleneğini fazlasıyla taşıyor. Kendimi, ailemi, komşumu yeniden gözden geçirdim. Türkiye’nin genç insanı için bambaşka bir içgörü demek bu.

Bazuka – Murat UYURKULAK (Öykü)

Güncel edebiyatımızda çok ilginç işler yapılmakta millet! Bu kitapta o ilginç işlerden birkaçı bulunuyor. Öykücülükte yeni bir bağlam keşfettim Bazuka’yı okurken. “Aşk, yalnızlık ve şiddete dair hikâyeler” olarak sunulmuş. Yetişkin olmakla aşkı yalnızlığı ve şiddeti tekrar gözden geçirip, salt ilişkilerini görmüş bir yazın.

Kule – Mehmet KAZIM (Şiir)

1998’de Yunus Nadi Şiir Ödülü almış bu şiirler. Kendinin ve ötekinin yolculuğuna ilişkin hepsi. Şiire bakış açımla ilgili değişik bir deneyimdi. Mehmet KAZIM’ın şair-liğinin de ötesinde ne kadar üst düzey bir okur olduğunu görüp de şaşırmamak elde değil. Şaşırmıştım.

Korkma İnsancık Korkma – Turgut ÖZAKMAN (Roman)

On ya da on bir yaşında falanım, doğum günümde tutuşturuldu bu kitap elime. Cin-sellik, edebiyat gibi şeyler denildiğini hatırlıyorum. Garipti o zaman. Geçenlerde eli-me geçti kütüphanemi düzenlerken, işimi bırakıp oturdum karıştırmaya başladım. Saatler sonra bitti kitap. Anladım. Turgut ÖZAKMAN’ın vakitsiz romancılığının en güzel örneği sanırım. Bir şehir, bir toplum, bir siyaset, bir gelenek küçücük birinin üzerine nasıl bu kadar gelir?

10birKitap

Sevgi Akkaya

7

Page 10: Sendrom #5

Hakkari’de Bir Mevsim – Ferit EDGÜ (Roman)

Şimdiye dek okuduğum en ilginç şeydi! Düşü gerçekten, kendimi hikayeden ayırama-dım. Bu kadar.

Devir – Ece TEMELKURAN (Roman)

Hazır kelebekler de meclise girmişken, okuma listenizin başına koyun derim. Dönem romanı olması sebebiyle çok beğeneniyle de karşılaştım, “Böyle olmamıştı ki!” diye hiddetleneni de gördüm. Ama aslında o kadar da önemli mi tüm bunlar? Ne yaşadı-ğınız, gerçekte ne olduğundan daha önemlidir dostlarım.

Eski Bahçe Eski Sevgi – Tezer ÖZLÜ (Öykü)

Açık konuşayım, Tezer ÖZLÜ’nün olayını bir türlü ikna olabileceğim bir yere oturta-mıyordum. Yaşamın Ucuna Yolculuk’u okumuştum ilk ve benzeri birkaç şey daha. Ne söylediğini anlıyor, ruh haline tanıklık ediyorum. Ancak bunalımını ve var olmakla alıp verememesini bir kenara bırakacak olursam, bu intihara meyilli şahsı neden bir edebiyat çerçevesinde okuduğumu bir türlü tanımlayamıyordum. Sonra Eski Bahçe Eski Sevgi’yi okudum. Onun müthiş yeteneğine hiç bu kadar açık seçik şahit olma-mıştım.

Gölgesizler – Hasan Ali TOPTAŞ (Roman)

İlk Hasan Ali TOPTAŞ okumamdı. O zamanlar huy edinmiştim, ödüllü eserleri liste-leyip sıra sıra okuyordum. Bu ödüllerin amacını anlamaya çalışıyordum. 1994 Yunus Nadi Roman Ödülü’nü almış bu kitap. Ödüllü kitap okuma takıntım geçtikten sonra kitabı ikinci kez okuduğumda, romanın başarısı benim için fazlasıyla netti.

İpek ve Bakır – Tomris UYAR (Öykü)

Annem Tomris UYAR’ın güncelerini çok sever, bense öykülerini. Sanırım gizliden gizliye başka bir hayatı yaşamak istiyor. Turgut’la tanışmak istiyor belki, ya da ne bi-leyim Turgut’la ayrılmak istiyor. Ama annem iyi bir modern öykücü olmak istemiyor belli ki, annem neden öyküler dururken hayatlara imreniyor? Gerçi annem magazin programlarını da çok sever. Gizlilik ihlal etmeyi seven tuhaf kadın!

Peri Gazozu – Ercan KESAL (Roman)

Bir kitap sitesinde roman kategorisinde diye şimdilik Peri Gazozu’ndan böyle bahse-deceğim. Açıkçası kitabı sınıflandırmakta zorlanıyorum. Ercan KESAL’ın okuyucuyu da peşine takıp anı anı gezmesi biraz Eternal Sunshine of the Spotless Mind havasına sahip, biraz film izliyormuşuz gibi. Biz okumazsak hikayeleri nefessiz kalıp solacak-mış gibi.

8

Page 11: Sendrom #5

Uçuşmak...

Ayşe Kevser Arslan

Page 12: Sendrom #5

1.

Uyandım. Ne sıcağa, ne soğuğa. Sadeceuyandım. Belki biraz duvarlarınbeyazına. Sarı bir duvar kağıdım yok yanianlayacağın. Beyaz, boş duvarlar.Perdelerim de sarı değil.Çirkin bir mavi. Ama sarıkokuyor. Nasıl koktu­ğunu anlatmama ge­rek yok, bendendaha iyi biliyor­sundur sarınınnasıl koktuğunu.

Histerik. Bizebiçilen sıfatbuymuş Char­lotte ve keli­menin özüneuygun, gelişinebiçmişler öyle.Uyandım ve benbugün saçlarımıkestirdim. Bir sene­den fazla olmuştu saç­larıma makas değmeyeli.Uzun ve güzeldiler. Uçları sarı.Sarı. Sarı kokuyordu saçlarım da perdelergibi. Kestirdim. Kırıklarını aldırmakistedim. Çünkü duvarların beyazınauyandığımda kırıklarım vardı Charlotte.Ve yazmak işe yaramadı. Bir defterimvar, “Yazıyorum, çünkü beni iyi yapıyor”yazıyor üstünde. Yapmadı. Hem zatendefterimi saklayacağım kimse de yoktu.

Ben kendimi odaya kilitle­medim Charlotte. Üzeri­

me, önceki gün san­dalyenin üstüne fır­

lattığım birkaç par­ça giysiyi geçirdimve aynaya baktım.Uçları sarı saçla­rıma. Uçları sarı,kendisi sarı kokansaçlarıma. Sonra ka­

pıyı çektim, çıktım.Ve kilitledim. Anah­

tarı yuttum Charlotte.Yuttum. Sonra gittim ve

kırıklarımı aldırdım.

Histerik. Bize biçilen sıfat buy­muş Charlotte.

Histerik.

10

Page 13: Sendrom #5

2.

4 Ekim

Gidişinin üzerinden tam 44yıl geçmiş. Ve gittiğin gününüzerinden 44 yıl geçtiğindeben başka bir şehirde, başkaolacağını sandığım bir hayat­tayım.

Ellerim yapış yapış. Arpa veşeker.

Saçlarım. Tütün.

Saçlarım az daha dalgalı olsa,aynı senin saçların Janis.Ellerimi içlerinden geçirip ar­kaya atıyorum, gözlerim kısık.Duman.

“Don’t you know, you’renothing more than a onenight stand.”

Biliyorum Janis. Biliyorlar.Hepimiz biliyoruz.

Bu duman, arpa ve şeker,saçlarımın dalgası ve kısıkgözlerim. Onlar da one nightstand. Birkaç dakikaya sıkışanmutluluğum, bu sokak, bu ayve yazdan kalma bu hava.Hepsi one night stand.

Gel. Kalbimin minik birparçasını daha al. Biliyorsun,bu seni iyi yapıyor. Peki ben.Hiç.

11

Page 14: Sendrom #5

Bir şarkıyı yeniden yorumlayarak seslendirmek -cover`lamak- zor zanaat. İnsan bir şarkının aslına bayılır da diğer versiyonlarına katlanamaz ya… Ya da tam tersi, kimi şarkıların başka bir elden çıkmış halinden aldığımız keyif ayrıdır. Her ne kadar insanlar klasik müziği (aynı şekilde cazı) müzik denen kavramdan ta-mamen ayrışmış bir şey olarak algılasa da klasik aslında bugün dinlediğimiz müziğin temelidir, bu başka bir tartışma konusu.

Bugün klasik müzikte cover nasıl olur, ben bundan bahis açmak istiyorum.

Başta da belirttiğim gibi klasik müziği ilk anda yeniden yorumlanması mümkün bir şey olarak düşünmeyiz. Genellikle ka-famızdaki klasik parçaları yorumlayanın kim olduğuna dikkat etmeyiz; bu parçalar aklımızda tek bir formda bulunurlar. Diğer şarkılara yaptığımız muamele de buna benzer çünkü. Lakin meselenin aslını derinden incelersek klasik parçalar

en çok yorumlanan parçalar olsa gerek. En basitinden düşünün ki Beethoven’ın Für Elise’ini yorumlamayan piyanist var mıdır şu dünyada? Çok acemi olanlar dahi en azından aranjmanlarla şansını denemiş, öyle ya da böyle bir yorum ortaya koymuştur. İnsanların, bu eserleri kaynağından öğrenmeleri çok güzel; so-nuçta kafalarında oluşan ideal tamamen bestecilerin direktifleriyle oluşuyor. Bir dakika, işte burası biraz çetrefilli. Burada duruyorum.

Bir müzik yazısı düşünelim, burada neler olmasını bekleriz? Notalardan önce veri-len başlık, besteci, gerekirse sınıflandırma bilgileri (Opus, Köchel, BWV gibi) vesaire. Ardından notalar gelir; bir de notaların altında ve üstünde gerek sözcüklerle ge-rekse nota diline ait işaretlerle düşülmüş notlar. Bu notlar önemlidir, parçayı icra eden (!) müzisyeni parçayı nasıl çalması gerektiğine dair bilgilendirir. Bu işleviyle bestecinin notları, müziği mekaniklikten

MÜZİKTE İCRA VE YORUMYasemen Aktaş,

12

Page 15: Sendrom #5

kurtarır, organik hale getirir. -Konuyla çok da alakalı olmayan bir beyin egzersizi- Elektronik müziğin eksik olduğu nokta bu denebilir mi? Aynı egzersizin ikinci adımı olarak; elektronik müzik bu bağlamda ne kadar yorumlanabilir?

Elektronik müzikle ilgili entel dantel eleş-tiri mahiyetli sorularımdan ayrı olarak, bestecinin notları üzerinde biraz daha durmam gerektiğini hissediyorum. Beste-cinin notları icracıyı (!) ne kadar yönlen-dirir ve icranın oluşmasında ne kadar etkili olabilir? Besteci bu yolla müzisyeni kısıtlamayı ve ele geçirmeyi mi; yoksa müzisyenle o sözünü ettiğim organik bağı kurmayı mı amaçlar? Bu durum besteci-den besteciye değişir mi? Şimdi bunları biraz irdeleyelim.

İrdelemeden önce, icra etmek ve icracı sözcüklerinin yanına ünlemler kondur-dum ve bunu zihninizi gıdıklamak için yaptım. Kırdıysam özür dilerim ama yazı-mın kilit noktası tam da bu aslında; icracı ve yorumcu arasındaki fark. Genel anlam-da icra etmek ve yorumlamak fiillerini bir parçayı çalmak ile eşdeğer kullanıyoruz. Dikkat çektiğime göre durum olması gerektiği gibi değil, ama hizmette sınır tanımam. Aynı sözcüğü döndüre dolaştıra kullanmayı sevmeyen sevgili yazarlar için yorumlamak sözcüğünü kullanmalarının daha doğru olduğunu burada belirteyim. Nedenine gelince, icra etmenin müzik adına tanımladığı şey daha nesneldir. Modern anlamda kopyala-yapıştır ile ben-zerdir. Bir icracı, elbette teorik anlamda, çaldığı eserin bestecisine “saygı duyarak” onun direktiflerini elinden geldiğince uygulamaya çalışır. İcra etmek pratikte karşılık buluyor olsa da icranın temelinde belirli bir ideal bulunduğundan teorik bir yönü de vardır. Her icracının kendi-ne biçtiği ideal, düşünme biçimlerinden dolayı farklı olsa da farklı icracıların icraları arasında büyük farklar gözlenmez. Ne kadar fazla da olsalar icracılar besteci

direktiflerinin kısıtlaması altına girmişler-dir. Buradaki “kısıtlama” kötü bir anlam ifade etmemektedir. Tam aksine icracı, icracılığının farkındadır; kendi isteğiyle, ideale yakın kalmak adına bestecinin sınırlarında kalmaya çalışır. İcra zordur, büyük bir sorumluluktur, bestecinin yükü ve mirası icracının omuzlarındadır.

İcra etmek ile ilgili söylediklerimin tam tersini yorumlamak kavramına uydurmak yanlış olur. Bu kavramlar taban tabana zıt kavramlar değillerdir. Bu durumda yo-rumculara saygısız ve sorumsuz muame-lesi yapmış oluruz. Yorumlar değerlidir, müzik evrenindeki nadide pırıltılardır. Yorumun icradan ayrılan temel özelliği, yorumda bestecinin müzisyen üzerindeki etkisinin azalmasıdır. Yorumcu idealini, hem besteci direktiflerini hem de kendi müzikal bakış açısını harmanlayarak oluşturur.

Bu zamana kadar yaptığım dinlemelerde yorumcuların değiştirmeye yeltendiği ilk unsurun ritim olduğunu fark ettim. Özel-likle Romantik Dönem Eserleri, müzikal yapı bakımından barok dönem eserlerine göre daha basit olduğu için amiyane tabir-le “nereye çeksen oraya gidiyor”. Sonuçta romantik dönem eserlerinin temel amacı, matematiksel ustalık göstermekten ziyade temel denklemlerle insan duygularını ve duyarlılığını zirveye çıkarmaktır. Zaten yorumcu yönüyle öne çıkan müzisyenlerin genelde romantik dönem bestecilerini yorumladıklarını görebilirsiniz.

Barok Dönem Eseri yorumlamak ise oldukça güçtür. Her ne kadar bestecinin sözlü direktifleri az olsa da barok müziğin örgüsünde bir ağırlık vardır; özellik-le ritimde yapılan oynamalar müziğin duyulmasını ve anlaşılmasını zorlaştı-rır. Eğitim-öğretiminizin herhangi bir senesinde, size Bach öğretmeye çalışan bir müzik öğretmeniniz olduysa, hocanızın Bach konusunda ne kadar sert olduğunu

13

Page 16: Sendrom #5

da hatırlarsınız.

Yorum sadece tempo esnetip sıkıştır-mak, ritimle oynamak gibi algılanmasın. Yorum; notaların seslendirilişinden besteci notlarının değerlendirilişine kadar geniş bir aktivite alanını tanımlar. Bu yüzden icranın aksine, bir parçanın farklı yorumcuların elinde nasıl şekil değiştir-diğine tanık oluruz. Sözünü ettiğim şekil değiştirme, kimi zaman esere yepyeni bir soluk getiriyor olsa da kimi zaman eserin yitip gitmesine neden olabiliyor. “Bir eser nasıl yitebilir?” diye soracak olursanız, bunun tamamen duyulan müzikle ilgili olmadığını belirtmek gerekir. Bir müzik okuyucusu, bestenin asıl kaynağında çizilmiş sınırların dışına fazla çıkıldığını anlayabilir. Durum böyle ise eser, kendisi olmaktan çıkmış, yaratıcısından kopmaya başlamıştır. Yaratıcı ile yorumcu arasın-daki organik bağ zayıflamıştır. Peki, bu sınırlar burada konuşulduğu kadar nesnel mi? Kesinlikle hayır. Bestecinin notlarının rehberliğinde oluşturulan ideal yorum ta-mamen müzisyen tarafından oluşturulur ve yoruma yorum diyebilmek için gereken ilk kriter de budur. Sınır belirleme ve sınırı aşma gibi hususlar da tamamen özneldir. Bu hususları tartışmaksa müzik eleştirmenlerinin işidir. Tıpkı yorumcular gibi onların da eleştirileri arasındaki fark, düşünme biçimlerindeki farklılıktan ve insan olmaktan kaynaklıdır.

Kim sınırı aşıyor?

Bu soruya vereceğim cevap biraz önce söz ettiğim nedenlerden dolayı herhangi bir nesnellik ölçütünde değerlendirilmemeli. Yine de söylemek istediğim şeyler var. Yaptığım dinlemeler sonucunda kazanı-mım kimin sınırı aştığından çok, kimin sınırlarının aşıldığı konusunda oldu. Barok dönem eserlerinin yorumlanma-sının oldukça zor olduğunu daha önce belirtmiştim, zaten bu yüzden müzisyen-ler bunları icra etmeyi yeğliyorlar. Barok

döneme dair dinlemelerimi çoğunlukla icralar üzerinden yaptım, öyle denk geldi de denebilir. Fakat romantik dönem bestecilerinde farklı yorumlar dinlemeye özel bir özen gösterdim. En “mağdur” bes-teciler listemin birinci sırasında Chopin var. Chopin’in müziği, hayatına sıkı sıkıya bağlı; kendisi hırçın bir kişilik olmaktan çok hayatı boyunca oldukça mütevazı tavırlar sergilemiş. Bazı istisnalar (özel-likle empromptüler) dışında Chopin’in tınılarındaki yumuşaklığın ve naifliğin, yorumcular tarafından pek anlaşılamadığı kanaatindeyim. Amatör bir yorumcu ola-rak kimi zaman ben de kendimi Chopin’in müziğinin rahatlığına ve esnekliğine kaptırıyor, hatta ve hatta bunu kendime eğlence malzemesi yapıyor olsam da; kendimi en kısa sürede kontrol altına alıp icra çizgisinde kalmaya çalışıyorum. O kadar ki bazen barok bir eser icra ederce-sine Chopin çalıp romantik müziğin icra sınırını zorluyorum. Bana kalırsa oldukça faydalı bir egzersiz, alt ve üst sınırlarına çalıştığım bir parçayı yorumlarken pekâlâ istikrarı ve müzikaliteyi yakalayabilirim.

Öyleyse amatörler yorumculuğa soyun-masın mı? Bir süreliğine evet, bence belli bir müzikal/enstrümantal olgunluğa erişmeyi beklemeden ciddi yorumlar yaratmak bunun zor olmasının yanında pek iyi sonuçlar doğurmayabilir. Müziğin temel bileşenlerini analiz etme yetisine sahip olmadan onları nasıl koruyaca-ğını bilmeyen bir yorumcu, bestenin bütünlüğünü ve anlamını zedeleyebilir. Yine de amatör yorumcuyu bir çocuğa benzetirsek bazen çocukların sorularının sandığımızdan daha akıllıca olduğunu geç fark etmemiz gibi amatör bir yorumda da ince özgünlükler, gelecek yorumlara dair olumlu sinyaller alınabilir. Yine de amatörlere, konserlerde böylesine büyük bir yükle uğraşmak ve risk almak yerine düzgün bir icra oluşturmanın daha iyi bir fikir olduğunu söylemeliyim. Öyle ya, iyi bir yorumcu olmanın güvenilir bir yolu iyi

14

Page 17: Sendrom #5

bir icracı olmaktır. Kaliteli yorumcuların müzikal temelleri köklü ve sağlamdır.

Sonuç olarak, yorumlama ihtiyacı mü-ziğin öznelliği ve duygusallığından ileri gelir. Fakat öyle eserler vardır ki, beste-cinin istediği yorumlama şekli eser için oldukça yeterlidir. Bu gibi durumlarda icranın güvenli kollarına koşmak genelde iyi sonuçlar verir. İcra sınırına yakın dur-manın bana göre besteciye saygı açısın-dan da ayrıca bir önemi vardır. Belli bir bestecinin sunulduğu ve anıldığı konser-lerde ekstrem yorumları duymak -henüz böylesine bir tecrübe yaşamamış olsam da- kişisel olarak bana yanlış geliyor. Özel bir yorumcuyu dinlerken de, yorumcunun gücünü ve dimağını sergilemesindense kendini tabir-i caizse korumaya alması da aynı şekilde. Bana göre aslolan, müziğin özgün örgüsünün gerektirdiği ölçüleri ve sınırları tanımak, onları değerlendirmeye alarak icra veya yorum arasında karar vermektir.

Müziğin kendisi piyano kadar siyah beyaz değildir.

Amatör bir müzisyen olarak bu yazıyı nesnel bir makale olarak oluşturmadım, tamamen kendi düşünce dünyamı paylaş-mak niyetiyle yola çıktım. Görüşlerimin ciddiye alınmasından çok, okuyanı belli bir müzikal düşünme sistematiği içerisine sokmayı ve okuyanın ufkunu bir parça da olsa açmayı umut ettim. Umuyorum böyle olmuştur.

Müzikle,

1 .Aranjman: Müzikte aranjman, bir parçanın ana hatları korunarak tekrar yazılması demektir. Genelde zorluk sevi-yesini azaltmak veya parçanın orkestras-yonunu değiştirmek için yapılır.2 .Opus: “Yapıt” anlamında kullanılır. Bazı besteciler yapıtlarının bestelenmiş yada yayınlanmış sırasını belirtmek için Op. kısaltmasını ve yapıtın sıra numarasını kullanırlar.3 .Köchel: Mozart’ın bestelerinin başında gördüğümüz “Köchel Verzei-chnis”in (köchel dizininin) kısaltmasi. Ludwig Alois Friedrich Von Köchel adlı bir müzisyen 1850 yılında Mozart’ın tüm eserlerini besteleniş sırasına göre dizmeye heves eder. Çünkü birçok bestecinin aksine Mozart bestelerini numaralandır-mamıştır.

15

Page 18: Sendrom #5

Görsel: Trash Riot trashriotart.tumblr.com

Page 19: Sendrom #5

Akşamüstü şehrin üzerine çöke-ceğinden emin olduğunuz sarı sülfür dioksit tabakası ortaya çıkmadan hemen önce, yeryüzüne alev üfley-en güneşin altında, aklınızın takılı kaldığı yerden 7000 mil kadar uzakta olduğunuzu hayal edin. Arka fonda alternatif popun en klişe eserlerini belli belirsiz duyduğunuzu sanıyor-sunuz. -Elbette kimsenin sizi anlamadığından emin olduğunuz o anda zihninizin kurduğu illüzyondan da geliyor olabilir bu ses- Farklı coğrafyaların benzerlikleri yok ettiğini yanlış olduğunu gösterecek pek de kanıtınız olmadığından, içinde bulunduğunuz illüzyona gönülden in-anmaya başlıyorsunuz. Üstüne üstlük atlayacak soğuk bir suyunuz da yok.

21. yüzyıl varós mahallelerinde en çokiç sesten rahatsız oluyor erbaplar. Bu yüzden kendinizin bile duyamayacağı kadar kısıyorsunuz sesini, hatta bazen kıstığınızı unutup kapattım zannedi-yorsunuz. Mutluluğunu kahkahasının desibeli ile ölçen göbeği açık amca-ların ise zerre kadar umurunda değil bu durum. Sonuçta itaat, iradesinden vazgeçen için Dünya’nın bütün hatalarını yapabilme

özgürlüğüdür*, değil mi?

Mutlak emin olmaya duyulan derin ihtiyaç 7000 mil uzaklıktan veyahut iç sesin kulağa gelen kadarından çok daha öncelikli 21.yüzyıl kararlarında. Varós mahallelerine yabancılaştığını sanıp tam da onlardan biri olan siyah eskarpinler adım atmadan hemen önce durup sonunda varmayı tasar-ladığı yere mutlaka varacağından emin olmak istiyor. Halbuki masaya yatırdığı hevesinin artık yabancılığı ile zerre kadar ilgisi yok. Sözde yabancılığı, mutlak iyi ve mutlak kötünün imkansızlığı ile boy ölçüşüyor. Gerisi bayağılıktan biraz daha fazlası değil.

Sarı renkli sülfür dioksitin gökyüzün-den çekilişini yine bir akşamüstü izlediğinizi düşünün. Kaç mil uzakta olduğunuzu dahi unutturan netlik arayışından yavaşça vazgeçmeye başlıyorsunuz. Ayağınıza tam otur-mamış eskarpinler kendisi ufak, sızısı büyük yaralar oluşturmaya başlamış bile. Onlardan kurtulmak için ne kadar doğru bir zaman! Saniyenin üçte biri zamanda karar verip hemen harekete geçiyorsunuz. Nihayetinde önemli olan nefesi suda ne kadar tutabildiğiniz değil suya ne zaman atladığınızdır. Soğuk suya!

*Hakan Günday’ın Daha’sından alıntılanmıştır.

Gözde Berkil

17

Page 20: Sendrom #5

ASTRONOMICAL TIME-SLIP

Chapter #1

Eysan DemirkayaMelis Salihoğlu

_ “Suspend your sorrow. There is an important thing to do.”_ “As is always the case.”_ “How old are you again?”_ “21”_ “Good. You have one more year left. Then you’re gonna start to feel small. So small that you’re gonna start losing your self”_ (Her face gone sour)_ “Haha! You already lost one part of it, didn’t you!? You couldn’t even hold a couple of pieces together, didn’t aye!?”

“Naaah! Do not worry, it would have happened anyway. It does not matter.”

It would not matter. No, not at all. She couldn’t put her finger on what it meant, but something in Destinova* resonated immediately within her. When she gave a thought to this, she felt a bit on edge just for few seconds.

Flanking stars, Destinova yelled: “Share things from the old days, will you!”

That was not the sort of thing to be heard from her. After crossing the Universe, she left. It was then that I ate the Sun.

18

Page 21: Sendrom #5

Görsel: Philippe Caza, Hydrogenesis

Page 22: Sendrom #5
Page 23: Sendrom #5

Sigmund Freud’un Rüyaların Yorumu (Interpretation of Dreams) adlı kitabında yaptığı oneirolojiden (rüyaların bilimsel incelenmesinden) farklı bir ince-leme karşımıza çıkıyor bu kitapta. Freud bu kitabıyla psikolojinin bazı temellerini oluşturarak (bazı temellerini ise kökünden sarsarak) Oidipus kompleksi ve rüyaların işleyişi gibi pek çok hastalık ve kavramdan bahsetmiş, bilinçaltımızı bir yolculuğa çıkarmıştır. Burroughs ise gördüğü rüyaları kitap haline getirme kaygısı gütmeden, aceleyle aldığı notlar şeklinde saklamıştır. Yolculuğa çıkarttığı şey, biz ya da bilinçaltımız değil, tamamen kendi kişisel gelişim süreci yani ‘eğitimi’dir. Bu nedenle rüya kitabına ‘Eğitimim’ adını vermiştir. Yıllarca gördüğü rüyaları not etmiş, daha sonra Jim McCrary’nin yardımlarıyla notlarını hiçbir ilavede bulunmadan ya da Freud’un aksine çözümlemeye hatta herhangi bir yorum yapmaya yeltenmeden temize çekerek metne dökmüştür.

William Seward Burroughs, Jack Kerouac ve Allen Gingsberg ile birlikte Beat akımını başlatan yazarlardan biri olarak tanınır. Yazılarının çoğu yarı otobiyografik olarak tanımla-nabilir. Burroughs daha çok açıkça ifade ettiği eşcinsel eğilimleriyle tanındı ve sıklıkla uyuşturucularla ilgili deneyimlerini yazdı. Burroughs, 1951’deki bir Meksika gezisinde, Giyom Tell’den bir sahne canlandırmaya çalışırken, kazayla ikinci karısı Joan’u vurdu. Bu olaydan sonra hayatının büyük bölümünü Güney Amerika’yı dolaşıp pek çok uyuşturucu deneyerek ve gelecekteki yazıları için araştırma yaparak geçirdi. Yazılarında, birçok kişinin “kafa karıştırıcı ve ukalaca” olarak nitelendirdiği kolaj tekniğini kullandı. Ele aldığı konular çoğunlukla yer altı dünyası ve uyuşturucu alt-kültürleriydi.

Burroughs’un aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan Çıplak Şölen (Naked Lunch), kült filmler arasındaki yerini aldı. Nonoş (Queer) adlı kitabında ise kendi eşcinselliğini inceledi. Çoğu eleştirmen, Burroughs’un eserlerinin uyuşturucu kullanımı ve ahlaksızlığı yücelten, özelliksiz yazılar olduğunu düşünmektedir. Ancak onun sanatsal yeterliliğini takdir eden ve yazılarını ileri görüşlülüğünün kanıtı olarak kabul eden eleştirmenler de bulunmaktadır. James Graham Ballard’a göre “II. Dünya Savaşı sonrasındaki en önemli yazar”, Norman Mailer için “dehanın hükmettiği tek Amerikalı yazar” dır.

Gel gelelim My Education’a. Kitap, 1960 Nobel edebiyat ödüllü Fransız şair ve diplomat St. John Perse’in sözüyle başlar: “I haunted the city of your dreams, invisible and inconsistent as a fire of thorns in the wind”, “Dadandım hayallerinin şehrine, görünmez ve ısrarcı rüzgârda dikenlerden bir ateş gibi” diyer-ek bir kaç arkadaşın yardımıyla bu şekilde bir çeviriyi uygun gördüm ve böylece Nobelli bir edebiyatçının sözünü çevirmenin riskini de almış oluyorum, farkındayım.

Burroughs My Education’daki bazı rüyalarını bir cümleyle, bazı rüyalarını ise birkaç paragrafla olsa da çoğu rüyasını tek bir paragraf halinde yazıya dökmüştür. İstisnai olan bir kaç rüyası iki üç sayfa uzunluğundadır. Burroughs rüyalarının arasına bazen çocukluk anılarını ser-piştirmiştir. Yaşadıklarından üstü kapalı bir şekilde bahsetmiştir: “Ev diyebileceğim bir yerim asla olmadı. Benim için evin anlamı elimdeki anahtardan ibaretti. Bu nedenle evim bazen bir apartman dairesi, bazen herhangi bir otelin herhangi bir odasıydı, elimde neyin anahtarı varsa”.

21

Page 24: Sendrom #5

Burroughs’un not ettiği ilk rüyasını sizlerle paylaşmak isterim, havaalanındadır. Görevli anons eder “Uçuş 69, Uçuş 69 lütfen, ... numaralı kapıya gidiniz” diye. Burroughs kapıya gider, kendini tanıtır. Derken masanın arkasında bir kadın belirir ve Burroughs’u “Eğitiminizi henüz tamamlamadınız” diyerek uçağa almaz. Burroughs’un ilhamını bu rüyasından aldığını düşünüyorum. Burroughs bu rüyayı 1960’da Naked Lunch adlı ünlü kitabı yayınlandıktan hemen sonra gördüğünü ifade etmiştir.

“Yıllardır merak ederim, neden rüyalar bu kadar sıkıcıdır? Ve bu sabah cevabı buldum ki cevap oldukça basitti. Bütün cevaplar gibi sıkıcıydı çünkü biliyordum ki içeriği yoktu. Tıpkı bir bankın yanında oturan doldurulmuş bir hayvan gibi rüyaların da içeriği yoktu”. Burroughs, sıradan bir rüyanın, rüyacının uyanan hayatını tanımladığını söyler. Sonuçta rüyasında bildiği yerler ve insanlar, tutkuları, amaçları ve takıntıları vardır. Böyle rüyalar özel bir tarafsızlık taşır. Aynı zamanda sıkıcıdırlar ve sıradan bir rüyacı için oldukça yaygın görünen rüyalardır. Oysa Burroughs kendi rüyalarının daha farklı bir tarzı olduğunu ileri sürerek kendini sıradan rüyacılardan ayırır. Onun rüyalarında bir-birinden alakasız olarak görünen iki farklı deneyimi aynı rüyasında karşısına çıkar, üstelik rüyalarında tanımadığı insanlar, daha önce hiç bulunmadığı yerler hatta alışık olmadığı kokular vardır. Çoğu rüyasında kendini ‘havadan daha hafif’ olarak tanımlar. Rüyaların-da uçurumdan düşmek üzeredir ya da yüksek bir binanın balkonunda yere düşmemek için tutunurken görür kendini fakat asla düşmez. Bazı rüyalarında ise tamamen uçar, yönünün ve hızının bütün kontrolünün kendinde olduğunu hissettiğini söyler. Burroughs’u özel kılan yönü ise ne zaman uyanabileceğine ba-zen kolaylıkla karar verebilmesidir.

Burroughs rüyalarının sonuna yaklaşırken not almaya başladığı ‘havaalanı rüyasının’ farklı bir versiyonunu görür. Bu sefer hissettiklerini kendine güveninin art-ması, demirden bir ağacın çok kuvvetli bir rüzgârda sallanması olarak tanımlar. Bir koridordadır, bunun havaalanında bir koridor olduğunu varsayar. Bacakları iki küçük çocuktan oluşmaktadır, biri diğerinden yaşça biraz daha büyüktür, yaklaşık 8 yaşlarındalardır bu bacak çocukları. Onlara biraz pirinç uzatır, büyük çocuk Burroughs’un elini kavrar ve sıkıca el sıkışırlar. Bu rüyası ona kendi çocukluğunu hatırlatır. Ve çocukken dediği bir cümleyi hatırlar, “Büyüdüğümde, bu mide bulandırıcı yemeklerden yemeyeceğim. Bir yolunu bulup bütün dünyayı dolaşacağım”.

Bu nedenle son rüyalarında sürekli gezmektedir. Bir tren yolculuğu yap-maktadır. Gece, zar zor yatacak bir yer bulabilmiştir trende. Tren çok hızlı gider ve Burroughs makinistin ne yaptığını bilip bilmediğini düşünür. Çarpışma yaşanmasından korkar ve derken tren İngiltere sınırına gelir. Kıyafet denetlemesi için tren durur. Burroughs’un üstünde bir bornoz, bornozunun cebinde sakladığı eroin paketi vardır. Burroughs rüyasında “Cebimdeki eroin paketi bulunursa, eğitimimi tamamlamam için müfettişe kendimi savunmam gerekecek” diye düşünür.

Burroughs, son gece gördüğü rüyasını ise şu şekilde anlatır: “Kâğıttan bir ufuk çizgisi... Mevsim nisan ve eroin paketim boş gözükmekte. Bu da dert mi? Hemen kedi takvimine bakmalı... Boş bir öğleden sonra... Michael kendini vurdu, akıllardan ‘Neden?’ sorusunu da silmiş oldu. Tozdan yoğun ve yapış yapış... Gezegen cansız… Tepeden gelen bir ışık sönecek gibi titriyor, eskiyen şakalarda olduğu gibi. Bu da eskiyen bir oyuncu, gördün mü? Ben miydim o? Sen kimsin?

22

Page 25: Sendrom #5

Biri intihar etti. Tanıdığım insanlardan. Detaylarını bilmiyorum. Franklin sokağında çatı katı ve bir de uyku hapları... [...] Bir şeyler değişiyordu, ben değişmeden kalabilecek miydim?”.

Michael Emerton’u gördüğü rüyasını ise şöyle anlatmaktadır: “ Günlerden perşembeydi. Benim için uğursuz bir bağ vardı: Ben 5 Şubat 1914’te doğmuştum, günlerden perşembeydi. Eylül’ün 17’si de benim için ayrıca özel bir tarihtir. Özel olmasının herhangi bir nedeni yoktu ama önemliydi. Bu tarih ya bana yarıyordu ya da kötü şans getiriyordu. Lawrence’daki evimden sabah 8 gibi ayrıldım. Michael Emerton BMW’sini kullanıyordu. Barda-ktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Gökyüzünde sarı-gri bir sis dalgası... Yol ücretlerinin alındığı gişeden geçtik, taş ocakları ve göl de arkamızda kalmıştı. Saatte 65 mil hızla gidiyorduk. Sonra yağmur yavaşladı fakat görüşümüz BMW’nin kaportasına kadar sınırlanmıştı. Ne söylemem gerektiğini ve artık söylemem gerektiğini biliyordum. Ona “Tanrı aşkına Michael, yavaşla ve arabayı kenara çek” demem gerekiyordu. Derken araba suda kaymaya başladı ve banketlere çarptı ve yolda karşı tarafa kayarak denize doğru gidiyorduk. ‘Duuuurr!’ diye bağırıyordum. Bir anlığına hareket edemedim, bizi kurtaracak bir mekanizmayı hayalimde canlandırırmışçasına ‘Ambulansa ihtiyacım var’ diye kendi kendime mırıldandım. Sonra arabanın kapıları açıldı, kahverengi bir rüzgârlık giymiş olan genç bir adam yürüyüp yürüyemeyeceğimi sordu. Sopamla ve onun desteğiyle yürüyebileceğimi söyledim. ‘Acele etsek iyi olur’ dedi genç adam, ‘ Araba her an ateş alabilir’. Diğer genç adam ise Michael’a yardım ediyordu. Bizi kamyon durağına kadar götürdüler ve ölmediğimiz için şanslı olduğumuzu söylediler”.

“Michael B.Emerton 4 kasım 1992’de kendini vurdu. Kelimelerle anlatmakta en çok zorlandığım bir tecrübeydi bu. İçimi bir boşluğun kapladığını hatırlıyorum; onarılamaz bir kaybın getirdiği farkın-dalığın ani acısı. Penceremden bakın-ca Ruski’nin mezarının mermer taşını görebiliyordum. Ruski... Benim ilk ve son özel kedimdi. Batı Kansas orman-larının Rus Mavisi kedim... Ne zaman Ruski’nin mezarını görsem, bir boşluk hissine kapılıyorum ya da kapılıyordum. Artık hissetmiyorum ve biliyorum bir daha hissetmeyeceğim”.

(Kitap 1995’te basılmış ve Michael Emerton’a ithaf edilmiştir. Michael Emerton 4 Kasım 1992’de kendini vurarak intihar etmiştir).

23

Page 26: Sendrom #5

Dalmış seyrederken bir an banabaktığını fark ettim, gülümsedi ve arka­daşlarına bir şeyler söyleyip masama doğruyürümeye başladı. Hayatımın en uzunanlarından biriydi dostum. Sandalyeyiçekip oturdu ve artık karşımdaydı işte.Tekrar gülümsedi ve “Merhaba,” dedi,“geçtiğimiz gün kitapçıda karşılaşmıştık.”

“Öyle mi,” dedim, “hatırlayamadım.”Ağırdan satıyordum kendimi.

“Emir de vardı yanımda.” Konuştukça solkaşındaki hızması aşağı yukarı hareketediyordu, ona takılmamak imkânsızdı.

“Evet, şimdi hatırladım.” Gülümsemesiyüzüme bulaştı, ben de gülümsedim.

“Masada sizi biraz kötü gördüm, yüzünüzkıpkırmızı olmuştu, bir sorun var sandım.”

“Teşekkür ederim, işlerim biraz zorluyorda beni,” dedim.

Masanın üstündeki gazete kupürlerine,kitaplara ve karalanmış bir sürü notkâğıdına baktı. “Bu kitabı çok severim,”dedi ve Ağır Roman’ı aldı eline.

“Aslında onun üzerine çalışıyorum, dahadoğrusu yazarının.”

“Nasıl yani?” Sana bu mektubu yazarkenşunu fark ediyorum dostum, hayatımınhiçbir anını bu kadar detaylıcahatırlamıyorum. O masada biriken her sözgideğenleriyle hafızama aktı o gün.

Canavar RomancıHasan Basri Çifci

24

Page 27: Sendrom #5

“Metin Kaçan, kitabın yazarı, geçtiğimizay intihar etti. Çok erken bir ölümdü bubence. Gazete haberlerine, kitaplarınabakıyordum, yazarı tanımaya çalışıyor­dum.” Üç numaralı planımdı bu.

“Her ölüm erken ölümdür, der CemalSüreya.” Maria’nın söylediği, bu kaç nu­maralı şiirdi?

“Evet öyle, ama Metin Kaçan’ın ölümübaşka gibi geliyor bana. Canavar Ro­mancı’yı duymuş muydunuz?” Duyma­dığını söyledi, ben de bütün hikâyeyi enbaştan anlatmaya karar verdim.

“O halde anlatayım. Metin Kaçan başkabir sebeple intihar etmiş olabilir, amayaşamı ölümünden daha çok konuşulmuşbir yazardı. Bundan yirmi yıl kadar öncebir arkadaşıyla Güneş K. isimli bir kadınatecavüz ve darp suçlamasıyla yargı­landılar. Medya bir karalama kampanyasıbaşlattı. Onlara Canavar Romancı vearkadaşı diyorlardı. Metin Kaçan da hepisyan etti buna. Mahkeme onu haksızbuldu, dört yıl hapis yattı ve çıktı.Kupürlere baksanıza.”

Maria önce Güneş K.’nın yüzünün san­sürlendiği fotoğrafa baktı uzun uzun.Güneş K.’nın siyah beyaz gözlerine, siyahbeyaz kaşına ve siyah saçlarına baktı.Sonra diğer kupürü eline aldı ve sesliokumaya başladı: “Dövülen, kollarında vebacaklarında sigara söndürülen, ısırılarakkulağı koparılan, sırtı parçalanan, oralsekse zorlanan ve fiil­i livatayla tecavüzedilen G. olanlara inanamadığını söylü­yor. Ben de inanamıyorum. Gerçekolabilir mi bu?”

“Bilmiyorum. Metin Kaçan’ın kişiliğiüzerine düşünüyorum şu an. Böyle birduruma düşmüş olabilir mi diye. Hayalcibiri olduğunu okumuştum. Kafasında

kurduklarını gerçekmiş gibi yaşar, sonrabunları çevresine anlatırmış. Bir yazariçin fazla normal geliyor kulağa, nedersiniz?”

“Normal mi bilemem. Ağır Roman’ıokurken dolu bir adam olduğunudüşünmüştüm. Bu kadın da boş birideğildir herhalde. Sonuçta bir yazarla aşkyaşıyor ve donanımlı bir kadın olduğugözlerinden okunuyor. Şu sağdakifotoğrafa bir bakın, yüzü mosmor veşişmiş. Bu gerçek bir fotoğraf mı?”Omuzlarımı silktim. “Ağır Roman’da dauyuşturucu, seks ve şiddet vardı. SizceMetin Kaçan gerçek hayatta da böyle birşey yapmış olamaz mı?”

“Ben de öyle düşünmüştüm, o zamanıngazetecileri de bunu yazmış,” dedim köşeyazılarını göstererek. “Ama Ağır Romanyaşanmış bir roman mıdır, onu bilemem.Yazmak için tanımak, deneyimlemekelbette bir yol. Ama sezmek de bir yol.”

“Size de tanıdık gelmiyor mu buterane? Barışmak isteyen eski kocanıncinneti, sokak ortasında aşk dayağı…Bunlar gazetelerde her zaman gör­düğümüz türden haberler değil mi?Erzurum’da daha bir hafta önce birkadını öldürdüler.”

“Öyle mi, bilmiyordum. Buralımısınız,” diye sordum, böylece konuyudeğiştirip Erzurum sokaklarını kadın çığ­lıklarıyla dolduran o cinayeti çok dakonuşmadan geçerdik.

“Hayır, Vanlıyım. Bir süreliğineErzurum’dayım. Söylesenize, çocuk teca­vüzlerine, kadın cinayetlerine, erken yaş­ta evliliklere sessiz kalabilen adaletinsuçsuz iki adama böyle bir ceza vermesisizce tezat oluşturmuyor mu?”

25

Page 28: Sendrom #5

“Bilemiyorum. Metin Kaçan suçlu mu değil mi, onu da bilemiyorum. Zaten bunaben karar veremem. Vajinada tecavüz bulgusu yok, iki tarafın da pişmanlıkları var,dört yıl hapis yatmış sanıklar, nihayetinde olay iki salon tokadı, birkaç tekme.”Maria’nın yüzü gerildi, artık gülümsemiyordu.

“İki salon tokadı, birkaç tekme mi? Ne demek şimdi bu?” Onu sinirlendirmiştim.Yutkundum. “Şiddetin ölçüsü kaç gramdan, kaç tokattan başlar, nerede bitersöyler misiniz?” Verecek bir cevabım yoktu. Haklıydı. O masada biriken her sözkötü bir anın parçalarıymış gibi, böbrek taşıymış da canımı yakmazsakurtulamazmışım gibi gideğenleriyle hafızama aktı o gün. Gülümsemeye çalıştım.Maria sinirle kalktı, “İyi günler dilerim,” dedi, arkadaşlarının yanına dönüpçantasını aldı ve çıktı.

26

Page 29: Sendrom #5

Muhabbetle başlayalım ilkbu-luşmamıza. Bugün edebiyatın, yazma-nın,okumanınvesanatınhertürlüsününbizedüşürdüğüizleripaylaşalımistedimsizlerle.Birkonutelaşınadüşmektense,hembirsohbethavasısıcaklığı,hemdepaylaşmanın tadınınmutluluk vereceğişöylebiryazıkalemealalımistedim.

Bugünlerdeelimdebulunanbirkitapta sıklıklaaltını çizdiğimve tekrarokuduğumkısımlardanyolaçıkarakgü-nümüzmodernedebiyatıhakkındabazıgözlemlerdebulunmayaçalıştım.Mese-la“Nedenbelirginbirakımyahutbirya-zardansözetmek,birAlbertCamus,birYaşarKemalyadaAhmetHamdiTanpı-nardönemikadarmümkündeğil?”Bu-nun nedenini konuların kendini tekrarediyorolmasındamıaramalıyoksayenidönem yazarlarının yetersizliğine mibağlamalı?

Peki,günümüzyazarlarıyeter-sizyahutyeteneksizmigerçekten?Elbet-tehayır.Aslındaedebiyatyazdıkçahemkendisini ele veren hem de verdiğininbelki yarısı kadarını kendinde saklayanbir sanat türüolduğundanmıdırnedir,söyleneceksözün,anlatılacakhikâyeninsonuyoktur.Yukarıdakisorularıntekbiryanıtıolmamaklabirlikte,günümüzdeki

bitirme açlığını ve tüketim toplumunugöz önüne aldığımızda yazarların bukonudaçokdasuçluolmadıklarınıgörü-rüz.Okurdakibutüketimtalebinikarşı-layacakarzkitapolunca,yazarlar-şairlerde kazanç kaygısı içerisinde bir aylıksüreçteömrünütamamlayacakveardın-dan hatırlanmayacak, caiz tabirle oku-rundamağınabirparmakbalçalıp“Bakkalanıbendehe!”türündenkitaplarıha-valı kapaklarla piyasaya sürüveriyorlar.Üzerine bir de filmi çekilirse tadındanyenmezzaten!Oysaedebiyatokurayenidünyalar açarken, bazen o dünyalaramisafiredervebizzatokurukavrayarak“Bak seninhikâyenbu aslında!”mesajıverir.Heyecanvermeyen,üzmeyen,en-dişelendirmeyeneserler,önceokuruan-latılandünyayaözendirir, sonradayokolurgiderler.

Türk hikâyeciliğinde bayrağızirveyedikipkimselerinorayayaklaşma-sınadahiizinvermeyenRefikHalitKa-ray’ıelealalım.KısacıkhikâyeleriniçineAnadoluinsanınıbudenlisığdırmakna-sılmümkünolabilmişsebugündeböyledolu dolu, okunası eserler veren yazar-ların varlığı aşikârdır. Bizdeki temelproblem ise kısa yoldan parayı kırmakanlayışından kaynaklanıyor bana göre.Oysa bir yazar aydın olmalıdır. Kendi

Bugün EdebiyatCemalettin Kaya

27

Page 30: Sendrom #5

aydın olsunki ışık da saçabilsin etrafa.Şehirlergezip,insanlartanıyıptarihöğ-renerek karaktere can vermekbir insa-nı yazar yapmaz. Milyonlarca kelimeyidoğrukombinasyonlabirarayagetirmekçokokumakgerektirir.Belkidebuyüz-dendirkibizfarketmesekbileustakabulettiğimizheryazarıneserlerininucundakıyısında mutlaka birbirine benzeyişvardır.Önemli olan farklılığı dilde, an-latıştavekarşıdakinehissettirişteokura“BunuAdeğilByazmış!”dedirtebilmek,o özgünlüğüyakalayabilmektir.

Yeniden güncel edebiyata dö-necek olursak, antika kalmak pahasınada olsa kaliteli çevirileri bulunduğundaUmberto Eco’yu okumak, hem akade-mik anlamda hem de edebi anlamdabu işe eğildiğini her kitabında bir kezdaha gösteren İskender Pala’yı takipetmek, Orhan Pamuk’tan kopmamak,Amin Maalouf’un lezzetinden tatmak,Türkhikâyeciliğiveromanındayenibirses yeni bir soluk müjdesi veren AyferTunç’uizlemekbizlerinokadardaşans-sızolmadığınadelaletdeğilmi?

Listeyiuzatmakmümkün.Ora-sı size kalmış. Okuyucu profilini yük-seltmek, insanlarda bilinç oluşturmak,manipülasyonlara ve vatandaşların al-datılmasının önüne geçmekde yazarla-ra.

Unutmadan da söyleyeyim:Gezi ParkıOlayları’nı, 25Aralık Soruş-turmaları’nı, Suriye Meselesi’ni, SomaFaciası’nıvesonolarakdaSuruçKatli-amı’nıonlaryazmaz,bizokumazsakgüngelirunutur;GeorgeOrwell’ındadediğigibi“Savaşbarıştır!”deriz.

28

Page 31: Sendrom #5

İnsan bazen hangi konuda yazabileceği hususunda sıkıntıya düşüyor. Ağır ve yorucu bir tempodan uzakta olduğumuz dönemlerde, üzerine çok da düşünülmesi gerekmeyen, günlük ve basit dertlerle uğraşmamızın da bu “ilhamsızlıkta” payı olabileceğine inanıyorum. İşte bu basit dertler arasında gidip gelirken, özellikle yaz aylarında bir rutin haline gelen öğle uykusu kavramından yola çıkmaya karar verdim.

Öğle uykusunun yaratıcılık ve hayal gücüyle yakın dost olduğuna inanırım. Aslında uyku başlı başına başka dünyala-rın kapısını aralamak için takip edilmesi gereken bir yoldaştır. Ancak öğle uykusu, gündüz düşleriniz için eleştirilmeyeceği-niz bir zaman yaratmasıyla ayrı bir yerde durur. Yoksa sizin de malumunuz olacağı üzere, “hayalperestlik” kimileri için sizi gerçekleri göz ardı etmekle suçlayabile-cekleri bir zemindir. Öğle uykusu beden ve zihin yorgunluğunuzu bahane edip, eleştirilme korkusu olmaksızın kendinize ve düşüncelerinize ayırabileceğiniz kişisel bir zaman dilimi sunar.

Öğle uykusunun en güzel kısmı, ışığa karşı savaştığınız ve arka plandaki sesleri giderek daha az işittiğiniz ilk on daki-kasıdır. Kimileri ise, size aynı anda hem Dünya’da, hem de ondan çok uzakta oldu-ğunuz izlenimini yaşatacak, aynı belirsiz-lik hissini tattırma konusunda başarılı, uykudan uyanma kısmını işaret edecektir. Bu hususta, kişisel olarak uyanmalarda hep bir zorluk çektiğimden olsa gerek, bu

savın karşısında durmayı tercih ediyorum.

Öğle uykusunun en faydalı yanına ge-lince… Çeşitli aksiliklerle karşılaştığınız ve deyim yerindeyse “uğursuz” olduğunu düşündüğünüz günleri öğle uykusu yardı-mıyla başka bir güne dönüştürmek; hiç ol-mazsa uykunun ve dinlenmiş bir vücudun sağlayacağı geçici mutlulukla avunmak mümkün olabiliyor. Uyumak tabii ki hiçbir zaman sorunları çözmüyor, ama onları çözmeyi tamamen ertelemiyor da. Beynimiz uykudayken hafif bir tempoda çalışmaya, bazen gördüğümüz bir rüyada bizi sorunla yüz yüze getirmeye devam ediyor. En kötümser açıdan bakıldığında bile, uykuda dinlenmiş bir beyin, uyku sonrasında çözümü bulmaya daha yatkın oluyor.

Öğle uykusuna bu kadar kafa yormuş iken, ortaya konuyla ilgili farklı bakış açıları yakalayabileceğiniz ve konuyla ilgili daha felsefi bir değerlendirme sunan bir kaynak koymak gerekir. İşte tam da bu yüzden, öğle uykusuna olan inancımın da teşvikiyle keşfettiğim, Can Yayınları Kırkmerak Serisi’nden çıkan, Thierry Paquot’nun “Bir Sanattır Öğle Uykusu” ki-tabını öneriyorum. Öğle uykusunu sanat-çıya ilham veren bir zaman dilimi olarak gören, onu hayatının ve günlük rutininin ortasına yerleştirenleri daha iyi anlamak ve anlatmak için…

Öğle Uykusu ÜzerineZeynep Camuşcu

29

Page 32: Sendrom #5

Her şey özel tasarımları ile başladı Yuppie’nin, dahadoğrusu Brokoli Sevmeyen Yuppie’nin.

Özel algoritmaların içinde yaşardı Yuppie, yatağınıniçinde Yuppie’nin, binary kodları yazardı. Oysa ki sigaraiçerdi Yuppie, evde sarılırdı sigarasına. Ama sigara vücudazararlıydı!

Bizim Yuppie de taşşaklı adamdı yani.

Yuppie öyle severdi ki rahat rahat uyumayı. Ama uykuaptallar içindir?

Spora giderdi Yuppie, güzel bir yaşamsürmek için. Ruhunu sattığı gömleklerdedaha iyi görünmek için. Zor gelirdi, zorgeldiğinde Brokoli Seven Yuppie,Sevmeyen`e iyi bir fırça atardı.

Uyumludur Yuppie, ofisteki kimseye başkatürlü bakmaz. Onlar iş arkadaşıdır. Bir neviprofesyonel dostlar.

Aksesuara önem verir bizim Yuppie. Dahageçen hafta siyah deri çantasını götürdüğütoplantıda tam 16 övgü aldı.

Toplantıda 16 kişi vardı.

30

Page 33: Sendrom #5

Saçları her zaman güçlü ve parlaktır,onun güzel yüzünü taçlandırır.

Sekreteri güzeldir, onu bazen yemeğeçıkarır, nerelere hem de! Asla aşkyaşamazlar.

Güzel kadınlarla birlikte olur. BizimYuppie her zaman en iyisine layıktır.

Günün sonunda, o günün, Yuppie avukatını arar. Yardımister, ses vardır, ama uğultudan ibarettir.

Saçlarını boyar Yuppie. Önce çok kısa keser. İşin yeni küçükmaskotu olur. “Ne oldu?” der sekreteri. Kibarlıktan ödünvermeden gülümser.

Ertesi gün orta pişmiş bir biftek yer. Brokoliden nefretettiğini o gün anlar. Ertesi gün vegan olmaya karar verir,ama hala brokoli sevmez.

Spora gittiği o gün kalbinin başka türlü olduğunu fark eder.Yapmayacaktır. Evine gelen hayat kadınlarına kaliteli şarapverir, onlar işini yapmak ister. Robot olmuşlar, paralarınıverip uğurlar onları.

Kravatları sevmediğini fark eder, boynu şimdi daha rahattır.Janti çantasına bir türlü veda edemez…

Defterini verecek kişiyi günlerce düşünür. Kimse yok. Kimse.Masasının orada, çekmecede bırakır. O gece çok sigara içer.

Minik bir başkaldırıydı bu.

O gece kadınları vurmak için aldığı silahı ile vurdu kendini.Sadece sivri bir bıçaktı. Belki bir gün almak istediği uçağınkanadına giren kuş olmuştu.

Ben de seni seviyorum, Bateman. Ben de seni seviyorum.

Bembeyaz dişleri, beyin kıvrımları kadar sivri vedurudur Yuppie’nin. Sağlıklı beslenir, brokoliyebayılır.

31

Page 34: Sendrom #5

Perdeleri açmalıyım. Kenan hep daha çok ışık almam gerektiğini söyler eve. Gün aşığı neden bu kadar rahatsız ediyor beni bilmiyorum. Belki mutlu olmam gerektiğini hatırlattığı için. Ve ben mutlu olmadığım için.

Yorganı üzerimden sıyırıp oturuyorum yatakta. Komodinin aynasından dağınık saçlı biri bakıyor bana. Ellerim hızla saç-larıma gidiyor, nefret ediyorum böyle olmalarından. Kenan nasıl sabahları da sevebiliyor beni? Hani öpücüklerle uyan-dırıyor ya, hatta birkaç kez güzel olduğu-mu da söyledi. Gerçek sevgi bu olsa gerek. Çaresiz kaçırıyorum bakışlarımı aynadan.

Duvardaki saat on biri gösteriyor. Uyku-mu almış olmalıyım. Kahve istiyor canım, bir an önce mutfağa gitmek gerek. Kalkıp pencereye gidiyorum, perdeleri açacağım bu sefer. Gözlerimi kısıp fazla parlak güneş ışığına hazırlıyorum kendimi. Ama öyle olmuyor. Sağ gözümü aralayıp ba-kıyorum, koyu bir sis inmiş sokağa. Gün ışığının sızamayacağı kadar kalın. Kenan burada olmalıydı, ama yüzüne gülmem-den hiç memnun olmazdı biliyorum.

“Şuradan bir kişi uzatır mısınız?”

Öğle trafiğine yakalanacağımı biliyorum. Ne iyi. Kulağımda Piazzola, etrafımda olmuş ahbapları, yabancılaşmanın keyfini süreceğim yine. Yanıma kucağında bebe-ğiyle bir kadın oturuyor. İçimde bir yer lanet okuyor, duyabiliyorum. Pencereden

dışarıyı izlesem de bebeğin utanmasız, dimdik bakışlarını hissedebiliyorum suratımda. Hafifçe, belli etmeden kafamı döndürüp bakıyorum. Kocaman gözleri var bebeğin. Bu rahatsız edici derecede dürüst bakışlar karşısında çıplak hissedi-yorum kendimi. Belki de bebeklerden bu yüzden haz etmiyorum.

Kenan’ın bakışlarını hatırlatıyor bu koca-man gözler bana. Şu açık kalmış küçük

ağza kibar bir gülümseme yerleştiriyorum zihnimde, anlattıklarımı dinleyen otuz beş yaşında bir adamın çehresine dönüşü-yor işte bebeğin suratı. Ne korkunç bir görüntü!

Şu anda ofisinde de aynı ifadeyle mi din-liyor insanları? Kim bilir onlar ne kadar memnundurlar, böyle ince bir ada-mın karşısında olmaktan. Bense yarı bebek-yarı Kenan bir öcü yaratmaya kararlıyım. Oysa nasıl da heyecanlanmış-tım ağzımdan çıkanları böylesine dikkatle dinleyen birini bulduğum için. Şimdi bakışları gözümün içine her dikildiğinde ürperiyorum.

Bebek yorulmadı gözleriyle taciz et-mekten. Yüzümde ilginç ne var bu kadar merak ediyorum. Omzumun üzerinden tuvalde gezinen parmaklarımı izleyen Kenan’ın bakışları da böyle sinirli bir merak yaratıyor bende. Sahte olduklarını düşünmekten bir türlü alıkoyamıyorum kendimi. O konuşurken dudaklarında

Siste YolculukPınar Türer

32

Page 35: Sendrom #5

gezinen kendi bakışlarımın sahteliğini bil-diğimden mi bu? O da görüyor mu acaba bakışlarımın ardındaki boşluğu? Farkında mı acaba, birlikte olmaya başladığımız günden beri ondan koca bir sandık dolusu kendimi saklı tuttuğumun? Farkında olsa rahatsız etmez miydi bu onu?

Hayır, şimdi bunları düşünmenin sırası değil. Hiçbir zaman bunları düşünmenin sırası değil. İşte her zamanki eski püskü nargileci, görüntüsü hep mutsuz ediyor beni. O yüzden hiç sevmiyorum burada inmeyi, ama ne yaparsın. Bazı şeyler pek değişmiyor. “Müsait bir yerde, lütfen.”

Şoför fazlasıyla kıvrak el kol hareketleriy-le vitesi değiştiriyor, düğmeye bastığında tıslayan kapıyı bugün belki de üç yüz yetmiş beşinci kez açıyor. Genç bir adam, dikiz aynasından üzerinde “Bir tanem” yazan kırmızı pelüş bir kalp sarkıyor. Nişanlısı var belki de. İlişkilerini merak ediyorum. Keşke bir günlüğüne nişanlısı olabilsem, ya da dolmuşçunun kendisi.

Yine tuhaf tuhaf istekler. Bir gün gerçek-leşse de keşke ne bok yiyeceğimi bileme-den öylece kalakalsam başka hayatların içinde. Dolmuşçu olsam mesela. O zaman kıskançlığı da hisseder miydim nişanlım birazcık fazla açmış göğsünü diye? Ya da nişanlı kadın olsam, istemeye geldikleri gün elimde kahve tepsisiyle kapıda belir-diğimde müstakbel kocamın bakışlarını görmek titretir miydi içimi?

Nasıl da indirgiyorum yine. Ben ne algılı-yorsam o var sanki insanların hayatların-da, hayal edemeyeceğim hiçbir şey yaşıyor olamazlar!

Kenan bu hallerime “sanatçı” oldu-ğumu düşündüğü için mi katlanıyor? Bu kurmacaya dayanamadığım için mi buraya, çirkinliklerimle var olduğum yere geliyorum?

Daha fazla dağılamıyor kafamın içi neyse ki, karşıdan bana el salladığını görüyo-rum. Kızıllaştırdığı dudakları arsız bir tebessüme kıvrılıyor. Bu neşesi sinirime dokunur her zaman. Ama beni kendinden uzaklaştırmak için daha fazlasına ihtiyacı var. O da biliyor bunu. Bu yüzden hiç ödün vermiyor kendinden. Ben de bu yüz-den bırakamıyorum onu. Şu aptal kafede ne yapacağız şimdi, hiçbir fikrim yok. Evine gitmek istiyorum bir an önce. Göz-lerimde görecek bu arzumu. İstemiyorum görmesini; havada güneşten bir zerre bile olmamasına rağmen çıkarmıyorum güneş gözlüğümü. Onu da bu kapalılık arzum çekiyor biliyorum. Birbirini tamamlayan ruhlar. Lanetli ruhlar.

Oysa bu sabah perdeleri açmıştım, belki gün ışığı üstüme yağıp laneti kaldırır diye. Ama sis çok ağırdı.

Aralık ‘14 - Haziran ‘15

33

Page 36: Sendrom #5

Bildiğiniz gibi, Dünya hızlaküreselleşmekte ve bunun başını sos-yal medya ağları çekiyor şu an. Sosyalmedyaağlarıdayenikavramlaroluştu-rupbusürecihızlandırıyor.Bunabirör-nek,“Polandball”adlısayfailebaşlayan“Countryball” ekolü. 4chan adlı sitede,bir Alman’ın Polonyalılarla dalga geç-mekiçintersPolonyabayrağınıpaint’tençizilmişacemicebiryuvarlağın içineçi-zip, buna iki göz eklemesi ile başlayanakımhızlayayıldı.Turkeyball,USAball,Azerbaijanball, Greeceball, Serbiaballgibi “countryball”lar ortaya çıkmayabaşladı. Nogaiball, USSRball, Qarapa-paqball(kurucusubenim),Crimeaballvesaire etnik grup ve tarihi ülke sayfalarıdadoğdu.Busayfalarınenönemliözel-liği,tarihseldostlukvedüşmanlıklarıdaaçığaçıkartmalarıdır.MeselaTurkeyballile Azerbaijanball, genelde Serbiaball,Armeniaballgibisayfalarlasürekliatışır.Crimeaball Russiaball’a, QarapapaqballiseGeorgiaball’akarşıkarikatürlerpay-laşır.Çünkübusayfalarıkurangençler,sayfalaratoplumsalbilinçaltınıdataşır.TürkiyeveAzerbaycankardeşliği, bunaen güzel örnek. Biri benim tarafımdan,diğeri iseCharlottee adlı birTürkkari-katürist tarafından yapılan çizimler bukonu hakkındadır. Benim çizimim, Ka-dıköy’deAzerbaycanTürk’übirarkadaş-la içtikten hemen sonra Charlottee’ninçizimindenesinlenerekyapılmıştır.

Charlottee’nin meşhur “downthehatch” (Dibinigörelim) ilebitençi-zimi ise, aslındaCountryball’lardaki buülke rekabetlerininhem sebebi hemdesonucudur.BirTürkiyeTürk’üileAzer-baycan Türk’ü, sanalda gördükleriningerçektede işlediğini fark ederek zatenvar olan kardeşlik bağlarını perçinle-yebilir. Bunu eğer tüm Türk ülkelerineuyarlarsak, aslında küreselleşme dedi-ğimiz olgunun sosyal medya dalının,milliyetçiliği pek de bitirmediğini gö-rebiliriz.Ha, şöyle bir gerçek vardır ki,milliyetçilikkavramınınevrimleşmesinisağlamaktadır bu olgu. Türkiye Türk’ü,kendisinimevcutsınırlarahapsedenbir“vatandaşlıkmilliyetçiliği”ndense,diğerTürklerle olan benzerliklerini gördük-çe daha geniş tabanlı bir pan-Türkizmibenimsemeye başlar hızla. Tabii ki birTürkiye Türk’ünün bir Anadolu Rum’uile, bir Azerbaycan Türk’ünün ise birLezgi ile komşuluk bağı belli kültürelortaklıkları da getirir. Bunu da countr-yball âleminde görebilirsiniz, Azerbay-can’ın bazen daha Kafkas, Türkiye’ninise daha Akdenizli kalması konusunda.Turkeyball’ın çoğu zaman fes ile, Azer-baijanball’ın ise kalpakla resmedilmesigibi. Amma velâkin, bir Lezgi kendininasıl daha çok bir Çeçen’e ya da diğerDağıstanlılara yakın hissediyorsa birAnadolu Rum’u da kendini bir Türki-ye Türk’ünden çok, etnik bağ taşıdığı

“Defend Kebab!”

Denizcan Dede

34

Page 37: Sendrom #5

bir Teselya Yunan’ına hatta Sicilyalıyayakın hisseder. Lezgi, Azerbaycan’danayrılma isteğini açıkça ortaya koyarken(kireeldebelkiaklındaböylebirşeyyokiken), Anadolu Rum’u ise internet saf-laşmasındangazagelipmübadeleönce-sinde dedelerinin yaşadığı topraklardaBizans’ı hortlatmayıdüşünmeyebaşlar.Bu bakımdan, yine iş benim dediğim“vatandaşlıkbağınadayalımilliyetçilik”kavramının çöküşü ve daha geniş çaplı“pan-milliyetçilik”lerinyükselişiolgusu-nageliyor.Sonuçtainsanlarkendileriilekaderbirliğine inananlar vekendileriniözkardeşgörenlerleeleleolmayıterciheder.

Ben bu konuda Türklerin özelbir ayrıcalığı olduğu kanaatindeyim.Mesela Ukraynalılar ile Ruslar, SırplarveHırvatlar, bu tarz “jeopolitikmizah”deneyimleri ile birbirlerine yaklaşma-maktadır.Aksine,birbirleriniinternettede yemeye devam ederler. Hani hiçbirPolonyalı, “Aaa ne güzel, Ruslarla bi-zimBorçÇorbası’ndantutVodkayaka-dartonlaortaknoktamızvar!”deyipdeKatin Katliamını aklından çıkartmaz.Aksine, zerre alakasının olmadığı Gür-

cüyle oturup beraber Slav kardeşi(?)olanRuslaradalaşır.İsveçlileridegenel-dediğerCermenlerveİskandinavlarbutarzmizah sayfalarında “aşırı hoşgörü-lü”olmaklasuçlar,özellikleİsveç’eolanyoğunMüslüman(özellikleSomali)göçdalgasıyla dalga geçen karikatürler çi-zerler.Bunungibiolaylar,aynıetno-dil-sel grupta bulunan insanlar arasındakimesafeyi daha da açar.Hâlbuki Yakut-lar gibi bizden dilsel olarak neredeyseiki bin yıl önce kopan ve 1700’lerde deRus etkisi ile Hıristiyanlaşarak farklıbirkültür tabanıkazananTürkboyları-nı saymazsak, bu tarz sayfalar Türkleribirbirineyaklaştırmaktadır.Bunda,kül-türel faktörün(Türkdilininvekültürü-nünyapısıgereği,büyükbircoğrafyadabile benzerlikler korunmuştur diğeretno-dilsel grupların aksine) yanı sıra,zaten dışarıdan da insanların bizi birgörmesi önemli bir rol oynamaktadır.BirYunanmilliyetçisi, Türkiye’ye söve-ceği zamanarayamutlakaAzerbaycan’ıkatar. Veya bir Fars milliyetçisi aynınıAzerbaycan’a sövecekken araya Türki-ye’yikaynatarakyapar.KırımörneğindedeRusmilliyetçileri,Tatarlarlaatışırken

35

Page 38: Sendrom #5

aynını yapmakta. Bunu gören TürkiyeTürkleri, Azerbaycan Türkleri, TatarlarveNogaylargitgidebirarayageliyorta-bii ki.Ve bu konuda savunmacı bir tu-tum alırken, Türklerin sloganı “DefendKebab!” (Kebabı savun!)oluyor.ÇünküSırplarveErmeniler,Türklerleatışırken“remove kebab”(kebabı yok et) derlerTürkleri kast ederek. Kebap da, her nekadarArapçaetimolojiyesahipolsada,Bursa’danBakü’ye,Taşkent’tenKaşgar’akadarTürkmutfağının ortak bir yeme-ği olduğu için sembol olarak seçiliyorTürklertarafından.

Uzun lafın kısası, bu country-ball meselesi bile “küreselleşme zatenmilliyetçilikgibikavramlarıyokedecek,insanlar git gide birbirine yaklaşıyor”tarzı safsataları bizzat çöpe atmakta-dır. Aksine, küreselleşme insanlarınbirbirine etnik temelde yaklaşmasınıve uzaklaşmasını sağlamaktadır. Yuka-rıda verdiğim tüm örneklere bir örnekdahaekleyeyim.Atatürk’ünölümündensonra, İnönü veMenderes ile başlayandüzende, Atatürk’ün Türk dünyasınayaklaşmaklailgilitümçabalarırafakal-dırılmıştır. İnönü döneminde NurullahAtaç gibi aydınlar Latin-Yunan kültü-rünü yüceltip Batılılaşmayı önerirken,Menderes’in sırtını sıvazladığı NecipFazıl ise Pan-İslamist “Büyük Doğu”akımını öne sürmüştür. O gün bugün-dür, “(Avrupalı anlamında)Batılımıyızyoksa (Ortadoğulu anlamında) Doğulumuyuz?”sorusu ile cebelleşiyoruz, tabiibununtarihselkökeniTanzimat’akadargider.AmabutarzsosyalağlarsayesindebirTürkiyeTürk’ü,Avrupalınınkendisi-ni “Müslüman ve barbar” gördüğünü,amaOrtadoğulunun ise “sekülerveah-laksız”gördüğünüanlayacaktır.(SadeceOrtadoğululardeğil,MalezyalılarveKu-zeyAfrikalılarbilekonuAtatürkolunca,“Okâfir(!)hilafetikaldırdı,nasılseviyor-sunuzonu!”kafasınagirmekte).Amabir

AzerbaycanTürk’ü,biziolduğumuzgibikabuleder.Çünküzatenaynıkültüreveaynıkaderesahibiz.Buradan,birTürk,kendisinin ne Latin, Cermen ve SlavBatılı;nedeSemitikveİranîDoğuluol-madığını,buzgibi“Turanî”olduğunuve300milyonlukTürkailesinemensupol-duğunuçıkartabilir.Oyüzden,bizTürk-lere“kebabısavunmak”düşer.

36

Page 39: Sendrom #5

Toptancı Nuri’nin, “Sahte değil ağabey, suni deri bu.” diyerek kurnazca bir sırıtışla satmaya çalıştığı; ilk göz ağrısı olan ve üç gün üç gece ağlamasına dayanamayıp en so-nunda gark ederek el verdiği Ali’siyle toptancının yolunu tutan Yılmaz’ın, sanki pazarcı eline bir karpuz tutuşturmuş da onu inceliyormuş gibi sağına soluna koca elleriyle yüklenerek sağlamlığını test ettiği ve mahallelinin kalın bir urganla bağlı oldukları milli duyguları temsil eden kırmızı-beyaz renkteki futbol topu Ali’nin ayağından sekerek kaleye doğru yöneldi. Ancak yolunun üzerinde rast geldiği usta inşaatçı çivisine bir baş selamı vereyim derken gürültüyle patladı ve o anda yolun kenarında yavru kedi adımlarıyla ilerleyen Hatice’nin önüne düştü. Daha patlar patlamaz ağıtlar yakmaya başlayan Yılmaz’ın Ali’sini teselli etmenin bir hal çaresini arayan arkadaşları onun yanına bir hışımla koşarken, Hatice yine yapacağını yaptı ve kıs kıs gülüp dertli dertli söylenerek yoluna devam etti. Halbuki Hatice, akla gelebilecek her şeyi toptan satan Kazıkçı Nuri’nin Yılmaz ve Ali’sini yolcu ettikten sonra dükkanında ağırladığı sosyetik Naciye’ye “Aman ha bunlar hakiki deri hanım abla, suni deri değil.” diyerek satmaya çalıştığı tokalı ayakkabıları gördüğünde de kıs kıs gülüp dertli dertli söylenerek yoluna devam etmişti.

Hakkında, şehir efsaneleri ıssızlığına sahip dedikodular peyda olan Hatice, mahallenin delisiydi. İnanması gerektiğini düşündüğü dedikodunun peşinden bir o yana bir bu yana koşuşturan mahalleli, acaba Esma Teyze’nin bunu küçükken aç bırakıp zincire vurmuşlar, gözünü korkutmuşlar da o yüzden bu hale gelmiş garibim, şeklinde dile getirdiği hikâyesine mi inansındı, yoksa, köpoğlu köpeğin biri daha eline erkek eli değmeden bu kızcağızın namusunu kirletmiş de o yüzden böyle bahtsızlaşmış şeklin-de çığırdığı hikâyesiyle Elif Nine’ye mi müptela olsundu? Mahalleli bu konuda çok kararsızdı. Mahalleli hiçbir şeye inanmayıp dedikodusuz kalmaktansa, midesini cennet şarabıyla yıkayan zındıklar gibi bir aşağı bir yukarı yalpalayarak iki hikâyeye de inan-mayı yeğlemişti. Birbirine bir elmanın iki yarısı gibi bağlı olan bu iki hikâye zamanla yeni bir filiz verdi. Sırasıyla önce güneşle sonra da yağmurla beslenen bu filiz ağaç oldu ve tam bir elmayı yere düşürdü. Yerde sahibini bekleyen bu sulu elma, kendisini bulan çocukların ağzında gevelene gevelene yeni bir hikâyeye can verdi. Bu hikâyeye göre Hatice, daha kundaktayken üç harflileri beşiğine buyur edince aklını da onlara teslim etmişti. Yani, daha az önce yokuşun başında görünen Hatice, Hatice değildi de bir başkasıydı. Olsundu. Kendi halinde olması ve başkasının ocağında yanmakta olan ateşi söndürmedikten sonra varsın Hatice, Hatice gibi görünüp de Hatice olmasındı. Esasen Hatice, bu mahallenin delisi olmaya gönül koymak zorunda kalmış şansız gurebadan başka bir kimse değildi.

Hatice, her zaman yaptığı gibi, bir önceki gece göğün delinmesiyle dökülen suların yıkamış olduğu yokuşun başında bir taşın üzerine tünemiş, gün boyunca elinden düşür-meyeceği tek dal Samsun sigarasını tellendire tellendire içmeye başlamıştı. Hatice, gün-de sadece bir sigara içerdi. Mahalleli, Hatice’den taşan hiçbir özelliğe anlam veremediği gibi, günde bir sigara içmesine de uygun bir dedikodu yaratamayınca çareyi Esma

EKİN Berkay Üzüm

37

Page 40: Sendrom #5

Teyze’ye başvurmakta bulmuş, ancak gelini Gülser’den hasta olduğunu öğrenince, bu kez paldır küldür Elif Nine’ye dert yanmaya başlamıştır. O esnada Sütçü Hayri’den aldı-ğı iki tencere sütü kaynatmakta olan Elif Nine, mahallelinin nefes nefese kalmış çoban köpeği gibi hızlı hızlı soluklandığını görünce hepsini etrafına buyur ederek dertlerine deva olacak hikâyeyi çığırmaya başlamıştır: “Bre nefessiz mahluklar, ben derim ki bu bahtsızı hep tek bırakmışlar. Tek kala kala bir gün içinde tek bir yere gitmiş, yiyeceği aştan tek bir lokma boğazından geçirmiş, sudan tek bir tas içmiş, tütünden de tek bir tane tellendirmiştir.” Daha duymaya başlamadan inandıkları bu hikâyeyi de dedikodu kazanına zerk eden mahalleli, Elif Nine’nin eteğini öpe öpe orayı terk etmiştir. Kendisi hakkında mahallelinin ağzında sakız olan dedikodular Hatice’nin bir kulağından girmiş ama diğer kulağından çıkıp havaya karışmadığı için kafasını kendisine dar ettiğinden, Hatice hem kıs kıs gülüp hem de dertli dertli söylenerek yokuş aşağı yampiri yampiri inmeye başlamıştır. Kıs kıs gülüşünde bir yeniyetmenin masumluğunu, dertli dertli söylenişinde bir kader mahkumunun hüznünü taşıdığını kendisi de bilmemektedir.

O gece mahallelinin uykusu, gözlerini dedikodu hamuruyla yoğrulmuş sac ekmeği yumuşaklığına kapatırken, kızıl göğe açmaktan kurtaramaz. Göğün kızıllığına anlam vermeye çalışırken evlerini saran kara dumana ayaklanan koca koca adamlar, sonra onların utangaç karıları, sonra da onların haylaz çocukları, kendilerini dışarı attıkla-rında Rıza’nın çığlıklarına kulak kesilirler: “Abovvv! Yanıyommm!” Yokuşu tek nefeste çıkan koca koca adamlar, arkasından onların utangaç karıları, onların arkasından da haylaz çocukları, Rıza’yı yerde bir topaç gibi yuvarlanır bir halde, koca ekmek fırınını da alevler içerisinde öksürürken buldular. Yüzünü baştan aşağı kül eden alevin kollarını sarıp gövdesine doğru ilerlemesiyle şekil değiştiren fırın, tıpkı yüzünü ıslatıp yapış ya-pış bir hale soktuktan sonra elleri ve ayaklarına doğru titremeye dönüşen salya sümüğe karşı koyamayan Rıza gibi, küçüldükçe küçüldü. Rıza o gece yakalandığı titremeden bir daha kurtulamadı. O gece Rıza’nın fırını baştan aşağı kül oldu. Rıza’nın baştan aşağı kül olan fırını bir rüzgârın peşine takılıp da göç edince, Rıza sanki daha önce hiç fırın sahibi olmamış gibi oldu. O gün orada küllerin bıraktığı gri leke Rıza’nın böğrüne saplanan bir hançer misali bedeninde onulmaz bir ize meydan verdi. O geceden sonra mahalleli, Rıza’ya fırıncı demeden önce bir kez daha düşündü.

Henüz, Rıza’nın fırınından arta kalan leke temizlenmemişken cereyan eden bozuk süt kıvamındaki bir olay daha, mahallenin huzuruna acı biber tohumları ekti. Koltu-ğunun altına sıkıştırdığı çift dikişli futbol topunu, arkasından al ışıklar yayan tozlu spor ayakkabısıyla sektire sektire evden ayrılan Yılmaz’ın Ali’si, saat akşam yemeğini vurduğu halde hâlâ eve dönmemiş, bunun üzerine ev ahalisini bir telaştır almış, bu telaşın homurtusuna kapılan mahalleli de Yılmaz’ın evine doluşmaya başlamıştır. Mahallenin koca koca adamlarının utangaç karıları, bir ellerinde ferah limon kolon-yası diğer ellerinde de soğuk kuyu suyuyla, Yılmaz’ın Ali’sinin, korku ve heyecandan bitap düşmüş annesini sakinleştirmeye çalışırken; beri yandan mahallenin koca koca

38

Page 41: Sendrom #5

adamları, önce “Nerede kaldın lan sen!” diye söylenerek Ali’sine kızan, ama daha sonra “Acaba yine topu patladı da, kızacağım için mi eve gelmiyor?” diye söylenerek Toptan-cı Nuri’nin tüm ecdadını bir güzel kalaylamaya başlayan Yılmaz’ı sakinleştirmek için kendisine sigara üstüne sigara uzattılar. Sigaralar sönüp paketler boş çuval gibi bir kenara fırlatılınca, bu işin beklemekle olmayacağı konusunda mutabakata varıp dört bir yandan Yılmaz’ın Ali’sini aramak üzere mahalleye dağıldılar. Bitli itlerin uyukladığı duvar diplerini, cılız kedilerin karnını doyurmak için içlerine girdikleri çöp bidonlarını ve farelerin bir görünüp bir kayboldukları tozlu deliklerin talan edildiği aramalar so-nunda, birbirlerini elleri boş bir şekilde süzerken ümitlerini yitirmek üzere bulan koca koca adamlar ve somurtkan çocukları, “Abovvv” diye inleyen ve kucağında başı kanlı sabi sübyanla kendilerine doğru gelen Rıza’yı görünce, üç harfli görmüş gibi oldukları yerde donakaldılar. Kurbanlık koyun gibi kan damlatan Yılmaz’ın Ali’sini gören ma-hallelinin ağzını bıçak açmazken, günler önce yokuşu yıkayan yağmurun büyüttüğü bir ağacın yere düşürdüğü olgun elma, çocukların ağzında gevelenmeye başladı. Bu arada, günlerdir kimsenin yokuşun başında görmediği Hatice, ağızlarında bıçak bileyen koca koca adamların akıllarındaki yerinde o günkü sigarasını söndürdü.

Yılmaz’ın Ali’si, başındaki kan kuruyup da mahallelinin tez bir kararla bir araya gelerek aralarında topladıkları parayla aldıkları çift dikişle tutturulmuş hakiki deriden futbol topunun peşinden koşadursun; önce çocukların süt dişleri arasında gevelene gevelene kaysı tanesine dönüşen, sonrasında mahallenin işsiz delikanlılarının azı dişleri arasında un ufak olan olgun elma, can verdiği hikâyenin tatlı suyunu akıtmaya başlamıştır. O sıralarda tek ter akıttıkları iş kuşçuluk ve düzenbazlık olan parlak delikanlıların arala-rında konuştukları mevzuya göre, tatlı su, yolunu şöyle bir derede çizmiştir: Bu parlak delikanlıların azı dişleri arasında öğütülen hikâyeye göre, önce Rıza’nın fırınını küle dönüştüren, hemen ertesinde de Yılmaz’ın Ali’sini kurbanlık koyuna çeviren mahlûkat, daha kundaktayken üç harflileri beşiğine buyur edip buğday tanesi büyüklüğündeki başının üzerinde ağırlayan Hatice’den başkası değildir. Bu sütü bozuk tüysüz delikanlı-ların saçtığı kelimelere bakılırsa, Hatice Hatice değil de bir başkasıdır. Söz gelimi insan kılığına bürünmüş bir İblis, yahut kul kıyafetlerini kendine zırh kılan bir gulyabani, en olmadı gözlerinin içinde iki misket ateş topunu harlayan bir ahir zaman canlısıdır. Ak-tıkça canından can giden tatlı suyun, yolunu çizdiği derede acı suyla karşılaştığı günün arifesinde, mahallenin tüysüz delikanlılarını bir araya topladıktan sonra düzenbaz-lıkla cebine kattığı parayla iki şişe köpek öldüren alan Kuşçu Şahin, söze iki gün önce tepelediği hakiki Şekeri kuşundan girdi. Ağzından bal döke döke methederek tarif ettiği kuşundan sonra, söze üç gün önce yabancı semtten aşırdığı Paçalı’dan devam edecekti ki, o anda kendisine bir el dokunmuş gibi bundan vazgeçip Hatice’ye uzandı. Uzandığı yere bir padişah gibi kurulan Şahin, ağzından acı biber tohumları saça saça Hatice’nin Hatice değil de bir başkası olduğunu işleyen hikâyesini anlatmaya koyuldu. Hikâyeyi dinlerken, sanki karşılarında Muhammed varmış da onlara İslam’ın öğretilerini tatlı dille anlatıyormuş gibi Şahin’e tutulan tüysüz delikanlılar, ağızlarına attıkları beyaz

39

Page 42: Sendrom #5

leblebileri kıtırdata kıtırdata gevşediler, kollarını bir o yana bir bu yana açıp oldukları yere yayıldılar. Sanki cennetten huriler inmiş de başlarını okşuyormuş gibi sırıta sırıta hülyalara daldılar. Şahin, hikâyesine son noktayı koyup da ayaklanınca, kalplerine iman zerk edilmiş gibi hafifleyen tüysüz delikanlılar da onunla birlikte ayaklandı ve acı biber tohumlarını Hatice’ye doğru uçurdular. O sıralar da Hatice, sadece kıs kıs gülüyordu.

En önde, kalp gözü körleşince ne yapacağını bilmez bir halde sağa sola çarparak yürü-yen Şahin, arkasında da derviş sarhoşluğuyla dergâhtan çıkıp efendisini takip eder gibi sürüklenen tüysüz delikanlılar, Hatice’nin uyuklamak için geceleri sığındığı izbehaneye varınca durakladı. Dibinde yarım yudumluk köpek öldüren kalan şişeyi tek dikişle mi-desine boca eden Şahin, müritlerine zikri salık veren bir dervişin vakur bakışıyla arka-sındakilere döndü. Bir eliyle acı biberden midesi yanan biri gibi midesini ovarken, diğer eliyle de dibi görünen köpek öldüren şişesinin başını gövdesinden ayırdı. Sağ eliyle bir baş köpek öldüren şişesini kavrayan Şahin’in, sol elini midesinden çekmesiyle izbeha-nenin kapısını tek bir tekmeyle menteşelerinden sökmesi bir olurken, kıs kıs gülmekte olan Hatice de dertli dertli söylenmeye başladı.

Toprağa serpilen ilk acı biber tohumu, Şahin’in elinden çıktı.

Kapıyı tek atımlık tekmeyle menteşelerinden sökmenin verdiği haklı gururu yaşayan Şahin, izbehaneye ilk adımı atar atmaz Hatice’nin suratına silme bir tokat indirdi. Sanki yanağına bir gül dikeni batmış gibi irkilen Hatice, tüysüzler onu ayaklarından tutup da boyası aşınmış duvarın oraya sürüklediklerinde daha da dertlenerek söylenmeye başla-dı. Baştan aşağı bir günü bulan bu acı biber ekininin hasat seslerini, ulumakta olan bitli itler ve korkudan çöp bidonlarına tüneyen cılız kedilerden başka kimse duymadı.

Hasat, tüysüzlerden birinin belinden çözüp çıkardığı zinciri, Hatice’nin gövdesine art arda indirmesiyle başladı. Hatice, sanki ruhunu teslim etmiş de öbür diyara göç etmiş gibi hareketsizleşince, Şahin elinde kazmasıyla toprağa ayak bastı. Şahin, yolunu derede çizip de acı suyla birleşen tatlı suda önce ellerini ıslattı, sonra midesini ovdu, sonra Toptancı Nuri’nin “Böylesi başka yerde yok yeğen” diyerek sattığı deri kemeri çözdü, sonra pantolonunu indirdi, sonra Hatice’nin bacaklarını iki yana ayırdı, sonra Hatice’nin üzerine bedenini yığdı, sonra da Hatice’yle birlikte bir acıdan başka bir acıya gitti, geldi…gitti, geldi…gitti, ve geldi…

Ekin, Hatice’nin vücuduna indirilen zincir darbeleriyle gerçekleşirken; hasat da, kasık-larında biriken acılarla bir o yana bir bu yana gidip gelerek bitti. Bedenini, Hatice’nin dövülmüş demire benzeyen bedeninden ayıran her tüysüz, önlerinde biriktikten sonra çatlamış yer betonuna damlamaya başlayan al suları görünce biraz şaşırmış olsa da, son bir ekini daha toprağa yedirerek oradan uzaklaştı.

İki yana ayrılmış bacaklarından fışkırıp dışarıya süzülmekte olan al sulara gözlerini dikmiş olan Hatice, mahallelinin bir aşağı bir yukarı yalpalayarak inandığı hikâyelerin şimdi gerçek olmasına bir anlam vermeye çalışırken kıs kıs gülmeye başladı. Dertli dertli söylenmeyi sonraya bırakmıştı.

12

40

Page 43: Sendrom #5
Page 44: Sendrom #5

Seyahat etmek sizin için ne ifade ediyor? Seyahat etmek, benim için nefes almak demek, özgürlük demek, farkın-dalık demek. Biz Türklerin seyahat anla-yışı biraz farklı. Tam pansiyon konakla-ma, turdan bağımsız hareket etmeme, yalnız seyahat etmekten korkma söz konusu genelde. Ben dilediğiniz yere, tek başınıza, sadece gidiş bileti alarak seyahat etmekten bahsediyorum. Bunun ne parayla, ne yaşadıklarınızla ilgisi var. Tamamen cesaret işi.

Sizi seyahat etmeye babanızın ölü-mü mü itti? Üniversiteden mezun olduktan son-ra, uzun bir süre iş sınavlarına hazırlan-mıştım. Mülakatta elenmediğim kurum kalmamıştı. En sonunda bir yerden başlayayım diye Türkiye’nin bilinen bankalarından birine memur olarak girdim. Babam vefat etmeden önce, kendime yediremediğim stresli bir işim, yürümeyen uzun süreli bir ilişkim vardı. Üstüne üstlük, yaşamak istemediğim bir şehirde yaşıyordum. Maaşım inanılmaz düşüktü. Bir de babamın kanser hastalı-

ğı biraz çileliydi. Yani benimki tamamen bir kaçış oldu.

Nasıl bir kaçıştı bu? Verdiğim en iyi karar köklerimi terk edip, seyahat etmeye başlamaktı. Me-sela paraşütle uçaktan atladım, köpek-balıklarıyla yüzdüm, Nicaragua’da etkin ve çok dik bir yanardağdan el yapımı bir kızakla kaydım, New York’ta karpuz keserken elimi de kestim hastaneye kaldırıldım, Nepal’de Himalayalar’a tırmandım.

Düşük gelir seyahat etmeye engel mi? Değil. Ancak çalışanlar tatil izinleri-nin hepsini aynı anda kullanarak, geniş bir bölgeyi aynı anda gezerlerse, ancak o zaman çalışma fikrinden kurtulup, tam anlamıyla dinlenebilirler.

Seyahatinizi nasıl finanse ediyor-sunuz? Seyahat etmek için milyarder olmak gerekmiyor. Hatta dünyanın genelini günde 50 TL harcayarak gezebiliyorum. Seyahat için para bulamayan arkadaş-

Söyleşi

“Babam öldü, işi bıraktım, Amerika’ya kaçtım”

Munise Nilay Kahyaoğlu (28) bir gezgin. Bir yandan dünyayı gezerken, diğer yandan fotoğrafçılıkla ve yazarlıkla uğraşıyor. Babasının ölümü-

nün ardından işinden istifa etmiş ve ip orada kopmuş. Önce, hep hayalini kurduğu Amerika’ya gitmiş. Seyahat etme tutkusu daha da büyüyünce

dünyaya sığmaz olmuş. Deneyimlerini bloğundan paylaşıyor.

Hasan Basri Çifci

42

Page 45: Sendrom #5

larıma, her ay kıyafet alışverişine ne kadar para harcadıklarını soruyorum.

Nereleri gezdiniz? İtalya, Fransa, Lüksemburg, Belçika, Hollanda, Çek Cumhuriyeti, Avusturya, Kıbrıs, Yunanistan, Portekiz, İspanya, Miami, Bahamalar, Amerika, Arjantin, Brezilya, Meksika, Beliz, Kosta Rika, Guatemala, Panama, Kolombiya, Hon-duras, Nikaragua, Singapur, Malezya, Çin, Hindistan, Avustralya, Endonezya, Tayland, Nepal.

“Şehrin en büyük restoranında yemezsem, oraya gitmiş olmam”

Nasıl seyahat ediyorsunuz? Sabah erken saatlerde uyanıp da bu bir zorunlulukmuş gibi gezenlerden değilim. Öncelikle çeşitli sosyal medya kanallarından gitmek istediğim yerlerin listesini belirliyorum. Şehri yaşamayı seven, gittiğim ülkelerde yemek kursları alan, o ülke hakkında çekilmiş filmleri izleyen, sokaklarda kaybolmayı seven biriyim. Asla tek bir sırt çantası ile ge-zenlerden olamadım. Biraz keyfime düş-künüm. Tabii ki hostellerde ya da ucuz otellerde kalıyorum, ama şehrin olmaz-sa olmazlarını denemeden edemiyorum. Şehrin en popüler restoranında yemek yemeden, kendimi gezmiş saymam.

En çok nereyi beğendiniz? Miami’de yedi ay yaşadım ve haya-tımda hiç bu kadar huzurlu olmadım. Aynı zamanda bu kadar eğlenmedim de. Miami, tatil için gidildiğinde bir o kadar yorucu ve beklenileni vermeyen bir yer. Ama orada yaşamak çok daha farklı. En çok vurulduğum yere gelince: Asya diyebilirim. Tamamen bir kültür şoku yaşamıştım. O kadar pis ve sefil bir hayat yaşıyorlar ve mutlular ki... Özel-likle Nepal ve Hindistan… Gezerken çok sıkıntı çektim, ama şu an etrafımdaki

herkese öneriyorum.

Blog açmak nereden geldi aklını-za? İnsan okudukça, dünyayı gezdikçe bambaşka birine dönüşüyor. Kendi hayatını sade bulmaya başlıyor. Çevre-nizdeki herkesten farklı bir şey yakala-dığınızda, kendinizi onlara karşı borçlu hissediyorsunuz. Bu yüzden bir blog açtım ve çevremdeki insanlara yardımcı olmak, daha da önemlisi ilham vermek istedim (farawayfromthehome.com).

Sonraki planlarınız nedir? Plan yapmayı pek sevmiyorum. Ama Kuzey Işıklarını görmek, Afrika’da safari yapmak, Mısır’da tüple dalmak, Everest’e tırmanmak… Bunlar büyük hayallerim.

En sevdiği beş şehir:Miami, Bali, Sydney, Barcelona, Nikaragua

Seyahatten ne alır?Magnet, yerel hediyelikler

Seyahatte ne yer, ne içer?Yerel yiyecek ve içecekler

Seyahatte ne okur?Seyahat notları, kişisel gelişim kitapları

Seyahatte nerede kalır?Genelde hostelde

Kiminle seyahat eder?Tek başına veya arkadaşlarıyla

Seyahat çantasının vazgeçilmezleri neler?Fotoğraf makinesi, not defteri, atıştırmalıklar

43

Page 46: Sendrom #5

2003 yılında Running With Scissors adlıbağımsız oyun şirketi bir "sosyal deney"olarak tasarladıklarını söyledikleri 'Postal2' adlı oyunu piyasaya sürdüler. Zaten1997'de çıkardıkları 'Postal' oyunundakinedensiz şiddet yüzünden politikacılartarafından eleştirilen ve pek çok ülkedesatış yapması yasaklanan şirket, yenidevam oyununda şiddetin seviyesinidüşürmek yerine potansiyel olarak katlarcaarttırmıştı. İnsanların üzerine işemek,kedileri silahınızın ucuna takıp susturucuolarak kullanmak, insanları palaylaparçalara ayırmak oyunda yapabileceğinizbirçok şiddet eyleminden yalnızcabirkaçıydı. Ama oyunu normal oyun­lardan ayıran element konusunda veobjektiflerinde saklıydı. Oyuncular ka­rısıyla karavanda yaşayan ve günlükişlerinin peşinde koşan normal bir adamıkontrol ediyorlardı. Oyundaki görevler isemarketten süt almak, posta merkezinegitmek, kasaptan et almak gibi günlükişlerden oluşuyordu. Oyun hiçbir zamanoyuncudan birisini öldürmesini veyabirisine zarar vermesini istemiyordu.Görevler sırasında bazı karakterler oyun­cuya saldırabiliyordu fakat vahşice tepkivermek gibi kaçmak da tamamen serbestti.Yani, oyunu hiç kimseye zarar vermedenbitirmek gayet mümkündü. Bu özelliğisayesinde oyun aslında hem aşırı derecedeşiddet içeriyordu hem de hiç şiddetiçermiyordu. Yapımcıların oyununkapağına yazdıkları yazı ise şuydu: "Sadecesizin kadar şiddet içeriyor!"

Oyun 20'ye yakın ülkede türlü türlüyasağa uğradı, şu an Yeni Zelanda'dasatılması ya da oynanması kanunlara göre

hapisle cezalandırılıyor. Ana akım bir oyundergisi oyuna 100 üzerinden 0 puan verip"piyasaya çıkmış en kötü ürün" olaraknitelendirdi. 'Postal 2' halen en şiddetlioyunların seçildiği listelerde en üstsıralarda yer alıyor. Tabi ki bu durumoyunun yapımcıları için, kendi oyunlarınınaşırı şiddet içerikli olduğu anlamına değil,insanların aşırı şiddet barındırdığı an­lamına geliyor. Çünkü eğer insanlariçlerinde şiddet barındırıyor olmasaydı,oyunu toplu katliam yapmak yerinemümkün olduğunca az kişiyi öldürerekbitirebilirlerdi. 'Postal 2'nun hiçbir şekildesosyal deney niteliği taşımadığı da önesürülebilir. Farenizde sol tıkladığınızdaateş etmeye ayarlanmış bir oyunu,insanların şiddete ne kadar yatkın ol­duklarını ölçmek için bir parametre olarakkullanmak yanlış olur sonuçta. Ama eğerbilgisayar oyunları ve şiddet arasındakiilişkinin yıllardır tartışma konusu olduğuABD'de silah almanın insanlara bir telefonuzağında olduğu düşünülürse, 'Postal2'daki bu kusur çok da abes kaçmıyor.

2006 yılında Kimveer Gill adlı gençKanada'da bir üniversiteyi silahlarla basıpardında 1 ölü, 19 yaralı bıraktıktan sonraintihar etti. Gill'in internet profilinde'Postal 2'yu en sevdiği oyunlar arasındasayması ve birkaç gönderide oyundanbahsetmesi, 'Postal 2'yu ve dolayısıylabilgisayar oyunları ve şiddet tartışmalarınıtekrar gündeme taşımıştı. Bu türtartışmalarda haber medyası, şiddeteyleminin muğlaklığını en kısa süredegiderip haber yapabilmek için en azkomplike ve başına bela açma olasılığı endüşük olan unsuru eylemin tetikleyicisi

44

Page 47: Sendrom #5

olarak lanse eder. Bu unsurlar geneldemetal müzik, aksiyon filmleri, şiddetiçerikli bilgisayar oyunları gibi aslındahayatlarımızda geniş bir alan işgaletmeyen şeylerdir. Bu yargıların herhangibir desteğe dayanmaksızın birer günahkeçisi arama çabası olduğu ve şiddetinaslında çok daha derin nedenlere bağlıolduğu açıktır. Muhafazakar kesim,kaygılı anne­babalar, sırf değerli bir şeyyapıyormuş gibi gözükmek adınahakkında hiçbir şey bilmediği oyunlarınyasaklanması için uğraşan politikacılar;oyun yapımcılarını, müzisyenleri, sanat­çıları yerin dibine sokup sinirleriniboşaltırlarken savaştıkları şeylerin top­lumdaki şiddetin en fazla ambalajıolabileceğini unuturlar. "Neden gençlerbirbirlerini öldürüp intihar ediyor?Nedeni şiddetli bilgisayar oyunları. Çün­kü gelecek kaygısı, toplum baskısı, bozukpsikoloji, silah düzenlemeleri vs. başedemeyeceğimiz, çözümü imkansız olankonular. Ama oyunlar kolayca yasak­lanabilir."

Şiddet içerikli oyunlar yaklaşık 25yıldır varlar. 25 yıldır sürekli gelişmekteolan bir endüstrinin toplumdaki uzunsüreli etkilerini saptamak için görece kısabir süre. Geçtiğimiz her on yılda artanokul katliamları ile teknolojik olarakilerleyen ve daha gerçekçi hale gelenoyunlar arasındaki ilişki tesadüf müdür,yoksa bir korelasyon mevcut mudur?Arada bir korelasyon varsa bile oyun­ların bu katliamlardaki payı, toplumsaleşitsizlik gibi başka unsurlara kıyaslayeterince değerli midir? Bu sorularacevap bulmak daha fazla zamangerektirmektedir. Bu yüzden bu alandayapılmış pek çok psikolojik araştırmanıngeçerliliği tartışılır durumda. Yine deuzmanlar oyunların etkilerini açık­layabilmek için zaten kabul görmüşmodellerden faydalanabiliyor. Zatençeşitli nedenlerle nefret dolu olangençlerin oyunlardan aldıkları fikirleri(ani ya da uzun süreli) bir kırılma halin­de eyleme geçirebileceklerini iddia edi­yorlar. Öte yandan, gençlere bu fikirleri

verebilecek medya kanallarının yıllardırvar olduğuna dikkat çekiliyor. BelkiABD'nin vahşi batı zamanlarında popülerolmuş ve Kızılderililere uygulananişkenceleri detaylı şekilde anlatan birçocuk kitabı, bir karakterin tamkontrolüne sahip olduğunuz ve eylem­lerinizi retinanıza kazıyan bir bilgisayaroyunu kadar yoğun bir deneyimyaşatamayacağını öne sürebilirsiniz.Fakat hareketli görüntünün bile yaygınolmadığı bir zamanın şartlarına göredeğerlendirirsek, bu iki kanalın aslındadüşündüğümüzden daha yakın bir etkiyesahip olduklarını söyleyebiliriz.

Bulunduğumuz zamanda bilgisayaroyunlarının, şiddet gibi köklü birfenomenin sebebi değil, en fazla sonucuolabileceği düşünülebilir. Peki bilgisayaroyunları gerçek hayattaki şiddet rad­yasyonunun bir sonucu, daha doğrusuyansıması mıdır? Bilgisayar oyunları safbirer simülasyondurlar. Simülasyonuntanımına göre, aslında temsil edilen şeyin(bu durumda şiddetin) gerçekle arasındaalgılanabilen bir ayrım vardır. Simü­lasyona maruz kalan kişi, zaten gerçekletemsil arasına doğal bir bariyerkoymuştur. Buna göre, bilgisayaroyunlarındaki şiddetin kendisi dışındahiçbir şeyle bağlantısı olamaz. Budurumda oyun şiddeti, sadece kendiendüstrisindeki teknolojik gelişmenin birsonucu olabilir. Bu da oyunlarıntoplumsal sorun olarak algılanmasını veetkilerinin tartışılmasını bir zaman kaybıve saçmalık olarak bulanları haklıçıkartır.

Siz de politik olarak yanlış olduğunudüşündüğünüz fikirlerinizi

[email protected]'a mailolarak atabilirsiniz.

45

Page 48: Sendrom #5