gölgeler giris

23
GÖLGELER

Upload: onokumalar

Post on 12-Jul-2015

86 views

Category:

Documents


2 download

TRANSCRIPT

Page 1: Gölgeler giris

GÖLGELER

Page 2: Gölgeler giris

Gölgeler

Özgün adı: Ashes Trilogy: Shadowsİlk olarak 2012 yılında İngilizce dilinde, Shadows başlığıyla Egmont USA tarafından basılmıştır. Tüm hakları saklıdır. © 2012, Ilsa Bick Yazan: Ilsa J. Bick

Çeviri: Barış Emre AlkımYayına hazırlayan: Senem Kale Grafik uygulama: Havva Alp

Türkiye Yayın Hakları: Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.Tüm hakları saklıdır. Bu kitabın hiçbir bölümü yayıncının izni olmadan kullanılamaz.

İstanbul 2012

ISBN: 978-605-09-1173-2Sertifika no: 11940

Basım yeri: Yıkılmazlar Basın Yayın Prom. ve Kağıt San. Tic. Ltd. Şti.Adres: Yalçın Koreş Cad. Basın Sanayi Sit. No:13-14 Yenibosna-İstanbulTel: (0212) 515 49 47

Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.19 Mayıs Cad. Golden Plaza No:1 Kat:10 Şişli 34360 Tel: (0212) 373 77 00 / Faks: (0212) 246 66 66 www.dexkitap.com / [email protected] / [email protected]

Page 3: Gölgeler giris

I L S A J . B I C K

GÖLGELER

Page 4: Gölgeler giris
Page 5: Gölgeler giris

Savaşanlar İçin

Page 6: Gölgeler giris
Page 7: Gölgeler giris

İnsanlar eskisi gibi değil. SHIRLEY JACKSON

Page 8: Gölgeler giris
Page 9: Gölgeler giris

9

Başlangıç

FUBAR. Jed’in onlara verdiği isim buydu işte. Bir kez deniz piyadesi oldu mu, öyle kalırdı insan. Hem çocuklara başka ne dese bilemiyordu. Kimisi zombi diyordu onlara ama doğru de-ğildi bu. Zombi diye, yürüyen ölülere denirdi. Bu çocuklar ise tam tersiydi. Ortalıkta Chucky lakabı da dolanıyordu; büyük ihtimalle Vietnam’ı aklından çıkaramayan bir savaş gazisi tara-fından ortaya atılmıştı, ancak doğruluk payı vardı. Tıpkı Viet-kong’daki gibi, bir anda tepenize çullanıveriyordu bu çocuklar.

Chucky’ler kâbustular da. Bir kızın ya da bir oğlanın sura-tını taşıyan canavarlardı. Tıpkı eski filmlerdeki, bir manyağın ruhunu taşıyan küçük oyuncak bebekler gibi.

Ekim ayı başında, tüm dünyanın FUBAR’dan nasibini al-dığı o gün, Michigan’da, Watersmeet’in dışındaki yardımlı ya-şam tesisinde Grace’le birlikteydi. Daha bir saniye önce onun alt dudağına bulaşmış lapayı siliyordu. Derken, kim bilir ne kadar zaman sonra, kendini tahıl lapasının içinde sere serpe yatarken bulmuştu. Kulaklarından kan sızıyor, bir baş ağrısı matkap gibi beynini deliyordu. Grace de oradaydı. Yüzündeki o ablak bakıştan artık eser olmayan kadın ona, “Jed, aşkım, galiba altıma kaçırmışım,” demişti.

Page 10: Gölgeler giris

I L S A J . B I C K

10

Teknik olarak, Grace aslında altındaki beze işemişti ama ki-min umurundaydı? Tatlı Grace geri dönmüştü. Mucizeydi bu...

Koridora çıkıp da cesetleri gördükleri an başlarından aşağı kaynar sular dökülüvermişti. Hastabakıcılar, hemşireler, dok-torlar, hepsi de mikado çöpleri gibi etrafa saçılmıştı.

Torunları Alice ise uysal bir tavırla annesinin gözlerini yi-yordu.

Bunların üstünden hemen hemen dört ay geçmişti. Şimdi Ocak ayının ikinci haftasındaydılar ve Michigan’da değil, Wiscon-sin’deydiler. Sabahın bu erken saatinde güneşin ışıkları mas-mavi gökyüzünden seyrek ve cılız bir biçimde dökülüyordu. Hava durgundu ve insanın beynini donduran, etini deşen o soğuk yüzünden, adeta cam gibiydi. Patikada kar ayakkabıla-rıyla yürüyen, göl kenarındaki yaprak dökmeyen sık bitkile-rin arasına giren Jed’in şöyle güzel bir ateşe özlem duymasına yol açıyordu bu hava. Ormanın daha da içine, gölün kıyısına doğru giden keskin dönemeçte durakladı ve yüz seksen de-rece döndü. Yerlerini ispiyonlayan o gri duman sütunu olma-dan bile, yaklaşık dört yüz metre ötedeki, ağaçlık kumtaşı ya-macın tepesinde dikili kulübelerini görebiliyordu. Günün bu saatinde, kulübenin büyük penceresi lacivert bir dörtgenden farksızdı, sahip oldukları iki at ise tüfek saçması kadar ufak görünüyordu.

Vietnam, tıpkı tanıdığı her gazi gibi Jed’in de hem içinde hem dışında iz bırakmıştı. Kurşunu sol gözüne yemiş olması başlı başına kötüydü. Bu da yetmezmiş gibi, mermi çapraz bir yol izleyip aşağı inmiş, başının arkasından çıkmıştı. Bir anda sol gözü jöleye, sağ oksipital lobu ise işlevini yitirerek yulaf lapasına dönmüştü. Teknik bakımdan, sağ gözü hâlâ sağlamdı ancak beyin hasarı, Vietnam’ın ardından sözcükleri tanıyama-

Page 11: Gölgeler giris

G Ö L G E L E R

11

yacağı ve okuyamayacağı anlamına geliyordu. Renkler de uçup gitmişti. Uyandığında gördüğü dünya küllü gri tonlardan iba-retti, oysa rüyaları ve eski anıları daima rengârenkti. Tüm bun-lar yetmezmiş gibi, Deniz Kuvvetleri deli doktorlarının halüsi-nasyon dediği, hayalet uzuvların görsel halini andıran tuhaf mı tuhaf parıltılar görmeye başlamıştı.

Ne var ki, tıpkı Grace gibi... o da bugünlerde daha farklıydı.Şimdi doğrulmuş, gözünü uzaktaki kulübeye dikmişti. Ha,

sol gözü hâlâ kördü, göz yuvarı çoktan gitmiş, göz çukuru ise et kaplı plastik bir doku doldurulmuştu. Yapay bir göz taktır-ma işine hiç girişmemişti. Muhtemelen, başkalarını rahatsız etmekten çekinmediği içindi. Vietnam, dişlerinin arasına gi-rip hiçbir şekilde çıkmayan, sinirli bir et parçası gibi sımsıkı yerleşmişti beynine. Kendisinin unutamadığını başkalarına neden unuttursundu ki?

Fakat sağlam sağ gözü hâlâ iş görüyordu. Hem de hiç olma-dığı kadar iyiydi şu sıralar. Zaten, kopkoyu görünen pencereye de bu gözünü dikmişti. Biraz bekledi, bir an sonra gözünün önünde tül perdenin gevşek kıvrımları belirdi. Görüşü daha da netleşince içerideki deri kanepeyi ve yanan ateşin öfkeli, tu-runcu nabzını seçebildi. Ta en arkada, evin iyice içinde Grace’i gördü. Üstünde... Dikkatini topladı, zihnindeki nişangâhı ayar-ladı. Evet, Grace’in üstünde tüylü pembe bir kazak vardı ve ka-dın hiç şüphesiz her bir kaşığa kaç kahve taneciği düştüğünü hesaplayarak, eski bir demliğe kahve dolduruyordu.

Kendisinin bir anda kartal gözlerine sahip olması gibi, Grace’in rakamlarla arasının iyi olması da acayipti. Grace es-kiden de zekiydi. Hemşirelik okulunu birincilikle bitirmişti ve matematikte üstüne yoktu. Jed hep, onun on beş yıl daha geç doğmuş olsa bir doktor ya da roket bilimci olabileceğini düşün-müştü. Fakat Michael’dan sonra kadın asla toparlanamamıştı.

Page 12: Gölgeler giris

I L S A J . B I C K

12

O yüzden de alzaymıra yakalanışı... aslında bir nevi kurtuluş-tu. Fakat FUBAR olmuş, Grace’in ta en başından beri gizli bir kasada sakladığı bütün hesaplamalar, bütün denklemler açığa çıkıvermişti.

Oğlanı kurtaran da Grace olmuştu. Kırk küsur yıllık hem-şirelik deneyimi ve birikmiş zekâsı, tam zamanında Hızır gibi yetişmişti. Oğlanı iyileştirmek Grace’e de iyi gelmişti. Tabii ki kırık bir kalp kendini ne kadar tamir edebilirse... Grace, oğla-na Michael’mış gibi davranıyor, oğlan da onun kendini böyle kandırmasına göz yumuyordu. Jed bu yüzden ona delicesine bağlanmıştı.

Odd Gölü, Wisconsin’in Bad River Rezervasyon bölgesinin güneybatısında, Nicolet’in derinliklerindeydi. Jed’in buzda ba-lık tutmak için kullandığı kulübe –tır dorsesine oturtulmuş ve içi boşaltılmış karavan– kıyıdan rahatça 750 metre açıktaydı. Gölde biraz daha ilerleyip hafifçe sola dönerseniz buzun önce inceldiği, sonra on beş yirmi metreliğine tümüyle kayboldu-ğu ve lacivert-kara suların göründüğü bir yere geliyordunuz. Bunun nedeni, Minnesota’dan Ashland’e kadar yer kabuğunu yaran Douglas fayının bir kolunun gölün altından geçmesiydi. Gölün dibindeki çatlaktan çıkan su, birkaç derece daha sıcaktı. Dolayısıyla kışları o kısım hiçbir zaman tümüyle donmazdı. Göle, garip anlamına gelen Odd isminin verilmesi de bundandı işte. O ince buzun üstünde haddinden fazla ilerleyecek olursa-nız, bunun intihardan farkı yoktu.

Kayık evi yıpranmış olsa da sağlam sedir ağacındandı. Ku-zeye bakan bir kapısı ve batıya bakan, çam ağacından kepenk-leri vardı. Şimdilerde karla örtülü olan, ince kum birikintisin-den bir burnun üstündeydi. Yirmi beş yıl önce, daha Michael on altı yaşındayken kendine ait bir yer istediğinde içini bera-berce yapmış, pencereleri monte edip yalıtım malzemesiyle

Page 13: Gölgeler giris

G Ö L G E L E R

13

kaplamış, sonra alçı panelleri döşemiş ve rafları çakmışlardı. Su tesisatı, elektrik şebekesi ya da gösterişli şeyler yoktu bu-rada. Oğlunun tek istediği biraz huzur ve bir de yataktı. Üç yıl sonra orduya yazılan Michael’ın yatağı hâlâ duruyordu ama deniz piyadesinde huzur kalmamıştı. On yedi yıl sonra, mavi üniformalı ve ağırbaşlı üç adam kapılarını çalmış, iki hafta ge-çince de Michael üstü bayrakla kaplı bir tabut içinde dönmüştü Anbar yöresinden. Artık istemediği kadar huzura kavuşmuştu.

Jed’in inanılmaz keskinlikteki gözü, kuzeydeki kapının açıldığını anında fark etti. Fakat Tanrı biliyor ya, şu menteşe-lerin gıcırtısı herhalde ta Yukarı Yarımada’dan bile duyulmuş-tu. Dışarı ilk fırlayan, heyecanla hoplayıp zıplayan bir golden retriever oldu. Biraz sonra da karın beyazlığı üzerinde kara bir siluet gibi görünen ince ve atletik vücutlu oğlan onu takip etti. Jed kendini tutmasa, tıpkı Grace gibi, bunun gerçekten Michael olduğuna inanabilirdi. Fakat tam da o anda köpek onu görüp havladı, oğlan el salladı ve o tatlı acı an geçiverdi.

“Erken dönmüşsün. Baxter’s nasıldı?” diye sordu oğlan, Jed bata çıka ilerlerken.

Baxter’s dedikleri, yarımadayla sınırın hemen batısındaki eski bir yem ve tuzak mekânıydı. İnsanların mal takası yapıp dedikoduları paylaştığı tarafsız bölgeye gidiş geliş dört günlük mesafedeydi.

“Fena değildi. Şu menteşelerin biraz daha WD-40’a ihtiyacı var. Sana halletmeni söylemiştim.”

“Kusura bakma. Ama Spitfire’ı bitirdim. Kontak kablolarını söküp atmam yetti. Artık ipi çeker çekmez tekne çalışıyor. Gü-rültü çıkar diye denemedim ama ateşleme yapıyor.”

“Ya, öyle mi? Eline sağlık.” Jed’in dikkati dağılmıştı. Tac–Ops Bravo 51 modeli tüfeğini çıkarıp kayık evinin duvarına yasladı sonra kar ayakkabılarını çözmek için eğildi. Bravo iyi

Page 14: Gölgeler giris

I L S A J . B I C K

14

bir silahtı ama Vietnam’da keskin nişancılık yaptığı günlerde kullandığı M40’ın, yani Kate’in eline su dökemezdi. O silaha, İngilizcede “bütün düşmanları öldür” sözcüklerinin baş harf-lerini birleştirerek Kate adını vermişti. Jed kar ayakkabılarının bağcıklarını çözerken köpek gelip yüzünü yaladı. “Otur, Rale-igh. Seni ihtiyar seni.”

“Bir şeye mi sıkıldın Jed?”“İçeride anlatırım.” Menteşelerin çığlığı yüzünden dişlerini

sıkan Jed, oğlanın peşine düştü. Kayık evi, onun Harley mo-tosikletini, eski model Spitfire’ı, birkaç kanoyu ve kar aracını alacak kadar geniş, fakat yalıtıma rağmen buzhaneden farksız-dı. “Yapma be evlat, sana mutfak tüpünü sorun etme demiştim. Üşümemen lazım. O bacağın kilitlenip kalsın mı istiyorsun?”

“Ben iyiyim,” diye itiraz etti oğlan. Ama Jed, ısıtıcının düğ-melerini kurcalamaya başlamıştı bile. Gereğinden fazla sinir-liydi, sebebini de biliyordu.

“Jed.” Omzundaki eli hissetti. “Hadi anlat.”O da önce kuzey kapısının menteşelerine, sonra kayan ka-

pının raylarına ve tekerleklerine WD-40 sürerken anlattı. İşini bitirdiğinde kutunun yarısı boşalmıştı ve oğlanın ağzını bıçak açmıyordu. Jed ona, “Şaşırmadın,” dedi.

“Hayır.” Bir alet kutusunu karıştıran oğlan, esnek saplı bir lokma anahtarını seçti. “Hangi kısımdanız dediler?”

“Kimse bilmiyor. Kara Kuvvetleri de olabilir, başkası da. Donanma pılını pırtısını toplayıp Clam Gölü’ndeki o telsiz is-tasyonundan kaçtığından beri buralarda gerçek bir ordu yok. Kalıbımı basarım şu paralı özel ordulardandır. FUBAR önce-

sinde de gayet örgütlenmiş haldeydiler.” WD-40 kutusunu bir rafa fırlatan Jed, Road King’inin selesine yaslandı, pervanenin cıvatasını sıkıştıran, yerine oturup oturmadığına bakan genci izledi. Pervane, terk edilmiş çift motorlu bir uçaktan alınmıştı,

Page 15: Gölgeler giris

G Ö L G E L E R

15

fakat uçak motoru antikaydı ve gücü, onun üç metrelik çıplak, eğreti Spitfire’ını uyduruk bir rüzgâr kızağına dönüştürmeye ancak yetiyordu. Sığ suları sıyırarak yol alan bir bataklık tek-nesi gibi buzların üstünde gitmesi için tasarlanan rüzgâr kı-zağının teoride işe yaraması gerekiyordu. Dünya mahvolduktan neredeyse dört ay sonra bile, Jed hâlâ bu kadar gürültülü bir şeyi çalıştıramayacak kadar tedirgindi.

“Ben Baxters’ın yolunu tutmadan önce Abel, Chucky olma-yan bir çocuk görürsem enselememi söyledi. Çünkü tanıdığı birkaç avcı, kimi getirsem almaya hazırmış.” Durakladı. “Canlı olduğu sürece Chucky’lere de razılarmış.”

“Neden ki?”“Ne bileyim.” Ama Jed tahmin edebiliyordu. Vietnam’da

yeteri kadarını görmüştü, babası da uçağı Pasifik’e çakılınca Japonların misafiri olmuştu. Deney yapmaya bayılanlar sade-ce Nazi doktorları değildi. Jed bazen, Chichi-jima’daki Japon böcek yiyicilerden ilk hangisinin leziz Amerikalı pilotlara alıcı gözle bakıp da bunlardan iyi biftek çıkar diye düşündüğünü me-rak ediyordu.

“Neden bir şey söylemedin?”“Belki de Abel boşboğazlık ediyordur diye düşündüm.” Ya-

landı bu. 10 kilometrelik alandaki tek komşuları olan Abel sek-senini geçeli epey olmuştu ve gerekmedikçe yollara düşmez-di. Yine de, yaşlı adam ayaklarını sürüye sürüye kulübelerine geldiğinde Jed bu ziyareti yola çıkmadan önce Abel’in yiyecek bir şeyler istediğine yormuştu. Hatta ona anlayış bile göster-mişti. Abel kendisinden on beş yaş büyüktü, yapayalnızdı ve topladığı, tuttuğu, bulduğu ne varsa onunla hayatta kalıyordu. Giderek sertleşen bir kışta bunlar yeterli değildi elbette. İhtiyar komşularına yiyecek ayırmak doğru bir davranıştı. Fakat Jed, ihtiyar kurdun gözlerinin dört döndüğünü fark etmişti. Neyin

Page 16: Gölgeler giris

I L S A J . B I C K

16

peşindeydi acaba? Ufak tefek değişikliklerin listesini mi tutu-yordu? Bir kenara atılmış bir kıyafet, normalde kapalı olan bir kapı. Belki. Devir böyleyken Jed ile Grace oğlandan kimsenin haberi olmasın diye ellerinden geleni yapmışlardı ama Jed ar-tık, Abel’ın bir şeylerden işkillendiğini düşünüyordu. Hatta o adi ihtiyar, sağlam bir öğün yemek uğruna onları seve seve gammazlamaktan geri durmazdı. Yine de Jed, Abel hakkındaki şüphelerini kendine saklamıştı. Sebebi de belliydi. Yoksa oğlan giderdi, o ile Grace bir başlarına kalırlardı. Bu kadar basitti işte.

“İster paralı ordu olsun ister parasız, hatta isterse ikisinin karışımı; etraflarına yiyecek ve malzeme dağıtmaya devam ederlerse bir sürü gönüllü bulmaları işten bile değil.” Anahtarı yerine koyan oğlan Jed’in Rolling Thunder günlerinden kalma bir bandanaya elindeki makine yağını siliyordu. “Bunun ne an-lama geldiğini ikimiz de biliyoruz Jed.”

Bu sözler ağırına gitmişti Jed’in. “Onun yerine, buralardan kaçıp adaya gidebiliriz. Orada kimsecikler yaşamıyor. Adadan Kanada kıyısına kadar 50 kilometre, en yakın kasabaya ise 100 kilometre var. Görünmez oluruz. Adaya sadece kanocular gelir, onlar da uçurumlar yüzünden kırk yılın başında bir uğrar. Ka-non kürdan gibi parçalanırsa tek başına kalmak için kötü bir yer. Fakat biz başarabiliriz. Sen yeter ki şu kızağı çalıştır. Bize tek düşen Superior Gölü’ne gidip oraya yerleşmek.”

“Kışın ortasındayız Jed. Kar motosikletiyle Spitfire’ı kimse-ye yakalanmadan ya da görülmeden Superior Gölü’ne götürsek bile, ikisinden birinin motorunu çalıştırmak belaya davetiye çıkarmak gibi bir şey. Dahası, yanımıza depoyu tekrar doldu-racak kadar yakıt da alamayız. Gölün orta yerinde kalakalırsak upuzun bir yolu yürümek ve kurtarabileceğimiz az miktarda malzemeyi sürüklemek zorunda kalırız. Buzun üstünde ko-

Page 17: Gölgeler giris

G Ö L G E L E R

17

rumasız olacağız. Spitfire’i kaybedip de ince buza ya da suya denk gelirsek, işimizin bittiğinin resmidir.”

“O zaman niye yaptın o Tanrı’nın cezası kızağı?”“Nedenini sen de biliyorsun. Bana sen söylemiştin. Eğer bu-

radan hızla kaçmak zorunda kalırsak kar motosikletiyle Odd Gölü’nü aşamayız. Buzun eridiği o yerden geçemeyiz. Sadece bir rüzgâr kızağı orayı aşabilir. Plana bağlı kalalım Jed. Bura-dan kaçman gerekip gerekmeyeceğini bile bilmiyoruz. Gerekti diyelim; o zaman sen ve Grace bahar geldi mi kanoyla sizin şu adanın yolunu tutarsınız. Daha da iyisi, Superior’a varır var-maz kendinize yelkenli bir tekne bulursunuz. Etrafta bir sürü vardır, hem sahiplerinin itiraz edeceğini sanmam. O zaman motorlu bir şey kullanmak zorunda da kalmazsınız. Yelkenli tekne hem daha güvenlidir hem de yakıta ayıracağınız yeri er-zaka ve diğer gerekli malzemeye ayırırsınız.”

“Ya sen?”“Ne yapmam gerektiğini biliyorsun.”“Ama bu düpedüz saçmalık. İntihardan farksız yahu. Kızın

hâlâ sağ olup olmadığını bile bilmiyorsun.” Jed, gencin yüzün-deki değişimi gördü. Acı bir ifade, kuyruklu yıldız gibi bir anda gelip geçivermişti. “Ne oldu?”

“Fırtına öncesi insanın içinde bir sıkıntı, bir gerginlik olur ya, sen de bilirsin. İşte şu anda ben de öyle hissediyorum ve gi-derek güçleniyor. Kız hayatta, başı da belada Jed. Çok yakında buradan gitmeye mecburum, yoksa patlayacağım.”

Jed gerçekten de biliyordu bu duyguyu. Er ya da geç geleceği-ni bildiğin bir saldırıyı beklemek, yavaş yavaş aklını kaçırmak demekti. Gördüğü en amansız, en berbat çarpışmaların bazı-larında o da aynı hisleri tatmıştı. Jed uzun uzun içini çekti, çünkü biliyordu ki tartışmak yararsızdı. Oğlanın kıza karşı hislerini de anlıyordu. Kendisi de Grace için aynısını yapardı.

Page 18: Gölgeler giris

I L S A J . B I C K

18

“Bekleyebilir misin?” Oğlan duraksayınca Jed ekledi. “Bir hafta, en fazla on gün. Senden o kadarını rica ediyorum.”

“Neden diye sorsam?”Jed bir anda yutkunmakta güçlük çektiğini fark etti.

“Michael’ın doğum günü. Grace’in pasta pişirmek için un ve şeker sakladığını biliyorum. Onun için çok makbule geçerdi.” Durdu, sonra boğuk bir sesle ekledi. “Benim için de.”

“O zaman kalırım elbette,” dedi Tom Eden. “Sorun değil.”

Yalan söylemişti.Tom, Jed’in patikada bata çıka yürüyüşünü, sonra gür bir

çam ve baldıran örtüsünün içinde kayboluşunu izledi. Artık iyileştiği için, sadece yemek saatlerinde kulübeye uğruyordu Tom. Böylesi daha güvenliydi. Ansızın birisi gelebilirdi. Jed ile Grace ona kol kanat germekle kendilerini zaten tehlikeye at-mışlardı. Onlara hayatını borçluydu. Jed ile Grace şayet batıya gitmek için başka bir rota izlemiş ya da bir marketin önünde ölü yatan üç çocuğu görüp de meraklanmamış olsalardı, Tom şimdiye çoktan ölmüştü. Dört gün sonra düşüp de yaşadığı he-zeyanı atlatınca kendini Wisconsin’de bulmuştu Tom.

Altın kalpli zavallı Alex. Buz gibi soğuğa rağmen Tom’un yüreğinde akkor bir ateş parladı, oğlan inlememek için zor tut-tu kendini. Herhalde Alex dönüp de onu bulamayınca aklını kaçıracak gibi olmuştu. O da olsa aynısını hissederdi. Alex geri dönmüştü, Tom emindi bundan. Alex inatçı kızdı, tam bir sa-vaşçıydı. Tom ondan yana asla ümidini kesmezdi.

Derken, ansızın korku dolu, küçük bir inilti duydu.Hayır. Nefesi kesiliverdi. Sus pus olmuştu. Başka bir yerde

ve zamanda, başka birisi olsaydı köpeğe doğru bakar ya da et-rafta sincap gibi küçük bir hayvanın koşturduğunu düşünür-dü. Fakat Tom, başkası değildi. Afganistan’ın ardından bir baş-

Page 19: Gölgeler giris

G Ö L G E L E R

19

kası olamazdı, hatta kendisi bile olamazdı.Aslında güçlükle bastırılmış bir hıçkırık olan o inilti tekrar

duyuldu.Duymazdan gel, tıpkı doktorların öğütlediği gibi. Hadi, nefes

al. Avuçlarını şakaklarına iyice bastırarak soğuk havayı uzun uzun, güç bela içine çekti. Soludu, tekrar nefes aldı. Sen sadece

nefes al. Bu gerçek değil, değil...

“L-L-lüffe.” Küçük kızın “şeker” ve “efendi” sözcüklerinden başka onların dilinde bildiği tek sözcük buydu herhalde. İsa aşkına, nerede duysa tanırdı bu sesi. Kız onun tek kelimesini anlamadığı Peştu dilinde makineli tüfek gibi bir şeyler daha söyledi, sonra “Lüffe, lüffe...” diye tekrarladı.

“Hayır,” diye fısıldadı Tom. “Sen aslında yoksun. Git bu-radan, git,” Gözlerini, sanki her şeyi engelleyebilecekmiş gibi sımsıkı yumdu ama iş işten geçmişti bir kere. O anının beynini ısırdığını, pençelerini geçirdiğini hissedebiliyordu. Başı dönü-yordu ve ansızın genzi kalın bir toz tabakasıyla kaplanmıştı. Bu gerçek değil. Toz falan yok. Ben Wisconsin’deyim. Mevsimlerden

kış. Hiçbir şey duymuyorum. Düşüncelerini dizginlemeye, aklı-nı başına toplamaya çalıştı ama Afgan güneşinin altında adeta canlı canlı kızarıyordu. Sıcaklamıştı; dişlerinin arasında, dili-nin üstünde kum taneciklerini hissediyor, uzaktan güm-güm-

güm diye gelen tok silah seslerini duyuyordu. Ansızın bomba imha kıyafeti üstünde belirdi. Kendisini tıpkı hafızanın zin-cirleri gibi ezen, kırk kiloluk sert zırh ve poliüretan dolgudan oluşmuştu.

Bir telsiz hışırtısı. “Tanrı aşkına Tom!” Bir çıtırtı duyuldu ve en iyi arkadaşı, hayatını emanet etmekten çekinmediği Jim, sağ kulağındaki hoparlörden Tom’un kulağına bağırdı. “İsa adına Tom. Hadi, gel, gidelim. Kes şu teli...”

Hayır, Jim. Sen öldün. Tom artık nefes nefeseydi. Jim sen öl-

Page 20: Gölgeler giris

I L S A J . B I C K

20

dün... Seni vurdum... “Amerikalı.” Bu seferki bir kız değil, bir oğ-landı, aynı yaşlardaydı ama daha az korkutucuydu, titrek sesi sol kulağına çalınıyordu: “Amerikalı lütfen, Amerikalı lütfen, lütfen...”

“Beni yalnız bırak.” Bir seferinde psikiyatriste eski bir anının içinde hapsolmanın, zihninin kapkara bir anaforun içine çekil-mesi gibi olduğunu söylemişti. Hafızanın gölgeleri olmaktan çıkan, gitgide gerçeğe dönüşen bir görüntü kâbusu içinde kalı-

yordunuz. “Çıkın gidin kafamdan. Kurtaramam sizi. Hiçbirinizi kurtaramam. Yapamam...”

“Tom.” Yine bir kız ama bu seferkinin yaşı bir hayli büyük-tü. Üstelik de çok ama çok yakından tanıdığı biriydi. “Tom, yardım et bana, lütfen.”

Alex. Her şey, içindeki her şey ölmüştü. Kendi kalbini hisse-demiyordu artık. Alex orada değildi; bunu biliyordu Tom. Fa-kat onu tekrar görmek için hayatını bile verirdi. Döndüğünde ‒gözlerini açıp da o korkunç geçmişe bakacak olsa‒ kızı orada, merhametsiz bir güneşin altında, yıkıntılar arasında, dizleri-nin üstünde görecekti. Buna dayanamayacağını düşündü. Ha-

yır, Tanrım, lütfen bunu yapma, lütfen...

“Tom,” dedi Alex yine. Bu sefer sesi titriyordu; yakarıyordu ve sesi o küçük kızınkine o denli benziyordu ki! “Tom, sakın yapma bunu. Beni buralarda bırakıp da gitme...”

“Alex, yapamam. Ah, Tanrım, ne olur,” diye soludu Tom. Bakmayacaktı. Gerçek değildi bu, Alex orada yoktu; o dehşetin bir parçası olmamıştı asla. “Tanrım, ne olur bir son ver buna, lüt...”

“Hadi Tom, gel artık.” Jim geri gelmişti. Arkadaşının telsiz-den gelen parazitli sesi telaşlıydı. “Unut be adam, hemen çık oradan. Kes şu teli, kap şu çocuğu da gel! Kızı bırak Tom, bırak kız kalsın. Oradan hemen...”

Page 21: Gölgeler giris

G Ö L G E L E R

21

“SUSUN!” diye kükredi. Deli doktorları ona kendi kendiyle hep sakin konuşmasını salık veriyorlardı ama bu kısır döngüye kapılan kendileri değildi ki. “Susun, yalvarırım, ne olur susun!”

İşe yaramıştı bu. Tom beyninin bir anda o anıyı geride bı-raktığını hissetti. Hep böyle oluyordu ve bunu sözcüklere dök-mesi istense, kırılgan camın içinden mermi gibi geçmek, vücu-duyla bir dünyadan öbürüne gitmek diye tarif edebilirdi.

Yanındaki Raleigh isimli köpek, burnuyla Tom’un sağlam baldırını dürttü ve tiz bir sesle, kısacık havladı.

“Ta-tamam, o-oğlum,” dedi Tom. Yaprak gibi titriyordu, diz-lerinin tekrar tutmaya başladığını fark etmişti. Sağ eliyle kapı-nın çerçevesine tutundu ve tahta, etini acıtana kadar sıktı. Acı çok kötü değildi ama yeterliydi. Hatta, işin aslı, mükemmeldi. Köpek bir kez daha sertçe havladı, sonra az sayfalı kitapların yere yuvarlanmasını önleyen bir kitap tutacağı gibi Tom’a des-tek oldu.

“Sağ ol oğlum. Bi-biliyorum.” Sarsılarak uzun uzun soludu. “O-oturmazsam düşeceğim.”

İnleyen Tom, eski bir portatif ordu yatağına uzandı. Yaylar gıcırtıyla isyan etti ve kasılmış adaleleri acıyınca Tom yüzünü buruşturdu, ardından istemeye istemeye gevşedi. Parkasının altından, gömleğinin kürek kemiklerine sımsıkı yapıştığını hissedebiliyordu. Ağır ağır nefesine söz geçirdi ve o mide bu-lantısı, baş dönmesi yatıştı. Artık endişeye yer olmadığını gö-ren köpek kendi etrafında üç kez döndü, sonra içini çekerek zeytin yeşili battaniyeye çöktü.

Yüce İsa. Tom koluyla alnındaki teri sildi. Çok kötüydü ya-şadıkları ama sebebini biliyordu. Kalbindeki sızı, yani Alex’in yokluğu, her geçen gün daha da kuvvetlenen bir feryattı.

Buradan gitmeliyim, keçileri kaçırmadan önce Michigan’a dön-

meliyim.

Page 22: Gölgeler giris

I L S A J . B I C K

22

Bu işi artık yapabilirdi. Tom, elini sağ baldırına, Ellie’yi kay-bettiği gün Harlan’ın onu vurduğu yere götürdü. Yeni bir yara izi de boynundaydı. Marketin otoparkında, boğazını parça-lamaya çalışan o çocuktan kalma bir hatıraydı bu. Fakat en kötüsü, onun neredeyse öbür tarafı boylamasına yol açan, ba-cağındaki yaraydı. Yara iyileşmiş, üstü kalın, parlak ve gergin yara dokusuyla kaplı, yumruk büyüklüğünde bir kratere dö-nüşmüştü. Biraz gücünü yitirmişti ama artık eskisi gibi topal-lamıyordu, gerekirse hızla koşabilirdi. Yine de, özellikle kırsal alanda bacağı sorun yaratabilirdi. Jed, ellerindeki iki attan bi-rini almasını isteyecek, o da elbette reddedecekti. Eğer Jed ile Grace herhangi bir sebepten ötürü buradan gitmek zorunda kalırlarsa atlara ihtiyaçları olacaktı. Belki de başka bir yerden at çalabilirdi. Michigan sınırına kadar olan yaklaşık 130 kilo-metrelik yolu o zaman çok daha hızlı gidebilirdi. Fakat herhan-gi bir hayvan (ya da insan) ek bir sorumluluk demekti. Ellie’ye Waucamaw’dan ayrılmalarından hemen önce böyle söylemişti. Herkesi kurtaramazlardı.

Sanki Ellie’yi çok kurtardın da. Bu düşünce boğazında düğüm-lendi. Başından beri, sağ kalmalarının çok basit bir denkleme dayalı olduğu hep aklının bir köşesindeydi. Alex ile Ellie’nin sağ kalmasını sağlayacak güç ve irade kendisinde yoksa, sevdi-ği bu insanları yitirecekti. Başarısız da olmuştu. Tekrar. Kendi-sine en çok ihtiyaç duyulduğu anda Ellie’yi kurtarmayı becere-memişti. Küçük kızın canının yandığını düşündükçe gördüğü kâbuslar artık dinmeye yüz tutmuştu. Ellie’nin hâlâ sağ olma ihtimali varla yok arasıydı. Ellie ölmüştü; bunun vebali de boy-nunaydı. İstemese de, bunu böylece kabulleniyordu.

Alex ise... farklıydı. Tanrı aşkına, keşke ona her şeyi, tüm o korkunç olayları, neyi hangi bedel karşılığında yaptığını açık-layabilseydi. Dünyada bir tek o anlardı ve kendisini kurtaran da

Page 23: Gölgeler giris

G Ö L G E L E R

23

bu olurdu. Avucunu göğsüne bastırdı, kalbinin güçlü atışlarını hissetti. Ne zaman Alex’i düşünse duyduğu acı, canını yakı-yordu. Kederden öte, hüzünden keskin bir acıydı bu. Özlemdi. İhtiyaçtı. Bir şeylerin bitmediği hissiydi ve asla da bitmemesini umuyordu. Alex’i kaybettiğine inanmayı reddediyordu.

Ama kız tehlikedeydi. İçine doğuyordu öyle olduğu. Herhalde bu yüzden zihni Alex’i Afganistan’a, ölümün her an bir taşın altında ya da bir çöp poşetinde pusuya yattığı o yere taşımıştı.

Oraya gitme, orayı düşünme. Dişlerinin arasından bir inilti kaçtı. Hâlâ Alex’i kurtarmak için zamanı olduğunu düşünü-yordu ancak çok değildi bu zaman. Belki de iş işten geçmişti bile.

Lütfen, Tanrım. Koluyla örttü gözlerini. Lütfen, yardımını esir-

geme benden. Mucize falan bekliyor değilim. Lütfen, ben onu bulana

kadar güvende olmasını sağla, hepsi bu. Ne olur.

Elbette hiçbir şey olmadı. Ne gökten inen şimşekler, ne cen-netten yükselen bir koro ne de melekler. Sadece köpeğin ho-murtusu, ısıtıcının uğultusu. Ani bir rüzgâr kayık evini sarsıp tahtaları takırdattıysa da, altı üstü havaydı işte.

Sorun değildi bu. Önemli olan tek bir şey vardı, o da nasıl hissettiği ve ne bildiğiydi. Alex sağdı, kendisi de ona dönüyor-du. Onu bulacak ya da bu uğurda ölecekti.

“Azıcık daha sabret Alex,” diye fısıldadı. “Lütfen dişini sık.”