başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde...

51

Upload: others

Post on 20-Jan-2020

15 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı
Page 2: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğinizo açık denizlerin gecesinden çıkıp gelenhayalet geminin sisli şehir caddelerinde,

köy mezarlıklarının tarlalarla kesiştiği boşluklarda,çocuk parklarında ve kurgusu boşalmış

luna-parklarda, sandalyeleri ters çevrilmişmeyhanelerde, okuyucuları çoktan yokolmuş

kütüphanelerin ıssız koridorlarında gezindiğinimutlaka birileri fısıldamıştır kulağınıza. Hatta

geceleyin birdenbire havlayan köpeklerin nedenürktüklerini o zaman hissetmişsinizdir.

Ya da tüm bunlar uyku ile uyanıklık arasındayaşanan türden bir hayal...

Page 3: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

seyir defteri

Pencereden bakan hangimiz?Geceyle yüzleşen,

o, zihnimizin bir ürünü olarak ellerimizle yarattığımız kabuk mu,yoksa tüllerin ardına gizlenen kendimiz mi?

Page 4: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

içindekiler

kapak tasarımıyalçın karaca

3üstü çizilmiş kişilerKAOS'UN KIZI

nazlı ökten

4yalnızlığın oyuncakları

SALYANGOZ GÖLGELİ TANRILARmustafa toker

6şişedeki mesaj

SIĞINAKcoşkun sarı

7kirli melekler

LEYLÂgül çetin

8çıkmaz sokak

O GECEpınar türen

11sisdüşleri

ZAMAN KANALIcharles simic

12deligömleği

BİLGE KARASU'YLA BİR GECE:BİNBİR GECE

miya se

13düşdeğirmeni

UYKUorhan cem çetin

14zehiradası

KUŞ UYKUSUfaruk ulay

18uçan hollandalı

GECENİN VE YAZININ BİLGELİĞİNE DAİRmurat gülsoy

24ölüdalga

GÜNEŞTE GECEergun kocabıyık

27kimsesiz çığlık

KILIFLARDAKI ESİNTİhalil ibrahim özcan

28med-cezir

KARISINI ŞAPKASIYLA KARIŞTIRANADAM

oliver sacks

35aykırıkları

ÜÇÜN KÜBÜahmet ortaçdağ

38dejâ vu

BİR YILBAŞI GECESİ GAZ SANCISIergun kocabıyık

40başka bir dünya

DALGIN YAĞMURLAR MEVSİMİmehmet açar

Page 5: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

üstü çizilmiş kişiler

KAOS'UN KIZI

nazlı ökten

[...JAşıkların karanlık kuytusu. Karanlığın sırlı örtüsü.Güzelin ve çirkinin merhametli koruyucusu. Kötünün veiyinin merhametsiz avcısı. Gölgesizliğin mutlak ışıksızlığı.Ölümün perdesi. Uykunun anası. Rüyanın kucağı.

[...Mitolojide Nyks yeryüzüne ve Erebos da yeraltınakaranlık saçan iki kardeştir. Nyks Kaos'un kızı, Erebosoğludur. Onların sevişip birleşmelerinden Hemera(gündüz) doğar. Sonrası Nyks'in kendi kendineüremesiyle devam eder. Ölüm, uyku, rüya, kader, intikam,kavga, gaflet hep onun babasız çocuklarıdır. Piç bilesayılamayacak bu çocuklar insanoğlu için tehlikelerledolu tuzaklardır; ve hepsi içice geçer. Uyku gafletle, gafletuykuyla tarif edilir. Ölüm uykuya, uyku ölüme benzetilir.Doğal, kardeştirler. Kuşkusuz gece saklar: kimi zamankaçanı kimi zaman kovalayanı. Gece uykunun kollarınaçeker bizi, kimi zaman rüyalı kimi zaman rüyasız.

[...]Bir dönem gece, devrimcilerin en sağlamdayanaklarından biriydi. "Minerva'nın kuşu (baykuşMinerva'nın en sevdiği kuştur) karanlıkta öter" sözüherkese umut ve güç verirdi. Karanlık yoğunlaştıkçasabaha yaklaşılacağı ve devrimin o kıpkızıl güneşinindünyayı, yurdu, şehri, köyü aydınlatacağı umulurdu.Çelişkiler derinleşsin diye sevinilecek bir yan bulunurduen kötü olayda. Gündüzü gecenin takip ettiği ve bununtükenmeyecek bir kavga olduğu düşüncesi pek yerbulmazdı bu gündüz-gece, ışık-karanlık, devrimingüneşi-düzenin karanlığı metaforlarında. "Tarafını seç"sözü süregidecek bir mücadelede, "tarihte seçtiğin tarafayazıl!" önerisi değil, yaklaşan devrimin ertesinde kazanantarafta ol ki başına bir iş gelmesin tehditiydi sanki. (Di-ligeçmiş zamanı bu düşünce biçimleri artık varolmadığıiçin değil geçmişteki yaygın ve entellektüel anlamdameşru ve yükselen değerlerle çakıştıkları, bugün isemarjinal gözüktükleri için kullanıyorum.)

[...] Gece düşünce zamanıdır entellektüel imgesi için. Yazımasası başında sigara yakılır ve kâh etrafında dolanarak,kâh pencereden bakılarak yazılır. Ya da sabahlara kadarokunur. Gündüzün gerçeği, gürültüsüyle birlikteçekilince sokaklardan "gerçek-dışı" yeni bir dünyaya izinkağıdı çıkar. Entellektüel üretimden, dokuzdan beşe parakazanılıyorsa en iyisi gecenin öbür kucağına kaçılır. Soruişareti: Türkiye'de bar, 80'li yıllara kadar pavyona eştutulan eğlence mekânlarından biriyken, bu yıllardayaşadığı dönüşüm neye bağlanabilir? Soru işareti: budönüşümün gerçekleşmesini sağlayan unsurlardan biridehizmet sektörlerindeki genişlemeye bağlı olarak kafa

emekçileri diye adlandırabileceğimiz kesimde belli biryaratıcılık gerektiren işlerin para kazanılır hale gelmesideğil midir? Gecelerini televizyon seyretmek ya dauyumak dışında şeyler için kullanan bu insanlar parakazanmaya başladıkça "dış"arıya yöneldiler, yeni birsosyalleşme mekânı ve Zamanı yarattılar. Bu kesimin gerikalanı da zamanla onları izledi. Banka çıkışı şubearkadaşları, kadın erkek, bir tek atmak için bir baratakılmaya başladılar büyük şehirlerde. Ama pavyon tipidışında kalan barların adı hâlâ "entel bar" değil mi?

[...] Naziler herhalde dünyanın en rahat eleştirilebilirfaşistleri. Şeytan ilan edilişleri öyle meşru ki. Oysafaşizmin diğer biçimlerini topa tutmak hiç te öyle kolaydeğil. Önünüze duvarları dikiveriyorlar. Nazizm, faşizminşimdilik en karanlık ve uzun gecesi. Naziler için geceninsanki tuhaf bir önemi var. Kristal Gece, sonra Gece ve SisKararnamesi...Bu arada Ku Klux Klan'ı unutmamalı,kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerleçizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzunkukuletalı tuhaf beyaz giysilerinin onları sadece federalajanlara karşı kimliklerini gizleyerek korumadığı, aynızamanda 'batıl' inançlı siyahları korkutmaya da yaradığısöylenir. Ku Klux Klan üyelerinin geceleri haç yakmasıtesadüf değildi; siyahların ve ilkel dinlerinin temsil ettiğigeceyi Hristiyanlığın ışığıyla aydınlatıyorlardı herhalde."Doğru yola getirilememiş bu vahşiler" Afrika kökenlidinsel pratiklerini sürdürerek, büyüyle uğraşarak "iyiHristiyanlar"ı tehlikeye sokuyorlardı. Öteki'nin temsilettiği Kaos'a karşı DüZen'i savunuyordu Ku Klux Klan.Gece Kaos'un kızlarından biri değil mi?

Kristal gece Almanca KRISTALLNACT, Kırık Cam gecesiolarak da bilinir. Almanya'da Nazilerin Yahudilerekarşı ilk toplu şiddet eylemini gerçekleştirdikleri gece(9-10 Kasım 1938) saldırılardan sonra yerleri kaplayankırık cam parçalarının karanlıkta parlamasından ötürübu adla anılır. Gecenin sonunda 91 Yahudi öldürülmüş,yüzlercesi ağır yaralanmış, Yahudilere ait 7 500dolayında işyeri yağmalanmış, tahminen l 77 sinagogda yakılıp yıkılmıştı.Gece ve Sis Kararnamesi AlmancaNACHT-UND-NEBEL-ERLAS , Almanya'da ve Almanişgali alımdaki topraklarda "Almanya'nın güvenliği içintehdit oluşturan kişiler"in tam bir gizlilik altında (geceve sisten yararlanarak) yakalanıp toplanması amacıyla .Adolf Hitler tarafından yayımlanan gizli emir O Aralık1941) . Yaklaşık 7 bin kişinin bu yoldan toplamakamplarına gönderildiği bilinmektedir.

3

Page 6: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

yalnızlığın oyuncaktan

SALYANGOZ GÖLGELİ TANRILAR*

mustafa toker

"Doğum ve Ölüm arasındaki kesişim noktaları, güneşleyaşlı taşların arasından kaçıp kaybolan gölgelerinbağlılıkları gibi geceye, ince ince sızan tortuların vekristalleşen yaşamın geçmişinden uzanıp gelen düşleri,ilahi bir nefesle dondurup, sonra gece tanrısının yüzlerinibir bir gösteren yanılsamaları yaratır."

Birbirlerinden hiç ayrılmayacak gibi yan yana duruyorlar,belki bir ya da iki gün uzaklıkta, ay ışığının keskin birgölgeye çarpıp, başka birisini oluşturmaya başladığı karabir oluşum vaktinde, gittikçe uzuyor Ay'ın izdüşümüfarkına bile varmadan etrafında döndüğü şeyin,saçlarımda ışık uzarken, ben de onunla beraber uzattımellerimi dokunabilene kadar, en derin noktanın en sığyüzüne ve aralardaki eşiklere, uzadığını düşünecektimsadece, o gece'de olduğumu bir an için, gerçektenaynılaşan bir an için, ve sonradan, o yeni dokuyladokunmuş bir maskeyi yüzüme takıp, kaçmak, halakaçıyor olabilmek için...

Gökyüzünün gecesi var mıydı? Ne de içinde barındığıcennetler, kimsesiz bir varlığın aynalaşan yankıları,gördüğüm düşlerimin bittiği an mıydı? Bir geceninötesindeki yıldızların eşiklerine geldiğimizde, Oeşiklerdeki kapının önünde hareket eden tanrısal birterörün varlığını görürüz, sadece yağmurun yeşil ağacınayakın bir yerdeki şehirlerin üzerinde dolaşan kuşlar, vediğer bilmediğim uçucu kanatlılar, ilk baştaki saf vesaydam dünyanın kristalleşmemiş yüzlerini yansıtırlar, ilkalacakaranlığın, insanlarını gönderdiği, Aynı siyahlardandokunmuş bütün karanlıkların ilk gecesinde her yılyaptıkları gibi geldiler ve taşlarda öldüler, anneleri vardıve bu anneler bildiğimiz sudan yaratılmışlardı, hastalıkbunları çürüttü, yıllar önce hiç çalınmamış bir müziğipiyanodan dinlediler, yeniden düşlediler, dünyanın,rüzgarların ve hiç bir oluşumun devinimleşmediği çokboyutlu mekan keselemelerinin sonlandığı, gölgesiz,düşsüz ve gecesiz bir mekanda, aldıkları yüzleri teslimettiler, bitkin ve dirimsiz, kan akıtan aynalarını da fırlattılaraşağı olduğunu bilmedikleri bir boşluğa, burada doku dayoktu, dokunacak siyah iplikçiklerde gece için, ya datutulacak kalın ve ağır bir yasta, bir kez daha ağaran tanınve boşluğun şakalarıyla karşılaşmışlardı Gerilerde biryerde sadece düşlerimizde korkudan gülebileceğimiz birsesin kalın iniltilerinin zoraki şekillenmelerini andıran birkeskin kahkahayla, tanrısal yüzlü varlıkların salyangozu

* Zombilerin Çiftleşme Mevsimi (Odin'indoğduğu kuzeyin o kutsal topraklarına adanmış)adlı anlatıdan seçilmiş bir bölümdür. (HayaletGemi)

aynalayan görüntüleriyle birleşmiş bir sessiz benzerliklerdokusu gibi iki buzul gecesi tablosu vardı, "A bir geceyaratılışın titremelerini şeytani bir içgüdüyle korur veorada karanlık bir romantizm vardır."

Yalnızlığın dipsizliklerinde bir sessizlik hüküm sürer. Oanı düşlediğimde, o iki mezarı görürüm öncedenöldüğümüz güneyin o sıcak gece denizinde, yürümek vebitmeyen bir düşün, ne de bitmeyen bir kaderinuzantısıydı, yürümem her nefes alışımda ürktüğüm biryolun sonuydu, keskin bir gölge gibi girilen iki karanlıkarasında kanadıkça şifa bulan bir yara gibi.

Bütün düşlerimi sıraya dizmiş iken kutsal bir gece kışıörttü, ayak ve parmak uçlarımı, kapıları kırılmış birbaşkalaşımın etkisi altında gittikçe inceleşen ve sızan,....kara, soğuk ve yalnız, toprak kokulu baharlar gizlerinitazeliyorlar Yüzyıllardır, yılanların koruduğu biraynanın önüne zorla geçirilip, baktırıldığım ve gösterilenaynı sahneyle aynı zor yalnızlığı yaşadığım Soğuk,ölüm ve kutsanmış birisi elimden tutar gibi gördüm,prizmatik aynanın önünde kendimi, derinleşen geceninaynaları benim şeklimde, benim gibi kar fırtınalarıyarattılar, tek başıma, ifade edemediğim bir kumlu yazıtınüzerinde diğer geceye ait dağ ve göl, aynaların içindendışarıya yansıyordu...

"Kör ile gören bir değildir, karanlıkla, aydınlık birdeğildir, geceyle gündüz bir değildir, gölgelikle sıcaklıkbir değildir, dirilerle ölüler bir değildir." (Kur-an sure;Fatır)

I. TortularOnların öldüğünü ve hüznün diğer şeklini gördüm, birkuş uçtu b. . . . kapısının dışına ve bir kartalkuzeydoğudan, kanatların birisi suyu buruşturdu, diğerigökyüzüne kıvrılarak uzadı. O sadece dolunayındenizine hafifçe dokunan bir kuyruktu, çırpınan, geçipgiden, bakan ve etrafında hep dönen..

Bir bulutun düz kenarı gibi / Sonbaharda kara bir gecegibi / Hayır, ondan daha karanlık / Bir sonbahargecesinden daha kasvetli / Onun suyu, benim kanım /Onun canlıları, benim etim / Biliyorum nasılbüyüleyeceğimi ateşi

2. SönümOnların öldüğünü ağzıma ilk gelen kelimelere yenianlamlar kazandırarak yeniden gördüm ve hüznünbenim bilmediğim diğer bir şeklini, ilk defasında her

4

Page 7: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

yalnızlığın oyuncakları

gelen kuzey esintisinin içinde, rüzgarın yalnız veağlamaklı barındığını evimde özgürce dans ettiği birritmini daima ölüm olarak bilirdim, bize işaret ediyorlar,denizin kayaya girdiği yerlerdeki pencerelerimizde,kanatlarımı zehirlemem için kandırıyorlar beni, birsandalın içinde kasırgaya bıraktım çürüyen ellerimi,acımadan ve şefkatsizce yazmak, çırpınan, geçip gidenve etrafında dönen kelimelerle...

3. Ürkek türeyişAlnınım çatlaklarına çentik çentik gömdüm soyduğumtüm yüzlerimi batık sulara, çok geciktim iffet için,kendine sarılan bir gecenin yalnızlığı ürkütüyor türerken,kapanıyor tomurcuklu bulutlar, dağılıyor... Bir kanatsüpürdüğü suyun yüzünden derinlerde kopuyor....Orada çözüldü uykuları, yıllar önce bıraktığımsayfalardan bir bağlılık yazıldığı gibi silindi, iri gecelerdebirikiyor fısıltılarımız, onların gizleyen yırtılan sayfalardı,sonra yanmaya başlayan

4. Soğuk, Ölü ve yalnızGeceleri yeryüzüne inen tanrıların ipliklerinden saçlaryaptım kendime, parlıyor donuk rengi, dalgalandıdokunduğunu sandığı dillerde bir şiir gibi, bütün birgün, ses çıkarmadan öldü. Güzel sözlerin küçücük birkarlı nehir gibi sonsuzlaşan dalgınlığımı uyandırmakiçin, uyandırmak için geceyi, çakal sesleriyle ağladım...Gökyüzünde görünüp beni yukarı çekiyorlar,dağıtıyorlar,.... terliyor büyümüş görünen, aşkları bitenhayvanların daıısettiği bir opera gibi

Onların öldüğünü topal bir sürüngenin / Yalnız kaldığıbir gece operasında / Kendime sarılarak gördüm /Hüznün gelecekteki şekillerini / Çökmeye yüz tutmuşgece yıldızıyla / Sürükleniyor / Bir kez bile olsa banadokunuyorlar / Ölümsüz gök binicileri zaman ayırıyorlarbana / Gökte yaşanmış bir sonbahar gecesinden daha /Kasvetli / Biliyorum hangi düşleri göreceğimi /Parçalanırken / Bir bulutun düz kenarı gibi

"Gece, hüzünlü bir tanrının bebeğidir, bu yüzden kıvrımlıve uzayan bir derinliğin helezonik görüntüsüdür,uyurken gösterilen ve bizi gün, gün öldüren"

Alacakaranlık ırkına dair / Bir beyazın gizemle gösterdiği/ Bir fısıltının yanıbaşında / Gözlerini en sonuncu ışığaaçtı / Uzarken bakışı düşleriyle / Ter kokan saçlarından /Yaratıldı ilk büyüsü / Geceden daha kaygan / Kuzeyden,deniz kızlarının siklerinden / Fundalıkların gizlendiğiormanlardan / Odin'in doğduğu geceden / Uyandığımdabuzul düzlüklerinde

Hiç bir gecenin gölgesi salyangoz şeklinde görülmedi,kıvrımlı, uzamsal bir dipsizliğin masallarını, sonsuzdüşüşlerle buz yağdıran yağmurların altında dinledik.

"Gece imparatorluğunda insanlar düşlerini, en uzungölgeler halinde taşırlar asla, çürümeyecek olan birağlamaklı varlığın harmonik yaratısını doğurmak için."

eşsiz gecenin dokusunu bilen, ilk nedeni yaşayarakgelen ilahi bir düşü yaşayan damarlarında ve onuşekledebilecek,tanrının yüzlerini bir bir, ve onuyazabilecek, tanrının masallarını, ve onu söyleyebilecekdeniz katedrallerinde tane tane, tohumlarını unutmayanbir oluşumun izlerinde, utanarak, bakamadan, ilahinefesin yankılarına.... Tek bir maske için silahlandım,tanrının giydiği ve gecede unutup gittiği bir gölge için,tek bk hece için savaşıyorum yanımda susmayan kristalbir sürüngenle, bakmadığım bk anda o gökteki yıldıznehirlerine, bulanıklaşan dolunay denizlerine, ayırmadanonu, kanatlı bir meleğin altında, solmayan patikagecelerini, çöken kıyametin "Gothic" senfonilerini.

"Çocuklar annelerinin söyledikleri ninnilerin rüyasınıgörürler, tıpkı geceyi donatan siyah dokuların aynıkaranlığın rüyasını görmeleri gibi,"

1. Haç'ın Ters Çevrildiği ilk geceEğer yazabiliyorsam gecede mürekkep yerine küçükcinlerin kanlarını kullanıp, demek ki düşlerimiz vargecede doğan, eğer seviyorsak demek ki sevilecek birkaç güneş kırıntısı var çevremizde, eğer ağlıyorsak demekki ağlanacak bk kaç sis nehri var yukarılarda bakılacak,eğer yürüyorsak hiç yürümemiş bk köprü var sürgünuçurumlarını bağlayan, eğer şiir varsa, öyleyse zincirevurulmuş bir şair var feryadını yüzyı l lardırduyamadığımız, eğer yılan varsa öyleyse sürünen biryokluk hissi var kemikleşen kalplerimizde, eğer şeytanvarsa öyleyse tanrının korktuğu bilgeliğin bk bekçisi var.eğer ölü varsa öyleyse anıları yazılacak bk kader kalemivar, eğer cehennem varsa öyleyse ressamlar var erkeğierkek, kadını kadın yapan, eğer ölüm varsa yansıyantanrıların gölgeleri var üzerimde bir bir saydığım,öykülerime ve görüntüme serpiştkdiğim, eğer hiç bk şeyyoksa, yansıma da yok, yankı da yok göklerdeyankılanan, devinim ve döngü de yok, eğer geceniniçinde görebiliyorsam sadece kendimi ve o bunubilmezken... Öyleyse kardeş boyutların çocuklarıyız vesen hala bunu bilemezken, tortusu kaybolmamış katranrenkli gecede, gündüzden ve kötülükten soyunmuş, eğerus varsa, eğer dirim varsa, eğer tin varsa, eğer bk haç tersduruyorsa, eğer çamurlu bk alacakaranlık varsa, eğeriblis varsa, her şeye rağmen ters çevrilmiş ve sonsuza deköylece durmaya and içmiş bk haç var. O aynı gecedeİsa'nın kanıyla yıkanmış, Meryem'i kasvete boğan, ya dao gece hep vardı, yaşayacağımız diğer zamanlarda dagündüzden kopup gelecek, düşleri, haçları, kasveti vekaranlığı verecek kötülüğün olmayan sınırlarında.

Gerçekten açabilecek bk tolıumcuğu isterdim, o aradığım5

Page 8: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

şişedeki mesaj

SIĞINAK

coşkun sarı

Gözlerim, yıldızların gecesi oluyor yeryüzü batıdan doğuya dönerken. Kaldırımın kenarındaekmek dilenen boyacı çocuk kayboluyor damarlarımda, yüreğim uzaktan gelen mektup zarfı gibiaçılıyor karanlığın kuytusuna. Düşüyor koskoca şehir gözlerimden aşağıya doğru.

Sözlükleri karıştırıyorum kendimi gizleyebileceğim bir sığınak bulmak için. Ama boşunaarıyorum, çünkü gölgemi sığdırabileceğim herhangi bir tamlama yok. Dilimi sezaryenlegetirmişler dünyaya, sigortanın taşra has tanes inde. Konuşurken kıyıyorum hep ünlemişaretine gecenin yarısını satın aldığını söyleyen adamların karşısında. Açıkta kalıyor, açkalıyorum. Üşüyorum... Yine de geceye sığınmak istiyorum.

Zalim Hitler yüzbinlerce insanı fırınladı. Ben ise yüzlerce bebek fırınladım çamurdan veyıldızlardan. Tanıklarım da tek tek sönen şehrin şehvetli kare ışıkları. Yani geceleri, gündüzlerinumudu yaptım ve ucuzladı ölüm. Sonunda taburcu ettiler beni gündüzlerin dünyasından;sıyrıldım öldürülme korkusundan, açlık korkusundan, aşksızlıktan.

Yola düştüm. Omurgalılardan şaşı mehtapla yattım. Karaköy'ün köprüye uzanan köşesindekustum. Düştüm. Kalktım. Sigaramın dumanlarını bulut yaptım. Canım esrar çekti. Maçtandönen mutlu insanlar duvara vidaladılar kurşunlarıyla beni. Biliyordum nereye gitiğimi;gecenin koynuna gidiyordum heyecanla. İşte ölümsüz olacaktım yaşamın bulantı tadındankurtulacak ve gecenin yırtık elbisesine yama olacaktım, bütün diğer yıldızlar gibi.

Her harfin bir rakamı temsil ettiği Yunan ve İbrani alfabeleri ile yazılan "GECE" sığınaklarıncoğrafi bilgilerini mi veriyor? Biraz tuhaf, biraz paranoyak bir gece yaşıyorum şu an. Geldimgaliba yalnızlık kozasına ya da içinde yaşıyordum sizin gibi. Sadece kesit alıyorum düşlerimden,gerçekleşmeleri için.

İster düş olsun, ister bir deneyim yazdıklarım; şunu iyi biliyorum ki, en çok geceleriyaşıyorum...

Japon böceklerine çiftçiler birşey yapamıyor. Çünkü ellerinde Amerikan ilaçları, Almanilaçlama makineleri var. Yalnızca türküler yakıyorlar sönmüş ocakları başında ve analar,çocuklarını emzirirken, büyük şehir masallarında avutuyorlar kendi açlıklarını. Ben de şehirdedev ekranlardan izliyorum bunları. Sonra da şehre göçetmelerini eleştiriyorum. Üzerine degeceyi içiyorum.

Her yörenin gecesi farklı olur. Şivelerinden anlıyorum bunu. Çöplüklerim karıştırıyorum nasılsatın alınabileceklerini öğrenmek için, şivelerini öldürmek için. Şehirlerin argosunda hissesenetleri satılıyor genç kızların kendilerini tatmin ettikleri gecelerin.

Güneş, geceden sonra doğar. Sığınağımda şizofrengi düşler yaşamaya devam ederim.

Page 9: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

kirli melekler

LEYLA*

gül çetin

I -Ateş yanıyor. Yüksek dağlardan birinde.Bir evin içinde. İnsanlar oturmuşlar çevresinde.Alevler yüksek tavanda oynaşıyor. Taş duvarlar.Yerlerde saman minderler.Evin kocaman tahta kapısı. Koruyor bu aileyi.Umutları ve geleceği.Kısık sesle konuşuyor insanlar. Dede toruna güzelhikayeler anlatıyor. Baba, oğluyla konuşuyor.Ananın çalışan ellerinin, koşuşturan ayaklarınınçıtırtıları.Birden kapıda ayak sesleri. Tedirginlik, kum taneleri;çabucak dağılıyor evin içine. Kapı kırılarak açılıyor.Elleri silahlı adamlar. Gözlerindeki kin, silahlardanakan kurşunlardan daha ölümcül. Kuvvetli, kocamanelleri, sessizlik içinde uyuyan geceyi bile yakıpyıkacak kadar güçlü.

I I -

Üstüne yığılan cesetlerden güçlükle sıyrıldı küçük kız.Yavaş sesle ağlıyordu. Evdeki insanların nedenböyle uykuya daldığını anlamış değildi. Yalnızlığı vetehlikeyi hissediyordu. Evinin eskisi kadar güvenverici olmadığını biliyordu. Çıkıp gitmek istiyordu.Soğuktu, karanlıktı. Koca bir boşluk sardı çevresini.Çıkıp gidilmez, ışık göstermez bir boşluk. Neredekorunabilirdi tehlikeden, nerede, nasıl?Evi ardında bırakıp ormana yürüdü. Kocaman birağaç gördü biraz ileride. Yöneldi. Ağacın en kuytu,en yüksek dalına çıktı. Kanadı.

III-Issız dağ yolunda yankılanıyordu soluğu. Soluksoluğaydı. Daha hızlı, daha hızlı yürümek istiyordu.Varmalıydı, çok geç olmadan. Rüzgâr gibi dalıyordupatikalara. Düzlüklere ulaştığı zaman koşuyordu.Yaklaştı eve. Tepeyi tırmanmaya başladı. Eveyaklaştıkça içine keskin bir korku yürüdü. Gözleriyanıyordu acıdan.Sonunda düzlüğe vardı.Evi gördü.Karanlığa gömülmüş evi gördü.Herşey bitmişti.Yavaşladı adımları. Soluğu hafifledi. Kırılmışkapıdan içeri girdi. Silahını kapının kenarındaki

askıya bıraktı. Ocağa birkaç parça odun attı. Birazgaz döktü üzerine. Kibriti çaktı.Evin içi aydınlandı yavaş yavaş. Herkes kaniçindeydi. Herkes sessizlik içindeydi. Herkes ölümiçindeydi.

IV-Bir tekinin bile yaşamadığını çok iyi biliyordu. Çokfazla gecikmiş olduğunu düşündü.Oturdu ateşin yanında.Ağlamadı.Tabakasını çıkardı. Titreyen elleriyle bir sigarasardı. Derin bir nefes çekti içine.Ateşi besledi.Ellerini ısıttı.Ölümü düşündü.

V -Ağacın dallarına tutundu, sabahı bekledi Leyla. Birkuş çırpınsaydı ağacın dallarında. Bir çıtırtı. Biryılan belki de, incecik gövdesiyle kıvrak bir dalabenzeyen.Korkuverseydi.Düşüverseydi gecenin içine.Uyanmış olsaydı uzun, karanlık bir kabustan. Herkesyeryataklarına serilmiş, derin bir uykuda olsaydı.Kapının önünde oturmuş olsaydı babası,sigarasının dumanı pencereden ince ince uzasaydı.

VI-Gece, leylî bakışlarında uyandı sabaha, küçük birkızın.

VII-Uzun kış geceleriBaşucunda bir nar olsun LeylaHatırlamak için kıyam gecesiniHatırlamak için,koruyan ağacı.Uzun kış geceleriBaşucunda bir nar olsun LeylaKabuklarının altındaKırk öfke daha bekleten.

*Leylâ: Arapça, isim. Çok uzun ve karanlık gece.

7 «L7

Page 10: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

çıkmaz sokak

O GECE

pınar türen

O kız. Kasvetli birgecede yalnız başıma

şehrin arkasokaklarında yürürkenrastlamıştım O'na. "Ne

kadar dasinematografik"

demiştim içimden.Hayatımın içine film

kareleri yerleştirmeyiçok severdim.

Kalabalık bir sokaktayürürken bir anda

beynimdeki kamerayıçalıştırırdım. Ağır

çekimde yürümeye,etrafıma başka bir

gözle, kamera gözüylebakmaya başlardım.

Ama bu küçükkarelerde hep bir eksikolurdu: Fon müziği. İşte

o kıza rastladığım anfilm karesi tam olarak

oluşmuştu. Kızınarkasından bir yerden

arya sesi geliyordu.Fazla eğitim almadığı

belli olan bir kadınarya söylüyordu. O ise

sisin içinde sokağınortasında öylece

duruyordu. Hiç birkategoride

adlandırılmamış göktendüşmüş bir yaratık

gibiydi.

Ne kadar da zormuş bir günün hikayesini yazmak. Oysa yazmak istediğim bir ömrünhikayesi. Amansızca birbirini kovalayan günlerden ibaretti hayatım. Şimdi durduğumyerden baktığımda ne kadar aynı olduklarını farketmenin acısıyla, tek bir tanesinianlatmanın ömrüme bedel olacağına daha doğrusu bir ömre bedel bir günyaşadığıma inanarak o geceyi yazmaya karar verdim. Neden bu kadar zorlanıyorum,anlamıyorum. Aslında her şey son derece basittir: Bir saatte uyanılır; mideden beyinegiden haberler doğrultusunda bir şeyler yenir veya yenmez; gidilmesi gereken yeregidilmek üzere ev denilen kutudan çıkılır ve ufak toplulukları birbirine bağlamakiçin icad edilmiş yollarda yine bu kavuşma işlemini hızlandırmak için ortaya çıkmışçeşitli hacım ve hızda ulaşım aracına binilerek istenilen yere varılır; varılan yer ilkgençlikte genellikle okul denilen kasvetli binalardır, daha sonraları işyerleri denilendelikler okulların yerlerini alır falan... filan...

Çok sıkıldım. Böyle olmayacak, olmayacağını da biliyordum zaten. Yazamıyorumişte! Bir günün hikayesini yazamıyorum. Dehşetle o günü arıyorum. Mutlaka banaözel bir şeyler ifade eden bir günüm olmuştur. Hatıralarımı anı tüccarlarınasatmadım, henüz bunayacak kadar da yaşlanmadım (maalesef). Tüm çekmeceleriindiriyorum, defterleri, yazıları, resimleri, mektupları, küçük notları, kısaca geçmişimedair bulabildiğim ne varsa ortaya saçıyorum, ama nafile. Yok.

Oysa çok sıkıcı bir hayat yaşamadığımı zannederdim. Hatta oldukça hareketligeçtiğini bile düşünmüşümdür. Çoğu insanın adını bile telaffuz edemediği dallardaiki üniversite bitirdim. Üstelik ikincisi doğduğum ülkeden çok uzakta bambaşka biriklimdeydi. Oranın çok farklı olduğunu tüm hayatım boyunca yaşadığım en değişikve heyecan verici şeyin orada geçirdiğim yıllar olduğunu sanmıştım. Yıllar boyuncahep enteresan anılar dağarcığımın en nadide parçası olarak yaşattım içinde. Amaşimdi bakıyorum da hiç bir farkı yokmuş o günlerin de. Hayat her yerde benzerşekillerde akıyordu, kimi zaman çağlayarak, kimi zaman uysal, kimi zaman çalkantılıve tüm nehirler ve küçük dereler gibi tüm hayatlar da o büyük denizde birleşiyordu."Nehir aynı anda her yerdedir. Doğduğu yerde,ortasındaki iskelede, denize döküldüğü yerde" *

Zamansızlık içinde kaybolmuşken birdenbire bir şimşek çakıyor beynimde. O kız.Kasvetli bir gecede yalnız başıma şehrin arka sokaklarında yürürken rastlamıştımO'na. "Ne kadar da sinematografik" demiştim içimden. Hayatımın içine film kareleriyerleştirmeyi çok severdim. Kalabalık bir sokakta yürürken bir anda beynimdekikamerayı çalıştırırdım. Ağır çekimde yürümeye, etrafıma başka bir gözle, kameragözüyle bakmaya başlardım. Ama bu küçük karelerde hep bir eksik olurdu: Fonmüziği. İşte o kıza rastladığım an film karesi tam olarak oluşmuştu. Kızın arkasındanbir yerden arya sesi geliyordu. Fazla eğitim almadığı belli olan bir kadın aryasöylüyordu. O ise sisin içinde sokağın ortasında öylece duruyordu. Hiç birkategoride adlandırılmamış gökten düşmüş bir yaratık gibiydi. Sadece dişiolduğuna karar verdim daha doğrusu kategori yapmaya şartlanmış beynim onun dişiolduğuna karar verdi. Ne giysilerini, ne elinde tuttuğu enstrümanı andıran cismi, nesaçlarının ne renk olduğunu tanımlayabiliyorum. Ürkütücü bir sıradışılığı vardı amaondan korkmamıştım. Şehir bir sürü manyak doluydu ve o da muhtemelen onlardanbiriydi. Hayatını sıradışı olmaya adamışlardandı belli ki. Ama doğrusu ilk defa bukadar başarılısını görüyordum. Fellini'nin "Kadınlar Şehri"nden bir detaydı sanki.

Yanına gittim. Artık çok sıkıldığım bu şehirde, yine çok sıkıldığım bir partiden

8

Page 11: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

çıkmaz sokak

çıktığımı, yılgın bir şekilde evime dönerken ona rastladığımı, eğer izin verirse geceyionunla geçirmek istediğimi söyledim. Tabii hiç konuşmayacak, sessiz bir gölge gibionu takip edecektim. Bu sırada arkadan gelen fon müziğinde bir gariplik oldu, aryasöyleyen ağlıyordu. Aryası hıçkırıklara karışan bir ezgi olmuştu ama yine de devamediyordu, inatla detone olmuş sesiyle söylemeye devam ediyordu. Karanlığın içindeonu takip etmeye başladım. Elbette bana cevap vermediğini, benim yüzsüzce onutakip ettiğimi belirtmeme gerek yok. O, ben ve arya hep beraber şehrin sokaklarındagezdik durduk. Çıkmaz sokaklarda yolumuzu aradık, açık kapılardan içenleresüzüldük, perdesi kapatılmamış pencerelerden baktık, insanların içinden geçtik.Galiba bir şey arıyorduk. İşin garip tarafı girip çıktığımız onca yerde, içindengeçtiğimiz onca kalabalıkla bize garip gözlerle bakan kimse olmadı. O, ben ve aryageceyi anlamsızca tükettik. Şimdi düşünüyorum da O şehrin ünlü delisi, ben O'nunbüyüsüne kapılan kurbanlardan biri, Arya da O'nun aşığı olsa gerekti. Sabaholduğunda uykusuzluktan şişmiş gözlerimle kendimi çalıştığım şirketin önündebuldum. Hayat devam ediyordu. O sokaklardan daha sonra da geçtim ama O'na hiçrastlamadım, ne sokaklarda, ne arkadaş muhabbetlerinde, ne bir gazete kupüründe.O'ndaıı hiç bir iz yoktu. O sabah da her sabah gibi yaşandı ve bitti.

Bu sıradışı olmaya çalışan kadın hakkında fazla kafa yordum denemez. Ama şimdikafama takıldı. Acaba O, benim gibi otursa ve bir gününü yazmaya çalışsa,böyleçaresizce çırpınır mıydı? Yoksa O da bana rastladığı geceyi mi anlatırdı?

"Bir gece sıradan hayatına renk katacağına inandığım bir partiye davet edildim.Aslında niye davet edildiğimi bile anlayamadım zira beni çağıran kişi getir götürişlerine baktığım şirketin en popüler, parlak şefiydi. Değil beni bir partiye çağırmak,varlığımın farkında olması bile beni dehşete düşürmüştü. Cevabımı vermeyeçalışırken yüzümdeki afallamış ifadeyi anlamış olmalı ki -anlamaması için körolmalıydı- "merak etme şirketten herkes geliyor" dedi ve evet olduğuna emin olduğucevabımı beklemeye bile tenezzül etmeden yanımdan ayrıldı. Kalbimin çarpıntısıparti gününe kadar beni terketmedi. Bu bir kıyafetli partiydi, herkesin son dereceuçuk giysilerle, hatta giysi diye tanımlanamayacak acayip görünümlerle partiyegeleceğinden emindim. Partiye beş gün vardı ve ben tüm vaktimi, enerjimi ve bir kaçaylık maaşımı feda ederek partiye hazırlandım. Hayatımda ilk defa böyle bir şansyakalamıştım ve bunu mutlaka değerlendirmeliydim. Kapısından içeri girmeye pekalışık olmadığım şehrin büyük kütüphanesinde saatler geçirerek tarihi kostümleritaradım, dergilerden topladığım resimlerle birleştirdim ve kumaş fabrikasındaçalışan bir arkadaşımın yardımıyla acaip bir şey oldum. Sıra partiye gitmeye gelmişti.Karanlık bir gecede yalnız başıma yola çıktım ama verdikleri adreste bir gariplikvardı. İki cadde arasında bir sokaktı ama iki cadde arasında böyle bir sokak yoktu.Bu sırada beni takip eden bir ses dikkatimi çekmeye başladı. Korkudan kafamı bileçevirip kim olduğuna bakmıyordum. Bir kadın şarkı söylüyordu ve bu sesiçıkartabilmek için kendisini kastığı belliydi. Bir bu eksikti derken yanıma sessizceyaklaşan birisini gördüm. Paniğimi saklamaya çalışıyordum. Tüm heyecanım vehevesim yerini öfkeye bırakmadan korkvıya mı bırakacaktı? Hayır bu garip insanlarınbeııi yolumdan alıkoymasına izin vermeyecektim. Meğerse o da sıkıcı bir partidençıkmış. Acaba benim gitmeye çalıştığım parti miydi? Hayır olamazdı zira son derecenormal giyinmişti, ben ise kıyafetli bir partiye gitmeye çalışıyordum. Cevap vermemibeklemeden peşine takılandan mı yoksa arkada garip sesler çıkarandan mıkorkmalıydım bilemiyordum. Sadece o partiye gitmek istiyordum ve hiç bir şeyinbuna engel olmasına izin vermeden yoluma devam ettim. Onlar beni takip ettiler,ben ise yitirmemeye çalıştığım ümidime sarılıp kapı kapı, sokak sokak o partiyiaradım durdum. Sabah olduğunda hala ayaktaydım, yürüyordum, nefes alıyordumve kalbim atıyordu. Başka bir şey hissetmiyordum. Nefesime, kalbime ve adımlarımakonsantre olmuştum. Bir daha o işe gitmeme kararını ne ara aldım hatırlamıyorum.Galiba kendiliğinden girdi beynime. Ve gerçekten de bir daha gitmedim o işe.Kıyafetimi satmak için girdiğim eskici dükkanının sahibi kıyafeti o kadar beğendi kibana yanında iş teklif etti. Hayatımda hiç kıyafetli partiye gitmedim ama hep opartilere giden insanları giydirerek yaşıyorum!"

Eğer o kadının hikayesi gerçekten böyle ise işte hayatının gününü anlattı. Oysa ben

Bu sırada arkadangelen fon müziğinde birgariplik oldu, aryasöyleyen ağlıyordu.Aryası hıçkırıklarakarışan bir ezgiolmuştu ama yine dedevam ediyordu, inatladetone olmuş sesiylesöylemeye devamediyordu. Karanlığıniçinde onu takip etmeyebaşladım. Elbette banacevap vermediğini,benim yüzsüzce onutakip ettiğimibelirtmeme gerek yok.O, ben ve arya hepberaber şehrinsokaklarında gezdikdurduk. Çıkmazsokaklarda yolumuzuaradık, açıkkapılardan içerileresüzüldük, perdesikapatılmamışpencerelerden baktık,insanların içindengeçtik. Galiba bir şeyarıyorduk. İşin gariptarafı girip çıktığımızonca yerde, içindengeçtiğimiz oncakalabalıkla bize garipgözlerle bakan kimseolmadı. O, ben ve aryageceyi anlamsızcatükettik. Şimdidüşünüyorum da Oşehrin ünlü delisi, benO'nun büyüsüne kapılankurbanlardan biri, Aryada O'nun aşığı olsagerekti.

9

Page 12: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

çıkmaz sokak

Arya şanssız birtravestiydi. Tanrı O'nu

iri yan bir erkekgörünümünde

yaratmıştı ama O bukaba erkek

görüntüsünün altındanazik bir kadın ruhu

taşıdığına inanıyordu.Küçükken annesinin

temizlik yaptığı şehrinbüyük konser

salonunda operadinleyerek büyümüştü.

Sahnede opera tümhızıyla devam ederken

o kuliste bulduğu, kadınsanatçılara ait

aksesuarlarabürünerek, sopranonuntaklidini yapardı. Asla

çekici bir kadıngörüntüsüne sahip

olamadı. Ancak aryasöylerken kendisini

gerçek bir kadın gibihissedebildi. Kaderin

bir gün ona dagüleceğine ve Mösyö

Butterfly olacağınainanarak kendisini

aryalarıyla avuttu vebekledi. Ama kader

ona bir türlü gülmedi.Tatmin edemediği tüm

duygulan onu dünyalarkadar mutsuz yaptı.

Sadece geceleriyaşıyor, karanlık

sokaklarda, kimselereçirkin görüntüsünü

göstermeden, sadecesoprano sesiyle

insanlara ulaşmayaçalışıyordu.

hala kara kara düşünüyorum. Kum saati ileriye doğru akıtıyor zamanı ve biliyorum kifazla zamanım kalmadı. Tek yapmak istediğim bir günümü yazmaktı ama kader benibaşka birinin hayatının gününe götürdü.

Her şey öylesine olağan ve olması gerektiği gibi gelişti ki hayatımda, işte şimdioturmuş tarihine bakıyorum ve hiç bir şey şaşırtıcı gelmiyor bana.

Belki de en şaşırtıcı şey Arya idi. Arya şanssız bir travestiydi. Tanrı O'nu iri yarı birerkek görünümünde yaratmıştı ama O bu kaba erkek görüntüsünün altında nazikbir kadın ruhu taşıdığına inanıyordu. Küçükken annesinin temizlik yaptığı şehrinbüyük konser salonunda opera dinleyerek büyümüştü. Sahnede opera tüm hızıyladevam ederken o kuliste bulduğu, kadın sanatçılara ait aksesuarlara bürünerek,sopranonun taklidini yapardı. Asla çekici bir kadın görüntüsüne sahip olamadı.Ancak arya söylerken kendisini gerçek bir kadın gibi hissedebildi. Kaderin bir günona da güleceğine ve Mösyö Butterfly olacağına inanarak kendisini aryalanylaavuttu ve bekledi. Ama kader ona bir türlü gülmedi. Tatmin edemediği tümduyguları onu dünyalar kadar mutsuz yaptı. Sadece geceleri yaşıyor, karanlıksokaklarda, kimselere çirkin görüntüsünü göstermeden, sadece soprano sesiyleinsanlara ulaşmaya çalışıyordu. Yine böyle bir gecede garip bir kadına rastladı. Tümhayatı sokaklarda geçtiği için bu şehrin geceleri tüneyen tüm delilerini biliyordu amabu kadın onlardan değildi. Aslında cinsiyeti çok da belli değildi ama böylesineçekici bir varlık sadece dişi olabilirdi. İçinde garip bir fırtınanın koptuğunu hissetti.Bu kadını hem kıskanıyor hem de ona tapıyordu, kendi sesini seviyor amagörüntüsünden nefret ediyordu. Kadına kendisini göstermek, onunla sonsuza kadarsokaklarda birlikte, tek biri olarak yaşamak istediğini haykırmak istiyordu. Amakadın onu duymuyordu sanki. Sesi onu hiç etkilememişti, oysa o kadınıngörüntüsünden ölesiye etkilenmişti. Derken biri daha takıldı kadının büyüsüne.Artık aryanın hiç bir şansı kalmamıştı. Karanlığın içinden çıkıp kendisinigösterebilen birisiyle, sadece sesini kullanarak mücadele veremezdi. Ama onlarıbırakmayacaktı. Eğer bırakırsa öleceğine, bırakmazsa kaderin ona mutlakagüleceğine ve bu kadınla sonsuza kadar tek bir vücut olarak yaşayabileceklerineinandırmıştı kendisini. Hüzün ve heyecanla ağlamaya başlamıştı. Hıçkırıklaraboğulan sesi tüm bir hayatının dışavurumuydu. Ama o yılmadan aryalarına devametti. Ta ki sabaha doğru artık sesini kontrol edemediğini hissedene kadar. Artıkiçinde hiç bir umut kalmamıştı. Belki de tek çare yok olan sesiyle birlikte kendisininde yok olmasıydı. Onun da kaderi buydu.

Kader. Hayatım boyunca her şeyin benim kontrolümde gelişmesi için uğraştım.Kadere ve tesadüfe yer vermemek için her şeyi yaptım, oysa şimdi oturmuş günsayarken ve beynimde iki yıldır büyüyüp duran tümörün beynimden fışkırarak beniöldürmesini beklerken kader karşısında çaresiz boyun eğiyorum. Geriye sayımbaşladı işte. Bugün altıdayım. Sona yaklaştım. Kötü kaderim veya sıkıcı hayatımyüzünden beynimde oluşan yara yüzünden ölüyorum. Ne fark eder ki? Üstelik halayazabildiğim bir günün hikayesi bile yok. Galiba o gün sıfır noktasında yaşanacakama maalesef yazacak vaktim olmayacak çünkü ölüler hikaye yazamaz.

"Demek kader aynı zamanda bu hayat için de ümit taşıyor.Ancak unutmayın ki insan hidayetinin sayesinde değil,

saçma olanın sayesinde. Öbür türlü sadece aklın kullanımıdır,kader değildir. Öyleyse kader Yunanlılar'in adlandırdığı gibi

kutsal deliliktir.**

* Herman Hess "Sidhatha"**S. Kierkegaard

10

Page 13: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

sisdüşleri

ZAMAN KANALI*

charles simic

Saatleri ve dakikaları gösteren bir televizyon kanalımız var. Program sunucusucenaze levazımatçıları gibi siyahlar giyiyor ve bir sopayla kocaman bir saati işaretediyor. Geleceğin, gözlerimizin önünde geçmişe dönüşünü izliyoruz. Amma dasıkıcı, diye düşünüyor olmalısınız. Belli bir monotonluk, uyuşturucu bir tembellikolduğunu kabul ediyorum. Bazıları bu kanalı seyrediyorlar çünkü en azındanherhangi bir sürpriz olmayacaktır. Benim gibi başkalarıysa imkansızı düşlüyorlar:ihtimal şeytanı parmaklarını saatin çarkları arasına sokacak, ve dakikalar, saatlerşaşacak.

Sunucu dikkatle bakarsak saatin yelkovanının hareket ettiğini görebileceğimizianlatıyor. Doğru. Seğiriyor. Sinirsel bir tiki olduğu bile söylenebilir. Ancak akrepsabit görünüyor ve ben de o yüzden seyrediyorum. Sunucu tam altmış dakika sonrayelkovanın bir sonraki sayıya geçeceğini öngörüyor. Gözlerim saatten ayrılmıyor.Göz kırpıp duruyorum ve hiçbir şey göremiyorum. Akrep şimdi ikiye geldi vesunucu bu gerçeği, zaferle çınlayan bir sesle doğruluyor.Bir de ince, hızlı hareket eden, saniyeleri gösteren bir kol var. Öyle hızlı hareketediyor ki siz daha kendi kendinize nerede olduğunu sorarken o başka bir yerdeoluyor. Zaman her yerde, yine de hiçbir yerde. Her "şimdi" daha şimdiden "nezaman".

Akşam sunucusunun çizgili bir takım elbisesi, bir Elvis Presley peruğu ve kocamanbir gülümsemesi var. Neşe içinde "İşte saat onbir geliyor" derken ellerini çırpıyor.Kafasını kaşıyor ve "geçecek hiçbir şey olmasaydı zaman olmazdı" diyor. Ya da tambir reklamdan önce "Paris'te gece neredeyse biterken San Fransisco'da akşamkaranlığı henüz çöküyor".

Reklamlar bildik saçmalıkları pazarlıyor: patates cipsleri, Karaip gezileri, inanılmazderecede ucuza, kullanılmış arabalar. En alışılmadık ürünler, Zenon Paradoksuadında bir oyun ve bir California şarabi; söylendiğine göre bir yudumu zamanınakışını değiştirebiliyor.

Gece yansı sunucu olarak siyah saçlı bir hanım geliyor. İsmi Lana Malone. Kum saatiendamını vurgulayan dar kırmızı bir elbise giyiyor. Büyük bir sır verirmişcesine,boğuk fısıltılarla konuşuyor. Saat dörde on var diyor ve sizin kalbiniz tekliyor.Benden çok daha fazla uykusuzluk çeken ve bütün gece saatinin dakikliğinikontrol eden arkadaşım Freddie onu bir gece resmi duyurular arasında "beniöptüğünde tatlım, dünya durur" dediğini duymuş.

Zaman sadece sayı saymanın olduğu yerde vardır ve saymak yalnız bir ruhunetkinliğidir. O halde televizyonunuzu açın ve çingene falcıların kanalını, tımarhanesakinlerine ayrılmış kanalı, devletin gerçekleştirdiği geçmiş infazları yenidenyayınlayan kanalı geçip zamanı bildiren kanala gelin.

Gece yarısı sunucuolarak siyah saçlı birhanım geliyor. İsmiLana Malone. Kumsaati endamınıvurgulayan dar kırmızıbir elbise giyiyor.Büyük bir sırverirmişcesine, boğukfısıltılarla konuşuyor.Saat dörde on vardiyor ve sizin kalbiniztekliyor. Benden çokdaha fazla uykusuzlukçeken ve bütün gecesaatinin dakikliğinikontrol edenarkadaşım Freddie onubir gece resmiduyurular arasında"beni öptüğünde tatlım,dünya durur" dediğiniduymuş.Zaman sadece sayısaymanın olduğu yerdevardır ve saymakyalnız bir ruhunetkinliğidir.

*Bu metin Grand Street dergisinin 54 numaralı sayısının (Sonbahar 1995) 34-35.sayfalarından alınmış ve Nazlı Ökten tarafından Türkçeye çevrilmiştir.

11

Page 14: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

deligömleği

BİLGE KARASU'YLA BİR GECE:BİNBİR GECE

miya se

Birine hayran olmam gerekseydi onu seçerdim. "Enson kimi okudun?" deseler, onun adım verirdim. İlkonunla başladım belki de okumaya. Gerçek anlamdaokumaya, anlamaya...

Kendini en az gösteren o... Hakkında en az yazılmışve yazılıyor olması bu nedenden midir? Azkonuşan, seslerle en az oynayan o... İçe kapanıklılığı,yalnızlığı, insansızlığı ve seçimini kedilerden yanayapmış olması mı beni çeken? "Çiğlik edip ne kadarpiştiğimizi mi anlatıyoruz?" diye sorması mı içteniçe? Yoksa "İnsanların başkalarına ne denli kapalıolabileceklerinin farkına varmıyoruz." deyişi mi?

"Onu anlamıyorum ama beğeniyorum." diyen çokkişi olmalı. Ben de onu anlamaya, anlamadığımıanladığım an başladım.

Bilge Karasu adına yakışır yaşadı. Benim içimdeşimdiki zaman ekini taşıyor "yaşamak" onunlabirlikte. Dostuyum, çocuğuyum, kedisiyim... En çokda kedisiyim. Kendi yalnızlığımda okşatırımdüşüncelerimi. Okşanmanın rehaveti mırıltılaradönüşünce o da i let iş imin içine girer."Konuşanlarla konuşurum; konuşmayanları çok iyianlarım, ben de onlardanımdır çünkü."

Ben de onlardanım. Bundan mıdır hamamböcekler ine k ı y a m a z l ı ğ ı m , ayr ık ot lar ınıyolamazlığım, çocukları azarlayamazlığım?...

"Sokaktaki insan" diye adlandırdıklarına sorsam"Uyuzun birisin sen!" derler. "Toplumcu" denenleresorsam "Korkaklık seni içine kaçırmış bekaplumbağa!" diyecekler.

Bilge Karasu'ya soruyorum: "Kendi izinden başka?Neredeydi kurtuluş?" diyor bir kedi şeytanlığı ile.

Kendi izim, kendi içimdeydi. İçimi nasıl böyleörmüşüm? Bu ipi, bu şişi ne zaman almışım elime?Bu motifleri kim dokumuş zihnime? Deli gömleğinikim geçirmiş sırtıma? Çözmek için mi çabam, yoksaçaprazları çoğaltmak mı?

Geceme bakıyorum. Bira, sigara, radyo, umut... Bu

gece oynaşlarım bunlar mı? Bu kadar mı? Geçmiş,gelecek nerede? Ne kadar?

Karasu'ya bakıyorum. Ona düşüyor anlatmak: "Birgeçmişi anlatmanın, bir geleceği düşlemeninötesine geçebilmek gerekti..." Anladım. (Tırnağınhem içinde hem dışında anlamak)

Onu anlatmak dönüp dolaşıp kendimi anlatmanoktasına geliyor. Birilerini anlatanlar da hepböyle yapıyor; ama inatla başkalarını anlattıklarınısöylemiyorlar mı?... Deli gömleğimin dikişlerigeriliyor.

Yardım et Bilge Kedi!

Ediyor. ("Bu benim anlayacağım bir şey değilgaliba" diyebilmek, "ben her şeyi anlarım"demekten öteye bir adım atabilmiş olmaktır.)

Adım adım öteye gitmek istiyorum seninle.Arkalarda kalabilirim kimi zaman. Öne geçtiğimi degörebilirsin. Sen 1995'te durdun. Sayılacak günlerimvar benim.

Aşılacak engellerim, toplanacak deniz kabuklarımvar yeniden denize atılmak için. Gözlerimdekiinsani kıskançlığı görmelisin. Kötü niyetimigizleyemiyorum. Beceriksizlik ediyorum. Banabaktığını biliyorum. Bakıp bakıp sustuğunu, nedüşündüğümü bildiğini biliyorum. Utanmamamiçin sevgiyle gülümsediğini...

12

Page 15: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

düşdeğirmeni

UYKU

orhan cem çetin

Fotoğrafçının Notu:

Onun geceleri yapması gereken yegâne şey uyumaktı.Ancak, geceleri yapamadığı yegâne şey de uyumaktı.

13

Page 16: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

zehiradası

KUŞ UYKUSU

faruk ulay

Güç bir gece geçirdin. Gördüğün dört düşte dörtgündüz yaşadın. Uykunu alamadan uyandın.Karşında sabahı bulmaktan hoşlanmadın. Yataktankayarak indin, parke döşemenin gıcırdayanbölgesine yayılmış eski halıyı yakalayıp altınaçektin. Senden boşalan şilteye, çukurlaşmış ortasınatoplanmış çarşafa, ayakucundan döşemeye kaymışbattaniyeye, döşemenin gıcırdayan ikinci bölgesineyayılmış kilime, üstündeki kadife kaplı koltuğa,havları dökülmüş kolluklara iliştirilmiş kolalımendil lerin tentenelerine, perdenin genişaralığından odaya dolan sabaha, camı kaplamış buzkristallerine sırtlarını vermiş bir çift serçeye,sulusepken yağan kara baktın, soğuğu gördün. Hersaniye yüz yirmi altı trilyon beygirgücüne eşdeğerdegüneş enerjisi almaya alışmış yerküre bu sabahhavasını alıyordu. Şeytan tırnağının battığınoktadan sızan cerahat başparmağıyla oynamayakoyulmuş parmaklarına bulaşıyor, parmağını sıktıkçaartan acı göz pınarlarının taşıyamayacağı ölçüdeirileşip yanaklarından boynuna doğru kayandamlalarda somutlaşıyordu. Hapşırıyordun. Burnunakıyordu. Pijamanın yenini ararken pijamasızyattığını ayrımsıyordun. Bol paçalı donundan başkabir şey yoktu üstünde. Kötü dokunmuş halınınkeçeleşmiş tüyleri bacaklarını dalıyordu. Geceyaşadığın dört gündüzden ilki yerine Hans Hedtoftfaciasını anımsıyordun. 30 Ocak 1959'a dönereksoğuktan kaçmaya çabalarken buzdağına çarpmışbir geminin boğulmaya hazırlanan doksan beşyolcusu arasında buluyordun kendini. Daha ilkyolculuğunu tamamlayamadan sulara gömülüyordubatmaz kabul edilen gemi. Yolcuların akıllarınaTitanic'in sonu geliyor, ivedilikle birbirlerinisayıyor, bin beşyüz kişi olmadıklarına, önemsiz birdeniz kazasını sonuna dek yaşayabilmişler arasınakatılacaklarına seviniyorlardı. Hans HedtoftCopenhagen'a ulaşamadan batıyor ve bu sabahadeğin, ne kendisinin ne de yolcularının izinerastlanabiliyordu. Dört duşlu bir gecenin altındankalkabilmişken Hans Hedtoft'la birlikte denizindibini boylamayı kendine yediremedin, odana,soğuk sabahına döndün, halının daladığı yerlerinikaşıyarak yatağa tırmandın, çarşafa burnunu silipsarındın, yeniden yere, halının üstüne indin.Şiltenin çukurluğu iyice ortaya çıkmıştı, buna karşılık

başparmağın deminki denli acımıyordu. Ürpertingeçmişti. Kar iri taneler biçiminde yağıyordu.Başlarını gövdelerine gömmüş serçelerin sırtıiyiden iyiye beyazlanmıştı. Bir serçeningündoğumundan günbatımına değin iki bin üç yüzkez öttüğünü okumuştun. Belli ki bir yaz günügözlemine dayanılarak varılmıştı bu tartışılırsonuca. Serçelerin uzun yolculuklarını yalnızcageceleri gerçekleştirmeleri, yönlerini yıldızlarabakarak kestirebildikleri izlenimini vermişti kuşlarında bazı insanlar gibi gece yaşamayı yeğlediklerinikabul etmeye yanaşmayan zoologlara. Serçeleriaptal yaratıklar arasına katan bir yazı okuduğunusanmıyorsun, yine de onca soğuğa karşın iki kuşunbir kuytuya sığınmak yerine pervazda kartopunadönmeyi beklemesi tuhafına gidiyor. Onlarabaktıkça çarşafa sıkı sıkıya sarınıyorsun,gözkapakların ağırlaşıyor, yıllardan beri ilk kezyatağından uzakta uykuya dalıyorsun. Gündüzügeceye çeviren bu davranışın serçelerin ölmüşolduğunu anlamanı geciktiriyor. Dahası onları havapompalı tüfeğinle senin öldürdüğünü, sahaflardabulduğun, anlamadığın bir dilde yazı lmıştaksidermizm el kitabındaki resimlere bakarakdoldurduğunu, çevredeki kuşlara ibret olsun diyepencerenin pervazına mıhladığını anımsamayıunutuyorsun. Uyandığında güneş batmış olacak.Gözlerini karanlığa açacaksın. Kar dinmiş, soğukartmış olacak. Bulutlarla kaplı gök kentin ışıklarınıyansıtacak. Karanlıkta kalmayı seçecek, HansHedtoft'un yolcularından biri olamadığınahayıflanacaksın. Ama şimdi daha önemli işlerpeşindesin; aralarından güçlükle sıyrılabildiğindüşleri tamamlamaya geri döndün, ilki dışındatümünü bıraktığın gibi buldun, baştan alıp yenidenyaşamaya hazırlanıyorsun

Yabancı bir ülkede, tatildesin. Birinci haftanınsonunda y a l n ı z c a d e n i z i ve göğüyakınsayabiliyorsun. Bir yaylıya atlayıp denizkıyısına iniyorsun, sandaletlerini eline alıyorsun,kumsalı geçiyorsun, dalgaların çizdiği ıslak çizgininardında bağdaş kuruyorsun. Gökten üç elmadüşüyor. Birini hemen yiyorsun, ikincisini denizefırlatıyorsun, üçüncüsünün kabuğunu havaalanındakidükkanların birinden aldığın üç numaralık Opinal

14

Page 17: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

zehiradası

marka bıçakla soyup dörde bölüyorsun.Dilimlerden birini ve bıçağı cebine koyuyor,ötekileri kabuklarla birlikte yanıbaşında kazdığınçukura gömüyorsun. Denize attığın elma az sonrakıyıya vuruyor. Eline aldığında kabuğundaki dişizleri dikkatini çekiyor. Soyulmuş üç dilimigömüldükleri yerden çıkarıp denize atıyor,yerlerine pantalonuna sürterek kuruladığın elmayıgömüyorsun. Seni bekleyen yaylıya dönüyorsun,sandaletlerini kaldırımın kıyısına çarpıp kumlarınıdöküyorsun, ayaklarına geçiriyorsun, yaylıyabinmeden önce cebindeki elma dilimini çıkarıp atauzatıyorsun. At avucundaki dilimi dişlerini derinedeğdirmeden, olağanüstü bir beceriyle alıyor, uzunuzun çiğneyip yuttuktan sonra hala ağzı düzeyindetuttuğun avucunu yalayarak sana teşekkür ediyor.Otele vardığında bara uğruyorsun, bir kadeh elmalikörü içip tuza bandığın bir dilim limon atıyorsunağzına. Kabuğuyla birlikte, yüzünü ekşitmedenyiyorsun. Odana çıkıyorsun, tatilin son gününedeğin kapalı tutacağın pencerenin yakınındakiyatağa uzanıp gözlerini göğe dikiyorsun. Daha öncegörmediğin bu düş, sabah - uyanmadan önceyaşadığın son düşün yerini alıyor. Bir gökdeleninüst kat pencerelerini silerken tahta iskeleyi çatıyabağlayan halatlardan birinin dolandığı makaranınbeklemediğin anda bir diş atmasıyla dengeniyitirip düşmeye başladığın düşü uyandıktan sonraanımsamaya çalışırken, serçelerin latince adınıöğrenmek isteyecek, hayvanlar ansiklopedisinikarıştıracak, passer domesticus adım bulacak, serçebeyinlerinin insanal özel l ikler taş ıdığını,düşünmeye yatkınlığını, kuş bacaklarının hayvanlardünyas ındaki en gel işmiş süspansiyonmekanizmasına sahip olduğunu öğreneceksin.

Şimdi ikinci düşünü yaşıyorsun, tanımadığın biriningövdesini taşıyorsun. Ellerinin büyüklüğünden,dudaklarının iki yanından çenene doğru uzamış gürbıyıklarından rahatsız oluyor, gövdende tanıdık birnokta bulabilmek için oranı buranı yoklamaktanadımlarını birbirine karıştırıyor, gıcırdayanparkelerden çıkan sesi soğurmaya yayılmışneredeyse tozbezi küçüklüğündeki halılardan birinetakılıyor, koridoru güçlükle geçiyor, yatak odasınaaçılan kapıyı acemi parmak oynatmalarıyla tutupitiyor, taşımaya alıştığın gövdeni yalakta uyurkenbuluyor, sessizce başucundaki komodine yürüyor,altına itilmiş yassı karton kutuyu sürüyerek odanınortasına getiriyor, içindeki zarflardan biri dışındatümünü alıyor, kutuyu yerine koyup odadançıkıyorsun. Yüreğin dakikada sekiz yüz kez atıyor.Aln ın, kulakların sıcacık. Serçelerin gövdesıcaklığının ortalama kırk bir derece olduğunu daokumuştun hayvanlar ansiklopedisinde. Miden

15

kazınıyor, serçelerin saatte otuz kez beslenmegereksinimi duymaları canını sıkıyor. Bir an önceüçüncü düşe geçmek istiyorsun ki üçüncü düşkendini ikincisinin süreği olarak gösteriyor.

Yataktaki gövdeni görmenin seni şaşırtmadığınıayrımsadığında odaya dönmeye karar veriyorsun.Zarfları saklayacak bir yer arıyorsun önce. Mutfağagidiyor, fırına koyuyorsun onları. Tezgahtaki camkavanozdan çaldığın kurabiyeyi ağzına atmadanönce lavabonun kıyısına vurup ununu döküyorsun.Kurabiyenin yarıs ı damağına yapış ıyor.Buzdolabında bulduğun bir şişe vişne suyunu birdikişte içiyorsun, son yudumu ağzında tutupçalkalayarak dişlerine yapışmış kurabiye parçalarınıtemizliyorsun. Zarflan sakladığın yeri yeterincegizleyebilmek için fırının bağlandığı havagazıborusunun vanasını kapatıp yatak odasınadönüyorsun. Yatağın başucuna çektiğin iskemleyeata binercesine oturup kollarını arkalığa dayıyor,uyumakta olan gövdeni izlemeye koyuluyorsun.Yüzün sana dönük. Yarı açık ağzının kıyılarındadonmuş salyaların ve yüzüne sayrılı bir insanizlenimi veren dağılmış saçlarınla uyuyorsun. Nefesalışın düzensiz. Sanki uzun bir koşunun ya da uçuşunson metrelerindesin. Bazı kuşların yalnızca geceuçabildikleri geliyor aklına ister istemez. Gündüzuykularında görülen düşlerin gece görülenlerdenbir ayrısı olup olmadığını bilmiyorsun. Gündüzuykularının gece uyunanlara benzemediğininayırdındasın. Deneyimlerinden edindiğin bubilgiyi. Kendini okurken başkalarının okunmasınayarayacak bilgiler edindin. Karşında yatan gövdeyeilelenmiş kişinin kimliğini öğrenmeye yetersizkalacak bir yığın bilgiyle doldurdun serçeninkindenkat kat büyük beynini. Bazan kendinin deyaptıklarına anlam veremiyorsun. Gözün komodinekayıyor. Altındaki kutuyu, içinden aldığın zarflarıneden fırına koymuş olabileceğini düşünüyorsun.Bu eve taşındığından beri bir kez olsun yemekpişirmemişliğin f ır ını mutfağın bakir kalmışgereçlerinden biri yapsa da senin bu evdeyaşadığını belirtecek en önemli ipucu, yatağınauzanmış gövden ki senin olmaktan çıkmışçasınamutlu, derin uyuyor. Sayrılı düşmekten mutlugibisin yattığın yerde. Alnın kırışmış, gözlerinöylesine sıkı kapanmış ki gözkapakların katlanmış,buruşmuş.

Ürkünç bir düşün ta ortasında olmalısın. Büyük birolasılıkla yüksek bir yapının üst katındandüşüyorsun. Elinde sabunlu sudan yeni çıkarılmışbir sünger var. Düştüğün yeri görmemek için başınıkaldırmış, düşmeye başladığın noktayı arıyorsun.Halatlarından boşanmış iskelenin üstüne gelmekte

Page 18: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

zehiradası

olduğunu görüyor, süngeri tutan elini başınınüstüne kaldırıyorsun, süngerden bileğine kayandamlalar dirseğinden gözüne damlıyor. Gözlerinyanıyor. Uyanıyorsun. Sünger tutan elini yastığınaltında buluyorsun. Uyuduğun sırada olagelenlerianlayabilmen için uyandığında ilk işin odayıkolaçan etmek oluyor. Her seferinde, gördüğündüşleri anımsayacağın ipuçlarıyla donatılmışbuluyorsun evi. Başını koyduğun yastığı ayakucunda,yatmadan önce su doldurup komodine bıraktığınbardağı parkenin gıcırtılı bölgelerine yayılmışhalılardan birinin üstünde bulmak gibi hareketli,genelde rahatsız bir gece geçirdiğini anlatacakveriler dışında, derin anlamlar yüklenmiş,yorumlanmayı bekleyen yaşantını etkileyecek denlidüşündüren, bazan uzun yaşayacağını haber veren,bazan üzen, ürküten, deniz ve hava ulaşımaraçlarına binmekte gösterdiğin tedirginliğipekiş t i ren, yürümeyi sevdiren, insanlarlakarşılaştığında yolunu değiştirmeye dek götürenleride buluyorsun. Sözgelimi, sokağa bakan pencereninbulunduğu duvardan ayırmadığın iskemlenbaşucunda duruyor. İki haftada bir temizleyiciyeyolladığın ceketlerin aylardır giyilmişçesineburuşuyor, her sabah işe giderken boyattığınayakkabıların çamura bulanıyor. Paspasın üstündebulmaya alıştığın gazeten televizyon koltuğundaçıkıyor karşına. Yatmadan düzelttiğin çerçeveleruyandığında çarpılmış oluyor. Bazan yenidemlenmiş bir bergamot çayı kokusuna,bazankanatları ardına dek açık pencerelerden girenayazın soğuğuna, taşıdığı çöp kokusuna uyanıyorsun.Yeni tamir edilmiş musluk damlatıyor. Traşbıçakların açılmamış kutularından kullanılmış,paslanmış çıkıyor. Aylardır çalıştıramadığınelektrikli traş makinasının kordonunda birbağlantısızlık olduğu anlaşılıyor, eve çağırdığınelektrikçi tablayı açıp sigortalara baktığındayarısının tellerini yanmış buluyor, kabahati bulaşıkmakinasına yüklüyor. O değil sen yüklüyorsungerçekte. Bulaşık makinalarmı sevmiyorsun.Yatmadan önce makinaya doldurduğun tabaklarıüstlerindeki yemek artıklarıyla birlikte lavaboyaatılmış buluyorsun. Uyandığında demli çay kokusualmak o çayı ağız tadıyla içmene yetmiyor; ya şekerbitmiş oluyor ya da bardağın kırık ağzı dudağınıkesiyor. Uyandıktan sonraki ilk yarım saati geridebırakmak günden güne güçleşiyor. İşe geç kalmapahasına, dört sokak ötedeki bakkala koşup evineksiklerini tamamlıyor, kırılanları yeniliyorsun. Buişten zevk de almaya başlıyorsun. Mutfakdolaplarının rengahenk tabaklarla, değişik boyuttabardaklarla doluyor. Bakkal seni kapıya dekgeçiriyor. Onu gördüğünde tuhaf bir ikilemyaşıyorsun. İnsanlara rastladığında yolunu

16

değiştirmeni öğütleyen duyguyla, kanınınısındıklarıyla çene çalma isteği çatışıyor. Bakkalsemtteki serçelerin günden güne azaldığınısöylüyor. Söylediklerine üzülmüş görünüyorsun.Çünkü gerçekten üzülüyorsun. Bakkalı ve serçeleriseviyorsun. İşe gitmeden önce eski kaşarınkabuklarını, ekmek artıklarını serpiyorsun salonunbalkonuna. Bunları serçelerden önce kediler yiyor.Onları da seviyorsun. Özellikle sol kulağı yırtık, sanbenekli kediyi. Demek hala sevdiğin bir şeyler var.Bakkal, serçeler ve kediler. Yürümek, boyacı veayakkabıların. Gazete okumak ve oturmak. Çay,kurabiye ve şeker. Bir de uyanmak. Son zamanlardayakanı kaptırdığın düşlerden sağ salim çıktığınınkanıtı olan uyanmak, yeni doğan güne gözleriniaçmak, güneşin ilk ışınlarının yüzünde oynaşmasınıduyumsamak, yatağın sırtını verdiği duvara dönüpyan yana astığın siyah/beyaz fotoğrafların sarınıntonlarına bulanmasını izlemek ve ışınların hersabah duvarın bir başka bölgesini aydınlattığınıkeşfetmek büyük keyif veriyor sana. Güneşinyerkürenin çevresinde döndüğüne, senin yerküreninmerkezine kurulmuş bir evde oturduğunainanacağın geliyor. Mevsimler sabırla sıralarınıbekliyor değişmeye. Sen uyumaya yattığında sabırlauyanmayı bekliyorsun. Uyanıyorsun, ışınları yerdeğiştirmiş buluyorsun, yeni bir güne gözleriniaçtığını anlıyorsun, bu değişikliğin seni dedeğiştirecek denli etkileyeceğini biliyorsun. Günündeğiştirdiği sen, yaşamı değiştirebilmek için yolaçıkıyorsun, bakkala uğruyorsun, peynirlerden,serçelerden, züccaciyeden konuşuyorsunuz, seniişine götürecek yola sapmak yerine trenistasyonuna yürüyüp rayları gören bir bankaoturuyorsun, peronda bekleyenlerin konuşmalarınakulak veriyorsun, bazan onları hoşnut kılacakyorumlarda bulunuyorsun. Değişiyorsun.Değiştiğini anlayabilmek için tanık olduğundeğişikliği geride bırakacak yeni bir değişiklikgereksiniyorsun ki bu değişikliği ancak uyandığındabuluyorsun. Çok uyuyorsun. Hızla değişiyorsun.Sonra ipuçları birer birer çıkıyor ortaya. Bunlarıbulmaya alışmış olsan da bulduğunda düştüğünrahatsızlıkla bir arada yaşamaya alışamıyorsun.Dışarıya çıkıp boy boy yürümekle eve kapanmakarasında bir seçim yapamadığın zamanlardaokumaktan medet umuyorsun. Okumak evdeoturmanı öngördürüyor. Günlük gazetelerin,hayvanlar ansiklopedin ve atmaya kıyamadığınmektuplarından başka okuyacak bir şeybulamıyorsun evde. Sana asılan sekreterlerdenbirinin yıllardır her haftanın son iş günününbit iminde e l ine tutuşturduğu mektuplar ıbiriktirdiğin kutuyu salona taşıyor, aldığın sırayagöre numaraladığın zarflan yemek masasına

Page 19: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

zehiradası

boşaltıp sırayla okumaya başlıyorsun.

Dördüncü düş, okumaya başladığında araya giriyor,bir mektup olarak görünüyor ve tek okumalık biryaşamı olduğunu söylüyor sana. Düşün kendisininkonuştuğu bir düştesin. Serçenin düşünme erkesinigeliştirmeye ramak kalmış beyninden de üstün birbeyinle paylaşıyorsun uykunu. Mektubu okuyorsun?"Bana dert ortaklığı etmekten bıktığını biliyorum.Meraklanma, bu son mektubum olacak. Gelecekhafta yeni işime başlıyorum. Yalnızca atlaslardarastladığım bir ülkede, çokuluslu bir şirketin işlettiğioteller zincirinin en yeni halkasında sarışın bir odahizmetçisi olarak... Saçlarımı bu hafta sonuboyatacağım. Herkesin benden yaka silktiğinibelirtecek davranışlarda bulunmasından bıktım.Elbette beni sevmediklerini belirtecekler. Çünküçevrelerindeki tek insanım sevilecek. Söylediklerinegık çıkarmadan katlanacak kimse bulamayacaklarım,kendilerini ben değin kimsenin sevemeyeceğinibiliyorlar. Kısa pantalonlu çocukların mahalleoyunlarına benziyor yaşamımız. Pabucu yarım, çıkdışarıya oynayalımlarla başlayan, akşamın geçsaatlerinde ancak ailelerimizce kulaklarımızdançekilerek evlerimize sokulduğumuz, ama bizi içeriyesokacakların yaşına ulaşt ığımızdan kendikulaklar ımızdan çekemediğimiz, dolayısıylazamanımızı kapının önünde oynayarak geçirdiğimizbir yaşam bu. Çocukluğumuzun oyunlarından tekdeğişikliği de artık oyunun oyun olmaktan çıktığı.Sevildiğimi bi l iyorum. Beni sevdiklerininfarkındalar. Ben de onları... Oyunumuzu aylarcauzaktan izledikten, kızışmalarımıza gıpta ettiktensonra bize katılmak isteyenlere karşı durmamız içingereksiniyoruz birbirimize. Dağılmak istemiyoruz.Kalabalıklaşmak istemiyoruz. Ancak birbirimizeyetiyoruz. Sevgisizliğimizi paylaşırken ancakdenkleştirebiliyoruz sevgimizi; yeni bir aç ağızalokma ayıramayız. Böyle yiyoruz birbirimizi.Kendimize kalarak... Aramıza katılmak isteyenlerinuzağından geçiyoruz. Onlardan yana bakmıyoruzb i l e . V a r l ı k l a r ı n d a n habers izmiş iz gibidavranıyoruz. Ne bir sevgi ne de bir sevgisizlikyollamamak için bakışlarımızla. Hem biliyormusun, ben de hiçbirini sevmiyorum dostlarımın.Onları sevdiğimden bu sevgiyi göstermemeyekatlanıyorum. Büyük bir özveri gerektiriyorduyguları içinde saklamak. Onların yaptıklarınıdurmaksızın kötülemek, bana ve birbirlerine olandavranışlarını yermek, zararsız görünen sözlerininardında bir kötülük aramak, bulmak ve yüzlerinevurmak. Zevk alıyor muyum bu durumdan? Elbettehayır. Onlar da zevk almıyorlar. Ama başladığımız

oyunu sürdürmek zorundayız. Dağılmamalıyız.Ancak böyle bir arada kalabiliriz. Dostlukların güçkurulabildiği bir dönemde yaşıyoruz. Suç bizdedeğil, onlarda. Onlar; dışımızda olanlar...Diyeceksin ki madem her şey yolunda, nedenburadan ayrılıyorum öyleyse. Senin yüzünden...Senden uzaklaşabilmek iyçin... Çünkü beni sevipsevmediğini anlayamadım. Dolayısıyla seni sevipsevmemem gerektiğini kestiremiyorum. Yalnızcamektuplarımı alarak dert ortaklığı ettin bana. Onlarıokuyup okumadığından bile habersizim. Düşünderastladığın, bir-iki dakika içinde geride bırakacağınkişilerden biriymişim gibi görüyorum kendimi. Hiçbitmeyen bir düşe dönüştü iş arkadaşlığımız. Düşügören sen, gerçekten yaşayan benim. Sen yeni birdüş beklerken ben yeni bir yaşam kurmayaçabalamaya kararlıyım. Günaydın."

Gözlerini açtığında karanlığın uykunun kardeşi,ölümün kuzeni olduğunu düşündün, ölmeyeyanaşmadın, yeniden uyumaya kalkmadın.İskemleye ters oturmuş, seni izleyen posbıyıklı yüzübuldun karşında. Tanımadığın biri gibi davrandınbakkala. Uyandığını görünce yüzüne bir gülümsemeyayan bakkal elini alnına koydu, "Günaydın, ateşinizdüştü sonunda." dedi. Tanıştınız. "Ben," dedin,"Dört duşlu gecelerin tutsağıyım". "Memnunoldum." dedi bakkal, "Ben de aynı gecelerdedolaşıyordum bir ara." Gülüştünüz. Ölmektenkaçtığını söyledin ona. O da yaşamaktan bıktığınısöyledi sana. Birbirinizi tamamlamaktan çok uzaktaolduğunuzu belirtecek sözler söylediniz aynı anda.Bakkal gözüyle pervaza tünemiş serçeleri imledi."Uçmak için geceyi bekliyorlar." dedi. "Evet, Passerdomesticuslar böyledir." dedin. "Sucuklu yumurtayaptım." dedi bakkal. "Kaşar peynirinizi özledim."dedin. "O zaman size kaşarlı bir omlet yapayımhemen." dedi bakkal. "Bakkalların yemek yapmayısevdiklerini bilmezdim." dedin. "Yemek yapmayıdeğil sizi sevdiğim için kıracağım yumurtaları."dedi bakkal. "Düş gibi konuştunuz." dedin. "Fırındakimektuplar ne işe yarıyor?" diye sordu bakkal. "Hiç.atılmayı bekliyorlar." dedin. "Atayım mı?" diyesordu bakkal. "Mümkünse, omleti yaptıktan sonra."dedin. "İki gündür uyuduğunuzun farkında mısınız?"diye sordu bakkal. "Tahmin ediyorum." dedin,ekledin: "Serçeler uçtu." "Üzülmeyin, yarın sabahyine dönerler." dedi bakkal. "Emin misiniz? diyesordun. "Eminim." dedi bakkal. "Pekiyi." dedin.

17

Page 20: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

uçan hollandalı

GECENİN VE YAZININ BİLGELİĞİNEDAİR

murat gülsoy

Ben de bir çokları gibigeçmişimin

çekmecelerini geceninyüzüne yüzümü

dayayarak karıştırırım.Gece pek hünerli birgözbağcıdır. Gece....

Eski bir hikaye bu.Zaman zaman

hatırlayıp, zihnimdeyeniden canlandırdığım

filmlerden biri. Benimyazıyla ilişkimi kuran,

bana yazının sınırsızzenginliklerini tanıtan,

harflerin, kağıdın vekalemin olası bütün

büyülü anlamlarınıöğreten Usta'mın

hikayesi... Büyü ileuğraşanlar bilirler,kolay öğrenilen bir

sanat değildir harflerve sayılarla evreni

şekillendirmek; oyüzden bu sanatı

hakkıyla yerinegetirememiş olan bu

zavallı çömezinsatırlarının arasında

gezinirken hoşgörü vesabrınızı esirgemeyiniz.

Büyük hatırlama anları yaşayanlar bilirler; insan ne Zaman o geçmiş denen uçsuzbucaksız hayalin peşine düşse ve daha sonra bir düşten uyanır gibi geri dönsegündelik gerçeğine, tuhaf bir şaşkınlık ve mutluluk sarhoşluğu yaşar. Neden bu ulvianları bu kadar seyrek yaşadığını anlayamaz. Beklenmedik bazı gerçeklerinrüyalarda ortaya çıkması gibi heyecan vericidir. Oysa hayat, kısa ve ilkel bir çizgiolarak önünde belirir. Uyduruk bir mezartaşı ile noktalanacak sıradan bir hayat. Vesonra, kişi, o gecenin ölüm taklidi yapan yüzüne bakarak düşünür pencereninardında. Düşünür ki kendini diğerlerinden farklı kılacak bir şey bulsun. Düşünür kişu geçici bir rüyadan ibaret olan bedeni içinde çırpınan çocuk gözyaşları bir anlamkazansın.

Ben de bir çokları gibi geçmişimin çekmecelerini gecenin yüzüne yüzümüdayayarak karıştırırım. Gece pek hünerli bir gözbağcıdır. Gece.... Eski bir hikaye bu.Zaman zaman hatırlayıp, zihnimde yeniden canlandırdığım filmlerden biri. Benimyazıyla ilişkimi kuran, bana yazının sınırsız zenginliklerini tanıtan, harflerin, kağıdınve kalemin olası bütün büyülü anlamlarını öğreten Usta'mın hikayesi... Büyü ileuğraşanlar bilirler, kolay öğrenilen bir sanat değildir harfler ve sayılarla evrenişekillendirmek; o yüzden bu sanatı hakkıyla yerine getirememiş olan bu zavallıçömezin satırlarının arasında gezinirken hoşgörü ve sabrınızı esirgemeyiniz. Sözüedilen kişilerin rahatsız olmamaları için isim vermeden anlatılmaya çalışılacak olanhikaye bundan oldukça uzak bir yaz mevsiminde başlamıştı. Ve diğer hikayelerdeolanın tersine kahramanımız kendi yaşayacaklarını önceden seçmişti.

Kendime göre, felaketlerle dolu bir uzun kış geçirmiştim ve hayatımla ilgili radikalkararlar vermem gerektiğine inanmıştım bir kere. Verdiğim kararlardan ilki ve belkide en önemlisi okulu bırakmaktı. Sonra ailemin yanından ayrılmak ve ardından dayazar olmak. Şimdiki gözlerimle baktığımda 'evden kaçıp kötü yola düşen kızlarıniçlerindeki duygu depremlerine' benzettiğim bu ruh durumunu o zamanlar müthişbir ağırlık, bolca tütün, kaba bir sakal, acıklı bir bakış ve diyaframın kullanımagirmesi ile teatral bir hava kazanan Kaptan'ın şiirleri ile yaşıyordum. Kararlarımdanilk ikisi önemli olmakla birlikte yaz aylarının gelip okulların kapanması ve aileminyazlığa gitmeleriyle süresiz olarak ertelenmişti. Şimdi yapılması gereken yazarolunmasıydı. Fakat nasıl?

Evde daktilo ile yaşadığım azap dolu saatler boyunca olağanüstü sıkıcılıktakiyaşamımdan kesitleri kağıtlara geçirmekti sanıyorum. Her biri intiharla sonlanan, hergenç adamın gizlice kendine yazdığı tüm mektup stillerini denemiştim. Fakatolmuyordu. Olamıyordu. Okuduğum roman ve hikayeler gibi bir türlüyazamıyordum.

Son bilmemkaç yılın en kurak yazının ortasındaydım, sevgilim yoktu, yazınınkapısını hâlâ bulamamıştım ve sakalımı kestiğim için yüzüm bembeyazdı. Ve işte ogünlerde ayrıntılarına girerek sizi sıkmak istemediğim olaylar ve tesadüflersonucunda Usta ile tanıştırıldım.

Usta dedikleri adam her haliyle antipatik bir adamdı. Herhalde hiç bir kadın ilkgörüşte ona aşık olmamıştı ve herhalde bu babasından kalma evi olmasa hiç bir evsahibi ona evini kiralamazdı. "Sakalını kestiğin iyi olmuş..." dedi. Sonra da elime Suçve Ceza'yı tutuşturarak, "öbürgün gel konuşalım" dedi. Bu arada diğer çömezlerlebu evin sınırları dışında görüşmemi yasakladı. Eve dönerken içimi pis bir sıkıntı

18

Page 21: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

uçan hollandalı

kaplamıştı. Hayalkırıklığına uğramıştım. Ben modern edebiyattan veyamarjinallerden hoşlanıyor ve bu alanda yazmak istiyordum. Oysa Usta denilen buruhu suratından da meymenetsiz adam bana artık kilo ile satılan yayınlarınvazgeçilmez ikilisini elime tutuşturmuştu. Suç ve Ceza. Birinci cilt suç ikinci ciltceza... İçimden sövüp duruyordum.

Fakat yine de eve döndüğümde kitabı okumaya başladım. Bir kaç saat sonra notalmak için masaya koyduğum kağıtlar bitmiş, küllükler dolmuş, akşamgüneşidumanların arasında tembel tembel gerinirken Raskolnikov'un macerası çoktanbenim maceram olmuştu bile.

Evet bir çalışma grubunun içindeydim artık. Benden başka üç çömez daha vardı.Duruma göre iki üç günde bir toplanıyorduk, tartışıyorduk; ve bu toplantılarındışında -yasak olduğu için- görüşmüyorduk. Bu yüzden diğer çömezleri sadeceyazdıklarından tanıyordum. Usta'yı ise çok sonraları tanıdım ki bunu daha sonraanlatacağım. Birbirini tanımayan ve tanımaları yasaklanmış bu insanlar sık sıktoplanıp o yaz sıcağında heyecanla çalışıyorlardı bu da Ustanın ne kadar yeteneklibir hoca olduğunun göstergesiydi. Bir dakika bile sıkıldığımı hatırlamadığım butoplantıların her biri diğerinden farklı bir atmosferde geçiyordu.

Örneğin ilk çalışmada, verdiği kitapları tek bir cümle ile özetlememizi istedi.Düşünebiliyor musunuz, Suç ve Ceza'yı bir cümle ile özetlemek. "Olaylar Rusya'dageçiyor." esprisini yapmak geçiyordu içimden fakat ortam ve konumum bu türhafiflikler için pek uygun sayılmazdı. Diğer çömezlerin kitapları farklıydı fakatonların da durumu vahimdi. Elbette apışıp kaldık. Ben uzun bir cümle girişimindebulundum fakat ortalarında bir yerde ipin ucunu kaçırdım. Ustamız isegülümseyerek açıklamaya başladı:

"Sizden önce zeki olmanızı istiyorum. Evet zeki olmanızı. Zekayı doğuştan gelen birmeleke olarak öğrendiğinizi biliyorum. Bu düşünce, zeki insanların diğerlerineöğrettikleri yanlış bilgidir. Evet yanlış bilgileri yaymak kimi zaman bazıları içinyaşamsal bir önem taşır. Onlarca belki de yüzlerce insanı kendinizebağlayabilirsiniz. Bu başka zaman gireceğim bir konu. Önemli olan zeki olmanın neolduğunu anlamanız. Çok zor bir şey değil. Tek yapacağınız anlamak istediğinizşeyin çevresinde dolanmak. Ona olabildiğince çok açıdan bakmak. Tabii tüm budeğişik açılardan yapacağınız değerlendirmeleri olabildiğince hızlı yapmalısınız.Yeterince vakit verilirse çözülemeyecek bir problem yoktur. En azından bir yazariçin. Şimdi size sorduğum soruya dönelim. Sizden tek bir cümle ile okuduğunuzkitabı özetlemenizi istediğimde hızla şu düşünceleri gözden geçirmelisiniz:1. Usta'nın istediği yapılabilir bir ödev mi?2. Tabii ki hayır. Bir cümlede anlatılabilecek olan roman değildir çünkü.3. O halde Usta, bizden özet yerine geçecek bir özlü cümle, bizde bıraktığı duygu vedüşünceyi ortaya çıkarmak için bu soruyu soruyor.4. Eğer 3. şık doğruysa bu çok sıkıcı bir çalışma.5. Fakat Usta iddialı bir adama benzediğine göre bize yapamayacağımız bu ödeviverirken başka bir şey anlatmak için bir ön oyun tezgahlıyor.6. Oyunu keşfedip, oyunun içinden Usta'ya yanıt verebilir miyim?

Evet tüm bu veya buna benzer düşünceleri o kafanızın içinde duran muazzamaletin yardımı ile hızla yapmalıydınız. Eğer yapabiliyorsanız zekice bir yanıthazırlayıp oyunumu bozabilirdiniz. Fakat henüz aptal birer çömez olduğunuz içinelyordamı ile bir takım cümleler gevelediniz. Benim de beklediğim buydu. Zatensizinle çalışmalarımız sırasında herşey hesapladığım yönde gidecek. Peki yaratıcılıkbunun neresinde?" diye sorduğunda Usta'dan ilk geçer notumu almıştım: "Altıncıadımdan sonrasını uydurabilmekte..." diye aklımdan geçenler ağzımdandökülüverdi. Usta oralı olmadan devam etti: "Yaratıcılık kendi oyunlarınızı kurmayabaşladığınız zaman ortaya çıkacaktır... Ayrıca kafanızın içindeki eşsiz alete iyidavranmanıza da bağlı... Alkol ve uyuşturucu 'aletinizi' hırpalar. Karşınıza çıkansorunları halletmek bir yana söylediğim çok yönlü hızlı düşünme ve problemçözme yeteneğinizi de kaybedersiniz. Demek ki zeki olmak için iki şey

19

Sizden önce zekiolmanızı istiyorum.Evet zeki olmanızı.Zekayı doğuştan gelenbir meleke olaraköğrendiğinizi biliyorum.Bu düşünce, zekiinsanların diğerlerineöğrettikleri yanlışbilgidir. Evet yanlışbilgileri yaymak kimizaman bazıları içinyaşamsal bir önemtaşır. Onlarca belki deyüzlerce insanıkendinizebağlayabilirsiniz. Bubaşka zamangireceğim bir konu.Önemli olan zekiolmanın ne olduğunuanlamanız. Çok zor birşey değil. Tekyapacağınız anlamakistediğiniz şeyinçevresinde dolanmak.Ona olabildiğince çokaçıdan bakmak. Tabiitüm bu değişikaçılardan yapacağınızdeğerlendirmeleriolabildiğince hızlıyapmalısınız. Yeterincevakit verilirseçözülemeyecek birproblem yoktur. Enazından bir yazar için.

Page 22: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

uçan hollandalı

Sonra bize kalemi vekağıdı anlattı. Her

yazı her kalemleyazılmazdı Usta'ya

göre. O yüzden bir çokkaleme sahip olmak

gerekliydi. Kağıtlabarışık, değişik

mürekkeplerle yazandolmakalemler.

Kimisiyle imza atıpform doldurursunuz,

kimisiyle günlük tutar,kimisiyle hesapyaparsınız. Ve

içlerinden biri mutlakagözdenizdir. Onunla en

gizli, en mahremkelimelerinizi kağıda

geçirirsiniz.Mürekkebinin kurumasıiçin kağıda üfler yazıya

ruhunuzdan bir parçaliflersiniz. O kaleminizi

asla yeredüşürmezsin iz,

hırpalamazsınız, çünküo sizin sancılı

ruhunuzun dünyayagönderdiği elçidir.

Kağıtla buluştuğundaçoşmalı sonra çalışma

masanızın veyaçantanızın temiz

loşluğuna geridönmelidir. Asla

başkalarınınparmaklan

değmemelidir. Dahasonraları

b ilg isaya rla rda k ikelime işlemcileri

anlatırken degözlerinde aynı

aydınlığı görecektik.

yapacaksınız: birincisi onu oksijensiz bırakmayacaksınız. İkincisi de sürekli alıştırmayapacaksınız. Bunlar sizi zeki yapmaya yeter. Fakat yaratıcı yapmaya yetmez.Yaratıcılık için de araştırmacı bir ruha sahip olmalısınız. Araştırmacı ruh -ki insanlığınen güzel hasletlerindendir- öyle olunması gerektiği için kazanılabilecek bir şeydeğildir. Ruhunuzu heyecan ve aşkın yükselen dalgasına bindirmeyi öğrenmelisiniz.Bu belki de en zor kısmı."

Böylece önümüzdeki yirmi yıl ne ile uğraşacağımız ortaya çıkmıştı. Daha sonra bazıkelime oyunları oynadık. Daha sonra bir takım cümle kurma oyunları. Örneğin birgün toplantı boyunca tüm konuşmalarımızı en az beş kelime ile kurulmuşcümlelerle yaptık. Bir başka gün sadece soru cümleleriyle konuştuk. Daha sonra birkısmını başka yerlerde de oynandığını bildiğim türlü türlü oyunlar oynadık. Ve heroyunun içinde o günlerde Usta'nın okumamız için verdiği kitapları konuşuyorduk.Kitapları satın almamızı istemiyordu. Bir çoğu eski baskı olan piyasadagöremediğimiz kitaplarından veriyordu. Kapakları eski film afişlerine benzeyenbabalarımızın gençliklerinde basılmış kitaplar... Yenileri piyasada vardı. Fakatkitapçıya elimizi kolumuzu sallayıp gidip kitap almamızı istemiyordu. Ona görekitapla ilişkiye geçmek için önce onu bir nesne olarak ele almalıydık. Onu satınalmadan önce hayalini kurmalıydık. Bir kaç kez kitapçı vitrininde seyretmeliydik.Daha sonra bir gün onu gerçekten istediğimiz, onu arzuladığımız bir gün gidipalmalıydık. Eve döndüğümüzde bir kitabı paketinden çıkarmak için gerekli koşullarısağlamalıydık. Yanımızda kimse olmamalıydı. Perdeler kapalı, ortam loş olmalıydı.Ama asla karanlık değil. Belki biraz müzik. Biraz kahve... Ve sonra paketin bantlarınıbüyük bir özenle, kösnül bir yumuşaklıkla sıyırmalıydık... Sonra kitapla yüzyüzegelirdik. Çırılçıplak bir sevgili gibi karşımızda duran bu varlık bakalım bizi içinealacak mıydı? Biz onu sevecek miydik? Tekrar tekrar okuyacak mıydık? Artık sırabizdeydi. Bu noktadan sonra işleri oluruna bırakmalıydık. Kitabın içine giremiyorsakzorlamamalıydık, sonra kitabın büyülü kapısı yıpranır bir daha gizlerineulaşamazdık. İçine giremiyorsak daha zamanımız gelmemiş demekti.

Üçüncü haftanın ortalarına doğru bize birer kalem hediye etti. Hepsi birbirindenfarklı dört kalem. "Şimdi bunlara uygun birer defter bulun ve kalemle tanıştırın."dedi. Biz bu ödevi zeki birer yazar olma yolundaki dört çömez olarak yerinegetirdik. Sonra bize kalemi ve kağıdı anlattı. Her yazı her kalemle yazılmazdı Usta'yagöre. O yüzden bir çok kaleme sahip olmak gerekliydi. Kağıtla barışık, değişikmürekkeplerle yazan dolmakalemler. Kimisiyle imza atıp form doldurursunuz,kimisiyle günlük tutar, kimisiyle hesap yaparsınız. Ve içlerinden biri mutlakagözdenizdir. Onunla en gizli, en mahrem kelimelerinizi kağıda geçirirsiniz.Mürekkebinin kuruması için kağıda üfler yazıya ruhunuzdan bir parça üflersiniz. Okaleminizi asla yere düşürmezsiniz, hırpalamazsınız, çünkü o sizin sancılıruhunuzun dünyaya gönderdiği elçidir. Kağıtla buluştuğunda çoşmalı sonra çalışmamasanızın veya çantanızın temiz loşluğuna geri dönmelidir. Asla başkalarınınparmakları değmemelidir. Daha sonraları bilgisayarlardaki kelime işlemcilerianlatırken de gözlerinde aynı aydınlığı görecektik. "Hepsi birer kapı" demişti, "Hepsibaşka bahçelere açılan birer kapı. Ve siz her bahçede kendinizden birer parçabulacaksınız".

Ve zaman hızla geçti. Yavaş yavaş yazmaya başlamıştık. Usta bize çeşitli ödevlerveriyordu. Doğrusu hepsi son derece zevkli bulmacalar gibiydi. Fakat ne. yalansöyleyeyim ben tüm bu oyunların sonunda yazar olacağıma inanmıyordum.Ansiklopedi maddelerinden yemek tariflerine, ekonomi makalelerinden havadurumu metnine, tiyatro oyunlarından film sinopsislerine dek olası bütün metintürlerini deniyorduk. Fakat hikaye denebilecek hiç bir şey yazmamıştık. Bir gün ilkhikaye ödevimizi aldık. Ve bu ödevin ilginç tarafı Usta'nın da bizim gibi ödevdensorumlu olmasıydı. Nihayet onun yazdığı bir metni okuyacaktık. Konuyu hep birliktesaptamıştık: Gece. Tek bir kelime bütün anlamları kendinde toplayabilir, demişti.

Üç gün sonra toplandığımızda herkes ilginç metinler yazmıştı.

Birinci çömez, yani ben, kendimce üzerinde düşünülmüş ve ilginç bir hikaye

20

Page 23: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

uçan hollandalı

yazmıştım. Uzunca bir süredir gece hayvanlarının dünyası ile bilgiler topluyordumnedenini bilmeksizin. Usta'nın da dediği gibi bir yazara hayat veren yaratıcılıknedensiz ve çoğu zaman da sonuçsuz bir merak ve heyecan fırtınasından beslenir.Defterimin başına geçip de kahramanımın kimliğine girdiğimde adeta bir hatırlamasüreci başlamıştı. Bu ilk defa başıma geliyordu. O yüzden Strigiformes adlı buhikaye benim için özel bir önem taşır. Dediğim gibi o geceyi çok iyi hatırlıyorum.Zayıf bir ışıkla aydınlattığım çalışma masamın başında kolum uyuşarak ve dışarıdangelen caddenin uğultusuna kulaklarımı tıkayarak hikayeye girişmiştim. Sankibundan önce yaşadığım bir hayattan gelen görüntülerdi. Hikaye bir tekne gezisiylebaşlıyordu. Hikayenin kahramanı son derece sıkıntılı bir şekilde, çeşitli tesadüflerinsonucunda böyle bir tekne gezisine katılmış bir mühendisti. İçine kapalı, insanlarladoğru düzgün ilişki kurmayı bilmeyen, sıradan bir adam. Fakat onu sıradışı yapanbir özelliği vardı. Aksi takdirde bir hikayenin kahramanı olamazdı. Bu özellik onunmesleğinde, hayata bakışında, alışkanlıklarında, ilgilerinde birer parçasını gösterenbir kötü aşk hikayesiydi. Hikayenin içinde üstü örtülü göndermelerle ima edilenmutsuz biten yeni dalga bir aşka işaret ediyordu. Adamımız bu ne zaman yaşandığıbilinmeyen olayın etkisini tüm hayatı boyunca taşıyacaktı. Zamanında onuderininden sarsan belirsizlikler girdabı öylesine büyük bir korkağa çevirmişti kionu, dünya tarihinin ilk ve tek korkaklık kahramanıydı. Sonunu kestiremediği herolay onun için bir tehlikeydi. Hele karanlık. Ve o pis bilinmezin anası, gece! Buyüzden gece hayvanlarına merak salmıştı, bu yüzden evde baykuş besleyecek kadarmeseleyi abartmıştı. Işığın güçsüz bir köleye dönüştüğü gecenin krallığını hiçesayan hayvanların sırlarını araştırmıştı. Sonra araya yine bilinmeyen bir zaman dilimigiriyor. Okuyucu bu tuhaf geçmişi, kahramanımız güverteden karanlık sularabakarken onun bilinç akışından okuyor. Daha sonra adamımızın sıçrayandüşünceleri, bizi bugünlerde bu sefer para kazanmak için uğraştığı bir işinipuçlarına getiriyor. Özellikle orduda kullanılmak üzere tasarlanan gece görüşs is temleri üzerinde çal ı ş ıyordu. Bu sırada kahram-anımızınsavunma-savaş-devlet-düşman diye devam eden zihinsel zinciri beklenmedik birşekilde kesiliyor. Ona ilgi gösteren bir kadın. Kadın, daha sonra Usta'mın bu şekildekullanmaktan kaçınmamı öğütlediği "bana-su-verdi" tiplemesi gibi giriyor. Yanizavallı adama yaklaşan, kaybolan ümitlerin tanrısal tesellisi bir kadın. Ona yukarıyabakmasını söylüyor. Yıldızlara, uzaya, sayısı yalnızca tanrıların hafızasınasığabilecek kadar çok yıldızla aydınlatılan bir büyük geceden ibaret olan uzaya...Kadın tam bu kelimelerle söylemiyor tabii. Kısa cümlelerle ve muğlak bir üsluplaişaret ediyor. Fakat adamımız için her kelime bir ilahi emre, bir büyülü vaadedönüşüyor. Ve başını kaldırıp bakıyor. Orada ilk defa yıldızları görüyor. Geceyi hiçolmadığı kadar güzel algılıyor. Ve tabii ki bakışlarını yere indirdiğinde kadınıgöremiyor. Orada kesip adamımızın geleceğine dair ipuçları vererek hikayeyibitirmiştim. Adamımız geri kalan ömrünü bu yarı hayali ve belki de laf olsun diyesöylenmiş bir çift laf yüzünden gerçek aşkın peşinde harcayacak görünüyor.

Şimdi yeniden okuduğumda bir çok eksikler ve yanlışlar bulmama rağmen herkelimesini bir aşk mektubu gibi samimiyetle yazdığım için ellemeye kıyamadığımbu hikaye üzerine Usta fazla bir yorumda bulunmamıştı. Fakat söylediği bir kaç şeybelki de benim tüm hikayelerimi bağlıyordu. "Hikayede de sinemadaki gibi birkuralın varlığında söz etmek çoğunlukla yanlış olmaz. Bu 'Duvara asılan tüfeğinfilmin bir yerinde mutlaka patlayacağı' kuralıdır. Fakat senin hikayende hemenhemen asılı olan tüfekler hiç patlamıyor. Sadece kahramanın arada sırada o tüfeklerialıp parlatıyor, temizliyor. Bu aslında hep yaşadığımız şey değil mi?"

İkinci çömez de ilginç bir yerinden tutmuştu geceyi. Düşler... Biraz mistik biraz nasıldemeli bilim kurgu havasında bir hikayeydi. Soğuk bir anlatıcı yazarın kalemindendüşlerle bir problemi olan bir adamın hikayesini dinlemiştik. Bu hikayeninkahramanı kendikendine düş görmekten aciz biriydi. Bir düş fakiriydi. Fakat birfarkla. Başkalarının düşlerini görebiliyordu. Düşlerini dinlediği insanlarınanlattıklarını bütün gece inanılmaz bir canlılıkla yeniden yaşıyordu. Düş fakiri buözelliğinin farkındaydı ve bu yüzden de kimsenin düşünü duymak istemiyordu.Daha doğaısıı hikaye düş fakirinin insanlardan kaçtığı bir döneminde başlıyordu.Gece olmaması için Tanrı'ya yalvaran bir adam. Çünkü düş görmediği zamanlarda

21

İkinci çömez de ilginçbir yerinden tutmuştugeceyi. Düşler... Birazmistik biraz nasıldemeli bilim kurguhavasında birhikayeydi. Soğuk biranlatıcı yazarınkaleminden düşlerle birproblemi olan biradamın hikayesinidinlemiştik. Buhikayenin kahramanıkendikendine düşgörmekten aciz biriydi.Bir düş fakiriydi. Fakatbir farkla. Başkalarınındüşlerini görebiliyordu.Düşlerini dinlediğiinsanların anlattıklarınıbütün gece inanılmazbir canlılıkla yenidenyaşıyordu. Düş fakiribu özelliğininfarkındaydı ve buyüzden de kimsenindüşünü duymakistemiyordu. Dahadoğrusu hikaye düşfakirinin insanlardankaçtığı bir dönemindebaşlıyordu. Geceolmaması için Tann'yayalvaran bir adam.Çünkü düş görmediğizamanlarda ertesi günanlamsız bir tedirginlikve panik içindebuluyordu kendini.Başkalarının düşlerinigördüğü zamanlardaise gördüğü düşe bağlıolarak sonsuz birhuzur da duyabiliyordu,bir dehşet filmininkahramanı gibi deuyanabiliyordu.

Page 24: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

uçan hollandalı

Dördüncü çömezinhikayesi dokunaklıydı.

Yalnız bir bekçiningecesini anlatıyordu.

Herkesin erkendenuyuduğu ve sabahlanerkenden kalkıp ülkeekonomisine katkıda

bulunmak için işlerininbaşına koştuğu küçük

bir kentin iyi birmahallesinde görev

yapan bekçinin durumu[...] Bekçinin

sokaklarda hiç bir şeydüşünmeksizin

dolaştığı sahnelerinacıklı boşluğu

anlatıcının acımasızüslubu ile birleşince sizbekçi adına uyuyan tüm

kent halkından nefretediyorsunuz. Oysa

bekçi tam tersiniyaparak bir ermişedönüşüyor, kendini

gecenin ruhu olarakgörmeye başlıyor. Tüm

nesnelerle anlaşacakbir dil buluyor. Sokak

lambaları, banklar,yanıp sönen trafik

lambaları, park edilmişarabalar, yorgun

otobüsler, dükkanlarınkepenkleri, ilan

panolan, kaldırımtaşlan, betonların

arasından fışkırmış piçfidanlar, kediler,

köpekler, arabalarınezmiş olduğu

kurbağalar, kirpiler...Herşey, ama herşey

ona bir şeyler söylüyor.

ertesi gün anlamsız bir tedirginlik ve panik içinde buluyordu kendini. Başkalarınındüşlerini gördüğü zamanlarda ise gördüğü düşe bağlı olarak sonsuz bir huzur daduyabiliyordu, bir dehşet filminin kahramanı gibi de uyanabiliyordu. İkinci çömezadamın bu ruh durumunu ve gördüğü düşleri ustalıkla anlatmış fakat sonunugetirememişti. Yani düş fakirini intiharla sonlandırmıştı.

Usta hikayeyi oldukça sevmişti. "Haftaya hikaye sonları üzerinde çalışacağız ve buhikayeye hep birlikte hak ettiği sonu yazacağız." demişti. Ve gerçekten de öteki haftason sayfalarına bakmamızın izin verilmediği on tane hikayeye sonlar yazmıştık.

Üçüncü çömez karanlık işler çevirenlerin gecesini anlatmıştı. Hani şu 'gecenin hertür ihanete müthiş bir gerekçe olması' meselesi. Şehrin karanlık sokaklarında,serserilerin birer sırtlan gibi arkaları ıslak duvarlara dönük koşuşturmaları ilebaşlayan çeşitli mezbeleliklerde gırtlağı kesilen fahişelerle devam eden aşırı dozdanölen genç mafya babalarının, ümitsiz ve delikanlı ve kötü fedailerin, polisleringecesi... Bir çok kahramanı olan adeta bir roman taslağını andıran bir denemeydi.Ayrıntıları her yerde üç aşağı beş yukarı birbirine benzeyen romantik polisiyedizilerinde pekala kendine yer bulabilecek bir hikayeydi. Şiddet sahnelerininsinemasal bir anlatıma fazlasıyla yüklenmesi insanın ağzında Coca Cola tadıbırakıyordu fakat Usta hiç de bu yönden yaklaşmadı. Daha. çok şimdi tamhatırlayamadığım sahne trafiği, tip ve karakter yaratma, gerilim düğümleri üzerineuzun bir söylev vermişti.

Dördüncü çömezin hikayesi dokunaklıydı. Yalnız bir bekçinin gecesini anlatıyordu.Herkesin erkenden uyuduğu ve sabahlan erkenden kalkıp ülke ekonomisine katkıdabulunmak için işlerinin başına koştuğu küçük bir kentin iyi bir mahallesinde görevyapan bekçinin durumu hiç parlak değildi. "Yalnızdı ve geceydi." Nefis bir cümleydi.Hikaye bittikten sonra içi tümüyle dolan iki kelime... Bekçinin sokaklarda hiç bir şeydüşünmeksizin dolaştığı sahnelerin acıklı boşluğu anlatıcının acımasız üslubu ilebirleşince siz bekçi adına uyuyan tüm kent halkından nefret ediyorsunuz. Oysabekçi tanı tersini yaparak bir ermişe dönüşüyor, kendini gecenin ruhu olarakgörmeye başlıyor. Tüm nesnelerle anlaşacak bir dil buluyor. Sokak lambaları,banklar, yanıp sönen trafik lambaları, park edilmiş arabalar, yorgun otobüsler,dükkanların kepenkleri, ilan panolan, kaldırım taşları, betonların arasından fışkırmışpiç fidanlar, kediler, köpekler, arabaların ezmiş olduğu kurbağalar, kirpiler... Herşey,ama herşey ona bir şeyler söylüyor. Ve lirik bir anlatımla esriyen okur bir an içinyalnızlıktan delirmekte olan bekçinin hikayesinde adeta hayvanlarla ve bitkilerlekonuşabilen bir peygamberin hayaletini görüyor. Ve sonu da bu ustaca kurgulanmışyanılsamanın bir kez daha altının çizilmesi ile son buluyor.

İki sayfalık bir başyapıttı o zamanlar benim gözümde. Usta ise fazla bir şeysöylemedi. Uzun bir suskunluğa gömüldü. O anda ne düşündüğünükestiremiyordum. Dördümüz bu düşünen adamın önünde bekliyorduk. Onugözlüyorduk. Adeta düşünceyi izliyorduk. Nihayet suskunluğu bozdu:"Arada sırada düşünmelisiniz. Herhangi bir problem çözmek için değil, zekicedavranmak için değil, hiç bir şey için değil. Bu, size verdiğim öğütler içinde belki deen yararsız olanı. Belki de sizi, öğrettiklerimi uygulamaktan alıkoyacak bir pranga.Evet, arada sırada, kendinizi düşüncelerinizin kucağına yuvarlayın. Gözlerinizi birnoktaya dikip, kendinizi rahat bırakın. Bırakın zavallı yorgun bedeniniz biraz huzurbulsun. Sonra kendiliğinden ortaya çıkan düşüncelerin üşüşmesini izleyin. Uçupkonan sonra tekrar uçan sinekler gibi aklınızın içinde bir hareket olduğunugöreceksiniz. Sakın bir tanesinin peşine takılıp gideyim demeyin. Sadecekaleodoskopik düşünce ve hayal cümbüşünü izleyin. Bir süre sonra tüm o karmaşaanlamını yitirecek ve hayat yakanızı bırakacaktır. Bir an, bir insan olarak, sahipolduğunuz her şeyi kaybetmiş çıplak bir yaratık olarak hissedeceksiniz. Bir gecemutlaka bu deneyimi yaşamak için kendinizi koltuğa bırakın.

"Böyle anları yaşamak için gecelerin seçilmesi bir tesadüf değildir. Çünkü gecedürüsttür. Geceleri yalan söylenemez. Sadece inanmak isteyenler için yalancılarvardır. Yoksa gece tüm erdemlerin kaynağıdır. Gündüzler ne kadar aldatıcı ise gece

22

Page 25: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

uçan hollandalı

o kadar bilgedir. Işık insana türlü oyunlar eder. Herşeyi uzaktan, tepedengöreceğinizi, tanıyabileceğinizi, anlayabileceğinizi sanırsınız. Gündüzleri kararvermek o yüzden pek kolaydır." Oysa karanlık, şeyleri dünyadan yalıtır. Şeyler kendisınırları içinde varolduklarını hatırlarlar. Bir şeyi karanlıkta keşfetmek için, anlamakiçin onun yanına gitmek ve onu kendi hayali ışığınızla aydınlatmak zorundasınız.Bu emek harcamak demektir, saygı duymak demektir. İşte bu yüzden geceerdemlidir, işte bu erdem ve bilgelikten yoksun ahmaklar geceleri gündüze çevirmekiçin uğraş verirler.

"Sizin hikayeniz de bana gecenin bu erdemlerini hatırlattı, elinize sağlık." dedi vesustu. Hiç birimiz onun hikayesini dinlemek istediğimizi söyleyemedik. İçimdenbelki de bu anlattıklarını yazacaktı ve vakit bulamadı, bizi geçiştiriyor diyedüşünüyordum. Çünkü dördüncü çömezin hikayesini bu kadar çok övmesini gençbünyem o tarihlerde kaldıracak durumda değildi. Oysa ne kadar çok yanılmışım.Usta'nın hikayesi son derece ilginçti.

Bir kaç ay sonra bu çalışma grubundan kopmak durumunda kaldım. Üniversiteyegeri dönmeye karar vermiştim. Yazarlık bana göre değil diye düşünüyordum. Uzunbir süre de Usta'dan haber almadım. Ta ki geçen gün o kadınla görüşünceye kadar.Gecenin bir yarısı çalan telefon uğursuz bir haberin yaklaşmakta olduğu hissinivermeye yetmişti ses tonuma. Karşımdaki kadın tedirginliğime aldırmadan Usta'nınbana bir emanet gönderdiğini ve bana elden ulaştırması gerektiğini söyledi. Hemenertesi güne randevulaştık.

Genç ve asabi bir kadındı. İlk sıkıcı suskunluk nöbetlerinden sonra Usta'nın nasılolduğunu sordum. Kadın dünyanın en anlamsız şeyini sormuşum gibi dik dikbaktı: "Bilmiyor musunuz?" Hayır anlamında başımı salladım. "En son ... tarihindebir çalışma grubu vardı ona katılıyordum. Sonra ayrıldım." dedim. Ve kadın benimsaflığıma ve ilgisizliğime şaşarak ben ayrıldıktan sonra olanları anlattı.

"Usta aslında yıllarca kendini yazar olmak üzere yetiştirmiş fakat her nedense birtürlü tutunamamış biriydi. Yıllarca yayınevlerinin kapısını aşındırmış, dergilerçıkarıp batırmış, akla gelebilecek tüm yazarları eleştiren yazılar basmış fakat kimsekaale almamıştı. Açıkçası uzun yıllar yok sayılmıştı. Ve Usta usta olmadan öncekarar vermişti: "Madem kendisi bir yazar olarak ciddiye alınmıyor, o da gizliceyetiştireceği yazarlarla varolacaktı. Adı kimse tarafından bilinmese de olurdu. Tekistediği geleceğe bir yolla kalmaktı," Ve siz çömezleri bir şekilde seçerekyetiştirmeye başlamıştı. Hepinizi teker teker yetiştirecekti. Edebiyattaki akımları vegelecekteki eğilimleri kestirdiğine inanıyordu. Hepiniz olası akımların ilk temsilcileriolacaktınız. Yazın dünyasında parlayan dört yıldız. O da bu hayali kozmolojiningizli tanrısı. Fakat evdeki hesap çarşıya uymamıştı. İlk terkeden siz olmuştunuz.Yeterince sabırlı ve kararlı çıkmamıştınız. İkinci çömez ise sizden kısa bir süre sonraaskere gitmiş ve bir daha dönmemişti. Üçüncü çömez Usta'nın sözünden çıkıp birtakım yarışmalara katılıp uyduruk dereceler almış daha sonra da barların vekahvelerin vazgeçilmez gevezesi olmuştu. Dördüncü ve en yetenekli olan çömez iseyazdıklarını Usta'ya söylemeden bir yayıncıya götürmüş, ilk anlaşmasını imzaladığıanda Usta'yla ilişkisini kesmişti. Şimdilerde oldukça iyi bir şöhreti olan genç biryazar olarak yaşamını sürdürüyordu. Usta ise tüm bu talihsizliklerin ve sonuncuçömezin ihanetine dayanamayarak asistanına bu zarfı bırakıp ortadan kaybolmuştu.Buyrun."

Zarfı açarken ne bulacağımı sanki Usta kulağıma fısıldıyordu: Bu o gün bizeokumadığı Gece hikayesiydi. Adı: GECENİN VE YAZININ BİLGELİĞİNE DAİR.

Ve siz, o hikayenin şu anda son cümlesini okurken belki de o çok uzaklarda, bizimolmayan bir gecenin bilgeliğine sığınmış ruhunu dinlendiriyor.

Çünkü gece dürüsttür.Geceleri yalansöylenemez. Sadeceinanmak isteyenler içinyalancılar vardır.Yoksa gece tümerdemlerin kaynağıdır.Gündüzler ne kadaraldatıcı ise gece okadar bilgedir. Işıkinsana türlü oyunlareder. Herşeyi uzaktan,tepeden göreceğinizi,tanıyabileceğinizi,anlayabileceğinizisanırsınız. Gündüzlerikarar vermek o yüzdenpek kolaydır. Oysakaranlık, şeyleridünyadan yalıtır. Şeylerkendi sınırlan içindevarolduklarınıhatırlarlar. Bir şeyikaranlıkta keşfetmekiçin, anlamak için onunyanına gitmek ve onukendi hayali ışığınızlaaydınlatmakzorundasınız. Bu emekharcamak demektir,saygı duymakdemektir. İşte buyüzden gece erdemlidir,işte bu erdem vebilgelikten yoksunahmaklar gecelerigündüze çevirmek içinuğraş verirler.

23

Page 26: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

ölüdalga

GÜNEŞTE GECE

yazan-çizen ergun kocabıyık

Page 27: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

ölüdalga

25

Page 28: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

ölüdalga

Page 29: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

kimsesiz çığlık

KILIFLARDAKİ ESİNTİ

halil ibrahim özcan

Saatin zembereği hasretlere yüzü dönüklüğü içinde kapıdan içeri giren adamıntıraşlı yüzünü sıvazlamasıyla boşalmıştı. Siyah ayakkabıları içinde beyaz çoraplarıvardı. Adamla o anda göz göze gelmiştik. Sertti. Sonra adam birden ellerimebakmaya başladı. Jiletle doğradığım avucumda okul yıllığı gizliydi. Dersin ortayerinde kimin daha acıya dayanıklı olduğunu ölçmek için jileti elimizin ayasınaderin çizikleri hatıra bıraksın diye basardık. Sınıfın en arka sıraları bizisayıklarken önde oturan kızlar zaten çoktan paylaşılmış olurdu. Cesaret, kendinedönük akrep kuyruğuyken çalan zil yağmasını biriktirirdi bir dahaki sessizliğine.

Boşluktan bir maske daha erimişti yüzümde. Gece kimin olabilirdi ki ısırılmıştükrükler arasından sıyrılıp yorgun insanların ahlarına karışırken? Kimbüyümüştü?

Figüran bir yücelik oluyordu kendini anlamaya çalıştığım ılık küllerden saatler.Tavaf sana ey adımlarımın aksaklığı. Çatladığı yerde dizlerimin bağı çözülürkensürtündüğüm uçurum evveliyatını soruyordu.

Şehir ahir zamana düşmüyordu adamın eli beline uzandığında. Ne söylersemdeğeri olmayacaktı. Taş kesilmemiştim. Dudaklarım bütün gölgelerimi toplamıştıherkesin ortasında. Galiba satılmıştım.

Beyaz dallar ipekten tenlerim sorarlarken elim hızla belime uzanmıştı.

27

Page 30: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

med-cezir

KARISINI ŞAPKASIYLA KARIŞTIRANADAM*

oliver sacks

Dr P. yılların tanınmış klasik şarkıcısıydı. Şarkıcılıkkariyerinin sonuna doğru, yerel bir müzik okulundayıllarca öğretmenlik yapmış, ayrıcalıklı birmüzisyendi. Garip sorunlarının, öğrencileriyleilintili olarak ilk defa gözlenmeye başlanması daöğretmenlik yıllarına rastlamaktadır. Bazen biröğrenci kendini tanıttığında, Dr P. onu tanımaz,aslında tam olarak ifade etmek gerekirse, öğrencininyüzünü çıkarta.mazdı. Öğrenci konuşur konuşmaz,sesinden kim olduğunu bulurdu. Bu olaylarçoğaldıkça çoğaldı, onu utandırmaya ve korkutmayabaşladı. Bazen bu durum bir -komediyedönüşüyordu. Çünkü Dr P. sadece yüzleritanımamakla kalmıyor, ortada görülecek yüzlerolmadığında da varmış gibi görüyordu. Yoldayürürken su pınarlarının ve parkmetrelerin başınıçocukların başı zannederek şevkatle okşuyordu;mobilyaların tokmaklarına dönerek şevkatlekonuşuyor ve cevap alamayınca da şok geçiriyordu,İlk başta bu garip yanlışlıklara kendi dahil olmaküzere herkes şakaymışçasına gülüyordu. Onun herzaman, garip bir mizah anlayışı, 'Zen'selparadoksları ve jestleri olmamış mıydı ki zaten?Müzikal gücü her zamanki kadar etkileyiciydi;kendini hastalanmış gibi de hissetmiyordu. Aslındakendini hiç bu kadar iyi hissetmemişti, yaptığıhatalar o kadar saçma ve dahiyaneydi ki hiç biriniciddiye almak mümkün değildi. 'Birşeyler' olduğunuanlamak için üç yıl geçmesi gerekti, bu sıralardaşeker hastalığı ortaya çıkmıştı. Şekerin gözlerinezarar verebileceğinin farkında olan Dr P. bir gözdoktoruna başvurdu. Gözlerini iyice muayene edenve hastalık tarihçesini alan doktor, "Gözlerinizleilgili bir soununuz yok, fakat beyninizin görme ileilgili alanında bir problem var. Bir nörologugörmeniz gerekiyor" dedi. Dr P., işte bu doktoruntavsiyesiyle bana geldi.

Tanışmamızın ilk birkaç dakikasında klasik anlamdabir bunama belirtisi göstermediği ortadaydı. Mizahve hayalgücünü kullanarak akıcı ve güzel konuşançekici bir kişiliğe sahip, engin bir kültür adamıydı.

Neden b iz im kl iniğe gönder i ld iğ inianlayamamıştım.

Yine de garip bir takım şeyler vardı. Konuşurkenkarşımda, yüzü bana dönük olmasına rağmen,çözümlemesi güç bir durum mevcuttu. İçimden,bana kulakları bakıyor gözleri değil diye düşünmeyebaşladım. Gözleriyle beni görmüyor, sanki şöyle birsüzerek inceliyordu. Beni normal bir şekildegörmek yerine, gözleri ani ve garip bir şekildeburnuma, sağ kulağıma oradan aşağıya çeneme,tekrar yukarıya sağ gözüme takılıyordu. Sanki bufiziksel özelliklerimi teker teker kaydediyordu. Fakatyüzümün tamamını, değişen yüz ifadelerimlebirlikte 'beni', bir bütün olarak görmüyordu. Ozaman bu durumun farkına tam olarakvarmışmıydım, emin değilim. Sadece aldatıcı birgariplik vardı. Yani görme eylemi ve yüz ifadeleriarasında olması gereken normal etkileşimde bazıhatalar var gibiydi. Muayene sırasında beni gördü,gözleriyle taradı ama yine de...

"Ne gibi bir sorununuz var?" diye sordum."Bildiğim kadarıyla bir şeyim yok fakat insanlargözlerimle ilgili bir sorunum olduğunudüşünüyorlar" diye gülümseyerek cevap verdi. "Amasiz görmenizle ilgili bir sorununuz olduğununfarkında değilsiniz, öyle mi?" "Hayır, doğrudanböyle bir sorunum yok, fakat arasıra hatayapıyorum."

Karısıyla kısa bir konuşma yapmak üzere dışarıyaçıktım. Geri döndüğünde, Dr P. sakin bir şekildepencerenin kenarında oturuyor, dışarıya bakmakyerine, dışarıyı dikkatle dinliyordu. "Trafik, sokakgürültüsü, uzaktan geçen trenlerin sesi, bir çeşitsenfoni oluşturuyorlar, değil mi? Honegger'inPasifik 234'ünü bilirsiniz." dedi. Kendi kendime nekadar hoş bir insan diye düşündüm. Bu insanınnasıl ciddi bir sorunu olabilirdi? Acaba onu fizikselolarak muayene etmeme izin verir miydi? "TabiiDr. Sacks" dedi.

* The man who mistook his wife for a hat and other clinical tales (1990-Harper Perennial Edition) adlı kitaptan ÇiğdemÇalkılıç Türkçeleştirdi. (Yapı Kredi Yayınları'nda basıma hazırlanıyor) Oliver Sacks, Albert Einstein Tıp Koleji'nde kliniknöroloji profesörü olarak çalışmaktadır. Geçtiğimiz yıllarda sinemaya uyarlanmış olan "Uyanışlar" (Awakenings) adlıkitabın da yazarıdır.

28

Page 31: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

med-cezir

Bu her zaman ki sıradan, kas gücü, koordinasyonu,refleksleri ve kasılma hareketini içeren nörolojikmuayene sırasında kendimi tutarak sustum,böylelikle, belki onu da susturmuş oldum. İlk garipolay, reflekslerini incelerken, ortaya çıktı. Solayakkabısını çıkartarak, sol ayağının altını biranahtarla çizdim. Bu saçma görünse de refleksleriölçmek için kullanılan temel bir uygulamadır. Soltarafta hafif bir anormallik vardı. Sonraoftalmoskop'umu (ophthalmoscope) takmak üzeredışarı çıktım. Ayakkabısını kendi kendine giymesiiçin onu yalnız bıraktım. Bir dakika sonradöndüğümde şaşırarak gördüm ki ayakkabısınigiymemiş.

"Yardım edebilir miyim?" diye sordum. "Kime? Neiçin?" "Ayakkabınızı giymenize." "Haa, ayakkabımıunutmuştum" diyerek kısık bir sesle "ayakkabı,ayakkabı" diye söylendi. Şaşkın görünüyordu."Ayakkabın ız" diye tekrar et t im" belkigiymişsinizdir". Yoğun fakat yanlış yere doğruyöneltilmiş bir dikkatle, ayakkabıya bakmadan,aşağılara doğru göz gezdiriyordu. Sonunda gözleriayağına takıldı ve işte ayakkabım, öyle değil mi?"dedi. "Yanlış mı duymuştum? Yoksa o mu, yanlışgörmüştü?" "Gözlerim..." dedi ve elini ayağınınüzerine koydu, "bu benim ayakkabım değil mi?""Hayır değil. Bu sizin ayağınız. Ayakkabınız daorada." "Aa, ben onu ayağım zannetmiştim." Şakamı yapıyordu? Çıldırmış mıydı? Kör müydü? Eğerbu, onun garip hatalarından biriyse, şimdiye kadarkarşılaştığım en garip hata onunkiydi.

Daha başka bir sıkıntıya yol açmamak içinayakkabısını 'ayağına' giymesine yardımcı oldum.Dr P. ise ilgisiz, tasasız hatta keyifli görünüyordu.Muayeneye bir süre ara verdim. Keskin bir görmebecerisine sahipti; yerdeki bir iğneyi hiç zorlukçekmeden görüyordu, ama iğne sol tarafındaysabazen fark edemeyebiliyordu.

İyi görüyordu ama ne görüyordu? Ulusal CoğrafyaDergisinin (National Geographic Magazine) birsayısını açtım ve içindeki bazı resimlerianlatmasını, tarif etmesini istedim.

Davranışları çok ilginçti. Gözleri aceleyle biryerden bir yere gidip geliyor, aynı yüzümebakarken yaptığı gibi minik ayrıntıları, ayırdediciözellikleri bir araya getiriyordu. Çarpıcı birparlaklık, renk veya şeklin dikkatini çekmesi, biryorumda bulunmasına sebep oluyordu. Ama hiçbir şekilde görüntüyü bir bütün olarak algılayamadı.Görüntüyü aynı radarın ekranındaki noktalar gibigözleriyle taradı ama sadece detayları görebildi,

29

bütünü göremedi. Resmin tamamı ile hiç bir ilişkikurmadı, diğer bir deyişle asla resmin fizyonomisiile ilgilenmedi. Bir manzara veya başka bir görüntüile ilgili hiçbir bir anlayışı yoktu.

Sahra çölünün kum tepelerinin, uçsuz bucaksızbüyüklükteki görüntüsünün yeraldığı kapak resminigösterdim. "Burada ne görüyorsun?" diye sordum."Bir nehir ve suyun üzerine doğru uzanmışterasıyla, küçük bir misafirevi görüyorum. İnsanlarterasta yemek yiyorlar. Orda burda renklişemsiyeler görüyorum." dedi. Bakmasına bakıyorduama kapak resminden biraz yukarıya, havaya doğruve orada olmayan şeyleri anlatıyordu. Sankiresimdeki boşluk onun, nehri, terası ve renklişemsiyeleri hayalinde canlandırmasına yolaçmıştı.

Şaşkın görünüyor olmalıydım ama o iyi bir cevapverdiğini düşünüyor gibiydi. Yüzünde mütebessimbir ifade vardı. Muayenenin bittiğine karar vermişolmalıydı ki şapkasını aramaya başladı. Eliyleuzanarak karısının kafasını tuttu ve giymek üzerekaldırmaya çalıştı. Görünüşe göre karısını şapkasıylakarıştırmıştı! Karısı ise böyle şeylere alışıkolduğunu gösterir bir şekilde hareket etti.

Geleneksel nöroloji veya nöropsikoloji açısındandüşündüğümde, olaylara bir anlam veremiyordum.Bazı alanları mükemmel bir şekilde korunmuş,bazıları ise tamamiyle anlaşılmaz bir şekildebozulmuştu. Bir taraftan karısını şapkasıylakarıştırırken nasıl oluyordu da Müzik Okulundahocalık yapmaya devam ediyordu?

Onu yeniden, bu sefer, aşina olduğu bir mekanda,evinde görmem gerektiğini düşündüm.

Birkaç gün sonra, Dr P.'yi ve eşini, çantamdaDichterliebe (Schumann'ı sevdiğini biliyordum) vealgılama yeteneğini ölçmek üzere bir kaç garipnesne ile birlikte ziyaret ettim. Bayan P., bana.Berlinin geçtiğimiz yüzyıl sonundaki havasınıçağrıştıran, bu geniş daireyi gezdirdi. Eski,muhteşem bir Bösendorfer piyano salonun tamortasına yerleştirilmişti. Piyanonun etrafındamüzikle ilgili şeyler, enstrümanlar, ödülleryeralıyordu. Dr P. salona girdi, biraz kamburduruyordu ve dalgındı. Sarkaçlı büyük saate doğruilerledi ve elini uzattı. Ama sesimi duyunca banadoğru yönelerek elimi sıktı, selamlaştık. Konser vegösterilerden bahsettik. Çekinererek, şarkı söyler midiye sordum.

"Dichterliebe" dedi heyecanla "ama artık notalarıokuyamıyorum, siz çalar mısınız?" Deneyeceğimi

Page 32: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

med-cezir

söyledim, o muhteşem eski piyanodan, ben biledoğru ses çıkartıyordum. Dr P., yaşlı fakatmükemmel bir kulak ve ses ile güçlü ve sade birmüzikal zekayı birleştiren, sonsuz derecede yumuşakve renkli bir Fischer-Dieskau idi. Müzik okulununona yardımda bulunmak üzere görev vermediğiortadaydı.

Dr P.'nin beyninin, temporal bölgesinde bir hasarolmadığı görülüyordu. Şahane bir müzikal korteksesahipti. Özellikle, görsel süreçlerin meydana geldiğiparietal ve oksipital bölgelerindeki durumun nasılolduğunu merak ediyordum. Nörolojik ölçmealetlerim arasında Platon-ik cisimler taşırım.Muayeneye ilk olarak bunlarla başladım.

İçlerinden bir tanesini seçerek, "Bu nedir?" diyesordum. "Tabii ki bir küp" dedi. Başka bir tanesinigöstererek "Ya bu?" dedim. "Daha yakındaninceleyebilir miyim?" diye sordu. Hızlı vesistematik bir şekilde inceleyerek "bu bir onikigen(dodecahedron) tabii ki" dedi. "Diğerlerinigöstermek için uğraşma, y i rmigeni de(icosahedron) bileceğim".

Soyut şekillerle bir sorunu yoktu. Ya yüzler? Birdeste oyun kağıdı çıkardım. Vale, kız, papaz, jokerdahil olmak üzere hepsini anında tanıdı fakatbunlar ne de olsa stilize edilmiş desenlerdi. Yüzlerimi yoksa yalnızca bazı şekilleri mi gördüğünüsöylemek imkansızdı. Çantamdaki bir deste 'çizgiresmi' göstermeye karar verdim. Burada da yine,çoğunlukla doğru ceaplar verdi. Churchill'inpurosu, Schnozzle'ın burnu; anahtar bir özelliğibulur bulmaz yüzü tanıyordu. Ama çizgi resimlerformel ve şematikti. Gerçek yüzler yine, gerçeğe enyakın şekilde sunulduğunda nasıl gördüğüaraştırılmalıydı. Televizyonu açtım, sesimi kıstım vekanalın birinde eski bir Bette Davis filmi buldum.Bir aşk sahnesi başlamıştı. Dr P. aktristitanıyamamıştı. Bunun nedeni belki de BetteDavis'in onun dünyasına hiç girmemiş olmasıydı.Daha da çarpıcı olanı ne Davis'in ne de rolarkadaşının yüzündeki ifadeleri çıkartamamasıydı.Ateşli bir sahne sırasında, yüz ifadeleri, aşka yoğunbir özlemden, şaşkınlığa, nefrete, kızgınlıktanyumuşak bir barışmaya dönüşüyordu. Dr P.bunlann hiçbirini anlayamıyordu. Ne olup bittiğini,kimin kim olduğu, hatta kimin hangi cinsiyettenolduğu konusu, kafasında açık değildi. Sahnehakındaki yorumları bana, bir Marslı olduğunudüşündürüyordu.

Zorluk çekmesinin nedenlerinden biri muhtemelen,Hollywood filmlerinin gerçekdışılığıydı. Bana öyle

30

geliyordu ki kendi hayatında karşılaştığı yüzleritanımada çok daha başarılıydı. Evinin duvarlarındaailesinin, meslekdaşlarının, öğrencilerinin vekendinin fotoğrafları vardı. Bunlann bir kısmınıtoparladım ve pek de istemeyerek ona gösterdim.Filimle ilgili olarak komik veya farsvari gibi gözükendurumu, gerçek hayat söz konusu olduğunda trajikti.Kimseyi tanıyamadı. Ne ailesini, ne meslektaşlarını,ne öğrencilerini ne de kendisini! Einstein'ı tanıdıçünkü bıyığını ve saçının o özel şeklini farketmişti.Birkaç kişide daha aynı şey oldu. Kardeşininresmini gösterdiğimde "Paul" dedi. "Bu kareçeneyi, şu büyük dişleri nerede olsa tanırım". Fakattanıdığı Paul müydü, yoksa o kişinin kimliğihakkında mantıklı bir tahminde bulunmasınısağlayacak bir kaç özelliği miydi? Ayırdediciişaretler olmadığında tamamiyle kayboluyordu.Hatalı olan sadece bilişsel süreçler 'gnosis' değildi.Tüm işlemde kökten bir hata vardı. Bu yüzler herne kadar yakınları ve sevdiği kişilere ait olsalar da,onlara soyut bilmeceler veya testlermişçesineyaklaşıyor, onlarla ilişki kurmuyor, onlarıtanımıyordu. Hiçbir yüz tanıdık gelmiyordu. Sadeceo yüze ait bir kaç özellikten çıkardığı bir 'o', veyabir 'şey' vardı. Bundan dolayı formel bir tanımayeteneğine sahip olmakla birlikte, hiçbir kişiseltanıma belirtisi göstermiyordu. Bu, onun yüzifadeleri karşısında kör veya ilgisiz olmasına yolaçıyordu. Bizlere göre bir yüz, dış dünyaya bakanbir kişidir. Kişiyi yüzüne (personasına), bakarakgörürüz. Ama Dr P. için bu anlamda görünen birpersona veya bu personanın içinde bir kişi yoktu.

Yolda gelirken bir çiçekçiye uğrayarak, ceketiminiliğine takmak üzere çok hoş kırmızı bir gülalmıştım. Bunu çıkartarak ona uzattım. Gülü, sankikendisine çiçek verilmiş bir kimse gibi değil de,kendisine bir bitki örneği verilmiş botanikçi veyabir morfolog gibi eline aldı. "Altı inç uzunluğunda,yeşil uzun bir bağlantısı ile birlikte, içice geçmişkırmızı bir form" diye yorumladı. "Evet Dr P.bunun ne olduğunu düşünüyorsunuz?" diye onacesaret vererek sordum. "Söylemesi zor" dedi.Kafası karışmış görünüyordu. "Platonik cisimlerinbasit simetrisinden uzak olmasına rağmen kendineait üst düzeyde bir simetrisi olabilir... Bunun birbitki türü veya bir çiçek olabileceğinidüşünüyorum" . "Olabilir mi?" diye sormayadevam ettim. "Olabilir" diye onayladı. "Koklayınbir bakalım" deyince, sanki ondan üst düzeyde birsimetriyi koklamasını istemişim gibi şaşkın şaşkınbaktı ama dediğimi yaptı, ve aniden hayata döndü."Çok güzel bir gül tomurcuğu. Ne mükemmel birkoku". Aniden "Die rose, die Lilies..." diyemırıldanarak şarkı söylemeye başladı. Öyle

Page 33: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

med-cezir

görünmekteydi ki gerçekliği görme ile değil de kokuile farkedebiliyordu.

Son bir deneme daha yaptım. İlkbaharınbasındaydık ve soğuk bir gündü. Sofaya paltomu veeldivenlerimi bırakmıştım. Eldivenlerimden birinikaldırarak "Bu nedir?" diye sordum. "İnceleyebilirmiyim?" diye sordu ve eldiveni eline aldı.Geometrik şekilleri inceler gibi incelemeye devametti. En sonunda "Uzunca bir yüzey" diyeaçıklamaya başladı "kendi içine kapanan ve eğer bukelime uygunsa -biraz duraksadı- dışarıya doğruuzanan beş tane torbası var." Dikkatli bir şekilde"Evet, bunu tarif ettiniz, şimdi de ne olduğunusöyleyin" dedim. "Bir çeşit kaplayıcı mı? dedi."Evet, ama neyi kaplıyor?" diye sordum. Dr P.gülerek, "içinde ne varsa onu" diye cevapladı. "Pekçok olasılık mevcut. Bozuk para çantası olabilirmesela, çeşitli büyüklükteki bozuk paralar için, şeyolabilir..." Bu saçma konuşmaya engel oldum. "Hiçbildiğiniz bir şeye benzemiyor mu? Vücudunuzunbir parçasını kapladığını düşünebiliyor musunuz?"diye sordum. Yüzünde anladığına dair bir belirtiyoktu.(l)

Hiçbir çocuğun "Kendi içine kapanmış... süreğenbir yüzeyden" bahsetmeye ve böyle bir şeyigörmeye gücü yoktur. Fakat her çocuk, hatta bebekbir eldiveni, eldiven olarak hemen tanır ve elegiyilmesini olağan karşılar. Dr P. için bu durumfarklıydı. Hiçbir şey ona tanıdık gelmiyordu. Görselolarak, soyut ve cansız bir dünyanın içindekaybolmuştu. Gerçek bir görsel dünyası olmadığıgibi, gerçek bir görsel benliği de yoktu.'Şey' lerdenkonuşabiliyordu ama onları yüz yüze göremiyordu.Hughlings Jackson, afazik ve sol yarım küresinde urolan hastaları anlatırken, 'soyut düşünme' ve'önermelerle düşünme' yeteneğini kaybettiklerinisöyler ve köpeklerle karşılaştırır. Aslında daha çokköpekleri afazik hastalarla karşılaştırır.

Öte taraftan Dr P. hassas bir makine gibiçalışıyordu. Görsel dünyaya bir bilgisayar kadarilgisiz olmakla kalmıyor, daha da çarpıcı olarak,dünyayı bir bilgisayar gibi anahtar özelliklerle veşematik bağlantılarla yorumluyordu. Şema en ufakbir gerçeklik algısı olmadan, kimlik tanımaaraçlarıyla tanımlanıyordu.

Şimdiye kadar yapmış olduğum muayene bana DrP.'nin iç dünyası hakkında hiç bir bilgi vermiyordu.Görsel hafızasının ve hayalgücünün hala sağlamolması ve yürürken etrafındaki binaları banaanlatması mümkün müydü? Sağ tarafındaki binalarısıraladı ama soldakilerden hiç birini söyleyemedi.

31

Meydana, güneyden girdiğini hayal etmesiniistedim. Yine sadece sağındaki binaları saydı.Bunlar, daha önce, diğer yönden girdiğindegörmediği binalardı. Daha önce gördüklerini deşimdi atlamıştı.

Tahminen bunlar artık görülmüyordu. Sol tarafıylailgili güçlükler ve görsel alan bozuklukları içselolduğu kadar dış kaynaklıydı da. Görsel hafızasınıve hayalinde canlandırma becerisini ikiyeayırıyordu.

İçsel görme sürecinde üst düzeyde ne olmaktaydı?Tolstoy'un karakterlerini canlandırdığı sonra dagördüğü gibi hemen hemen bir halüsinasyon kadaryoğun bir şekilde düşünerek, Dr P'yi AnnaKarenina hakkında sınadım. Olayları hiçzorlanmadan hatırlıyor, hikayenin gelişimini hiçkaybetmeden kavr ıyordu. Fakat görselkarakteristikleri, anlatımı ve görüntüleri tamamiyleelemişti. Kahramanların söylediği sözleri hatırlıyorama yüzlerini hatırlamıyordu. Sorulduğunda,hemen hemen tamamiyle kelimelere dayalıetkileyici hafızasıyla orjinal görsel tariflerianlatıyordu. Ama bunların, onun için, duyumsal,duygusal ve kurgusal gerçeklikten uzak ve içi boşolduğu görülebiliyordu. Yani içsel bir agnozisi devardı.(2)

Ama bunun sadece belirli imgelem çeşitleri içingeçerli olduğu açığa çıkmıştı. Görsel anlatımlara vedramalara ait yüzleri ve sahneleri, zihindecanlandırma becerisi fazlasıyla zarar görmüştü.Hemen hemen bu becerisi kaybolmuştu. Şemaları,zihinde canlandırma becerisi, korunmuş, hattadaha da gelişmişti. Dolayısıyla, onunla zihinsatrancı oynadığımızda, satranç tahtasını vetaşların haraketlerini zihninde canlandırmakta vebeni açık bir farkla yenmekte hiç zorlukçekmemekteydi.

Luria, Zazetzky'den bahsederken, 'hayalgücü'nünzarar görmediğini fakat oyun oynama kapasitesininkaybolduğunu söylemiştir. Zazetzky ve Dr P.birbirlerinin, aynası dünyalarda yaşadılar.Aralarındaki en üzücü fark, Luria'nın dediğine göreZazetzky, 'lanetlenmiş biri ' gibi kaybettiğiyeteneklerine kavuşmak için sarsılmaz birkararlılıkla savaşırken, Dr P. nin savaşmaması,kaybettiği şeylerin ne olduğundan bihaberolmasıdır.(3)

Muayene bittiğinde, Bayan P. bizi, kahve ve lezzetliminik keklerin bulunduğu sofraya çağırıyordu. Dr P.mırıldanarak, büyük bir iştahla kekleri yamağa

Page 34: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

med-cezir

başladı. Hızlı ve akıcı bir şekilde, hiç düşünmeden,keyifli sesler çıkartarak tabakları önüne çekti veyiyeceklerin o bildik, melodik yutkunma sesleriylebirlikte biraz ondan biraz bundan almaya devametti. Aniden kapı kuvvetli ve gürültülü bir şekildeçalındı; güm güm güm. Bu ani gürültü karşısında,çok şaşıran Dr P. masanın başında hareketsiz birşekilde donup kaldı ve yemek yemeği bıraktı.Yüzünde, ilgisizlikle birlikte, olan bitenden hiç biranlam çıkaramadığını gösteren karmakarışık birifade vardı. Artık masayı, az önce gördüğü gibi,üzerinde kekler bulunan masa olarak algılamıyor vegörmüyordu. Karısı kahvesini doldururken, burnunadolan kahve kokusuyla yeniden dünyaya döndü.Yeme içmenin o bildik melodik sesleri tekrarduyulmaya başlandı.

Herhangi bir şeyi nasıl yapıyor diye kendi kendimedüşündüm. Giyindiğinde, tuvalete gittiğinde,yıkandığında neler oluyor? Mutfakta karısına, DrP.'nin, kendi kendine nasıl giyindiğini sordum."Aynı yemek yemesi gibi" diye anlatmaya başladı."Her zaman giydiği giysileri her zaman bulmayaalışık olduğu yerlere koyuyorum ve kendi kendineşarkı söyleyerek hiç zorluk çekmeden giyiniyor.Herşeyi kendikendine ve hiç zorluk çekmedenyapıyor. Eğer, bir şey yaparken, rahatsız edilirse veyaptığı işin sırasını yani zinciri kaybederse,tamamiyle duruyor, ne giysilerini ne de kendinitanıyor. Her zaman şarkı söylüyor. Yemek yerken,giyinirken ve yıkanırken... Hiç bir faaliyeti şarkıyadönüştürmeden yapamıyor." Sohbet ederkengözlerim duvarlardaki talolara takıldı.

Bayan P., "Evet, çok yetenekli bir şarkıcı olduğu gibiyine çok yetenekli bir ressamdı. Okul, her sene,onun tablolarını sergilerdi." dedi.

Teker teker hepsinin önünden geçtim. Kronolojikolarak asılmışlardı. Bütün eski çalışmaları gerçekçive natüralistti. Canlı bir ruh halini ve atmosferi,yansıtmalarına rağmen çok incelikli bir detaycılıkve somutluk göze çarpıyordu. Daha sonraki yıllaraait resimlere, canlılık, gerçekçilik ve somutlukgiderek azalmaya başladı. Son yaptığı resimlerde,kanvas, anlamsızlaşmaya başlamıştı veya bana öylegeliyordu. Resim hemen kaotik çizgiler ve şekilsizboya lekeleri halini almıştı. Bayan P. bununla ilgilibir yorumda bulundu.

"Ah siz doktorlar, siz hiç sanattan anlamazsınız!"diye heyecanla anlatmaya başladı. "Buradakiartistik gelişimi göremiyor musunuz? Geçmişyıllardaki gerçekçiliğinden kurtulup, nasıl soyut veşekilden bağımsız sanata doğru ilerlediğini

farketmediniz mi?

"Hayır katılmıyorum" diye geçirdim içimden amabunu kadıncağıza söylemedim. Doğru!, somuttansoyuta doğru ilerlemişti. Ama bu sanatının değil dehastalığının ilerlediğinin bir göstergesiydi. Bütünbunlar, tüm somutluk ve gerçeklik duyumlarıyla,zihinde canlandırma ve temsil etme güçlerinin,tahrip olduğunu ve ağır bir görsel agnozigeliştirdiğini gösteriyordu. Bir duvar dolusu resim,sanattan çok nörolojiye ait trajik ve patolojik birsergiyi oluşturuyorlardı.

Yine de, bayan P. az da olsa haklı diye düşündüm.Çoğu zaman hastalık ve yaratıcılık arasında birsavaşım hatta daha ilginci garip bir dayanışma yokmuydu? Belki Dr P.'nin kübist döneminde, kendinehas özel şekillerin, ortaya çıkmasına yol açan, hemsanatsal hem de patolojik gelişim arasındakiişbirliğiydi. Kaybettiği somut dünyayı, çizgi, konturgibi yapısal elemanlar üzerinde yoğunlaşarak soyutiçinde yakalamaya çalışıyordu. Bizim, somut biryapı içinde bulunduğumuzdan dolayı, normalde,kendiliğinden, algılayamadığımız soyut şekilleri,neredeyse Picassovari bir biçimde görme ve resmeyansıtma gücüne sahipti belki de. Yine de sonyaptığı resimlerde, sadece kaos ve agnoziyigörmekten korkuyordum.

Merkezinde, Bösendorfer piyano olan o muhteşemmüzik odasına döndüğümde Dr P. kalan son kekiyiyordu "Evet, Dr. Sacks, anladığım kadarıyla, beniilginç bir vaka olarak görüyorsunuz. Sorunumun neolduğunu söyleyerek önerilerde bulunur musunuz?""Neyin sorun olduğunu söylerim ama önce olumlubulduğum bir şeyi söyleyeceğim. Mükemmel birmüzisyensiniz ve müzik, sizin hayatınız. Sizindurumunuzdaki bir kişi için reçetem, tamamiylemüzikle dolu bir hayattır. Müzik , şimdiye kadarhayatınızın merkezi olmuş, şimdi tüm hayatınızolsun.

Bu görüşme dört yıl önce gerçekleşmişti. Onu birdaha hiç görmedim. Ama hayalinde canlandırmayeteneğini garip bir şekilde yitirmesinin yanında,müzikal yeteneği korunmuştu. Bu durumdayken,dünyayı nasıl algılayıp, anladığını sık sık meraketmişimdir. Onun hayatında, imgelerin yerinimüziğin aldığını düşünüyorum. Beden imgesiyoktu. Bunun yerine beden müziği vardı. Bu daonun seri bir şekilde hareket etmesine sebepoluyordu. Ama 'iç müziği' durduğunda, tamamiyleaklı karışıyor ve duruyordu. Aynı şekilde dış dünyaile ilişkisi de duruyordu(4).

32

Page 35: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

med-cezir

Schopenhauer, "Bir Arzu'nun, Temsili OlarakDünya" adlı eserinde, müzikten 'saf arzu' olarakbahseder. Temsili dünyayı tamamiyle yitirmiş amamüziği veya 'arzu'yu tam anlamıyla korumuş olanDr P.'yi görse, herhalde Schopenhauer çoketkilenirdi.

Bu durum, çok şükür müzik eğitimi vermeye devamettiği son günlerine kadar sürdü. O sıralardahastalık ilerlemişti. Beyninin görme ile ilgilialanlarında, büyükçe bir ur vardı ve durumu süreklikötüye gidiyordu.

NOT

Dr P.'nin, eldiveni bir eldiven olarak değerlendirememesive yorumlayamamasını nasıl açıklamalı? Bilişselvarsayımlar üretmede çok yaratıcı olmasına rağmenbilişsel bir muhakeme yapamadığı, açıkça görülüyordu.Bir muhakeme sezgisel, kişisel, bütünsel ve somuttur.Çevredeki herşeyin yerini, diğer şeylerle ve kendimizleilişkisini kurarak görürüz. Dr. P, işte bu ilişkilendirmeyeteneğinden yoksundu. Bütün bunlar görsel bilgieksikliğinden veya bu bilgilerin hatal ı olarakişlenmesinden mi kaynaklanıyordu? Klasik, şematiknörolojinin vereceği cevap herhalde bu olurdu! Acaba,Dr P.'nin tavrında mı yanlış bir şeyler vardı da gördüğüşeylerle kendisi arasında bir bağlantı kuramıyordu?

Bu açıklamalar, birbirinden, tamamiyle ayrı tutulabilecekşeyler değildir. Aynı anda birbirinden farklı durumlardaolunabilir ve her ikisi de gerçek olabilir. Aynı anda zıt ikidurumun olabileceği fikri, klasik nörolojide dolaylı veyadolaysız olarak kabul edilmiştir. Klasik nöroloji içinde,dolaylı olarak Macrae'nin, görsel işlev yani şematizasyonbozukluğu ve entegrasyonu ile ilgili açıklamaların, doğruolmadığını bulduğunda, dolaysız olarak ise, Goldstein,'soyut tavır'dan bahsettiği zaman, kabul görmüştür.Kategorizasyonu mümkün kılan soyut tavır, yine de DrP.'nin durumunu açıklamakta yetersiz kalmaktadır.Çünkü Dr P.'de 'soyut tavrın' dışında, başka hiçbir şeyyoktur. İşte ondaki bu anlamsız soyut tavır, kimlik vekimlikle ilgili özellikleri algılamasına ve muhakemeedebilme yeteneğini kullanmasına engel oluyordu.Anlamsızdı diyorum çünkü bu tavır, herhangi bir duyusuile bağlantılı değildi.

Nöroloji ve psikoloji merakla, geri kalan herşeydenbahsetmesine rağmen, hemen hemen hiç muhakeme etmeyeteneği üzerinde durmaz. Gerek Dr P.'de gördüğümüzgibi özel durumlarda, gerekse onikinci ve onüçüncühikayelerdeki gibi, Korsakov veya frontal lob sendromuolan hastalarda muhakeme etme yeteneği tamamenbozulur. Halbuku muhakeme yeteneği pek çoknöropsikolojik bozuklukların özünü teşkil ecler.Muhakeme ve kimlik belki sonuç itibariyle etkilenenalanlardır ama nöropsikoloji bunlardan hiç bahsetmez!

Gerek Kant'a göre, gerekse deneysel ve evrimsel

anlamda, muhakeme yeteneği, saahip olduğumuz enönemli yetenektir. Soyut tavır yani muhakeme yeteneğiolmasa hayvanla insan gayet güzel geçinebilirler ama butavır olmasa kolayca telef olup giderler. Muhakeme,tekamül etmiş bir yaşamın veya zihnin en önde gelenbecerisi olmasına rağmen, klasik-işlemsel- nöroloji bunuısrarla gözardı etmekte veya yanlış yorumlamaktadır.Nasıl böyle bir saçmalığın ortaya çıkabileceğini merakediyorsak, nörolojinin, kendi evrimine ve baştan, öyledirdiye önerilmiş tezlerine bakmamız gerekmektedir. Klasiknöroloji herzaman, klasik fizik gibi mekanik olmuştur.Bu durum, Hughlings Jackson'ın mekanikbenzetimlerinden bugünün bilgisayar bemzetimlerinekadar böyle devam edegelmiştir.

Tabii ki beynin bir makine ve bilgisayar olduğu klasiknörolojide, herşey doğrudur! Ama varlığımızı vehayatımızı oluşturan zihinsel süreçlerimiz sadece soyutve mekanik değil aynı zamanda kişiseldir de. Busüreçler, sadece kategorilendirmeyle kalmayıp, sürekli birmuhakemeyi ve duyguları da kapsar. Eğer bunlar eksikolursa, aynı Dr P. gibi bilgisayar benzeri birer varlıkhaline geliriz. Aynı şekilde muhakeme etmeyi veduyguları yani kişisel olanı, bilişsel bilimlerdençıkartırsak, bu bilimi, yine Dr P.'de gördüğümüzebenzer, bozulmuş bir duruma indirgemiş oluruz. Bubizim somut ve gerçeğin bütününe ait bilgiden mahrumolmamıza yolaçar.

Nükteli ve hoş bir benzetimle, şimdiki bilişsel nöroloji vepsikoloji, zavallı Dr P.'nin durumundan başka bir şeyebenzememektedir. Aynen onun gibi somut ve gerçeğegereksinim duymaktayız. Biz de bunu, aynen onungöremediği şekilde göremiyoruz. Bilişsel bilimimiz,temelde Dr P.'ye benzer bir şekilde agnozi"denmuzdarip. Yani Dr P. bizim için bir uyarı ve örnekolmalı. Ona bakarak muhakemeye, kişisel ve 'özel'e dairbilgileri es geçen ve tümüyle soyut ve işlemsel(computational) hale gelen bir 'bilim'e ne olacağınıgörmüş olmaktayız.

Her seferinde, kontrolüm dışındaki olaylardan dolayı, DrP.'nin durumunu uzun bir süre izleyemediğim, gözlemve araştırma ile tarif edemediğim veya hastalığınsebeplerini bulamadığımdan dolayı pişmanlıkduymuşumdur.

Kişinin her zaman, özellikle Dr P. gibi olağanüstüözellikler gösteren hastalar karşısında, herhalde bu ııev4şahsına münhasır biridir, aynı durumda olan başka biriyoktur endişesine kapılıyor. Bundan dolayı, 1956 yılınınBeyin (Brain) dergisini incelerken, şans eseri,nöropsikolojik ve fenomenolojik olarak, Dr P.'nindurumuna ııerdeyse komik bir şekilde tıpatıp benzer birvaka tarifiyle karşılaştım ve büyük bir heyecan vemutluluk duydum. Ama bunu iç rahatlığıylakarıştırmamak gerekir! Okuduğum 'vaka'da tüm kişiselözellikler ve ani bir kafa travması olan sebep, DrP.'ninkinden farklı olsa da temelde yaşadıkları durumaynıydı. Yazarlar, vakalarından "bu hastalığın tarihinde

33

Page 36: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

med-cezir

tespit edilmiş en kendine has vaka" olarakbahsediyorlardı. Tıpkı, benim gibi, bilmeden, keşfettiklerişeylerden büyük bir şaşkınlık ve heyecan duymuşlardı.(5) Daha fazlasını merak eden okuyucular, Macrae veTrolle'nin (1956) orijinal makalesini okuyabilirler. Ben bumakaleden özetle bahsedeceğim.

Macrae ve Trolle'nin hastaları 32 yaşında genç biradamdı. Ciddi bir araba kazasını takibeden üç haftaboyunca bilincini yitirmişti. Özellikle yüzleritanıyamamaktan şikayet ediyordu. Karısının veçocuklarının da yüzünü tanıyamıyordu. Bir tek yüz bileona aşina değildi. Ancak üç tane yüzü tanıyabiliyordu.Üçü de iş arkadaşlarıydı. Bir tanesinin gözünde tik vardı.

Sürekli göz kırpıyordu, diğerinin çenesinde geniş birben vardı. Üçüncüsünün yüzü o kadar ince ve uzunduki zaten hiç kimse ile karıştırmak mümkün değildi.Hepsini tek ve kalıcı bir özellik sayesindeayırdedebiliyordu.

Macrae ve Trolle'nin detaylı olarak anlattığına göre bukişi, aynada kendi yüzünü tanımakta zorlanıyordu;"İyileşme döneminin ilk zamanlarında, özellikle traşolurken, fiziksel olarak bunun mümkün olmadığını bilsebile, sık sık, kendi kendine, aynadaki yüzün ona aitolup olmadığını sordu ve yine de emin olmak içinyüzünü şekilden sekile sokarak dilini çıkarttı. Yüzünüaynada dikkatle inceleyerek yavaş yavaş tanımayabaşladı. Sol yanağındaki iki küçük beni, saçını ve yüzhatlarını ayırdederek yüzünü tanımaya başladı.Geçmişteki gibi kanlı canlı olarak değil!

Macrae ve Trolle'nin vakası, genel olarak, nesneleri birbakışta tanıyamamaktadır. Ancak birkaç özelliğimfarkederek veya tahminde bulunarak ne olduklarınıçıkartabilmektedir. Bazen tahminleri çok saçma ve yanlışolmaktadır. Yazarların dediklerine göre özellikle canlılarıtanımada sorunu vardı.

Diğer taraftan, makas, saat, anahtar vs. gibi basit veşematik nesneleri hiç zorluk çekmeden tanımaktadır.Macrae ve Trolle şöyle devam eder; Topoğrafik hafızasıçok garipti. Evinden hastaneye yolunu bulabilirdi.Hastanenin çevresinde de kaybolmazdı ama yolüzerindeki sokakların isimlerini söyleyemez veyatopografyayı kafasında canlandıramazdı. Bu hastada, DrP.'nin farklı olarak biraz afazi de vardı.

Böyle kişilerin görsel hafızalarının, kazaların çoköncesinde de haraplandığı aşikârdır. Hareketin hafızasıveya belli şekilde hareket etme alışkanlığı, manerizmolduğu doğrudur. Ama görsel ve yüze dair hafızalarıyoktur. Daha detaylı incelendiğinde bu 'vaka'nınrüyalarında görsel imgelerin olmadığı ortaya çıkmıştır.Dr P.'de olduğu gibi bu hasta da tahrip olan yeteneklersadece görsel algılama değildir, görsel temsil yeteneğinintemeli olan imgeleme gücü ve görsel hafıza da tahripolmuştur. Bu alanlar, geçmişten beri süregelen,tanıdıkhğa, kişisele ve somuta ait bilgilere dair

yeteneklerdir.

Hikayeyi son bir nükteyle bağlayalım; Macrae'nin hastasıda aynen Dr P. gibi karısını tanıyamıyordu ve onun,karısını tanıması için görsel bir işarete ihtiyacı vardı;"....şöyle göze çarpan, bir kumaş parçasına, yani kocamanbir şapkaya..."

(1) Daha sonra, kazara eldivenleri eline geçirdi ve "Amantanrım bunlar e ldiven!" dedi. Bu durum KurtGoldstein'ın nesneleri ancak kullandığında tanıyabilenLanuti isimli hastasını hatırlatmaktadır.

(2)Helen Keller"ın görsel anlatımlarını, tüminandırıcılığına rağmen, acaba onların da içi benzer birşekilde boş muydu diye hep merak etmişimdir. Acaba'imgelerin, dokunsal yoldan 'görsel'e transferi migerçekleşiyordu? Daha da olağanüstü olanı, sözel vemetaforik alandan duyumsal ve 'görsel'e doğru birtransferle, görsel korteksi, doğrudan gözlerinden hiçuyarılmadan, sadece hayalinde canlandırarak, görmegücüne mi sahip oluyordu? Ama Dr P. nin durumundatüm resimsel kurgulamanın, organik önşartı olan görselkorteks haraplanmıştı. Artık, ilginç bir şekilde, resimlerhalinde rüya görmüyordu. Rüyanın içeriği görselolmayan, başka tabirlerle anlatılıyordu.

(3)Hangi adam daha trajik bir durumdadır ve hangisidaha lanetlidir? Başına geleni bilen mi bilmeyen mi?4)Sonradan, karısından öğrendiğime göre, Dr P.,öğrencilerini, azıcık hareket ettiklerinde tanıyabiliyordu."Bu Kari! Onun hareketlerini, bedeninin müziğinibiliyorum" diye heyecanla sesleniyordu.

(5)Ancak bu kitabı yazmayı bitirdiğimde, genel olarakgörsel algılama bozukluğu (agnozi) ve özel olarak dayüzleri tanıyamama (prosopagnozi) hakkında geniş bkliteratür olduğunun farkına vardım. (ÇN. Yunanca'da'prosopo' yüz , 'gnosis' ise algılama, tanıma demektirböylelikle prosopagnozi yüzleri tanıyamama anlamınagelir) Özellikle, bu tür agnozileri olan bazı hastalarla ilgiliçalışmalarını çok detaylı bir'şekilde, kendi çabalarıylayayımlayan Dr. Kertesz'in, görsel agnozi üzerine yazdığımakalesini, okuyabilirsiniz (Kertesz, 1979). Yakınzamanlarda Dr. Kertesz ile tanıştım ve bundan dolayıbüyük bir mutluluk duyuyorum. Dr. Kertesz bana,prosopagnozisi, yüzleri tanıyamama hastalığı olan vebundan dolayı da artık ineklerinin yüzleriniayırdedemeyen bir çiftçiyi, bir de kendi gölgesini,müzede sergilenen, ilkel adamın dioraması ile karıştıran,Ulusal Tarih Müzesi görevlisini anlattı. Aynen Dr P. veMacrae ve Trolle"nin hastalarında olduğu gibi canlıvarlıklar, yanlış algılanıyorlardı. Bu çeşit agnozilerin enönemlilerinin ve genel olarak görsel süreçlerinincelemeleri, şimdilerde A.R. Luria ve H. Damasiotarafından yürütülmektedir.

34

Page 37: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

aykırıkları

• * •* •* **

UÇUN KUBU

ahmet ortaçdağ

Julio Cortazar'a

Amsterdam, kış. Tren istasyonunda tanımadığı birionu karşıladı. Kıvırcık uzun saçlı İsmail ona otelisteyip istemediğim sordu. Yalnızlığından bir süreiçin ödün verip onu izledi. Güvensizlik duygusu onubir adım geriden götürüyordu. ' İstediğin bir şey,joint haşhaş, kokain? ' Savaş kaçağı Bosnalı onuotelin çatı katındaki odaya çıkardı. Düşündüğündendaha gösterişli bir oda, çift kişilik yatak. Pencereninönünde durdu; civar evlerin damları, çatıpencereleri. Arkasından beline dolanan ellerihissetti. Kimin olduğunu bilmediği okşamalar. Aklıhala dışarıdaydı. Pencereden bakarak dokunuşlarıdüşünmeye devam etti. Şefkat dolu, hatta biraz fazlasahiplenici bir yan vardı temasta. Sıkıca kavrıyor,sıkıyor, onu bırakmak istemiyordu. Bir oyun.'Benden önce kaç kişiyi sürükledin buraya?' 'Çok.Benim işim bu. Otele getirdiğim her müşteri içinkomisyon alıyorum. Şehre ilk defa gelen biri içinbüyük hizmet, değil mi?' 'İlk kez gelmiyorum.1

'Benimle niçin geldin öyleyse?1 Çantasından viskiyiçıkarıp yudumladı ve uzattı. 'İş saatlerindeiçmiyorum.' 'Yeni bir müşteri için istasyona mıgideceksin?' 'Gitmem gerekmez mi? Hayatımı böylekazanıyorum. 'Eller hala belindeydi. Kararı onabırakmış gibi sıkıca tutuyorlardı. Bedenine yabancıel değmeyeli uzun zaman olmuştu. Bu sıcaklığıözlüyor, fakat tenindeki izler onu tedirgin ediyor.Derisi aşınmış, parça parça dökülüyor. 'Banyoyapacağım.' 'Gidiyorum. Beni lobide bulabilirsin.'Ellerini güçlükle çekti ve odadan çıktı. Çantasınıyatağın üzerine boşalttı. Deodoran, bir kaç çamaşır,bir kazak, "Üvey Anneye Övgü" ve sigara. Dışdünyadan seçtiği alıntılar. Soyundu. Kendini sıcaksuya bırakmıştı ki telefon çaldı. Açık penceredengiren soğuk havanın teninde soğurmasına izinvererek telefonu açtı. Tanıdık ses. 'Seni görmekistiyorum.' Durdu. Söylemesi gereken bir şey yoktu.'Aşağıda görüşürüz.' Islak banyoya geri döndü.Titriyordu. Taşlardaki, havadaki nem yapış yapış.Hızla geçerken aynadaki buğuda dağılan aksinigördü.

Aşağıya indiğinde ortada yoktu. Otelin girişi sıcakçam kokuyor. Dipteki bilardo masasının önünde

gençler onun varlığında habersiz gülüşüyor. Fazladikkat çekmeden dışarıya çıktı. İstasyonun tersyönüne doğru yürüdü. Oteli iyice geridebıraktığından emin olana kadar tadına varamadığısokakları hızla geçti. Dokunulmayacağına ikna olanadek. Sonra şehri yavaş yavaş içine çekti. Oksijentüpünü bağlayan bir balıkadam gibi. Bu şehirdegüneş hiç doğmuyor. İnsanı kendine hapsediyor.Sadece havadaki sise karışan soluğu beyaz. Diğerherşey eskimiş fotoğraftaki kadar dingin, mat. Herrenk güneş ışığından yoksun. Yoğun sisbloklarından sızan ışık, her noktaya eşit dağılıyor vehavadaki gride emiliyor. Belki bu yüzden, anlardaha yoğun geçiyor. Devinim ağırlaşıyor, seslerderinleşiyor. Arasıra İsmail'i görür gibi oluyor.Yanında başka bir müşteri. Elleri omuzlarında, onuikna etmeye çalışıyor. Otelin ne kadar konforlu veucuz olduğunu, merkeze çok yakın olduğunu, isterseona eşlik edebileceğini anlatıyor. Ona ise, uzun biraradan sonra onda canlandırdığı kendine güvenyetiyor. Dokunulma gururu. Fakat içinde yürüdüğükalabalığa duyamadığı hakimiyet sıkıyor onu.Kalabalığı yardıkça yüzüne çarpan yüzler, hepsielinden kayıp giden bedenler. Gözleri bile yetmiyortümünü algılamaya. Oysa herbirini yaşamak istiyortek tek. Elini saçlarında gezdirmek, gözünü gözünedikmek, elindeki sigarayı içmek. Çiçek pazarınıgeçiyor, bit pazarındaki dağınıklığa kapılıyor birsüre. Gözüne eski bir şeyler kestirmeye çalışıyor; birşapka veya gözlük. Gökyüzünü aynalayan, şehriüzerinde gezdiren su onu merkeze doğru çekiyor.Yanyana dizilmiş daracık enli evlerin bodrumkatlarına inen merdivenler bağımlıların siperlerisanki. Sırça şehirde istenmeyen lekeler gibiler.Tanıdık bir yüz istiyor şimdi. İsmail'i görüyor.Kanalın öbür kıyısında yalnız başına yürüyor.Bakışları birini arıyor. Arada durup, birilerine birşey soruyor. Sonra yoluna devam ediyor. Kanalboyu onu takip ediyor. Bir sonraki köprüyügözlüyor. Köprünün başına geldiğinde ise duruyorve diğer uçta İsmail'in gözden kaybolmasınıbekliyor. Ona dokunmak istemiyor. Otele dönmeyekarar verdi. Bir süre sonra aynı yollardan tekrargeçtiğini farketti. Dönüp duruyordu. Merkez onubırakmak istemiyordu sanki. Yürümekten tabanlarısızlıyordu. Ağzı kupkuru. Kanala inen merdivenlere

35

Page 38: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

aykınkları

oturdu ve bir sigara yaktı. Kendiyle konuşmaktabıkmıştı. Şarkı mırıldanmaya başladı. " H e r littleheart went to lowland / His little heart stayed athome..." Soğuktan donmuş, kızarmış eline baktı.Dokunmak için çok sert. Burnunu sızlata sızlataşarkıya devam ediyordu. Kontrolü ele alan melodidüşünceleri dağıtarak onu sürüklüyor, içinde nevarsa boşaltınca susuyor. Fakat melodi devamediyordu. Merdivenlerden inince sesin yankılandığıbedeni gördü. Duvara yaslanmış bir çift göz onabakıyordu. Israrla onu çağırdı. Kendinden geçmişorta yaşlı adam ona özlemini duyduğu hayallerekavuşmuş gibi bakıyordu. Yarıya kadar sıvanmışkoluna saplı şırınga ve süzülen kan. Gözleriniadamınkilerden alamıyordu. Yumuşak, nemlisünger gibi gözler. 'Otur!' Yanına oturdu. Ortaparmağıyla kemikli ellerinden başlayarak yukarıdoğru akan kanı izledi. Adam kafasını yana eğmişona gülümsüyordu. Benimle gel der gibiydi. Sacınıokşamak istedi, ensesinde kaybolmak. "...Locked inhis embrace, lost in time and slace / But he's neverleft the ground..." Bir süre birbirlerini dinlediler.Havadaki soğuk gitgide koyuluyordu. Aralarındakibüyüyü dağıtmak istermişçesine adam doğruldu veişaret parmağıyla onun eline dokundu. Morsalfabesiyle bir şeyler yazıyordu sanki tenine.' ... Herlittle heart gave ali the love it couldn't part / Hislittle heart gave none..." Adam elinden tuttu vek a l d ı r d ı . D e n g e s i n i tam b u l a m ı y o r d u .Merdivenlerden çıkarken ona yardım etmesigerekti. Belinden kavramak istedi. İsmail'in elleriyle.Sıkıca sarıldı. Yavaşça onları bekleyen kalabalığadoğru çıktılar. Adamın bisikleti biraz ilerdeydi.Seleye oturduktan sonra onu önündeki demireoturttu. Kendini ona bırakmıştı. Beline sarılışınıduydu. " . . . She took the road to forever/ Would sheleave it. Never/Maybe she wasn't too clever..." Tekistediği kendini şarkıya bırakmaktı.

Prinzengracht 101'e vardılar. Önyüzü kanala bakandubleks dairenin arkası bir bahçeye açılıyordu.İnsan boyu bitkilerin önünü kestiği küçük birjungle. ' Sana joint sarmamı ister misin?1 Odayagöz gezdirdi. Duvarda bir çerçeve? Watse Hamstra,iki aylık kurs sonunda masör sertifikası almaya hakkazanmıştır. Altında bir masaj masası. Fotoğraflar;Hindistan. Mumlar. Tütsü kokusu. 'İki sene kaldım.'Kiminin üstüne yere oturdu. Adam joint'den birnefes alıp uzattı. 'Masaj yapmamı ister misin?'Gergin vücudu adak taşına yatan bir kurban gibimasaya uzandı. İsmail'in elleri başındaydı. İtinaylaşakaklarını ovdu. Sonra ensesini. Belli noktalaravurarak bedenine dalgalar yolluyordu. Yavaş yavaşgevşediğini ve altındaki satıha yayılıp, yapıştığınıhissetti. Göğüsler, karın, kasıklar, bacaklar ve ayak

36

uçları. Ganj nehrinin kutsal suyuyla yıkıyordu onu.Sonu gelmez bir törene hazırlık. 'Acı günlerbaşlıyor' Üzerine yattı. Teninde yüzmek istiyordu.Daha derinlere dalmak, nefesinin yettiği kadar. Hiççıkmamak, ciğerlerini sıcaklığıyla doldurmak

Uyandığında yalnızdı. Gün işiyordu ve törenbitmişti. Ne beklediğini bilmeden, ağır ağır giyindi.Evden çıktı. Bir daha sarılmayacağı beden içerdeyatıyordu. Cansız beden. Ertesi gün sokaklardaydı.Sonraki gün de. İstasyonun çaprazındaki karanlıksokağa girdi. Dokunulmayacaklar sokağı. Aslayüzünü çeviremediği aynada Surinamlı dolgun birdilber göz kırpıyor, bir sonrakinde kirpi saçlıMalezyalı göğüslerini sıkıştırıyor, son vitrinde sarısaçlı bir Endonezyalı parmağıyla ona 'gel' işaretiyapıyor. Merkezkaç'tan kaçmaya çalışıyordu.Prinzengracht 3. kanal. Sonkaki Singelgracht. Akşamİsmail'e dokunmuştu. Adamın elleriyle. Kırılangururu dokunmuştu. Adımlarıyla onu ezmeye,yoketmeye çabalıyordu. Her adımda yaklaştığıimge, geride bıraktığı her adımla ondanuzaklaşıyor. Gözü adımlarında, adımları 101numaranın önünde. Duruyor. Hiçbir şey görmüyor.Herşey, herkes adamın gölgesinde yutuluyor. Başınıkaldırıyor. Oturma odasının ışığı yanıyor. Zili çaldı.Adam camdan baktı ve otomatiğe bastı.Merdivenlerden çıktı. Kapı açıktı. Belleğindeki akışıdurdurup vaadi olmayan vadiden içeri daldı.Oturma odasında masanın başındaydı. Kolunusıvamış, iğneyi hazırlıyordu. 'Merhaba, otursana.hiçbir şey söylemeden oturdu. Enerjisi ancakodadaki varlığını ayakta tutmaya yetiyordu. Ordabulunma nedenini ne kendine, ne de onaaçıklayabilecek gücü yoktu. Adamın rahatlığı yükünüarttırıyordu sadece. Damarı bulmasını bekledi.Gözleriyle yanağını okşadı. 'Niçin kullanıyorsun?Adam gözlerini kapadı. Gördüğü düşü anlatıyormuşgibi: 'Beni mutlu edecek hiçbir şey yok ki.' Dikkatkesilmişti. O andan itibaren adamın ağzındançıkacak her kelimenin kaderini çizeceğinihissediyordu.' Kübün içinde bir noktayım ben.Başlangıç ve bitiş noktası. Sonsuz yön ve yolizleyebiliyorum. Her köşeyi, her kenarı, her yüzükarış karış biliyorum. Rotamı kendim çiziyorum.Ancak karanlıkta yolumu bulabiliyorum ve ışıkistemiyorum. Çünkü herşey netleşecek, gölgelerüzerime düşecek ve geçmiş, yaşam boşluğumudoldurarak beni, ıssızlığı boğacak.' Kendi kendinekonuşmasına tahammül edemedi. Kalktı. Masanınüzerindeki şırıngaya uzandı. Adam kendindengeçmiş onun ibadete başlamasını bekliyordu.Önüne çömeldi. İğnenin ucundaki kanı üzerinesildi. Kontrolü adamın eli almıştı. Kaşığı tuttu.Çakmakla ısıttı. Sonra dikkatle sıvıyı şırıngaya çekti.

Page 39: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

aykırıkları

Kolunu sıvadı. Lastiği dişiyle sıkıca bağladı.Yumruğunu sıkarak damarlarını belirginleştirdi.İğneyi batırdı. Damarı bulamayan kendi eliydi.Çıkardı, tekrar denedi. Sonra tekrar. Acı hissetmedi.Sadece delik deşik vücudundan fışkıran sıvı. Sesizceiçine doğru akıyordu. Açık bıraktığı kapıdan birgölge gibi giren İsmail'i gördü. Demek sabahayrıldıktan sonra onu izlemiş, peşini hiçbırakmamış. Üçüncü olarak odada yerini aldı.Odayı dolduran üç insan, üç koltukta;geçmiş şimdiaşk, doğum sonbahar ölüm, gelecek şimdi kışilkbahar aşk, ölüm doğum yaz, aşk geçmiş yaşam'ıngeometrisini çizmeye çalışıyorlar. İlk kalkan istediğikoltuğa oturuyor. Zamanı başlatıyor. Diğer ikisi boşkalan iki koltuktan birini seçmek zorunda kalıyorzamansız. Veya oturmak istediği koltuk boşalana dekyürüyor. Şimdi İsmail'in onu yerinden ettiği koltuktaadam oturuyor, istifini bozmadan. Onun adamınoturmasını istediği koltukta İsmail. İsmail'in onunoturmasını istediği koltuk boş. Yürümeye devamediyor. Oyun artık kontrolünden çıkmış. Zihninidolduran kuralları, talimatları yakalıyamıyor.Kendini oyunun gerçeğine bırakırken kendi gerçeğionu çekiyor, bir anda oyunun dışına itiyor. Doğrukartı oynamak için yaptığı her jest yüzüne buzdanbir ızgara gibi yapışıyor. Diğerinin kozu elde etmekadına yaptığı kör hamleler vücudunu dağlıyor. Aslasatamadığı bedeni diğerine ödünç veremiyor. Oluş;kendi gerçeği, diğerinin gerçeği ve oyunun gerçeğigeometrisine dönüşüyor, bu üç boyutta herşey silipyokoluyor.

Evden çıktı. Ancak bu ani çıkışla içinde kaybolduğuzamanı durdurabildi. Adamı gördü, önünde.Arkasında İsmail. Hızlansa da ondan kaçamayacak,adama asla yetişemeyecek. Ve bu böyle, kendi

zamanını başlatma gücünü bulana dek devamedecek.

Otele vardı. Odasına son kez girdi. Tüm şehri,damlardaki sisi, havadaki griyi, yollardaki evsizleri,vitr inlerin arkasındaki dilberleri ve dipsizmerdivenlerdeki bağımlıları topladı. Pencereyikapadı.

İstasyondaydı. Ondan başka yolcusu olmayan trenbekliyordu. Kaçırmayacağından emin son birsigara içti ve cam kenarındaki koltuğuna oturdu.Zamanın başlamasına saniyeler kalmıştı. Son kezAdam'ı ve İsmail'i gördü. Gölgeleri penceredeydi.Tarlaları, tepeleri, ağaçları boğan sisin arkasındanona bakıyorlardı. Tren güneye doğru hareketettiğinde rahatladı. Sisin dağılacağını, bir süresonra güneşin gözlerini tekrar yakacağını biliyordu.O, İsmail, Adam. Herbiri kübün bir kanan olmuştu.Yaşam alanını belirleyen kübün. Uzunluğu aynıkenarlar, fark başlama noktasıydı ve zaman.Herhangi bir boyuttan başlayarak alınan yol,kesişen noktalar, zamansız, paylaşılan alanlar,değişen yön ve boyut ne olursa olsun, varılan yerkübün tenhalığında bir noktaydı. Gelecekte bitmiş,geçmişte başlamayacak oyunun kesişmezgerçeğinde tek başınaydı.

37

Page 40: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

dejâ vu

BİR YILBAŞI GECESİ GAZ SANCISI

ergun kocabıyık

Özel bir hastanedehemşireydi. Nöbeti biter

bitmez kıyafetinideğiştirip bize

katılmıştı. İçerigirmesiyle salondakierkeklerin dikkatini

üzerinde toplayıverdi.Altına giyebileceği tek

giysisi olan laciverteteğinin başına talihsizbir kaza gelince, o da

büyücek bir eşarbıbeline sarmakla

yetinmişti. Mütevazıyılbaşı partimize

katılanların çoğunutanımamasına rağmen,

üzerinde gerçek biretek varmışcasına

rahat davranıyordu.Uzun bacakları gece

boyunca yakamozlu birdenizde dalgalanan

tekneler gibi simlibaşörtüsünün

arasından bir görünüpbir kayboldular. Aradabir 'gözlerime saplanan

baygın bakışları,parlak sarı saçları ve

ilerleyen saatlerde iyiceyayıldığı kanepede

aldığı fotojenik pozları,bağırsaklarımda

sıkışmış gazın basıncınınerdeyse unutturdu

diyebilirim.

Elimde duran fotoğraf albümüne bakarken o eğlenceli gecenin yüzüme nasıl dahüzünlü bir şekilde yansımış olduğunu farkediyorum. Oysa, benim içinsürprizlerle dolu bir geceydi. Gizem'in enfes mantarlı türlüsü ve yemeğinardından içtiğimiz martini, midemde başlayıp yavaş yavaş şakaklarıma doğruyükselen yumuşak bir ağrı dalgasına yol açmıştı. Bunda kuşkusuz iki besinin debenim için yepyeni tatlar olmasının payı büyüktü. Daha önce ne mantar yemişne de martini içmiştim. Belki de çocukluktan kalan yemek seçme alışkanlığınınetkisidir bilmiyorum, yeni bir yemeği veya içeceği tatmamakta yıllarca inatettiğim olmuştur ve bu yüzden bazı çok bilinen yiyecekleri ve içecekleri geçtatmışımdır.

O yılbaşı gecesi mantar ve martiniyi herhangi bir direniş göstermedentatmıştım tatmasına ama bu yabansı besinlerin vücudumda beklenmedik etkilergösterebileceğini hiç hesaba katmamıştım. Kısa suskunluklarla bölünen uzunsohbetler boyunca bağırsaklarımda biriken bir tür simyevî gaz, beni yabancısıolduğum bazı duygulara sürükledi. Yüksek rakımlı bir coğrafyada, bol oksijenlihavanın insanın suratında tokat gibi patlaması türünden duygulardı bunlar.

Gecenin bir başka sürprizi Sanem'di. Kapıyı yeni yıla girmeye birkaç dakika kalaçalmıştı. Özel bir hastanede hemşireydi. Nöbeti biter bitmez kıyafetinideğiştirip bize katılmıştı. İçeri girmesiyle salondaki erkeklerin dikkatini üzerindetoplayıverdi. Altına giyebileceği tek giysisi olan lacivert eteğinin başına talihsizbir kaza gelince, o da büyücek bir eşarbı beline sarmakla yetinmişti. Mütevaziyılbaşı partimize katılanların çoğunu tanımamasına rağmen, üzerinde gerçekbir etek varmışcasına rahat davranıyordu. Uzun bacakları gece boyuncayakamozlu bir denizde dalgalanan tekneler gibi simli başörtüsünün arasındanbir görünüp bir kayboldular. Arada bir gözlerime saplanan baygın bakışları,parlak sarı saçları ve ilerleyen saatlerde iyice yayıldığı kanepede aldığıfotojenik pozları, bağırsaklarımda sıkışmış gazın basıncını nerdeyse unutturdudiyebilirim.

Sonunda geceyi tükettik ve uyku vakti geldi çattı. Konuklar esneyerek evlerinedağılmaya başladılar ve nasıl olduysa kendimi arabamda, Sanem'le birlikteonun evine doğru giderken buldum. Bu beklenmedik tesadüfheyecanlandırmıştı beni. Yol boyunca pek bir şey konuşmadık. İçimden dekonuşmak gelmiyordu açıkçası. Nedense suskunluğunu tuzak olarakalgılıyordum; eğer bu başbaşa kalmayı fırsat bilip gevezelik yapmayabaşlayacağımı ve bir retorik ustası kesileceğimi düşünüyorsa bu basit erkekdavranışını göstermeyecektim. Fakat eve yaklaşırken beklenmedik birşey oldu,Sanem sessizliğini bozdu ve beni birlikte birşeyler içmek için evine davet etti.Kuşkusuz bu nazik daveti kabul ettim. Temkinli bir şekilde onu izledim..Anahtarla kapıyı açtıktan sonra bir an durup, terbiyeli olduğum için beniödüllendirdiği duygusunu hissettiren bir gülümsemeyle bakü ve içeri buyur etti.

Eşikten içeri adımımı atar atmaz halen çıkaramamış olduğum gaz büyük birsancıyla kendini bir kez daha hatırlattı. İçimdeki basınçlı havanın, kontrolüm

38

Page 41: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

dejâ vu

dışında çıkıp gitmemesine büyük özen göstererek, koltuğa oturdum veSanem'in kaşla göz arasında hazırladığı nescafeyi yudumladım. O, samimidavranışlarıyla aramızdaki resmiyeti bozmaya çalışırken, bütün ilgisinibağırsaklarında toplamış zavallı ben, derinliklerimdeki hava basıncınınyüzüme ve davranışlarıma sirayet etmesine engel olamıyordum. Durumutersine çevirmek üzere giriştiğim her hamle, içimdeki malûm varlıkça emilipyutuldu. Kısa suskunluk anlarını bozmak için de pratik çözümler üretemiyordım.Bilirsiniz, bu gibi durumlarda cepten çıkarılan bir sigara paketi, bir yerlerdeunutulmuş bir çakmak mucizeler yaratır. Ama ben bir sigara tiryakisi biledeğildim. Geliştirebildiğim tek türük ikide bir saatime bakmaktı. Sonundavaktin geç olduğunu söyleyerek yenilgiyi kabul etmekten başka yapacak bir şeykalmadı. Kapıya doğru yöneldiğimde Sanem, yine beklenmedik bir çıkış yaptı;dönüş yolunu bulamazsam geceyi onun evinde geçirebileceğimi söyledi.İçimde aniden oluşan memnuniyet duygusunu yüzüme yansıtmamaya çalışarakoradan ayrıldım. Arabama bindim. Motoru çalıştırdım. Hafızamdaki bulanıkyol haritasını izlemeye başladım.

Gizemle daha önce bir kez karşılaşmıştık. Arkadaşımla yakından ilgileniyorduve onu elde edebilmek için yılbaşından iki gün önce bizi evine davet etmişenfes yemekler hazırlayarak, "erkeğin kalbine giden yol midesinden geçer"kuralını başarıyla uygulamıştı. Arkadaşımın iki gün içinde çirkin sayılabilecekbu kadına büyülenmiş gibi kapılıp sürüklendiğine bizzat şahit oldum.

Şehrin bu bölgesine ilk kez gelmiştim. Zengin bir muhitti. Birbirini doksanderecelik açılarla kesen simetrik modern caddeler, insana hep aynı sokaktangeçtiği duygusu veriyordu. Aniden bastıran bir sis de bunlara eklenince yönduygumu tamamen kaybettim. Bir süre sadece içgüdülerimi kullanaraksokaklarda dolaştım ve birden bire anımsadığım bir kavşağı dönerek kendimiGizem'in evinin önünde buldum. Her şart mevcutken kaybolmayı bilebecerememiştim. Kaybolmak istiyordum oysa, sokaklarda kaybolmak veSanem'in açık bıraktığı kapıdan içeri girmek.

Arabadan inmeden, bir süre düşündüm ve geri dönmeye karar verdim.Birbirini yansıtan aynalı sokaklarda Sanem'in evini aramaya başladım. Sisşimdi daha da yoğunlaşmış, sıradan bir meteoroloji olayı olmaktan çıkmıştı.Yönümü tamamen yitirmiş bir şekilde rastgele dolaşıyordum. Fakat bir süresonra sürekli aynı yerde dolanıp durduğumu farkettim. Bir grup polisindikkatini çekmiştim. Mantıklı bir açıklama yapamama ve geceyi berbat etmeendişesi yüzünden dur işaretini dinlemeyip kaçmaya başladım. Bu hareketimonları daha da heyecanlandırmıştı. Fakat yoğun sis beni takip etmeleriniolanaksız kılıyordu. Bir süre şuursuzca sisin içinde yol aldım ve sonunda birmucize oldu ve kendimi Sanem'in oturduğu apartmanın önünde buldum.Saatime baktım. Ondan ayrılalı neredeyse bir saat olmuştu. Bir seçim yapmakzorundaydım. Sanem'i uyandırmalı mıydım -ki yeni uykuya dalmış bir insanınuyandınldığında nasıl davranacağı asla bilinemezdi- yoksa evime midönmeliydim.

Kısa bir tereddüt geçirdim ve kapıyı çaldım. Kalbim küt küt atıyordu. Üzerindebir gecelikle açtı kapıyı; tam olarak uyumamıştı. Ama beni bekliyor bir hali deyoktu. Dudaklarının kıyısına insana gene de bir şeyler olabilir heyecanınıyaşatan imalı bir gülümseme kondurmuştu. Sonrası çok hızlı gelişti. Bana evinen soğuk odasında bir yatak hazırladı. Geceyi baş ucumdaki portatif çamaşırlığaasılı kilot ve çoraplarla geçirdim ve içimde hapsolmuş minik baloncukları,patlamamalarına dikkat ederek birer birer serbest bıraktım..

. *. *

Kısa bir tereddütgeçirdim ve kapıyıçaldım. Kalbim küt kütatıyordu. Üzerinde birgecelikle açtı kapıyı;tam olarak uyumamıştı.Ama beni bekliyor birhali de yoktu.Dudaklarının kıyısınainsana gene de birşeyler olabilirheyecanını yaşatanimalı bir gülümsemekondurmuştu. Sonrasıçok hızlı gelişti.

39

Page 42: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

başka bir dünya

DALGIN YAĞMURLAR MEVSİMİ

mehmet açar

Başkent'in varoşlarındaki o endüstri bölgesinde geçen çocukluğumunardından Fen Bilimleri Koleji'nin sınavlarını kazanıp Başkent'e gittiğimden

beri hep yalnızdım. Bütün ailelerin üç kişiyle sınırlandığı, işgücününminimuma inmesi yüzünden herkesin çok çalışmak zorunda olduğu yarıkomünal sınıfsız bir toplumda, Federasyon'da doğan bütün çocukların

girmeyi hayal ettiği Uzay Akademisi'ne girdiğimde de yalnızdım... Diğerarkadaşlarım gibi Başkent'in izbe diskolarında, gençlik ve spor

kulüplerinde sürtmekten çok çabuk sıkılmıştım, kendimi Akademi'ninarşivindeki eski sinema filmlerine, kütüphanedeki romanlara, tarih

kitaplarına ve eski müziklere bırakmıştım artık... Gelip geçici üniversiteaşklarıyla oyalanıyor, hayattan ne istediğimi kesinlikle bilmiyor ve

örgütlenme modeli olarak kendine Orta Çağ'daki manastır hayatını örnekalan Uzay Akademisi'nin benim için belirlediği geleceğe kendimi gönüllüce

bırakıyordum... Bizler, Akademi'ye girdiğimiz daha ilk günde söylendiğigibi Rönesansı ilmek ilmek hazırlayan Ortaçağ döneminin

kahramanlarıydık."Hülyah Aşık" diye mırıldandı elmacının kızı, yüzünü usulusul yağan yağmura uzatarak... Şeffaf bir gri, yekparecamdan bir kubbe misali gökyüzünü kaplamıştı. Islananyeşil çayırlar, şimdi pırıl pırıl parlıyordu... Aniden elimiyakaladı ve "Bir dilek tut" dedi, gözlerini kapatarak... Sonragözlerini açıp, ellerimi bıraktı ve koşmaya başladı. Anidengeri döndü ve bağırdı... "Bak Kuzeyli iyi bak, bu dalgınyağmurların ilkidir, Hülyalı Aşık deriz biz buna...". "Yani,yeni bir Hicran yılı" dedim gülümseyerek... "Evet" deyipkoştu elmacının kızı ve sonra mandalina ağaçlarınınarasında kayboldu.

Kuzeybatı Federasyonu'nun başkentinden geleli yaklaşıkbir ay oluyordu ve Hülyalı Aşık'ın ne olduğunu çoktanöğrenmiştim. Mandalinaların yeşil bir limon kıvamınagelmelerinden sonra günışığı altında yağan ilk yağmur,hem yeni bir Hicran yılını hem de Dalgın YağmurlarMevsimi'ni başlatıyordu...

Hülyalı Aşık'ın altında ağır ağır göl kıyısına kadaryürüdüm... Hicranlılar yağmurun altında dansediyor,verandaların, bahçelerin içinde oturup kendilerini HülyalıAşık'a bırakıyorlardı. Yeryüzü'nün her yerinde alalede birAğustos ikindisiydi, Hicran'da ise yeni bir yılın ilk anları...Yağmur bir saat sonra dindi ve gökyüzünün şeffaf grisigünbatımı çizgisine doğru ışıl ışıl bir kızılla parçalandı.Hemen ardından da gölün karşı kıyısında berrak birgökkuşağı belirdi. Hicranlılar akşam göl kıyısındayapılacak Yeni Yıl kutlamalarına hazırlanırken, ellerim bol

40

pantalonumun cebinde köyün içinde amaçsızcadolaşıyor, Dalgın Yağmurlar Mevsimi'nin bu ilkakşamının benim üzerimde de tuhaf, hüzünlü bir etkisiolduğunu hissediyordum...

O gece Hicranlılar büyük ateşler yakıp, dansettiler,şarkılar söylediler ve binlerce yıl öncesinden kalma birPagan geleneğine uyarak ellerinde meşalelerle gölegirdiler... Bir tek ben, bir de beş on tane yaşlı Hicranlıdışında herkes, gölün sığ sularında meşalelerle ilerliyorve hep bir ağızdan Hülyalı Aşık şarkısını söylüyorlardı...Bütün bu coşkunun, sevincin dışında kalmak garip biryalnızlık duygusu veriyordu bana. Ayın hilal şeklindeYeryüzü'ne doğru bir hamak gibi uzandığı, mandalinaağaçlarının keskin kokusunun şeritler halinde havadadolaştığı yıldızlı bir geceydi. Yalnız başımaKütüphane'deki odama doğru yürürken, kulağımauzaklardan ömrümde işitmediğim kadar güzel, hüzünlüHicran şarkıları geliyordu..."Her gece kalp, bir kere daha fetheder ümidiO dönüşü olmayan geceKeder içinde yakar aşkın ateşiniO dönüşü olmayan gece"

Hep aynı yılı ebedi bir şimdide yaşayan Hicranlılar, o tekve biricik yıllarının ilk gecesini sabaha kadar şarkılarlakutlamaya devam ettiler. Açık pencerenin önünde sarmasigara tüttürerek, elma şarabı içerek, yıldızları seyrederekve hayatın anlamı üzerine düşünerek uykum gelene

Page 43: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

başka bir dünya

kadar onları dinledim... Yatağımda uykunun o garipalemine doğru dalıp giderken onlar hala şarkılarımsöylüyorlardı:"Dalgın yağmurlar mevsimi şimdiHicran'ın ilk ve son yılı"

Beni Hicran'a sürükleyen olaylar bundan tam üç yıl öncebaşlamıştı. Başkent'teki Tıp Merkezi'ne başvuran güneyköylerinden bir sebze tüccarı, doktorlara beyninde bir urolduğunu söylemiş, doktorlar da ilk muayenelerindensonra hiçbir ağrıdan şikayet etmeyen tüccarı gerigöndermek istemişlerdi. Fakat tüccar ısrar etmiş ve dahaayrıntılı bir kontrol istemişti... Birkaç gün sonra yapılanaraştırmalar sonucu, adam haklı çıkmış ve doktorlartüccarın beyninde daha başlangıç aşamasında bir urolduğunu anlamışlardı... Adam, beynindeki urun gençbir Hicranlı köylü tarafından görüldüğünü iddiaediyordu. Doktorlar olayı rapor etmiş fakat Tıp Merkeziyetkilileri her zamanki bilimsel serinkanlılıklarıylameseleyi ciddiye almamışlardı... Altı ay sonra yineHicran'dan gelen bir kumaş tüccarı, Başkent'insokaklarında karşılaştığı herkese aynı hikayeyianlatıyordu... Tüccar, Hicran'a girer girmez onu bekleyenköylülerle karşılaşmış ve köylüler, adam daha arabasınınkapağını bile açmadan neler istediklerini söylemişlerdi...Tüccarın yanında getirdiği herşeyi tek tek biliyorlar vetüccar daha köye gelmeden onlar bütün mallanaralarında paylaşmışlardı.

Sonraki bir yıl boyunca, Kuzeybatı Federasyonu'nununutulmuş köylerini tek tek dolaşıp insanlarınhastalıklarını teşhis eden bir Hicranlının hikayesi anlatıldıBaşkent'te. Kendi hastalığını ne olduğunu bilerekuzaklardan gelen hastaların sayısındaki garip artış TıpMerkezi yetkilileri çaresiz bıraktı ve olay Hükümet'e resmiolarak bildirildi. Birkaç aylık bir araştırma sonucunda,Batı dağlarındaki ücra köylerden birinde izinerastlanmıştı bu genç adamın. 21 yaşındaki köylü,Başkent'te kendisine sorulan herşeye aynı cevabıvermişti: "Görüyorum, insanın içindeki bütün hastalıklarıg ö r ü y o r u m " . . . Gerçekten de görüyordu. TıpMerkezi'ndekilerin hiçbir bilimsel açıklama bulamadıklarıolay Uzay Akademisi'nde de uzun süre konuşulmuştu...Genç Hicranlı, en gelişmiş bilimsel yöntemlerden kat bekat daha iyi teşhis koyabiliyor, hastalıkları daha başlangıçaşamasındayken çıplak gözle hissedebiliyordu...

Bu olayın yavaş yavaş unutulmaya başladığı bir sıradaHicran'a komşu köylerden gelen bir haber, Başkent'tekiherkesi daha çok şaşırtacaktı... Hicranlılar üç komşu köyütek tek gezerek bir ay sonra büyük bir sel felaketigeleceğini söylemiş ve onlardan hemen önlem almalarınıistemişlerdi... Bir köy Hicranlıların dediğine inanmış vetaşacağı söylenen derenin yanında setler yapmıştı. Diğeriki köy ise derenin dedelerinin dedeleri zamanında biletaşmadığını söyleyerek Hicranlılarla dalga geçmişlerdi...Fakat tam 27 gün sonra Hicranlıların dediği olmuş,yüzyıllardır sakin sakin akan dere 50 saat süren bir yağışsırasında taşmıştı. Köylülerin zararları gerçekten büyüktü.Günlerce kendilerine yalvaran Hicranlıları dinlemedikleri

için duydukları pişmanlık ise daha büyüktü...

Başkent'teki Yüksek Bilim Kurulu, bu olay üzerine acilentoplanmış ve Hicran'a küçük bir heyet göndermeye kararvermişti... Üç profesörden oluşan heyetin verdiği raporbütün Başkent'te büyük bir merakla bekleniyordu... Fakatsayfalar süren rapor, Yüksek Bilim Kurulu'nun bilimdışıolaylar karşısındaki muhafazakar tavrını bir santim dahiolsun yerinden oynatmadığının açık bir kanıtıydı.Profesörler, Hicran'da doğaüstü hiçbir şey olmadığını,meselenin "toprakla çok yakın ilişkide bulunaninsanların bir önsezisi" olarak bile görülemeyeceğini,çünkü Hicranlıların yaklaşık üç yıldır bütün komşuköylere çiftçilik konusunda sürekli fikir verdiklerini,doğa olayları konusunda öteden beri aşırı derecedeevhamlı olduklarını belirtiyor ve sonuçta, herşeyin basitbir tesadüf olduğunu öne sürüyordu. Rapordaki bircümle, Başkent'te benim gibi şüpheli birçok kişiyi bileikna edecek kadar etkileyici ve bilimseldi: "Kimbilir,Federasyonun bütün köylerinde her yıl bunun gibi nekadar çok paranoyakça tahminler yapılıyor. İçindeyaşadığımız yüzyıl, insanların Yeryüzü'ne korkuylabaktıkları bir çağ ve böyle bir çağda köylülerin her türdoğa felaketinden korkması da son derece olağan. Böyleparanoyak bir ortamda yapılan tek bir tahminin doğruçıkmasından yola çıkılarak bir sonuca varmak bilimselyöntemin tüm kurallarıyla çelişmektedir." Rapor,Yönetim'i ve Başkent'in bilim çevrelerini tatmin edeceknitelikteydi... Tabii, o zamanlar bu rapora inanmayanlararasında bazı bilimadamlarının olduğunu hiç kimsebilmiyordu. Hicran o zamanlar uzaklarda bir güneyköyünden öte bir şey değildi benim için. Ama yaklaşıkaltı ay sonra, Uzay Akademisi'nin kampüsünde ağaçlarınaltına uzanıp Mayıs güneşinin tadını çıkardığım bir günHicran hayatıma hiç beklemediğim bir anda girdi.

Felsefe Bölümü Başkanı'nın odasına çağrılmıştım.Akademiye girdiğim günden beri gri mavi gözlerinehayran olduğum güzel Bölüm Başkanı Bayan R.'ninodasına çağırılmak meraktan çok sevinç uyandırmıştıbende... Bayan R., herhangi bir şey için çağırabilirdi beni.Çünkü doktoramı Metafizik Felsefe'de Uzay üzerineyapıyordum ve bu konu onun uzmanlık alanı içinegiriyordu. Dolayısıyla, son iki yıldır Bayan R.'nindümdüz yeşil çayırlara bakan o küçük odası hiç deyabancısı olduğum bir yer değildi... Halimi hatrımı sorduve dalgın dalgın Mayıs güneşinin güzelliğinden sözettikten sonra bana dönüp "Rektör ikimizi bekliyor"dedi..

Rektör tarafından beklenmek Uzay Akademisi'ndengelmiş geçmiş çok az öğrenciye nasip olmuş bir şeydiherhalde... Başkan'ın dalgın dalgın Mayıs güneşindensözetmesi de bir anda karamsar düşüncelerin içine attıbeni... Ama ne yapmıştım, Kuzeybatı Federasyonu'nunyıllık bütçesinin altıda birinin tahsis edildiği.Federasyon'un ordudan sonra en büyük önemi atfettiğikurumun başındaki Rektör'üıı beni çağırması için... Grimavi gözlü Başkan sıcacık bir gülümsemeyle hafifçeomzuma dokundu, "Merak etme, kötü bir şey değil" dedi.

41

Page 44: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

başka bir dünya

Ama başka hiçbir ipucu da vermedi. Yalnız rektörünodasına giden uzun koridorda yürürken ona Doğufelsefesindeki tasavvuf çalışmalarımdan söz etmemesadece güldü, hiçbir yorum getirmedi.

Altmış yaşlarındaki beyaz saçlı rektör içeri girdiğimizdetelefonla konuşuyordu, başıyla bizi selamlayıppencerenin yanındaki koltukları işaret etti... Bayan R.,pencereden dışarı bakmaya devam etti, beni farketmeyeceğini bilsem onu dakikalarca bıkmadanusanmadan seyredebilirdim. Rektör, telefonu kapattıktansonra babacan bir tavırla gelip elimi sıktı ve tam karşımaoturdu. "Kahve sever misin?" dedi... Büyük bir duygusalkarmaşa içinde -minnet, heyecan, ben bütün bunlarıhakedecek ne yaptım ki sorusu, korku ve elbette kahveiçecek olmanın sevinci-sadece teşekkür edebildim.Hemen telefonu açtı ve üç tane Batı usulü filtre kahvesöyledi... Kuzeybatı Federasyonu'ndaki sayısız lüksmaddeden biriydi kahve... Güney Atlantik Ekonomikişbirliği Antlaşması'na bağlı birkaç kent devleti dışındakahve üreten ve işleyen hiçbir üretim birimi yoktuYeryüzü'nde... Başkent'teki birkaç küçük özel,lokantadışında hiçbir yerde kahve bulamaz ve içemezdiniz.Bunun için de lüks bir özel lokantada mükellef birakşam yemeği için verdiğinizin yarısını vermekzorundaydınız.

Mis gibi kokusuyla kahve fincanı önüme gelene kadarRektör, bana akademik ilgi alanlarım ve geleceğimhakkında fikirlerimi sordu. Kısaca cevapladım. YıllarcaFen Bilimleri okuduktan sonra, asıl olarak KuramsalFizikle ilgilendiğimi anlamış ve Kuramsal Fizikkürsüsünde verilen bütün dersleri hatmettikten sonraFelsefe Bölümünde doktora yapmaya karar vermiştim.Şimdi ikinci yılındaydım ve en büyük emelim de Gizliİlimler üzerine, Uzak Doğu Federasyonu'ndaki meşhurEski Üniversite'ye gidip ders almaktı.

Rektör, "Göndereceğiz, Uzak Doğulu dostlarımızrotasyona çok açık zaten" dedi. Acaba o an Akademi'de,hayır hayır Yeryüzü'nde benden mutlu bir insan varmıydı, mis gibi kokusunu içime çektiğim kahveden ilk -yudumu aldığım ve Eski Üniversite'ye gideceğimiöğrendiğimde... " A m a önce senden bir şey ist iyoruz.. ."dedi Rektör ve ağır ağır, tane tane konuşarak, hiçbir şeysormama gerek kalmayacak kadar açık ve zeki cümlelerleanlatmaya başladı. Sanırım yarım saat süren konuşmasışu cümleyle sona erdi: "Uzun lafın kısası, sendenistediğimiz, doktora çalışmalarına ara verip, Hicran'agitmen ve seninle bizim gerekli bulduğumuz bir süreboyunca orada kalman" dedi...

Giriş ve sonuç cümleleri arasında, filtre kahvemiyudumlarken, şaşkınlık, heyecan ve büyük bir keyifledinlediklerime gelince... Uzay Akademisi, Hicran'a gidenve pozitif ilimlerin zafer bayrağını yeniden gönderedikmek dışında başka işe yaramayan bir rapor yazan üçprofesörü hiç ama hiç ciddiye almamış ve Hükümet'in debilgisi dahilinde meraklı kentli turist kılığında Hicran'abir haftalığına üç tane görevli göndermişti. Bir iletişim, bir

metafizik ve Genel Uzay Fiziği uzmanından oluşan bumini heyet, bir hafta misafirperver Hicranlılarla beraberyaşadıktan sonra geri dönüp bir başka raporsunmuşlardı. Sonuç akıl alacak gibi değildi. Bir kısımHicranlıda, Yeryüzü tarihi boyunca ancak ve ancak eskimitolojik tanrılara ithaf edilen inanılmaz yetenekler vardı:Gelecekten haber verebilme, iklim değişiklerini öncedenbilebilme, uzaydaki bin ışık yıllık bir alanda olup bitenkozmolojik olayları çıplak gözle görebilme gibiyeteneklerdi bunlar. Ayrıca bütün Hicran halkında akılalmaz bir önsezi ve kısmi telepati gelişmişti. Çocuklardaise garip yetenekler ortaya çıkıyordu. Kimisi bir kezokuduğu bir metni bk daha unutmuyor, kimisi inanılmazmatematik hesaplarını birkaç saniye içindesonuçlandırabiliyor, kimisi havyanlarla ve bitkilerlekonuşabiliyor, kimisi bir kez dinlediği şarkıyı aslaunutmuyor, kimisi konsantre olabilirse en düşükfrekanstaki radyo dalgalarını tıpkı bk alıcı gibi deşifreedebiliyor ve kimisi... "Liste uzayıp gidiyor" demiştiRektör, "Senin anlayacağın son 10 yıl içinde doğanbütün çocuklarda özel yetenekler var. Beş yetişkinde iseçok özel yetenekler. Kaldı ki bunlar bir hafta içindegözlenen bulgular..." İlk raporun anafikri de buyduzaten: Buzdağının görünen kısmı... Daha derinde neolduğunu anlamak için bu kez açık kimlikleriyle bkheyet gönderilmişti. Kaldı ki ilk heyet, Hicran'ı terketmeden önce daha ilk andan itibaren kimliklerinisaklayamamış olduklarını öğrenmişlerdi. Onlardan bkşey saklamak mümkün değildi, ikinci heyet ise bk aylıksürenin sonunda beklentileri boşa çıkaran "ümitsiz bkraporla" geri dönmüştü. Hicranlılar mecbur kalmadıkları,yani Tabiat'ın çıkarları gerektkmediği müddetçe buyeteneklerini bağlı bulundukları Kuzeybatı Federasyonudahil, Yeryüzü'ndeki beş büyük federasyondan hiçbkiiçin kullanmak istemiyorlardı. Onlara göre, Yeryüzü'ndeyaşayan yaklaşık 100 milyon insanın, binlerce yılda hebaedilen gezegende daha iyi yaşamayı öğrenmesi içingözünü Uzay'a değil toprağa ve tabiata çevkmesinigerekiyordu. Peki bu özel, olağanüstü yeteneklernereden geliyordu? Hicranlılann bu soruya verdiği tek bircevap vardı: "Hicran topraklarından..."

Peki bu özel yeteneklerin bir yabancı tarafındanöğrenilmesi ihtimali var mıydı? Cevap ise bk şifre gibiydi:"Hicranlı olmak için burada doğmak gerekmiyor. HicranYağmurları kimi istiyorsa onu alır."

Hicranlılar, isterlerse bu yeteneklerini herkesten amaherkesten gizleyebileceklerini, zaten bazı tüccarlarayaptıkları küçük şakalar dışında yeteneklerini yabancılaraasla göstermediklerini, örneğin Başkent'ten gelenprofesörlere de böyle davrandıklarını ama KuzeybatıFederasyonu'ndaki Uzay Akademisi'nin Yeryüzü'nde onbinlerce yıllık Saf Bilgi'yle ilgilenen tek bilimsel kurumolduğunu, dolayısıyla Akademi heyetlerinden gerçeğisaklamak istemediklerini özellikle belirtmişlerdi.

Kısaca, işbkliğine açıklardı. Ama hiçbk Hicranlı kalkıp daBaşkent'e gelemezdi... "Sizden gelecek iki üç kişilikküçük heyetlere kapımız sonuna kadar açık" demişlerdi...

42

Page 45: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

başka bir dünya

Bunun üzerine, her ay üç kişilik ayrı bir uzmanlar heyetigönderilmeye başlanmıştı Hicran'a... İlk dönemlerAkademi ve Federasyon için birtakım küçük ama çokdeğerli bilgiler elde edilmişti. Uzaydaki yıldız hareketleriüzerine yapılan isabetli tahminler, Federasyon'daki gizlimaden kaynaklarının yerleri, tarımda izlenmesi gerekenyöntemler, Güney köylerindeki sulama kanallarınınorganizasyonu... Fakat belirli bir süre sonra hiçbir yenibilgi gelmemeye başlamıştı. Hicranlılar Federasyon vetabiat adına yararlı gördükleri hiçbir bilgiyisaklamıyorlardı ama giden heyetlerin de artık Hicran'dayapacak fazla bir işi kalmamıştı. Oysa Akademi'nin asılhedefi Hicranlıların özel yeteneklerini nasıl ve nebiçimde kazandıklarını öğrenmekti. Ama bu konuda birmilim dahi yol alınamamıştı... Giden son heyetin ısrarlıtavırları karşısında Hicran'ın manevi lideri sayılabilecekKütüphane Bekçisi, "Hicranlı olmanın özel bir yolu ya dayöntemi yok. Hicranlı olmayı siz seçemezsiniz o siziseçer." demişti...

"Senden istediğimiz" demişti rektör koltuğunda geriyekaykılarak, "bu özel yeteneğin sırrını keşfedebilmen.Neden ben? diye sormana hiç gerek yok. Akademidemetafizik üzerine eğitim yapmayı seçen birkaçöğrenciden birisin. Hocan Bayan R.'nin de bu seçimdebüyük bir payı olduğunu saklamaya gerek yok.Hicran'da olup bitenlerin nedenlerini en iyianlayabilecek ve yorumlayabilecek insanlardan biriolduğuna inanıyor."

Bu konuşmayla Hicran'a doğru yola çıktığım gecearasında geçen sürede en çok düşündüğüm de hep buolmuştu: Bayan R'nin Hicran için beni önermesi... BayanR.'ye uzaktan uzağa yıllardır aşık olduğum düşünülürse,gideceğim yerden çok onu düşünmem haklı bulunabilir.Zaten, o bir hafta boyunca Hicran üzerine daha önceyazılan hiçbir rapor verilmemişti bana. Gidenlerinkimlikleri de benden gizli tutuluyordu. Bayan R'ye"Neden?" diye sorduğumda, "Rektör, Hicran'a daha öncegiden hiç kimseyle konuşmanı ve etki altında kalmanıistemiyor. Rektör, bir metafizik felsefe uzmanı olarakHicran'ı her türlü önyargıdan uzak bir biçimde tanımanı,orayı senin keşfetmeni istiyor" diye cevaplamıştı. Yine degitmeden önce elime bir sayfalık bir bilgi sunulmuştu:

"Hicran. Nüfus 559 kişi. Merkezi Hükümet'e vergilerinidüzenli olarak ödüyor ve nüfus planlaması dahilFederasyonun koyduğu bütün kurallara düzenli olarakuyuyorlar. İki yüz yıl önce henüz Federasyon teşkiledilmeden önce Batı'dan gelen göçmen aileler tarafındankurulmuş. Bütün güney köyleri gibi nüfusun büyük birbölümü tarımla uğraşıyor. Kendilerine göre ilginç birnüfus planlaması geliştirmişler. Köyde her yıl en fazla 6çocuk doğuyor. Bunun için kendi aralarında ancakkendilerinin bildikleri gizli bir yöntemleri var. Her aile enfazla iki çocuk doğurabiliyor. Federasyonun onlar içinkoyduğu maksimum 1000 kişilik nüfus sınırını diğerköyler gibi sonuna kadar zorlamayı hiç düşünmüyorlar,dolayısıyla Hicran'da diğer Güney köylerinde olduğugibi dağlarda Hükümetin bilgisi dışında yaşayan insanlar

yok. Kurumlaşmış belirli bir eğitim uygulamıyorlar. Amabütün Hicranlı çocuklar günboyu düzenli olarakyetişkinlerden çeşitli dersler alıyor. Eğitimle oyunu veüretimi içice geçirmeyi başarmışlar. Yalnız Federasyon'dadeğil tüm Yeryüzü'nde hiçbir küçük köydegörülemeyecek kadar yüksek bir okuma oranı var. Köyünmerkezindeki kütüphanelerinde on binlerce kitap var vebu sayıyı sürekli arttırıyorlar. Saat ve takvimkullanmıyorlar. Kendilerine göre ayrı bir takvimleri var.Bu takvime göre Hicran'ın bir tek yılı var ve onlarsonsuza kadar bu l yılını yaşıyorlar. Kimse kaç yaşındaolduğunu bilmiyor. Zaman onlara göre tümüyle tabiatınritmine göre işliyor. Yapılan bütün araştırmalarda belirlibir dinleri olmadığı görüldü. Ama inançlı bir toplumoldukları da kesin. Tanrı sözcüğü yerine Tabiatsözcüğünü kullanıyorlar. Diğer birçok Güney köyündeolduğu gibi Hicran'da da yıllardır tek bir suç işlenmiyor.Belirli bir yönetimleri yok. Tarımda her konuda Ustadedikleri insanlar var, işle ilgili kararlar onlaradanışılmadan alınmıyor. Manevi liderleri ise 60yaşlarındaki Kütüphane Bekçisi. Hicran'a en yakınkomşu köy 4 saat mesafede. Federasyonla süreklihaberleşebildikleri bir telsiz telefonları var. En yakınkarayoluna uzaklıkları 3 saat. Tüccarlar, gezginler veBaşkentli turistler dışında hiç kimsenin uğramadığı birköy. Nüfusu binin altındaki birçok federasyon köyündeolduğu gibi kendi aralarında para kullanmıyorlar. Gelenturistlere kendi evlerinin odalarını açıyorlar ve bununkarşılığında onlardan kitap, giysi, kağıt, kalem gibi küçükmallar istiyorlar."

Mayıs sonlarında Akademinin eski püskü motorlu birarabasıyla Hicran'a doğru yola çıktığımda aklımdaseyahat etmenin güzelliğinden başka bir şey yoktu.Araba beni Hicran'a en yakın kente bıraktığındaBaşkent'ten ömrümde ilk kez bu kadar uzaklaştığımıanladım. Beni bekleyen bir cipe atlayıp dört saatlik zorbir yolculuğun ardından Hicran'a yaklaşırken kendimidünyanın en önemli insanlarından biri gibihissediyordum. Özel bir görev için seçilmiş özel birinsandım. Benden Hicran'ın sırrını istiyorlardı, ben deonlara bunu verecektim... İşimi bitirdiğim gün, Bayan R.ve Rektör'ün önünde "Herşey çok basilmiş aslında" deyipbir sigara yakacak ve büyük serüvenler geçirmiş yorgunve serinkanlı bir film kahramanı gibi, onlara Hicran'ınsırrını ağır ağır anlatacaktım.

Hicran'daki günlerim için de bazı hayaller kuruyordum...Bu hayallere göre Başkent'ten gelen zeki bir Akademiöğrencisi herkesin kısa zamanda ilgisini çekecekti.Hicran'ın ileri gelenleriyle uzun konuşmalar yapacak vekısa zamanda onların saygı ve güvenini kazanacaktım.Zaten Rektör'ün odasından kahvemi içerkendinlediklerimden beri, Hicran aklımda tarih kitaplarınınbahsettiği, o bilge insanların dolaştığı bir ilkçağ kentigibi geliyordu bana... Ciple köye gireceğim anı ise ipleçekiyordum. Hicranlılar, Akademi'nin bu kez tek başınagenç bir elçi gönderdiğini görünce .çok şaşıracaklar vehatta bu, kimbilir, bazı Hicranlı genç kızlar arasında deriniç çekmelere yol açacaktı... Zihnimin içinde güzeller

43

Page 46: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

başka bir dünya

güzeli bir Hicranlı genç kız da kurmuyor değildim...Onunla yemyeşil çayırlarda dolaşırken ona Başkent1 ianlatacak ve onu orada o doğal haliyle sevdiğimisöyleyecek ve bir gün mutlaka Başkent'teki önemligörevime dönmem gerektiğini söyleyecektim. Hicranlı kızgözyaşlarını tutamazken ona görevimin insanlık veAkademi için ne kadar önemli olduğunu anlatacaktım...

Bunlar ciple Hicran'a yaklaşırken kurduğum keyiflihayallerdi, gerçek ise az ileride beni bekliyordu. Suskunşoför, yolun çok kötü olduğunu ve akşam olmadan evedönmek istediğini söyleyerek beni Hicran evlerine beşyüz metre kala bir mesafede bırakıp hemen geri döndü.Cip toprak yolda gazlayıp giderken ardındanbakakaldım, yanımda Hicran Kütüphanesi için getirdiğimkitap kolilerini yere bırakıp, sırt çantamla beraber uzaktaağaçların arasında görünen evlere doğru ağır ağıryürüdüm... Ne yalan söylemeli, kimse benimleilgilenmedi, kimse bana soru sormadı... Kütüphaneyeulaşana kadar karşılaştığım bütün Hicranlılar kaba saba,zor çözebildiğim garip bir lehçeyle konuşan, düpedüzköylü insanlardi. Bu insanların birtakım özel yetenekleresahip olduğuna ilk görüşte hiç kimse inanmazdı...Kütüphaneye ulaştığımda ortalıkta hiç kimse yoktu.Büyük bir hayalkırıklığı içinde bahçede otururken,"Tanrım ben nereye geldim?" diye kara karadüşünüyordum...

Bekçi bir saat sonra tembel tembel geldi, elimi uzattım veçamurlu ellerini göstererek sessizce su kanaletindenakan bir çeşmede temizlendi ve aç olup olmadığımısordu. Açtım... "İyi öyleyse" dedi "yemeğe yardım et"... Beşdakika sonra bahçedeki eski tip bir kuzinanın üstündekibüyükçe bir tencerenin içine patates doğruyordum...Yemek hazırlarken, yanımda getirdiğim kitaplar dışındabana hiçbir şey sormadı. Rektör'den getirdiğim özelmektuba ise şöyle bir bakıp okumadan geri verdi.Yemekten sonra Kütüphane'nin yemek, temizlik vebakım işlerini anlatmaya başladı... Bir elçiden Ziyade,yöre köylerden gelip Bekçi'nin yanına çırak olarak girenöksüz bir çocuk gibi hissediyordum artık kendimi...Akademiyle yapacağım ilk telefon görüşmesindesöyleyeceklerim ise belliydi. "Kütüphaneciye bazıişlerinde yardımcı olmam gerektiğini söylemiştiniz amayemek ve temizlikle uğraşmam gerektiğini kimsesöylememişti bana. Bu koşullarda görevi yerinegetirmemin zorluğunu lütfen Rektör'e iletebilir misiniz?"

Fakat asla böyle bir telefon konuşması yapmadım.Çünkü ertesi sabahtan itibaren Hicran'ın en aylak, en boşinsanı olduğumu anlayacaktım. Bekçi'nin bana yapmamısöylediği işler, bütün gün boyunca en fazla bir ikisaatimi ya alıyor ya almıyordu. Bunun dışında bomboşve elleri cebinde ortalıkta aylak aylak dolaşan birinsandım.. Herkes sorularıma cevap veriyor ve benimleilgilenmeye çalışıyordu ama kimsenin bana özel bir ilgigösterdiği söylenemezdi. Lehçelerine alışmam zamanalmıştı. Ama onlar beni çok iyi anlıyordu çünkügerçekten de çok kitap okuyorlardı. Günler, haftalargeçiyor ve Hicran'daki aylaklık günlerim aynı rutin içinde

akıp gidiyordu... Sabahları erkenden kalkıyor ve Bekçi'yleberaber kahvaltı ediyordum. Kanaletin çeşmesindebulaşıkları beraberce yıkadıktan sonra öğle yemeğinekadar önümde upuzun bir süre oluyordu. Bu süre içindeilk zamanlar en çok yaptığım şey küçük Hicranlıçocukların peşine takılıp onların oyun dediği şeye, yanieğitime kat ı lmakt ı . . . Çocuklar gerçekten iyiyetiştiriliyorlardı. Kısa sürede Hicran'daki ilkel görünüşlüeğitimin Başkent'teki okulllardan daha üstün olduğunukabul etmek zorunda kaldım. Uzmanlaşma çok erkenyaşlarda başlıyordu... 13 yaşında matematiğe eğilimli birçocuk, Başkent'te 17 yaşında öğretilmeye başlananyüksek matematiğe çoktan girmişti bile. MatematikHocası, onun için "Benden öğrenebileceği bir şeykalmayınca sizin akademinin sınavlarına girecek"diyordu... Benim tahminimce bu, en fazla bir yıl içindemümkün olabilirdi. Peki ama bu çocuk 14 yaşında UzayAkademisi'nde ne yapardı ki?

Sosyal bilimler eğitimi ise yok denecek kadar azdı.Sadece masal gibi Yeryüzü tarihi anlatılıyordu. Bu derside Kütüphane Bekçisi veriyordu... Sosyal bilimlerkonusunda neden bu kadar zayıf olduklarınısorduğumda, Bekçi, "Yeryüzü Tarihi yeter de artar bile"dedikten sonra Kütüphane'yi göstermişti: "Herşey orada,isteyen istediğini, istediği ustanın rehberliğindeöğrenebilir" diye kestirip atmıştı. Eğitimler 15 yaşındakesiliyordu. Bu yaştan sonra isteyen Hicranlı, çocuklarınıFederasyon'un kentlerdeki Akademi'ye hazırlıkkolejlerine yatılı olarak yazdırabiliyordu. Tarımlauğraşmak isteyenler dışında bütün Hicranlı çocuklar buhazırlık kolejlerine gidiyordu ve köyde özellikle kışmevsiminde 15 yaşla 25 yaş arasında insan bulmak çokzordu... Bekçi'ye göre gidenlerin çoğu geri dönmüyorduzaten.

Ona, "Peki bu özel yeteneklerle doğan yeni nesil olacak?"diye sorduğumda Bekçi'nin yüzünde aydınlık birgülümseme belirmiş, "Hicran'ın aydınlığı tüm Tabiat'ıkuşatacak" demekle yetinmişti. Haklıydı... Buradan çıkanve özel fizik yeteneklerine sahip bir çocuk pekalayıllardır üzerinde çalışılan uzay gemileri teknolojisindedevrim yapabilirdi. Topu topu beş altı yıl sonra, Başkentakademileri, Hicran'dan gelip yetişen ve herbiripotansiyel bir deha olan bu çocuklarla büyük bir atılımagirebilirdi.

Bekçi'ye sadece Hicran'a özel olacak bir uygulamaylanüfus planlamasının köyden tümüyle kaldırabileceğinisöyledim. "Geleceğin kuramcısı ve mühendisi olacak budahi çocuklara tüm dünyanın ihtiyacı var" dedim ona.Bana ters ters baktı. "BiZ insan çiftliği değiliz" dediktensonra, özel bir nüfus planlaması uygulamadıklarınısöyledi.. Ona göre, Dalgın Yağmurlar Mevsimi'nin ilkgecesinde döl yatağına düşen çocuklar dışında Hicrançocuk vermiyordu...

Yeryüzü'nün yüzyıldır çözüm bulunamayan, varolandevletlerin polis teşkilatlarının neredeyse tek işi halinegelen nüfus planlaması konusunda Hicranlıların mistik

44

Page 47: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

başka bir dünya

görünüşlü aptal bir yöntem bulmaları üzerinde fazladurmadım. Gerçi bu hesaba göre bütün çocuklar kışınbitmesi ve baharın gelişiyle doğuyorlar, bebekliklerinisıcak Hicran güneşinin altında geçirmiş oluyorlardı ve buda, olaya bilimsel bir yön katmıyor değildi ama yine desormadan edemedim: "Peki ya o gece en az 15-20 çocukdöl yatağına düşerse?" Bekçi, "100 de düşse doğar oçocuklar, anne babaları onlar için ömürlerinin gerikalanını çalışma kamplarında geçirmeye razıdırlar"demişti... Bu kararlılık karşısında ürkmüştüm, gerçiBaşkent'te okuduğum raporlara göre Hicran'ın nüfuskonusunda daha çok eksiği olduğunu biliyordum... Yinede korktum. Çünkü Hicranlılar diğer köyler gibiçocuklarını dağlarda büyütecek insanlar değillerdi.Gerçekten de Federasyon polisine gidip kendi elleriyleteslim olurlardı.

Hicran'daki gündelik hayatı, eğitim düzenini öğrenmembir iki haftamı almıştı... Önceleri elimde bir kayıt cihazıyladolaşıyordum aralarında, sonra Hicranlıların bu cihazdanhiç hoşlanmadığım anlayınca bıraktım ve elime küçük birnot defteri aldım... İkinci haftanın sonunda bu notdefterini de bıraktım ve yaz güneşinin altında aylak aylakdolaşmaya başladım. Başkent'ten gelen genç bilim adamıkimliğini ne zaman, nasıl ve hangi düşüncelerlebıraktığımı ben de hatırlamıyorum. Tek bildiğim birinciayın sonunda kendimi tümüyle Hicran zamanınınakışına bırakmamdı. Artık her gün traş olmuyor,Başkent'ten getirdiğim şort ve tişörtlerle güneşin altındayatıyor ve göle girip yalnız başıma uzun uzunyüzüyordum... Tam bir yabancıydım. Başkent'ten beniarayan hiç kimse yoktu, bense her hafta Akademisekreterlerinden birini arayıp "Rahatımın yerindeolduğumu ve henüz kayda değer hiçbir gelişmeolmadığını" bildiren mutat bir rapor veriyordum.Hicranlılar da daha ilk günden itibaren, beni kendihalime bırakmışlardı. Kimsenin benimle iletişim kurmakiçin özel bir isteği olmuyordu. Kendi aralarında mutlu,dengeli ve huzurlu bir hayatları vardı.., Bahçelerde,tarlalarda dolaşıyor, ağaçlardan taze meyveler yiyor,çiftçilere yardım ediyor, öğlen yemeklerini onlarla birlikteyiyordum... Öğleden sonra bir ağaç altındaKütüphane'den bulduğum kitapları okurken taüı gündüzdüşlerine dalıp gidiyordum... Gri mavi gözlü BaşkanR.'nin hayali hala aklımdaydı ama bu elmacının güzellergüzeli kızına aşık olmam için bir engel değildi... Onu ilkkez gölde yüzerken gördüğümde siyah saçlarına, beyaztenine hayran olmuştum. Hiç çekinmeden yanımayaklaşıp "Sen şu Kuzeylisin değil mi?" cleyivermişti. ipincekumun üzerine yayılmış, onun yeşil bir çizgininçevrelediği koyu renk gözlerine dalıp gitmiştim. "Evetdedim o Kuzeyliyim". "Ne yapıyorsun burada" demişti,dudaklarını küstahça kıvırarak ve saçlarını sağa solasavurarak... Üstüme sıçrattığı sulara bakarak cevapvermiştim: "Hiç ben de bilmiyorum, öyle gönderdiler işte,bir elçi gibi yani."

Gerçekten de bilmiyordum Hicran'da ne aradığımı...Rektör benden özel yeteneklerin sırrını istiyordu. Bensedaha o özel yeteneklerin nasıl işlediğine bile doğru

dürüst şahit olamamıştım. Akademi'de başlayan yaz tatiliboyunca, o sıkıcı yalnızlığıma geri dönmektense sıcakHicran güneşi altında masmavi gölün kıyısında hayatımınen keyifli ve en uzun yaz tatilini yaşamayı tercihediyordum. Akademi'de de yalnız olacaktım... Hicran'dada... Başkent'ten bir saat uzaklıktaki bir varoşta oturanyaşlı annem ile babamın yanında da yapacak özel birşeyim yoktu. Ha bir ay sonra ha bir yıl sonra, hiçbir şeyfark etmeyecekti, geri dönüp Rektör'e başarısızolduğumu söylemek için... Yine de, Birinci Yarı Yılbaşlamadan bir ay önce Eylül başlarında küçük çantamısırtlayıp Başkent'e geri dönmek ve Doğu Akdeniz'dengelen bir profesörün Doğu Tasavvufunda El-en-Hakkonusunda vereceği derslere devam etmek istiyordum...

Hicran'ın kendini bana açması ve sırrını vermesi deumurumda değildi artık. Rektör gönderdiği heyetlerdenhiçbir sonuç alamayınca, orada uzun bir süre kalacakgenç bir öğrenciyi, biraz sırtını sıvazlayıp, belli belirsizbir ümit diye, Hicran'a postalamıştı. Eminim ne o, ne deBaşkan R. benden çok da önemli bir şey beklemiyordu.Büyük bir misyon için motive etmeye çalışmışlardı amaeninde sonunda sıradan bir elçinin ötesinde bir işlevimyoktu. Hicran gölünün kıyısında unutulmuş yapayalnız,evsiz, yurtsuz bir adamdım işte... Topu topu yüz milyoninsanı zar zor besleyen, beşte üçü çevre felaketleriyleüstünde yaşanılamaz hale gelmiş bir dünyanın tekumudu belki de gerçekten ortalıkta dolaşan bu Hicranlıçocuklardı. Ama bunların büyümesine, Akademi'yegitmelerine, yüzyıllardır kurgu bilim kitaplarında sözedilen bir hayal olmaktan öteye gidemeyen ışık hızındakiuzay gemilerini yapmalarına, zamanda yolculuğugerçekleştirmelerine belki daha birkaç yüzyıl vardı. Ne buçocuklar, ne de ben Yeryüzü'nden güneş sistemi dışınadoğru fırlatılan o ilk insanlı uzay gemisini görecektik...Kimbilir, belki de bir gün uzay gemileri inşa etme fikirleritümüyle bitecek, güneşin patlamasına ve Yeryüzü'ndehayatın tümüyle bitmesine milyonlarca yıl kala insanlık,Yeryüzü'ııün sabırlı bir tanrı gibi kendini yenidentümüyle insanlığa açmasını bekleyecekti. Belki o zamanYeryüzü'ndeki bu beş federasyon ikinci Büyük Uygarlıkdönemini başlatabileceklerdi...

Ama bütün bunlar beni artık kesinlikle ilgilendirmiyordu.İlk bir ayda Hicran'da doğanın güzelliklerini keşfetmeye,kendimi bu küçük Hicran uygarlığını etkisi altına alan oPanteistik huzura bırakmaya çalışmıştım. Amaolmuyordu, göle bakarken, elma bahçelerindedolaşırken, doğanın insanoğluna bahşettiği bumuhteşem rehaveti tadarken hiç de zekice, soylu veidealist şeyler düşünemiyordum... Aklım artık hep kendikimliğimdeydi, bir de elmacının kızının o nefisvücudunda...

Başkent'in varoşlarındaki o endüstri bölgesinde geçençocukluğumun ardından Fen Bilimleri Koleji'ninsınavlarım kazanıp Başkent'e gittiğimden beri hepyalnızdım. Bütün ailelerin üç kişiyle sınırlandığı,işgücünün minimuma inmesi yüzünden herkesin çokçalışmak zorunda olduğu yarı komünal sınıfsız bir

45

Page 48: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

başka bir dünya

toplumda, Federasyon'da doğan bütün çocuklarıngirmeyi hayal ettiği Uzay Akademisi'ne girdiğimde deyalnızdım... Diğer arkadaşlarım gibi Başkent'in izbediskolarında, gençlik ve spor kulüplerinde sürtmektençok çabuk sıkılmıştım, kendimi Akademi'nin arşivindekieski sinema filmlerine, kütüphanedeki romanlara, tarihkitaplarına ve eski müziklere bırakmıştım artık... Gelipgeçici üniversite aşklarıyla oyalanıyor, hayattan neistediğimi kesinlikle bilmiyor ve örgütlenme modeliolarak kendine Orta Çağ'daki manastır hayatını örnekalan Uzay Akademisi'nin benim için belirlediği geleceğekendimi gönüllüce bırakıyordum... Bizler, Akademi'yegirdiğimiz daha ilk günde söylendiği gibi Rönesansıilmek ilmek hazırlayan Ortaçağ dönemininkahramanlarıydık. Tek hedefimiz gemiler inşa edipuzayda yeni koloniler kurmaktı. Ne zaman ve nasıl? Bunuhenüz kimse bilmiyordu... İşçiler madenlerde çalışıyor,mühendisler fabrikalarda uzay gemileri, uydular inşaediyor, kuramcılar zamanda yolculuk ve ışık hızındagiden gemiler yapmak için sürekli çalışıyor, köylülerkentlere yiyecek temin ediyor ve bütün bunlarınsonunda Güneş sisteminin içinde yüzlerce uydu vızırvızır, anlamsızca dolaşıp duruyordu... Venüs'e gidecekilk insanlı geminin ne zaman yola çıkacağını daha henüzhiç kimse bilmiyordu. Bütün federasyonlarda binlercemühendis, binlerce teorik fizikçi tek bir idealçerçevesinde bütünleşmiş, insanoğlunu Uzay'a taşımayaçalışıyordu ama uzay fiziği esrarlı bir hale gibi kendiniörtüyor ve sırrını bir türlü açmıyordu.

Bense, bu yüz milyonluk arı kovanında, misyonuFederasyon'un dört küçük işçi kentinin yiyecek ihtiyacınıkarşılamak olan küçük güney köylerinden birinde, aylakve amaçsızca dolaşıp duruyordum... Zamanın akışınıdinliyor, kütüphanelerdeki kitapların içinde oyalanıyorve ümitsizce elmacının kızının bana aşık olacağı anıbekliyordum...

Ama hiçbir şey olmuyordu. Tam bir çıkışsızlıktı benimki...Onların Dalgın Yağmurlar Mevsimi dediği yıldönümüyaklaştıkça kendimi tümüyle yalnızlığa bıraktım... Bekçi,özel yeteneklere sahip diğer ustalar ve çocuklar dışındabaşka hiç kimselerle konuşmuyor ve günlerimi Rektör'evereceğim raporu yazmakla geçiriyordum... Raporuvermek yerine rektörün karşısına geçip, "Dünyanın enyetenekli çocukları, birkaç yıl içinde Akademi'ninsınıflarını dolduracak, dolayısıyla ııe bu raporun ne deHicran'ın kimsenin asla vakıf olamayacağı sırrının birönemi kalacak" demek isterdim ama akademikgeleceğimi düşünüyor ve lafı oldukça uzatarakçocuklardaki harikulade gelişmeleri ayrıntılarıyla yazıyor,bütün çocukların özelliklerini tek tek kağıdadöküyordum... Bu çok da anlamlı ve işlevlisayılamayacak raporu vakit geçsin diye yazdığım yazikindilerinden birinde, hiç ummadığım bir andaelmacının kızı çıkıp geldi... Kütüphanenin bahçesindekiağaçların altına çıkardığım masanın üstünde çalışırkengelip karşıma dikilmiş ve "Sıkılmıyor musun?" diyerekçapkın çapkın bakmıştı... "Hayır" dedim "çalışıyorum bubenim işim"... Kahkahalarla gülmüş ve eklemişti: "Biliyor

musun sen çok komik bir çocuksun".. Güzelliğine,çekiciliğine çok güvenen ve karşısına çıkan her erkeğikısa sürede avuçlarının içine alabileceğini bilen, bugüzeller güzeli şımarık kızla flörtümüz işte böylebaşlamıştı... Bahçedeki işlerini bitirince kütüphaneyegeliyor ve akşama kadar vaktini benimle geçiriyorduartık... Hicran'ın hiç görmediğim güzel yerlerini gösteriyorve beni saatlerce köyün dışında ve içinde dolaştırıpduruyordu... Onunla geçirdiğim her an güzelliğinincazibesine biraz daha kapılıyor, öte yandan hayatı bukadar hafife alan, güzelliğini Yeryüzü'nün bütünnimetlerini önüne serecek bir özellik olarak ömrününsonuna kadar kullanmaktan kaçınmayacak bu "açgözlühayat oburu"na sinir olmuyor da değildim... Onugördükçe kuzey varoşlarının melankolik soğukgecelerinde fabrikada saatlerce çalışıp yorgun argın evegelen mühendis annemle babamın mütevazı hayatlarınınsızısını, çocukluğumun geleceğe dair büyük hayallerinihatırlayıp içim burkuluyordu...Niye ben de bir hayat oburu olamamış ve kendimi eskimetinlerin, eski fimlerin ümitsiz dünyasına kaptırıpgitmiştim ki? Elmacının kızını bana doğru çeken de, belkibenim bu soğuk Kuzeyli tarafımdı. Bana hep "Kuzeyli"der ve benden Başkent'i anlatmamı isterdi...

Hülyalı Aşık'ın ilk damlalarının düştüğü o Ağustosikindisinde mandalina ağaçlarının arasına doğrukoşarken, onu geçmişimin çok eski bir anında, soğuk birKuzey varoşu gecesindeki düşlerimde sonsuza kadarkaybettiğimi anlamıştım. O hep "öteki" olarak kalacaktıbenim için...

Hülyalı Aşık'ın ardından yeni yılı coşkuyla kutlayanHicranlılara katılmadan, kütüphanemdeki odamda yalnızbaşıma geçirdiğim o gece, zihnim elmacının kızınınpervasız çekiciliği, gri mavi gözlü Bayan R.'nin dingingüzelliği ve kuzey varoşlarının soğuk gecelerinde eriyipgiden çocukluk hayalleri arasında dolaştı durdu... Sonrao şarkıyı dinleyerek uyudum kaldım:"Dalgın yağmurlar mevsimi şimdiHicran'ın ilk ve son yılı"

Rüyamda çocukluğumun geçtiği varoşları, annemi,Bayan R.'yi ve elmacınının kızını gördüm. Hayal meyalgörüntülerdi... Sonra simsiyah bir Hicran gecesinde gölegirip yüzdüğümü ve derinlere doğru süzülüp diplerdedolaştığımı hatırlıyorum... Bir de, o karanlığın içindeyüzerken, o karanlıktan asla kurtulamayacağımıdüşündüğümü...

Uyandığımda oda dışarıdan gelen sıcak turuncu birışıkla aydınlanmıştı. Kalkıp pencereyi açtım ve o taptazeserin sabah havasını içime çektim. Güneş gölün ardındanyeni doğmuştu ama önündeki bulutlar ışığı sıcak birsarıya çevirip bütün Hicran'ı muhteşem bir tablo halinegetirmişti. Bu akıl almaz görüntüyü doya doya seyrettimve sonra tekrar uyudum...

Sabah kalktığımda Başkent'e telefon edip geri dönmekistediğimi söylemeye ve en kısa zamanda bir cip istemeye

46

Page 49: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

başka bir dünya

karar vermiştim. Her sabah olduğu gibi Bekçi'yle çok azkonuşarak kahvaltı ediyorduk ve Bekçi her sabaholduğu gibi bana rüyamda ne gördüğümü sordu... Onaçoğunlukla hiçbir şey hatırlamadığımı söylerdim. Zatenhatırlayıp anlattığım rüyaları da büyük bir ilgisizlikledinler gibi gelirdi bana... Ona rüyamda gölün karanlıkderinliklerinde yüzdüğümü ve uyandığımda garip birışık oyunuyla bütün Hicran'ın canlı bir resmedönüştüğünü anlattım. Bekçi, kahvaltısını bırakıp büyükbir dikkatle bana baktı ve "Gölün dibinde yüzerken negördüğünü hatırlıyor musun?" dedi... "Hiçbir şey" dedim,"siyah bir karanlıktan ve mutsuz düşüncelerden başkahiçbir şey yoktu"...

"Bir gün orada herşeyi göreceksin ve o gün..." Gerisinigetirmedi. Ben de üstelemedim çünkü Bekçi'nin ta ilkgünden beri çok az konuşmasına ve sorularımı hep birbilmece gibi cevaplamasına alışmıştım. Ona kahvaltıdankalkmadan önce en kısa zamanda Başkent'e geridönmek istediğimi söyledim. İlk kez gözlerimin içinebüyük bir dikkat ve sevecenlikle bakarak, "Bir gece dahakal" dedi... "Neden?" diye sordum ama cevap vermedi...

Hicran'da herşey olabilirdi, benimle çok az konuşanBekçi rüyalarımdan garip işaretler çıkarabilir veHicran'da bir gece daha kalmamı isteyebilirdi. Hiçumurumda değildi, önce Toplantı Evi'ne gidipBaşkent'teki sekreter kıza geri dönmek istediğimibelirttim. Sekreter, elinden geleni yapacağına ama benialacak cipin Hicran'a en erken üç gün sonragelebileceğini söyledi. "Önemli değil" dedim, "beklerim."Zaten aylardır ne yapıyordum ki?

Telefon konuşmasının ardından elmacının kızınıaramaya çıktım... Evinde, annesiyle çamaşır yıkıyordu.Hicran'da sık sık başıma geldiği gibi hemen bana da biriş verdiler ve elmacının kızının benimle tatlı tatlı dalgageçmesine katlanarak onlara bir saat kadar yardım ettim..İşim bittikten sonra bahçede oturup, boş boş ufkabakmaya başladım. Elmacının kızı yanıma geldi ve nedüşündüğümü sordu... Ona üç gün içinde Başkent'egeri döneceğimi açıkladım. Hiç istifini bozmadı ve herzaman olduğu gibi bana Hicran'dan çok sıkıldığını, birgün bütün dünyayı gezmek istediğini açıkladı... O pırılpırıl gözlerine hiçbir şey söylemeden gülümseyerekbaktım. O bakışlarda ona aşık olduğumu bilen,Başkent'e gelince onunla evlenmek dair herşeye hazırolduğumu bilen bir kızın beni irkilten o garip kendinegüven duygusunu okumak mümkündü... Onu gölkıyısında ilk gördüğüm andan beri bu ifadeye

alışmıştım. Benim üzerimde kolayca kazanılmış ve herzaman da kolayca kazanacağı bütün zaferlerin ışıltısıylaparlıyordu gözleri... Ama umursamadım. Dün gece.geçmişime, geleceğime dair herşeyi o şarkının sözlerinidinlerken anlamış, sanki kendime dair büyük bir sırrıçözmüştüm."Dalgın yağmurlar mevsimi şimdiHicran'ın ilk ve son yılı"

Ebedi bir şimdide, tanrı bilir ömrümün neresinde vehangi anında kaybettiğim yaşam sevincini bir daha aslabulamayacağımı, bütün güzel şarkıları uzaklardandinleyeceğimi, bütün elmacı kızlarının kalbinde birtutsak olarak yaşayacağımı ve bütün gri mavi gözlüR.'lerin dalgın bakışlarında dönüşü olmayan gecelerinsonunu müjdeleyen o büyük aşkları arayacağımı amabulamayacağımı artık biliyordum... Yapmam gereken tekşey, bu uzun yaz tatiline bir son vermek ve geri dönüpAkademi'nin varoluşuma anlam veren idealizminin birparçası olmaya devam etmekti... Elimden başka hiçbirşey gelmezdi, ne o eski soylu çağlardaki gibi romanlaryazabilir, ne yıllar sonra yalnızlıkları unutturacak güzelve hüzünlü filmler çekebilir, ne uzay gemileri yapabilir,ne Hicran'ın sırrına vakıf olabilir, ne de elimdemeşalelerle Hicran gölündeki Hülyah Aşık şarkılarınakatılabilirdim...

"Niye susuyorsun ki?" dedi şımarıkça elmacının kızı vebir kez daha ne düşündüğümü sordu. "Hiç" dedim "Hiç,öyle dalıp gittim bir an."

Neden hiç bilmem elmacının o şen şakrak kızı da dalıpgitti bir an. Sonra hava karardı ve gökyüzü karabulutlarla kaplandı, ilk yağmur damlalarının sesiduyuldu. Ne o kalktı ne de ben... Elmacının küçük oğlufırladı evin içinden ve yağmura doğru koştu...Gökyüzündeki bütün yıldız hareketlerini daha o yaştaezbere bilen çocuk, yüzünü yağmura doğru uzattı veorada öyle hareketsiz durdu. O orada, biz de bahçedekitaşların üstüne serilmiş kilimlerin üzerinde ıslanıyorduk.

Elmacının kızı, uzaklara bakarak, "Dün Hülyalı Aşık'ınaltında ne dilek tutmuştun?" dedi usulca...

Cevap vermedim.

Yağmur dalgın dalgın Hicran'ın üzerine yağmaya devamediyordu.

rastlantı limanında buluşalım...

47

Page 50: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

HAYALET GEMİİki Ayda Bir Yayınlanır

Sayı 28 Ocak / Şubat 199660000 TL KDV Dahil

Sahibi

TEKNOFİLTeknoloji Tasarım Limited Şirketi adına

Adnan KURT

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü

Sedef ERKMAN

Yazı Kurulu

Sedef ERKMAN Murat GÜLSOYNazlı ÖKTEN Pınar TÜREN

Halide VELİOĞLU

Katkıda Bulunanlar

Çiğdem ÇALKILIÇGül ÇETİN Orhan Cem ÇETİN

Ergun KOCABIYIKMİYA-SE Ahmet ORTAÇDAĞ

Halil İbrahim ÖZCAN Coşkun SARIMustafa TOKER Faruk ULAY

Kapak Tasarımı

Yalçın KARACA

Baskı

NET Matbaacılık

Yazışma Adresi

Murat Gülsoyİhsan Aksoy sok. Modern ap. 2/26 ETİLER

80630 İSTANBULTel: (212) 265 67 98

Teşekkür

Ankara, Eskişehir, Bursa ve İzmirDağıtımında Emeği Geçen

Batur ŞEHİRLİOĞLU'na,Oya DEMİR'e

Şerif İZGÖREN'eMürşid SERTAL'a

teşekkür ederiz.

Eğer Hayalet Gemi ileilişki kurmakistiyorsanız...

Herhangi bir evin loşodalarından birindegözlerinizi kapatın.

Ve karanlıkta bir koltuğakendinizi bırakıp,geçmişi ve geleceği

veen önemlisi bugünü

düşünüp sorular sorun.Sonra

yaklaşmakta olanHayalet Gemi ' yi

düşleyin.

Ya dabize yazın.

Page 51: Başka bir dünya olduğuna yemin edebileceğiniz · kafamızdaki resimleri, gece atları üzerinde meşalelerle çizili. Üyelerinin gece baskınlarında giydikleri o uzun kukuletalı

DIALOGUE a. (Yun. dialogos'ten). 1.Karşılıklı konuşma. -2. Bir edebiyat ya datiyatro yapıtında kişiler arasında karşılıklısöylenen sözler bütünü; bir f i lmsenaryosunda, olayın akışında yer alanoyuncular arasında konuşulması içinhazırlanan metin. -3. Kişiler ya da siyasi,ideolojik, toplumsal, ekonomik yandaşlar,karşıtlar arasında ayrılıkları içeren konularüzerinde bir anlaşmaya ya da geçiciuzlaşmaya varmayı amaçlayan görüşme;müzakere.

DIALOGUE CAFE a. 1. Kafeteryahizmetlerinin yanısıra geniş bir kitaplık,satranç, faks ve bilgisayarda tez/ödev yazmaolanağı sağlayan yeni bir tür mekan. -2.Sabahları günlük gazeteler eşliğinde evbörekleri ve çay çeşitleri ile kahvaltı yapmadurumu. -3. Tıp, Mühendislik, Sosyal Bilimler,Edebiyat konularında referans kitapların,ikinci el ve/veya kullanılmış kitapların birkafeterya ortamında kiralanmaya / okunmayasunulma biçimi. -4. Sadece R.Hİsarüstü ö'.Sok(Fırın Sok.) Emek ap. No 3 Giriş Katı'nda varolan bir yaşam tarzı.

DIALOGUECAFE

Tel / Faks: (212) 257 86 87

BÎR

YENİ BIÇEMAYLIK EDEBİYAT DERGİSİ

yazışma ve dergiyle iletişim(R.DARA)

PK: 68, 16371 Ulucami-Bursa

Hayalet Gemi'ye gönderdiğiniz ürünler geri gönderilemediği için lütfen asılları yerinekopyalarını gönderiniz. Ad-Soyad, adres ve/veya telefon belirtilmeyen ürünlerdeğerlendirme dışı tutulmaktadır. Bilgi almak için lütfen Hayalet Gemi'yi arayın...

Rastlantı Limanında Buluşalım...