m. foucault'nun bİyo polİtİka gÖrÜŞÜnÜn m ve a....
TRANSCRIPT
i
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
FELSEFE (SİSTEMATİK FELSEFE VE MANTIK)
ANABİLİM DALI
M. FOUCAULT'NUN BİYO-POLİTİKA GÖRÜŞÜNÜN M. HARDT VE A. NEGRİ'NİN SİYASET FELSEFESİNE ETKİLERİ
Yüksek Lisans Tezi
Öner Güler
Ankara 2016
ii
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
FELSEFE (SİSTEMATİK FELSEFE VE MANTIK)
ANABİLİM DALI
M. FOUCAULT'NUN BİYO-POLİTİKA GÖRÜŞÜNÜN M. HARDT VE A. NEGRİ'NİN SİYASET FELSEFESİNE ETKİLERİ
Yüksek Lisans Tezi
Öner Güler
Tez Danışmanı
Prof. Dr. Hamdi BRAVO
Ankara 2016
iii
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
FELSEFE (SİSTEMATİK FELSEFE VE MANTIK)
ANABİLİM DALI
M. FOUCAULT'NUN BİYO-POLİTİKA GÖRÜŞÜNÜN M. HARDT VE A. NEGRİ'NİN SİYASET FELSEFESİNE ETKİLERİ
Yüksek Lisans Tezi
Tez Danışmanı:
Tez Jürisi Üyeleri
Adı Soyadı İmzası
................................................... ……………………...
……………………………….................. ……………………...
……………………………….................. ……………………...
Tez Sınavı Tarihi:……………………………..
iv
TÜRKİYE CUMHURİYETİ
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜNE
Bu belge ile, bu tezdeki bütün bilgilerin akademik kurallara ve
etik davranış ilkelerine uygun olarak toplanıp sunulduğunu beyan
ederim. Bu kural ve ilkelerin gereği olarak, çalışmada bana ait olmayan
tüm veri, düşünce ve sonuçları andığımı ve kaynağını gösterdiğimi ayrıca
beyan ederim. (……/……/2016)
Tezi Hazırlayan Öğrencinin
Adı ve Soyadı
…………………………………
İmzası
………………………….
v
M. FOUCAULT'NUN BİYO-POLİTİKA GÖRÜŞÜNÜN M. HARDT VE A. NEGRİ'NİN SİYASET FELSEFESİNE ETKİLERİ
Giriş........................................................................................................................................1
1. BÖLÜM: Foucault'nun Biyo-Politika Görüşünde Disiplin ve Denetim............................11
1.1. Bir İktidar Pratiği Olarak Cezalandırmadan Disipline Geçiş.....................................12
1.1.1. Ölüm Üzerinde İktidar Olarak Cezalandırma..............................................14
1.1.2. Bedenlerin Disipline Edilişinde Biyo-İktidarın Rolü....................................16
1.1.3. Disiplinlerin Tamamlayıcısı Olarak Panoptik Gözetleme Modeli...............23
1.2. Disiplin ve Denetimin Kesişim Yeri Olarak Biyo-Politika..........................................27
1.2.1. İktidarın Devlet Irkçılığı ve Ölüm Üzerinden Biyo-Politikaya Dahil
Oluşu.......................................................................................................................34
1.2.2. Liberal Yönetim Sanatı................................................................................40
2. BÖLÜM: Hardt ve Negri'nin Siyaset Felsefesinde Biyo-İktidar ve
Biyo-Politik Üretim...................................................................................................52
2.1. Yeni Bir Siyasal Analizin Nesnesi Olarak İmparatorluk............................................53
2.1.1. Emperyalizmden Emperyale Geçiş..............................................................57
2.1.2. Biyo-İktidar Organı Olarak İmparatorluğun Yapısı.......................................61
2.1.3. Biyo-İktidar'ın Düzenleyici Aracı Olarak Savaş.............................................64
2.2. Biyo-politik Bir Üretici Güç Olarak Çokluk...............................................................69
vi
2.2.1. Biyo-politik Üretim'in Yapısı........................................................................73
2.2.2. Bedenin Karşıtı Olarak Çokluk veya Canlı Et................................................78
2.2.3. Ortak Payda ve Demokrasi..........................................................................82
2.2.4. Çokluğun Demokratik Niteliğine Spinoza'nın Etkisi.....................................86
2.3. Kurucu Güç Olarak Çokluk......................................................................................90
3. BÖLÜM: Foucault'nun Hardt ve Negri'nin Siyaset Felsefesine
Etkileri.......................................................................................................................94
3.1. Biyo-İktidar ve Biyo-Politika Kavramlarının Tarihsel Değişimi.................................94
3.1.1. İktidar Mekanizmasından Üretim Etkinliğine Biyo-Politika.......................101
3.1.2. Biyo-Politik Üretim ve Biyo-İktidar Karşıtlığı..............................................104
3.2. Biyo-İktidarda İçsellik ve Dışsallık Sorunu.............................................................109
3.3. İmparatorluk Kavramının Foucaultcu Çağrışımları................................................114
3.4. İşçi Sınıfından Çokluğa Geçişte Foucault'nun Etkisi...............................................119
3.5. Demokrasi ve Çokluk.............................................................................................121
4. SONUÇ.................................................................................................................124
5. ÖZET......................................................................................................................127
6. ABSTRACT...........................................................................................................128
7. KAYNAKÇA.........................................................................................................129
1
GİRİŞ
Siyaset felsefesi içinde iktidar kavramını genellikle baskı, yasaklama,
bastırma ve sınırlar çizme kavramlarıyla birlikte düşünmeye dair bir yatkınlık vardır.
Bunun yanı sıra iktidar için bir konum arayışının sonucu olarak onun devlet gibi
aslında oldukça soyut ve belirsiz bir yerde somutlaştığı veya iktidarın bir sınıfın bir
başka sınıfı baskısı altında tutabilmek için ekonomist amaçlarla örgütlendiği fikri
eşlik etmektedir. Bu teorilere göre iktidar tepede bir yerde, tek bir merkezden
doğmakta ve aşağılara inildikçe dallanıp dağılmakta, karmaşıklaşmaktadır. Bu
düşünce tarzının sonucu olarak devletin ele geçirilmesiyle iktidarın da yıkılabileceği,
iktidarın bir sınıf tahakkümü olduğundan hareketle sınıfsal ilişkilerin sona
erdirilmesiyle iktidarın da sönümleneceği gibi düşünceler geliştirilmiştir.
Bu teorilerin aksine, özellikle Foucault çalışmalarında göstermiştir ki iktidar
aslında tepede, tek bir noktada olan ve oradan toplumsal ilişkilere yayılan, dağılan
bir şey değildir. Tam tersine iktidar bizzat bireysel ilişkiler uzamında ortaya
çıkmakta ve yatay olarak hareket etmektedir. Bu iktidar anlayışı aynı zamanda
iktidarı, egemenliği sadece baskı ve yasaklama kavramları çerçevesinde ele almakta
onun özellikle 17. yüzyıldan sonra gelişen üretici niteliğini kavrayamamaktadır.
Foucault'nun "ölüm üzerinde iktidar" olarak adlandırdığı bu iktidar el koyma yoluyla
işlemekte ve yasaya uyulmadığında kişinin yaşamı üzerinde karar hakkına sahipti.
Bunu aksine yeni iktidar formu yaşamı yönetmeyi, güvence altına almayı,
geliştirmeyi ve kontrol etmeyi amaçlamaktadır ve Foucault çalışmalarını bu iktidar
biçimini kavramaya odaklamıştır.
2
Foucault düşüncesine göre bu yeni iktidarın iki temel nesnesi vardır. Bunlar
bireylerin disipline edilmesini amaçlayan ve itaat-yararlılık kavram çiftini merkeze
alan biyo-iktidar mekanizmaları ve bir bütün olarak nüfusun biyolojik canlılığını
denetim altında tutmayı hedefleyen ve biyo-iktidar pratiklerinin toplamı olarak da ele
alınabilecek, onları bir arada tutan biyo-politika.
Üretim ilişkileri ve kapitalizmin gelişimiyle paralel olarak ele alındığında bu
iki iktidar pratiğinden biyo-iktidar kapitalizmin erken dönemlerine denk gelmekte ve
emek gücünün en etkili şekilde organize edilmesini ve işletilmesini hedeflemektedir.
Bu iktidar mekanizmasının amacı tekil bedenlerin disipline edilmesidir. Disipline
etme amacı iktidarın sadece yasaları belirleme ve yasaya uymayanlar üzerindeki
alıkoyma hakkından daha geniş bir mekanizmalar dizisine doğru genişlemeye
zorlamıştır. Islah etme, terbiye etme ve iyileştirme iktidarın yeni hedefleridir ve
kapitalist-endüstriyel toplumun çıkarlarıyla paralellik göstermektedir. "...[B]edenin
terbiyesi, yeteneklerinin artırılması, güçlerinin ortaya çıkarılması, yararlılığıyla
itaatkarlığının koşut gelişmesi, etkili ve ekonomik denetim sistemleriyle
bütünleşmesi, bütün bunlar disiplinleri şekillendiren iktidar yöntemleriyle
sağlanmıştır: insan bedeninin anatomo-politikası" (Foucault, 2010: 102). Emek
gücünün organize edilmesi tek tek bireylerin eylemlerinin sıkı kontrolüne ihtiyaç
duyduğundan üretim alanlarında mekansal ve uzamsal bir bölümlemeyi doğurmuştur.
Üretim süreçlerinde üretime katılan bedenlerden maksimum verimin elde edilmesi
onların mekansal ve zamansal kontrolüyle mümkündür. Bu düzenlemeler yoluyla
işçilerin zamanlarını boşa harcamalarının önüne geçilmesi hedeflenmeydi, bu
anlamda biyo-iktidarın nesnesi tekil bedenler ve onlar üzerindeki iktidarın
arttırılmasıdır. Bu aynı zamanda tekil bedenlerin devamlı gözetim altında tutulmasını
3
da gerektirmekte ve Foucault'nun panoptik gözetleme modeli dediği mekanizmayla
birleşmektedir. Panoptik gözetleme modeliyle karmaşıklaşan üretim ilişkilerinin
gerektirdiği kontrol sağlanmaya çalışılmaktadır. Bu modelde bireyler gözetlenip
gözetlenmediğinden emin olmaksızın devamlı gözetleniyormuş gibi davranmaya
zorlanmaktadır. Sürekli bir gözetim altında olma hissi bireylerin iktidara içsel bir
itaatini sağlamaktadır. Biyo-iktidar bireylerin zamansal ve mekansal kontrolünün
dışında bireylerin yapmaları gerekenleri de normlar yoluyla belirlemekte ve bu
sayede bireylerin yaşamına uzanmaktadır. Normlara uyulması ise yarar söylemi ve
gözetleme mekanizmalarının baskılamasıyla elde edilir.
Bu anlamda biyo-iktidar her ne kadar iktidarın eski negatif anlamından
kurtularak normlar yoluyla yaratıcı olmaya başlasa bile hala eski baskı ve yasaklama
biçimini andırmaktadır. Bireyler üzerindeki gözetleme onların her hareketinin bilinir
kılınmasını amaçlamaktadır. Ayrıca bu düşünce devletin güçlerinin arttırılması
fikrinin bir uzantısıdır.
Buna karşılık kapitalizmin geliştiği ve liberalizm fikrinin yerleştiği 19. yüzyıl
pratiklerine bakıldığında biyo-politika üretim ilişkilerindeki bu disiplin rejiminin
ötesine geçerek yaşamın bütününü kapsamaya yönelir.
"...[T]ür-bedeni, canlı varlığın mekaniğinin etkisinde olan ve biyolojik
süreçlerin dayanağını oluşturan bedeni merkez almıştır: Bollaşma,
doğum ve ölüm oranları, sağlık düzeyi, yaşam süresi ve bunları
etkileyebilecek tüm koşullar önem kazanmıştır; bunların
sorumluluğunun yüklenilmesi bir dizi müdahale ve düzenleyici denetim
yoluyla gerçekleşir: İşte bu da nüfusun biyo-politikasıdır" (Foucault,
2010: 102-103).
4
Biyo-politika sağlık, hijyen, beslenme, doğum oranları, cinsellik gibi
fenomenler üzerinden nüfusu yönetirken yerel düzeyde işleyen biyo-iktidar
mekanizmalarından yararlanır. Böylece Foucault düşüncesine göre biyo-politikayı
bir biyo-iktidarlar toplamı olarak ele almak mümkündür. Biyo-politika düşüncesinin
içerdiği iktidarın tek bir merkezden oluşamayacağı, pek çok iktidar ilişkisinin
çoğulluğu olduğu iddiası da buradan kaynaklanmaktadır. Foucault iktidarı, basitçe
tanımlanamayacak kadar karmaşık, birbirleri ile savaş içerisindeki bir ilişkiler
çokluğu olarak ele almaktadır. Ayrıca disiplin çözümlemesi genel olarak iktidarın
nasıl işlediğine dair bir boşluğu da beraberinde getirmektedir. Biyo-politika bu
mekanizmalara bir birliktelik sağlamaktadır.
"...[D]isiplin özel bir iktidar tekniği olarak araştırmada öncelikli ilgi
alanı iken; bireysel disiplin altına alınma, hukuki iktidar kavramının
eleştirisinin zemini olarak işlev görmüş ve tekil kurumlar üzerinde
yoğunlaşılması, araştırmayı devletin küresel çözümlemesinden bilinçli
olarak uzaklaştırmıştı. Önceden Foucault disipline dayalı
mekanizmaların üretkenliği ile egemenliğin iktidarının negatifliğini
karşı karşıya getirirken, şu durumda bir iktidar tekniği olarak disiplini,
sadece bedenin terbiyesi değil, bunun yanında nüfusun da kontrolünü
hedefleyen daha kapsamlı bir politik teknolojinin içine yerleştirir"
(Lemke, 2016: 195).
Biyo-politika içerisinde tekil bedenlerin disiplini ve biyolojik bir bütün olarak
nüfusun denetimi bir arada işlemektedir. Bu noktada cinsellik bu iki mekanizmanın
kesişim alanı olarak dikkat çekmektedir. Cinsellik bireysel bir davranış olarak
disiplinci rejimin bir parçasını oluştururken aynı zamanda üreme özelliğiyle sadece
bireyin bedenini değil biyolojik bir süreç olarak nüfusu da etkiler.
Nüfusa yönelik pratikler aynı zamanda nüfusun arttırılması yoluyla bir
güçlenmenin amaçlanmamasıyla da disiplinden ayrılmaktadır. Bunun yerine biyo-
5
politika hukuki iktidar kavramından disipline geçilirken etkisini kaybeden ölüm
üzerinde iktidarı farklı bir formda iktidar pratiklerine ekleyerek ırkın saflığını
sağlamaya çalışır. Ölüm üzerinde iktidar bu biçimiyle yaşamı sürdürmenin ve
güçlendirmenin bir aracı olarak iktidara dahil olmaktadır. Bu noktada devlet ırkçılığı
kavramı ırklar arasındaki bir mücadeleye değil devletin ırkın kendisine yönelik bir
müdahalesi olarak anlaşılmalıdır. Irkın içerisindeki hastalıklı unsurların tespiti ve
temizlenmesi ırkın içerisine yönelik bir savaş yoluyla gerçekleştirilir.
Kapitalizmin giderek güçlendiği ve liberalizm aşamasına geçildiğindeyse
iktidarın öncelikli hedefinin ekonomik alandan toplumsal alana geçişinin
tamamlandığı görülmektedir. Liberalizm fikriyle birlikte Sovyet ve Nazi Almanya'sı
deneyimlerinden çıkarılan sonuçlar uyarınca iktidarın ekonomik alana müdahale
etmemesi gerektiğine karar verildi. Bununla birlikte ekonominin gelişmesinin
toplumsal koşullarla olan ilişkisi göz önünde tutularak beşeri sermaye kavramına
ağırlık verilmektedir. Buna göre toplumsal koşulların gelişmişliğinin ifadesi olarak
beşeri sermaye devletin zenginliğinde en etkili faktördür ve iktidar ekonomik alana
müdahale etmektense beşeri sermayenin gelişimi üzerinde durmalıdır.
Biyo-iktidar ve biyo-politika kavramlarını güncel politik yapının analizinde
kullanan diğer isimler ise Hardt ve Negri'dir. Kendilerini Marksist olarak tanımlayan
ikili, çalışmalarını toplumsal emeğin değişen niteliği ve küreselleşme üzerinde
yoğunlaştırmışlardır. Foucault felsefesinden biyo-iktidar ve biyo-politika
kavramlarını almakla birlikte bu kavramlara farklı bir anlam getirmiş, bir anlamda
Marksizmi günümüze uyarladıkları gibi bu kavramları da yenilemişlerdir.
Kavramların içeriğinde meydana gelen değişime rağmen özellikle Foucault'nun
üretim ilişkileri ile paralel bir okuması yapıldığında aslında Hardt ve Negri'nin
6
kavramları ele alış tarzlarının Foucault'nun bir devamı olduğu görülmektedir. Bu
noktada Hardt ve Negri'nin Foucault'ya yönelik eleştirileri onun biyo-iktidar
kavramına fazla yoğunlaştığı ve biyo-politik toplumdaki üretimin gerçek
dinamiklerini kavrayamadığı yönündedir.
"...[B]iyo-politikayı bir tür biyo-iktidarlar toplamı olarak mı
düşünmelidir yoksa iktidarın yaşamı kuşattığını söylemek aynı şekilde
yaşamın bir iktidar olduğuna işaret ediyorsa, bir tür uyrukluktan
kurtulma olarak öznellik üretiminin ve bir karşı-iktidarın doğuşunun
olanağını yaşamın içinde -yani emekte ve dilde olduğu kadar bedenlerde,
duygularda, arzularda ve cinsellikte de- bulabilir miyiz?" (Negri, 2013:
39).
Hardt ve Negri bu bağlamda iktidarın değişen yapısına ve üretim
ilişkilerindeki değişimlere odaklanmaktadırlar. Günümüz üretiminde asıl belirleyici
olanın maddi malların üretimi değil maddi olmayan malların üretimi olduğu tezinden
hareket ederler. Fikir, imaj ve bilgi üretimi modernden post-modern döneme geçişle
birlikte üretimin baskın eğilimini oluşturmaya başlamıştır. Bu üretim tarzının temel
özelliğiyse belirli mekanlarda ve zamanda yapılma zorunluluğunu aşması, aynı
zamanda küresel bir iletişim ve bilgi alışverişini gerektiriyor olmasıdır.
Zamansal ve mekansal sınırlamalardan kurtulan üretim ilişkileri üretici
güçlerin disiplinini hedefleyen biyo-iktidar mekanizmalarının gücünü kaybetmesi
sonucunu doğurmaktadır. Mekansal bölümleme ve zamansal çizelgelere uyma
zorunluluğu yerini esneklik ve melezliğe bırakmaktadır. Üretim süreçlerinde yer
alanlar özgür oldukları oranda yaratıcı olabileceklerdir. Aynı zamanda fikirlerin
üretimi devamlı başka fikirlerle ve insanlarla iletişim halinde olmayı
gerektirdiğinden bu üretim dışarıdan bir müdahaleyle değil kendi başına bu iletişim
7
olanaklarını üretme yeteneğine sahiptir. Üretimin giderek maddi olmayan malların
üretimine kayması ve çoğul karakteri onu aynı zamanda toplumsallığın da üretildiği
yer haline getirmektedir. Bu sebeplerden dolayı bu üretim Hardt ve Negri tarafından
biyo-politik olarak adlandırılır ve üretim ilişkilerinin tüm toplumsal ilişkileri
kapsayacak, yani tüm yaşamı kapsayacak şekilde genişlediğini belirtir.
Buna karşılık sömürü ve iktidar ortadan kalkmamıştır. Topluma dışsal bir
hale gelerek toplumun üretkenliğini kendisine mal etmeye devam etmektedir. Üretim
ilişkilerinden dışlanan biyo-iktidar kendisini burada ortaya çıkarmaktadır. Hardt ve
Negri felsefesinde biyo-iktidar ve biyo-politika kavramları birbirine karşıt ve
mücadele halinde iki ayrı kavram olarak ortaya çıkar. Biyo-politika üretken, yaratıcı
ve topluma içselken biyo-iktidar kısıtlayıcı, sömürücü ve topluma dışsaldır.
Genel hatlarıyla belirtilen bu tezin amacı, biyo-iktidar ve biyo-politika
kavramlarının disiplin ve denetim kavramlarıyla birlikte ekonomik sistemle olan
ilişkisinde ele alınarak geçirdiği değişimin ortaya konması ve Hardt ve Negri'nin
felsefi görüşlerinin Foucault'dan etkilendiği noktaların açıklanmasıdır. Bu tezin bir
diğer amacı ise, üretim ilişkileri ve egemenlik anlayışında meydana gelen
değişikliklerin ele alınmasıyla modern siyaset felsefesinde takip edilebilecek bir
hattın ortaya çıkarılmasıdır.
Bu tezin ilk bölümünde, Foucault'nun biyo-iktidar ve biyo-politika kavramları
cezalandırma, disiplin ve denetim mekanizmaları arasındaki tarihsel geçişler temel
alınarak incelenecektir. Bu amaçla Foucault'nun iktidar kavrayışının klasik
egemenlik anlayışından farklılıkları ortaya konmaya çalışılacak ve biyo-iktidar ve
biyo-politika kavramlarının kapitalist üretimle olan ilişkilerine değinilecektir. İlk
8
bölümün ilk alt başlığında cezalandırmadan disipline geçiş, ölüm üzerinde iktidarın
terki ve yaşamın iktidarın konusu olması cezalandırmalarda meydana gelen
değişimler takip edilerek ele alınacaktır. İkincil olarak, disiplinlerin nesnesini
oluşturan tekil bedenlerle ilişkisine yoğunlaşılacaktır. Disiplinlerin tek tek bedenler
üzerinde nasıl işlediği ve itaat-yarar kavram çifti çevresinde üretim süreçlerinde
işçiler üzerinde kullanılan teknikler kapitalizmle ilişkisinde ele alınacaktır. Son
olarak, bu bölümde, disiplinlerin tamamlayıcısı ve bireyler tarafından
içselleştirilmesinin aracı olarak panoptik gözetleme modelinin nasıl işlediği ve
iktidar için ne gibi ihtiyaçlara karşılık geldiğine bakılacaktır. Bu bölümün ikinci alt
başlığında, iktidarın nesnesinin bireylerden nüfusa geçişi biyo-politika kavramı
etrafında tartışılacaktır. Bu kısımda ilk olarak, biyo-politika görüşünün işleyişi ve
hükümranlık-yasa modelinden farklı yanlarına odaklanılacaktır. İkincil olarak
nüfusun sağlığının ve saflığının hedeflendiği bu sistemde devlet ırkçılığı kavramıyla
ölüm üzerinde iktidarın tekrar nasıl dahil olduğuna değinilecek. Son olarak,
liberalizm kavramıyla birlikte ele alındığında üretim süreçlerinde biyo-iktidarın yeri
ve biyo-politika kavramının toplumun şekillendirilmesinde devlet ve yönetimsellik
kavramlarıyla ilişkisi ele alınacaktır.
Tezin ikinci bölümünde, Hardt ve Negri'nin felsefesi imparatorluk, çokluk,
biyo-politik üretim ve demokrasi kavramları ele alınacaktır. Bu amaçla yazarların
modern siyaset kuramlarında hala kullanılmakta olan Marksist analizin yenilenmesi
hakkındaki görüşleri ele alınacaktır. İkinci bölümün birinci altbaşlığında Hardt ve
Negri'nin emperyalizm kavramına yönelttikleri eleştiriler ve emperyalizm
modelinden emperyal modele geçiş imparatorluk kavramı çevresinde incelenecektir.
Sonrasında bir biyo-iktidar rejimi olarak imparatorluğun yapısı ortaya konacak,
9
emperyalist modelden ayrılarak ağ biçiminde işlemeye başlayan iktidarın işleyişi ele
alınacaktır. Son olarak bu modelin işleyişinde savaşın düzenleyici rolüne ve biyo-
iktidar ile biyo-politik üretim arasındaki karşıtlığa değinilecektir. İkinci alt başlıkta,
biyo-politik üretimin niteliği ve endüstriyel üretimle olan farklılığı açıklanacaktır. Bu
amaçla ilk olarak biyo-politik üretimin niteliği ve bu üretimin disiplin
mekanizmalarıyla olan çelişkisine odaklanılacaktır. İkinci olarak biyo-politik
üretimin üretici gücü olarak çokluğun yapısına ve çokluğun işçi sınıfı kavramıyla
farklılıklarına değinilecektir. Son olarak çokluğun üretici ve yaratıcı gücü
çerçevesinde demokratik nitelikleri ele alınacaktır. Bu kurucu gücün biyo-iktidar
uygulamaları ile olan karşıtlığı, esnekliliği ve hareketliliğinden hareketle biyo-iktidar
rejiminin geçerliliğini hala koruyup korumadığı sorusu incelenecektir.
Tezin üçüncü bölümünde, biyo-iktidar ve biyo-politika kavramlarının tarihsel
dönüşümü Hardt ve Negri'nin kavramları ele alışı ile Foucault'nun ele alışı arasındaki
farklar ve benzerlikler çerçevesinde ortaya konmaya çalışılacaktır. Bu amaçla
imparatorluk ve çokluk gibi kavramlar ile biyo-iktidar, biyo-politika kavramları
arasındaki bağlantılar ve günümüz üretim biçimiyle ilişkisinde değerlendirilecek ve
Hardt ve Negri'nin kavramlarının Foucault felsefesinden etkilendiği noktalar
açıklanmaya çalışılacaktır. Üçüncü bölümün birinci alt başlığında endüstriyel
kapitalizmden bilişsel kapitalizme geçişle birlikte biyo-politikanın bir iktidar
etkinliğinden üretim etkinliğe dönüşmesi açıklanacaktır. Sonrasında bu üretimin
biyo-iktidarın disiplin mekanizmalarıyla karşılaştırması yapılacaktır. İkinci alt
başlıkta biyo-iktidarın değişen niteliği topluma içsel bir mekanizmadan topluma
dışsal bir iktidara dönüşmesi incelenecektir. Bu amaçla biyo-iktidarın imparatorluk
kavramıyla olan ilişkisine değinilecektir. Üçüncü alt başlıkta imparatorluk
10
kavramının Foucault felsefesindeki kökenleri ele alınacak, onun liberalizm görüşleri
ile paralellikler ortaya konacaktır. Dördüncü alt başlıktaysa Hardt ve Negri'nin
çokluk kavramını oluşturmada Foucault'nun iktidar anlayışından etkilendiği
noktalara değinilecektir.
11
BİRİNCİ BÖLÜM
FOUCAULT'NUN BİYO-POLİTİKA GÖRÜŞÜNDE DİSİPLİN VE
DENETİM
Oldukça geniş ve teferruatlı bir külliyata sahip olan Foucault bu bölümde
özellikle 1970'lerde ele aldığı disiplin biçimleri, denetim, biyo-iktidar ve biyo-
politika kavramları üzerinden ele alınacaktır. Ele alınan bu kavramlar kapitalizmin
"ortaya çıkış" ve gelişip olgunluğa eriştiği "liberalizm" dönemlerindeki farklılıkları
bakımından ortaya konmaya çalışılacaktır. Bir iktidar tekniği olarak disiplin biyo-
iktidar kavramıyla birlikte değerlendirilip kapitalizmin doğuşuna ve üretimin
maksimize edilme çabalarına denk gelmektedir. Bu dönemde iktidar disiplinler
yoluyla kapitalizmin ihtiyaçlarına uygun kalifiye emek gücünü oluşturmaya ve ondan
çalışma saatleri içerisinde maksimum verimi almaya odaklanmaktadır. Bu dönem
aynı zamanda mülkiyet kavramının gelişmekte olduğu bir dönem olarak mülkiyete
saygının ve yeni bir toplum anlayışının doğduğu, buna uygun olarak da yeni bir
ahlak anlayışının geliştiği dönemdir.
Buna karşılık denetim ve biyo-politika ikilisi kapitalist sistemin yerleştiği
görece daha esnek, özgürlüklere daha fazla imkan tanıyan bir dönem olarak ele
alınmaktadır. İktidar bu dönemde tek bireye odaklanmak yerine nüfusu sağlığın,
doğum oranlarının, hijyenin, beslenmenin, cinselliğin vs. üzerinden kontrol etmeyi
amaçlamaktadır. İktidarın hedefinin bireylerden nüfusa doğru genişlediği bu
dönemin açıklanmasında liberalizmin ve yönetimselliğin kavramsallaştırılmasından
da yararlanılacaktır.
12
1.1. Bir İktidar Pratiği Olarak Cezalandırmadan Disipline Geçiş
Foucault'nun metodunu kendisinden önce iktidar üzerine yapılan
çalışmalardan ayıran özellik onun iktidarı bizzat iktidar pratiklerinde takip
etmesinden kaynaklanmaktadır. Bu metot iktidar kavramını karmaşıklaştırıp içinden
çıkılmaz bir hale sokmakla suçlanabilirse de aslında Foucault'nun iktidarın tek bir
merkezden kaynaklanmadığı, bunun aksine pek çok merkezden yatay olarak geliştiği
analizine yaslanmaktadır. Toplumun içerisindeki ilişkilerden hareket eden bu iktidar
ilişkilerine "disiplinler" demek mümkündür.
"Genel anlamda, iktidar mekanizmaları tarihte asla fazla
incelenmemiştir. İktidarı elinde tutan kişiler incelenmiştir. Bu,
krallarla, generallerle ilgili anekdotlar tarihiydi. Bunun karşısına da
kurumların tarihi çıkarıldı, yani iktisat karşısında üst yapı olarak kabul
edilen şeyin tarihi çıkarıldı. Oysa iktidar, genel ve incelikli
stratejileriyle, mekanizmalarıyla asla yeterince incelenmedi" (Foucault,
2007: 35).
Foucault bu stratejilerin, mekanizmaların tarihini cinsellik, delilik, hapishane
gibi kavramların ve bunlar etrafında kurulan pratiklerin tarihinde ve yerel boyutta
takip etmeyi yeğlemişti. Özellikle delilik ve kapatılma üzerine yaptığı çalışmalar
yerel boyutlarla sınırlı kalmak ve bu pratikler arasında bir bütünlük
sergilenmediğinden iktidarı kavrayamamakla eleştirilmiştir. Buna karşılık Foucault
üzerine yürütülen tartışmalar göstermiştir ki onun çalışmalarında ele aldığı pratikler
farklı yer ve zamanlarda ortaya çıkan pratiklerle benzerlikler göstermektedir. Buna
karşılık devlet sorununu konu edindiği çözümlemelere bakıldığında bunlar arasında
bir bütünlük sağlanmış gibi görünüyor.
13
Foucault çalışmalarını özellikle iktidar pratiklerinde meydana gelen belirli
kırılma noktalarına odaklamaya çalışmıştır. Bu kırılma noktalarından birisi 18. yüzyıl
sonu ve 19. yüzyıl başına denk gelen cezalandırmadan disiplin rejimine geçiştir.
Cezalandırma sisteminde meydana gelen bu değişim aynı zamanda iktidar
pratiklerinde meydana gelen değişime işaret etmektedir. Yasa-hükümran ikilisinin
oluşturduğu ölüm üzerine egemenlikten, normlar aracılığıyla bütün bir hayatın
disipline edilmesini, normalleştirilmesini hedefleyen yeni bir iktidar mekanizmasına
geçilmektedir. Ele alınan bu dönem suçların yapısal olarak değişimi, insan
bilimlerinin, kapitalizmin gelişmesi gibi pek çok değişimin kesişim noktasıdır.
Meydana gelen bu kırılmada bu değişimlerden bir tanesinin seçilip bu değişimi onun
yarattığını iddia etmek mümkün değildir. Buna karşılık bu değişimleri kapitalizmin
doğuşu ve gelişimi çerçevesinden ele almak ve iktidar ilişkileri ile ekonominin
ilişkisine odaklanmak daha bütünlüklü bir kavrayışa imkan tanımaktadır. Disiplin
mekanizmaları denetim mekanizmaları ve liberalizmle birleştiğinde bu kesişim daha
da belirginleşmektedir.
18. yüzyıl henüz yeni bir sınıf olarak ortaya çıkmakta olan burjuvazi ve onun
ekonomik sistemi olarak kapitalizm toprak işçiliğine oranla daha komplike bir
çalışma sistemi içermektedir. Üretim sürecine katılan işçilerin eskiye oranla daha
nitelikli, kalifiye ve üretim süreçleri hakkında bilgili olmaları, aynı zamanda bir
bütün olarak nüfusun da kontrol altında tutulması ihtiyacı bu dönemde ortaya
çıkmıştır. Bu ihtiyaçlara yönelik olarak ortaya çıkan biyo-politikanın iki ayrı
mekanizmayı içerdiği söylenebilir. Tek bireyin eğitilip geliştirilmesinin, disipline
edilmesinin hedeflendiği biyo-iktidar ve tüm nüfusun sağlığının, gücünün
14
geliştirilmesinin, denetiminin amaçlandığı biyo-politika olmak üzere iki ayrı
bölümde incelenebilir.
"Foucault'a göre biyo-iktidar yaşama iki ana biçimde müdahale eder:
insan bedenine bir makine olarak yaklaşan birinci biçimi 'disiplinci' bir
iktidardır. Foucault'nun 'bedenin anatomo-politiği' olarak adlandırdığı
bu biçimin amacı, insan bedenini disipline etmek, yeteneklerini
geliştirmek, daha verimli ve uysal kılmak ve ekonomik denetim
sistemleriyle bütünleştirmektir. 'Nüfusun biyo-politiği' olarak
adlandırdığı ikinci biçimi ise bedene bir doğal tür olarak yaklaşır ve
nüfusu düzenleyici bir denetim getirir" (Keskin, 2005: 16-17).
Biyo-iktidar ve biyo-politika ikilisinden tarihsel olarak daha erken döneme
denk genel biyo-iktidar pratikleri cezalandırma ve yargılama uygulamalarında
meydana gelen değişimle ortaya çıkmıştır. Ölüm üzerine iktidardan giderek yaşamın
tamamını kapsayan bir iktidara doğru gerçekleşen değişim öncelikle cezalandırma
eylemlerinde kendisini gösterecektir çünkü özellikle ortaçağ düzeni göz önünde
bulundurulduğunda iktidarın ölmesi gerekenlere karar verdiği nokta burasıdır. İktidar
kendisini tebaası üzerinde yasa ve yasaya uymayanlara verilecek olan cezalar
aracılığıyla somutlaştırmaktadır. Cezalandırma ve yargılama sadece ölmesi gereken
ve yaşaması gerekenler hakkında karar vermek sınırlamasını aşarak suçlunun ruhsal
durumuna, yaşamına ve nasıl terbiye edilebileceği sorununa doğru genişlemektedir.
1.1.1. Ölüm Üzerinde İktidar Olarak Cezalandırma
Foucault'nun biyo-iktidar ve disiplin ikilisini "kapatılma", "cezalandırma",
"gözetleme", "normalleştirme" kavramları etrafında ele aldığı kitabı olan
15
Hapishanenin Doğuşu 1757 yılında Paris'te bir baba katiline verilen işkence ve idam
cezasının icra edilişini anlatmakla başlar. İktidarın kralın kişiliğinde somutlaştığı bu
dönemde yasaya karşı gelmek krala karşı gelmekle özdeşleştirildiğinden ve baba ile
kral aynı düzlemde ele alındığından mahkumun suçu aynı zamanda kralı öldürmek
olarak ele alınmaktadır. Fakat bu cezalandırma işlemi planlandığı gibi ilerlemez,
mahkuma yapılan her işkence başka bir sorunun ortaya çıkmasına yol açar ve
hedeflenen ölüm ancak uzun saatler ve çeşitli denemelerden sonra gelir. Seyirlik
cezalandırma etkinliklerinde meydana gelen çeşitli aksaklıklar elde edilmesi
hedeflenen etkinin ortaya çıkışını engellemektedir. Bu cezalar büyük kalabalıklar
önünde gerçekleştirilmekte ve bu sayede otoriteye karşı gelindiğinde neler olacağının
bütün halk tarafından görülmesi istenmekteydi. Buna karşılık bu etkinliklerde kimi
zaman halk kralın değil suçlunun tarafına geçmekte ve suçluyu kralın adamlarının
elinden almaya çalışmakta veya suçlular son anda, artık cezadan kurtulmanın bir
yolu olmadığını anladıklarında, kraldan ve otoriteden korkmayıp, otoriteyi hiçe
sayarak onun kutsallığını bozmaktaydılar.
"...[C]eza eğer suçu vahşilik bakımından aşmıyorsa, en azından ona
eşit olmakta, seyircileri vazgeçirmeye niyetlendiği bir kıyıcılığa
alıştırmakta, onlara suçların sıklığını göstermekte; celladı bir caniye,
yargıçları katile benzetmekte, rolleri son anda tersine döndürmekte,
azap çektirilen acıma ve hayranlık konusu haline gelmektedir"
(Foucault, 2006: 40-41).
Cezalandırmalarda meydana gelen bu tarz aksaklıklar halkın kralın
kararlarının doğruluğunu, hatta bizzat iktidarın meşruiyetini sorgulamasına yol
açmaktaydı. Bu gibi bir dizi sorun bu cezalandırma pratiğinin işe yaramadığına işaret
etmekte ve değişim ihtiyacını gözler önüne sermekteydi.
16
18. yüzyıl sonu 19. yüzyıl başlarında cezanın bir şenliği andıran uygulanışı,
yerini giderek yeni usul ve yöntemlere bırakmaya başlamıştır. Cezalandırmanın
seyirlik unsurunun ortadan kalkışı, cezanın işlevinde meydana gelen bir değişimin de
işaretçisidir ve sakınılmaya çalışılan aksaklıklardan ziyade bu değişim daha
önemlidir. Suç işleyenin, yasayı ihlal edenin cezalandırılması veya öldürülmesi
olarak işleyen ölüm üzerine iktidar yerini suçluların ıslahını hedefleyen
mekanizmalara bırakmaktadır. Bu dönem iktidar pratiklerinin basit bir yasaklama,
bastırma ve öldürme işleminden ibaret olduğu söylenebilir. Bu şekilde ele alınan
iktidar kavrayışı daha sonraki dönemlerde de devam etmiş ve iktidarın değişen
yapısını kavramanın önünde engel oluşturmaya başlamıştır. Foucault iktidara yönelik
bu kavrayışa, yani onu sadece bastıran ve yasaklayan, sınırlar çizen bir mekanizma
olarak kavramaya karşı çıkmakta ve onun farklı işlevlerini ortaya çıkartmaya
çalışmaktadır. Bunlardan biri de bireye ve bireyin bilinmesine, gözetlenmesine
odaklanan bir bilme iktidarı işleten disiplinci mekanizmalardır.
1.1.2. Bedenlerin Disipline Edilişinde Biyo-İktidarın Rolü
19. yüzyılın başında bedenin halka açık bir biçimde cezalandırılması son
bulmuş ve suçlu üzerinde bilme iktidarını işleten disiplinci mekanizmalar devreye
girmiştir. Bedenin cezalandırılmasının terki, daha incelikli bir sistemle, beden yerine
ruhun hedef alındığı bir sistemle yer değiştirmiştir.
"Artık yalnızca 'Bunun faili kimdir?' diye sorulmamakta, aynı zamanda
'Bunu meydana getiren nedensel süreç işe nasıl dahil edilmelidir?
17
Failin bu süreçteki yeri nedir? Köken nedir? İçgüdü, bilinçdışı, ortam,
kültür?' diye sorulmaktadır. Artık yalnızca 'Bu ihlalin yaptırımı hangi
yasada yer almaktadır?' diye sorulmamakta, aynı zamanda 'En uygun
çözüm hangisidir? Öznenin gelişimi nasıl öngörülebilir? En kesin
olarak hangi şekilde ıslah edilebilir?' diye sorulmaktadır" (Foucault,
2006: 54).
Bu yeni yöntemle birlikte farklı disiplinlere ait değerlendirme sistemleri
hukuki yargılama süreçlerinin içerisine girmiştir. İnsana yöneltilen bu sorular
çevresinde insanın tanınmasına yönelik insan bilimleri oluşmakta ve insanları
normal-anormal olarak sınıflandırmakta, böylelikle insanın özneleştirilmesine
yönelik yasadan farklı bir mekanizma, yani norm mekanizması devreye girmektedir.
İnsan eylemlerine dair bilgi ve doğruluk ölçütleri bu bilimler tarafından belirlenmiş
olduğundan bireyler eylemlerinde bu ilkelere göre hareket ederek özneleşmekte ve
iktidara eklemlenmiş olmaktadırlar. Bu sayede iktidar insan yaşamının bütün
kısımlarına nüfus etme imkanını elde etmektedir. "...[İ]ktidara yalnızca baskıcı,
zorlayıcı olmayan, üretken de olan bir rol biçilebilir. İktidarın bu üretken boyutu
birçok düzeyde işlev görür: İktidar, bilme alanları ürettiği için hakikat etkileri üretir,
bilme alanlarından destek alır ve başka bilme alanları üretir ve bu bilme alanları da
hakikat etkilerini devreye sokarlar" (Revel, 2006: 134). Fakat bu değişim eski
yöntemin tamamen terk edilip yerine yenisinin geçmesi anlamına gelmemektedir,
ölüm üzerinde hak sahibi olan iktidar kendini farklı şekillerde dışa vurmakta ve iki
yöntem iç içe geçerek birlikte işlemektedir.
Ortaçağda suçun işlenip işlenmediğinin kanıtlanması, suçun failinin
bulunması ve verilecek cezanın belirlenmesinden ibaret olan mekanizma
egemenliğini bedenden yaşamın tamamına doğru genişletmektedir. Bu değişim
18
"...[M]ahkumların insanlığına karşı yeni bir saygıdan çok -hafif cezalarda bile azap
çektirme henüz sıklıkla uygulanmaktadır-, daha becerikli ve daha incelmiş bir
adalete, toplumsal bünyeyi daha sıkı bir şekilde kuşatan bir cezalandırmaya doğru
olan eğilimdir" (Foucault, 2006: 131-132). Cezalardaki incelme onların daha düzenli,
daha etkili, ayrıntılı hale getirilmesine yönelik bir amacın sonucudur ve insanlığa
gösterilen saygı, işkencelerden doğan rahatsızlık, yöntemin yol açtığı aksaklıklar gibi
pek çok etkinin kesişim noktasında yer alsa da temel olarak suçlarda meydana gelen
değişimden kaynaklanmaktadır. Cezaların hafiflemesi olgusuyla aynı döneme denk
gelen kapitalizmin gelişmesi, nüfusun ve zenginliğin artışı, suçların fiziki
saldırılardan mal ve mülke yönelik suçlara doğru dönüşümünü beraberinde
getirmiştir.
"Nitekim XVIII. yüzyılın sonundan itibaren kanlı suçlarda ve genel
olarak fizik saldırılarda büyük bir azalma kaydedilmektedir: mülkiyete
karşı suçlar şiddetli suçların yerini alıyora benzemektedirler: hırsızlık
ve dolandırıcılık bayrağı cinayet, yaralama ve darptan almaktadırlar;
en fakir sınıfların yaygın, fırsatlara bağlı, ama sık olan suçluluğunun
yerine sınırlı ve 'becerikli' bir suçluluk nöbeti devralmıştır..." (Foucault,
2006: 128).
Kapitalizmle birlikte cezalandırma sisteminin daha da ayrıntılı ve toplumun
bütün kesimlerine uzanan, hiçbir olayı gözünden kaçırmayan ve verdiği cezalarla
eşitlikçi, merkezi bir sisteme dönüştürülmesi gerekmiştir. Suçlarda meydana gelen bu
değişim cezaların salt simgesel işlevinin yeterli olamayacağını göstermektedir.
Bunun yerine suçluların ıslahı ve topluma geri kazandırılması, disipline edilmeleri
gerekliydi. "Beden[in] işlemlerinin özenli denetimine izin veren, onun güçlerinin
sürekli olarak tabi kılınmasını sağlayan ve onlara bir itaatkarlık-yarar oranını dayatan
bu yöntemlere 'disiplinler' adı verilebilir" (Foucault, 2006: 210).
19
Disiplin tanımlamasında dikkat çeken yarar ve itaat ikilisi, işçilerden üretim
süreçlerinde maksimum verimin elde edilmesi fikriyle yakından ilgilidir. Yarar,
üretime katılan her bir bedenin üretime katıldığı zaman içerisinde maksimum verimi
üretmesini, itaat ise bedenin bütün zaman ve mekansal uzam içerisinde bilinir
kılınmasını, bu sayede enerjisini boşa harcamamasını sağlamayı hedeflemektedir.
Üretim ilişkileriyle olan bağlantısında ele alındığında disiplinlerin ekonomik ve
politik sistemin çıkarlarıyla nasıl kesiştiğini ve diğer yöntemlere göre neden önem
kazandığını anlamak için üretim alanları olan fabrikalardaki uygulamalarına bakmak
gerekmektedir. Disiplinler fabrikalarda yarar ve itaati arttırmaya yönelik farklı
düzenlemeler kullanmaktadır.
"Gözetleme ve Cezalandırma bu anlamda kuvvet ilişkilerinin 18. yüzyıl
boyunca kazandığı değerlerin daha detaylı listesini oluşturmuştu:
mekanda dağılım (kapatma, bölümleme, düzenleme, dizme vs.
eylemleriyle somutlaşan), zamanda düzenleme (zamanı parselleme,
eylemi programlama, jesti unsurlarına ayırma...), mekan-zamanda
kompozisyon ('etkisini oluşturan temel kuvvetlerin toplamından daha
fazla olması gereken üretken bir kuvvet oluşturmanın' çeşitli yolları vs.)
(Deleuze, 2013: 90).
Bu düzenlemeler işçilerin üretim araçlarına zarar vermelerini engellemeyi ve
ilk kez bir üretim mekanında bir araya gelen böylesine kalabalık bir grubun
birbirleriyle iletişimini engellemeyi amaçlayan bir dizi pratikten oluşmaktadır. Bu
pratiklerden biri çitleme yöntemidir. Çitleme yöntemiyle işçilerin aynı çatı altında
toplanması ve üretim alanının üretim süreci haricinde korunması, işçilerin emek
güçlerinin yoğunlaştırılması, üretim araçlarının zarar görmesinin önlenmesi ve işçiler
arasına sızabilecek suistimallerin önlenmesi amaçlanmaktadır.
"Fabrika açık bir şekilde manastıra, kaleye, kapalı bir kente
benzemektedir; muhafız 'kapıları ancak işçiler girerken açacaktır ve
20
çalışmaların başladığını bildiren zil çaldıktan sonra kimsenin içeri
girme olanağı olmayacaktır; gün bitiminde atölye şefleri anahtarları
manüfaktürün kapıcısına teslim etme durumundadırlar, o da bunun
üzerine kapıları yeniden açmaktadır" (Foucault, 2006: 216).
Üretim mekanı içerisinde belirli zaman dilimlerinde bir araya getirilen
işçilerin aynı zamanda bireysel olarak birbirlerinden ayrılmaları ve mekana
dağılmaları hedeflenir. Bu da disiplinin çerçeveleme yöntemidir. "Her kişiye kendi
yeri; her yere bir kişi. Gruplar halinde dağıtımdan kaçınmak; ortaklaşa yerleşimleri
çözmek; karmaşık, kitlesel veya elden kaçan çoğullukları çözümlemek. Disiplin
mekanı, dağıtıma tabi tutulacak ne kadar beden veya unsur varsa o kadar parsele
ayrılmaya yönelmektedir" (Foucault, 2006: 217). Kişileri mekanlara dağıtmak
onların her an nerede olacaklarını bilmek, kontrol edilmelerini kolaylaştırmak ve
boşa zaman harcamalarını önlemek için önemlidir. Ayrıca bu yöntemle işçiler
arasındaki tehlikeli yakınlaşmaların önüne geçilmesi, daha doğrusu iletişimlerini
kesmek amaçlanmaktadır. Bu noktada disiplinlerin en önemli işlevi ortaya
çıkmaktadır: Bireyin birey olarak niteliğinin bilinmesi ve çoğullukların düzene
sokulması, böylece itaatkar bedenlerin yaratımı.
Disiplinin bir diğer amacı da faaliyetin zamansal denetimi yoluyla üretimin
maksimize edilmesi ve üretim süresi boyunca işçiden maksimum verimin elde
edilmesidir. Zamanın kullanımı manastır cemaatlerinin kullandığı bir model olarak
yeni iktidar teknolojisi tarafından devralınmış ve inceltilerek üretim süreçlerinde
kullanılmıştır. Zamanın kullanımında her eylemin yapılması gereken an tam olarak
belirlenmiştir. "XIX. yüzyılın başında, karşılıklı yardımlaşma okulu için şöyle bir
zaman kullanımı önerilecektir: saat 8.45'te öğreticinin girişi, 8.52'de öğreticinin
21
çağrısı, 8.56'da çocukların girişi ve dua, 9'da sıralara oturma, 9.04'te taştahta
üzerinde çalışma vs" (Foucault, 2006: 227). Zamana bağlı olarak işçilerin yapması
gereken eylemler de disiplin tarafından birer birer belirlenmektedir. Eylemler
parçalara ayrılmış ve anatomo-kronolojik bir şemaya uydurulmuştur.
"Eylem unsurlarına bölünmüştür; bedenin, kol ve bacakların,
eklemlerin konumu tanımlanmıştır; her harekete bir yön, bir genişlik,
bir süre tahsis edilmiştir; bunların birbirlerini izleme düzeni hükme
bağlanmıştır. Zaman bedene nüfuz etmekte ve onunla birlikte iktidarın
tüm kılı kırk yaran denetimleri de nüfuz etmektedirler" (Foucault, 2006:
229).
Bedenin her hareketi yarara yönelik olmalı, bütün jestleri buna uygun olarak
düzenlenmeli ve eğitilmelidir. Her eylem nasıl yapılması gerektiği yönetmeliklerce
belirlenmiştir ve işçilerin bu kurallara uyması disiplinler tarafından garanti altına
alınmıştır.
Disiplin mekanizmaları güçleri azaltmak, onları birbirine eklemek veya
birbirine benzetmek amacını gütmez; tam tersine güçleri ayırır, farklılaştırır,
çözümler ve arttırır. Bu yöntem insanları güç kullanarak veya ölümle tehdit ederek
sindiren bir iktidar modelinden farklı olarak onları terbiye etmeyi amaçlayan bir
iktidar biçimidir. Disiplinlerin icra edildiği mekanlar sadece üretim alanlarıyla sınırlı
kalmaz; üretim üzerinden ele aldığımız bu disiplinci teknoloji aslında hastane, okul,
ordu gibi kurumların tamamına yayılmıştır. Bu da egemenlik modelinden farklı
olarak sadece hukuka dayanmayan, normlar aracılığıyla bireyleri yöneten bir iktidar
rejimine işaret etmektedir. "Tüm noktalardan geçen ve disiplin kurumlarını her an
denetleyen sürekli cezalandırma kıyaslamakta, farklılaştırmakta, hiyerarşik hale
getirmekte, türdeşleştirmekte, dışlamaktadır. Tek kelimeyle, normalleştirmektedir"
22
(Foucault, 2006: 272). Böylece gözetleme ve normalleştirme iktidarın en önemli
araçları haline gelmişlerdir.
Normlar üretme kapasitesi, iktidarın sadece olumsuz terimlerle
açıklanmasının yanlışlığını göstermektedir; disiplinci iktidar aynı zamanda üretken
bir yapıya da sahiptir. Yaşamı hedef alan iktidar, yaşamın güçlerini arttırmayı ve
düzenlemeyi hedeflemektedir. Bu da iktidarın sadece işçilerin itaatini elde etmeyi
değil hayatın tüm süreçlerine hakim olmasını gerektirmektedir. Hedeflenen düzen
baskı ve yasaklama yoluyla değil normların hayatı belirlemesiyle elde edilebilecektir.
"Birey hiç kuşkusuz, toplumun 'ideolojik' temsilinin kurmaca atomudur;
ama aynı zamanda, iktidarın 'disiplin' denilen bu özgün teknolojisi
tarafından imal edilmiş bir gerçekliktir. İktidarın etkilerini her zaman
olumsuz terimlerle tasvir etmekten vazgeçmek gerekmektedir: iktidar
'dışlamakta', 'bastırmakta', 'püskürtmekte', 'maskelemekte',
'soyutlamakta', 'sansür etmekte', 'saklamaktadır'. İktidar fiili durumda
üretmektedir; hakikiyi üretmektedir; gerçeğin nesnelerinin ve
ayinlerinin alanlarını üretmektedir. Birey ve ona ilişkin olarak elde
edilebilecek bilgi bu üretime aittir" (Foucault, 2006: 286-287).
Hayat üzerinde hakimiyet kurulması, normlara ve kurallara her yerde ve her
zaman uyulması sadece bu norm ve kuralların belirlenmesiyle mümkün değildir.
Normlara ek olarak bireylerin bunlara uyup uymadığının sürekli kontrol edildiği bir
mekanizma da gerekmektedir. İktidar bireyleri sürekli gözetim altında tutarak onların
itaatini garanti altına almayı çalışmaktadır. Panoptik gözetleme modeli iktidara
bireyleri her an gözetim altında tutma, gözetim altında olmasa bile gözetleniyormuş
gibi davranışlarını kontrol etme imkanı tanımaktadır.
23
1.1.3. Disiplinlerin Tamamlayıcısı Olarak Panoptik Gözetleme
Modeli
İktidarın normları kullanış biçimi onun baskı aygıtından farklılaşmasını ve
yasa-hükümdarlık ilişkisinin dışına çıkmasını sağlamaktadır. Normlar bireyler
tarafından üzerlerinde bir baskı uygulanmaksızın yarar söylemi kullanılarak kabul
edilmektedir. Bu kabulleniş baskının ortadan kaldırılmasıyla değil, baskı rejiminin
yerini alacak bir gözetleme sisteminin yerleştirilmesiyle gerçekleşmektedir. Birey
kendisinin devamlı gözetlendiği fikriyle birlikte artık bu gözetleme olmaksızın da
davranışlarını normlara göre şekillendirmekte ve insan bilimleri etrafında kurulmuş
olan bilgi iktidarına kendiliğinden entegre olmaktadır. "Disiplinin icra edilmesi,
bakışlar aracılığıyla zorlayan bir düzenleme; görmeye olanak veren tekniklerin
iktidarın olanaklarını arttırdı[ğı] ve bunun yansıması olarak, baskı altına alma
araçlarının, bu baskıların uygulandığı kişileri açıkça görülebilir kıldı[ğı] bir makine
gerektirmektedir (...)" (Foucault, 2006: 256).
Bu gözetim, manüfaktür üretimin beraberinde getirdiği işçilerin daima bir
ustabaşı tarafından kontrol edildiği ve çalışmaya zorlandığı bir gözetlemeden
farklıdır; büyük atölye ve fabrikalarda işçilerin işi ele alış tarzlarına, iş yapma
bilgilerine, heves ve isteklerine kadar yayılan bir gözetleme sistemi hakimdir.
Üretimdeki uzmanlaşma eğilimi gözetleme sürecinin de gittikçe daha karmaşık bir
hale gelmesine yol açmıştır. Üretim kapasitesi öylesine artmıştır ki iş sırasında
meydana gelebilecek bir beceriksizliğin veya makinelerin yanlış kullanımından
doğan bir hatanın iş verene maliyeti telafi edilemeyecek derecede fazlalaşmıştır.
24
"Sonuç olarak, cezalandırma sanatı disiplinsel iktidar rejiminde ne
kefareti ne de hatta tam olarak bastırmayı hedeflemektedir.
Birbirlerinden iyice ayrı beş işlemi devreye sokmaktadır: Bireysel
eylemleri, performansları, hal ve gidişleri, aynı anda hem bir kıyaslama
alanı hem bir farklılaştırma mekanı hem de izlenecek bir kuralın ilkesi
olan bir bütüne göre değerlendirmek" (Foucault, 2006: 272).
Bu sistem sadece gözetleme ve denetlemeyle yetinmemekte, aynı zamanda
hatırlanması gereken yasalar ve metinler bütünü oluşturmayı ve bireylerin bunlara
göre eylemesini hedeflemektedir. Böylece amacı sadece özel eylemler yaratmak,
hiyerarşik ilişkiler kurmak ve yasak-izin verilen ikilemi oluşturmak olan sistemden
tamamen farklı bir sistem ortaya çıkmaktadır.
Bentham'ın Panopticon'u bu noktada gözetlemenin mimari biçimi olarak
devreye girmekte ve bu sistemin nasıl işlediğine dair bir şema sunmaktadır. Bir
hapishane mimarisi olarak doğan panoptik model görülmeden gözetim altında
tutmaya olanak sağlayarak, iktidarın devamlı işleyişini sağlayan sürekli
görünebilirlik hali yaratmayı hedeflemektedir. Bu modelde özne "Görülmekte, ama
görememektedir; bir bilgi nesnesidir, ama asla bir iletişim öznesi olamamaktadır"
(Foucault, 2006: 296).
Panoptik mimari, çevresinde çember biçiminde bir yapıdan, merkezinde ise
gözetleme işlevini yerine getiren bir kuleden oluşmaktadır. Çevrede yer alan bina
hücrelerden oluşmakta ve bu hücrelerin dışarıya ve merkez kuleye bakan
cephelerinde iki pencere yer almaktadır. Dışa bakan cephede yer alan pencereden
hücreye giren ışık hücreyi aydınlık ve görülebilir kılarken, merkez kule karanlıkta
kalmakta ve hücrede olanlar tarafından görülememektedir. "Görünür: tutuklu,
gözünün önünde sürekli olarak, gözlendiği merkez kulesinin siluetini bulacaktır.
25
Varlığının kanıtlanamaz olması: tutuklu o anda kendine bakılıp bakılmadığını asla
bilmemeli, ama bunun her an olabileceğinden hiçbir kuşkusu bulunmamalıdır"
(Foucault, 2006: 297). Devamlı görünür olan ama kendisini izleyen birinin
varlığından emin olamayan birey, eylemlerini her an gözetlenmekteymiş gibi
düzenlemek zorunda kalmaktadır. Böylece iktidar her yerde bireyleri devamlı kontrol
etmekle görevli gözetmenler çalıştırma zorunluluğundan kurtulmaktadır. Bu yöntem
oldukça masraflıdır ve gözetmenin çevrede olmadığı her an etkisini kaybedeceğinden
kullanışlı bir metot değildir. Bunlara ek olarak panoptik model sadece mekanlarda
işletilebilecek bir sistem olarak değil siyasal bir teknoloji biçimi olarak ortaya
çıkmaktadır.
Panoptik modelin sadece bir gözetleme mekanizmasından ibaret olmayışı ve
iktidarın yeni biçimine olan uygunluğu vebaya karşı uygulanmış olan yöntemlerle
karşılaştırıldığında daha belirgin olarak ortaya çıkmaktadır. Vebayla mücadelesinde
de iktidar her tek bireyin görünür ve bilinir kılınmasını hedeflemektedir fakat bu
iktidara bilgi dışında bir yarar sağlamamaktadır. Vebanın şehirden temizlenmesi için
iktidar şehri bölümlere ayırmakta, insanları hareketsiz kılmakta, çerçevelemekte,
kendisini her yerde görünür kılmakta fakat hayat ve ölüm ikileminde sıkışmakta
sonunda mücadele ettiği şeye benzemekteydi. Panopticon bunun tersine, insanların
gündelik hayatlarının tamamına yayılacak bir uygulamanın modelini
oluşturmaktadır. Suçların henüz gerçekleşmeden engellenmesine, az denetçiyle çok
sayıda insanın denetlenmesine imkan tanımaktadır. Üretim ilişkileri ile bağlantısında
düşünüldüğündeyse panoptik model şu işlevlere sahiptir:
"...[H]erhangi bir işlevle (eğitim, tedavi, üretim, cezalandırma işlevleri)
bütünleşebilme; onunla sıkı bir şekilde birleşerek bu işlevin gücünü
artırma; iktidar (ve bilgi) ilişkilerinin içinde ayrıntıya ve denetlenmesi
26
gereken süreçlere varana kadar birbirlerine tam bir uyum
sağlayabildikleri karma bir mekanizma oluşturmakta; 'daha fazla
iktidar' ile 'daha fazla üretim' arasında doğru bir oran kurma
yeteneğine sahiptir. Kısacası iktidarın icrasının kuşattığı işlevlerin
üzerine dışarıdan katı bir zorlama veya bir yerçekimi gibi değil de, hem
kendi el koymalarını hem de bu işlevlerin etkinliklerini artırmak üzere,
onların içinde ince bir şekilde var olmasını sağlamaktadır" (Foucault,
2006: 304).
Bu yeni düzenekle insanların eyleminin cezalandırılması değil, suçlar henüz
oluşmadan eylemlerin düzenlenmesi, bireylerin genel olarak daha ahlaklı ve uysal
kılınmaları hedeflenmektedir. İktidarın, insanların sadece mal olarak kendi
bedenlerine sahip olduğu bir dönemde pratiklerini bedenin cezalandırılması üzerine
kurması normalken, bu yeni dönem bireylerin aynı zamanda eğitimli, ahlaklı ve iş
hakkında bilgi sahibi olmasını gerektirmekteydi. Eğitim düzeyi ve iş hakkındaki
uzmanlaşma ne kadar arttırılırsa bireylerden üretimde elde edilecek olan performans
da buna paralel olarak artacaktır. "...[T]oplumsal güçleri daha kuvvetli kılmak,
üretimi artırmak, ekonomiyi geliştirmek, eğitimi yaygınlaştırmak, kamusal ahlak
düzeyini yükseltmek; artırmak ve çoğaltmak söz konusudur" (Foucault, 2006: 306).
Bu düzenlemeler için sadece bedenleri hedef alan bir disiplin mekanizması yetersiz
kalmakta ve buna aynı zamanda nüfusu, nüfusun eğitim durumu, sağlığı ve güçleri
gibi değişkenleri hesaba katan ve düzenlemeyi hedefleyen yeni bir mekanizmaya
ihtiyaç duyulmaktadır. Nüfusların denetimini hedefleyen yeni bir mekanizma olarak
biyo-politika-denetim ikilisi bu noktada iktidar mekanizmasına eklemlenmektedir.
27
1.2. Disiplin ve Denetimin Kesişim Yeri Olarak Biyo-Politika
19. yüzyılda iktidar teknolojilerinde bir başka kırılma meydana gelmiştir. Bu,
"biyo-iktidar modeli"nden "biyo-politika modeli"ne geçiştir. Bu değişimle iktidarın
öncelikli hedefi tek tek bireylerden nüfusa doğru kaymıştır. Beden, disiplin, kurum
dizisi yerini nüfus, düzenleyici mekanizmalar ve devlet dizisine bırakmıştır. Nüfusun
artış ve azalmalarını, temizliği, saflığı, yaşam standartlarını hedefleyen bu iktidar
teknolojisinin aracı denetimdir. "Hükümetler yalnızca uyruklarla, hatta halkla değil,
özgül fenomenleri ve özel değişkenleriyle (doğum, ölüm, yaşama süresi,
doğurganlık, sağlık durumu, hastalıkların sıklığı, beslenme ve konut biçimi) bir
'nüfus'la karşı karşıya olduklarının farkına varırlar" (Foucault, 2010: 27). Fakat bu
değişim, cezalandırmadan disipline geçişte gördüğümüz gibi, bir önceki modelin
iktidar pratiğinin ortadan kalkmasını gerektirmemiştir. Bunun yerine iki model iç içe
geçerek karma bir yapı oluşturmuş ve birlikte işlemeye başlamıştır.
"Denetim, disiplinin yerine başka bir şeyin geçirilmesi, disipline edici
paradigmanın terk edilmesi değil; iktidar ilişkilerinin daha etkili olmak
için üstlendikleri tarihsel tamamlanmadır. Toplumsal verim fikrinden
toplumsal üretkenliğin ekonomik üretkenlik haline geldiği üretim ve
üretkenlik fikrine geçişte, denetim başka gerekliliklerin sonucu olarak
disiplini pekiştirip dönüştürür: Yeni sanayi üretiminin yol açtığı
değişim, denetimi gerekli hale getirmiştir" (Revel, 2006: 139).
Foucault iktidar teknolojisindeki bu değişimi ilk olarak olarak Collége de
France'da 1975-1976 döneminde verdiği derslerde ve aynı dönemde yazdığı
Cinselliğin Tarihi isimli kitabının birinci cildi olan Bilme İstenci'nde ele alınmıştır.
Bu dönem aynı zamanda Foucault'nun iktidar kuramını ele aldığı ve kendi iktidar
kavrayışını geleneksel iktidar anlayışından ayrıştırıp biçimlendirdiği dönemdir.
28
Cinsellik kavramına gösterdiği özel ilginin nedeni, bu kavramın disiplin ve denetim
mekanizmalarının hedefi olan beden ve nüfusun nasıl birlikte işlediklerinin anlaşılır
kılınmasında kilit role sahip olmasıdır. Çünkü cinsellik hem bireysel bedenin bir
eylemliliği olarak disiplinin hem de üreme işleviyle nüfusa ait bir pratik olarak
denetimin kesişim noktasında yer almaktadır.
"Sanıyorum, cinsellik önemli olmuşsa, bunun bir yığın nedeni var, ama
özellikle şunlar: bir yanda, tam olarak bedensel bir davranış olarak
cinsellik, sürekli gözetleme biçimindeki disiplinci, bireyselleştirici bir
denetime bağlıdır (örneğin, XVIII. yüzyıl sonundan XX. yüzyıla dek
çocuklar üzerinde uygulanan ünlü mastürbasyon denetimleri ve bu aile,
okul gibi ortamlarda oluyordu, tam olarak cinselliğin disiplinci
denetiminin bir yanını gösterir); bir yanda da cinsellik dölleyici
etkileriyle, artık bireyin bedenini değil, nüfusun oluşturduğu o öğeyi, o
kalabalık birliği ilgilendiren geniş biyolojik süreçler içerisinde yer alır
ve gerçeklik kazanır. Cinsellik, tamı tamına bedenin ve nüfusun
buluşma yeridir. Demek ki disipline dayanır, ama aynı zamanda
düzenlemeye de dayanır" (Foucault, 2015.a: 257).
Cinsel etkinliğin kendisi ve cinsellik hakkında konuşmak yüzyıllar boyunca
normal bir etkinlik olarak kabul edilmişti, fakat 17. yüzyıla gelindiğinde cinsellik
bastırılmış ve ailenin mekanına hapsedilmiştir. Burada söz konusu olan bir
yasaklamadan çok cinselliğin düzenlenmesi ve yararlılığının arttırılmasıdır. Nitekim
18. yüzyıla gelindiğinde gelişen kapitalizmin etkisiyle cinselliği tanımama değil,
onun üzerine söylemler üretme yönünde bir eğilim belirmektedir. İktidarın amacı
cinsellik üzerine söylem üretmek ve söylenen şeyin niteliğinden ziyade cinsellik
üzerine kimin konuşma hakkı olup kimin olmadığını belirlemektir. Cinselliğin
bastırılmaması, bunun yerine cinsel etkinliğin söylemler yoluyla kontrol edilmesi
bizi bir kez daha iktidarın ele alınışındaki farklılığa götürmektedir.
"İktidar derken, belli bir devlet içinde vatandaşların bağımlılığını
garanti eden kurum ve aygıtlar bütünü olan -büyük 'i' ile yazılan-
29
İktidar'dan söz etmek istemiyorum. İktidardan anladığım, şiddetin
tersine kural biçimini taşıyan bir uyruklaştırma kipi de değildir. Bir öğe
ya da bir grup tarafından bir başka grup üzerinde kullanılan ve etkileri
birbirini izleyen türemelerle toplumsal bünyenin bütününün içinden
geçen bir egemenlik sistemi de değil iktidardan anladığım" (Foucault,
2010:71).
Büyük 'İ' ile yazılan İktidar Foucault tarafından ilk olarak kaynakları
bakımından yoksul, tek düze ve eli sıkı olarak tanımlanır, bu sebeple yaratıcı
değildir. İkinci olarak sadece yapılmaması gerekenlerin sınırlarını çizen ve 'hayır'
diyen bir iktidar olarak bir şey üretemez. Bu anlayışta tüm iktidar uyruklarını itaat
ettirmeye odaklanmıştır. "Bu büyük iktidar biçimleri, çoğul ve korkusuz güçler
karşısında ve türdeş olmayan hukuklar üzerinde bir hukuk ilkesi olarak var oldular.
Bu ilkenin üç özelliği vardı: üniter bir bütün olarak yapılanmak; istencini yasayla
özdeşleştirmek; bir de yasaklama ve yaptırım mekanizmaları yoluyla hareket etmek"
(Foucault, 2010: 68).
Buna karşılık Foucault "iktidar"dan merkezi bir noktadan oluşturulup
dağıtılan değil, yerel ilişkiler içerisinde içkin olarak oluşturulan güç ilişkileri
çokluğunun anlaşılması gerektiğini savunmaktadır. Bu ilişkilerden bazıları dönemsel
olarak desteklenerek diğerlerinden daha önemli hale gelebilirler fakat aralarında karşı
karşıya gelmeler, mücadeleler ve birbirini etkilemeler de olabilir.
"İktidar her yerde hazır ve nazırdır: Ama bu, her şeyi yenilmez
birliğinin çatısı altında kümeleştirme ayrıcalığına sahip olmasından
değil, her an, her noktada, daha doğrusu bir noktayla bir başka nokta
arasındaki her bağıntıda ürüyor olmasından kaynaklanır. İktidar her
yerdedir; her şeyi kapsadığından değil, her yerden geldiğinden dolayı
her yerdedir" (Foucault, 2010: 72).
30
İktidarın kişiler arası her bağıntıdan üremesi ve birbirleriyle mücadeleye
girişmesi fikri onu Collége de France'da verdiği derslerde üzerine daha fazla
yoğunlaşacağı savaş ve siyaset arasındaki fark sorununa götürmektedir. İktidarın bu
şekilde çözümlenmesi onun niteliği üzerine bir takım sonuçlar doğurmaktadır.
Bunlardan birincisi iktidarın bir malmışçasına sahiplenilecek, elde edilecek
veya kaybedilecek bir şey olmadığıdır. Bunun aksine iktidar pek çok noktadan
çıkarak hareketli bir biçimde işler. İkincisi iktidar ilişkileri ekonomik süreçler, bilgi
ilişkileri, cinsel ilişkiler gibi diğer ilişkilere dışsal değildir. Bu ilişkiler içerisinde
oluşan dengesizliklerin sonuçlarıdır. Üçüncü olarak iktidar bu ilişkilerin oluştuğu
yerler olarak aşağıdan gelir. Yukarıdan aşağıya doğru işleyen bir merkezi sistem ve
egemen olan ile boyun eğen şeklinde bir ikili ayrım yoktur. Buna karşılık yerel
ilişkilerde oluşan ve birbirine bağlanan ilişkiler aynı çizgiye getirme, türdeşleştirme,
diziler halinde düzenleme gibi bir takım işlevleri yerine getirirler. Dördüncü olarak
her ne kadar bu ilişkiler belirli bir hedef olmaksızın işleyemeseler de bir kişi veya bir
grup toplumsal ilişkiler alanında ne kadar önemli bir konumda olursa olsun bütün bu
mekanizmayı tek başına kontrol edemez.
"Söz konusu olan, yasanın ayrıcalığının yerine hedefi koyan, yasağın
ayrıcalığının yerine taktik etkililiğin bakış açısını, egemenliğin
ayrıcalığının yerine tümel ama hiçbir zaman istikrarlı olmayan
egemenlik etkilerinin oluştuğu çoğul ve hareketli bir güç ilişkileri
alanının bakış açısını koyan bir iktidar anlayışına doğru yönelmektedir.
Yani hukuk modeli yerine stratejik modeli dikkate almaktır" (Foucault,
2010: 78-79).
Tekrar cinsellik üzerinden bu konuya eğilmek gerekirse biyo-politikanın
geleneksel iktidardan farklılıkları daha net görülecektir. Cinsellik üzerindeki iktidarın
amacı nüfusu arttırarak devleti daha güçlü hale getirmek değildir, aslında nüfusların
31
daha geniş bir kontrolünü hedeflemektedir. "Cinsellik tertibatının varoluş nedeni
kendini yeniden üretmek değil, bollaştırmak, yenilemek, eklemek, icat etmek,
bedenlere giderek daha ince ayrıntıları kuşatacak biçimde sokulmak ve nüfusları
gitgide daha bütünsel biçimde denetlemektir" (Foucault, 2010: 82). Çocuk cinselliği
konusundaki söylem bunu tamamen yok etmeyi ya da bastırmayı amaçlamamakta
çocuğun cinsel etkinliği üzerinden oluşturulan normla, sadece çocuğu değil,
toplumun çocukla temas eden her nokta üzerinden -eğitim kurumu, aile kurumu,
psikiyatri gibi- toplumu düzenlemeyi ve denetlemeyi amaçlamaktadır.
Cinsellik üzerindeki pratikler dönemselleştirilmek istendiğinde Hıristiyanlığın
günah çıkarma uygulamaları ve çilecilik birinci dönemi, burjuvazinin kendisini bir
sınıf olarak kurmaya yönelik pratikleri ikinci dönemi, 19. yüzyıl sonunda ırkın
korunmasına yönelik denetimler olarak tüm topluma yayılmasıysa üçüncü dönemi
oluşturur.
Cinsellik üzerine söylem kurulurken amaç bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki
egemenliğini tesis etmeye yönelik, yani burjuvazinin ihtiyaçları doğrultusunda
proleterleri şekillendireceği bir pratik olarak kurulmadı. Bunun aksine amaçlanan, bir
sınıf olarak burjuvazinin kendisini bir beden olarak kuruşu, sağlığı ve hijyeniyle
üreteceği soy ve ırkı güçlendirme isteğiydi.
"Sorun, sömürülecek sınıfların cinsel etkinliğinin bastırılmasından çok,
'egemen olan' sınıfların bedeni, gücü, uzun ömürlü olması, çocukları ve
soylarıydı. Hazların, söylemlerin, hakikatlerin ve iktidarların yeni dağılımı
olarak cinsellik tertibatı ilk kertede bu bağlamda kuruldu. Bu yüzden
burada tespit edilmesi gereken olgu bir sınıfın köleleştirilmesi değil, bir
başka sınıfın kendi kendini olumlamasıdır" (Foucault, 2010: 93).
32
Bu pratikler sadece bir sınıf olarak burjuvaziye yönelik olmaktan çıkıp tüm
topluma yöneldiği anda artık söz konusu olan tüm bir toplumun sağlığı, hijyeni
olmakta; topluma yönelik tehdit oluşturacak gruplar üzerinde toplumun tümünün
çıkarlarını gözettiğini iddia eden bir iktidar oluşmaktadır. Böylece ölüm üzerine
iktidar yaşam üzerine iktidara dönüşmektedir. Bastırmak, yasaklamak yerine
yaşamın denetimi yoluyla onun daha sağlıklı, daha güçlü olmasını hedefleyen bir
iktidara dönüşmektedir.
"Tasarruf hakkı, bu mekanizmaların en önemli biçimi olmaktan çıkıp,
boyun eğdirdikleri güçleri kışkırtma, güçlendirme, denetleme,
gözetleme, çoğaltma ve düzenleme işlevlerine sahip olan parçalar
içinde bir parça haline; üretmeye ve bu güçleri silmek, eğmek ya da yok
etmek yerine güçlendirmeye ve düzenlemeye yönelik bir iktidara
dönüşür. Ölüm hakkı; o andan itibaren, yaşamı yöneten bir iktidarın
gerektirdiklerine doğru kaymaya, ya da en azından bunlara dayanmaya
ve bunların taleplerine uymaya yönelecektir. Hükümdarın kendisini
savunma ya da kendisinin savunulmasını talep etme hakkı üzerine
kurulan bu ölüm, toplumsal bünye için yaşamını sağlama, ayakta tutma
ya da geliştirme hakkının öbür yüzü olarak ortaya çıkacaktır"
(Foucault, 2010: 100-101).
Ölümün yaşamı üretmeyi amaçlayan bir iktidarın içerisinde işlemesini
sağlayan, devlet ırkçılığı kavramıdır. Bu ırkçılıkta söz konusu olan bir ırkın
diğerinden üstünlüğü değil, cinsellik tertibatını bir sınıf olarak kendisini kurmada
kullanan burjuvazinin pratiklerinde açık kılınan bir grubun kendisi üzerine
uyguladığı bir ırkçılıktır. Dışarıya, farklı bir ırka değil kendi içerisine yönelmiş bu
ırkçılık toplumun daha sağlıklı ve güçlü kılınması için toplumdaki zararlı unsurların
savaş yoluyla temizlenmesini gerektirir.
"XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, kan konusunun cinsel tertibatlar
aracılığıyla uygulanan siyasal iktidar türünü canlandırmak ya da
tarihsel bir varlıkla desteklemek durumunda kaldığı görülmüştür. Irkçılık
(modern, devletsel, biyolojikleştirici biçimiyle ırkçılık) bu noktada
33
oluşur: büyük bütün bir nüfus, aile, evlilik, eğitim, toplumsal hiyerarşi ve
mülkiyet politikasıyla bedenler, davranışlar, sağlık ve gündelik yaşam
düzeyindeki bir dizi sürekli müdahale, renklerini ve
gerekçelendirmelerini kanın saflığını koruma ve ırkı zafere ulaştırmanın
destansı kavgasından yola çıkarak kazandılar" (Foucault, 2010: 110).
18. yüzyılda ortaya çıkan bu biyo-politika tür olarak insanı ve biyolojik
süreçlerin dayanağı olarak bedeni, ölüm ve doğum oranları, sağlık düzeyi, yaşam
süresi ve bunlara etki eden tüm koşullar çevresinde ele almaya başladı.
"Bu biyo-iktidarın kapitalizmin gelişmesinin vazgeçilmez bir öğesi
olduğu kuşku götürmez; çünkü kapitalizm, bedenlerin denetimli bir
biçimde üretim aygıtına sokulması ve nüfus olaylarının ekonomik
süreçlere göre ayarlanmasıyla güvence altına alınmıştır. Ama
kapitalizm daha da fazlasını istedi; her ikisinin de büyümesine
kullanılabilirlikleri ve itaatkarlıkları ile aynı zamanda güçlenmelerine
de gereksindi; güçleri, yetenekleri, genel olarak da yaşamı artıracak
ama aynı zamanda da onları bağımlı kılmayı daha zorlaştırmayacak
iktidar yöntemlerine gereksindi" (Foucault, 2010: 103-104).
Kapitalizmin geniş ölçekli üretim kapasitesi üretim sürecinde meydana
gelecek herhangi bir aksaklığın bedelini de bu oranda büyütmekte, bir günlük zararın
üreticiye bedelinin telafisi imkansız oranlara ulaştığı görülmektedir. İktidarın odak
noktasının bireyin bedeninden nüfusa doğru kaymasının ve nüfusa yönelik
düzenlemelerin 19. yüzyılda diğer iktidar pratiklerine oranla önem kazanması
ekonomik sistemin ihtiyaçlarıyla açıklanabilir. "...[N]üfus, kökten farklı bir
gerçekliğe, sanayi üretiminin ve liberal sistemin temel öğesi olan şeyin -işgücünün-
sürekliliğini üretme, denetleme ve güvence altına alma gerekliliğine karşılık verir"
(Revel, 2006: 149).
İşçilerin üretim süreçlerinde sahip oldukları önem düşünüldüğünde işgücünün
garantiye alınması adına iktidar cinsel eylemin düzenlenmesinin de ötesine giderek
34
işçilerin genel sağlık durumlarını ve yaşam standartlarını kontrol etmeyi amaçlar.
Klasik egemenlik kurumları olarak ele alınan okul, hastane gibi kurumların ötesine
geçerek hayır kurumları, hasta bakım evleri gibi kurumlar da iktidar mekanlarına
eklemlenmektedir. Böylece genel olarak şehirli proleteryanın hayatını ilgilendiren
her pratik iktidarın ilgi alanına girmeye başlamaktadır. Bu noktada nüfusun genel
durumu için tehlike teşkil edebilecek, kendi içerisinde yer alan unsurların da
temizlenmesine yönelik politikaların uygulanabilmesi adına devletin elinde yeni bir
teknik devlet ırkçılığı tekniği belirmektedir. Bu teknik sayesinde devlet sağlıklı ve
hasta olanı belirlemeye, toplumdaki hangi unsurların yaşamayı hak ettiğini hangi
unsurların ise ölüme terk edilmesi gerektiğini belirlemeye girişir.
1.2.1. Devlet Irkçılığı ve Ölüm Üzerinde İktidarın Biyo-Politika'ya
Dahil Oluşu
Foucault nüfusu düzenleme amaçlı içe dönük müdahalelerin yöntemi olarak
savaş modelinin analizini Toplumu Savunmak Gerekir adıyla kitaplaştırılan Collége
de France derslerinin 1975-1976 döneminde derinleştirir. Bu derslerde iktidarın
çözümlenmesine yönelik genel olarak iki ana kavrayışın varlığından bahseder.
Bunlardan birincisi hukuki ve liberal kavrayış, diğeri ise iktidarın ekonomik
işlevselliği denebilecek Marksist kavrayıştır.
İktidarın hukuki ve liberal kavranışı, iktidarı bireylerin elinde bulundurduğu
ve daha büyük bir siyasal organizasyonun kurulabilmesi için gönüllü olarak
devrettikleri bir şey olarak ele almaktadır. Bu iktidarın bir mala benzer bir şekilde
35
elde bulundurulan ve başkasına devredilebilen bir şey olduğu fikrine dayanmaktadır.
"Klasik hukuksal iktidar kuramında iktidar, bir malın sahibiymişçesine edinilen ve
bunun sonucunda, bütünüyle ya da kısmi olarak, temlik ya da sözleşme niteliğindeki
hukuksal bir bağıt ya da hak doğurucu bir bağıt yoluyla aktarılabilen ya da
devredilebilen bir hak gibi görüldüğüdür" (Foucault, 2015.a: 29). Bu tarz
genelleştirici ve kolay bir kavrayış yerine iktidarın yerel ilişkilerde oluşan çoğul ve
çatışmacı bir güç ilişkileri çoğulluğu olarak ele alınması gerektiğine daha önceki
bölümde değinilmişti. İktidar bir kişinin elinde bulundurduğu bir şey olmamakta
bireyler arası ilişkilerde ortaya çıkmaktadır. Bunun sonucu olarak devredilmesi veya
tek bir merkezde toplanması da mümkün değildir. İlişkilerde ortaya çıktığından bir
çoğulluk oluşturur ve analizi de bu şekilde ele alınmasıyla, bu ilişkilerin ortaya
konmasıyla mümkündür. "Foucault'ya göre iktidarın hiçbir özü yoktur: o bir eşya ya
da birinin sahip olabileceği bir kuvvet değildir. Yalnızca belirli güçler arasında bir
ilişkidir" (Newman, 2006: 137).
Marksist kavrayış ise iktidarı ekonomik işleviyle ele almayı denemektedir.
"'Ekonomik işlevsellik', iktidar temel olarak hem üretim ilişkilerini sürdürme rolünü,
hem de, üretken güçlerin ele geçirilmesine özgü özel koşulların ve gelişmenin olası
kıldığı bir sınıf egemenliğini sürdürme rolünü üstlendiği ölçüde vardır" (Foucault,
2015.a: 30). Bu çözümlemede iktidar bir sınıfın sahip olabileceği bir şey olarak ele
alınmaktadır Marksizm sonrası devlet ve iktidara yönelik analizlerde bu modele
sıkça başvurulmaktadır. Buna göre iktidar ekonomik sınıfın elinde bulundurduğu ve
bütün toplumsal mekanizmayı kendi ihtiyaçlarına göre şekillendirdiği bir şeydir ve
ekonomik ilişkilere göre ikincil bir konumda yer almaktadır. Kapitalist sistem ele
alındığında iktidarı elinde tutan sınıf burjuvazidir ve toplumsal ilişkilerin tamamı
36
onların ekonomik çıkarlarına göre şekillenmektedir. Üst yapı-alt yapı ilişkisi olarak
da ele alabileceğimiz bu kavrayış uyarınca bir alt yapı ilişkisi olarak ekonomik ilişki
bütün diğer toplumsal ilişkilerin onun uyarınca düzenlendiği ilişki tarzıdır.
Ekonomik sistem ve iktidar arasındaki ilişkiler güçlü olsa dahi bu iktidarın ekonomik
bir ilişkiye indirgenebileceği ve sadece ekonomik ilişki tarzı üzerinden yürüdüğü
anlamına gelmemektedir.
Bu noktada Foucault ekonomist kavrayışa karşılık iktidarın ilk olarak bastıran
bir mekanizma olduğunu, ikinci olarak eğer iktidar sözleşme, devir terimleriyle
açıklanmayıp bir güç ilişkileri çoğulluğu olarak ele alınacaksa o zaman çatışma ve
savaş terimleriyle birlikte ele alınması gerektiğini iddia eder. Toplumun içerisinde
yer alan biyo-iktidarlar sayısız uyruklaştırma ilişkisi yaratmaktadır ve bunlar
birbirleriyle rekabet halindedir. "Foucault bu çerçeve dahilinde iki yönelim tespit
eder. Foucault'nun Reich ile ilişkilendirdiği ilk yönelim iktidarın işleyişini bir
bastırma mekanizması olarak ele alırken, Nietzsche ile ilişkilendirdiği iktidarın ikinci
işleyişini bir çatışma ya da savaş modeline başvurarak açıklar" (Koyuncu, 2016: 36-
37). İktidar tepede bir noktada duran ve aşağılara inildikçe dallanan bir şey olmaktan
ziyade yerel güç ilişkilerinin kaygan zemininde işlemektedir.
Çatışma ve savaş terimleriyle ele alındığında iktidarın hukukla olan ilişkisi de
yeniden tanımlanmak zorundadır. Buna dayanarak hukukun evrensel temelleri
giderek bulanıklaşmakta ve gücünü kaybetmekte, yerini güç ilişkilerine göre değişen,
egemen olan grup tarafından tanımlanan bir hukuk almaktadır.
"Ortak nokta -ve bunun önemli olduğuna inanıyorum-, biçimleri,
gerekçeleri, sonuçlarıyla istilanın, önemli bir hukuksal-siyasal ereğin
işin içinde olması ölçüsünde, tarihsel bir soruna dönüşmüş olması
olgusudur: monarşi iktidarının doğasının, haklarının, sınırlarının ne
37
olduğunu söylemek istilanın tarihine düşer; aslında, kralın kurullarının,
meclislerin, hükümran divanların ne olduğunu söylemek istilanın
tarihine düşer; soyluluğun ne olduğunu, kralın ve halkın karşısında
soyluların haklarının ne olduğunu söylemek istilaya düşer. Kısacası,
kamu hukukunun bizatihi ilkelerinin formüle edilmesi istiladan talep
edilir" (Foucault, 2015.a: 133-134).
Hukuk -fakat aynı zamanda sadece yasa olarak hukuk değil, hukuku
uygulayan aygıtlar ve kurumların tamamı olarak ele alınan hukuk- ve bu hukuku
egemen kılan güç ilişkilerinin analizi iktidarın analizine dönüşmektedir. "Savaş
modeli bu yüzden, yasaya dayalı ve yasayı savaşın panzehiri olarak gören hukuki-
söylemsel modelin altını oyar ya da en azından yerinden eder" (Newman, 2006: 138).
Bu analiz hukukun toplum üzerinde bir egemen olarak beliren konumunun nasıl
meşrulaştığıyla değil, toplum içerisinde sayısız uyruklaşmanın nasıl meydana geldiği
sorunuyla uğraşmaktadır. "Devleti hukuki kategoriler içerisinde kavramak yerine,
daha önce var olmayan kolektif bir iradeyi inşa eden stratejik ilişkilerin mantığı
içerisinde kavramalıyız" (Lemke, 2015: 56).
Toplumsal yapının doğal zorunluluklara ya da işlevsel gerekliliklere göre
işlediği iddiasının arkasında gizliden gizliye ilerleyen bir savaş vardır. Foucault bu
savaşın bir ırklar savaşı olduğunu ve ırklar savaşının iki farklı transkripsiyonu
olduğunu söyler. Bir yanda anatomo-fizyolojiye yaslanan materyalist bir
transkripsiyon diğer yandaysa toplumsal savaş temasından hareket eden ve kendisini
sınıf savaşı olarak tanımlayan bir transkripsiyon. Irkçılığın bu tanımı bir paradoks
yaratır gibi görünse de burada bahsi geçen farklı iki ırkın mücadelesi değil bir ırkın
kendi içerisinde ikiye ayrılması ve mücadeleye girişmesidir. Toplumun kendisine,
ürünlerine uygulanacak, arındırıcı bir ırkçılık devlet tarafından uygulamaya
38
konulmaktadır. "...[İ]ki ırk arasında değil, iktidarı elinde tutan ve normun sahibi olan,
bu norma göre yoldan sapanlara karşı, biyolojik kalıt için bir o kadar tehlike
oluşturanlara karşı duran tek ve gerçek ırk olarak sunulan belirli bir ırktan yola
çıkarak sürdürülecek bir savaşın söylemi" (Foucault, 2015.a: 73).
19. yüzyıl sonunda ırk savaşına dair bu iki transkripsiyon biyolojik-toplumsal
bir söyleme dönüşür. Hayat için mücadele etme fikri bu yeni ırkçılık kavrayışı ile
bütünleşir ve böylece yaşaması gereken ile ölmesi gereken arasındaki farkı
belirlemede kullanılır. "Böylece ırkçılık, bir kişinin yaşamı ile bir başkasının ölümü
arasındaki dinamik ilişkiyi kolaylaştırır. Sadece 'yaşamaya değer olanlar'ın
hiyerarşisine olanak sağlamaz; aynı zamanda bir başkasının yok olmasıyla doğrudan
ilişki içindeki birinin sağlığını da konumlandırır" (Lemke, 2014: 63).
Devlet ırkçılığı kavramıyla birlikte daha önce iktidar pratiklerinden dışlanmış
olan ölüm üzerinde iktidar yetkisi tekrar iktidara eklemlenmiş olur. Ölüm üzerine
iktidar bu şekilde yaşamı sürdürmenin ve güçlendirmenin bir aracı olarak iktidara
dahil olmaktadır. Ölüm, toplumun sağlığı ve gücü adına ırkın bütünlüğünün,
üstünlüğünün, saflığının koruyucusu haline gelir. Toplumun yaşamının
şekillendirilmesi, toplumdan dışlanan pratiklerin belirlenmesi ve yok edilmesi sağlık
söylemiyle bütünleşmekte ve işletilmektedir.
"...[S]avaş artık toplumun ve siyasal ilişkilerin var olma koşulu değil,
onun siyasal ilişkileri içinde yaşamını sürdürme koşuludur. Bu
durumda, toplumun kendi bünyesinde ve kendi bünyesinden doğan
tehlikelere karşı savunulması olarak savaş düşüncesi belirecektir; bu
bir anlamda, toplumsal savaş düşüncesinde tarihsel olanın biyolojik
olana, kurucu olanın tıbbi olana doğru büyük yön değişimi"dir.
(Foucault, 2015.a: 224)
39
Hükümranlığın öldürme ya da hayatta bırakma iktidarı böylece tersine
yaşatma ya da ölüme bırakmaya dönüşmüş ve bir ayarlama iktidarına dönüşmüştür.
Yaşatmak ve yaşama biçimine müdahale etmek, yaşamanın 'nasıl'ına dair bir
düzenlemeyi getirmektedir. Bedenden yaşam üzerine doğru ilerleyen iktidar
biyolojik olanın, nüfusun bütün yüzeyine yayılmaya çalışmaktadır.
"Bu koşullarda, siyasal bir iktidar için öldürmek, ölümü talep etmek,
ölüme çağrı çıkarmak, öldürtmek, öldürme emrini vermek, yalnızca
düşmanlarını değil ama kendi yurttaşlarını bile ölüme atmak nasıl
mümkün olur? Asal olarak hedefi yaşatmak olan bu iktidar nasıl ölüme
bırakabilir? Biyo-iktidar üzerine odaklı bir siyasal sistemde, öldürme
gücü nasıl kullanılır, öldürme işlevi nasıl kullanılır?
İşte sanırım ırkçılık burada devreye girer. Irkçılığın bu dönemde icat
edildiğini söylemek istemiyorum kesinlikle. Çok uzun süreden beri
vardı. Ama galiba başka yerde işliyordu. Irkçılığı devletin
mekanizmalarına sokan, işte bu biyo-iktidarın birden belirimidir"
(Foucault, 2015.a: 260).
Irkçılık ve ırk savaşı gibi temalar genellikle liberal teorisyenler tarafından
faşist rejimleri eleştirmek için kullanılıyor olsa da Foucault bu çözümleme ile liberal
yönetim sanatının içerisinde de bu pratiklerin yer aldığını göstermeye çalışmaktadır.
Nazi ve Sovyet iktidarlarının bu pratikleri doğrudan liberalizmin içerisinden temin
ettiklerini göstermektedir. Nazizmin ırkın saflığını sağlamaya yönelik kanlı temizlik
pratikleri ya da Sovyet rejiminin politikalarına karşı gelenleri hasta unsurlar olarak
ilan etmeleri aynı stratejinin farklı görünümlerinden başka bir şey değildir. Bu
pratikler genellikle Nazizm ve Sovyet rejimiyle birlikte anılmasına rağmen
varlıklarını liberal sistem içerisinde devam ettirmektedirler ve farklı kamplaşmalar
üzerinden insanlığa çok daha büyük zararlar vermişlerdir. Irkın temizliği ve saflığı
gibi temalar Nazizm ve Sovyet rejimleri onları uygulamaya koymadan önce liberal
40
pratiklerin içerisinde yer almaktadır ve ekonomik alana müdahale etmeyi bırakan
liberalizmin toplumu şekillendirmede kullandığı araçlardan biri olarak işlemektedir.
1.2.2. Liberal Yönetim Sanatı
İktidarın hukuki-liberal kavranışının ve Marksist kavranışının iktidara somut
bir yer araması ve iktidara sahip olunabilecek bir şeymiş gibi yaklaşmasının
yetersizliğini gösteren Foucault, bunun yerine stratejiler arasında sürekli süren bir
savaş modelini koymuştu. Genellikle iktidarın mikrofiziğiyle en küçük düzeyde
işleyen iktidar ilişkileriyle ilgilenen filozof yaşamının son döneminde devlet ve
liberalizm gibi kavramlarla ilgilenmeye başlar. Klasik iktidar çözümlemelerinde
bunca yer eden devlet sorununun çözülmesi onun felsefi düşünüşü açısından hem
kendi iktidar çözümlemesinin bir başka temellendirmesidir hem de ele aldığı iktidar
pratiklerine belirli bir bütünlük kazandırır. Bu inceleme aynı zamanda daha önceki
çalışmalarında kullanmış olduğu yöntemin bir tamamlayıcısı olarak da ele alınabilir.
Devlet kavramı sayesinde ele aldığı delilik, cinsellik gibi kavramlar ve bu kavramlar
çevresinde oluşan kurumları ele alış amacını ortaya koymakta ve çalışmalarına bir
bütünlük getirmektedir.
"Delilik, hastalık, suç, cinsellik ve şu an size anlatmakta olduğum konu
da dahil bütün bu araştırmaların esas amacı, eylem dizilerinin nasıl
hakikat rejimiyle bir araya gelerek, var olmayanı gerçekliğe bağlayan
ve dolayısıyla da meşru bir şekilde doğru-yanlış ayrımına tabi tutan bir
bilme-iktidar (savoir-pouvoir) düzeni yarattığını göstermek" (Foucault,
2015.b: 20).
41
Bu sayede iktidarın merkezsiz olmasına rağmen nasıl işlediği ve bu
pratiklerin diğer pratikler arasında nasıl önem kazanıp, geliştirildiği sorunları da
aşılmaktadır. Bu noktada Foucault'nun liberalizm, yönetimsellik, devlet aklı ve polis
devleti gibi kavramlarla irdelemeye çalıştığı şey yönetmek denilen kavramın nasıl
kavramsallaştırıldığı sorunudur. "Foucault'ya göre, devletin kendi özü yoktur, devlet
daha çok yönetim pratiğinin bir işlevidir. Yönetim bir kurum değil bir dizi pratikler
ve rasyonalitelerdir ve Foucault buna yönetimsellik (governmentality) ya da 'yönetme
sanatı' der" (Newman, 2006: 134). Devlet kurumları ile yönetim politik süreçler
çevresinde açıklanması gereken tarihsel olgulardır. Yönetimsellik sadece bir kavram
olduğundan nasıl akılsallaştırıldığının açıklanması gerekmektedir.
"...[D]evlet, tarihin bir noktasında tohumları atılmış ve kendi
dinamizmiyle büyüyerek o tarihi 'soğuk bir canavar' gibi kemirmeye
başlayan bir tür doğal-tarihsel veri değildir. Hayır, devlet soğuk bir
canavar değil, belli bir yönetim biçiminin ortaya koyduğu ilişkiler
bütünüdür. Bütün sorun da bu yönetim biçiminin nasıl geliştiğine
bakmaktır. Tarihçesi nedir? Nasıl belli alanlara yayılır? Nasıl yeni
pratikler icat eder, kurar ve geliştirir? Sorun budur" (Foucault, 2015.b:
8).
Araştırmasının boyutlarını devletlerin sınırlarına genişleten Foucault bu
konuya ilk olarak 16. yüzyılda ortaya çıkan devlet aklı kavramını incelemekle başlar
ve daha sonra, bunun yerini alacak olan ve kendi çağına yönelik analizlerin
bulunduğu liberalizm kavramını inceler. Bu, devlet yönetiminin ilkelerinin sadece
kendi kendisine gönderme yaparak var olduğu yeni bir biçimdir.
Devlet aklı ilkesinin aldığı ilk biçim iktisadi bir doktrin gibi görünen ama
ondan daha fazlasını temsil eden merkantilizmdir. Bir yönetim biçiminin
somutlaşması olarak merkantilizm devletin gücünün mümkün olduğunca arttırılması
42
gerektiği görüşü çevresinde ilkelerini oluşturmuştur. "Bu ilkelerin ilki devletin
parasal birikimle zenginleşmesi, ikincisi nüfus artışıyla kuvvetlenmesi, üçüncüsü de
dış kuvvetlerle sürekli olarak belli bir rekabet içinde olmasıdır" (Foucault, 2015.b:
7). Bu ilkelere göre hareket eden merkantilizm devletin güçlerinin her zaman daha
fazla arttırılmasını gerektirdiğinden bu durum kısa zamanda devletler arası bir
rekabete dönüşmektedir. Bu ilke uyarınca diğer devletlerin zenginliğinden ne kadar
ele geçirilirse devlet o kadar zenginleşecek ve bu da devletin zenginliği ölçüsünde
başarılı yönetildiğini gösterecektir. Devlet aklı ilkesinin iç politikada aldığı şekilse
polis örgütlenmesi yoluyla şehirli kalabalıkların sıkı sıkıya yasaya bağlanması
kuralıydı. Devlet aklı dış politikadaysa askeri politik bir dengeyi hedeflemekteydi.
Avrupa özelinde bakıldığında bu Avrupa devletlerinin bir imparatorluk içerisinde
erimeksizin denge içerisinde var olabilmelerini amaçlamaktaydı.
Devlet aklı ilkesine göre yönetim içeride sınırsız bir kontrolü hedeflerken
devletlerarası ilişkilerde bir denge durumunu tutturmayı hedefler. Denge durumu
herhangi bir devletin emperyal bir güç olarak ortaya çıkmasını ve diğer devletlerle
mücadele etmesini engeller. Bunun yerine Foucault'nun dikkat çektiği üzere Avrupa
devletleri arasında bir birlikte zenginleşme eğilimi dikkat çekmektedir. Devlet aklı
ilkesi devletin belirli çıkarları olduğu ve bu çıkarların her şartta korunması gerektiği
fikrine yaslanmaktadır. 18. yüzyıldan itibaren meydana gelen bu değişimde
yönetimin kendi kendisini kısıtlamasının ilkesi ekonomi-politiktir. Ekonomi-politik
"...[T]oplum içerisindeki iktidarın düzenlenmesi, dağıtılması ve sınırlanması üzerine
bir tür genel düşünüm anlamına geliyor" (Foucault, 2015.b: 15). Ekonomi politik
düşünüş sayesinde devletin sonsuzca güçlenmesi fikri yerini biyo-politik düşünceye
43
uygun bir şekilde halkın yaşam standartlarının geliştirilmesini ve yaşamı ilgilendiren
konuların iyi düzenlenmiş, organize edilmiş bir şekilde iyileştirilmesi fikrine bırakır.
"Ekonominin kavramsal ve pratik olarak ayrışmış bir mekan olarak
kavranması düşüncesi, liberalizmin ortaya çıkışıyla içten içe
bağlantılıdır. Foucault liberalizmi, disiplinin politik evreninden ve
egemenliğin dünyasından ayrıştırılması gereken özgül bir yönetim
sanatı olarak görür. Liberal yönetim öte dünyada gerçekleşecek bir
kurtuluşu hedeflemediği gibi devlet refahının artırılması için de
çabalamaz. Aksine, yönetimin ussallığını dışsal bir nesneye, 'sivil
topluma' bağlamıştır ve bireylerin özgürlüğünü, yönetimsel eylemin
eleştirel denektaşı olarak görür" (Lemke, 2015: 24).
Yönetim pratikleri üzerine düşünen ekonomi-politik, yönetimde hukuksallık
ve yönetimin meşruiyeti fikrini bir kenara bırakarak bu pratiklerin verimliliğini,
yararını ve etkilerini düşünmeye başlar.
"Bir başka deyişle ekonomi-politiğin keşfettiği şey yönetimselliğin
icrasının öncesinden kalma doğal haklar değil, yönetim pratiğinin
kendisine has bir tür doğallıktır. Yönetim eyleminin nesnelerinin
kendilerine has bir doğası vardır. Yönetim eyleminin kendisinin de bir
doğası vardır ve ekonomi politiğin incelediği de budur" (Foucault,
2015.b: 17).
19. yüzyılın başlarından itibaren yönetim pratiklerinde payda sorunu
belirleyici olmaya başlar ve dış ilişkilerde devletler arası rekabetin politikası terk
edilir. Bu dönemde devletlerarası denge politikasının ortak çıkarların geliştirilmesi
açısından daha verimli olduğu fark edilir. Diplomasi yoluyla kurulan bir Avrupa
dengesi ve Avrupalı devletlerin diğerlerini emperyal bir birlik altında toplamayacak
kadar güç kazanmasını engelleyecek düzenlemeler bu dönemde kurulmaya başladı.
Devletlerin zenginleşmesini birbirleriyle rekabet etmeleri üzerinden temellendirmek
yerine uzun vadede bir karşılıklı zenginleşme fikri yerleşmiştir. Bu fikre göre
44
komşunun zenginleşmesi aynı zamanda benim de zenginleşmem anlamına
gelmektedir.
"Bu noktada, bana öyle geliyor ki son derece önemli ve sonuçları bugün
hala süregelen bir tablo oluşmaya başlıyor. Burada yeni bir Avrupa
fikri şekilleniyor. Ama bu, kısmen Roma İmparatorluğu'ndan miras
kalmış ve belli politik yapılardan esinlenen eski emperyal veya
Carolingien Avrupa değil. Güçlerden birinin diğerlerine baskın
çıkmaması için kurulmuş klasik denge Avrupa'sı da değil Ortaklaşma
bir zenginleşme Avrupa'sına geçiliyor. Avrupa, kolektif bir ekonomik
özne olarak, devletler arasındaki rekabet nasıl olursa olsun, daha
doğrusu devletler arasındaki rekabet doğrultusunda, sınırsız ekonomik
kalkınma ilerlemesi gereken bir Avrupa" (Foucault, 2015.b: 47).
Avrupa'nın ortaklaşa zenginleşmesi fikrini piyasalardaki kontrollerin
kaldırılması, pazarların ortaklaşması, karşılıklı ticari ilişkilerin serbestleşmesi ve
gelişmesi, kısacası küreselleşme takip etmiştir. Avrupa'nın ortaklaşa zenginleşeceği
ve dünyanın geri kalanıyla ticaret yapacağı, daha doğrusu Avrupa'nın satıcı,
dünyanın geri kalanınsa alıcı konumunda olduğu bu yeni emperyalizm türü 18.
yüzyılda ortaya çıkan liberalizm fikrine paralel olarak ilerlemiştir. Foucault
liberalizm kavramını incelerken Alman ordoliberallerini ve Amerikan Chicago
Okulunu ve ikisi arasındaki farklılıkları ele alır.
"Foucault erken dönem liberal kavrayışlara yönelik iki farka dikkat
çeker. İlki devlet ile ekonomi arasındaki ilişkinin yeni bir tanımının
yapılmasıdır. Neo-liberal kavrayış, güçlü ve mutlakiyetçi bir devletin
tarihsel deneyiminin damgasını taşıyan erken dönemdeki liberal
yapılanışı alt üst eder. Klasik liberalizmin aksine devlet artık piyasanın
serbestliğini sınırlayıp belirlemez; bunun yerine, piyasanın kendisi
devletin düzenleyici ve tertipleyici ilkesini temsil eder" (Lemke, 2015:
25-26).
Nazizm deneyimi sonrası Alman ekonomisinin içerisinde bulunduğu
bunalımın aşılması için bir arayışa giren Alman ekonomistler Nazizmin yükselişini
45
işsizlik ve bunun çözümüne yönelik olarak ekonomi üzerindeki devlet kontrolünün
aşırıya vardırılması olarak belirlerler ve korumacı, planlamacı, piyasanın işlemediği,
bireylerin yaşamlarının kontrol edildiği devlet modellerine alternatif bir model
geliştirmeye çalışırlar. Fakat Almanya'nın içerisinde bulunduğu ekonomik durum
göz önüne alındığında piyasanın kendi başına işlemesi imkansız görünmektedir. Bu
yüzden liberalizmin prensiplerine karşıt olmasına rağmen piyasayı devletin
düzenlediği bir model geliştirirler. Böylece piyasalar hem devletin hem de toplumun
şekillendiricisi rolüne soyunmuştur.
"Bu noktada ordoliberaller 18. ve 19. Yüzyıl liberalizm geleneğiyle
kopuş sergiliyor ve şöyle diyorlar: rekabet üzerine kurulu piyasadan
'bırakınız yapsınlar' sonucunu çıkarmamalıyız. Peki neden? Çünkü
onlara göre piyasa ekonomisinden 'bırakınız yapsınlar' sonucunu
çıkardığımız takdirde 'doğalcı naifliğe' düşmüş olursunuz. Yani
mübadele üzerine de, rekabet üzerine de kurulu olsa piyasanın
kendiliğinden hasıl olan ve bu yüzden de devletin karışmaması gereken
bir tür doğal veri olduğunu kabul etmiş olursunuz" (Foucault, 2015.b:
105).
Piyasanın devletin ve toplumun şekillendirilmesinde etkin unsur olması fikri
piyasanın sadece ekonomik öğelere tabi olmadığı, aynı zamanda toplumsal bazı
değişkenlerin de ekonomiyi etkilediği fikrine yaslanmaktadır. Bu anlayış devlet aklı
ilkesine karşıt olarak, piyasanın kendi kurallarını keşfetmeyi ve onlara uymayı değil,
toplumun tamamını piyasaya göre şekillendirmeyi amaçlamaktadır. Ekonomik
gelişme ile toplumun durumunun ilişkisi fikri ekonomi içerisine yerleştirilen beşeri
sermaye fikriyle temellendirilmektedir ve biyo-politika fikri ile kapitalizmin kesişim
noktasını oluşturmaktadır. Ekonomik olarak gelişme toplumsal değişkenlerin
geliştirilmesini gerektirmektedir ve bunların düzenlenmesi, geliştirilmesi,
güçlendirilmesi bizzat sermaye tarafından yapılmak zorundadır. Bu kuramcılar batı
46
dünyasının ekonomik gücünü ve üçüncü dünya ülkelerinin geri kalmışlıklarını da
merkantilizmin açıklama metodunun aksine bu ülkelerdeki beşeri sermayenin
gelişmişliğiyle veya geri kalmışlığıyla açıklamaktadırlar.
"Yani toprak, sermaye ve çalışma süresi ve çalışan kişi sayısı
anlamında kullanılan emek kavramlarının aksine, yalnızca beşeri
sermayenin içeriğine dair incelikle bir analizle, beşeri sermayenin nasıl
arttırıldığının, hangi sektörlerde arttırıldığının, beşeri sermayeye
yatırım amaçlı kullanılan unsurların incelenmesiyle bu ülkelerdeki
hakiki ekonomik büyümeyi kavrayabiliriz" (Foucault, 2015.b: 195).
Böylece Avrupa'nın ekonomik gelişmişliğinin açıklanmasında fiziki sermaye
birikiminin yerini beşeri sermayeye yapılan yatırım, üçüncü dünyanın geri
kalmışlığının açıklanmasında da zamanında beşeri sermayeye yeteri kadar yatırım
yapılmaması almaktadır. Almanya özelinde düşünüldüğünde Birinci Dünya
Savaşı'ndan yenik çıkmış ve ağır ekonomik yaptırımlarla karşılaşmış olan
Almanların ekonomik kalkınma için belirli bir planlamaya ihtiyaç duymaları
anlaşılabilir görünmektedir. Buna karşılık liberalizmin fikrinin temel unsurunu
Sovyetler ve Nazi Almanya'sında gelişen ağır bürokrasi ve bunun sonucu olarak
bireysel özgürlüklerin kısıtlanmasının sorumlusu olarak görülen ekonomik
planlamaya karşıtlıktır. Amerikan neo-liberalizmi kendisini bu tezlerden mümkün
olduğu kadar temizlemeye çalışmış fakat o da piyasa ekonomisinin toplumsal
ilişkileri şekillendirme ihtiyacından kopamamıştır.
Amerikan neo-liberalizminin özelliği piyasa ekonomisinin çözümlemelerini
ekonomik olmayan alanlara, sosyal ilişkilere, çevreye, hatta doğrudan bireyin
ilişkilerine kadar genişletmesidir. 18. yüzyılın sonu ve 19. yüzyıla denk gelen
dönemde topluma ilişkin analizler ekonominin tamamlayıcısı olarak kabul edilmeye
47
başlanmış ve devletin düzenleyici gücü ekonomik alandan bu alanlara doğru
kaymıştır. Ordoliberaller devletin piyasaya müdahalelerini tekeller, uygun eylemler
ve toplumsal politikalara dair müdahaleler olmak üzere üç ayrı sınıfa ayırıyorlardı.
Tekeller meselesi ekonomik mekanizmaların işlemesini engelleyecek tekelleşmelerin
oluşmasını engellemeye yönelik devlet müdahalelerini içermekteydi. Uygun
eylemler ise piyasanın düzgün işlemesine yönelik düzenleyici eylemlerin yapılmasını
gerektiriyordu. Bu müdahaleler genellikle çevre üzerine ve nüfus üzerine
müdahaleleri içermekteydi. Toplumsal politika ise herkesin tüketim maddelerine
ulaşımını garantiye almaya dair politikaların düzenlenmesiydi. Buna karşılık
Amerikan neoliberalizmi piyasa ilişkilerinin tüm sosyal sisteme yayılışını garanti
altına alacak düzenlemeler yoluyla bütün sosyal uzamın kapsanmasını
hedeflemekteydi. "Amerikan neoliberalizminde, ekonomik piyasa yapısının para
mübadelesinin de ötesine geçecek oranda yaygınlaştırılması, bir anlaşılırlık ilkesi,
sosyal ve bireysel davranışların çözümlenmesinin bir ilkesi olarak işliyor" (Foucault,
2015.b: 200). Genellikle şirketlere ve tüketiciye atfedilen davranış biçimleri bu
analizle birlikte bireylerin davranış biçimlerine kadar indirilmiştir. Bunun sonucunda
ekonomik piyasaların işleyiş biçimi doğallaştırılmış ve en basit insan eylemlerinde
temellendirilmiş olmaktadır.
Ekonomik ilişkilerin bu şekilde okunması aynı zamanda piyasaların
düzenlenmesi için bir mekanizmaya ihtiyaç olmadığı, zaten bizzat bireylerin
eylemleriyle piyasaların hareket etme tarzı uyuştuğundan piyasa ilişkilerinde de
uyum olacaktır. Çıkarların kendiliğinden uyuşması bir görünmez el teorisini veya
yukarıdan bir müdahaleyi gereksiz kılmaktadır. Amerikan liberalizmine göre
ekonomi, istense bile kuralları ve yasaları anlaşılabilecek ve müdahale edilebilecek
48
bir alan değildir. "Ekonomi ateist bir bilimdir. Tanrısız bir disiplindir. Tümden
hesabı olmayan bir disiplindir. Hakim bir görüşün, devletin her yönünü yönetmekle
yükümlü hükümdarın bakış açısının hem anlamsızlığını, hem de imkansızlığını
ortaya koyar" (Foucault, 2015.b: 233). Ekonomik işleyişin kontrol edilemez oluşu
onun akılsallığına engel oluşturmamaktadır. Adam Smith'in görünmez el teorisini
hatırlatır biçimde bireyin homo economicus olarak ele alınışı bu işleyişin çekirdeğini
oluşturmaktadır.
Bireylerin bütün toplumsal ilişkilerini kurarken gözettikleri çıkar ilkeleri
şirketlerinkine benzer bir şekilde kendi ekonomik çıkarlarıdır ve toplumsal ilişkinin
makro boyutu da bu çıkarlar arasındaki doğal uyumdan doğmaktadır. Bu yüzden
liberal yönetim aklı özgürlüklerden yararlanır ve özgürlüğe ihtiyacı vardır.
Özgürlüklere olan ihtiyacı yeni yönetim sanatını özgürlükleri üretmeye ve aynı
zamanda onları denetlemeye mecbur bırakmaktadır, özgürlüklerin üretilmesi ve
kısıtlanması hep yan yana ilerleyen süreçlerdir.
"18. Yüzyılda kurulan yeni yönetim sanatı anlamında kullandığım
liberalizmin kalbinde, özgürlük[le] bir üretme-yok etme ilişkisi
yatıyor...[B]ir eliyle özgürlüğü üretmesi gerekir, fakat tam da bu
hareketin sonucu olarak diğer eliyle kısıtlamalar, denetim, baskı,
tehdide dayalı yükümlülükler vb. getiriyor" (Foucault, 2015.b: 54-55).
Liberal piyasanın işleyebilmesi için gerekli olan ilk şey bireylerin davranış
özgürlüğüdür, fakat bu özgürlük hazır bulunmadığından devamlı üretilmesi ve
denetlenmesi gerekmektedir. Bu noktada liberalizm özgürlüklerin denetimi için
kıstas olarak güvenlik kavramına yaslanmaktadır. Bireysel özgürlüklerle kolektif
özgürlükler kesiştiği anda devreye güvenliği sağlamak amacıyla devletin denetim
mekanizmaları girmektedir. İşçiler ile şirket arasındaki sorunlar, kazalar, hastalıklar
49
veya emeklilik gibi sorunların hepsi bu tehlike nosyonu etrafında yönetimin ilgi
alanına girmektedir.
"Liberalizmin kendisine biçtiği rol, hep bu tehlike kavramının etrafında,
bireylerin özgürlüğü ve güvenliği arasında her an hakemlik edeceği bir
mekanizma yaratmak. Esasında liberalizm, aynı zamanda hem çıkarları
temelden manipüle eden bir yönetim sanatı olup, hem de bunu yaparken
madalyonun öteki yüzündeki, bireylerin ve toplumun tehlikelerden
korunması için devreye soktuğu güvenlik-özgürlük mekanizmalarını, ya
da güvenlik-özgürlük oyununu yönetmekten kaçınamaz" (Foucault,
2015.b: 56).
Özgürlük ve denetim arasındaki bu kesişim sayesinde disiplin ve denetim
ilişkileri yeni yönetim sanatı içerisindeki yerlerine yerleşmektedirler. Liberalizm
özgürlükleri sağlarken karşıtını oluşturan denetim mekanizmalarının güçlerini de
arttırmakta, bireylerin davranışlarını kontrol altında tutmayı hedefleyen bu
mekanizmalar özgürlükler çağına paralel olarak ilerlemektedir. Örneğin okul,
hapishane ve atölye gibi mekanlarda bireylerin üretkenlik ve verimliliğini arttırma ve
bilinir kılma bağlamlarında ele alınmış olunan Bentham'ın panoptik gözetim modeli
bu yönetim sanatının asıl metodu olarak belirmektedir. Gözetleme üretim
merkezlerinden bütün bir topluma doğru genişlemek ve doğal seyrinde ilerleyip
ilerlemediği kontrol edilmek zorundadır. Bu gözlem sayesinde mekanizmada
meydana gelecek bir probleme yönetim anında müdahale edebilmektedir.
Denetim mekanizmaları ise özgürlüğün öncü ve taşıyıcı kuvvetini
oluşturmaktadır. Alman ordoliberalleri sosyal müdahaleler sayesinde piyasanın
düzenlenmesini talep ederken Amerikan neo-liberalleri müdahalelerin ekonomi dışı
alanlara uygulaması gerektiğini iddia etmekteydiler. Aile, doğum oranları, suçlar,
çevre problemleri gibi sorunlarla ilgilenerek toplumun denetlenmesi gerektiği fikrini
50
savunmaktaydılar. Böylece yönetimsellik ve devlet konuları biyo-politika sorununun
açtığı alana dahil olmaktadır. Devlet okul, hastane, kışla, atölye gibi sınırlı
mekanlarda uygulanan disiplin ve toplumsal biyolojik süreçlerin denetiminin
koordinasyonunu sağlayan merkezi bir aygıttır.
"Denetim, bireyi, onu yalnızca bireyliğin düzeyine özgü olmayan bir
şeyle -nüfusların üretimi- bütünleştirmek amacıyla dönüştürmek ister.
Öyleyse, niçin iktidar için nüfuslar gereklidir? Bunun yanıtı şudur:
bireyleri daha geniş bir bütün içinde yeniden eklemlemek gerekir, ama
bu yeniden eklemleme artık yalnızca serilerin yaratılması (hastane,
tımarhane, ordu, vb.) yoluyla bireylerin homojen dağılımı şeklinde
uzamsal çeşitlemeyle sınırlı kalmaz. Bireylerin seriler halinde homojen
dağılımının amacı, iktidar açısından her zaman korkutucu özneleştirme
olgularının ele geçirilmesini engelleyen bir evrenselcilik modelinin
dayatılmasıydı; oysa, nüfus, kökten farklı bir gerekliliğe, sanayi
üretiminin ve liberal sistemin temel öğesi olan şeyin -işgücünün-
sürekliliğini üretme, denetleme ve güvence altına alma gerekliliğine
karşılık verir" (Revel, 2006: 149).
Devlet ve yönetimsellik kavramlarıyla birlikte biyo-politika toplumsal
boyutta işleyen biyo-iktidarların bir toplayıcısı olarak belirmektedir. Toplumda
işlemekte olan biyo-iktidarlardan hangilerinin önem kazanıp öne çıktığı sorunu
böylece aşılabilir. Bu mekanizmaların toplum içerisinde var olan mekanizmalar
olduğundan bahsedilmişti. Manastırlarda kullanılmakta olan zaman kullanımının
fabrikalarda kullanılmaya başlanması ve üretim için önemli bir mekanizma haline
gelmesi de bu şekilde açıklanabilir.
Yönetimsellikte merkantilist ilkelerin terki ve liberalizmin onun yerini
alışıyla disiplinci biyo-iktidar politikalarının gevşediği de söylenebilir. Merkantilizm
iç politikada bu pratiklerin olabildiğince arttırılmasını ve geliştirilmesini
hedeflemekteydi. Buna karşılık liberalizm üretim süreçlerinde serbestliği savunmakta
51
ve bürokrasinin toplumsal yapıyı tehdit etmesine karşılık disiplin mekanizmalarını
gevşetmek durumundadır.
Liberalizmin özgürlük ve güvenlik arasında hareket ediyor oluşu da disiplin
sisteminden uzaklaşmayı işaret etmektedir. Bir bütün halinde düşünüldüğünde
cezalandırma, disiplin ve denetimin tarihsel gelişiminde bireyin özgürlüğünün
arttığını söyleyebiliriz. İktidar baskı, yasaklama gibi işlevlerini disiplinler ve
normlara bırakmıştır, sonrasındaysa liberalizmle bu mekanizmalar da etkisini
kaybetmiştir. Bireylerin kendi aralarında kurdukları ilişkilerde temellendirilen
liberalizm fikri bireyleri bu ilişkilerde mümkün olduğu kadar serbest bırakmayı
hedefleyerek, iktidarın alanını daha geniş düzeyde toplumun geliştirilmesi ve çevre
sorunları gibi alanlara kaydırmıştır.
52
II. BÖLÜM
HARDT VE NEGRİ'NİN SİYASET FELSEFESİNDE
BİYO-İKTİDAR VE BİYO-POLİTİK ÜRETİM
Hardt ve Negri Marksist ve Foucaultcu teorileri takip ederek siyasal alanın
analizine dair yeni bir teori oluşturmuşlardır. Bu teori günümüz politik sisteminin
modernizmden post-modernizme geçilirken üç ana alanda değişim gösterdiği
kabulünden hareket etmektedir. Bu değişimler emeğin örgütlenişindeki değişim,
egemenlik tekniklerinde disiplinden denetime geçiş ve küreselleşmenin sonucu
olarak oluşan yeni politik kurumlardır. Emeğin örgütlenişinde meydana gelen
değişim üretimde baskın eğilim olarak maddi malların üretiminin yerini, maddi
olmayan malların (düşünsel, bilimsel, bilişsel, ilişkisel, iletişimsel, duygulanımsal
vs.) üretiminin almasıdır. Bu değişimle paralel olarak ortaya çıkan ikinci değişim ise
emeğin bireysel örgütlenmesinin disiplininden nüfusun denetimine geçilmesidir. Bu
dönemde disiplin teknikleri giderek önemini kaybetmekte, buna karşılık denetim
mekanizmaları tüm toplumsal uzamı kapsamaya doğru genişlemektedir. Üçüncü
olarak küreselleşme ulus-devlet, halk gibi klasik iktidar çözümlemelerinde kullanılan
kavramların etkisini azaltmış, bunun yerine imparatorluk, çokluk gibi yeni
kavramları ortaya çıkarmıştır.
Yeni koşulların analizinde Hardt ve Negri biyo-iktidar ve biyo-politika
kavramlarını da bu değişimlere karşılık gelecek şekilde farklılaştırarak ele alırlar.
Teorilerinin temel kavramlarından olan "imparatorluk" toplumsal üretkenliğin
53
dışarısında konumlanarak onu denetlemeye ve üretkenliğini sömürmeye çalışan bir
biyo-iktidar rejimi olarak belirirken, "çokluk" ekonomik ve toplumsal olanın iç içe
geçtiği biyo-politik üretici bir güç olarak ortaya çıkar.
2.1. Yeni Bir Siyasal Analizin Nesnesi Olarak İmparatorluk
Siyasal alana yönelik çalışmaların nesnesi hareket halinde bir organizma olan
siyasal yapı olduğundan değişen koşullarda teorinin de değişmesi gerekmektedir.
Kapitalizm özel örneğinde düşünüldüğünde bu sorun daha da önemli bir hale
gelmiştir, çünkü kapitalizm değişimlere kapalı muhafazakar bir yapı sergilemekten
çok değişen koşullara, toplumsal dirençlere karşı kendisini değiştirebilen üretken ve
dinamik bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla siyasal yapılara yönelik eski analizlere
sıkışıp kalmak ve yeni gelişmeleri anlamak için eski çalışmalara geri dönmek yerine
yeni durumlar için yeni politik çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır. Eski analizlere
takılıp kalma sorunu salt kişilerin bireysel tavırlarıyla ilgili bir sorun olmayıp
teorilere içkin bazı sorunları da işaret etmektedir. Lenin dünyanın tröstlerce
paylaşılması ve yeryüzü topraklarının en büyük kapitalist ülkeler arasında
bölüşülmesinin tamamlanması anlamında kullandığı emperyalizm teriminin açık bir
şekilde kapitalizmin son aşaması olduğunu belirtmektedir. (Lenin, 2014)
Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm kitabında Lenin bir yandan kapitalizm
ile teorik bir mücadeleye girişirken diğer yandan da Alman Sosyal Demokratlarının
ve İkinci Enternasyonal hareketinin en önemli teorisyenlerinden Karl Kautsky ile
mücadele etmektedir. Lenin'in aksine Kautsky emperyalizmin kapitalizmin son
54
aşaması olduğu tezine karşı çıkmaktaydı, hatta ona göre emperyalizm sanayi öncesi
dönemlere ait sınıflar olan ticaret sermayesi ve bürokratik grupların süregelen
politikalarının bir sonucudur ve sanayi kapitalizminin çıkarlarıyla uyuşmamaktadır.
Lenin dünyanın kapitalistlerce ve onların çıkarlarını temsil eden devletlerce
paylaşılmasının kaçınılmaz olarak savaşı doğuracağını ve emperyalizmin
kapitalizmin sonunu getireceğini savlarken, Kautsky bunun sadece birinci seçenek
olduğunu ikinci seçeneğin ise devletlerin bir federasyon altında birleşmesi ve barışçıl
bir şekilde ekonomik faaliyetlerini sürdürmesi olduğunu ileri sürmüştür.
"Toprak genişlemesi bakımından kıta Avrupa'sı ülkeleri en zor şartlarla
karşı karşıyadır. Bu devletler eksik tüketim nedeniyle toprak olarak
genişlemek zorunluluğu içindeyken her biri diğerleri tarafından
çevrilmiştir. Bu şartlarda Kautsky iki yolun mümkün olduğunu
vurgulamaktadır. Bunlardan ilki, kimi Avrupa devletlerini yok edecek
bir büyük savaştır. İkinci yol ise bu devletlerin bir federasyon altında
birleşmesidir" (Emre, 2013: 48).
Sanayi ürünlerinin üretimi için gerekli olan tarım malzemelerinin ve
hammaddelerin karşılanması yeterli tarım alanlarına sahip olmayan bu ülkeler için
önemli bir problemdir, çünkü bu ihtiyacın karşılanmaması piyasalara enflasyon ve
kriz olarak yansımaktadır. Sanayi kapitalizminin ilk dönemlerinde bu ihtiyaç daha
sınırlı olduğundan serbest ticaret ilişkileri ile karşılanabilmekteydi fakat, Kıta
Avrupa’sı ve Amerika’nın piyasaya girişiyle birlikte pazarlar ihtiyacı karşılamamaya
başlamıştır. Bu durum serbest ticaret düşüncesinden uzaklaşılıp pazarların zor
yoluyla elde edilmesi ve diğer devletlerden korunması politikasına geçilmesini
doğurmuştur. Özellikle Birinci Dünya Savaşı öncesi ve İkinci Dünya Savaşına kadar
geçen dönemde bu politikaların dünya siyasetinde belirleyici olduğu söylenebilir.
Lenin’e göre ihtiyaçların karşılanmasına yönelik bu politikaların kapitalizm içinde
55
aşılması mümkün değildir ve bu savaşlar kapitalizmin sonunu getirecektir. Buna
karşılık Kautsky iç piyasalarda oluşan tröstleşme eğilimine paralel olarak dış
politikada da buna benzer federatif yapıların oluşabileceğini, bunun sanayi
kapitalizminin ekonomik çıkarlarına daha uygun olacağını belirtmiş ve bu aşamayı
da ultra-emperyalizm olarak adlandırmıştır.
İkinci Dünya savaşı sonrası politik gelişmeler özellikle G8, Birleşmiş
Milletler, Avrupa Birliği ve Dünya Bankası gibi ulus-üstü politik yapıların
kuruluşları Kautsky'nin tezlerini destekler niteliktedir. Güncel politik tartışmalarda
Lenin'in emperyalizm tezi hala gücünü korumakta ve sıkça kullanılmaktadır. Buna
karşılık çözüm tekrar geri dönerek Kautsky'nin tezlerini çözümlemek değil politik
yapının devamlı değişim halinde olduğunu ve değişen paradigmaların yeni tezler
gerektirdiğini görerek yeni analizler geliştirmektir.
“Marksist düşünce eğer sadece kendisini bir ideoloji olarak gösterirse,
ancak sahte bir sürekliliğe, içsel bir hısımlılık ilişkisine ve kendi
saygıdeğer atalarına sahip olabilir. Ama böyle değildir: Marksist
düşünce sadece kendilerini yepyeni bir şekilde sunan birtakım
problemlere hitap edebilir ve edineceği süreklilik, dayandığı –dinamik
ve çelişkili- devrimci öznenin sürekliliğinden başka bir şey olamaz”
(Negri, 2015: 30).
Elbette sorun hiçbir zaman sadece kapitalistlerin birbirleriyle savaşmak
zorunda olmaları veya beraber çalışabilmeleri değildir, sorun her yeni olgunun
karşılığını ısrarla eski teorilerde aramaktır ki bu küçümsenemeyecek bir sorundur.
Özellikle yirmi birinci yüzyılın ilk on yılına bakıldığında Amerika Birleşik
Devletleri'nin dünya siyasetinde Afganistan ve Irak'ın işgaliyle eski emperyalizm
teorileri tekrar hortlamıştı. Bu gelişmeleri gözlemleyen araştırmacılar siyasal
56
durumun analizinde yine eski emperyalizm terimini kullanmaya başlamışlardı.
"Kabaca 2003'ten 2005'e kadar birkaç yıl için, bu tür kitaplar kitapçıların raflarına
hakim oldu. Bu kitaplardaki açıklamalara bakacak olursak, yeni bir dünya düzeni,
yeni bir imparatorluk biçimi yoktu; dolayısıyla da yeni kavram ve teorilere de ihtiyaç
yoktu" (Hardt ve Negri, 2012.b: 212). Sonraki bölümlerde göreceğimiz üzere yeni
iktidar pratikleri beraberinde çözümlenmesi gereken pek çok yeniliği getirmektedir.
İmparatorluk böyle bir kavrayışın ürünü olarak güncel bir analize duyulan ihtiyaçtan
doğmuştur.
Bu ihtiyacın görünürleştiği ilk nokta emperyalizm teriminin artık
kullanılamaz olmasıdır, artık tek bir devlet dünya politikasında belirleyici güç
olamaz; bunun yerine birlikte hareket eden ağlar bulunmaktadır. Dünya politikasında
en belirleyici güç gibi görünen ABD bile müttefiklerinin desteğini almaksızın
politika belirleyememektedir; politikalarını belirlerken müttefikleriyle beraber
hareket etmekte, onlarla politik ilişkilerini her zaman iyi tutmaya çalışmaktadır.
Bunun bir sonucu olarak artık dünya politikasında diğer ülkelerin de ABD kadar söz
hakkı olmakta, bunlar emperyalist politikalar karşısında ezilen üçüncü dünya ülkeleri
olmaktan çıkıp küresel sistemin aktörleri olmaya doğru evrilmektedirler.
"Küreselleşme sürecinin geri döndürülemez olduğunu ve onun karşısına
uygun ve yerinde siyasal araçlar çıkarmak gerektiğini kabul etmemiz
gerekir. Şu var ki, şu an Amerika Birleşik Devletleri'nin siyasal
yaşamına egemen olan siyasal biçimler, halen sürmekte olup
dönüşümlerle başa çıkabilecek güçte değildir. Demek ki, İmparatorluk
ve İmparatorluğun analizi sorunu, her ne pahasına olursa olsun
gündeme getirilmelidir" (Negri, 2006: 14).
57
Bu dönemde savaşlar tamamen ortadan kalkmamış fakat yeni bir form
almışlardır. Günümüzde savaşlar artık ülkeler arasında topyekûn bir çarpışmadan çok
düşük yoğunluklu çatışmalar halini almıştır. Bu polisiye müdahaleler veya savaşlar –
çünkü bunlar hala iç politikada savaş olarak anılmakta ve iç politikanın
şekillendirilmesinde egemenlerce kullanılmaktadır- azalmak bir yana günlük hayatın
bir parçası haline gelmiş, olağanlaşmıştır.
Emperyalizm kavramı, yerini, ulus-devletlerin, uluslararası şirketlerin, sivil
toplum kuruluşlarının vb. hep beraber hareket ettikleri ve egemenlik sınırlarının
devletlerin sınırlarıyla belirlenmeyip tüm küresel uzama yayıldığı yeni bir küresel
sisteme bırakmıştır. Hardt ve Negri bu yeni sistemi adlandırmak için imparatorluk
kavramını kullanırlar. Ulus-devlet sınırlarını aşarak küreselleşen iktidar, iktidar
analizlerinin de artık ulus-devlet sınırlarında olamayacağını, küresel ölçekte
genişletilmesi gerektiğini göstermektedir.
2.1.1. Emperyalizmden Emperyale Geçiş
Emperyalizm kavramının artık güncel politik gelişmelerin analizinde
kullanılamayacağının olgusal en büyük kanıtı küreselleşmedir. Özellikle Berlin
duvarının yıkılması, Sovyetler Birliği'nin çöküşü ve Doğu Bloğu'nun dağılışının
ardından gelen süreçte küreselleşme büyük bir ivme kazanmış ve neredeyse tüm
dünya için önünde durulamaz bir gerçeklik haline gelmiştir. "Küreselleşme",
hakkında uzun tartışmaların yürütüldüğü ve daha da yürütülecek gibi görünen çetrefil
58
bir kavram olsa da basit bir şekilde ifade etmek gerekirse "siyasal, ekonomik ve
sosyal açıdan mekansal uzaklıkların ortadan kalkması" olarak tanımlanabilir.
Küreselleşmenin ulaşımdan haberleşmeye, bilişim teknolojilerindeki gelişmelerden
toplumsal ve kültürel yapılar üzerindeki etkilerine, üretimde meydana gelen
farklılaşmadan, egemenlik biçimlerindeki yansımalarına kadar neredeyse bütün
alanlarda yarattığı değişim önem taşımaktadır. Bunlar arasında özellikle egemenlik
biçimleri, iletişim imkanları, üretimde meydana getirdiği değişikliklere odaklanmak
biyo-politika kavramının güncel halinin kavranması için daha uygun olacaktır. Hardt
ve Negri'nin küreselleşmenin bu alanlarda meydana getirdiği değişimleri özgün ele
alış tarzları hem diğer küreselleşme yorumlarından farkını hem de biyo-politika
anlayışlarının temellerini oluşturur.
Bu noktada küreselleşmenin egemenlik biçimi üzerindeki etkisini kavramada
ilk nokta onun ulus-devletlerin kontrol güçlerinde ve küresel piyasadaki rollerinde
meydana getirdiği değişimdir. Küreselleşme beraberinde küresel aktörler olarak ulus-
ötesi ve ulus-üstü şirketlerin doğuşunu getirmiştir. Sınırlı bir uzamdaki egemenlik
hakkı olarak ifade edilebilecek ulus-devletler bu aktörlerin hareketliliğini kontrol
etmede giderek daha etkisizleşmiştir. Gelişen küresel ölçekli ilişkiler, küresel ölçekli
bir düzenleme ihtiyacını doğurmuştur. Fakat bu ulus-devletlerin politik bir özne
olarak tamamen ortadan kalkması sonucunu -örneğin küresel ölçekli yeni bir devleti-
doğurmamış, içerisinde ulus-devletlerin, sivil toplum kuruluşlarının ve ulus-üstü,
ulus-ötesi işbirliği örgütlerinin yer aldığı yeni bir egemenlik biçiminin doğuşuna yol
açmıştır. Pazarların kontrolüne yönelik ulus-devletlerin dünya çapındaki
mücadeleleri yerini küresel ilişkileri düzenleyen ve yöneten yeni bir egemenlik
biçimine, küresel bir güç olarak ele alınabilecek olan İmparatorluk’a bırakmıştır.
59
İmparatorluk kelimesinin Avrupa-merkezli geçmişini takip ettiğimizde
kelimenin Latince kökeninden –imperium- anlaşılacağı üzere ilk olarak Roma
döneminde kavramsallaştırılmıştır. "İmparatorluk" düzen, hukuk ve barışın bir
temsili olarak ortaya çıkmıştır. Kendi sınırları içerisinde bu kavramların garantörü
olan imparatorluk bunu karma bir kuruluşa dayanan yapısı sayesinde sağlar. Çatışan
unsurları kendi bünyesinde toplayarak onları tüzel ve etik bir proje etrafında örgütler
ve çıkarlarını ortak bir zeminde buluşturur.
“Her tüzel sistem bir biçimde özgün bir değerler dizisinin billurlaşmış
halidir, çünkü etik her tüzel kuruluşun maddiliğinin bir parçasıdır; ama
İmparatorluk –ve özel olarak Roma emperyal hak geleneği- etik ile
tüzelin örtüşmesini ve evrenselliğini uç noktaya taşıması bakımından
eşsizdir: İmparatorlukta barış vardır, İmparatorlukta bütün insanlar
için adalet garantisi vardır” (Hardt ve Negri, 2012: 32).
19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başlarında emperyalizm sermayenin hammaddeye
ulaşımı, bölgelerin paylaşımı, tekellerin yaratılması, ticari kolaylıklar sağlanması gibi
konularda işe yaramış olsa da, onun uzun vadedeki çıkarlarıyla örtüşmemektedir.
Sermaye tüm uzamda rahatça hareket edebileceği bir dünya pazarını arzularken
emperyalizm onu belirli yörüngelere hapsetmekte ve olası çatışma risklerini
barındırmaktaydı. Buna karşılık İmparatorluk “emperyalist” değil “emperyal” bir
yapı sergiler.
Emperyalizm döneminde diğer devletlerden daha üstün siyasal, ekonomik ve
askeri örgütlenmelere sahip olan devlet kendi politikalarını diğer devletlere
dayatabiliyordu, buna karşılık yeni emperyal düzen, politikalarını hakkın ve barışın
hizmetinde gösterme kapasitesiyle kurulur; emperyalizmden emperyale geçiş bu
60
farktan oluşmaktadır. İmparatorluk bir devletin çıkarlarını gözeterek değil ortak
çıkarlara yanıt vermek amacıyla müdahalede bulunur.
“Emperyal orduların bütün müdahaleleri zaten var olan bir çatışmaya
karışan bir ya da birden çok tarafın ricasıyla olmuştur. İmparatorluk
kendi iradesiyle doğmuş değildir, aksine var olması istenmiş ve
çatışmaları çözme kapasitesi temelinde kurulmuştur. İmparatorluk
ancak mevcut çatışmaları çözmeyi amaçlayan uluslararası
konsensüsler zincirine dahil olduğu zaman oluşur ve imparatorluğun
müdahaleleri ancak o zaman tüzel açıdan meşru hale gelir” (Hardt ve
Negri, 2012: 37).
Emperyal egemenliğin varlığı böylece çözmeyi amaçladığı çatışmaların
seyrine bağlı hale gelir ve eğer küresel anlamda çatışmalar ve sorunlar var olmazsa
İmparatorluk da var olamaz.
İlk olarak belirtmek gerekmektedir ki bu çatışmalara müdahale edebilme
yeteneği küresel bir kontrolü gerektirmektedir. Bu, İmparatorluk düzeninin sadece
uluslararası ilişkileri düzenleyen değil aynı zamanda ulus-devletlerin iç işleyişlerini
de düzenleyen bir sistem olmasını gerektirmektedir. Bu anlamda İmparatorluk bütün
küresel uzamı içerisine almak zorundadır. Daha sonra da değineceğimiz üzere bu
durum egemenlik için içerisi ve dışarısı ayrımının yok olması anlamına gelmektedir
ve daha önce değindiğimiz ulus-devletlerin gücünü kaybettiğine yönelik analize denk
gelmektedir.
İkinci olarak bu çatışmalara müdahale etme gereksinimi uygulanabilir kuvvet
ve araçlara sahip olmayı gerektirir ki bu evrensel bir polis kuvveti kullanma
kapasitesine karşılık gelmektedir. Bu da analizimizin ilerleyen kısımlarında ele
alacağımız savaşın biçim değiştirmesi ve polis müdahaleleri biçimine dönüşerek,
savaşın ontolojik hale gelmesi anlamına gelmektedir. Dünyanın herhangi bir yerinde
61
meydana gelen bir olay İmparatorluk'un iç meselesi olarak ele alınır ve bir devletin
olaylara polisiye bir müdahalesini andırır biçimde müdahale edilir. Artık
Afganistan'da gelişmekte olan bir terör örgütü sadece Afganistan'ı ilgilendiren bir
problem değildir, bütün küresel düzeni tehdit eden bir olaydır ve küresel düzenin
bileşenleri tarafından müdahale edilmesini gerektirir. Bu anlamda savaş küresel
düzenin hizmetinde, meşru bir eylem haline gelmekte ve etik işlevleri yerine
getirdiği iddiası üzerinden meşruiyetini sağlamaktadır.
2.1.2. Biyo-İktidar Organı Olarak İmparatorluğun Yapısı
Ortaya çıkan yeni küresel egemenlik pek çok gücü barış ve ortak değerler
etrafında birleştirmiştir. Devletler arası savaşları sonlandırarak birlikte hareket
edebildikleri bir hareket alanı sağlamıştır. Bu anlamda Roma İmparatorluğu gibi bir
imparatorluk düzenini andırmasına karşılık bu tek tek devletlerin yok olup tek bir
devlete bağlandıkları bir sistem değil, hem kendi varlıklarını ve çıkarlarını
korudukları hem de beraber mücadele etmeksizin hareket edebildikleri bir sistemdir.
Hardt ve Negri küresel iktidarın yapısının Roma İmparatorluğu ile olan
benzerliğine değindikten sonra tıpkı onun aristokrasi, demokrasi ve monarşi gibi
farklı yönetim biçimlerini karma kuruluşunda birleştirmesine paralel olarak günümüz
küresel iktidarının içerisinde birleştirdiği farklı unsurların analizine girişirler. "Roma
İmparatorluğu politik gelişmenin zirvesini temsil ediyordu; çünkü üç 'iyi' iktidar
biçimini -İmparator, Senato ve comitia'larda cisimleşen monarşi, aristokrasi ve
62
demokrasiyi- bir araya getiriyordu" (Hardt ve Negri, 2012: 317). Hardt ve Negri
İmparatorluğun yapısını her biri farklı oluşumları bir arada tutan ve tepe noktasından
tabana doğru genişleyen bloklardan oluşan bir piramidin yapısına benzeterek
açıklarlar. Bu benzetmeye göre piramidin en üst bölümünde tepede ABD ve BM yer
almaktadır. Yine birinci bölümde bunların altında G7, Davos gibi oluşumlarda bir
araya gelmiş hiyerarşik olarak üstte yer alan bir grup ulus-devletin yer aldığını,
birinci katmanın üçüncü düzeyinde ise kültürel ve biyo-politik iktidar kullanan bir
dizi heterojen birliğin bulunduğunu iddia etmektedirler.
Piramidin ikinci katmanında ulus-aşırı şirketler ve toprak temelli ulus-
devletler yer almaktadır. Ulus-aşırı kapitalist şirketlerin dünya çapındaki eylemleri
sermayenin, teknolojinin ve nüfusun hareketliliğini hem oluşturur hem de kontrol
eder. Bu şirketler faaliyetlerini piramidin birinci katmanında yer alan güçlerin
güvencesi altında gerçekleştirir ve bu düzenlemelerle aynı zamanda geniş bir iletişim
ağı oluşturur. Yine bu katmanda yer alan toprak temelli ulus-devletler bu şirketlerle
bir arada çalışarak aracılık, pazarlık ve gelirin bölüşülmesi gibi işlevleri yerine
getirirler.
Piramidin en geniş katmanını oluşturan üçüncü katmanda ise ulus-devletler
ve sivil toplum kuruluşları yer almaktadır. Çokluk bu yapılar aracılığıyla
İmparatorluk'a eklemlenmektedir ancak bu eklemleniş doğrudan değil çokluğun bir
temsile dönüşmesinden sonra oluşmaktadır. Çokluğun istek ve arzuları temsil
edilebilir biçimlere dönüştükten sonra bu eklemlenme gerçekleşebilir. İleride tekrar
değineceğimiz üzere bu dönüşüm aslında çokluğun eylem gücünün elinden alınması
ve onu oluşturan farklılıkların ortadan kaldırılarak bir haline getirilmesi anlamına
gelmektedir.
63
"Bugün karşımıza çıkan İmparatorluk da bu üç iktidar biçimi arasında
bulunan işlevsel bir denge üzerine kurulmuştur: iktidarın monarşik
birliği ve küresel kuvvet kullanma tekeli; ulus-aşırı şirketler ve ulus-
devletler kanalıyla aristokratik eklemlenmeler; ve çeşitli türden STK,
medya örgütleri ve diğer 'halkçı' örgütlerin yanı sıra yine ulus-devletler
biçiminde karşımıza çıkan demokratik-temsili comitia'lar (Hardt ve
Negri, 2012: 318).
Sermayenin küresel uzamda rahatça hareket etme ihtiyacı tüm bu unsurların
birlikte hareket ettikleri bir organizasyonun varlığını gerektirmiştir. Maddi malların
üretiminin Avrupa'dan Asya ülkelerine doğru kayması, ürünlerin satıldığı pazarların
tüm dünyayı kapsaması bütün ülkelerin toplumsal yapısının sabit, demokratik ve asıl
olarak piyasanın işleyişi açısından tehlike teşkil etmeyecek bir hale getirilmesini
gerektirmektedir. İmparatorluk da bu ihtiyaca karşılık gelecek bir düzenleyici güç
olarak belirmektedir. İçersinde bulunan unsurların aralarında mücadele etmeksizin
hepsinin kazanabilecekleri, çıkarlarını koruyabilecekleri küresel bir organizasyon
ihtiyacını karşılamaktadır.
İmparatorluğun küresel uzama müdahalelerini mümkün kılan en önemli
teknik ise onun sorunlara askeri müdahaleleridir. Bu müdahaleler ortaya çıkan
çatışmaları sonlandırmaya ve barışı sağlamaya yönelik müdahaleler, bozuk bir
siyasal yapıyı düzeltmeye ve demokratik bir yönetimi sağlamaya yönelik
müdahaleler veya küresel barışı tehdit eden unsurların yok edilmesine yönelik
müdahaleler olarak ortaya çıkabilir. Birleşmiş Milletler, NATO gibi kuruluşlar
imparatorluğun işlemesinin araçları olarak somutlaşmaktadır. Dünyada sürmekte
olan pek çok müdahale bu kurumlar aracılığıyla meşrulaştırılmakta ve yapılmaktadır.
Bu müdahaleler genellikle askeri müdahaleler olmakta ve dünyayı sürekli bir savaş
durumunda tutmaktadır.
64
2.1.3 Biyo-İktidarın Düzenleyici Aracı Olarak Savaş
Yeni küresel egemenlik biçimi bütün küresel uzamı piramit yapısı sayesinde
kapsadığında savaşların yapısında da değişim meydana gelmiştir. Modern dönemde
iki egemen gücün birbiriyle topyekun mücadelesi olarak ele alınan savaş post-
modern dönemde iç savaşa benzer bir biçim almıştır. İmparatorluk bütün küresel
uzamı kapsadığından kendi egemenlik sınırları içinde yaptığı düzenleyici
müdahaleler de artık savaş olarak adlandırılamaz. Bunlar bir ulus-devletin kendi iç
düzenine dair yaptığı polis müdahalelerine benzer.
Modernlikten post-modernliğe küresel geçişle birlikte genel küresel savaş hali
olağan hale gelmiştir. Barış ve savaş durumlarının birbirinden ayrılmasının imkansız
hale geldiği bu durum, küreselleşmenin ideallerini, yani ulus-devletlerin birbirlerinin
eşiti olacağı bir düzeni, temellerinden sarsmaktadır. İstisna halinin iki farklı
kullanılışı bu sonuçları doğurmuştur. Alman kökenli birinci anlamına göre istisna
hali; "...[A]nayasal düşünce geleneğine göre, savaş gibi ciddi bir kriz ve tehdit
durumunda, anayasanın geçici olarak askıya alınması ve cumhuriyeti korumak için
güçlü bir yürütme organına hatta diktatörlüğe olağanüstü yetkiler verilmesi" (Hardt
ve Negri, 2011a: 24) anlamına gelir ve bu devir işleminin geçici olduğu iddiası
üzerinden temellendirilmektedir. Fakat savaşların geçici değil olağan hale geldiği
günümüzde, istisnanın bu işlevi demokrasinin tamamen raftan kaldırılması sonucunu
doğurmaktadır. Amerikan kökenli ikinci anlamındaysa istisna hali; "...[E]n güçlü
olanın yararlandığı çifte standardı, yani komuta edenin hiçbir kurala boyun eğmek
zorunda olmadığı fikrini anlatıyor" (Hardt ve Negri, 2011a: 25). Cumhuriyetçi
65
erdemleri korumak adına hukuktan üstün olma iddiası cumhuriyetçi erdemlerin
kendisiyle çelişen bir iddiadır. İstisna halinin bu kullanılışı giderek savaş ve siyaset
arasındaki sınırı yok etmektedir. Bu noktada biyo-politika kavramının savaş ile bağı
akla gelmektedir. Bunu daha anlaşılır kılmak için öncelikle modern savaş kavramıyla
savaşın günümüzdeki biçiminin farklarını ve günümüz savaşının niteliklerini daha
anlaşılır hale getirmek gerekmektedir.
"Avrupa merkezli Birinci Dünya Savaşı kargaşalı bir yarı-barış
evresinden sonra dosdoğru İkinci Dünya Savaşına yol verdi. İkinci
Dünya Savaşı biter bitmez de yeni bir küresel savaş, bir anlamda
Üçüncü Dünya Savaşı olan Soğuk Savaş’a girdik; Soğuk Savaşın
çöküşüyle de bugünkü emperyal iç savaş haline girdik. Dolayısıyla
içinde bulunduğumuz dönem Dördüncü Dünya Savaşı olarak
düşünülebilir" (Hardt ve Negri, 2011a: 56).
Savaş insanlık tarihi boyunca politik yaşamın ayrılmaz bir parçası olmuş ve
barış dönemi neredeyse hiç yaşanmamıştır. Buna karşılık günümüz savaşları ele
alındığında niteliksel bir değişimin meydana geldiğini söylemek gerekmektedir.
Savaşlar iki büyük gücün, örneğin iki ulus-devletin, karşı karşıya geldiği topyekun
bir imhaya yönelik muharebelerden sayısız mini tehdide yönelik polisiye
müdahalelere dönüşmektedir. Bu eski savaş anlayışı başlangıç ve bitiş bakımından
görece belirginken yeni savaş anlayışı asla sonu gelmeyen ve giderek günlük hayatın
bir parçasına dönüşen bir olgudur. "Yüksek yoğunluklu polis müdahalesi elbette
düşük yoğunluklu savaştan ayırt edilemez hale gelir sık sık. Ancak bu çatışmalar
savaşa dönüştüğünde bile asla XX. Yüzyılın 'büyük savaşları'ndaki total seferberlik
kadar kapsamlı olmadı" (Hardt ve Negri, 2011a: 57-58).
66
Her biri küresel egemenliğin bir parçası olduğuna göre ulus-devletler bu post-
modern savaşın tarafları olamazlar. Bu durumda bu savaş kime ve neye karşı
yürütülmektedir? Biyo-politik bir biçim alan savaşın düşmanları toplumsal yaşamı
tehdit eden yoksulluk, uyuşturucu, terör gibi soyut kavramlardır. Bu gibi düşmanlarla
mücadele etmek genellikle siyasetin ve iç politikanın konusu olduğundan savaşla
siyaset arasındaki fark gittikçe bulanıklaşmaktadır. Savaş siyasal olanın aracı haline
gelmekte ve normalleşmektedir. Bu durum demokrasinin önünde bir engel
oluşturmakta ve istisna hali olağanlaşmaktadır.
Teröre karşı savaş söylemini ele alırsak, bu anlamda Amerika'daki İkiz
Kuleler'e yönelik 11 Eylül'de meydana gelen saldırı bir dönüm noktası
oluşturmaktadır. Terörizm kavramının ortaya çıkışıyla birlikte bu oluşumlara
müdahale artık onların içerisinde yer alan ulus-devletlerin iç işleyişi olmaktan çıkıp
küresel düzenin problemi haline gelmiştir. Terörizmin sınırları aşan etkinliğine
karşılık olarak imparatorluğun müdahaleleri de sınır tanımaz bir hale gelmiştir.
"Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nin ve onun müttefiki olan ulus-devletlerin 11
Eylül’den sonra istemeye istemeye öğrendiği bir ders, karşılarındaki düşmanın
egemen, bütünlüklü bir ulus-devlet değil bir ağ olduğuydu" (Hardt ve Negri, 2011a:
73). Post-modernizm döneminde düşman eskisi gibi tek bir merkeze ya da lidere
sahip değildir, ağ biçiminde örgütlenmiş bu yapılar her an her yerde ortaya çıkma
becerisine sahiptir ve bunun bir sonucu olarak toptan ortadan kaldırılmaları
imkansızdır.
"Gerçekten de, ABD liderleri 'teröre karşı savaş' ilan ettiklerinde,
bunun tüm dünyaya yayılacağını ve belirsiz bir süre boyunca, belki de
on yıllar hatta kuşaklar boyunca süreceğini vurguladılar. Toplumsal
düzeni oluşturmayı ve sürdürmeyi hedefleyen bir savaşın sonu olmaz.
67
Bu savaş iktidarın ve şiddetin sürekli, kesintisiz bir biçimde
uygulanmasını gerektirir" (Hardt ve Negri, 2011a: 31).
Böylece yeni savaş konseptinin zamansal ve uzamsal sınırları
belirsizleştirmesinin sonucu olarak iç siyaset ve dış siyaset arasındaki farklar ortadan
kalkmaktadır. Düşmanın merkezi oluşuma ve yere sahip olmaması iktidarın devamlı
müdahale etmeye hazır olmasını gerektirmekte, çatışma hali son bulmamaktadır.
Savaş ve siyaset arasındaki ayrımın ortadan kalkmasının ve iç içe
geçmelerinin bir diğer göstergesi de ABD hükümetinin savunma politikalarından
güvenlik politikalarına geçişidir. Güvenlik adına farklı coğrafyalarda savaş yürütme
hakkı giderek meşrulaşmıştır ve ABD'ye egemenlik sınırlarının ötesinde bütün
küresel uzamda hareket etme hakkı tanımıştır. Savaşın küresel polis müdahalelerine
dönüşmesi ve giderek politikanın bir aracı haline gelmesi onun olaylara müdahale
etme kapasitesini aşarak toplumu şekillendirecek bir araca dönüşmesi anlamına
gelmektedir. "Bugün yeni askeri doktrin, İmparatorluğun tehdit gerçekleşmeden önce
olası düşmanlara müdahale etme hakkını, sağduyu ve kendini savunma gibi temel bir
ilke bağlamında gündeme taşımaktadır. Önleyici savaş kuramıdır bu" (Negri, 2005:
115). Savunmadan güvenliğe geçiş tepkisel ve muhafazakar bir tavırdan aktif ve
yapıcı bir siyasete geçiştir. Normal şartlar altında iç siyasete ait bu kavramlar,
uluslararası politikanın temel taşlarına dönüşmüş, içerisi ve dışarısı ayrımının
silinmesiyle birlikte küresel politikalarla iç politikanın iç içe geçmesi sonucunu
doğurmuştur. Savaş küresel düzeni bozan değil, üreten ve pekiştiren bir araç haline
geldiğinde şiddet uygulanması disiplin ve kontrolün mutlak şartı haline gelir.
68
"Güvenlik aktif ve sürekli biçimde askeri ve/veya polisiye faaliyetlerle
çevreyi şekillendirmeyi gerektirir. Sadece aktif biçimde şekillendirilmiş
bir dünya güvenli olabilir. Dolayısıyla söz konusu güvenlik mefhumu
bir biyo-iktidar biçimidir, çünkü toplumsal yaşamı en genel ve küresel
düzeyde üretmeyi ve dönüştürmeyi görev bilir" (Hardt ve Negri, 2011a:
38).
Bu düzenleyici eylem kendisini ahlaki değerler üzerinden olumlamakta ve
meşruiyete kavuşmaktadır. Teröre karşı mücadelede ve Ortadoğu müdahalelerinde
ABD'nin müdahalelerini dayandırdığı zemin hukuksal değil, ahlaki bir zemin
olmuştur. Böylece İmparatorluk müdahaleleri eylemlerini emperyal düzenin çıkarları
olarak sunabilmektedir.
"Amerika Birleşik Devletleri hükümeti, uyguladığı askeri şiddeti,
özgürlük, demokrasi ve refah gibi kendi değerleri temelinde
meşrulaştırmaya çalışıyor. Daha genel bir düzlemde, birçok insan
hakları söylemi şiddetin (sadece) ahlaki bir temelde
meşrulaştırabileceğini savunuyor. İnsan hakları; ister evrensel olduğu
söylensin ister siyasal pazarlıkla belirlendiği söylensin, hukukun
üstünde duran ahlaki bir yapı ya da yasal düzenlemeleri ikame eden bir
olgu olarak karşımıza çıkıyor" (Hardt ve Negri, 2011a: 45).
Aslında bu temel oldukça kaygandır çünkü neyin ahlaki olduğu eylemi
yapanın gücüne göre belirlenir. Sadece ABD değil karşısındaki güçler de kendi
eylemlerini meşrulaştırmak için aynı zemine başvurmaktadırlar.
Savaş modern egemenlik kuramlarında başvurulacak son araçken günümüz
küresel egemenliğinde ilk araç, hatta başlıca öğe haline gelmiştir. "Siyasetin temeli
olarak savaş, yasal biçimler üretmeli, hatta yeni yasal prosedürler üretmelidir. (...)
Geçmişte savaş yasal yapılar tarafından düzenlenirken, günümüzde savaş kendi yasal
çerçevesini kurmak ve dayatmak suretiyle düzenleyici hale gelmiştir" (Hardt ve
69
Negri, 2011a: 40). Bu tespit savaşın kurucu bir güç olduğu tespiti değildir, savaş bu
güce hiçbir zaman ulaşamaz; o daha çok yeniden üretici ve düzenleyici bir işleve
sahiptir. Terörizmle savaş, yoksullukla savaş veya uyuşturucuyla savaş gibi soyut ve
olumsal olduğu ölçüde kaygan olan bir zemin üzerine inşa edilen savaşın meşruluğu
da temeli ölçüsünde kaygandır. "Bu mantığa göre ABD ordusu gibi bir güç yasal ya
da ahlaki olmayan bir şiddet kullanabilir ve bu şiddet emperyal düzenin yeniden
üretilmesine hizmet ettiği sürece meşru sayılacaktır" (Hardt ve Negri, 2011a: 48).
Biyo-iktidar rejimi olarak imparatorluğun yapısı görüldükten sonra asıl üretici
güç olan ve biyo-iktidarın karşısına yerleşen biyo-politik güçlere odaklanmak
gerekmektedir. İmparatorluk ve çokluk arasındaki gerilim bu karşıtlığa denk
gelmektedir. Biyo-politikanın üretkenliğine karşı onu denetim altında tutmaya
çalışan biyo-iktidar arasında süregelen bir savaş vardır devamlı ve bu savaşın
durdurulması biyo-iktidarın da sonunu getirir.
2.2. Biyo-Politik Bir Üretici Güç Olarak Çokluk
Hardt ve Negri'nin analizlerinde biyo-politika kavramı yeni üretim
ilişkilerinin tanımlamak amacıyla biyo-politik üretim kavramına dönüşmektedir. Bu
yeni üretim ilişkileri sadece malların üretimini değil tüm bir toplumsal yaşamın
üretimini kapsadığı için biyo ön-ekini almaktadır. Yazarlar biyo-politikanın günümüz
siyasal teorileri için yarattıkları olumlu imkanları kavramaya yönelirler. Bu üretimin
70
temel aktörüyse işçiler değil, çalışmayanlar da dahil toplumun tümünü kapsayan olan
"çokluk"tur.
"Bugün, halkın egemenliğine değil de çokluğun biyo-politik
üretkenliğine dayanan yeni bir meşrulaştırma süreci tasarlanabilir mi?
Direniş ve isyanın yeni örgütsel biçimleri, modern mücadelelerin
soykütüğünde ortaya çıkan demokrasi arzusunu nihayet tatmin edebilir
mi? Çokluğun demokrasi, eşitlik ve özgürlük temeline dayalı yeni bir
toplum kurma mücadelesinde zor kullanmasını, herhangi bir aşkın
otoriteye gönderme yapmadan meşrulaştıracak içkin bir mekanizma var
mı?" (Hardt ve Negri, 2011a: 96).
Üretimde meydana gelen değişim endüstriyel kapitalizmden bilişsel
kapitalizm aşamasına geçiştir. Bilişsel kapitalizmde bilgi, yaratıcılık, dil ve duygular
üretimin merkezine yerleşirler; artık endüstriyel kapitalizmde olduğu gibi fabrika
gibi bir merkezden maddi malların üretiminin yerini fikirlerin, duyguların üretimi ve
metaların satışına yönelik hizmet üretimi almıştır. Bu üretim doğası gereği iletişime
dayanır ve ürettiği sadece maddi olmayan mallar değildir, aynı zamanda toplumsal
ilişkiler yaratıp toplumu şekillendirir. İmparatorluğun ortaya çıkışı da üretimde
meydana gelen bu değişimlere karşılık gelmektedir.
Hardt ve Negri'nin gerek tek tek kitaplarına gerekse bir üçleme olarak ele
alabileceğimiz İmparatorluk, Çokluk ve Ortak Zenginlik kitaplarına baktığımızda
analizlerinin "egemenlik biçimi"nden başlayıp "direniş"e geçtiğini görmekteyiz.
Buna karşılık onun teorisine göre asli olan direniştir, üretken ve yaratıcı olan her
zaman direniştir, egemenlik ise tepkiseldir ve direnişlere göre şekillenir. Bu sebeple
onun "İmparatorluk" tezinin analizi "çokluk" kavramının analiziyle sıkı sıkıya
ilişkilidir. Hardt ve Negri bu analizlerinde Marx'ın Kapital'inin izinde gitmektedirler.
71
"Kitap sermayeyle özel olarak da metalar dünyasıyla başlar: Mantıksal
başlangıç noktası da burasıdır zaten, çünkü biz kapitalist toplumu
öncelikle böyle yaşantılarız. Buradan hareketle Marx kapitalist
üretimin ve emeğin dinamiklerini geliştirir. Oysa gerçekte sermaye ve
metalar emeğin sonucudur; hem maddi açıdan, çünkü bunlar emeğin
ürünüdür, hem de siyasi açıdan, çünkü sermayenin her zaman emeğin
tehditlerine ve gelişmelerine yanıt vermesi gerekir" (Hardt ve Negri,
2011a: 82).
İmparatorluğun da çokluk karşısındaki konumu tamamen benzerdir. Bir biyo-
iktidar rejimi olarak adlandırabileceğimiz İmparatorluğun ortaya çıkışı biyo-politik
üretim olarak adlandırılan çokluğun yaratıcılığının bir sonucudur. Küresel bir
egemenlik, küresel bir forma bürünmüş olan üretime bir cevap, bu üretimin
düzenlenmesine duyulan ihtiyaçtan doğmuş bir edimdir. Hardt ve Negri
imparatorluğun ontolojik olarak ikincil yapısını tanımlarken İmparatorluk kitabında
onu parazit bir rejim olarak tanımlamaktadır. İmparatorluk yaşamsal ve ontolojik
hiçbir şey üretemez; o edilgendir ve sadece çokluğun eylemlerinin karşısında ona
tepki olarak gelişir. "Emperyal iktidar olumsuz kalıntı, çokluğun faaliyetinden geriye
kalandır; o, yaşamsallığını çokluğun daha fazla yeni enerji ve değer kaynakları
yaratma kapasitesinden alan bir parazittir" (Hardt ve Negri, 2011a: 358).
İmparatorluğu oluşturan pratiklerin tümünün kökenlerini direnişte meydana gelen
değişimlere kadar takip etmek ve direnişte temellendirmek mümkündür.
İmparatorluğun küresel bir egemenlik biçimi olarak ortaya çıkışının kendisi bile
aslında 20. yüzyılın enternasyonalist işçi mücadelelerinin bir sonucudur. İşçi sınıfının
20. yüzyılda yürüttüğü mücadeleler biçimsel olarak yenilmiştir belki ama direnişin
arkasında yatan fikir farklı bir forma bürünerek de olsa zafer kazanmıştır.
"XIX. ve XX. Yüzyıldaki en güçlü ayaklanma olaylarında tanık
olduğumuz proleter, anti-kolonyal ve anti-emperyalist
72
enternasyonalizm, komünizm mücadelesi ile birlikte sermayenin
küreselleşmesi ve İmparatorluğun oluşumu süreçlerini öngörmüş ve
onlara yön vermiştir. Demek ki, İmparatorluğun kuruluşu proleter
enternasyonalizmine bir yanıttır. Kapitalist gelişmenin kitlesel
mücadeleler tarafından bu şekilde öngörülmesi ve yönlendirilmesinde
ne diyalektik ne de teleolojik bir yan vardır. Tersine, mücadeleler
bizatihi arzunun yaratıcılığının, yaşanmış deneyimlerin ütopyalarının,
tarihselliğin potansiyellik olarak işlenmesinin tezahürleridir; kısacası,
mücadeleler resgestae’nin çıplak gerçeğidir. Teleoloji denen ancak
olgudan sonra, post festum kurulur" (Hardt ve Negri, 2012: 73).
İmparatorluğun kendi başına üretme gücünden yoksunluğu, sadece çokluğun
üretici gücünden beslenerek var olabileceği gerçeği onun içsel krizidir. Varlığını
dayandırdığı çokluk aynı zamanda ona yönelik bir tehdittir; çünkü imparatorluk var
olmak için sadece ona dayanmakla kalmaz aynı zamanda varlığını sürdürebilmek
için onu kısıtlamak zorundadır. Çokluk kitabında bu ikili yapıyı anlatmak için
vampir metaforundan yararlanılır. "Vampir figürü bir yandan İmparatorluk'un
gücünü temsil ederken, öte yandan da Çokluk'un geleneği parçalama becerisine
gönderme yapar. Öyleyse bu iki yüzlü metafor bize İmparatorluk'un güçlerinin
Çokluk'un da güçleri olduğunu işaret eder" (Özmakas, 2012: 95).
"Çokluğun bu canavarsı, aşırı ve dizginlenemez karakterini yansıtan
figürlerden biri vampirdir. Bram Stoker'in Kont Drakula'sı Viktorya
dönemi İngiltere'sinde ortaya çıkalı beri vampir toplumsal beden için,
özellikle de aile kurumu için bir tehdit olmuştur. Vampirin et arzusu
doymak bilmezdir ve vampir hem erkekleri hem de kadınları erotik bir
biçimde ısırarak heteroseksüel üreme düzeninin altını oyar. İkincisi,
vampirin kendi alternatif üreme mekanizması ailenin üreme düzenini
tehdit eder. Hem erkek hem de kadın vampirler insanları ısırarak yeni
vampirler yaratıp, sonsuz bir ölümsüzler ırkı yaratırlar. Böylece
toplumsal tahayyülde vampir, aile gibi geleneksel toplumsal bedenlerin
parçaladığı bir toplumun canavarsılığını temsil eder" (Hardt ve Negri,
2011a: 211-212).
73
Birinci bölümde iktidarın sadece ölüm üzerine bir hakimiyet olmakla
kalmayıp aynı zamanda yaşamı üreten yapısına vurgu yapmak için biyo-iktidar
terimi kullanılmıştı. Bu bölümde iktidarın bütün bir yaşamı kapsaması bağlamında
sadece ekonomik üretimin değil toplumsal yaşamın tüm parçalarının iktidara
direnişin noktaları haline gelişini anlatmak için biyo-politik üretim kavramı
kullanılacaktır. Bu değişimin açıklanması için hakim üretim biçiminde meydana
gelen değişimin incelenmesi gerekmektedir. Hakim üretim endüstriyel kapitalizmde
olduğu gibi maddi malların üretimi olmaktan artık maddi olmayan malların
üretimine, yani fikirlerin, duyguların üretimine geçmiştir. Maddi olmayan malların
üretimi ekonominin sınırlarından taşarak kültürün, toplumun ve siyasetin yani
toplumsal yaşamın tamamının üretimine doğru kaymaktadır.
2.2.1. Biyo-Politik Üretimin Yapısı
Hardt ve Negri üretim biçimleri arasından maddi olmayan emeğin günümüz
üretiminde tarihsel eğilimi belirleyecek biçim olduğunu iddia etmektedir. "Bizim
iddiamıza göre, maddi olmayan emek, her ne kadar nicel anlamda baskın olmasa da,
diğer tüm emek biçimlerine belirli bir eğilimi dayatmış ve kendi nitelikleri
doğrultusunda onları dönüştürmeye başlamış ve bu anlamda hegomonik bir konum
edinmiştir" (Hardt ve Negri, 2011a: 157). Yazarlar tarihsel eğilim fikrini Marx'ın
yönteminden devşirmişlerdir. Kendi analizlerinde de Marx'ın yöntemini takip eden
yazarlar, Marx'ın kitaplarını yazdığı dönemde tarihsel eğilimin endüstri işçiliğinde
olduğunu, buna karşılık günümüz üretim biçiminde bunun yerini maddi olmayan
74
emeğin aldığını iddia etmektedirler. Marx Kapital'i yazarken endüstri işçiliği küresel
ekonominin sadece çok küçük bir kesimini oluşturmaktaydı, fakat toplumsal
örgütlenmenin onun çevresinde şekillendiği ve uzunca bir dönem de bu niteliğini
devam ettireceğini iddia etmekteydi. Endüstriyel üretim uzunca bir süre dünyadaki
toplumsal değişimleri belirleyen motor gücü oluşturmuştur.
"Sayılar önemlidir ama aslında önemli olan günümüzdeki gidişatı
anlamak, hangi tohumların yeşerip hangilerinin kuruyacağını
kavramaktır. XIX. yüzyıl ortasında Marx'ın müthiş başarısı mevcut
eğilimi yorumlaması ve o zamanlar emekleme çağında olan sermayeyi
olgunlaşmış bir toplumsal biçim halinde kurgulayabilmesiydi" (Hardt
ve Negri, 2011a: 158).
Günümüz toplumunu şekillendiren gelişmeler üretimde meydana gelen
değişmenin farklı dışa vurumlarından ibarettir; endüstriyel emekten maddi olmayan
emeğe, fordizmden post-fordizme ve modernden post-moderne geçiş. Yazarlar
ortaçağdan günümüze uzanan zaman diliminde ekonomik olarak başat olan üç ayrı
sektörün varlığına dikkat çekmektedirler. Bunlar tarım ve hammaddelerin
çıkarılmasına yönelik dönem, endüstriyel üretim dönemi ve içinde yaşadığımız
dönem olan hizmet sağlama ve enformasyonun manipülasyonu dönemidir.
Modernleşme birinci dönemden ikinciye geçişi imlerken, post-modernleşme ikinci
dönemden üçüncü döneme geçişi anlatmaktadır. Günümüzde modernleşme sona
ererken endüstriyel üretim emek gücünün ucuz olduğu üçüncü dünya ülkelerine
kaymakta, hakim ülkelerdeki üretim ise endüstriyel üretimden enformatikleşme ve
hizmet sektörüne kayma eğilimi sergilemektedir. "Hakim ülkelerde endüstriyel
üretim düşerken, bu üretimin ağırlıklı olarak madun ülkelere, örneğin ABD ve
75
Japonya'dan Meksika ve Malezya'ya ihraç edildiği doğrudur" (Hardt ve Negri, 2012:
292).
Maddi olmayan emek iki ana biçim altında incelenebilir, birinci biçim
entelektüel ya da dilsel olarak adlandırılan "... problem çözme, sembolik ve analitik
görevler ve dilsel ifadeler gibi emek türlerini ifade eder" (Hardt ve Negri, 2011a:
122), ikincisi duygulanımsal emek olarak adlandırılan "rahatlık, esneklik, tatmin,
heyecan ya da tutku gibi hisleri üreten ya da işleyen emektir" (Hardt ve Negri,
2011a: 122). Maddi olmayan emek genellikle bu iki biçimin bir arada var olmasını
gerektirmektedir. Maddi olmayan üretimin özellikleri serimlendikçe endüstriyel
üretimle farkları ve daha önemlisi biyo-iktidar rejimi ile aralarındaki gerilim ya da
kriz de daha fazla belirginleşecektir.
Farklılıklardan birincisi maddi olmayan emeğin üretimde klasik iş günü
kavramını ortadan kaldırmasıdır. Endüstriyel mal üretiminde işçinin fabrikada
geçirdiği zaman onun iş gününü oluşturmaktaydı, fakat maddi olmayan üretimde iş
zamanı yaşam zamanının tamamına yayılmıştır. Söz konusu olan bir fikir yaratmak
olduğunda bunun sadece çalışma mekanında gerçekleşmesi gerekmez, herhangi bir
mekanda ve saatte gerçekleşebilir.
Maddi emek ve maddi olmayan emek arasındaki bir diğer farklılıksa üretimin
belli mekanlarda gerçekleşmesi zorunluluğunun ortadan kalkmasıdır. Endüstri
işçiliği proleterleri fabrika ve kent gibi belli üretim mekanlarına yerleştirirken maddi
olmayan üretimin buna gereksinimi yoktur. Üretim belli mekanlarda değil herhangi
bir yerde gerçekleşebilir.
76
"Kimi ekonomistler Fordizm ve post-fordizm terimlerini kullanarak
fabrika işçilerine özgü istikrarlı ve uzun süreli istihdamdan esnek,
hareketli ve güvencesiz emek ilişkilerine geçişi anlatıyor; yeni emek
ilişkileri esnek, çünkü işçilerin farklı görevlere uyum sağlaması gerekli;
hareketli, çünkü işçiler sık sık iş değiştirmek durumunda; güvencesiz,
çünkü istikrarlı, uzun süreli istihdamı garantileyen sözleşmeler yok
ortada" (Hardt ve Negri, 2011a: 126).
Endüstriyel üretim dönemi olarak adlandırılan dönemde işçilerin bir işe
başlayıp o işten emekli olmaları mümkünken, günümüzde farklı işler arasında
devamlı bir değişim zorunlu hale gelmiştir.
Emeğin zamansal ve mekansal bu dönüşümü onu sadece belirli mekanlarda
yapılan bir üretimden giderek toplumsal yaşamın tamamını kapsamasına doğru
değiştirir, böylece üretim ve yeniden üretim arasındaki farklar ortadan kalkar ve
üretim ile toplumsal yaşamın üretimi aynı anlama gelmeye başlar.
"Yeni hegemonik 'biyopolitik emek', yani sadece maddi mallar
üretmekle kalmayıp ilişkileri ve de toplumsal yaşamın kendisini de
üreten emek olarak algılamak daha doğru olabilir. Dolayısıyla
biyopolitik terimi, ekonomik, siyasal, toplumsal ve kültürel arasındaki
geleneksel ayrımın giderek bulanıklaştığını anlatır" (Hardt ve Negri,
2011a: 123).
Maddi üretim toplumsal yaşamın araçları olan mallar üretirken, maddi
olamayan üretim toplumsal yaşamın kendisini üretmektedir. Marx kapitalizmi analiz
ederken onun işçilerin bir arada üretiminin mekanları olarak fabrikaların, aynı
zamanda işçilerin iletişime geçmesi ve örgütlenmesi için de mekanlar yarattığını
vurgular. Bu mekanlar sayesinde işçi sınıfı bir sınıf olarak örgütlenebilecek ve
kendisinden önce gelen sınıflardan, örneğin köylülükten, farklı olarak komünizmin
imkanını yaratacaktı. İletişim, beraber hareket etme ve sınıf olma bilincinin
77
oluşmasının aracıdır. İletişim imkanları üzerinden biyo-politik üretime baktığımızda
onun üretimi zaten devamlı olarak, küresel bir iletişim ve işbirliğini gerektirdiğinden
ve bu ağları kendi başına oluşturduğundan küresel bir örgütlenmenin de imkanlarını
yaratmaktadır.
"Fikir, imaj ve bilgi üretimi sadece ortak payda üretmekle kalmaz -
kimse yalnız düşünemez, her düşünce başkalarının bugünkü ve
geçmişteki düşüncesiyle işbirliği halinde yaratılır- aynı zamanda da her
bir fikir ve imaj yeni bir işbirliğini teşvik eder ve ortaya çıkarır. Son
olarak dillerin üretimi de -ister doğal diller, ister bilgisayar dilleri ve
çeşitli kodlar gibi yapma diller olsun- her zaman işbirliğine dayanır ve
işbirliği kanalları açar. Maddi olmayan üretimin tüm bu biçimlerinde,
işbirliğinin üretimi emeğe içsel, dolayısıyla sermayeye dışsal hale
gelmiştir" (Hardt ve Negri, 2011a: 163).
Emeğin bu dönüşümü, onu uzamsal ve zamansal olarak kontrol altında
tutmayı hedefleyen biyo-iktidarın kontrolünden uzaklaştırır. Üretim ve kontrol iki zıt
kutba dönüşürler; bir yanda üretim devamlı esneklik ve değişkenliği arzularken,
kontrol düzeni ve sabitliği arzular. Biyo-politik üretim böylece biyo-iktidar için bir
krizi ifade eder. Biyo iktidar artık toplumsal yaşamın içerisinde üretilmez ve
toplumsal yaşama dışsal bir konumda hapsolur. Biyo-politikaysa toplumsal yaşamın
üretiminin kendisine dönüşerek topluma içkin bir konum elde eder. Onun üretken ve
pozitif anlamı da bu konumu sayesinde anlaşılabilir. Egemenliğin üretim mekanları
ya da işbirlikleri yaratma konusunda gereksiz hale gelmesi onun asalak ve vampirik
bir rejim olarak tanımlanmasını daha da açık hale getirmektedir. Biyo-politik üretim
bu mekanizmaları kendi başına üretebildiği oranda artık bir egemenliğe gereksinim
duymamaktadır.
"İmparatorluk politik bir yapbozdur. Bir yandan hayatın güçlerinin
daha önce bilinmeyen bir şekilde denetimini temsil eder. Eli bütün
78
toplumsal ilişkilere uzanır ve bilinç ile bireyin bedenine nüfuz eder. Öte
yandan, İmparatorluğun hakimiyeti sınır tanımadığından ve toplumsal
alanlar ile eylem alanları, mücadele ile direniş arasındaki geleneksel
sınırları aştığından zaten daima ekonomik, politik ve kültüreldir.
Dahası, bunlar üretken ve yaratıcı boyuta sahiptir" (Lemke, 2014:
100).
2.2.2. Bedenin Karşıtı Olarak Çokluk veya Canlı Et
Yazarlar çokluğu anlaşılır kılmak için öncelikle onun "halk" kavramı ile olan
karşıtlığından yararlanırlar. Geleneksel politika felsefesinde Spinoza öncesi
kullanımlarında çokluk olumsuz bir anlama sahiptir ve politik bir özne olma
yetisinden yoksun kalabalıklar olarak görülmektedir. "Hobbes, çokluğun varlığına
daha doğrudan politik temellerde meydan okur. Çokluk politik bir bünye değildir ve
Hobbes'a göre çokluğun politik olması için, birlik olma istenci ve eylemiyle
tanımlanan bir halk haline gelmesi zorunludur. Bir başka ifadeyle, politik olmak için
çok olan bire indirgenmelidir" (Hardt ve Negri, 2012.b: 56). Robert Filmer da benzer
bir biçimde şöyle der:
"...[T]arihsel önem atfettiği kutsal metinlere dayandırdığı
tartışmasında, Kardinal Bellarmine gibi yazarlar tarafından ortaya
atılan, çokluğun ortak doğal haklardan ötürü sivil düzeni belirleme
gücüne sahip olduğu iddialarına karşı çıkar. Filmer, gücün doğal hak
gereği eşit olarak tüm çokluğa verilmediği; ancak sadece Adem'e, yani
otoritesi haklı olarak tüm aile reislerine geçen babaya verildiği
itirazında bulunur" (Hardt ve Negri, 2012.b: 55).
Halk gibi birleştirici kavramlar farklılıkları benzer hale getirme yoluyla var
olurken bunun aksine "[Ç]okluk, iç farkları olan çoğul bir toplumsal öznedir ve onun
79
kuruluşu ve eylemi, özdeşliğe ya da birliğe değil (hele farksızlığa hiç değil), ortak
paydaya dayanır" (Hardt ve Negri, 2011a: 114). Çokluk çoğul kalarak ve farklılıkları
koruyarak birlikte hareket edebilme yetisine sahiptir. Bu bakımdan o siyasal bedene
zıt olarak Hardt ve Negri tarafından canlı et olarak adlandırılır. Çokluk biyo-
politikanın yani bütün hayatın iktidarın hedefi oluşunun bir sonucu olarak sadece
ekonomik sınıfla sınırlı kalmayan, aynı zamanda içerisinde ırk, toplumsal cinsiyet ve
cinsellik farklarını da barındıran bir çoğulluktur.
Direnişin merkezine işçi sınıfının konulması -halk kavramına benzer bir
şekilde- bir aynılaştırma ve farklı olanların dışlanması ile sonuçlanacaktır. "İşçi sınıfı
temelde, kimi dışlamalara dayanan sınırlı bir kavramdır. En sınırlı kavranışında
sadece endüstriyel emeği ifade eder, dolayısıyla tüm diğer emekçi sınıfları dışlar. En
geniş kavranışındaysa, tüm ücretli emekçileri anlatır ve çeşitli ücretsiz sınıfları
dışlar" (Hardt ve Negri, 2011a: 120). İktidar sadece ekonomik bir sömürü olmaktan
uzaklaştıkça onun endüstri işçiliğinden farklı meslek kollarında çalışanları, ev
kadınlarını hatta fordizmden post-fordizme geçişle birlikte işsizleri bile kapsaması
gerekmektedir. Çalışan grupların dışında ırk bir politik baskı unsuru haline
geldiğinde ırksal baskı karşısındaki gruplar, cinsiyetler arası eşitsizlikten doğan
ayrımcılığa karşı cinsiyetler vb. hepsi ekonomik sınıf kadar siyasi bir kavram haline
gelmektedir. "Sınıf, aynı anda hem siyasal hem ekonomik olan, biyo-politik bir
kavramdır. Dahası, biyo-politik demek aynı zamanda, emek anlayışımızın sadece
ücretli emekle sınırlı olmaması ve insanın yaratıcı kapasitesinin tümünü ifade etmesi
demektir" (Hardt ve Negri, 2011a: 119). Ortak üretimde bulunan tüm toplumsal
gruplar çokluğu oluşturur ve aralarında bir öncelik farkı bulunmamaktadır. Ayrıca
biyo-politik üretimin, endüstriyel üretimin fabrika gibi merkezlerde toplanmasına
80
karşıt olarak merkezsiz olması ona karşı yapılacak bir saldırının da merkezsiz olması,
buna karşılık her noktadan saldırıların onu eşit derecede yaralayacağı anlamına
gelmektedir.
Bugün sınıf kavramı sadece tüm çalışanları kapsamakla kalmaz aynı zamanda
çalışmayan, işsiz yoksulları da içerisine alır. Modern dönemin iş tanımının -yani bir
işe girip yıllarca o işte düzenli çalışmanın- yerini sürekli olarak iş değiştirme ve
dönemsel olarak işsiz kalma almıştır. Düzenli sınırları olan iş tanımı giderek esnek
ve sınırları bulanık bir biçim almıştır. Bunun sonucu olarak da belirli ve düzenli bir
çalışan sınıf ortadan kalkmıştır. İşsiz ve işi olan arasındaki ayrımın post-fordizm
çağında ortadan kalkmasıyla birlikte işsizler de çokluk tanımının içerisine
girebilmektedir. Bir başka açıdansa biyo-politik üretimin özelliklerinden
anlayabileceğimiz üzere üretim artık belirli mekanlara hapsolmadığından ve giderek
özneler arası bir karaktere büründüğünden yoksullar, işsizler de ücretli bir işe dahil
olmasalar bile üretimin içerisindedirler.
Emeğin bütün toplumsal uzama yayılışı sadece iktisadi bir olgu değil aynı
zamanda politik bir olgudur. Bu bakımdan yazarlar modern dönemin toplumsal
yapısının ele alınış biçiminin karşısına kendi post-modern değerlendirmelerini
koyarak aralarındaki karşıtlığı "beden" ve "et" kavramları arasındaki karşıtlık
üzerinden ele alırlar. Modern siyaset felsefesi kuramları toplumu ele alırken onun
insan bedeni ile olan benzerliğinden hareket etmektedirler. "Buna göre siyasal beden,
yasanın düzenlenmiş bir toplumsal nizam olarak somutlaşmış halidir. İnsan bedeni
benzetmesi, bu düzenin doğal olduğu düşüncesini pekiştirir: Karar verecek bir başa,
savaşmak için kollara ve farklı doğal işlevleri olan bir dizi başka sınıfa ya da organa
sahibiz" (Hardt ve Negri, 2011a: 177). Bu benzetme uyarınca baş elbette
81
hükümdardır, buna karşılık farklı uzuvlar farklı işlevleri temsil etmektedir ki toplum
sadece bu biçimde bir bütün haline gelebilir ve işleyebilir. Farklı toplumsal sınıfların
farklı işlevleri ise kapalı bir sistem oluşturmaktadır. Üretenlerin ve yönetenlerin
farklı işlevleri yürüten ve yer değiştirmeleri mümkün olmayan sınıflar olarak
kavranışı hem bu konumların meşruluğunu sağlamakta hem de yeniden üretimine
hizmet etmektedir. Buna karşılık post-modernizm bu bedensel hiyerarşilerin
dağılmasını hızlandırmaktadır.
Toplumsal yaşamın bu kavranışının aksine toplumsal olanın içkin üretimine
dayanan kavrayış bu anlayışın tam karşısında yer almaktadır. Modernizm ve post-
modernizm geriliminde modernistler eski toplumsal gruplara bir özlem duymakta ve
onları yeniden canlandırmayı arzulamaktadır, buna karşılık Hardt ve Negri
kendilerini post-modern olarak tanımlamakta, eskiye nostalji duymak yerine yeninin
yarattığı imkanları ortaya koymaya çalışmaktadırlar. Toplumsal bedenin dağılması
ve yerini canlı etin alması modern düşünürleri kaygılandırsa da bu aslında bir kaos
durumu değildir, çokluğun eti hali hazırda üretim ilişkilerinin gösterdiği üzere
birlikte üretmeye, düzenli bir biçimde yaşamaya ve toplumsal olanı kurma becerisine
sahiptir.
"Çokluğun etinin ortak olarak, canavarsı biçimde ve bütün geleneksel
toplumsal beden ölçütlerini her zaman aşan biçimde üretim yaptığını,
ancak bu üretici etin kaos veya toplumsal düzensizlik yaratmadığını
gördük. Onun ürettiği şey ortak paydadır ve ortak paydamız, spiralsi
ve genişleyici bir biçimde gelecek üretimimize zemin teşkil eder. Bunu
anlamanın en kolay yolu belki de, bir üretim olarak iletişime göz
atmaktır: Sadece ortak diller, semboller, fikirler ve ilişkiler zemininde
iletişim kurabiliriz ve iletişimimizin sonuçları da yeni diller,
semboller, fikirler ve ilişkiler sağlar. Bugün, üretimle ortak payda
arasındaki ikili ilişki –yani ortak paydanın hem üretiliyor hem
üretiyor olması- her tür toplumsal ve ekonomik faaliyeti anlamanın
anahtarıdır" (Hardt ve Negri, 2011a: 214).
82
2.2.3. Ortak Payda ve Demokrasi
Hardt ve Negri düşüncesine göre üretimin yeni biçimi olan biyo-politik
üretim düzen ve denetimi değil esneklik ve hareketi talep etmektedir. Biyo-politik
üretim bu hareket ve esneklik sayesinde yaratıcı ve üretken olabilmektedir. Küresel
egemenlik bu noktada tüm küresel uzamdaki hareketleri kontrol etmek iddiasıyla
ortaya çıkmıştır fakat bu kısıtlama üretimin temel dinamikleriyle çeliştiğinden hiçbir
zaman amacına tam anlamıyla ulaşamayacaktır. Hareketin ve esnekliğin kısıtlanması
ve bu besleyici damarların kesilmesi biyo-politik üretimi ve dolayısıyla küresel
ekonomiyi içinden çıkılamayacak bir krize sürükler. Çokluk ve İmparatorluk
arasındaki bu gerilimin çokluk lehine gelişebilmesi için çokluğun kendi iç
dinamiklerinden hareket etmesi gerekmektedir.
Önceki bölümlerde gördüğümüz üzere bu dinamik onun beraber üretme,
sadece maddi malları değil bütün bir toplumsal yaşamı üretme gücü üzerine
kurulmak zorundadır. Böylelikle biyo-politika kavramının olumlu yanına ulaşılabilir
ve karşı kurucu bir harekete ontolojik bir zemin bulunabilir. Ortak paydanın üretimi
küreselleşme hareketleriyle, yani imparatorluğun edimleri ile birleştiğinde küresel bir
demokrasinin imkanını yaratmaktadır. Çokluk kitabının önsözünde de belirtildiği
üzere "Günümüzde, tarihte ilk kez küresel çapta bir demokrasi olanağı beliriyor"
(Hardt ve Negri, 2011a: 9).
İmparatorluk kendisi yaratıcı olmadığından çokluğun ürettiği zenginliğe el
koyma üzerinden kendisini var etmektedir. "Bugün kapitalist birikim, üretim
süreçlerine giderek artan bir biçimde dışsaldır ve bu nedenle sömürü ortak varoluşa
83
el koyulması biçimini alır" (Hardt ve Negri, 2012.b: 147). Maddi olmayan emeğin
sömürüsünün en belirgin örneklerinden birisi de patent haklarıdır. Bir fikrin gelişimi
her zaman başka fikirlerle ve başka öznelerle iletişimi ve alışverişi gerektirirken,
yani ortak bir üretimken, patent, bu fikri sadece bir bireyin veya daha sık görüldüğü
üzere bir şirketin sahiplenmesi ve üretimde pay sahibi olan diğerlerinin katkısının
gasp edilmesi sonucunu doğurur. Patent günümüzün en önemli tartışmalarından birisi
haline gelmiştir; üretim maddi malların üretiminden maddi olmayan malların
üretimine doğru kaydıkça mülkiyet de maddi malların mülkiyetinden maddi olmayan
malların mülkiyetine doğru kaymaktadır.
"Örneğin, genetik koda dair enformasyon üreten kimdir? Ya da bir
bitkinin tıbbi kullanımlarına dair enformasyonu üreten kimdir? Her iki
durumda da enformasyon ve bilgiyi üreten insan emeği, deneyimi ve
marifetidir, ama her ikisinde de bu emeği tek bir bireye atfetmek
imkansızdır. Bu bilgi her zaman işbirliği ve iletişimle, geniş ve sınırları
belirsiz toplumsal ağlarda (bu örneklerdeyse bilim camiası ve yerli
topluluğunca) ortak çalışmayla üretilir. Bir kez daha, bilginin ve
enformasyonun tek tek bireylerce değil kolektif biçimde üretildiğine
dair en iyi kanıtları bizzat bilim adamları veriyor." (Hardt ve Negri,
2012.b: 148).
Ortak olanın gaspı her zaman sadece üretilen malların gaspı olarak ortaya
çıkmamaktadır. Tüm insanlığın ortak malı olan doğanın, örneğin su kaynaklarının,
ormanların da bireylerin veya şirketlerin özel mülkiyetine devredildiği
görülmektedir. Genellikle adı küreselleşmeyle birlikte anılan neo-liberalizm daha
önceleri kamusal olan ve devletçe kontrol edilen mülklerin ve işletmelerin
kontrolünün giderek şirketlere devredilmesi anlamına gelmektedir. Endüstriyel
kapitalizm döneminde bu tarz bir mülkiyet devri işlevsel olabilirdi oysa iktidarın
84
düzenleyici gücü artık tamamen topluma dışsaldır ve sadece üzerinden atılması
gereken bir parazittir.
"Geniş ölçekli endüstri söz konusu olduğunda, Marx kapitalistin,
sömürü mekanizmalarıyla çok yakından ilişkili olan, üretim sürecindeki
temel rolünü, yani işbölümünü sağlayıp işçileri fabrikada bir araya
getirmesini, onlara çalışacakları araçları vermesini, işbirliğiyle
yapılacak işleri tasarlamasını ve işbirliğini dayatmasını kabul eder.
Marx'ın tahayyül ettiği kapitalist, tıpkı savaş alanındaki bir general
veya orkestra şefi gibi işbirliğinin garantisidir. Buna karşılık biyo-
politik üretimde, sermaye işbirliği düzenini, en azından aynı oranda
belirlemez. Düşünsel ve duygusal emek, çağrı merkezleri veya gıda
hizmetleri gibi kimi en sıkı ve en ağır sömürü koşullarında bile, işbirliği
genellikle kapitalist komuta zincirinin dışında, özerk olarak üretilir.
İşbirliği entelektüel, iletişimsel, ve duygulanımsal araçları genellikle
üretici karşılaşmaların kendi bünyesinde yaratılır ve dışarıdan
yönlendirilmez" (Hardt ve Negri, 2012.b: 149-150).
Neo-liberalizm süreci bu gaspçı niteliği sayesinde neredeyse bütün dünyanın
mülksüzleşmesi ve yoksullaşması sürecini doğurmaktadır. Günümüz demokrasi
talebi ortak zenginlik üzerindeki hakkın da ortak olmasını hedeflemektedir.
Modern demokratik temsil fikri ve demokrasinin savaşlar yoluyla askıya
alınmasıyla istisnanın normalleşmesi bu amacın önündeki en önemli engel gibi
görünmektedir. Küresel savaş haline karşı mücadele çokluğun tüm sorunlarının
çözümü olarak nitelenemese dahi önündeki ilk hedef haline gelmektedir. Çokluğun
bu yöndeki görevlerinin teker teker belirlenip bir program haline getirilmesi fikri, bir
toplumsal mühendislik olacağından ve demokrasi kavramıyla uyuşmadığından Hardt
ve Negri böyle bir program oluşturmaya yanaşmamakta, bunun yerine sadece
çokluğun temsil olanaklarının nasıl genişletilebileceği sorusunun cevabına
odaklanmaktadırlar.
85
Atina demokrasisi, bütün vatandaşların belirli aralıklarla yönetime doğrudan
katılımını içerdiği için demokrasinin altın çağı olarak görülmektedir. Ancak bu
toplumda bile bazı sıkıntılar bulunmaktadır. Köleler ve kadınlar vatandaş
sayılmamakta, yönetimden dışlanmaktaydılar. XVIII. yüzyıla gelindiğinde ulus-
devletlerin inşası ve modernleşmeyle birlikte yönetim biçimi sorunu tekrar gündeme
geldi ve Atina demokrasisini örnek alarak yeni bir biçim geliştirilmeye çalışıldı.
Modern demokrasinin Atina demokrasisinden ilk farklılığı çok'un demokrasisi yerine
herkesin demokrasisi fikrini yerleştirmesidir. "XVIII. yüzyılda Avrupa ve Kuzey
Amerika'daki devrimciler, demokrasiye basit ve net bir anlam yüklüyordu: Herkesin
herkes tarafından yönetimi. Zaten antik demokrasi kavramına eklenen ilk büyük
modern yenilik de demokrasinin bu evrensel karakteri, mutlak olarak herkese
yaymasıdır" (Hardt ve Negri, 2011a: 256).
Modern demokrasinin ikinci farklılığı ise ulus-devletlerin sınırlarının
doğrudan demokrasi pratiğine imkan vermeyecek kadar geniş olmasının bir sonucu
olarak temsili demokrasi fikrinin icadıdır. "Bu tür argümanlara göre, antik şehir
devletlerinin sınırlı alanında demokrasi uygulanabilmiştir ama modern ulus-
devletlerin boyutları zorunlu olarak demokrasinin temsil mekanizmasıyla
dengelenmesini gerektirir: Küçük nüfuslar için demokrasi, büyük topraklar ve
nüfuslar içinse temsil" (Hardt ve Negri, 2011a: 260). Fakat bu temsil modeli
çokluğun yönetime girmesini sağlayamamış tam tersine devrimin mutlak demokrasi
talebinin bastırılmasının bir aracı haline dönüşmüştür. Temsil çokluğun yönetimin
içerisinde olduğu hissini yaratarak onu yönetime bağlamış fakat gerçek anlamda
yönetimden ayırmıştır. "Temsil onlar için, mutlak demokrasinin tehlikelerine karşı
bir aşıydı: Küçük ve sınırlı bir dozda halk iktidarını toplumsal bedene enjekte edip,
86
ona çokluğun aşırılıklarına karşı bağışıklık kazandırıyordu" (Hardt ve Negri, 2011a:
258). Arap Baharı, Wall Street İşgali, İspanya’daki “Meydanları İşgal Et!”
hareketleri vb. bütün bunlar aslında bir temsil krizinin göstergeleridir. Halk
yönetenlerin kendileri adına değil sermaye adına, bankalar adına verdikleri
kararlardan, temsilin insanların yönetimden dışlanması ile sonuçlanmasından
şikâyetçidir.
2.2.4. Çokluğun Demokratik Niteliğine Spinoza'nın Etkisi
Çokluğun politik olarak üretici bir güç olduğu ve onun yapısı gereği savaşa
değil barışa, birlikte üretime yatkın olduğu tezini temellendirmek için Hardt ve Negri
Spinoza'dan yararlanmışlardır. Zaten çokluk kavramının seçilmesi de bu sıkı ilişkiye
işaret etmektedir.
"Çokluk teriminin Avrupa’da ilk defa, Michael Hardt ve Antonio
Negri’nin açıkça andıkları Hollandalı filozof Spinoza tarafından
kullanılmış olduğu anlaşılıyor. Bu terim o dönemde, Eski Rejim
şehirlerinde çoğunluğu oluşturan, ama (monark ve aristokrasiye
ayrılmış) siyasal iktidara, (feodal soylu mülk sahiplerine veya yeni yeni
kendini gösteren kentli ve – zengin köylüler de dâhil olmak üzere –
taşralı finans burjuvazisine ayrılmış) ekonomik iktidara ve (Kilise ile
rahiplere ayrılmış) toplumsal iktidara katılma hakkından mahrum
bırakılmış “sıradan halkı” ifade ediyordu. Sıradan halkın statüsü her
yerde değişikti. Şehirlerde zanaatkârlardan, küçük tüccarlardan, parça
başı çalışan işçilerden, yoksullardan ve dilencilerden, taşrada ise
topraksızlardan meydana gelirdi" (Amin, 2014: 25).
87
Spinoza'nın tüm filozoflar arasında demokrasiyi olumlayan tek filozof
olduğunu söyleyebiliriz. Onun haricindeki bütün filozoflar demokrasiye en naif
ifadeyle şüpheyle yaklaşmışlardır. Demokrasi kavramını olumlu anlamda kullananlar
olsa dahi bu asla politik ifadenin dolaysızlığı olarak düşünülmemiş, egemenliğin
soyut devri ve doğal haktan feragat biçiminde tanımlanmıştır. Oysa Spinoza'nın etik
ve siyaset çalışmalarının aralarındaki paralellik hesaba katıldığı takdirde, Spinoza'nın
demokrasiden böyle bir şey anlamamakta olduğu tahmin edilebilir. Negri Spinoza
üzerine bir çalışmasında Spinoza'ya gelene kadar bütün çalışmalarda metafizik ile
politikanın hep yan yana gittiğine işaret etmiştir. "Modern devletin kökenine ve ilk
gelişimine tanıklık eden dönemde, politik düşüncenin büyük bir kısmını oluşturan
duyarlılığı ve davranış biçimlerini, emelleri ve uzlaşımları baskın bir biçimde
belirleyen, hiç şüphesiz ki metafiziktir" (Negri, 2011a: 18).
Spinoza, etiği, Yeni Platoncu ve Rönesans stili tümdengelimcilikten
kurtarmaya çalıştı. Bu, panteist öncüller üzerine inşa edilmiş ve belli bir asketik
coşkunlukla yüklü bir etiğin kapsamını pozitif bir etiğe, dünyaya ait bir etiğe, politik
bir etiğe doğru geliştirme ve dönüştürme meselesiydi. Spinoza'nın multitudo
kavramının temeli insanlığın evrenselliğidir, bütün insanları kapsayacak bir kavram
olarak tasarlanmıştır ve bu haliyle demokrasi fikrinin de temelini oluşturmaktadır.
Teolojik Politik İncelemeler kitabında Spinoza yönetim biçimlerinden monarşi ve
aristokrasiyi inceledikten sonra, mutlak devlet biçimi dediği demokrasinin
incelenmesine geçtiğinde kitap kesilir. Spinoza'nın bu eseri yarım kalmış olsa da
Negri'ye göre hala modern demokrasinin temeli olarak ele alınabilir. Bu eserinde
Spinoza demokrasiyi mutlak devlet biçimi olarak tanımlamaktadır.
88
Buna göre aristokrasi ve monarşi mutlak olmayan devlet biçimleri olarak
ortaya çıkmaktadır. Bu mutlak kavramının iki ayrı anlamı bulunmaktadır. Mutlağın
ilk olarak niceliksel bir anlam ifade ettiğini söyleyebiliriz. Bu anlamıyla demokratik
bir devlet bütün üyelerini kapsayandır. Bu anlayış, onun evrensel bir etik arayışı fikri
ile bir paralellik taşımaktadır. İkinci olarak niteliksel bir anlam ortaya çıkmaktadır,
bundan demokrasinin bütün üyeleri ile arasında tam bir uyuşma olduğu sonucu
çıkmaktadır, mutlak bir uyuşma. Buna göre mutlak olmayan yönetim biçimleri yani
bir grubun veya bir kişinin elinde olan yönetim biçimlerinde, halk ile yönetim
arasında bir antagonizm bulunur. Bu çatışmadan yola çıkarak bu yönetim
biçimlerinin mutlak olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu antagonizma örneğin bir
savaş ilanında görünür hale gelmektedir, bir grubun ekonomik çıkarlarına hizmet
eden savaş, bu antagonistik yapı içerisinde kolaylıkla ilan edilebilirken, mutlak bir
devlette insanlar kendi çıkarları ile örtüşmeyen bir savaşı kabul etmeyeceklerdir.
Benzer bir temellendirmeyi Kant'ın "Ebedi Barış Üzerine" adlı çalışmasında da
görebiliriz. Kant da hükümdarın kendisini ilgilendirmeyen, kendi rahatını
bozmayacak bir savaşın kararını rahatlıkla alabileceğini söylemektedir. Oysa devleti
oluşturan ve olası bir savaşın bütün ceremesini çekecek olan halk ( gerek ölümlerle,
gerek vergilerle ve yol açacağı yıkımlarla) bu kararı vermeye yanaşmayacaktır.
Mutlak devlet biçimi olarak demokrasinin niteliksel özelliği Negri'nin
demokrasiden ne anladığına dair bir açıklama getirebilir. Dikkat edilirse Spinoza'nın
kitabının demokrasi bölümünde son bulması gibi Negri'nin Çokluk kitabı da sıra
demokrasinin açıklanmasına geldiğinde kesilmektedir. Bu paralellik kuşkusuz bir
rastlantı değildir. Bunu Spinoza'nın demokrasi anlayışını biraz daha inceleyerek açık
kılabiliriz.
89
"Spinoza'nın metafiziğinin sistematik sonucu olarak teorileştirdiği
demokrasi, üretim ilişkilerini gizleyen, mistikleştiren ya da mevcut
politik ilişkileri meşrulaştıran bir demokrasi değildir. Bireysel güçlerin
gelişimi içinde kolektif bir eylemeyi tesis eden, politik ilişkileri bu
temelde kuran ve bunları, üretim ilişkilerinin köleliğinden dolaysızca
kurtaran bir demokrasidir. Bireylerin gücü, dünyayı biçimlendirirken,
toplumsal ve politik dünyayı da biçimlendirir. Kolektifi inşa etmek için
bu gücü devretmenin gereği yoktur. Kolektif ve devlet, bu güçlerin
gelişimiyle birlikte inşa edilirler. Demokrasi, politik olanın temelidir"
(Negri, 2011a: 20).
Demokrasi, dolayısıyla da politika insan eylemlerine aşkın değil, tam tersine
tam da bu ilişkilerde oluşturulan bir şey olması bakımından demokratik olmak
zorundadır ve bu yapısı onun klasik olarak anlaşıldığı biçimde bir güç devri
olmadığını da göstermektedir. Politika tam tersine birlikte üretimin peşinde getirdiği
bir güç, özgürlük ve hak artımıdır. İki kişi bir araya gelip güçlerini birleştirirse,
birlikte Doğa üzerinde daha fazla güçleri, dolayısıyla da tek başına
olduklarındakinden daha fazla hakları olur; bu biçimde bir birlik oluşturanların sayısı
ne kadar çok olursa, beraberce daha fazla hakka sahip olurlar. (Spinoza, 2008)
Dolayısıyla devlet; gücün, hakkın ve özgürlüğün aynı anda arttırılması demektir,
bunlardan birinin kısıtlanması veya devredilmesi değil.
Spinoza'ya göre çokluğun kurucu bir güce dönüşmesinin nedeni yalnızlık
korkusudur. Doğada korku ve yalnızlık hakimdir ve buna paralel olarak çoklukta
güvenlik arzusu uyanmaktadır. Toplumsal yaşama geçiş haklardan feragat edilmesini
değil, daha ziyade ileri bir adımı, varlığın bütünleşmesini ifade eder: yalnızlıktan
çokluğa, kendinde ve kendisi için korkuyu ortadan kaldıran bir topluluğa geçiş.
Demokrasi, kendi gücünün ifadesi olarak her bireye ait olan ve asla devredilemez
olan doğal haktan itibaren gelişen bir demokrasidir; yalnızca korkuyu elemek için
90
değil, aynı zamanda özgürlüğün daha üstün bir biçimini inşa etmek için bir araya
gelmiş, özgür insanlar topluluğunun kuruluşu olan bir demokrasidir.
2.3. Kurucu Güç Olarak Çokluk
Biyo-politik üretimle birlikte çokluk Spinozacı anlamda mutlak bir
demokrasiyi oluşturabilecek güce erişmiştir. Biyo-politik üretim kavramı içerisine
sadece işçileri değil, bilişsel bir üretime dahil olan herkesi aldığından hiç bir grubu
dışlamamaktadır. Bu anlamda mutlak bir kapsayıcılığa sahiptir. Bunun aksine işçi
sınıfı düşüncesi sınıf karşıtlığını yaratan diyalektik düşünceyi aşamamaktaydı.
Çokluğun biyo-iktidar rejiminin sürekli savaş üreten yapısıyla karşıtlığı da bu
mutlaklıkla temellendirilebilir. Aralarında zaten bir iletişim bulunan ve beraber
üretenlerin savaşması için bir sebep yoktur. Çokluk savaşmaksızın farklılıklarına
rağmen bir arada durabilen kurucu bir gücü ifade etmektedir.
Modern siyaset felsefesine egemen olan "yönetilebilmek için bir olma
gereksinimi fikri" böylece ortadan kalkmakta ve farklılıkları koruyarak çokluğun var
olabildiği bir siyaset anlayışı ortaya çıkmaktadır. "Çokluk birliğe indirgenemez ve
bir'in iktidarına boyun eğmez. Çokluk egemenlik de edemez. Bu nedenle,
Spinoza'nın mutlak diye nitelendirdiği demokrasi geleneksel anlamda bir yönetim
biçimi olarak kabul edilemez, çünkü herkesin çoğulluğunu bir üniter hükümdar
figürüne indirgemez" (Hardt ve Negri, 2011a: 345). Egemenliğe yönelik
tanımlamalar genellikle sadece devlete odaklanmıştır fakat egemenlik zorunlu olarak
91
iki yönlüdür. Askeri egemenlik savaşlarla ve nükleer silahlarla ölüm üzerinde tam bir
egemenlik haline gelse de bu gücünü kullanamaz, çünkü tebaası olmadan egemen
olamaz ve intihar eylemleri gibi bedenin yok sayıldığı eylemlerle dışarısına
çıkılabilir, yani asla tam anlamda mutlak olamaz. Ekonomik alanda da sermayenin
emek olmaksızın var olamaması anlamında ona bağımlıdır. Günümüzde bu
bağımlılık en ileri seviyesine ulaşmıştır.
"İmparatorlukta, savaş, siyaset, ekonomi ve kültür, hep beraber çeşitli
iktidar biçimlerinin bir tür bileşkesi ya da buluşmasını gerçekleştirip
bütün toplumsal yaşamı üretme biçimi, dolayısıyla bir biyoiktidar
biçimi haline gelir. Başka bir şekilde söylersek, İmparatorlukta sermaye
ve egemenlik tamamen örtüşür.
Biyo-iktidarın barındırdığı bu bileşkeyi kavradığımızda, emperyal
egemenliğin aslında hükmettiği üretken toplumsal faillere tamamen
bağımlı olduğunu görürüz. Nasıl sermaye sürekli olarak emeğin
üretkenliğinden besleniyorsa, dolayısıyla, kendi karşıtı olan emeğin
bekasını ve sağlığını garantilemek durumundaysa, emperyal egemenlik
de yönetilenlerin sadece rızasına değil toplumsal üretkenliğine de
yaslanmak durumundadır" (Hardt ve Negri, 2011a: 349-350).
Modern egemenlik anlayışının bizi karşı karşıya bıraktığı iki seçim, yani ya
egemenlik ya anarşi seçimi, artık geçerli değildir. Çokluğun toplumsal ilişkiler
üretme gücü egemenliğin asalak niteliğini gözler önüne sermiştir. Bu durumda artık
sadece ret ve bu ilişkilerin dışarısına çıkabilmek, egemenliğin ortadan kalkmasına
yeterlidir.
"Ağlarda gerçekleşen bu yenilik süreçleri, şefi olmayan bir orkestraya
benzetilebilir: orkestra sürekli iletişim sayesinde kendi müziğini kendi
belirliyor ve herhangi bir orkestra şefinin merkezi bir otorite dayatması
sadece orkestranın dağılıp susması sonucunu veriyor. Yeniliğin bir
bireyin dehasına bağlı olduğu fikrinden kurtulalım artık. Ancak ağlarda
bir arada üretilebilir ve yenilik yapılabilir. Eğer bir deha söz
konusuysa, çokluğun dehasıdır bu" (Hardt ve Negri, 2011a: 352-535).
92
Çokluk biyo-politik üretim sayesinde kapitalizmin endüstriyel çağına ait olan
dışarıdan bir düzenleyici güç gereksinimini aşmıştır. Toplumsal alana ait bütün
gereksinimleri dışarıdan bir müdahale olmaksızın çokluk kendi başına üretebilir. Bu
anlamda biyo-politika kavramı Hardt ve Negri felsefesinde yaşamın tamamını
kapsayan bir iktidardan, yaşamın tamamını üretebilen bir faaliyete dönüşmüştür ve
iktidar karşısındaki en önemli güçte bu kurucu güçtür.
Biyo-iktidar kavramı ise düzenleyici ve disipline edici anlamlarını terk edip
topluma dışsal bir baskı aracına dönüşmüştür. Biyo-politika kavramının üretimini
düzenleyici özellikleri ve normlar üretme gücü tamamen gereksiz hale geldiğinde
imparatorluk aracılığıyla topluma eski düzeni yaratan bir baskı aracına dönüşmüştür.
Küresel savaş durumu küresel boyutta bir olağanüstü hal ortamının yaratılmasına
hizmet etmektedir. Bu olağanüstü hal bütün demokratik taleplerin önüne geçerek
siyasetin hala bir grubun çıkarlarına göre düzenlenmesini sağlamaktadır. "...[Biyo-
iktidar] sistemlerin üretkenliği, öznelerin katılımı veya karşılıklı bağımlılıkların
eklemlenmesi üzerine değil, fakat sadece ayrıcalıkların ve verili iktidarın yeniden
üretiminin korunması üzerine kurulu olan eski ölçüm kriterlerini öfkeli bir biçimde
yeniden devreye sokma girişimidir" (Negri, 2013: 64). Çokluk içerisinde barındırdığı
demokratik unsurlar aracılığıyla bir biyo-iktidar rejimi olarak beliren imparatorluktan
kurtulabilir. Bu amaçla çokluk Hardt ve Negri'nin mutlak demokrasi adını verdikleri
şeye ulaşmak için kurucu bir mücadeleye girişmelidir. Bu mücadele öncelikle
imparatorluğun kendisini var ettiği müdahale alanları olan savaşlara karşı bir
mücadele olmalıdır. Savaşların ortadan kaldırılmasıyla çokluğun demokratik
kuruculuğunun önündeki en büyük engel de kalkmış olacaktır. Biyo-politik üretimin
üzerindeki kısıtlayıcı biyo-iktidar rejimini atması onun önündeki en büyük siyasal
93
hedeftir. Bu gerçekleştikten sonra herhangi bir program olmaksızın biyo-politik
üretim toplumsal hayatı şekillendirecek yetilere sahiptir.
"Biyo-politik üretimin günümüzde yeni yeni ortaya çıkan hegemonyası
beraberinde yeni demokratik kapasiteleri getiriyor. ... Bunların ilki,
endüstriyel üretimin hegemonyası döneminde kapitalistler genel olarak
üretimi düzenleyen işbirliği şemaları ve araçlarını işçilere sunarken,
biyo-politik üretimde giderek artan bir şekilde işbirliği üretmekten
sorumlu olanın emeğin kendisinin olmasıdır. Bunun sonucunda ortaya
çıkan ikinci gelişme, biyo-politik emeğin, üretimi tıkamaya eğilim
gösteren ve ne zaman müdahale etse üretkenliği düşüren kapitalist
komutadan her zamankinden daha özerk hale gelmesidir. Üçüncüsü ise,
kapitalist komuta tarafından yürütülen işbirliğinin dikey, hiyerarşik
formlarının aksine; biyo-politik emeğin bu üç karakteristiği, işbirliği,
özerklik ve ağ örgütlenmesi, demokratik politik örgütlenme için sağlam
yapı taşları sunar" (Hardt ve Negri, 2011b: 345).
94
III. BÖLÜM
FOUCAULT'NUN HARDT VE NEGRİ'NİN SİYASET
FELSEFESİNE ETKİLERİ
1.1. Biyo-İktidar ve Biyo-Politika Kavramlarının Tarihsel Süreçteki
Değişimi
Biyo-iktidar ve biyo-politika terimleri Foucault'nun siyasal analizlerinde
birbirini takip eden iki ayrı dönemselleştirmeye tekabül etmektedir. Buna karşılık bu
iki ayrı siyasal teknoloji arasında bir çelişki yoktur, birisinin yerini diğeri almaz,
birbirlerini sonlandırmaz, beraber işlerler. Biyo-iktidar terimi anatomo-politika ve
disiplin mekanizmalarıyla iç içe geçmiştir ve 18. yüzyılın sonu 19. Yüzyılın başına
denk gelen dönemde ortaya çıkmış -Foucault'nun analiz ettiği süreç göz önüne
alındığında- görece kısa bir döneme işaret etmektedir. Buna karşılık filozofun
analizlerinde önemli bir yer tutmaktadır. Ayrıca biyo-iktidar ve biyo-politika beraber
işleyen mekanizmalar olduğundan sonrasında Foucault üzerine yapılan çalışmalar, bu
kısa dönemlilikten etkilenmemiştir. Aksine biyo-iktidar kavramı bu tartışmalarda her
zaman önemini korumaya devam etmiştir. Baskı terimleriyle daha yakın temas
halinde olan bu tanım klasik egemenlik tarzına olan benzerliğinden dolayı
araştırmacılar tarafından daha kolay kavranabilmiş ve her daim önem verilen bir
kavram olmaya devam etmiştir. Bu konumunun bir sonucu olarak biyo-iktidar
kavramına fazlaca önem verilmiştir ve bu eğilim biyo-politika kavramının yarattığı
imkanlara yoğunlaşmanın önünde engel oluşturmuştur. Foucault felsefesi ele
alındığında biyo-politikanın biyo-iktidarlar aracılığıyla işlediği söylenebileceğinden
95
her zaman önemli bir yere sahip olmuştur. Biyo-politika kavramına yönelen
çalışmalar da kuşkusuz literatürde büyük yer teşkil etmektedir fakat bu tartışmaların
bu kavramın olumlu kavranışına yönelememiş ve iktidar karşıtı bir okuma için
yarattığı imkanlar araştırılamamıştır. Buna karşılık Hardt ve Negri biyo-politika
kavramını günümüz üretim ilişkileri içerisinde ele almayı denemiş ve çalışmalarını
bu kavramın politik üreticilik açısından ne gibi olanaklar yarattığını keşfetmeye
odaklamışlardır.
Foucault çalışmalarını özellikle kapitalizmin yeni gelişmekte olduğu 18.
yüzyıl ve 19. yüzyıla odaklamış olduğundan kaçınılmaz olarak bu iktidar
tekniklerinin kapitalizmle, üretim ilişkileriyle olan bağını da ele almıştır. Bu iktidar
mekanizmalarının her birisinin ortaya çıkış zamanları göz önünde
bulundurulduğunda yeni gelişmekte olan sınıf ve üretim teknikleriyle ilişkilerinin
olmaması neredeyse imkansızdır. Biyo-iktidar bireyin bedenini disipline etmeyi, onu
verimli ve itaatkar kılmayı amaçlayan bir sistemdir. Bedenlerin disipline edilmesi
onlar üzerinde sadece bir ölüm iktidarı işletme yoluyla gerçekleşmez. Verimliliğin
arttırılması üretim ilişkilerindeki değişimle beraber düşünüldüğünde bedenlerin
eğitilmesini, olanaklarının arttırılmasını, güçlerinin geliştirilmesini de
gerektirmektedir. Ortaçağın bedenlere yönelik işkence ve ölüm pratikleri cezaları
ibretlik gösterilere dönüştürmekteydi. Bu dönemde iktidar cezalar aracılığıyla
insanlara yasaya uymadıkları durumda başlarına neler geleceğini göstermek ve
böylece suçluya verilen ceza yoluyla diğer insanların itaatkar kılınmasını
hedeflemekteydi. Aynı zamanda bu dönem bireylerin zenginlik olarak sadece
bedenlerine sahip olduğu ve üretim ilişkilerinde de sadece bedensel fizik güçlerini
kullanmalarının yeterli olduğu bir dönemdi. Buna karşılık 18. yüzyıla gelindiğinde
96
kapitalizmin doğuşu ve değişen üretim ilişkileri bireylerin sadece itaat etmelerini
değil aynı zamanda çalıştıkları iş hakkında bilgi sahibi olmalarını, becerilerini
geliştirmelerini de gerektirmekteydi. Buna paralel olarak bireylerin güçlerinin
gelişimini hedefleyen iktidar artık ölüm üzerine bir iktidar olmaktan çıkıp yaşamın
tamamını kapsayan bir iktidara dönüşmektedir. "Hayatın tarihe girişi, insan bedeni
hakkında tıbbi ve bilimsel bilginin artışının yanı sıra 18. yüzyıldaki tarımsal üretimin
ve sanayinin büyümesinin bir göstergesiydi" (Lemke, 2014: 56). Bununla birlikte bu
güçlerin arttırılması ve yaşamın geliştirilmesi fikri aynı zamanda daha önceki
döneme oranla bireylere daha özgür bir ortam sağlamakta, iktidar da salt olumsuz
terimlerle açıklanmak bir yana üretken ve pozitif bir anlam kazanmaktadır.
Bireylerin yaşamını ve çalışma hayatlarını disipline etmeyi hedefleyen normlar
oluşturma aynı zamanda iktidarın hakikatler ürettiği; yasaklama, bastırma ilişkisini
aştığı bir biçime evrilmektedir.
"Bu teknik, bastırmak ya da gizlemekten ziyade fiziksel alışkanlıklar ve
daimi kılavuzlar inşa edip yapılandırarak işliyordu. Kölelik veya serflik
gibi tahakkümün çok daha geleneksel biçimlerinin aksine disiplin,
bedenin ekonomik üretimselliğinin artmasına olanak sağlarken, aynı
zamanda politik tabiyeti garanti altına almaya zorlayan güçleri
zayıflatır" (Lemke, 2014: 57).
Ortaçağ egemenlik anlayışı bireylerden oldukça katı bir itaat talep
etmekteydi. Yasaya her karşı geliş krala ve onun otoritesine bir başkaldırı olarak
algılanmaktaydı. Bu sistemle karşılaştırıldığında biyo-iktidar ve disiplin ikilisi birey-
iktidar ilişkisinde bireye daha fazla hareket imkanı sağlamaktadır. Bireye yönelik
ağır işkenceler ve ölüm cezaları yerini bireyin geri kazanılmasını hedefleyen
pratiklere bırakmıştır.
97
Buna karşılık bu özgürleşme görece bir özgürlüktür ve disiplinler geliştirilen
kontrol ve gözetleme mekanizmalarıyla bireylerden devamlı bir itaat beklemektedir.
Bireylerin bütün yaşamlarını kurallar uyarınca şekillendirmeyi hedeflemektedirler.
Birinci bölümde üretim mekanları üzerinden ele alınan disiplin etkinlikleri ve
panoptik gözetleme modelleri bu kontrol sistemlerine işaret etmektedir.
Üretim alanları ele alındığında disiplinler kapitalizm ile birlikte bir önceki
üretim sisteminden farklı olarak üretim mekanlarında bir araya gelen ve iletişime
geçen kalabalıkların bu iletişimini bölmeye ve üretim araçlarını işçilerin
zararlarından korumaya yönelik tedbirler geliştirmiştir. Üretimin toprağa dayalı
üretimden sanayi üretimine geçişi ve yeni oluşan burjuva sınıfıyla beraber
zenginliğin ölçütü sahip olunan mallar olmaya başlamış, ayrıca mülkiyet sadece bir
sınıfa ait bir olgu olmaktan çıkıp toplumun tüm üyelerinin hakkı olmaya başlamıştır.
Burjuva sınıfı zenginliğini ve mallarını korumak, ayrıca yeni düzenin işlemesi adına
mülkiyete duyulan saygıyı yerleştirmek amacıyla bireyleri normlar ve ahlak yoluyla
kontrol etmeyi hedeflemektedir. Cezalarda meydana gelen incelme, cezaların giderek
en küçük suçları dahi kapsayacak ölçüde ayrıntılı ve kapsayıcı hale gelmesi bu
isteğin ifadesidir. Bunlara ek olarak işçilerin iletişim halinde olmaları ve bir araya
geldikleri üretim mekanlarında örgütlenerek üretim araçlarına zarar vermeleri,
üretimi aksatmaları üretici sınıf adına büyük parasal kayıplara yol açtığından işçiler
arasında oluşabilecek bu tarz faaliyetlerin önlenmesi amaçlanmaktadır. Bu noktada
üretim alanlarında disiplinler birinci bölümde ele alınan çitleme, çerçeveleme,
faaliyetlerin denetimi gibi teknikleri kullanmaktadır. Bu teknikler hala insanlar
üzerinde etkili bir kontrol mekanizmasının varlığını sürdürdüğünü göstermektedir.
Bununla birleşen panoptik gözetim de insanları belirli mekanlarda gözetlemeyi ve
98
kontrol altında tutmayı sürdürmekte, hatta gözetlenmedikleri anlarda bile kurallara
uymalarını garanti altına almayı hedeflemektedir.
Disiplin ve biyo-iktidar ikilisi bedenlerin sürekli gözetim altında tutulması ve
bilinir kılınması yoluyla onları iktidara tabi kılmayı amaçladığından hala baskıcı bir
karaktere sahiptir. Gözetim altında tutulan bedenler yasalara uymadıkları anda tespit
edilerek eylemlere uygun cezalandırmalar yoluyla terbiye edilmektedir. Bu anlayış
iktidarın hala negatif terimlerle açıklandığı klasik biçimi andırmaktadır ve iktidarı bu
şekilde düşünmeye alışmış olan insanlar tarafından anlaşılmaya ve kabul edilmeye
daha elverişli bir model oluşturmaktadır. Buna karşılık bu modelin özgürlüğe daha
fazla alan açtığı, bireysel beceri ve yaratıcılıklara, kişisel yeteneklere daha fazla bağlı
olduğu açıktır. Giderek daha kompleks bir biçim alan üretim ilişkileri üretim
konusunda kendisini geliştirmiş, bilgi sahibi, sağlıklı işçilere ihtiyaç duyduğu oranda
iktidar insanların bu alanlarda kendilerini geliştirmelerine yönelik pozitif özelliklerle
donanmaktadır.
18. yüzyılın ikinci yarısında ise nüfusun kolektif bedenine yönelen başka bir
iktidar pratiği olarak biyo-politika ortaya çıkmaktadır. Kapitalizmin gelişimi bireysel
disiplinden daha geniş ölçekli bir kontrolü gerektirmiştir. Üretimin gittikçe
toplumsallaşan ve yaygınlaşan karakteri artık bir bütün olarak nüfusun denetimini
iktidarın öncelikli hedefi haline getirmiştir.
"Foucault 'nüfus'la hukuki ya da politik bir varlığı (örneğin bireylerin
bütününü) tahayyül etmiyordu; aklındaki daha ziyade bağımsız bir
biyolojik bedendi: ölüm ile doğum oranları, sağlık düzeyi, yaşam süresi
ve refahın üretimiyle dolaşımı gibi kendi süreçleri ve fenomenleri
tarafından şekillendirilen bir 'toplumsal beden'" (Lemke, 2014: 57).
99
Toplumsal beden üzerine kurulacak bir iktidar fikri, daha doğrusu bireysel
bedenlerden toplumsal bedenin kontrolüne geçişi hedefleyen bu değişim başkalarının
eylemlerinin yönetimselliğine müdahale etmeyi hedeflemektedir. Tüm toplum
üzerinde kurulması hedeflenen iktidar bireylerin disiplininden farklı bir tekniğe
ihtiyaç duymaktadır. Tüm toplum üzerinde kısıtlı mekanlar içerisinde üretilen
disiplin mekanizmaları işletilemeyeceğinden daha esnek bir yönetim uygulanmak
zorundadır. Bu yönetim de disipline oranla özgürlüğe daha fazla alan açmakta ve
hatta bizzat bu özgürlük üzerinden işlemektedir.
"Başkalarının yönetimselliği sorunu, başkalarının eylemi üzerindeki
eylem sorunu, paradoksal olarak, başkalarının bu eylemi açıkça ortada
olduğunda -Foucault'yu sözcüğü sözcüğüne yorumlayacak olursak,
kölelik bir iktidar ilişkisi olarak değil, mutlak bir itaat ilişkisi olarak
tanımlanabildiğinde- kendini gösterir. İktidar ilişkileri, öznelerin
özgürlüğünü içermekle kalmaz, bu özgürlüğe gereksinme de duyar;
bunun nedeni, öznelerin bu özgürlüğünün, iktidar ilişkileri için
sömürülmesi gerektiğinden, değerli bir şeyi temsil etmesidir ve
sömürülmesi gerekiyorsa, öznelerin özgürlüğünde, ele geçirilmesi,
egemen olunması gereken bir şeyler var demektir" (Revel, 2006: 133).
Kapitalizmin gelişmesiyle paralel olarak ortaya çıkan liberalizm tam da bu
özgürlük ve iktidar arasındaki gerilimde iş görmektedir. Liberalizm ve yönetimsellik
özellikle ordoliberalizm ve Amerikan neo-liberalizmiyle birlikte devletin düzenleyici
müdahalelerinin ekonomik alandan toplumsal alana doğru kaymasına neden
olmuştur. Ekonomik alana yapılan müdahalelerin azalması biyo-iktidar kavramının
etki alanının azalmasına yol açmaktadır. Böylece bireysel düzlemde disiplin
gevşemekte ve yerini daha özgürlükçü ilişkilere ve kendiliğinden gelişen ekonomik
ilişkilere devretmektedir. Ekonomik düzenlemeler böylelikle sistem için tehdit
oluşturmakta ve liberalizm karşısında teorik düşmanlar olarak kabul edilen Nazizm
100
ve Stalinizmle özdeşleştirilmektedir. Bu müdahaleler bürokrasinin gelişmesini
doğurmakta ve liberal sistemin kökenlerini tehdit etmekteydiler.
Liberalizm piyasaların işlemesinin, piyasa mantığıyla uyuşan bireysel
ilişkilerin özgür bir şekilde işlemesine bağlı olduğu fikrine dayanmaktaydı. Bu
özgürlüğün karşısına yerleştirilen korku ve güvenlik temaları sayesinde devletin
toplumsal alana olan müdahalelerinin zeminini oluşturmaktadır.
"Mesela 19. Yüzyıldaki tasarruf sandıkları kampanyası, yine 19.
Yüzyılın ortasından itibaren polisiye edebiyatın ve gazetelerin suç
hikayelerine ilgisinin ortaya çıkışı hastalık ve hijyenle ilgili
kampanyalar, cinsellik ve yozlaşma korkusu etrafında dönen
tartışmalar: bireyin, ailenin, ırkın, insanlığın yozlaşması korkusu... son
olarak, her tarafta tehlike korkusunun teşvik edildiğini görüyoruz. Bu
korku, liberalizmin bir anlamda şartı, psikolojik ve kültürel olarak
bağlaşığıdır. Tehlike kültürü olmadan liberalizm de olmaz" (Foucault,
2015b: 57).
Biyo-iktidar ve biyo-politika kavramlarının Foucault tarafından ele alınışına
baktığımızda, hatta öldürme iktidarı olarak ele alınan döneminden günümüze,
geçişler arasında gelişen bir özgürlükten bahsetmek mümkündür. Özellikle üretim
ilişkilerindeki denetime ve düzenlemeye yoğunlaştığımızda bu ilişkilerin gittikçe
daha fazla bireysel özgürlüklere yaslandığı görünmektedir.
Aynı kavramların Hardt ve Negri tarafından ele alınışına baktığımızdaysa bu
iki kavram arasındaki gerilimin güncel analizde daha da derinleştiği görülmektedir.
Üretim alanındaki kısıtlamalar tamamen ortadan kalkmakta, çokluk üretimi tamamen
kendi başına üstlenmekte ve bunu kendi oluşturduğu iletişim olanaklarıyla birlikte
demokratik bir şekilde gerçekleştirmektedir. Bu demokratikleşme ve özgürleşme ise
beraberinde Foucault'nun da belirttiği güvenlik ve tehlike temalarının giderek
yoğunlaşması ve toplumsal yaşamda giderek belirleyici bir etkiye sahip olması
101
sonucunu doğurmuştur. Bu tehlikeler yoksulluk, uyuşturucuyla mücadele veya terör
gibi biçimler alarak ve bu temel kavramlarla kısıtlanmaksızın toplumsal hayat için
tehlike olarak tanımlanabilecek her kavram üzerinden iktidarın toplumsal hayata
müdahalesi meşrulaştırılmaktadır.
3.1.1. İktidar Mekanizmasından Üretim Etkinliğine Biyo-Politika
Hardt ve Negri çalışmalarını biyo-politika kavramının özgürlükçü yanı
üzerine yoğunlaştırıp iktidara karşı direnişte ne gibi imkanlar yarattığını kavramaya
çalışmışlardır. Bu kavrayış biyo-politika kavramının Foucault'nun analizlerinde de
bulunan üretim ilişkileri ile beraber ele alınmasının devamı niteliğindedir. Hardt ve
Negri bu ilişkiyi 20. yüzyılın değişen ekonomik üretim tarzına uygulamışlardır.
Foucault tarafından bir iktidar pratiği olarak ele alınan biyo-politika bu
analizde üretimin temel niteliklerinin tanımlanmasında kullanılmaya başlanmış ve
biyo-politik üretim ismini almıştır. Foucault biyo-politika kavramını ele aldığı
analizlerinin son döneminde artık tarihsel olgulardan bahsetmeyi bırakıp yaşadığı
dönemin analizine giriştiğinde onu liberalizm kavramıyla beraber ele almaya
başlamıştır. Bu analizler neticesinde de liberalizmin her zaman özgürlüğe dayanması
gerektiği ve biyo-politikanın özgürlük ve güvenlik geriliminde işlediği sonucuna
varmıştı. Hardt ve Negri'nin analizi bu noktadan devam ettirdikleri ve Foucault'nun
analizini günümüz dünyasına uyarlamaya çalıştıkları iddia edilebilir. Düşünürlerin
Foucault felsefesi hakkındaki genel görüşlerine bakıldığında da analizin her zaman
güncellenmesi gerektiği fikri dikkat çekmektedir. "Foucault'nun külliyatı tuhaf bir
102
makine gibi. Aslında tarihin sadece şimdiki zamanın tarihi olarak düşünülmesine
olanak verir. Ne olursa olsun, Foucault'nun yazdıklarının büyük bir kısmı
(Deleuze'ün de haklı olarak belirttiği gibi) bugün yeniden yazılmak zorundadır"
(Negri, 2006b: 75).
Foucault'nun özellikle biyo-iktidar kavramı üzerine yoğunlaştığı erken dönem
analizlerinde kapitalizmin gelişimiyle birlikte emek gücünü ve karlılığı arttırmaya
odaklanmış bir iktidar analizi gözlemlenmektedir. Bir sonraki döneme ait biyo-
politika analizlerinde ise iktidar pratiklerinin nesnesinin birey yerine toplumsal
bedenle, yani nüfusla yer değiştirmesine karşılık düzenlemelerde temel motivasyon
toplumsal bedenin kapitalizmin ihtiyaçlarına yönelik şekillendirilmesidir. Bunlar
kapitalist üretimin modern dönemine ve bu döneme ait üretim pratiklerinin
ihtiyaçları doğrultusunda oluşturulmuş uygulamaların analizleridir. Buna karşılık
Hardt ve Negri günümüz üretiminin modernden post-moderne geçişine
odaklanmışlardır. Modernden post-moderne, fordizmden post-fordizme veya
endüstriyel emekten maddi olmayan üretime geçiş olarak adlandırılabilecek olan bu
değişim üretim ilişkilerinde ve dolayısıyla kapitalizmin ihtiyaçlarında değişiklikler
meydana getirmiştir.
"Kontrol toplumunda öznelliğin içkin üretimi sermayenin aksiyomatik
mantığına denk düşer ve bu ikisinin benzerliği egemenlik ile sermaye
arasında yeni ve daha eksiksiz bir bağdaşmanın göstergesidir. Sivil
toplumda ve disiplinci toplumda öznellik üretimi belli bir dönemde
yönetimi ileriye taşımış ve sermayenin genişlemesini kolaylaştırmıştı.
Modern toplumsal kurumlar daha önceki öznel figürlerden çok daha
hareketli ve esnek toplumsal kimlikler üretti. Modern kurumlarda
üretilen öznellikler seri üretim fabrikalarında üretilmiş standart makine
parçalarına benziyordu: mahkum, anne, işçi, öğrenci vb. her bir parça
üretim bandında özgün bir rol oynuyordu, ancak bu parçalar standarttı,
seri şekilde üretilmişti ve kendi türünden herhangi bir parça ile
değiştirilebilirdi. Ne var ki belli bir noktada, bu standart parçaların,
kurumlar tarafından üretilen bu kimliklerin sabitliği, hareketlilik ve
103
esneklik yönündeki ilerlemenin önünde bir engel oluşturmaya başladı.
Kontrol toplumuna geçiş kimlikte sabitlenmiş değil, melez ve değişken
bir öznellik üretimi içerir" (Hardt ve Negri, 2012: 332).
Biyo-politik üretimin en temel ayırıcı özelliği maddi malların üretiminden
maddi olmayan malların üretimine geçiştir. Böylece fabrika merkezli maddi mal
üretimi son bulmasa bile baskın eğilim olma özelliğini kaybetmiş, yerini maddi
olmayan malların üretimine, hizmet sektörüne ve imajların, fikirlerin üretimine
bırakmıştır. Bu üretimin temel özelliği hareketliliğe ve iletişime duyduğu ihtiyaçtır.
Bu ihtiyaç disiplin mekanizmalarını dışlamaktadır. Bu dışlamanın da ötesinde maddi
olmayan malların üretimi dayandığı özgürlük ve melezlik oranında daha da yaratıcı
olmaktadır.
"Daha önceki bölümlerde gördüğümüz gibi, modern egemenliğin
dünyası Manikeist, yani Ben ve Öteki, beyaz ve siyah, içerisi ve dışarısı,
yöneten ve yönetileni tanımlayan bir dizi ikili zıtlıklarla bölünmüş bir
dünyadır. Postmodernist düşünce özellikle modernliğin bu ikili
mantığına kafa tutuyor ve bu bakımdan modern patrimonyalizm,
kolonyalizm ve ırkçılık söylemlerine meydan okuma mücadelesi
verenlere önemli kaynaklar sağlıyor" (Hardt ve Negri, 2012: 153).
Modern dönemin kısıtlayıcı yapısına karşılık post-modern üretim
farklılıklardan, iletişimden ve esneklikten beslenmektedir. Bu bağlamda Foucaultcu
anlamda biyo-iktidar uygulamaları ile biyo-politik üretim karşıt olarak
konumlanmaktadır. Biyo-politik üretimin zenginliği ve yaratıcılığı hareketliliğine
dayanırken biyo-iktidar mekanizmalarının amacı onları sabitlemek ve itaatkar
kılmaktır.
3.1.2. Biyo-Politik Üretim ve Biyo-İktidar Karşıtlığı
104
Biyo-politik üretim biyo-iktidar mekanizmalarının fabrika gibi alanlarda
üretimin maksimize edilmesini amaçlayan uygulamalarını dışlamaktadır, çünkü bu
üretim hali hazırda fabrika gibi sınırlı mekanlarda gerçekleşmemekte, mekansal bir
genişleme sergilemektedir. Hizmet sektörüne ait çalışmalar zaten bir üretimden
ziyada üretilen malların piyasaya sunumu, boş vakitlerin değerlendirilmesine yönelik
eğlencelerin düzenlenmesi gibi maddi olmayan tatminleri hedefleyen, üretimden çok
tüketime ve tüketimin gerçekleştirilme tarzına odaklanan bir harcama etrafında
işlemektedir. İmajların ve fikirlerin üretimi ise belirli bir mekana ihtiyaç duymayan
bir üretim olmasından dolayı biyo-iktidarın mekansal düzenlemelerinden muaf bir
niteliğe sahiptir. Böylece birinci bölümde ele alınan disiplin mekanizmasının üretimi
maksimize etmeye yönelik olarak fabrikalarda mekansal dağılımın düzenlenmesi
amacıyla kullandığı çitleme, çerçeveleme gibi yöntemler işlevsiz hale gelmiştir. Bu
düzenlemeler kapatma, bölümleme, düzenleme, dizme gibi eylemlerle mekansal
dağılımı kontrol etmeyi amaçlamaktaydılar. Buna karşılık biyo-politik üretimin
herhangi bir mekana ve mekansal düzenlemeye ihtiyacı yoktur. İşyerinde
gerçekleştirilebileceği gibi evde veya cafeler gibi mekanlarda dahi
gerçekleştirilebilecek esnek bir yapıya sahiptir ve mekanın düzenlenmesinden ziyade
üretimde bulunanın kendisini rahat hissetmesini sağlayacak bir özgürlüğe
gereksinmektedir. Modern şirketlerin mekansal düzenlemeleri de gittikçe imkanlar
bakımından zengin ortamlara dönüşmektedir. Dünyanın en çok kazanan şirketleri
çalışanlarına oyun alanlarından dinlence alanlarına kadar pek çok imkanı aynı
mekanda sağlayabilme ve onlara çalışma saatleri arasında bu mekanlar arasında geçiş
105
imkanı tanımakla övünmektedir. Kısıtlamaların aksine bu geliştirmeler maddi
olmayan üretimi zenginleştirmekte ve geliştirmektedir.
"Örneğin maddi olmayan emek paradigmasında işgününün değişimini,
yani iş ve dinlenme zamanı ayrımının giderek belirsizleşmesini ele
alalım. Endüstriyel paradigmada, işçiler üretimi neredeyse sadece
fabrikada yapardı. Oysa üretim bir problemi çözmeye ya da bir fikri ya
da ilişkiyi yaratmaya odaklandığı zaman, iş zamanı yaşamın tüm
zamanına yayılmaya başlar. Bir fikir ya da imaj insanın aklına sadece
ofiste değil, duşta ya da rüyada da gelebilir" (Hardt ve Negri, 2011a:
126).
Aynı şekilde biyo-politik üretim mekansal sınırları aştığı gibi zamansal
sınırları da aşmaktadır. Böylece üretim etkinliği mesai saatlerinin sınırlamasını aşıp
günün her saatine yayılmaktadır. Endüstriyel üretimde mesai saatinin bitimiyle
üretim etkinliği son bulmakta ve insanlar geri kalan zamanın kontrolünde serbest
kalmaktaydılar ama mesai saatleri içerisinde çalışanlardan maksimum verimin elde
edilmesi bu saatler içerisindeki her eylemin zamansal olarak tek tek belirlenmesini
gerektirmekteydi. Zamanın düzenlenmesi ve zamana uygun olarak anatomo-
kronolojik eylemlerin belirlenmesi de biyo-politik üretimle birlikte işlevsiz hale
gelmiştir. Maddi olmayan malların üretimi mesai saatleri dışında da genellikle
yaratıcı bir fikrin akla geldiği anda gerçekleşmektedir.
Maddi olmayan üretimin zamansal ve mekansal sınırlamaları aşıyor oluşu,
insanın bütün hayatını ve zamanını kapsayan bir üretime dönüşmesi yaşamın tüm
süreçlerini kapsamaya başladığı anlamına gelmektedir. Bu bağlamda biyo-politik
üretim olarak adlandırılmaktadır. Aynı zamanda bu adlandırma üretimin bizzat
hayattan beslendiği ve toplumsal yaşama içkin olduğu anlamlarına da gelmektedir.
106
"Kapitalist üretimin ağırlık merkezi artık fabrika içinden fabrika
duvarlarının dışına kaydı. Toplum bir fabrika haline geldi ya da
kapitalist üretim öyle yaygınlaştı ki bütün toplumun emek gücü
kapitalist kontrolün içinde özümsenmeye başladı. Sermaye giderek
bütün üretici kapasitelerimizi, bedenlerimizi ve zihinlerimizi, iletişim
kapasitemizi, zekamızı ve yaratıcılığımızı, birbirimizle girdiğimiz
duygusal ilişkilerimizi ve daha fazlasını sömürüyor. Hayatın kendisi işe
koşulmuş durumda" (Hardt ve Negri, 2013: 19-20).
Bu anlamda da Foucault'nun biyo-politika kavramıyla bir benzerlik
sergilediği kabul edilecektir. Fakat bu, bütün hayatı kapsayan bir disiplinler toplamı
anlamına değil tam tersine üretim ilişkileri içerisinde olanlar tarafından bütün hayatın
kontrol edilmesi anlamına gelmektedir.
"Biyo-politika kavramı iki sorunu beraberinde getirir. İlki Foucault'nun
kendisinde de bulunan bir çelişkiden ileri gelir: Ortaya çıktığı ilk
metinlerde bu kavram, Almanların 18. yüzyılda Polizeiwissenschaft,
yani devletin ve idari örgütün büyümesiyle beraber düzenin ve
disiplinin devam ettirilmesi şeklinde tanımladıkları kavrama benzer.
Fakat daha sonra biyo-politika kavramı, aksine, geleneksel devlet-
toplum ikiliğinin, yaşamın genel bir politik-ekonomisi uğruna
aşılmasına işaret eder. İşte bu ikinci ifadeden diğer sorun doğar: Biyo-
politikayı bir tür biyo-iktidarlar toplamı olarak mı düşünmelidir yoksa
iktidarın yaşamı kuşattığını söylemek aynı şekilde yaşamın bir iktidar
olduğuna işaret ediyorsa, bir tür uyrukluktan kurtulma olarak öznellik
üretiminin ve bir karşı-iktidarın doğuşunun olanağını yaşamın içinde
bulabilir miyiz?" (Negri, 2013: 39).
Biyo-politik üretim içerisinde yer alanlar, ki bu aslında toplumun tamamını
kapsamak anlamına gelmektedir, çünkü biyo-politik üretim endüstriyel üretimde
olduğu gibi sadece bir sınıf tarafından gerçekleşmemekte çokluk tarafından
gerçekleştirilmektedir, sadece malların üretimini değil bütün bir hayatı, toplumsal
yaşamı organize etmektedirler. Toplumsal hayatın üretiminin iktidarın elinden
107
üreticilere geçmesi de disiplinci sistemden denetim sistemine geçilmesi anlamına
gelmektedir.
"O [kapitalist rejim] sadece fabrikalar aracılığıyla üretmez, toplumun
tamamını kendi zenginleşmesi için çalıştırır; artık sadece işçileri
sömürmez, bütün yurttaşları sömürür; ödemez, toplumun komutasını ve
düzenini başkalarının ödemesini sağlar. Kapitalizm hayatın tamamını
kuşatmıştır; onun üretimi biyo-politiktir; üretimde, üretimde iktidar
onun alabildiğine uzanan 'üstyapı'sıdır ve tepeden tırnağa toplumun
tamamında yeniden üretilir. (Foucault'nun terminolojisiyle söylemek
gerekirse) Toplumsal örgütlenmenin 'disiplinci sistemi' 'denetim
sistemi'yle yer değiştirmiştir. Üreticinin (işçi ya da proleterya,
entelektüel ya da maddi emek gücü) giderek beyin denilen üretim
aracını yeniden sahiplendiği bir durumda bundan başka bir yol da
olamazdı" (Negri, 2005: 182).
Maddi olmayan malların üretimi toplumun her kesimi arasında iletişimi
gerektirmektedir. Özellikle fikirlerin üretimi üzerinden düşünüldüğünde hiçbir fikir
salt tek bir kişi tarafından üretilemeyeceğinden ve özneler arası bir iletişimi ve
işbirliğini gerektirdiğinden, bu işbirliğinin yaratımı demek olan toplumsal yaşamın
yaratımı yine bizzat bu üretimin içerisinde olan özneler tarafından
gerçekleştirilmektedir. Biyo-iktidar tarafından gerçekleştirilen mekansal ve zamansal
düzenlemelerin amaçlarından birisi de işçiler arasındaki iletişimi keserek
gerçekleşmesi olası zarar verici eylemlerin önüne geçilmesiydi. Bu iki üretim biçimi
birbirlerinden tamamen farklı ihtiyaçlara sahiptir ve farklı tarzda örgütlenmeleri
gerektirmektedir. Bu anlamda biyo-iktidar kavramı asla yeterli olamamaktadır çünkü
biyo-iktidar üretimin bu yeni karakterine paralel olarak yaşamın tümünün
kapsanması noktasında yetersiz bir iktidar mekanizması olarak ortaya çıkmaktadır.
"Disiplincilik bireyleri kurumlar içinde sabitliyordu, ama onları üretim
pratikleri ve üretici toplumsallaşma ritimleri içinde tamamen kuşatmayı
başaramamıştı; disiplin toplumu bireylerin bilinçleri ve bedenlerine
108
tamamen nüfuz etme noktasına, bireyleri eylemlerinin bütünlüğü içinde
ele alma ve örgütleme noktasına erişememişti" (Hardt ve Negri, 2012:
45).
Değişen bu dinamikler sonucunda Hardt ve Negri biyo-iktidar kavramının
genel olarak Foucault çözümlemesinde aşırı bir yer kapladığı ve fazla abartıldığı
sonucuna varmışlardır. Bu yoğunlaşma aynı zamanda Foucault'nun biyo-politik
üretimin asıl dinamiklerini kavramasına da engel olmuştur.
"Aslında sanayinin otomatlaşmasıyla ve toplumun bilgiselleşmesiyle
ilgileniyoruz: Sermayenin ekonomi-politiği ve sömürünün örgütlenmesi
maddi olmayan emek sayesinde daha da gelişir; birikim emeğin
entelektüel ve bilişsel boyutlarıyla, onun mekansal hareketliliğiyle ve
geçici esnekliğiyle ilişkilidir" (Negri, 2006b: 80).
Biyo-politik üretimin esnekliğe duyduğu ihtiyaç giderek iktidarların
toplumlar veya bireyler üzerindeki hakimiyetini yok etmiştir. İktidarın yaşam
üzerindeki hakimiyetinin yerini yaşamın iktidarı ve özgürlüğün çoğalması almıştır.
Toplumsal yaşamı organize eden güç artık iktidar değil üretimi yapan çokluktur. Bu
anlamda iktidar toplumsal yaşam için gereksiz bir hale gelmiştir. Buna karşılık
iktidar ve biyo-politika kavramlarının ortadan kalktığı söylenemez. Üretim
ilişkilerindeki rolünü kaybeden biyo-iktidar topluma dışsal hale gelmiş ve biyo-
politik üretime karşıt olarak konumlanarak onun üretimini ele geçirmeyi hedefleyen
bir iktidar pratiğine dönüşmüştür.
109
3.2. Biyo-İktidarda İçsellik Dışsallık Sorunu
Foucault'nun çalışmalarının en güçlü ayağının topluma dışsal bir egemenlik
anlayışı yerine topluma içsel bir egemenlik anlayışını yerleştirmek olduğunu
söyleyebiliriz. Klasik iktidar çözümlemeleri iktidarın somutlaştığı bir nokta
aramaktadır. Bu somutluk örneğin ortaçağ söz konusu olduğunda kralın varlığı
üzerinden sağlanmaya çalışılırken, hukuki-liberal kavrayışta devletin varlığı
üzerinden, Marksizmde ise iktidarı elinde tutan bir sınıfın, yani burjuvazinin, varlığı
üzerinden sağlanmaktadır. Bu anlayış iktidarın bir kişi veya sınıf tarafından sahip
olunabilecek bir şeymiş gibi ele alınmasından kaynaklanmaktadır.
Foucault bu geleneksel iktidar analizi üzerinde iki temel değişiklik
gerçekleştirmiştir. Bu değişikliklerden birincisi iktidarın tek bir noktadan çıkmadığı
bunun yerine çoğul etkilerden oluşan, karmaşık bir yapı sergilediğidir.
"...[B]ir ilişkisi olmayan, yani birilerinin başkaları üzerinde
uygulamadığı -birileri ve başkalar, asla ilişkinin iki kutbundan birinde
değişmemecesine sabitlenmiş değildir, zaman zaman rolleri, konumları
ve işlevleri değişir- bir iktidarın var olmadığı doğru ise bir birey
ardışık ya da eş zamanlı olarak iktidarın öznesi ve nesnesi olabilir"
(Revel, 2006: 129-130).
Çoklu noktalardan hareket eden ve Foucault'nun 'iktidar her yerdedir' sözü ile
özdeşleşen bu analiz, iktidarın topluma dışsal bir konuma yerleşmesini imkansız hale
getirmektedir. Toplumun her alanına yayılan çoklu iktidar ilişkileri ve her bir bireyin
iktidarın hem nesnesi hem de öznesi oluşu, onun bizzat toplumun içinde, bireysel
ilişkilerde kurulduğu anlamına gelmektedir.
110
"İktidar, başkasının davranışımı fiziksel olarak yönetme kapasitesi,
insanları elleri kollarıyla uygun adımda yürütmek değildir. İktidar, en
gündelik ve en iyi paylaşılan şeydir; ailede, iki sevgili arasında,
büroda, atölyede ve tek yönlü sokaklarda iktidar vardır. Milyonlarca
küçük iktidar toplumun dokusunu oluşturur; bireyler ise tezgahtaki
kumaştır" (Vayne, 2014: 119).
İkinci temel nokta ise bir çoğulluk, dolayısıyla stratejiler arası ilişkiler olarak
ele alınan iktidarın analizine yöneliktir. Bireyler arası ilişkilerde ortaya çıkan
iktidarın analizi için farklı bir metoda ihtiyaç duyulmaktadır. "[İ]ktidar bir ilişkiyse,
o zaman iktidar yalnızca edimde vardır, somut olarak kendini gösterdiği, etkiler
yarattığı, kararlar içerdiği için vardır; öyleyse iktidarı analiz etmek isteyen kişiler
olarak kendimize sormamız gereken soru, iktidarın nasılına ilişkin bir sorudur..."
(Revel 2006: 130).
Foucault'nun iktidarı her koşulda toplumsal ilişkilerin içerisinde ele almaya
çalışması ve çalışmalarını onun pratikteki yansımalarında yoğunlaştırmasına karşılık
Hardt ve Negri'nin konumu daha farklı görünmektedir. Bu noktada Hardt ve
Negri'nin kendilerini Machiavellici olarak tanımlamaları, onların iktidarı dışsal
kavrayışlarına işaret etmektedir. Metinlerinde biyo-politika artık üretimin bir özelliği
olarak belirirken, biyo-iktidar kavramını kullandıkları yerlere dikkat edildiğinde bu
tanım üretim ilişkilerinin analiz edildiği noktalardan ziyade imparatorluk kavramının
kullanıldığı yerlerde geçmektedir.
"Her ikisi de [biyo-iktidar ve biyo-politika] toplumsal yaşamın
bütününü kapsar -biyo öneki de bunu anlatır- ama ikisi bunu çok ayrı
şekilde yapar. Biyo-iktidar toplumun üzerinde, aşkın bir güç, egemen
bir otorite olarak durur ve düzenini dayatır. Biyo-politik üretimse,
aksine topluma içkindir ve müşterek emek biçimleri aracılığıyla
toplumsal ilişkileri ve biçimleri üretir" (Hardt ve Negri, 2011a: 110).
111
Hardt ve Negri'nin iktidar kavrayışına göre küresel ölçekli düzenleyici bir güç
olarak imparatorluk bireysel eylemlerin kontrolü ve düzenlenmesi noktasında artık
etkin bir tavır sergilemez. Zira bireyler özgür oldukları oranda yaratıcı olacaklardır.
Buna karşılık bireylerin ekonomik sistemle olan bağlarını borçlanma ve yoksulluk
üzerinden kurdukları söylenebilir. Büyük oranda artan yoksulluk ve neo-liberalizmin
getirdiği güvencesiz ve esnek çalışma şartları çokluğu ekonomik olarak yaşam ve
ölüm arasındaki sınırda tutmaktadır. Bu yoksulluk bireylerin devamlı olarak iş
değiştirmesini ve çalışmak zorunda oluşunu garanti altına almaktadır.
"...[B]orçlar toplumsal ihtiyaçları karşılamanın birincil aracı haline
geldikçe, refah [welfare] sisteminden bor ödeme [debtfare] sistemine
geçiyor. Öznelliğiniz artık borç temelinde şekilleniyor. Borç alarak
hayatta kalıyorsunuz ve bu borçlar karşısındaki sorumluluğunuzun
ağırlığı altında hayatınızı sürdürüyorsunuz" (Hardt ve Negri, 2013: 18).
Borçlandırma disiplin tekniklerinin ve normların yerini almıştır, çalışma ritmi
ve tercihleri borç tarafından insanlara dayatılır hale gelmiştir. Ahlakın, normların
veya disiplinlerin insanlara dayattığı çalışma artık çalışma etiği ile özdisipline
dönüşmüştür. Çalışanların çalışma hayatlarını düzenlemek ve sıkı sıkıya kontrol
etmek yerine onları çalışmak zorunda bırakmak yeterli olmaktadır. Yoksulluk
toplumun tüm kesimlerini içerisine alıp yutmuştur. Taşeron şirketler bütün çalışma
alanlarını kaplamış, güvencesiz ve esnek çalışma yoksulluğu arttırmıştır. Böylece
yoksul işsiz bir grup olmaktan çıkıp bir üretim figürü haline gelmiştir.
Devletin düzenleyici rolü tamamen ortadan kalkmamış, birey devlet ilişkisi
boyutlarını aşarak giderek daha toplumsal düzenlemeler haline gelmiştir. Hatta bu
düzenlemeler ulus-devlet sınırlarını aşarak küresel düzenlemeler boyutlarına
112
ulaşmıştır. Düzenlemelerin bu değişiminin nüvelerinin aslında Foucault'nun
liberalizm üzerine analizlerinde bulunduğunu söyleyebiliriz. Liberalizm üzerinde
tezlerinde Foucault düzenlemelerin ekonomik düzenlemelerden toplumsal
müdahalelere doğru bir kayma yaşadığını belirtmişti. Liberalizmin bu müdahaleleri
toplumsal alana güvenlik özgürlük arasındaki gerilim sayesinde müdahil olmaktaydı.
Aynı şekilde imparatorluk da küresel bir güvenlik rejimi olarak çalışmaktadır ve
küresel güvenliği tehdit eden unsurlara karşı mücadele etmektedir. Bu tehlikenin
kendisini dışa vurduğu en temel biçim terördür. Terör sınırlar üstü bir şekilde tüm
dünyanın güvenlik ve huzurunu tehdit etmekte böylece bu alana yönelik müdahale
tüm insanlığın güvenliğini sağlamaya yönelik bir zorunluluk olarak belirmektedir.
Fakat bu aynı zamanda tüm küresel uzamın düzenlenmesine ve yeniden
şekillendirilmesine yönelik araç olarak da kavranabilir.
Üretimde baskın eğilimi oluşturan maddi olmayan malların üretimi batı
dünyasında giderek önem kazanırken maddi malların üretimi emek gücünün daha
ucuz olduğu üçüncü dünya ülkelerine doğru kaymaktadır. Üretimin bu alanlara
kayması aynı zamanda bu alanlara yönelik biyo-politik düzenlemeleri de beraberinde
getirmektedir çünkü daha önceki bölümlerde de ele alındığı gibi üretim sadece
üretimin gerçekleştirildiği mekanlar olarak fabrikalarla sınırlı kalmamakta aynı
zamanda bütün nüfusun durumunu ilgilendiren girift bir yapı sergilemektedir.
Böylece Foucaultcu bir anlamda nüfusların denetimi ulus-devlet sınırlarını aşmakta
ve bütün küresel uzamda işlemeye başlamaktadır.
Nüfusa yönelik düzenleyici eylemler Hardt ve Negri için de Foucaultcu
anlamda bir temizlik ve ırkın gücünü yükseltme anlamına sahiptir fakat bu sefer bu
düzenlemeler ulus-devlet sınırlarını aşmakta hatta, bizzat bu sınırı aşmanın olanağını
113
oluşturmakta ve farklı coğrafyaları bu düzenlemeler aracılığıyla imparatorluğun
sınırları içine dahil etmektedir. İmparatorluk bu düzenlemeleri yoksulluğa,
uyuşturucuya, teröre karşı savaş gibi söylemler çevresinde yürütmekte ve bu
söylemle müdahalelerini meşrulaştırmaktadır. Bu unsurlar toplumun sağlığı ve gücü
açısından tehlike oluşturmakta, imparatorluk ise bu müdahalelerle onu daha sağlıklı
ve güçlü kılmaktadır. Toplumda zararlı görülen unsurlar bu söylemler yardımıyla
düşman ilan edilmekte ve bu gruplara karşı savaş biçimli polis müdahaleleri
yürütülmektedir. Foucaultcu anlamda bir ırkın kendi içerisine yönelen devlet ırkçılığı
imparatorluk rejimiyle birlikte küresel bir boyuta ulaşmıştır. İmparatorluk sınırları
içerisinde yer alan bütün uzam bu müdahaleler ile şekillendirilmektedir. Hatta bu
müdahaleler sayesinde imparatorluk uzamda rahatça hareket etmekte ve tüm küresel
uzama müdahale edebilmektedir. İmparatorluğun savaş yoluyla yürüttüğü bu
müdahaleler toplumsal yapıya dışarıdan dayatılan kısıtlamalardır. İmparatorluk
çokluğun üretici etkinliğini sömürmeyi amaçlar ve onun eylemlerine tepki vermekten
ibarettir. Bu nitelikleri onun toplumsal üretime dışsal olduğuna işaret etmektedir.
İmparatorluğun bu müdahaleleri her ne kadar söylem yoluyla meşruluğunu
sağlasa ve insanlar tarafından desteklense de topluma içsel bir müdahale değildir.
Üretme gücünden yoksun vampirik bir rejim olarak tanımlanan imparatorluk topluma
dışsal bir konumda yer alır ve müdahalelerini bu konumdan dayatır. Buna karşılık
Foucault biyo-iktidar düşüncesinde iktidar pratiklerinin toplumun içerisinde
yaratıldığını ve disiplin mekanizmaları tarafından var olan bu mekanizmaların
desteklendiğini veya geliştirildiğini söylemekteydi.
Biyo-politik üretim kendi içerisinde iktidar mekanizmalarını barındırmaz ve
demokratik bir şekilde işler. Hardt ve Negri'nin çalışmalarından üretici olanın sadece
114
çokluğun biyo-politik üretimi olduğunu, buna karşılık imparatorluğun sadece bu
üretim karşısında tepkiler verdiğini görmekteyiz. "İmparatorluğun eylemi etkili
olduğunda, bunun nedeni onun kendi kuvveti değil, onun çokluğun emperyal iktidar
karşısındaki direnişinden geri sekmek suretiyle ivme kazanmasıdır. Bu anlamda
direnişin aslında iktidara öncel olduğu söylenebilir" (Hardt ve Negri, 2012: 358).
Biyo-politika kavramı üretimle birlikte anılırken biyo-iktidarı imparatorluk
kavramıyla beraber ele alan düşünürlere göre biyo-iktidar kendi başına bir eylem
belirleme yeteneğinden yoksundur ve sadece var olan gelişmelere karşılık verebilir
ve varlığını çokluğun faaliyetine borçludur. "Emperyal komuta yaşamsal ve ontolojik
hiçbir şey üretmez. Ontolojik açıdan bakılırsa, emperyal komuta saf olarak olumsuz
ve edilgendir" (Hardt ve Negri, 2012: 358). Foucault ise bu ikisi arasında böyle bir
bağlantı olmadığını iki sürecin girift bir şekilde ilerlediğini düşünmektedir. İktidar
kavramının sadece ilişkide kavranabileceği iddiası üzerinden oluşturduğu tezlerinden
de anlaşılacağı üzere bu ikisi devamlı bir mücadele içerisindedir. "...[F]oucault'ya
iktidar etkileri, yani ele geçirme, nesneleştirme ve sınıflandırma etkileri yaratan
direnişin önce mi geldiği, yoksa başkaldırıyı, yani mücadele öznelerini, mücadele
pratiklerini, vb. yaratan iktidarın mı ilk olarak belirdiğini sormaktan daha yanlış bir
şey olamaz" (Revel, 2006: 126).
3.3. İmparatorluk Kavramının Foucaultcu Çağrışımları
Hardt ve Negri'nin savaşın ontolojik hale gelmesi olarak adlandırdıkları
polisiye müdahalelerin tüm dünyaya yayılması durumu Foucault'nun devlet ırkçılığı
115
kavramının günümüz küresel iktidarında nasıl işlediği sorusunun cevabı olarak ele
alınabilir. Dünyanın her yerinde devam eden savaşların artık savaş değil birer polis
müdahalesini andırması onun devlet ırkçılığı kavramında olduğu gibi artık ırklar
arası bir savaş olarak ortaya çıkmaması ve bir ırkın içerisindeki belirli bir unsura
yönelik olmasıyla benzerdir. İmparatorluk egemenlik sınırlarını bütün küresel
uzamın sınırlarına doğru genişlettiği için bütün müdahaleler içeriye yönelik
olmaktadır. Bu müdahaleler aynı zamanda Foucault felsefesinde görülen liberal
yönetim sanatlarının beşeri sermayeyi arttırmaya yönelik düzenlemelerinde olduğu
gibi maddi malların üretiminin kaydığı Ortadoğu ve Asya gibi coğrafyalarda
toplumun düzenlenerek üretime uygun hale getirilmesi amacına da hizmet
etmektedir.
Foucault felsefesinde ölüm üzerinde söz sahibi olan iktidar modelinin biyo-
politik iktidara dahil oluşu devlet ırkçılığı kavramıyla birlikte mümkün olmaktaydı.
Nüfusun sağlıklı hale getirilmesini arzulayan biyo-politika nüfusun içerisinde
barındırdığı zararlı unsurların temizlenmesini ırkın kendisine yönelik yürüttüğü bir
savaş yoluyla gerçekleştirmektedir. Savaş terimi genellikle uluslar arasında meydana
gelen bir toplu yok etme mücadelesi anlamına gelirken, başka bir ulusa yönelmeyip
doğrudan devletin kendi unsurlarına yöneldiğinde savaş ve siyaset arasındaki fark
yok olmaktadır. Savaş iç politikanın ve siyasetin bir aracı haline geldiğinde onun
artık savaş olarak adlandırılmasının bir anlamı kalmamaktadır. Bu anlamda Foucault
felsefesi için de bunun bir polis müdahalesini andırdığını söylemek mümkündür.
Bu noktada farklılık gösteren şey Foucault felsefesinde devlet ırkçılığı ulus-
devlet sınırları içerisinde ele alınırken Hardt ve Negri felsefesinde ulus-üstü bir
biçimde kendini göstermektedir. İki sistem arasında değişen şey ise iktidarın
116
ölçeğidir. Foucault çözümlemeleri küresel boyutlarda ele almamıştır, buna karşılık
küreselleşme sonrası iktidar ulus-devlet sınırlarında kalmayıp sınırlar üstü bir
düzenleme şeklini almıştır.
Foucault hala iktidarın egemenlik alanının ulus-devletlerin sınırları ile
belirlendiği bir dönem hakkında konuşmaktadır. Buna karşılık imparatorluk benzeri
bir dönemin geleceğini de görmüş olduğu iddia edilebilir. Biyopolitikanın Doğuşu
kitabında imparatorluk hakkında şunları söylemektedir:
"Devlet sadece kendisi üzerinden var olur ve yakın ve ya uzak bir
gelecekte imparatorluk gibi bir oluşumun içinde erimesi ve ya onun
boyunduruğuna girmesi söz konusu değildir. İmparatorluk, Tanrı'nın
yer yüzünde, bütün insanları tek bir insanlık etrafında birleştirerek
onlara dünyanın sonuna kadar öncülük edecek bir görüntüsü olarak
algılanır. Geldiğimiz noktada devletin bir imparatorluğa dahil olması
mümkün değildir. Devlet, devletler olarak çoğul bir şekilde vardır"
(Foucault, 2015b: 7).
Aynı yerde merkantilizm hakkında yaptığı açıklamalarda merkantilizmin dış
politikada bir mücadele yerine birlikte çalışmayı ve birlikte zenginleşmeyi
öngördüğünü eklemektedir. Bu, ulus-devletlerin içerisinde eridiği klasik anlamda bir
imparatorluk modeli yerine onların birbirleriyle mücadele etmeksizin beraber
çalıştıkları ve beraber zenginleştikleri bir modeli işaret etmektedir. Avrupa devletleri
için yaptığı bu çözümleme de Avrupa devletlerinin eski anlamıyla bir imparatorluk,
Roma İmparatorluğu örneğin, içerisinde yok olmayacaklarını, bunun yerine beraber
zenginleşecekleri bir modelin işlediğini söylemiştir. Bu çözümleme Hardt ve
Negri'nin imparatorluk olarak adlandırdıkları model ile oldukça benzer
görünmektedir.
117
"Devlet, ya da devlet aklını hedefleyen yönetim, dış ilişkilerinde, yani
diğer devletlerle ilişkilerinde kendisine nispeten sınırlı hedefler koyar.
Bu da, diğer devletlere göre emperyal bir statüye ulaşmak, hem tarih
kapsamında hem de tanrısal olarak belirleyici bir rol oynamak isteyen
Orta Çağ'da yönetici ve hükümdarların kendilerine çizdikleri ufuk,
proje ve amaçlardan çok farklı bir durumdur. Zira devlet aklıyla
beraber devletin belli çıkarları olduğu ve onları mutlak surette
koruması gerektiği algısına geçiliyor, fakat bunun ucunda, son noktada
mutlak ve küresel bir İmparatorluğun birleştirici konumuna ulaşmak
gibi bir amaç yok" (Foucault, 2015.b: 8).
Emperyalist değil emperyal bir imparatorluk modeli de bu prensipler
üzerinden işlemektedir. İmparatorluk içerisinde yer alan ulus-devletlerin yok
olmaksızın varlıklarını sürdürmelerine ve çıkarlarını korumalarına izin vermektedir.
İmparatorluk içerisinde yer alan her devlet bu birlikteliğe bir şekilde yarar
sağlamaktadır ve sisteme katılış zor yoluyla değil bu ortak çıkar yoluyla sağlanır. Bu
birliktelik imparatorluğun sınırlarını tüm küresel uzamın sınırlarına kadar yaymıştır
ve bu durumda imparatorluk için dış politika olarak adlandırılabilecek bir şey
kalmamıştır. Buna karşılık hala varlığını sürdüren savaşlarda tıpkı Foucault'nun iç
politikada ırkın sağlamlaştırılmasına yönelik savaşlar kavramına benzer bir biçim
almıştır. İmparatorluk politikalarını belirlerken küresel uzamında yeni melez küresel
ırkının sağlığını kontrol etmeye dönük hamleler yapmaktadır. Savaşlar artık ulus-
devletler arasında değil imparatorluğu oluşturan bütün unsurların katılımıyla bir ulus-
devlet içerisindeki zararlı unsurların yok edilmesine yönelik olarak
gerçekleştirilmektedir. Bu savaşlarda veya polis müdahalelerinde söz konusu ulus-
devletin işbirliği de gerçekleşebilmektedir. Afganistan'ın günümüz politik durumuna
bakıldığında Afganistan sınırları içerisinde yer alan terörist unsurlara yönelik
müdahaleler Afgan hükümeti ve uluslararası güçler tarafından ortak olarak
gerçekleştirilmektedir.
118
Buna karşılık imparatorluğun bu uzamsal genişlemesinin onun etkin bir
tavrından gerçekleşmediğini, biyo-politik üretimin küreselleşen yapısının bir sonucu
olduğunu söylemiştik. Küresel iletişim olanakları ve bağlar kuran biyo-politik üretim
özünde bu polis müdahalelerine karşıttır çünkü bu müdahaleler iletişim olanaklarına
ve birlikteliklere karşıt bir nitelik sergilemekte ve çokluğun demokratik yapısıyla ters
düşmektedir.
"Artık yönetilenler kendi başlarına toplumsal örgütlenmeyi üretiyorlar.
Bu, egemenlik derhal çökecek ve yönetenler giderek asalağa dönüştüğü
ve egemenliğin giderek gereksizleştiği anlamına geliyor. Buna karşılık,
yönetilenler de giderek otonom hale geliyor ve kendi başlarına toplumu
oluşturmaya kadir oluyor" (Hardt ve Negri, 2011a: 351).
İmparatorluğun varlığını savaşlara dayandırmasına karşılık, üretici güçlerin
bir arada demokratik işleyişi ve üretimin biyo-politik karakteri onun salt üretimle
sınırlı kalmayıp aynı zamanda siyasal bir aktör olarak da ortaya çıkabileceğini
göstermektedir. Bu anlamda biyo-politik üretim tarihte ilk kez dünya çapında bir
demokrasinin yaratıcısı olarak ortaya çıkmaktadır. Bu barışın temelleriyse
Foucault'nun ele aldığı şekilde devletler arası bir çıkarlar kesişimi değil üretimin
kendi içerisinden gelmektedir. Bu bağlamda devlet ırkçılığı veya polis müdahalesi
olarak adlandırılan müdahalelerin de üretimin değişen kimliğinin sonucu olarak artık
son bulduğu söylenebilir.
"Çokluk nasıl birlikte üretimde bulunuyorsa, nasıl ortak paydayı
üretiyorsa, siyasal kararlar da üretebilir. Ekonomik üretim ve siyasal
idare arasındaki ayrım çöktüğü ölçüde, çokluğun ortak bir biçimde
kendini üretmesi zaten toplumun siyasal örgütlenmesine eşittir.
Çokluğun ürettiği şey sırf mal ve hizmetler değildir: Çokluğun ürettiği
asıl şey, işbirliği, iletişim, yaşam biçimleri ve toplumsal ilişkilerdir.
Başka bir deyişle çokluğun ekonomik üretimi, siyasal karar alma
119
sürecine model teşkil etmenin ötesine geçer ve bizzat siyasal karar alma
süreci haline dönüşür" (Hardt ve Negri, 2011a: 353).
3.3. İşçi Sınıfından Çokluğa Geçişte Foucault'nun Etkisi
Hardt ve Negri, Foucault'nun iktidarın sadece ekonomik veya yasa temelli
kavranamayacağı tezini çokluk kavramını oluşturmakta kullanmışlardır. "Foucault
toplumsal yeniden üretim sorununu ve üstyapı denen yapının bütün öğelerini maddi
temel yapı içine taşımaya ve bu alanı yalnızca ekonomik terimlerle değil, aynı
zamanda kültürel, bedensel ve öznel terimlerle de tanımlamaya girişti" (Hardt ve
Negri, 2012: 49).
Buna göre iktidar sadece bir sınıfın diğer sınıf üzerinde uyguladığı tahakküm
değildir ve bireyler arası ilişkilerin olduğu her yerde iktidar ilişkisi de vardır. Hardt
ve Negri bu çözümleme uyarınca post-endüstriyel çağda işçi sınıfının yerini alacak
çokluğu oluştururken onun içerisine sadece işçileri almamış, bunu bir ekonomik sınıf
olarak tanımlamaktan özellikle uzak durmuşlardır. Çokluğun içerisine aynı zamanda
politik olarak ezilen grupları da alarak onların da çokluğa dahil edilmesi gerektiğini
söylemişlerdir. Bu grupların da iktidar karşısında ezilenlere dahil edilişi hem
üretimin değişen yapısından hem de ırkın kendisine yönelmiş devlet ırkçılığının bu
grupları sık sık hedef almasından kaynaklanmaktadır.
"Çokluk asla bir tekilliğe ya da tek bir özdeşliğe indirgenemeyecek
sayısız içsel farktan müştekildir: Kültür, ırk, etnik köken, toplumsal
cinsiyet ve cinsellik farkları kadar farklı emek biçimlerini, farklı yaşam
tarzlarını, farklı dünya görüşlerini, farklı arzuları da kapsar. Çokluk
tüm bu tekil farkların çoğulluğudur" (Hardt ve Negri, 2011a: 12).
120
İmparatorluk küresel düzlemdeki müdahalelerini ekonomi üzerinden
şekillendirmemekte, bunlar çoğu zaman kültür, ırk, etnik köken gibi kavramlar
üzerinden işlemektedir. Irkların içerisine yerleşmiş zararlı unsurlara müdahale etme
kimi zaman Afganistan'da terörle mücadele etme biçimine, kimi zaman
Kolombiya'da uyuşturucuyla mücadele etme gibi biçimlerde ilerlemektedir. Bu
müdahaleler küreselleşen yaşam uyarınca sadece o ulusun değil bütün ulusların
çıkarına müdahaleler olarak kabul edilmektedir. Böylece politik gruplar, uyuşturucu
çeteleri veya dini mezhepler imparatorluğun küresel politikalarını belirlenmesinde
etkin bir biçimde kullanılmaktadır. Bu müdahalelerin çoğu ekonomik çıkarlar
tarafından şekillendirilmek yerine toplumsal hayatın düzenlemesini amaçlamaktadır.
Foucault bu noktada toplumsal düzeydeki birçok müdahalenin
temellendirilmesinin kanın saflığı ve ırkın zaferi gibi kavramlarla temellendirildiğini
belirtmişti. Bu müdahaleler aile, evlilik, eğitim, toplumsal hiyerarşi ve mülkiyet
politikasıyla ilgili farklı alanlarda kendisini gösterebilir. Dolayısıyla bu politikaların
muhatapları kimi zaman belirli bir deri renginden, etnik gruplara, cinsel tercihleri
üzerinden kendisini tanımlayan gruplara kadar uzanabilir. Bu politikalara hedef olan
gruplar da iktidar siyasal olarak mağdur olduğundan Hardt ve Negri tarafından
politik sınıf kavramının içerisine dahil edilmektedir. "Bu noktada, ekonomik ve
siyasal mücadele arasındaki eski ayrım, sınıf ilişlerini anlamamız önünde bir engel
haline gelir artık. Sınıf, aynı anda hem siyasal hem ekonomik olan, biyo-politik bir
kavramdır" (Hardt ve Negri, 2011a: 119). Ortak hareket eden tekilliklerin tamamı
çokluk kavramına dahil edilebilir ve bu noktada ezilen tüm gruplar iktidara karşı
ortak hareket etme noktasında çokluğun bir parçasıdır.
121
3.5. Demokrasi ve Çokluk
Hardt ve Negri Foucault'yu iktidar kavramına fazla odaklanmakla
eleştirmektedirler. Bu odaklanma sonucu Foucault iktidar karşısında ciddi bir çıkış
bulmakta yetersiz kalmıştır. Buna karşılık kendileri biyo-politik üretimin içerisinde
karşı kurucu bir dinamik yakaladıklarını düşünmektedirler. Bu iddialarını
Foucault'nun çalışmalarının önemli bir kısmını oluşturan biyo-iktidar
mekanizmasının üretim için artık önemini kaybedişine dayandırmaktadırlar. "Hardt
ile Negri, Foucault'yu 'yapısal bir epistemoloji' ve değişmez bir biyo-politika kavramı
oluşturmakla itham ederler. İkilinin okumasına göre Foucault ilgisini tepeden tırnağa
iktidar süreçlerine aşırı derecede yöneltirken, onlar İmparatorluğun yaratıcı
potansiyeline ve üretici dinamiğine bakmak isterler" (Lemke, 2014: 95). Değişen
üretim ilişkileri temel alınarak bir biyo-politika okuması yapıldığında Hardt ve
Negri'ye göre çokluğun üretici gücünü arttıracak mekanizmalar oluşturulduğu
takdirde iktidar kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Küresel bir demokrasi için ihtiyaç
duyulanlar bu üretimin içerisinde hali hazırda mevcuttur. Bu yüzden çokluğun önüne
yeni bir yol haritası çizmeye gerek duymamışlardır. Böyle bir girişimin çokluğun
üretici gücünü küçümsenmesi olduğunu düşünmektedirler. Varılmak istenen hedef
demokrasi olduğundan amaca giden araçlar da demokratik bir şekilde
oluşturulmalıdır. Benzer bir düşünceyi Foucault'da da görmekteyiz.
"Doğrudan ilgili kişilerle, söz hakkını ve siyasi tahayyül gücünü onlara
iade ederek tabanda çalışmalar gerçekleştirmek için yıllar ve on yıllar
gerekecektir. Belki o zaman, günümüzde ortaya atıldığı terimlerle
ancak açmazlara ve tıkanmalara yol açan bir durumu yenilemeyi
başarırız. Buyurmaktan çok sakınıyorum. Daha çok sorunları ortaya
koymayı, onları geliştirmeyi, başkaları için ve başkalarından önce
122
konuşan herkesi, peygamberleri ve yasa koyucuları susturmayı
başaracak bir karmaşıklık içinde göstermeyi deniyorum. Ancak o
zaman sorunun karmaşıklığı insanların yaşamıyla arasındaki bağ
içinde ortaya çıkabilir; ve sonuç olarak, somut sorunlar, güç durumlar,
isyan hareketleri, düşünceler ve tanıklıklar dolayımıyla ortak bir
gelişimin meşruluğu ortaya çıkabilir" (Foucault, 2005: 308).
Hardt ve Negri de benzer bir konumdan hareket ederek çokluğun önüne
politik bir program koymaktan çekinseler bile Foucault'nun bıraktığı yerden devam
ederek kolektif bir çıkışın imkanını araştırmışlardır. Bu çıkışı yine Foucault'nun
iktidar anlayışından hareket ederek işçi sınıfının yerine çokluk kavramını koyarak
elde etmeye çalışmışlardır. Sınıf kavramının aynılaştırıcı etkilerine karşılık çokluk
farklı olanların birlikte hareket edebildikleri bir zemin sunmaktadır.
"Şu ana kadar her tür gerçek demokrasi mefhumunun altını oyan
siyasal egemenlik ve bir'in iktidarı, gereksiz olmanın ötesinde imkansız
hale geliyor. Egemenlik, 'bir' efsanesinden beslendiği halde, her zaman
için yönetilenin rızasından ve itaatinden temellenen bir ilişkiydi. Ancak
bu ilişkinin dengesi yönetilenin lehine değiştikçe ve yönetilenler
toplumsal ilişkileri otonom bir biçimde üretme kapasitesine kavuşup bir
çokluğa dönüştükçe, üniter hükümdar giderek lüzumsuzlaşıyor.
Çokluğun otonomisi ve ekonomik, toplumsal ve siyasal öz-örgütlenme
kapasitesi, hükümdarın rolünü ortadan kaldırıyor. Siyasetin yegane
alanı olmaktan çıkan egemenlik, aynı zamanda çokluk tarafından
siyasetten de kovuluyor. Nihayet çokluğun kendini yönetmesiyle birlikte,
demokrasi mümkün hale geliyor" (Hardt ve Negri, 2011a: 355).
Hardt ve Negri klasik egemenlik teorilerinde siyasal alanın toplumsal bir
beden olarak ele alınmasına karşılık çokluğu canlı bir et olarak ele almaktadırlar.
Toplumsal beden benzetmesinde toplumda her kesimin ayrı bir rolü bulunmaktadır
ve bedenin bir parçası olarak beynin görevi de yönetmektir. Dolayısıyla toplumda
her zaman bir yöneten ve iktidar olmak zorundadır. Buna karşılık çokluk böyle bir
karşıtlığı kabul etmez. Biyo-politik üretimle birlikte iktidar topluma dışsal olan,
123
kendisini zorla dayatan ve çokluğun üretici gücünü sömüren bir yapıya dönüşmüştür.
"Biyo-politik aklın ölçütleri derken, duygulanımların hakikatin ve iletişimin akılla
sentezini doğrudan doğruya belirlemeye elverişli bir bilgiyi kastediyoruz. Normlar ve
biyo-iktidar derken de, bu biyo-politik aklın ve genel olarak bütün hayatın kontrol
edilmesine yönelik radikal girişimi kastediyoruz" (Negri, 2013: 58).
124
SONUÇ
Bu çalışmanın amacı Foucault felsefesinde yer alan -ve biyo-iktidar biyo-
politika kavramlarıyla ilişkisinde değerlendirilen- disiplin ve denetim ikilisinde
günümüz üretim ilişkileriyle beraber düşünüldüğünde meydana gelen değişimin
Hardt ve Negri'nin düşüncelerinden yararlanılarak açıklanmasıdır. Foucault
hukuksal-liberal ve ekonomist iktidar çözümlemelerinin yetersizliği fikrinden yola
çıkarak yeni bir iktidar anlayışı ortaya atmıştır. Bu anlayışa göre iktidar klasik
kavrayışın tersine toplumsal ilişkilerin içerisinde bireysel ilişkilerde var olan bir
çokluktur. Disiplinler olarak da adlandırılabilecek olan bu iktidar ilişkileri üretim
ilişkileriyle birlikte düşünüldüğünde belirli iktisadi gereksinimlere uygun olarak
şekillenmektedirler.
Ekonomik ihtiyaçlara uygun olarak "biyo-iktidar-disiplin" ikilisi üretime
katılan işçilerden üretim süreçlerinde alınabilecek en fazla verimin alınmasına
yönelik düzenlemelerden oluşmaktadır. Biyo-iktidar bireylerin disiplini yoluyla
işlediğinden nesnesi bedenlerdir. Buna karşılık biyo-politika bir bütün olarak canlı
yaşamı ve nüfusun denetimini hedeflemektedir. Bu amaçla biyo-politika nüfusun
sağlığı, hijyeni, beslenmesi, doğum oranları, cinsellik gibi fenomenlerle ilgilenir.
Buna karşılık bu iki mekanizma arasında bir çelişki yoktur ve birlikte işlerler. Biyo-
politika biyo-iktidarlar aracılığıyla işler ve biyo-iktidarları bir arada tutacak ve onlara
belirli bir tutarlılık sağlayacak olan tamamlayıcıdır. Buna karşılık biyo-politika tek
tek bireyleri değil bütün bir nüfusun denetimi hedeflediğinden yaşamı ilgilendiren
süreçlerin tamamıyla ilgilenir. Bu da iktidarın olumsuz anlamda baskılayan,
125
yasaklayan ve sınırlar çizen bir tanımlamasından ziyade hayatın tamamını kaplayan,
onu üreten ve geliştiren bir kimliğe bürünmesi anlamına gelmektedir.
Hardt ve Negri de güncel siyasal analizde biyo-iktidar ve biyo-politika
kavramlarından yararlanmaktadırlar, fakat onların sistemlerinde bu iki mekanizma
birbirlerine karşıt olarak konumlanmaktadır. Foucault'nun görüşlerinden
faydalandıklarını sık sık belirten bu iki düşünür onun kavramlarını güncel üretim
ilişkilerine uyguladıklarını iddia etmektedirler. Bu noktada en önemli değişim
üretimde baskın eğilimin maddi malların üretiminden maddi olmayan malların
üretimine geçişidir. Bu geçişle birlikte üretim zamansal ve mekansal sınırlamalardan
kurtulmuştur. Bu özelliğiyle birlikte Foucaultcu anlamda disiplin mekanizmaları
gereksiz, hatta biyo-politik üretimin verimliliği için zararlı hale gelmişlerdir. Maddi
olmayan emek fikirlerin, imajların, problemlerin çözümü vb. toplumsal olan pek çok
şeyi kapsamaktadır. Bu anlamda bu üretimin tüm hayatı iktidarın düzenlemelerine
gereksinim duymaksızın üretebildiğini söylemek mümkündür. Bu özelliklerinden
dolayı da biyo-politik üretim olarak adlandırılmaktadır.
Buna karşılık bu durum iktidarın ortadan kalkmasıyla sonuçlanmamıştır.
İktidar bu üretimin kurucu özelliğini baskı altında tutan ve engelleyen, onun
üretkenliğini kendisine mal eden bir biyo-iktidar rejimine dönüşmüştür.
Küreselleşmeyle birlikte bu iktidar ulus-devlet sınırlarını aşmış, tüm küresel uzamı
egemenlik alanına çeviren bir imparatorluğa dönüşmüştür. İmparatorluk küresel
uzamda devamlı hale gelen savaşlar aracılığıyla müdahalede bulunmaktadır.
İmparatorluğun müdahalelerinin kavramsallaştırılmasında da Foucault'dan
etkilenildiği görülmektedir. Foucault'nun ırkın saflığına yönelik biyo-politik
müdahaleleri anlatmak için kullandığı devlet ırkçılığı kavramının burada farklı bir
126
şekilde yeniden kullanıldığı söylenebilir. İmparatorluğun egemenlik sınırlarının
genişlemesiyle ulus-devletlerin ağ biçimli örgütlenmesinden oluşan imparatorluğun
dünya üzerindeki müdahaleleri artık savaş biçimini değil polis müdahalelerini
andırmaktadır ve tüm toplumların çıkarları adına zararlı olarak tanımlanan gruplar
üzerinde yürütülmektedir.
Ayrıca Hardt ve Negri Marksist felsefenin getirmiş olduğu sınıf anlayışını da
değiştirmektedir. Endüstriyel üretim sisteminde üretici güç olarak beliren işçi sınıfı
yerine, post-endüstriyel üretimde çokluk geçmektedir. Çokluk, içerisine sadece
endüstri işçilerini almamakta, ekonomi temelli bir sınıf mantığının ötesine
geçmektedir. Bu anlamda çokluğun içerisine politik olarak ezilen gruplarda -
azınlıklar, cinsel gruplar, ev kadınları, hatta üretimde fordizmden post-fordizme
geçişle işsizler vb- girmektedir. Çokluğun bu tanımlanışı da Foucault'nun iktidarın
sadece ekonomik çıkarlara göre şekillenmediği içerisinde pek çok disiplin
mekanizmasını barındırdığı ve pek çok ilişki tarzının içerisinde yer aldığı tezinden
beslendiği söylenebilir.
Hardt ve Negri'nin biyo-politik üretimi gerçekleştirenler olarak gördüğü
çokluk, üretim etkinliği biyo-iktidar mekanizmasına veya herhangi bir iktidara
ihtiyaç duymamaktadır. Bu da biyo-politik üretimin demokratik özelliğine işaret
etmektedir. Çokluk küresel imparatorluğa karşı küresel bir demokrasinin imkanını
sunmaktadır. Böylece bu iki düşünür Foucault iktidara karşı bir alternatif arayışlarını
toplumun içerisinden temellendirmektedir. Böylece Foucault'nun çözümsüz bıraktığı
bir sorun olarak kolektif çıkış sorununu çözdüklerini düşünmektedirler. Ağ biçimli
iktidara karşılık çokluk da üretimden aldığı güçle ağ biçimli direnişler örgütleyebilir
ve imparatorluğa karşı alternatif bir demokrasi inşa edebilir.
127
ÖZET
Bu çalışmanın temel amacı Foucault ile Hardt ve Negri'nin politik
düşüncesindeki benzerlik ve farklılıkların biyo-iktidar ve biyo-politika kavramları
takip edilerek gösterilmesidir. Foucault'nun sisteminde birlikte işleyen iki
mekanizma olarak ele alınan biyo-iktidar ve biyo-politika kavramlarının iktidar
çözümlemesinde yarattığı farklılıklar ortaya konacaktır. Bu kavram ikilisi ayrıca
üretim ilişkileriyle bağlantısında ve liberalizm kavramıyla birlikte ele alınacaktır.
Sonra, Hardt ve Negri aracılığıyla kavramların değişen üretim ve egemenlik
ilişkileriyle birlikte günümüz politik sistemi içerisindeki konumu incelenecektir.
Foucault'nun düşüncesinde bireylerin disiplinini amaçlayan biyo-iktidar kavramının
ve nüfusların denetimi olarak biyo-politika kavramının Hardt ve Negri felsefesinde
birbirlerinin karşıtı olarak konumlandırıldığı gösterilecektir. Üretimin değişen
niteliğini ifade etmek için biyo-politik üretim kavramı kullanılırken, bu üretimi
kontrol altında tutmayı ve sömürmeyi amaçlayan iktidar bir biyo-iktidar rejimine
dönüşmektedir.
128
ABSTRACT
The principle objective of this work is to demonstrate similarities and
differences in political thought of Foucault and Hardt & Negri by following the
concept of bio- power and bio politics. The differences which are created in the
analysis of power by the concept of bio-power and bio- politics that is as two
mechanism which work together in Foucault’ system will be revealed. These
concepts will also be assessed within the relations of production and the concept of
liberalism. Then, through Hardt and Negri, evolving production and sovereignty
relations of these concepts and the positions of these concepts in the contemporary
political system will be examined. It will be shown that the concept of bio- power
that aims the discipline of individuals and the concept of bio- politics as control of
population in Foucault thought position as oppose to each other with that in Hardt
and Negri’s thought. While the concept of biopolitical production is used to express
the changing feature of production, the power that aims to control and exploit this
production is transformed into a regime of bio- power.
129
KAYNAKÇA
DELEUZE, Gilles, (2013), Foucault, (Çev. Burcu Yalım-Emre Koyuncu), İstanbul:
Norgunk Yayıncılık.
EMRE, Yunus, (2013), “Karl Kautsky ve Ultra-Emperyalizm Kuramının
Düşündürdükleri: Sosyal Demokrasi ve Uluslararası İlişkiler”, Uluslararası
İlişkiler, Cilt 10, Sayı 39 (Güz 2013), s. 45-69.
FILLION, Real, (2005), "Moving Beyond Biopower: Hardt and Negri's
PostFoucauldian Speculative Philosophy of History", History and Theory,
December 2015, s.47-72.
FOUCAULT, Michel, (1990), The History of Sexuality, (Trans. Robert Hurley),
New York: Vitage Books.
FOUCAULT, Michel, (1991), Discipline and Punish: The Birth of The Prison,
(Trans. Alan Sheridan), London: Penguin Books.
FOUCAULT, Michel, (2005a), Entelektüelin Siyasi İşlevi, (Çev. Işık Ergüden-
Osman Akınhay-Ferda Keskin), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
FOUCAULT, Michel, (2005b), Özne ve İktidar, (Çev. Işık Ergüden-Osman
Akınhay), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
FOUCAULT, Michel, (2006), Hapishanenin Doğuşu, (Çev. Mehmet Ali Kılıçbay),
İstanbul: İmge Kitabevi.
FOUCAULT, Michel, (2007), İktidarın Gözü, (Çev. Işık Ergüden), İstanbul:
Ayrıntı Yayınları.
130
FOUCAULT, Michel, (2010), Cinselliğin Tarihi, (Çev. Hülya Uğur Tanrıöver),
İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
FOUCAULT, Michel, (2015a), Biyopolitikanın Doğuşu, (Çev. Alican Tayla),
İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
FOUCAULT, Michel, (2015b), Toplumu Savunmak Gerekir, (Çev. Şehsuvar
Aktaş), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
FOUCAULT, Michel, (2016), Güvenlik, Toprak, Nüfus, (Çev. Ferhat Taylan),
İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
HARDT, Michael and NEGRİ, Antonio (2000), Empire, Cambridge, Harvard
University Press
HARDT, Michael ve NEGRİ, Antonio (2004), Multitude: War and Democracy in
the Age of Empire, New York: The Penguin Press
HARDT, Michael ve NEGRİ, Antonio (2011a), Çokluk, (Çev. Barış Yıldırım),
İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
HARDT, Michael ve NEGRİ, Antonio (2011b), Ortak Zenginlik, (Çev. Efla-Barış
Yıldırım), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
HARDT, Michael ve NEGRİ, Antonio (2012), İmparatorluk, (Çev. Abdullah
Yılmaz), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
HARDT, Michael ve NEGRİ, Antonio (2013), Duyuru, (Çev. Abdullah Yılmaz),
İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
131
KOYUNCU, Emre, (2016), "Foucault'nun Siyaset Felsefesinde Biyopolitikanın
Doğuşu", Biyopolitika - Cilt 2 Foucault'dan Günümüze Biyopolitikanın
İzdüşümleri, der. Onur Kartal, Ankara: Notabene Yayınları
KESKİN, Ferda, (2005), "Özne ve İktidar", Özne ve İktidar içinde, İstanbul: Ayrıntı
Yayınları.
LEMKE, Thomas, (2015), Foucault, Yönetimsellik ve Devlet, (Çev: Utku
Özmakas), Ankara: Pharmakon Yayınevi.
LEMKE, Thomas, (2014), Biyopolitika, (Çev: Utku Özmakas), İstanbul: İletişim
Yayınları.
NEGRİ, Antonio, (2006a), Avrupa ve İmparatorluk, (Çev: Kemal Atakay),
İstanbul: Otonom Yayıncılık.
NEGRİ, Antonio, (2006b), "Foucault Between Past and Future", Ephemera, trans.
Alberto Toscano, volume 6(1), 75-82. Erişim:
http://www.ephemerajournal.org/sites/default/files/6-1negri.pdf (19.12.2016)
NEGRİ, Antonio, (2011), Aykırı Spinoza, (Çev: Nurfer Çelebioğlu-Eylem
Canaslan), İstanbul: Otonom Yayıncılık.
NEGRİ, Antonio, (2015), Strateji Fabrikası: Lenin Üzerine 33 Ders, (Çev:
Nagehan Uskan), İstanbul: Otonom Yayıncılık.
NEGRİ, Antonio, (2006), Porselen Yapımı: Politikanın Yeni Bir Grameri İçin,
(Çev: Elyasa Koytak), İstanbul: MonoKL Yayınları.
132
NEWMAN, Saul, (2006), Bakunin'den Lacan'a, (Çev: Kürşad Kızıltuğ), İstanbul:
Ayrıntı Yayınları.
ÖZMAKAS, Utku, (2012), "Çokluk: 'Yeni' Proleterya mı?", Edebiyat Fakültesi
Dergisi / Journal of Faculty of Letters, Cilt/Volume 29, Sayı/Number 2,
Aralık/December 2012, s.87-102.
ÖZMAKAS, Utku, (2016), "Hardt ve Negri: Biyopolitikanın Kurucu Uğrağı",
Biyopolitika - Cilt 2 Foucault'dan Günümüze Biyopolitikanın İzdüşümleri, der.
Onur Kartal, Ankara: Notabene Yayınları.
REVEL, Judith, (2006), Michel Foucault: Güncelliğin Bir Ontolojisi, (Çev: Kemal
Atakay), İstanbul: Otonom Yayıncılık.
AMIR, Samin, (2014), "Contra Hardt and Negri", Monthly Review, November
2014, s.25-36.
VEYNE, Paul, (2014), Foucault: Düşüncesi Kişiliği, (Çev: Işık Ergüden), İstanbul:
Alfa Basım Yayım.