lise postası, sayı 7

24
1 LP liSEPOSTASI BERİVAN ADAN / CEMRE ARAPASLAN / DENİZ YAĞMUR / DEVRİM BARAN / EBRU UZ / EMİNE SARIBAY GİZEM ATTAR / FARUK AKGÜN / FATİH BİLGİN / FATMA GÜZEL / FİLİZ ÇOBAN / HALİME AKKUŞLU HAZEL DOĞAN / KÜBRA ULUSAL / MEHMET DENİZ / MELİS ÖZDEN / NEŞE GÖRÜCÜ / PERİHAN CANKATAR SABİHA ARSLAN / TUĞBA KARAASLAN / ZÜLFÜ GÜL AYFER TUNÇ “Lisede yazmaktan korkmuştum” BİRGÜL OĞUZ “Kaybımı bir hikayeye değiştim” Bedenim üşür, yüreğim sızlar. Ah kavaklar, kavaklar... Beni hoyrat bir makasla Eski bir fotoğraftan oydular. Orda kaldı yanağımın yarısı, Kendini boşlukla tamamlar. Omuzumda bir kesik el, Ki durmadan kanar. Ah kavaklar, kavaklar... Acı düştü peşime ardımdan ıslık çalar. MERSİN GAZİ ANADOLU LİSESİ N O 7 BAHAR 2013 ISSN: 130B-996X

Upload: deniz-goenuellue

Post on 29-Mar-2016

267 views

Category:

Documents


7 download

DESCRIPTION

Mersin Gazi Anadolu Lisesi Edebiyat Dergisi, Sayı 7

TRANSCRIPT

Page 1: Lise postası, sayı 7

1 LPliSEPOSTASI

BERİVAN ADAN / CEMRE ARAPASLAN / DENİZ YAĞMUR / DEVRİM BARAN / EBRU UZ / EMİNE SARIBAYGİZEM ATTAR / FARUK AKGÜN / FATİH BİLGİN / FATMA GÜZEL / FİLİZ ÇOBAN / HALİME AKKUŞLU

HAZEL DOĞAN / KÜBRA ULUSAL / MEHMET DENİZ / MELİS ÖZDEN / NEŞE GÖRÜCÜ / PERİHAN CANKATARSABİHA ARSLAN / TUĞBA KARAASLAN / ZÜLFÜ GÜL

AYFER TUNÇ“Lisede yazmaktan korkmuştum”

BİRGÜL OĞUZ“Kaybımı bir hikayeye değiştim”

Bedenim üşür, yüreğim sızlar.

Ah kavaklar, kavaklar...

Beni hoyrat bir makasla

Eski bir fotoğraftan oydular.

Orda kaldı yanağımın yarısı,

Kendini boşlukla tamamlar.

Omuzumda bir kesik el,

Ki durmadan kanar.

Ah kavaklar, kavaklar...

Acı düştü peşime ardımdan ıslık çalar.

MERSİN GAZİ ANADOLU LİSESİ NO 7 BAHAR 2013 ISSN: 130B-996X

Page 2: Lise postası, sayı 7

2LPliSEPOSTASILPliSEPOSTASI

>Gönderilen yazılar yayımlansın yayımlanmasın iade edilmez. >Yayımlanan yazıların sorumluluğu eser sahiplerine

aittir. >Gazetemiz, Şubat 2005 tarih ve 2569 sayılı Tebliğler Dergisinde yayımlanan “İlköğretim ve Ortaöğretim

Sosyal Etkinlikler Yönetmeliğine (Madde 24)” uygun hazırlanmıştır. 13.01.2005 tarih ve 25699 sayılı R.G.)

Mevsimlik Edebiyat DergisiMersin Gazi Anadolu Lisesi Yayınıdır

Mayıs 2013/3

ISSN:130B-996X

Okul Adına SahibiMusa Malkoç (Okul Müdürü)

Genel Yayın Yönetmeni ve Yazı İşleriDeniz Gönüllü

EditörlerPerihan Cankatar (12. Sınıf )

Filiz Çoban (10. Sınıf )

Yayın KuruluEmine Sarıbay (12. Sınıf )Mehmet Deniz (12. Sınıf )Melis Özden (10. Sınıf )

Nuray Karacura (10. Sınıf )Sabiha Arslan (12. Sınıf )

Cemre Arapaslan (12. Sınıf )Tuğba Karaaslan (10. Sınıf )

Yayın İnceleme KuruluMustafa Çınar(Müdür Yrd.)

Kemal Ali Timuroğlu (öğretmen)Çağlayan Limon (öğretmen)Hatice Çavdar (öğretmen)

Ufuk Deniz (öğretmen)

Halkla İlişkilerKadir Soğuksu

DüzeltiZülfü Gül

Yönetim ve YazışmaMersin Gazi Anadolu Lisesi

Akdeniz/MersinTelefon ve Belgegeçer: 0324 336 40 74

e-posta: [email protected]: www.magal.meb.k12.tr

www.lisepostasi.blogspot.com

Grafik TasarımDeniz Gönüllü / onegrafik.com

BaskıŞahin Ofset / 0324. 233 77 44

mavi dünyadan sözcüklerle bir buluşma daha!Trafiği, yetiştiremeyeceğinizi bildiğiniz ama yetiştirmek için uğraştığınız işleri, ayak seslerinizden kaldırımlara yansıyan yorgunluğunuzu, uzayıp giden telefon

konuşmalarınızı, can sıkıcı sözleri, hayata dair sıkıntıları bir tarafa bırakıp edebiyatı yanınıza alarak ufuk çizginize doğru bir yolculuğa çıkmanın zamanıdır.Sıcak gülümseyişleri ile her sayfasında size fısıldayacak olan, belki de size ait sözcükler barındıran, farklı renklerin plartformu Lise Postasının yedinci sayısı sizlere yeni ufuklar sunmaya hazır!Edebiyatın ovalarında boy verdiği genç bir topraktasınız şimdi.Sivas olaylarının bizden koparıp aldığı Anadolu’nun en güzel adamlarından biri bu sayımızda dosya konuğumuz: Metin Altıok. Acının dehlizlerinde kaybolacağınız, her adımınızda acıya düşeceğiniz, bir acının kiracısı olan ve ateşlerin acısını söndürdüğü şair, Metin Altıok dosyası sizleri acıya konuk edecek. Metin Altıok’u tanıyınız ve seviniz.Ayfer Tunç ve Birgül Oğuz. İki öykü yazarı. Edebiyatımızın çok güzel adları. Yakın akrabalarımız. Onlarla yaptığımız söyleşiler edebiyat için yeni sesler taşıyor. Merakla ve umutla okuyacaksınız.Sokağın telaşesine, yorgunluğuna bir durak olan, müziği her daim yanına alarak gezinmek isteyen, müziği sokağa akıtan genç müzisyenlerle söyleştik. Grup Barınak’la sokakta yapılan müzikli bir söyleşi sayfalarımızda yerini aldı. Sokakta yürürken dik-kat ediniz, müzik çıkabilir.“Liseliye sorduk” bölümünde “liseli olmanın güzel yanlarını” soruştuduk. Aldığımız cevaplar liselinin tüm samimiyetini yansıtacak. Yine “Hangi roman kahramanıyla arkadaş olmak isterdin?” sorusu ile gençliğin okuma serüvenine bir ayna tutmak iste-dik.Sosyal medyanın gençlik üzerindeki etkilerini konu alan makaleye dikkat! Etrafınızda olduğunu fark edeceğiniz, güleceğiniz, belki de ’Bu, bana çok benziyor.’ diyeceğiniz sosyal medya tiplemeleri ile tanışacak ya da tanışmak istemeyeceksiniz. Sosyal medyanın şekillendirdiği gençlik için bir şeyler yapmalı! Düşünmeli, adım atmalı. İyi şeyler olmuyor.Şiir atölyesi çalışmalarında ortaya çıkan liselinin şiir denemeleri sizlere imgelerin gerçekliğini sunacak. Siz de deneyin. Şiir belki içinizdedir de sizin haberiniz yok.Gençlik ile yazma ikilemini konu alan deneme gençliğin yazıya yakınlığına iyi bir vur-gu yapıyor. Zamanın gizlediği çığlıklarının fısıldadığı cümleler kuytu duygularınıza konuk olacak.Dizilere haps olan hayatımızın gerçekliğine dair makale, dizi kültürüne yeni bakış açıları sunacak. Yine bir şeyler yapmalı!Bir edebiyat öğretmeninin edebiyatla tanışma anına küçük bir gülümseme, size posta-lanmak için hazır.Edebiyat notlarında yazar olmak isteyenlere Scott Fitzgerald’dan öğütler var. Kitaplarınızdan doğan parmak izinizi duvarlara asma fikrini de seveceksiniz.Edebiyatla kucaklaşmak, gülümseyebilmek ve hislerin doruğunda uzun bir yolculuğa çıkma vakti gelmedi mi? Sizlere sözcüklerle işlenmiş yeni bir dünya sunuyoruz. Dergimizin hayata geçmesini sağlayan Bilen Otomotiv’e ve okulumuzun mezunu olan iyi yürekli, sanatsever Musa Çokgünlü’ ye içten teşekkürlerimizi sunmak isteriz. İyi ki varsınız.

Sayfalar dolusu sözcükle size iyi yolcukluklar dileriz. Yeni duraklarda edebiyat adına yeni buluşmalar gerçekleştirmek umuduyla. Hoşça kalın.

Perihan Cankatar

Page 3: Lise postası, sayı 7

3 LPliSEPOSTASI

AYFER TUNÇ, 1964’te Adapazarı’nda doğdu. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler fakültesi’ni bitirdi. Üniversite yıllarında çeşitli edebiyat ve kültür dergilerinde yazılar yazmaya başladı. 1989 yılında Cumhuriyet gazetesinin düzenlediği Yunus Nadi Öykü Armağanı’na katıldı. “Saklı” adlı yapıtıyla birincilik ödülünü aldı. 1999-2004 arasında Yapı Kredi Yayınları’nda yayın yönetmeni olarak görev yaptı. 2001 yılında yayınlanan ve okurdan büyük ilgi gören “Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek-70’li Yıllarda Hayatımız” adlı yapıtı, 2003 yılında yedi Balkan ülkesinin katılımıyla düzenlenen Uluslararası Balkanika Ödülü’nü kazandı ve altı Balkan diline çevrilmesine karar verildi. Aynı kitap Suriye ve Lübnan’da Arapça olarak yayınlandı. Tunç’un 2003 yılında Sait Faik’in öykülerinden hareketle yazdığı Havada Bulut adlı senaryosu filme çekildi ve TRT’de gösterildi.

Ayfer Tunç’un yayımlanmış kitapları:Saklı (öykü) 1989 Kapak Kızı (roman) 1992 İkiyüzlü Cinsellik (araştırma) 1994 Mağara Arkadaşları (öykü) 1996 Aziz Bey Hadisesi (öykü) 2000Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek (yaşantı) 2001 Taş-Kağıt-Makas (öykü) 2003Evvelotel (öykü) 2006 Ömür Diyorlar Buna (yaşantı) 2007Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi (roman) 2009Yeşil Peri Gecesi (roman) 2010Memleket Hikayeleri (yaşantı) 2012

BİRGÜL OĞUZ, 1981’de İstanbul’da doğdu. İstanbul Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nü bitirdi. Aynı üniversitenin Kültürel İncelemeler yüksek lisans programından Oğuz Atay’da Yazarlık Kurumunun İflası ve Edebi İntihar başlıklı teziyle mezun oldu. Çok sayıda öykü, deneme ve çevirisi Varlık, Notos Öykü, Dünyanın Öyküsü, İzafi, Duvar, Remzi Kitap, Radikal Kitap, Roman Kahramanları, Parşömen, Birikim ve Felsefe Logos gibi dergilerde yayımlandı. Tiyatro Oyunevi tarafından 2009 yılında sahnelenen Beklerken’in metin yazarlığını ve dramaturjisini yaptı. Fasulyenin Bildiği (Varlık Yayınları, 2007) ve Hah (Metis Yayınları, 2012) adlı iki öykü kitabı var. Şu anda Nazım Hikmet Akademisi Edebiyat Bölümü’nde metin çözümleme ve Avrupa romanı dersleri vermektedir. Ayrıca, Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Edebiyatı Bölümü’nde doktora öğrencisidir.

Şükürler olsun beni vakitsiz azat eden anama. Ben serin, ben tenhayım.

Akasya’nın ağırlığından damlayan cana suret, cana gölge, cana vahayım. Şuur ki

cana acıdır, ben şuuru canıma tattırmadım. Ben tenha, dünyanın uzağıyım.”

Hah’tan...

Page 4: Lise postası, sayı 7

4LPliSEPOSTASI

“Bana bahşedilen tek bir hayatla yetinemiyorum, aynı anda ben ve başkaları olmak için yazıyorum.” diyorsunuz. Kahramanlarınız çoğunlukla sevgisiz, yalnız, derbeder, oradan oraya gidip gelen kişiler. Peki, Ayfer Tunç, kahramanlarından en çok hangisini seviyor ve en çok hangisine üzülüyor?Karakterlerimden çok metinlerimle bağım var benim. En sevdiklerimden çok, daha iyi yazılabilirdim dediklerim

var. Evet, hepsi derbeder kenarda bir hayat yaşıyor. İyi, düzgün hayatlar yaşanır çünkü, bence pek de yazılmaya değer değildir, zaten başarı hikayeleri olarak okuruz onları çoğu zaman. Öte yandan drama dediğimiz sanat, çatışmadan, hayat içinde pek çok unsurun çatışmasından doğar. Gerçek hayatta da öyledir, sorunsuz bir hayata doğmuş, engelleri kolayca aşan kişiler ilginç değildir pek, çünkü genellikle engelleri öngörürler ve çözerler ya da şanslıdırlar, hayat onlara kıvrımlı değil düz bir yol çizmiştir. Edebiyat hayatın çıkardığı engeller karşısında varlığını bilinçli/bilinçsiz sorgulayan insanı anlamamıza yardım eder.

Aziz Bey ile “Kürk Mantolu Madonna’nın” Raif Bey’i arasında bir benzerlik kurduk: yaşamıyorlar da seyrediyorlar. Bu yönden bakınca insanı tedirgin eden kahramanlar. Aziz Bey karakteri nerden doğdu? Aziz Bey nerelerde?Bu yaklaşımınız çok hoşuma gitti, çünkü Türk edebiyatında en sevdiğim romanlardan biridir Kürk Mantolu Madonna. Hatta edebiyata on dokuz yaşında iki yazı yazarak başlamıştım. Biri Aşk-ı Memnu’nun Bihter’i, diğeri Kürk Mantolu Madonna’nın Maria Puder’i hakkındaydı. Raif Bey’in seyirciliği ile Aziz Bey’in seyirciliği arasında temelde bir fark var aslında. Açıklaması uzun bir mesele bu. Raif Bey bir tanzimat aydını, doğunun değerleriyle donanmış ve değerler çatışması arasında

kalmış bir adam. Avrupalı bir kadına aşık oluyor. Onun peşinden gidişinde bu iki dünyanın çatışmasının izleri var. Aziz Bey’inki ise kendi toprağından ama farklı dinden bir kadına olan aşkı. Üstelik biri batıya diğeri doğuya gidiyor.

“Kapak Kızı” adlı kitabınızda Ersin, huzur ve mutluluğu ayrı ayrı tanımlıyor. Ersin’e göre evler mutlulukla değil, huzurla dolu. Huzur ve mutluluk aynı şey değil midir? Biri varsa öteki zaten olmaz mı?Bence tümüyle farklı. Huzur, mutluluk değildir, iç rahatlığı, vicdan dinginliği ve memnuniyettir. Sorumluluklarımızı yerine getirdiğimiz, görevlerimizi yaptığımız, hayatımızı yoluna koyduğumuz zaman huzurluyuzdur, vicdanımızın sızlaması, huzurumuzun kaçması için bir sebep yoktur. Oysa mutluluk anlıktır, anlardan oluşan bir zincirdir ve hiçbir mutluluk sonsuza kadar sürmez. Hem huzur sadece bireylerle tanımlanmaz, huzurlu bir şehir deriz, huzurlu bir yer, huzurlu bir ortam. Huzur bir durumdur bu açıdan baktığımızda. Ama mutluluk coşkulu bir sevinç içerir, bizi ruhen yükseltir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sanıyorum Huzur’da geçen bir cümlesi var. Cümleyi tam bulamadığım için mealen yazıyorum. Aşağı yukarı şöyle diyor: mutsuzluğu bir bataklıktan geçer gibi ağır ağır geçeriz. Ama saadet bir yüktür, onu bir köşe başında bırakıp kaçmak isteriz. Bazı insanların kaybetmekten korktuğu için mutluluktan kaçtığı bilinir, psikolojik bir durumdur. Mutluluğumuzu kaybetmekten korkarız ve hep bir endişeyle, kaybetme korkusuyla zehirlenir mutluluğumuz.

“Suzan Defter” yazım tekniği bakımından alışılagelmişin dışında bir roman. Bu romanda hem Ekmel Bey’in hem de Suzan sandığımız Derya’nın gerçekleri var. Ve bu gerçekler farklı aynalardan yansıyor bize. Peki, öyküde Suzan kimin aynası?Suzan bence bir tek kendinin aynası, o karşılığını kaybetmiş aşkın adı, bataklığa dönüşmüş bir aşka düşen, buradan çıkamayan bir kadının kendini yeniden inşa edemeyerek parçalanmasının hikayesidir. Tutkunun aynası da diyebiliriz, baş edemediğimiz, tutsağı olduğumuz tutkularımızın. Tutku çok şiirli görünmek birlikte tehlikeli bir

Söyleşi Perihan Cankatar / Ebru Uz / Halime Akkuşlu

Page 5: Lise postası, sayı 7

5 LPliSEPOSTASI

duygudur, bir tür bağımlılıktır aslında, toplum içinde normal bir hayat sürmek isteyen insanlar tıpkı bağımlılar gibi tutkularıyla mücadele etmeye çalışır. Ama öte yandan tutku sahibi insan çok değerlidir, diğerlerinden farklıdır ve edebiyat tutkuya ayrı bir değer verir. Çünkü tutku sahibini benzersiz kılar.

Öykü ve romanlarınızda kadınlar erkeklerden öç alıyor gibi. Neyin öcü bu?Yeşil Peri Gecesi’ni saymazsanız bu görüşünüze tam olarak katılamayacağım. Onun kahramanının öç almak için somut elle tutulur sebepleri var, roman içinde bize açıklıyor. Öykülerimdeki öç ilişkisi toplumların kadınlara ve erkeklere ayırdığı yerlerle ilgili. Gerçi benim erkek karakterlerim hayattan paylarına acı düşen, öyle ya da böyle ezilmiş, hayatın kıyısına sürülen erkekler. Onlara da şefkat duyarım, çünkü özellikle bizim gibi toplumlarda kadınların durumu çok acıklıdır ama kadınlar üstünde toplumun talep ettiği gibi tahakküm kuramayan, başarısız olan erkeklerin durumu da acıklıdır. İstediği kadar aşkla donanmış olsun, kadın-erkek arasındaki ilişki bir iktidar ilişkisidir. Aşk biter ve geriye tahakküm kalır, gelişkin insan toplumun kendisinden beklediği bu tahakküm ilişkisine karşı çıkar. Kadınla erkek arasındaki eşit ilişki kurulması en zor ilişkilerdendir, sadece toplumsal beklentiler değil, egolar, karakterler özellikleri ve hayat beklentileri de çatışır çünkü.

Üzülerek dile getiriyoruz ki, kadınları dövülen, sövülen, kurban edilen, erkek egemenliğinin altında ezilen bir tabloda görüyoruz. Siz çok başarılı bir kadın yazarsınız. Kadınlar ne yapmalı?Bu bir uygarlık sorunudur, ben toplumların gelişkinlik durumunu ölçmek için tek bir şeye bakıyorum: kadınların durumuna. Uygar toplumlarda -ki uygar toplumlarda demokrasi de gelişkindir- kadınlar erkeklerle eşittir. Oysa uygarlık problemleri dolayısıyla demokrasi ve özgürlük problemleri olan toplumlarda kadınlar erkeklerin iktidarı için tehdittir, şehevi varlığıyla erkeğin aklını başından alan şeytani yaratıklar olarak görülür ve dar alanlara kapatılmak, üstlerinde tahakküm kurulmak istenir. Batılı kadınlar özgürlüklerini ve eşitliklerini bir günde ve bir sihirli değneğin sallanmasıyla elde etmediler, onlar da uzun bir mücadele verdiler. Kadınlar ne yapmalı? Bence ilk ve en temel adım reddetmeyi bilmektir. Özellikle bizim gibi arada bir yerde bulunan, uygarlığı sürekli yeniden tanımlamaya çalışan toplumlarda kadına ev içindeki ve erkeğin arkasındaki yeri açık veya örtülü olarak sürekli hissettirilir. Çoğunluk kadına layık gördüğü pozisyonu açıkça söylemez ama irili ufaklı binlerce davranışla, işaretle, örtük ayırımcılıkla kadınlara “had” leri ve yerleri sürekli, bıkmadan, usanmadan sürekli bildirilir. Bence kadınlar önce bunu reddetmeliler, reddetmekten usanmamalılar. Öte yandan bunun kolay bir mücadele olmadığını bilmemiz gerek. Eşitlik aynı zamanda bir demokrasi bilinci gerektirir. Ama ne yazık ki uzun zamandır bizim toplumumuzun gerçek demokrasiye mesafeli olduğunu düşünüyorum, demokrasiyi içselleştirememiş bir toplumuz biz, acı olan şu ki, kadınlar da öyle, onlarda da demokrasi geni yok. Kadınlık ve erkeklik bilgisi bir ideolojidir, tıpkı dil gibi. Çeşitli araçlarla sürekli yeniden üretilir,

dolayısıyla kadınların önce “ilk bilinç’e” ihtiyacı var, toplumun bana işaret ettiği bu yeri kabul etmiyorum demeye. Ancak bundan sonra ikinci bir adım atılabilir.

Lise ve edebiyat dersek ne dersiniz?Harika.. Benim edebiyatla gerçek anlamda tanıştığım yıllardı lise yıllarım. Liseden önce de çok okurdum ama kim yazmış, hiç merak etmezdim, yazarların adlarına ilgi duymazdım. Lisede edebiyatın meselesini birden kavradım. Böylece okumak vakit geçirten bir uğraş olmaktan çıktı ve bir tür varoluş anlamına gelmeye başladı. Erenköy Kız Lisesi’nde yatılı okuyordum ve her cuma Bostancı istasyonundaki kitapçıdan bir dolu kitap alıp eve gidiyorum. Tren yolculuğu boyunca hala unutamadığım şahane kitaplar okudum.

Ama ilginç olan, ortaokulda küçük öyküler yazdığım halde lisede tek satır yazmadım. Çünkü edebiyatın ciddi bir şey olduğunu keşfetmiştim ve yazmaktan korkmuştum.

Page 6: Lise postası, sayı 7

6LPliSEPOSTASI

“Hah” kitabınız bir yas kitabı. Ama insanın ölümünün de ötesinde genel bir yas bu. Yası yazmak ile yas tutmak aynı şey midir? Yazı ve yas akraba mıdır? Yası yazmak ve yası tutmak aynı şey değil elbette. Biri bir durum (yas

tutma), diğeri bu durumu yazıyla temsil etme ve belki de böylelikle onu anlaşılır kılma ya da anlama çabası. Yas tutmak ile onu yazıya dökmek arasındaki ayrımı siz de biliyorsunuz elbette, benim bunları dillendirmeme gerek yok. Ama bu sorudaki inceliği sezebiliyorum sanırım. Ve zor bir soru gerçekten! Lafı dolandırmadan kendimce bir yanıt vermeye çalışayım ben de: Birini ya da bir şeyi kaybettiğimizde (illa bir yakınımızı değil, bizim için değeri büyük bir şeyi yitirdiğimizde de yas tutarız aslında) neyi kaybettiğimizi biliriz, ama kaybettiğimiz şeyle birlikte neyi yitirdiğimizi pek bilemeyiz. Mesela çocukken çok sevdiğimiz bir oyuncağımızı kaybettiğimizde, arkasından ağladığımız şey yalnızca oyuncağımız değildir. O oyuncakla oynanabilecek oyunları kaybettiğimiz için de ağlarız. Kaybettiğimiz topun yerine bir yenisini koyabiliyorsak ne ala! Ama ya koyamazsak? O zaman bütün ihtimalleri yitirmişizdir işte. İhtimaller ki geleceğe aittir ve geleceğin bizim için neyi muhafaza ettiğini asla bilemeyiz. Ama iyi bildiğimiz ya da bilebileceğimiz bir şey vardır: Geçmiş yaşantılarımız! Çoktan geçip gitmiş ve dolayısıyla yitirilmiş olmakla birlikte, yine de bize kalan şu tortu! Şu hikâye! İşte ben yazının dünyanın en güzel mahfazası olduğunu düşünüyorum. Yazının bize yalnızca anılarımızı değil, unuttuğumuzu sandığımız şeyleri de geri verdiğini düşünüyorum. Ben belki de bu sebeple yas tutmanın tek yolunun yazmak olduğunu sandım. Yasımı, yazarak tuttum. Ve anladım ki insanlar bu dünyadan gittiklerinde ardlarında kendi biçimlerinde birer boşluk bırakmıyor yalnızca. Onlar kendi biçimlerinde birer hikâye de bırakıyorlar. Bazı insanlar yitirdikleri şeyin yerine başka bir şey koyar. Ben kaybımı, bir hikâyeye değiştim. Bununla avunduğumu, teselli bulduğumu söyleyemeyeceğim. Ama

en azından, kendi adıma, kaybımın teselli edilemez olduğunu, o boşluğun doldurulamaz olduğunu, doldurulamaz boşlukların o kadar da kötü olmadığını, bir kaybın ardından sızlanmak ya da çekilen acının çetelesini tutarak avunmaya çalışmaktansa bununla yaşamanın daha güzel ve daha ahlâklı olduğunu öğrendim. Anımsayarak yaşamak gerek. Anımsamaktan korkmamak gerek. Yas dünyanın en anlamlı şeyi değildir. Ama anlamlı şeylerin yası bize dünyayı ve hayatı verir. Şimdi sizin sorunuzu tekrarlıyorum: “Yazı ve yas akraba mıdır?” Bence yazı her şeyin akrabasıdır. Yazı insanlaştığımız, hayvanlaştığımız, ağaçlaştığımız, bulutlaştığımız, eşyalaştığımız, kısacası, dünyanın dünyalığını kucakladığımız yerdir.

Fasulyenin Bildiği’ndeki bazı karakterler, “Hah” ta karşımıza çıktı. Bu çok sevimli bir durum. Öykülerini yazdığınız kişiler sizinle mi yaşıyor? Onlarla ilişkiniz nedir?Evet, bir süre benimle yaşıyorlar. Ama sonra bir zaman geliyor ve beni bırakıp gidiyorlar! Çok sevdiğim bir yazarın ( J. L. Borges) çok sevdiğim bir sözü var: “Edebiyat, insandan insana geçen bir ruhtur!” İşte, nasıl desem, sanki aynen böyle oluyor... Okuduğumuz metinlerdeki cümleler nasıl bir yazarın aklından ve derken kaleminin ucundan çıkar, kağıda dökülür, sonra başka başka insanların akıllarına ve kalplerine bir süreliğine yerleşir, sonra başka yerlerde ve başka zamanlarda daha daha başka insanların yaşamına girer; işte öykülerimi yazarken bana eşlik eden öykü-insanları da (metin yaratıkları diyelim isterseniz) bir süre benimle kaldıktan sonra, kendi serüvenleri neyi gerektiriyorsa onu yaşamak üzere, gidiyorlar. Fasulyenin Bildiği’nde “Pepe” adında bir öykü var, o öykünün içinde de Pepe adında bir adam... Ne zaman ki ben o öykünün yazarı olmaktan çıktım ve onun, tıpkı sizler gibi, okuru oldum, işte Pepe o zaman bana tekrar el etti. Bir de baktım, yazdığım başka bir öykünün içinden, çevresinde salkım salkım köpekle geçiyor Pepe! İnsandan insana, şeyden şeye, öyküden öyküye geçen bir ruh gibi!

Fasulyenin Bildiği’nde” “hah” ünlemi geçiyor. İkinci kitabınızın adı buradan mı doğdu? Öykülerinize “Hah” adını vermenizin öyküsü nedir?Bunu şimdi siz söyleyince fark ediyorum... Demek ki ikinci kitabımın

Söyleşi FİLİZ ÇOBAN

Ben kaybımı,bir hikâyeye değiştim.

Page 7: Lise postası, sayı 7

7 LPliSEPOSTASI

adı buradan doğmamış, zira bunu düşünmemişim bile... “Hah” ünlemi bana göre öykü dediğimiz yazın türünün bize yaşattırdığı en önemli duygulardan birinin ifadesi: Küçük bir ânın, bir öykü ânının olduğundan ya da göründüğünden çok daha büyük ve anlamlı bir şey olduğunu sezdiğimizde yaşadığımız şaşkınlığın, farkındalığın, farkındalıkla gelen idrakin ve idrakle gelen hazzın ifadesi! Anladığımız şey ne kadar acı bir gerçek olursa olsun, onu anlamanın hazzını yine de yaşarız. İlk soruya verdiğim yanıtta da söylemiştim, insan bazen neyi anlamadığını ya da anlayamayacağını anlamak için yazar. Bunu anladığında da “hah!” deyiverir. Dosyama ne ad vereceğimi kara kara düşünürken de böyle oldu işte: “Hah!” deyiverdim. “Tabii ya...! Hah!” Çünkü insanın nasıl da dağılgan bir kimya olduğunu anlamaya başladığım o günlerde, bizi hayatta ve bir arada tutanın hayata şaşırma kapasitemiz olduğunu fark ettim.

Fasulyenin Bildiği, 2007’de yayınlanmıştı. Fasulye halen aynı şeyleri mi biliyor?Bu soruya en doğru yanıtı ben değil sizler verirsiniz aslında... Yine de yanlış şeyler söyleme ihtimalimi göze alarak şunu söyleyeyim: Fasulye neyi bildiğini pek bilmedi galiba... Ama hâlâ arıyor. Fasulyenin bilip bileceği olsa olsa fasulyeden şeyler mi acaba?

Üzülerek dile getiriyoruz ki, kadınları dövülen, sövülen, kurban edilen, erkek egemenliğinin altında ezilen bir tabloda görüyoruz. Siz çok başarılı bir kadın yazarsınız. Kadınlar ne yapmalı?Ben kadınım ve yazıyorum. Ama “başarılı kadın yazar” değilim, olmak da istemem. Çünkü başarılı olabilmek için tepede başarının dipte de başarısızlığın durduğu bir beceri hiyerarşisini kabul etmiş olmam ve ona göre hareket etmem gerekirdi. Ne var ki başarıyı başarısızlıktan ayıran nedir, bu kıstasları kim koyuyor, ben kadın olmama rağmen mi bir şey başarmışım, kadınlar bunca şiddet görürken ben şiddet görmeyen bir kadın olmayı mı başarmışım, patriyarkal şiddetten paçayı mı kurtarmışım da başarmışım, orta sınıf ve okumuş bir aileye doğduğum için mi başarılıyım, başarısız kime denir, çok başarılı neye denir, inanın inanın inanın bilmiyorum. Tek bildiğim patriyarkanın dilini iyi konuşan, onunla pekiyi uzlaşanların patriyarka tarafından “başarılı” addedildiği, tepelere çıkarılıp oradan indirilmediği. Bense erk’in diliyle uzlaşmak niyetinde değilim ve ne devlet şiddetinden ne toplumsal cinsiyet rollerinden ne de para ekonomisi şiddetinden azade bir hayat sürüyorum. Yanı sıra bizler yalnızca kadına değil, emeğe, çocuğa, hayvana, ağaca, suya, toprağa da şiddet uygulayan yerleşik bir şiddet kültürünün içinde yaşıyoruz ve ona tanıklık ediyoruz. Demek ki durum buyken, vicdanlı, ahlaklı ve duyarlı hayatlar yaşayacaksak eğer, kaçınmamız gereken ilk şey başarılı olmak! Peki başka ne yapmalı? Bilinçlenmeli ve örgütlenmeli. İyi bir dil inşa etmeli, iyi konuşmalı, iyi anlamalı, iyi sormalı. Civa gibi kaçıcı, kurşun gibi ağır ve herdem neşeli olmalı. Ve korku salana nanikle karşılık vermeli. Yalnız kalmamalı, tek başına yumruk sallamamalı, en az iki kişi olmalı çünkü en azından biri arkanızı kollar. Emeğe, çocuğa, hayvana ve yeryüzüne sahip çıkmalı ama onlara asla sahip olmamalı. Mağdurunu dövme, sövme, kurban etme iradesini gösteren iktidarın mutlak ve yenilmez olmadığını bilmeli ve bunu herkesler duysun diye düzenli aralıklarla ve iflah olmaz bir neşeyle bas bas bağırmalı. Tanıklık etmenin ağırlığını onurla taşımalı. Sevme ve emek verme kapasitemizi hep artırmalı. Öyle “...meli ...malı” diye konuşanlara çok da aldırmamalı. Ve hep üretmeli üretmeli üretmeli...

Lise ve edebiyat dersek ne dersiniz?Liseyi hiç sevmedim. Lise sıralarında korkunç sıkıldığım ve yalnızca günleri değil, saatleri ve hatta dakikaları saydığım o öfkeli günlerde (bunu gerçekten yapıyordum, doksan dakikalık her ders için içinde doksan adet kutucuk bulunan bir şemam vardı ve geçen her dakikanın ardından o kutucuklara birer çarpı atardım) beni kurtaran tek şey edebiyattı. Mesela sıkıntının insana her şeyi yaptırabileceğini bana edebiyat öğretti. Tek sıkılanın ve tek öfkelenenin ben olmadığımı, dünyanın bazen bu sıkıntıyı ve öfkeyi hak ettiğini, ama yine de dünyanın bizim öfkemize ve sıkıntımıza kayıtsız olduğunu, yani dünyanın ne yenik düşeceğini ne de bizi yenik düşürebileceğini, çünkü öfkenin ve sıkıntının bizde başlayıp bizde bittiğini ve bu sebeple, üzerine düşünülmüş ve mümkün mertebe yaratıcı ve üretken hayatlar yaşamamız gerektiğini bana edebiyat öğretti. Liseyi gerçekten hiç sevmedim. Edebiyatı hep çok sevdim. Çünkü edebiyat bana dünyadan daha gerçekmiş gibi geldi.Bu güzel sorular için size nasıl teşekkür etsem? Çok teşekkür etsem?

Page 8: Lise postası, sayı 7

8LPliSEPOSTASI

• Liseli olmanın verdiği özenle erkeklerin parfüm sıkmaya başlaması. Önceden çok kötü koktuklarından eminim.(Şüheda Günay)• Performans ödevlerinin olmaması. (Züleyha Göçeri)• Kendi hayatınız kendi elinizde oluyor. (S. Kardelen Şahin)• Hayatını etkileyecek kararlar verebilmek. (Ertan Mağara)• Vardır da bilemiyorum. (Perihan Cankatar)• Öğle arası okuldan kaçmak. (Tolgahan Köçmeze)• Arkadaşlarının kardeş gibi olması. (Salih Fansa)• Hadi ama, her şey biz lisedeyken başlar. (Gülsüm Doğdu)• Anlatılmaz yaşanır. (Deniz Yıldız)• Büyüdüğünü anlıyorsun. (Mustafa Uğur)• Günlerin boş geçmemesidir. (Fatma Yenigün)• Güzel yanı yok. Sadece liselisin. (Sevgi Ağırcan)• Kendini bildiğini sanıp da bilmemek. (Çiğdem Demir)• Hayallerimin başlaması. (Zelal Ürek)• Hür olmak ve rahatlık. (Müslüm Sözlü)• Daha geniş ve genel bakmaya başlamak. (Mervan Keleş)• Anı yaşamak. (Zehra Arslan)• Sınava girerken ve çıkarken Fatiha okumak suretiyle imanımızı geliştirmek. (Utku Tural)• Öğretmenlerin “çocuklar yerine arkadaşlar” demesi.(Özge Nur Erdaş)• Olgunluk hissi veriyor. (Ahmet Can Evecan)• Geleceği belirleyen bir yerde olmak. (Beyza Tursunbek)• Engeller. (Hüseyin Can Öztaç)• Hayatımıza her gün yeni şeyler katmak. (Hatice Dede)• Çılgınlık. (Büşra Çocuk)• Hocanın fark edeceğini bile bile konuşmak. (Ece Korkmaz)• Edebiyatın olması. (Sabiha Arslan)• Arka sırada arkadaşlarla muhabbet etmek. (Songül Alkan)• Özgüven. (Büşra Kılıçvuran)• Yetenekli olduğun alanlarda kendini keşfetmek.(Cemre Arapaslan)• Güzel kızların olması. (İlhan Öztürk)• Yazılının son beş dakikasında kağıdı doldurmak.(Mehmet Aslan)• Sessizce sevebilmektir. (Mehmet Deniz)• Her ders, “Hocam, bugün ders işlemeyelim.” demektir.(Deniz Mehmet)

• Üniversiteye gitmek için geçtiğim, bu yolda en güzel durak. (Necla Porsuk)• Hayata atılacak ilk adımın adını koymak. (Özge Yavuz)• Arkadaş ve dostluk çağını yaşayabilmek.(Tuğba Yalçın)• Başarıyı kimseden yardım istemeden bulabilmek.(Dilan Akburak)• Aynı sıralarda mutluluğu, aşkı, hüznü paylaşmak.(Sezer Taşbilgesi)• Öğrenciyim (liseliyim) deyip, her yerde indirim yaptırmak.(Can Kırılmaz)• Çılgın hayaller kurabilecek kadar çocuk, insanları anlayabilecek kadar olgun olmak.(Nuriye Comart)• Kopya çekerken yakalanıp “hocam biz paylaşmayı seviyoruz” diyebilmektir.(Mehmet Aslan)• Bahçede müdürle karşılaştığımızda: derste hoca olmasına rağmen “ders boş” diyebilmek.(Şehmus Avican)• En iğrenç esprilere bile birlikte gülebilmek.(Özlem İnce)• Her şeyin kafada güzel olduğu, egoların tatmin edilemediği zamanlardır.(Bahar Çetin)• Sıraların üzerine hayatı kazımak.(Melis Özden)• Herkese inat, okumak. (Mert Şerbetçi)• Kırk beş alınca seviniyoruz. (Hülya Şimşek)• İnsanın kendi karekterini bulması. (Çetin Duman)• Kendimi olgun hissediyorum. (Şemsa Tekin)• Annem büyüdüğümü hissediyor. (Fatih Aksoy)• Hocaların adını öğrenmeden lakaplarını öğreniyoruz.(Gökhan Üresim)• Hayallerimin halen çok canlı olması. (Mevlüt Coşkunca)• Daha büyük düşünüyoruz; halen uygulayamadığımız için dipteyiz. (Seda Kepez)• Aşık olmak. (Yiğit Bilecen)• Derste gülmek. (Ahmet Kaya)• Hiçbir güzel yanı yok. (Serdan Yıldız)• Dolmuşa 1.25 kuruş vermek. (Rengin Almış)• Hayatımın aşkını bulmak. (Fatma Yenigün)• Güzel yanı var mı ki. (Ayşe Akkoyun)• Başkalarına inat hep başarılı olmak. (Ozan Kılıç)• Sıfır altı otuz’da kalkmak, paha biçilemez. (Mustafa Şeflek)• Düşüncelerimizi özgürce söyleyip savunmamız.(Rıdvan Şener)

Hazırlayan: SABİHA ARSLAN-EMİNE SARIBAY

Page 9: Lise postası, sayı 7

9 LPliSEPOSTASI

Devrik zaman çığlıkları>> KÜBRA ULUSALNeden hep bir sona varırız? Bizler her zaman bir gidişat üzerinde değil miyiz? Bu duraklar hep birbirini takip eder, bir yol çizer ya da hayat tuhaf; bir taksiye atlatır kaçırır bizi...Şu da var. Peki ya bir kitap okunmaya neden sondan başlar; neyi yasaklar? Bir işaret yön müdür bizlere. “Hayatta da her son başlangıca ilerletir.” mi derlerdi? İşte yine içimde bulanık, dumanı üstünde bir boşluk.Nasıl doldurulur bilinmez. Ama biliyorum ki her geçen zaman, daha da büyüyüp çevreleyecek içimdeki telli yasaklı alanı. Hisset derler, hissediyorum ötesine geçip seyrediyorum da kendimi bazen. Kodladığım, şifrelediğim kilitler alıyorum avuçlarıma. Uğraşıp duruyorum çözümleyip bir küpe yapayım diye kulaklarıma.Hep devrik cümleler mi kuruyorum da, devriliyorum acı karşısında...Susmuyorum hiç bir zaman, fısıldaşmalarla kalıyorum yalnızlığımda. Sesleniyorum uzaklardan kalbime. Kalbimdeki titreşim; yansıtıyor tedirginliği ses tellerime.Ve sol elimi başıma yaslandırdığımda saniyelerin tıkırtısını ve zamanın bizden ötede dönüp aktığını duyuyorum bir köşede. *12.Sınıf

Nedir bu ikilem >> FATİH BİLGİN Ben aslında deneme yerine şiir yazacaktım; ama kendime güldüm. Neden deneme varken şiir yazayım, dedim. Hem arkadaşlar dalga geçer.Binlerce eser veren şairler acaba hiç çevre etkisinde kalmış mıdır? Güzel bir şiir yazmak için ille de herkesten saklamak mı lazım? Ya da geceleri yorganın altında el fenerini açıp nefessiz kala kala iki kelime yazmaya çalışmak mı gerekir? Bu sadece benim için mi geçerli, yoksa herkes aynı sorunu mu yaşıyor? Bir öğrenci, “Bir gün yazayım.” deyip sonra “Amaaaan bilgisayar varken neden şiir yazayım, hem millet ne der sonra?” mı der; yoksa hiç kimseyi umursamadan devam mı eder?Neden hayatımda futboldan ya da bilgisayar oyunlarından öteye gidemiyorum? Sorun bende mi? Yoksa içinde bulunduğum çevre mi? Neden bir erkek çocuğu şiir yazdığını herkesten gizlemek zorunda? Neden herkes onun fikrine saygı duyacağına “Sen kız mısın? Kızlar şiir yazar, bir çevrene bak senden başka şiir yazmaya çalışan var mı? -muhakkak saçmalamışsındır zaten- Bırak şunu. Halı sahaya gideceğiz bir kişi eksik var. Sen de gel.” gibi öneriler gelir. Uçar gider aklımızdaki heves. Cahillik. Ama yazma cahilliği değil. “Çevre ne der, yaptıkların bir erkeğe yakışır mı?” gibi saçma düşünceler. Belki de sırf çevre yüzünden yazı yazılmıyor.Bir kız babasının bile damat adayına sorduğu ilk soru “Hangi takımlısın”? ise bu ülkede nasıl edebiyat yapılır ki. *12.Sınıf

Bir edebiyat dersi anısı: Öfkeyle kalkan edebiyatla oturur >> ZÜLFÜ GÜLİlk tanışma unutulmaz. Zaman tozlarını belleğinize bırakma konusunda ne kadar ısrar etse de, yaşanan bazı anlar zihininizde hep dipdiridir. Sanırım lise ikideyim. Edebiyat öğretmenimiz öykü yazmamızı istedi. Ben de yazıp sınıfta okumuştum. Öyküyü hem öğretmen hem de arkadaşlarım pek bir beğendiler. Bu durum büyük olasılıkla edebiyata yönelmemi sağlayan ilk adım oldu. Yıllar sonra “defter karıştırmaca” oynarken öykümle rastlaştık. “ÖFKENİN BEDELİ”. Sonradan anladım ki bu ad bir tesadüf değildi. Bir anlamda bilinç altımın yazıyla kendini açığa vurmasıydı aslında. Bilirsiniz, yazı bilinci çırılçıplak ortaya çıkaran bir eylem. Gerçekten de öfke, hayatımda kontrol edemediğim sürekli düşmanımdır. Sürekli şahs-ı muhteremle savaş halindeyiz.*Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

DÜN BUGÜNDEN GÜZELDiHAZEL DOĞAN

Dün bugünden güzeldi,Dün sen vardın güzeldi,Ellerimi tutan ellerin vardı…Gözlerine bakan gözlerim.

Dün bugünden güzeldi,Gözlerin, gülüşün, ellerin benimdi,Bütün renkler dün bana aitti.Bugün ise sadece siyah!

Dün bugünden güzeldi,Yaşama sevincim vardı…Nefes alma sebebim vardı.Bugün sadece yiten anılar…

Dün bugünden güzeldi,Beraberdik, gülüşlerimiz vardı.En önemlisi sen vardın,Bugünse sadece bir boşluk...*12.Sınıf

YABANCI YALNIZLIKBERİVAN ADAN

Gecenin sonsuz kollarındaHüsran rıhtımında kendimi bekliyorum.Karanlığın içinde sesini duymaktayım.Oysaki karanlık seni gizlemekteVe ben karanlığı…Yürüyor hayallerimSoruyor seni, arıyor romanlardaKaybolmuş anılarım derin yalnızlıklardaBen yalnızlığın adıyım Zaman dursa, soyadımı söyleselerVe ben dursam zamanın akışındaGecenin yaşlı kolları sarsa kederimi.*11.Sınıf

Unutma mevsimiTUĞBA KARAASLAN

Yüzünü sildim kalbimdenama yetmiyor.çünkü insan yalnız kalbiyle sevmiyor kiunutmaya ilk oradan başlasın.Unutmak, dalın suyu unutması gibi zor.Şimdi sonbahar gibiyimYapraklarım sarı, kuru ve soğuk.*10.Sınıf

Page 10: Lise postası, sayı 7

10LPliSEPOSTASI

Dünyanın sefalet koktuğu, insan hayatının hiçe sayıldığı, dört tarafı acılarla örülmüş kırk bir yılında; acılarla aynı masada oturup, acıyla mısralardan taşan bir usta doğar Karşıyaka’da: METİN ALTIOK. Eski bir Rum evinde acıyla yavaşça dost olmaya başlamış ve hayal perdesini ilk bu evde açmıştır. Bu açış kardeşi Meral ile evlerinin avlusundaki karanlık ve dar kuyuda var olduklarına inandıkları hazineyi aramakla başlar, bulamazlar; fakat Altıok’un güzel bir anısı olarak yer alır hafızasında. Altıok, inanmadığı bir işi yapmayan kendi bildiğinden vazgeçmeyen

ve kendisine göre yanlış olana itiraz eden bir çocuktur. Fakat annesinin otoriterliği altında elinden bir şey gelmez. Annesi tarafından sevgi ve şefkatine hep bir adım ötede kalır. Öksüz bir çocuk gibidir. Altıok bu sevgisizliğini: “Kötü annem\ beni komşunun oğlu kadar seven.” dizeleriyle de anlatacaktır.

İlk imgesi olan anne sevgisizliği, şairle acıları arasında unutulmazları olmuştur: “Anamın bıraktığı yerden sarıl bana.”

Maddi zorlukların getirdiği gelecek kaygıları içerisinde giderek katılaşan ve acısını çocuklarından çıkaran bir kadındır Melahat Hanım. Ama Altıok dik başlı, dediğim dediktir. İş böyle olunca Altıok’tan eksik olmaz takunya, terlik… Altıok, acıyla dostane bir ilişki kurmuştur çocukluk yıllarında. Bir gün anne ve babası tarlada çalışırken Altıok’u gölgesi olan bir ağaç altına oturur. Altıok aniden bir acıyla ağlamaya başlar, başına anne ve babası gelince anlaşılır Altıok’un ağlayışları. Bir akrep zehrini Altıok’a akıtmıştır. Çevredekiler odunları ateşe verip kaynar kazanda kaynatırlar küçük Altıok’u. Acı olur bütün bedeni, acıyla hareler içinde. Bir şiirinde “Acıyım ben, hem biz hısım sayılırız.” dizelerini dile getirir; ama hısım sayılmanın ötesindeki bir hasımlıktır bu acıyla. Acısını hafifleten ailenin denge öğesi olan baba Süleyman Bey’dir. Anne Melahat Hanım, ne kadar sevgisiz, ağır başlı ise baba Süleyman Bey, o kadar sevgi dolu, yumuşak başlı biridir. Altıok’un sanat kokan toprağına ilk tohumu babası atar. Altıok’un umutlarına bir nefes kazandırmış ve sanatla dostluğunu pekiştirmiştir. Evlerinin tavan arası odasında evdeki mutsuzluktan uzak, şiirler ve resimlerle bir evren oluşturur. Bu evrende kelimelerin, duyguların anlamı büyür yürekçiğinde. İlkokuldan sonra lisede öğretmenleri tarafından fark edilir. Çizgilere yansıyan karakteri, sözcüklere işlenen acısı; sesine yansıyan güzelliği ile çok yönlü bir kişiliğe sahiptir. Tavan arasındaki ustayı, kuytusundan çıkmasına yardımcı olur öğretmenleri. Lise yıllarında aşka bir adım yaklaşmıştır Altıok ancak söyleyemediği için yaşayamaz aşkını. Ve aşkına dile getiremediği aşkını dizelerine döker: Bu ham dünyada zoraki bir söz gibi sevgim/Sevsem sana yazık, sevmesem incinirsin. Bu dizeler kendi içindedir, veremez Karşıyakalı güzeline. Lise yıllarında sosyal olmasa da tiyatro ve edebiyat kollarında yaptığı çalışmalarla kendini gösterir. Şiir ödülleri düzenler, tiyatro sahneler. Sesindeki etkileyicidir. Usta olma yolunda, Nazım Hikmet, Behçet Necatigil,

PERİHAN CANKATAR

EMİNE SARIBAY

“acının kiracısı”

Hazırlayanlar

Page 11: Lise postası, sayı 7

11 LPliSEPOSTASI

Ezra Pound, Dostoyevski… Sevdikleri ve etkilendikleri arasında yalnızca bazılarıdır.

Lise yılları bittikten sonra edinmek istediği mesleği kararlaştırmıştır. Altıok felsefe okumak istiyordur; fakat dönemin puanlama sistemi nedeniyle dilediği bölüme gidemez. Yedeğe alınır. Puanı Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Hindoloji bölümüne yeter ancak. Altıok hayatının üç ayını bu bölümde geçirir. Resme olan yeteneği sayesinde Sanskrit alfabesini etkileyici bir biçimde güzel yazar. Bundan dolayıdır ki ilk yıldan asistanlık teklifi gelmiş, hatta başarılı bir asistan olursa Hindistan’a gönderileceği söylenmiştir. Ama Altıok dediğim dediktir, ereğinin öncüsüdür. Kontenjan açılır açılmaz kaydını felsefe bölümüne aldırır. Her şey bu kadar güzel giderken acı bulutları kaplar bütün güzellikleri. Baba Süleyman Bey “in matbaası iflas etmiştir. Bu nedenle kardeşiyle çocukluk anılarının geçtiği, annesinin takunyalarının eksik olmadığı evden taşınmışlardır.

Altmış üç yılında üniversite hayatına başlayan Altıok, dönemin efsane hocası Nusret Hızır’ın öğrencisi olur. Nusret Hızır, Altıok’u yaşamdan edindiği bilgilerle aydınlatır ve yolunda nasıl ilerleyeceğine yardım eder. Altıok Hızır hocasının tavsiyelerinden “Her yaşın kendince/ Bir bilgeliği vardı/ İşte bu bilgelik/ - diyordu Nusret Hızır-/Sevgisidir o yaşın/ Sevmekten asla vazgeçme!” dizelerinde dile getirir. Hocasının dediğini yapmış “ sevmekten asla vazgeçmemiştir” ALTIOK. Beş altı kişilik arkadaş grubunda hayatının sevgilisi Füsun Akatlı’yla tanışır. Önceleri dostane olan bu yakınlıkları sonraları Altıok ve Akatlı’nın yüreciklerinde aşkın harelerini oluşturur. Akatlı’ya duyduğu aşkı, acısına “sevgiyle yapılmış bir yama” olmuştur. Altıok sevgilisine “Gel iki uysal kıyı olalım seninle./ Bir hırçın ırmak aksın/aramızda köpüre köpüre.” demiştir. Ancak iki kıyının buluşması için zamana ihtiyaç vardır. Altıok ailesinin iflası ile Akatlı ailesinin durumunun pek iyi olmaması sebebiyle kendi paralarını toplayıp evleneceklerdir. Takvimler altmış altı yılının temmuz ayını gösterdiğinde aşklarının yıllanacak sayfalarına imzalarını atmışlardır. Civcivler besleyen, yemeklerin tatlarıyla tatlanan sesi ile mutluluğun doruğundadır Altıok. Anın her yerinde her şekilde şiirler yazan birisidir.: sigara paketlerinin üstlerine, peçete kâğıtlarına, faturalara… Gizlenmiş dizelerini yazar. Sonra şiirlerini “ pirinç yazısı” olarak tabir ettiği el yazısı ile temize çeker ve arşivler. Şiir yazarken resim yapmayı bırakmaz Altıok. Altmış altıda ilk sergisini açar, birkaç resmi satılır. Çalıştığı kurumdan istifa eder. Tek istediği şiir yazmak ve resim yapmaktır. Paraya gelince

arası hiçbir zaman hoş olmamıştır. Aradan iki sene geçmiş, evliliklerinde ilk ayrılıklarını yaşamış, ayrı evlere taşınmışlardır. Mutluluklarına ara vermişlerdir altı ay boyunca. Aşklarının kitapları bu ayrılıkla bitmez, barışırlar. Barıştıkları günlerden birinde Akatlı, okul koridorunda Altıok’a baba olacağını söyler. Baba olacağını öğrenen Altıok sevinç duygusunun egemenliği altında gidip sevgilisine hercai menekşeler alarak döner ve “Acaba adı Menekşe mi olsa?” der. Kızı olacağını hissetmiştir Altıok. Aylar sonra “Erken olmuş yemişim dalımın yaralısı” dediği Zeynep, acılarına hapis olan Altıok’un kucağındadır. Zeynep, annesi ve babasının yüreciğinde menekşeler açtırmış, aşklarını tutkulaştırmıştır. Kızına sevgi kapılarını sonuna dek açan, umut aşılayan bir baba olmuştur Altıok. Kızına, babasının kendisine aşıladığı sanat sevgisini aşılamıştır. Kitapevlerine götürmüş resimler boyamıştır Altıok Zeynepciğiyle. Zeynepciği, bazen Zozima, bazen Zopotek, bazen Zozo olmuştur.

Tavan arasında gizlenmiş mısralarını kendi evreninde başka evrenlere gösterme vakti gelmiş, Altıok’un bekleyişleri bitmiştir. “Gezgin” adlı kitabını kitapçıların sergenlerinde yer almıştır. Ve art arda diğerleri.

Dostlarıyla acı bulutlarını üzerinden dağıtmak istemiş, “Hüznün cilacısı” dediği Ankara’sında meyhaneye gidip, uzun masalarda, tatlı hoş sohbetler yaşamıştır, eğlenmiş, eğlendirmiştir. Ama acı peşinden ayrılmaz mızmız bir çocuk misalidir, her defasında Altıok’u sarsan, yok etmeye gücü yetmeyen sızısı olmuştur.

ESERLERİ /// Yerleşik Yabancı (1978), Kendinin Avcısı(1979), Küçük Tragedyalar (1981), İpek Ve Klabtan (1987), Gerçeğin Öte Yakası (1990), Dörtlükler Ve Desenler (1990), Süveyda (1991), Alaturka Şiirler (1992), Şiirin İlk Atlası (1992), Hesap İşi Şiirler (1993), Bir Acıya Kiracı (1998-Bütün Şiirleri), Metin Altıok’tan Zeynep’e Mektuplar(2013)

ÖDÜLLERİ /// (1979, Ahmet Telli İle 1980 Ö. F. Toprak Şiir Ödülü), (1990, Cemal Süreya Şiir Ödülü)

METİN ALTIOK ŞİİR ÖDÜLÜ /// 1993 Sivas Katliamı’nda öldürülen şair Metin Altıok adına Kırmızı Yayınları tarafından verilen şiir ödülüdür.

KAVAKLAR /// Sezen Aksu şarkısı, Söz: Metin Altıok, Müzik: Onno Tunç

Page 12: Lise postası, sayı 7

12LPliSEPOSTASI

Acısını unutturan tek şey ise alkol! Derin acılarına fazlaca alkol… Hayatın zor şartları, 12 Mart olayı, Kızıldere katliamı, sanatçı duyarlılığı, kendi içindeki kıyametler… Alkole zincirlemiştir Altıok’u. “Sevincimizi gömdük kürekler dolusu” dizelerini fısıldamıştır derin duygularına, önceden kopan bağları yeni fark ettiğinde, acısına boyun eğerek. Eşinden ayrılmasında belki de başrolü alkol oynamıştır. Evden şiir dolusu bavuluyla ayrılırken “Güzel anılar biriktirdim sende” ve “Nasıl olsa bir sonu olacaktı bu aşkın/Bir gün apansız gerçekleşiveren” dizelerini yazmıştır tozlu, acılı, yıllanmış, ama bütünlemede kalmış aşkına. Ve kendisi için de “Gözlerine derinden ne zaman baksam/Hep uzaklaşıp giden yalnız bir adam.” Yüreğinde büyütemediği yalnız bir adam. Bir süre İzmir’e gidip gelmiş sonra “Artık burdan gitmeli” demiş ve öğretmenlik başvurusu yapmıştır. Aylar sonra acısına katık olan yalnızlığına sürgün yediği Bingöl’e atanmıştır. Atandığı sene hayatının ikinci eşi Kürt kızı Nebahat Hanımla tanışmış ve evlenme kararı almıştır.

Böyle yayan yapılak/Amaçsız bir gezgin

Bingöl yolları uzun, karlı, soğuk, yalnız, acılı… Uzaklık, yalnızlık, acıyla çocukluktan gelen hısımlık, zor günlerin zor hayat şartları içerisinde Altıok’u mutsuzluk dehlizlerinde prangalamıştır. “Bana yalnızlığın müthiş saltanatı verildi.” mısrasını Bingöl anılarına ithafen yazmıştır sanki. Yalnızlığının kanıtlarını ve acısını paylaşmak, hasretini gidermek, mesafeleri aradan çıkarmak için kızı Zeynep’e yazdığı mektuplarında anlatmıştır tüm huzursuz edici duygularını. (Metin Altıok’tan Zeynep’e Mektuplar, Kırmızı Kedi Yayınları) Sesindeki güzelliği kaybetmiş ve bir dizesinde itiraf etmiştir “Sesime ayrılıklardan bir gömlek diktim.” diye. Altıok’un bütün bedeni gömlekler içindedir oysa. Bingöl’ü sevmiştir Altıok; lakin Bingöl onu acılarıyla kaplamıştır. Öğrencilerinin soğuk, teni donduran kış günlerinde yırtık ayakkabılarla, üstleri perişan gördükçe dert edinir, uyku gecelerine uğramaz olurdu. “Elimden ne gelir ki? Ben şairim yazarım sonrada ölürüm.” derken onlara tam olarak yardım edememenin verdiği acıyı eklemiştir acısına. Acısını hazmedemez olmuş “Acıya tezhibim/Hüzne redif” altınla süslemiş yalnızlığını, acıyla uyuma varmıştır Bingöl’de; ama yetmiş bu kadar özlem, mutsuzluk. Tayinini istemiş fakat beklenen tayin dört yıl sonra gelmiştir. Ve Altıok “Yol göründü yerleşik yabancıya” demiş Bingöl’den Karaman’a biraz buruk biraz sevinçli yola çıkmıştır. Belki Zeynep’inden fazla uzakta değildir, belki Bingöl kadar soğuk ve acılı da; ama insanlarıyla birt ürlü uyum sağlayamaz. Hal böyle olunca Altıok acıyla hısımlığından sonra mutsuzluğu da ekler heybesine. Fazla sürmez buradaki öğretmenlik hayatı hastalanır, rapor alır ve “Nasıl da değişmişti görünüşü/ Yıllardır görmediğim kentin” dediği Ankara’sına, dostlarına döner. Döner dönmez yılların mahrumiyetine misilleme yaparcasına panellere katılmış, çeşitli dergilerde yazılar yayımlamış, edebiyatla ilgili etkinliklere katılmış… Ankara’sına yerleştikten sonra şiir kitapları yayımlamış, “Cemal Süreya Şiir Ödül’ünü” almıştır. Ankara’sı Altıok’a kendisinin hayret

ettiği ilham yıldızlarıyla çevresini sarmıştır sanki. Şiir üzerine denemeleri içeren “İlk Atlas Şiiri” kitabını yayımlar.

Takvimler doksan üç yılında. IV. Pir Sultan Abtal şenliği için Altıok’a bir davet gelir. Davet Sivas’a. İçinde olacaklara karşı haberdar bir hissiyatla tüm kitaplarını eşi Nebahat Hanıma imzalar. Masanın üzerine kendisini çizdiği bir resim bırakır ve üzerine tüyleri rahatsız eden bir not yazar: “Yandığımın resmidir.”

Yolculuk eğlencelidir, şarkılı, türkülü, şiirli… Sivas’a varıldığında ilk iş otele yerleşir Altıok ve arkadaşları. İlk gün okur- yazar buluşması vardır. Altıok Sivaslılarla söyleşir, kitaplarını imzalar. İkinci gün de program aynıdır, okur- yazar buluşması vardır; ama öncesinde Altıok’la arkadaşları lokantada yemek yemektedirler. Birden camiden yükselen sloganlar duyulur. Yüz kişilik küçük bir grup hedefte Altıok ve kaderdaşları. Güvenli olsun diye otele geri dönerler. Dakikalar sonra yüz kişilik küçük grup binlere ulaşır. Altıok ve arkadaşları taş yağmuru altında son mısralarını söylemektedirler. Ölüme kolayca yenilmeyeceklerin korkusuz sesiyle, merdivenin başında hüzünlü gövdesi, elinde fırçasıyla şairler böyle savaşır der gibidir Altıok. Sonra elinde benzin bidonlarıyla bağıranlar... Otel ateşler içinde: Anadolu’nun vicdanı ateşler içinde. 2 Temmuz 1993 gününü ülke kapkara bir sayfa olarak eklemiştir tarihine. O gün orada 33 yazar, ozan, düşünür yanarak ya da dumandan boğularak kalbimizden kaparılarak alınır. Ah! Ah ki, ne ah!

Altıok bir dizesinde “Tekinsizim size göre/ İbret için /Yakılması gereken” demişti bir vakit.Ateşler içindeki Altıok’un senelerce içinde yeşerttiği acısı yanık silüetinde kendini gizleyememiştir. Yerde baygın bir şekilde yatarken bir doktor fark eder közlenen şairi, hastaneye kaldırılır ama derin acıyla yanan bedeni bir daha uyanamaz. Acıyla merhaba dediği hayatı yine acıyla ateşler içinde sona ermiştir.

Seni çok özlüyoruz Altıok!

Page 13: Lise postası, sayı 7

13 LPliSEPOSTASI

Ve aklın seni sürgüne gönderir

Yüzüne iğreti gelen isminleEn yalnız köşesinde donmuş yüreğinin

Görüyorsun bir acıya gidiyoruz seninleÖrselenmiş söz yığınları bırakarak

Dizilmiş bir gecenin uğuldayan derinliğineİmamesidir dağlar bir gurbet tesbihinin

Özenle boyadım, ipliğini sevgininGidip de bulamamanın incinmiş rengine

Sesime ayrılıklardan bir gömlek diktimÖlümü tastamam ezberledim de geldim

Ömür boyu tarayıp ördüğüm şu zamanı Benden sonra başıboş ortalıkta bırakma

Kekik bile kendince kokarken;Bir tortu kalmıştır geriye,Ben bildiğim o senden…

Ölsem ayıptır sussam tehlikeli;Çok sevmeli öyleyse, çok söylemeli

Aşk ve acı yüreğimdeİkiz badem içidir

Özenle örtüyorum çatısınıSana duyduğum aşkın

Sanki yüzüme akmış yüzünBaşını başıma dayadığımda

Çünkü sen bir çocuğun büyüklüğüsünOnun her gece düşüne giren

Sessiz ve sakin bu güneşli yaz günüAçar açmaz kapıyı çığ doluyor odama Kulağımda uğulduyor atışı yüreğimin Bu kadar beni taşıyamıyorum kendimde

Biraz uzun tut boyunuBenim için ördüğün nehrin

Sevgilim aşk da çevreye uyarSusuzluk kaktüsü dikenle kaplar

Bir bulut geçiyordu senin gözlerinden Oturuyorduk; ben kızgın çölüm sen yıldızsın göğünle…

Sen orda şimdi bir hüznü köpürt,Ben bir çocuğa su vereyim burda Ben ki kiracıyım bir acıya

Ve ağır tuğrası alnımızda / Padişah yalnızlığın Ama yine de umudumuz kalabalık.

Binlerce baca arasından / Dumanı lekesiz biri Yazısı akmış bir sayfa elinde / Yara bere içinde morarıyor şiirlerin

Tuzağa yem hançere bağ oluyorsunZehire katıyorlar seni, şair ne duruyorsun?

Yüreğin bir ağaç gürültüsüyle devrilirkenAksayarak yürüyen umudun arkasındanGülün kanayan hüznünü gördüm.

İşte tanıksın ölümün pazarlık ettiğineToptan ve perakende

Bana delik deşik bir yüreklePası, küfü, çürümeyi söyle

Ne zaman bir dosta gitsem evde yoklar.

Yine yol göründü ‘ yerleşik yabancı ’ya

Öt ishak kuşu ötBizim payımıza bir avaz kaldı

Acı, ah acı sokabilseydim seniZehirim bu kadar yük olmazdı bana

Ben seni yalansız bahar gibi sevdim!

Öyle biriyim ki; yalnızlığın gözlerine sürme çeken

ben eğilmem gündüz ama,geceleri kanatırım kendimi

Ve insan içinde bir kafesle yaşar

Cevapsız sorunun boynu büküktürHemen anlar yetim olduğunu

Sevincimizi gömdük kürek dolusu

Yarın farklıdır bugündenHiç olmazsa adı değişir

Ben sevda ve dünyaArt arda üç noktaydık

Ben artık mümkünü yok ölürümBir çil horozun sesine gömülürüm

Akarsulara özenen bir adamım ben Taştan taşa vuran kendini

İçimde cesetler ve daha ölmemişler var

ekşi sözlükte ve itü sözlükte onun için söylenenler

# Anarak yaşayan fakat yanarak ölen şair, ressam, bir acıya kiracı# Elinde kavaktan bir süpürge, sopasıyla bekledi onları# Yandı... Yanmadan öncede o kadar kıymetliydi ki kaybedince daha bir yaktı içimizi ama kokusu yaşarken de başkaydı, yanarken de...# Yüzümüz kızarmadan adını anmamız mümkün değil!# Bir yazık şairin daha göğümüze uçuruluşudur.# Acısı hala dinmemiş, yetenekli ve aydın şair# Sen yanarak öldün ve ben ne yangınlar geçirdim sana ulaşabilmek için.# Harflerini “rüzgarın yırtık yeri”nden göğe bırakan ve

günün birinde aynı yırtık yerden göge karışan şair. Sezen Aksu’ya verdiği öndeyiş şiirinin (kavaklar adıyla bestelendi) telifiyle evine bir buzdolabı alması da hayattına dair ilginç ayrıntılardandır.# Şiirinde “neden hep boş bir bardağa yüksünmeden boyun eğer sürahi?” diye sormuş şair. sahi, neden?# Uzun zaman önce, Alanya Halk Kütüphanesinde, rastgele aldığım bir kitabın arasına sıkışmış bulmuştum kendisini.O zaman bilmiyordum, aslında sıkışıp kalanın biz olduğumuzu. Sonra utanarak, yerin dibine girerek öğrendim ki, yakmış benim hemşehrilerim bu adamı.NOT: Yorumlarda mahlas kullanıldığı için ad-soyad belirtilmemiştir.

Page 14: Lise postası, sayı 7

14LPliSEPOSTASI

“Ben sana mecburum,adını facebook gibi aklımda tutuyorum”

MELİS ÖZDEN & CEMRE ARAPASLAN

Sevgili LP okuyucuları,Bu mektuba başlarken… Şaka şaka! Mektup yazacak halimiz yok zaten. Biliyorum ki artık mektuplar antika denecek kadar yaşlandı. Bir Cemal Süreya’mız yok ki tanımadığımız birinden mektup bekleyelim. Artık biz de face’den mesaj bekleriz. Üzeri pullu zarflı mektuplar yerine face’nin zarflı görünümü ile idare edeceğiz artık. Ne çektin be yavrum! 19 yıldır bir mektup bile almadın, katlanacaksın artık katlanmayacaksın da n’apcan? Hep iyi niyetimizden söylüyoruz... :)) Keşke facebooktaki tiplemeler buradakiler gibi karikatürize olsa. Maalesef hepsi gerçek. Esprisi bir yana hangimiz mektup aldık şu çağda. Hangimiz parfüm kokulu, kenarına bir yerine resim iliştirilmiş, hüznümüzden sayfasını gözyaşlarımızla buladığımız mektuplar yazdık? Hangimiz bir mektubun yolunu günlerce bekledik? Daha kıymetli değil miydi zor elde ettiklerimiz. Şimdi öyle mi? Bir düğmeye basıp taa mahalleden komşumuzun kızının dayısının oğlunun arkadaşına ulaşıyorsun. Güzel mi sizce? Bu kadar kolay olmasaydı belki evet. İnsanoğlunun doyumsuzluğu maalesef teknolojiyi mahvediyor. Facebook var bir kere facebook. Çok kolay ekleyebiliyorsun listene bir insanı aynı zamanda bir o kadar da kolay silebiliyorsun hem de engelleyerek. N’aber! Şimdi size sosyal ağ ne desek cevap verebilir misiniz? Cevap yok otur sıfır. Tabi biz öğretmen değiliz. Hadi yine yırttınız:)) Bunun cevabını bir sosyal ağ üzerinden verelim. Bir zamanlar Mark Zuckerberg adında (Mark’ı okudun geçtin, soyadını okuyabildin mi?) bir talebe, “Ben Harvard’dan girerim dünyadan çıkarım. Bütün yalnızları buraya, parayı da cebe kitlerim.” demiş. Sonradan hepimiz kurduğu facebook’un hepimiz müdavimi olmuşuz. Facebook’un anlamı‘’face’’ (yüz) ‘’book’’dan (kitap) oluşan yüz kitabıdır, aynı yemek kitabı gibi… Tarifinden insancıklar yap. Kalplerinden mutluluğu alıp ellerine bilgisayarı verdin mi tamamdır! Bazı vatandaşlar book’unu çıkardılar. Yanlış anlamayın kitabını yani:D

Neyse, çok uzatmadan dillere peleseng olacak facebook tiplerini açıklamaya başlayalım:

Facebook Filozofluğu:Sağdan soldan duydukları özlü sözleri, eşsiz hayat tecrübeleri ile birleştirip yorumlayarak düzenli olarak her gün facebook’a aktaran, bize her gün hayat ile ilgili unutulmaz dersler veren, bu lafları paylaşırken aslında tek dertleri listelerinde bulunan birilerine laf sokmaya çalışmak olan, ki bu sözü edilen arkadaşların ulvi felsefi özelliklerine ters düşmektedir, toplasan hayatlarında 10 tane kitap okumamış sinir bozucu insanların oluşturduğu meslek grubudur. Bu tiplerin ilginç özelliklerinden bir tanesi de büyük büyük laflarının hemen ardından Hadise’nin, Serdar Ortaç’ın falan videolarını şarkının içinde geçen beğendikleri bir sözü klibin tepesine yazıp paylaşabiliyor olmalarıdır. Aynı familyadan, kanımca

daha vahim durumda olan, incelenmesi gereken bir meslek grubu daha var ki “facebook gezginleri” olarak adlandırılırlar.

Facebook Yönetmenleri:Bu grup facebook kast sisteminin 2.kastını oluşturur. Hayatının üçte ikisini film izleyerek geçiren tek arkadaşı elinde bulunan pop corn’u olan. Devamlı sinemaya giden hatta sinemada yaşayan ünlü yönetmenlere üstat deyip onlara ulaşmaya çalışan insan topluluğunun oluşturduğu meslek grubudur. Ek iş olarak filmleri çevirir bunlardan kazanç sağlarlar, genellikle profil resimleri sinemaların önünde çekilir açık renkli fularlı, ağzı pipolu, Şarlo şapkalı, artistlikten sanarsınız ki facebook kurucusu Mark Zuckerberg.

Facebook Gezginleri: Adından da anlaşılacağı gibi devamlı gezen ve gezdikleri yerleri paylaşan bu tipler karada havada suda her yerde gezerler. Duvarları gezdikleri yerlerle ilgili bilgi, resim (genellikle uçak biletlerinin ve ya otobüs biletlerinin resimleri, yedikleri yemeklerin yaptıkları sporların tanıştıkları insanların, aldıkları hediyelerin de resimleri vardır)

Medeni halsizler: İlişki durumları bir şöyle bir böyle olan tiplerdir. Bir gün evli bir gün ayrılmış, bir gün karmaşık bir ilişki içerisinde, Bir gün dul, bir gün birlikte yaşıyor. Bir de öyle bir şeydir ki sanırsın yemiyor içmiyor aşık oluyor. Bu öyle bir tip ki dolmuşta bir kız/erkek görse ilişki durumunu karmaşık yapar.

Duvarda resmim, alemde ismim varcılar: Bu tipler facebook’un bitirim tipleridir. Duvarlarında saçlar biçim biçim, ayaklarda kundura, fotoshoplanmış fotoğraflarda damar sözler, arabesk

Page 15: Lise postası, sayı 7

15 LPliSEPOSTASI

müzikler sevgiliye sitem konulu metinlerle doludur.

Gizemli: “Şimdi değilse ne zaman?”, “Böyle olacağını tahmin edemezdi”, ‘’Az kaldı’’”Göreceksin...”, ‘’Yeni bir başlangıca var mısın” “Bazen olur öyle” gibi mesajlarının ne olduğunu kimse anlamaz. Kendi kendine mırıldanır gibi mesajlar yazan bir Facebook modelidir, zararsızdır. Gizemliden ziyade manasız mesajlar yazarak bizi çileden çıkarmaya devam ederler. Bu gizem öyle derindir ki Good Father gelse çözemez yani o kadar.

Spamcı: Devamlı yeni bir Facebook uygulaması bulup listesindeki herkesi çağırır. Sizi türlü yardıma, sayfaya, gruba ve oyuna çağırıp durur ve reklam e-postaları kadar spamcıdır. Gönderdiği isteklere yanıt vermezseniz spam olarak bildirme yapabilir. Kötü niyetli değildir ama canı sıkılmıştır.

Quiz’ci: Kronik davetkar semptomları da gösterebilen, canı sıkılmış bir başka Facebook gezginidir. Bu can sıkıntısını iyi kötü ayırt etmeden bütün testleri çözmekle geçirir. Aynı zamanda kronik davetkârsa size bütün bu quizleri yollayarak “büyük bir iyilik” yapar.Normal de zaten sınav olmuyormuşuz gibi bir de devamlı bizi sınav yapmaya çalışırlar ya çileden çıkmada ne yap? Dimi ama?

Zombi : “Sabah uyandım”, “Dişlerimi fırçaladım”, “Kahvaltıda yağda yumurta yedim”, “İşten sıkıldım”, “Trafikte sıkıştım”... Ne kadar ilginç mesajlar değil mi? Bunları yapmasının ne kadar zor olduğunu paylaştığı için zombi adında yer alırlar. Namı diğer “The Walking Dead” insanın gününe renk katıyor böyle şeyler! Karşınızda ne kadar hayatla ve düşünceyle dolu bir insan var artık anlayın.

Pazarlamacı: İnsanın başarılarını sevdikleriyle paylaşması güzel bir şey olabilir ama devamlı, devamlı ve devamlı yaptığınız işlerin ne kadar süper olduğundan bahsedenler insanların canını sıkar. Blogundaki her yazıya bir bağlantı veren, çektiği her fotoğrafı yükleyen, yaptığı tabloyu koyan, sınav notlarını veya iş yerinin yaptığı her kampanyayı Facebook’a koyanlar. Facebook yeteneklerinizi tanıtmak ve pazarlamak için iyi bir yer olabilir; ama kimse sadece reklamları izlemek istemez.

Arşivci: Sıradan bir Facebook kullanıcısının 100, bilemedin 200 arkadaşı vardır. Ama sosyal kelebeklerin arkadaş sayısı 1000’e kadar çıkabilir. Allah aşkına kim bu kadar insanı tanıyabilir? Ne derece tanıyabilir? Hayatta konuşmayacağı insanları ekleyenler bu kalabalığın içinden hiç kimseyi hatırlamadan boş kalabalık oluşturuyorlar. Hiç konuşmayacaksan niye ekliyorsun?

Haberci: “Michael Jackson öldü!!! Brad Pitt Angelina Jolie’den ayrılmış! Bunu ilk benden duydunuz, ben söyledim! Herkes benden duydu! Ben ilkim! Herkese ben haber verdim!” Ne kadar sinir bozucu değil mi? Sanki milyonlarca insanla birlikte haberi televizyonda görmemiş gibi... Bu model sinir bozucu olmanın ötesinde zararlı da oluyor. Yalan yanlış haberler saçarak insanları yanlış yönlendirebiliyor. Daha da kötüsü bir kez yalan haberi belleyenlerin, bu yanlışta diretmeleri.

Patavatsız: “Falanca eczaneye basur kremi almaya gitti” “Falanca çakma ayakkabı giyiyor” “Falanca 5 tl’ye doldurma parfüm kullanıyormuş” türünden mesajlar yazabilen patavatsızlar ne var ne yoksa sayıp döker, insanları rezil ederler. «Filanca geçen falancayla öpüşüyordu» der, ilişkileri parçalar. Dedikoducudur ama art niyetliden ziyade boş gevezedir. İlginç olsun diye kimseyi ilgilendirmeyen iğrenç detaylar anlatabilir.

Türkçe özürlü: “Nbrşkrm?” Bu ilk örnek, SMS yazıp durmaktan sesli harfleri yutacak şekilde evrimleşmiştir. Bir başka alt model senelerdir klavye kullanmayı öğrenememiştir veya çok iri parmaklara sahiptir “Ağabey m nezamna yola ıçkıcas?” Yazım yanlışları bir miktara kadar doğaldır ama kasıtlı olarak “shey bak ne dichem” tarzı konuşanlar... onlar başka bir dünyanın insanı. Yalnız öyle yazarlar ki bütün dil bilimciler gelse bu yazımı çözemez. Şifreli yazım kullanarak bu tipler biraz da gizemli olmaya çalışmaktadır.

İlgi hastası: “Bugün çok hastayım”, “Bir gün daha bitti oh be”, “İyi haberlere ihtiyacım var” “Biri bir aşure yapıp getirse :)) ”, ”Canım bir kahve çekti sorma ”türü mesajları zaman zaman herkes yazar. Ancak birileri her gün bu tarz mesajlar yazıyorsa ortada bir sorun var demektir. Sempati avcıları gerçekten sorunludur ama yazdıkları sebeplerden değil. Devamlı ilgi ve alaka çekmeye çalışırlar, çocuk gibidirler.

Sessiz takipçi:İlgi hastasının zıttı karakterde bir karakter. Ses çıkarmazlar, yazı yazmazlar, durum güncellemezler, fotoğraf yüklemezler. Bununla birlikte herkesi takip ederler. Nereden mi anlarsınız? Denk gelir ve bir gün konuşurken daha önce yazdığınız bir yazıyla veya yayınladığınız bir fotoğrafla ilgili bir yorum gelir. Sessizce takip ederler. Bu sessizlik ürkütücü olduğu kadar gibi kaplumbağa gibidir de. Kabuğundan kendisini ilgilendiren bir konu olmadıkça çıkmaz.

Paparazzi: Facebook’ta çekildiğinin farkında bile olmadığınız fotoğraflara rastladıysanız, bu modeli de anlarsınız. Bir partide sarhoş hallerinizi çekip, sizi etiketlemeden yayınlayabilir. Siz fark etmeseniz de paparazzi her yerde, her şeyi çekmektedir. Bu modelin bir alt kolu da yüzlerce fotoğrafınızı yükleyip sizi etiketler. E-postayla uyarıyı kapatmadıysanız sizi uzun bir temizlik bekliyor demektir. Bir de öyle lanet bir şeydir ki çektiği fotoğraflarda Küçük Emrah gibi çıkmışsanız yandığınızın resmidir.

“Fakeciler”: Bu grupla çok karşılaşmışsınızdır.Sizin adınıza facebook hesabı açar ve saçma saçma gönderilerde bulunur. Bir de yakalarsanız “yok o benim sen ‘fakesin’” muhabbetini açmaz mı? Çıldırmada ne yap!

Özenti ve “Hırkızlar”: Paylaştığınız şeyin aynısını paylaşan tiplerdir. Yaptığınız ettiğiniz her şeyden haberdarlardır. Bir de başkasına ait bir sözü kendisi söylemiş gibi alırlar ya. Delirmeyin de ne yapın?

Smile bağımlıları: Gönderdikleri iletilerinin dörtte üçünü smile kaplar. Bunlar sigara ve alkol bağımlıları gibidir, smile koymadan yapamazlar. Ne diyelim Allah kolaylık versin.

Atarlı staylılar: Bunlar genelde arabesk rapçılardır. İngilizce aksanıyla karışık bir Türkçe ile iletişim kurmaya çalışırlar. Bu şekilde şarkı söyleyip video şeklinde facebookta yayımlarlar. Paylaşırken şarkının bir sözü vardır ki akıllara zarar! Örnek: “Doğru söyle sevdin mi onu benim kadar. / Seni sevmediğim gün öldüğüm gündür’.’

Yer bildirme hastaları: Şu şekilde oluyor ki; Ali, Ayşe, Veli bilmem şu lokantada yemek yemekte. Kim ne derse desin bunun amacı şudur. Hahahayt! Naber canım ben şu lokantaya hem Ali’yi hem de Veli’yi koluma takarak gittim. Çatla da patla! Bunun amacını sorduğunuzda ise muhtemelen alacağınız cevap şudur, “Beraber yemak da mı yemiyahk!” Güler misin, ağlar mısın?

Bizce ağlayalım ağlanacak halimize.

Page 16: Lise postası, sayı 7

16LPliSEPOSTASI

diziler, diziler, diziler…

Zamanımızın çoğunu bilinçsizce harcadığımız, her gün evlerimize konuk olan, bizi gerçek hayattan koparan diziler.

Günümüzde hemen hemen her evde izlenen bir sonraki bölümü merakla beklenen “Acaba gelecek bölümde ne olacak’’, “Kim vuruldu’’ düşünceleriy-le aklımızı kurcalayan ve bizleri okumaktan, düşünmekten, manevi hayattan uzaklaştıran hayali karakterler…

Hayatımıza bu kadar hâkim olan dizilerdeki gizli mesajlardan ne kadar haber-darız. Dizilerin bizi ne kadar etkilediklerinin farkında mıyız? İsterseniz bu gizli mesajlara beraber bakalım…

Al ver ekonomiye can ver!Dizi sayısı çok değilken alışveriş tutkusu şimdiki kadar fazla mıydı? İzlediğimiz tüm dizilerde, istisnasız her bölümde, oyuncular elbiseden ayakkabıya, çan-tadan takıya hatta ev eşyalarına kadar sayısız eşya satın almaktadır. Değişik modeller ve markalar dizilerde boy göstermektedir. Ünlü oyuncuların giyim-leri bizim gerçek hayatımızda şüphesiz bir moda akımı ve alışveriş çılgınlığı yaratıyor. Özellikle gençler bu konularda çok hassas oluyorlar. İstedikleri ol-mayınca mutsuzluğa, umutsuzluğa sürüklenen bireyler oluyorlar. Bu da ister istemez yaşamlarına yansıyor…

Mekân olarak okulu seçen dizilerMekân olarak genelde okulu tercih eden gençlik dizileri genç nüfus üzerinde en çok söz hakkına sahip dizilerdir. Sevgililer, öğretmenler, arkadaşlıklar ve dostluklar ayrıca kavgalar, kötü alışkanlıklar da yine en yoğun bu dizilerde işlenir. Bu dizilerde gördüğümüz üzere bizler aslında eğitim görmemeli, okul-dan iyi ve güzel şeyler almamalı ve okul hayatı boyunca gırgır ve şamatayla va-kit geçirmeliyiz. Peki, bu sizce de bizleri yanlış düşüncelere yöneltmiyor mu?

Vuruyorum öyleyse varımYakın bir zamanda yapılan araştırma sonuçlarına göre şiddetin ve ölümün çok olduğu bölümün, dizinin diğer bölümlerine oranla daha fazla izlendiği gözlemlenmiştir. Bu da insanlarımızın şiddete ne kadar meyilli olduğunun ka-nıtıdır. Gerçekten de son yıllarda kadına şiddet ve ölümlerin, cinnet getirme-lerin, katliamların sayısı epey arttı. İşin kötüsü biz artık ölümlere sıradanmış gibi bakıyoruz. İnsanlığımızın önemli unsurlarından olan vicdanımızı acıma duygumuzu yavaş yavaş kaybediyoruz.

Teknoloji “yükleniyor”Teknolojinin her geçen gün geliştiği bir dünyada bunun dizilere yansımaması mümkün değil. Telefonlar, tabletler, bilgisayarlar… Çoğumuz bunları aldır-mak için kim bilir kaç defa ailelerimizi zor durumda bıraktık. Mutlu olmamız için belki de beğendikleri birçok şeyi almayıp bize istediklerimizi aldılar. Sizce aileniz bu davranışları hak ediyor mu? Herkes ailesini sever; ama söz konusu telefon, bilgisayar vb. teknolojik alet veya lüks eşyalar olunca onlara haksızlık etmekten çekinmeyiz.’’ Ama arka-daşımda var çok güzel’’, “Onun telefonu daha iyi” gibi aslında anne-babamızı kıran bu sözleri defalarca yüzlerine vururuz…

Kitap “okuma”Ülkemiz kitap ve gazete okuma oranında gelişmiş ülkelerin çok gerisindedir. Bunun en büyük etkenlerinden biri şüphesiz dizilerdir.

İstisnasız bütün dizilerde vakitler telefon, bilgisayar, sinema veya arkadaşlarla geçirilir. Bizleri apayrı dünyalara götürebilecek olan kitapların varlığından ha-berleri yok dizideki oyuncuların.

Türkiye toplumunun bir yılda kitaba ayırdığı para gülünçtür. İngilizler tara-fından yapılan bir ankette Almanya’da yaşayan bir kişi yılda kitaba ortalama olarak 60 sterlin ayırmaktadır. Bu rakam Türkiye’de ise sadece 2 sterlindir. Bu sıralamada Türkiye Avrupa ülkeleri arasında 40. sıradadır. Kitap okumanın, ihtiyaç sıralamasında kaçıncı sırada bulunduğuna baktığımızda Avrupa ülkele-rinde bunun 22. sırada Türkiye’de 222. sırada olduğunu görürüz.

Bir Japon yılda ortalama 25 kitap, Bir İsveçli 10 kitap, Bir Fransız 6 kitap okur-ken, Türkiye’de yılda 6 kişiye bir kitap düşmektedir.

Günde en azından 25–30 sayfa kitap okuyarak ruhumuzu tazelemek gibi bir şansımız varken zamanımızın büyük kısmını beynimizi yıkayan dizilere yönelt-memiz ne kadar doğrudur acaba?

Bazı diziler kitaplardan yola çıkılarak hazırlanmış olsa da kitap ile alakasız-dır. Gençliğimiz kitaptan ve edebiyattan o kadar uzaklaşmıştır ki ‘’Bu dizinin kitabı çıkmış’’ gibi cümlelerle kitaplar dünyasına olan uzaklıklarını dile getir-mişlerdir. Bu dizilerden birinde aslında geçmişte yaşıyor olması gereken kah-ramanların ellerinde son model telefonlar, evlerinde bilgisayarlar bulunması absürttür. Ama her şeyden öte bunların oluşmasında bizim de suçumuz var.

Bu gibi dizileri izlemeyip şikâyet etsek, köşe yazarlarımız onları yapıcı bir üs-lupla eleştirse, toplumca güzel günler için çalışsak. Her şeyden önce RTÜK’ün işlevini yerine getirmesi için kampanyalar, konuşmalar düzenlesek. RTÜK’ün görünen diziden öte dizinin toplum üzerindeki etkilerini araştırması ve göz önünde bulundurmasını sağlasak.

“Diziler bütün kötülüklerin anasıdır”Silah kullanımı ülkemizde epey yaygınlaşmış durumda. Haberlerde gördüğümüz “Babasının silahını alıp arkadaşını vurdu’’ gibi haberler de dizilerin olumsuz etkilerinin kanıtıdır. Böylece kötü alışkanlıklar ülkede sıradanlaşmış ve toplum üzerindeki etkisi göz ardı edilmiştir. Bunun dışında dizilerde eroin, esrar, hap ticareti de ister istemez bizleri kötü etkiliyor ve bilinçaltımıza giriyor. Köşe başlarında görmekten hiç hoşlanmadığımız uyuşturucu madde alım-satımı bizlere anormal gelmemekte ve bu ticaret gittikçe büyümektedir.

Dizimizi kırıp izlediklerimiz

MEHMET DENİZ

Page 17: Lise postası, sayı 7

17 LPliSEPOSTASI

Bunun oluşmasında tabiî ki dizilerin etkisi tartışılamaz. Bu durum artık sokaklarda rahatça dolaşmamızı bile engelleyecek bir hal almış ve insanların dolaşma özgürlüğünü dahi elinden almıştır.

Samimiyetsiz ilişkilerDizilerin en büyük sorunlarından biri de sevgi yoksunluğudur. Samimiyetsiz ilişkiler, iki günde bir değiştirilen sevgililer. Adına ‘Aşk’ denen çıkar ilişkileri… Bunlar toplumumuzu derinden yaralayan, kötü düşüncelerdir. Etrafımızda bunların yüzlerce örneğini görmemiz sizce normal karşılanabilir mi? Birini sevmek, ona tüm hayatı boyunca sahip çıkmak dizilerdeki gibi basit mi?Biraz empati kurarsak birinin size iki gün önce ‘’Canım, hayatım, her şe-yim’’ deyip iki gün sonra ‘’Seni istemiyorum’’, ’’Bundan sonra hayatımda yoksun’’tarzı cümleler kullanması bizleri derinden etkilemez mi? Sanal hayat-ta sevgili olmalar, özel hayatını açığa vurmalar, daha sonra da terk edildiğin-de hiç görmediği biri yüzünden günlerce ağlamalar da kaynağını gizli mesajlı dizilerden almaktadır.

Masa başında oturup zengin olmak, emek vermeden en güzel arabayı, evi, elbiseyi almak, dizilerin lüks evlerde çekilmesi, insanlarımızda çalışmadan, emek vermeden oturduğu yerden para kazanma fikrini oluşturmuştur. Bu da insanların çalışma şevkini kırmış, alın teri kavramının yavaş yavaş yok olma-sına sebep olmuştur…

Gerçekte de olayın ayrıntısına indiğimizde dizilerin toplum üzerinde yadsı-namaz bir etkisi vardır. Bu etkilerin en aza indirilmesi ve dizilerin olumlu etki bırakması açısından birkaç öneri vermemiz gerekirse şunları sıralayabiliriz:

*Dizilerdeki oyuncuların alışveriş merkezleri yanı sıra kitapçılara, kütüphane-lere gitmeleri.*İkili ilişkilerde daha güzel örnekler verilmesi. İki-üç günlük sevgililer yerine gençlere örnek olabilecek mutlu aileler, anlayışlı bireyler olması.*Şiddet kültürünün dizelerden uzaklaştırılması.*Aile içi ilişkilerde anneye ve babaya saygılı olunması.*Öğrenciliğin güzel bir şekilde lanse edilmesi ve öğretmenlerin görevlerini ciddiyetle yapması*Silah ve uyuşturucu maddeler gibi gençleri kötü yönde etkileyebilecek nes-nelerin gösterilmemesi*RTÜK’ün dizilerde, perde arkasında olan gerçekleri görmesi ve bunlara kar-şı önlem alması*Dizilerin arasında insanları düşünmeye yöneltecek konuşmaların yapılması(arkadaşlık, aile ilişkileri üzerine vs.)*Din, dil, ırk ayırımı yapmadan, her şeyden önce insanlık sevgisini ön plana çıkaran olayların sahneye aktarılması.*Üreten, paylaşan bir gençlik profili çizilmesi*Yozlaştıran ve değersizleştiren kurguların dizilerde yer almaması*Ötekileştiren anlayışların dizilerden uzaklaştırılması*Bazı kesim ve inançların geride kalmışlık çerçevesinde gösterilmemesi* 12. Sınıf

dize gelmekFARUK AKGÜNKabuğunu kırıpYeni dünyaya gelenBir civciv şaşkınlığı var üzerimde.Görmemiştim, dar bir kabuk içindeydimSeni bulana dek.

I. Az önce geçtin önümdenHabersizce ve aniden.Yeni çalınan bir şarkı gibiydin sankiTutamadım ezberimde gözleriniSen gözlerime bakarken derin derinBen saçlarından aşağı kaymak istedim.Kirpiklerinde salıncak kurupUlu orta sallanmak istedim.

II. Göğsünde toplu iğne gibiHazırda bekleyen acıların varkenGitme!

III. Ama olmuyor işteYazıyorumSöylüyorumÖzlüyorumYalnız kalıyorum.

IV. Odamın her köşesindeYankılanıyor çığlık çığlığa yokluğun.

V. Sol yanımda kalanları yazmaklaMeşgulken parmaklarımAdının ilk harfinde ölüyor dudaklarım.

Uyandırdı sanırım sensizlik gözyaşlarımı.Yüzümü terk etmeye başladı hüzün…

* 12. Sınıf

Page 18: Lise postası, sayı 7

18LPliSEPOSTASI

Barınakta kimler var, ne yaparlar?Barınak şu anki hali ile dört kişiden oluşan bir grup. Tabi ki alt metinde daha da fazlası. Grup da cümbüşüyle birlikte bulunan Emre; o ki arada bir sigortalı bir işte olma düşünde, ama hep ‘gitsek’ diyen, Djembe (perküsyon) ile Uzun Emre; o ki boynundaki havlu ile ocak başında, kuytu bir dükkânda, santur ile Halil; belirli bir şeyler düşünme isteğinde, net değil, keman ile Suphi; o ki Latin Amerika’da, hep bir ekmeğe reçel sürüp satarken uyanıyor düşünden. Kısası bu, istediğimizde bu.

Nasıl tanıştınız? Sokakta mı? Sokakta tanışmadık. Hepimiz ayrı ayrı sokakta olmayı düşlemişiz uzun bir vakit, belki de bu düş benzerliği uzun tesadüflerle bir araya getirdi bizi.

Biz çok iyi biliyoruz ki müzik bir barınaktır. Peki, neden sokaklar, neden barınak?Sokakta yapılan müziğin marjinal bir hali yok. Müzik aslında en fazla sokakta var. Markette, telefoncuda, avm’de, vitrinde, vb. yani bu hali ile müzik sokakta çok alışıldık bir şeydir. Oturup müzik yaptığında bu işleyişteki ‘giz’ i yok etmiş olursun. İlgi çeken kısmı da bu sanıyoruz. Sokak kendi normunda hep akan bir halidir dışarının. Müzik kısa bir es oluyor yahut durmak için bir sebep.Barınmak da tekil bir anlam taşımaz, bir villada karşılar barınmayı, bir barakada, bizim tercihimizde ‘Barınak’ oldu.

Türkiye’de sokak müziğini nasıl değerlendiriyorsunuz?Sokak müziği bir müzik türü değildir, belirli bir konsepti ya da tarzı yoktur. Nasıl ki müzik piyasasında birbirinden farklı ve niteliği değişken çalışmalar varsa, sokakta olan müzik içinde aynı şey geçerli. Sokak müziği için genel bir değerlendirme söz konusu değil. Son dönemde müzisyenlerin bariz bir ilgisi var sokağa. Fakat mekânda tutunamayıp sokağa inen de var. Bu karmaşa içerisinde kulağa çok iyi gelen müzikler elbet var. Dahasıyla da gelişmekte, sokakta yapılan müziğin niteliği.

Peki, siz bu barınağa sığınırken beklentileriniz nelerdi, şimdi neler oldu?Karşılık beklentisi anlamında, büyük beklentilerle girişmedik aslında. Bu oluşumla sokakta ‘da’ müzik yapabilmeyi istedik ve bunu yapıyoruz. Tahmin edebileceğimizden daha fazla ve iyi reaksiyonlar ve geri dönüşler aldığımızı söyleyebiliriz. Bu da bizi yeterince besliyor.

Şarkı seçimini nasıl yapıyorsunuz? Grup Barınak beste yapıyor mu?Grubun işleyişi tabii ki kolektif bir halde. Parça seçimlerini öneri-değerlendirme halinde uygun bulunursa çalışıp repertuara ekliyoruz. Beste üzerine çalışma yapmıyoruz; fakat doğaç müziği fazlasıyla işliyoruz ev hallerimizde. Tabi kayda alınan doğaç haznesinden süzdüğümüz ve artık kendimize mal edebileceğimiz ezgiler de barındırıyoruz.

Grup Barınak ile sokakta söyleştik

“Müzigi beraberimize alarak gezinmek istiyoruz”

Page 19: Lise postası, sayı 7

19 LPliSEPOSTASI

Çok dilde şarkılar söylüyorsunuz. Bu çok güzel bir duruş. Peki, çok dillilik sokakta hangi etkiyi yaratıyor?Sokak sürekliliği barındırmıyor içinde, reaksiyonu da değişken oluyor müziğe ve yabancı bir dile. Hangi sokakta olduğun dahası hangi kentte olduğun, bu sorunun cevabını değiştirebiliyor. Bulunduğumuz yer Mersin özelinde; farklı dillerdeki müziğe yaklaşımı gayet iyi. Çok farklı kültürleri bir arada bulundurma özelliği taşıyan Mersin, farklı dillere aşina. Bu açıdan büyük bir fark yaratmıyor çok dillilik.

Müzik yaparak Anadolu’yu ve dünyayı dolaşmak istiyorsunuz. Bu ne sevimli bir hayal öyle! Bundan bize biraz bahseder misiniz?Aslında göründüğü kadar sevimli bulmayalım. Bizim için bir hobi tanımı değil bu. Sürekli gitme halinde olmayı isteyen arkadaşlar da var aramızda, belki de hepimiz. Daha yaşamsal bir zemine oturtma arzusu. Yol almayı, tanımayı, kaybolmayı, görmeyi, unutmayı... -temelinde yol almayı- Müziği taşıyarak, beraberimize alarak gezinmek. Sadece büyük geniş sokaklara ve metropol kentlere götürme isteği değil. Bunların beraberinde, köy, kasaba, ne bileyim belki barakaya da uğraklama. Yani bütünü az biraz plansız. Doğaçlama bir hikâye bekliyoruz bu turdan.

Barınak ismi davetkâr bir isim. Kapınız, gelecek olan müzisyenlere açık mı?“Barınak Müzik Topluluğu” diyoruz zaten tanımımıza. Evet, elbette açık. Her oluşumun olduğu gibi belirli kıstasları baz

alarak daha fazla müzisyenle bir arada olmayı istiyoruz. Çoğu etkinliğimizde de bizimle beraber olan müzisyen arkadaşlarımız var. Grup sayısı olarak esnek davrandığımızı söyleyebiliriz .

Geçiminizi sokaklarda müzik yaparak sağladığınızı söylüyorsunuz. Müzik karın doyurur mu?‘Geçinmek’ tanımını nasıl yaptığımızla fazlasıyla ilişkili. Biz mekân müziğine karşı değiliz, uygun şartların (asgari) sağlandığı her alanda müzik yapmayı düşünebiliyoruz. Kendi alanımız olan sokağı daha fazla tercih ediyoruz tabi ki. Hâlâ yaşıyorken beklentilerimiz daha soyut ya da belki düşünsel diyebiliriz. Bu sebepten diyebiliriz ki, “yaşamsal ihtiyaçlarımızı karşılayabiliyoruz.” Uğraşımızın odağı hiç bir halde maddiyat odaklı olmadı ve olmasın da istiyoruz. Sanıyoruz ki müzik, hayattan gayrısını da besliyor, tatmin ediyor.

İnsanlar sizi nasıl dinleyebilir?Bizi sokakta dinlemelerini tavsiye ederiz. Bu her zaman mümkün olmuyor. Bizim içinde, dinleyiciler içinde. Buna alternatif olarak, en azından unutmamaları için yüzümüzü, sosyal paylaşım sitelerinde yüklü video kayıtlarımız var: “facebook ve youtube’de.”

Son olarak, grup Barınak bir albüm yapmayı düşünüyor mu? Albümünüz olursa eğer, o da sokakta mı satılacak?Kendi düzenlemelerimiz olan parçaları kayıt alarak CD şeklinde sunma isteğimiz var. Tabi bu kayıtları da müzik yapıyorken sokakta, kendimiz sunmak istiyoruz dinleyiciye.

Sokak kendi normunda hep akan bir halidir dışarının.

Müzik kısa bir es oluyor yahut durmak için bir sebep

Page 20: Lise postası, sayı 7

20LPliSEPOSTASI

Yüzüklerin Efendisi, Legolas. Çok iyi okçu. (Alparslan Gökçe)Mutluluk, Meryem. Zor şartlar altında ayakta durmayı başardığı için.(A. Ayça Kayhan)Çalıkuşu, Feride. Bu kadar zorlu bir hayat yaşamasına karşı “hayata gülebilmesi”(İpek Mutluay)Harry Poter,Harmione. Çok sempatik, zeki ve güzel olduğu için. (Mervan Doğru)Şeker Portakalı, Zeze. Hayal dünyası ve olağanüstü aklı ile mükemmel bir çocuk aynı benim çocukluğum ama sadece hayal dünyası ile.(Fulya Yıldız)Aşkın Gözyaşları, Şems. Bu hayatta yaşamam gereken gerçek aşkta benim yanımda olmasını istediğim için.(Suzan Serin)Sherlock Holmes. Dedektifliği çok seviyorum dolayısıyla Holmes’ın kişiliği de muazzam bir dedektif olduğunu gösterir. Aklı ve çevikliğiyle insanları kendine hayran bırakıyor. (İsmail Elçi)Aşk. Şems-i Tebrizi. Şems gibi aydınlık saçmak istiyorum.(Çetin Duman)Robin Hood. Çünkü zenginden alır bana verir.(Talha Akkaynak)Raskolnikov. Yalnızlığa derman olmak için. (Fatma Tok)Suç ve Ceza,Sonya. Raskolnikov’un sevgisine şahit olmak için.(Perihan Cankatar)Bozkurtlar, Kürşad. Onun gibi kahraman bir kişilikle arkadaş olmak insana onur ve gurur verir. (Ömer Depedelen)Adı: Aylin, Aylin. Özgürlüğü ve hayatta tadılmış olabilecek her şeyi tatmış olduğu için. (Halime Akkuşlu)Sherlock Holmes. Adam bütün gizemleri çözüyor, uçuyor, kaçıyor süper bir adam çok zeki ve çevik biri.(Muhammed Kılcı)Bin Muhteşem Güneş. Meryem. Meryem’in duygularını paylaşabilmek için.(Berivan Boz)Edremitli Seyit Onbaşı. Kendi kahramanlığını bir de bana anlatmasını isterdim.(Özen Çelik)Aşk-ı Memnu. Nihal. Arkadaş olmak isterdim. Çünkü çok masum bir kız.(Çağla Bayram)Eylül romanındaki Eylül. Onun gibi yardımsever, iyimser birini tanıyıp arkadaş olmak isterdim. (Ayşe Herdem)Frankiestein romanındaki Frankiestein. Arkadaş olmak isterdim çünkü insanların onu ötekileştirmesine rağmen o mücadelesinden vazgeçmemiştir. (Melis Özden)Mo’nun gizemi. Yuma. 2000 yıl önce nesli tükenmiş olan muhteşem mo canlısının tekrar hayata geçirilişini görebilmek için. (Sakine Baran)Çalıkuşu, Feride. Bütün yaşadıklarına rağmen ayakta durmayı başarabildiği için.(Filiz Çoban)Uçurtma Avcısı, Hasan. Öyle arkadaşlığı olan bir insanla arkadaş olmanın büyük mutluluk kaynağı olacağına inanıyorum.(Nuray Karacura)Tutunamayanlar, Olric (iç ses). Her şeye bir cevabı olduğu için.(İlknur Ceylan)

HazırlayanlarTUĞBA KARAASLAN / NEŞE GÖRÜCÜ

Anlıyordu kara çocukAnlıyordu ve susuyorduHiçbir ses yakınHiçbir mavi keskin kokmayacaktıYakın değildi halbuki ölümCeplerinde çocukluğu vardıBir avuç gülüşBir avuç sevgiBir avuç anneKalan yokluktuKalan talan

Çelik halka nasıl da kızgınNasıl da sıcaktıSuç kara olmaktıNefes almaktıKuş olmaktıSonraSonra kuş sustuKanadı kırıldı kuşunSonra, sonra sessizlikSonra keskin mavilikSonrası hep yokluktu.

Seni düşünürkenİçimde bir kuş kanat çırparBir kanat sen için Bir kanat ben için Seni düşünürkenİçimde saklı bir sevinç doğarBunu kuş mu yapar sen mi?Bilemem

Yoksun. Günlerim yok. Ufuklar uzak.Çaresizlik şehrimdir benimYalnızlık sokaklarımda başıboş bir köpekElin elimde değil. Mevsim hep kışYüreğim yetim bir çocukKüreğim kırık. Sandalım ne işe yarar?Son fırtınada kanatlarım da kırıldı.Uçamıyorum ne sana ne uzağaÇaresizlik benim başkentimAşk, sokaklarımda üzgün bir dilenci artık.

Sözlerin yok. Umudum yok. Ayaklarım da öyle.Sende bıraktıklarım sende amaBiliyorum bunu ve özlüyorum bu yüzdenZor zamanlar yaşıyorum, olmadığın bir çağdaBen düştüm, ben kalkmalıyımBunu da biliyorum.Sen, sokaklarımda en kalabalık kitlem olmalısın.

İyi ol. Sağ ol. Ama mutlu olma.

Page 21: Lise postası, sayı 7

21 LPliSEPOSTASI

Kışlar geçiyor yorgunSürgün yemiş aynalar. (Büşra Kılıçvuran)

Çocukluğumda olduğu gibiHaber bekledim kuşlardanGeçen zamana aldırmadanOturdum düşündüm seniSürgün oldum kalbinden. (Kübra Ulusal)

YaşamakHer gün bir ölünün ceset kolcusu. (Eylem Sungur)

Bu yokuşlu dünyadaBitkin düşüyor kalbimiz. (Cebrail Solmaz)

Kış güneşe sürgün Ben aynalara. (Berivan Yaman)

Yokuş olmuşum ben yorgunluğaSensizlik kokar yorulduğum yollar. (Ferhat Toy)

Bir oynamaya bakardım, yokuş olurdu yollarNerden çıkarsam çıkayım, sana gelirdi yollar. (Kadir Tekkıran)

Sen varken kuşlar kadar hürdümYokluğum aynı yokuşu defalarca tırmanıpYorulduğumla kalmaktır. (Funda Atmaz)

Dün geçmişte kaldıBugün yine zorluyor yaşam (Emine Ünal)

Bugün anılar dün gibi yakınDün kadar uzak. (Baran Akkoç)

Bugün, dünden kalanlardır. (Filiz Çapar)

Ceplerimde çakıl taşlarıMaviydi dün gökyüzü. (Elife Göl)

Boğazımdaki düğüm,İçime akan kansın. (Hatice Dede)

Fotoğraflarda kaldı acısız kahkahalarSuya, ateşe, toprağa, havaya

En çok da kendime kırgınım( Emine Sarıbay)

Vapur sesleri sebep olsun sevincimize (Şükran Tayhan)

Keşke diyorKeşke hayatın kanatları olsa (Ayşegül Gönül)

Bir çocuğu kandırır gibi sev beni. (Davut Oğuz Kendir)

Sebep aramadan bekliyorum seni (Esmanur Gilik)Affet edecek kadar sevdim Ummadığım anda uçar kanatsız. (Gökhan Centlioğlu)

Güvercinin kanat çırpması gibidir sevinç. (Sabiha Arslan)

Su ve ağaç neye yarar fotoğraflarımda. (Ece Korkmaz)

Fotoğraflarda kırgınTrenlerin bir anlamı yok. ( Fatma Görünmez)

Dönüşün fotoğraf olur gözümde. (Talip İlya)

Su olup aksaydın gözlerimeSon istasyonda. (Büşra Çocuk)

Büyük umutları kucağıma alıpHayallerin uğultusuna kanıyorum. (Merve Sargın)

Sular bile kesik sanaAğaçlar kırgın. (Melek İkiz)

Sensiz geçen bir ömrümüDallar usulca ağlıyor. (Muhammed Atman)

Sana yolcu olan bu kalbimAşka gitmekte. Seni sevmekte. (Hasan Behiç Bozkurt)

Kışın solgun ve gizli gecelerinde seviyordum seniHer şey geçti ve geçtim kendimden. (Mehmet Deniz)

Aşk, üzgün bir kuş gibi hep dal arayacak. (Gülsüm Atilla)

Çocuklar akşama küskün gidiyorÇocuklar geçmiş gidiyor kuytulara. (Hüseyin Nazlı)

Yaramın büyüdüğünü fark edinceKir bulaşıyor sakallarıma. (Serhat Yıldırımlı)

Yağmurların kuytu akşamlarındaÇocukluğum geçmiş günlerde kaldı. (Mehmet Aslan)

Ayaklarında pişmanlıkYolcu gider solgun kışa. (Refika Boz)

En çok da kendime kırgınım( Emine Sarıbay)

Page 22: Lise postası, sayı 7

22LPliSEPOSTASI

Scott Fitzgerald’dan yazarlara öğütler1 Yazmaya not alarak başlayın. Bir şey düşündüğünüzde, bir şey hatırladığınızda onları ait oldukları yere koyun. Düşündüğünüz anda yazıya geçirin. Onları ikinci kez düşündüğünüzde asla ilki kadar canlı olmayacaklardır.2 Hikâyenizin ayrıntılı bir taslağını çıkarın. Bir dosya alıp ilk sayfasında yazacaklarınızın bir planını yapın ve en az iki ay onun üzerinde çalışın.3. Çalışmanız bitmeden yazdıklarınızı kimseyle paylaşmayın. Tersini yaparsanız, yazdıklarınızın bir bölümünü kaybedersiniz. Yazdıklarınız, size daha az ait olur.4 Tipler değil, karakterler yaratın. Önce bireyler ile başlayın, tip kendiliğinden gelecektir. Eğer tiple başlarsanız sonunda hiçbir şey ortaya çıkaramadığınızı fark edersiniz.5 Bilindik sözcükler kullanın. Tekrardan kaçınmak zorunda kalmadıkça ya da ritme ihtiyaç duymadıkça bilinmedik kelimeler kullanmayın.6 Cümlelerinizi canlı tutmak için sıfatlar değil, fiiller kullanın.7 Acımasız olun. Eserlerinize bir bütün olarak bakın ve eğer işe yaramayan bir bölüm varsa ondan kurtulun.

Sait Faik Müzesi yeniden kapılarını açıyorOcak 2010’dan bu yana yenileme ve güçlendirme çalışmaları nedeniyle ziyaretlere kapalı bulunan Sait Faik Abasıyanık Müzesi, yazarın vefatının 59. yılı olan 11 Mayıs 2013 tarihinde kapılarını yeniden açtı.Çağdaş müzecilik anlayışıyla yeniden yapılandırılan müzede yazarın kişisel evrakı (fotoğraflar, kimlikler, mektuplar, sağlık belgeleri, raporlar vb.), eserlerinin taslaklarının bulunduğu arşiv ve Abasıyanık ailesinin ve Sait Faik’in kişisel eşyalarının çoğu evin kullanıldığı zamanki haliyle sergilenmeye devam edecek.

Edebiyat izini duvarına as!Okuma yazma öğrendiğimiz günden itibaren, her okuduğumuz kitabı sırasıyla kaydetmiş olsaydık, parmak izimiz kadar özel bir listemiz olacağı kimin aklına gelirdi. Cheryl Sorg kitaplara düşkün bir sanatçı. Cümleleri, sözcükleri kesiyor, biçiyor, yeniden düzenliyor. Bazen kitabın temasından, bazen hikâyesinden esinlendiğini söylüyor. NY, Boston, San Diego’da nitelikli salonlarda kişisel ya da grup pek çok sergiye katılmış kes-yapıştır çalışmalarıyla. Şimdi de, dileyen kitapseverlerin parmak izini çıkarıyor. Sistem basit. Sanatçıyla irtibata geçtiğinizde, size mürekkep ve karton gönderiyor. Parmak izinizle birlikte, favori 50 kitap adını da verirseniz, belli bir ücret karşılığı Edebiyat İzinizi salonunuzun duvarına asabilirsiniz.

Yunus Emre’nin bilinmeyen şiirleri bulunduAhi Evran Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Fatih Köksal, Yunus Emre’nin bilinmeyen on yedi şiirini bulduğunu açıkladı.

Sait Faik Hikaye Armağanı Sine Ergün'ünHer yıl Sait Faik’in ölüm yıl dönümünde verilen ve bu yıl 59. kez sunulan Sait Faik Hikaye Armağanı’nı, Bazen Hayat isimli kitabıyla Sine Ergün kazandı.

Freud'un meşhur divanı tamir edilmeyi bekliyorPsikanalizin "baba"sı Sigmund Freud’un hastalarının sorunlarını dinlediği ünlü terapi divanı, 5 bin poundluk onarım için kaynak arıyor.

Ödüller Sibel K. Türker’eSibel K. Türker’in romanı Hayatı Sevme Hastalığı bu yıla damgasını vuracağa benzer. Aldığımız haberlere göre roman, hem Yunus Nadi Roman Ödülü’nü, hem de Duygu Asena Roman Ödülü’nü aldı.

Şiir Kütüphanesi bir yaşında!Tüm şairlerin sesli şiirlerinin, yaşam hikâyelerinin, el yazılarının, fotoğraflarının, ses kayıtlarının, şiirlerden doğmuş şarkıların, şiir dergilerinin bir arada olduğu bir kütüphane hayalinden yola çıkarak Türkiye’de açılan ilk Şiir Kütüphanesi, 30 Mart’ta birinci yılını, şairlerini ağırlayarak kutladı.

Shakespeare “acımasız” bir iş adamıymışDünyanın en seçkin drama yazarı olarak kabul edilen İngiliz edebiyatçısı Shakespeare, aslında “acımasız” bir iş adamıymış. Galler’deki Aberystwyth Üniversitesinden bir grup akademisyenin yaptığı araştırma, ünlü ozanın, kıtlık döneminde tahıl işinden para kazanan bir iş adamı olduğunu gösterdi.

Erdal Öz Edebiyat Ödülü, Cemil Kavukçu’nun oldu2008 yılından bu yana, Erdal Öz’ün anısını yaşatmak için ailesi ve Can Yayınları tarafından her yıl bir yazar yada şaire verilen Erdal Öz Edebiyat Ödülü bu yıl Türk öykücülüğünün önemli isimlerinden Cemil Kavukçu’nun oldu.

Hangi yazarın Nobel Edebiyat Ödülü’nü almasını istersiniz?Uzun bir hazırlık sonucunda gerçekleşen, büyük bir özen ve sorumluluk gerektiren soruşturmanın sonucuna göre, işte Nobel Edebiyat Ödülü’nü alması en çok istenen ilk 10 yazar: 1. Yaşar Kemal 2. Leylâ Erbil 3. Gülten Akın 4. Adalet Ağaoğlu 5. Hasan Ali Toptaş 6. Murathan Mungan 7. İhsan Oktay Anar 8. Enis Batur 9. Latife Tekin 10. Tahsin Yücel

Kitapların ilk cümleleri enstitüsü: İncipitYeryüzünde bugüne dek yazılmış bütün kitapların ilk cümlelerini bir araya toplamak için İncipit Enstitüsü kuruldu. Usta yazar Enis Batur’dan ilhamla kurulan enstitü ‘şimdilik’ üç edebi türe yoğunlaşmış durumda: Roman, öykü ve deneme. Türk ve dünya edebiyatından pek çok eserin yer aldığı İncipit Enstitüsü www.incipitenstitusu.com adresinden yayın yapıyor ve enstitünün kitaplığı, yazarların ve okurların katkılarıyla gittikçe büyüyor.

Sedat Simavi Edebiyat Ödülü Ahmet Cemal’inTürkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin kurucu başkanı Sedat Simavi adına 36 yıldan bu yana sürdürülen ödüllerin, bu yılki sahipleri açıklandı. 2012 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’nün sahibi, geçtiğimiz Eylül ayında okurla buluşan Lanetlenmiş Ağustosböcekleri’nin yazarı Ahmet Cemal oldu.

Kaynak: sabitfikir.com, notosoloji.com

Page 23: Lise postası, sayı 7
Page 24: Lise postası, sayı 7