yılmaz gürbüz - balkan acısı.pdf

131

Upload: cem-sanli

Post on 26-Nov-2015

482 views

Category:

Documents


150 download

TRANSCRIPT

Yılmaz Gürbüz _ Balkan Acısı FARANGA DERESĠ KÜÇÜK Balkan, Ġncekarasu ve Vardar ırmakları arasından asırlık gür ağaçlan ve zümrüt gibi yeĢil ovalariyle Görice'ye kadar uzanan bereketli yerlerdi. Buralar beĢ asırdır Türk'ün elinde hamur olmuĢ; kanla, terle yoğrulmuĢtu. Toprak eĢilmek, iĢlenmek, görülmek isterdik Fakat bu evlâd-ı fatihan topraklarına, doksanüç harbinden beri bir erkek eli değmez olmuĢtu. Tuna'da, Dömeke'de Ģehit olanlar arkalarında ihtiyarlar, kadınlar ve çocuklar bırakmıĢlardı. Küçük Balkan'-^, da da tarla iĢlerr gözü yaĢlı analara, öksüz çocuklara kalmıĢtı. Toprağın sürülmesi, yumuĢatılması lâzımdı. Yoksa taĢtan katı, kayadan vurdumduymaz-7 olurdu. Ziba Nine, pürçük pürçük kara çizgilerle yarılmıĢ, nasırlı elleriyle meshettikten sonra namaza durdu. Ġncekarasu Vadisi'nin kuzey dirseğindeki tepelerin arkasında kaybolmuĢ Muratlı köyünün son . ıĢıkları da söndü. Yıldızsız, karanlık bir geceydi. Ziba Nine, kızları ve torunlarıyle birlikte çalıĢtığı \ yorucu bir günden sonra, vazifesini yapmıĢ olmanın gönül rahatlığı içinde yattı. Kollarını, bacaklarını bedeninde tatlı bir yorgunluk duyarak uzattı. Ġliklerinin sızladığını hissetti. Her gün bu kadar yorulmazdı. Gece duasını okuyamadan uykuya daldı. Bütün ev sarsılıyordu sanki; dıĢ kapının demir tokmağı vuruluyordu. Ziba Nine kalktı. Sofaya geçti. Tahta merdivenlerden indi. Ġç kapıyı açtı. Kulağına dıĢ kapının tokmak sesi daha Ģiddetli gelmeğe baĢladı. Bahçeden seslendi: — Kim o! Kim o! Kalın madeni bir ses cevap verdi: — Aç Ebe Nine! Aç! Lohusam var! Çabuk gel! — Gecenin bu vaktinde dıĢarı çıkamam. — Aman Ebe Nine! Karım ölecek, ne olur gel! ġehitlerine rahmet! Bu maden ses, davudî bir ahenkle merhamet dileniyordu. Ziba Nine: — Bekle. Geleceğim! dedi. Ne yapıyorsa Ģehit kocasının, oğullarının, damatlarının aziz ruhlarının Yâdolması için yapıyordu. Giyindi. DıĢarı çıktı. Kapıda bekliyen adamın yüzüne vuran fenerin solgun ıĢığı, onu hazreti Yusuf gibi güzel, nurani bir yüzle göstermiĢti. Ziba Nine hiç hatırlıyamadiğı bu yeni yüze daha fazla bakamadı. Adam: — Hadi Ebe Nine! dedi, sen bu katıra bin, ben de öndekine. Sözü bitmeden uçar gibi kara katıra binmiĢ, karanlıkta kaybolmuĢtu. Ziba Nine katırın sırtında sil-kelene silkelene gidiyor, bir taraftan da bağırıyordu: — Nereye götürüyorsun beni be adam! Nerde lohusan!? Katırı kendisi sürmüyor, öndeki kara katır sürüklercesine çekiyordu. Adam katırın üstünde korkunç bir gölge halini almıĢtı. Hazreti Yusuf'a benzettiği adamın güzel yüzündeki sakallar döküldü, derisi kavladı. Korkunç bir ses yükseldi. Rüzgâr ıslık çaldı. Ebe Ģimdiye kadar hiç korkmamıĢtı. ġ imdi tir tir titriyordu. Rüzgâr öndeki adamın uzun pelerinini, siyah kukuletasını uçurdu; onu bir iskelet halinde bıraktı. Ziba Nine'nin diĢleri kenetlendi. Ağzı açılmıyor, konuĢamıyordu. KarĢı koyamadığı bir kuvvet onu köyden uzağa, karanlık derelerin arasına sürüklüyordu. Büyük bir gayretle: — Nereye be adam! dedi, beni hangi köye götürüyorsun? Öndeki iskelet ete büründü, arkaya döndü, kayalıkları inleten alaycı bir kahkaha atarak: — Faranga DeResi'ne! dedi, Faranga Deresi'ne! Adamın madeni kahkahasına karĢıki tepeler cevap verdi: — Faranga Deresi'ne! Faranga Deresi'ne!. Ziba Nine katırın sırtına çiviyle çakılmıĢ gibi v donup kalmıĢtı. Küçük Balkan'da herkes, Faranga Deresi'nin uğursuz ve Ģeytan inleri ile dolu olduğunu söylerdi, Ziba Nine inanmazdı. Faranga Deresi'nde Ģeytan olmadığını söylerdi. ġ imdi Faranga Deresi'y ne doğru Ģeytanın peĢine takılmıĢ gidiyordu. Geri dönmesi imkânsızdı. Besmelesiz kalkmıĢtı. ġ imdi 11 de «besmele» çekemiyordu; damağı, dili donmuĢtu. Faranga Deresi'nin içindeki mağaralar ağızlarını karanlığa açmıĢ, bir kadın feryadı ile inliyordu. Bir ıĢık huzmesi sızan mağaraya doğru yöneldiler. Katırlardan indiler. ġeytan «Gel! gel!» diye ebeye yol gösteriyordu. Ziba Nine mağaranın içinde ilerlerken eline yüzüne örümcek ağları takılıyordu. Lo-husanın iniltileri, inin dört bir yanından yankılar yapıyordu.

ġeytan, gene insan çehresi ile gülümsüyordu. Hazreti Yusuf kadar güzeldi. Ziba Nine onun gösterdiği mağara bölmesine geçti. Güzel bir insan yüzü ile karĢılaĢınca hayretler içinde kaldı. Alnından, Ģakaklarından boncuk boncuk ter akan lohusa kadın Ziba Nine'ye gülümsedi. — Sabret kızım! deyip, elini lohusanın alnına koyan Ziba Nine, muayeneye baĢlarken «Euzübesme-le»ye niyetlendi. Telaffuz edemedi. Diline, niyetini bilen Ģeytan tırnaklarını batırıyordu. Arkasındaki korkunç gölge onu ikaz etti: — Ebe! Ġn değil, cin doğurtacaksın, zinhar Ģeytana sövmeyesin! Bu ses lohusa kadının iniltilerine karıĢarak mağarada yankı yaptı. Adam kaynamıĢ suyu kaplara boĢalttı; havlular, bezler getirdi: hiç konuĢmadan karanlıkta kayboldu. izdırap çeken lohusanın yüzündeki gerginlik yumuĢadı. Yatağı, yastığı parçalayan elleri iki yanında hareketsiz kaldı. Feryadı, iniltisi kesildi. Ziba Nine doğumu kolay yaptırmıĢtı. Ellerini silecek havlu ararken mor bir ustufaya gözleri takıldı. Bu komĢu gelini ġazende'm'n sırma iĢlemeli ustufasıydı. Buraya nasıl gelmiĢti. Hemen elinin kanını bu us-tufanın beyaz astarına sildi. Doğan çocuk ağlarken inden koro Ģeklinde kahkahalar yükseliyordu. Birden doğum yapan kadın da, çocuk da kayboldu. Ziba Nine katır sırtında Faranga Deresi'nden yukarı doğru kaçıyordu. Arkasından ellerinde sivri yabaları, binlerce zebani kovalıyordu. Faranga De-resi'ni geçince ezan sesi duyuldu. Altındaki katır bu sesle mum gibi eridi. Ziba Nine'nin yalın ayakları su içindeydi. Terin suyun içinde kalmıĢtı. Boğu- £ luyordu. Ellerini uzatıyor, kimse yardım etmiyordu." " Faranga Deresi'ne götüren Ģeytan elini uzattı, ebe-f^ yi tuttu; çekti sonra bir tekme savurdu. Ziba Nine^ bu defa alevden bir nehir içine yuvarlandı. Kafa-p sına demir döver gibi çekiçler iniyordu. ^ J Ziba Nine irkilerek uyandı. DıĢ kapının demir tokmağı acele acele vuruluyordu. Kalktı. Üzerinde kâbuslu rüyanın bitkinliği vardı. «Besmele»yle terliğini giydi; ıĢığı yaktı. AĢağıya indi. Havlıyan koyun köpeği ayaklarına sürünüp, sustu. Birlikte dıĢ kapıya kadar gittiler. Ziba Nine: — Kim o! dedi. Cılız bir çocuk sesi kapının arkasından seslendi: — Niko, Niko!. Kosta'nın oğlu. Poli Köyünden. Annemin doğumu var. Ziba Nine kapıyı açtı. Dokuz yaĢlarında bir çocuk kapı eĢiğinde telaĢla aynı sözleri tekrar ediyordu: — Ben Niko! Kosta'nın oğlu. Annemin doğumu var. Babam, acele gelsin, dedi. Ziba Nine uykusundaki kâbusun tesirindeydi. Niko'ya Franga Deresi'ne gidecekmiĢ gibi korkuyla bakıyordu. Çocuk ebenin ĢaĢkın ĢaĢkın bakmasından endiĢelendi. Ġki tarafındaki kürtünlü eĢeklerin boyunlarını okĢuyarak: — Bak, dedi, bunları babam Kosta gönderdi. Annem Sofi ağlıyor, çırpınıyor. Ne olur Ebe Nine gel! Bu boz eĢek bizim köyün yolunu bilir. Üstüne babam minder da koydu, bak! Ziba Nine evlerinin bütün marangoz iĢlerini yapan Kosta Ustayı hatırladı. Köylerine bir kaç kere gitmiĢti. Çocuğa: — Sen git ben geliyorum, dedi. NĠko eĢeğin birini kapı tokmağına yularıyle bağladı. Öbürünün üstüne bindi yavaĢ yavaĢ sürmeğe baĢladı. Ziba Nine yukarı çıktı. Küçük bir kapıyı açtı. Burası üç torununun odasıydı. Parmak uçlarına basarak en büyüklerinin yanına yaklaĢtı. MıĢıl mıĢıl uyuyordu. — Zeüha! Zeliha! diye seslendi. Oniki yaĢlarındaki kız ĢaĢkın ĢaĢkın gözlerini açtı. Ninesi fı-sıldıyarak konuĢmaya devam ediyordu: —• Kalk kızcağızım kalk! Sabah oluyor. Bir doğum varmıĢ, hazırlan. Her zaman doğumlara ninesiyle giden Zeliha, iĢin ciddiyetini anlamıĢ bir vaziyette kalktı. Giyindi. —¦ EĢeklere kürtün vurulacak mı Nine? diye sordu. — Sadece birisine vur. Bir eĢek hazır. Kosta'-nın oğlu Niko getirmiĢ. ZelihaYıın Ģevki kırıldı. Rum isimlerini duyunca doğum aletlerini ve ebe ilâçlarını heybelere isteksiz isteksiz yerleĢtirdi. Küçük heybeyi omuzuna alırken: BALKAN ACISI 13 — Niko mu? diyerek, isyankâr isyankâr ninesine baktı; baĢını önüne eğerek homurtuyla mırıldandı: Gene mi gâvurlara yardım ma Nine? Ziba Nine yumuĢak, Ģefkatli bir sesle: — Hepsi insan ma kızım! dedi, gitmezsem lo-husa acı çeker, rezil olur, belki de ölür. Zeliha hiç konuĢmadan aĢağı indi. Heybeyi Ni-ko'nun bıraktığı eĢeğin kürtününe yerleĢtirdi. Ahıra gitti. Kendi eĢeklerini de hazırladı. Bu sırada yanma gelen koyun köpeğine: «— Sen kal! sen kal! Annemler, kardeĢlerim burda! Sen evimizin bekçisi değil misin» dedi. Köpeğin kara baĢını okĢadı. Köpek gitti kapının yanına oturdu. Etraf aydınlanmağa baĢlamıĢtı. Niko, eĢek üzerinde iki kadının kendine doğru geldiğini anlayınca, eĢeğini zıplata zıplata Poli yoluna doğru hızla sürdü. B MURATLI'DAN POLĠ'YE

— DEH! de, bre kızım! deh! de! — Deh!. Deeh!. — Niko pedisi de uçtu sanki, nasıl eĢek o öyle? —• Kıbrıs eĢeği ma Nine! Kıbrıs EĢeği! — Tırıs gidermiĢ. Kosta söylemiĢti. Kozana'dan satın almıĢ. — Bizim eĢek kötü mü? Bak nasıl gidiyor. — Deh! de kızım sen deh! de. YetiĢelim lo- husaya. — Daha çok mu Rum köyüne Nine ma! 14 BALKAN ACISI — Az kaldı, deh! de bre kızım deh! de. Zeliha elindeki sopayla eĢeğe vuruyor. EĢek darbeyle hızlanıyor, sonra yavaĢlıyordu. — Nah iĢte Niko pedisi tepeyi aĢıyor, geliyor muyuz diye dönüp dönüp bakıyor. — KardeĢi olacak ya! — Bir Rum pedisi daha! Rumlara ne ebelik edersin ma Nine?! — Sen Deh! de kızım, deh! de. Zeliha sanki Ninesinin yerine ah çekiyormuĢ gibi bir eda içinde: — Deeeh!. Deeehh!. diye bağırdı. Bu sesi Ni-, ko bile duymuĢ, baĢını çevirmiĢti. Ziba Nine'yle torunu bir saattir Poli yolundaydılar. Poli Muratlı'ya iki saatlik mesafede fakir bir Rum köyüydü. Kayalık bir yamaç üzerinde kurulmuĢtu. Bütün ihtiyaçlarını Muratlı ve Küçükmatlı köylerinden karĢılarlardı. Türk köylerinin Ziba Nine'si : Pol I li Rumların da ebesi olmuĢtu. Sadece Polili Rum-llar değil, Balkan'daki sırp ve Bulgar köylüleri de Va bir doğum ya bir kırık veya çıkık için ona koĢarlardı. «Koca ihtiyarın ellerinde sihirli bir deva yar» derlerdi. 1 Ziba Nine, altmıĢ yaĢını geçmesine rağmen dinç bir ihtiyardı. Arnavud'u, Rum'u herkes ona «Ebe Nine» derdi. Uzun boylu, iri kemikli kuvvetli bir kadındı. GüneĢ yanığı, güleç yüzü güven verirdi. Tarla, bağ iĢlerinden nasırlaĢmıĢ elleri maharet doluydu. Küçük Balkan'ın en güzel kilimlerini dört kızı, üç torunu ile o dokurdu. Rum köylüleri onun ebelik ve çıkıkçılıkta Serfice ve Kozana'daki Rum doktorlardan bile usta olduğunu söylemekten çekinmezlerdi. Bütün Balkanlı onu severdi. Bir doğum ve ya kaza haberi geldi mi hemen kendi ev ve tarla BALKAN ACISI 15 isini bırakır, Rum köyü, Bulgar köyü demeden yardım dilenenlerin yanına koĢardı. Bu sebeple Muratlı'da ona kızan çoktu. «Erkeksiz evde genç kızlar, kadınlar bırakılıp da dağa taĢa gidilir mi?» derlerdi. ġ imdi yeknesak adımlarla yan yana iki eĢek üzerindeki torunla nine aynı Ģeyleri düĢünüyorlardı. «Rum'lara, Bulgar'lara yardım etme» diyenler haklı mıydı? Kocası 93 Harbinde Ģehit olmuĢtu. Bir oğlu vardı altı yıldır asker.. Son defa bir sene önce Üsküp'ten mektubu gelmiĢ sonra kayıplara karıĢmıĢtı. Ġki kızı da kendisi gibi dul kalmıĢtı. Damatlarından biri Hafız PaĢa ile Pırnar muharebesinde Ģehit olmuĢtu. Zeliha'nın babası da aynı harbin devamında Yunanlıları bozguna uğratıp, Yunan Prensi Konstantin'i kovalıyan Türk ordusunun içindeydi. Yunanlıları yenmiĢ, fakat binlerce Ģehit vermiĢtik. Dömekle zafer miydi, hezimet miydi? «Atina'ya yüz-elli kilometre yolumuz kaldı» diye Küçük Balkan'a sevindirici haberler gelirken sonraları Ģehit olanların listeleri gelmeye baĢlamıĢtı. Ġkinci damadın da Yunan savaĢında Ģehit olması Ziba Nine'lerin evini kara bir matem içine sokmuĢtu. Kızlar, torunlar ağlamıĢlar, sızlamıĢlar fakat Ģehitlerin mevtasını bile Muratlı'ya getirtememiĢlerdi. Hep Yunan'dan, Yunanlıdan çekmiĢlerdi. Biricik oğlu da askere gidince Ziba Nine erkeksiz evin erkeği olmuĢtu. Kızları ile üç torununu bir kartal gibi kanatlarının altına almıĢtı. Yıllardır kapalı duran selâmlıktaki duvardan alınan mavzer, sofaya asılmıĢtı. Her hafta, Ziba Nine, Kelâm-ı Kadîm okuyarak aldığı tüfeği yağlar mermilerini yerleĢtirir; kızlarına birer kere atıĢ yaptırıp yerine koyardı. Zeliha da bir kere bahçede atıĢ yapmıĢt: Ninesi tüfeğin dipçiğinin nasıl yerleĢtiri- 16 SALKAN ACISI leceğini çok güzel anlatmıĢtı. Ama Ģimdi tüfek niçin yanlarında değildi? Zeliha, ürkek gözlerle ninesine baktı. GüneĢ epey yükselmiĢti. Ama daha yollarda kimse yoktu. Ziba Nine Zeliha'nın endiĢesini anlamıĢtı. — Buralarda baĢka Rum köyü yok. Polililer de iyi insanlar. Merak etme, dedi. Zeliha, ninesini dinlemiyor, köylülerinin hem sevip hem yerdikleri «Ziba Teyze» hakkındaki söylenenleri düĢünüyordu. Bir kısmı «Delirdi bu koca karı derlerdi. Hiç aslan gibi damatlarını Ģehit eden Rum milletine yardıma gidilir mi? Deli karı onlara ebelik, hekimlik yapar.» Bu sözleri söyleyenler bile Nine'sinin karĢısında hürmetle susar, ona kulak verirlerdi. Akraba erkekleri ile bulundukları bir mecliste, Selanik'ten gelmiĢ bir misafir Sultan Hamid'e dil uzatınca nasıl adamı haĢlamıĢtı:

«Töbe de! Töbe de! Evliya sultana dil uzatmak, Devleti Osman'a hakaret etmek demek. Halifeye dil uzatan dinini, devletini yıkar. vGünahtır. Tövbe de evlâdım.» Ġhtiyar arkadaĢları onun konuĢmasını daha çok severlerdi. Hepsi de ya kocasını ya evlâtlarından birini gâvurlarla yapılan savaĢlarda kaybetmiĢlerdi. Bütün Balkan evlerinde Ģehitlerin acısı küllendikçe, onların hizmetleriyle iftihar etmek kıĢ gecelerinin en buruk konuĢmaları olurdu. ġ imdi eĢek sırtında kamburu daha çok belli olan ninesi, köy meclislerinde dillenirdi: «Memleket uğruna kocam da, oğlum da damatlarım da feda.. Devleti Âli'ye on oğlum olsa onunu da helâl ederim, Ģehit olsun, gazi olsun derim.. Değil mi ki Yunanı Dömeke de dön-düre döndüre dövdüler... Allah kocalarımız, oğullarımız gibi bize de Ģerefli bir ölüm nasip etsin.» \ BALKAN ACISI •< Zeliha, ninesinin bu sözleri ile, Rumlara yardıma koĢmasını bağdaĢtıramiyor, komĢu çocuklarının «Deli nineli, deli nineli» diye arkasından bağırdıkları zamanları düĢünüyordu. Zeliha ninesiyle bir hıristiyan köyüne doğru yola çıkınca hep aynı hislerle dolardı. Ziba Nine'nin Ģuuru uyanık, aklı yerindeydi, j Balkan insanlarının sulh sükûn içinde din, ırk düĢün- f meden ne güzel günler yaĢadığını görmüĢtü. Ruslar, Ġngilizler Balkan'a el atmadan önce hıristiyan-1 lar hallerinden daha çok memnundu. Niko'nun dede--si Anasta Usta konaklarının kapılarını, pencereleri-' ni yapmıĢtı. Odunlarını da dağdan Anasta'nın oğlu Kosta getirirdi. Hâlâ Türklere hürmetliydi bunlar... Hatta kızarlardı Morali Rumlara... «Haysisku! Mu-mari Pedi!» derlerdi. Zeliha kendilerine okuma yaz- \ ma, Kur'an-ı Kerîm yanında her türlü bilgiyi de öğ- 1 reten ninesinin yüzüne baktı. Bugün çok solgundu. \ DüĢünceli görünüyordu. Ninesinin dikkatini çekmek_j için: — Deeh! Deeh! diye Önledikten sonra, ayaklarının ucuyla ninesinin eĢeğini dürttü; eĢek ileri doğru fırlarken ninesi baĢını çevirip kızgın kızgın baktı. Zeliha: — Haysisku! gumari pedi ne demek, nine? diye sordu. — Ne sorarsın be kızım.. Hayırsız, eĢĢekoğlu eĢek demek, Balkanlı Rumların, Morali Rumlar için hakareti bu.. — Niçin öyle derler? — Moralılar kuzeydeki Rumları Elen saymaz, yani Yunanlı değil, Konyar, Makedon gibi hiristiyan-laĢmıĢ Türk sayar. Türk'e nankörlük yapmayan Makedonlar, Rumlar, hatta Bulgarlar ve Sırplar bile Os- BALKAN ACISI BALKAN ACISI 19 / \ mantıların nimetlerini gördükleri için Yunanlıların i<Zeliham sana Selanik'ten gelinlik alacağ.m burayı da Teselya gibi almasın, istemiyorlar. Bura.^n|er de gelecek» demiĢti. Y.llarca ağl.yarak bek-dak, akl. baĢında Hıristiyanlar Osmanl, giderse Bal. U" e do;medi. Yunanlılar öldürdü Onu.. ġu Niko kan n cehennem olacağım biliyorlar. Biz giderse^ J^ soyu.. «EniĢtemi de Yunanlılar öldürdü., buralarda sulh sükûn kalmaz. ^eT de. amcam da, day.m da gâvurlarla savaĢ.r- — Gidecek miyiz!?, diye Zeliha bağırdı: Ne-. ö,dü Niçini niçin ebe ninem onlara yardım edi-reye ma nine nereye? Balkanlar bizim değil mi? * ocaq,mızda bir tane erkek bırakmıyan hıristi- n nT,*' oaġk'rIlk Ve k°rkU d0'Uydu- yanların hizmetine koĢuyor? Onlar da insan di- — Deh de. Bre kızım, sen deh de! HerĢeye* , ZeIiha köylerini ziyarete gelen okumuĢ bir Durnunu sokma! * ^ oğlunun sözlerini hatırladı. Orhan Ağabey Ninesi sorusuna cevap vermemiĢti. Zeliha e!in.de ,(jnsanl,k, insanlık!..» diyor ninesini bu yönde dek. sopayla eĢeğin ensesine dürterken düĢünü-destekliyor. Fakat ninesi Orhan Bey'in «hürriyet, yor, kendi kendine soruyordu; «Niçin, nereye gide- musavat_ uhuvvet!ı fümelerine niçin karĢ, geliyor, ceg,z. Bura.ar bizim değil mi, Türk'ün değil mi? Nl-^ordu. Ze,iha'n,n mfinas.n. bilmediği bu kelime-nem komĢu çocukların dediği gibi arada deli deli £ y8ehIrII akraba oğIu .,n8anllk icin, insanllk Içln nasılsa;,'!91"1121 Ç6mĠZĠ' "" ĠnekIerĠmĠZĠ çalıĢmak, diye açıklamıĢtı. Zeliha'nın ninesiyle birlikte Ġncekarasu Balkan'- ge" ında gitmediği köy kalmamıĢtı. Rum köylerine doğ-kö- Püklü suların akL, seyrediyor ninesinin iri

di. Ama doğum esnasında onun da insanlık hislen Bu sözüyle ninesi onu incitmiĢ, gönlünü kır-. Buralar hep Türk'ündü. Zeliha gözlerini yeĢil tepelerin ufkunda gezdirdi. ĠĢte Ģehit babasın, Ģu Gelinkayası'nın arkasındaki yoldan uğurlamıĢlar-dı. Zeliha evde bıraktığı annesini, kardeĢlerini hatırladı. O gün nasıl ağlamıĢlardı. Askere giden babası hepsinin yüzlerini ayrı ayrı öpmüĢ, göz yaĢlarını silmiĢti. Zeliha ağlamasına rağmen, o gün babasının Selanik'e bayramlık almaya gittiğini sanmıĢtı. ġ imdi yeĢil tepelerin ardından babasının hayali, daima tebessüm eden yağız çehresiyle gözlerinin önünde canlanıyordu. Son defa yanaklarını okĢar- nesine yetiĢtirirdi. ĠĢleri bitince ninesinin yuzune dikkatle bakar, ihtiyarın teĢekkür dolu tebessümü- ne «»nurtarak mukabele ederdi. Ninesi Osmanl, kadmd herkese sert Ze|Iha. ise yumuĢak davra. mrd, Bir gün papazın biriy|e dini münakaĢaya gi- rismislerdi Papaz: «Ben günah ç.kartarak mukaddes bir vazife yapıPyorum, deyinCe, Ziba Nine: «Günah- |an affetrJk7oğmdan doğruya A1Ian-a mahsusturB diyerek bütün Rumlar.n önünde papazı müĢkül va- zi blrakmist, Ninesi deli değil, akili, insand.. ^ vakit namaz.n, k.lar, «K.z.m, iyilik ekip, iyilik biçelim» derdi GüneĢ yükseImiĢti. Ziba Nine beyaz tülbentle 20 BALKAN ACISI BALKAN ACISI 21 bağlanmıĢ baĢını kürtünün ön tarafına doğru eğmiĢ eĢeği sopayla dehliyordu. O da ZelĠha'yi düĢünü yordu. Akranları bez bebeklerle oynarken, torunı canlı bebekleri yıkıyor, kundaklıyordu. Zeliha kar deĢleriyle oynamaya doyamadan, büyük iĢleriyle uğ raĢmağa baĢlamıĢtı. Ziba Nine'nin iki kızı dul kal mıĢ, ikisini de evlendirememisti, bir de bu küçül torunları vardı.. Muratlı'da da komĢu köylerde de erkek kalmamıĢtı. «Balkan'da kırıldık, kırıldık!» di. ye söylendi. Zeliha ninesinin ne söylediğini anla mamiĢtı. — Ne diyorsun ma nine? dedi. Cevap alama yınca: Ben yolları unutmuĢum, daha çok mu gideceğiz? diye baĢka soruya geçti. Ninesinin zihninde ne vardı? düĢünceli ve durgun bir cevap verdi: — Nah iĢte köy göründü. Kestane ağaçlarının arkasında. Niko köye erken varmıĢ, babasına haber vermiĢti. Kosta kapı önüne çıkmıĢ tepeden aĢağıya doğru inen Ziba Nine'ye el sallıyordu. — Bak Zeliha! Bak Niko'ların evi... Kosta kapıda bekliyor.. Allah vere de kadının vakti yaklaĢmıĢ ola.. Karanlığa kalmadan Mariça'ya geçmeliyiz. Bonev'in alçısını söküp ertesi gün Muratlı'ya döneriz inĢallah! — Bulgar köyüne gitmiyelim, ne olur akĢamdan önce köyümüze dönelim. — Alçıyı geç alırsak Bonev'in kemiği iyi kay namaz, geliĢmez, adam sakat kalır, Sonra Mariça köyü buraya yakın.. — Annemler! dedi Zeliha: Gene yalnız kala caklar! Ninesi torunun endiĢesini anlamıĢtı. — Urumeli'ndeki Türk köylerinde kapı bile kilitlenmez, dedi. Sen hiç iĢittin mi bizim köyde hırsızlık veya baĢka bir kötülük?. Zeliha susuyordu. Poli köyünün alçak duvarlı ahır tersliğinde pislik yiyen domuzlara tiksinerek baktı. Ninesi onun dikkatini baĢka yere çekti: — Bak, bak! Zeliha; Kosta bize doğru geliyor. Gözleri güldü koca çobanın. Karısı Sofi ince örgü örer.. Kaneviçe de bilir.. Üç çocuğunun da doğumuna ben geldim. Annenlerin hırkalarını, selamlıktaki perde dantellerini o ördü. Elinden iyi iĢ gelir. Bu defa da sana örsün. Zeliha çeyiz sandığındaki eksikleri düĢündü. Sonra hevesle: — Ġğne oyası yaptıralım, dedi; ibriĢimlerini Selanik'ten getirtelim. Selanik ipekleri iyi olur, solmaz, değil mi Nine? — Tabii! Tabii dedi, Ziba Nine: Müjdeni doğumdan sonra iste. Lohusalığı geçince baĢlar. * *$ Sofi'ye kolay bir doğum yaptıran Ziba Nine, bir «oh» demek için yatağın ayak ucuna iliĢmiĢti ki, birden bire gözünü mor bîr renk çaldı. Bütün dikka-tiyle baktığı zaman tüylerinin diken diken olduğunu hissetti. Yine karĢısında komĢu kızı ġazende'nin mor sırmalı ustufası duruyordu. Hayal mi hakikat mi diye, telâĢlı bir çabuklukla ustufanın içini açtı. Rüyasında elini sildiği ustufa astarmdaki kan izlerini bariz Ģekilde görünce büyük bir korku, endiĢe ve yorgunlukla olduğu yere çöktü, kaldı. 22 BALKAN ACISI KÜÇÜKMATLI Diz boyu çimenlerle kaplanmıĢ su arkı boyunca iki kiĢi yürüyordu. Çiftlik kâhyası oturduğu ceviz kütüğünün üstünden kalktı, baktı. Gelenler yabancı olmalıydı. Hafi arkalarından havlıyordu. Ahmed Kâhya onlara doğru yürüdü. Bu pejmürde kıyafetli insanların iĢi neydi burda; Vecdi Bey görse kâhyayı yerin dibine sokardı. Adımlarını sıklaĢtırdı. Yabancıların biri kadın, diğeri çocuktu. Yırtık pırtık entarisi çamura bulanmıĢ, yalın

ayaklı ihtiyar kadın kirli bir torbayı sırtından düĢürmemeye çalıĢarak, elindeki değneği üzerine doğru havlıyarak hamle yapan köpeğe sallıyordu. Partal elbisesinden dirsekleri ve dizleri fırlamıĢ çocuk da yerden aldığı taĢları köpeğe atıyordu. Köpek fırsat buldukça ihtiyarın torbasına doğru atlıyor, sonra çocuğun attığı taĢa doğru koĢuyordu. Çiftlik kâhyası yetiĢti. — HoĢt!. Hafi! Hafi! diye köpeğe seslendi. Köpek ihtiyarı ve çocuğu rahat bırakıp tanıdığı insana koĢtu. Kuyruğunu sallıyarak kâhyanın yüzüne baktı; tekrar baĢını yabancılara çevirerek keskin keskin havladı. BaĢı sahibi tarafından okĢanınca sustu, kuyruğunu altına alıp oturdu. Kâhya: — Ne ararsınız bre çıfıtlar? dedi. — Aman oğulcuğum bize çıfıt deme, zavallı çingeneyiz! — Ha çıfıt ha çingene aynı bokun soyusunuz. Ne halt etmeye geldiniz buraya. BALKAN ACISI 23 Ġhtiyar çingene kendini ağlamaya zorluyarak merhamet dileniyordu: — Aman oğulcuğum! Allah rızası için bize yardım et!. ġuncağıza acı! Öksüze acı. KıĢ ağzı. Yerimiz yurdumuz yok. Allah rızası için bir yatacak yer gösterin. Çiftlikte ne iĢ gösterirseniz yaparız! Ahırda yer verin yatarız! Allah rızası için oğul.. Küçük çocuğun sümüğünü çekerek yalvaran gözlerle bakıĢı kâhyanın kalbini yumuĢattı. Fakat ne yapabilirdi? Beyi, değil çiftlikte, Küçükmatlı'da bile bir Rum, bir Çingene görmeyi hazmedemezdi; bütün trpatları Türk veya Arnavuttu. Hele bu pis, kirli hallerivle çingenelere kimse çiftlikte yer vermezdi. Kâhya: — Eee! Bre ne yapabilirim ben? diyerek köpeğinin gırtlağını kaĢıdı, boynunu sıvazladı. Köpek, gözü yabancıları tutmamıĢ gibi üç kere havladı. — Bak bre ihtiyar! Köpek bile olmaz diyor! — Beyim! Beyoğlum bize acıyın! Öksüz YaĢar'ı-ma acı.. Ġhtiyar kadının dilenme tekerlemesini, çocuk da cılız ve titrek bir sesle tekrarlıyordu. — Beyim! Beyoğlum bize acıyın! Öksüz YaĢar'a acıyın! — Nereden geliyorsunuz? — Tee, Yenice'den kimimiz kimsemiz yok! Allah rızası için bize bir yer verin. Rüzgâr esiyor, yağmur bulutlarını gür meĢelerle kaplı Küçükmatlı dağlarına doğru yığıyordu. Ahmet Kâhya göğe baktı; bulutlar gittikçe kararıp kapanıyordu. — Eee bre gelin bakalım, dedi; ihtiyarla çocuğun önüne düĢtü, tahta çitlere doğru yürüdü. 24 BALKAN ACISI Vecdi Bey ihtiyar çingene ile oğlunun AĢağı Çiftlikde yerleĢmesine razı olmuĢtu. YaĢar onbeĢ yaĢına gelmiĢ, Vecdi Bey'in topraklarından dıĢarı çıkmamıĢtı. Annesi de çocuk da hallerinden çok memnundular. Süt, yoğurt, yağ boldu. O sıska çocuk, geldiklerinin daha ilk ayında tombullaĢmıĢtı. Sığır ahırlarının temizlik iĢlerine bakıyorlardı. Bey-oğlunun kısrağının tımar iĢi de çingenelere verilmiĢti. Bir hasat mevsimi dört beĢ eĢek ve bir arabayla bir çingene topluluğu geldi, Küçükmatlı köyünün ilerisindeki çayın kenarına yerleĢti. Bunlar köylülerin ihtiyacı olan elek, kalbur, saban demiri ve bıçaklar yaptıkları için Vecdi Bey mahsulün kaldırılmasına kadar Küçükmatlı'da kalmalarına müsaade etmiĢti. Doğan Bey'in kısrağını nallatmağa gittiğinde bir çingene, YaĢar'ın yüzüne baktı baktı: —¦ Lan sen çingenesin, dedi. YaĢar ĢaĢırdı, heyecanlandı. Günlerdir kaldığı odanın penceresinden sekizi, dokuzu, onu bir arada yatan; çimenler üzerinde yemekler piĢiren, serbest serbest her tarafı dolaĢan çocukları içi burkularak seyretmiĢti. Önce Beyin çiftliğinde olmanın gururuyla konuĢmak istemedi. Ama ona damdan düĢercesine «Sen çingenesin» diyen adam kötü kötü bakıyordu. — Ne bildin? dedi. Çingene falcı edasıyle: — Gözünden, burnundan, derinden; dedi. Kalbur iĢine devam etti. YaĢar'ın kendi iĢiyle uğraĢtığını, ağaç kasnakların iki ucunu bir araya getirmeğe çalıĢtığını görünce: BALKAN ACISI 23 — Adın ne? dedi. — YaĢar! YaĢar! — Ananın adı? YaĢar ĢapĢal ĢapĢal düĢündü. Sahi anasının adı neydi. Bugüne kadar hiç iĢitmemiĢ, aklına da gelmemiĢti. Bildiği herkesin anasına «ihtiyar» veya «Çingene Karı» diye hitap ettiği idi. Elindeki bizle kasnağın deliklerinden ince ip gibi deriyi geçiren çingene, YaĢar'ın cevabına lüzum görmeden: — Ya baban kim lan? YaĢar aĢağıya doğru sarkık dudaklarını çekiĢtirdi. Aptal aptal: — Bilmiyorum, dedi, babam yok! — Kocakarıya sormadın mı?

— Bir defasında öldü dedi. Bir daha da konuĢmadık babam hakkında.. — Ananı, babanı bırak, dedi Çingene. Onlar ne bok olursa olsun. Sen çingenesin, ne bey kahrı çekersin. Gel bizimle serbest bir hayat yaĢa, aha kızımı da sana vereyim. Kafasıyle berdi saplarını ıslatıp, hasır için hazırlık yapan kapkara yüzlü kızı iĢaret etti. Sonra sözüne devamla: — Ġsterse kocakarı da gelsin; biz güneye Ko-zana'ya, Serfice'ye doğru ineceğiz. YeniĢehir'e, belki Yunanistan'a geçeriz. Onlar bize Türklerden yakın. Beyleri, ağaları, kollukculan da yok. YaĢar dinliyor görünerek, siyah bacaklarını sıvamıĢ su içindeki berdüeri çiğneyen çingene kızını seyrediyordu. Ġlk defa erkek olduğunu anlıyor, içinde garip bir his duyuyordu. Çingene konuĢmasını kesmemiĢti: — Bir at getirirsin, Ģöyle beyinin kısrağı gibi. Bak nalları da oldu. Ne çok para eder. 26 BALKAN ACISI YaĢar irkildi: — Bu beyin atı! Doğan Bey'in atı; Bir gün otsuz bıraksam öldürürler beni, dedi. — Oğlum sen çingenesin. Kocakarıya söyle! O da katıksız çingeneyse patlamıĢtır çiftlikte. Ulan bakma öyle aptal aptal. Aç kalmayız. EĢek eti yer, çalar çırpar geçiniriz. Öteki çingeneler kısrağın nallama 'iĢini bitirmiĢlerdi. YaĢar atın yularından tutmuĢ, kafası allak bullak çiftliğe doğru yürüyordu. Demin konuĢan çingene arkasından bağırıyordu: — Kocakarıya söyle, Kozana'ya bekleriz, Koçi-reka'nın hanına!. YaĢar baĢını çevirdi, çaydaki kız ellerini beline koymuĢ, bembeyaz ata hayranlıkla bakıyordu. ** Vecdi Bey'in çiftliğinde sünnet düğünü için hazırlıklar ilerlemiĢti. Küçük Balkan'daki akrabaları düğün öncesi hediyelerini yollamağa baĢlamıĢlardı. Doğan Bey'e yeni bir at daha gelmiĢti. Bu, Selanik'teki dayısının hediye ettiği sevimli bir midilliydi. Onbir yaĢındaki Doğan Bey dayısının büyük bir at yerine böyle küçük bir midilli hediye etmesine önce içerlemiĢti. Fakat yavaĢ yavaĢ kır renkli midilli kendisini sevdirmiĢti. DiĢlerinin arasında Ģekeri ileri geri gezdirip, kıtır kıtır yiyen atı ilk defa f görüyordu. «Kırat» dediği midillisine cebinde birik-I tirdiği Ģekerleri ikram etmek için her ikindi AĢağı Vçiftliğe inmeğe baĢlamıĢtı. Doğan Bey'in bayır aĢağı elma ağaçlarının altından koĢturarak geldiğini gören ihtiyar çingene ya samanlıkta veya ahırın önünde uyuklayan oğlu- BALKAN ACISI 27 na «kalk uyuĢuk YaĢar kalk! Beyin oğlu geliyor!» diye seslenir, YaĢar da hemen kısrağı ve midilliyi ahırdan çıkarırdı. Doğan Bey atların alınlarını okĢar sonra ahıra girer, hayvanların altının temiz tutulup tutulmadığına bakardı. Sünnet düğününden bir gün önceydi. Doğan Bey Küçükmatlı'daki Kur'an dersinden çıkmıĢ Yukarı Çiftlik'teki Konağa uğramadan atlarının yanına koĢmuĢtu. YaĢar'a: «Hadi, dedi iki atı da hazırla yarıĢ yapacağız.» YaĢar ilk defa böyle bir teklifle karĢılaĢıyordu. Beyoğlu Ģaka mı yapıyor diye yüzüne baktı. Kendisinden dört yaĢ küçük olan Doğan Bey sert sert «Hadi! Hadi!» diye emrediyordu. Daha önce Ahmet Kâhya ve diğer hizmetkârlar görmeden bir iki kere kısrağa binip çaya kadar gidip gelmiĢti. Fakat hiç at yansı yapmamıĢtı. Atları hazırladı. Doğan Bey: — Hadi YaĢar bin bakalım! dedi. YaĢar çekine çekine sordu: — Hangisine beyim? — Ġstediğine bin. YaĢar kısrağın gemini tuttu, taĢlığa doğru götürüp orda bindi. At üstünde iğreti duruyordu. Doğan Bey de midilliye bindi. Bu sırada yoncalığın arasından doğru atının üzerinde Vecdi Bey göründü. Hızla çocukların yanına yaklaĢtı, oğlunun yanında durdu. — Bre sen kiminle arkadaĢlık edersin? deyip midillinin terkisine bir kamçı Ģaklattı. Çocuk Ģimdiye kadar midillinin Ģaha kalktığını görmemiĢti. Canı yanan at, kisniyerek Ģahlandı, ileri fırladı. Doğan Bey atın boynuna yattı, yelesine yapıĢtı, düĢmekten kurtuldu. 28 BALKAN ACISI YaĢar attan inmek istiyor, aĢağı atliyamıyor-du. Vecdi Bey atını kısrağa sürdü, ona da bir kamçı Ģaklattı. Kısrak bu darbeyle silkinip kaçarken üstündeki çocuğu iki üç metre uzağa fırlattı. YaĢar düĢtüğü yerdeki hayvan fıĢkısına bulandı. Hizmetkârlar koĢtu kaldırdı. Sığır ahırlarının kapısından durumu gören annesi koĢtu. YaĢar'ın esmer teni sarıyla yeĢil arası bir renk a.rrnĢı;. Korkuyordu. — Yok! yok, bir Ģey olmamıĢ, bak ayakta duruyor, diyerek ellerini ayaklarını yokluyan hizmetkârlar çocuğun eklem yerlerini oğuĢturup çekiĢtirdiler.

YaĢar'a birĢey olmadığını anlayan Vecdi Bey, yanına doğru ürkek ürkek yürüyen çocuğa, «Bre çingene ata binmek kim, sen kim» deyip, karĢıdaki Bademtepesinden midillisinin sırtında usta bir sipahi gibi dönüp gelen oğluna, «Tuh sana beyoğ-lu! Çingeneyle at yarıĢı yapıyorsun ha! Bir daha arkadaĢlarını kendinden üstün olanlardan seç!» dedi, atını konağa doğru sürdü. Doğan Bey, babası gittikten sonra YaĢar'ın yanına koĢtu, beti benzi solmuĢ çocuğa: — Bir Ģeyin var mı YaĢar?! dedi. Çingene Doğan Bey'e kötü kötü baktı, «yok yok» dedi ahıra doğru yürüdü. Kâhya, Doğan Bey'e pırıl pırıl parlayan gümüĢ kakmalı bir eğer takımı getirdi. — Bak, dedi; Selanik'teki dayın, midillinin eyerini de göndermiĢ. Leylâ getirdi. Yarınki sünnetten önce yapılacak at yarıĢında senden birincilik bek-liyormuĢ. Doğan Bey, YaĢar'ın incinmesinden üzülmüĢtü. Kâhyaya: — Niye babamın geleceğinden bizi haberdar et- BALKAN ACISI 29 medin, diye çıkıĢarak yeni eyer takımını kucakladı, gevinçle devam etti'- — Ooo çok hafif, kuĢ gibi, eski eğerleri çıkar bunları tak bakalım kâhya!. BaĢlığı, özengisi, kuskunu, göğüslüğü ne güzel! Doğan Bey, yarın ipekli sünnetlik elbiseleriyle \ bu güzel eyere oturacak, bir Ģehzade gibi Küçük-matlı'yı, çiftlikleri at üstünde dolanacaktı. Sünnet olmadan önce Osman'la Muratlı'ya gidecek, teyzele- \ rinıü a.ini öpecek, midillisini Zeliha'ya gösterecekti- * (€^V -~O'' Ġhtiyar çingene ile oğlu, AĢağı Çiftliğin sonundaki kulübedeki odalarına yatmıĢlar yarınki sünnet düğününü ve Doğan Bey'e gelen birbirlerinden kıymetli hediyeleri düĢünüyorlardı. Ġhtiyar: — Daha sünnetten sonra gelecek hediyeleri gör! dedi. Çingene YaĢar, annesinin de kendisi gibi düĢündüğünü, konuĢtuğunu görünce sevindi: — Ya ya! Ġnsanı zengin eder, dedi; Eyerin üstündeki gümüĢ kakmaları pırıl pırıl. — Beyoğlu oğul! Beyoğlu! YaĢar günlerdir içine attığı elekçi çingenenin «Baban kim»- sorusunu cevapsız bıraktığı günü, güzel çingene kızını hatırladı. Nihayet zamanı gelmiĢti, anasına sormalıydı: — Ya ben ne oğluyum moruk?! Babam kim? dedi. Ġhtiyar çingene piĢkin piĢkin: — Çingeneyiz! Çingeneyiz oğul! dedi. YaĢar yerinden kalktı, fenerin fitilini yükseltti. Anasına doğru yürüdü: 30 BALKAN ACISI — Söyle moruk, söyle!, diye bağırdı. Kâhya bana «piç» dedi, piç miyim? Ġhtiyar çingene de yataktan doğruldu, oğluna bugün ne olmuĢtu. Kızgın bir sesle: — Lan piç olsan da olmasan da çingenesin!. Ne değiĢir, dedi. YaĢar duvardaki çiviye asılı duran pantolonuna doğru yürüdü. Cebindeki bıçağı çıkardı. Kınını çekip yürüdü. Annesi ĢaĢırmıĢtı. Oğlunun böyle davranacağını hiç beklemiyordu. Korkuyla: — Sen delirdin mi oğul!? Babayla, atayla öğün-me Türklerdedir. Biz çingeneyiz, dedi. Fakat oğlu üstüne doğru fırlamıĢ gözlerle geliyordu. Ġhtiyar anne oğlunun bu halini görünce «tam bir çingene» diye düĢündü. Fakat oğlunun gözlerinden herĢey yapacağını anladı, korkusu büyüdü. — Peki peki, söyleyim, otur yanıma, dedi. Ya-Ģar'ın gözlerine baktı, onda, kendini bir lokma ekmeğe sattığı Rum'un gözlerini gördü. — Serficeli bir Rum! Serficelü. dedi. Oğlu, bıçağı gözünün önünde salladı : — Adı ne moruk! Adı ne? diye bağırdı. YaĢar'-da bir değiĢiklik vardı. Gündüzleyin attan düĢtükten sonraki sünepelik, korkaklık gitmiĢti. Bu halin çingeneye yakıĢmayacağını, kendilerine zarar getireceğini düĢünen annesi: — Bilmiyorum bilmiyorum! dedi, yorganı üstüne çekti. Çingene çocuğu babasını bilmeyen annesine nefretle baktı. Bıçağını cebine koyup, kilimin üstüne oturdu. Tam çingene olmayıĢına üzüldü. — Demek yarım çingeneyim, dedi, yarım Rum, öyle mi moruk. Kalk bakalım kalk. Ġhtiyar çingene: BALKAN ACISI ji — Yapma oğulcuğum! yapma diye yalvararak konuĢmağa baĢladı: Bütün gün çalıĢtım yoruldum.' Senin de attan düĢünce halin kalmadı, kıçın mo-rardı, yat uyu! — Kalk be moruk kalk! Bugün çingenelik yapacağız, hem de Rumluk! Gecenin bu saatinde oğlu ne saçmalıyordu. — Sen delirdin mi?

— Yok yok akıllandım. Çingenelik, Rumluk yapacağım, diyen YaĢar sesini kısarak: Hırsızlık yapacağız! Ġhtiyar çingene kara kuru ellerini siyah dudaklarına götürdü: — HiĢt suss! dedi. Yerin kulağı var. — Herkes yattı, gece yarısını çoktan geçti. Hadi kalk, durma hadi! Ġhtiyar çingene Vecdi Bey'in kısrağa ansızın vurduğu kamçıyı ve oğlunun fıĢkılara doğru yuvarlanıĢını gözünün önüne getirdi. TaĢa toprağa düĢse çocuk sakat kalacaktı. Çiftliğin en pis iĢlerini ikisi görüyordu. Ama karınları iyi doyuyor, kıĢın sıcak yazın ise serin yer buluyorlardı. Buna rağmen çiftlik hayatı çingeneye sıkıcı geliyordu. Kaç kere oğlunu alıp gene köy köy dolaĢmayı aklına koymuĢtu. ĠĢte Ģimdi oğlu teklif ediyordu. Hem de gümüĢ eğerli takımının, midillinin, kısrağın ahırda kendilerini beklediği bir sırada kaçmaları ne kârlı olacaktı. Oğlu akıllanmıĢti, nihayet çingeneydi YaĢar. — Kaçalım, kaçalım ama nereye? diyen, çingene karısı korka korka ilave etti: Vecdi Bey'in her yerde tanıdığı var, yakalar, derimizi yüzdürür. — Ben elekçilerle konuĢtum. Ya Kozana'da ya Serfice'de konaklayacaklar, bize yardım ederler. Ama iki atı da götürmeliyiz. 32 BALKAN ACISI Ġhtiyar Çingene de kalkmıĢ giyinmiĢti. YaĢar da sinirli bir sevinç vardı. — Yarın sünnet ettirecekti bey beni, heh heh he! — BahĢiĢlerini, öteberini topla! Kısa zamanda Çingene kadınla oğlu hazırlandılar, ahırların bulunduğu yere doğru yürüdüler. Köyde de çiftliğin ötesindeki konakta da hiçbir ıĢık yoktu. Hafif bulutlu bir geceydi. Ay bir çıkıyor, bir kayboluyordu. YaĢar yavaĢ yavaĢ korkmağa baĢlamıĢtı: — Ya yakalanırsak, diye genizden konuĢtu. Ġhtiyar çingene böyle hırsızlıklar görmüĢ, hatta kendisi de bir kaç kere eĢek ve koyun çalmıĢtı. Oğluna: — Korkma! dedi, sen midilliye gümüĢ eğeri vurursun, ben de kısrağa binerim. Ahıra girdiler. Pencereden süzülen ay ıĢığı atları gösteriyordu. El yordamı ile eyerleri bulup atlara vurdular. Gemlerinden tutup, çitin dıĢına kadar yürüdüler. YaĢar binek taĢında ihtiyar çingenenin ata binmesine yardım etti; sonra kendisi de taĢtan midillinin üstüne atladı. Kocakarı beygire de, eĢeğe de çok binmiĢti, ama yarıĢ atına hiç yaklaĢmamıĢtı. Korka korka sürüyor, kısrağa «deh» bile diyemiyor-du. Zaten kısrak midillinin arkasından yavaĢ yavaĢ yürüyordu. Çiftliğin sonundaki kavakları da geçtiler. Tehlike artık geçmiĢti, biraz sonra Ahlat Tepe-si'ni geçeceklerdi. Ġhtiyar Çingene sordu: — Nereye gideceğiz? — Kozana'ya, dedi oğlu: Elekçi çingenelerin konaklıyacağı yere. Kaç para eder bu atlar. — Bizi ölene kadar aç komaz YaĢar! BALKAN ACISI 33 — Atları biraz hızlı sürelim. Bizi Kozana'ya varmadan yakalarlar. — Sen merak etme, dedi annesi güvenle: Ben bu yolların kestirmesini bilirim. — Kozana'da Rum çok mu? — Batı Rumeli'nin güneyinde Rumlar çok. Ama Küçük Balkan'ın köylerinin çoğu Türk! Bu köylere görünmeden Kozana'ya varmalıyız. Kozana Ģehir., Rumların parası bol. Dilencilik eder geçiniriz. — Atları unutuyorsun moruk! — Söz gelimi derim oğul! — Rumlar iyi mi? — Hee he! Türklerden iyi. YaĢar sevinçle: — Babam da Rum nasıl olsa! Heh heh! Heh! diyerek güldü. Ġhtiyar Çingene de içinde yıllardır birikmiĢ ma-razî bir kini kusar gibi nefretle: — Beyoğlu! Doğanbey, dedi: Yarın o güzel elbisesiyle köyü eĢek üstünde gezecek. Hah! Hah hah! — Hee heh heh heh! OSMANLIK KÖYÜ Kırmızı ve siyah cingi taĢlarla örülmüĢ Osmanlı kemerinin üstünde «Sahib'ül hayrat vel hasenat, Bani-i âb-ı hayat Ġzdinli Salih Bey ruhuna rahmet.» yazılı yeĢile boyanmıĢ bir kitabesi bulunan çeĢmeye doğru bir çocuk koĢtu. ÇeĢmenin tunç lülesine ağzını dayadı; kana kana su içti. Biraz önce namaz- 34 BALKAN ACISI gâhta arkadaĢlarıyla güreĢ tutmuĢtu. Ellerini çeĢ. menin düz, yontma taĢlarına yaslamıĢ, eğilerek yüzünü, ensesini buz gibi suya uzatıyordu. Uzaktan beri kulağıyle takip ettiği bakraç sesleri yanına kadar geldi. O hâlâ elleriyle ensesini, göğsünü ıslatıyordu. Kafasını kaldırmamıĢtı ama baĢucunda birinin beklediğini

biliyordu. Gene bir komĢu kızı ile çeĢme baĢı kavgasına hazırdı. Boynunu çeĢme lülesinin altından çekti, baĢını kaldırdı. Gelen kız dirseğine bakraçla hafifçe vurmuĢtu. Kimdi bu pervasız? Onun haddini Ģimdi bildirecek, sırsıklam yapacaktı. Ama gelen kız hemen çeĢmenin arkasına saklanmıĢtı. Çocuk eğildi, çeĢmeden akan suyla saçlarını, yüzünü tekrar yıkarken, kız haftan avuçladığı suyu üstüne serpti. Bu kız Meryem'di. — Pancar gibi kızarmıĢın Müslim! dedi. Elindeki bakraçları testiliğe bırakmıĢtı. Çocuk yalaktan aldığı suları Meryem'e serpmeğe baĢladı. Kız: — Yapma mori! yapma ma Müslim! diye yalvarmağa baĢladı. Çocuk bu defa kızın üstüne atladı, saçından yakalayıp çeĢmenin köĢesine yasladı. Kızın ellerini avuçlarının içine alarak duvara bastırdı. — Bak seni çarmıha gerdim Meryem! dedi, Hadi kurtul bakalım. Kızın ellerini iki tarafına açıp gerdirmiĢti. Meryem mücadele ediyor, Müslim'in erkek kuvveti ile baĢ edemiyordu. Ġkisinin de sırsıklam olmuĢ saçlarından süzülen sular göğüslerine akıyordu. Müslim Meryem'le yüzyüzeydi. Nerdeyse burnu, kızın küçük ince burnuna değecekti. Meryem'in yumruk gibi gerilmiĢ göğüslerinin tenine değdiğini hissetti. Meryem kapana sıkıĢmıĢ bir ceylan yavrusu gibi soluyarak Müslim'in gözlerine bakıyordu. Kızın ka- BALKAN ACISI 35 ra gözlerinden memnuniyet dolu bir tebessüm taĢıyordu. Ġlk defa bir Türkle böyle samimi bir yakınlık kurmuĢtu. Kızın tatlı bakıĢları Müslim'in sertliğini yumuĢattı. Çocuk, bu ıĢıl ıĢıl gözlerin içinde bir yeri erittiğini duydu. KomĢu kızları ile su döğüĢü yapmağa hakkı olduğunu, fakat böyle yaklaĢıp, sıkıĢtırmağa hakkı olmadığını düĢündü. Kızın duvara yasladığı ellerini bıraktı, çekildi. Meryem heyecanlıydı. Beyoğlu'nun yakınlığının biraz daha sürmesini istiyordu. Müslim, bir suç iĢlemiĢ gibi etrafına bakındı. Çocuklar namazgahın ilerisinde aĢık oynuyorlardı. Meryem'e yaklaĢtığını kimse görmemiĢti. Meryem çeĢme duvarına çivilenmiĢ gibi yaslanmıĢ biraz önce tattığı ilk genç kızlık heyecanının çabuk kesilmesine hayıflanıyor, Müslim'in kendisini çabuk bırakmasına içerliyordu. Al al olmuĢ yanakları ateĢ gibi yanıyordu. Küskün gözlerle Müslim'e baktı. Bu Türk, çocuğu mahallenin en deliĢmeniydi. Babası Alim Bey zengin fakat garip bir müslümandı. Oğlunu hem Kur'an dersine göndermiĢ, hem de Rum çocuklarının gittiği mektepte Rumca okuyup yazma öğrenmesini sağlamıĢtı. Meryem mektebe Müslim'le gidip gelirdi. Hoca Efendi Alim Bey'e oğlunu Rum '• mektebine gönderiyor diye kızmıĢtı. Fakat Bey hiç aldırmamıĢ «Lâzım olur öğrensin» demiĢti. Bugün, her iki çocuk da içlerinde mektep arkadaĢlığından baĢka bir duygunun uyandığını hissetti. Müslim bakraçları almıĢ su dolduruyordu. Meryem sevinç ve iftihar dolu bakıĢlarla beyin oğlunu seyrediyordu. Ġki bakraç da dolunca, yürüdü, elini uzattı; bakraçların kulpunda Müslim'in elleriyle buluĢtu. Beyoğlu: 36 BALKAN ACISI K-î — Bırak ben götüreyim, diyordu. Bu hâl, Osmanlık köyünde görülmüĢ hal değildi. Görse, önce Meryem'in annesi kızardı. Beyoğlu bir hıristiyan reayanın suyunu taĢır mıydı? — Bırakmam! Artık büyüdük, dedi Meryem: Annem kızar. Söz ederler. — Yok ma Mari! Meryem! diyen Müslim bakraçları çekti aldı, hızla çeĢmenin arkasındaki sokağa doğru yürüdü. Meryem, bakraçlarını taĢıyan Müslim'in arkasından ıslanmıĢ entarilerini havalandırarak koĢturuyordu. Kanı, biraz önce Müslim'le göğüs göğüse, elele geldiği zamandan daha ateĢli bir sıcaklıkla damarlarını yakıyordu. Bu duyguyla Meryem'in sevinci artıyordu. Ümitliydi. Annesinin sık sık söylediği fakat tutmadığı sözlerini hatırladı. «Müslimler'e gitmez oldun. Annesinin kızı yok. Hizmetçileri çok ama bir komĢu kızın evinde yardım için dolanması 1 baĢka. Bizim buğday da, fasulye de yağ da Alim \ Beyler'den geliyor. Git Mari biraz Hafize Hanım'a Vyardım et, mutfak iĢlerini gör, evini süpür. Hep nen yapmayım bunları.. Sen büyüyorsun artık..» | Annesi haklıydı. Babası üç sene önce verem-l'den ölünce köyde kimsesiz kalmıĢlardı. Her ihti-/yaçlarını Alim Bey'ler karĢılıyordu. Kilise ve Rum-/ lar büe onlara Müslimler kadar yardımcı olamamıĢtı. Annesi Hafîze Hanım'ın çamaĢırına gidince Mer-v_yem de iki küçük kardeĢine bakıyordu. Müslim ayağıyla kapıyı iterek açtı; içeri girdi. Meryem'lerin avlusunun ortasına helkeleri bıraktı. Geri dönüp kapıdan çıkacağı esnada arkasından Meryem'in annesinin yarı Türkçe yarı Rumca cümleyle seslendiği iĢitti: BALKAN ACISI 37 — Kali Muslim! Gel ġ ipuna, Canikonu unuttun mu?

Çocuk baĢını çevirdi. Melina bayağı, açık bir entari giyinmiĢti. Çocuğun gözleri kadının beyaz boynuna, açık göğüslerine takıldı. BaĢını kaldırdı. Meryem'in annesinin gözleri de güzeldi. Dul kadın, daha gençti. Müslim çocukken onun kucağında büyüdüğünü hatırladı. Meryemle çeĢmede boğuĢurken duyduğu tatlı hissi gene yaĢadı. Meryem de böyle , güzel bir kadın olacaktı. Bir de müslümanlığa dön-selerdi.. Ama annesi de babası da evlerine «dönme I gelin» istemezlerdi. Köylerinde böyle bir evliliği hoĢ karĢılamazlardı. Evvelâ bu evliliklere Hoca Efen-j di engel olurdu. «Zinhar ve asla örfümüz de, Kitap j1 da buna izin vermez» derdi. Fakat babası, müslü- \ man olan kızla evlenmeğe müsaade ettiği kanaatin- ;; daydı. —,' Müslim, kapı eĢiğine atılmıĢ adımını geri çekip, ileri atmak arasında tereddüt ederken; Meryem, ona çarparak içeri koĢtu. Annesi: — Ne kiz bu telâĢın! dedi; Beyoğlu'na su taĢıtmağa utanmıyor musun? — Nah bu pedi beni ıslattı, bakracımı aldı kaçtı diyerek ağlamağa baĢlayan Meryem içeri odaya girip kapıyı hızla kapattı. Kızın annesi baĢını Ģuh bir Ģekilde iki yanına sallıyarak: — Seni gidi yaramaz seni, ne yaptın kızıma? diyerek mutfağa girdi. Elinde kahve değirmeni ile Çıktı. Müslim, Meryem'in çeĢmede memnuniyetle kendisine yaklaĢmasına, Ģimdi de ağlayıĢına hayret etmiĢti. Kıza iyilik mi yapmıĢtı, kötülük mü bir türlü anlıyamamıĢtı. BaĢını önüne eğerek: 38 BALKAN ACISI — Valla ben birĢey yapmadım, önce, o beni ıslatınca., dedi, sustu. Elindeki kahve değirmenini Müslim'e uzatan kadın: —¦ Sen Mari'ye bakma. Gel git. Bak koca delikanlı oldun. Kemik aĢıklarla oynamak, su döğüĢü yapmak sana yakıĢmaz. Beyoğlusun sen! Ağır uslu ol, dedi. Müslim, yere bakıyordu. UtanmıĢtı. Kendisine uzatılan kahve değirmenini görmemiĢti. Rum kadını koluna dürttü: — Al Müslim! Bu sizin değirmen. «Meryem'in annesi teĢekkür etti de. Biraz sonra annene yardıma geleceğimizi söyle» dedi. Müslim kahve değirmenini aldı. Meryem'in kapandığı odaya baĢını çevirdi. Kız pencereden bakıyor, cama dayadığı burnunu pötleĢtirerek gülüyordu. ** / Müslim gittikten sonra, Melina avlunun ortası-/na dikildi kaldı. Alim Beyler olmasa açlıktan öle-[ceklerdi. Rumlar kocası öldükten sonra kendisine Ġde çocuklarına da «Konyaris» diyerek hakaret et- ĠmiĢ, hakir görmüĢtü. Öksüz çocukları ile nasıl ge- /çinip nasıl yaĢadığını kilise bile sormamıĢtı. Mari /son zamanlarda papazın vereceği üç beĢ kuruĢ için ./ kiliseyi süpürmeğe gidiyordu. Temiz pazar elbiseleri içinde kiliseye giden zengin Rum çocukları kızına: «Pasaklı Konyaris!» diyorlardı. Bu sebebten kendisi kiliseye gitmiyor, çocuklarını da göndermek is-i temiyordu. Zaten ölen kocası da seyrek giderdi. Se-\sjperis cahildi ama, birĢeyler bilirdi. O atalarının Rum- BALKAN ACISI 39 luğa, Ortodoksluğa bir isim ve Rumca ile bağlı olduğunu söylememiĢ miydi? Melina, papazın kocasının defin merasimini alel usul geçirmesine de «fakir aile» diye arayıp sormamasına da kızmıĢtı. Buna rağmen zaman zaman mecbur olur, kızı Mari'yi ki- ' lise temizliğine gönderirdi. Zavallı çocuklarının kimsesi yoktu. Teselya'nın Karlı Dağ'ı ötesinden ne zaman Osmanlık köyüne geldiklerini hatırlıyamıyordu. Bildiği atalarının koyun besleyen yaylalı olduğuydu. Dul kadının eteklerini çekiĢtiren iki kıpırdanma oldu. DüĢünceli gözlerini eteklerini tutan iki çocuğa çevirdi. Mihal ve Aris'ti bunlar. Ağlıyarak ba-ğırıyorlardı: :: — PĢumü. PĢumi! (Ekmek!. Ekmek!) — Ġmasti NiĢkü. Ġmasti NiĢki! (Açız! açız!..) Ç^ — Susun!. Pis pediler! Susun, biraz sonra Alim \ Bey'Iere börek ve halka yapmağa gideceğiz, size deyiverirler, susun. Beyler karnınızı doyurur, dedikten ( sonra, küçük çocuğunu kucağına aldı. Meryem'ifuJ girdiği odaya doğru yürüdü. — Hadi kız! dedi; Müslim Beylere halka ve pide iĢine gideceğiz. ġu Bulgar karısı Belceva'yı da çağır. O da beylere yardıma gidecekti.. Nah, iĢte kapının önünde.. Belceva! Buraya gel.. Beraber gidelim. ġ iĢman Bulgar kadını içeri girdi: — MeliĢka ne yaparsın, hadi ben hazırım, dedi; Bizimkiler beyin tarlasında onlara yağlı ekmek gönderelim. — Tabii tabii beyin malı mülkü çok hepimizi doyurur. ** 40

BALKAN ACĠSĠ Alim Bey'in konak bahçesindeki tafanalarda te-laĢli bir hareket vardı. Mutfakta o gün yüzlerce yu-murta kırıldı, çömlek çömlek tereyağlar eritildi. Leğen leğen tatlılı, mayalı hamurlar yoğruldu. AĢhanede halkalar, börekler yanında tepsi tepsi nohutlu ekmekler yapıldı. Alim Bey'in tarlalarında çalıĢmağa giden Osmanlık köyü erkeklerinin çoğunun karısı, Hafize Hanım'a yardıma koĢmuĢtu: — Hammu! Siz yalnız tepsi altlarını yağlayın, yahut: : — Hanımefendi siz oturun, bizi seyredin, diyen Rum, Bulgar, Makedon kadınları Hafize Hanım'a hiç bir iĢ yaptırmak istemiyorlardı. Her ay Alim Bey'in konağında Osmanlık köyünün kadınları ekmek ve yemek piĢirmek için toplanır, büyük bir telaĢ içinde Hafize Hanım'ın verdiği vazifeyi yerine getirirlerdi. PiĢen yemekler, börekler aĢure ayındaki gibi müslüman, hıristiyan demeden bütün köylüye dağıtılırdı. Fakat bugün iĢleri daha çoktu, hem tarladaki ırgatlara hem çiftiiktekile-re yemek ve ekmek gidecekti. Osmanlık köylüleri Allim Bey'i sevip, sayar sözünü dinlerlerdi. ġarap içen Rumlar bile sarhoĢ vaziyette dıĢarı çıkmazdı. Bu büyük Balkan köyünde her milletten insan sulh ve sükûn içinde yaĢardı. Herkese sözünü geçiren Alim Bey, sadece Hoca Efendi'den çekinir, onun dediğinin dıĢına çıkamazdı. Dul Melina bir fırsatını bulup ona kaç defa fıkırdamıĢ, göğsü açık elbiselerle çamaĢır yıkarken bacaklarını göstermiĢ; ama Bey yan gözle dahi kendisine bakmamıĢtı. Melina fırsat buldukça konağa gitmiĢ gelmiĢ, bir defasında kendisini almasını ima etmiĢ, fakat Alim Bey Hoca Efendi'nin «Zinhar müslüman olsalar da Balkan hıristiyanlarıyla evlenmi- BALKAN ACISI 41 yeceksiniz» emrinin dıĢına çıkamamıĢtı. Bey, saçları ağarmasına rağmen genç ve yakıĢıklıydı. O, Me-lina'ya biraz yakınlık gösterse, kadın hemen müslüman olacak kendisini de çocuklarını da rahata kavuĢturacaktı. Bunun için Bey'e mâni olan Hoca Efendi'ye de, papaza kızdığı kadar sinirleniyordu. Hamur yoğururken leğene su döken kızına bakıp, unlu suyun köpüklerine dalıyordu. Bütün hamaratlığına, güzelliğine rağmen Alim Bey'in haremine girememiĢti. Sultan sarayı gibi zengin «Bey Konağına kızı Meryem'in girmesi için bir Ģeyler yapmak istiyordu. Alim Bey ölürse bütün köy Müslim'in olacaktı. Kızına müslümanlar «Meryem» demiyor muydu? Müslüman olur, pis hiristiyanlarin sataĢmasından da kurtulurdu. Melina leğenden baĢını kaldırdı. Hanımefendi ile göz göze geldi. Sanki Hafize Hanım bu kadının kafasındaki düĢünceleri çözmüĢtü, dik dik yukarıdan bakıyordu. Hanımefendi'nin beyaz tülbentle çerçevelenmiĢ yüzü, sert bakıĢlarına rağmen temiz ve saftı. Hafize Hanım'la akraba olmak, Alim Bey'in konağına girmek Melina'da gittikçe sabit bir fikir halîne geliyordu. AĢhanenin kemerli eĢiğinde bir Arnavut gelini tepsi ekmeklerinin sacını kaldırdı. Tepsilerin üstünden kızgın sac kapaklar kalkınca, etrafı mis gibi taze ekmek kokusu sardı. Diğer taraftaki tandırdan da ekeciklerle güvelçer çıktı. Çömleklerde piĢmiĢ yemekler de itina ile heybelere yerleĢtirildi. Hafize Hanım bir ocağa odun atan oğluna seslendi: — Müslim! Müslim gel oğlum, ırgatların yemekleri, ekmekleri hazır. Bak hanımingen ağızlarını bağladı. Dökmeden dikkatlice götür. 42 BALKAN ACISI BALKAN ACISI 43 M Arnavut gelini ekeciklerin, çömleklerin ağızlarını temiz bezlerle bağlamıĢtı. BaĢka bir kadın eĢeği getirdi. Heybeyi itina ile kürtüne yerleĢtirdiler. Müslim eĢeğe binmiĢ giderken, konak bahçesinin ön tarafları açık tafana kemerlerinden yükselen Arnavutça, Rumca ve Makedonca türkülerin kesildiği-\ni, bütün kadınların «Civan AliĢ» türküsüne baĢlandığını duydu. O da aynı türküyü söyliyerek eĢeği iĢürüyordu. *Köyden kıra çıkarken Meryem'in seslendiğini duydu. Kız elinde bir aĢırma ve testiyle koĢuyordu. EĢeğe «ÇüĢĢ! ÇüĢ!» dedi, bekledi. Meryem yetiĢti, soluk soluğa: — Müslim! Bak bunları unutmuĢsun, dedi. — Nasıl götüreceğim Meryem! Ellerim dolu diyen Müslim, kıza çeĢmede duyduğu tatlı heyecanı yaĢiyarak bakıyordu. — Bak bu aĢırmada yoğurt var, diyen Meryem; Testide de Ģerbet var, hepsini sen götüremezsin, dökersin değil mi? diyerek davet bekledi. Müslim: — Haydi sen de gel, dedi; eĢeğin terkisine binersin. — Bunları nasıl taĢırız? — Benim kucağıma kor, arkadan tutarsın . Müslim, eĢeği bir duvara yanaĢtırdı. Meryem

önce duvara çıktı. Sonra bacağını gerdirip eĢeğe uzattı. Testiyi heybenin bir gözüne yerleĢtirdiler. Meryem yoğurt aĢırmasını tek eliyle kürtünün üstünde tutacaktı. Aynı gün yeniden Meryem'le Müslim burun buruna gelmiĢlerdi. KonuĢmuyorlardı.. Meryem'in, Müslim'in ensesinden doğru gelen nefesi Beyoğlu'nu terletmiĢti. Fakat bu sıcağa tahammül edecekti. Öğle vakti geçtikten sonra tarlaya geldiler. Meryem altın rengi baĢakları seyrediyor, sol eliyle «beyoğlu»nun beline daha sıkı sarılıyordu. Boy boy ekinler biçiliyor, büyük yığınlar yapılıyordu. GüneĢten korunmak için baĢlarına beyaz sarı mendiller bağlamıĢ ırgatların hepsi de kendi köylüleriydi. Ne ¦ kadar zengindi bu Alim Bey? Ne kadar büyüktü } Müslim'in babası.. Bulgara da, Ruma da söz geçi-«' riyordu.. Tarlaların hepsi insanlarla dolmuĢtu. Bütün Osmanlığın eli orak tutan erkekleri sanki buradaydı. Müslim, eĢeği yoldan biçilmiĢ tarladaki keçi yoluna doğru sürdü. Meryem: — ġuraya bak! Arnavut Ali'ye, ne güzel orak sallıyor. Ama Vukman'ın suyu çıkmıĢ, yorgun görünüyor. — Aha tembel Yani, bak orağına yaslanmıĢ dikiliyor, diye konuĢan Müslim: Bence en iyi ekin biçen DuĢan, dedi. — Hepsi de canı gönülden çalıĢıyor, kendi tarlaları gibi. Müslim, Meryem'e öfkelenerek baktı: — O nasıl söz! Tabii kendi tarlaları gibi çalıĢacaklar, babam hangisini aç hangisini giyeceksiz bıraktı. Babam kimsenin hakkını yemez. Çocukların geldiğini gören ırgat baĢı Mikhael koĢtu. — Ooo beyimin oğlu, bize azık getirmiĢ, diyerek yaklaĢtı. Meryem'den yoğurt aĢırmasını alırken, kıza «senin ne iĢin var» der gibi somurtarak baktı. Makedon kızın beyin oğluyla gelmesini hoĢ karĢıla-mamıĢtı. Müslim emredici bir eda ile: 44 BALKAN ACISI — Babam nerde? dedi. Mikhael: — Değirmenlere gitti, dedi; su arkları bozulmuĢ onları yaptırıyor . Müslim eĢeği değirmenlere doğru sürdü Meryem arkasından iki eliyle beline sarılmıĢtı. Müslim günlerdir kafasında kurduğunu söyledi: «Pali kali isi Meryem!» Müslim sırtından kızın kalb atıĢlarını duyuyordu. Meryem heyecanla: — Sagapo Müslim! Sagapo, dedi. ĠKĠNCĠ BÖLÜM «Bir millet kendini bozmadıkça Allah onların durumunu değiĢtirmez» (Kuran-ı Kerim-Rad Suresi 11. ayet) «Ey insanlar, sizden olmayanları sırdaĢ edinmeyin, onlar sizi ĢaĢırtmadan geri durmazlar, sıkıntıya düĢmenizi isterler.» (Al-i Ġmran S. 118. Ayet) BELGRAD TRENĠ KARA tren küçük Sırp Krallığı topraklarından Osmanlı Balkanlar'ına doğru hızla kayıyordu. Lokomotifin vahĢi homurtusu, yeĢil otlar arasında kavisler çizerek hedefine doğru sürünen kara bir yılanın ıslığından daha keskin çıkıyordu. Selim treni görünce: — Geliyor! Geliyor Tren! diye aĢağıya doğru bağırdı. Çıktığı tepeden zıplıyarak indi. Küçük bir ahĢap kulübeden ibaret istasyonda dört kiĢiden baĢka kimse yoktu. Bunlardan elinde yeĢil ve kırmızı bayrak olanı demiryolu boyunca hızlı hızlı yürüdü. Lokomotif yaklaĢırken kırmızı bayrağı salladı. Selim istasyondaki ihtiyar kadınla ve sakallı adamla kucaklaĢtı. Elindeki küçük bir çıkınla trenin son vagonuna atladı. Tren çok beklemeden hareket etti. Çocuk istasyondaküere el salladı; onları gözden kaybedince pencereden çekildi. YaĢlı gözlerle koridorda ilerledi. Kompartmanlar doluydu. Yolcuların 46 BALKAN ACISI kimi uyuyor, kimisi birbiriyle konuĢuyordu. Selim çıkınını ayağının dibine koydu. Dirseklerini pencereye dayayıp teyzesinin köyünü tepenin arkasında kalıncaya kadar seyretti. Bu ayrılıĢta Yenipınar'da Sjrplartarafından vah-( sice öldürülen anne ve babasını kaybediĢin acısını I ikinci bir defa yüreğinde hissetti. Onları da kaybe-\ decekmiĢ gibi iç yandı ve iki damla göz yaĢı tekrar yanaklarını ıslattı. Selim, sanki Selânik'e değil / ebediyete gidiyordu. Ġ— Trenin diğer vagonları da hınca hınç doluydu. I Bunların ekserisi Sırp zulmüden kaçıp güneyde da-I ha emin yerlere ve akrabalarının yanma göçen mu-I hacirlerdi. Ġstasyonlardaki yakacak durumuna göre kâh kömür, kâh odun yakan lokomotifin çektiği vagonların sonundaki iki kompartmandan iki baĢ sarkmıĢ, yemyeĢil Batı Rumeli topraklarını seyrediyordu. Öndeki kompartmanın penceresinden sarkan kızın sarı saçları, esen yelle son kompartımandan bakan gence doğru savruluyordu. Kız biraz daha eğil-se saçları delikanlının kara kıvırcık saçlarına değecekti.

SarıĢın kız pencereden korkusuzca biraz daha sarktı. GüneĢ ıĢığında ipek gibi parlayan saçlarının havada uçuĢmasından vahĢi bir zevk alıyor, çekinmeden diğer kompartımandaki pencereye doğru eğiliyordu. Delikanlı rüzgârın tepelerden getirdiği mis gibi kekik kokusunu, Balkan baharını yeniden ihtirasla içine sindiriyordu. Saatlerdir gözlerini kırpmadan dağları, ovaları, ırmakları, taa uzaklardan selâm veren ince köy minarelerini içine batan kırık duygular ve karıĢık düĢünceler içinde seyretmiĢti. Tr.en tekerlerinin raylar üzerindeki yeknesak madeni ta- BALKAN ACISI 47 kırlıları, bazen hoĢuna gitmiĢ bazen de davul tokmağı gibi baĢına baĢına vurmuĢtu. Belgrad'dan beri, yol boyunca gördüğü köylerin minarelerini ve kilise kulelerini saymıĢtı. Bir kilise kulesine karĢılık üç cami minaresi görünüyordu. Avrupalıların hıris-tiyan Balkan dedikleri yer bura mıydı? Sırb'a, Yu-nan'a, Bulgar'a peĢkeĢ çekilen ecdâd kanıyla sulanmıĢ Ģu güzelim Türk toprakları mıydı? Adı gibi tertemiz Türk^elan—Balkanı Orman, ormanlık... Türk'e yaraĢır dağlık... YemyeĢil Balkan'lar. Müslüman Balkan... Türk Balkan... _ Düzlükteki ekinler yeĢil dalgalar içinde titriyor; dere içlerinde, yamaçlarda yeni açmıĢ badem ve kayısı ağaçları ile kucaklaĢıyordu. Kara yağız delikanlının tarlalarda çalıĢan beyaz sarıklı ihtiyarlara, kırmızı fesli gençlere baktıkça gözlerinden yaĢlar gelmeğe baĢladı. Ġçini çekti. Derin bir nefes aldı. Bu defa da baĢka bir tepeden gelen çam kokusu ciğerlerini doldurdu. Fakat yavaĢ yavaĢ bu tabii Balkan kokusu içinde suni bir Ģey farketti: Bu Avrupa kokan parfümdü. Genç erkek baĢını çevirdi, komĢu kompartman penceresinden sarkan uzun saçlar burnunu, yüzünü okĢadı. Kız uzun ince parmaklarıyle dağılmıĢ saçlarını topladı, puslu gözlerle bakan delikanlıya: —' Niçin ağlıyorsun Doğan? diye sordu. Genç, düĢüncelerinden, kalbinin hassas tellerini geren Balkan manzarasından, Urumeli melalinden sıyrıldı. Ağlayıp ağlamadığını bile bilmiyordu. ġaĢkın ve bön gözlerle kıza baktı; Ġngilizce selâm verdi: Hello, Miss Field! — Hayır ağlamıyorum, kurum kaçtı gözüme, dedi. Gözlerini oğuĢturdu. KonuĢmasına devam etti: 48 BALKAN ACĠSĠ Sizin kompartimandakiler ne yapıyor hiç ses seda yok! — Hepsi de uykuda. Gel konuĢalım. Hem niye ağladığını anlatırsın. Hadi! Doğan Bey, güzel Ġngiliz kızının yeĢil gözlerindeki ısrarlı daveti uzun kirpikli gözlerini kırparak cevaplandırdı. Miss Field'i ilk defa Londra'da Vik-torya garında trene binerken görmüĢtü. Belgrad'dan beri ahbablıkları ilerlemiĢti. Arkeoloji talebesi olan kız Yunan ve Helenistik çağ hayranıydı. Doğan Bey kompartmandan dıĢarı çıkarken karĢıdaki maroken koltukta oturan Ġngiliz'le Berlin anlaĢması hakkında münakaĢa yapan ihtiyar Türk: — Nereye evlât? dedi. Bu soruya genç kaçamak ve hürmetli bir eda ile cevap verdi: — DıĢarıya, biraz hava alacağım efendim! Doğan koridorda yere oturmuĢ, uyuklayan bir çocuk gördü; daha önce bu vagonda yoktu. Merak etti çocuğun yanına gitmek istedi. Sonra vazgeçti, Miss Field'in korpartmanına girdi. Kız siyah çantasından sigara çıkarıyordu. Diğer yolcular uyuyor veya gözlerini yummuĢ uyukluyor görünüyordu. DeniĢe Field: — Buyur otur, dedi. Dizlerini topladı yanında yer açtı. Doğan Bey'e sigara ikram etti. Doğan Bey Lonodra'da iktisat tahsil etmesine rağmen tarihi bilgisi de fazlaydı. Miss Field onun bilhassa Yunan ve Balkan hakkında anlattıklarını bilmiyordu. Önce Yunan efsanelerinin mukaddes dağı Olimp (Karlidağ)'i, Atina'yı, Selanik'i soran Ġngiliz kızı, Doğan anlattıkça, onun dudaklarının hareket etmesinden kara gözlerinin cıvıldamasından hoĢlan-maya baĢladı. Doğan Bey'de doğunun sihirli erkeğini bulmuĢtu. Sabahleyin tren boyunca bütün va- BALKAN ACISI 49 gon koridorlarını beraber gezmiĢler, birbirlerine za-man zaman çok yakın olmuĢlardı. ġ imdi gene elbiseden tenleri birbirine değiyordu. Miss DeniĢe Field yirmi yaĢlarında narin yapılı, çok uzun boylu olmayan tipik bir Ġngiliz kızıydı. Elmacık kemikleri kırmızı kırmızıydı. Ġlk bakıĢta sarıĢın, uzun saçları arasında kaybolmuĢ uzun yüzü dikkati çekmiyordu. Fakat yeĢil gözlerine baktıkça güzel olduğu, konuĢtukça insana kaynadığı, erkeği kendine bağlıyan bir havası olduğu görülüyordu. Sigarasını derin derin çekip pencereye doğru üfledikten sonra, olgun bir kadının Ģefkatli tavrını takınarak: — Niye ağladın? Söyle bakalım koca bebeğim! dedi. Doğan Bey. Kızın yeĢil gözlerine doğru sigarasını üflüyerek: — Nerden çıkardın ağladığımı, dedi: Ağlamadım Miss, ben bebek miyim canım. DeniĢe Field, ince dudaklarının arasından inci gibi diĢlerini göstererek güldü:

— Ben Türk erkeklerini bilirim, dedi: Ağlarlar! Ağlarken de çok sevimli olurlar. Kimi düĢünüyordun bakayım, Londra'da bıraktığım «lady»yi mi yoksa Türkiye'de kavuĢacağın sevgilini mi? Bu sırada kompartmandaki Alman mühendis gözlerini araladı, gerindi: — Oooo! Bizim Türk talebe buradaymıĢ, haydi be uyanın, diyerek iki tarafındaki Ġngiliz gazetecileri dürttü. Onlar da sokranarak gözlerini açtılar, karĢı koltuklara uzattıkları ayaklarını topladılar. Fakat Fransız'la, Mrs Jacops göz kapaklarını oynatmalarına rağmen, açmadılar uykuya devam ediyor görün- 50 BALKAN ACISI düler. Tren hızla Vardar ovasından geçiyor, Sela-nik'e doğru iniyordu. Herr Berger yanıbaĢındaki Ģarap ĢiĢesini aldı, tepesine dikti, diliyle yalandıktan sonra: — Hey Jöntürk sen bu Ġngiliz kızı ile anlaĢamazsın, dedi: Zaten o seni Selanik'e gitti mi bırakacak. O bu yollara Atina'daki niĢanlısı için düĢmüĢ, aĢkı için. Ne demiĢ Ģu manyak Byron: «Love cures the wounds it makes Soon or late is his own avenger.» — Haksızlık yapıyorsun Herr Berger! diye soldaki gazeteci Alman'ın sözünü kesmek istediyse de Alman, kendine has kalın ve yüksek sesiyle devam etti: — Bu aĢk ihtiyacı, daha doğrusu hoĢlandıklarına koĢuĢ, Miss Field'i de bir Florance Nightingale veya Emma Pearson yapacak! Türk delikanlısıyle flört yapmasını kıskandığını zanneden DeniĢe Field: — SarhoĢ! dedi, uyudun uyudun ayılamadin. ġ imdi de... Alman, kızın sesini bastıran kaim ve yüksek sesiyle devam etti: — 1876 da Miss Emma Pearson koĢa koĢa güya Türk ve Sırp yaralılarını bakmaya gelmiĢti. Ġnsanlık ve Ģefkat hissi... Hah hah hah hah! Herr Berger kahkaha attıktan sonra Doğan Bey'-in gözlerinin içine dikkatli dikkatli bakarak konuĢmasına devam etti: — Dinle oğul! Ne Ģefkat, ne insanlık ara bu Ġngiliz'lerde... Bunlar büyük aĢkların, menfaatlerin Ġngiliz propagandası ile cilalanmıĢ örtüsü... Ben örtü- ü kaldıracağım: ingilizleri de dostluklarını da an- la... O zaman Miss Pearson da hastabakıcı Mac La- \ BALKAN ACĠSĠ 51 ughlin de aĢk macerasına koĢan iki çılgın olur. Ge- \ ne Byron'a kulak verelim, ne diyor: «AĢk bütün er- ] kekleri Ģanlı Ģerefli tasarılarından önler.» Dikkatli 0|... Ġngilizler gülerken ısırır insanı... Kadınları daha da tehlikeli... Ne gezer, ne gezer oğul! Ne gezer bunlarda Ģefkat ve insanlık sevgisi... Dünyanın mihveri de, merkezi de Ġngiliz egoizmi... En güzel Ģiir- / lerinde bile bu bencillik kokar... Herr Berger sözünün burasında kanlı gözlerini Miss Field'e dikerek: — Oh Heart! dedi, geyirdi, sonra Ģiiri baĢtan alıp devam etti. Son mısraı Mrs. Jacops'u sinir eden alaylı bir sesle bitirdi. Kocası Ġstanbul'daki Ġngiliz elçiliğinde çalıĢan Mrs Jacops, koltuğunun altındaki kocaman çantaya bastırarak: «Münasebetsiz sarhoĢ!» diyerek gözlerini açtı. «Alman», Ģarap ĢiĢesini tekrar tepesine dikip, kimseyi umursamayan bir eda içinde: — Ġngiliz için en güzel Ģey aĢk! dedi: Ama bunu kendine de, vatanına da, dünyaya da «insanlık aĢkı» olarak gösterir açık gözler. Oğul! Hani sizin Ģu Kırım Harbi sırasında hastaların bakımına koĢtuğu söylenen Florance Nightingale var ya; aĢüfte ,, o, aĢüfte! Onun gibi bunlar da Ġngiliz kadını... Par- '' don birisi Ġngiliz kızı.. Erkek düĢkünlüklerine birer altın kulp ararlar, bulurlar da.. Kimi hemĢireliğin kurucusu, kimi Ģefkatin banisi olur. Nightingale Ġn- / giltere'deyken General Simsson'un aĢığıydı. Gene- / rai Kırım'a gidince kadın duramadı.. O da Ġstanbul'a! koĢtu. Asker arasında göze batmasın diye ona bir \ de iĢ buldular. Hastabakıcı Florance!. Ama aĢüfte I bu defa General Raglan'la fingirdemeğe baĢladı. I Sonra teğmen Harry.. Bitmedi, Türk paĢaları da var.. J Egzotiklik, değiĢiklik düĢkünü bunlar... ^S 52 BALKAN ACISI — Yeter be moruk! diyen, Ġngiliz gazeteci, Al-man'a horozlandı. Times'ın muhabiri de Herr Ber-ger'i susturamadı. «Alman» savaĢın her anında erkeğinin, askerinin yardımına koĢan, ilk hastabakıcılar olan Anadolu Bacılarından bahsettikten sonra: — Kırım nere, Üsküdar nere? dedi: Florance hastaneyi aĢk yuvasına çevirdi. Hastalara asıl ba- f kan Türk kadınlarıydı. Florance'ın yaptığı Ģeyi Sırp i savaĢında Lady Stradford da yaptı Karlova'da. O da i aĢk oyununu Dr. Stoken'la oynadı. I; Hele bir Luisa Mc Louglin denen karı vardı. CrVġırpseverdi. Müslüman yaralılarla ilgilenmezdi. Bir rJ? iki yara sardıktan sonra Dr. Stephenson'la kapanır-' di bir odaya.. Hep seviĢmezlerdi.. Birbirlerini sevdikleri kadar, hatta daha fazla Ġngiltere'yi

severlerdi. Ġngiltere'ye Balkanlar'daki Osmanlı ahvali hakkında rapor hazırlarlardı. SavaĢ alanını, Türklerin kuvvetini, zaafını, Sırpların zavallılığını hükümetlerine bildirirlerdi. Ġngiliz kadıniyle, Ġngiliz kızının gözlerinden bu sarhoĢ «Alman»a karĢı duydukları derin kin ve kızgınlık anlaĢılıyordu. Bu defa «Alman» her ikisine de nazikçe hitap ederek: — Yaa Miss Field, Mrs Jacops! Ģimdi de siz bakalım ne insanlık hizmetine koĢuyor sunuz Türkiye'ye?!. Ġngilizler bu «Alman»ın, Sultan Abdülhamid'in yabancı ajanlarından biri olduğunu zannettiler. Fakat bir ajan, hele bir Alman böyle samimi bir Türk-sever görünemezdi. Herr Berger Ġngiliz'leri tahkir ederken ne kadar pervasızdı. Doğan Bey'i kompart-manlarına davet eden Miss Field, yakıĢıklı Türk delikanlısını yanına çağırdığına piĢman olmuĢtu. Sevdiği erkeğin yanında hakarete uğramıĢtı. Alman yo- BALKAN ACISI 53 rulmuĢ, susmuĢtu. KonuĢmasının tesirini anlamak ister gibi kompartmandaki yüzleri dikkatle tetkik ediyordu. Doğan Bey, genç, yakıĢıklı erkeklik cazibesi nisbetinde de saf bir çocuk.. Tecejddüdü, ala-^ f rangajılıau—küçük-zevkler i_herĢ£yin_jjstünde __ tutajx-tipik bir batı hayranı.. Orta yaĢlı Fransız sakin tavrı altındaki sıkmtılı bir ruh taĢıyor. Bu Ġngilizlerle müĢterek bir iĢi var. Ġki Ġngiliz erkeği gazetecilik titri altında yanlarındaki yahudi kadının muhafızı.»' Ya o yahudi... Ġngiliz, Mrs Jacops kurye... Resto-ranlardaki kasadar kadın gibi patron yapılı... Vazi- i feleri Rumlara silâh ve para yardımı. Çantayı ellerinden bırakmıyorlar, filelerdeki ağır bavulları ikide bir kontrol ediyorlar.. Ya bu piliç gibi taze Ġngiliz kızı: Bir meczup Yunan hayranı. Homerlerin, Asillerin Zeusların düĢkünü.. Sıska, gözlüklü niĢanlısına gitmiyor, hayalindeki erkeğe bir Adonis'e, Hek-tor'a koĢuyor. Doğan bey aradığı tipe yakın, boylu I poslu, güçlü kuvvetli kara yağız bir genç. Miss De-i niĢe Field, onda hem Yunan'ı hem sihirli Ģarkı bulmuĢ gibi halinden memnun. Bak elini okĢuyor. ~ Kompartmanı derin bir sessizlik kaplamıĢtı. Sadece nefes mıĢıltıları iĢitiliyordu. Bu burun deliklerinden ıslık çalarcasına çıkan mıĢıltılar camız yorgunluğunda, ayı kızgınlığında yere bakan Ġngilizlere aitti. Mrs. Jacops'un muhafızları olmaları muhtemel iki Ġngiliz gazetecisi de aynı Ģeyi düĢünüyordu: Bu pis Alman bir casus. Ya Sultan'ın ya imparatorun. Mrs Jacops'un kurye olduğunu biliyor. SarhoĢluğa vurarak gevezelik yapması sahte... Miss DeniĢe Fi-eld'in gözleri dıĢardaki güzel Balkan manzaralarına dalmıĢ. Fakat o da Alman'ın sözlerini düĢünüyor: Alman haklı. AĢk herĢeyin üstünde. Florance Nigh-tingale'nin Tover of London'daki teĢhir edilen aĢk 54 BALKAN ACISI mektuplarının bulunduğu odayı hatırlıyor. Ġstediği gibi yaĢar.. Ġngiltere'ye karĢı kötü bir Ģey yapmadıktan, daima ona hizmet ettikten sonra.. Doğu masal ülkesi.. Esrar içmiĢ gibi masal aleminde yaĢamak.. Fesli erkekler, haremler, hamamlar... Deniz ve güneĢ... Partenon... Yunan... Tanrılar ve tanrıçalar dağı Olimp... Niçin Miss Field buralarda dileği gibi yaĢamasındı. YaĢayacaktı. Bunun için Doğu'ya gidiyordu. Ama o Lady Montagu'nün masallaĢtırdığı Ġstanbul'u değil Atina'yı daha cazip buluyordu. Orda arkeolojik kazılar yapan niĢanlısı «Okuduğun, hayal ettiğin Yunanı' bütün güzelliği ve zevkleriyle Atina'da bulacaksın» diye yazmıyor muydu?. Richard soğuktu. Atina'yı onunla gezmiyecekti, bir saf kan Grek bulacaktı. Doğan kadar yakıĢıklı, Doğan kadar esmer, gözleri hayat dolu, sıcak.. Miss Field Doğan Bey'e bakıyordu. Fakat bu Türk delikanlısının Grek'e benzer bir tarafı yoktu. Niçin hoĢlanıyordu ondan.. Burnu alna, kaĢa T Ģeklinde küt bir Ģekilde birleĢmiyordu. Statüesk değildi. Fidyas'm elinden çıkmıĢ Yunan heykellerindeki Atena burnu yoktu bu Türk'te. Fakat ince, kavisli burnuyla bu delikanlı Miss Field'e daha güzel geliyordu. Sanat anlayıĢı değiĢmiĢ miydi? Bir heykel yapacak olsa Fidyas'm heykellerindeki burunları değil bu Türk'ün kavisli, kartal burnunu örnek alırdı. Doğan, Miss Field'in yüzüne bakarak dalmasına, alıklaĢmasına sinirlenmiĢ, baĢını kapı tarafına çevirmiĢti. Fransız Duyunu Umumiye memuru, Mrs Jacops'la Fransızca birĢeyler konuĢuyordu. Mösyö Deguy ile iyi anlaĢmıĢa benizyordu. Anlattıkça açıldı. Mrs Jacops'un kocası Ġstanbul'da Ġngiltere elçiliğinde memurdu. Selanik yolunu tercih etmesinin sebebi sadece küçükten beri merak ettiği Büyük BALKAN ACISI 53 jskender'in Mekadonya'sını ve Selanik'i de görmek arzusu değildi. Herr Berger, Fransızla Mrs Jacops'un konuĢmalarını dikkatle takip ediyordu. Kadın yalan söylüyordu. Fransız da bunu, bile bile dinliyordu. Mrs Ja-cops ĢiĢman orta halli bir ev kadını görünümü arkasında büyük bir iĢ hallediyor, bu kompartımandaki grubun Ģefliğini yapıyordu. Bir hafta önce DıĢiĢleri Bakanlığından çağrılmıĢ, kendisine hususi bir vazife verilmiĢti. Balkan komitacılarına para ve silâh götürecekti. Bunları gazeteci görünen iki muhafızı ile Scotland Yard'ın kaçakçılık bürosu Ģefi bavullarına çantalarına ustalıkla yerleĢtirmiĢti. Yol boyunca siyah çantadan elini çekmemiĢti, altın doluydu. Selanik'e çil çil Ġngiliz altını niçin gidiyordu. Mrs Jacops kalın kafalı bir Ġngiliz ev kadını değildi. Kocasının mesleğinin inceliklerini ve Ġngiltere'nin «ġark Siyaseti»nin esaslarını iyi kavramıĢtı. Bu altınlar «Kızıl Sultan»ı yıkmak içindi. Bu vazifeyi canı gönülden kabul ^ErrrrĢttrT<ocâsı gibi yahudi asıllı bir

Ġngiliz'di. Herzl'in idealindeki Ġsrail'i ve bunu gerçekleĢtirmek için yaptığı iĢleri, Sultan Abdülha-mid'in huzurundan kovuluĢunu unutmamıĢtı. Kocasının sözleri daima kulaklarındaydı: «Ġngiliz, yahudi iĢbirliği kısa zamanda Osmanlı Ġmparatorluğu'nu tasfiye edecek, parçalıyacak, biz de payımızı alacağız.» Kocasının çipil çipil gözleriyle, çil çil altınları düĢündü. Ne diyordu Samuel: «Zengin olacağız Rebeca. Zengin olacağız! Belki de kral.. Vadedil-miĢ topraklara gideceğiz. Ġngiltere'yi Disraili bizim öz vatanımız gibi yapmasına rağmen, Ġngilizler gene de bizi hor görüyor. «Pis yahudi» diyorlar. Filistin 56 BALKAN ACISI topraklarına döneceğiz Rebeca. Zengin olacağız. Belki de kral!» Rebeca Jacops kocasının ümit ve hayal dolu sözlerini hatırlarken koltuğunun altındaki altın do-¦lu çantayı gözleriyle okĢadı, Fransız'ın susmasını fırsat bilen Alman: — Mrs Jacops! sen neyin peĢindesin? dedi, kocanın, yani aĢkının mı yoksa paranın mı? Haa! Kalın kahkahasıyle herkesin dikkatini çektikten sonra: — Belli belli Ģark batakhanelerinden kocanı kurtarmaya gidiyorsun. Mrs Jacops sinirli sinirli: — Tabii kocama gidiyorum, dedi. Bu «Alman» in münasebetsiz sorularından Rebeca kadar Ġngiliz gazeteciler de sıkılmıĢ, sinirlenmiĢlerdi. BirĢey-ler biliyordu bu Alman, fakat soğukkanlılıklarını sonuna kadar korumak mecburiyetindeydiler. Fransız, ayaklarını Herr Berger'in oturduğu yere doğru uzattı: — Müsaadenle, dedi: Ayağım uyuĢmuĢ vay! vay! Mrs Jacops Fransız'ın bu pervasız hareketine memnun olmuĢtu. Sırf «Alman»ı konuĢturmamak için Mösyö Deguy'e bir soru sordu: — Düyunu Umumiye idaresi Osmanlı Ġmpara-torluğu'nu borçlardan kurtarabilecek mi Mösyö? Fransız, kendi mesleğiyle ilgili bir konunun açılmasına sevindi. Gırtlağını temizledikten sonra cevap verdi: — Duyûjıı^yjTHjmiy_e müessesesi Sultan'ın buluĢuydu. ġ imdi biz kendimize o kendisine yontuyor. Herhalde onlar kazanıyor.. Hem kredi aldılar hem BALKAN ACISI 57 eski borçlan Ödeniyor. Biz henüz Fransa'ya beĢ para götüremedik. Ġngilizler! Siz de öyle.. Tahsilatımız, topladığımız Ģeyler hep Türkiye'de kalıyor.. Alman alaylı alaylı: — Nasıl olur efendim! Nasıl olur? dedi. Sorusuna cevap beklemeden devam etti: Haa haa toplanan paralar azınlıklara, Rumlara, Ermenilere dağıtılıyor, güçlensinler Osmanlı'ya karĢı isyan çıkarsın lar diye.. Doğan Bey'le Miss Field de sıkılmalarına rağmen dinliyorlardı. Doğan Bey iktisat tahsili yapmasına rağmen Duyunu Umumiye'nin Türkler için faydalı olduğuna bir türlü kanaat getirememiĢti. Herr Berger orijinal Ģeyler söylüyordu: Duyunu Umu-miye'den Osmanlı Ġmparatorluğu'ndan alacaklı olan devletlerin tahsilatı, halâ Türkiye'ye memleketlerinden akan paradan çok azdı. Bu gelen paralar gene azınlıklara veriliyordu. Alman: — Kaçak Silâh, cephane Türkiye'ye akıyor! deyince Mrs Jacops gayrıihtiyari filelerdeki bavullara baktı. Eliyle çantadaki altınlara bastırdı. Kendisine emanet edilen altınlarda hiç bir hakkı yoktu. Bunları Selanik'te, Diyarbakır'da, Ġstanbul'da Adana'da Ġngiliz gizli servisi ile Duyunu Umumiyesi yerlerine verecekti. Bir Rum'un, bir Ermeni'nin, bir Kürdün Osmanlı'ya karĢı mücadele etmek için paraya ihtiyacı vardı da Yahudi'nin yok muydu?. Ġngiltere'ye halâ anlatamamıĢlardı bunu.. Alman Mrs Jacops'un kirpikleri dökülmüĢ, kırmızı gözlerinden düĢüncesini okumuĢ gibi: — Mrs Jacops, ne dersin para herĢeyi halledecek mi? dedi. «Hasta Adam»ın mirasında sizin de hisseniz yok mu? Bu soru üzerine Rebeca Jacops irkildi. 58 BALKAN ACISI — Ben bilmem, dedi. Muhafızları olan gazetecilere dikkatli dikkatli baktı. Ġki Ġngiliz gazetecisi-nin gözlerinde Doğan'ın anlayamadığı değiĢik bir mâna vardı. Kimse Alman'a cevap vermek istemiyordu. Ġri yarı, siyah elbiseli, kocaman, düĢük kulaklı Ġngiliz gazeteci kalktı. «Alman»ın yüzüne doğru dik dik baktı. Genirdi, boğazını temizledi, balgamı ağzında oynattı. Herr Berger'e baktı baktı, sonra kom-partman kapısına yürüdü. Kapıyı açtı, yan yan dıĢarı çıktı. Koridordaki pencereyi açtı, tükürdü. Siniri yatıĢmamıĢtı. tehditkâr ifadelerle «Alman»a bakıyordu. Doğan Bey, Ġngilizlerle Alman arasındaki soğuk harbin sebebini hâla anlıyamamıĢtı. Herr Berger piĢkinliğe vurmuĢ, Ġngiliz gazetecisinin meydan okuyuĢunu görmemezliğe gelmiĢti. Kalktı bitirdiği Ģarap ĢiĢesini Miss Fiel'din üstünden dıĢarı fırlattı. Tren hızla gidiyordu. ġ iĢe bayır aĢağı yuvarlandı. Alman yerine oturdu. Bu defa Fransız'a: — Sen ne dersin Horozum! dedi, daha Osmanlı Çiftliğinde ötmeğe devam edecek misiniz? «Sultan la Rouge» kapitülasyonların kolunu budadı. Daha ne bekliyorsunuz, Türk'ün leĢini mi? Fransız kendinden emin ve alaylı:

— Hayır Alsas Loren'i! dedi. Hem Sultan La-rouge değil, le Sultan Rouge. Alman Hımm! dedi sustu. Sakız çiğneyen Ġngiliz gazeteci, uzun zamandır devamlı olarak dıĢarı bakıyordu. Ormanda, tepelerde gezinen gözleri tedirgin bir bekleyiĢ içindeydi. Doğan Bey'e; — Neredeyiz? Karafere'ye yaklaĢtık mı? dedi. Doğan Bey ĢaĢırdı. Bu küçük kasaba istasyo- BALKAN ACISI 59 nunu bir Ġngiliz yolcusunun bilmesine imkân yoktu. Kendisi bile Küçük Balkan'ın bu havalisini bilmiyordu. Fakat Karafere dolaylarında Rum çetecilerinin Ģu sıralarda Türkler'e zaman zaman saldırdığını dayısı mektubunda yazmıĢtı. — Bilmiyorum, dedi. Diğer Ġngilizlerde de hatta Fransız'da da bir korkulan davetli bekler gibi sıkıntılı bir hal vardı. Miss Field tekrar Doğan Bey'e sigara tuttu. Ġkisinin sigarasını da kendisinden beklenmeyen bir çeviklikle uzanan Alman yaktı. Doğan Bey'e: — Senin kendi kompartmanına gitmeye hiç niyetin yok, dedi: Ne yapıyor oradaki Ġngiliz dostların? Doğan Bey: — Kimler?! diye sordu. — Türklerin Rumeli'deki mezalimini inceleme \ komisyonu üyeleri. Doğan Bey: — Böyle bir komisyon yok, dedi. Alman, ondan daha çok bilen bir edayla: — Sultan istemedi, böyle bir beynelmilel komisyonun kurulmasını hükümranlık haklarına tecavüz olarak gördü. Fakat Ġngiliz ve Fransız dostlarınız Ermeni ve Rum propagandası neticesi böyle «gazeteci» «Duyunu Umumiye'ci» adıyla memleketinize gönderiyorlar. , / Bu sırada trenin düdüğü tiz çığlıklarla uzun uzun ötmeğe baĢladı. Keskin bir fren sesi kulakları tırmaladı. Vagonlar bir ileri bir geri sarsıldı. Durdu. Herkes ayağa kalktı. Yüksek bir yamaç üzerin-deydiler. Sarp kayalıkların arkasındaki dere engin uçurumlarla aĢağıdaki ormanlığa doğru uzanıyordu. BağnĢmalar, feryatlar arasında silâh patlamaları iĢitildi. Ġnce bir çocuk sesi: «Rumlar! Rum-çete-cileri!» diyerek koridorun yukarısına doğru kaçtı. 60 BALKAN ACISI Yakından patlayan bir mavzer sesine ince bir çığlık katıldı. Doğan Bey dıĢarı fırladı. Miss Field'in yanına gelirken koridorda gördüğü çocuk elinde çıkı-nıyla yüzü koyun kanlar içinde uzanmıĢtı. Üç dört adım ilerisinde kara bereli, bıyıkları sakalları karıĢmıĢ hırpani kılıklı bir eĢkiya, biraz önce patlattığı mavzerin namlusundan tüten dumanı vahĢi bir zevkle seyrediyordu. Doğan Bey çocuğa doğru iki adım attı. Namlu kendisine çevrilince hemen kompartımana girdi. Hiç bir Ģey olmamıĢ gibi soğukkanlı bir Ģekilde oturan Mrs Jacops'un yanına iliĢti. Ġngiliz gazeteciler ve Fransız Duyunu Umumiye memuru dıĢarı çıktı. Diğer kompartmandaki yabancılar da koridora yığılmıĢtı. Aralıklı fasılalarla patlayan silâh sesleri derenin yamaçlarında yankı yapıyor, vagonlardan yükselen çığlıklar, çocuk ağlamaları ve korkunç iniltiler arasında kayboluyordu. Doğan Bey dıĢarda Ġngilizce, Rumca karıĢımı konuĢmalar iĢitti. Herr Berger ayakta: — DanıĢıklı döğüĢ danıĢıklı döğüĢ! diyerek, Doğan Bey'e sigara ikram ediyordu. Erkeklerin omuzu üstünden solgun ve korkmuĢ bir yüzle dıĢarıyı seyreden. Miss Field'i biraz önce Selim'i vuran komitacı iteledi, kompartmana girdi. Arkasında uzun fa-vorili, Yunanvari bıyıklı eĢkiyalar vardı. Alman'ın gözünden Mrs Jacops'un uzun kulaklı Ġngiliz gazetecisine göz attığı kaçmadı. Birbirlerine bu anı beklediklerini ima etmiĢlerdi. Tren Karafere'ye daha bir saatlik mesafedeydi. Sıkı sıkı bağlanmıĢ bavulların çantaların bulunduğu filelere iĢaret eden uzun kulaklı Ġngiliz: — Aman bizi rahatsız etmeyin de alın burdan BALKAN ACĠSĠ 61 istediklerinizi, lütfen gidin biz Avrupalıyız. Türk değiliz, dedi. Yunan komitacıları aradıkları emaneti bulmuĢlardı. Önü çapraz fiĢeklli eĢkiya diğer Rumlara: «YavaĢça alın, indirin!» emrini verdi, Fransız Duyunu Umumiye memuru ile Fransızca konuĢmaya daldı. EĢkiyalar kocaman ağır bavulları zorla indirdiler. Uçlarından ikiĢer, üçer kiĢi tutarak çıkardılar. Bu sırada «Alman» yan Ģaka yarı ciddi: — Ġyi ki yanıma çamaĢırdan baĢka birĢey almadım, size zahmet verecektim, dedi. Çetenin baĢı olan çapraz mermili, sakallı olan Rum, «AIman»m yakalarını topladı, silkeledi. — Sen ne oluyorsun, dedi. Ne kadar paran varsa sökül bakalım. Doğan Bey'e: Sen de! Sen de, dedi. Zaten o konuĢurken Eli piĢtovlu olan eĢkiya-lardan biri üstlerini aradı, Doğan Bey'in bütün paralarını aldı. Rum eĢkiya «Alman»ın sadece cüzdanındaki paraları alıp, boĢ cüzdanı koltuğa attı.

Ġngilizler de ağır bir yükten kurtulmuĢ olmanın hafifliği ve yol boyunca hınç duydukları «Alman»-dan öçlerini, Rum çeteciler vasıtasıyla almıĢ olmanın sevinci vardı. Mrs. Jacops'la uzun kulaklı Ġngiliz'in gözlerinde verilen vazifey' iyice yapmıĢ olmanın memnuniyeti de okunuyordu. — Kimse dıĢarı çıkmayacak! Herkes içerde kalacak, diyen eĢkiya baĢı Ġngilizleri baĢıyla selamladı. Kapıyı sertçe çarptı. Fransız «Alman»a bakarak: — Hadi konuĢsana Hans! dedi. Yolcularını, misafirlerini soyduran devletten ne beklenir. Baksana Türk dostun bile korkudan sindi kaldı. Bu ne hükümet böyle? Herr Berger: 62 BALKAN ACISI — Sen onu Ġngiliz dostlarına sor, gizli teĢekkül etmiĢ Türk mezalimini Tahkik komisyonuna sor, dedi. Doğan Bey de cevap vermeğe niyetlendi; «Alman» lafı bırakmadı. — Siz, Ġngiliz ve Fransızlar Sultan'ın siyasetini bozmak ve Osmanlı otoritesini Balkanlar'da bırakmamak için her türlü yola baĢ vuruyorsunuz. ġu silâh ve cephane yüklü bavulları Rum çetecileri gasp mı etti? Doğan Bey ĢaĢkın nazarlarla hayret içinde AI-man'ı dinliyordu. — Siz taa Londra'dan Rum eĢkiyalarına silâh getirin, soygun kisvesi altında onları tıpıĢ tıpıĢ teslim edin. Sultan'ın dehası sizle baĢ eder, ama Ģu çevresindekiler.. DeniĢe Field sıkılmıĢtı. Doğan Bey'e: — Hadi! dedi, dıĢarı çıkalım, tren ne kadar daha burada bekliyecek. Doğan Bey, özür diler gibi Herr Berger'e baktı. Alman Türk genci çıkarken arkasından: — Çok yazık: Bütün Jöntürkler böylesiniz, dedi. Öndeki Belgrad, Saraybosna ve NiĢ muhacirlerinin bulunduğu vagonlardan halâ acı feryatlar ve ağıtlar yükseliyordu. Doğan Bey, koridora çıktı. Yabancıların çoğunlukta olduğu bu vagonda sessizlik hakimdi. Yunan çetecilerinin vurduğu çocuk yüzükoyun yatıyordu; üstü, elbiseleri ve yanındaki çi-kin çiğnenmiĢ, ezilmiĢti. Rum eĢkiyalar trenden alacaklarını almıĢlar, yapacaklarını yapmıĢlar, kaçmıĢlardı. Doğan çocuğa doğru koĢtu. BaĢını kaldırdı. Selim'in ağzından kan gelmiĢ, gözleri açık ölmüĢtü. Doğan Bey Avrupa'ya gitti gideli ilk defa «Bes- BALKAN ACISI 63 ımele» çekiyordu. Çocuğun gözlerini kapattı. Sırt üstü çevirdi. Bez çıkınını tutan küçük parmakları yumulu kalmıĢtı. Küçük Selim'in çıkınını açan Doğan Bey, bir kaç dilim ıspanak böreği ile yumurta gördü. «Zalimler! Zalimler!» diyerek çıkındaki bez çantayı açan Miss Field: «Kalem, defter! Zavallı çocuk!» diye devam etti. Selim Selanik'teki teyzesinin yanında rüĢtiyeye devam etmek için gidiyordu. Doğan Bey: — Miss Field! dedi; Ne olur git benim komA partmandaki «Türk Zulmünü Tahkik Heyeti, üyesi J Avrupalıları çağır lütfen. Görsünler yıllardır Ģımart-/ tıkları Yunanlılar ne zulümler yapıyor . . ^ — Onlar da «Alman» gibi içiyor, dedi DeniĢe Field: Baksana sarhoĢ sarhoĢ sesleri geliyor. Diğer vagonlardaki yaralılar ve ölülerle uğraĢan Ģeftren ve biletci geldi. ġeftren: — Çekilin efendim çekilin! dedi: Ölüleri yük vagonlarına alıp Karafere'deki Türk makamlarına teslim edeceğiz. Biletci Selim'in cesedinin baĢ tarafından tutup sürüklüyerek götürdü. Doğan Bey ve DeniĢe arkasından yürüdüler. Ön vagonlardaki ağıtlar kesil-memiĢti. Sırp zulmünden kaçıp güneydeki akrabalarının yanına Karasu, Vardar dolaylarına göç eden Türklerin yakasını kader bu trende de bırak,-mam.Ģtı. Rn\ \^~W Ç- \ * < ¦ ^ (Pof) c»^~v6*<r ** Belgrad Treni gece yarısı Selanik istasyonuna girmiĢti. Doğan Bey Selanik'teki dayısına uğruya-cak, sonra Küçük Balkan köylerindeki akrabalarını ziyarete gidecekti. Yol boyunca koridordaki pence- 64 BALKAN ACISI I reye dayanmıĢ, Yunan komitacılarının silâhlarıyle ölen trendeki Türkleri ve yakınlarını düĢünmüĢtü. Rum eĢkiyalan trendekilerin iĢe yarar eĢyalarını almakla kalmamıĢ, direnen, para vermeyen masum Türkleri de öldürmüĢlerdi. Bir kompartmandan küpelerini ve beĢlilerini vermeyen kadının üstüne atlayıp küçük çocuklarının gözü önünde kulaklarını koparmıĢlar; kadın çektiği ekmek bıçağı ile Rum eĢkıyaların birini öldürünce, diğer komitacılar karnına mavzerleri boĢaltmıĢtı. Miss Field'le Doğan Bey oraya gittiklerinde üç küçük çocuk annelerinin kan göleği olmuĢ cesedi üstüne kapanmıĢlar ağlıyorlardı. Doğan Bey «Ģoke» olmuĢtu. DeniĢe onu teselli edecek sözler söylüyor bir türlü konuĢturamıyordu. Zaman zaman Denise'in bütün Elenperverliğine rağmen Yunanlılara «zalim» demesi kalbini yumuĢatıyordu. Fakat Alman yolcudan baĢka

diğer Avrupalılara bu vahĢi soygun hiç tesir etmemiĢ görünüyordu. Doğan Bey, Avrupalılara önce kendi köylerini, Küçük Balkan'daki Türkleri ve hıristiyanları göstermek istiyordu. — Yarın benim misafirimsiniz. Arabaları ben hazırlatacağım, dedi: Gelin görün müslümanlarla hı-ristiyanlar nasıl sulh ve sükûn içinde bir arada yaĢıyorlar. Mösyö Cage: — Mersi, biz Selanik'te kalacağız, dedi. Miss Field, Doğan Bey'e daha çok yaklasabilme imkânının doğduğuna sevindi: — Bu güzel davetî kabul etmemek nezaketsizlik olur, dedi. Yunan eĢkiyalarına teslim etmediği kara çantayı hâlâ koltuğu altında tutan Mrs Jacops Herr| Berger'e doğru kırıtarak: BALKAN ACISI 65 — Bir iki günlüğüne ben de giderim, dedi: Zaten Kozana'da iĢimiz var. Alman kahkaha atarak: — Ben sizi yalnız bırakır mıyım hiç, dedi: Bakalım daha Osmanlı toprağında neler yapacaksınız. Uzun kulaklı Ġngiliz gazeteci ile Mrs Jacops birbirine manalı manalı baktı. Miss DeniĢe Field, Doğan Bey'e: — Haydi bakalım bize payton bul, dedi: Nereye gidecektik? Az konuĢan Ġngiliz cevap verdi: — Splandit Oteli, Splandit oteli en rahatı oray-mıĢ. Rumlar iĢletiyormuĢ. Peron tenhaydı. Doğan Bey paytonculara seslendi. Bavullar trenden indirildi, arabalara yerleĢtirildi. Gazeteciler, Duyunu Umumiyeciler, Gizli Tahkik üyeleri hep birlikte Splandit Oteli'ne gidiyordu. DeniĢe, Herr Berger ve Mrs Jacops'la aynı pay-tona binmiĢ olan Doğan Bey: — Ben sizi otele bırakır, dayımın konağına gider, yarın erkenden gelirim, dedi. Selanik'in arnavut kaldırımı yollarında payton tekerlekleri sarsılarak dönüyor, DeniĢe, düĢmemek için Doğan Bey'in kolundan tutuyordu. Payton Türk mahallesinden geçti, Yahudi mahallesi ile Rum mahallesinin birleĢtiği sahile doğru inen yolun yamacında durdu. Doğan Bey Ġngiliz kızını ve Mrs Jacops'u ellerinden tutarak arabadan indirdi. Onların önüne düĢüp otel kapısına gitti. Zili çaldı. Rum kapıcı mahmur gözlerle göründü. Doğan Beyl'e bavulları almaya gitti. Öteki paytondaki-ler de gelmiĢ inmeğe baĢlamıĢlardı. Herr Berger Paytondan inmiyor bekliyordu. Herkes otele girince Doğan Bey'in kulağına eğildi: 66 BALKAN ACISI BALKAN ACISI 67 f — Sakın delikanlı, bu Ġngiliz kızına takılayım, \ deme, dedi: Bunların hepsi de Rum muhibbi, Elen. sever insanlar. Onlara para ve silâh yardımı yapıp isyana sevketmeğe çalıĢıyorlar. Al bu mektubu. Sen-de kalması daha emniyetli olur. Otellere güveni], mez. Yarın beni bulamazsan bu mektubu kolağası Münci Bey'e verirsin.. Abdülhamid Han'ı sevin, bu V^asırda onun gibi devlet adamı zor bulursunuz. Herr Berger, cebinden parĢömen kâğıda sarıl-• mıĢ beyaz bir zarf çıkardı, Doğan Bey'e verdi. Doğan Bey «Alman»ın trendeki bazı konuĢmalarını tasvip etmesine rağmen, aĢırı sultansever olmasına akıl erdiremiyordu. Bir Alman Sultan Hamid'i nasıl ve niçin severdi? «Herhalde Avrupa'daki ajanların-dan biri» dedi içinden. Ama para için yapılmıyacak konuĢmalar niçindi. Fransız'ı, Ġngilizleri küplere bindirecek tavrı.. Bu Bağdat Demiryolu'nda çalıĢan bir Alman mühendisi değildi. Yarın onunla yalnız kalıp anlıyacaktı. Herr Berger'in bavulunu taĢımasına yardım etti. Otel salonunda tren arkadaĢlarına «iyi geceler» dedikten sonra paytona bindi: — Türk mahallesine, dedi, Goralzade'nin konağına. — Hey Bre Mori! Abdurrahman Ağa'nın sen neyi olursun, diyen Arnavut arabacı kamçısını atlara Ģaklattı. — Yeğeni! — Te bildim bre! Sen Vecdi Bey'in oğlusun, Londra'dan gelirsin... Neydi adın, hurdayken çok paytonuma binmiĢtin bre mori! Hah hatırladım bre Doğan Bey'sin sen. Rahmetli baban, annen gününü göremeden gitti. Eee ne oldun bakalım Avrupa'da? Doğan Bey Londra'da mektebe gidip gelmiĢti; fakat vaktinin çoğunu Jöntürklere ait klüp dans par- \ tj|erinde ve Hyde Park'da geçirmiĢti. Arabacıya ce-vermeğe lüzum görmeden sualin cevabını kendi kafasında evirip çeviriyordu. Ġngiltere'de iktisat kitapları okuyacağına onlardan çok meĢrutiyet ve hürriyet üzerine makaleler yazmıĢtı. Ġdadiden sonra gelanik'te gittiği Kolej'deki talebelik hayatından dsha paralı bir hayat geçirmiĢti. Babası zengindi, ondan kalan her Ģeyi dayısı Doğan Bey'e para olarak fazlasıyle intikal ettiriyordu. Kızını Doğan Bey'le niĢanlamıĢtı. Leylâ güzel bir kızdı ama soğuktu, mutaassıptı. Selanik'te bir

defa beraber dıĢarı çıkmamıĢlardı. Halbuki Doğan Bey, daha kolej hayatında Selanik'in en güzel Rum ve Yahudi kızları ile âlemler yapıyordu. Ġngiltere'de istediğinden daha fazlasını bulmuĢtu. Miss Field ile o tatlı hayat Selanik'de de devam edebilirdi. ġ imdi karĢısına Leylâ çıkacak, dayısı çıkacak «hadi evlen artık» diyeceklerdi. Evlenmiyecekti Doğan Bey, Sultanı devirmeden, istibdadı yıkmadan evlenmemeye karar vermiĢti. ArkadaĢları gibi o da hürriyet ve meĢrutiyet için çalıĢacaktı. Elini koyun cebine attı. Müs-teb:t nadiĢaha arzedilecek mektubu yokladı. Ne vardı acaba içinde? Bu Alman deliydi, bir Jöntür£@-* inanılır mıydı? Fakat yarına kadar mektuba dokun-mıyacaktı. Payton cunbalı büyük bir konağın önünde durdu. Her yer karanlıktı. Hiç bir pencerede ıĢık yoktu. Arabacı Doğan Bey'in bavulunu indirdi, merdivenleri çıkıp taĢ eĢiğe bıraktı. Arslan baĢlı tunç tokmağı vurdu. Doğan Bey para verdi, almadı; içerde ıĢık yandığını görünce «Allah rahatlık versin beyim» deyip paytona binip uzaklaĢtı. Konağın kapısını eski hizmetkâr Celil açtı. Lambayı vakitsiz gelen misafirin yüzüne doğru tuttu: 68 BALKAN ACĠSĠ — Töbe töbe, bu Doğan Bey mi bre! dedi. Öl<. süz kaldığından beri emeği geçtiği ağasının yeğeni, ne sarmaĢtı. Doğan Bey; — Sen kimseye haber verme, dedi, vakit ço|< geç. Benim eski odamda kim kalıyor? — Gittin gideli boĢ duruyor beyim, dedi Celj|. Arada Leylâ Hanım kitap okumağa çıkıyor. — Dayım nasıl? Yengem nasıl? — Hepsi iyiler bre bey, sen anlat bakalım ne yaptın. — Hele bir dinleneyim de, anlatırım bakalım. Bavulu merdivenlerden yukarı kata çıkarıp odaya koyan ihtiyar hizmetkâr: — Ben GuĢen Dayı'ya haber vereyim, dedi, yatağını hazırlasın. — Yok! Yok! Kimseye haber verme. Sen hazırla, diyen Doğan Bey, hizmetkâra geldiğini kimseye haber vermemesini ve sabahleyin de kimse uyanmadan kaldırmasını tenbih etti. — Töbe töbe Beyim! Gene sende eski delilik devam ediyor galiba. Bunca yıl Avrupa'da kal, sonra döndüğünü seni bekliyenlere haber verme. Dayın küplere biner vallahi! — Mühim bir iĢim var, Celil Efendi bu son isteğim olsun, ne olur söyleme. / Yatağı seren ihtiyar hizmetkâr, lâmbayı bıraktı «Allah Rahatlık versin» dedi, gitti. Doğan Bey / lâmbayı baĢ ucundaki komidinin üzerine koydu. Me-rakla cebinden «Alman»ın verdiği mektubu çıkar-I di. Zarfın üzerinde itinalı bir Türkçe ile yazılmıĢ 1 «Zatı ġahaneye» ibaresi vardı. Mektubu elinde evi-1 rip çevirmeğe baĢladı. Jöntürkler onun bir jurnal »taĢıdığını görseler aforoz ederlerdi. Mektubun için- BALKAN ACISI 69 Heki Ģeyleri merak etmeğe baĢladı, hiç sultana giden jurnal görmemiĢti. Açıp bakmalıydı. Belki kendisinin bile ismi vardı içinde. Mektupta ne yazılıydı acaba.. Bavulundan bıyık makasını çıkardı. Zarfı yırt-tnamağa dikkat ederek tutkallı yerinden kavlattı. Mektup dört beyaz kağıda güzel bir el yazısıyle yazılmıĢtı- Doğan Bey Alman'ın Türkçe bilmesine hayret etti. Okudukça bu hayreti korkuya dönüĢtü. Mektupta Sultan'a karĢı Ġngjjjzlgrm bir suikast JgĢfihhıi-sünde bulunacakları, bunu Ermeni kundakçıları veya Jöntürklerle gerçekleĢtirecekleri bildiriliyordu. Mektupta bazı hürriyetperver Türklerin isimleri ve Ġngilizlerden aldıkları para yardımı da anlatılıyordu. Ġkinci sayfada Avrupalıların Selanik'teki dönmeler vasıtasıyle Rumlara yaptığı silâh yardımı ve bunlara yardımcı olan Rizorti ve Makedonian localarının faaliyetlerinden bahsediliyordu. Doğan Bey, mektubun son sayfasında Londra'da bıraktığı çok sevdiği iki arkadaĢının ismini de görünce ĢaĢırdı. , Fakat bu satırlardaki ifadelerin sıhhatine inanamadı. Ġki Jöntürk için de Ġngiliz ajanı diyordu. Samim'le, Fikret zengin çocuklarıydı, üstelik Prens Sabahattin de onlara para yardımı yapıyordu. Ġngilizlerden para alacak kadar alçalacaklarım düĢünemiyordu. ArkadaĢlarının Londra'daki hayatı kendisininkin- j den daha rahattı. Lincoln's in Field yakınındaki konforlu pansiyonlarında sık sık memlekette hürriyet ve meĢrutiyeti temin etmek için Avrupalılarla iĢbir- i ligi yapıp yapmamayı tartıĢırlardı. Fikret bazen «Ga-j yemiz için her yol mubahtır» derdi. Doğan bu arka-; daĢından hiç ĢüphelenmemiĢti. Mektubu katlayıp zarfa korken arkadaĢlarından Ģüphelendiği için ken-; di kendine utandı. Jöntürkler hürriyet ve teceddüdü \ herĢeyin üstünde tutarlardı. 70 BALKAN ACĠSĠ Mektup zarfını itina ile yapıĢtırırken, kendi ken-dine kızdı; içinden: «Tipik jurnal, iftira, yalan» dedj, Mektubu yırtmağa niyetlendi. Ama yarın o babacan tavırlı «Alman»a ne diyecekti. Emanete hiyanet Ģerefsizlikti. «Zaten içinde mühim bir Ģey yok» diye söylendi. ĠĢığı söndürdü. Çok yorgundu. Hemen uyu. yacağını zannetmiĢti, fakat uyku tutmadı. Gözlerinin önüne Miss Field'in Ģuh ve sıcak bakıĢları geldi. Trende onunla el ele, diz dize bulunduğu zamanları hatırladı. Ama uzun kulaklı Ġngiliz daima Doğan Bey'e dik dik bakıyordu. Onun bu kıskanç ve kindar bakıĢlarından korkmuĢtu. «Geveze Alman» olmasa DeniĢe ile dostluğunu bu

kadar ilerletmiye-çekti. Miss Field Ġngiltere'deki kız arkadaĢlarından daha cana yakındı. Fakat «Alman» niçin Ġngiliz kadınlarına karĢı kaba konuĢmuĢtu. Jurnali gibi onun sözleri de yalandı. Ama Rum eĢkiyaları niçin Herr Eerger'le kendisine kaba davranmıĢlar da Ġngilizlere giderken teĢekkür etmiĢlerdi. Bavulların içinde Mrs Jacops'a ait olanlarının, sadece iyice sarılmıĢ iplerle bağlanmıĢ olanları almalarının sebebi neydi. Doğan Beyi'n kulaklarında mavzer sesiyle birlikte tekrar küçük çocuğun çığlığı çınladı. Kulakları va-gonlardaki acı feryatlar ve ağıtlarla uğuldadı; sağa döndü, sola döndü. «Alman'ın mektubunu bir daha zinde kafayla okumalıyım» dedi, derin bir uykuya daldı. Hizmetkâr, Doğan Bey'in eski sırdaĢıydı. Onun kolej hayatındaki serseriliklerinden az çekmemiĢti Doğan Bey bir suç iĢlese Goralzade'ye karĢı o sorumlu olur, azarı o iĢitirdi. Buna rağmen «öksüzüm, BALKAN ACISI 71 yetimim, beyoğlum» dediği Doğan Bey'in bir dediği iki etmezdi. Daha ezan okunmadan «Beyoğlu» nU kaldırdı. Doğan Bey konak kapısından çıkarken: — Sakın geldiğimi kimseye söyleme Celil Baba!, dedi. Türk mahallesinden aĢağı doğru indi. Caddelerde kimseler yoktu. Gümrük meydanına yaklaĢırken salepçi ve simitçilerin herkesi uyandıran ahenkli bağınĢmalarını iĢitti. Üç yıldır böyle güzel, temiz bir sabah görmemiĢti. Otele geldiğinde daha kapıcı uyuyordu. Zemberekli zili çevirdi. Rum kapıcı gözlerini uğuĢturarak kapıyı açtı. Doğan Bey: —• Herr Berger'i göreceğim, dedi. — Herkes uyuyor, Ģimdi olmaz, deyip, Rum kapıcı kapıyı kapamağa yeltendi. Doğan Bey: — Acele bir iĢim var, dedi. Rum kapıcının eline bir kaç mecidiye bıraktı. Rum: — Ġkinci katta, otuzüç numara, dedi. Sessiz git, müĢterilerimizi rahatsız etme! Doğan Bey ayaklarının ucuna basa basa mermer merdivenlerden çıktı. Ġkinci kattaki «Alman»ın odasının kapısını eliyle vurdu. Kapı tıkırtısını Ģiddetlendirdi. Ġçerden hiç bir cevap gelmedi. Bekledi. Sonra kapının tokmağını zorladı. Kapı kendiliğinden açıldı. Kapının kilitli olmamasına hayret etti. Ġçerde loĢ bir karanlık vardı. Kapıyı yavaĢça kapattı. «Herr Berger! Herr Berger!» diye seslendi. Cevap alamadı. Karyolaya doğru yürüdü. Yatakta bir acaiplik sezdi. Perdeyi açtı. Alman tavana dikilmiĢ donuk gözlerle bakıyordu. Gözü açık uyuduğunu zannetti. YaklaĢtı. — Herr Berger! Herr Berger! diyerek elini alnına uzattı, buz gibiydi. Alman ölmüĢtü. Yorganı 72 BALKAN ACĠSĠ 1 kaldırdı. Yatak pıhtılaĢmıĢ kan içindeydi. «Alman», in gırtlağı ve göğsü bir kaç yerden bıçakla yarıl-mıĢtı. Doğan Bey ne yapacağını ĢaĢırdı. Yorgam ölünün üzerine çekti. Bu sırada yerde bir metal düğme gördü, eğildi aldı, cebine koydu. Herr Ber. ger'i kim ve niçin öldürmüĢtü. Duvar askısındaki cekete elini uzattı. Alman'ın ceplerini yokladı. Ko. yun cebinden bir not defteri çıktı. Doğan Bey def-terin içine baktı. Türkçeydi. Alman'ın Arap harfle-rini bu kadar güzel yazması ĢaĢkınlığını artırdı. Yoksa bu ihtiyar bir Alman değil de Osmanlı mıy-di? Defterin baĢında romen rakamlarıyla Ģifreler vardı. Bunların altında güzel bir el yazısıyle kurĢun kalemle yazılmıĢ «Rükneddin» adı bulunuyordu. Diğer ceplerine baktı. EskimiĢ bir sarı zarf içinden sararmıĢ, solmuĢ, rengi uçmuĢ bir fotoğraf çıkardı. Baktı «Alman» bu resimde fesliydi. Yanında siyah baĢörtülü bir kadınla beyaz yaĢmaklı küçük bir kız çocuğu vardı. Bunları cebine koydu. «Alman» in yelek ceblerini yokladı. Yol boyunca altın zincirini seyrettiği Zenith saati yoktu. Alman'ın cüzdanı Rum eĢkiyalarca boĢaltılmıĢ, cüzdanı da alınmıĢtı. Herr Berger'i ceplerinde kalan azıcık para için mi öldürmüĢlerdi? Doğan Bey koridorda yaklaĢan ayak sesleri iĢitti. Hemen kapının arkasındaki yüklüğe girdi. Dolap kapağını içerden kapadı. Yüreği «Alman»ı kendisi öldürmüĢ gibi korku içinde heyecanla çarpıyordu. Oda kapısı usulca açıldı. Dolabın budak deliğinden odaya gölge gibi iki kiĢinin süzüldüğünü gördü. Girenlerin yüzünü burdan görmesi mümkün olmuyordu. Ġçerde birĢeyler arayanların birinin üstünde erkek pijaması diğerinin üstünde ise mavi bir gecelik vardı. Doğan Bey gözünü küçük budak deliğine BALKAN ACISI 73 iyice dayadı, sadece sırtlarını görebiliyordu. Mavi gecelikli olanı biraz eğildi, sırtı dönüktü. Dekolteden bembeyaz omuzları göründü. Doğan Bey nefesini tutup mıĢıldamamağa dikkat ederek baktı. Bu beyaz omuzlarla sırt arasında siyah bir ben vardı. Bu kadın kimdi. Hafızasında ezberler gibi gördüğünü tekrarladı: «Beyaz tenli mavi dekolteli omuzu siyah benli kadın..» Peki bu erkek kimdi. Pijamayı bol ve hantal görmüĢtü. Bu iki kiĢi Ġngiliz miydi? Ama hangileri.. Ġçeri girenler fazla durmadan çıktılar, kapıyı kapattılar. Doğan Bey yüklük dolabından indi. Ceket, pantolon ve yelek ölünün yorganı üstüne atılmıĢtı. Bir an önce buradan çıkmak istiyordu. Oda kapısına kulağını koyup dıĢarıyı dinledi. Kimsenin olmadığına kanaat getirince çıktı. YavaĢ yavaĢ merdivenlerden indi. Ne yapacaktı. Cinayeti hemen haber vermeliydi. Fakat kendisinden

Ģüphelenirlerse.. DıĢarı çıkıp tek baĢına köye kaçmak istedi. Fakat salonun sonundaki masaya oturmuĢ Mösyö Cage kendisini görmüĢtü. O tarafa doğru yürüdü. — Bon jour Mösyö! dedi. Yanındaki sandalyeye oturdu. Fransız: : — Herkes zamanında kalksa da sizin köye erken gitsek, dedi. Rum garson çay ve kahvaltılık getirdi, masaya koydu. — Siz de içmez misiniz? diye soran Fransız Duyunu Umumiye memuru, garsona: Doğan Bey'e de çay getir, dedi. Doğan Bey Fransız'ın yüzünü dikkatle tetkik ediyordu. Halinde, hareketlerinde, konuĢmasında bir fevkaladelik göremiyordu. Bu katil olamazdı. Fransız ağzına attığı koca lokma ile ĢiĢmiĢ avurtlarını oynatarak: 74 BALKAN ACISI — Gözlerin kanlı, dedi: Hiç uyumadın mı Doğan Bey? Türk genci ilk defa yalan söylemek mecburiyetini hissetti: — Üç yıldır memleketimden uzaktım. Bütün gece akrabalarla dünden bugünden konuĢtuk. Size söz vermemiĢ olsam beni bırakmiyacaklardı. — Türk nüfusunun hıristiyanlardan fazla olduğunu iddia ettiğiniz Küçük Balkan'ı merak ediyorum, Vardar nehrinin doğusunda daha önce bulundum fakat Ġncekarasu çevresini bilmiyorum, diyen Fransız baĢını merdivenlere doğru çevirerek: ĠĢte Mr Smith de geliyor, dedi. Doğan Bey uzun kulaklı, uzun boylu Ġngiliz'e baktı. Sallanarak yürüyordu. «Asıl onun gözleri kan çanağı diyecekti» kendini tuttu. Hakikaten kendilerine selam bile vermeden kapı yanındaki masaya oturan koca kulaklı «Ġngiliz»in gözleri kıpkırmızıydı. Jackson Smith, Mrs Jacops'un gazeteci olarak tanıtılan muhafızlarından biriydi. Uzun kırmızı boynunu hindi gibi kaldırıp garsona birĢeyler söyledi. Mrs Jacops için de çay ve kahvaltılık getirmesini istiyordu. Daha garson masadan uzaklaĢmadan Mrs Jacops da merdivenlerden göründü. EndiĢeli nazarlarla salonu seyretti. Jackson ayrı masaya oturmakla iyi etmemiĢti. Doğru Mösyö Cage'-nin mamasına doğru yürüdü, uzun kulaklı Ġngiliz'e eliyle gel iĢareti yaptı. Mr Smith, sustalı bir köpek gibi masadan kalktı, kadının arkasından Mösyö Ca-ge'nin masasına geldi. Kadın: — Good Morning, dedi. Oturdu. Uzun kulaklı Ġngiliz de baĢını eğerek selam verdi. Garson yeni gelenlerin kahvaltılarını da masaya koydu. Diğer masalar da kahvaltıya inen müĢterilerle doldu. Mösyö Cage: BALKAN ACISI 75 — Nerde kaldı Miss Field'le Herr Berger? dedi, Doğan Bey'e baktı. Doğan Bey: — Bilmem! dedi. Ġngilizler konuĢmadan önlerindeki tabaklara bakıyorlardı. Doğan Bey Miss Fi-eld'i merak etmeğe baĢladı. Yoksa onu da mı öldürmüĢlerdi? Kalkıp, onu odasında aramaya niyetlenirken, onun merdivenlerden çocuksu bir delilikle kendisine doğru: «Yeah! Yeah!» diye bağırarak el salladığını gördü. DinlenmiĢ, daha da güzelleĢmiĢti. Bale yapan bir artist hafifliği ile masaya koĢarak geldi. Doğan Bey'in eline yapıĢtı: — Darling kuzum! Hasta mısın, yüzün solgun, dedi. Masadakileri umursamaz bir edayla Doğan Bey'in yanındaki sandalyeye oturdu. Delikanlının elini bırakmadı. Yanındaki Ġngilizlere sırnaĢarak: «Isn't Doogan wonderful?» deyip Doğan Bey'i öptü. Diğer masadaki tahkik komisyonu üyesi olduklarını söyliyen Avrupalılarla öteki Ġngiliz gazeteci yüksek sesle bir mesele hakkında münakaĢa ediyorlardı. Miss Field, Doğan Bey'in elini soğuk ve hissiz bulmuĢtu. Halbuki bütün gece onunla gezeceği günlük güneĢlik Balkan ormanlarını, Giimp'i düĢünmüĢtü: — My Adonis ! I do lova you! I do Love you! I love you! diye tekrarlayıp duruyordu. Yukarı kattan korkunç bir kadın çığlığı geldi. Kapıcı ve garsonlar koĢtu. Doğan Bey, sinirli bir Ģekilde Miss Field'in elini itti. Kızın gözlerine baktı. Ġngiliz kızının yosun yeĢili gözleri masumdu, olanlardan habersizdi. Mrs Jacops'a baktı. Kadının elindeki çay bardağı tit- 76 BALKAN ACISI riyordu. Mr. Smith obur bir Ģekilde, hiç bir Ģey ol-mamıĢ gibi ağzına kocaman lokmaları atıĢtırıyordu. Diğer Ġngiliz gazetecisi garsonların arkasından merdivenleri çıkıyordu. Mösyö Cage: — Ne var ne oldu acaba? dedi. Kimse cevap vermedi. Doğan Bey, gözleri ile katilin kim olduğunu çıkarmağa çalıĢıyordu. Katil bu Ġngilizlerden biri ama hangisi diye düĢündü. Mösyö Cage kalkmıĢ, merdivenden inen garsona doğru bağırıyordu: — Ne olmuĢ, ne var yukarda? — Herr Berger'i öldürmüĢler!

Mösyö Cage'nin yüzü tuhaf bir görünüĢe büründü. Miss Field «Olmaz! Olamaz!» diye söyleniyor; Mr. Simth'le Mrs Jacops kahvaitıiarıyie meĢgul görünüyorlardı. Doğan Bey salonu iyice gözleriyle taradı, masasındaki iki kadından baĢka gece mavi dekolte ile gezecek kimse yoktu. Katilin birisi kadındı. Ama Miss Field mi, yoksa Mrs Jacops mu? Koyun cebindeki mektuba, ölen «Alman»ın üstünden aldığı resme elini bastırdı. Bunlar kendisi için tehlikeli Ģeylerdi. Elini pantolon cebine soktu, otel odasından aldığı metal düğme parmaklarına soğuk soğuk değdi. Masasındakilerin elbiselerine, düğmelerine göz gezdirdi. Hepsi de dünkü giyimlerini değiĢtirmiĢlerdi. Katil Miss Field'in kompartmamnda-kilerden biriydi. Otel kapıcısı zaptiyeye haber vermeğe giderken, ölen Alman'ın tren arkadaĢlarından yalnız biri merak edip cesedi görmeğe çıkmıĢtı. O da Mösyö Cage'nin arkasından yukarı koĢan Mösyö Degug'di. BALKAN ACISI 77 * ** Goralzade Abdurrahman Ağa, konağın Selanik Körfezi'ne bakan aydınlık bir odasının pencere yanına oturmuĢ; pembe akasyaların üstünden sahili, yeĢil denizi seyrediyordu. Kızı sabah kahvesini bırakmıĢ, bahçeye çıkmıĢtı. Minderde oturan karısı Lâlezar Hanım: — Kız büyüdü, dedi; yaĢı geçiyor, evde kaldı diyecekler, ne zaman gelecek Avrupa'dan senin Ģu serseri yeğenin? — Hanım telaĢ etmeğe lüzum yok, yazdım, bir hafta içinde gelecek. Sonra o benim sadece yeğenim değil, kızımın niĢanlısı, diyen Goralzade, kahvesini höpürdetti, sigarasını uzun çubuğuna yerleĢtirip yaktı. Karısı: — Sigara fosurdatmaktan baĢka iĢ bilmezsin, diye çıkıĢtı: Balkan'daki çiftliği bırakıp ticaret diye buraya geldin. Dönme, Rum Ģehrinde çakıldın kaldın. — Hanım güzel konuĢ! Tersinden mi kalktın gene.. Bura Türk Ģehri. Büyük yerde her milletten insan olur. — Ben onu bunu bilmem Abdurrahman' Ağa! Küçük Balkan'daki köyümüze veya çiftliğimize dönelim derim. Burda daha çok kalacak olursak kızım, Leylâm verem olacak sıkıntıdan. Goralzade «lahavle» çekip: — Bir Doğan Bey gelsin bakalım düĢünürüz hanım! derken aĢağıdan konak kapısının tunç tokmağının sesi duyuldu. — Kim acaba böyle deli deli kapıyı çalan? diyerek Lâlezar Hanım salona çıktı. Merdiven tırabzanına tutunup aĢağı baktı. 78 BALKAN ACISI — Celil! Celil Efendi! Kim o? diye seslendi. Aralıktan eğildi baktı. Hizmetkâr bir zaptiye memuru ile konuĢuyordu. «Hayırdır inĢallah» dedi, Doğan Bey gitti gideli, «Jöntürk, möntürk» diye rahatsız edenlerden kurtulmuĢtu. Bu neyin nesiydi. Yoksa kocası da mı baĢlamıĢtı nizam düĢmanlığına. Bura Selanik'ti. Meleği Ģeytan yaparlar, müslümanı hı-ristiyan ederlerdi. Doğan Bey de öksüz kalıp, köyden yanlarına geldikten sonra dinsizlesmiĢti. Hizmetkâr, solgun bir yüzle, telaĢ içinde merdivenleri tırmandı. Hanıma birĢey demeden yürüdü. Kaygılıydı. Gece keĢke ağa'ya haber verseydi. Bu baĢına gelmezdi. Ceiil Efendi içeri girdi. Lâlezar Hanım da arkasından kapıya dikildi, merakla: — Hadi artık anlatsana ne var? diyordu. Ġhtiyar hizmetkâr hırıltılı hırıltılı soluyarak: — Ağam! Doğan Bey'i.. deyip arkasını getirmeyince Goralzade kızarak: — Söyle Celil Efendi! Ne olmuĢ yeğenime? dedi. — Doğan Bey'i zaptiyeler nezarete atmıĢ.. — Hadi bre! diyen Goralzade divandan kalktı, hizmetkârın karĢısına dikildi: Sen delirdin mi be adam! Doğan Bey Londra'da. — GelmiĢ efendim! GelmiĢ! diyerek Celil Efendi suçu kendisi iĢlemiĢ gibi korka korka: Splandit Otelinde cinayet iĢlenmiĢ, diye devam etti: Doğan Bey de ordaymiĢ. ġ imdi hapsetmiĢler. Zaptiye serkomiseri Goralzade'nin çok samimi arkadaĢıydı. Doğan Bey'i de suç zanlıları arasında görünce, ĢaĢırmıĢ hemen dayısına haber göndermiĢti. Goralzade'ye kızmıĢtı. Daha dün mağazasının önüne oturmuĢlar, tavla oynamıĢlardı. Abdurrahman BALKAN ACISI 79 Ağa yeğeninin niçin Avrupa'dan döndüğünü kendi-sjne haber vermemiĢti. Goralzade paytonunu hazırlattığı gibi, hızla karakola sürdürdü. Arabadan iner inmez memurlar Abdurrahman Ağa'yı baĢkomiserin yanına götürdüler. Odada tanımadığı, foterli iki kiĢi daha vardı. Abdurrahman Ağa'yı görünce ayağa kalkan baĢkomi-ser: — Buyur Ağa! HoĢgeldin, dedi, sana Ġngiliz ve Fransız Konsoloslarını tanıtayım. Tüccarsın iĢine yararlar belki.

Goralzade, konsolosların ellerini sıktı. Lisan bilmediği için hatırlarını soramadı. Zaten endiĢe içindeydi: — Hayırdır inĢallah komser bey?! dedi. Tavla arkadaĢının yüzüne baktı. — Abdurrahman Ağa! dedi. Komiser, sakin sakin konuĢuyordu: Dün dört Ġngiliz, bir Fransız ve bir Alman'la senin yeğen Splandit Oteline inmiĢ. Avrupalıları otele bırakıp gitmiĢ. Fakat Rum kapıcının anlattığına göre sabahleyin erkenden gelip, Almanla konuĢmak istemiĢ. O da yukarıya bırakmıĢ. Son defa, ölen Alman'ın yanına çıkan oymuĢ. Kimin katil olduğu belli değil, bütün Ģüpheler sizinkinin üzerinde. Görgü Ģahidi ve delil yok. Yalnız Mrs Jacops adlı bir Ġngiliz, sevdiği Penise'i kıskandığı için Doğan Bey'in öldürmüĢ olacağını, iddia ediyor. Diğer iki Ġngiliz gazeteci de aĢağı yukarı aynı Ģeyi söylediler. Konsoloslar araya girdiğine göre Ģimdi Avrupalıların hepsini bırakmak mecburiyetindeyim. Tahkikat devam edecek. Goralzade: — Aman Komser Bey! Doğan'ı küçükten beri tanırsın, dedi; o bir karıncayı bile öldüremez katil 80 BALKAN ACISI vallahi de billahi de o değil. Ne olur onu da kef». letle bırak. — Bak Abdurrahman Ağa! dedi BaĢkomiser; Ben de aynı Ģeyi düĢünüyorum yalnız, rica ediyorum bu çocuğu bir zapt ü rabta al. Onun Jöntürklüğün-den az baĢın ağrımadı. Konsoloslar tebalarınm bırakılacağını anlayınca. Kalktılar. TeĢekkür edip gittiler. BaĢkomiser, Goralzade ile yalnız kalınca: — Bak dostum! dedi, katil bu Avrupalılardan biri. ġ imdi Doğan Bey'i bırakınca onlardan ayırmamağa çalıĢalım. Beraber gitsinler. — Nereye gidecekler komser Bey. Daha ben yeğenimi görmedim. Yengesi, niĢanlısı bekler! diyen Goralzade yarı Ģaka devam etti: Ben yeğeni Londra'ya iktisat tahsiline gönderdim, dedektifliğe değil, katili bulmak sizin vazifeniz arkadaĢ. — Sen Ģimdi beni dinle, dedi baĢkomser; Avrupalılar Urumeli'ndeki Rum köylerini mi gezmek isterlermiĢ ne! Yeğenini bırak onlarla Kozana'ya gitsin. FrenkmeĢrepliği olmasa akıllı ve iyi çocuk. * ** Nezarethaneden gün ıĢığına çıkar çıkmaz Miss Field sevinçle Doğan Bey'in boynuna atıldı. Diğerleri Türkiye'ye ayak basar basmaz hürriyetlerin tahdit edildiğini söyliyerek Türk idaresi hakkında ileri geri konuĢuyorlardı. Mrs Jacops: — Ne acaip millet bunlar, dedi Doğan Bey'in yüzüne düĢmanca baktı: Yunan Ġhtilal yapar bizden bulurlar, Rusya Bulgaristan'a girer, bizden bulurlar, atelde bir adam öldürülür gene biz Ġngilizleri suçlarlar. BALKAN ACISI 81 Doğan Bey, cevap vermek için: «Mrs Jacops! l^jrs Jacops» dedi, fakat koluna girmiĢ olan Deni-se yavaĢça: «Vazgeç, deli o deli, cevap vermeğe değmez» dedi. Hep birlikte kafaları önde nezarethanenin bahçesinden kapıya doğru ilerliyorlardı. Mösyö Cage çok sakindi. Ġki Ġngiliz gazeteci bu kadar kolay bırakıldıklarına ĢaĢırmıĢlardı. Konsoloslarının Osmanlılar üzerindeki müessiriyetine seviniyorlardı. Doğan Bey, Zaptiye konağının merdivenlerinden inen, fesli, iri yarı adamın dayısı olduğunu farketti. Omuzları biraz daha çökmüĢtü. Yürürken sağ elindeki bastona doğru ağırlığını veriyordu. BaĢını «Sen neler yaptın» gibilerden iki tarafa sallı-yarak Doğan Bey'e bakıyordu. Doğan Bey, Miss Fi-eld'in yanından suç iĢlemiĢ çocuk gibi uzaklaĢtı. Da-yısıyla sarmaĢtı. Goralzade'nin beyaz sakallan ıslanmıĢtı. Ağlıyordu. Yeğeni tekrar tekrar ellerini öptü. — Affet dayı affet, dedi. Dayısı kırgın ve cılız bir sesle: — Ne zaman geldin? dedi. — Dün Dayı.. — Bre oğlum ben seni Ģu hallere düĢesin diye mi okuttum. Ah ah yeğen... deyip Doğan Bey'e ĢaĢkın ĢaĢkın bakarak devam etti: Aa bak senin fesin de yok.. Jöntürklüğü geçmiĢ Jönfrenk olmuĢsun.. Bu son olsun.. BaĢkomiser seni bir Ģartla bıraktı.. O da katili bulman.. Yoksa tekrar hapse atar. Dikkatli ol oğul.. On onbeĢ metre önlerinden giden Avrupalıları göstererek: — Dikkatli ol katil bunlardan biriymiĢ.. BaĢkomiser öyle dedi. Altı kiĢiden biriymiĢ.. 82 BALKAN ACISI Doğan Bey, yere baka baka yürüyordu, baĢım kaldırdı. Çiçek tarhlarını geçip kapıya yaklaĢan Avrupalılara baktı. Bunlar ölen «Alman»ın kompartman arkadaĢlarıydı. Mrs Jacops, Mösyö Cage, Mr Simith, Mr Church.. Miss Field yoktu aralarında.. Doğan Bey ĢaĢkın ĢaĢkın etrafına bakındı. Dayısını görünce gü. zel Ġngiliz kızını unutmuĢtu.. Geri döndü baktı, iki üç adım arkalarında DeniĢe Field'in kendilerini takip ettiğini gördü. Yabancı kızla göz göze gelince birbirlerine gülümsediklerini farkeden Goralzade:

— Bu da kim? diye sinirle sordu: Bu da mı onlardan, belki katil o, böyle kâfirlere yaklaĢırsan baĢını belaya sokmaz mı? Ahh yeğen ah!. Rahmetlli annenin hatırı olmasa ben seni çekmezdim. Kıçına bir tekme vurup çoktan atmıĢtım. Goralzade durdu, bastonuna iki eliyle yaslandı. — Bak yeğenim, ben seni niye okuttum, niçin Avrupalara gönderdim? dedi, gözlerini Doğan Bey'in gözlerine dikti: Sen lisan öğren, Selanik'teki ticaret iĢimizi daha iyi yürüt diye.. Bak ben ihtiyarladım. Mağazaları, depoları sana devredeceğim.. Ben Selanik'teki Yahudilerle, dönmelerle baĢ edemez oldum. Gücüm kuvvetim yetmiyor.. Sen.. Doğan Bey dayısının -sözünü kesti. — Dayı sen bana onbeĢ gün izin ver, dedi; kendimi temize çıkarayım, Ģu «Alman»ın katilini yakalayayım. Türkçe anlamıyan Miss Field, bön bön bakarak Goralzade'yi tetkik ediyordu. Bu adam Doğan Bey'in ihtiyarlamıĢ haliydi. GüneĢ yanığı bakır tenli yüzünde hâlâ sevimli bir esmerllik vardı. Dik kemerli burnu onun da yeğeni gibi inat olduğunu gösteriyordu. KonuĢtukça kalın dudakları arasından görünen beyaz diĢleri halâ sağlamdı. Beyaz sakallan kravatsız göm- BALKAN ACISI 83 ıeğinin üstünden yelek düğmelerine kadar uzanıyordu. Miss Field onu bu haliyle Zeus diye Olimp'e oturtuyor, yanında heykel gibi duran Doğan Bey'i Eros olarak hayal etmekten zevk alıyordu. DeniĢe Field'i kap' yanındaki arkadaĢları Ġngilizce olarak çağırınca, o da Doğan Bey'e: — Haydi gitmiyor muyuz Doogan! dedi. Doğan Bey çekine çekine dayısının yüzüne baktı: — Müsaadenizle dayı ben bunlardan ayrılmayayım, dedi; Küçükbalkan köylerini gezdireceğim, inĢallah katili de tesbit ederim. Konağa uğrayamadi-ğım için Yengem affetsin. Doğan Bey'in dilinin ucuna «Leylâ»nm ismi gelmiĢ, fakat ona selâm söyliyememiĢti. UtanmıĢtı. — Nerede kalacaklar bu kâfirler, dedi Goralzade; ne zaman memleketlerine dönecekler? Sakın bunlara kapılma.. Dikkatli ol. Belki seni de öldürürler. Ne zaman yola çıkıyorlar? — Hemen bu gün, oteldeki iki «tahkik komisyonu» azası Avrupalıyı alıp gideceğiz. — Ne tahkiki bire? diye Goralzade gürledi: Neyi tahkik komisyonu? — Sözde bizim Türkler, Rumları öldürüyormuĢ, Avrupa'da Osmanlı topraklarında mal ve can emniyetinin kalmadığı Ģayi imiĢ, dedi Doğan Bey. Dayısı sinirlenmiĢ bastonunu yere vurarak konuĢuyordu: — Sultan böyle Ģeye müsaade etmez. Hakları yok alel selâm topraklarımızda gezmeğe. — Dayı sen merak etme, zararları olmaz, görsünler ne var ne yok? Rum yaygaraları haklı mı haksız mı? En iyisi kendi gözleri ile görsünler. Paytona yaklaĢmıĢlardı. Celil Efendi Doğan Bey'in <Ğ>T~. •¦-• 84 BALKAN ACISI nezaretten kurtulduğuna sevinmiĢ arabanın üstünden el sallıyordu. Gorâlzade: — Hadi Allah'a emanet ol oğul! Çabuk dön, de. di paytona bindi. Mrs Jacops, köylere uğramadan doğrudan Ko. zana'ya gitmek istiyordu. Koltuğunun altındaki büyük el çantasını her gittiği yere götürmekten usanmamıĢ, ti. Doğan Bey'in gözünden bu çantayı yanındaki Ġngj. liz'lere bile emanet etmekten sakındığı kaçmadı. Ne vardı bu çantada.. Ölen Alman Ģüphelenmekte hak-lıydı, ya para ya silâh.. Akla yakın olanı altındı.. Mektup hâlâ cebindeydi.. Kimseye açmağa cesaret edememiĢti.. Tekrar okumaya da vakit bulamamıĢtı. Doğan Bey elini koyun cebine attı, mektubu, ölen Al-man'ın aile resimlerini ve öldüğü odada bulduğu metal düğmeyi yokladı. Kendisini suç isnadından kurtaracak delil sadece düğmeydi. Doğan Bey'in üzerindeki Ģüpheci ve huzursuz hal Mrs Jacops'u endiĢelendiriyordu. Doğan Bey'den kurtulmak için konuĢtu: — Biz doğru Kozana'ya gideceğiz, Türk köylerine uğramam.. Sonra Miss Field'e döndü: Seni Vic-torya garında annen bana emanet etti, dedi, tezyif edici bir tavırla Doğan Bey'i çenesiyle iĢaret ederek: Bırak artık Ģu Türkü.. Sen niĢanlının yanına, Atina'ya gitmiyecek misin? Miss Field, kendisine çocuk muamelesi yapan bu kadına kızmıĢtı. Trende bile herĢeyine karıĢmıĢtı. Belli ki bu yakıĢıklı Türk erkeğini kıskanıyordu. — Sen de bırak artık Ģu Rumeli'ni de Ġstanbul'a kocanın yanına dön, dedi. Bu sırada Rum arabacılar. Kozana'ya ancak Muratlı Küçükmatlı yolu üzerinden gidilebileceğini söylediler. Ġki payton kiralanmıĢtı. Bavullar yerleĢtiril- BALKAN ACISI 85 jjKten sonra arabalar Selanik'in parke taĢlarında arSılarak Vardar Köprüsü'ne doğru hareket etti. Doğan Bey Miss Field, Mrs Jacops ve iki Ġngiliz cazetecisi ile birlikteydi. Arkadaki paytonda ise iki Duyunu Umumiyeci ile iki de kendilerini tahkikat komisyonu üyesi diye tanıtan Avrupalılar vardı.

Çift atların çektiği yaylı paytonlar yarım saat içinde Vardar Köprüsü'ne ulaĢtılar. Paytonun deri körüğüne baĢını dayayan DeniĢe, Doğan Bey'e Ġl-yada ve Odisse'yi anlatıyordu. Doğan Bey kızın eli üzerinde dolanan ince parmaklarını hissediyor, fakat heykel gibi hareketsiz bir Ģekilde Herr Berger'in katilinin kim olduğunu düĢünüyordu. Avrupalıların hepsi de elbiselerini değiĢtirmiĢlerdi. Hiç birinin üzerinde metal düğme yoktu. Hafızasını yokluyor trende hangisinin metal düğmeli bir elbise ile dolaĢtığını çıkaramıyordu. Miss Field hariç diğer yol arkadaĢları onun paytondaki varlığından rahatsızdı. Mrs Jacops'un kanlı, çipil gözleri, diz dize oturan Ġngiliz kızıyla Türk erkeğine tiksinerek bakıyordu. Doğan Bey bu çirkin kadının düzgün beyaz omuzlarının, siyah bir ben taĢıyan mütenasip bir sırtının bulanacağını hayalinden bile geçiremezdi. Katilin suç ortağı bu olamazdı. Yüzü kırıĢ kırıĢtı, vaktinden önce ihtiyarlamıĢ bir kadın hali vardı. Ama Ģimdi kendisine AĢil'den bahseden Miss Field taze ve beyaz bir tene sahipti. Katil, hoĢlandığı Ġngiliz kızıydı veya katilin suç ortağı Miss Field'di. Bir kedi mu-nisliğiyle Doğa nBey'e yaklaĢmıĢ kıza Mrs Jacops da kötü gözlerle bakıyordu. Doğan Bey bu düĢünceyle birden bire kızın elini, kolunun üzerinden attı. Ondan çekildi, yanındaki Ġngiliz erkeğine doğru gitti. Bu beklenmedik sinirli hareket Miss Field'i ĢaĢırttı. Doğan Bey'in gözlerinde «AĢil»in öfkesini 86 BALKAN ACISI gördü. Ġlyada'yı anlatmaktan vazgeçti. Küskün bir sesle: — Demek bütün Makedonyalılar böyle, dedi' Ġskender gibi inat, haĢin ve yakıĢıklı, dedi. Doğan Bey susuyordu. Mrs Jacops alaylı alay. lı: — Miss senin «spleen»in gittikçe arttı, dedi; Balkan havası seni melankolik yaptı. Paytona bindiğinden beri konuĢmayan (V|r Churc gülerek: — Balkan değil Yunan havası çarpar Miss Fi-eld'i, dedi. Koca kulaklı Ġngilizle, Doğan Bey pencereden dıĢarı bakıyorlardı. Payton Vardar Nehri boyunca aĢağı inen yola kıvrıldı. Kahverengi tepeleri arkada bırakıp Ġnce Karasu Vadisine girdi. Ġngilizler yemyeĢil Edil Ovası'nı, boy boy ekinleri göstererek manzaranın güzelliğinden bahsediyorlardı. Mr Church: — Burada Rum köyleri yok mu? diye sordu. Doğan Bay: — Küçükbalkan'da köylerin çoğu Türk'tür, dedi; bir kaç dağ köyü Rumların.. Kozana, Selanik gibi Ģehirlerde Rum'lar çoktur. Zaten Teselya'yı, Epir'i geçene kadar Türkler ve rnüslümanlar ekseriyettedir. Hiç bir Avrupalı Rum propagandası ile ayyuka çıkarılan Türk zulmünü burda bulamaz. Arkadaki pay- i tondaki dostlarınız korkarım elleri boĢ dönecek.. Mrs \lacops konuyu değiĢtirdi: — Herhalde acıktınız, dedi. Fileden aldığı bir paketi açıp peksimet atıĢtırmağa baĢladı. Doğan Bey: — Bir saat sonra Muratlı'ya geleceğiz, dedi; Ebe Teyzem'in köyü, öğle yemeğini orada yeriz. Mrs Jacops, sarı diĢlerini göstererek elindeki peksimeti ısırdı: BALKAN ACISI 87 — Heh! dedi, Türk yemeği mi, midemi bozar. Mr Simith de kese kâğıdından bir elma çıkardı. Sarı kırmızı renkli bu elmalar Küçükbalkan'a has tav-sanbaĢ elmasıydı. Koca kulaklarını oynatarak çenesini açtı. Elma kuzu baĢı kadar vardı. Isırarak yiye-miyeceğini anlayınca cebinden sedef saplı bıçağını çıkardı. Doğan Bey yerinden Mr Smith'e doğru eğildi. Bu bıçak trende uzun kulaklı Ġngiliz'in «Alman»a baka baka ucundaki zinciri salladığı bıçaktı. Bıçağın sapında iki metal kın yuvası arasında Doğan küçük bir kan pıhtısını farketti. Heyecanla irkildi. Miss Field Doğan Bey'in birden titriyerek irkilmesinden korktu: — Ne var Doğan? dedi. Delikanlının gözleri bıçaktaydı. — Yok birĢey, dedi. Mr Smith meyveyi yerken uzun kulakları aĢağı yukarı oynuyordu. Elmayı et keser gibi sert bir hareketle parçalıyor, sonra obur obur ağzına atıyordu. Ġngiliz'in bu hareketleri esnasında Doğan Bey bıçağı daha iyi tetkik etmiĢti. Yanılmıyordu küçük bir kan pıhtısı bıçağın kın yuvasının metalleri arasına sıkıĢmıĢtı. Mrs Jacops «Türk»ün dikkatli dikkatli bıçağa baktığını görmüĢtü. Muhafızını azarlar gibi: — Miss Field'in bıçağını ver Jackson, dedi. Jackson hatasını anlamıĢtı. Bıçağı Miss Field'e uzattı. Ġngiliz kızı: — Ne münasebet, bu benim değil, dedi. Ġnsana gülerler. Hanımlar bıçak taĢır mı? Bıçak oniki santim boyunda ve çok keskin görünüyordu, çeliği pırıl pırıldı. Mrs Jacops aldı koltuğunun altındaki kara çantaya attı. Bıçak düĢer düĢmez metalsi bir ses çıkardı. Doğan Bey para Ģıkırtısını andıran bu ses üzerine içinden: «Demek al- 88 BALKAN ACĠSĠ tın var bu koca el çantasında» dedi. «Alman haklıymıĢ bu kadından Ģüphelenmekte.» /" Bunlar Bulgar ve Rum komitacılarına para ve silâh getiren kuryeler.. Bıçağa Miss Field niçin sa- hip çıkmamıĢtı. Onun değil miydi? ġ imdi soramı- yordu. Bir kadın cebine sığamiyacak kadar büyük bıçağı kadınlar taĢır mıydı?

Ġngiltere'de tırnak kesip, törpülemek için parmak kadar iki taraflı zarif çakılar görmüĢtü. Ama bu bıçak «Alman»ın boğazı-nı, göğsünü parçalayan bıçaktı. Ama katil kimdi. Kendisini bütün direnmesine rağmen tesiri altına alan kız mıydı? Miss Field miydi katil? Payton etrafı çamlık bir yamaca tırmanıyordu. Mr Church uyukluyor, arabanın her sarsılıĢında iki yana gidip geliyordu. Miss Field Doğan Bey'in üstündeki durgunluğu, soğukluğu arttırabilmek için tekrar ellerini avucuna aldı. Kızın yanakları kızarmıĢtı. Miss Field nerdeyse deli olacaktı, teni tenine değen bu Türk erkeğini uyaramamıĢ, kamçılıyamamıĢ-tı. Ne yapmalıydı. Delikanlıyı çimdikledi. Doğan «Asil» gibi baktı, kahverengi gözleri Ģark kahvesi gibi kızın içini yaktı. Gözleri gözlerindeydi. Ġngiliz kız ihtirasla yanarken. Doğan Bey baĢka düĢünceler içindeydi. Dalgın dalgın Miss Field'in yosun yeĢili gözlerine bakıyordu. Sabahleyin «Alman»ın odasına gelen mavi dekolteli kız bu muydu? Budak deliğinden gördüğü beyaz omuzları Denise'in pembe yanakları ile mukayese ediyordu. Omuzlarıyla sırtı arasında siyah bir ben var mıydı? Doğan Bey hemen Ģimdi kızı soyup sırtına, omuzlarına bakmak, beni bulmak, «sen katilsin» diye haykırmak istiyordu. Doğan Bey kaçtıkça, soğuk durdukça Ġngiliz kızında bu «hayallerinin erkeği»ni fethetme arzusu BALKAN ACISI 89 artıyordu. DeniĢe Field, Türk erkeğine sırnaĢarak yaklaĢtıkça karĢısındaki Ġngiliz erkekleri sinirleniyor, kıza: «aĢkına cevap vermeyen erkeğe ne yal-varıyorsun» der gibi hakir gören, ayıplayan gözlerle bakıyorlardı. Fakat Miss Field ayaklar altına aldığı kızlık gururunu da, tren arkadaĢları yanındaki prestijini de kurtaracaktı. Kendini Truvalı Helen gibi görüyordu. Erkeğine karĢı diĢiliğinin bütün silâhlarını kullanarak taarruza geçecekti. Araba ileri geri sarsıldıkça Miss Field Doğan Bey'e doğru yaslandı. Pencereye doğru uzattığı elini çekti, parmaklarını delikanlının ensesindeki kıvırcık saçları ok-Ģuyarak kulaklarına kadar uzattı.. MrsJacops: — On günlük tren yolculuğundan sonra, hiç dinlenmeden araba ile yola çıkmak aptallık! dedi. Doğan Bey: — Az kaldı Mrs! az kaldı, dedi; Muratlı'ya yaklaĢıyoruz. ġu tepeyi aĢınca Faranga Deresi baĢlar. KarĢıdaki dağ sırtına kurulmuĢ köy Ġzladi, Rum köyü. Ama yolu sarp araba çıkmaz, dağlık hep.. Doğan Bey'i Küçük Balkan'ın güzel manzarala-rıyla canlanan çocukluk günlerinin hatıraları düĢünceden ve «katil bulma» merakından sıyırdı. Ġnce Karasu Irmağı'na kavuĢmak için çağlıyarak kayalar arasından akan derelere, ağaçlarını kıracak gibi dallarına yapıĢmıĢ kırmızı elmalara bakarken sabahleyin bir Alman'i ölü bulduğunu unutmuĢtu. Muratlıda teyzelerinin, yeğenlerinin yanında biraz oturup sonra kendi köyü Küçükmatlı'ya geçeceklerdi. Kü-recekti. Annesini babasını kaybedeli yıllar olmuĢtu, fakat onların hatıraları köyündeydi, köylülerin-çükken at sürdüğü Pelit tepesini, Ardıç dağını gö-deydi. Hâlâ çobanlık, çiftçilik yapan arkadaĢlarına 90 BALKAN ACISI i kavuĢacak, onlarla ĢakalaĢacaktı. 8u hayalle gözleri güldü. Miss Field Doğan Bey'deki bu ani değiĢik, ligin sebebini anlıyamadı. ġ imdi sıcak bir tebessüm içinde köylerindeki buz gibi sulardan, enfes armut-lardan bahsediyordu. Bu sırada DeniĢe, delikanlının kıvırcık saçlarını beĢ parmağını tarak gibi yaparak bastırarak okĢuyordu. Kızın tırnaklarının canını acıttığını hisseden Doğan Bey seslenmeden mağaralar görünen Faranga Deresi'ne bakıyordu. Birden atlar kiĢneyip, huysuzlaĢmaya baĢladı. Doğan Bey kalkıp öndeki pencereyi açtı. Rum arabacıya: —• Ne oldu, ne var? diye sordu. Arabacı: — Bilmiyorum, dedi; bir duman, bir ateĢ yükseliyor dereden, Faranga deresinden.. Doğan Bey'in içinde bir huzursuzluk peyda oldu. Bu Faranga Deresi uğursuzdu. Paytondakiler gözlerini pencereye dayadılar. Dere içinde dört beĢ araba yanıyordu. Bütün Avrupalılar Osmanlı Hükümetini suçlamak için aradıkları fırsatı bulmuĢ gibi sevinçle pencereden bakıyorlardı. Mr Smith: — ĠĢte bakın posta arabaları nasıl soyulup yakılıyor, dehĢetli bir manzara, dedi. —¦ Zavallı yolcular! Zavallı Rumlar! Doğan Bey'in tüyleri diken diken oldu. Bu de-eye en yakın köy Muratlı'ydı. Ebe Teyzesinin köyüydü. Arabalar dereye girdi. Yanık insan eti kokusu her yeri kaplamıĢtı. Doğan Bey paytondan atlayıp yanan arabalara doğru koĢtu. Ġki arabanın arasında bir ihtiyar, kafası kesilmiĢ, baĢ ucuna bırakılmıĢ kanlar içinde yatıyordu. Arabanın içine baktı ,hiç birĢey dumandan, ateĢten görünmüyordu. Ġlerde ters dönmüĢ arabayı hep beraber çevirdiler. Altın- BALKAN ACISI 91 dan elleri yüzleri yanmıĢ, elbiseleri kavrulmuĢ üç çocukla bir kadın çıkardılar. BeĢ arabada bir canlı kalmamıĢtı. Çocuklar, kadınlar mavzerle öldürülmüĢ sonra yakılmıĢtı. Miss Field: — VahĢet bu, vahĢet bu, diye bağırıyordu. Ġkinci paytondaki Mösyö Cage yanındaki tahkik üyesine:

— Bu bir katliam, Türklerin yaptığı bir katliam, diyordu. Mrs Jacops ellerini bellerine koyup hazin görünüĢü seyreden Rum arabacılara yaklaĢmıĢ: — Çok vahĢi bu katiller, çok vahĢi, diyerek onları konuĢturmak istiyordu. Rumlar susuyordu. Kim-^ di bu zavallılar, önce mavzerle öldürülüp yakılanlar."^ Doğan Bey üzüntü ile kulağının dibindeki hakaretlere cevap veremiyordu. . — VahĢi Türk'ler! Katil Türk'ler, diyorlardı. Türk ölüye iĢkence yapmazdı, kulaklarını burun- ^ larını kesmezdi. Doğan Bey Avrupalıların arasından fırladı, koĢtu. Bir erkek çocuğu cesedi aldı geldi. Miss Field «çıldırdı herhalde Doğan» diye düĢünüyordu. Doğan Bey ağlar gibi bir sesle: —¦ Biz zalim değiliz. Biz katil değiliz! Rum'lar katil! Rum'lar katil! bakın! diyor, bir taraftan da cesedin yanmıĢ pantolonunu çıkarıyordu. —• Bakın bakın! Bu erkek çocuğu sünnetli, müs-lüman sünnetli olur.. Türk bu zavallı ölüler, Türk.. Katilleri de Rum'lar.. Rum eĢkiyaları.. Ey Avrupalılar bakın görün.. Tahkik üyeleri bakın tesbit edin öldürülenler kim. Siz Ġngiliz gazetecileri, Urumeli'nde eĢkiyalığın, katilliğin Rum'lar tarafından yapıldığına daha inanmıyor musunuz? Doğan Bey ağzı köpürerek konuĢuyordu. Miss 92 BALKAN ACISI Field onu cesetlerden uzaklaĢtırmak için yaklaĢtı. Onu itti. Doğan Beyi'n Ģimdi kalb paralayıcı ağlar gibi bir gülüĢü vardı. Miss Field dumanları, ölüleri, alevleri görmüyordu. Aradığını bulmuĢtu. Mesuttu. Doğan Bey'e bakıyordu Sevdiği erkek Ģimdi ağlamaklı gülüĢüyle «Andromakhe»nin gözleriyle bakıyordu. Fakat bu bakıĢlar Miss Field'i suçluyordu. Doğan Bey: — Haydi binin binin, dedi. Paytona koĢtu, arabacının oturduğu ön tarafa çıktı. Atları kamçıladı. Çılgınca bağırıyordu: -^^ Muratlılı Türkler bunlar, Teyzemlerin köyünden, Muratlı'da ne oldu.. Arabayı deli'gibi sürüyordu. Atları kamçıladık-/ça Miss Field'in gözleri büyüyordu. Payton Faranga Deresi'ndeki dar boğazdan yukarı tırmandı. Tepeyi aĢınca Muratlı köyü görünecekti. Annesinin köyüydü burası. Teyzeleri vardı Muratlı'da.. Meraktan kalbi çatlıyacak gibiydi. Rum eĢkiyaları Muratlı'yı da mı yakmıĢtı? Gece yarısı çiftliklerinin yakılıĢı. Kırımızı alev dilleri arasında kâhyanın kendisini çekip aldığını hatırladı. Konakları yerle bir olurken annesi babası cayır cayır yanmıĢtı. Atlara delice kamçı sallıyordu. Miss Field'in kollarına pazularına sarıldığından haberi yoktu. Atlar bayırı çıkınca yeĢil çam ağaçlarının üstünden koyu bir duman bulutu gördü. Atlara kamçısını daha hızlı vurmağa baĢladı. Muratlı ateĢler içindeydi. Muratlı yanıyordu. Atlar paytonu sürüklüyor, uçuruyordu. Bütün evler yanmıĢtı. Çoğu yıkılmıĢ kalas ve direklerden ibaret iskeletler hâlâ tütüyordu. Cami minaresi devrilmiĢti. Bir zelzele köyü bu kadar ha- yrab edemezdi. Doğan Bey paytonu AyĢe Teyzesinin konağına doğru sürdü. Koca konak çökmüĢ yerle bir BALKAN ACĠSĠ 93 olmuĢtu. Avluyu geçti, çiçekliği çiğneyip taĢlığa koĢturdu. Konağın kapısı, penceresi belli değildi. Hâlâ çatırdayarak yanan ağaç sütunlara doğru: —¦ Teyze! AyĢe Teyze! d!ye bağırdı. Arka bahçeye koĢtu. Hizmetkârların kaldığı eve doğruldu. Ahırın yanındaki taĢ bina hâlâ ayaktaydı. Burda Apo Lala kalırdı. Samanlığın direkleri önüne yıkılmıĢ kapısını kapatmıĢtı. Direkleri çekti. Üst tarafı yanan kapıyı zorladı. Kapı içeri yanarak yıkıldı. Ġçeri baktı. Alevden girilmiyordu. Geri döndü. Bahçenin so-nundaki küçük kulübeye doğru koĢtu. Bağ ve bahçe aletlerinin saklandığı bu kulübeyi yakmamalarına ĢaĢırmıĢtı. Kapıya kulağını koydu. Ġçerde hiç bir ses yoktu. Ġtti, kapı açılmadı. Arkadan sürgülüydü. Tekmeledi. Açılmadı. Ġçerden iniltiler iĢitti. Bu sırada Ġngilizler de gelmiĢti. Kapıyı kırıp içeri girdi-ler. Siyahi bir hizmetkâr hasıra uzanmıĢ kanlar için-^\ de yatıyor, derin derin inliyordu. Doğan Bey hizmet- « kârın baĢını hasırdan kaldırdı. j — Apo Lala! Apo Lala! Ne oldu söyle? Zenci gözlerini zorla açtı. Baktı. Baktı: — Doğan Bey, Doğan Bey! dedi, eliyle küfelı rin arkasını gösterdi. Zencinin sararmıĢ göz akla büyüdü, konuĢmak istiyordu. Kendini zorladı: — Rum eĢkiyalar, Rum'lar sabahleyin, herkes uyurken.. Silâh sesleriyle kulübeden çıkıp konağa koĢtum. Her yer yanıyordu. Nah orda, Mecide'yi aldım odasından.. Kaçarken vurdular.. Doğan Bey Apo Lala'nın gösterdiği küfelerin arkasına baktı. Üç yaĢındaki bir kız çocuğu uyuyordu. Tekrar zenci hizmetkârın yanına geldi. — Kimse kurtulmadı mı Lala? Kimse kurtulm di mı? 94 BALKAN ACISI

Bu sırada Mrs Jacops zencinin yarasına bakı-yordu. — Çok kan kaybetmiĢ, dedi. Zenci Doğan Bey'e bir Ģeyler söylemek içjn kendini zorladı, gözlerini açtı, ağzını açtı, birden sarsılarak baĢını hasıra koydu. Gözleri kapandı. Doğan Bey zencinin ellerini avucuna almıĢ soruyordu: — Ebe Teyzem, Ebe Teyzemin çocukları nerde? Doğan Bey zencinin baĢına oturmuĢ ağlıyarak konuĢuyordu: — Lala! Apo Lala senden ne istedi bu palikaryalar. Bizden, çoluktan çocuktan ne istediler. Ġngilizler Doğan Bey'in elinden tutup çekmek istediler. Silkindi. Ayağa kalktı. Tahkikat üyelerine döndü: — Gidin, defolun gidin! Sizin kör gözleriniz bu zulmünü görmez. Sizin Yunansever vicdanlarınızı, kalblerinizi bu Türk'lerin ölümü etkilemez. Gidin Artemis'inizin, Afrodit'inizin piçlerine gidin.. Lanet olsun size de Avrupa'ya da.. Rum arabacılar Avrupalılara: — Geç kalırsak baĢımıza birĢey gelir, gidelim dediler. Miss Field Doğan Bey'in kolundan tutup arabaya götürmek istedi. Doğan Bey: — Hayır hayır! Gitmem katillerle ben, diye bağırdı: Sözlerim sana da.. Hepiniz defolun. Gidin, gidin!. Katiller!. Ġstemiyorum sizi.. Mrs Jacops Miss Field'e: — Haydi gel arabaya biz gidelim o kalsın, dedi. Miss Field: — Siz gidin, ben burdan Atina'ya geçerim, siz gidin, dedi. BALKAN ACĠSĠ 95 Doğan Bey uyuyan Mecide'yi kucağına almıĢ yürüyordu. Koca köyde barınacak, oturacak bir sağlam ev arıyordu. Miss Field Türk erkeğinin arkasından yürürken Mr Smith'le Mr Church arkasından söverek bağırdılar: — Whore! Whore! Mrs Jacops da aynı kelimeyi tekrarladı: — Whore! Whore! Miss Field dumanlı, tozlu yollar arasında kaybolan paytonlara kinle baktı. Muratlı köyü ölü sessizliği içinde karanlığa gömülmüĢtü. Muratlı köyü ölmüĢtü. Rum eĢkiyalarının baskınına uğramıĢ Türk'lere evleri mezar olmuĢtu. Yaz olduğu halde gece soğuktu. Ay yoktu. YanmıĢ, yıkılmıĢ evlerin közleĢmiĢ kalın direkleri karanlıkta kırmızı beneklerle tütmeğe devam ediyordu. Etrafta yanık ceset ve duman kokusu vardı. Doğan Bey, Ġngilizler ve «tahkik üyeleri» gittikten sonra uyanıp «Anne! Anne!» diye saatlerce ağlıyan Mecide'yi kucağına bastırmıĢ, avutup uyutmuĢtu. Zavallı çocuk Doğan Bey ne oldu, ne oldu söyle Mecide dedikçe, çocuk «Annem! Anne! Annem nerde» kelimelerinden baĢka birĢey söylememiĢti. Miss Field'le Doğan Bey Apo Lala'nın cesedini küçük kulübeden çıkarıp bir kenara çektikten sonra içeri girmiĢler, Mecide'ye hasır üstünde yatacak bir yer hazırlamıĢlardı. Doğan Bey hiç konuĢmuyordu. Miss Field de ondan uzak duruyor, onun üzüntüsünü ve ıztırabıni yaĢadığını hissettirmek istiyordu. Mecide'nin üstüne bir kilim bulup, hasırın bir ucuna Doğan Bey diğer ucuna da Miss Field uzandı. Ġkisi de uyumuyor iki gün içinde geçen dehĢet ve korku dolu olayiarı düĢünüyorlardı. Gece bir kaç 96 BALKAN ACISI defa Mecide ağlıyarak fırlayıp kalktı, «Anne! An-ne!» diye feryat etti. Her defasında Doğan Bey tey. zesinin hayatta kalan küçük kızını kucağına alıyor; — Bak Mecide! Ben dayınım, dayınım! diyordu. Çocuğu uyuttuktan sonra Doğan Bey tekrar kendi düĢüncelerine dalıyor, hasırın öbür köĢesinde yatan Miss Field'in nefesini dinliyordu. Doğan Bey sabahleyin köyde dolandı. Hiç bir canlı yoktu. Hırsız Rumlar bir tavuk bile bırakmamıĢlardı. Ceviz ağaçlarının altına doğru yürüdü. Pınarın baĢında bir at gördü. Doğan Bey atı ürkütmemeğe çalıĢarak yavaĢ yavaĢ yürüdü. Atı tuttu. Boğazında keçi kılından bir yular vardı. Çekti kulübenin yanına götürdü. Tahtaya bağladı. Ġçeri girdi. Mecide de Miss Field de uyuyordu. Aynı cinsten iki yaratığa dakikalarca baktı. Biri Ģeytan biri melekti. ġeytan olanı uyandı: f\ — Good Morning! dedi. Doğan Bey cevap vermedi. Ġngilizceyi belki bu topraklar ilk defa duyuyordu. Be(ki bu lisanın Balkanlarda dolaĢmağa baĢlaması ile sulh ve sükûn memleketi Urumeli düĢmanlıkların, kalleĢliklerin, hiyanetlerin, cinayetlerin içine atılmıĢtı. Londra'ya tahsile gittikten sonra Balkan çok değiĢmiĢti. Eskiden böyle eĢkiyalıklar, köy yakmalar, adam öldürmeler olmazdı. Rum eĢkiyala-rına karĢı silâhlanmak lâzımdı. Hükümet kuvvetsiz, jandarma zayıftı. Türk köylüleri silâhsızdı. Kadın ve kız nüfusu erkekten çoktu. Selanik'te, Kozana'da dolaĢan Rus tüccarları, Ġngiliz ajanları, Fransız «Duyunu Umumiyeci»leri hap Yunanlı için çalıĢıyordu. Rum eĢkiyalarına silâh ve para yardımı yapılıyor. Onlar da müdafaasız Türk köylerini böyle yakıyor. Hristiyan hristiyanı

BALKAN ACISI 97 •-—\ kolluyordu. Yeni bir haçlı seferiydi bu.. Fakat Ģu j<|Z> Miss Field niçin Ġngilizlerle gitmemiĢti, yanında kalmıĢtı. Bir sebebi vardı muhakkak.. Alman'ın otel odasındaki kanlı cesedini düĢündü. Sırasıydı Ģimdi.. Ivliss Field'e cebindeki düğmeyi gösterip «Bu kimin» veya «Aç bakayım omuzlarını göreyim» diyecekti. Kızın gözlerine baktı. Vazgeçti. Mecide'yi emin ellere teslim etmeden, Küçükmatlı'ya gitmeden, katilin peĢinde kosamıyacaktı. Hem iç huzü runa kavuĢmak hem de Selanik'teki zabtiyenin elini den kurtulmak için Herr Berger'in katilini bulma-\ hydı. Bu Ġngiliz kızı katil değilse kendisine yardımcı! olabilirdi. Son hadiseler, cebindeki mektup yıllardır j kafasına takılan kendi kendine mücadele ettiği raĢık fikirlerine bir yön verecekti. B KOZANA Küçükmatlı köyünün giriĢindeki mezarlığın duvar taĢları üstünde nöbet tutan baĢı sarıklı ihtiyar, pelit ağaçları altına oturmuĢ silâhlarına barut ve mermi dolduranlara seslendi: — Heh! Bre Muratlı yolundan bir atlı geliyor.. Ġki kiĢi var üstünde bir değil.. Bir de çocuk var aralarında.. Ellerinde eski tüfekler, mavzerler olan köylüler ayağa kalktı. Ġçlerinden biri: — Vay bre biz hâlâ nöbet tutarız, dedi. Ando-nis çetesi dağa çıktı demek.. Muratlı köyü yanarken Ali Dağı'nın ardındaki 98 BALKAN ACISI Küçükmatlı köylüleri çobanların feryadı ile uyan-mıĢ, eli silâh tutanlar atlara binip Muratlı'ya yardı-ma koĢmak istemiĢlerdi. Fakat kendi köylerinin et-rafını da Rum çeteciler çevirmiĢti. Bunun üzerine Küçükmatlılılar köyün etrafına engeller kurup bütün gün, bütün gece köye girmek istiyen eĢkiyalar-la vuruĢmuĢlardı. Fakat hâlâ Andonis Çetesi'nin baskınından korkuyor, duvarların arkasında ve mazgal açtıkları damlardan çıkamıyorlardı. Muratlı'da akrabası olanlar bütün gün tepenin ardındaki kara dumanları yürekleri parçalanarak seyretmiĢlerdi. Gani Ağa ve çocukları Muratlı'ya yardım için huruç yapıp köyü çeviren Rum çetecilerinden kurtulmak istemiĢ fakat yaralı vererek geri çekilmek mecburiyetinde kalmıĢlardı. Edil Ovası'nda Türk köyleri daha çok olduğu halde birbirleriyle bağ kuramamıĢ ansızın dağ köylerinde üslenmiĢ olan Rum eĢkiyalarının baskınına uğramıĢlardı. Mezar duvarının üstündeki ihtiyar: — Beygir yürümüyor ayağını sürüyor, daha bağ yoluna çıkamadı, dedi. Kolundaki kana bulanmıĢ bez sargıya bastırarak. Gani Ağa sordu: — Kim bu kim? Kim aceba?! — Durun silâhlarınızı doğrultmayın! dedi, yu-kardaki ihtiyar; adam fesli biri.. — Yanındaki kadın gavura benziyor. — He he! Dün biz Rum'larla vuruĢurken köyün kenarındaki yoldan giden paytondan çıkıp bakan kadın gibi giyinmiĢ.. — Halleri periĢan, çocuk ağlıyor! — Muratlı'dan geliyorlar, Muratlı'dan. Köylüler mezarlıktan aĢağıya doğru, gelenleri karĢılamak üzere koĢtular. Doğan Bey beygire vu- BALKAN ACISI 99 uyor, hayvan belini kırıp, zorla yürüyordu. Doğan Bey gelenlere değil köye bakıyordu. Küçükmatlı'nın trafı sandıklar, kalaslarla tahkim edilmiĢ, bahçelerdeki kulübeler, samanlıklar yakılıp yıkılmıĢtı. Yol üstündeki evlerin pencere camları kırılmıĢ, duvardaki suvalar delik deĢik olmuĢtu. Köylüler kendilerine bakmadan köyün içine doğru beygiri süren garip kılıklı adama bakıyorlardı. Kırmızı fesinden baĢka Osmanlıya benzer tarafı yoktu, cekedi, pantolonu Avrupalılar ve Kozana'daki Rum zenginleri gibiydi. Bitkin ve periĢan görünen yüzündeki sakallar uzamıĢ birbirine karıĢmıĢtı. Gani Ağa beygirin önüne geçti, gemsiz hayvanın yularını tuttu, baktı baktı: — Sen sen!. Vecdi Bey'in, rahmetlinin oğlu değil misin? Doğan Bey, Doğan Bey!. Köylülerin ĢaĢkın ĢaĢkın seyrettikleri beygirin üstündeki adam konuĢmadı. Atı çiftliklerinin bulunduğu düzlüğe sürdü. Mecide köylüleri, sarıklı ihtiyarları, fesli çocukları görünce susmuĢtu; Doğan Bey'le Miss Field arasında sıkıĢmıĢ sakin sakin oturuyordu. Doğan Bey çiftliğe girdi, toprakları bakımsız kalmıĢtı. Ağaçlar kurumuĢ, tarlaları ot kaplamıĢtı. Gözleri harabe halindeki konağın iskeletine takıldı. Küçük yaĢta hafızasına çakılmıĢ yangın gözlerinin önünde canlandı. Sünnet günü atlarının çalınması.. Uğursuz çingenelerin hırsızlık yapıp kaçmasından sonra felaketler birbirini kovalamıĢtı. Ama o Selanik'te, Londra'da mazisini, Küçük Balkan'ı, yurdunu unutmuĢtu. Doğan Bey, Mecide'yi halasının yanına bıraktıktan sonra, Küçükmatlı'da çok kalmadı; Miss Fi-eld'le birlikte Gani Ağa'nm verdiği atlara binerek Kozana'ya geldiler. 100 BALKAN ACISI

Kozana ahalisi Rum olan bir Osmanlı Ģehriye Memurlardan baĢka, ancak birkaç aile Türk'tü. E^j Ovası köylüleri diğer Türk'lerden daha çok YaĢar Bey'e itibar ederlerdi. Bu iĢini bilen, açıkgöz adai^ çerçilikten arabacılığa geçmiĢ, köylerden Kozana'ya Serfice'ye zahire götürüp tüccar malı getirirken birden bire zengin oluvermiĢti. Rum'larla arası jyjy. di. Para ihtiyacı olan köylülere ödünç para da ve-riyordu. Doğan Bey de YaĢar Bey'Ġn Kozana'daki Rum'lar kadar zengin olduğunu hatta büyük bir mağazayı «Bankir Koçireka» ile iĢlettiğini duymuĢtu. Kendisine iyi bir silâh lâzımdı. En iyi rovelverleri, mavzerleri Koçireka satardı. Atlarını Koçireka'nın dükkânının önündeki direklere bağlıyan Doğan Bey ve Miss Field mağazaya girdiler. Onları bir Rum çocuğu karĢıladı. Ġçerisi hem bakkaliye hem tuhafiye mallarıyla hınca hınç doluydu. Çocuk önce Doğan Bey'e sonra Avrupalı kıza baktı: — Ġçerde, dedi. ġeker ve pirinç çuvallarının arkasındaki tahta bölmeli yere götürdü. Burası küçük bir odaydı. Ġlâç ve kimyevî maddeler kokuyordu. Küçük masanın yanındaki sandalyede iki adam oturuyordu. Birisi esmer, zayıf ve kara kuruydu. YaĢar Bey bu muydu? Doğan Bey yıllar önce çiftliklerinde ahır temizleyiciliği yapan çingene çocuğu düĢündü. O sümüklü pis çocuğu hayalinde büyüttü. Çingene YaĢar, demek YaĢar Bey olmuĢtu. Sandalyedeki kara kuru adam ayağa kalktı. KorkmuĢtu, yüzü sarı yeĢili bir hal almıĢtı. KarĢısındaki Vecdi Bey miydi? O dirilmiĢ miydi. Konağı Rum'la/la ateĢe verdiği geceyi düĢündü. Vecdi Bey'-in odasını iyi biliyordu. Ġkinci kata giden merdiven- BALKAN ACISI 101 re gazyağını kendisi dökmüĢtü. Vecdi Bey yanıĢtı, ölmüĢtü. Bu karĢısındaki yüz yangından kurtulan tek insandı. Vecdi Bey'in oğluydu. Ama yangını kimin çıkardığı bilinmiyordu ki. YaĢar kendini topladı: __Doğan Bey! HoĢgeldin dedi; bir emriniz mi var beyim? Nerelerdeydiniz, Avrupa'da tahsildeydiniz herhalde efendim. Ooo tam Avrupalı olmuĢsunuz.- Masanın içine ayaklarını uzatmıĢ, baĢını önündeki Rumca yazılmıĢ deftere eğmiĢ olan Koçireka hiç istifini bozmadan hesapla meĢgul oluyordu. Miss Field, mağazanın duvarları boyunca sıralanmıĢ raflardaki ipek masur, filkete, tarak gibi kadın eĢyaları olan kutulara bakıyordu. Doğan Bey: — Bana iyisinden bir silâh lâzım. Rumlara sattığın mavzerlerden daha iyi olsun, dedi. Çingenenin yüzündeki endiĢe ve korkuyu sezmiĢti. — Benim için değil, bu Ġngiliz için, diye ilâve etti: Parasını altın olarak vereceğiz. YaĢar tereddüt ediyordu. Doğan Bey cebinden boncuklarla iĢlenmiĢ bir kese çıkardı. Ağzını açıp altınları gösterdi. Bu sırada Koçireka masadan baĢını kaldırdı. — Mavzer tabanca mı, mavzer tüfek mi istersiniz, dedi. Doğan Bey: — Mavzer tabanca, dedi. YaĢar: — Bizde mavzer tabanca yok, rovelver var dedi. Doğan Bey kızdı: — Her ne ise be adam, dedi; çıkar görelim. YaĢar elleri titriyerek masanın altından bir kutu çıkardı. Doğan Bey kutuyu açtı, kılıfı kemeri bi- 102 BALKAN ACĠSĠ le Avrupa olan tabancayı eline aldı. Namlusunu, t6ı tiğini yokladı. YaĢar: — Bu tabancayı hanımlar taĢıyamaz, dedi; b(j. yük ve ağır. — Ben alıyorum, hanım değil! diyen Doğan Bey kemeri kuĢanmak için ceketini çıkardı, boncuklu ke. senin ağzını büzüp bağlayıp cebine attı. — Mermi de çıkar, mermi de dedi; elli altmıĢ tane olsun. Tabancayı kuĢandıktan sonra tekrar kılıftan çıkardı, altı fiĢekli ağır bir rovelverdi. Miss Field Doğan Bey'i silâhlık kuĢanmıĢ haliyle harbe giden bir subaya benzetti. Ama içinden «Bir kılıç kuĢansa Ispartalı bir savaĢçıya daha çok benziye-cek» diyordu. Doğan Bey mermileri paket yaptırıp aldıktan sonra, kemerindeki silâhı tekrar yokladı: — Güzel güzel, dedi, haydi Miss gidelim. Onlar kapıdan çıkarken YaĢar peĢlerinden: — Libta Libta! Dom libta! diyerek koĢtu. Doğan Bey: — Ne parası bre hırsız Çingene.. Sen ödedin mi babama borcunu, dedi döndü; bu tabancayı çaldığın atların yerine tut! Çingene ellerini oğuĢturarak önlerine geçti: — Ben değil kocakarı çaldı, dedi; ben ne derim ortağıma, Allah için parasını verin. Doğan Bey önünden gitmesine mani olan Ya-Ģar'ı itti: — Hadi yalancı çingene! deyip arkasından Ko-çireka'nın da söylenerek geldiğini görünce Rumca devam etti: Ġtigos naĢidos tubelâs. Miss Field, bu kavgalı alıĢ veriĢten bayağı hoĢ-lanmiĢtı. Atlarına atlayıp uzaklaĢırlarken YaĢar hâlâ bağırıyordu : — Libta Libta Dom Libta! Hırsız Türk!

BALKAN ACISI 103 — Para, para! Hırsız! Hırsız! YaĢar'ın çaresizlik içinde yırtındığını gören pjum ortağı: — Sen nesin lan, dedi: YaĢar ağlayıp ellerini ufalayarak: — Ben çingeneyim, dedi; Çingeneyim Koçera-ko Efandumus! Doğan Bey, Kozana'da bütün aramalarına rağmen Mrs Jacops'u, Ġngiliz gazetecileri ve «tahkik komisyonu üyeleri»ni bulamadı. Kaldıkları otelin Rum müsteciri «YeniĢehir'e, Yunanistan'a gittiler» dedi. Herr Bergeri öldürme ihtimali olan Avrupalılardan Ģimdi bir Miss Field kalmıĢtı. Doğan Bey bu Ġngiliz kızında deli ve meczup gibi bir hal sezmeğe baĢlamıĢtı. Kendisini seviyordu. O da aĢıktı. Fakat Ġngiliz kızının aĢkının bütün gözü Olimp-Elen nos-taljisiydi. Doğan Bey'i bir Yunan ilahına benzeterek iĢve yapıyor, yavaĢ, yavaĢ delikanlıyı tesiri altına alıyordu. Doğan Bey katilin kim olduğunu bu Ġngiliz kızından öğrenebileceği için isteksiz görünmesine rağmen Miss Field'in Olimp (Karlıdağ)'e çıkmak teklifini kabul etti. Genç kız «Olimpos! Olim-pos» derken burun delikleri ihtirasla açılıyor, göğüsleri fırlayacakmıĢ gibi nefesle doluyor, mavi sü-eterini gerdiriyordu. Doğan Bey, onu at üstünde daha güzel daha alımlı bulmağa baĢladı. Richmund tepelerinde at süren asil Ġngiliz kızları gibi usta biniciydi. Hiç gözünü kırpmadan, o da Doğan Bey'in tırmandığı tepelere, yarlara atını sürüyordu. Arada yarıĢ yapıyorlar, etları yorulunca bir pınar kenarında dinleniyor, Doğan Bey katil peĢinde olduğunu, Miss Field de Atina'daki niĢanlısını unutuyordu. Kozana'dan Serfice'ye, oradan da Alasonya'ya 104 BALKAN ACISI geçtiler. Bu Ģehirler Türk hakimiyetindeydi. Fakat Alasonya'dan sonra Rum çetecilerinin faaliyeti daha çok artıyordu. Doğan Bey çocukluğunda dedesinden çok dinlemiĢti. Ġzdinli olan ataları Küçük Bal-kan'a Tırhala-YeniĢehir yoluyla değil, Ġzdin-Çatalca-Tahtaçam yolunu takip ederek Karlı Dağ'ın kuzeyinden gelmiĢlerdi. Doğan Bey bu dinlediklerini hatır-lıyarak Rum köylerinin olmadığı yaylaya doğru atını sürüyordu. Eski Yunan'ın kör bir hayranı olan Miss Field «Olimp»deki Tanrı ve Tanrıçaların hikâyesini anlatıyordu. Kronos'la Zeus'un kızkardeĢleri Rea ve He-ra ile evliliklerini anlatmaya baĢlayınca Doğan Bey sinirlendi: — Yeter! Yeter! dedi; Ģu sapık Yunan'ı bırak artık. Miss Field, Doğan Bey'i kızmıĢ görünce daha çok seviyor: «Poseidon gazaba geldi, ilahım gazaba geldi» diyerek kahkahalarla atını kamçılıyordu. Karlı Dağ'ın eteklerindeki ardıçlarla kaplı tepelere yaklaĢırken tabiat haĢinleĢti; keskin yalçın kayalar yüksek setler halinde uzanıyordu. Doğan Bey dedesinin anlattığı yolu bulmuĢtu. Bu dar kayalıklarla çevrili keçi yolunun bitimindeki tepeden sonra yayla baĢlıyordu. Bu karlı Dağ yaylası Konyar Türk-lerinindi. Dedeleri bir mevsim burada konaklamıĢlardı. Konyarlar en iyi koyunları yetiĢtiren göçebelerdi. Ama Karlı Dağ'ın dört bir çevresini gezerler, bu dağdan uzaklaĢamazlardı. ġ imdi Karlı Dağ'ın güney etekleri Yunanlılarda kalmıĢtı. Fakat bu dağda ne bir heykel ne de bir Yunan tanrısı vardı.. Kayalar arasına sıkıĢmıĢ dar bir boğazı geçtikten sonra yemyeĢil bir yayla göründü. Yaylanın zümrüt tepeleri ardından bir ak bulut hafif ligindeki Kar- BALKAN ACĠSĠ 105 i Dağ'"1 beyaz tepeleri yükseliyordu. Miss Field heyecanlanmıĢtı. Zeus'un, Afrodit'in, Adonis'in, Ar-temisin hayaliyle doluydu. —- ĠĢte mukaddes Olimp! deyip birden attan atlamıĢ, diz çökmüĢtü. Bir ilk çağ rahibesi gibi cezbeye tutulmuĢ, mistik bir hava içinde konuĢuyor, yalvarıyordu: — Ey Olimpos! Zeus'un tahtı, Tanrılar ve Tanrıçalar dağı!. Beni Artemis'in güzelliği, Afrodit'in aĢk cazibesiyle donat.. Bana Yunan hikmetini, Athena'nın aklını, Nmozin'in hafızasını ver.. Seni, Yunan Muzicesini unutmayayım Olimpos, bana aĢk ver. Erkeğim Eros olsun.. Miss Field heykelleĢmiĢti. Hareketsiz, diz çökmüĢ bir vaziyette renkten renge giren gözlerini Karlı Dağ'ın zirvelerinde dolaĢtırıyordu. Doğan Bey, kamaĢmıĢ gözlerle dağın zirvelerinde birĢeyler ariyan bu Ġngiliz kızını hayretle seyrediyordu. Rönesans devri ressamlarının tablolarındaki azizeler kadar güzeldi. Ama karĢısında bir Meryem Ana veya haç yoktu. DeniĢe Field nasıl hıristiyandı?. Zirvelerinde bulutlar savrulan Karlı Dağ'a yönelmiĢ, ilk çağın putperestleri gibi dua ediyordu. Meczup muydu bu kız?. Neyin peĢindeydi.. Deli kız.. Katil bu.. HerĢey beklenirdi bu putperestten.. Fakat sesi güzeldi, sihirli bir tatlılık vardı. Sadece Doğan Bey değil bütün tabiat susmuĢ onu dinliyordu: —• Ey Yunan'ın Mukaddes Dağı! Olimpos! Zeus'un vatanı bana Adonis'i gönder, Ailos gelsin beni Partenon'a sürüklesin. Nymphes olayım, Satiyrimin pençelerinde yoğrulayım. Bu sırada rüzgâr esti. Atlar kiĢnedi. Miss Fi-eld'in saçları gittikçe hırçınlaĢan rüzgârın elinde sağa sola savruldu, yeĢil çimenlere örtülmüĢ etekleri

106 BALKAN ACISI uçuĢtu. Kız susmuĢ, dizleri üstünde dağa bakar, ken donup kalmıĢtı. Atlar huysuzlanıp, çimenleri nemli toprağı ayakları ile kazarak kiĢniyorlardı. Atıil den etraf karardı. Karlı Dağ'ın üstünden kopan yağ. mur bulutları gökte harman olarak her tarafı kapla, di. Doğan Bey Miss Field'in duasının kabul olunacağından korkmuĢ gibiydi: — Haydi DeniĢe! Haydi yağmur yağacak, dedi; bu çevrede çoban kulübelerinden baĢka sığınacak yer yok, onlar da çok uzakta.. Daha Olimp'e yaklaĢa-lım mı? Doyamadın mı? Bir gün daha at sürsek karlara eriĢemeyiz. DeniĢe Field Olimpos'daki Zeus duasını kabul etmiĢ gibi memnuniyetle tebessüm ederek baĢını Doğan Bey'e çevirdi. Gözleri nemliydi: — Olimpos'ta manastırlar var, dedi; bana manastırlar olduğunu ingiltere'de söylemiĢlerdi. — Belki vardır ama, dedi Doğan Bey durdu, onu kırmak istemiyordu, gayri ihtiyari devam etti: O manastırlara senin gibi putperestle, benim gibi müslümanı almazlar. Dcğan Bey attan indi. Miss Field'! kollarından çekti. Kız titriyordu. Bu bir histeri krizi miydi? Ölen Alman Ġngiliz kadınları hakkında ne kadar isabetli konuĢmuĢtu.. Bu da diĢi bir Byron'du. Gökten iri yağmur taneleri düĢtü. Kız göğe gözlerini dikti. Ağzını açtı. Dilini uzattı. Açtı. Bir Ģeye açtı bu Ġngiliz kızı.. BirĢey istiyordu tabiattan.. —• Yağmur! Yağmur! diye bağırdı; Ey Poseidon Dağlan deniz yap üstüme gel! Gök gürledi. Gök yarıldı. Bu Ġngiliz kızı kendinde değildi. Doğan Bey yerden koparır gibi kaldırdı. Silkeledi. — Atlara binip gidelim, ıslanacağız, dedi. At- BALKAN ACISI 107 iara atladılar. Yağmur deli deli yağıyordu. Doğan Bey: __ Dereden gidersek sele kapılırız, dedi; bu tarafa kayalıklara doğru atını sür. Yağmur ikisinin de iliklerine kadar iĢlemiĢti. AkĢam olmuĢ hâlâ sığınacak bir in, bir kulübe bulamamıĢlardı. Geceye doğru ormana girdiler. Fakat burası da kalmağa elveriĢli değildi. YanıbaĢlarına yıldırımlar düĢüyor, atları zaptetmek imkânsızlaĢı-yordu. Tekrar yaylaya çıkıp atlarını sürdüler. Bu maceradan kız vahĢi bir zevk alıyordu. — Ey Zeus! Ey Olimpos! Beni tabiatın koynuna al, diyerek sırılsıklam elbiseleriyle atın boynuna sarılıyordu. Gece yarısı yağmur inceldi, hafifledi. KarĢıdan koyu karanlık bir taĢ yığınından bir pencere ıĢığı göründü. Doğan Bey dedesinin anlattığı Ġzdin yolunun buradan geçtiğini düĢündü. Herhalde bir Kon-yar kulübesine yaklaĢıyorlardı. Atları ıĢığa doğru sürdüler. YaklaĢtıkça bu binanın büyüdüğünü, yükseldiğini farkettiler. DeniĢe Field: — Manastır! Manastır, dedi: Bana Olimpos'da bir de kadınlar manastırı olduğunu söylemiĢlerdi. Sığınacak bir yer bulduk! — Evet seni alırlar, dedi Doğan Bey; ama beni asla, bir de Türk olduğumu anlarlarsa.. Büyük kara çam ağaçları altından geçip, yüksek bir kemerin içine girdiler. Manastırın kapısı kemerin beĢ altı adım içerisindeydi. Kendilerini de atla-Vını da yağmurdan koruyacak bir yer bulmuĢlardı. Atlardan indiler. Kapıyı görünce acıktıklarını, üĢüdüklerini daha iyi hissettiler. Miss Field titreyerek konuĢtu: 108 BALKAN ACISI — Doogan sen de Ġngilizsin, benim kocam olarak tanıtacağım seni.. Ġçeri almazlar yoksa.. Doğan Bey kapı tokmağını vurdu. Bu ses karanlıkta kemerler arasında yankılar yaptı. Tekrar vurdu. Tokmak sesi içeriyi inletti. Ġçerden bir kadın sesi: — Kim o! Kim o? dedi. Miss Field merhamet dilenen cılız bir sesle: — Tanrı misafiri, dedi. Meryem hakkı için açın.. Kapının içerden tahta sürgüsünün zorlanarak çekildiğini iĢittiler. Yüzlerine bir fener ıĢığı düĢtü. Miss Field'in yüzü sapsarıydı, ıslanmıĢ tenine yapıĢmıĢ uzun saçlarından göğsüne doğru hâlâ yağmur suyu sızıyordu. Rahibe Doğan Bey'in ıslanmıĢ saçlarına sakallarına baktı: — Sizi içeri alamam, baĢrahibe müsaade etmez, dedi. Miss Field: — Biz Ġngiliziz, dedi; Ġsa aĢkı için bize bir yer verin erkenden gideriz. Kocam da ben de zatürree oluruz yoksa.. Siyah örtüler içindeki kadın, yabancıların yüzünü tekrar tetkik etti. Halleri çok periĢandı. — Atları dıĢardaki halkalara bağlayın, dedi. Feneri tuttu. Miss Field'le Doğan Bey rahibenin dediğini yaptılar. Elinde fenerle iki gencin önüne düĢtü. Aiçak kemerli bir kapıdan geçti. «Günahkâr»

misafirlerine feneri verip, küçük bir odada onları bırakıp gitti. Dört bir duvarı taĢ olan bu odada bir pencere yoktu. Üst taĢlan islenmiĢ, içinde birkaç parça kor bulunan bir ocak vardı. Miss Field diĢleri birbirine vurarak konuĢtu: — Ocağı yak Doğan! Ocağı yak donuyorum. DeniĢe, elbiselerini çıkarmağa baĢladı. Kapıya BALKAN ACĠSĠ 1US doğru yürüdü. Kız çıkıp dıĢarda mı elbise değiĢtirecekti. Doğan Bey'in beklediği fırsat doğmuĢtu. Kız soyunacaktı. Ama yanında soyunmaiıydı. HeyecanlanmıĢtı- Ocağı tutuĢtururken: __ Miss Field! dedi; ben sırtımı dönerim, çekinme burda elbiselerini değiĢtir. Oda kapısına doğru giden Miss Field çılgın bir kahkaha atarak tahta kapıyı itti, sürgüsünü çekti. Titreyen bir sesle: — Hahh hah hah! Ortodoks manastırı, dedi; ne zevkli, ne egzotik bir bina.. Yunan kemerlerinin altında soyunuyorum.. Kadınlar manastırında.. Alevler isli duvarlar üstüne karĢısında soyunan kızın gölgelerini düĢürüyordu. Üzerindeki çamaĢırlar yıkanmıĢ gibi ıslanmıĢtı. Tenine yapıĢmıĢ iç çamaĢırları çıkmıyordu. Doğan Bey de odanın bir köĢesinde ıslanmıĢ heybelerden Miss Field'e ve kendisine yeni çamaĢırlar çıkarıyordu. Bunları Kozana'-da bıraktıkları bavullardan heybelere yerleĢtirmiĢlerdi. Miss Field çıkardığı çamaĢırlarını sıktı, akan sular yerdeki Konyar kilimini ıslattı. Ocağa biraz daha yaklaĢtı. Odun alevi tenini ısıtmağa baĢlamıĢtı. Sıktığı gömleğin ucuyla elini, yüzünü, kollarını sildi. ġ imdi Olimpos'daki diz çökmüĢ durumundan daha heyecanlı bir haldeydi. Doğan Bey onun düğmelerini çözerken ellerinin titrediğini farketti. Güzel, mükemmel bir kızdı. Kendisinin de heyecanlandığını hissetti. Beyaz bembeyaz ten.. ĠĢte iç gömleğini de çıkarıyordu.. Doğan Bey aradığını, istediğini görecekti.. Kızın pervasız bir Ģekilde döndüğünü görünce: —¦ Sırtını dön, sırtını dön Miss! dedi. Kız Doğan Bey'in gözlerinden korkmuĢtu. Döndü. Doğan Bey'in beklediği an gelmiĢti. Ġç çamaĢırını kız sı- 110 BALKAN ACISI yırdı. Bembeyaz tende siyah bir ben görecekti. Mavi dekoiteli kadının Miss Field olduğunu anlayacaktı. Fakat bir taraftan da Miss Field'in katil çıkmasından korkuyordu. Onun sırtıyla omuzları arasında siyah bir ben görürse, birden bire boğazına sarılacaktı. Boğazına sarılıp Herr Berger'i niçin öldürdüğünü soracaktı. Kız ıslanmıĢ fanilasını teninden sıyıramadı. BaĢını döndü. Doğan Bey gözlerini fal taĢı gibi açmıĢ kendisine yiyecek gibi bakıyordu. DeniĢe, onun kendisine trenden beri bu kadar candan ve arzulu baktığını görmemiĢti. Memnun oldu. Nihayet Olimp havası Zeus, Afrodit diyarı onun yıllardır aradığı aĢkına cevap verecek bir Adonis çıkarmıĢtı. Fakat tapacağı erkek gene kızdı: — Dön dön sırtını dön Miss! Kız tatlı bir korku duyarak, Adonis'inin emrine itaat etti. Fanilasını çıkardı. Çatırdıyarak yanan ocağın yanındaki ayı postunun üzerine oturdu. Doğan Bey aradığını, bu bembeyaz tende göremeyince, karıĢık duygular içinde bağırdı: — Ohh! Siyah ben, siyah ben yok! Katil DeniĢe değil. Katil Miss Field değil . Miss Field ĢaĢkın ĢaĢkın Doğan Bey'e baktı. Türk erkeği sırtını dönmüĢ duvarı yumrukluyordu. Kalktı, erkeğe yaklaĢtı: — Ne diyorsun Doğan? Ne diyorsun, dedi. Doğan Bey susuyor, söylenerek duvarı yumrukları ile dövüyordu. — Niçin niçin Mrs Jacops'un peĢinden gitmedim? Aradığım siyah ben ondaydı, ondaydı.. Miss Field delikanlının pazularını yakalamıĢ, yalvarıyordu: — Dönsene yüzünü Doğan, dönsene. BALKAN ACISI 111 __ Giyin giyin, çabuk giyin, sen giyininceye kadar dönmem. __ Ne kadar mutaassıpsın, nasıl Jöntürksün sen. Avrupa'dan, Ġngiltere'den hiç mi nezaket öğrenmedin. Bir «Lady»yi bir kızı nasıl kırarsın. Miss Field konuĢurken bir taraftan da gencin ıslak, birbirine nirmiĢ kıvırcık saçlarını karıĢtırıyor, onu yumuĢat-mağa çalıĢıyordu. Doğan Bey soluyarak: — Yarın. Yarın, dedi; niĢanlına Atina'ya gidiyorsun, ona vereceğin birĢey yok mu? — BoĢ ver, gel hadi gel. Sen beni sevmiyor musun? Doğan Bey sinirli, kırgın bir sesle cevap verdi: — Sen de, O da bütün Ġngilizler Yunanlıları seversiniz. Ben de aradığın, bulacağın birĢey yok. Byronseverlere koĢ! Dedi, baĢını kaldırdı kemerlerde gezdirdi sonra Byron'an bir beyit okudu: Maid of Athens, ere we part Give, oh give me back my hearth!

Miss Field onun küçük kemerli odada yankılar yapan sesini dinledikçe daha çok kendinden geçmiĢ, erkeğinin sağlam sert adaleli boyunlarına tırnağını batırmağa baĢlamıĢtı. Doğan Bey yüzünü döndü. Kızacak, kızı uzaklaĢtıracak. Miss Field'in yosun yeĢili gözlerine baktı. Ġngiltere'de gördüğü Anglosakson ırkının en güzeliydi. Küskün bir sesle mırıldandı: — Siz Türk'leri sevmezsiniz.. Biz de Byron'u, dedi. , Miss Field, Doğan Bey'in bir türlü sebebini an-lıyamadığı sinirli halinin geçmesine, yumuĢamasına sevindi. «Adonis»inin gözleri artık kendisine karĢılık veriyordu. Fakat, güzel değil miydi? Niçin 112 BALKAN ACĠSĠ siyah benlerden bahsetmiĢti. Vücudunda hiç siyau ben yoktu. Siyah ben ariyan Doğan Bey katilden de bahsetmiĢti. — Ne siyah ben'i?. Ne katili Doğan, dedi, de-mek siyah benli kadından hoĢlanıyorsun.. Mrs ja-cops'un her yanı ben.. Ama pis pis kokar.. Onun Ya. hudi Yahudi kokmasından bizar olup senin kompart-manına geldiğimi görmedin mi? Hatırlıyor musun, Slovenya'yı geçerken kompartmanınıza gelmiĢtim! Nasıl candan bakmıĢtın bana.. Yer vermiĢtin.. Daha sonra bana Rumeli'ni, Selanik'i, Olemp'i gezdireceğine söz vermiĢtin. Sana daha o zaman kanım kaynamıĢtı. Yunanlıların köylerinizi yakmasına, Türk'leri öldürmesine inan ben de çok üzüldüm. Ama elden ne gelir. Unut artık onları.. Ölenle ölünmez.. Seni anlıyorum, ızdırabını biliyorum.. Ne olur unut artık olanları.. Niçin bana garip garip bakıyorsun? —¦ Seni öldürecektim DeniĢe, dedi Doğan Bey; omuzlarında ben'i görsem öldürecektim. Seni katil zannediyordum. — Ne dedin ne? — Lütfen bana söyle DeniĢe, hakikaten Mrs Jacops'un sırtında ben var mı? Miss Field Doğan Bey'in yanından ocağa doğru uzaklaĢtı: — Aman Allah'ım ne diyorsun, dedi; ne kadar zevksizsin, o pis kadını mı seviyorsun? — Hayır. Hayır! dedi Doğan Bey; Bana bak Miss, biliyorsun Selanik'teki otelde bir yol arkadaĢımız öldürüldü. Herr Berger'i öldürenler senin arkadaĢlarındı. —¦ Ġnan ki bilmiyorum, diyen Miss Field çe' kingen bir sesle devam etti: Alman Belgrat'ta içki- BALKAN ACISI 113 vj fazla kaçırıp Ġngiliz siyaseti ve Ġngiliz kadınları hakkında ileri geri konuĢunca.. Miss Field susmuĢ, konuĢmak istemiyordu. Doğan Bey kapının yanındaki kamçıyı aldı. Ġngiliz kı-zının gözleri korkuyla açıldı. Delikanlı kamçıyı havada bir Ģaklattı, sonra kızın çıplak bedenine vurdu. Kamçı sesi ve kızın çığlığı odada yankılandı. Birden bire güzel Adonis'e ne olmuĢtu. Ama bu gazaba gelmiĢ Türk vahĢi haliyle daha erkekti. Her kamçı darbesinde kız mezohist bir zevk içinde: — Vur vur! diyordu. Doğan Bey kızı böyle ko-nuĢturamıyacağını anladı. Kamçıyı attı. Vücudu çapraz çapraz kızarmıĢ, morarmıĢ kızın yanına gitti.. Miss Field yere çökmüĢ hâlâ: — Vur! Kamçıla!. Kamçıla! diyordu. Delikanlı kızın kollarından tuttu, kaldırdı. Kız «Adonis»inin boynuna sarıldı. Öptü. Sülük gibi yapıĢtı Doğan Bey'e: — Söyliyeceğim, söyliyeceğim, öp beni, dedi. Delikanlı kızı sıkarak sarstı: — Katil kim! Katil kim? diye sordu. Miss Field: — Bilmiyorum.. Fakat trende bir ara Mrs Jacops Mr Smith'e Herr Berger'in icabına bakmasını söylemiĢti. — Niçin. Niçin? — Bilmiyorum.. Zaten onları Victorya istasyonunda tanıdım. Doğan Bey kızın periĢan haline acımağa baĢladı, sızlayıp ağlıyarak konuĢuyordu. Kızı öptü. Sesini .yumuĢattı: — Benim hapsedilmemi ister misin DeniĢe! Ne olur bana yardım et. — Ġstemem! Ġstemem Doğan! diyen Miss Fi-, 114 BALKAN ACĠSĠ eld, baĢını delikanlının göğsüne gömdü, hıçkıra kıç. kıra ağlamaya baĢladı. Bir müddet sonra içini çeke, rek konuĢmağa baĢladı: — O gece Mrs Jacops'la aynı odada kalıyor. dum. Gece kapı açıldı. UyanmıĢtım. Gelen |\y|r Smith'ti. Mrs Jacops'u uyandırdı. Mr Smith Mrs Ja. copsa «Bıçağını al, bıçağını al» diye fısıldadı. Kork-muĢtum. Yerimden kalkamadım. Biraz sonra Mrs Ja-cops geldi, yattı. — Paytonda niçin «Bıçak benim değil» deme-din? — Korktum.. Miss Field'in yosun yeĢili gözleri deniz dalgaları gibi renkten renge büründü. Ado-nis'ine daha çok yaklaĢtı. Fısıltıyla:

— Sana yardım edeceğim sevgilim. Doğan! Doğan! dedi; Katillerin Mr Smith ve Mrs Jacops olduğunu söyliyeceğim. Doğan. Bey birden bire herĢeyiyle teslim olmağa hazırlanan kızdan uzaklaĢtı. KöĢedeki mindere oturdu. Yorgun ve bitkin olduğu halde uykusu yoktu. Miss Field ocağın karĢısında duruyordu. Doğan Bey'in Londra'dayken hayranlıkla seyrettiği National Galeri'deki Bronzino'nun «AĢk, Venüs ve Cinnet» tablosundaki kadın gibi dudaklarını uzatıyordu. ġeytandı bu kız. «Alman»ın Ġngiliz kadınlarının egoistliği hakkındaki sözlerini hatırladı. Cebinden onun kendisine emanet ettiği mektubu çıkardı. Miss Field saçlarını tararken: : — Ne o! ne o? dedi. — Mektup. — Kimin kimin? — Herr Bergerin otele girmeden önce bana verdiği mektup. BALKAN ACISI 115 Miss Field omuzlarına döktüğü saçlarını çekiĢtirerek, düĢünceli, düĢünceli: — Haa, dedi, unuttum, tevekkeli değil o gece, Herr Berger'in öldürüldüğü gece.. Mrs Jacops dönerken Mr Smith ona «Mektup yok mektup yok» demiĢti. Oku ne olur oku mektubu. Ben de merak ediyorum, ne var acaba? Doğan Bey mektubu okudu. Ġngilizceye tercüme etti. Mektupta kafasına takılan bazı istifhamları giderecek Ģeyler vardı.. Fakat çok sevip doğruluklarına inandığı iki arkadaĢının ismi ne geziyordu Mrs jacops'un adının yanında.. Jurnaldi bu.. Tipik jurnal. . Hürriyet ve meĢrutiyet taraftarlarını lekelemek,! yeniden hapislere attırmak içindi.. Bu mektubu Sul--tan'a gönderse, Mrs Jacops'la bu Ġngiliz kızıyla be-i raber Rumeli'nde gezdiği için belki kendisini de zin-/ dana atarlardı.. Fakat Ġngilizlerin Rum çetecilerine silâh ve para yardımının nasıl ve kimler vasıtasıy-1 la yapıldığını anlatan cümleler.. Dönmelerle iĢbirliği yapıp, Rum'larla münasebeti sağlıyan YaĢar Bey kimdi.. Devlet bilmeliydi, önlemeliydi bu hiyanetle-ri.. Ama niçin Jöntürkler kötüleniyordu.. Selanik'teki Jöntürklerle görüĢmeden mektubu göndermeme^. liydi. DeniĢe Field yanına geldi. Doğan Bey'in boynuna sarıldı. Teni sıcaktı. Bronzino'nun Venüsü gibi beyazdı. Dudaklarını uzattı. Ama alevlerin arasından «Venüs, AĢk ve Cinnet» tablosundaki gibi icızgin bir sakallı-Zeus kendine bakıyordu.. Kız: — Yırt yırt mektubu! dedi. Nasıl Jöntürksün. «Kızıl Sultan»ın size yaptığı iĢkenceleri unuttun mu? Ona gönderilen Jurnali mı taĢıyacaksın. Hürriyete inanmıyor musun? O sizin kadınlarınızın, bütün Osmanlıların hürriyetine mani olmuyor mu? 116 BALKAN ACĠSĠ Müstebide hizmet edecek kadar mürteci misin? Ha-yır. Hayır Doğan sevgilim. Sen bir Avrupalı gibj. sin. Hadi yak sevgilim! Yak! Doğan Bey'in elinden tuttu, çekti, ocağın karĢısına götürdü. — At mektubu ateĢe, dedi; hürriyetine kavuĢ ondan kurtul, ben senin lehine Ģahitlik yapacağım. Doğan Bey iradesini kaybetmiĢti, kızın yosun yeĢili gözlerine baktı, göz bebeklerinde alevler parlıyordu. DeniĢe Field'i seviyordu o, bütün benli-ğine nüfuz etmeğe baĢlamıĢtı. Mektubu ocağın alevleri arasına attı. Alevler daha çok parladı, dilleri uzadı. Karanlık oda biraz daha aydınlandı. Bron-zino'nun Venüs'ü Doğan Bey'e dudaklarını uzatmıĢtı. * *« Artık Miss Field'in cinnet nöbetine tutulacak hali kalmamıĢtı. — Ne dedi Rahibe kapıdan çıkarken Doğan? —«Karın çok güzel, sahip ol, yoksa benim gibi buraya düĢer» dedi. Doğan Bey'le Miss Field gülüĢerek Manastırdan uzaklaĢtılar. DeniĢe, «Adonis»inin bu cevabına hem sevindi, hem üzüldü. Olimp'in karlarına kavuĢmadan Lon-dra'daki arkadaĢlarına «Olimpos»a çıktım diyemiye-cekti. — Olimp'te hiç mi Yunan eseri yok Doğan? diye sordu. At üstünde Karlı Dağ'ın üstünden doğan güneĢe bakan delikanlı: — Yok, dedi; siz nasıl arkeoloji tahsili yaptınız? Dağ tepesinde medeniyet olur mu? Niçin bu kadar Olimp diye tutturdun, anlıyamıyorum. Biz ¦ BALKAN ACISI 117 Karlı Da9 deriz buraya, Konyarlar var, yani göçebe çobanlar.. .— Diana, Olimpos'daki karlı dere suyunda yıkanmıĢ, bütün tazeliğini, ten güzelliğini ondan almıĢ. Ben de yıkanacağım. — Sonra? dedi Doğan. Ġngiliz kızın yüzüne baktı. Ne yapacağını bilmiyordu. DüĢünceliydi. Kız Aji-na'daki niĢanlısının çekilmez, mız mız haliyle «Ado-nis»ini mukayese ediyordu.

Öğle üzeri, güneĢ tepelerini yakmağa baĢlarken karların yukarılardan sarkıp, eridiği kenarları yeĢil çi-msnlerle kaplı dereye yaklaĢtılar. Çimenler yer yer kar öbekleriyle dağ papatyalanyle kucaklaĢıyordu. Atlan kırmızı kayaların dibine bağladılar. Doğan Bey Miss Field'in daha ne delilikler yapacağını düĢünüyordu. DeniĢe Ģırıl Ģırıl akan kayalar arasındaki suya eğildi. Ġçti. Soyunmağa baĢladı. NeĢeli neĢeli : — Bütün Oxford'daki arkadaĢlarıma böyle bir gün için yaĢadığımı söylemiĢtim. ĠĢte Olimpos'un kucağında hayat tazeleyen derede yıkanacağım. Doğan Bey sırtını döndü: «Deli Kız» dedi. Atını ardıç kökünden çözdü. AĢağı yaylaya doğru sürdü. Dereyi geçti. Uzun bir yayla ova düzlüğünde uzanıyordu. Çıngırak sesleri iĢitti. Atını o tarafa koĢturdu. Bu çıngırak seslen onu dinlendiren dost bir sesti. BıkmıĢtı Ġngiliz kızından, baĢından atamamıĢtı, fakat ona lâzımdı Miss Field. Zaptiyeye de Ģahitlik edecekti. Kayalığın önünde yüksek bir taĢa oturmuĢ bir Konyar kızı gördü. Kızın simsiyah örgü örgü saçlarında mecidiye altınları sıra sıraydı. GüneĢ ıĢığı vurdukça kırk örmeli ince saçları parlıyordu. YaklaĢtı. Balkanlı bir Türk kızıydı. Küçük Balkan'daki 113 BALKAN ACISI yörüklere benziyordu. Nal seslerinin geldiği tarafa kız baĢını çevirdi. Tepesinde atlıyı görünce kork. muĢtu. Doğan Bey gülümsedi. Kız kaĢlarını çatmıĢ çekingen çekingen bakıyordu. Yanakları dağ yanığı kırmızılığmdaydı. Ceylan gözlerini bir müddet Do-ğan Bey'in. elbisesinin üzerinde gezdirdi, sonra bu yabancı erkeğin gözlerine dikti.. Doğan Bey bu bakıĢlardan bir Ģey anlıyamamıĢtı. Korkutmak için mi bakıyordu, «hoĢ geldin» mi diyordu, yoksa kötülük yapacağından mı korkuyordu. Kız elindeki yün kirmenin çubuğunu, eğirdiği iplik yumağına soktu. Kalktı. Cıvıl cıvıl gözlerindeki derin bakıĢlarıyle hâlâ «in misin cin misin» der gibi Doğan Bey'e soruyordu. Doğan Bey; — Ne yaparsın ma! Merhaba! dedi. Kız cevap vermedi. ViĢne rengi kündüğünü düzeltti, yençeğini çekiĢtirdi. Elbiseleri bir çoban kızından ümit edilmeyecek temizlik ve intizamdaydı. Yörük kıyafetli kız baĢını önüne eğmiĢ kınalı parmaklarını oğuĢturuyordu. — Dilsiz misin kız? dedi, Doğan bey: Senden baĢka kimse yok mu yaylada? Kız gene cevap vermemiĢti. Doğan Bey, Kon-yarlarm çok az Türkçe bildiklerini, daha çok Rumca konuĢtuklarını hatırladı. — Nerde sizin çadır? diye sordu. Konyar kızı çok değiĢik bir Rumca ile inci gibi diĢlerini göstererek cevap verdi: — Ġki dere aĢağıda! Kız daha çok konuĢmadı. Rengarenk kilim de-sencikleriyle örülmüĢ yün çorabının üstüne siyah tüğlü keçi derisinden yapılmıĢ çarığını çekti. Arkasına bakmadan koyun sürüsüne doğru koĢtu. Do- BALKAN ACISI 119 sap Bey de atını Miss Field'in bulunduğu tepeye doğru sürdü. Ġngiliz kızını görünce ĢaĢırdı kaldı. De-nise Field derenin üstündeki yamaçta karlara çırıl c,p]ak uzanmıĢtı. Narsis miydi bu kız? DeniĢe, delikanlının geldiğini görünce derenin diz boyunu geçmeyen en derin yerine atladı. Yüzmek istiyordu. Yaz güneĢine rağmen yayla havası serin, çayır suyu buz gibiydi. Kız ellerini kollarını hareket ettirerek sudan çıktı. Titreyerek elbiselerine doğru koĢtu. Silinirken diĢleri birbirine vuruyordu. Giyindikten sonra Karlı Dağ'a doğru döndü; bir ikona önün-deymiĢ gibi ellerini birbirine bastırıp alnına götürdü: — Ey Olimpos! Ey Zeus! dedh Her Ģeye muktedir Ġsa aĢkına beni yalnızlıktan kurtar!.. Doğan Bey, kızın gittikçe saçmaladığını gördü; yanına gitti. Kızı ayağa kaldırdı. Miss Field Dağ hummasına tutulmuĢ gibi titriyordu. Ceketini çıkartıp kıza giydirdi. — Aptal kız! Aptal kız, dedi: Sen de milletin de hristiyanlığı YunanlılaĢtırdıkça; Zeus'la Ġsa'yı, Rea'yle Meryem'i aynılaĢtırıp maddeleĢtirdikçe yalnızlıktan da bencillikten de kurtulamazsınız. Yunan-A-hlara yardım etmeniz de bu hristiyan egoizminin neticesi. Doğan Bey, biraz önce gördüğü bu yaylaların sahibi Konyar kızının safiyeti ile Yunansever Miss Field'in anormal durumunu mukayese ediyordu. Bu Ġngiliz kızı her an bir ayrı ruh hali taĢıyor; bukalemun gibi Ģahsiyeti renkten renge giriyordu. Böyle-' lerine güven olmazdı. Onu dinleyip mektubu yırttığına piĢman olmuĢtu. Miss Field'in gece anlattıklarını, Selanik'teki zaptiyeye de söylemesi için hemen geri götürmeyi düĢündü. Fakat kıza söz vermiĢti; m \ „ ,lr , * %* l 120 BALKAN ACISI

Yunan sınırına kadar götürecekti, ordan kendisi Ko-zana'ya dönecek Atina'dan kızın gelmesini, lehinde Ģahitlik yapmasını bekliyecekti. Atlarını yayladan aĢağı doğru sürdüler. Miss Field yemyeĢil otlar arasında koyunları ve rengâ-renk elbiseli elindeki kirmenle yün öğüren kızı gö. rünce ĢaĢırdı. — Kim bu kim bu, diye sordu. Atını kızın bulunduğu tarafa sürdü. Konyar kızına lâtince, Rumca karıĢık birĢeyler söylemek istedi. Konyar kızı onla-madı. At üstündeki Avrupalı kızı garip bir mah'uk görmüĢ gibi tecessüsle seyrediyordu. Doğan Bey: — Miss «Adın ne» diye soruyor, dedi. Türkçe nefesiyle Rumca cevap verdi: — Albenika! — Ah ne güzel bir isim dedi, Miss Field; ama Ġslâm ismine benziyor, Yunanlı değil mi bu? — Sen Balkan'daki isimlere, dinlere, dillere bakma.. Türk bu kız, Konyar Türk'ü!. Doğan Bey'in bu cevabı Miss Field'i ĢaĢırtmıĢtı. Truvalı Helen'e benzettiği bu güzel çoban kızının antik çağdan kalmıĢ bir Grek olmadığına üzülmüĢtü. Çoban kızı: — Ne iĢiniz var, buralarda? dedi, nereye gideceksiniz? Doğan Bey: — Ben Kozana'ya döneceğim, bu kız da Atina'ya, Yunanistan'a gidecek, dedi. Miss Field «Rum köylülerinin Atina'ya gitmem için bana yardım edip etmiyeceklerini sor» dedi. Doğan Bey daha tercümesini bitirmeden Albenika kaygılı ve endiĢeli gözlerle Ġngiliz kızına bakarak konuĢtu: — Yalnız baĢına erkekler gidemiyor, o nasıl gi" der. Yunan devletinin candarmasına güven yok. Her BALKAN ACĠSĠ 121 ay sınırdan sızıp bizim koyunlarımızı çalıp giderler. Aman dikkatli olun, gitmeyin.. Miss Field arkeoloji tahsili yanında Yunanca da öğrenmiĢti. Fakat Albenika'nın söylediği bir ke-limeyi anlıyamıyordu. Miss Field: — Nasıl Yunanca konuĢuyor bu kız, dedi. Doğan Bey çoban kızının söylediklerini tercüme etmeden: — Bunlar Kojıyar! dedi; zaman zaman Küçük' Balkan'da koyun sürüleriyle gördüğümüz Yörükler gibi hayvan beslerler. Çadırlarda kalırlar. Türktür-ler.. HıristiyanlaĢmıĢlar.. Yarı Rumca yarı Türkçe konuĢurlar.. Dinleri ortadoks olduğu için kendilerini Yunanlı zannederler. Ama Yunanlıları sevmezler. Böyle dağlarda, yaylalarda kilisenin de, hükümetin de baskısından uzak hür bir hayat yaĢarlar. Bu uzun Ġngilizce konuĢma Konyar kızını sık-1 mıĢtı, elindeki sopayla «kiĢĢ! kiĢĢ!.» diyerekH<e-' yunlarını sürerek yabancılardan kaçtı. Ġki yabancı da atlarını hızla sürerek Karlı Dağ'ı arkalarında h\ rakip güneye yöneldi. Yunan sınırına yaklaĢmadan bir Rum köyü gö ründü. Doğan Bey Miss Field'e baktı. Kızın gözlerinde, yüzünde anlıyamadığı bir ifade dolanıyordu. Ağ-lıyarak arzularına kavuĢan bir çocuğun sinirli ve huzursuz ihtirası vardı. Kızın bindiği atın gemini tuttu, durdurdu: — Miss Field, dedi; artık benim dönmem lâzım, bu çevredeki Rumlar daha azgın Türk düĢmanıdır. Sen de dikkatli ol.. ĠĢte gidiyorsun.. Doy Yunan- milletine.. Atina'na Partenon'una kavuĢ.. Ama dikkatli ol.. Her musibet beklenir onlardan.. Bilirsin «Grek» hırsız demek.. «Helen» sapık demek.. Sana en yakın oldukları zaman bile en kötü hareketi ya- 122 BALKAN ACISI pabilirler. NiĢanlın da Byron gibi onları tanıyıp, bel. ki piĢman olmuĢtur.. Darısı sana demiyeceğim.. se. lanik'te bekliyeceğim. Miss Field elini uzattı. Türk erkeğinden ayrılmak istemiyordu. Doğan _ Bey'in elini bırakmadı «Adonis»inin kahverengi gözlerine baktı. Atina'da Partenon'da ondan güze! erkekler bulacağını düĢündü: — Good Bye! Good Bye, diyerek atını Rum Köyüne doğru mahmuzladı. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM «Milletleri öldürmeyen faziletler yine bizde. Sözde sebat, iĢte azim, sabır bizim kavmimizde.» Mehmet Emin Yurdakul GORALZADE GORALZADE Abdurrahman Ağa, yeğeninin Avrupalılarla Kozana'ya gitmesinden sonra geceleri uyuyamaz olmuĢtu. Karısı Lâlezar Hanım! «Ağa sana ne oldu böyle, huzursuz ve sinirli bir vaziyettesin, beĢ on günde avurtların çöktü, ne üzülüyorsun, o serseri yeğeninden zaten bize bir fayda yok, niĢanı atıp kızımızı da kurtaralım» dedikçe, Goralza-de daha çok içine kapanıyor, üzülüyordu. Kohenler, ġebatalar ve Avengelisler Ağa'nın bu durgunluğun-dsn faydalanıp ticaret iĢlerini de baltalamağa baĢlamıĢlardı. Bu gün tekrar «zaptiye»ye çağırılması onun canını daha çok sıkmıĢtı.

Lâlezar Hanım, cumbadaki çiçeklerin üstünden eğilmiĢ kordona doğru giden kocasına bakıyordu. Dik yürümeğe çalıĢmasına rağmen, uzun boyu artık kamburunu gizlemesine imkân vermiyordu. Selanik Ģehri, ticaret hayatı onu yiyip bitirmiĢti. Köyde kalsalardı o da ağabeyleri gibi hâlâ dipdinç olacaktı. Goralzade, gümüĢ bastonunu arnavut kaldırım- 124 BALKAN ACISI larında takırdatarak Gümrük caddesine döndü. Ser. komser gene ne diyecekti. Yeğenine birĢey mi ol-muĢtu yoksa.. Kefaletle tahliye ettirdiği yeğeni Do-ğan hâlâ dönmemiĢti. Onun niçin Avrupa'lara git. meĢine, gayrimüslimlerle düĢüp kalkmasına müsaade etmiĢti. Suç kendisinindi; anasız babasız diye nazlı yetiĢtirilmiĢ, terbiye edilememiĢti. Avrupa'dan döner dönmez dayısının da kendinin de baĢını belâ-ya sokmuĢtu. Konağı ile zaptiye komserliği arası epeyce uzaktı. «Bugün paytona binmeyim, biraz deniz havası alayım» diye düĢünmüĢtü. Hava güneĢliydi. Denizden hafif bir meltem esiyordu. Abdurrahman Ağa yorulmuĢ gibi durdu, arkasına döndü mor, pembe akasyalar içinde kaybolmuĢ konağının pencerelerine baktı. Lâlezar Hanımla, kızı Leylâ hâlâ kendisine bakıyorlardı. Kızının el ettiğini görünce içi sızladı. Yavrucuğu onyedisini geçmiĢ fakat ona bir düğün yapmak kısmet olmamıĢtı. Kızının ve bunca emek sarfettiği yeğeninin mürüvvetini göremeden mi ölecekti. Bastonuna dayana dayana yavaĢ yavaĢ sahil yoluna geçti. Denize baktı. Bursa mavisi, Muradiye yeĢili güneĢ ıĢığında dalga dalga pırıldıyordu. Bu dinlendirici yeĢil onu kaygılardan, düĢüncelerden kurtaramıyordu. Denizin sonsuzluğuna gözleri dal-dı^Ecdadı karĢı sahilden gelmiĢti. Büyük dedeleri izmir'den Ġzdin'e geçince denizciliğe baĢlamıĢlardı. Dedesi Karlı Dağ yaylalarında koyun beslemiĢ, nihayet Ġncekarasu Ovası'nda ziraat yapmağa karar kılmıĢtı. Babası çiftlikler, tarlalar sahibi olmuĢ, zen-S gin olarak ölmüĢtü. Köylerindeki, Selanik'teki ser-I veti ona gönül huzuruyla yaĢamayı sağlıyamamıĢtı. Abdurrahman Ağa Selanik'e geldi geleli arada böyle karamsar düĢüncelere dalar, ruhu sıkılırdı. OnbeĢ BALKAN ACISI 125 senedir Selanik'teydi. Küçük Balkan'daki ağabeyle- ~) rj. «Sen Selanik'e git ticaretle uğraĢ» demiĢlerdi, ' »hem mahsulümüzü Rum tüccarlar eliyle ucuza satmasını önler hem de KocaĢehir'e yavaĢ yavaĢ yer- -leĢiriz.» Abdurrahman Ağa rüĢtüye mezunu ve içlerinde "") en genci olduğu için ticaret iĢine yatkın görülmüĢtü. Fakat ticaret için tahsilli olmak, hesap bilmek, sermaye temin etmek yetmiyordu ki.. Selanik'te Ģimdi büyük bir mağazası ve depoları vardı. Hububat, un, mercimek satıyor; bunları zaman zaman dıĢ memleketlere yolluyordu. Kazancı iyiydi. Fakat Selanik'e geldiğinden beri bu Ģehrin eski ve kalantort^v tüccarları, Rumlar, Yahudiler dönmeler onun iĢini , V bozmağa, engellemeğe çalıĢıyorlardı. Gençken bunların her türlü hilesini, oyununu bozuyordu ama Ģimdi iyiden iyiye yaĢlanmıĢtı. Devlet memurlarıyla anlaĢıp Goralzade'ye ihraç zorluğu çıkarıyorlardı. Onun Küçük Balkan'daki akrabaları, köylüleri olmasa onu bir kaĢık suda boğacaklardı. ĠĢlerinde durgunluk vardı bu mevsim. Bir köylüler cumadan cumaya alıĢveriĢe geliyor bir de Selanik'teki memurlar, su- 1 baylar... Bunlar arasında iyi ahbabları vardı; fakat\ Ģimdi onlarla haĢır neĢir olmayı tehlikeli görüyordu. Ya Jöntürklerden yana veya localara, fırkalara kayıtlı olan bu genç memur ve zabitler Devlet-i Âli ile çatıĢıyorlardı. Devletten maaĢ alanlar Sultan'a karĢıydı. Hatta içlerinden bazıları Sultan Abdülha-mit Han'ı Ermeni'den, Bulgar'dan, Rum'dan daha büyük düĢman biliyor, yeniden meĢrutiyet istiyorlar-¦ di. Goralzade her adımda bir kaldırım taĢlarına bastonuyla sinirli sinirli vuruyor, onlarla konuĢuyordu: «Kimin için meĢrutiyet, hürriyet? Bizim için mi, 126 BALKAN ACĠSĠ Türk'ler için mi? Urumeli'nde zaten hür ve müref. feh bir Ģekilde yaĢıyan Türk köylüleri için mi? On-lar imparatorluğun Ģimdi en bahtiyar en hür insan-lan.. Yıllardır süren savaĢlarda verdikleri Ģehitlerle sakat kalmıĢ gazilerle köylerimiz erkek gücünden, tarlalarımız er emeğinden mahrum kalmasa hiç bir dertleri yok.. Hürriyet Jöntürkler için mi? Doğan Bey için mi?. Ah yeğenim. Ne ümitlerle okuttum onu.. Aptal çocuk ne demiĢti: «MeĢrutiyette devletimiz daha güçlenecek, millet söz sahibi olacak dayı!» Hey aptal yeğenim. Birinci meĢrutiyette Urume-lı'nden meclise giden Türk'ten Bulgar'ın, Rum'un, Sırb'ın daha çok olduğunu bilmiyordu. MeĢrutiyetçiler zannediyordu ki, Selanikten Türk ismiyle meclise giden dönmeler, Yahudiler Türk devletini güçlendirecek.. Doğan'm ilk tevkif edildiği gün, kom-sere yalvara yakara zor kurtarmıĢtım. EĢeğin kulağına nasıl bağırmıĢtım: «Devlet Sultan demek! Millet Sultan demek! Devleti de milleti de en iyi düĢünen Sultan Abdülhamit Han'dır!. Bundan gayrı düĢünce tehlikeli.. Ġngilizlerin, Fransızların, Rusların amaline hizmet olur.. MeĢrutiyetle Balkan'daki teb'a-mız oları Rumla, Bulgaria eĢit olacağız derken onların kulu kölesi olacağız.. MeĢrutiyetin, hürriyetin öncüleri kim?. Rumlar, yahudiler, dönmeler değil mi? Devlet nizam demek.. Bu kavimlerde nizam fikri yok.: Nizamı bozan devleti de parçalar.. Azınlıkların istediği altı asırlık

imparatorluğumuzu bölmek.. Türk'ün kanıyla, teriyle, kemiğiyle yoğrulmuĢ Balkan'ını elinden almak.. Bunun için Ġngilizler, Fransızlar Selanik'te, Kozana'da cirit atıyor, para saçıyor.. Moskof'un Bulgaristan'da yaptığını Ġngiliz Küçük Balkan'da yapıyor.. Yeğenim! Doğanım!. Sen Küçükmatlı Bey- BALKAN ACISI 127 ıerinin oğlu.. Türk oğlu Türk, nasıl devletini yıkacak olanların fikrindesin, onlarla berabersin.» — Tatar Böreği! Salep! Saleep! Ġnce çocuk sesi, Goralzade'yi dünki hatıra ol-mUĢ sözlerinden, kahırlı düĢüncelerinden sıyırdı.. —- Salep bre bey amca Saleep! Abdurrahman Ağa, önünde duran çocuğun yü-züne baktı. Küçük solgun yüzünden cin gibi, büyük adam gözleri parlıyordu. Çelimsiz, cılız çocuğun omuzunda Tatar Böreği sepeti, elinde de salep ibriği vardı. Bir bardak salep alsın diye ihtiyarın göz-.. lerine bakıyordu. Fakat bu çocuk bakıĢlarında bir ezilmiĢlik ve dilencilik yoktu. «Saleep! Saleep!.» diye bağırırken gırtlağını zorluyan, gücünü kesen emeğinin karĢılığını istiyordu. Doğan böyle yetiĢJ se herhalde devletin, zenginliğin, servetin, paranın kıymetini daha iyi anlardı. Goralzade: — Adın ne oğlum, dedi. — Besim! Amca Bey Besim! diyen çocuk elindeki su dolu ibrikle bardağı yıkadı. Salep koydu. — Peki baban ne iĢ yapar, dedi Goralzade; nerelisiniz?. Çocuğun sevimli mavi gözlerine bakarak yudum yudum salebi içmeğe baĢladı. Çocuk bu beyaz sakallı, gümüĢ bastonlu ihtiyardan hoĢlanmiĢ-tı. Elindeki ibrikleri yere koydu. Omuzundan börek sepetinin kolluk iplerini çıkardı. Küçücük ellerini mahcup mahcup oğuĢturarak konuĢtu: — Biz muhaciriz Amca Bey! Tuna muhaciriyiz.. Bir annem var.. Babam Ģehit olmuĢ.. Tepedi otururuz, Selaniğin muhacirler mahallesi.. Fakiriz^ bre amca ne yapalım.. Abdurrahman Ağa böyle asil bir oğlu olmasını ne kadar isterdi.. Yeğenleri çoktu ama Doğan Bey'i onlardan daha çok severdi.. Allah yeğenine, Doğan 128 BALKAN ACISI Bey'e Ģu muhacir çocuğu kadar mesuliyet duygu, su verse ne kadar memnun olacaktı. — Al Besim! dedi. Salepçi çocuğa bir büyül< mecidiye verdi. Çocuk ĢaĢkın ĢaĢkın: — Alamam amca bey! Alamam, ben bu altım nasıl bozarım? — Senin olsun yavrum, hepsi senin olsun, di-yen Goralzade çocuğun yanaklarını okĢadı, yürüdü. Zaptiye karakolunun bahçesine geçti, kendisini tanıyan bir komser selâm verdi, BaĢkomserin beklediğini söyledi. Goralzade bastonunu askıya bıraktı. Ġçeri girdi. BaĢkomser ayağa kalkıp: — Buyurun Abdurrahman Ağa, diyerek masanın önünde karĢıladı, elini sıktı, yer gösterdi. Buna rağmen ciddi ve telâĢlı bir görünüĢü vardı. Önemli bir haber vereceğe benziyordu. — Ağam! dedi, zaptiye nezaretinden telgraf geldi. Herr Berger'in katiliyle alâkalı bütün maznunları yakalamamı emrediyorlar. Alman zannettiğimiz Rükneddin EfendiymiĢ, Zatı ġahane'nin gizli istihbaratından.. Çok mühim haberler getiriyormuĢ. Maalesef Abdurrahman Ağa bu sefer o Avrupalılardan birinin katil olduğu hakkında delil ve Ģahit bulamazsak sizin yeğeni içeri alacağım. Oturduğu koltuğa çakılıp kalan Goralzade çaresiz bir sesle: — Ne yapabiliriz, ne yapmamı istersiniz komser bey? dedi. — Acele Doğan Bey'i buraya çağırtın, diyen baĢkomser düĢündü ilâve etti: Yanındaki Avrupalıların bir fena durumunu yakalasa, bize yardımcı olsa.. Bizim istihbaratımıza göre kati! 'Ġngilizlerden biri ama delil yok.. — O müessif hadise yeğenimi mütenebbih et- ^jĢe benziyor, diyen Goralzade dert yanarak: Ah komser bey ben neler yapmadım bu çocuğa.. Bana ticaret iĢlerime yardımcı olur diye tuttum Ġngilte-re'ye gönderdim.. Ah göndermez olsaydım.. Geldi geleli üzerinde Avrupa'da kalmıĢlığın ĢaĢkınlığı, züppeliği var.. Ne yapacağız bilmem... BaĢkomser, Abdurrahman Ağa'nın sözünü kesti: — Ağa! Seni severim, eski arkadaĢımsın fakat yeğeninin Ģahsı, durumu beni alâkadar etmez; biliyorsunuz yeğeninizi sizin verdiğiniz kefalet üzerine bıraktım. En kısa zamanda burada bulundurmalısınız. Aksi halde siz de ben de müĢkül vaziyette kalırız. BaĢkomserin sesi emrediciydi! Goralzade ağlamaklı bir sesle: — Oağan alafrangadır, züppedir, Jöntürk'tür fakat katil olamaz komser bey! Öksüz yetim kaldı çocuk.. Çok hassastır.. Bir karıncayı bile incitmekten sakınır.. Ama ahh o garpperestlik yok mu? Beynini çürüttü yeğenimin, benliğini, Ģahsiyetini aldı. Cemiyetimize muzır bir hale getirdi, ama katil değil o, katil değil. Komser Bey.. Ağabeyimin oğlu Osman'a hemen haber gönderip onu buraya getirteceğim. Fakat siz katili Avrupalıların arasında arayın. B TAġKÖPRÜ "— O yonuyu yükletmeyin ona! — Aman, durun ben alayım altında kalır ölür, ne deriz ne ederiz sonra?

130 BALKAN ACISI — Bırakman bre! Babası görmesin ırgat gjbj çalıĢtığını, çocuk daha kemikleri geliĢmemiĢ, kavrulur büyümezsin böyle ağır yükün altında. — Söz dinle bre evlat! Çekil! Çok ağır bu taĢ ezileceksin. — Haydi bre çok konuĢtunuz, kaldırın sırtıma siz, çocuk değilim, yükleyin sırtıma, omuzuma doğ. ru. — Bey oğlu taĢ mı taĢır, etme Osman! Bey senin halini görse bize ne der. — Haydi bre yükleyin siz. Hah Ģöyle.. Bakın bey oğlunun kaldıramıyacağı taĢ yoktur. Tarihi Kayalar Köprüsü'nün bir ayağı sel sula-rıyle oyulmuĢ, kocaman temel taĢlarını sel sürüklemiĢti. Bu taĢların yerine en cingi, en sağlam taĢlar bulunup konmazsa köprü çökebilirdi. Bu taĢ köprü Kayalar'ı Küçükmatli'ya bağlıyordu. Sarp ve dar bir boğaz üzerinde kurulan köprünün altındaki su deliceydi. Bir daha sel gelse köprüyü hep götürür Küçük Balkan köylerinin Kozana ve Serfice Ģehirleriyle bağlarını koparırdı. Küçükmatlılılar Serfice'den Rüstem ustayı getirtmiĢler köprülerini tamir ettiriyorlardı. Rüstem Ağa köprünün halini görür görmez: — Aman! dedi, tam zamanında çağırmıĢsınız. Mimar Sinan'ın bu ulu eserini onun koyduğu taĢlar gibi sağlam ve büyük taĢlarla ancak tutabiliriz. Köprünün yanındaki çimenlikte namazını kılmıĢ, sonra köylülerle kayalıkta tepelerde en sağlam taĢı olan kaya damarını aramıĢ, nihayet yolu sarp bir yerdeki cingi kayaları seçmiĢti. TaĢ kesicileri ustalıkla bu kayadan istenilen boyda yonular çıkarıyor, ustalar orda yontup aĢağıya dereye götürülmek üzere köy gençlerinin sırtına yüklüyorlardı. Rüstem usta iyice tembih etmiĢti. TaĢ yuvarla- BALKAN ACISI 131 n,r çatlarsa temele gelmez, çürür, çatlatmadan ge-tirin' demiĢti. En iri yonu taĢına sırtını vermiĢ olan Osman: — Haydin bre! Ya Allah ya Bismillah! diyerek koyu kadar kaya parçasını önden arkadan kayıp düĢmesin diye tutan arkadaĢlarını' da Ģevklendiri-yordu, iki büklüm bayır aĢağı dikkatle yürüyordu. ArkadaĢları biraz dengesini bozsa, ayağı bir çalıya takılsa körpe vücudu ağır taĢın altında kalabilirdi. Osman dengeli adımlarla yürüyordu. — MaĢallah bre, Bey oğlu dediğin böyle olur. — Civanımın eli silâh da tutar iĢte. — Aman dikkatli ol beyimin oğlu, sağa doğru sağa doğru meĢeye çarpacaksın. Alnından tane tane terler dökülen Osman, kayalıktan arkadaĢlarının yardımı ile koca yonuyu derenin dibine kadar getirdi, buz gibi suya daldı, su diz kapaklarını geçti. Rüstem usta karĢıdan: — Hahh tam istediğim taĢ, yaĢayın bre. Aman oğul dikkatli ol, etrafındakiler sağlam tutun, dedi. 0 da, yanındaki sıvacı da e! verdi. — Tutun tutun! Sağlam tutun bre! Aliah göstermesin beli kırılır kızanın. — El verin, amma büyük taĢ ha.. Çok ağır ıhh çok ağır ıhh! Sağ tarafa sağ tarafa, biraz yukarı, yavaĢ yavaĢ.. — Hoop bismillah! — Ya Allah. Tamam tamam, sağ olun çocuklar, sağ olun evlâtlar, berhudar olun.. Sinan'ı dört asır daha dirilttiniz. Osman'ın sırtında getirdiği yonuyu beĢ kiĢinin yardımı ile Rüstem usta yerine yerleĢtirdi. Sonra Yönünün altında çıkan Osman'ın gözlerinden öptü: 132 BALKAN ACISI — Kimin oğlusun bre sen? diye sordu. Etrç. fındakiler: —• Mustafa Bey'in! Mustafa Bey'in! dediler. Us. ta biraz önce yerleĢtirdiği taĢa sırtını dayadı: — Eee artık tımarlar zeametler yok, dedi içjni çekti; sipahiler, beyler yok.. Sinanlar, Mehmedler yok! BaĢını kaldırdı köprünün üstündeki sağlam kemerlere baktı: Kaç asırlık evlâtlar, kaç asırlık bu köprü bilir misiniz? ġ imdi de böyle köprüler yapabil- düĢman Tuna'yı atlar mıydı? Hepsinin gözleri köprünün tavan taĢlarmdaydı. Ansızın gözlerine toprak döküldü. Yukardan nal sesleri iĢitildi. — Kim bu münasebetsiz bre? diyen usta Osman'a döndü: Eee iĢte böyle bey oğlu, ecdadın yaptığı taĢa taĢ koymazsak köprümüz, köyümüz, yurdumuz viran olur. Ama Pir'in yolunda gönül köprülerimizi de daha sağlam tutalım, Allah rızası için çalı- Ģalım. — Yukardaki atlı dereye indi bak geliyor. Osman ağır taĢtan yassılaĢmıĢ omuzunu gösterdi. Belini doğrulttu. Kavakların arkasından gelen atlı bağırıyordu: — Osman Ağabey! Osman Ağabey! Köyden baban çağırıyor. — ĠĢim var bre! ArkadaĢlarımı yalnız bırakamam, iĢten kaçtın derler.

Atın üstündeki bir çocuktu, atın gemini köprünün ağzına çekip durdu: — Osman Ağabey baban seni Kozana'ya gön-derecekmiĢ. Acele gelsin dedi. Osman'ın horoz gibi ileri çıkmıĢ gırtlağından hâlâ boncuk boncuk ter dökülüyor, yeni tüğlenen BALKAN ACISI 133 öâsüne boynundan süzülüyordu. Usta onun ay-9||mak istemiyen, hakikatli gözlerle baktığını görün- __ Git oğul! Git! dedi; aygıra döven çektirmezler. Ama sen gönüllü gelmiĢsin. Sağ ol. Hadi simdi babanın yanına.. Güle güle! TAVERNA Edil Ovası köylüleri Selanik ve Manastır uzakf>ı olduğu için, gittikçe büyük bir Ģehir canlılığı kaza- yr nan Kozana kazasına salı günleri inerlerdi. Tavuk, yumurta, meyve, sebze götürürler Ģeker ve kaput gibi ihtiyaçlarını alıp dönerlerdi. Kozana'nın hanları, otelleri gittikçe pahalanıyordu. Sanki Selanik ol- j\ I muĢtu bu küçük kasaba. Adım baĢında bir Rus'a, ? \\ Ġngiliz'e veya Fransız'a rastlanıyordu. ġehrin kuze-j yindeki Türk ve Arnavutlarla meskûn beĢ on evlikl küçük mahallenin sakinleri mesçidde yatsı namaz-j larını kıldı mı artık dıĢarda müslümanlar azalır, Ģe-j hir Rum hakimiyetine geçerdi. Tavernalar, meyha- \ neler sabaha kadar açık kalırdı. \ Rumların, Avrupalılara karĢı «Türkler bize zul- s> mediyor» diye feryatlarına cevap olarak gelen hı-ristiyan misafirlerin ağırlanıp memnun edildikleri yer Kozana'ydı. Doğan Bey'in tren arkadaĢları da Kozana'nın zengin Rum evlerinde misafir edilmiĢti. Mrs Jacops Kozana'ya kadar üzerine aldığı vazifeyi baĢarmıĢ, elinde kalan son altın dolu çantayı da Koçeraka vasıtasıyla Rum çetecilere teslim et- 134 BALKAN ACISI miĢ, gazetecileri burda bırakarak, Ġstanbul'a gitmiĢ, ti. Mr Smith, Mr Church ve «tahkik heyeti üye»|ej.j Kozana Tavernalarını Avrupa'daki gece hayatından daha cazip bulmuĢlardı. Gündüzleri, Ģarapları g(j. zel olan Rum köylerine gidiyor; geceleri Rum oğlanları ve Rum kızları ile eğlenmek üzere Tavernalara koĢuyorlardı. Doğan Bey gece yarısı indiği hanın kuytu bir odasında akĢama kadar uyumuĢtu. Gözlerini açtı-ğında dıĢarıyı gene karanlık gördü. Karlı Dağ, Ser-fice yolu onu çok yormuĢtu. Bir müddet daha sırtüstü karanlık han odasında gözlerini tavana dikerek yattı. Alman'ı, onun otel odası tavanına dikilmiĢ kanlı gözlerini ve Mrs Jacops'la Mr Smith'i düĢünüyordu. Onları Kozana'da bulmalıydı, katil olduğunu o koca kulaklı «Ġngiliz»e itiraf ettirmeliydi. Miss Field Atina'ya niĢanlısının yanına gittikten sonra döner miydi? Miss Field'e çok haĢin davranmıĢtı. Kızı döğmüĢ, kamçılamıĢtı. Ama artık katili biliyordu. Neye yarardı, Miss Field Ģahitliğe gelmedikten, veya Mrs Jacops'la Mr Smith'i Selanik'e götüreme-dikten sonra. Yalnızdı. Kimse onu anlamıyordu. Sevdikleri Londra'da kalmıĢtı. Dayısıyla anlaĢamıyordu. Leylâ kendisinden küçük bir kızdı, çocuktu. Leylâ kendisine «ağabey» derdi. Onunla nasıl evlenebilirdi. Alice'i hatırladı. Chelsea'deki sevgilisini. Ġçmek ihtiyâcı duydu. Ġçkiye Pimlico'daki paplarda mübtelâ olmuĢtu. Kadınlardan, kızlardan en yakın alâkayı orda görmüĢtü. «Hürriyet bu, batı bu» dedi içinden: «Ġç ve sev». Ayağa kalktı. Ne kadar aptallık etmiĢti Miss Field'i bırakmakla. Bu halinde ona râm olacak tek kız oydu. Giyindi. Yanı baĢındaki çıngırağı salladı. Hancı Rum geldi. Doğan Bey: «ġarap! ġarap!» dedi. Bi- BALKAN ACISI 135 raz sonra kapı açıldı. Bir kız bir testi Ģarap getirdi- — Yemek ister misiniz? dedi. — Yok! dedi. Doğan Bey kızın yüzüne baktı, daha bu yaĢta tüğlü kıllı; çirkin bir kızdı. ġarap testisini tepesine dikti. Nereye gidecekti, ne yapacaktı. Onları bulana kadar tavernaları teker teker gezecekti. ġarap ĢiĢesini bir daha tepesine dikip dıĢarı çıktı. Hancıya atına iyi bakmasını söyledi. Ġki mecidiye verdi. Karanlık bir geceydi. Sokakta derin bir nefes aldı. Etraf Ģarap kokuyordu. Kendisini dinç ve kuvvetli hissetti. Çok uyumuĢ üzerindeki bitkinliği atmıĢtı. Kafası duruydu. Bu gece muhakkak katilleri bulmalıydı. Ayakları onu çocukken babası ile bir defa önünden geçerken duyduğu güzel melodilerin geldiği tarafa çekti. Pimlico' daki gibi piano sesine karıĢan gitar sesi onu tavernaya sürükledi. Merdivenleri daha önce buraya gelmiĢ gibi rahatlıkla indi. AĢağıdan müzik ve ıĢık huzmeleri perdeler arasından sızıyordu. Kapıdaki Rum garson: — Buyrun. Buyrun, dedi. Yer gösterdi. Doğan 3ey köĢedeki boĢ bir masaya oturdu. Ġçeri epey ka-abalıktı. ġarap ve pirzola istedi. Kendisinden önce 'ofayı tutmuĢ olanlar, elinde mandolin azmanı bir çalgı çalan, esmer gür 'siyah saçlı Rum kızının okuduğu bir Ģarkıya dört bir yandan bozuk hırıltılı sesleriyle katılıyorlardı. Kadehi her dudağına değiĢinde Miss Field'in Karlı Dağ'daki kâhinleĢen sesini ve beyaz tenini düĢünüyordu. Onun beyaz teninde ben yoktu. Fakat Mrs Jacops'u bulup soyacak, ona: «Katil katil!» diye bağıracaktı. Doğan Bey'den baĢka, masada yalnız baĢına

136 BALKAN ACISI oturan görünmüyordu. Barın yanında rengârenk can-fesler, kolları boğazları derinlemesine açık elbiseler giyinmiĢ Atina'dan, Selanik'ten getirilmiĢ «Rum sermaye»leri yanlarındaki yaĢlı erkeklerle cıvık Ģa. kalar yapıyor, mandolin sesini bastıran kahkahalar atıyorlardı. Onların yanında güzel giyinmiĢ, Rum kızlarına bakarken, kendilerine daha fazla çeki düzen veren Avrupalılar oturuyordu. Doğan Bey, diğer masalarda gözlerini .rahatsız eden iğrenç sahneler gördü: pembe tenli bir Ġngiliz yanıbaĢındaki Rum delikanlılarının dizlerine vurarak müstehcen birĢeyler anlatıyor, onlar da Ģakakları ağarmıĢ bu Ġngiliz erkeğin her söylediğine katıla katıla gülüyorlardı. YaĢlı bir Rum kokanası yanındaki Fransız'a «Amoure! Amoure!» diye kadehini uzatıyordu. Ortada Ģarkı söyleyen Rum dilberini dinleyen azalmıĢtı. Herkes kendi âlemine dalmıĢtı. Aradığı Ġngilizler bu tavernada yoktu. Kadehini yudumlayıp diğer tavernaları gezmek üzere kalkacaktı. Rum kızı iĢveli iĢveli peltek sesiyle okuduğu Ģarkıya devanı ederek Doğan Bey'e yaklaĢtı. Bu yalnız erkeğin kadehini elinden alıp Ģarabı tepesine dikti. Tavernanın tavandaki uzun direklere asılmıĢ büyük gaz lâmbalarının fersiz ıĢığı sigara dumanından kaybolmuĢtu, bulutlar arasındaki ay gibi sönük kalmıĢlardı. Doğan Bey tül perdeden seyreder gibi, Rum kızının hareketlerini takip ediyor, onun zeytunî saçlarını müziğin ritmine göre omuzlarına atıĢını seyrediyordu. Kızın zeytin gözleri artık Doğan Bey'dey-di, Ģarkıyı bu yalnız adama söylüyordu. Ġnce, minyon yüzüyle zıtlaĢan etli kalın gözkapaklarını süzerek Doğan Bey'e doğ,ru yaklaĢtı. ġarkısı bitince masaya oturdu. Doğan Bey elindeki kadehi ona uzattı. Rum kızı: BALKAN ACISI 137 .__ Peki Beyumu deyip kadehi dudaklarına götürdü. Bu sırada tavernanın arkasındaki kapıdan üç erkek içeri girdi, ikisi uzun boylu idi, yanlarındaki ise onların Avrupai kibar giyimine zıt, bol el-bjseli esmer kısa boylu hali ile tasmalı köpek gibi efendilerinin arkasından koĢturarak yürüyen zayıf bir tazıyı andırıyordu. Masaları kolaçan eden koca kulaklı olanı: — Nerede Evdoksia? diye bakınırken yanındaki onu dürttü: — ĠĢte, Türk! O Türk! dedi; fısıltıyla devam etti: Evdoksia'nın yanındaki Türk, neydi adı.. Doogan, Doğan! Uzun kulaklı Ġngiliz de günlerdir beraber olduğu «My darling»i öğrettiği Rum dilberinin bir Türkle hem de trendeki Doğan Bey'le beraber oturduğunu görünce, ayağa kalkıp Doğan Bey'in masasına gitmek istedi. Yanındaki arkadaĢı ceketinden çekip oturttu: — ġ imdi değil, dur gitme, dedi. Gözüyle yanındaki kara kuru adama emir verdi. Kara kuru adam kalktı, barın yanında oturan Taverna sahibiyle konuĢup Doğan Bey'in bulunduğu tarafı iĢaret etti. Doğan Bey, Evdoksia'nın zeytunî saçlarının üstünden kara kuru adamın kendisine doğru baktığını gördü. BaĢını kaldırdı, dikkatini toplamak istedi. YaĢar'dı bu YaĢar, çingene YaĢar.. Bir garson geldi Rum kızının elinden çekti, ona söverek patronun yanına gitmesini söyledi. Rum kızı patronun yanına gidip geldikten sonra Doğan Bey'e daha çok yakınlık göstermeğe baĢladı. Yeniden Ģarap istediler. ġarabın son yudumu daha tatlı dedi, Evdoksia Doğan Bey'in elinden tu- 133 BALKAN ACISI tuyordu. Avuç içleri sıcak ve terliydi. Miss Field', in elleri kuru ve soğuktu. Fakat- güzeldi, bu Rum [<,. zindan güzeldi.. Atina'dan dönecek, «Alman»m |<a. tilini beraber yakalıyacaklardı. Sülük soluğu kara yüzlü adam Evdoksia'ya iĢaret ediyordu. Kimdi bu pis adam.. Kirli, pasaklı, sümüklü çingene YaĢar. Kozana'da bey olmuĢ, «midilli»sinden sonra Ģimdi de elinden Rum dilberini mi alacaktı. Kızın zeytin gözlerine baktı. Evdoksia ellerini delikanlının beline doladı. — Gel beyumu, deyip, Doğan Bey'i masadan kaldırdı. Delikanlı sendeledi, baĢı dönüyordu, kıza daha çok sarıldı. Evdoksia avını yakalamıĢ bir ah-topot gibi onu biraz önce Ġngilizlerle, YaĢar'ın çıktığı arka kapıya götürdü. Burası bir küçük gaz lâmbası ile aydınlanmıĢ, yere geliĢi güze! Ģilteler atılmıĢ küçük bir odaydı. Ġçerde oturacak ne sandalye ne de bir masa vardı. Doğan Bey bir minderin üstüne doğru yığılırken Evdoksia'yı da peĢinden sürüklemiĢti. YaĢar Ġngilizlere «Tamam, tamam» demiĢti. Ġngilizler çingenenin içine çökmüĢ, mor, halka halka hıyanet dolu gözlerinden istediklerinin yapılmıĢ olduğunu anladılar. Uzun kulaklı Ġngiliz: «Yeah!' Ye-ah!» dedi kalktı . KONYAR KIZI Osman, Gani Ağa'nın çocuklarından Doğan Bey' in bir «gavur» kızı ile Kozana'ya, oradan da Karlı Dağ'a, «belki Atina»ya gideceğini, Muratlı'nın Rum BALKAN ACISI 139 çeteciler tarafından yakıldığı, akrabalarının öldürüldüğü günün acısı içinde dinlemiĢ; önce mezar kazmaktan, sonra da köprü iĢiyle uğraĢmaktan hala oğlunu hatırlıyamamıstı. ġ imdi bu «frenkmeĢrep» arkadaĢını bulmak için Kozana'ya gidiyordu.

At üstünde Doğan'la Kayalar'daki rüĢtiyeye gittikleri mektep hatıralarına dalıyor; hala oğlunun öksüz kalıĢını, sonra Selanik'te onun idadiye ve «gavur koiej'Une devam ettiği yılları hatırlıyor; güzel Ģehir elbiseleri içinde Kayalar'daki akrabalarını zi-_ yarete geldiği bayram günlerini düĢünüyordu. «Hala oğlu»nu çoktandır görmemiĢti. Küçük Balkan'daki akrabaları Doğarı için «soğuk züppe, kendini beğenmiĢ Jöntürk» diyorlardı. Herhalde öyleydi, olmasa bir «gâvur kızı»nm peĢinden koĢar mıydı? HerĢeye rağmen Osman dik baĢlı, hemen küsen rüĢtiye arkadaĢı hala oğlunu çok severdi. O, Selanik'te nezarete atılıp, kurtuldukça Osman bu maceralarını Ģehirden gelenlerden merakla dinlerdi. Fakat Avrupa'dan döndükten sonraki hareketi çok tehlikeliydi. Sultan'ın ajanlarından bir Alman'-ın öldürülmesinden maznundu, Goralzade amcası Doğan Bsy'i bir an önce Selanik'e getirmek için babasına mektup yazmıĢtı. Osman, Kozana'da Türklerin kaldığı hana gitmiĢ, bir Ġngiliz kızı ile bir gece bile kalmadan Ko-zana'dan çıktığını öğrenmiĢti. Atını dört nala Ser-fice'ye doğru sürerken Doğan'm ordaki halalarında kalacağını düĢünüyordu. Gece Serfice'ye ulaĢtı fakat Doğan halalarında da, diğer akrabalarında da yoktu. Burdaki akrabaları da üzüntü ve keder içindeydi. Doğan'm baĢına gelen hadise, Muratlı'daki Rum vahĢeti gibi, bütün Küçük Balkan köylerine yayılmıĢtı. 140 BALKAN ACISI 5 Serfice'deki akrabaları, sabahleyin Osman'ı Karlı Dağ'a yolcu ederken tüccar yolundan gitmeyip çoban yolunu tercih etmesini öğütlediler. Rum çetecilerin nerde, ne zaman görüneceği belli olmuyordu. Osman'ın omuzunda babasının verdiği mavzer tüfek vardı. Ġyi niĢancıydı. Küçük Balkan'ın güneyini de iyi tanıyordu. Her yıl köylüleriyle birlikte Konyarlardan koyun almağa gelirdi. Dik ve sarp olmayan yolları, Avrupalıların gittiği «Olimp» tepesini biliyordu. Ġkindi geçerken Karlı Dağ'i yeĢil tepeler ardından gördü. Kalın gövdeli kayın ağaçlarını geçti. Atının tırmandığı yokuĢ boyunca davar saçmaları dökülmüĢtü. Bunları toplayıp götürse Karasu boyundaki bahçelerine, tarlalarına çok iyi gübre olurdu. Çamlıklar ardından Karlı Dağ'i 'ilk defa böyle apak bulutlarla yunarken görüyordu. Atı sert bir zemin üzerindeki yumuĢak çimenlerde keyifli keyifli tırısa kalkmıĢtı. GüneĢi, ardına almıĢ, gözleri engin yeĢillik içinde bir canlı arıyordu. Gökte bir kuĢ bile yoktu. Beyaz bulutlar, dağın zirvesine halka halka indi. AkĢam güneĢi beyaz kar tepeleriyle ak bulutlar arasında ince bir ufuk çizdi. Bu ufuktan kopan altın rengi ıĢık sarardı soldu, yeĢillendi; gö-ğerdi mavi ıĢık oldu yere düĢtü. Osman atını yavaĢlattı. Her yer çevre çevre onun etrafında dönüyordu. Böyle buğulanan, kabaran ak bulut kümelerini Ġn-cekarasu'da hiç görmemiĢti. Küçük Balkan'ın en yüce dağında ciğerleri her nefeste yıkanıp, hafiflerken tepedeki bulutlar yüceldikçe yüceldi, göğerdik-çe göğerdi. Altın ıĢıklı ince ufuk doğruldu, ayağa kalktı, bulutlara doğru yükseldi, nur yeĢili bir ağaç oldu. Ak bulutları yıkayıp tekrar yere süzüldü. Karlı Dağ'daki yeĢil yaylaya ıĢık yağdı. Tanrı gök ıĢığı. BALKAN ACISI 141 cin düğünü gibi toz edip savurdu. Mavi ıĢık zerre- \ |eri kara düĢtü; kar göğerdi, eridi. Karlı suyu top- ¦ rak emdi. Çayırlar bir daha yeĢerdi. Gök ıĢık yayla yeĢilini okĢadı, gümüĢ dereye vurdu. Mavi ıĢık al-laĢtı. Osman gözlerine inanamıyordu. Atı onu hafif hafif sallıyarak bu gök ıĢıkla allanan billur dereye götürüyordu. Gök ıĢıktan gök bir ırmak akardı. Buzlu suda bir canlı vardı. Ala ala gözleri, kara kara saçları suya aksetmiĢti. GümüĢ su, peri kızının ak teniyle 'yıkandı. BeyazlaĢan dere ürperdi. Altın ıĢık suya vurdu. Su baĢını kaldırdı. Gözleri gök ıĢıkla ak bulutlara değdi. Bu bulutların ardından baktı. KarĢıdan karlar savruluyordu. Kar yağmurunda gök mavisi ıĢık vardı. Kar içinde at toynağı, kurt pençesi kar dağını yarıyor, savrulan bembeyaz kar arasından gök yeleli, gök gözlü, gök tüylü bir bozkurt geliyordu. Bozkurdun gözleri ala mavi, ağzı ala ateĢti. Yağız alnında mor kâhkülü uçuĢuyordu. At üstündeki yiğit, Demir Kazığın ucunda parlayan bozkurttu. Yedi yıldız ona bağlanmıĢ, pırıl pırıl ıĢıklarla etrafında dönüyordu. Osman rüyada gibiydi. Albenika rüyada gibiydi. At bulutlaĢan kar yığınını geçti. GümüĢ suyu çiğnedi. Al kayalara oturmuĢ, sırtını ulu kayın ağacına yaslamıĢ, bacaklarını suya uzatmıĢ kızın önünde durdu. Kızın alnındaki yedi altından ve omuzlarından beline uzanan kırk örmeli saçından yedi kere mavilikte yıkanmıĢ kırk altın ıĢık göğe yükseliyordu. Kız dokuz kere yıkadığı apak ayaklarına bakıyordu. Penesler ıĢıl ısıldı. Suya altın ıĢık akıyordu. Penes Kon-yar'ın, Yörüğün altın tacıydı. Kız ibriĢim saçındaki her Peneste bozkurdu gördü. 142 BALKAN ACĠSĠ / Gözünde bulutlaĢan kar fırtınası içinden çıkan faozkurdun, gök yelesi suya vurdu. Su titredi. Bu /yıllardır gözlediği bozoğlandı. Mukaddes ağaçta koz olandı. Geldi Boz Kurdunun nefesi suyu bulandırdı Dağ gibi gölgesi baĢ ucunda durdu. Albenika dağa baktı. Dağ eridi aktı. Osman suya baktı. Ceylan kurdu yaktı. Gök ıĢık gök ırmakta yıkandı. Ġki gönül tutuĢta. Ġki gönül bir olup Karlı Dağ'da yeni bir hayat buldu. Ala geyik el uzattı, Bozkurda sokuldu. Bulutlar kalktı. Gözleri duruldu. Rüya değildi, serap değildi. Os-manla, Albenika at üstünde kara çadırlara doğruldu. KonuĢmaz, birbirinin yüzüne bakamazlardı.

Konyar çadırının ortasındaki ağaç, gökleĢti; altın ıĢık oldu. Bütün oba nurlandı. Ak saçları göğer-miĢ bir ihtiyar ateĢ yakardı. BaĢını kaldırdı. Yıllardır Konyar Yaylası'na böyle bir beğ gelmemiĢti. Gökten bakar gibi duran erkeğin uzun bir yüzü vardı, bu atalarının anlattığı bozkurttu.. Torununa bakıp sordu. — Gözü yalgın bu er kim? Torunu cevap veremedi, gözleri nemliydi. — Niçin gözün ılgın bre kızım? Osman ihtiyar Konyar kadınını anlıyor, Albenika ninesinin ne dediğini anlıyamıyordu. Albenika'-nın içi kan ağlıyordu. Kendi sesine, kendi milletinin sözüne niçin sağır edilmiĢti. Ninesinin sesi kulaklarını yıkarken o mânayı gönlünde duyuyordu. Kara keçi kılından yapılmıĢ, koca Konyar çadırında kimse yoktu. Çadır kapısı önündeki ocağa eğilen ihtiyar ateĢe üflüyordu. Sorusunun cevapsız kalıĢına üzülmüĢtü. Dumandan baĢını kaldırdı. Al-rbenika çadırın içine koĢtu. Osman ĢaĢkındı. Küçük BALKAN ACĠSĠ 143 Balkan'daki yörük kadınları gibi giyinmiĢ bu ihtiyara baktı, baktı, baktı. Cümlelerini önce Türkçe sonra Rum'ca söyleyen bu ihtiyara ne cevap verecekti- Alben yayıkta ayran döğdü, geldi. Tahta çanak içinde ayranı Osman'a verdi. Osman ayranı içerken ihtiyarın kendisine soran gözlerle baktığını gördü. Osman buz gibi ayranın dudaklarına yapıĢmıĢ yağlı köpüklerini yaladı. Kıza bakamıyordu. Bu buzlu ayran hararetini söndürmemiĢti. Kalbi kaynıyor, içi yanıyordu. Böyle sihirli güzelliği Küçük Balkan köylerinin hiç birinde görmemiĢti. Ne diyeceğini bilemiyordu. Ġhtiyar Konyar tekrar sordu: — Ne ararsın burda kurt bakıĢlı, gözü yalgın , V\ Osman Alben'e baktı. Mavi ıĢıktan güç aldı. Konyarlar yabancıyı çadırlarında barındırmazlardı. Bu gece Karlı Dağ'dan dönemezdi. Kalmalıydı. Bu güzel kızla konuĢmalıydı. Çadırın içindeki dibeğe baktı; tuluk tuluk peynirlere, yağlara baktı; AcıkmıĢtı. Ġki büklüm olup dizlerini toprağa koyarak ateĢe üfüren ihtiyara döndü: * — Ben, dedi, Doğan Bey adlı birini arıyorum.. Yanında bir Avrupalı vardı. Ġhtiyar görmemiĢti. Alben iki yabancıyı hatırladı. Bu yiğit yüzlü erkek onları niçin arıyordu. O sarı kızın yanındaki adama benziyordu. Ama ondan mert bakıĢlıydı. Ondan sert duruĢluydu. Gözlerinde ateĢli bir yakınlık vardı. Ucu kıvrık bıyıkları yüreğine batıyordu. Sevdiği, seveceği, aradığı bu erkekti. Osman baĢını eğmiĢ, gür kaĢları altından Konyar kızını seyrediyordu. Kırk örmeli, mavi boncuklu lâcivert karası saçlarının döküldüğü viĢne rengi kündüğü, Vardar yörükleri böyle güzel iĢliyemezdi. <^ in Üçlü örülmüĢ ince saplarındaki bazı örgülerde a|. tın paralar eksikti. Pembe pembe elleriyle kız yen. ceğini düzeltti, üç dört saç örgüsünü önüne aldı onların mavi boncuklarıyle oynayarak: — Ben gördüm, dedi; üç dört gün önceydi, bir fesli Ģehirliyle bir sarı tüğlü kız geldi. Atları g(j. zeldi. Bana sınıra en yakın Rum köyünü sordular? — Ġkisi de oraya mı gittiler? Osman yel gibi ferah, su gibi Ģırıldayan bir sesle konuĢan Alben'e bakıyordu. Kızın ninesi de ikisinin konuĢmasını merakla dinliyordu; Alben devam etti: — Yok. Erkek Kozana'ya gidecekti. Atlarını onlar sürdükten sonra ben tepeye çıkıp seyrettim. Kız Rum köyüne doğru atını sürdü. Erkek de Serfi-ce yolunda gözden kayboldu. Osman, kızın anlattıklarına memnun oldu. Yarın tekrar Kozana'ya gidecek, hala oğlunu arıyacak-ti. Gözlerini kızın mor fes tacına dikilmiĢ küçük altınlardan beyaz alnına indirdi. Gözlerine baktı. Ġçine kaynar sular döküldü. BaĢını eğdi. Kıza yeniden doldurduğu ayran için teĢekkür etti. BaĢını döndüren, yüreğini ağzına getiren bu kızın adı neydi. Sordu. Kız ninesine baktı. Sonra kırmızı yanak-larındaki gamzelerini göstererek tebessüm etti. — Alben, Albenika! dedi? Osman: — Alben mi, Albenika mı? dedi. Ġhtiyar kadın sütü karıĢtırdı, doğruldu, ellerini ( beline koydu. Bir ah! çekti. O — Alben oğul Alben! dedi; Biz Konyar'ız Al- y ben deriz, Rumlar Albenika der. Ortodoks olduk f herĢeyimizi kaybettik. Adımız da gitti, dilimiz de, \ töremiz de. Balkan'a Osmanlı gelmeden biz gelmi- ^ \\z. Bizans vurmuĢ kırmıĢ, darmadağın etmiĢ bizi.. BALKAN ACISI 145 Osman'ın kulakları ihtiyarda, gözleri Albenika'-Bu çoban kızının boncuk gibi gözleri kalbine takılmıĢtı. Kızın iç içe ala-mavi gözleriyle kalbinin, ciğerlerinin, dudaklarının kuruduğunu hissetti Karlı Dağ'ın uçsuz bucaksız karları çöl olmuĢ, onu tepe tepe gezdirerek bir pınar aratıyordu.

Konyar kadın atalarından duyduğu Ģekilde &a\A kan'a geliĢlerini, Bizans'ın iĢkencelerini, yavaĢ ya-/ -y^'Ģ Türkçeyi unutup nasıl hıristiyan olduklarını,* Rum'ca konuĢmağa baĢladıklarını anlattı. Arada Türkçe dörtlükler tekerlemeler söylüyordu. Torunu: — Ben gideyim, dedi; annem davar sağıyor/ yardım edeceğim. Kırk örgüyü saçlarındaki altınları, boncuklara vuran ocak ıĢığı Osman'ın göz bebeklerine düĢtü. Kız giderken baĢını dönmüĢ bakıyordu. Ninesiyle rüyalarının Ģehzadesini baĢbaĢa bırakmak ona gurur vermiĢti. Annesine Karlı Dağ'da koyun yayarken gördüğü erkeği hemen anlatmalıydı. Bu baĢka bir erkek kıĢ gecelerinde kalbini okĢuyarak uluyan ulu bir kurt yavrusuydu. Osman da kızı kaybettikten sonra onun gittiği ağıldaki seslere kulağını verdi. Koyunlar meliyordu. Çadırı mis gibi yayla yeli dolduruyordu. Ġhtiyar ocağın yanına kadar gelip kazana bakan delikanlıya, elindeki kepçe ile karıĢtırmasına devam ederek: — Kımğız yapacağız! dedi; aĢağıdaki Kurt De-resi'nde Yağkut var.. Kocam.. Konyarların en ihtiyarı.. Yedi kutluğ, yedi kurdun babası.. Onu dinle-, mediler.. eridik.. Onun dokuz göbek önceki atasını da dinlemediler.. Bu Konyarlar her kötülüğe müste-hak.. Kurtken köpek olduk.. Rumlar Konyar'a Konya-r's dedi.. Arpadlar, Erler Aris oldu; Kürudlar, Al-benler Albenika, Marika... Oğuz geldi sevindik.. Os- manii bize hayat verdi.. Bizans zulmünden kurtardı ama Ortodoksluktan da Rumcadan da kurtaramadı. Ġhtiyar Konyar topraktan yapılmıĢ bir kaba yem. lik koydu, yufka getirdi. Bir çanağa kımğız döktü misafirinin önüne serdiği bohçaya bunları dizdi Kendi de oturdu: — Ye oğul ye, dedi; afiyet olsun. Osman tahta kaĢıkla kımızı aldı. Koyuydu. Ağı2 gibiydi. —¦ Bu nasıl kımız, dedi; çok koyu. — Oğul bu kımız değil. Kımğız, kımkız.. Koyun sütünü karıĢtıra karıĢtıra kızdıra kızdıra koyultarak yaparız., diyen ihtiyar Osman'ın gözlerine baktı: Sen nerden bilirsin Kımızı bire oğul! dedi; kımız kısrak sütünden yapılır. ġarap gibi sarhoĢ edici, karın ĢiĢirici değil, besleyicidir.. Biz adını biliriz.. Anadolu'ya, Urumeli'ne ulaĢamadı Asya dağlarında kaldı. Yemek yedikten sonra ihtiyar kalktı. Çadırın sonuna bir yün döĢek serdi. Çadırda baĢka yatak yoktu. Ġhtiyar: — Sen yat, sırtını dön, dedi; biz kepenekte de yatarız post üstünde de.. Osman köylerini Karlı Dağ eteklerine taĢıyor; Konyarları Ġncekarasu vadisine götürüyor, bir türlü kimseyi memnun edemiyordu. Karlı Dağ'ın karları köpürüyor, bulut oluyor kendisini çiğlerle gömüyordu. Sabahleyin vücudunun kasıldığını hissetti. Yorganın dıĢında kalan kolları, bacakları çivi gibi olmuĢtu. Alben onu çamlı derenin sonuna kadar götürdü. Osman: _— Albenika gene geleceğim, bekle dedi, an-erni babamı razı edersem seni alacağım. Kız üzgündü, düĢündüğü gibi konuĢtu: —¦ Bizim dilimiz Rumca.. Hiristiyanız.. Ama kft liseye gitmeyiz.. Meryem'e mum yakınca ikonasına) değil mumdaki mavi ıĢığa bakarız.. Ġsa Tanrı değil-[S (jjc. Bizim gözümüz ayda, güneĢtedir.. Kutlu ıĢık; ararız.. Ġncil de okumayız.. Türkçe öğretirsen, beni; karın yaparsan gel al, bekliyeceğim.. Beyaz bulutlar Karlı Dağ'ı kapladı. Osman Al-benika'ya baktı. Kızın ala gözleri göğerdi, mavi kâh-loillü bozkurduna el salladı. Albenika, tepeden Osman'ı gözden kaybedince-ye kadar takip etti. Ġçini çekti. Koyun sürüsüne doğru yürüdü. Diğer Konyar çadırlarından çok uzaktaydılar. Dedesi Kurt Deresi'ndeydi. BaĢka erkekleri yoktu. Geçen yıl ağabeyi ile babasını sürüden koyun çalan Yunan jandarmaları vurmuĢtu. Arada sınır aĢıp yaylayı- talan edip, Yunanistan'a kaçıyorlardı. Babası anlatmıĢtı. Yunan istiklâline kavuĢunca bazı dindar Konyarlar sevinmiĢmiĢ.. «Kurtulacağız müslümandan, Osmanlıdan» demiĢler. ġ imdi bütün Konyarlar piĢman. Rum köyleri de Yunan jandarması ile birleĢip Konyarlara baskın yapıyordu. Annesi ve ninesi korku içinde «ha bugün ha yarın gelecekler» diye geceleri uyuyamiyorlardi. Alben'in de onların yanında huzurlu, korkusuz bir hayatı yoktu. Osman geri gelirse onunla gidecekti. SevmiĢti Osman'ı. Dedesinin, ninesinin masallarındaki erkekti, beydi, Ģehzadeydi. Müslüman olur, onunla evlenir* 148 BALKAN ACISI di. Zaten ataları Konya'dan geldiklerini söylerniy0 muydu? Türk'tü.. Müslüman olurdu. Silâh sesleri geldi. Kayalıkları tepeleri inletti KarĢıdaki tepelere baktı. Çadırdan çadıra kaçıĢıp lar gördü. Silâh sesleri durdu. BağrıĢmalar çığlıklar kayalar arasında yankılandı. At üstünde Yunan jarı. darmaları çadır çadır gezip yağ tulumu, peynir çöm. leği topluyor, koyun sürülerini sınıra doğru kovalı. yordu. Aiben çadırlarına koĢtu. Ninesi Kurt Deresi'ne dedesinin yanına gitmiĢti. Annesi sapsarı bir yüz. le: —¦ Bu Vasili'nin askerleri.. Bak kendi de geliyor dedi; bize kötülük yapmaz hatırladın mı Albeni-ka o çavuĢ geçen sefer senin yanağını okĢamıĢtı.

— Pis Rumlar! Leravu grek.. — Sus kızım duymasınlar sus! Favorileri bıyıklarına karıĢmıĢ, küt burunlu Vasili Albenika'ya doğru atını sürdü. — Ġki gün önce Ġngiliz kızı ile gelen Türk ner-de? dedi. Kadın: — Bilmiyoruz Vasil ÇavuĢ görmedik! dedi. Vasil kamçısını havada Ģaklatarak: — Ah sizi pis Konyarisler, bize yardım etmez, Türklere yol gösterirsiniz değil mi? Attan indi. Arkasındaki atlıya: — Anesti bunu tut! dedi, gemi askere verdi. Albenika'ya yaklaĢtı: Ooo ne kadar büyüyüp güzelleĢmiĢsin geçen sefer çocuktun.. Hadi gel bakalım.. Kadın koĢtu, Vasil ile kızı arasına girdi yalvaran bir sesle: BALKAN ACISI 149 __Ne olur yapmayın, o çocuktur, ne isterseniz ıın gidin, dedi. Yunan çavuĢu onu itti. Albenika'nın elinden tuttu. — Hadi gel! Bu defa da tüküreyim deme hadi hadi! Kızın incecik koluna rağmen yere çakılıp kalfası sinirlendirmiĢti, yerden kalkan kadına: — Söyle kızına doğru dürüst gitsin, dedi; yoksa soyar dayak atarım. Fazla bir Ģey istemiyorum bir Ģarap getirsin bana. Yanımda dursun biraz. Gel kızım gel.. Alben bütün direnmesine rağmen ayı gibi Rum çavuĢu onu sürükledi, çadıra götürdü. Kızın annesi arkasından koĢarken, Anesti bileğini yakladı: — Sen de bu tarafa dedi, kadınla boğuĢarak sarkıntılığa baĢladı. Albenika ayı yapılı Yunanlı'dan kurtulma çaresi arıyordu. Vasil'e direnmekten yorulmuĢ soluk soluğa kalmıĢtı. — ġarap yok! Size ayran yapayım, dedi. Vasil kızı çadıra soktu, keçi postunun üstüne itti. Alben kedi gibi ellerini kaldırdı. Korkan, fakat müdafaya hazırlanan bir kedi gözü gibi, gözleri köpek gibi havlayan Vasjli'deydi. —¦ Bak Konyaris kızı, önce biraz konuĢalım. Sen bilmiyor musun benim bir Yunan kahramanı olduğumu. Bak bak Dömeke'de Türkler beni ne hale getirdiler, bak. Vasili göğsünü açmıĢ, yaralarını gösteriyordu: — Siz savaĢmadınız biz savaĢtık Türklerle.. Türkler beni bu hale getirsin, sen bir Türk'e yardım et ha! Yunan çavuĢu ağzından salyalar akarak konu- 150 BALKAN ACĠSĠ Ģuyor gözleri camız gözü gibi açılıyordu. Çizme|e rini çıkardı. Bu sırada Albenika dıĢarıyı dinledi; an nesi de kendisi gibi «imdat! imdat!..» yapmayın diye bağırıyordu. Vasil üstüne hamle yaptı Albenika ca-dırm köĢesine kaçtı. Bu defa da namusunu koruya. çaktı. ÇavuĢ yaklaĢtıkça tükürüyordu. Vasili kız tek-me atarken bacağını yakaladı. Alben çavuĢun elleri. ni ısırıyor, yüzünü tırnaklıyordu. DiĢleri de tırnakları da sağlamdı. ÇavuĢ çeniliyerek çekildi. Kız tir-tir titrerken morarmıĢ ellerini gene pençeleĢtirip Tanrı'ya, tırnaklarını bıçak gibi uzatmasını yakarı-yordu. Bir silâhı bir bıçağı olsa bu Rum kopilini haklardı. Osman nerdeydi.. Türk beyi nerdeydi.. Albenika buğulu gözlerle çadır kapısından dıĢarı baktı. Ġlk fırsatta dıĢarı kaçacaktı. Vasil vahĢi bir homurtuyla küçük kıza atıldı. Alben zıpladı, küçük vücuduyla gerildi. Çadırın içindeki ekmek bıçağını arıyordu. GörmüĢtü hamur tahtasının altındaydı. ÇavuĢun koltuğunun altından fırladı bıçağı kaptı. ġ imdi daha cesaretlenmiĢti. Fakat titreyen kollanyle bıçağı önünde Ģuursuz Ģekilde sallıyordu. Vasil'in gözleri kızın küçük ellerindey-di. Birden kızın bıçak tutan elini kavrayıp yakaladı. Bıçağı attı. Kahkaha ile gülüyordu. Albenika Yunan çavuĢunun koca kolları arasında kaybolmuĢtu. Elleri, yüzü tırnak yarası içinde kalan Vasili Albeni-ka'yı soymağa çalıĢtığı sırada at nallan toprağı döğdü. Vasil, baĢını çevirdi. Bu münasebetsiz Anes-ti miydi?. Görmeğe vakit bulamadan sırtına bir kama saplanmıĢ, kan içinde kütük gibi vücudu Al-ben'in üstüne yıkılmıĢtı. Kız, bu beklemediği camız sesi gibi feryat ve ağırlıktan korkmuĢ, bayılmıĢtı. BALKAN ACIS! 151 Osman yayladan uzaklaĢırken elini yelek cebine atmıĢ küçük altınlara parmaklan değince Alben' in kırk örmeli saçındaki bazı dizilerde altınların eksik olduğunu hatırlamıĢtı. Sevdiği kızda hiç bir ek-sjklik olsun istemiyordu. Bu altınlar onun saçlarına taktığı küçük mecidiyelerdendi. Atını geri çevirdi, Karlı Dağ yaylasına geri döndü. Bu sırada silâh sesleri iĢitince daha hızlı gelerek çadıra yakın bir yerde kadınla boğuĢan Yunan askerini boğmuĢ, sonra da Vasil Albenika ile mücadele ederken ka-masıyla öldürmüĢtü. Albenika, ağlıya ağlıya yalvarıyordu: —• Osman! Ne olur beni de götür beni de.. Bu Yunan jandarmalarından, Rum çetecilerinden bıktık. —• ġ imdi değil, iĢim var.. Sonra gelip alacağım. Alacağım seni Alben.

Kız annesinin kucağında ağlamaya devam ediyor ona da: — Ne olur anne beni bırak, bırak gideyim, diyordu. — Olmaz, olmaz kızım, dedene haber vermeden burdan ayrılamayız. Koyunlarımız çadırlarımız ne olacak. Osman: — Öbür Yunan askerleri bunların yokluğunu farkına varmadan gömmeliyiz. Yoksa sizi öldürürler, dedi. Kalktı. Çadırın içindeki Vasil'i dıĢarı sürükledi. Albenika'nın annesi: — Burda gömülü olduğunu anlar, bulurlarsa bizi gene öldürürler ne olur atla götür bir yere at, uzak bir yere at dedi. 152 BALKAN ACĠSĠ SERFĠCE GEÇĠDĠ Osman'a Serfice'deki akrabaları Keçiler, Cici-ler ve Topçular köylerinden sonra Rum dağ köyle-rinin baĢladığını söylediler. Osman'ın eniĢtesi Sülünce Ali: — Bu yaz günü sandık sandık, küfe küfe Rum köylerine ne gider, ne taĢınır anlıyamadım, evlât anlıyamadim, dedi. Serfice'de bakkallık yapan Bekir Ağa: — Serfice'nin zabtiyesi, jandarması uyuyor Ali Bey, uyuyor; dedi; hem o arabalar yükünü bizim Ģehirdeki Rumlardan da almazlar, silâhlar Kozana'dan gelir. — Breh breh! Breh! Bre! diyerek «eyvahlar» çeken Sülünce Ali: Kim gönderir bre, hükümet uyur mu? Bekir Ağa: — Belki Koçireka, dedi; Ģu silâh ticareti yapan zengin Rum. — YaĢar Bey'in ortağı mı bre? ġemsi Bey'in bu sorusuna Sülünce Ali kızdı: — Ne beyi bre! dedi; o çingene, bizim kayınbiraderin atlarını çalan çingene.. HerĢey beklenir ondan.. Bekir Ağa: — Tabii tabii, dedi; bu çingene Koçireka'nın ortağı silâh ve mermi alıĢ veriĢinde onun da parmağı var.. Hükümet adamlarına rüĢveti o götürüyor.. Ġngilizler dostu olmuĢ çingenenin. — Doğan Bey de Ġngiliz muhibbi olduğuna göre onunla da dosttur. Sülünce Ali ĢaĢkın ve kızgın: BALKAN ACISI 153 — Demen bre öyle! dedi; Ģuncağız öksüz yetim kaldı diye herĢeyi onun üstüne atmıyalım. Zaten baĢı dertte.. Yardım etmeliyiz Vecdi Bey'in oğluna.. — Sen ne dersen de Ali Bey, ben Rum köylerinde Ģarap alemleri yapan Ġngilizlerin yanında, Doğan Bey.. Osman, sessizce büyüklerinin konuĢmasını dinliyordu. Amcası ona güvenip, haber saldığına göre, hala oğlunu bulmalıydı. Hem Doğan'ı temize çıkarmalı, hem de onu gavur hayatından kurtarmalıydı. Yoksa Goralzadelerin Selanik'te de, Küçük Balkan'da da itibarları kalmazdı... Sülünce Ali'nin oğlu geldi: — Atlar hazır, dedi. Osman: — Benim at yeter, yedek binek istemem, dedi. Teyzesinin oğlu Ahmet: — Ben de geliyorum., dedi; seni yalnız bırakamam, Rum köylerine yalnız çıkılmaz. Babası: — Tabii yeğen tabii! dedi; yollar tekin değil Ahmet de gitsin. Tüfeklerin bakımını yaptınız mı akĢam? — Evet baba herĢeyi hazırladım. — Teyze oğlu çok düĢüncelisin ne var? Osman, Ahmed'in sorusuna cevap vermeden atın kulaklarının üstünden dalgın dalgın yola bakıyordu. Ahmet: : — Merak etme bre Osman.. Bulacağız Doğan'A I amcana mahcup olmiyacaksin, dedi: Ah Doğan Bey..j>ÎWjjNU Bütün tahsil yapanlar onun gibi kaygısız vurdum:Uvr-duymaz oluyorlar.. Bak Serfice'de zaptiyeden '•-ît1'*. i s;^'i:,' ;fe^. 154 BALKAN ACĠSĠ BALKAN ACĠSĠ 155 "tine, vilayetteki memuruna kadar hepsi kör.. Her gün silâh kaçırılıyor.. Rum köylerine yığılıyor.. Onlar birbiriyle çekiĢmekte cemiyetlesmekte.. Hürrî-yet, meĢrutiyet laklakası ile bir mevki arıyorlarrniĢ dün hoca babama dedi.. Birbirinin kuyusunu kazan kazana.. Türk köyleri yakılıp yıkılıyor, Rum çetecileri elinde öldürülüyor, umursamıyorlar..

Ahmet demindenberi konuĢmasını dinlediğini sandığı Osman'a baktı.. Onun gözü kulağı baĢka yerdeydi. Dağların zirvelerinde, bulutlarda, ne arıyordu. —¦ Dinlemiyor musun Osman, dedi; cevap versene, ne düĢünüyorsun, görmiyeli sana da bir hal olmuĢ bre! Osman tığ gibi yeĢil çamların taradığı ak bulutlardan baĢını indirdi, hüzünlü bir tebessümle: —¦ Yok bre teyze oğlu, yok birĢeyim, dedi. — Nah içini çekersin bre! temin de çektin, sii-le var bir derdin.. Peki peki sakla bakalım. Cahiliz okumadık ama gözden anlarız.. Ġki atlı Ġncekarasu köprüsüne yaklaĢırken, kalın söğüt ağaçlarının kapladığı dereden sağa döndüler. Ahmet: — ġu tepeye çıkalım, dedi; bakalım baĢka atlı var mı yolda.. — Ne olacak varsa canım! — Sen gel teyze oğlu, bir bildiğimiz var herhalde.. Ahmet atını tepeye sürdü, sık bir çalılığa vardılar. Atlarını bağlayıp kayalıklara tırmandılar. Buradan Ġncekarasu vadisi kuĢ bakıĢı çok güzel görünüyordu. Irmak gür suyuyla yumuĢak kıvrımlar ya-parak Üsküpler'e doğru akıyordu. Kozana yolu Ġn- cekarasu köprüsüne varmadan solundan gelen Yan-ya Ģosesiyie birleĢiyor, köprüyü geçince de üçe ayrılıyor, birisi ırmak boyunca Topçular'a, sonra Rum dağ köylerine çıkıyordu. Osman içine çekerek konuĢtu: — Çok güzel manzara var burada Ahmet. — Lâkin yollar bomboĢ! — Ne kadar bekliyeiim? — Ġki üç sigara içimi yeter bre! — Hani sigaramız. — Yok! — Sen de içmezsin ben de.. — ġ imdi olsa içerdim bre Ahmet! — Temin demedim mi senin derdin var diye, derdi olan sigara içermiĢ.. — Aha güzel cins mürgen eriği, diyen Osman kayalar arasındaki yeĢilliğe koĢtu. Ağaca çıktı. Erikler mor alasiydı. Mis gibi kokuyordu. Yiye yiye en güze! gördüklerini seçe seçe ağacın tepesine kadar tırmandı. Pembe alası bir eriğe gözünü dikmiĢti gözlerini. Albenika'yı düĢündü. Onun yanakları gibi pembeydi bu erik.. Onun için, onun aĢkına kavuĢur gibi uzandı; yetiĢemedi. Ġnce ağaç dalları sallandı. Dalların ucundan aĢağıdaki yoldan köprüyü bir arabanın geçtiğini gördü. — Ahmet Ahmet! diye bağırdı; bir araba geliyor. — Nasıl nasıl? diyen Ahmet bir kayanın üstüne çıkıp elini güneĢe karĢı siper yaparak baktı. Osman erik ağacından inmeğe baĢladı. — Ne arabası? diye sordu. — Rum arabası bre Osman.. Payton.. Güzel bir araba: Üstü kapalı.. Bir sürücüsü var önde. 156 BALKAN ACĠSĠ — Gel yola yaklaĢalım, bakalım. Ġki teyze oğlu çamların arasından yola doğru koĢtular. Yola yakın bir fundalığa gizlendiler. Araba Serfice'ye gitmiyordu, sola döndü. — Kara bir adam arabacı, kara mı kara, çamur gibi mübareğin yüzü.. — Çingene. Çingene! — Çingene YaĢar! Çingene YaĢar o. Aradığı-mızı bulduk.. Her musibet ondan beklenir.. Yüzünün meymenetsizliğine bak.. Belki Doğan Bey'i yoldan o çıkarıyor, Rum ve Ġngiliz kızlarını o buluyor.. Arabanın içinde kimler var acaba? — Sus sus çok yaklaĢtılar.. Ne yapalım? — Sen burayı iyi bilirsin ne yapalım, desene bre! Ahmet, gözleri arabada baĢındaki sarı dolağı çjkardı, bir müddet saçlarını kaĢıdı, sonra: — Atlara sessizce binip iki tepe arkadaki yolu keselim. — Nasıl? — Haydi peĢimden gel, diyen Ahmet yağlı boyayla güneĢte parlayan araba köĢeden kaybolunca atların bulunduğu tepeye koĢtu. — Nereye ne yapacağız bir düĢünelim diyerek Osman peĢinden fırladı. Atları çözüp, bindiler. Ahmet: — Serfice geçidine varmadan onların yolunu kesmeliyiz, dedi; yoksa ovaya geçerler, Rum köyleri tepeden bizi görür. Acele et. Ġki kavĢak erken yolu kesemezsek Katerini köyü görünür. Ora Rum eĢkiyalarının yatağı. Bağları bahçeleri çok güzel.. Selanik'teki, Kozana'daki Rumlar Avrupalı misafirlerini bu köye eğlenceye getirirlermiĢ.. Fıçı fıçı Ģarapları su gibi akarmıĢ. Buranın kızları ve Ģarapları BALKAN ACISI

157 Ģehirli Rumların bile ağzını sulandırırmıĢ.. Çoğu tavernada bulamadığı yakınlığı Katerini köyünde burulmuĢ.. Ama köyün hepsi silâhlı.. Her gün bir adam Ölür. Katerinliler silâh sesimizi duymadan arabayı tutmalıyız. Ġki teyze oğlu atlarını tepelerin arkasındaki dik yarlardan, dar keçi yollarından güçlükle sürüyorlardı. — Biraz daha hızlı, biraz daha hızlı sür, diyen Ahmet omuzundaki tüfeği sağ eline aldı. — Ne o yaklaĢıyor muyuz yola? — Sen de tüfeğini hazırla az kaldı. — Kaç kiĢiler? YaĢar'ı diri tutmamız lâzım. Doğan Bey'in yerini o bilir. Koçireka'nın en güvenilir adamı. Atını sola döndüren Ahmet sevinçle: — Tee nerde kaldı bre! Gördün mü arabayı? dedi, atını ağaca bağladı. Yolun üstündeki büyük bir kaya parçasının üstüne oturdu. Osman ne yapıp, YaĢar'ı nasıl yakalıyacağını düĢünüyordu. ** Yağlı boyası yeni vurulmuĢ payton Rum tüccarı Koçireka'nındı. Mrs Jacops bu Rum tüccarına getirmiĢ olduğu bir çanta Ġngiliz altınını verip gittikten bir hafta sonra Selanik'ten baĢka bir Ġngiliz gelmiĢ, ölen Alman'ın taĢıdığı bir mektuptan bahsetmiĢti. Bu mektubu muhakkak bulmaları lâzımdı. Ġngilizlerin yardım ettiği Rumların ve Türklerin listesi olan bu mektup olsa olsa Herr Berger'le samimiyet kurmuĢ bulunan Doğan Bey'deydi. Mrs Ja-cops'la Mr Smith de ondan Ģüpheleniyordu. Koçire-ka eğer silâh kaçakçılığını devam ettirmezse Rum çeteciler onu vururdu. Ortağı Çingene YaĢar'a meseleyi anlatınca çingenenin gözleri Ģeytan gibi açıldı «Taverna! Taverna» dedi. Fakat Kozana'daki tavernanın küçük odasında sarhoĢ halde yakalayıp evlerine götürdükleri Doğan Bey sarhoĢken de, ayılın, ca da bütün iĢkencelere rağmen Sultan'a gidecek jurnalin nerde oluğunu söylememiĢti. Ama Katerini de bülbül gibi konuĢturacaklardı. Köpek Konstantin iyi iĢkence yapardı. Bazı Ġngilizler sırf bir merak ve değiĢiklik olsun derken, Konstantin'in Tavernasında-ki âlemlerin, dayakların müptelâsı olurlardı. Payton sallandıkça Çingene YaĢar omuzunda iğreti duran tüfeği düzeltmeğe çalıĢıyor, mektup ortaya çıkınca hangi taraflardan, kimlerden daha çok para sızdırabileceğini düĢünüyordu. Arkasına döndü camı araladı, Doğan Bey'e dik dik bakarak: — Bey oğlu peh! dedi, alaylı alaylı; nasıl ölmek istersin ha! ġu mektubun nerde olduğunu bana söyle, canını kurtar. Doğan Bey dönüp pencereden çingenenin yüzüne tükürmek istedi. Fakat elleri kolları bağlıydı. KarĢısında koca kulaklarını oynatarak sakız çiğneyen «Ġngiliz»in burnunun ucuna uzattığı tüfek nam-lusuna bakarak heykel gibi duruyordu. Trenden son' re baĢından ne kötü hadiseler geçmiĢti. Kader onu hiç sevmediği, nefret ettiği insanların merhametine terkediyordu. Almanları sevmezdi, karĢısına Herr Berger çıkmıĢ babacan tavrı ile Doğan Bey'in hoĢuna gitmiĢ fakat öldürülmüĢtü. Sultan Hamit'ten nefret ederdi, bir müddet ona giden jurnali cebinde taĢımıĢ Ģimdi de hafızasında taĢıyarak onun yüzünden belki ölüme gidiyordu. Niçin yakmıĢtı bu mektubu. Ġngilizlere, Koçireka'ya verse kurtulacaktı. Dizlerinin omuzlarının acıdığını hissetti. Nasıl insaf- z döğmüĢlerdi. ġ imdi kafası payton salladıkça tahtaya vuruyor diken batmıĢ gibi sancıyordu. Mektubun içindekileri söylese kurtulamaz mıydı? ġu Miss pjeld denen kızı nasıl dinlemiĢti de mektubu ateĢe atmıĢtı- Miss Field kendisini Selanik'e kurtarmağa, ÇarĢısında oturan Ģu vatandaĢı Mr Smith aleyhine Ģahitlik yapmağa gelecek miydi. Gelirdi, onu seviyordu. Miss Field'in yosun yeĢili gözlerini bir daha göremiyecekti. Ama Ġngilizlerden nefret etmeğe baĢlamıĢtı. Sevdiği kız da Ġngiliz'di. Dün Ģimdi bile kendisini yiyecekmiĢ gibi bakan Mr Smith nasıl insafsız yumruklar savurmuĢtu. Doğan burun deliğinde kurumuĢ kan pıhtısını temizlemek ihtiyacını duydu, acı acı kaĢınıyordu. Elini kaldıracak oldu. Elleri arabanın oturak demirlerine bağlıydı. KarĢısındaki Mr Smith uyukluyor görünüyordu. Ama o koca kulakları çirkin çene kemikleriyle aĢağı yukarı oynamağa devam ediyordu. Doğan Bey ayaklarını hareket ettirmek istedi uyuĢmuĢtu. «Türk» ün kıpırdadığını gören Mr Smith, bir tekme attı, Doğan Bey'i tokatladı. Bu Ģakırtıları, arabanın içindeki sövmeleri duyan YaĢar döndü, küçük pencereden baktı. Ġngiliz «Bey oğlu»nu yumrukluyordu. Sevindi. Güldü: «Vur! Vur!» diye bağırdı. KeyiflenmiĢti, atlara kamçıya daha hızlı vurmağa baĢladı. «Bey, bey oğlu! Türk, ha!» diyerek Doğan Bey'i döver gibi hayvanları kamçılıyordu. Paytonun içinde Mr Smith hıncını almıĢ yorgun düĢmüĢtü. Yumrukları kan içinde kalmıĢtı. Mendilini çıkardı sildi. Doğan Bey'in eli yüzü görünmüyordu, kıpkırmızı kan ve morartı içindeydi. Burnundan süzülen kanlar ağzına doluyor, tükürecek kuvveti kendinde bulamıyordu. Koca kulaklı Ġngiliz konuĢuyor, fakat Doğan Bey duymuyordu: I 160 BALKAN ACĠSĠ — Sen benim asıldığım Ġngiliz kızını elimden aidin. Sonra sevdiğim Rum dilberini.. Evdoksia'ya değen ellerini kıracağım senin öldüreceğim seni.

Yanındaki Ģarap ĢiĢesini tepesine dikti. Sonra ölü gibi duran Doğan Bey'in yüzüne serpti. — Haydi haydi ayıl da konuĢ. «Kızıl Sultan»^ jurnali nerde. Doğan Bey yüzünden akan Ģarabı kanla birlik. te yalandı. Kaç gündür susuz ve açtı. Gözlerini aça-mıyordu. Uzun kulaklı Ġngilizin üstünde deri bir ceket vardı. Düğmesinin biri yoktu, fyi ki ceplerini karıĢtırırken Koçireka bu düğmeyi almamıĢtı. Cebindeki düğme, aynı Mr Smith'in ceketindeki metal düğmelerdendi. Katil buydu. Kendisini de öldürebilirdi. Niçin öldürmüyordu? Payton birden bire sarsılarak durdu. Çingene Türkçe de konuĢamıyordu artık: — Ġtigos naĢides tubelâs.. Çingene «Allah belasını versin, yol kapalı» dediğine göre mühim bir Ģey vardı. Doğan Bey göz kapaklarını açmağa çalıĢarak yan pencerelere baktı, bir-Ģey göremedi. Mr Smith söverek tüfeğin dipçiğine dayanıp kalktı. Kapıyı açıp çingeneye uzandı. Doğan Bey ellerini oynattı, çıkarması mümkün değildi, sıkı sıkı bağlanmıĢ ipler derisini kavlamıĢtı; dizlerini, bileklerini yara etmiĢti. ġ imdi bedenindeki yara sızılarına ve bitkinliğe rağmen dimağında bir açıklık, duruluk hissetti. Uzun bir kâbustan uyanmıĢ gibiydi. Avrupa'dan döneli kaç gün olmuĢtu. Kaç gün Miss Field'le beraber gezmiĢlerdi.. Niçin «Alman» kendisine umulmadık bir güvenle «jurna»lı bırakmıĢtı.. Onu öldüren Ģu «Ġngiliz»in ne menfaati vardı.. Gözlerinin önünde Manastırın küçük ocağındaki Ģömineye fır- ı ttığ1 mektubun parlaması ıĢıldadı.. Miss Field: «YaklaĢırsan söyleyeceğim, diyerek tekrar soyunuyordu. ingilizce kelimeler kulaklarında dönüyor, uğuldu- Miss Field'in sesine koca kulaklı Ġngilizin böğürtüsü karıĢıyor kafasına, çıplak bedenine saklayan kırbaç darbelerine rağmen Sultan'a giden mektubun netameliliğini düĢünüyor, kendini dövenlere kendine Ģovenlere değil Sultan'a kızıyordu. Ama «imdi piĢmandı. Mektubu yaktığına piĢmandı. ġu egoist Ġngilizler, katil Rumlar, pis çingeneler mektubun Sultan'a ulaĢmamasını istediklerine göre Herr Berger'in jurnali muhakkak »devlet için faydalıydı. Hayır hayır yanlıĢ düĢünüyordu. Bu mektupla bir sürü hürriyetseverin, Jöntürk'ün zindana atılmasına sürgüne gönderilmesine sebeb olurdu. Ama mektupta Türk isminden çok Ġngiliz, Rus, Fransız adları ile Dönme, Yahudi, Ermeni Rum isimleri vardı.. ġ imdi teker teker hepsini hatırlıyamıyordu. Ama Ģu arabacılık yapan Çingene YaĢar'la, Selanik'teki Bed-hacıların ve Koçireka'nm adını iyi hatırlıyordu. Doğan Bey diĢlerini sıktı kendi kendine: «Biz Jöntürk-lerin cahil olduğumuz, haksız olduğumuz çok Ģey var» diye söylendi. Mr Simth de paytondan inmiĢti. Kapıları kapalıydı. Pencereden dıĢarda ne olduğunu göremi-yordu. Çingene YaĢar, yolun önüne tepeden yuvarlanmıĢ büyük kaya parçalarını çekmeğe çalıĢırken, Mr Smith de yardıma geldi. Yolun üstündeki toprak akıntısı olan yara baktı. Bir kaya parçasını ikisi ancak çekebiliyorlardı. Ġki silâh sesi kulaklarının dibinde patladı. Mr Smith tabancasına hamle yaptı. Çekmeğe uğraĢtığı bALKAN AUIbl kayanın üstüne yığıldı, sürtünerek yere düĢtü. Çinn* ne YaĢar, hemen yolun ilerisine fırlamĢıtı. Ahmet: — Ah çingeneyi vuramadık, gözden kaybettik Yolun büküĢünü döndü, koĢ. — Arabanın içinde silâhlı baĢka biri olur dur dedi Osman. Bekliyeiim biraz. Silâh sesini duyan Doğan Bey ĢaĢkınlığı geçin. ce bağırmağa baĢladı. — Doğan'ın sesi, Doğan'ın sesi bu. — Kimse var mı Doğan yanında kimse var mı? Doğan Bey, inilti haiinde «yok! yok!» deyince iki teyze oğlu arabaya koĢtu. Doğan Bey'in ellerini çözdüler: — Sizi bana Allah gönderdi, sizi bana Allah gönderdi. Gavurlar öldürecekti yoksa! Osman periĢan haldeki hala oğlunu iğnelemekten geri kalmadı: — Hani sen Jöntürk Allah'a inanmazdın, gavur yok hep insanız derdin? Fakat Doğan Bey'de konuĢacak hal kalmamıĢtı. Ahmet: — Eyvahlar olsun yahu çingeneyi kaçırdım yok.. Ben de Ġngiliz'e atmıĢım, sen de.. — Sağ ol teyze oğlu sağ ol, bir gün de çingenenin hesabını görürüz. Sen Ģimdi yukardaki atları getir. Biz Doğan Bey'le Selanik'e gidelim. Sen de Koçireka'nm arabasını eniĢteme götür bakalım ne yapacak. DÖRDÜNCÜ BOLUM «ilim ilim bilmektir ilim 'kendûn bilmektür Sen kendüni bilmezsen Bu nice okumaktur.» Yunus Emre A VARDAR OSMANL1K köyü Vardar Nehri'nin sağ kıyısındaki yamaca doğru uzar, arkasını sarp ve yüksek kayaların bulunduğu Dıraz Tepe'ye dayar. Uzaktan kırmızı kiremitler gelincik, kurĢunî kiremitler menekĢe gibi öbek öbek çam yeĢillikleri arasına serpilir. Osmanlık köyünün baharları, yazlan çok güzel geçer. Dıraz Tepe'nin yemyeĢil etekleri Selanik'e kadar bereketli tarlalarla doludur. Osmanlık'ın kıĢları çok çetin geçer, aylarca lapa lapa kar yağar, tepelerdeki çamlar bembeyaz olur. O yıl da kıĢ Ģiddetli bir soğuk ve diz boyu yağan karlarla geldi. Köyün batısındaki köprü, üstü buz tutan ırmağın kar fırtınalarından dolmasıyle su kaybolmuĢtu. Köprü sadece karlar altında pamuk yığını gibi kubbelenmiĢ kenar taĢları ile seçiliyordu. Müslim Bey, karnına kadar kara gömülmüĢ atını bir daha kamçıladı. Köyün kırmızı kiremitleri,

164 BALKAN ACISI mavi çinkoları, yeĢil çamlıkları görünmüyordu. Her taraf süt beyazdı. Yalnız konaklarının yanındaki ca-minin minaresi bu beyazlık içinden kırmızı, kahverengi taĢıyla baĢını kaldırmıĢ tacındaki hilâlle ba-tan güneĢi selâmlıyordu. Tepeden inerken atını bir daha mahmuzladı. Karanlığa kalmadan köye girmeliydi. Soğuk yel yu. zünü haĢlarcasına esiyordu. Atın burun deliklerin-den çıkan nefesi kırağılaĢıp yere düĢüyordu. Binicisi atını yün eldivenleriyle okĢadı. — Haydi civanım! Haydi az kaldı. . Sesi daha ağzındayken donup kalmıĢtı. Atı duymamıĢtı. Toynakları, dizleri donmuĢ kar içinde zorlanıyor, atı yoruyordu. Kâh yürüyor, kâh atlıyor, r.asıl bir koĢu yaptığını o da bilmiyordu. Birden, ayağı kar altındaki bir tümseğe tökezledi. Atla birlikte Müslim Bey de kara yuvarlandı. Kar kulaklarına, gözlerine dolu. Güçlükle karın içinden doğruldu. Eldivenlerini çıkardı. Kara bulanmıĢ yüzünü, boynunu silkeledi, oğuĢturdu. Atı hâlâ yatıyordu. Ona doğru yürüdü. Kar içinde aklaĢmıĢ doru at boynunu çevirmiĢ sahibine bakıyordu. Müslim Bey atın boynunu, yelelerini okĢayarak: — Bir Ģey oldu mu civanım, bir Ģeyin var mı ha! Neye takıldın öyle. At özür diler gibi sahibine karlı köz kapaklarını kırpıĢtırdı. Beyaz alnının okĢanmasına sırtındaki karların çırpılmasına sevindi. Sahibinin yardımı ile kalktı. — Ne var niye tökezledin civanım!. At binicisinin bu sorusuna burnunu kara doğru sokup, ayağı ile bulunduğu yeri eĢerek cevap verdi. Müslim Bey kamçısının elliği ile karı deĢeledi. BALKAN ACISI 165 Kaskatı birĢeydi bu. Biraz daha kazıyınca kar altın-jgn karaltı göründü, karları çekti. Bu bir insan cesediydi- Elleriyle cesedin yüzünü açtı. Favorileri kulaklarını geçmiĢ, bıyıklarına karıĢmıĢtı. Hıristiyan-dır fakat köylerinden değildi. Müslim Bey'in tanıladığı Osmanlıklı yoktu. Ölünün koyun cebine elini attı. Bir kese altın çıktı. Öbür ceplerini de karıĢtırdı. Ġki mektup vardı, birinin üstü Rumca öteki Bulgarca yazılmıĢtı. Rumca yazılmıĢ olanını merakla yırttı, gözleri fal taĢı gibi açılmıĢtı. -n «Osmanlık Papazı Yorgi Dimitrios'a Bulgar papazı Stanov'la anlaĢın, Türkler Cuma günü camideyken içeri el bombaları atın. Bulgar, Rum' çetecileri iĢbirliği içindedir. Balkan halklarının kurtul-^ ması için eleleyiz. Kahrolsun Sultan Hamid. Yakında i kurtulacaksınız. j Sandaski ve Georgios» Müslim Bey, dehĢet içinde kaldı. Yarın cumaydı. Rum çetecileri diğer Türk köylerinde de aynı sabotaja giriĢebilirdi. Soğuğu unutmuĢ ne yapacağını düĢünüyordu. Mektupları ceplerine yerleĢtirdi. Gavurun getirdiği bombalar nerdeydi. Atı kaçmıĢ olmalıydı. Cesetten bel ve çapraz göğüs mermiliklerini çıkardı, bunları mavzer tabancasını heybeye yerleĢtirdi. Bombalar nerdeydi. Atına baktı: — Hadi bana yardım et dedi, bu ölünün heybesi nerde, hadi civanım! At kiĢnedi dört beĢ metre yürüdü. Gittiği yerde ka-raltılı bir tümsek daha vardı. Müslim koĢtu. Ellerini birbirine vurdu. Çok üĢümüĢtü. Karanlık basıyordu. Karların altındaki tümsek bombaların bulunduğu heybe olabilirdi. Karları itti. Buz tutmuĢ bir deri parçasına eli' takıldı. YanılmamıĢtı. Fakat bu küçük kayıĢ bir at çan- 166 BALKAN ACISI tasıydı. Ġçini açtı. Mukavva kutularda bombalar do. luydu. Çantayı itinayla kapadı. Atının eğerine bağladı «Ya bismillah» deyip ata bindi. — Haydi civanım! köyümüze haydi acele iĢimiz var. ÜĢüdün acıktın biliyorum . Köy kıĢ uykusundaydı. Hiçbir hareket yoktu. KıĢ hayatı dondurmuĢtu. Osmanlık köyü Türk, Rum, Bul-gar, Makedon ve Arnavutların bir arada yaĢadığı güzel bir Balkan köyüydü. Ġki kilisesi iki camisi vardı. Müslim Bey köye yaklaĢırken beyaz çatılara baktı. Burdan yükselen dumanlar içini ısıttı. Babası köyün muhtarı, köyün beyiydi. ġ imdiye kadar köyde hiç bir hadise olmamıĢtı. Hıristiyanlarla müslümanlar gül gibi geçiniyorlardı. Osmanlık insanlarının huzur ve rahatını kim ve niçin bozmak istiyordu. Geçen yıl Filibeli Tatar Usta'ya yaptırdıkları ince minareye baktı; kara kıĢa meydan okur gibi dimdikti. Rum çetecileri demek camilerini yakacak müslümanlan öldürecekti. Muratlı köyü gibi yapa- caklardı. Müslim Bey: «Hayır hayır dedi: Osmanlık' jm da diğer Küçük Balkan köylerinin de Muratlı gi- yakılıp yıkılmasına müsaade etmiyeceğiz. Onlar yakmadan biz onların silâhlarıyle onları birbirine \J/düĢürmeliyiz» Kendi kendine konuĢuyordu. Dün ge-^ misafiri olduğu NakĢi Hoca çok haklıydı. Sultan Abdülhamit Han her Ģeyi bizden iyi görür, her Ģeyi bizden iyi düĢünür. Rumlarla Bulgarların anlaĢmasına imkân vermiyelim. Kilise husumetlerini körük-liyelim. Köpekler birbiriyle boğuĢsun dalaĢsın, yoksa «Bozkurd»a saldırır. «Ağzını öpeyim senin NakĢi Hoca, sana öyle öğretenin de ağzını öpeyim» At kiĢnedi. — Sana bir Ģey demiyorum civanım, demiyo-

BALKAN ACISI 16? urT1. Ġnan ki, Ģu bizim hürriyetçilerde senin beynindeki kadar akıl yok. ġu Rumlarla, Bulgarlar'da da köpekteki kadar vefa yok. Ne dersin köyde yıllar-{j.r babamın, benim yüzüme gülen Borisler, Gricha-lar, Yorgolar, DuĢanlar bizi öldürmeğe kıyabilirler mi dersin. Müslim kilise kulelerine baktı. Bugüne kadar Iju iki çan kulesi gözlerini rahatsız etmemiĢti. Ġlk defa onları güzel minareli köyüne yakıĢtiramadı. Dmitroflar, Sandaskiler, Georgioslar, Türklük aleyhinde birleĢirken duracak mıydık? Ilıca'dayken dinlediği NakĢi Hoca'nın sözleri gene kulaklarında çınladı: «Ġstanbul'dan buyruk var, caminin de, medresenin de, dergâhın da emri aynı.. Ulu Sultan'ın emri yerine getirile.. Halife-i ruyu zeminin emri Ģahanelerini tutalım. Kâfire aman var, aman dileyip uslu durdukça..» — Hey kara sakallı pirim! Sakalına kurban olduğum, gaipten haber almıĢ gibi boĢuna bana sıkı sıkı tembihlememiĢsin. «Alim Bey'e ve Hoca Efendiye söyle, tedbir alsınlar.. Sonra da Rum ve Bulgar kiliselerine hıristiyanlara bomba koydurtsun-lar!» Köprüyü geçen atı konağa doğru giderken, Müslim Bey: — Dur be civanım, deyip atını çevirdi; Önce Hoca Efendiye gideceğiz. O fetva makamıdır. Babam o ne derse tutar. Kız kızan biraz uzak kaldık diye özlemezler ya. Karanlıkta kimse görünmüyordu. Kar altında kaybolmuĢ yolları bahçe çitlerinin yardımı ile tanıyabiliyordu. Cami yanındaki Hoca Efendi'nin evine yaklaĢırken gece komĢu köylere nasıl haber sala- 168 BALKAN ACISI caklarmı düĢünüyordu. Ahır kapısından Hoca'nın ]<,, zi çıktı: — Aaa Müslim dayı ne haldesin öyle, dona. çaksın, dedi. — HıĢtırma bire kızım! Atı içeri al, dedi attan indi; Hizmetkârların yapacağını sen yapacaksın Ay. Ģe kusura bakma.. Dinle, at donmasın.. Hasta olma-sın.. Önce kuru tersle adelelerini ovala. Tepmez hiç korkma uysaldır. Bir kuru bezle terini al, üstüne bir çul at. Su verme, biraz yem at yeter., senin inek nasıl? — Buzağıladı bak ne güzel.. Bütün gün onla uğ-rastım Müslim Dayı sen geç yukarı. Müslim Bey evin kapısını dövdü. Hoca Efendi'-nin açmasını beklemeden girdi. — Hoca Emmi! Hoca Emmi Bre! — Gel gel Müslim gel! Nerelerde kaldın. Müslim yukarı kattan gelen sese doğru yürüdü, merdivenleri çıktı. Hoca Efendi ocaktaki yanan meĢe ağaçlarının karĢısındaki mindere oturmuĢ, önündeki rahleye doğru gidip geliyor Kur'an okuyordu. Bir an gözünü Müslim Bey'e çevirip otur iĢareti yaptı. Okuduğu sureyi bitirdikten sonra «Sadakallahülazim» dedikten sonra kalktı. Müslim Bey hocasının eline sarıldı öptü. — Ooo buz gibi ellerin sen donmuĢsun evlâdım! ġöyle Ģöyle ocağın yanına çek postu, haa otur. Müslim Bey'in yün çorapları sırılsıklamdı. — Ne oldun evlât böyle, fırtınaya mı tipiye mi tutuldun? — Yok bir Ģey Hocam, biraz üĢüdüm. Bilirsin Ilıca uzak.. NakĢi Hoca'nın selâmı var.. — Ve aleyküm selâm, selâm getirip götürenler sağ olsun. BALKAN ACISI 169 —¦ Sen sağ ol hocam siz sağ olun. Bizim çocuklar nasıl babam nasıl? — Ne!? Sen konağa gitmeden mi geldin? Baban kütün gün bekledi. Mikhail ile DuĢan'ı arkandan yollayacaktı, merak etti. Çiftlikte çalıĢan keferelerden birinin karısı hastaymıĢ, baban öğleyin geldi benden ilâç yapmamı istedi. Yaptım, aldı gitti. Senin küçük Mehmet'de biraz öksürüyormuĢ balla karabiber tarçın yaptım, geçti. Allah'a Ģükür birĢeyi kalmadı. ġ imdi sen anlat bakalım. Durup dururken konağa evlâd ü eyale uğramadan buraya gelmezsin. Mühim birĢey mi var? Ayak parmaklarını ateĢe doğru uzatan Müslim Bey: — Var ya var! dedi; lâkin önce Ģunu söyleytm, darılmaca gücenmece yok, NakĢi Hoca bir baĢka.. Alim o.. Bana kızma, kâhin o kâhin! Gaibten haber veriyor. Çok derindir, derdin de inanmazdım. Hocaların hocası. — Tabii evlât tabii benim hocam o! Anlat hele ne dedi. — NakĢi Hoca bana Ilıca'dayken aman dikkatli olun Rumlarla Bulgarlar birleĢiyor. Siz onlardan önce hareket edip aralarını açın, kiliselerine bomba attırın dedi. Ben hiç oralı olmadım o anlatırken. «Biz Urumeli'nde ekseriyetteyiz, devlet bizim bize ne yapabilirler» dedim. Hoca bana kızdı «Anlattıklarımı gidince Alim Bey'e de, Hoca'ya da anlat, dedi, it itle boğuĢurken insana birĢey yapmaz, amma kurdu yalnız görürse boğuĢmayı bırakır ona saldırırlar. Köpekleri boğuĢturalım ki, birbirini yesinler» dedi. Ġnanmadım, lâkin yolda yanıldığımı anladım. Müslim cebinden iki mektup çıkardı. 170 BALKAN ACISI

— ĠĢte, dedi. Köye yakın bir yerde donup kalmıĢ bir Bulgar eĢkiyasının cebinden çıkan mektuplar. Biri Rumca, biri Bulgarca. — Mektupta ne yazıyor? Rumca bilirsin, anla-din mı? — Yarın Bulgarlarla Rumlar birleĢip biz cami-deyken camiye bomba atacaklarmıĢ. Muratlı köyünü yaptıkları gibi yakacaklarmıĢ evlerimizi. — Eyvah bre uyumuĢuz, koynumuzda yılanlar beslemiĢiz, diyen Hoca Efendi oturduğu minderden kalktı. — Ne yapalım Hocam ne yapalım? — Biz keferelere aynı oyunu oynayalım. Senin Rumca okuyup yazmanın faydasını nihayet göreceğiz. Peygamberimiz boĢuna dememiĢ «ilim Çin'de de olsa öğrenin» diye.. Dil öğrenmek te bir ilim.. Alim Bey'e kızmıĢtım, seni çocukken kefere mektebine gönderdi diye.. ġ imdi orda öğrendiğin Rumca ile benim söyliyeceğim mektupları yaz bakalım. Altına da o mektuptaki Rum komitacısının adını yaz imzaları benzet. Merdivene doğru yürüdü. AĢağı bağırdı: — AyĢee! AyĢe buraya gel kızım. — AyĢe aĢağıda ahırda hocam, benim atı tımar ediyor. — Kızın iĢi çok, evde kimse yok, annesi rahmetli her Ģeyimi saklardı. ġ imdi kâğıt kalem ner-de, dur bakayım. Hoca Efendi, kalktığı minderin üstündeki dolapları karıĢtırdı. Kâğıt bulamadı. Öbür odaya geçti. Biraz sonra mürekkep, kamıĢ divit ve kâğıtlarla geldi. Müslim Bey'e verdi. Küçük bir diz masası getirdi; Müslim Bey'in önüne koydu. BALKAN ACISI 171 — Haydi evlât kaybedecek zamanımız yok, üm-. meti müslümanın canı tehlikede. Diğer köylere de ollamalıyız. Rumca mektupları sen yaz, Bulgarca-yı Ziyaeddin'e yazdırırız. — Ne yazayım hocam sen söyle.. — Yaz evlâdım, «Osmanlık papazı Yorgi Di-jnitrios'a: Bulgarlar dün üç ayrı Rum köyünde ve karma köylerde kiliselerimize bomba atmıĢlardır. Siz onlardan önce davranın Rum çetecileri sizinle beraberdir. Ġsim Georiges» Ġmzayı iyi uydur. Aman itinalı yaz evlât. Müslim ilk yazdığı kâğıda bakarak bir daha yazdı. — Bu daha iyi oldu, deyip, ilk yazdığını yırttı. Öteki köylerin papaz isimlerini bilmiyoruz. Ne yapayım? — Rum kilisesi papazına de aynı imza ve ismi at, diyen Hoca Efendi tekrar merdivenin baĢından aĢağıya seslendi: — AyĢe! AyĢe kızım! — Buyur baba, geliyorum geliyorum! Biraz sonra AyĢe yukarı çıktı. — At çok yorgun, Müslim dayının atı, dedi; nerdeyse donacakmıĢ. — Kızım çabuk muallim Ziyaeddin Efendi'yi çağır, acele babam istiyor de, mutlaka gelsin. Rumca mektup yazmağa devam eden Müslim Bey'in baĢı ucuna dikildi: — YaĢa evlât çok güzel yazıyorsun. Ziyaeddin Efendi de Bulgarcaları yazsın. Sen bizim Rum papazına mektubu güvendiğin bir Rum'a verip yollar-S|n. «Rum çetecilerinden biri verdi» dedirtirsin. Köylere Seyfettin ve Hüsman Ağa'nın oğullarını 172 BALKAN ACISI gönderelim, Kumluk'a, Vasilköy'e, Dıbracık'a, |\/|0, rova'ya.. baĢka hangi köy var.. — Bu köylerdeki beyler komĢu köylere Ģeyi yapar.. NakĢi Hoca'nın da fikri buydu. — Bombalar ne olacak? — Onu da bizim askerlik yapmıĢ ihtiyarlar halleder. Bu gece sabaha karĢı adamları salmalıyı2 Cuma namazından önce orda olmalılar. Belki o köylere Sandaski ile Geogios'un adamları ulaĢmıĢtır.. Hoca Efendi sandığı açtı bir yün çorap çıkardı: — Kusura bakma evlât, ayağını yalın bıraktım, ihtiyarlık, al bunu giy bakalım. Mektupları zarflıyan Müslim Bey: — Sağ ol hocam, sağ ol, dedi. Hoca; Alim Bey'in çocukluğu deli, deliĢmeni geçen arsız oğlunun çorap giyiĢini seyrediyordu. Müslüman kızların yemenilerini kaçıran, hıristiyan kızlara sataĢan Müslim ağır uslu bir baba olmuĢtu. Kendisinden nasihat almasa, Alim Bey'den de papara yemese Mari ile evlenecekti nerdeyse. Müslim çorabı giyince: — Hocam! hiç «acıktın mı, susadın mı» demek yok mu? Sekiz saatlik yoldan gelirim. — Hey ihtiyar kafam, bakma sen bana oğul, isteseydin ya! — Sağ ol sağ ol, ben eve gideceğim Ģaka ediyorum Hocam. — Papaz Dimitrios'a mektubu kimle göndereceksin evlât. Müslim hocasının yüzüne baktı baktı, endiĢesini anlamıĢtı.

— Meryem'le, Mari'yle yâıti, lâkin eve gideceğim önce, çok acıktım. Mari'yi eve çağırtırım. Öğüt- BALKAN ACĠSĠ 179 lerim eline bir altın da veririm. Bombayı da ona at- tırırım. Hoca Efendi'nin ağzından istemiye istemiye — Daha seviyor mu seni? Müslim Bey baĢını önüne eğdi. Yüzü kızardı. — Allah bilir hocam! Allah bilir, dedi. Merdivenlere yürüdü. — Haydi güle güle evlât, Allah'a emanet ol, babana selâm söyle sabah erken gelsin. — BaĢ üstüne hocam! BaĢ üstüne.. Allahismar-ladık! B ÜSKÜPLER Ġzdinli Tevfik PaĢazade Hüseyin Bey, Küçük~\ Balkan'ın Üsküpler kariyasindeki köylerin eĢrafını j istiĢare için davet etmiĢti. Rumeli'nin bu bölgesinde Ġzdinlilerin, Kadıoğullarının ve Goralzadelerin hakimiyeti beylerbeyi sülalesinden geliĢin manevi gücü ile tımarsiz, zeametsiz devam ediyordu. Küçük Balkan beyleri içinde en çok Hüseyin Bey sayılır, sevilirdi. Diğer köylerin beyleri, ağaları vali ve mutasarrıf sözünden çok onun dediğini tutarlardı. Küçük Balkan Türklerinin dertleri, meseleleri onun topladığı köyler divanında halledilirdi. Hüseyin Bey'in üç katlı konağının önündeki geniĢ avluda telaĢlı bir kalabalık toplanmıĢ. Daha dıĢ kapıdan hizmetkârlar civar köylerden gelen misafirleri, beyleri, ağaları, hocaları karĢılayıp, selâmlığa buyur ederken çiftlik kâhyaları, seyisler de misafirlerin atlarını ahırlara çekiyorlardı. 174 BALKAN ACĠSĠ Haremin mutfağındaki telaĢ daha büyüktü. ^Q yunlar, kuzular kesilmiĢ «bey ziyafeti» için en ^ zel yemekler, börekler, tatlılar yapılmıĢtı. Ayrı ayrı odalardaki kocaman tahta sofralarda /yenen ziyafetten sonra misafirler büyük sofaya alın-di. Burası selâmlığın ikinci katındaki dik ve dar |<e. merli on pencerenin bulunduğu aydınlık bir salondu Pencerelerin altında üstlerine divan halıları seril, miĢ iĢlenmiĢ köĢe yastıkları ile bezenmiĢ sedirler vardı. Bu sedirlere ve yerdeki minderlere misafir-lerin kimi diz oturmuĢ, kimi bağdaĢ kurmuĢtu. Bas köĢeden pencerelere ve kapıya kadar insanların oturuĢunda bir meratip vardı. Kapı yanındaki siyah saçlar, kırmızı fesler sofanın derinliklerine doğru kırlaĢıyor, sakalları ak ihtiyarların baĢında sarıklar, dolaklar pencereden giren ıĢıkla daha da beyazla-Ģıyordu. Ortadaki sedirde oturan Hüseyin Bey gözlerini odanın içerisinde dolaĢtırdı. AĢağıda yemek yiyenlerin hepsinin sofaya geldiğine kanaat getirince: — Allah sizden razı olsun, beyler, ağalar, dedi; benim köyüme benim soframa Ģeref verdiniz. Ziyafet bir sebeb.. ġair ne demiĢ: Gönül ne kahve ister ne kahvehane, Gönül dost ister kahve bahane. KarĢıda oturan Besim Bey kahvesinin köpüğünü höpürdeterek içtikten sonra: — Dilin dert görmesin bre bey! Aç bakalım mevzuyu, dedi. Hüseyin Bey ak sakallarını sıvazlayıp kahve telvesi sıvanmıĢ bıyığını ipek mendiliyle sildi. Bu sırada aĢağıda keçi postu üzerinde oturan Mollaka-dıoğlu'na gözleri iliĢti. Bu alim hoca rahmetli ba- BALKAN ACISI 175 \ basının arkadaĢıydı Küçük Balkan'ın en yaĢlısıydı. BaĢım önüne eğmiĢ teĢbih çekiyordu. Hüseyin Bey' !n jçi rahat etmedi baba yadigârı hocası gençlerle aynı safta nasıl otururdu. Kalktı Mollakadioğlu'na yaklaĢtı: J —¦ Molla emmi kalk, dedi; kalk yerin ora değil. Bugün büyükleri dinlemek için toplandık. / — Hüseyin Bey evlâdım ben yerimden menv nıınum, iliĢme bre, diyen Mollakadıoğlu yerminde-rinden kalkmak istemedi. Fakat Hüseyin Bey ihtiyarın kolundan tutup pencerenin yanındaki mindere götürdü, Mollakadıoğlu da onun elini bırakmayıp: — Sen de öyleyse yanıma otur, dedi, köy di-vanındakilere döndü: Ey ümmeti müslüman, peygamber efendimiz müslümanlar her meselede birbirleriyle istiĢare edip, ondan sonra karar versinler buyurmuĢ. Biliyorsunuz hükümetimiz sınır boylarında küffar ile uğraĢmaktan içimizdeki isyancılarla, Rum, Bulgar eĢkiyalarıyla uğraĢamaz Her gün bir müslüman canına kıyılıyor, evi yor, köylerimiz yakılıyor. Önleyemiyoruz. Ecdadımız haslı, tımarlı, zeametliydi; sipahiydi, cebiliydi, bö-lükbaĢıydı, bey idi. ġ imdi tarlalarımız, köylerimiz var. Amma

sanman askerliği unuttuk. Rus harbinde, Yunan harbinde çok Ģehit verdik.. Ama tükenmedik. ġ imdi daha kötü günlerdeyiz. Hüseyin Bey köyler divanını bunun için topladı. O Sultan Hamid'in Allah j için vekilidir. Çünki ceddine buraları Murat Han ver mistir. Validen, paĢadan önce onu dinliyelim. — Sağ ol Molla emmi, dedi Hüseyin Bey; Sen Balkan'la bizim bir asra yakın bir zamandan beri diken üstünde yaĢadığımızı görenlerdensin. Amma ġimdi kötünün de kötüsü bir zamandayız. Bulgarlar, Rumlar Türklere saldırıp onları katlederken bizi ko- ruyacak idarecilerimiz, askerlerimiz s'iyasat yan,, yor. Selanik'tekiler sesimizi duymuyor. Hepsi ken-di aleminde, biz kendi nefsimizi kendimiz koruya, cağız. Balkan bizim öz yurdumuz. Rus ve Ġngiliz ga. vuru bizi burdan atmağa; köylerimizi, mallarımızı Rumlara ve Bulgarlara vermeğe çalıĢıyor. Her g(jn bir kurban veriyoruz. Rum eĢkiyası azgın. Bunlara karĢı nasıl bir tedbir alalım, ne dersiniz beyler! Ağalar! Keçiler köyü ağası Selim söz aldı: : — Beyim, köylerde genç mi kaldı, eli silâh tutan er mi? senden benden baĢka kim var? Topçular köyü beyi, oturduğu yerden ileri geri vücudunun üst tarafını salladı, konuĢtu: — Selim Ağa haklı, tarlamızı sürecek er yok ki, çete kuracak adamı bulalım . Dün Selanik'ten dönen BeĢir Ağa: — Size müjdeli haberim var, dedi; askeri terhis edeceklermiĢ, Nahom'un dükkânında Selanikli Rumlar konuĢurdu. — Emekli müddeiumumi Kepçelilerin Mehmet Bey, heyecanla oturduğu yerden doğruldu: — Aman bre ağam deme! ağzından yel alsın, dedi; doğru çıkmaz inĢallah. Tek tarlalarımızı bu ihtiyar halimizle biz ekip biçelim, asker evlâtlarımız dönmesin.. Terhis çok fena.. Bütün Balkan hıristi-yanları kaynıyor, çete kuruyor, silâhlanıyor.. Hükümet bizim askerleri terhis edecek ha.. Ġnanmayın.. Böyle akılsızlığı kimse yapmaz.. Sofada birbiriyle konuĢmalar olurken CereviĢli Faik ÇavuĢ bastonuna tutunarak tek ayağının üstüne geldi, dengesini duvara yaslıyarak sağlayıp : — Bre biz varız, dedi; savaĢ gördük, sonra kız var kızan var, kocamıĢ kurtlar var.. . Silâh bulalım BALKAN ACISI 177 silâhlanalım. Muratlı, Ġzladi köyleri gafil gitti biz g — BeĢir Ağa haklı Ģehirlerde birĢeyler oluyor.. Ġki gun once Kozana'daydım.. Ġngiliz'i, Fransız'ı, Rus'u ne gezer orda? Rumlarla haĢir neĢir, sanki deyyusların kırk yıllık ahbabı. Evleri dükkânları Avrupalı kefere dolu.. BeĢir Ağa: — Selanik daha kötü, dedi.; Selanik daha kötü.. Caddelerde Türk göremez olduk.. Görünenler de dönmeler, Jöntürkler.. yanlarında ya bir Ġngiliz, ya bir Yahudi, ya bir Rum kızı... — Ne yaparlar, ne ederler Allah sonumuzu hayra çıkarsın.. KarĢılıklı konuĢmalar Hüseyin Bey'in vakur sesi kesti: — Beylerim, Ağalarım beni affedin hepimiz de Balkan'da hiçiz, ne eskisi gibi ağayız ne beyiz. Niçin mi?.. Kime, neye sözümüz geçiyor ki.. Hadi Ba-raklı köyündeki Rumları çetecilik yapıyorsunuz diye kollarından tutup atalım köyden., yapabilir miyiz?. Bunun gibi Sultan Hamid padiĢah ama kuvveti yok., hükümette ordu da herĢey.. Hürriyet çıkalı hepimizin hukuku ayrı.. Çingene ile, Rumla eĢit olduk.. Devlet-i Ali'nin eskisi gibi kolu uzun ve güçlü değil. Hükümetten herĢeyi beklemek boĢ.. Koca Sultan yalnız.. Etrafı aç ve muhteris insanlarlaj çevrili Devlet hizmetine millet !için değil, servet yapmak için koĢmuĢlar.. Koca Sultan onlarla mı uğ^ raĢsın, Avrupalılarla mi, Rumlarla, Bulgarlarla mı?, Selanik'te, Manastır'da Kozana'da neler oluyor...\ Köylerimiz uzak.. HerĢey olup bittikten sonra Türk'e^ haber geliyor.. Yani bir konakta olup biteni konağın sahibi hırsızdan haber alıyor.. Kör gibiyiz, sağır gi- 178 BALKAN ACISI biyiz.. Selanik'tekilerden de, Manastır'dakilerden de benim ümidim yok.. Memuru, zabiti Urumeli Türk'ünü düĢünmüyor.. Muratlı'ya Ġzladi'ye hangi vazife, li geldi tahkikat yaptı.. Katilleri aradı.. Biz de yakı-lıp yıkılan Türk köyleri gibi tehlikedeyiz. Çete mi kurarız ne yaparız siz söyleyin. Köylerimizi, çoluk çocuklarımız, Rum çetecilerin zulmünden kurtulsun.. Faik ÇavuĢ: — Ata binip, eli silâh tutan herkese bir vazife verelim, dedi! Türk çetesi kuralım. — Bab-ı Ali ne der buna? —¦ Ġsyan bayrağı çektiler diye bize tevkif etmesinler. — Selanik'e haber saldık kâr etmedi, Sultan Abdülhamid'e bir heyetle halimizi arzedelim. — Koca Sultan biliyor Balkan'ın durumunu, am- i ma elinde birĢey yok. Sade bizim değil, Balkan'ın ^ğil, Devlet-i Ali'nin istikbali tehlikede..

a — Ah Ģu Midhat ve çevresi kendi ikballerini değil, memleketin istikbalini düĢünseydi zamanınla da, kendi de ölmezdi. Memleketi de uçuruma sü-\ rüklemezdi.. — Bütün Balkan'daki hastalıklar onunla baĢladı zaten.. Bir meĢrutiyet, bir hürriyet çıkardı, Hilâlimizin harimi ismetine haçı soktu, çingeneyi, Rum'u, çıfıtı Türk'e eĢ tuttu. Çam yarması gibi iri yarı bir ihtiyar dizlerini döverek: — Vah vah! Ne hallere düĢmüĢüz bre, dedi. — Anlatılmayacak ahlâksızlıklar, yolsuzluklar almıĢ yürümüĢ, Selanik'te dönmenin Yahudi'nin ĠġĠ bizden daha iyi görülür. Memurumuzun, askerimizin gözünü Hürriyet, meĢrutiyet, meĢrutiyet sözleriyle BALKAN ACISI 179 bağlamıĢlar; Jöntürkler mevki, para ve dünyalık hırslarla doğru düĢünemez hale getirilmiĢ.. — Hiç mi vicdanları sızlamaz bunların bre, ne jrîian var ne kan demek bunlarda. — Deme öyle Settar Emmi, içlerinde vatanperver olanlar da var ama Mehmet Bey'in dediği gibi gözlerini hürriyet boyasıyle, beyinlerini garpçılık esrarıyla boyayıp uyutmuĢlar.. — Peki Ģehirdekiler öyle yaparken biz duralım mı, ne yapalım lâfı uzatman bre. — Molla Emmim haklı, bir derleyip toplamak gerek.. DüĢman içimizde.. Ġçimizdeki düĢman dıĢardan gelenden daha tehlikeli, senden benden görünüyor.. Bizi içerden yıkıyor.. Biz de onların içine girelim.. Ne yapacaklarını öğrenelim.. Tedbirimizi ala-lim. Silâh temin etmek için para topluyalım. Ġçimizde askerlik etmiĢ olanlar var.. Onlar Küçük Balkan' da Türk çete teĢkilâtını kursun.. Topal Hasan, Hüseyin Bey'e: — Müsaadenle beyim unutmiyalım, en iyi savaĢ düĢmanları birbirine kırdırmaktı. Bulgar kilisesiyle Rum kilisesi husumet içinde.. Bunların Ģimdi bize döndürülmek istenen kinini birbirleri üzerine tahrik edelim. Sultan Abdülham'id hazretlerinin de emri hümâyunları öyle.. Koğuculuk fitne çıkarmak sadece müslümanlar arasında günah.. Ġslâmin menfaati için hepsi mubah.. Karma köylerdeki insanlarımız bu iki kavmi birbirine düĢürsün.. Bakın Osman-l'k'ta Rum, Bulgar kilisesi husumeti bunları birbirine düĢürdü. Tek kiliseli köylerde Bulgar-Rum düĢmanlığı daha fazla. Sultan Hamid'in Bulgar Ortodoks Papazlarını Rum Ortodoks kilisesine karĢı tahrik eden siyasetine biz de yardımcı olalım. O zaman bizimle uğraĢmazlar, birbirini yerler. 180 BALKAN ACĠSĠ Mollakadıoğlu, kamburlaĢmıĢ belini doğrult^, ya çalıĢtı, arkasındaki yastığa dayandı: — Ey evlâd-ı fatihan! dedi: Hepiniz de haklı konuĢursunuz, çok hassassınız.. Lâkin tedbir ne ola? Tedbir almazsak evlâdlarımız evlâd-ı mecruhân ola-cak.. Belki Küçük Balkan'da hiç Türk kalmayacak DüĢmanlar arasına nifak sokmak iyi bir Ģey, ama ne kadar sürer bu.. DüĢmanlarımızı zayıflatmağa değil, kendimizi güçlendirmeğe çalıĢalım. Ordu için. de hürriyet afyonu yutmuĢ zabitler var derler.. Bunlar Rumlarla, Bulgarlarla, Yahudilerle aĢna fiĢne olursa ordu kalır mı, millet ne hale düĢer.. Bu zabitan halifeyi rûyu zemine söver sayar.. Bakın onlar bizi düĢünüp koruma tedbirleri alacaklarına biz, oğullarımız askerde olan yaĢlılar nefsi müdafaa çaresi düĢünüyoruz.. Hadi biz çete olalım, silâh cephane ner-de.. «Al Ģu tüfeği, al Ģu cephaneyi Ali Ağa, Hüseyin Bey, Molla Hoca» diyen bir zabit çıkmıyor.. Ama Rum okumuĢlarının, Bulgar subaylarının dindaĢlarına karĢı durumu öyle mi.. Silâhlanıyorlar.. En ücra köylere kadar mermi ve tüfek gönderiyorlar... Avrupalılar silâh gönderiyor.. Londra'dan, Atina'dan Selanik'e gelen silâhları bizim zabitlerin, zabtiye-vnin gözü önünde dağlara götürüyorlar.. Mehmet Bey söz aldı: ¦— Molla Emmi yoruldun, müsadenle sözünü keseceğim, dedi: hem biraz dinlenmiĢ olursun. Mol-lakadıoğlu göğsünü gererek arkaya kaykılıp diklenerek baktı: —: Dur evlât dur! dedi: bir iki lâf daha deyivereyim size. Eskiden ders almazsak hatalarımız tekerrür eder gider. Sultan meĢrutiyette gayrimüslimlerin daha çok ĢirretleĢtiğini görmüĢ ve mecli" si kapatmıĢtı.. ġ imdi gene meclisi açtırmağa Rum- BALKAN ACISI 181 iarı. Ermenileri Türk Meclisinde Türk'e hakaret için vazifelendirmeğe çalıĢıyorlar.. Koca Sultan, zamanında meclisi tatil edip Narses gibi bir Ermeniciye, 0OĢo gibi bir Yunancıya Türk Meclisinde «Ermenistan» ve «Büyük Yunanistan» istiyen konuĢmalar yapmalarına bir daha imkân vermedi. Sultan ecdadına yakıĢır bir Türklük Ģuurunda.. Kendi yurdunda kendisine hakaret edilmesine ihanet hazırlanmasına göz yumamazdı. Bir yudum su getirin evlâdım... Ġhtiyar Mollakadıoğlu konuĢurken ter içinde kalmıĢtı. Heyecanlıydı. Hizmetkâr sofa kapısını vurdu, jçerdekiierden biri kapıya çıktı, döndü. — Ġki misafir varmıĢ Hüseyin Bey, yeğenleriniz Serfice'den geliyormuĢ.. — Allah Allah! Gecenin bu saatinde ne iĢleri var burda, alın bakalım içeri. Biraz sonra sofaya boylu boslu iki delikanlı girdi. — Ooo Osman! Doğan! Gelin bakalım gelin. HoĢ geldiniz. Hangi rüzgâr attı sizi buraya.

Ġki delikanlı bu kadar kalabalık bir toplulukla karĢılaĢacaklarını tahmin etmemiĢlerdi. Gözleri ak saçlı, ak sakallı, beyaz sarıklı, kara kaytan bıyıklı, koyun derisi börklü, yün papaklı, en genci kırkın üstünde olan beylerin, ağaların düĢünceli yüzlerinde dolandı. Köy divanındakiler çok ciddi bir mesele konuĢurken iki gencin birden içeri girmesini yadırgadılar, sessizce oturdukları yerde ileri geri kımıldandılar. Yüzü güneĢ yanığı, utangaç bakıĢlı Osman'ı hepsi de tanıyordu, Goralzade Mustafa Ağa'-nın Çayırdüzü'nde sırtı yere gelmeyen pehlivan oğ-'uydu. Öteki genç de ona benziyordu, fakat biraz dh açık olan teni yara bere içindeydi, periĢan 182 BALKAN ACISI haline rağmen büyüklerine tepeden bakıyordu. hq_ Ģeyin Bey, buna Doğan Bey demiĢti, kimin oğlUy, du? Tecessüs uzun sürmedi, fısıltılar onun Avrupa1, dan yeni dönmüĢ olan bir Jöntürk, hem de rahmetli Vecdi Bey'in oğlu olduğunu «frenkmeĢrep» kelime. siyle birlikte tekrar ederek kulaktan kulağa dolandı. Ġri yarı, pehlivan omuzlu Osman, hürmetle eğilerek sofadakilerin hepsinin ellerini öperken, Doğan Bey ihtiyarların hayret dolu bakıĢları arasında el sıkıyordu. Topal Hasan babası, dedesi yerindeki ihtiyarların elini öpmekten kaçınan genci ayıplamıĢ-tı. Demindenberi delikanlının Avrupai halini sinirle seyrediyordu. Sıra kendisine gelince elini uzattı gencin yumuĢak parmakları avucunun içinde kayboldu; sıktı sıktı.. Doğan Bey elini mengeneye kaptırmıĢ gibi kurtarmağa çalıĢıyordu. Divandakiler Topal Hasan'ın Ģakasına gülüyorlardı. Doğan Bey ner-deyse ağlayıp sızlanacaktı. Yaralı bereli yüzü kıpkırmızı olmuĢ Topal Hasan'a merhamet dilenerek bakıyordu. Ne kaba ne Ģaka yapmasını bilmez insanlardı köylüleri.. «Ihh» diyeceğine «aman» dedi. Topal Hasan nasırlı parmaklarını gevĢetti, delikanlının gözlerine düĢman gibi baktı: — Bre kızancık ne çabuk örfünden koptun, dedi; töreni unutma, hadi bakayım yeniden baĢla hepsinin elini öp.. O ellerin hepsi de öpülmeğe lâyıktır, kimi 93 harbini, kimi Yunan savaĢına görmüĢtür. — Topal Emmin haklı, Topal Emmin haklı sözleri arasında Doğan bey divândakilerden baĢlıyarak el öpmeğe baĢladı, yüzü kıpkırmızıydı. Bu hal ona Ġngilizden yediği dayaktan daha ağır geldi. Doğan Bey çoktandır böyle bir köy divânı gör- BALKAN ACISI 183 yemiĢti. El öpme iĢi bitince sedirin bir köĢesine oturdu, ayaklarını ayakları üstüne atıp divan yastıklarına doğru kaykıldı. Uylukları kalçaları dünkü iĢkenceyi hatırlatarak sızladı. Osman, hal hatır sorduktan sonra kapı ya daki bir post üzerine iliĢmiĢti. Hala oğlunun yaptığı kabalığı düĢünüyordu. Ġkisi de rüĢtiyede beraberdi. O zaman Doğan'ın böyle bir hürmetsiz halini görmemiĢti. Ne olmuĢsa çocuğa Selanik'teki gavur kolejinde olmuĢtu. Onu Avrupa hayatı hepten bozmuĢtu. Herkes susuyordu. Doğan Bey yanından bir sigara çıkardı. Yanındakilere tuttu. Kendisi de ĢiĢmiĢ, \ patlamıĢ dudağına bir sigara tutuĢturdu, yaktı. Rumeli'nde bir yeni yetmenin büyükleri yanında fosurdatarak sigara içmesi görülmüĢ hal değildi. Osman karĢıdan Doğan Bey'e göz kaĢ iĢareti yaptı. Öbürü piĢkin piĢkin sigarasını havaya doğru üfledi. Divândaki misafirler toplantı havasının soğuduğunu, tatsızlaĢtığını hissettiler. Kimse konuĢmak \ istemiyordu. Hüseyin Bey yeğeni Doğan Bey'e dön- \ dü: — Ne oldu Doğan Bey oğlum, elin yüzün mosmor, dedi. Osman derin derin sigarasından çeken hala oğlunun konuĢmadığını görünce: — Rumlar, Ġngilizler! dedi, olanı biteni anlattı. Ahmet'i Koçireko'nun arabasiyle Serfice'ye yolcu ettikten sonra, Osman, Doğan Bey'in elindeki, yüzündeki kanları ilk karĢılaĢtıkları bir pınarda yıkayıp, Ġncekarasu'nun sol tarafındaki vadiden Üsküp-ler yoluna sapmalarını söylemiĢti. Buradan da Se-lanik'e gideceklerdi. Mollakadıoğlu, mısır tiryakisi gibi sigara içen gence müsamahalı bir tavırla: 184 BALKAN ACISI — Eee oğul anlat bakalım, dedi: Diyâr-ı küfür de ne var ne yok.. Doğan Bey, parmaklarını dudaklarına yapıĢtı, rarak, sigarayı ağzına yerleĢtirdi. Hâli içine çektiği dumandan medet umar gibi periĢandı. Buna rağmen Rumların, Ġngilizlerin yapmıĢ oldukları iĢkenceyi unutmuĢtu. Topal Hasan'ın herkesin içinde kendisi-ni mahcup ediĢini, bir de Ģimdi kulaklarını rahatsız eden «diyâr-ı küfür» sözünü düĢünüyordu. Sigarasını içine çekti, dumanları havaya doğru üfürürken kesik kesik öksürdü. Ayaklarını topladı. Gözleri kimsede değildi, odanın boĢluğunda dolanıyordu. Misafirler onun konuĢmak için düĢündüğünü fark-ettiler. Nihayet tavana bakarak sözlerine baĢladı: — Önce ora küfür diyarı değil, dedi: Avrupalılar kafir olsalardı... Kimsenin yüzüne bakmadığı için konuĢmasına pervasız bir Ģekilde, cesaretle devam ediyordu. Doğan Bey, Avrupa'yı övüp, Ġslâm'ı yerdikçe divandaki , r yaĢlı baĢlı hocalar, beyler, ağalar hop oturup hop kalktılar.. Mollakadıoğlu'nun soğuk kanlı bir edayla elini kaldırıp «hıĢtırmayin, dinleyin» demesi üzerine herkes «Jöntürk»ün uzun süren nutkunu dinlemek zorunda kaldı. Fakat, hala oğlunun çizmeyi

I aĢıp gittikçe saçmaladığını, düne kadar dayak ye- [ diği Rum ve Ġngilizleri över vaziyette geldiğini gören > ¦ Osman ayağa kalktı: — Doğan! Doğan! Dünkü iĢkenceler seni akıllandırmamıĢ!, dedi. Doğan Bey, tavana diktiği gözlerini dayı oğluna çevirdi. Kızgındı. KonuĢmaktan vazgeçmemiĢti. Yörük Hacı daha çok dayanamadı: — HaĢa de, Doğan Bey oğlum! dedi: HaĢa de, sen de gavur oluyorsun. «Bütün Jöntürkler kafirdir» BALKAN ACISI 185 derlerdi, inanmazdım.. Haklılar. PeĢinden sürttü-gQp Ġngiliz kızı aklını çelmiĢ, Allah Ġslah etsin! .— Ne aklımın çelinmesi bre amca! Siz de Avrupa'ya gidip görseniz... Hüseyin Bey, yeğenine kızmağa baĢladı. Bir «Jöntürk»ü Türk köylerinin Rum, Bulgar mezalimine karĢı tedbir almak için topladığı bu divana niçin almıĢtı. Yeğeninin hareketlerinden konuĢmasından ak yüzü kızarmıĢtı, misafirlerine karĢı mahcup olmuĢtu. Osman'a gözüyle iĢaret ederek, saçma sapan konuĢmasına devam eden Doğan Bey'i uzaklaĢtırmasını istiyordu. Osman- — Hala oğlu! Doğan Doğan! dedi: Senin bir meselen var, bırak bu konuĢmaları, baĢına gelenleri anlatıp akıl danıĢalım, akrabalardan yardım istiye-lim. Hüseyin Bey: — Yaa... doğru der Osman. Sen Ģu Avrupa masalını bırak da yeğen Selanik'teki «AIman»ın nasıl öldüğünü anlat, dedi. Topal Hasan da: — Dilin bize baĢka Ģey söyler, çingene çanağına dönmüĢ yüzün baĢka Ģey, dedi. Kepçelilerin Mehmet Bey, lâfı Topal Hasan'ın ağzından aldı: — Doğan Bey oğlum! dedi: Ġslâm yeniliğe ma-, ni değildir. Ġlim müslümanın yitiğidir. Nerde bulsak alırız.. Fakat Avrupa'nın örfümüze uymayan kötü adetlerini, huylarını değil.. Fennini, sanatını.. Niçin Avrupa'ya yolladık seni.. Ticaretin ilmini öğrenip Selanik'teki Rum'la, Yahudi'yle dönmeyle baĢ edesin diye.. Bir de yabancı dil öğrenerek devleti Os-manı Fenerli Rum'a, Ermeni'ye, Yahudi'ye harici siyasette muhtaç olmayalım diye, gençlerimizi Avrupa'ya yolladık.. Ama ne yazıkki, gönderdiklerimiz 186 BALKAN ACISI / Avrupa'yı Ģeklen giyinip geliyor.. Ruhunu da, bey. [ nini de onların emrine veriyor, dinden, devletten L uzaklaĢıyor.. Emekli müddeiumumi Mehmet Bey'in sözü bi. tince Osman: «Müsadenizle» dedi: — Doğan Bey'in baĢında bir dert var dedim. Bizim köyler buradan uzak.. Yarın Doğan'la Sela-nik'e gideceğiz. Sizden yardım istiyoruz.. Otelde öldürülen «Alman»ın katillerini Çingene YaĢar biliyor, fakat kaçtı. Bunun yakalanması için bize yardımcı olun lütfen.. — O Koçireka'nın ortağı... Koçireka kaymakamın dostu.. Hüseyin Bey: — Biliriz bunu Faik Ağa! dedi: Bu çingeneyi yakalayıp söyletmenin yolunu bulmalıyız. — BaĢka Ģahit yok mu? Osman, katil Mr Smith'in öldürülüĢünü bir daha anlatırken Doğan Bey: — Bir Ģahit var, fakat o da Atina'da. Gelir mi gelmez mi bilinmez, dedi. — Kim? Kim? Doğan Bey suçlu suçlu önüne bakarken, Osman cevap verdi: — Miss Field adlı bir Ġngiliz kızı.. — Haa Ģu peĢine düĢtüğü gavur kızı! Doğan, hadi bakalım kâfir kızı seni kurtarsın.. Mollakadıoğlu, yeğeninin kös kös düĢündüğünü görünce, ak sakalını sıvazlıyarak «lahavlü» çekti: — Baka oğul, dedi: Bir mektup lâfı ederler, de bakalım bu neyin nesi.. Emanete hiyanet edilir mi?. Doğan Bey için için eziklikten, suçluluktan kurtulma mücadelesi yapıyordu, amcasının yüzüne kor BALKAN ACISI 187 ^a korka bakarak fakat «Jöntürk inadı»nı bırakmadan konuĢtu: — Evet efendim, evet bey amca dedi, biraz durakladı, sonra: Vardı, fakat bir «Alman»ın jurna-Ima inanılır mı? Böyle jurnallar Sultan'ın istibdadına yol açıyor.. — Sen, diyiver bakalım içinde neler vardı? — Ġngilizlerin Jöntürklere yardım ettiği.. Ġna-H nılmıyacak Ģeyler.. Ġnanılmıyacak isimler.. Ġngiliz ve Fransızların nasıl ve ne yolla Rumlara silâh ve pa- / ra yardımı yaptığı.. Manastır'daki ve Selanik'teki subayların Ġngiliz veya Alman taraftarı olmasına bakılmaksızın Sultan'ın istibdadının yıkılmasının sağlanması.. ~~~ — Yabana atılır malûmatlar değil bunlar, oğul! mektubu ne ettin? Mollakadıoğlu'nun sofayı inleten bu öfkeli sesini divândakiler ömürlerinde iĢitmemiĢ-lerdi: Ne yaptın!. Ne yaptın mektubu?!...

— Yaktım! — Ne!. Nee!? Bu öfke dolu hayret nidası, selâmlığın bütün pencerelerini sarstı. Mollakadıoğlu'nun elleri ayakları titremeğe baĢladı. KötüleĢti. Hüseyin Bey koĢturup onun elini tuttu, nabzı Ģiddetle atıyordu. Su getirdiler.. Mollakadıoğlu suyu yudumladıktan sonra eliyle kapıyı göstererek yeğenlerine döndü: — PadiĢaha ihanet devlete ihanettir, gidin! Bir daha gözüm görmesin! dedi. C KOÇĠREKA — Nereye gidiyorsun? Nereye?!. — Mama Mustara! 188 BALKAN ACĠSĠ Ġki Bulgar önlerinden kaçan adamı tutmuĢlar ortalarına alıp dayak atıyorlardı. Adam Bulgarların darbesinden kurtuluyor, iki adım atıyor, bu defa tabancayla ayakları dibine ateĢ ediliyordu. Adam, Bulgarlardan kurtulamıyacağını anladı durdu. Ellerini kaldırdı. — Merhamet edin merhamet! dedi: Ben Türk değilim. Rum'um!. Elini cebine attı, yaklaĢıp kafasına tabanca kab-zasıyla vuran Bulgarlara tekrar: — Ben Türk değilim, dedi: Rum'um alın paralarımın hepsi sizin olsun. Bulgarlar keseden altınlar saçıldığını görünce ĢaĢırdılar. — Karun gibi zenginsin ne iĢ yaparsın? diyerek iki Bulgar altınları paylaĢırken Rum olduğunu söyleyen adam, kara elleriyle kafasından akan kanı sildi, yeniyle burnunu yüzünü temizledi. Yalva-rarak eĢkıyaların yüzüne baktı: — Koçireka'nın ortağıyım. Koçireka'nın ortağıyım ben! dedi: Beni serbest bırakın, o size çok para verir. Ne olur canıma kıymayın bırakın! Bulgarlar Koçireka adını duyunca dayak atmadan vazgeçtiler. — Soyulduğunu söylemiyeceksin, yoksa seni öldürürüz, dediler: Kozana'ya gelince istediklerimizi tedarik edeceksin. , Elini yüzünü kana buladıkları adamı öküz arabasına aldılar. Kozana'ya girmeden önce, dağ yolunda durdular. Aynı zamana kurulmuĢ saat gibi birlikte: — Heh hehh he hee! Koçireka'ya selâm söyle! dediler. Çingene yediği dayağa üzülmüyor, Kozana yakınına kadar getirildiğine seviniyordu. Oniki BALKAN ACISI 189 saatlik yolu yürümekten kurtulmuĢtu. Gece bitab vaziyette Koçireka'nın evinin çıngırağını çaldı. Hizmetçi çıktı. Çingene YaĢar'm yüzü gözü kan içindeydi. "" Hizmetçi çığlık atarak içeri koĢtu. Koçireka pijamasiyle göründü: — Niye erken geldin? dedi, kapıya yaklaĢtı. Çingene YaĢar'm üstü baĢı gene eĢek üstünde çerçilik yaptığı zamanki gibi kirli pasaklıydı. — Getir ıĢığı bakayım kız Teö, dedi. Hizmetçi lâmbayı tuttu. Koçireka kapı eĢiğine suçlu suçlu büzülmüĢ YaĢar'a baktı: — Ne oldu sana be, diyerek kolundan tutup içeri aldı: Kim dayak attı sana? — Doğan Bey, Doğan Bey! — Elleri bağlıydı sıkı sıkı, nasıl olur? Çingene korka korka sönük bir sesle: — Arabayı iki Türk Karasu Köprüsü'nü geçerken kesti, Ġngiliz'i vurdular! dedi. — Öldü mü? Öldü mü? — Öldü. Koçireka söverek, hizmetçiyi itti, kapının arkasındaki süpürgeyi alıp YaĢar'a vurmağa baĢladı: — Nasigamisu smanoys tumni! Çingeneden söverek, döverek hıncını alınca kendini bir sandalyenin üstüne attı: — Benim ocağımı batıracaksın, ele vereceksin 190 BALKAN ACISI beni, dedi; git çabuk tavernada mı nerde Mr Church'ii bul. Ne yap ne yap Doğan Bey'i yakalamadan ge|. me. — Peki beyim! Peki Koçireka! — Yanına Konstantin'in iki çetesini de al. ölü diri istiyorum o Türk'ü. — Emredersiniz beyim emredersiniz! diyen Çingene YaĢar arkasına bakmadan tavernaların bulunduğu sokağa seyirtti. BEġĠNCĠ BÖLÜM «insanlar arasında size en çok düĢmanlık eden yahudileri ve müĢrikleri görürsünüz.

(Kur'an-Maida S. 82. A.) Dinlerine uymadıkça ne yahudi-ler ne hristiyanlar senden hoĢnut olmazlar. (Bakara S. 120. A) «Müminler Kâfirleri baĢlarında idareci olarak tutmasınlar. (Ali imran S. 28. A.) SELANĠK'ĠN ĠKĠ YÜZÜ * GORALZADE Abdurrahman Ağa, bir haftadır mağazasına uğramıyordu. Kâtipler ve hizmetkârlar depodaki, tezgâhtarlar da dükkândaki iĢlerini yürütüyorlardı. Evden sabah namazı vaktinden önce çıkıyor, yatsı bittikten çok sonra gece yarısı . dönüyordu. Konakta bir haftadır kızı Leylâ bile onun yüzünü görmemiĢti. Karısı Lâlezar Hanım kocasının ikinci kere Zaptiye nezaretine çağrılmasından sonraki halinden ĢüphelenmiĢ, bir sabah bahçevan ġev-ket'i peĢine takmıĢtı. Bahçevan o günden sonra konağa dönmemiĢti. Lâlezar Hanım ġevket'in ne olduğunu kocasına soramıyor, kocasının yeğenini ilk gördüğü gündeki karakol dönüĢü üzüntüsünü de üstünden atmıĢ olduğunu farketmek, onu daha çok çileden çıkarıp meraka sevk ediyordu. Artık konaktan baĢka birisini de peĢine takıp takip ettirmeğe cesaret edemi- 193 BALKAN ACISI yordu. Kocası ya konuĢmuyor, veya ters ters veriyordu. Karısı «Ne oldu sana» dedikçe o sükûta gömülüyordu. Bu gece ikisini de uyku tutmamıĢtı Abdurrahman Ağa kızgın bir sesle: — Ġki tarafına dönüp durma, uyu artık, dedi Lâlezar Hanım da: — Ben uyuyorum sen uyu, diye cevap verdi Ġkisi de farklı düĢüncelere dalmıĢtı. Abdurrahman Ağa yeğeni Doğan'i Küçükmat-lı'dan alıp gelmekle çocuğa kötülük etmiĢti. Ġdadiyi bitirdikten sonra koleje göndermemeliydi. Çocuk sörlerin elinde bozulmuĢtu. Züppeliklerini hazmedemezken, bir gün karĢısına Jöntürk olarak çıkınca öksüz olduğuna ablasının emaneti bulunduğuna bakmadan boyasını vermiĢti. Fakat ne değiĢmiĢti. Memur arkadaĢları «Avrupa'ya yolla kültürü artar, bir de lisan öğrenip senin ticaret iĢine yardımcı olur» demiĢlerdi. Yeğeninin ticarette gözü olmadığı gibi, gül gibi kızıyla da alâkalandığı yoktu. O Ġngiliz kızı ile ne laubali halleri vardı. Doğan'ın yüzünden bunca yıllık arkadaĢı baĢkomser de kendisine çok sert ve soğuk davranmağa baĢlamıĢtı. Artık Selanik'te kalamazdı. Lâlezar Hanım'ın kızını günlerdir kafes arkasında iki gözü iki çeĢme ağlar görmesi bağrını yakmıĢtı. Kızı ebediyyen serseri Doğan'i bekliyemez-di ki. Kızının dünürleri her gün gelip gidiyordu. Kızı «NiĢanlı kıza talip olunur mu?» diyor, ağlıyarak kaçıyor konağın bahçesinde kayboluyordu. NiĢanı muhakkak atmalıydılar.. Dün gelenler bir zabitin yakınlarıydı.. Kızı bir serseriye değil, zabitlere, paĢalara lâyıktı. Gözü dıĢarda olan bir erkekten hayır gelmezdi. Allah'tan bu geliĢinde Ģu çocuğu hapsederler de yanında Ģimdi horuldamağa baĢlıyan Ağa BALKAN ACISI 193 ja dersini alırdı. Bir yeğen uğruna paraları har vu-rUp harman savurmak neymiĢ öğrenirdi. Ondan sonra niĢanı atarlar kızına güzel bir Selanik düğünü yaparlardı. Sonra torunları olur Osmanlı Ġmparatorlu-ğu'nun en güzel Ģehirlerini subay damadı ve kızı ile Ģehir Ģehir gezerdi. Artık Küçük Balkan'daki köylerini de istemiyordu. Can emniyeti kalmadı diyorlardı. Fakat baba, ana topraklarını nasıl bırakırdı. Selanik'te sıkılıyor ayda bir köye gitmese; akrabaları ahretlikleri ile konuĢmasa duramıyordu. Yanından yavaĢça kocasının kalktığını hissetti. Demek uyumamıĢtı. «Nereye Ağa» dese gene «Camiye» cevabını alacaktı. Bu defa hiç seslenmedi. Abdurrahman Ağa abdest aldı, giyindi. Merdivenleri inerken Lâlezar Hanım da kalktı acele giyindi siyah çarını taktı. Bu sırada dıĢ kapı çarpıldı. Sabah karanlığında köĢe baĢlarına saklanarak Lâlezar Hanım kocasını takip ediyordu. Abdurrahman Ağa dar sokaklardan yukarı doğru çıkıyordu. Mahallenin camisi yan tarafta kalmıĢtı «hayret nereye gidiyordu.» KöĢkler, konaklar bitmiĢti. Birbirine yaslanmıĢ ahĢap evler, pis sokaklar Tuna muhacirlerinin yerleĢtiği Tepemahalle'ye kadar uzanıyordu. Bu adam iyiden iyiye aklını bozmuĢtu. Camiye gitmeyen nereye gidiyordu. Ezan okundu Abdurrahman Ağa adımlarını sıklaĢtırdı. Lâlezar Hanım hırsız kovalar gibi hiç geçmediği sokaklardan koĢtururken terlemiĢti. Ama nereye gittiğini anlıyacak-tı. Kocası bu defa denize doğru inen sokağa saptı. Bu yol kötü yahudilerin bulunduğu semtti. AltmıĢından sonra azmıĢ bir kâfire mi tutulmuĢtu kocası. Ağanın da o sürtüğün de cezasını verecekti. Büyük bir çınarın dibinde yüksek duvarlı bir binaya yaklaĢtığını gördü. Büyük kemerli kapıdan giren 194 BALKAN ACISI Abdurrahman Ağa gözden kayboldu. Kadın binarım arka tarafını dolandı. TaĢ duvarlar yüksekti. GüneĢ doğmak üzereydi, etraftaki binalar daha iyi seçil, meye baĢladı. Kocasının girdiği yerin bir evden ço|< bir sinagog veya kilise olacağını düĢündü. Çok uzun ve yüksek bir ihata duvarı vardı. Kapının önüne geldi. Bu sırada içerden ince bir ney sesi yükseldi. Ezan kadar kalb yıkayıcıydı. Allah'ım Ģükür burası bir tekkeymiĢ, diyen Lâlezar Hanım bir müddet ney dinledikten sonra konaktakileri meraklandırmamak için acele adımlarla eve döndü. Ġçeri girer girmez kızının odasına koĢtu. Leylâ yeni kalkmıĢtı. — Ne o anne nerden geliyorsun, dedi. Lâlezar Hanım kızına sarıldı, öptü:

— Baban mevlevî olmuĢ! Baban mevlevî olmuĢ! dedi. B AVDETĠLER UĢak rıhtım kenarındaki demir parmaklıklı kapıda efendisi Sebata Abut'un köĢküne gelen davetlileri kendisine verilen parola cevabının doğruluğuna rağmen dikkatli bir yüz tetkikinden geçiriyordu. BeĢ on sene önce böyle bir gözden geçirmeğe lüzum yoktu. Fakat avdetiler çoğalıp gizli yeraltı yolları ile birbirlerine gidip gelme imkânı zorlaĢınca Sebata Abut bu yolu düĢünmüĢtü. Buna rağmen kapıdan girenler azınlıkta kalıyordu. Kapıdan girenlerin on misli Ģimdi köĢkün bahçesindeydi, kızlar, BALKAN ACISI 195 kadınlar, erkekler «Yirmiki Adar»ı kutluyor gibi taĢ- » kın|ık içindeydi. Bugün olağan üstü bir toplantı olduğunu UĢak pebi de biliyordu. ġebatay Sevi öleli beri, dönmeler böyle önemli bir toplantı yapmamıĢlardı. Osmanlı imparatorluğu'ndaki bütün dönmelerin mesihi sayılan Sebata Abut çok ihtiyarlamıĢtı. Bugün bu cemaata en çok lâyık olabilecek birini kendisinin yerine seçecekti. Bu seçeceği namzeti iki gün sonra istanbul ve Ġzmir'deki dönmelere mühim bir iĢ için gönderecekti. Dönmelerin ataları üç asır önce Ġspanya'daki hıristiyan zulmüne dayanamamıĢ, Katolik Ferdi-1 nand'la Kraliçe Ġsabella'nın iĢkence ve katliamlarından kaçıp kurtulmuĢ Yahudilerdi. Avrupa'da hiristi-yanlardan gayri din mensuplarına derin bir nefre- ĠV-t tin olduğu bu zamanlarda, Osmanlı Ġmparatorluğu'nda herkes din ve ibadetinde serbestti. Ġkinci Sultan Beyazıt, zulümden kaçan bu Yahudilere acıyarak üç büyük Osmanlı Ģehrinde yerleĢme izni vermiĢti. Ġki asır içinde imparatorluğun en zengin ve müreffeh insanları olan Yahudiler bununla da yetinmeyip Osmanlı Ġmparatorluğu'nda idarî ve siyasî kudretin de kendilerinde toplanması için gizli gizli çalıĢtılar. Bunların içinde ġebatay Sevi musevilerin bir kısmını ikna ederek zahirde islâm, batında musevi bir cemaat kurmuĢtu. DıĢ görünüĢleri isimleri müslü-man olan yahudiler kendi aralarında ve gizli ibadetlerinde mezamir okuyor, yahudi adetlerini yaĢatıyorlardı. UĢak Rebi kendi kendine «Sebata Abut akıllı, hatta ġebatay Sevi'den de, hatta Musa'dan da» diye söyleniyordu. Diğer yahudiler Selanik'te kötü ve j P's bir mahallede oturuyorlardı. U 196 BALKAN ACISI BALKAN ACISI 197 Selanik'teki yahudilerin içinde zengin olan p^ çoktu. Yalnız içlerinde Türk gibi itibarlı ve Ģerefi; bir hayat yaĢıyan yoktu. ġebatalar dönmelikle ya. hudiye bunu da sağlamıĢlardı. Bir UĢak Rebi'yj ^ le Selanik çarĢısından geçerken müslümanlar aya-ğa kalkıp selâmlıyordu. Beyleri Sebata ise Selanik'. in en nüfuzlu tüccarıydı. Türk tüccarlarından, Türk beylerinden çok memur ve subaylara o sözünü geçiriyordu. «Abut Bey» deyip baĢka bir Ģey demi-yoriardı. Aklı da parası da yerindeydi. Ama ihtiyar-lamıĢtı iĢte.. Yerine kim geçebilirdi. UĢağın gözlerine iki soğuk küçük el çekildi. Gözlerini bastıran kızdı: — Bil bakalım ben kimim? Ġhtiyar uĢak, düĢündü düĢündü çıkaramadı.. Beyinin torunlarından biriydi ama hangisi.. YumuĢak güzel ellerdi bunlar, kokusu hoĢuna gitti. Tuttu gözünden çekmek istedi. Kız ihtiyarın gözlerine daha çok bastırdı. — Kraliçe olacak mıyım, dedi; Söyle bu gece ben kraliçe olacak mıyım? UĢak Rebi, düĢündü böyle önemli gecelerde her dönme, her dönmenin kraliçesi de olurdu, kralı da.. Elleri soğuktu ama yumuĢaktı kızın. Rebi dayanamadı: — Olacaksın. Sen bu gecenin gelini, kraliçesi olacaksın, dedi. Kız Rebi'yi bıraktı, kaçtı. KöĢkün bahçesi içinde kayboldu. Sandığı kadar,küçük değildi. Niçin ol-maĢındı. Gece toplantısına her dönmenin alınmamasına üzüldü. Evli olmak lâzımdı. Veya orda o an evlenmiĢ olmalıydılar. Dönme kızı, o ümitle güzel elbiselerini giyinmiĢ, kokularını sürünmüĢtü. Fteb' içini çekti, gençliğinde bu merasimler daha sönük geçerdi. Gittikçe dönmeler zenginleĢiyor zevkleri je hayatları da değiĢiyordu. Kulübenin kapı eĢiğinden kalktı. Demir kapıya gitti, örttü. Kilidi taktı AkĢam olmuĢtu artık kimse gelmezdi. Dul Rebi'ye bahçede koca gece için nasıl olsa bir kısmet çıkardı. Bütün dönmeler böyle geceleri iplikle çekerlerdi. Diğer yahudilerden ayrılıp Osmanlı idaresinde Türk'e yakınlık kazanabilmek için ġebatay Sevi'nin bulduğu onsekiz umdenin yeniden yeminlestirildiği bu törenlerde genç olmak lâzımdı. UĢak Rebi kulübesine girdi. Masanın altına sakladığı Ģarap ĢiĢesini aldı. Ġçti. Ġçtikçe kendi halini daha iyi düĢünüyordu. Yıllardır bu kulübeye atılıp bırakılmıĢtı. Nasıl dönmelikti bu. «Dönmelik içinde dönmelik» dedi kendi kendine.. Yeni beyin kapalı mezhebi bir aile Ģirketi gibi Ģahsî ve ailevi menfaat üzerine kurulmuĢtu. Bedhacılar, GümüĢçüler, Nahumlar dönmelerin içinde en itibarlı aileler olmuĢtu. Yeni mesih bunlardan biri arasından seçilecekti. Ama Rebi me-sihliğe avdeti reisliğine herkesten çok lâyıktı. Sebata Abut'tan sonra en yaĢlı oydu. ġarap ĢiĢesine dayandı. Tevrattan ezberinde olan parçaları okudu: «Kavmimim kızının yarası için yaralandım, karardım, beni dehĢet tuttu. Ve milletlerin sütünü, kralların

memesini emeceksin. Benden miras olarak milletleri bir çömlek gibi parçalıyacaksın. Her-Ģey, topraklar, paralar ve zevkler sizin olacak.» Rebi'nin kulaklarında akĢam üstü gelen genç kızın sesi çınladı. «Kraliçe olacak mıyım» UĢak Rebi Ģarap ĢiĢesini baĢına dikti: «Ben de Kral olacağım» dedi. KöĢkün çalgı sesleri, Ģarkılar gelen havuzlu köĢesine yürüdü. laa BALKAN ACISI — Rebeca feneri tut! Feneri tut.. —¦ Ġhtiyarladın dedim, yoldan paytonla dururken.. — Sen ihtiyarladın be, bunu bu gece hatırlat-manın zamanı mı? — Ġhtiyarladın, ihtiyarladın aylardır kullanmadı-ğımız dehliz nerden aklına geldi. — Bundan sonra sık sık kullanırız. Balkan da, Selanik de karıĢacak. — Doğru doğru Selanik'te kimsenin kimseye güveni kalmadı. — Ben demedim mi sana.. Sultan yahudilerle bizim arkamıza birer jurnalci takmıĢ. — Taksın bakalım, ne yapacakmıĢ bizi, kendi etrafı ile uğraĢsın. — Doğru söylersin Rebeca ama ne de olsa ya-hudiyiz, Ģüphelenirler bizden. — Abdal Naum sana Selanik'te Nuh, bana da Rebia demezler mi? — Derler! — O halde bizim bu devlette kimseden ayrımız gayrımız yok. — Vay kafam gene bir direğe vurdum. — Ne yapacakmıĢ gene ġabata Abut bugün? — Mühim bir toplantı, avdetlerin geleceği için karar günü, Selanik mi, Ġzmir mi, Ġstanbul mu. Bugün seçilecek olan buna karar verecek.. — Üçünde de akrabalar var.. — Amma Balkan tehlikede, biz de, malımız mülkümüz de tehlikede, daha huzurlu daha insanca yaĢıyacağımız yeri bulmalıyız.. Bu yer bizim devlete sahip veya sahipmiĢ gibi söz sahibi olacağımız yer olmalı. — Çok uzadı bu dehliz. Ayy! BALKAN ACISI 199 Naum'un uzun pelerini ayaklarına dolanmıĢ deh-I rutubetli, tozlu bir köĢesine yuvarlanmıĢtı. Kalkmak istedi. Bu defa ellerine ayaklarına yaĢ ve yumuĢak Ģeyler bulaĢtı. — Rebeca ıĢığı tut! ıĢığı tut!.. — Ne oldu birĢeyin var mı? — Ne olsun, lâğıma yuvarlandım lâğıma.. Kimin evinin altındayız.. — Sen daha iyi bilirsin, benden yaĢlısın daha çok geçmiĢindir burdan. — Allah belanı versin, pis bir kokuya battık. Herhalde Abut'un kardeĢi Haimlerin evinin altındayız.. Allah belalarını versin.. — Yaptırsalar ya dehliz yollarını. Kaç senelik bunlar. — Ben bildim bileli kullanırız. Üstündeki evlerden daha yaĢlı. — Nasıl yapılmıĢ, çok zor. — Babam anlattı dönme evleri arasındaki bu gizli geçitlerde yüzlerce Türk çalıĢtırılmıĢ. Dehlizin bittiği delikte dedelerimiz onları öldürmüĢler. Bu gizli yolları kimseye söylemesinler diye. — Hadi, yürü yürü! — Ayaklarım cık cık pislik oldu. Rebeca kahkahayla gülüyordu. Kahkahaları dehlizin derinliklerinde yankılandı. Naum: — ġ imdi nerdeyiz, diye sordu. Rebeca fıkırdıyarak kahkaha attı. — Haimlerin evinin altındayız. — Nerden bildin. — Senin gibi lağımlarının kokusundan değil. — Nerden bildin Rebeca? 200 BALKAN ACISI — Bilirsin gençliğimde güzeldim, yok yok ner-den bileceksin, iĢte o gençliğimde bu yoldan Ha-im'in yanma gider gelirdim. —¦ Ah seni ne Musa affeder ne Mesih! Karı koca güherçile bağlamıĢ nemli duvarla-ra tutunarak bir saattir yürüyorlardı. Arada bir küçük huzmelerden ıĢık düĢüyordu. Bunlar bahçelere açılmıĢ gizli hava delikleriydi. Dehlizin öbür tarafından da ayak sesleri gelmeğe baĢladı. Naum: — Bugün herkes gizli yolu tercih etmiĢ olacak, dedi. — Tabii dedi Rebeca; herkes ağzının tadını bilir..

— Geç kaldık herhalde. — Geç değil geç değil yürü sen, bak öbür ayak sesleri de yaklaĢıyor. Onbin yahudi dönmesinin yaĢadığı Selanik'teki en güzel evler de en gizli ve sağlam dehlizler de bu mahallenin altında yapılmıĢtı. Yirmi iki mart'a ras-lıyan 22 Adar günü dönmeler «herdosta gönül bayramı» yaparlardı. Bu dehlizlerin kemerli ve yüksek \ , olan yerlerinde dönmeler eğlenirlerdi. Rebeca: — Sesler bizim önümüzde gidiyor hadi yetiĢelim, dedi. — Dur dur yavaĢ yavaĢ tökezlenip bir daha Rebeca feneri ileri doğru tuttu. — Az kaldı az kaldı, dedi; merdivenlere geldik. Basamakları duvara tutunarak çıktılar. Rebeca feneri kaldırdı. BaĢ uçlarında tahta kapak göründü. Rebeca itti. Kapı açıldı. Yukarda biraz önce gelen- BALKAN ACISI 201 ier üstlerini baĢlarını çırpıyorlardı. Rebeca kocasına: — Hadi sen önce çık, dedi, onun yukarı çıkmasına yardım etti. Yukardaki MenteĢ dehlizden gelen sesi duymuĢ, kapağın yanına gelmiĢti. — Ne günlere kaldık Naum, dedi, ihtiyarın elini tuttu, yukarı çekti. — Ya MenteĢ oğlum gene bize yılanlar gibi yer altında yaĢamak mı baĢlıyacak. En güzel günleri bu Osmanlı Devleti'nde gördükten sonra gene Ġs-panya'daki gibi korkulu günlerde mi ırkımız? — Yok Naum! yok sen merak etme, gene dimizi kurtaracağız. Sultan ne yaparsa yapsın hudiye de bize de bir Ģey yapamaz. Naum'un genç karısı dehliz kapağının altından bağırıyordu: — Aaa!.. Kara MenteĢ bırak gevezeliği de elimi tut. Kadın alımlı alımlı bakıyordu. Elindeki fenerin sararttığı yüzüyle Rebeca çocukluğundan daha güzeldi. Dehlize uzandı. Önce Rebeca'nın elinden feneri aldı. MenteĢ'in karısı ve Naum kilerden uzak-laĢıyordu. — Gel Rebeca'm gel, yirmi iki Adara daha çok var, gönlüm bugün sende, dedi. Rebeca: — O da nerden çıktı MenteĢ, dedi; ayı her zaman armudun iyisini yemez. — Yer yer, kırk gönül bayramının tadını unuttun mu?" — Ben Rebeca geldim, Rebeca giderim, diyen kadın elini MenteĢ'e uzattı. Adam Rebeca'nin domur domur etli ellerini avucuna aldı, parmaklarını sıkarak yukarı çekti. 202 BALKAN ACISI — Hah Ģöyle, diyen MenteĢ kadını dehliz |<a. pısından kucaklıyarak yukarı aldı. — Dur dur! Yapma MenteĢ yapma, bugün kır|< gönül bayramı değil. — Belki gece kraliçe sen olursun, kral da ben Mesih de ben... BALKAN ACISI 203 * Sebata Abut'un köĢkü Selanik'in en güzel ye-rinde ve denize bakan pencerelerle bezeliydi. Ġkinci kata kadınlar alınmıĢ, ikinci kattaki salonda erkekler toplanmıĢtı. Büyük Ģamdanlar kapı önlerindeki mermer lâmbalıklara konmuĢtu. Salonun ortasındaki tavanda ġebata'nın Fransa'dan getirttiği geometrik kristallerle süslü rengârenk camlardan yapılmıĢ beĢli bir avize asılıydı. Ġçerisi güneĢ ıĢığı vurmuĢ gibi aydınlıktı. Salonun ortasındaki büyük bir masanın etrafında Avrupa giyimli, fraklı erkekler dizilmiĢti. Masanın baĢ tarafına büyük ve yüksek koltuğu ile Sebata Abut oturmuĢtu. Oymalı cevizden yapılmıĢ koltuğun baĢ tarafına taht intibaı vermesi için sedef kakmalı sion yıldızları ile süslenmiĢti. Uzun masanın kapı tarafındaki ucuna toplantının ikinci yaĢlısı Naum oturmuĢtu. Masanın etrafındaki avdetiler evli olmayan üç gencin de masanın biraz ilerisindeki sandalyelerde oturduğunu görünce, ġebata'nın me-sihlerinin onsekiz emrine yeni bir tefsir getirmek-ta olduğunu anladılar. Evlenmeden, dönmeler böyle önemli toplantılara katılamazlardı. Evlenmeden, dön-melik sırrı verilmezdi. Bu üç çocuk yaĢındaki genç de bu gece evelenecek miydi? Bir kraliçe üç mü olacaktı? Kraliçe kırk gönül bayramındaki gibi kapanın elinde kalmıyacak mıydı? Haham kıyafetiyle Sebata Abut ayağa kalktı. Diğerleri de ayağa kalktı, Abut'a doğru eğildiler. Salonda çıt çıkmıyordu. Ġçeri odalardan ince bir kız sesi: «Mezamir Mezamir okuyalım tören baĢlıyor» dedi. Salonun etrafındaki odalardan kadın seslerinin okuduğu ibranice ilahiler yükseldi. Erkekler susuyordu. Abut kafasıyla iĢaret etti. Kadınların okuduğu ilahi bitmiĢti. Erkekler oturdu. Biraz sonra Sebata Abut ayakta bir mezamir okumağa baĢladı. O cümleyi bitirince dönme erkekleri ilahi Ģeklinde tekrarlıyorlardı: «Ey Yehova! Acı bize, Yehova iyiliğinle... Bilmediğimiz bir kavim bize kulluk edecek, Yabancılar bana boyun eğecek Ey yehova dünyadayız seninle...» Mezamir bitince Sebata Abut, taht Ģeklindeki koltuğa oturdu.

— Ey beni Ġsrail'in yetim çocukları! Mesihimiz ġebatay Sevi'nin ruhu için mezamiri tekrarlıyalım. Bütün dönmeler bir defa daha hep birlikte mezamiri ilahi senlinde okudular. Sebata Abut, gözlerini yaĢlı dönmelerin üzerinde gezdirdikten sonra üç gence bakarak yahudili-ğin ve avdetiliğin tarihini anlatmağa devam etti: — Biz tarihimize, kavmimize, arz-ı mev'ud'a \ bağlı olmak mecburiyetindeyiz. Avdetiler ne kadar mutaassıp ve tarihlerine bağlı olurlarsa olsunlar, diğer milletleri tarihlerinden de, mazilerinden de koparmağa çalıĢacaklar.. Devrimler, yenilikler ver 204 BALKAN ACISI ( unutkanlık onları mahvedecektir... En son okuduğu, muz Ġspanyolca dua Ġspanya'daki zulmü kulaklarımıza küpe yapsın diyedir... Aramızda henüz evlenmemiĢ olan üç gencimizi imtihan edeceğiz. En baĢarılı olanı kraliçe ile evlenecek, dönmelik sırları kendisine anlatılarak halefim olacak.. Yeminden sonra kırk gönül bayramındaki gibi serbestsiniz. Üç sa-bata genci imtihan edin, en son söz benim. Abut'un konuĢması bitince masada uğultulu bir çekiĢme oldu. Ġhtiyarlar ve orta yaĢlılar ġebata'nın bu kararından pek hoĢlanmamıĢlardi. MenteĢ yanın-dakine: — Neyse Mesihlik bize düĢmedi ama, Kraliçe belki düĢer, dedi. — Bu defa kraliçe tek, avdetilerin en güzeli.. — Kim.. Kimin kızı? Sebata elindeki tokmakla masaya vurdu: — Herkes sussun, dedi: Naum'dan baĢliyarak herkes bir soru soracak bu üç genç dönmeye.. Ġhtiyar Naum ince tel çerçeveli gözlüklerini taktı gençlere baktı. DüĢündü, kel baĢından el kadar olan beresini çıkardı. — Selanik, Balkan'ın kalbi, dedi: Balkan Ģimdi kaynıyor söyleyin bakalım hangi milletin elinde kalacak buralar. Üç dönme genci de susuyordu. En küçükleri ondört yaĢlarında olanı yerinde kıpırdandı. KonuĢmaya çekiniyordu. Sebata Abut: — Hadi hadi! Abdias cevap ver bakalım, dedi. s Sıska çocuk ayağa kalktı. Solgundu . * , — Bizim artık Selanik'te kalmamız tehlikeli, dedi. Balkan'daki bütün milletlerin birbirine husumeti var. Fakat hepsi Türk'e daha çok kin duyuyor. \J BALKAN ACISI 205 Burada yüzyıllardır müslüman müsamahası ile ço-\ ğaldık, zenginleĢtik. Fakat Ģimdi buralar Osmanlı'- * n,n elinde kalacağa benzemiyor. Sırplar, Bulgarlar, Rumlar çok Ģuurlu ve teĢkilâtlı çalıĢıyorlar. Kolejde her milletten arkadaĢım var. Bunların hepsiyle dost olmağa çalıĢıyorum. Fakat hepsi de Türk'e düĢman oldukları kadar bize, yahudilere de düĢmanlar. Bunların kurdukları küçük devletlerin gözü Selanik'te amma bence en Ģanslı olanı Ġngiltere'yi arkasına almıĢ olan Yunanistan. Selanik onların olursa, Rumları da Osmanlılar gibi kandırıp buradaj yaĢıyabilmenin yollarını düĢünmeliyiz. Abut en küçük torununu takdirle seyrediyordu. Onun kıvırcık saçları, yahudi esmeri teni, burnu ve cin gibi gözleri kendi çocukluğunu hatırlattı. Bu çocuk kadar güzel konuĢamazdı. Babası Abut'a «aynaya bak aynaya bak da konuĢ» derdi. O aynaya bakarken ilâve ederdi: «ġebatay Sevi'nin yüzü meĢinin yüzü, o da mesih olacak, dönmeleri zengin ve hakim kavim edecek» O da Ģimdi ġebatay'ın yüzünü Abdias'ta görüyordu. Çocuk haklıydı eğer Selanik Yunanlılara geçerse Yahudiler de dönmeler de ikinci bir hıristiyan engizisyonuna hazır olmalıydılar. Yahut çaresini bulacaklardı.. Dönmeler Ģimdiye kadar hep Rumlarla, hıristiyanlarla iĢbirliği yapmıĢlardı. Osmanlı Ġmparatorluğu'nu da Sultan'ı da çok zayıflatmıĢlardı. ġ imdi bu aĢırı zafiyetin kendilerine zararı dokunabilirdi. MeĢrutiyet, hürriyet hareketine artık bir dur mu desinlerdi, yoksa devleti yıkana kadar uğraĢıp, Sırplar, Rumlar, Bulgarlar gibi göçen Osmanlı Ġmparatorluğu'ndan bir pay mı alsmlardı. Bu pay bir devlet veya sadece Selanik olamaz mıydı. Ama Abdias baĢka türlü söylü- ^ \ 206 BALKAN ACISI — Osmanlılar Selanik'ten giderse biz dönmelerin de Selanik hayatı bitecektir. Eğer bu küçük çocuğun dediği gibi olacaksa yıllardır niçin hıristiyan. larla anlaĢmıĢlar, velinimetleri olan Türklerin arkadan kuyularını kazmıĢlardı. Abut, bu kötü sözlere kızdı. Selanik'ten ayrılma yahudi için yeni bir sürgün olurdu, atalarının anlattığı engizisyon zulümlerini hatırliyarak: — Abdias! Haddini bil otur bakalım, .dedi. Kara, uzun yüzlü çocuk yahudilere has ürkeklikle baĢını eğdi, sustu.

Dedesi Abut, dünyaya kanca takmıĢ gibi çengelli burnunu çekiĢtirdi, omuzlarındaki yükü torunu Abdias'a yıkacağını ima eden bir edayla: — Darılma, dedi: Çok güzel konuĢtun, düĢündüklerini iyi ifade ettin. Bravo sana, Koleje yapmıĢ olduğumuz masraflar boĢuna gitmemiĢ, bizim için faydalı Ģeyler öğrenmiĢsin. Amma gaipten haber alır gibi, Osmanlı'yı mağlup edip bizi de hıristiyan-lara nasıl attırırsın burdan. Sebata Abut dönme büyüklerine döndü: — Buyrun, dedi: Siz diğer gençleri imtihan /edin, en son deneme benim. Dikkat edin onların ce-/ vabında Ģeytanî zekâ, seyyal ifade, dönek hüküm ve her duruma göre neticede dönme menfaati ara-\ym. Yahudi takkeli, haham sakallı dönmeler sırayla üç gence çeĢitli sorular sordular. Bunların çoğu Talmut'tan, Mezamir'dendi. Toplantıdaki üç gencin imtihanı bitince, Sebata Abut, el kadar takkesini baĢına bastırarak ayağa kalktı. Elindeki tokmağı üç kere masaya vurdu. Herkes susmuĢtu. Yan odalardaki, hatta yukarı kat- BALKAN ACISI 207 taIci kadınlar da bir an önce bu merasimin bitmeğini «tatlı gece»nin baĢlamasını bekliyorlardı. — Ey beni Ġsrail'in talihsiz çocukları, ey ġeba- ^ tay Sevi'nin torunları! diye söze baĢliyan Sebata Abut, çocuklara dönüp dudaklarında kaybolan ispanyolca ibranice karıĢımı duasını bitirdikten sonra: Hepiniz de güzel ve isabetli, ırkınızın zekâsına yakıĢır cevaplar verdiniz. Talihsizliğimiz bizim bece-riksizliğimizdendir. Hâlâ ikibin yıl geçti, size bir yurt, arzı mev'udu veremedik. Kavmimizin Babil'de, Mısır'da, Ġspanya'da, Ġtalya'da, Almanya'da maruz kaldıkları zulmü iyi anlattınız. Avrupa'daki musevi-lere karĢı doğan derin hıristiyan kinini bertaraf etmek için oradaki soydaĢlarımız da hıristiyanlığa döndüler. Talmut'un bizim için herĢeyi mubah gö-t ren emirlerine göre zahirde hıristiyan veya müslü-man göründük.. ġebatay mesihimizin onsekiz em-" rinin mükemmelliği ile, biz, Avrupa'dakilerden daha iyi Ģartlarda bugüne kadar geldik. Osmanlı topraklarında huzur, emniyet, hürriyet ve zenginlik bulduk. Hâlâ müslümanlarda yahudilere karĢı bir nefret hissi var. Mesihimiz zamanında bu nefret hissini iyi bildiği için, bizi müslüman görüntülü bir mezhep içinde topladı. Döndük. Fakat bu dönüĢ, içimi-/ ze dönüĢtür; yahudilikten, musevilikten dönüĢ de/ ğildir. Sizler bundan sonra daha çok islâmlnĢmıĢ hatta TürkleĢmiĢ görüneceksiniz. Sizler bizlerden daha iyi Ģartlar altında devlet-i Osman'a hakim olacaksınız. Ġngiltere'deki Disraili, Amerika'daki Abraham Lincoln yahudi olmayan milletlerin yahudi devlet ve hükümet baĢkanları değil miydi? Siz genç dönmeler niçin Türkiye'de yükselip vezir, sadrazam, veya diğer devlet müesseselerinin baĢı ol-, 208 BALKAN ACĠSĠ mayasınız. Olacaksınız. Olacak gibi çalıĢacaksın^ kendinizi onlardan göstereceksiniz. Onları Ģimdiye kadar olduğundan daha ço|< kendi gayemize hizmet edecek yollara itmeliyi Bu itiĢ bize çekiĢ, her bakımdan bize bağlayıĢ 0|. malıdır. Türkler tatlı sözden, heyecanlanmaya mü. sait slogan ve mefhumlardan hoĢlanırlar. Böylece Türkiye'de her devirde, her Ģartta söz sahibi olabileceğimiz, devlet adamlarını kendi menfaatlerimizle ahenkieĢtirebileceğimiz bir dönme nüfuzu doğacaktır. ġebataist gayemiz mantığın da üstündedir. ġ imdi meĢrutiyetçi ve hürriyetçiyiz, istibdat bize hiç dokunmadığı halde, istibdada karĢıyız. Sultan'-ın hakirrtiyetinin azalması Osmanlı toprağının da parçalanmasına sebeb olacaktır.. ĠĢte o zaman arz-ı mev'ud... Abut sözlerinin burasında kendisini diğer iki gençten daha içten dinliyen Abdias'a baktı. En küçük torunu kara dudaklarını ileri uzatmıĢ dikkatle dedesinin lâfı nereye getireceğini bekliyordu. Dönme reisi konuĢmasına devam ederken, baĢka Ģeyler düĢünerek Bedhacı Ġshak'a baktı. Abdias'ın babası oğlu kadar zeki değildi. Ama ticarete iyi aklı ererdi. Selanik'teki ipek dokuma tezgâhlarını çoğaltmıĢ, Avrupa'dan getirttiği ipeklerin arasına kendi dokuttuğu kötü ipekleri de katarak «Avrupa» iĢi diye satıyordu. Abut, kızını Bedhacı'ya verdiğine memnundu. Böylece istediği gibi yetiĢtireceği zeki bir torun sahibi olmuĢtu. Abdias, Abut konuĢmasına devam ederken baĢını kaldırdı. Kaçamak gözlerle babasına baktı. Bedhacı ona aile toplantılarında bile söz hakkı vermezdi. ġ imdi yumruk gibi yüzüne düğümlenmiĢ, burnu- nUn gerisinden çocuğunu takdirle seyrediyordu. Bu tüccar bakıĢlarıyla Badhacı Ġshak: «Oğlum göster kendini, koleje verdiğim paraları, Ġngiliz Simpson'a ödediğim ücretleri boĢa çıkarma» diyordu. Küçük /\bdias, babası konuĢsaydı, yahudi burnunun arkasındaki kısık gözleriyle istediğinden daha fazla bir-Ģey söyliyemiyeceğini düĢündü. BaĢını tekrar dedesi ġabata'ya çevirdi. Haham sakallı ihtiyar mezamir okuyordu: «Gözleri ırmak.. Ey YeruĢalim kızları, ey Musa, Ey Yehova ey Mesih!.. Bizi arz-ı mev'ud kadar güzel zevklere eriĢtir!.» Sebata Abut, mezamir okumayı bitirince hırıltılı sesini öksürerek düzeltmeğe çalıĢarak: — Bilmek öğrenmek kolay, dedi: zor olan muhakeme edip iyi karar verebilmekte.. Bilinen ve öğrenileni dönme menfaatine en uygun Ģekilde beyan ve tefsir etmeliyiz. Yani üslûp, kandırıcı söz mühim.. Tatlı sözle yılanı deliğinden çıkarabilmeliyiz. ġ imdi gençler beni dinleyin.. Selanik'e dört talip var. Bu dört devleti

kırmadan; Ġngiltere, Fransa, Almanya ve Fransa'yı okĢayarak ve bilhassa biz dönmelerin menfaatini sıyırarak meseleyi halledin bakalım. Çocuklar önce birbirine, sonra babaların yüzüne baktı. Ortadaki dönme genç Agniyetülağani'den bir parça okuyarak kıskançlığı ele aldı. Sebata onu dikkatle dinledi. Ahd-i atiki iyi biliyordu. En büyük torunu ise heyecanlı ifadelerle meseleyi halle çalıĢtı. Abdias sıra kendisine gelince ayağa kalktı: — lıı, iği! diye konuĢmağa baĢladı. MenteĢ bu sırada çocuğun ıkınan halini görünce kahkahayı attı. Yanındaki yeğenleri de gülüĢtü. KonuĢmakta zorluk çeken Abdias'ın yüzü kızardı. Biraz önce konuĢmuĢtu. ġ imdi niçin tutulmuĢtu. Sebata da hayret etti, cesaret verici bir Ģekilde torununun yüzüne baktı. Çocuk dedesinin çapur çupur yüzünde Fırat', tan Nil'e kadar Arzı mev'udu görüyordu. Bu top. raklarda dedesinin burnu Mr Simpson'un «yahudi alâmeti» dediği cinsten bir tepe gibi yükseliyordu Dedesi, bu korkunç ve çirkin çengeldeki delikleri karıĢtırdıktan sonra, Abdias'i teĢvik ederek: — Haydi Abdias! dedi: Kralı ilân edeceğim, ça. buk ol, konuĢ.. Toplantıdakiler de hep bir ağızdan: — Tabii tabii dediler: Kırk gönül bayramı gibi açız, bitsin artık imtihan dediler. Abdias kraliçeyi düĢünmüyordu. Kırk gönül bayramının zevklerini, eğlencesini bilmiyordu. Fakat zengin olmak, çok zengin ve herĢeye sahip olmak ona hayalindeki her kapıyı açacaktı. Önce dönmelerin sonra bütün Osmanlıların sözü geçeni olmak istiyordu. Eline geçen fırsatı değerlendirecekti. Ġngiliz yahudisi olan öğretmeni Mr Simpson'un öğütlerini düĢündü. KonuĢmalıydı: — lıı, Ġği, dedi, biraz daha durakladı, sonra açıldı, dört körün fil hikâyesini anlattı. Hikâye ile fikirler arasında çocuksu fakat mantıki bir bağ kuruyordu. Abdias konuĢmasını bitirince, Sebata Abut'un gözlerine baktı, devam etti: — Ben hakim olursam üç ayrı fikri okĢayıp, bu tarafların gönlünü alacağım. Fakat asıl kararımı sizin için, dönmeler için saklıyacağım. Hakikati sadece dönmeler bilmeli, diğer insanlar kör gibi görmemeli veya hakikatin sadece bir yüzünü bilmeli.. Ve doğru olduğunu bizim vereceğimiz hükümlere inanmalı.. Üç doğru bilen birbirini yemeli.. Ben üç köre de haklısınız diyerek dördüncünün yani gören dönmenin menfaatini korumalıyım. Durum bu., in- BALKAN ACISI 211 jlJZ yahudisi olan felsefe öğretmenimin öğüdü de bu: üslup üslup, kimseyi incitmez görünerekten bize unalif bütün fikirleri bertaraf edecek üslup.. Kim-seyi haklı veya haksız çıkarmıyormuĢ gibi sezdir^ gederi mezamir ehlinin" emrinde "çalıĢanüslup..Du-rUrn bu.. Dönmeler dikkatle Abdias'ı dinliyor o, büyüyüp de küçülmüĢ hali ile konuĢmasına devam ediyordu: Biz dönmeler asla dört körden biri değiliz. F kat dördüncü kör görünüĢlü gibi göz altından her-Ģeyi takip ederek Ģüpheci ve uyanık olmalıyız. Sev-mesek de, düĢmanımız da olsa her yerde, her köĢede dostlar edinmeliyiz. Rum'u da, Sırb'ı da, Türk'ü1-de, Bulgar'ı da bizim için birdir.. Ġspanya olmadıy- i sa, Selanik, o da olmazsa Ġstanbul.. Bizim için vatan yok.. Sömürebildiğimiz, aldatabildiğimiz insanların diyarı bizim vatanımız... Sebata Abut, torununun konuĢması çocukça ve uzun olmasına rağmen, aradığı Ģeytanlıkta halefi bulmuĢ olmanın gönül rahatlığı ile koltuğuna yaslandı. Gözleri Abdias'daydı. — Selanik meselesi kalsın artık, dedi: Çok iyi anlattın. Ġmtihanı kazandın. Haham sakalını tutup, bir müddet sustuktan sonra diğer iki dönme gencine dönen ihtiyar avdeti reisi: — Siz daha hamsınız, dedi: Teke derisi gibi yoğrulacaksımz. ġ imdi siz dıĢarı çıkın. Gelecek toplantıya dünyayı fırıldak gibi döndürecek bilgiyle, Ģeytanlıkla gelin. Bütün insanların üstünü Yehova'-n|n çocukları olduğunuzu unutmayın!. Ġki dönme genci arkalarına bakmadan merdi-venleri indiler. Sebata devam etti: 212 BALKAN ACISI — Abdias haklı, Türklere artık Rumeli'nde ha yat hakkı yok, tabii bize de Selanik'te Ġstanbul'a ve Ġzmir'e giden avdetilerin yanına dönüp dönmerneâp zamanı gelince Abdias karar verecek.. Kolejdeki Rum arkadaĢları da, Türk arkadaĢları da onu sevi. yorlarmıĢ. Yaptırdığım tahkikata göre Abdias Bul-garlara da, Sırplara da Jöntürk olan diğer arkadaĢları kadar yakınlık gösteriyormuĢ. Onun mektepte herkesi dost edinmesi her Balkanlıyla iyi olması se-bataîstliğe yatkınlığını gösteriyor. Onu Ġstanbul'a gönderelim. Oradaki akrabaların yanında kalsın. js. tanbul daha kozmopolittir, fikri ufku geniĢler, hadiseler karĢısında daha esnek bir hal alır. Bu arada bizim menfaatimize çalıĢacak bir gazete çıkarsın. Delfi locası ve Ġstanbul'daki avdetiler ona yardım edecek. Gazete bugünün en büyük kuvvetidir. Kitaplar, gazeteler insanın beynine girer, onların yapacağı savaĢı sultanın ordusu yapamaz. Yayınlarımız Osmanlı tefekkürüne bomba gibi patlamalı inançları, milli ülküleri yıkmalı gençliği bizim sustalı köpeğimiz gibi Ģartlandırmalı.. Biz yahudi dönmelerini üstün kılan Abdias'ta gördüğümüz ırkımıza has kıvrak, yanar döner zekâdır. Yarınlarda daha zengin daha söz sahibi olacaksınız... Sebata, Abdias'ı yanına çağırdı, yahudi kokusu ile takdis etti, öptü, konuĢmasına devam etti:

— Biz buraya, Selanik'e Türkler gibi yüzbinler-ce askeri ve bir Sultan'ı Ģehit vererek gelmedik.. Ezilmeden, ölmeden menfaatlerimizin bittiği gün gideriz. Elini sıska çocuğun hafif kamburumsu omuzlarına koydu: — Dönmeliğin istikbali Abdias! Bizim için P'' reden yağ, düĢmanlarımız için fareden dağ çıkara- BALKAN ACISI 213 caksın. Getir kulağını sırlarımızı açıklayım, sonra enj evliliğin tatlı uçurumuna iteyim. Abdias, kulaklarında dedesinin türküleriyle, sırlan dinledikçe biraz daha büyüdüğünü hissetti. Evciği, kraliçeyi düĢünmüyor, bir an önce iĢe, paraya, Ġstanbul'a mevkiye, Ģöhrete, krallar krallığına yükselsin istiyordu. Sebata Abut, masanın üstündeki çanı üç kere salladıktan sonra: — Yumun gözlerinizi, hepinizin önünde yeni inesihimiz olacak Abdias'a bir hediyem var, dedi. Ġçeri aynı anda giren hizmetçilerin ellerindeki yelpazelerle mi, yoksa açılan pencerelerden üfü-ren rüzgârla mı oldu, Abdias, içerdeki Ģamdanların, lâmbaların nasıl söndüğünü anlıyamadan salon zifir bir karanlığa gömüldü. Karanlıkta kulaklar göz olmuĢtu. BitiĢik odadan giren yalın ayaklı birisinin yürüyüĢü, sonra kedi gibi masaya sıçrayıĢı duyuldu. Kırk Gönül Bayramı'nın eskileri bu defa ki, sürprizin ne olduğunu heyecanla bekliyorlardı. IĢıklar yanınca bu merak büyük bir hayret ve ihtiraslı bakıĢa yöneldi. Bütün dönmelerin aç gözü Abdias'ın kraliçesi olacak çıplak Sara'nın üzerinde toplanmıĢtı... Dönme kadınları bugün en güzel en açık elbiselerini giyinmiĢlerdi. Çıplak kolları, gerdanları, göğüsleri altın ve elmas ziynetlerle süslenmiĢti. Hizmetçi yerine onlar sofra hizmeti görüyordu. Bütün dönmeler bugün «dört kuzu» bulacaktı.. Sara, Ab-dias'ı silkip, gene MenteĢ'e koĢacaktı. MenteĢ karanlığa gözlerini alıĢtırmıĢtı. O her kuzu dört gönül bayramının en açıkgöz dön- iydi. Bayram olmayan böyle mühim günlerde 214 BALKAN ACISI 1 de en taze kurban onun olurdu. IĢık sönüp SaraW Abdias'a atlıyacağı zamandan önce o ne yapacağı-nı kararlaĢtırmıĢtı. Fakat «küçük kuzu karanlığı, uzun sürmemiĢ Sara'yı ipekli elbiseler içinde 2iya. fet masasına getirmiĢti. MenteĢ yıllardır hayalin; ettiği dönme liderliğini kaybetmiĢti, fakat artık Ab-dias'ın karısını tamamiyle ele geçirebilirdi. Ziyafetin bitmesini uzun karanlığın baĢlamasını bekliyor. du. Mümkün olduğu kadar karısından ve diğer ka-dınlardan uzak duruyordu. Çünkü ıĢık söndüğü zaman kapılan kapanın elinde kalıyor; kimse, kiminle ne yaptığını bilmiyordu. Sara da küçük karanlık-taki naibinden memnundu. Kralı Abdias'a yüz vermiyordu. ĠĢte göğüslerini açarak eğilmiĢ MenteĢ'e et ikram ediyordu. Naum'un yanındaki Rebeca el ediyor «Hazırlan» diyordu. KarĢıdan Rebeca'ya: «Ne çıkarsa bahtına!» diye bağırdı, herkes güldü. Naum düĢünceliydi. Diğer ihtiyarlar gibi o da gene rezil olacağını düĢünüyordu. MenteĢ, Sara'nın arkasından gözleriyle takip ediyordu. ġebata'nın «IĢıklar Sönsün» emrinden önce onun yanında olmalıydı. Karısından uzaklaĢtı. Bu dönme yortusunda hamile kalan kadınlar çocuklarını kutsi sayarlardı. Bütün dönmeler de buna inanırdı. Dört gönül bayramının emri geldi mi herkes yanındakine râm olurdu. Sebata «Ağniyatü-lağani»den parçalar okurken, MenteĢ Sara'nin kolunu tuttu. Zil çaldı ıĢıklar söndü. Bu gece dört gönül bayramının mum söndüsünden güzel geçecekti. Abdias Selanik'in, dönmelerin, Ġstanbul'un, izmir'in bütün imparatorluğun kralı olurken, dönmeler kahpeliğin sanatını ona bu yortu günlerinde öğretecekti. Karanlığı Sadom ve Gomore'nin çı'Sın seslen yırtıyordu. ALTINCI BÖLÜM «Mefkûresiz fertler hodgam, menfaatperest, ümitsiz ve korkak olurlar.» Ziya Gökalp «Dindarlık ve milliyetin, devletin, kuvveti, doğruluk ve sadakatin, bereket ve saadet sebebi olduğu unutuldu.» Zağra Müftüsü H. Raci Efendi ARKADAġ SÖZÜ DOĞAN Bey'le Osman Süreviç'te at değiĢtirdikten sonra öğle üzeri Selanik'e girdiler. Yakıcı bir sıcak vardı. Doğan Bey, «Dayımlara gitmiyelim, beni suçlu gören dayım, hemen zaptiyeye teslim etmek ister. Bir müddet oyalanalım. Ben sana Selanik'in en güzel yerlerini gezdireyim» dedi. Osman bir an önce Goralzade amcasına Doğan Bey'i götürmek istiyordu. Fakat hala oğlunun direnmesi, yalvarması kalbini yumuĢattı. — Peki senin dediğin olsun Doğan, fakat sadece bir gündüz bir gece, dedi. — On günü geçti dağda taĢtayız, dedi; önce seninle bir deniz kenarına inelim. — Peki, amma yarın muhakkak Goralzade am-carna gideceğiz. — Olur, dedim Osman, beni sen de mi «Al-sin katili olarak görüyorsun yoksa? — Hala oğlu ne kızıyorsun. Bir belaya bulaĢ-. 216 ISALKAMı ACISI

BALKAN ACĠSĠ 217 mıĢsın, ben de sana yardım etmeğe çalıĢıyorum Katil olduğunu bilsem yardım eder miyim? — ġ imdi herĢeyi unutalım, haydi kayık sefası yapalım. Gece de tavernaya gideriz. Kozana'dan daha güzel kızlar var burda. — Ben gitmem Doğan, daha akıllanmadın rnı bre? — Hala oğlunu yalnız mı bırakacaksın? — PeĢinde bir çingene var, o da değmez. — Sade Çingene YaĢar olsa., bir çete dayı oğlu, bir çete. Koçireka var, Ġngilizler var. Ellerinden nasıl kurtulduğuma hâlâ ĢaĢıyorum. Sen olmasan Katerini'de derimi yüzerlerdi. Atlarını sahile yakın bir hana teslim ettiler, rıhtıma doğru yürüdüler. Bir Rum kayıkçıdan kayık kiraladılar. Doğan Bey güzel kürek çekiyordu. Osman: — Bre sen denizci olmuĢsun? Doğan Bey bu soru üzerine Oxford Kembriç kayık yarıĢmalarını anlatmağa baĢladı, Ġngiltere hatıralarını tazeledi. Osman: — Hala oğlu bırak Ġngiltere'yi bre. Biz daha Selanik'i tanımıyoruz. Sen burda kolejde okudun. Söyle bakalım Ģu tepelere doğru uzanan mahalle kimlerin. Doğan Bey kürekle manevra yapıp yüzünü Selanik'e çevirdi baktı. ,- — Salanik-teki mahallelerin çoğu Rum, dedi; /bak sağ tarafta tepeye doğru uzanan mahalle Türk-/ lerin. Sahildeki evlerin hepsi yahudi ve dönmele-l rin. Kordonda birkaç Rum evi var, yok.. \ — Desene Selanik Türk değil. \ — Yok, öyle birĢey demedim. Selanik Türk. \Hem de beĢyüz yıldır. Fakat Selanik'in köylerinde biz çoğunluktayız, içinde Rumlar. On metre kadar önlerine bir kayık yaklaĢtı içince bir kız Ģarkı söyliyerek kürek çekiyordu. KarĢı-smda bir Türk zabiti oturuyordu. Osman: — Anlıyamadım bu kız Rumca da söylemiyor Türkçe de, ne dili bu? dedi. Doğan Bey: — Herhalde ibranice bir Ģarkı söylüyor. — Allah Allah! zabit de onu takdir ve hayranlıkla dinliyor. Ne kızı bu? — Ya Avdeti, ya yahudi. — Ne bildin, Rum kızına benziyor çok sırnaĢık bir dili var?. — Değil değil, Rum kızları yaklaĢmaz oldu Türk zabitlerine. Dömeke'den sonra hepten milli kinleri artmıĢ. Bakalım AkĢam tavernada nasıl davranırlar. Yanlarından yüzleri feraceli Türk kızları da geçmeğe baĢladı. Fesli kayıkçılar veya siyahi lalalar kürek çekiyordu. Doğan Bey'in de feraceli Türk kızlarına baktığını gören Osman, nihayet günlerdir açmak istediği konuya girdi. — Doğan Bey kardeĢim (Osman, «Bey» kelimesinin telaffuzuna itina ederek konuĢtu) evlenmeyi düĢünmüyor musun? Gül gibi niĢanlın seni bekliyor. Niçin Leylâ ile gelir gelmez görüĢmedin. Kızcağız yıllardır senin yollarını bekledi. — Bırak o mevzuyu, bırak! diyen Doğan Bey, sinirlenerek konuĢtu: Ben kolejdeyken birgün dayım «seni Leylâ ile niĢanlıyalım» dedi. Ben ne olduğunu anlıyamadan niĢan merasimi yaptılar. Kü-Çücük kızdı. Çocuk gibi, bir türlü sevemedim. Evlenip evlenmiyeceğimi de bilemiyorum. •i ! ' ıı î1 218 BALKAN ACISI BALKAN ACISI 219 i: -i-''* Osman yumuĢak ve ikna edici bir sesle: —> Bak Doğan, sen gideli üç yıl oldu, Ley|§ büyüdü, dedi: Cümle âlem kardeĢimdir vallahi büyüdü, güzel kız oldu. Eski nazlılığı, çocukluğu yok Dayın yengen düğün yapalım diyorlar, sen ne dersin. Sittin sene bekâr kokanalarla sürtemezsin. — Ona ben karar veririm Osman, diyen Doğan Bey gözlerini denizin enginliğinde gezdirerek, kürek çekmeyi bıraktı. Dayı oğluna baktı: Babam öldü, sağ olsun Abdurrahman Dayım her ihtiyacımı karĢıladı. Beni okuttu. Benim için Selanik'te koleje, hususi muallimlere çok paralar verdi. Avrupa'da da en güzel Ģekilde yaĢadım bunları bana hep dayım sağladı. Fakat ben iç güveysi gibi o konağa kapanamam. Dayım beni de kendisi gibi tüccar yapmağa uğraĢacak.. HoĢlanmıyorum ticaretten.. Ona borcumu ödü-yeceğim.. Geri kafalı, beni Jöntürk diye az mı terzil etti. — Fakat Doğan, her baĢın derde girdiğinde de o kutarmadı mı seni? Amcama kızmağa hakkın yok.. Müslümanız elhamdüdillah.. Amcam camiye, mev-levi tekkesine gitti diye gerici mi oldu?. Sen deme-din mi Avrupa'da herkesin kiliseye gittiğini... Kiliseye gidenler ilerici, camiye gidenler gerici haa..

Sen de bir zamanlar namaz kılmaz miydin? Doğan, Kayalar'daki, RüĢdiye'deki günlerimizi düĢün.. Sabah Namazından sonra derslere daha duru bir zihinle baĢlamaz mıydık?.. Vehbi Hoca yıldızlardan, aritmetikten, tıptan bahsederken gerici miydi?,, Osman konuĢurken, Doğan Bey kürekleri kayığın içine almıĢ, sırtını tahtaya dayayıp, gözlerini sakin sakin ürperen denizin maviliklerine daldırmıĢtı. Türk yurdu gibi Türk düĢüncesi de allak bullak bir bunalımın, dalgalanmanın içindeyken Adalar Denizine kadar herĢeyden habersiz bir durgunluk içindeydi. Osman, «hala oğlu»nun kendisini dinleyip dinlemediğine bakmaksızın sözlerine devam etti: — Avrupa inanç bakımından bizden geridir... Kâfir, münkir ve inanmıyan insan demektir, Kur'an' da Allah'a inanmayıp putlara tapanlara bu ad verilir. Avrupa da kâfirdir, çünki hıristiyanlarda teslis vardır, yani üç ayrı Tanrı'ya inanmak: Ġsa, Ruhülku-düs, baba.. Bir de Meryem var.. Hangisinin Tanrı olduğu belli değil.. Putlar, haçlar onlar için Tanrı yerine geçiyor.. Doğan Bey, gözlerini denizden kaldırdı. Çok sakindi: — Peki dayı oğlu, 'sonra, dedi. Osman: —Sağ ol hala oğlu, diyerek devam etti: GerK kalıĢımızın, durmadan Avrupalılar karĢısında yenili- \ simizin sebebi, benliğimizden uzaklaĢmamız, ken- / dimize güvenimizi kaybetmemiz.. Sen müslüman/ Türk olduğunu nasıl unutursun, Ġslâmın, Selçuklu'-/ nun Osmanlı'nın ortaçağ karanlığını yırtıp aydınlat»---tığını niçin hatırlamazsın.. Kolejdeki sörler, Avrupğ-3 lılar beynine kurt gibi girmiĢ, kemirmekte.. Dayırria kızacaksan sadece seni koleje gönderdiği için kız.. Bir de seni Avrupa'ya yolladığı için.. Yoksa bu kadar kendi kendinin düĢmanı olmazdın.. Hangi Avrupalı bize dost.. Seninle beraber gelen Avrupalıların^ Hıristiyan diye Rumlara nasıl yakınlık gösterdiğini! görmedin mi?. Sana iĢkence yapan Mr Smith Avrupalı değil mi?. Onunla birlikte «Alman»ı öldüren Mrs Jacops Avrupalı değil mi? Rumlara, Bulgarlara para ve silâh yardımı yapıp onları bizim aleyhi- Oft. 220 BALKAN ACISI mize sürükleyenler Ayrufialj değil mi? Avrupalı Bal. ' kan'a ayak atmadan önce her millet bizden ne kadar memnundu. Haç gibi mânâsız bir maddeye tapan Avrupalı, menfaati için herĢeyi yapar. Ġçimizdeki hı-ristiyanlan tahrik edenler Ģimdi öpöz Türkleri de kandırıyor.. Ġçimize girerek bizi bize vurdurmağa çalıĢıyor-lar.. Aramızda ajanları var, içimizde kundakçıları var. Kalbimize giriyorlar, vicdanımız nasıl rahat eder. Beynimize giriyorlar, millî hafıza azap çekmez mi? Nasıl sen Leylâ'yı unutursun da bir gâvur kızı Miss Field arkasından koĢarsın. O kıza tutulmasan baĢına bunlar gelir miydi? Sen bir Ġngiliz'in, Ģu kayıktaki zabit bir yahudi kızının peĢinde giderse Türkiye'miz tabi geri kalır. Avrupa sadece dıĢ Ģekil mi, kadınlarla kızlarla aĢırı hürriyet içinde gezip tozmak, dans etmek mi? Tabii değil. Onlar bizden orta çağda kılığımızı kıyafetimizi mi aldı, örfümüzü adetimizi mi, yoksa dinimizi mi.. Hiç birini almadı.. Sadece bizim üstünlüğümüzün teknik ve sanayide olduğunu görüp hendese, astronomi, tıp kitaplarımızı dillerine çevirdi, bizden barut, pusula, kâğıt yapmayı öğrendi.. Sonra bunları geliĢtirmek için çalıĢtı.. Bizse elimizdeki altınları aptalca garba teslim eden miras yedi gibi Bizans'ın süfli zevklerine, siyaset oyunlarına, rüĢvetlere daldık, benliğimizi unuttuk.. Sen kendini, sen aileni, sen milletini nasıl unutursun Doğan... O Ġngiliz kızının peĢinden koĢmak sana ne kazandırdı... NiĢanlın Leylâ'nın göz yaĢlarını düĢün.. Bu tertemiz Türk kızını nasıl bir Yunansevere tercih edersin.. Kayıklar Selanik rıhtımına doğru uzaklaĢıyordu. Akıntı Osman'la, Doğan Bey'in bulunduğu kayığı epey uzaklara sürüklemiĢti. Osman, taĢ gibi donup kalmıĢ hala oğluna baktı, gözleri nemliydi, Doğan BALKAN ACISI 221 Bey ağlıyordu. Kalktı kayık iki tarafa sallandı. Do-ğan'ın yanına gitti. Ellerini omuzlarına koydu, baĢını kaldırdı: — Haksızsam haksızsın de Doğan! Ağlama, kimseyi de ağlatma, Allah'ın verdiği aklı kullanalım, diyen Osman kayığın küreklerini taktı: Haydi dedi, doğru konağa. Uzun zamandır konuĢmayan Doğan Bey baĢını kaldırdı: — Bir gece, bir gece müsaade et Osman, dedi; Miss Field'i arıyacağim, onlı sevdiğim için değil ona ihtiyacım olduğu için. Belki Atina'dan dönmüĢtür. Onun Ģahitliğine ihtiyacım var.. Katilin kim olduğunu o söyliyecek. Avrupalıların gittikleri bir tavernaya gidelim, belki Atina'dan gelmiĢ birinden Miss Field hakkında haber kaparız. B ATĠNA ĠNKĠSARI Nihayet Doğan Bey, Osman'ı bahsettiği tavernaya götürmeğe razı etmiĢti. Osman'ın babası bu hareketini duysa oğlunu eve almazdı, köylüler de yüzüne bakmazlardı. Fakat o, hala oğlunun «Ģahitlik yapacak» dediği Ġngiliz kızını bulup, Doğan'ı maznunluktan kur-tarmcaya kadar herĢeye katlanacaktı. Hanın üstündeki yahudi dükkânından aldıkları kolalı gömleklere ve kravatlara verilen paraya acımıĢtı.

Kapısının üstünde «Restaurant Tetis» yazan tavernaya girdiler. Bu kadar muntazam sıralanmıĢ masalar ve sandalyeleri Osman hiç görmemiĢti. Ġnsan- 222 BALKAN ACISI lar bile bu sıraya göre dizilmiĢti. Salonun ortası boĢtu. Sahile bakan renkli cam pencerelerine tül perdeler gerilmiĢti. DiĢarda, denizin karanlığına rağ. men lacivert ıĢıklarla oynaĢtığı görünüyordu. Seki gibi yüksek duvarın dip tarafındaki sahnede bir küçük zilli davul ve yanında kapağı açık bir piyano duruyordu. Doğan Bey ellerini birbirine vurarak garip garip etrafı seyreden Osman'a: — Ne talih Osman, daha fasıl baĢlamamıĢ, dedi Doğan Bey'de denizdeki durgun ve düĢünceli hâl kalmamıĢtı. Gözleriyle etrafı kolaçan ediyordu. Osman somurtarak sandalyede iğreti oturuyordu. Elleri baĢının üstündeydi. Otelde bıraktıkları fes, onu sanki çırıl çıplak bırakmıĢtı. Doğan Bey'in itina ile tarandığı tarakla o da saçiarını taramıĢtı, fakat bütün tavernada yemek yiyenlerin kendisini seyrettiğini sanıyor, elleriyle saçlarını bastırıp dirseklerini masaya koymuĢ düĢünüyordu. Burda kadınlar erkekler karĢılıklı oturmuĢ içki içiyordu. Doğan denizdeyken verdiği sözü unutmuĢ yemeğin yanında Ģarap da ısmarlamıĢtı. Fakat Osman asla içmiye-cekti. Doğan Bey, Osman'ın rahatsızlığını görüp: — ġöyle yaslan yaslan arkana, dedi; öyle sü-nepe durma, biraz hakimane bak.. Burası Ģu Avrupalıların olduğu kadar bizim de. Onların yaptığı her-Ģeyi biz de yapabilmeliyiz. Bu lokantanın sahibi de garsonları da Rum.. Bizim emrim'izi dinlemek mecburiyetinde, hadi rahatla rahatla.. Ah bir kadeh Ģarap içsen.. BirĢeyin kalmaz.. Al al bakalım bari sigara iç. Doğan Bey, gümüĢ tabakasından sigara uzattı. Osman almadı. Garson koĢup Doğan Bey'in sigarasını yaktı. Doğan Bey garsonla ya Rumca, ya Ġngilizce konuĢuyordu. Osman: 223 .— Türkçe konuĢsana Doğan, dedi; niçin Türkçe konuĢ muyorsun? — Canım eğlenmeğe gelmedik mi? Türk oldu-ğurnuzu anlarlarsa iyi servis yapmazlar, hem de / güzel kızları yanımıza yollamazlar, diyen Doğan'a/ Osman kızarak: — Sen akıllanmazsın hala oğlu akıllanmazsın, hani Miss Field'i bulmaya gelmiĢtik, dedi. Doğan Bey içmeğe baĢlayınca: Çok içmek yok, burada da bir rezalet çıkarırsan ben kalkar giderim, diyerek önündeki yemeği sinirli sinirli atıĢtırmağa baĢladı. — Kızma bre dayı oğlu sen istediğin zaman kalkacağız. — Söz mü? — Söz, fakat sen, ben dansa kalkarsam sabırla bekliyeceksin. — Bu son gecen bir daha müsaade etmem, fazla ileri gidersen tabancayı dayar götürürüm vallahi, diyen Osman eliyle tabancasını gösterdi. Doğan Bey. — Mr Smith'i güzel vurdun, avcısın bir diyeceğim yok, diyerek kadehini dudaklarına götürdü. Osman deniz tarafındaki masalarda oturanlara baktı. Göz alan üniformaları ile Türk zabitleri de bu havaya Doğan Bey kadar uymuĢlardı. Yanlarındaki kadınlarla, kızlarla gülüĢerek konuĢuyorlardı. Osman müzik sesi iĢitince baĢını çevirdi; zayıf, uzun boylu, saçları her hareketinde gözlerine inip kalkan sıska biri gitar çalıyordu. Biraz sonra ĢiĢman, orta yaĢlı bir Rum kokanası piyanonun baĢına oturdu. Bütün gözler onlardaydı. Avrupa'da yaygın olan tangolar çalmağa baĢladılar. Doğan Bey eli ile tempo tutmağa baĢlamıĢtı. Uzun kuyruklu redingotları ile kızların önünde eği 224 lip kalkan erkekler, ellerinden tuttukları rengarenk elbiseli kızları dansa kaldırıyorlardı. Doğan Bey-«Bir dam ber dam» diye mırıldandı. Osman: — Ne damı bre, delirdin mi? deyip Ģarap ĢjĢe. sini Doğan Bey'in önünden aldı: Ġçmiyeceksin artık, bu kadar yeter. Doğan Bey: — Dam, kadın demek Fransızca Osman, bak herkes dansediyor, dedi. Doğan Bey, Osman'a küsmüĢ gibi sırtını döndü. Locaların bulunduğu karanlık köĢede aniden parliyan bir kibrit aleviyle bir kadın yüzü gördü. BaĢında tüğlü bir Ģapka vardı. Doğan Bey: — Aaa, dedi, Music Hall'daki Marie Lloyd bu.. Değil değil ama o Ġngiliz artisti kadar güzel bir kadın. Yalnız yalnız! Doğan Bey kalkarken, Osman bileğinden yakaladı: — Nereye, ne söz vermiĢtin, dedi; SarhoĢ oldun gene sarhoĢ, kalk baĢımıza bir Ģey gelmeden çıkalım. Burada aradığın Ġngiliz kızını bulamazsın. Osman ayağa kalkmıĢtı. Doğan Bey'in de kolundan tutarak aldı, kapıya doğru götürdü. Garsona para verdiler. Ġçerden, Doğan Bey'in sevdiği Tango parçaları kulaklarına yapıĢmıĢtı sanki. Osman hala oğlunun koluna girmiĢ onu rutubetli kordon boyunca hana doğru sürüklüyordu. Doğan kötümser ve ümitsiz bir vaziyette yarın zabtiyeye teslim olacağını belki bir daha dıĢarı bırakılmamak üzere hapsedileceğim düĢünüyordu. Rum kahvelerini geçtiler. Denizden hafif bir meltem esti. Doğan,

yüzünde serinlik hissetti. Osman konuĢmuyordu. Ġkisi de gözlerini karanlığa dikmiĢler, bir an önce hana ulaĢmak için hızlı hızlı yû' rüyorlardı. DMLIUĠH Doğan Bey denize inen merdivenlerin üstünde bir karaltı gördü. Osman'ın kolundan sıyrıldı. Karaltıya baktı. Uzaktaki meyhanelerin penceresinden vuran ıĢıklar bu karaltının uzun saçlı zayıf bir kadın olduğunu gösterdi. Saçlar uzun, düz ve sarıĢındı. Kimdi, ne yapıyordu yalnız baĢına.. Karaltı yüzünü denize dönmüĢtü. Ġntihar mı edecekti? Ayakta duramıyan bir hali vardı. BaĢını ayak seslerinin geldiği tarafa çevirdi. Solgun ıĢık altında Doğan Bey bu yüzü tanıdı.. SarhoĢ kafası bir türlü kim olduğunu çıkaramıyordu. Kız yüzünü tekrar denize döndürdü.. Doğan Bey koĢtu. Kızı kollarından yakaladı. Kız silkinip kendini denize atmak istedi. Bütün vücudu sarsılıyordu. Soğuktan titreme değildi bu. Kızı çevirdi. Kız yüzüne kendinden geçmiĢ, Ģuursuz bir Ģekilde bakıyordu. Doğan Bey kızın önüne düĢmüĢ uzun saçlarını topladı. Baktı. Bu kız Miss Field'e benziyordu. «Hayır! Hayır! Miss Field değil» dedi. Osman da arkasından koĢmuĢtu: — Bırak pis kefereyi, dedi; meyhanede içer içer sonra kordonda müĢteri arariarmıĢ, bırak hadi gidelim. Doğan Bey kıza hâlâ ĢaĢkın ĢaĢkın bakıyordu. On gün içinde bir insan bu kadar değiĢir miydi? Karanlıkta kızın gözlerini aradı, gözleri kapalıydı, Miss Field'in yosun yeĢili gözleri yoktu. — Miss Field! Miss Field diye onu bir daha salladı. Kız gözlerini bir çizgi kadar araladı. Tekrar yumdu. Doğan Bey'in kolundan çeken Osman: — Hadi gidelim hadi, Rum sürtüğü baĢımıza bela olur, hadi devriyeler geçmeden gidelim, dedi. Kızın elleri, dudakları tir tir titriyordu. Doğan Bey kızın ellerini avucuna aldı. SarhoĢ muydu? Rü- I BALKAN ACISI 227 yada mıydı, Karlı Dağ'da mıydı? HeyecanlanmıĢtı Bu kız Miss Field'di, aradığı, sevdiği kızdı. — O, o! Osman bu Miss Field, bir araba ça. gır ne olur bir araba çağır, dedi. Doğan Bey'in Selanik'te kaldığı sıralarda kahrını en çok çekenlerden biri de bahçevan ġevket Efendi'ydi- Konağın ön kapısından girmek isteseler hizmetkâr Celil Efendi mani olacaktı. Daha önce dayısının haberi olmadan içeri almıĢ sonra da erkenden bırakmıĢtı. Bir daha böyle bir Ģey yapmazdı. Doğan leĢ gibi kokan kızı paytona sürükledi. Arabacıya: — Goralzade'nin konağına çek, dedi. — Dur bre otele gidelim, diyen Osman baĢını araba penceresinden uzattı: GebeĢoğlu'nun hanına çek sen arabacı, dedi. Osman: — Yahu ne aksilik ediyorsun, handa bu kız rahat edemez, yarın Ģahitlik edecek.. — SarhoĢ bir gavur kızının konakta ne iĢi var nerde kalır nerde yatar.. — Otelde neyse, handa nerde kalacak, bir odamız var.. — Peki peki konağa çek arabacı. Paytoncu, kordondan bayır yukarı atları kamçı-lıyarak arabayı uçurur gibi sürdü. Doğan Bey: — Arka sokağa çek, bahçevan kapısına. Osman kızın sızmıĢ haline periĢan saçlarına, kirli, uzun renksiz entarisine baktı: — Tuh bre yahu! dedi, sende de ne zevk varmıĢ. Eline yüzüne bakılacak hali yok bu Ġngiliz kızının, nasıl seni Karlı Dağ'a kadar peĢine taktı bre! Doğan Bey kızın yüzünü tokatlıyor, sesleniyor fakat Miss Field ölü sessizliğinde, arabanın köĢesine her kaldırılıp bırakılıĢında yığılıp kalıyordu. Araba büyük çınar ağaçlarının dibinden geçti, konağın arkasındaki bahçe kapısının önünde durdu. Kızı indirdiler, arabacı parasını alıp: «Ne günlere kaldık bre, Goralzade'nin evine de sarhoĢlar iner oldu» diyerek arabasını dar sokaklara doğru sürdü. Osman bahçe kapısının tokmağını vurdukça, Doğan Bey'in kollarından tutarak ayakta durmasını sağladığı Miss Field irkiliyordu. — Ne yapacağız bahçe kulübesinde kimse yok! — Biraz daha döv ġevket Efendi'nin uykusu ağırdır. Neden sonra kulübe kapısının gıcırtısı iĢitildi. Ayak sesleri bahçe kapısına yaklaĢtı. — ĠĢte duydu, geliyor ġevket Efendi, geliyor. — Eee bre mori! Ġn misiniz cin misiniz gecenin bu saatinde. Kim o! dedi. — Benim ġevket Efendi benim! Doğan! — Ben ġevket değilim, Celilim Celil, Haydi git, sabaha gel, açmıyorum kapıyı. — Aman ne olur Celil Efendi aç, bu defa hiç kimseden saklıyacak, saklanacak bir durumum yok. — Açmam dedim bre, kabak benim baĢıma patlar hep, Goralzade beni haĢlar. Osman seslendi: — Celil Efendi aç ben geldim, fena bir durucumuz yok, sarhoĢ değiliz. — Hee bre mori, Ģimdi de sen mi baĢladın Se-'snik serseriliğine..

— Vallahi sarhoĢ değiliz Celil Efendi ne olur ac. 228 BALKAN ACISI Hizmetkâr da, gecenin bu saatinde ah. man Ağa'nın yeğenlerini bırakamazdı. Bir daha va. kitli gelsinler diye kapıyı nazlanarak açtı. Fakat iki kiĢi değil üç kiĢi vardı kapıda, biri de kızdı. Ko. kona kılıklı bir kız. — Töbe! töbe beyim töbe! töbe! Almam ben sizi bu kefere kızı ile içeri, almam! diyen, Celil Efendi, koca bahçe kapılarını kapamaya çalıĢıyOr. du. Osman: — Bak Celil Efendi, dedi; bu kız öldürülen «A|. man»ın katillerini bilen Ģahit.. — Haa Ģöyle deyin bre, gelin peĢimden, diyen Celil Efendi bahçenin içinden misafirhaneye doğru yürüdü. Doğan Bey: — Celil Efendi, biz burda senin kulübende kalırız. Hiç kimseyi uyandırma, dedi. — Olur mu bre beyim, yanınızda namahrem var. Doğan Bey, kızı Celil Efendi'nin kulübesine götürdü. Hizmetkâr, ıĢığı kızın yüzüne tuttu. — Eee mori ne yaptınız bu kıza, esrar mı yutturdunuz ne? — Hasta hasta, dedi Osman: Sen bize biraz ayran yap, su ver. Doğan Ġngiliz kızını sedire yatırdı. Ne olmuĢtu Miss Field'e.. Böyle bayağı kirli elbiselerle gezmezdi. Cok da içmezdi. On onbeĢ gün içinde zayıflamıĢ, tanınmaz bir çirkinlik gelmiĢti yüzüne. Alnına ıslak bez koydu. Kız gözlerini araladı, fersiz ve abus bakıĢlar vardı. Trendeki, Karlı Dağ'daki tazelik, güzellik kalmamıĢtı. Kızın içinin bulandığı belliydi, ağzını, burnunu ekĢitti. Doğan Bey baĢını kaldırarak Celil -Efendi'nin getirdiği ayranı içirdi. «DeniĢe! Dem- BALKAN ACISI 229 se! Miss Field! Miss Field» diye seslendi. Kız aç-tlğı gözlerini tekrar kapadı. Doğan Bey: — Bunun da bir derdi var, dedi; Atina'ya, niĢanlısına koĢarak gitmiĢti. Osman: — Bak boynuna omuzlarına morartı çizik içinde, birĢeyler yapmıĢlar, bu kıza, dedi. — Atina'ya sevgilisine, niĢanlısına koĢtu, belki o doğmuĢtur, kolları da yara bere. Celil Efendi: — Hadi hadi, dedi; kefere kızının orasına burasına bakmayın, günahtır, alın gelin bu odada yatsın . Doğan Bey, kızı içerdeki odaya götürdü, hizmetkârın yere serdiği yatağa bıraktı. Celil Efendi: — Hadi beyim sen bu tarafa gel bakalım, ner-deyse sabah ezanı okunacak. Uyuyun artık, dedi. Doğan Bey, kızın Ģakaklarını oğdu, yüzüne su serpti. Miss Field gözlerini açtı. TanımıĢtı kendisine bakanı. Yüzünde acı bir tebessüm dolaĢtı. Tekrar Doğan Bey'in gözlerine baktı. Yataktan doğruldu. Osman kızın Doğan Bey'e delice bakıĢlarından rahatsız olmuĢtu. Kız Doğan'in boynuna sarıldı: — You you! diye ağlamağa baĢladı. Doğan Bey yanı baĢına oturdu: — Ne oldu Miss Field sana ne oldu. Söyle DeniĢe! Kız ayılmıĢtı. Bulunduğu odanın içinde gözlerini ĢaĢkın ĢaĢkın dolaĢtırdı. Doğan Bey'e baktı. Ağlaya ağlaya konuĢuyordu: — I am silly. I am silly. Everybody knows that.. Hizmetkâr kızın konuĢmasını duyunca içeri girdi: 230 BALKAN ACISI — Eee More Yarabbi! dedi, Doğan Bey'e kafa. sini sallıyarak: Türkçe bilmez mi bu bre, nasıl sa hitlik yaptıracaksınız ona.. Doğan Bey: —¦ Suss sus! dedi Miss Field'in ellerini avucu. na aldı, ıslak bezle alnını, sildi. Kız Doğan'ın gö2. lerinin içine bakıyordu. — Ohh! for God's Shake! Love me, Love me Dooğan! Ġngiliz kızı çılgınca hareketler yapıyordu. Doğan Bey «Ne oldu sana, ne oldu Atina'da dedikçe o: «Allah aĢkına sev beni, Doğan sev beni diye acaip ki-pırdanıĢlar içinde kıvranıyordu. Kızın yüzü göz yaĢları ile kirli bir hal almıĢtı. Doğan Bey, tiksinerek kıza yaklaĢtı, mecburdu.. Sonra uzun saçlarını eliyle topladı, avucuna alıp bileğini sardı; kızın kafa derisini gerecek Ģekilde çekti, ayağa kaldırdı: — Ne oldu? Atina'da ne oldu söyle! Kız: — Ben aldatıldım, dedi: Ben aptalım, ben aptalım. Greklerin saçma olduğunu anladım. Pis Grekler.. Siz haklısınızJ Doğan Miss Field'i oturttu. Göz yaĢlarını sildi tekrar ayran içirdi. Bir müddet daha ağladıktan sonra kız yeniden konuĢmağa baĢladı, konuĢmuyor içini boĢaltıyordu: — Beni niçin niçin bıraktın Doğan! Atina'ya gitmemeliydim. Hayallerim yıkıldı. Zalim 'Grekler, hırsızlar.. Sapık Grekler.. Daha sınırda bana tasallır da baĢladılar.. Hırsızlar, pisler herĢeyimi aldılar..

NiĢanlımın ne sünepe, ne sinsi olduğunu bilmiyordum.. ġ imdi Atina'da daha çok aptallaĢmıĢ, sapıtmıĢ.. Byron gibi sapıtmıĢ.. Yıkıldı Yunan efsanele- im.. Bittim ben artık yaĢıyamam.. Bütün Yunan- BALKAN ACISI 231 geverler deli.. Sevilecek neleri kalmıĢ onların.. Ne ^ayallerle gitmiĢtim Atina'ya.. Partenon! Yunan Tanrıları.. Nerde sanat.. ġ imdi o eski Yunanın harabeleri sefiller, sapıklarla dolmuĢ.. NiĢanlım da sapıtmıĢ.. AnlıyamamiĢım ben Yunan'ın ne olduğunu, anlıyamamıĢım. NiĢanlım sapık.. Beni sattı.. Sattı Yunanlılara.. Öldürmeliydim onu.. Bütün genç kızlık hayallerimi kirletti.. Çok duramadım Atina'da.. Atina bir mezbelelikti.. Ġnsanları birbirinden adiydi.. Hemen Selanik'e geldim.. Sana koĢtum Doğan bulamadım seni, bulamadım.. Selanik'teki Rumlar da peĢimi bırakmadı.. Bütün erkeklerden nefret ediyorum. Hayır hayır bütün Yunanlılardan, diyerek gene ağlamağa baĢladı. Doğan Bey Ġngiliz kızının göz yaĢlarını sildi, en müĢfik sesiyle: — Her Ģey geçer unut DeniĢe, unut Atina'da olanları dedikçe kız hıçkırdi: — Bitmedi! Bitmedi, lanet olsun bana, lanet J olsun beni bu hale düĢürene. Dün de Ġngiliz sefare-tindeki ihtiyar memur peĢimi bırakmadı.. Ġçirdi beni içirdi.. Sonra tavernalarda sattı. Bütün Avrupalılara lanet olsun. Kendimden milletimden utanıyorum.. Ne adi, ne gelip geçici zevkler peĢindeyiz.. / Mahvoldum... Bakma bana öyle Doğan.. ÇirkinleĢ- / tim, pisleĢtim değil mi?. Mrs Jacops gibi oldum.. / Ama siyah benim yok omuzlarımda.. Sevmez misin/ artık.. O kötü tanıdığın bütün Ġngilizler kötü.. Tren! arkadaĢların Mr Smith de Mr Church de hepsi asalak.. Sülük gibi sizi emmeğe geliyorlar.. Ben de, berf de kötüyüm.. Doğan Bey, beklediği zamanın geldiğini farket- ti Osman'a, Celil Efendi'ye baktı, bunlar Ġngilizce bilmiyordu ki, kızın her söylediği uçup gidecekti. 232 BALKAN ACISI Ama bir daha dinlemeliydi, yarın zaptiyede hakim önünde söyletecekti: — Yok «My darling» dedi. Sen kötü değilsin.. Kötü insanlar arasına düĢmüĢsün, o Mr Simth ne adi adamdı.. Miss Field Doğan Bey'in ağzından lâ-fi aldı: — O katil! Katil, diye bağırdı. — Niçin niçin adamı öldürdü, anlat anlat. Ne biliyorsan anlat, ne olur.. — Alman'ın adı neydi?.. Haa Herr Berger.. O Alman Sultan'ın ajanıymıĢ. Mr Smith de, Mrs Ja-cops da Ġngiliz Ġntelijansındandı.. Bakma sen onun uzun kulaklarına aptal yüzüne. Balkan'daki bütün faaliyetleri o düzenler, Avrupa'dan Rumlara yapılan yardımları kuryelerle birlikte getirir.. Mrs Jacops'la seninle buluĢtuğumuz trende silâh taĢıyorlardı Rum çetecilerine.. Ġngiliz gazeteci de, Duyunu Umumiye'-cilere de devamlı olarak Yunanlılarla, Bulgarlara silâh kaçırıyorlardi. Pis sapık Yunanlılara değermiĢ gibi.. Kafasızız biz, aptalız biz.. Gladston ne bekliyor Yunan krallığından.. Bunlar eski Yunan değil.. Çapulcu ırz düĢmanı sapıklar alayı.. DeniĢe eteklerini kaldırdı; morarmıĢ, yakılmıĢ baldırlarını gösterdi. Ağlaması bitmemiĢti: — Ah o niĢanlım olacak pezevenk! sattı beni sattı.. Hem de utanmadan anlattı bana «Herkül gibi kuvvetli bir Yunanlı» dedi.. Günlerdir yüz vermemiĢ niĢanlıma.. Alçak beni koydu araya.. Celil Efendi: — Yüreğim parçalandı bre Bey, dedi sustur artık Ģu kızcağızı, kefere mefere ama, insan midesinden bir sıkıntısı var dur bir de sarımsaklı yoğurt getireyim. BALKAN ACISI 233 Biraz sonra, bir kâse içinde sarımsaklı yoğurt -etiren Celil Efendi, kızın yüzüne Ģefkat ve merha-metle bakarak: — Al kızım al, dedi; bak bu sana iyi gelir, ye hadi- Kız anlamadığı dille konuĢan bu ihtiyardan yoğurt kâsesini aldı. EzilmiĢ torba yoğurdunu kaĢıkladı. Doğan Bey'e baktı. KonuĢmadan yattı. Ġngiliz kızının uyuduğunu görünce küçük tahta kapıyı üstüne çektiler, dıĢarı çıktılar. Kız arada içini çekip hıçkırarak söyleniyordu. Uykusunda sayıklıyor, Yunanlılara sövüyordu. Doğan Bey kapıyı hafifçe aralayıp baktı. Miss Field'in sözleri kadar bedeni ve ruhu da meczup bir Yunanseverliğin nedamet izleriyle doluydu. Atina inkisarı Miss Field'e zaptiye de, mahkeme de «Alman»ın katilinin kim olduğunu söyletecekti Doğan Bey, Rum hayranlığı sonucu Avrupa siyaseti gibi lekelenmiĢ bu bayağı vücudu yorganla örtüp dıĢarı çıktı. LEYLÂ — Bu defa kapana kıstırdık, tuttuk, tuttuk! Konağın mermer direkli büyük salonu çın çın,

bu sesle doluyordu. Gülsen Kalfa küçük terliklerinden taĢan kırmızı topukları ile merdivenleri üçer üçer çıkıyordu. Biraz önce, Celil Efendi gelmiĢ, "Küçük Hanıma haber var, Doğan Bey geldi» demiĢti. Konağın en ücra köĢelerine kadar Gülsen kalfanın sesi çınlaya çınlaya yayıldı. — Bu defa kapana kıstırdık, tuttuk, tuttuk. 234 BALKAN ACISI Bu sesi duyup kapısını açan sofaya fırlamıĢtı Abdurrahman Ağa, Lâlezar Hanım, halayıklar, hV metkârlar ne olduğunu soran gözlerle kalfaya bakıyorlardı. Gülsen Kalfa, Hanımefendi'yi ve Ağa'yı görrrıe-mezlikten gelerek ağzında teĢbih gibi aynı sözleri sıralıyarak en dipteki odaya koĢtu. Nasıl olmuĢtu da Leylâ sesini duymamıĢtı. Günlerdir onu soruyordu. Kız deli olacaktı merakından. Kapıyı açtı, Leylâ yeni kalkıyordu. — Müjde! Müjde! Leylâ Doğan Bey geldi, Doğan Bey geldi. Leylâ solgun yüzünü kalfasına çevirdi. Heye-canlanmamıĢtı, sevinmemiĢti. Aynı bir mum bebek gibi donuk donuk bakıyordu. Gülsen Kalfa küçük hanımının boynuna sarıldı onu alnından öptü. — Doğan Bey geldi, Doğan Bey geldi, senin güzelliğini görmeli, hadi giyin, dedi. Süzgün ve meyus gözlerle bakan Leylâ'nın dudaklarında bir sevinç tebessümü dolandı. Gülsen kalfa onu omuzlarından tutup aynanın karĢısına oturttu, saçlarını taramağa, süslemeğe baĢladı. — En güzel elbiseleri giy, görsün niĢanlısını nasıl güzelleĢmiĢ. Yanındaki Ġngiliz kızı sarhoĢ, sarı pis bir Ģey. Ne kanı var ne canı.. Sülük gibi.. Seni görsün, seni görmeli.. Bahçevan kulübesinde gecelemiĢler. Kız Ģahitlik yapacakmıĢ. Bir Ġngiliz öldürmüĢ Alman'ı. Leylâ'nın odasına Lâlezar Hanım da girdi. Kalfanın kızıyla laubali konuĢmasına kızdı. — Bacı hadi bakalım sen aĢağıya in, dedi. Gülsen Kalfa Leylâ'ya göz kırparak uzaklaĢtı Annesi kızına yaklaĢtı. O da Doğan Bey'in gelmiĢ olmasına seviniyordu, fakat belli etmiyordu. BALKAN ACISI 235 — Kız dediğin ağır uslu olur, evde kalmadın ye, bu ne telaĢ? O gelsin istiyorsa senin ayağına, sen gitmiyeceksin, dedi. Leylâ omuzlarına dökülen gür saçlarını taradı. BaĢını örttü. Bursa ipeğinden karanfilli baĢörtüsünden perçemlerini yüzüne doğru kıvırdı. Aynaya tekrar baktı. Çirkin miydi? Doğan niçin kendisinden kaçıyordu. Evlenmiyecek miydi? Lâlezar Hanım bir daha kızına aĢağı inmemesini tembihliyerek gitti Abdurrahman Ağa'y'a birlikte çok merak ettiği Ġngiliz kızım ve yeğenini görmek için bahçeye çıktılar. ** Osman, sabah namazından önce yola çıkmıĢtı. Onu yolcu ettikten biraz sonra Celil Efendi Doğan Bey'i kaldırdı. Ġçeri odada hâlâ Miss Field uyuyordu. Tahta kapının mandalını ileri geri kıpırdattılar, içeriden bir- cevap alamayınca kapıyı aralayıp vurdular. Kız gözlerini uğuĢturup baĢını tutarak kalktı. Gün ıĢığında elbiselerinin kiri daha çok belli oluyordu. Doğan Bey'i görünce sevindi. Biraz dinlenmiĢ gibiydi. Fakat hâlâ gözleri, göz çukurlarında kaybolmuĢ ve etrafları halka halkaydı. — TeĢekkür ederim Doğan, dedi; beni kurtardın maneviyatımızı düzelttin, moralim dün çok bozuktu. Ġntihar edecektim. Doğan Bey. — Bırak Ģimdi dünü, dedi, unut eski günlerini, hadi konağa gidelim. Kulübeden dıĢarı çıkıp, konağa doğru yürürken karĢıdan Abdurrahman Ağa ve Lâlezar Hanım gö-ründüler, Doğan Bey Miss Field'e Goralzade'yi hatırlatıp, yanındaki siyah baĢ örtülü kadının da yen- V 236 BALKAN ACISI gesi olduğunu söyledi. KoĢtu önce yengesinin eli-ni, öptü yengesi ona sarılıp ağlamaya baĢladı. Dayısının da elini öptükten sonra tekrar yengesine dönüp: — Bu Ģahit olacak, Alman'ın katilini biliyor, kim olduğunu söyleyecek. Hep birlikte konağın arka kapısına doğru döndüler, yürüdüler. Bu sırada konağın mermer merdivenlerinden fes moru bindal-lısıyle bir kızın indiği görüldü. Kız ince uzundu. Yeri süpüren uzun eteklerini kaldırarak merdivenlerden kuğu gibi narin boynunu uzatarak geliyordu. Doğan Bey ĢaĢırmıĢtı, kimdi bu kız.. ġair Nedim'in «servi revân» sözü geçen Ģiirini hatırlayarak bu güzel kızın merdivenlerden iniĢini seyrediyordu. Servi gibi salınarak yürüyen kızın temiz, duru bakıĢları Doğan Bey'in gözlerindeydi. Pürüzsüz, saf pembe yanakları sabah gülleri gibi berraktı. Kendisine doğru yeĢil çimenler üzerinde kuğu gibi kayan kız nereden konağa gelmiĢti. Yanı baĢındaki Miss Field'e baktı. Hırpani kıyafeti, açık dekolte göğüs-ve kollarıyle bu Ġngiliz kızı ne kadar bayağıydı. Saçları kirli, toz toprak içindeydi. Miss Field'in gözleri artık kuru ot gibi, manasız bakıyordu. Tekrar Doğan Bey baĢını çiçek tarhından kendisine doğru gelen kuğu boyunlu kıza çevirdi. Gözleri gözlerine değdi. Ġçi «cızz» etti. HeyecanlanmıĢtı. Kalbi atıyordu. Bu kız Leylâ'ydı. Nasıl büyümüĢ boy atmıĢtı. Çocuk hali kalmamıĢ fakat çocuksu bakıyordu. Kestane rengi saçlarından yaprak gibi iki perçem ipek baĢörtüsünden yanaklarına doğru kıv-rılmıĢtı.

Miss Field, ĢaĢkın ve ürkek yaban gözlerle Ģark güzelliğini de beraberinde getiren bu çocuksu BALKAN ACISI 237 kıza baktı. Kız yaklaĢtı. Hiç kimse yokmuĢ gibi Doğan Bey'in gözlerine bakıyordu. Doğan Bey de gizli bir sihirle ona tutulmuĢ gibi dalmıĢtı. Ġri cam gibi gözlerle Leylâ füsünkâr bir güzellik içindeydi. BaĢj dikti yükseklerden bakıyordu. Dudakları, gamzele-riyle birlikte, gözlerinin içi gülüyordu. — HoĢ geldin Doğan Bey, dedi. — HoĢ bulduk Leylâ! Miss Field ilk defa birbirlerine böylesine kucaklar gibi candan bakıĢtıkları halde resmî bir konuĢma ve tokalaĢma görüyordu. Bu kız Doğan Bey'in neyiydi?. Haremi miydi? Harem kafes arkası ve mahremiyet demekti. Fakat Türk kızı ile Doğan Bey'in bakıĢları arasında bir gizlilik yoktu. Miss Field bir defa daha yıkılmıĢtı. Fakat Leylâ daha fazla konuĢmadan uzaklaĢmıĢ, gül bahçesinin içinde kaybolmuĢtu. Goralzade biri ĢaĢkın biri periĢan bakıĢlarla kızını seyreden Doğan Bey'i ve Miss Field'i içeri aldı. YEDĠNCĠ BÖLÜM «Hani orman gibi afaki deĢen mızraklar, Hani atlar gibi sahrayı eĢen kis-raklar. Hani ay parçası kızlar ki koĢar oynardı. Hani dağ parçası milyonla bahadır vardı.» Mehmet Akif Ersoy A ALBENĠKA OSMAN Selanik'ten Üsküpler'e dönmüĢtü. Annesi, babası Selanik'ten sevindirici haberler getiren oğullarının halinde bir durgunluk bir dalgınlık sezdiler. Osman cıvıl cıvıl bakıĢlı cevval bir çocuktu. rġ imdi bazen söylenenleri duymuyor, devamlı dü-/ sunuyordu. Annesi Havva Hanım «oğlum sana göz değmiĢ» dedi, okudu üfledi, tütsü yaptı sonra babının üstünde kurĢun döktü. Osman: — Anne bir Ģeyim yok hasta değilim dedikçe kadıncağız daha çok telâĢlandı. Havva Hanim'ın ilâçları kâr etmeyince, babası Mustafa Ağa; — Tekkeye götüreyim, Naksi_Hoca'ya götüre-yim, dedi. Osman bu konuĢmalara da gülerek cevap verince anne, baba biricik oğullarını cin çarptığına daha çok inandılar. Fakat babası Üsküpler'deki Hocaya oğlunun durumunu anlatınca: — Belki bir gönül iĢi, Mustafa Ağa! dedi. Mol- BALKAN ACISI 239 lakadıoğlu'na soralım, okusun onun nefesi daha tesirlidir. Hüseyin Bey ne diyor? — Yarın Küçükmatlı'ya gideceğim, köyden çiftlikten uzak kaldık bu kadar misafirlik yeter. Oğlanın durumunu bir de ona açsak bizi artık kırk yıl burada tutar. Tarla bağ iĢleri ben köyde olmayınca iyi görülmez. — Yarın götür bakalım tekkeye delikanlıyı, neyi var neyi yok, bir nefeste geçer. Osman nihayet ailesini daha çok merak ve üzüntü içinde bırakmamak için zihnini meĢgul eden konuyu açmayı uygun buldu. Ġmalı ve çekingen olarak konuĢtu: — Ben, dedi; Serfice'ye gitmek istiyorum. Ġsterseniz siz de gelin. Yüzü kızardı, mahcup bir Ģekilde yere bakıyordu. Annesi babasına göz attı. Oğlunun bir gönül iĢi olduğunu anlamıĢtı. — Akraba kızı mı bari, kimlerden, ailemize yakıĢır biri olmalı, dedi. Osman: — Akraba kızı değil, dedi; baba müsaade ederseniz ben gideceğim. Mustafa Ağa, ĢaĢırmıĢtı. Kendi oğullarına «iyi» derken o da Doğan Bey'in huyunu mu kapmıĢtı, nasıl çekinmeden konuĢuyordu. Babası kızgın bir çehreyle: — Eğer öyle bir iĢin varsa,.örfümüze adetimi- A 2e göre dünür gideriz, senin ne iĢin var, büyükler / gider, dedi. Osman önüne bakarak çekine çekine: o — Baba, Karlı Dağ'a gideceğim, Karlı Dağ'a, i; yol çok uzun. — Oğlum Rum çetecilerinin azgın olduğu za- 240 BALKAN ACISI man, nasıl yalnız gider gelirsin? diye Mustafa Ağa direnmesine rağmen hanımı,: — «Git» de de, gitsin çocuk, görmüyor r^ sun, «yol uzak siz yorulursunuz» diyor. dedi. Sessiz sessiz köĢede bu konuĢmayı dinliyen ihtiyar ablası da kız kardeĢini destekliyerek konuĢtu: — Müsaade et Mustafa Ağa, dedi, baksana çocuk birine tutulmuĢa benzer, bütün hastalığı da|. gınlığı bundan. AĢk ferman dinlemez gitsin bakalım. Osman mahcup olmuĢtu. Annesinin tekrar: — Ağa izin ver de gitsin artık çocuk, diye is-rarı üzerine, babası izin verdi,

— Kozana'da kalmadan Farsağ köyüne geç, SubaĢılar akrabamız olur, orda kal, diyen Mustafa Ağa, oğluna üç kese altın verdi. Ailesinin kendisine kolaylık göstermesi Osman'ı sevindirdi. Gözleri ıĢıl-dadı. Annesinin, babasının, akrabalarının ellerini öptü. Atına atladı, Ġncekarasu Vadisi'ndeki bağlar arasında kayboldu. Arkasından güğümle su döken annesi: — Ahh ah! dedi; oğlumun yörük kızı alacağını hiç düĢünmemiĢtim, derken eniĢtesi: — KeĢke yörük olsa gelin, keĢke yörük olsa, dedi; Karlı Dağ'da Yörük'ten çok Konyar var. — Allah hakkında hayırlısını yazsın. Kısmet kısmet, diye herkes Mustafa Ağa ile hanımını teselli ederken, Osman en kestirme yolu seçti. Farsağ köyüne uğramadan Serfice yolunu tuttu. Bir an önce Albenika'ya kavuĢmak için atını mahmuzla^ Konyarların dağdan, yayladan inme zamanı yaklaĢi' yordu. Albenika'nin obası Alasonya veya YeniĢehir taraflarına inmeden Karlı Dağ'a çıkmalıydı. Gece sır- BALKAN ACISI 241 tırîı bir kayaya dayıyor, heybesini baĢının altına koyup mavzeri elinde uyuyordu. YeĢil sarmaĢıklarla kaplı bir ormandaydı. Önüri^ jeki ceylanı kovalıyan aü kanatlıydı, uçuyordu. Ceylan Muratlı pınarında durdu. Su içiyordu. Zeliha geldi pınardan su dolduruyordu, Ebe Nine'si ona söğütlerin arkasından baktı. Küçük ceylan büyüdü, geyik oldu; tüğleri kızardı, ala geyik halini aldı. Alageyik yandı. Alageyiği bir avcı kovaladı, ürken hayvan Muratlı köyüne kaçtı.. Zeliha ağlıyordu. Albenika ağlıyordu. Çingene YaĢar kazma gibi san^^c* diĢlerini göstererek gülüyordu. Onun da, Koçireka' nın da elinde iki bıçak vardı, Alageyiği kovalıyorlardı. Albenika «imdat! imdat!» diye bağırdı. Osman gözlerini açtı, elinde m.avzeriyle yattığı yerden kalktı. Karlı Dağ'a giden yolun üstündeki bir , çamlıktaydı. Etrafı dinledi, hiç bir ses seda yok*—' tu. Nasıl bir rüyaydı bu, tekrar düĢündü çıkarama--, di. Ebe Teyzesi de Zeliha da Muratlı yanmadan ön- ]kj ce kaybolmuĢtu. Rumlar veya Bulgarlar öldürdü, / sonra da kör bir kuyuya atmıĢlardır» denmiĢti. I Bunca yıl sonra Albenika'nin yanında Zeliha'mn ne iĢi vardı. Albenika tehlikedeydi. Yunan askerleri gene Karlı Dağ'ı talan etmeğe gelmiĢ olmalılardı. Osman tekrar uyuyamazdı. Gökte ay hilal Ģeklinde karanlığı hafifçe aydınlatıyordu. Atını hazırladı, heybesini eyerin üstüne attı. KarıĢık rüyâsındaki yüzleri duruluğa çıkarmak için hafızasını zorluyordu. Uyurken hafıza rüyayı nasıl tutabilirdi. Gördüğü yüz Meliha mıydı, Albenika mıydı?.. Zeliha ölmüĢtü, Ebe Nine'siyle onu Rumlar öldürmüĢtü. Herhalde Albe-nika da Rumlar tarafından öldürülecekti. Karlı Dağ' 242 BALKAN ACISI tf dayken Konyarlara saldıran jandarmalardan ikisin' Osman öldürmemiĢ miydi? ġ imdi bu Yunanlılar,,, cesedlerini arıyanlar, nerde olduklarını anlamak jçjn Albenika'ya da annesine de iĢkence yapıyor olma-lıydılar.. Rüyasını baĢka türlü yorumluyamiyordu Atının gözleri karanlığa alıĢmıĢtı, daha önce ge|. diği yolu bulmuĢtu. Ay kayalık tepelerin ardında kaldı. Atı ihtiyat-lı yürüyordu. Tan yeri ağardı. Çamlık tepeler ardından Karlı Dağ'ın gri sülüeti göründü. Osman atına: «Haydi aslanım» dedi, daha hızlı sürdü. TaĢlı dereye gelmiĢti, yardan yuvarlanıp üstleri taĢla toprakla örttüğü Yunan jandarmalarının cesetlerinin olduğu çukura baktı. Yığdığı taĢlar kayalar bozulmadan duruyordu. , Atını yokuĢ yukarı sürdü. Yayla görünmüĢtü. /GüneĢ Karlı Dağ'ın beyaz doruklarında parıldadı. / Karlı Dağ'dan iki göz ıĢıldadı, ala ala ceylan bakı-Ģıydı.. Pırıl pırıl bakıĢlar birleĢti, bir altın top gibi ince \ bir kayın ağacının üstüne düĢtü. ĠĢık topu paramparça oldu, Karlı Dağ'i bir mavi ıĢık seli yıkadı. Al-benika ağacın üstünden Osman'a bakıyordu. Kırk ; örgülü saçından kırklarca ıĢık aksediyordu. Bileklerine, boğazlarına, göğüslerine, beline rengarenk takılar takmıĢtı. Sadağından bir boz ok çıkardı, altın yayını gerdi. Çekti. Bıraktı. GüneĢ elası gözlerinden gelmiĢti bu ok.. Osman vurulmuĢtu.. — Ey Ģehzade at üstünde uyuklamak güzel mi? Kimindi bu ses.. Osman uyumuyordu, görüyordu. Albenika, bir narin kaym^ağacının üstündeydi' Ceylan çevikliğiyle atladı. BayraTnlık elbiselerini giY" misti. Attan indi. Albenika'nın ellerini tuttu. Koca dağın karları eriyordu. Konyar kızının gözleri de- BALKAN ACISI 243 ġanlının duru bir pınara eğilip su içerken gördüğü peri kızı gibi içine düĢmüĢtü. Albenika: — Gel, dedi; sana ayran yaptım, günlerdir göz-lerim yolundaydı. Osman'ı aldı yukarı yaylaya doğru götürdü. Osman: — Sizin çadır aĢağı yayladaydı ya, dedi; nereye gidiyoruz? Konyar kızı üç dört adım önden gidiyordu. Kırk örmeli saçlarındaki altın paraların eksiklerini Osman'ın verdiği mecidiyelerle tamamlamıĢtı. Büyük bir çadıra buyur etti:

— Bura KonaĢ'ın çadırı, dedi; Dıraz emmim beni bunlara çoban etti. Gözleri nemlendi, Albenika ağlıyordu. Osman: — Nerde, annen nerde, ninen nerde? dedi. — Annemi de, Ninemi de sen gittikten sonra gelen VasıTin arkadaĢları öldürdü. Beni KonaĢ kurtardı. Onlara tuluk tuluk yağ ve peynir verdik. Bizim sürünün hepsini götürdüler.. Albenika'nın ağlarca sesine koyun kırkan KonaĢ'ın karısının sesi karıĢtı: — Ne iĢiniz var burda, her geliĢinizde bir uğursuzluk oluyor.. Bu defa da Albenika'yı öldürmeğe gelmesinler. Osman; — Ben Albenika'yı almaya geldim, dedi. — Vermezler, Dıraz amcası da vermez, KonaĢ da vermez. Kız artık bizim. Ayran tasını alan Albenika kadını hiç umursamadan: — Hadi, dedi; dedeme gidelim, o kıyar nikâhımızı. KonaĢ'ın karısı ĢaĢkın ĢaĢkın delikanlının terkisine binip demirci ihtiyarın inine doğru giden Al- 244 BALKAN ACISI I benika'ya baktı. Kocasına ve Dıraz'a haber vermek için sürülerin bulunduğu dereye koĢtu. At karanlık bir vadiye girdi. Kayalık yol git^t çe daralıyordu. Gök görünmez oldu. Ġçerden örse vuran çekiç sesi geliyordu. Atı bırakıp ine girdiler Bir ateĢin baĢında iki büklüm ak—saçiı__bJrjhtiyar çıngırak demjri doğuyordu. Ġnin kapısından kendine doğru gelen nefeilerT iĢitti. BaĢını çevirdi. Göremi-yordu. Kördü. Fakat torununun olduğunu anladı: — Gel Albenika gel, dedi. Sevdiğin delikanlı da gelsin. O Osmanlı Ģehzadesi gibi atlanmıĢ, kurt boyunlu, kurt belli bu er kim? — Osman dede, Osman! Ġnin içinde çekiç yankıları durmuĢ, ihtiyar Kon-yar'ın sesi yankılıyordu: Sen Osmanlığa er misin? Kızıma değer misin? Osman ĢaĢırıp kalmıĢtı. Gözleri görmeyen yüz yaĢını geçkin ihtiyar çekicine dayanmıĢ, kendisine bakar gibi Türkçe konuĢuyordu. Aibenika, dedesinin böylesine kendisinden gederek Türkçe konuĢtuğunu görmemiĢti. Ataları Kon-/yar çocuklarına neden Türkçe öğretmemiĢti? Niçin hıristiyanlaĢıp, RumlaĢmıĢlardı? Dedesi kadar Türkçe bilseler, Rumlar arasında eriyip yokolmazlardı. Dedesinin söylediği Ģiirler uzuyordu. KonaĢ gelirse onun Osman'la gitmesine müsaade etmezdi. Bir an önce dedesinin razılığmı almalıydı. Fakat dedesi, sevdiği delikanlının elini tutmuĢ, içli içli çocukluğunda hiç duymadığı deyiĢler söylüyordu: Geldik kanğlı idik, Altayca anğlı idik, Yangımız urum idi Öyle usanğlı idik. BALKAN ACISI 245 Ġhtiyar Konyar, torununun da elini tuttu. Albe-i dedesinin görmeyen gözlerine baktı. Dedesi torununun niçin geldiğini anlamıĢtı. Osman, pusarık aörünüĢ içindeki ak sakallı Konyar kocasını dinliyordu. Bir asrı geçkin bir ses, demirci inini saf •fürkçesiyle inletiyordu: Tekeli tokluğ idik, Her yerde çokluğ idik, Urumeli'ne geldik Kutluğ ve uluğ idik. Koçgar teke seçildi, Sağlık sürüğ koĢaldı Sütler kamuğ yusıldı, Oğlak kuzu yamraĢur... Albenika da anlamıĢtı. Dedesi Yunanlıların bas-kınını, yayladaki mallarının Rumlar tarafından yağ-ma edilmesini anlatıyordu. Konyarlı Koca Yağkut torunu ile, Osman'ın gözlerinden öptü. Belindeki yün dolağın arasından iki yüzük çıkardı. Gençlerin parmağına Ģiirler söyleyerek taktı. Kurt açıldı Balğanda, Ġt üredi dalganda, Dönün konyağ iline Yeni börü doğanda. Yağkut Ata torunu Albenika'yı tekrar öptü, Osman'a baktı, körüğünün baĢına geçti. Beyaz saç-'ar|. beyaz sakalları göğerdi, ıĢıkla aydınlandı. Göz yaĢları gök bıyıklarını ıslattı. AteĢe bakarak konuĢuyordu: 246 BALKAN ACISI /s / I — Gençliğimde kılıç döverdi ellerim, sonra nal döver oldu, Ģimdi dertli Konyar'ım yalnız çıngırgu yaparım.. Haydi Ģimdi siz gidin, kılıcın döğüldüğü Türk'ün öğüldüğü yere gidin.. Ġhtiyar demircinin töreni düĢ müydü, sakım mıydı? Osman at üstünde belini sıkan ellerin Albe-nika'ya değil de bütün Konyarlara ait olduğunu sanıyordu. At ağırlıktan koĢamıyor, yürümüyordu, öl-dürdüğü Vasil'in jandarmaları arkasından koĢuyordu. Albenika Karlı Dağ'da en geçilmez yarları, en onulmaz yolları biliyordu. Döndü arkasına baktı:

— Kayboldular Osman! dedi; peĢimizden gelmiyorlar. Terden sırılsıklam olmuĢ atın kaburgalarına ikisinin de ıslak bacakları yapıĢmıĢtı. Atı yavaĢlattılar. Karlı Dağ'a bir daha baktılar. AkĢam ıĢıklarında Karlı Dağ sessiz, hiç birĢeyden habersiz görünüyordu, fakat eteklerindeki yaylalardan keçi ve koyun sürüleri Konyar çobanlarıyla birlikte Yunanistan'a sürülüyordu. Bu Karlı Dağ Olimpos değil, Konyar.,JĠâğ!ydi, fakat artık yaylasTKoriyâr Türk'üne ağuydı. — Nasıl Balkanlısın sen Osman. Yolu ĢaĢırdın. — Daha önce bu yoldan hiç gelmedim, Yunanlılardan kaçacağım diye yolu değiĢtirdim merak etme bulurum. — Rum çetecilerinin köyüne düĢmeyelim de. — Acıkmadın mı Albenika? — Ġkram edecek birĢeyin kaldı mı Osman? Heybelerdeki azıklar bitti. Osman atı hep kuzeye doğru sürüyordu. Karlı BALKAN ACISI 247 nağ Serfice'ye oniki saatti. Fakat iki gündür yoldaydılar. Gözleriyle bir kuĢ veya tavĢan arıyor ça-l,|an ve taflanlarla kaplı çevrede hiç bir canlı gö-rerniyordu. Ağaçlar çalılar, taflanlar da kayboldu. Osman: — Edil ovası Edil ovası, diye bağırdı; Böğürtlen deresine gireceğiz Ģimdi, hatırladım Albenika, Serfice'yi, Kozana'yı çok geçmiĢiz. Ġncekarasu ırmağının doğusundayız. Böğürtlen deresine girdiler. Attan indiler. Ġnce bir su kenarında mor kırmızı meyvesiyle, pembe çiçekleriyle yamaca sarmaĢan böğürtlenlere saldırdılar. — Aman yavaĢ ye Albenika, elin yüzün boyan-dı. Araba döndün. — Senin benden kalır tarafın yok, dudakların mosmor oldu. Ayy! ġu böğürtlenlerin dikenleri olmasa. — Her güzelin bir kusuru olur, diyen Osman'a Alben kırılmıĢ gibi bakıp: — Ya benim de mi bir kusurum var, dedi. Osman düĢündü düĢündü, hem kalbini almalı hem de Ģimdiden onu hazırlamalıydı: —¦ Yok, dedi, senin güzellikçe hiç bir kusurun yok, yalnız.. — Ne yalnızı, söyle çekinme. —¦ Albenika, dedeni dinledik, öpöz Türksünüz fakat, — Konyar'ım diye Ģimdiden piĢman mı olmaya baĢladın, dönerim.. Albenika geldikleri yoldan su arkını atlayıp koĢturmaya baĢladı. Osman yetiĢti. Ġkisi de soluk soluğaydı. Osman elinden tuttu. Göz göze geldiler. °sman: 248 BALKAN ACĠSĠ — Bak Alben dedi; biz müslümanız, annem ba-bam senin de müslüman olmanı ister. — Nasıl müslüman olunur? — Bir kelimei Ģehadetle, gerisini annem öğretir. EĢhedü enlailahe illallah... — Lâ ilahe illallah.. — Hah ne güzel telaffuz ediyorsun, tekrarla benimle.. — Muhammeden abdüh û ve Rasülüh! — ĠĢte bu kadar hayatım, biraz da Türkçeni ilerletirsin. Goralzadelerin en iyi gelini sen olursun. Küçük Balkan'da ne güzel ne anlı Ģanlı düğün yapacağım sana, haydi Ģimdi hem doyduk hem dinlendik, atımız da dinlendi. ** — Gene susuz yerlerden gitmeğe baĢladık. Çok susadım Osman. — Buralarda dere de yok, pınar da. Çevrede bir iki Rum köyü var. Kuyu suyu içerler. — Ne olur o tarafa sür atı, böğürtlen içimi yaktı. Osman Ġncekarasu'nun denize doğru kıvrıldığı t Edil ovasının çok uzağında kalmıĢtı. Burda Rum ve Makedon köyleri vardı. Atını bir çavdar tarlası boyunca sürdü. Tepeyi geçince karĢıdan küçük ahĢap kuleli kilisesiyle bir hıristiyan köyü göründü. Albenika: — Bak bak Osman, bir kadın kocaman bir direğe bağlanmıĢ dönüp duruyor, ne yapıyor öyle, di' yerek köyün yanındaki üç dört söğüt ağacının bulunduğu tarafı gösterdi. Osman: BALKAN ACISI 249 — Haa ha dedi, fakir bir Rum köyü çeĢmeleri de yok. Toprakları da verimsiz. Kadıncağız kuyudan dönme dolapla su çıkarmağa çalıĢıyor. — Hadi onun yanına gidelim, oradan su içer, köye uğramadan uzaklaĢırız. — Peki Albenika. Osman, atını dar bir yoldan kuyuya doğru sürdü. Kuyunun etrafında bir sürü domuz dolaĢıyordu. Koca bir dolabı, bir kız zorluyarak döndürmeğe çalıĢıyordu. Kuyudan küçük tahta bölmelerin aldığı su yalağa

dökülüyor domuzlar içiyordu. Kızın üstünde yırtık pis bir elbise vardı. Saçı baĢı dağınıktı. GüneĢten yüzü kavrulmuĢtu. Öküzlerin kağnı boyunduruğuna koĢulduğu gibi, o da kalın bir tahtaya bağlanmıĢ, zorla kuyuya dalan dolabı dönderiyordu. Albenika: — Yazık, dedi; hayvan gibi çalıĢıyor. Dolap tahtasına bağlanmıĢ kadın, at üstünde iki kiĢinin geldiğini görünce durdu, onlara boyunduruktan çeviremediği kafasını daha fazla kaldırmadan baktı. Dolaplardan su akmaz oldu. Bu duraklama esnasında, duvarın dibindeki gölgede oturan bir adam kalktı, söverek kıza yaklaĢtı, elindeki kırbaçla vurmağa baĢladı. Kadın baĢını eğdi, ayaklarını gerdirip kuvvet alarak, boynunu ileri doğru uzattı, kuyunun etrafında dönmeğe baĢladı. Fakat adam hâlâ kamçıyla kızı dövüyordu. Kadıncağız ürkek bir dolap beygiri gibi kamçıdan kaçmağa çalıĢarak hızlandı. Fakat kamçılı erkek peĢini bırakmamıĢtı. Albenika Osman'ı kollarından iterek: — Mani ol Ģu adamın vurmasına, mani ol, ne olur kızı kurtar Osman! dedi. Osman attan indi. Adam yabancının üstüne doğ- 250 BALKAN ACISI ru geldiğini görünce kızı kırbaçlamayı bırakıp döndü: — Defolun, gidin arazimden, deyip kırbacı Osman'a doğru salladı. Osman çevik bir hareketle kamçıyı ucundan yakaladı, çekti adamın elinden kamçıyı aldı. Bu defa Rum'un elindeki kamçı Osman'daydı. Osman «Rum»a vururken Albenika da attan inip kızı boyunduruğa bağlıyan ipleri kesti. Kızın omuzları nasır tutmuĢ kamçı darbesiyle eski yaraları da yarılıp kanamıĢtı. Kadın garip ve ürkek nazarlarla bir Albenika'ya bir efendisini döven Osman'a bakıyordu. Ağzını açıyor, kısık sesler çıkarıyor fakat bir türlü konuĢamıyordu. Eliyle koluyla Albenika'ya iĢaretler yapıyordu. «Rum»un kıza yaptığı iĢkenceyi Osman bu defa kızın merhametsiz efendisine yapacaktı. Adamın bileğini yakalayıp, arkasına doğru geçti kavradı, büktü, Rum'un çatırdayan kolunu beline bastırarak kuyuya doğru yürüttü. Boynunu boyunduruğa geçirdi. Rum gencin büktüğü kolunun kırıldığını sanmıĢtı. Feryat ederek ağlıyordu. Osman onu boyunduruğa iyice bağladı. — Hadi insafsız, biraz da sen çevir bakalım. Bir beygirin zor yaptığı iĢi bir insan hele zavallı bir kız yapabilir miymiĢ? Rum kamçıyı yedikçe dolap dönüyor. Tahta yalaktan gelen suyla Albenika kızın toz toprak içinde kalmıĢ elini yüzünü yıkadı. Tahta yalaktan akan suya eğildi su içti. Kamçıyı yedikçe Rum feryat edere'k bağırıyor, du: — O Türk kızı. O Türk benim hizmetçim.. Paramla satın aldım.. Türk o Türk, Konyar değil, siz- BALKAN ACĠSĠ 251 den değil.. Satın aldım.. Küçük Balkan'dan Poli'den getirdiler. Pol il i Rumlardan satın aldım.. Rum konuĢtukça Osman kamçıyı arkasından koĢturarak daha Ģiddetli vuruyordu. Nihayet Rum konuĢamaz oldu, baĢı boyunduruğa asılı kaldı. Osman kamçıyı atıp kızın yanına koĢtu. Dilsiz kız Osman'a baktı, onun önünde diz çöktü. Gırtlağından ağzından ıslık gibi ses çıkıyordu. Osman bu pejmürde kılıklı, yara bere içindeki kıza baktı. Gözleri gözlerine dikildi. Kızın yüzünü iki elinin arasına alıp daha dikkatli baktığında rüyasının gerçekleĢtiğini anladı. Bu gözler yabancı değildi. Ġçten ve kendindendi. Kız birden ayağa kalkmıĢ Osman'ın boynuna sarılmıĢ onu öpüyordu. Albenika ĢaĢkındı. Osman kızın kollarından tutarak kendisinden bir dirsek boyu uzaklaĢtırdı. Tekrar kızın gözlerine baktı. — Zeliha abla! Zeliha Abla! deye hıçkırmağa baĢladı. Albenika hayretle bir kızın gözlerine, bir de Osman'a bakıyordu. Rumun döner su dolabında beygir gibi çalıĢtırdığı bu zavallı kızın gözleri de Osman'ın ki gibi kahve kahveydi. Albenika kızın çile çekmiĢ gözlerinde, yüz hatlarında Osman'ı gördü. Osman hâlâ kıza bakıyordu. Kız ağlıyordu. Sevinç çığlıkları atarak ağlıyordu. Osman'ın bu kadar candan, bu kadar içten baktığını Albenika hiç görmemiĢti. Kendisine böyle bakmamıĢtı. Bu eli yüzü tozlu, kirli entarisi lime lime olmuĢ kızla aralarında ne vardı. Ġkisi de bir birine sevgi Ģefkat ve asırlık bir hasret duygusuyla bakıyorlardı. Osman tekrar kızın kirli ellerini aldı, kokladı, öptü. — Zeliha Abla! Zeliha Abla! KonuĢsana! diye yalvardı. 9fe*' 252 BALKAN ACISI Kız baĢını Osman'ın omuzuna koymuĢ ağlıyor, du. KonuĢamıyordu. Duyuyor, iĢitiyor, konuĢatni-yordu. — Ne oldu sana Zeliha Abla, ne oldu? Ebe Teyzem nerde, Ebe Teyzeme ne oldu? Bu defa kız daha içlendi, hüngür hüngür ağlamağa, korkunç çığlıklar atarak feryat etmeğe baĢ-ladı. Ahraz kız ıslık gibi çıkan sesiyle, gözlerini dehĢetle açarak birĢeyler anlatıyordu. Fakat ne AI-benika bir Ģey anlıyordu ne de teyzesinin oğlu Osman.. Kendisini bu dehĢetli ve acıklı halin içinden ilk sıyıran Albenika oldu:

— Haydi Osman, dedi; Rum köylüleri görüp peĢimize düĢmeden kaçalım. SEKĠZĠNCĠ BÖLÜM «Ey Türk genci! Aç gözünü azıcık. Etrafına bir dikkat et, gördüğün hayal değil, hakikattir pek açık. Pusu kurmuĢ herkes sana, bak, bugün. Ömer Seyfettin ENĠSE MENTEġ ENĠSE, yılların nasıl geçtiğini unutmuĢtu. Kafasından Yunan hayâli ve hayranlığı silinmiĢti. Londra'da hiç yaĢamamıĢtı sanki.. Atina'da niĢanlısının «herkülüm» diye tanıttığı Yunan delikanlısının kızgın cınbızlarla etlerini mıncıkladığını, Pire'de «Yunan Titanları» ile yaptığı sadomist alemleri de unutmuĢtu. Fakat bugün ne olmuĢtu; yüzüne, baĢına sıçrayan kanla eski kötü günleri kafasında ĢimĢek gibi çakıyordu. «NiĢanlım» ve «Partenon» diye koĢtuğu Atina'da bir gece kendini «Prostitute»ten adi gördüğü sabahı hiç hatırlamak istemiyordu. NiĢanlısı Richard yanındaki «Yunan Titanı» ile birlikte me-zoist zevkler içinde ağızlarından salyalar akarak gene üstüne doğru geliyordu.. Yunanistan'daki sapıkların elinden kaçmıĢ Selanik'e yerleĢmiĢti. Çok unutmak istediği halde Yunanlıların ve niĢanlısının kendisine yaptıklarını unutamıyordu. Miss Field Doğan Bey'le geçirdiği tatlı günlerden sonra terkedilmiĢti. Fakat Selanik ona küçük 254 BALKAN ACISI bir Ġstanbul gibi gelmiĢ, yalnızlığını, kötümserliği, ni unutturacak meĢgaleler bulmuĢtu. Atina'da uğra-dığı hayal kırıklığını doğuyla batının kaynaĢtığı Se-lanik'te unutmağa çalıĢıyordu. Makedonya'nın merkezinin havası kadar, cemiyeti de egzotikti. Her milletten insan akĢamları kordonda dolanıyordu. Selanik'teki ilk günlerini, Doğan Bey'in aĢkını kalbinden atamıyordu. Fakat kendi milletinden Mr Smith ve Mrs Jacops aleyhine yaptığı Ģahitlikten sonra Doğan Bey kendisini bırakmıĢ, hiç aramaz olmuĢtu. Bu Türk erkeğinin iĢi bittikten sonra kendisini silkip atmasına çok içerliyordu. Ġçindeki aĢk nefrete, kine dönmüĢtü. Bir fırsatını bulup Doğan Bey'den intikamını alacaktı. Böyle düĢünmesine rağmen bu kaprisli Türk erkeğinden ayrılmıĢ olduğuna seviniyordu. Çünki kolejde sekreterliğe baĢladıktan kısa bir müddet sonra Selanik'in en zengin bir tüccarı ile evlenmiĢti. Kocası MenteĢ'ti. Ġpek ticareti ile uğraĢıyordu. Ġngiliz konsolosluğundaki arkadaĢları: «Dul kalmıĢ, ihtiyar ama çok zengin, evlen rahat edersin, istediğin gibi hayatı onun sayesinde sürersin» demiĢlerdi. Evlenmekle iyi etmiĢti. Herkesin «Kara Men-teĢ» diyerek hürmet ettiği kocasının her tarafta dostları vardı. Konsoloslukların, Selanik sosyetesinin partilerini kaçırmıyordu. Kocasının yahudi dönmesi olması Enise'nin hem Rumlarla, hem Türklerle hem de yahudilerle ahbab olmasını sağlamıĢtı. Zaten Selanik'te bu üç milletle iyi olan kral, kraliçe gibi yaĢardı. Enise rahattı, bir dediği iki edilmiyordu ama içinde bir boĢluk huzursuzluk duyuyordu. Ġngiltere'yi asıl memleketini unutmuĢtu. Anasını babasını aramaz olmuĢtu. Zaten onlar onu hiç aramamıĢlardı, baĢlarından attıklarına sevinmiĢle^ BALKAN ACISI 255 di. Enise ceviz çerçeveli aynanın karĢısına geçti, tuvaiet masasının kenarına oturdu. Aynaya bakarken yıllar sonra ilk defa karĢılaĢtığı bir tanıdıkla yüz yüze gelmiĢ gibiydi. Kendisi kendisine yabancı gelmeğe baĢlamıĢtı. Bu yüz olgun bir kadına aitti. Selanikli olalı kaç yıl olmuĢtu, ayna söylüyordu. Buraya ilk geldiğinde zayıftı, erkekler onu «narin» kız diye çağırıyorlardı. Acaba çok mu yemek yiyordu. Dolgun gerdanları nerdey-se 'çifte çene' olacaktı. Kendisine bakmazsa Selanik sosyetesinin 'Güzel Enise'si olmaktan çıkacaktı. Buna da en çok Sara sevinirdi. Bedhacıların iki gelini rekabet halindeydi. Fakat hâlâ gözleri Enise'-cleydi. O DeniĢe Field değildi artık. Dönmeler de, memurlar da, subaylar da ona Enise diyordu. Sadece yabancılar «Madam MenteĢ» diye hitap ediyorlardı. Ġngiltere'den kopmuĢtu artık. Zaten annesi kaç göbek öncesinden beri yahudi olduklarını söyleyip durmaz mıydı? Yahudilerin her yer vatanıydı. Ailesi Ġngiliz'e dönme yahudiyse, kocasının ailesi de Türk'e dönme yahudiydi. Aralarında Enise hiç bir fark görmemiĢti. Sadece isimler farklıydı. Fakat kocası biraz daha az yaĢlı olsa ne iyi olurdu. Enise gözlerine rimel sürerken içini çekti. Doğan Bey'in aĢkına karĢılık vermediğini görünce, kendisine ilk candan yakınlık gösteren zengine, Men-teĢ'e kendisini kaptırmıĢtı. «MenteĢ dönmelerin en hovarda erkeği, aman sahip ol, onun yaĢına bakma» demiĢlerdi. Fakat bir iki ay sonra Sara'nın bile aĢığı olmuĢ MenteĢ, bir posa gibi atılmıĢtı. Ne olursa olsun kocası ona her kapıyı açacak imkânı veriyordu. Mesut muydu? Enise dudaklarına ruj sürerken, dudaklarını büktü. Tabii mesuttu. Ġnsanca bir haya- 256 BALKAN ACISI ti vardı. Her toplantıda etrafını erkekler çeviriyOr. du. Ġngilizler soğuk davranmasına rağmen Fransız, lar «Eni» veya Madam MenteĢ diye hürmet edip kur yapıyorlardı. Suarelerde elinden tutupta bir |<ö. Ģeye götürmeyen erkeğe Selanik'te «aptal» diyor-lardı. Ama Atina'daki gibi taverna köĢelerinde niĢanlısının gözü önünde «sek»e zorlanmıyordu. Ġstediği erkekle yaĢıyordu. Kocası son zamanlarda ta-mamiyle kendisini

ticarete vermiĢti. Geceleri de «Loca'da mühim iĢlerimiz var» diyerek çok geç geliyordu. Enise'nin günleri Selanik koyunda Makedonya'nın en ateĢli delikanlıları, Osmanlıların en yakıĢıklı subayları ile geçiyordu. Türk memur ve subayları ile dostluk kurmasını MenteĢ teĢvik ediyor hatta arada hiç tanımadığı birini getirip karısı Eni-se'yle tanıĢtırıp gidiyordu. Selanik'teki bütün dönmeler yahudilerle de iĢbirliği yaparak yeni yeni ticaret hayatına atılan Türklerin iĢlerini bozmağa, onları geldikleri köylere kaçırmağa çalıĢıyorlardı. En büyük rakipleri de Küçük Balkan'ın en köklü ve geniĢ ailesi olan Goral-zadelerdi. Ġzdinliler, Kadıoğulları Küçük Balkan'ın bütün mahsulünü toplayıp bu Türk tüccarına veriyorlardı. Fakat Sebata ile MenteĢ'in çalıĢmaları Abdurrahman Ağa'yi yıldırmıĢtı. MenteĢ Rum tüccarlarla, Rum esnafla anlaĢarak Goralazde'nin hububat satıĢını önlemiĢti. Bir müddet yahudilerin, dönmelerin ticarî hayattaki kalleĢlikleri ile mertçe mücadele etmeğe çalıĢan Abdurrahman Ağa, iĢini yeğenine devrederek Üsküpler'e dönmüĢtü. Goralzade'-nin mağazası, depolarını genç delikanlı uzun müddet çok iyi idare etmiĢ fakat Enise'nin aracılığı i'e asker iaĢeleri ondan alınıp MenteĢ'e verilince elinde çok mal kalmıĢ, bunları dıĢarı satmak istemiĢ. BALKAN ACISI 257 armatörleri güçlük çııkarmıĢtı. Madam MenteĢ Doğan Bey'den hıncını alıyor; akĢamları kocasından piyasa haberlerini, Selanik Körfezi'ndeki aĢk hikâyelerinin dedikodusunu dinler gibi zevkle dinliyordu. Kara MenteĢ'de de Doğan Bey'e karĢı derin bir kin vardı. Enise bunu kocasının kendisini ilk defa bir partide Doğan Bey'le dansederken görmesine veriyordu. Dönme kızları, yahudi kızları kocasının «vize»ının kuvvetli olduğunu söylemiĢlerdi. Avdetilerin kral namzedi Abdias'm karısı Sara da bunlar arasındaydı. Hatta Kâra MenteĢ'in kendisiyle evlenmesini istemiĢti. MenteĢ de kırk gönül bayramı öncesi kral seçiminden sonra Sara ile Abdias yerine kendisinin zifaf odasına girdiğini, Sara'nı.n eski aĢığı olduğunu itiraf etmiĢti. Sara da Enise ile içli dıĢlı olduktan sonra aynı Ģeyi anlamıĢtı. Fakat Ģimdi kocasının Sara'ya da kendisine de faydası yoktu. Enise'nin dikkat ve merakını çeken husus Abdias'm MenteĢ tarafından böyle utandırıcı bir duruma düĢürülmesine rağmen dönmeler tarafından çok dinlenir ve tutulur olmasıydı. Ġstanbul'da propaganda ve yayın üzerinde çalıĢan genç damat, Se-lanik'e gelince karısı Sara'nın yanında değil, Kara MenteĢ'in köĢkünde kalıyordu. Çocuk görünüĢlü Ab-dias'ı bazen Enise de dizlerine alıyor, alay dolu bakıĢlarla kocasından, Sara ile olan aĢkından intikamını çıkarıyordu. Enise bugün aynaya kızıyordu. Bir türlü yüzüne istediği allığı verememiĢti. Pudrayı masaya döktü. Eli titriyordu. Genç kürü mü yapmalıydı? Abdias'ı düĢündü; dönmeler meclisi kralını... Daha dün Ġstanbul'dan gönderdiği gazetede Hürriyet hakkında gü- 258 BALKAN ACISI zel bir yazısı vardı. Allah için Hürriyet'e inanmıĢ çocuktu. Karısı burda en hür hayatı yaĢıyordu. Ama Selanik'e gelince Abdias da hürriyetine kavuĢuyor-du. Madam MenteĢ böyle içkili bir hürriyet hava-sini düĢündü. Geçen yirmi iki Adar mıydı neydi, Abdias gelmiĢti. Enise onunla haĢır neĢir olurken kocası görmüĢ, salonun öbür köĢesindeki Sara'yi alıp gelmiĢ ve «Bak senin çocuğa annesi süt veriyor» demiĢti.. Ama MenteĢ de az değildi. Kır saçlarına rağmen o gece Selanik'in en «mondan» hayatını yaĢamakla övünen Sara'nın koluna girip Avdeti Meclisinde yarım kalan «amour»larım yaĢamıĢlardı. MenteĢ'le Abdias iki zıt dönme.. Biri genç biri ihtiyar. Zenginliğin bütün dünya nimetlerini değerlendirmekten geri kalmıyorlardı. Onların karıları da zıttı. Madam MenteĢ gençlerden, Sara yaĢlılardan hoĢlanıyordu. Fakat bazen Enise'yi de kendilerine bağlıyan babacan tavırları ile yaĢlı paĢalar da Selanik'teki kadınların «amant»i oluyordu. III. Ordunun iaĢesi ve hububat iĢi kocasının Doğan Bey'le ticari mücadelesini artırmasına sebeb olmuĢtu. Bu mücadeleden en çok Enise pay çıkarmağa çalıĢıyordu. Uzun saçlarını taradı, Ģanpuan sürdü, tekrar taradı. Elinde bir kaç beyaz saç teli gördü. Karlı Dağ' da uçuĢan gür saçlarını sonra da Doğan Bey'i hatırladı. Kocasının Paris'ten getirttiği parfümü kulaklarının arkasına, enselerine sürdü. Pudralı pamukla ıslaklığı tenine yedirdi. Kendisini «Leicester Squ-are»da bale yapan Miss Genee gibi çocuksu bir kadınlık içinde gördü. GüzelleĢmiĢti. Bu haliyle gece bir Türk zabitinden yüz bulabilirdi Kulağı kapı zilindeydi. Mösyö Deguy gecikmiĢti. Selanik'in en SALKAN ACISI 259 eSI<i ailesi olmakla övünen Avengelislerin partisine davetliydi. Atina'da Yunanlılardan gördüğü kaba mu-arneleyi Selanik Rumlarından görmemiĢti. Aspasya ^vengelis «Güzel Theodora» dansı yapıyordu. O «arp»a kendini verip raksederken Enise Mösyö Avengelis'e kur yapacak, ondan antika eĢyalar koparmak için bol bol vakit bulacaktı. Bir araba sesi köĢk bahçesine yaklaĢtı. Zil çaldı. Enise tekrar aynaya baktı. Göğsünün üstündeki «Adonis» broĢunu okĢadı. Hizmetçi merdivenlerden koĢtu, kapıyı açtı. Geri geldi. — Madam; Mösyö Deguy sizi bekliyor, dedi çekildi gitti. Enise hazırdı. Biraz daha oyalandı. Mösyö De-guy'nin yukarı çıkmasını bekledi. Biraz sonra siyah çizgili lâcivert smokiniyle Mösyö Deguy içeri girdi. Enise aynanın karĢısında poz almıĢtı. Onun girdiğini görmemiĢ gibi saçları ile oynadı. Kulaklarından altın bilyesi sallanan küpeleri çıkardı, tekrar taktı.

Sivri burunlu ayakkabısının uçlarına basarak yaklaĢan Mösyö Deguy'i sırtı dönük olduğu halde aynadan takip ediyordu. Erkek arkasında durdu, çıplak beyaz kollarına dokundu. Selâm verdi. — Ne ıkadar mütenasip, uzun, dedi. Tıpkı Tan-nça kolları gibi. Yunan tanrıçaları sizin kadar güze! olamaz Madam! Enise döndü. Fransız Duyunu Umumiyecisinin Sözleri kamaĢtı sanki: — Artemis! Artemis! diye çığlık attı. Pul pul gümüĢî renkler içinde parlayan robunu dunun hatlarını göstermek istercesine gerdi- Enise: 260 BALKAN ACISI — Aaa Mösyö Deguy geç mi kaldım? dedi. — Yok Madam.. Bir balık kız kadar sihirlisiniz — Benim denizimde boğulmaya mı geldiniz? — Evet Madam. Evet Poseidon'un, Tetis'in |<|. zı! Enise sinirli sinirli Fransız'ın yüzüne baktı. — Kim dedi sana benim Yunan Efsanelerinin hastası olduğumu? — Özür dilerim Madam, incittim mi yoksa, diyen Fransız Enise'nin elini tuttu, öptü. Madam Men-teĢ daha fazlasını bekliyordu. Merdivenlerden indiler. Karanlıklar içinden dar sokakları geçen payton Rum mahallelerine girdi. Denize inen yolun sonundaki köĢkün önünde durdu. KöĢkün camlarından ıĢıklar dört bir yana saçılıyor, hafif bir piyano sesi köĢkün bahçesine taĢıyordu. Madam Avengelis ve eĢi merdivende karĢıladılar. ġ iĢman göbekli Aristid'in gözlerini Madam MenteĢ'in göğsü açık robu kamaĢtırdı. — Suaremizin Venüs'ü geldi, buyrun! diyerek koluna girdi. KöĢkün dört yanı mermer sütunlarla çevrili geniĢ salonu misafirlerle dolmuĢtu. Avengelisler yeni misafirlerini büfeye doğru götürdüler. Enise pistte dönen çiftlere bakıyor kimlerin bulunduğunu tes-bite çalıĢıyordu. Umduğundan daha kalabalık bir davetli vardı. Resmi kıyafetleri içinde Türk zabitleri salona baĢka bir cazibe katmıĢtı. Enise ikram edilen Ģampanya kadehini dudağına götürürken, gözleri Sara'ya ve yanındaki sarıĢın zabite takıldı kaldı. Sara sarıĢın bıyıklı, çıkık elmacık kemikli, bakır rengi yüzüyle sert sert herkese yukardan bakan bir zabitin W BALKAN ACISI 261 ^Harındaydı. Bu sarıĢın zabit Anglo Sakson erkekleri gibi çiğ sarı ve balık teninde değildi. Türkçe bir sarıĢınlık vardı. Mert, biraz da vahĢi bakıyordu. Doğan'a benziyordu. Yalnız bunun gözleri maviydi. Fakat bakıĢları aynı Doğan gibiydi. Madam MenteĢ geç geldiğine hayıflandı. Böyle yakıĢıklı bir zabitin geleceğini bilse yalnız baĢına erkence gelirdi. Cazip Türk zabitini Sara'ya kaptırmazdi. Madam Avengelis Enise'nin gözlerini Sara-Zabit çiftine taktığını görünce: — O Selanik'e yeni gelmiĢ.. Çok yakıĢıklı değil mi? Ah Ģu Türk erkekler... Hem vahĢi, hem yumuĢak, aman Aristid duymasın. Ben de o zabite yaklaĢmak isterim.. Enise ıMösyö Deguy'e baktı. Yunanlı tüccarla gemi ve ticaret iĢleri üzerinde konuĢuyorlardı. — Yarınki gemiden istediğiniz silâhlar çıkacak. — Gümrükten, Osmanlı Zaptiyesinden nasıl çıkartacaksınız? — Ġpek kumaĢ sandıkları diye kayda geçtik. Bedhacılar bu gizli ve tehlikeli iĢin ustası olmuĢ... Memurlar da, müdürler de, valiler de dostları... j — Zaten Türk memurlarının iĢleri ciddiye aldıkları yok.. ĠĢleri güçleri siyaset konuĢması.. Zabitlerin gizli bir hazırlık içinde olduğunu söylüyorlar ne dersin? ^ — Locada da aynı Ģey konuĢuldu. Ġstedikleri vardımı siz de yapın, biz de.. — KarıĢıklık, isyan, anarĢi silâh satıĢımızı ar-tlr'yor, biz kârımıza bakalım. Mösyö Deguy yarı Ģaka yarı ciddi: — Aman size karĢı hazırlanıyor olmasınlar. 262 BALKAN ACISI V — Zannetmem iç iĢlerini karıĢtırıp duruyor^ — Dömeke'yi unutma dostum. Osmanlılar el umulmadık zamanda vuruyor. Bu defa biz de sizi sulh masasında kurtaramayız. Aristid Avengelis: — Zannetmem, dedi; Türk ordusunun hazırlığının bize karĢı olmadığını Zabit dostumdan öğren-dim. Üçüncü ordudaki Türk subayları Sultan'a karĢıymıĢ.. Mürteciler azmıĢ Ġstanbul'da.. Gericiliğe karĢı olan teceddüt taraftarları ve meĢrutiyet isti-yenler üçüncü orduyu Ġstanbul'a davet etmiĢler..

— Desene festival var! — Hem de ne festival, birbirlerini kırsınlar bakalım.. Yahudilerin milyonlar vererek Sultan'a yaptıramadığını, kendi paĢalarına, kendi zabitlerine beĢ parasız yaptırsınlar.. Hahh hah hah! ha! Fransızın kahkahasına Rum tüccar da güldükten sonra karĢılık verdi: — Hah hah hah! Yahudi parmağı olmadığını mı söylüyorsun dostum, yemin ederim yahudilerin parmağı bu iĢte daha çok var.. — Hah hah hah! Sizin yok mu Mösyö Avengelis... Haberiniz de var, yardımınız da... Rum tüccar da, Fransız Duyunu Umumiye memuru da birbirinden çok Ģeyler biliyorlardı. Fakat hizmet ettikleri yerler farklı olduğu için birbirlerine daha çok açılamıyorlardı. Avengelis, Fransız'ın kadehini yeniden doldurduktan sonra; bir sır veriyormuĢ gibi sesini kısarak: r — Atina Selanik'i alma hazırlığı içinde, ama /Bulgarlar ve Sırplar da Rusya'yı peĢlerine takıp ay-ini hedefe ulaĢmaya çalıĢıyorlar, dedi. Rum tüccarın kendisine manalı manalı bakarak cevap beklediğini gören Fransız Duyunu Umumiye-ci: SAIKAN ACISI 263 —¦ Bu iĢi biz hallederiz Mösyö Avengelis! dedi, içkisini yudumladı. Madam Avengelis'le, Madam MenteĢ pistte iki yabancı ile dans ediyorlardı. Aristid Avengelis, Fransız'ın gözlerinin içine baktı: — Her hizmetiniz için memnun edileceksiniz Mösyö Deguy! dedi; Silâhlar için Kozana'daki YaĢar Bey'le Koçireka'ya haber saldım.. Yalnız siz arabalar için «Duyunu Umumiye'ye mahsustur» diye bir yazı alın. Türkler kontrol etmesin.. — O iĢi ben yarın hallederim, emin olun.. Hissemin bir kısmını tarihi eserler ve antikalarla da ödiyebilirsiniz. Yunanlı sinsi sinsi gülerek: — Madam MenteĢ'de de aynı hastalık, bakalım hanginizi doyuracağım. — Biz konuĢurken nasıl oldu da kaçtılar yanımızdan, damsız kaldık. Yunanlı Tüccar pistteki kadınlara bakarak, bilgiç bir edayla Ġngilizce: — Bir güzel Türk misafirin de mi yok, diyerek garsonun getirdiği tepsiye boĢ kadehini bırakıp yeni bir içki aldı. — Haaa iĢte bak Aspasya ile senin aradıkların geliyorlar. Biraz önce Eııise ve Aspasya ile danseden iki erkek damlarının yanında çocuk gibi kalan üçüncü bir kadınla yaklaĢtılar. Aristid, Mösyö Deguy'e: — Gelenler Jöntürk, biri vilayette memur, dedi; diğeri gazeteci. Akıllı çocuklar, güzel Fransızca biliyorlar.. Paris'te kalmıĢlar. . — Sen yanlarındaki minyon, küçük kızın kim olduğunu söyle, esmer güzeli, Ġstanbul gecelerini hatırlatıyor bakıĢları.. 264 BALKAN ACISI — Aman sus Türk memurun karısı o, sus Mösyö!. Fransız, Rum tüccarı umursamaz bir Ģekilde: — Duysalar ne olacak canım, dedi. — Bu Türkler ne kadar batılılaĢırlarsa batılı-laĢsmlar içlerindeki vahĢiliği, kıskançlığı atamazlar, olur kocası kıskanır Ģimdi. — Dans da edemem mi? — Edersin tabii fakat dikkatli ol.. O küçük gör-düğün kız seni pençeleyebilir. Ġkisi gülüĢürken pisttekiler geldi. Mösyö Aven-gelis yanlarına yaklaĢanlarla Mösyö Deguy'i taruĢ-tırdı. Fransız'ın genç Türk kadınına aĢırı bir yakınlık gösterdiği Enise'nin gözünden kaçmadı. Daha bir yudum bol içmeden bu Türk kızından Fransız'ı kaçırır gibi Madam Enise MenteĢ, Mösyö Deguy'-nin koluna girip piste götürdü. — Kusura bakma, dedi, ilk dansı seninle yapacaktım, fakat siz Avengelis'le siyasete dalınca ilk teklif edenle kalktım. Fransız konuĢmadan etrafı seyrederek dansedi-yordu. Mösyö Avengelis sahnenin önüne iki saksı palmiye koymuĢ, onların gerisine Yunan çalgıları çalan artistleri kademeli olarak yerleĢtirmiĢti. Yunan sitil bir kompozisyon yaratmak için arp ve gitara çalan iki Rum gencini de kısa etekli millî ef-zun kıyafetleriyle dorik mermer direklerin önüne oturtmuĢtu. Aristid Avengelis'le Türk kızı dansederek yaklaĢtılar. Bu sırada Madam MenteĢ: — Harikulade zevkiniz var Mösyö Avengelis, dedi; sahneyi ne kadar güzel hazırlamıĢsınız. Mös- BALK4N ACISI 265 yö Deguy'nun gözleri Türk'teydi. Enise ise baĢka tarafa bakıyordu.

Türk zabitleri bu havanın hiç de yabancısı görünmüyorlardı. Ġyi alıĢmıĢlardı «monden» hayata. Madam MenteĢ'in gözleri hâlâ Sara'nın dansettiği sarıĢın zabitteydi Mütehakkim bir erkekti bu. Doğan Bey gibi geniĢ bir alnı vardı. Ġlk tanıdığı Türk erkeği gibi bu zabitin de gözleri inatçı ve fethedilmez bir Ģekilde kıvılcım kıvılcım yanıyordu. Kocası Kara MenteĢ'le Doğan Bey'i mukayese ederek düĢündü.. Belki Ģimdi Selanik'in iki tüccarı amansız bir pazarlıktaydı. Kocasının «kafasız fakat güzel» Türk'ü altedeceğini düĢündü. Doğan Bey'in mağazasını tas-viye ettirip, depolarla birlikte devir alabilirse, kocasının alnından öpecekti. Sara'yı yakıĢıklı Türk zabiti ile gördükçe Doğan Bey'e karĢı kini artıyordu. Mösyö MenteĢ Türk tüccarını altedecek kurnazlıktaydı.. Bunu yapmalıydı.. Selanik'in eĢrafı Goralza-de ve Doğan Bey efsanesini ancak dönmeler yıkabilirdi.. Kara MenteĢ'in elinden Doğan Bey kurtula-mıyacaktı. Enise bu baĢarısından sonra Ģu Sara'y> Selanik sosyetesinin baĢ kadını olmaktan söküp atacaktı. O kraliçe, mesihin karısıysa Enise de dönmelerin onüç ashalisinden biriydi. Sara'yı saadet-hanesinden atıp kocası Kara MenteĢ'i atası Morde-hay gibi kral yapacaktı. Kocasının aklına lâyıktı sa-bataistlerin reisliği.. Ġstanbul'da okuyan çocuğun, Abdias'ın da onun Selanik'teki aĢüfte karısının da artık dönme saadethanesinde yeri kalmıyacaktı. Böylece istediği erkeklere kavuĢacaktı. Enise bu düĢüncelerle sarıĢın Türk zabitini süzüyordu. Türk erkeğinin mavi gözleri Sara'nın uzun bukleli saçlarının üstünden bütün salonu tarıyordu sanki. Enise de •^4^^^%:''^H 266 BALKAN ACISI bu erkeği ele geçirmek, Sara'nın elinden çekip a|. mak için büyük bir iĢtiyak ve ihtirasla doldu. Eni~ se'nin Miss Field olarak geldiği ilk Balkan günle-rindeki «01imp»de Atina'da aradığı «titan» gibiydi bu erkek.. Mösyö Deguy damının kendisini bırakmıĢ halinden bizar olmuĢtu. — Biraz canlanın Madam MenteĢ! biraz, diye ikaz etti. Kendisini tamamen Fransız Duyunu Umu-miye'cisinin kollarının idaresine bırakarak dansa devam eden Enise, sarıĢın zabitle göz göze geldi. Ġlk defa bir erkeğe bakarken korkmuĢtu. Sanki o bakıĢlar taa içini okumuĢtu. Kendini topladı. Sara'ya baĢıyla selâm verdi. SarıĢın zabit haĢin yüz ifadesine rağmen çok sıcak bir tebessümle selâmını aldı. Sara turuncu bir elbise giymiĢti. Uzun bukleli etekleri yeri süpürüyordu. Her tempoda ritme uyarak dizlerini zabite temas ettirmeğe dikkat eden bir yakınlık içinde kavelyesine sokulmuĢtu. Uzun saçları zabitin güzel ve muntazam üniformasıyle ahenkli bir uyum içindeydi. Onlar sırtını dönüp uzaklaĢırken Fransız: — Güzel kadın, dedi. Enise sert bir sesle: — Fakat fettan, dedi. — Kim? — Sara! Aman yoruldum, diyen Enise pistten uzaklaĢtı. Fransız da biraz önce gördüğü Türk kadınını arıyordu. Masaya oturdular. RahĢan'ın kocasıyle masaya yaklaĢtığını gören Mösyö Deguy, hemen ayağa kalkıp: — Bu dansı da" bana lütfedin Madam, dedi. Genç kadın koluna giren Fransizla tekrar piste doğru yürüdü. Enise yanına oturan vilayet memuruna BALKAN ACISI 267 baktı. Gözlüklü, sıska, zayıf bir erkekti. Karısı sosyetik olmaya ne kadar meraklıysa, bu sıska Türk'-de AvrupalılaĢmaya, teceddüde o kadar düĢkündü. Bu çift Selanik'in zenginlerinin vermiĢ olduğu suarelerin ilk önce gelen müdavimlerindendiler. Avengelisler verdikleri partilere kendilerini çağırmıyor diye içerlemiĢlerdi. RahĢan, Avengelislerin rüya gibi geçen gece alemlerini iĢitmiĢ fakat bir defa olsun davet edilmemiĢlerdi. Uzun zamandır Fikret'in kafasına tapıyordu. Nihayet Fikret Avengelislerin katibine haber salıp hanımı adına bir davetiye çıkartmıĢtı. RahĢan, yaldızlı harflerle Fransızca yazılmıĢ kartı evirmiĢ çevirmiĢ dudaklarına götürmüĢtü. Okuyamazdı. Fakat Avengelislerin partisinin davetiyesi olduğunu kâğıdın kokusundan anlamıĢtı. RahĢan'ın annesi, Pangaltı'da bir zenginin evine çamaĢır yıkamak için gidip gelirken gebe kalmıĢ, RahĢan KasımpaĢa'nın çamurlu pis sokaklarında kendi haline büyüyüp geliĢmiĢti. Büyüyünce annesinin çamaĢıra gittiği evde hizmetçiliğe baĢlamıĢtı. Kısa boylu, etine dolgun bir kızdı. Bir gün çalıĢtığı evdeki küçük hanımın verdiği bir partide, sıska, gözlüklü fakat titiz ve temiz giyimli bir delikanlıyla kızların hiç ilgilenmediğini görmüĢ. Ona içkileri karıĢtırarak hususi bir yakınlık göstererek servis yapmıĢtı. Bu hizmet esnasında kadehi gencin pantolonuna dökmüĢtü. Miyop genç mahcup olmuĢ fakat gözlüklerinin altın çerçevelerini tutarak RahĢan'a öyle bir bakıĢ bakmıĢtı ki, hizmetçi kız ev sahibesine haber verip kendisini iĢinden attıracağından korkarak, genci içeri odalardan birine alıp bezle pantolonunu silmeğe baĢlamıĢtı. Bu sırada ¦•"fi 268

BALKAN ACISI RahĢan domur domur ellerini tenine bastırarak pantolonunu silerken Fikret kızın kısa kesilmiĢ saçlarını, mütenasip vücudunu seyretmiĢti. Ertesi gün hizmetçi kızın önüne çıkan Fikret evlenme teklif etmiĢti. Zengin olan ailesinin muhalefetine rağmen RahĢan'la kısa zamanda evlenmiĢlerdi. Fikret'in annesi Rum'du, oğlunun Ġstanbul sosyetesinde kendilerini rezil edecek küçük düĢü-\ recek bir evlilik yapması Belkis Hanım'ı sinirlendirmiĢti. Oğluna bir iĢ bulup hemen yeni evlileri Se-lanik'e göndermiĢti. Selanik'teki hayatlarından Fik-) ret de RahĢan da memnundu. Yunan Ģiirleri okuyan, Yunan Ģarkıları söyleyen insanlar burada da ha çoktu. RahĢan çat pat Rumca öğrenmiĢti, fakat kocasının bütün gayretine rağmen bir türlü Fransızca öğrenememiĢti. Tango yaparken RahĢan Mösyö Deguy'un ayağına bastı, kızararak: — Pardon Mösyö pardon, dedi. Bunu söyleyince Fransız'ın candan gülüp «birĢey değil» demesi üzerine kendisine kalın kafalı diyen kocasına kızdı. ĠĢte pekâlâ bir Fransız'la anlaĢıyordu. Mösyö Değuy bir piliç gibi hafif ve dolgun bulduğu RahĢan'la dans ederken Madam MenteĢ'i unutmuĢtu. Enise ise hâlâ Sara ile sarıĢın zabiti gözlüyordu. Sara'nın bir hırsız gibi salondaki mermer sütunların arkasına saklana saklana genç Türk'ü merdivenlere doğru götürdüğünü gördü. Enise yavaĢça masadan uzaklaĢtı, onların peĢine düĢtü. Sara'nın uzun, öne doğru, yahudilere has kıvraklıktaki çirkin burnundan niçin herkes bu kadar hoĢlanıyordu. Ġçinden «Kocam MenteĢ ne bulduysa o da onu bulacak» dedi. Kapı aralıktı. Yan yan geçti. BALKAN ACISI 269 Merdivenleri indi. Ġçerden dıĢarı sızan ıĢığa rağmen bahçenin derinlikleri karanlıktı. Sara'yı ilk defa bu kadar kıskanıyordu. Onun «Ģen dul» gibi bir yaĢayıĢı vardı.. Abdias sanki Sara'nın kocası değil de çocuğuydu.. Küçük kocasını Ġstanbul'daki Robert Koleje göndermiĢ, hepten serbest kalmıĢtı.. Bir ağacın arkasına saklandı. Bahçede havuzun fıskiyesinin Ģırıltısından baĢka bir ses yoktu. BaĢka bir ağacın gövdesine gizlenerek nefesini tuttu; Sara ile sarıĢın zabitin nefesini duymak istiyordu. Bir boy kesilmiĢ taflanlar gerisinden tatlı fısıltılar iĢitti. Sara, Ģuh Ģuh kikirdiyordu. Enise bir yılan gibi ince çam ağacının gövdesine sarıldı. SarıĢın zabiti unuttu. Doğan Bey'i düĢündü. Türk erkeklerinde yabancı kadınları cezbeden ne vardı. Belgrad Treninden Olimp'e, Selanik'e kadar Doğan Bey'le beraber olduğu günler gözlerinin önünden geçti. Atina'da onu Yunan efsanesinden beklediğini bulamamak, Yunanlılardan gördüğü fena muamele yıkmıĢtı, Ģimdi de Selanik'te kocasının bütün zenginliğine rağmen dönmelerin kraliçesinin üstünlüğü yıkıyordu. Doğan Bey'i bulmalıydı, ona ihtiyacı vardı. Tırnaklarını ağacın taze kabuklarına geçirdi. Kendisini Atina inkisarından sonra bile bu kadar bedbaht hissetmemiĢti. Londra'da ailesi onu bir robot çocuk halinde görmüĢtü. Annesi, babası ölünce bir Iordla evlen miĢ, kızını baĢından atmak için niĢanlısının yanına Atina'ya göndermiĢti. ġ imdi Enise buralara geldiğine de «Yunan Tarihi ve Sanatı» tahsili yaptığına da PiĢmandı. Yunanofil olmasa mutlu olacaktı, Doğan Bey'i elinden kaçırmayacaktı. Taflanların ötesindeki çimenlere bir çift vücut karartısı devrildi. Otların hıĢırtısına gece sessizliğini vahĢice bo- 270 BALKAN ACISI zan soluklar karıĢıyordu. Sara bir kere daha kazanıyordu. Ġsmini Denise'den Enise'ye çevirmiĢ Miss Fi-eld, Madam MenteĢ olduktan bunca yıl sonra Sa-ra'nın kendisinden daha Ģuurlu ve kurnaz bir Musevi olduğunu görüyordu. Yahudi annesinin Ġngiliz ba-basiyie yaptığı münakaĢaları hatırladı. Annesi kulaklarına gene tevrat okuyordu. «Sion kızı kalk da harmanını döv, çünkü senin boynuzunu demir, tırnaklarını tunç yapacağım, kavimleri böyle ezeceksin.» Enise gözlerini çimenlerden çevirdi. Döndü, merdivenlere doğru koĢmağa baĢladı. Türklere karĢı kini kabarmıĢtı. Salona girerken isteği yerine getirilmemiĢ bir çocuğun çatık kaslarıyla her tarafa kinle bakıyordu. Kulaklarına her dilden uğultu dolarken, o, Sarayı kavrayan kollara eĢ, o sarıĢın Türk zabitinden daha yakıĢıklı bir erkek arıyordu. Büfeden vermut aldı. Salonda herkes kendi havasındaydı. Bir masada Fransız konsolosu ile Ġngiliz konsolosu fiskos ediyordu. Onlara doğru yürümeğe baĢladı. Önüne Doğan Bey çıktı. ġaĢırmıĢtı. SarhoĢ mu olmuĢtu? Hâlâ Sara'nın sarıĢın zabitle seviĢtiği bahçede miydi? Hayır, biraz ĢiĢmanlamasına rağmen, karĢısında duran Doğan Bey'di. Kaç yıl geçmiĢti aradan. Doğan Bey dayısının kızı ile evlendiğinden beri ilk defa böyle bir toplantıya geliyordu. Enise kendisini ĢaĢkınlıktan sıyırdı: f — Ooo genç evlim! Nerelerdesin? dedi; EĢin /yok mu, pardon o Türk, müslüman.. Ne diyor sizin \ Jöntürkler^ «Mutaassıp», ama bak burada çok Türk 1<ızı var, hi hi hih! Doğan Bey konuĢmak, Enise'yi saçma sapan söz etmekden alı koymak istedi, konuĢamıyordu. Ken- BALKAN ACISI 271 diĢinde onunla konuĢacak arzu ve güç bulamıyordu. Enise devam ediyordu:

— Bak Türk kızları yaĢamasını da biliyorlar, diyerek gözüyle Mösyö Deguy ile halinden çok memnun ve masal alemindeymiĢ gibi gözlerini kapatarak dans eden RahĢan'ı iĢaret etti. RahĢan kısa boyuyla iri yarı Fransız'ın kolları arasında bir sağa bir sola tepmiyordu. Doğan Bey gözlerini Enise'ye çevirdi. SarhoĢtu fakat güzel bir kadın olmuĢtu. Madam MenteĢ, hayal ettiği erkeğin kendisine dikkatlice bakmasına sevindi. Fakat yıllardır bir kere aramamasına içerliyordu. — Hadi kiminle dans edeceksen et; o kısa boylu Türk sana yakıĢır, diyen Enise yanından uzaklaĢmak için iki adım attı. Doğan Bey Madam Men-teĢ'in kolunu tuttu, gözlerine baktı: — Ben senin için geldim, özledim seni, dedi. Enise: — Yalancı! diyerek elindeki kadehi dibindeki tortuya kadar içmek için tepesine dikti. BoĢ kadehi bir masaya bıraktı. Beraberce piste doğru yürüdüler. Doğan Bey hatıralarının derinliklerini didikliyen bir ter ve parfüm kokusu içinde Kara MenteĢ'in karısı ile dans ediyordu. Halbuki bütün gün Men-teĢ'le mücadele etmiĢ, Enise'nin kocasına yalvarmıĢtı. Ambarlarındaki çürümek üzere olan nohut ve mercimekleri yükleyecek gemi bulamamıĢtı. Son olarak Avengelislerin ortağına gitmiĢ o da bir gemi vermemiĢti. Bütün Küçük Balkanlıların bu mercimek ve nohutlarda hissesi vardı, Goralzadeler, Kadıoğul-'an Türk köylüleri namına bunları satacaklardı. Köylülerini zarara sokmamak, onlara vadettikleri parayı vermek mecburiyetindeydiler. Enise kocasından Do- ¦*? J"V' 272 BALKAN ACISI f ğan Bey'in müĢkül vaziyette olduğunu öğrenmiĢti, O'nun dayısı gibi Selanik'i terketmesi, ticarî hayatı bırakması için her türlü kötülüğü yapmaya kocası-nı da Avengelisleri de tahrik etmiĢti. Selanik'te ya. hudilerin, dönmelerin istediği gibi hareket etmeyen, ticarî faaliyetlerini onların emrine göre düzenlemi-yen Türk tüccarı tutunamazdı. Enise sanki gene «Titan»iyle Olimp'e gidiyordu. Doğan Bey'in sert pazularını uzun ince parmaklarıy. le sıktı. Doğan Bey'le göz göze geldiler. Fakat ġark'taki en tatlı günlerini beraber geçirdiği erkeği, eskisi gibi Enise'ye değer vermiyordu. Enise: — MenteĢ nerde, dedi. Doğan Bey, Enise'nin habersiz olduğunu zannediyordu. — Söyle söyle MenteĢ nerde, anlaĢamadınız mı? Doğan Bey yıkılmıĢ gibiydi. Enise'ye bunca yıl sonra döndüğünde utanıyordu. Ġçini çekti: — Biliyorsun demek, müĢkül durumda olduğumu, dedi. — Hay koca Endimiyon! Londra'daki talebeliğine mi benzettin ticareti? diye soran Enise, tırnaklarını kavelyesinin tenine batırarak devam etti: — Seni iflâs ettirecekler, bütün sülâleni iflâs ettirecekler. Tırnaklarınız topraktan kopana kadar çalıĢacaksınız. Enise birden bire yumuĢadı. Erkeğin bırakıp kaçmasından korktu. Sesini hafifletti, biraz önce haĢin konuĢmasına piĢman olmuĢtu. — MenteĢ nerde, dedi, üzülme koca bebek ben herĢeyi hallederim. — Bizerte Klüpte, locada toplantıları varmıĢ- DMLItMl» 273 — Haa Ģu bütün Selanik'in kalburüstü adamlarının, zenginlerinin gittiği klüp. Buradan çok uzak.. Yeni bir müptedinin töreni var demek. Hah hah hah ha.. Uzak orası.. Gel gel, çıkalım, bu salon sıkmaya baĢladı, gidelim. — Nereye? — Gel gel, herĢeyi sorma, diyen Enise kolunu erkeğin omuzundan indirip dansı bıraktı, elinden çekip dıĢarı götürdü. Fettan bir kahkaha atarak konuĢmasına devam etti: —¦ Güvenmiyor musun daha bana? Herr Berger'-in ölümünden seni mesul tutuyorlardı. Unuttun mu lehinde Ģahitlik ettim. Doğan Bey susuyordu. Enise, siyah Ģalını çıplak omuzlarına aldı. Gece serindi. Enise yanındaki erkeğe doğru sokularak yürürken bir saat önce bu bahçenin arkasında seyrettiği Sara'yı da, sarıĢın Türk zabitini de unutmuĢtu. Kapıda Avengelislerin paytonu hazırdı. Enise arabacıya evine gideceğini söyledi. Selanik caddelerinde tabur tabur askerlerin geçtiğini gördüler. Doğan Bey ĢaĢkın ĢaĢkın: — Bu ne acaba, dedi. Enise katıla katıla gülerek cevap verdi: — Hay dünyadan habersiz eski Jöntürk.. Küçük karın sen! kafese koydu koyalı arkadaĢlarını da göremez oldun değil mi? Veya para hırsı dünyadan ayırdı seni ha? Hadi hadi merak etme söyleyim, dans' salonunda herkes onu konuĢuyordu. Ġstanbul'-] da Sultan'ın kıĢkırttığı gericiler ayaklanmıĢ. Sela-' n!k ordusu onların isyanını bastırmağa gidiyormuĢ.

Doğan Bey kısa zamanda Türkçeyi de, Jöntürk-'erin siyasetini de kavramıĢ kulağı delik bu Ġngiliz kızına, dönme MenteĢ'in karısına hayret ediyordu. DMLI\MIN HblOl MenteĢ'in köĢkünde ıĢık yanmıyordu. Enise hiz. metçilere gitmelerini tenbih etmiĢti. KöĢkte kimse yoktu. Anahtarı çevirirken heyecanla soluyordu Karlı Dağ'daki manastırı, Olimp'i düĢündü. Yanı baĢındaki Doğan Bey iliklerine kadar erkekti. Onu bütün Yunan efsane kahramanlarını yokeden bir Türk miti olarak görüyordu. Merdivenleri el ele çıktılar Odadaki kısılmıĢ lâmba ıĢığını yükseltti. Siyah Ģalını bir koltuğun üstüne attı. Büfeden viski çıkardı. Erkeğe baktı: — Londra'dan geldi, dedi; özlemiĢsindir sisli havaları. Doğan Bey'de daha önce hiç görmediği bir durgunluk vardı. HerĢeyi mükemmel mermer bir Yu-. nan heykeliydi. Fakat ruhsuz ve cansız. Bu düĢündüklerini söylemek istedi. Dilinin ucuna kadar gelmiĢken aniden vazgeçti. — Sana Mrs Jacops gibi omuzumdaki siyah ben'i göstereyim mi, dedi, bir kahkaha atarak devam etti: Benim acemi hafiyem, kadınlar manastı-rındaki halimi hatırlıyor musun.. Aradan yıllar mı geçti? Ama daha tatlandım, daha Ģekerlendim.. ġarap gibiyim, içmez misin? Enise kadehleri doldurdu. Doğan Bey'in gözleri kadındaydı. Enise: — Ġç, iç, dedi; sarhoĢ olmazsın, gavur da olmazsın, haydi içelim. Ġkimizin, baĢkasının Ģerefine değil.. Hahh kaldır Ģöyle.. Madam MenteĢ sarhoĢtu. Viski onu daha çok kendinden geçirdi. Balık pullu yanar döner elbisesini çıkardı. Kahkaha atarak: — Sen maviden hoĢlanırsın, dedi; Mrs Jacops' un dekoltesi maviydi. BALKAN ACISI 275 Gitti mavi bir gecelik giydi, geldi. Doğan Bey'-jn yanına oturdu. Doğan Bey diĢlerini sıkıp kendini zor|ıyarak konuĢtu: — Bak Enise, dedi, kocan bana Avrupa'dan getirttiği mallardan vermedi, seslenmedim, fakat bu defa çok kötü bir durumdayım. Elimdeki nohutları, mercimekleri ihraç edemezsem mahvolurum, ne olur söyle zorluk çıkarmasın. — Bırak darling, bırak bunları diyen Enise Doğan Bey'in boynuna sarıldı, Türkçeyi bırakıp Ġngilizce devam etti: — Don't you want your stick? Doogan! Doğan! Enise çok içince Türkçe konuĢmakta zorluk çekiyor, Türkçe ifade edemiyeceği Ģeyleri ana dilinde söylemeyi tercih ediyordu. Bu Ġngiliz kızı Selanik'te daha serbest bir hâl almıĢtı. Demek Kara MenteĢ DeniĢe Field'i, Enise yapamamıĢtı. Elinden çeken kadın, abuk sabuk konuĢmaya devam ediyordu. Doğan Bey, dönme ve yahudi kızlarını bile böyle aĢırı yılıĢıklık içinde görmemiĢti. Ona daha ko^ lay anlıyacağı dille cevap verdi: — No DeniĢe, Not tonight. Go to bed, darling! Go to bed. Enise sinirlenmiĢti. Müslüman olmuĢtu. DönmüĢtü. Hâlâ Türklerden istediği sevgiyi ve saygıyı görememiĢti. En kabaları da Ģu Doğan Bey'di. Ġçkisini yudumladıktan sonra kadehini diĢlerine vurdurarak: — Doğan! Hep aynı tekerleme, istemez görülürsün arzu edersin, Kronos'un zalim oğlu, dedi. Doğan Bey, artık Enise'yi dinlemiyordu. Sar-^°ġ kadından tiksiniyordu. Zihnini caddelerde gör-düğü asker kalabalığı iĢgal ediyordu. Aklı Jöntürk- 276 BALKAN ACISI lerdeydi. Demek ihtilâl yapıyorlardı. Nerden ticare te atılmıĢtı, iĢ yüzünden bu dönme karısıyla bera-ber kalmağa mecbur olmuĢtu. DıĢarı çıkıp, zabitle, re, askerlere katılmak, hiç olmazsa arkadaĢlarıyla konuĢmak istedi. Nasıl olmuĢtu da bir anda hürriyetçilerden kopmuĢ, ticarete kapılmıĢtı. HerĢeye dayısının kızıyla evlenmesi sebeb olmuĢtu. BoĢuna mı okumuĢtu. Ticareti bırakmayı kafasına koydu. Madam MenteĢ gramofondaki plâğı değiĢtirdi. Ġçeri odaya geçti. — Hadi gel hadi gel, ne zaman ne zaman, diye bağırıyordu. Doğan Bey'in kulakları sanki tıkalıydı. Selanik'teki kotej arkadaĢlarını, Jöntürkleri düĢünüyordu, onlara içerliyordu. Niçin mühim bir hareket oluyordu da kendisinin haberi yoktu. Demek kendisini ticaretle uğraĢıyor diye itimada Ģayan bulmamıĢlardı. Fakat hareketten dönmelerin de, Rumların da haberi vardı. «Ticaret bana göre değil, bize göre değil» diye söylenen Doğan Bey kapının aralığından çılgın hareketler ve sözlerle kendisini tahrik etmeğe çalıĢan Enise'yi görmüyordu. Sehbanın üstüne bıraktığı kadehini aldı, viskisini içti. Ticareti bırakıp gazetecilik veya kâtiplik yapmalıydı. Hürriyet içirr~lstîBdi"F""âTfrrîcta'îrîleyen insanlar için daha iyi hizmet edebilme imkânı bulabilecekti. Doğan Bey bu düĢünceler içindeyken Enise yatak odasından çıktı, erkeğin tepesine dikildi. Sonra kollarını dans-eder gibi açarak odanın ortasına yürüdü. Tekrar gelip Doğan Bey'in etrafında dönmeğe baĢladı. Atina'da gördüğü Adonis heykeli kadar güzel olan bu erkeğin

sfenks gibi sessiz ve hareketsiz duruĢu onu çıldırtmıĢtı. Viski ĢiĢesini aldı, kadehini doldurou. elleri titriyordu. Viskiyi dudaklarından, çenesine BALKAN ACISI 277 süne doğru döktü. Sendeliyerek Doğan Bey'in karĢısında durdu: — Ne o, dedi; Kronos ve Zeus'un kızgınlığı var üstünde... Gelmiyecek misin? Hedes ve Persefon'un alevleriyle yanıyorum.. Seni de bu alev bahçesine çağırıyorum. Daha sonraki kelimeleri gırtlağına düğümlenmiĢ gibi anlaĢılmaz Ģekilde çıkmağa baĢladı. Ağzı kapandı. Gözleri yumulmuĢtu. Kolları iki tarafına sarktı, parmakları gevĢedi, elindeki kadeh yere düĢtü. Dizleri çözüldü. Madam MenteĢ halının üstüne yarı çıplak bir halde yığıldı, kaldı. B MÜSLĠM BEY Küçük Balkan pembe, beyaz bir ilkbahar içindeydi. Sanki kıĢın yağan karlar ağaçların üstünden erimemiĢ, bir anda çiçek oluvermiĢti. Yol boyunca uzanan kaysı, erik ve badem ağaçları öbek öbek, salkım salkım çiçekti. Ġki karıĢ yükselmiĢ buğday tarlaları, Ģimdiden bereketli bir hasat mevsimi olacağını müjdeliyordu. Osman bu defa Vardar ovasını incekarasu Düzü'nden, Edil Ovası'ndan daha verimli gördü. Bağlar ve bahçeler arasından yeĢil servilerin üstünde pırıl pırıl alemiyle Osmanlık köyü uzanıyor du. Dik çatılı, temiz badanalı evlerin arasında kiliselerin çan kuleleri yıkıktı. Osman daha önce geldiğinde bu Bulgar ve Rum kiliselerinin bakımlı ve Sağlam olduğunu görmüĢtü. Üstünden geçtiği köp-ru kendi köylerindeki taĢ köprüden daha dik ve yük- 278 BALKAN ACISI sekti. Fakat su nerdeyse köprünün en yüksek kemerlerine kadar ulaĢacaktı. Çağildıyarak hızla akı-yordu. Bu tarafların suyu kendi köylerinden daha çoktu. Yol boyunca zümrüt gibi tarlaları imrenerek seyretmiĢti. Osman atıyla çeĢmeye yaklaĢırken köylüler karĢıladı. Onu Müslim Bey'in konağına götürdüler. Müslim Bey Kadıoğullarınm da Goralzadelerin de akrabasıydı. Zaten Küçük Balkan'da birbirleriyle ak- , hısım olmayan köy yoktu. Dört beĢ asır önce y kimi Boz Ok Yaylası'ndan, kimi" Karesi ve Konya ; ilinden buralara göçmüĢtü. Müslim Bey Osman'ı selâmlığın merdivenlerinde karĢıladı. — Ağam Ağam hangi rüzgâr attı seni buraya, kaç yıldır bizim köye gelmezsin, dedi, içeri odaya aldı. Burada dizlerine kadar değecek Ģekilde iki büklüm" bir ihtiyar teĢbih çekiyordu. BaĢını sağ omu-zuna doğru eğerek kaldırdı, baktı: — Hey bre Mustafa Ağa! dedi; MaĢallah tıpkı babası, maĢallah maĢallah nasıl oğul yetiĢtirmiĢ, boy pos tam bir Balkanlı. Osman ihtiyarın ellerine sarıldı, öptü. Hocanın tatlı sözlerinden yüzü kızarmıĢ, önüne bakıyordu. — Daha çok dedene benziyorsun dedene, ee rahmetliyle Tuna'ya birlikte gittik. Allah bize Ģehitliği nasip etmedi oğul, böyle iki büklüm Osmanlığm hocalığını yaparız. Düğününe gelemedik oğul, ihtiyarlık, ata arabaya binemez oldum.. Nasıl bakalım Konyar gelinimiz, ona namazlığını öğrettin mi? — Öğrettim hoca emmi, öğrettim.. Ehli tertip oldu, ellerinizden öper. Bir oğlum da var. — Allah bağıĢlasın, Allah uzun ömür versin, BALKAN ACISI 279 analı babalı büyütsün. Cenab-ı Hak Balkan'da müs-lüman nüfusunu bereketli kılsın. Hoca susunca Osman Müslim Bey'e döndü. — Kiliselerin çan kuleleri yıkılmıĢ, ne oldu? dedi. — Hıristiyanlar birbirine düĢtü. Rum Bulgar'ı, Bulgar Rum'u yiyor. Tek kiliseli köylerde husumetleri daha çok.. Bulgaria Rum ameleyi aynı tarlada çalıĢtıramaz oldum. Köpek gibi birbirleriyle hırlaĢı-yorlar.. Nerdeyse birbirlerini yiyecekler. Hoca Osman'a döndü: — Sultan Hamid'in siyaseti Sultan Hamid'in, dedi; baĢka türlü Balkan'da Türk'e rahat yok.. Yıllardır Rus'u da Ġngiliz'i de bunları anlaĢtırıp Osmanlı'nın üstüne saldırtmağa çalıĢıyor. Biraz da zabitlerimiz, askerlerimiz bu siyasetin inceliğini anlasalar. Hizmetkâr kahve getirdi, çıktı. Müslim Bey: — Söyle bakalım bre Osman Ağa, ziyaret sebebin ne, hayırdır inĢallah! — Biliyorsunuz Edil Ovası'nın öĢürünü amcam topluyor, devlete veriyor. Köylerin ihtiyacından fazlasını hala oğlu Doğan Bey toplatıyor, Selanik'te satıyor. ġ imdi iĢleri bozulmuĢ. Gayrimüslim tüccarlar ondan mahsul almaz olmuĢ. Koçireka ile MenteĢ mercimeği, nohudu, mısın dıĢarıya satamasın diye ellerinden gelen zorluğu çıkarıyorlar.. Doğan Bey'in deposundaki mallar hep çürümüĢ. Osman'ın bu açıklaması üzerine Müslim Bey yumruklarını sıktı, diĢlerini gıcırdattı:

— Vay bre vay! dedi,; yıllardır Ģu keferelere, Selanik dönmelerine ettiğimiz iyilik.. Yapağı toplamağa gelirler, mal alırlar her kolaylığı gösterir, bir de tatlısıyla sütlüsüyle misafir ederdik.. Eh bre!. 280 BALKAN ACISI Benim de epey mısır var. Bütün ambarlar dolu.. |\|e yapacağız.. Köylüm ne yapacak? Hoca düĢündü düĢündü: — Bir çare diyemiyeceğim, ah bre kahpeler Devlet-i Osman'ı ne hale getirdiler; bizim zamanımızda devlet herĢeyini beye, ağaya, mültezime, öĢürcüye bırakır, Ģehir keferesini mahsul alım satımına karıĢtırmazdı. Osman: — Hoca emmi, dedi; zaten babamlar da amcamı Selanik'e onun için göndermiĢlerdi. ġu yahudi, Rum, dönme aracısını aramızdan atalım, diye.. Bak bunca yıl uğraĢıp istediğimiz oluyor dediğimiz bir zamanda neler oldu. ġ imdi babam bakliyat yerine sadece arpa ekelim diyor, en çıkar yol bu, siz ne dersiniz. Müslim Bey hizmetkârı çağırdı: — AkĢama besili bir kuzu kessinler, kalfaya söyle en iyi yemekleri hazırlasın, dedi. Osman ayağa kalktı: — Kusura bakmayın, dedi, bu haber mühim, daha haber götüreceğim onbeĢ köy var. Hoca: — Oğul bir günlüğüne gelinir mi?., bir öğün yemek ye de git bari, dedi. — Sağ ol Hoca emmi, diyen Osman kalktı ihtiyar hocanın elini öptü. Müslim Bey: — Sana çiftlikte yeni ektiğim ağaçları göstereyim, dedi, hizmetkâra atları hazırlamasını söyledi. Osman'ın koluna girdi. — Gel ambarları gör, yeni yaptırdım, dedi Avluyu geçtiĠer, kâhya ve hizmetkârların kaldıkları evin arkasındaki bahçede müstakil bir ev bü- BALKAN ACISI 281 yüklüğünde, üstü kremit kaplı ambara yaklaĢtılar. Osman: — Vallahi bizim ambarlara, deve girer derier-ji, sizinkilere üç dört deve sığar maĢallah, çok güzel yaptırmıĢsın, dedi. Hizmetkâr kapıyı açtı, ev gibi ambarın içine girdiler. Küçük bir holün dört bir yanında güzel tahtalardan yapılmıĢ üç dört metre yükseklikte dolap gibi muhafazalı ambarlar yerleĢtirilmiĢti. Birinin üstüne merdiven dayanmıĢtı. Müslim Bey: — Haydi çık bakalım Osman Ağa, dedi; çık bak ne kadar mısır var, gör.. Ne yapacağız bunları bilmem.. Amcana güvenip topladık.. «Doğan Bey ticaretin mektebine gitti, alıĢ veriĢi dayısından iyi yürütecek» derlerdi.. Bizi zarardan kurtarsın bakalım. Araya gitmesin diye tohum edeceğim bunları.. BaĢka Ģey ekemem. Parayla aldım, köylüye parasız dağıtacağım. Gün görmüĢ, gün geçirmiĢ hizmetkâr da dertliydi: — Ah Ģu Selanik gavurları ah dedi; Goralzade onlarla baĢ ederdi, yahudi dönme oyununa yeğeni çok dayanamadı. Müslim Bey, ambardan inen Osman'ı arka taraftaki buğday ve un ambarlarına götürürken: — Ah bu Selanik, dedi; Balkan Türklüğünün de, Ġstanbul'un da baĢına belâ.. Ne yapacağım ben Osman Ağa, köylülerime ne diyeceğim.. — Allah kerim Müslim Bey, Sultan'a bir heyet 9önderip «bizi Ģu Selanik tüccarının insafsız elinden kurtar» deriz, mahsulümüzü almıyor, çürütüyor Ç°k ucuz fiyat istiyor, deriz. — Hele bir Küçük Balkan Divanı toplansın. Sul- 282 BALKAN ACISI tan Hamid herhalde derdimize bir çare bulur, di-yen Müslim Bey ardından gelen Makedon delikanlısına seslendi: — Haydi atları getir DuĢan! Seyis koĢtu, atları konağın kapısı önündeki binek taĢına götürdü. Osman: — Bre biz daha ihtiyarlamadık getir buraya. Türk ata yerden atlıyamazsa, öldü demektir, dedi. Üzengiye basmadan ata sıçradı. Müslim Bey de aynı çeviklikle atına bindi. — Çiftliğe, değirmenlere gidelim, eksiğim varsa akıl verirsin. — Estağufrullah beyim, biz Küçükmatlılarm aklı kıttır. Bak, Doğan Bey, Selanik'te üç dört kefere ile baĢ edemedi.

— Deme öyle bre! Kızanın ne suçu var.. Hiç birimiz Ģehir iĢini, hele ticareti beceremeyiz. Rahmetli babam, «yörüklükten toprağa bağlandık, çobanlıktan, çiftçilikten baĢka iĢ yapamayız» derdi. Atlar birbiriyle yarıĢarak ovayı geçti, etrafı iğde ağaçları ile çevrilmiĢ çok geniĢ bir çiftliğin kapısı önünde durdu. Atlıların geliĢini takip eden kahya kapıyı açtı. Atlar gürül gürül akan bir derenin kenarına kadar gittiler. Osman attan indi, parke taĢlarla yapılmıĢ arkın kenarına gitti, elini uzattı. Su hızla akıyor bileğini zorluyordu, ceket yenleri ıslandı. — Buz gibi buz gibi, dedi. — Balkan'dan geliyor ya... — Kaç değirmen döndürüyor? — BeĢ, aĢağılardaki hariç tabii.. — Nasıl hıristiyanlar serkeĢlik yapıyor mu? — Hepsi de kuzu kuzu bağında bahçesinde ça- BALKAN ACISI 283 lıĢıyor.. Arada bir Rum Bulgaria, Makedon Arna-vutla kavga ediyor, ben gittimmi dağılıyorlar. Derenin kenarındaki kalın akça kavakların bu'-lunduğu yere geldiler. Ağaçların her birini iki kiĢi kucaklasa birbirine kavuĢamazdı. Müslim Bey: — Bunları kestireceğim, yerlerine ne ekeyim? — Kara kavak ve söğüt ek; bak sel suyu tarlaları yiyiyor, ağaç, toprak akıĢını önler. Çiftliğin sonuna gelmiĢlerdi, Osman: — Ben gideyim artık, dedi; diğer köylülere de bu mevsim arpa ekmelerini söyliyeceğim. — Kim demiĢ Doğan Bey'e arpa ekimi daha kârlı diye? — Selanik'teki bir subay arkadaĢı. Hadi Allahaısmarladık. Osman'la Müslim Bey tokalaĢtı. — Bak bu defaki geliĢin olmadı, Doğan Bey'le birlikte bekleriz. — ĠnĢallah! ĠnĢallah diyen Osman badem ağaçları ile hıyabân olmuĢ yol boyunca hala oğlunun Selanik'te amcası kadar ticarete devam edip ede-miyeceğini düĢündü. Türk köylüsü Balkan'ın her köĢesini cennet haline getirmiĢ, dağı taĢı bağ bahçe, tarla haline getirmiĢ, fakat Ģimdi bol bol elde ettiği mahsulünü satacak yer bulamıyordu. Devlet, Sultan Ģu Selanik dönmelerinin oyununa bir çare bulmalıydı. ,^¦•••"'4 f-*"p DOKUZUNCU BÖLÜM «Ağlasın milletin evlâdı da bangır bangır. Durma hürriyeti aldık diye sen türkü çağır!» Mehmet Akif Ersoy «Nerdesin, Ģevketli Sultan Hamid Han, Feryadım varır mı barigâhına? Ölüm uykusundan bir lâhza uyan, ġu nankör...... bak günâhına! Tarihler ismini andığı zaman, Sana hak verecek, hey 'koca Sultan Bizdik utanmadan iftira atan Asrın en siyasi pâdiĢâhına» Rıza Tevfik JÖNTÜRKLER OSMAN masadaki ateĢin bakıĢlı münevverleri seyrediyordu. Giyimleri, tavırları, bıyıkları sanki hep aynı çarktan çıkmıĢ gibi birbirine benziyordu. Hepsi de okumuĢtu. Kimi memur, kimi subay, kimi gazeteciydi. Masanın baĢına Ģakakları kırlaĢmıĢ, orta yaĢlı biri oturmuĢ, sırayla bütün gençlere söz veriyor, lüzum hissettikçe kendisi konuĢuyordu. Osman, hala oğlu Doğan Bey'in ısrarı üzerine bu toplantıya gelmiĢti. Kır saçlı adam konuĢurken Doğan Bey, Osman'ın kulağına konuĢanın uzun zaman Paris'te kaldığını, gazetecilik yaptığını fısıldadı. Topluluktaki bütün gençlerin onu hürmet ve takdirle karĢıladıkları, dinlerken takındıkları yüz ifadelerindeki dikkatten anlaĢılıyordu. Suphi Bey, yarım saattir konuĢuyor, odadakilerden çıt çıkmıyordu. Suphi Bey gözie- LALKAN ACĠSĠ 285 rini, aralarında ilk defa gördüğü Osman'a dikti, heyecanlı ve mütehakkim bir üslûpla konuĢmasına devam etti: — Niyazi Bey Resne'de dağlara çıktı, niçin ve\ çıkarken ne dedi: «Bütün Rumeli halkları için hür-/, riyet ilân edilinceye kadar dağdayım.» ArkadaĢlar!' Hepimizin böyle bir hürriyet aĢkıyle harekete geçmesi lâzım. Hürriyet herĢeyden üstün... -— Osman oturduğu yerden huzursuz bir Ģekilde kıpırdandı.. Kendisi rüĢtiyede okumuĢtu, burdakiler ise yüksek tahsilliydi. Hiç konuĢmaya niyeti yoktu, vicdanına bir iğne batırıldığını hissetti. KonuĢan düpedüz ihtilâlciydi. Köy divânlarındaki saf ve mert köylülerinin Suphi Bey gibi okumuĢları nefretle andıklarını hatırladı. Bunların

Rum komitacılarından ne farkı vardı. Doğan Bey'in yanına iĢ için gelmiĢ, lâfa tutulmuĢtu. Hem de Balkan köylüsünün hiç sevmediği lâflara.. Kır saçlı gazeteciye cevap verecekti.. Nerde ne tahsil yaparsa yapsın bu adam yanlıĢ konuĢuyordu.. Osman öksürdü, herkes gibi elini kaldırdı. O konuĢmaktan çok saban ve döven sürmeyi severdi, ama burda kendisini Küçük Balkan'ın temsilcisi gibi gördü.. Mehmet Bey, Topal Osman, Akça Hoca köy divânlarında nasıl konuĢmuĢsa öyle diyecekti. Suphi Bey yeni dinleyicisine baĢıyla söz hakkı verdi. Osman kalktı, güzel ve temiz giyimine rağmen iri yarı vücudu ve edası onu Ģehre yeni inmiĢ bir Balkan köylüsü gibi haĢin gösteriyordu: — Aptal adam bu Niyazi, dedi. Bütün gençler kendisine dik dik baktı. Doğan Bey ĢaĢırmıĢtı. Ne olmuĢtu dayı oğluna.. Haddi miydi bu kadar tahsilli arasında konuĢmak. Ġçinden «Gene din lâfı yapmasa bari» dedi. Osman Suphi Bey'e bakarak devam 286 tSALKAN AUISI etti! Söyledikleri, köy divânındaki yeni yetmelere mahsus köĢede sessizce dinlediği büyüklerinin sö. züydü: — Rum, Bulgar, Arnavut halkı ha! Hürriyet için Ģimdi Niyazi'yi desteklerler. Ama hürriyete kavuĢunca, istiklâl isteyip prenslikleri ile birleĢecekler veya Balkan'da Türk'ün baĢ düĢmanı olacak devletler kuracaklar. Türk'ü vurmak için, Türk'ü içinden yıkmak için, Ģimdi hürriyetin öncüsü olanlar birgün kendilerine hürriyeti bahĢedecek Niyazi'yi bile öldürecekler.. Ordumuza, subayımıza eĢkiya gibi dağa çıkmak yaraĢmaz.. Ama Ģimdi hürriyet deyip dağa çıkan çıkana... Balkan köylüsünün mahsul durumunu düĢünen yok.. Söyleyin beyler Ģu Urumeli'nde istibdat denen ne? Kime nasıl baskı yapılıyor? Vallahi ben Balkan'ın yüzden fazla köyünü gezdim, hepsi rahat, hepsi huzur ve serbestlik içinde .. Yalnız bütün müslümanlar biraz daha hükümetin kendini göstermesini bekliyor. Muratlı ve Mariçe gibi köylerdeki' Rum ve Bulgar komitacılarının katliamını nasıl unuturuz. Bu hıristiyanlann üstünden devlet baskısını, daha doğrusu jandarma murakebesini kaldıralım da Türk köyleri gene yakılsın, yıkılsın mı? Baskı Ģart, istibdat Rum'un, Bulgar'ın üstünden kalkmamalı.. Hemi de baskı lâzım.. Hemi de bunlarla iĢbirliği yapan kanı bozukların üzerinde baskı kurmak gerek... Gençlerin bir kısmı, sinirlenerek; bir kısmı, babacan bir ifade ile konuĢtuğu için Osman'a tebessüm ederek bakıyorlardı. Suphi Bey bu «münasebetsiz» misafiri getirdiği için Doğan Bey'i suçlayarak kıpırdanıyor, elindeki kurĢun kalemi ısırıyordu. Osman rahatlamıĢtı, konuĢması bitince hiç bir Ģey BALKAN AUlbl 287 göyiememiĢ gibi serin kanlı olarak sandalyesine oturdu. Doğan Bey, dayı oğlunun herkes üzerinde soğuk su dökülmüĢ tesiri yapan konuĢmasını tashih ve onu arkadaĢlarından habersiz getirdiği için yapmıĢ olduğu hatayı affettirmek gayesiyle hürriyeti, teceddüdü öven bir konuĢma yaptıktan sonra, Osman'ı da okĢuyacak tarzda konuĢmasına devam etti: —...hürriyet sindirildikten sonra meĢrutiyet gelmeli.. MeĢrutiyeti milletin anlaması lâzım. Millet uykuda, önce onu uyandıralım. DüĢünün, cahillerin seçtiği mebusların bir kısmı islâm birliği için propaganda yapacak.. Olur mu.. Ġngilizler bundan Ģüphelenir, meclisi kapar... O zaman meĢrutiyet de, devlet de kalmaz.. Bu acı neticeyi önlemek için önce f millete mefkure vermeli.. Millî mefkure verilmeden ; meĢrutiyetin ilânı muzırdır. Ancak millî ¦mefkureyi—' almıĢ olan milletler uyanmıĢ sayılır.. MeĢrutiyete lâyık olur, devletini korur. Suphi Bey Doğan Bey'e baktı: — Fikirlerinize hürmet ederim fakat yanlıĢ nuĢuyorsunuz, dedi. Aynı Diyarbekirli Mehmet Ziya Bey gibi.. Biz hürriyet sayesinde herĢeyi tesis ede-ceğiz. Hürriyet her inkılâbın sihirli anahtarı olacak.. Misafir bey herhalde köylü.. Mahsullerinin değerlendirilmesini istedi.. Bizim de istediğimiz odur.. Prens Sabahattin Bey münhasıran buna aklını yoruyor.. Osmanlı milleti için hayırlı Ģeyler söylüyor.. Hür teĢebbüs, mahalli muhtar idareler.. Onun iktisat bil-9isi ile köylü alın terinin karĢılığını alacak.. ^ Ġnce, muntazam bıyıklarının ucunu kıvırarak aya-93 kalkan bir genç söz aldı: — Bence, dedi; «Prens», lâkabı kadar Türk'tür Sultanzade kalmayı tercih etse, kökünden kopmasa iyi ederdi. Muhtariyet hakkındaki fikirleri azınlığa> Rum'a, Bulgar'a, Arnavut'a hizmettir. BaĢka bir genç gülerek arkadaĢını tasdik etti; — Tabii ya, Sedat Bey doğru konuĢur. Damat oğlu «Prens» mi olur, yani Ģehzade. «Poh! poh!» Teceddüt ve hürriyet getirecek adamın lâkap düĢkünlüğüne bakın... Sedat Bey, kendisini destekleyen arkadaĢından güç almıĢ gibi daha yüksek sesle: — Asırlardır Türk'ün asil kanıyla, alın teriyle yoğrulmuĢ bu topraklar üzerinde Rum, Bulgar, Ermeni, Kürt, Arnavut, Yahudi ve bilmem ne çıfıt kavme ait muhtar bölgeler kurulsun haa... Prens Sabahattin Bey'in en çürük yanı bu.. Akıllı adam bu fikri nasıl ileri sürer anliyamam.. Prens'e kalsa bu

koca devleti her azınlığa bir muhtar devlet bağıĢlıya-rak parçalıyacak.. Han-ı yağma! Ama devlet kendinin değil ki.. Miras yedi gibi... Suphi Bey beyaz Ģakaklarını sıkmıĢ tel çerçeveli gözlüklerini çıkardı, ayağa fırladı: — Sedat Bey! dedi; ters izah ediyorsunuz, ademi merkeziyetçilik ve hususi teĢebbüs fikri tamamen iktisadidir. Sonra Prens vergide de, idarede de Ġslahat istiyor.. Bunlar için hürriyet ve adalete önem veriyor.. Doğan Bey, Suphi Bey'i desteklemek için: — Tabii beyler özel teĢebbüs iyi., diyecek oldu, Osman sözünü kesti. — Sen de özel teĢebbüscüydün, tüccardın, ne yaptın.. Üç dört yahudi dönmesinin oyununa gelip kaçıverdin, meseleyi baĢka cepheden ele almalısınız, dedi. Doğan Bey: «Prens Sabahattin Bey..» d|- ye konuĢmasına c!e*/am etmek isterken Sedat Bey yüksek sesle: —¦ Bırakın yahu o Prens'i, fikrini bir Ermeni gazetesi yayıyor.. — Ama Terakkiperverlerin, Jöntürklerin babası.. Osman, Sedat Bey'in konuĢmasını ve kimseyi dinlemeden sözüne devam etmesini sevmiĢti. Sözleri içini ısıtıyordu. — Ġttihat Terakki zaten bir Bizans mozaiği birader, dedi Sedat Bey: Kendi aralarında anlaĢmaları lâzım.. Bence Ģimdi herĢeyi bırakıp devletimizi parçalanmaktan kurtarmalıyız.. Biz Avrupalıların siyasetine yardımcı olmayalım. Ġngiliz Kralı Edvard'la Rus Çar'ı Nikola Osmanlı Ġmparatorluğu'nu parçalamak için Reval'de toplanmadılar mı? Prensin ademi merkeziyet fikri düĢmanlarımızın bu isteğini kolaylaĢtırır.. Selanik'i Yunan'a, Manastir'ı Sırb'a vermek isteyenlerin hareketine kim razı olur... Toplantının en yaĢlısı Suphi Bey, «Diğer arkadaĢlar da konuĢacak» diyerek Sedat Bey'in sözlerini kesti. Osman Sedat Bey'in içine su serpen konuĢmasının tesiri altındaydı. Demek Jöntüklerin arasında kendisi gibi, köylüleri gibi düĢünenler de vardı. Bütün fikirleri uymayabilirdi, fakat vatansever ve samimiydiler.. Hürriyet ve Ġttihat gibi cemiyetlerin köy divanlarında kulağına çalındığını hatırladı. Babası da amcası da kızardı bu cemiyetlere. Müddeiumumi dayısının sözlerini de bu Ģehirli tahsillilere duyurmalıydı, kalktı, belki Suphi Bey konuĢmasına müsaade etmiyecekti fakat o izin beklemeden: — ĠttiJıaj_JJezakkL,dedi; azınlıklara hürriyet vermek için, Koca Balkan'dan geri kalmıĢ bir avuç Kü-Çük Balkan'ı da gözden çıkarmıĢa benziyor.. Bunu /da hürriyet için yapıyor. Sultan'ı yıkmak için devleti yıkmak.. Bir Türk köylüsü gibi muhafazakâr ve pervasızca konuĢan Osman'ın kendisini umursamadan sözlerine devam etmesi, Suphi Bey'i sinirlendirdi; sert ve azarlar gibi bir ifadeyle: — Siz misafirsiniz, dedi, kızgınlıktan tükürüğü kurumuĢtu, zorla yutkundu; bunca yılın hürriyetçi gazetecisi karĢısında cahil bir Türk köylüsünün ukalâlığına boyun eğemezdi, eli ayağı titriyordu, sözlerini baĢtan aldı: — Siz misafirsiniz, yalnız dinleyin. Burada uzun müddet Avrupa'da ilim ve fünûn tahsil etmiĢ insanlar var. Bilene hürmet edip dinliyecekseniz durun, yoksa çekip gidin. Osman, ayağa kalktı, yumruklarını sıktı. Hayatında ilk defa kovuluyordu. Hala oğluna ve güzel ve haklı konuĢmasıyla kanının kaynadığı Sedat Bey'e baktı: — Sizin haksız ve yanlıĢ konuĢtuğunuzu bilen çok Jöntürk var burda, dedi. Kapıyı açıp sessizce dıĢarı çıktı. Doğan Bey hala oğlunun arkasından çıkıp çıkmamakta tereddüt gösterdi. Sonra yerinin rüĢti-yeli arkadaĢının yanında değil, yüksek tahsil yapmıĢ Jöntürklerin tarafında olduğunu düĢünüp oturduğu yerde kaldı. Bir an Sedat Bey, babacan tavırlı misafirin peĢinden koĢmayı düĢündü, fakat toplantıdan sonra ciddi bir karar alacaklardı; vazgeçti. B LOCADA Kemerli kapısının yüksek taĢ sütunları üstünde teke kabartmaları bulunan rokoko usulünde ya- BALKAN ACISI \ 29t büyük binanın önünde iki fesli durdu. BaĢ- kapı baĢlığının saçağına yerleĢtirilmiĢ yansıtı-cı aynaya çevirdiler. Kendileri birĢey görmemiĢler-jj( fakat onları uzun zamandır bekleyen bir hizmetçi hemen kapıyı açtı. Misafirler portmantoya redingotlarını bıraktılar. Salonda bir kâtip karĢılayıp onları temannayla eğilerek içeri buyur etti. Misafirler içerde çok kalmadı, ciddiyet dolu bir somurtkanlıkla mermer merdivenlere yürüdüler. Pırıl pırıl cilalanmıĢ ceviz merdiven trabzanlarına tutunarak yukarı çıktılar. Krem rengi yağlı boya ile yeni boyanmıĢ hissi veren çift kanatlı salon kapısını tıkırdattılar. Kapı açıldı. Gözlerini ıĢıktan rahatsız olmuĢ gibi kırpıĢtıran bir ihtiyar, parola yeniledi. Rumca konuĢuyorlardı. Misafirleri upuzun salonun sonundaki küçük kapıdan içeri aldı. Burada masa üzerine serilmiĢ Balkan Haritası üzerinde çalıĢan iki kiĢi vardı. Biri baĢını doğrulttu. Grek burunlu, sümük bıyıklı, dar alınlı, küçük yüzlü adam misafirlere doğru yürüdü. Ġki misafirle de baĢparmaklarının üstüne hususi bir itina göstererek bastı, tokalaĢtı. Neden sonra harita üzerinden çekilen adam da geldi. Yüzü Bizans mozaiklerindeki Rumlar gibi çirkin ve donuktu. Uzun kalın bıyıkları favorileriyle

birleĢmiĢ misafirler, kendilerini karĢilıyanları Bulgar kilisesinde vaiz vermeğe kalkan Rum papazlarına benzetmelerine rağmen tebessüm ediyorlardı. — Sizinle tanıĢtığımıza memnunuz, Yorgo ve Melas! dediler. — Biz de yüzbaĢı Paniça biz de... Kendisinden s°nra harita üzerinden çekilip gelen arkadaĢına te-^ssüm ederek devam etti: Metr Salem bizi bu Oca ile daha iyi anlaĢmaya sevkedecek. 292 BALKAN ACISI Haham kıyafetli, keçi sakallı biri içeri gjrdi Gizli cemiyetlere has tören Ģekliyle tokalaĢtı|ar Maroken koltuklara oturduktan sonra içerdeki|er kimi bekliyoruz gibi birbirlerine bakıĢtılar. Bu Sa. birli bekleyiĢten sonra kapı açıldı, içki içmekten yanakları acaip bir kızıllığa bürünmüĢ, gözleri pat. lak patlak olmuĢ orta yaĢın üstünde bir adam gö-ründü. Odadakiler ayağa kalktı. Pavlos Melas yeni gj. reni «Abraham Temo» diye tanıttı. BaĢköĢeye kurulan adam hemen konuĢmaya baĢladı: r — Bu defa elimizden kurtulamıyacak, dedi; Ab- ' dullah Cevdet'le Ġshak Sükuti de benim fikrimde.. BaĢaracağız, otuzüç yılın intikamını alacağız... Daha önce ermenilerin, Jores'in yaptığı hataya düĢmiye-ceğiz. Öldürmek değil, yaĢayan fosil haline getirmek lâzım Sultan'ı.. Teodor Herz'le, MoĢe Levi'nin ona yirmi milyona yaptıramadığını, ittihatçılara yirmi ku- /tuĢa yaptırdığımızı görerek kahrından ölecek. YüzbaĢı Paniçe: —¦ Tamamiyle size katılıyorum, haklı konuĢuyorsunuz, dedi; fakat ittihatçıları kontrolümüze alıp istediklerimizi yaptirabilmeliyiz. Ġlk iĢ kendi aramızda sıkı olmayı sağlamaktır. Bulgar, Rum köyleri birbirine düĢtü, bu gerginliği gidermek kiliseleri anlaĢtırmak lâzım. Bunu sağlamak için bir kanun hazırlanıp meĢrutiyetin ilk meclisinden çıkarılsın. — Biz Rizorti mensupları kabul ediyoruz, fakat Brindizi locasındaki bazı genç subaylar engel oluyor. . — Onları kandırmak lâzım, bir paĢayı kendimize çekince mesele hallolur. — Selanik'te kuvvet durumu nasıl? diyen Pan'' ça'ya. Pavlos Melas: — Ġyi Ġyi, ben Sebata ve MenteĢ'e talimat ver- BALKAN ACISI 293 Jim. Sara ve Madam MenteĢ de o iĢ için hususen vazifelendirildiler. Siz Bulgarlar ne kadar kuvvetle atılıyorsunuz? — Dört bin Bulgar askeri benim emrimde, San-danski de daha kalabalık bir Bulgar askeri birliği ile yolda.. Sırplar da bin gönüllü veriyor. Sultan artık tahtta kalamaz, diyen Paniça, ayağa kalktı, gitmeğe hazırlanırken: — Siz de bir an önce, Rum çetecilerini hare- ] kete iltihak ettirmelisiniz. Hatta Selanik'te iĢsiz / güçsüz kim varsa onları da kandırın.. Parayla, vaad- / |e Sırpları, Makedonları, Çingeneleri, Bulgarları Ġstanbul yoluna dökün.. Kalabalığın hareketi halka bi- \ zjm haklı olduğumuzu gösterecek.. Ama propaganda, propaganda lâzım.. Sultanı kötüleyip, hürriyeti ve bu hareketin haklılığını yayacak kandırıcı insan ve vasıtalar gerek., dedi. Melas: — ġebata'nin halefi Abdias ne güne duruyor, dedi; yahudi cinliği ile o değil Türk topraklarını, dünyayı yerinden oynatır. En iyi yardımcımız, yaygaracımız olur. _ — Propaganda lâzımdır dedim, tabii bu hare- ] ketten Avrupa azami Ģekilde etkilenmeli.. Jöntürk- / lerin hürriyetten ümit ettiklerinin çok fazlasını biz I gayrimüslimler elde etmeliyiz. -—J — Halkı, askeri tahrik edeceklerin ağzına taltif ve teĢvik edici sloganlar verdik bile.. Bu harekete katılanlara «Nigahbân-ı hürriyet, muhafaza-i hürriyet..» gibi sıfatlarla hitap edilecek. Abraham Temo, teĢkilâtının bu hazırlığından Çok memnun oldu, bağırarak: : — Rofto Mori! Rofto Hürriyet, yaĢasın Balkan halkları! diye kadehini kaldırdı. 294 BALKAN ACĠSĠ Odadakiler de heyecanla bağırmağa baĢladı Rofto, dajiveye, zito kelimeleri arasında «YaĢasın Hürriyet» boğulmuĢtu. «YaĢasın Hürriyet»i «Zito» «ROf. to», «dajiveye» kelimeleri ile herkes kendi d i [ inde söylüyordu. Aynı mefhumu farklı dillerde ifade eden bu in. sanların gönüllerindeki istek ve emeller de baĢka baĢkaydı. Fakat hepsi de bu kelimeleri, Balkan Türklüğünü de, Osmanlı Ġmparatorluğumu da boğacak-mıĢ gibi aynı nefret ve ihtirasla telaffuz ediyorlardı. Paniça, arkadaĢlarını içerde bıraktıktan sonra «benim yetiĢmem lâzım» deyip, çıktı. Odadakiler harita üzerinde toplanmıĢlardı. Pav-los Melas: — Manastır ve Sofya ile Türklerden biri temasa geçmeli.. Sandanski bağı kurmuĢ fakat., dedi. Onun sözünü Abraham Temo kesti:

— Genç bir zabit var, dedi; yeni kayıt oldu, mübtedi fakat müsteid. Onu vazifelendirdim. Ġlerici bir Türk.. Sultan'ın azılı düĢmanlarından. Dikkatli olalım, bir daha böyle bir fırsat ele geçmez. Ġngilizlerin bizim için hazırladığı müsait ve kurnazca mizanseni tam zamanında değerlendiremezsek Türk milleti karĢı kor, harekete katılan Türk askerleri nadim olup dönebilirler. ġ imdi herkes vazifesinin baĢına. Buyrun, yeminimizi unutmayalım. O gece bütün Selanik uykudaydı. O gece bütün Rumeli uyuyordu. Karanlıkta yarasalar, baykuĢlar uyumamıĢtı. Karanlıkta yılanlar Ġstanbul'a doğru sessizce sürünmüĢtü. Balkan Türklüğü gün ıĢığıyla hiçbirĢeyden habersiz tarlasındaki iĢine koĢtu. Yurt aĢkıyla Uru- BALKAN ACISI 295 ineli türküleri söyliyerek toprağında çalıĢtı. YeĢeren ekinlerini, çiçeklenen ağaçlarını okĢadı. Toprağını sevmenin, onun istediği bakımı göstermenin iç huzuru içindeydi. Üzerine çöreklenmiĢ fitne ve belâ bulutlarından, fesat rüzgârlarından haberi yoktu. Balkan'ı kaplıyan kara bulutlar Yunan Zeus'undan emir almıĢcasına Ģımarık ve mütecaviz bir Ģekilde Avrupalılarca yıllardır silâhlandırılmıĢ kudurmuĢ bir insan sürüĢüydü. Sara ve Madam MenteĢ Ailos ve Hades için Ģen Ģakrak kahkahalarını Selanik'te atarken bunların nefesiyle bastıkları yeri kurutan ate bulutlarıyla sürüklenenler, Türk'ün Trakya topraklarına yığılıyordu. Bu bahtsız harekette yeni bir haçlı seferine çıkmıĢ gibi asırlık kinleri depreĢmiĢ her milletten asker ve çapulcu vardı. Sırplar Kosova'nın,^ Rumlar Bizans'ın, Bulgarlar Varna'nın, Ulahlar Ni bolu'nun intikamını almak için Büyük Osmanlı; vurmağa gidiyorlardı. DÖNÜġ Leylâ Hanım, babası ve annesi, bütün hizmetkârları alıp Üsküpler'e gittikten sonra koca konakta yapayalnız kalmıĢtı. Halayığıyla iki çocuğunu alıp bahçeye çıkıyor Celil Efendi'nin tatlı Arnavut Ģive-siyle anlattığı Selanik haberlerini dinliyordu. Kocası Doğan Bey gene gece yarıları sarhoĢ bir vaziyette gelmeğe baĢlamıĢtı. Kocasının kahrını daha ne kadar çekecekti. Evlendikten sonra bir defa olsun ġu güllük güzellik bahçenin içinde birlikte dolaĢmamıĢlar, Selanik'in içinde paytonla tenezzühe çık- 296 BALKAN ACĠSĠ mamıĢlar, bir kerecik kayıkla deniz safası yapmamıĢlardı. Kızken de babası bırakmamıĢ, kafesteki bir kanarya gibi kendisini herĢeyden korunmağa muhtaç bir canlı olarak görmüĢtü. ġ imdi de kocası onu konağa hapsetmiĢti. Leylâ Hanım'ın dıĢarda da, hiç bir Ģeyde de gözü yoktu. Kocası gelsin, çocukları ile hiç olmazsa akĢamları beraber olsun istiyordu. Leylâ Hanım bu yalnızlığına üzülürken son günlerde Doğan Bsy'in iĢlerinin bozulduğu haberini de almıĢtı. Kulağı delik ve giriĢken olan Celil Efendi, mağazaya ve daire-lere gidip gelirken Doğan Bey'in Enise ile münasebetine devam ettiğini, Sara'nın suarelerine gittiği-ni öğrenmiĢ, fakat üzülür diye «küçükhamm»a söylememiĢti. Leylâ Hanım, kocasının kendisini bilmeyecek kadar sarhoĢ geldiğini gördüğü bir gece, çileden çıktı. Sanki delirmiĢti. ġ imdiye .kadar ters bir karĢılık bile vermediği kocasına bağırmaya baĢladı. Sesinin Ģiddetinden sofanın bütün camları titreĢti. Hanımının çığlığına halayık yetiĢti. Leylâ Hanım eline ne geçirmiĢse Doğan Bey'e atıyor, vuruyordu. Çocukları ilk defa karĢılaĢtıkları bu üzüntülü sahnenin ĢaĢkınlığı ve uyku sersemliği içinde feryat ederek ağlıyordu. Doğan Bey, bir köĢeye büzülmüĢ, ellerini baĢına siper yaparak, bağırarak vuran karısının karĢısında süt dökmüĢ kedi gibi pusmuĢtu. — Yazıklar olsun sana; Babam, öksüz kaldın yanımıza aldı. Okuttu. Avrupa'ya yolladı. Onun yaptığı masraflara karĢılık sen okudukça zındıklaĢtın, önce onu ve annemi üzdün. Sonra pis bir hayata düĢtün tavernalarda, meyhanelerde dolaĢtın. Gavur Ġngilizlerin, kokanaların peĢinde sürttün. Sonra piġ -manlik duyduğunu söyleyip, babama kendini affet- BALKAN ACISI 297 tirdin. Düzeldin diye seninle evlendim. Babacığım herĢeyini sana bırakıp köye gitti. Bu muydu yapacağın.. Hani sen ticareti, hesabı bilirdin, onun tahsilini yapmıĢtın.. Ġflâs ettin.. Tuhh sana, paranı pulunu çıfıtlara yedirdin... Bununla da kalmadın, dönme kadınların bile hakaretine uğradın.. Ben çocuklarımı alıp köye, babamın yanına gideceğim.. Selanik baĢında paralansın.. Leylâ nefes nefese konuĢmuĢtu. Kalbi kuĢ gibi çırpınırken ağlaĢan çocuklarının küçüğünü kucağına aldı, sinesine bastırdı. Öbürünün de elinden tuttu, dıĢarı çıktı. Halayığa: — Bacı hazırlan, gidiyoruz köye, daha çok tahammül edemiyeceğim. ġ imdiye kadar benim yerimde sabır taĢı olsa çatlardı. HerĢeyimizi hazırla, dedi. Bu sırada fırlatılan eĢyalarla kırılan cam seslerini duyan Celil Efendi de geldi. — Leylâ Hanım! Kızım, dedi; Sen bana Goral-zade'nin emanetisin, üzme tatlı cancağızını.. Her-Ģey düzelir.. Bunca yıl tahammül ettin.. Onunda durulacağı zaman gelir.. Hadi sen çık Ģimdi yukarı.. HıĢtırma kocana hiç.. Köye gidersen ihtiyar babanı / ve anneni de üzersin. Köyde Abdurrahman Ağa'nın kızı kocasından kaçmıĢ derler..

Leylâ Hanım hıçkırarak yukarı çıktı, bir odaya çocukları ile kapandı. Dizlerinde çocukları içlerini Çekip arada bir hıçkırarak uyurken, o da ne kadar ağladığını bilmiyordu; baĢının altındaki yastık göz yaĢlarından sır sıklam olmuĢtu. BaĢ ucunda bir ses iĢitti: — Affet Leylâ, affet! Sana lâyık olamadım, bir daha yapmayacağım, affet! Bu sese baĢını kaldırdı. Gözleri kan çanağı ol- Doğan Bey yalvarıyor, kendisinden özür dili- 296 BALKAN ACĠSĠ yordu. Leylâ baĢını indirdi, kocasına hiç cevâp vermeden çocukları ile meĢgul oldu. Ağıtları kesilmiĢ çocuklar tedirgin bir ürkeklik içinde uyanıp, anne-lerini ağlatan babalarına öcü görmüĢ gibi korkarak bakıyorlardı. Doğan Bey çekine çekine konuĢuyor-du: — Affet Leylâ, affet! Bir daha içmeyeceğim. Kapının yanında üzüntü içinde dikilen halayık, hanımının hiç cevap vermediğini görerek ilk defa Bey'ine çıkıĢtı: — Gül gibi karın var, nur topu gibi çocukların, dedi; gül üstüne baĢka Ģey koklanır mı? Bey oğlu beysin çıfıtla, Rumla ne gezersin sen, ayıp! Doğan Bey, halayığın kolundan tuttuğu gibi dıĢarı attı, kapıyı kapadı. Leylâ yaĢlı gözlerini kocasına çevirdi. Doğan Bey de ağlıyordu. Kocasını çocukluğundan beri ilk defa ağlarken görüyordu. Kalktı, kocasının yanına gitti. — Nen var Doğan, nen var Doğan Bey! dedi. Kocası kendisine bakmadan konuĢuyordu: — Selanik bize göre değilmiĢ Leylâ.. Sen dört - duvar arasında yaĢıyabiliyordun.. Fakat biz erkekler asla.. Önce çevre ve iĢ icabı sonra.. Affet beni affet.. Rumlar aĢüfte, dönmeler fitne., yahudiler Se-¦: lanik'in herĢeyine el atmıĢlar.. Yıllarca önce Londra'-' dan gelirken konuĢtuğum Alman ne doğru söylemiĢti: «Dikkatli olun bütün köpeklerin gözü sizde.. Mü-dafasız kaldığınız zaman saldıracaklar.. Kuzu gibi safsınız.. Kimin dost kimin düĢman olduğunu bilmiyorsunuz.. Her tatlı sözle karĢınıza dikilene kapılıyor, inanıyorsunuz.. DüĢmanın silâhını anlamıĢ siyasî bir çobanınız var.. Akıllı, tedbirli Sultan'ınıza sahip olun..» diyordu. Bu Alman'ı Ġngilizler öldürdü. Sultan'ı da tahttan uzaklaĢtırmak için çalıĢanlar Ġn- BALKAN ACĠSĠ 299 giliz.. Benim iflas etmem için her kalleĢliği yapan kız Ġngiliz Miss Field.. Uğursuz kız.. Nerden çıktı karĢıma.. Benim en verimli yıllarımı Ġngilizler yedi.. Ah Ģu Ġngiliz. Avrupa hayranlığı.. Teceddüt, garplılaĢma hastalığı.. Yedi bitirdi bu hastalık bizi, için için kemirdi.. ġ imdi devleti yiyiyor.. Hürriyet, müsavat, uhuvvet diye bir zehir verdiler içtik.. Bütün münevverler Ģüphesiz seksiz içtik.. Bütün münevverler sarhoĢ olduk.. SarhoĢuz.. Ne yapacağımızı bil miyoruz.. Nadim oldum kolejde, Avrupa'da okuduğuma.. Osman ne temiz ne saf bir Türk düĢüncesinde.. Bir toplantımızda beni mahcup etti, arkadaĢlarımın arasında utandırdı diye düĢünmüĢtüm. ġ imdi o ne kadar haklı.. Bir rüĢtiye, bir Sultani tahsili benim neme yetmezdi.. Okudukça bozuldum.. Affet beni Leylâ affet.. Küçükmatlı'da bir köylü olarak kal-saydım ne kadar mesut olurdum... Babaları konuĢurken çocuklar, tekrar bir köĢede uyuyup kalmıĢtı. Leylâ'nın kalbi zaten yufkaydı.. Kocası anlattıkça ağladı. Halasını düĢündü EniĢtesi Vecdi Bey'le köĢklerinde yanıĢları.. Elleri ayakları yanıklar içinde Doğan'ın Selanik'e geliĢi.. Konağın bahçesinde, deniz boyunda beraber oynadıkları çocukluk günleri.. Kocasının baĢını elleri arasına aldı. — Bak Doğan, dedi, affettim, fakat içmeyeceksin bir daha, müslüman Ģarap içmez, sen de içmi-yeceksin. Bu Ģehri terkedeceğiz, köye gideceğiz. * ** Bu olaydan sonra Doğan Bey eve vaktinde döner oldu. Fakat yüzü daima asık ve kederliydi. Leylâ günlerce yalvardıktan sonra onu Küçük Balkan'- V 300 BALKAN ACĠSĠ daki köylerine dönmeğe razı etti. Doğan Bey mağazayı, depolan satacaktı. Dayısının Sultan Abdülha-mid taraftarı olmasının ona da zararı dokunmuĢtu. Konağı yeni devir zenginlerinden bir «Ġttihat Terakki Cemiyeti» üyesi kiraladı. Depoları ve Mağazayı yıllardır Goralzade'yi yıkmağa çalıĢan Kara MenteĢ aldı. Konağı Eniss çok istemesine rağmen MenteĢlere vermedi. Doğan Bey lisan ve iktisat tahsiline rağmen Selanik'teki dönmelerin ticarî oyununa dayısı kadar tahammül edememiĢti. Ticarete yatkın değildi. Son zamanlarda iĢlerini takip etmeyip zamanının büyük kısmını ittihatçılarla birlikte toplantılarda geçirmiĢi. EĢyalarını yükletip arabalarla Küçükmatlı'ya giderken Bajkarf\ kırının temiz havası içine doluyor, köyler kadar Ģe- \ hirlerin de TürkleĢmemesine acınıyor, dertleniyor- I du. «Bir Selanik, bir Manastır TürkleĢtirilse baĢımı- J za bunlar gelmezdi». Paytonda giderken kocasının böyle söylenmesi Leylâ'ya dokundu. — Sana ne oldu Doğan, arada söyleniyorsun, ne diyorsun anlamıyorum, diyerek çıkıĢtı. Doğan Ġn-cekarasu Vadisi'ne dalan gözlerini yanındaki çocuklarına döndürdü. Onları dizine alıp köyleri, çiftlikleri hakkında bilgi

verdi, çocukların hayvanlar hakkında sorularını cevaplandırdı. Leylâ'nın da, Zehra'nın da, Hamide'nin de gözleri gülüyordu. Babalarıyla birlikte akrabalarının, Türklerin çok olduğu Küçük Balkan'a gidiyorlardı. lĠr UHLISrtIM HUI3I ç ACI HABER Ağızları bıçak açmıyordu. Niçin Türk köylüsü-^ nün hiç bir Ģeyden haberi olmuyordu. Dünya yansa yıkılsa Küçük Balkan aynı mı kalacaktı? Selanik, Ġstanbul gâvur olsa, müslümanlıktan çıksa, Küçük Balkan da müslümanlıktan çıkmazdı ya.. Bâb-ı Âli onlardan yıllardır bir vergi bir de asker isterdi. Bü tün Urumeli Türklüğü bu iki borcunu ödemenin gö nül rahatlığı içindeydi. Daha devlete ne yapabil irilerdi. Siyasete akılları ermezdi ki.. Zaten Türk köyr lüsünü kim dinliyordu.. Tahsil yaptırdığı evlâtlar} ona «cahil, mutaassıp» diyordu. Mehmet Ali Bey'in selâmlığında toplanmıĢ köylülerin hiçbiri konuĢamıyordu. KapanmıĢtı ağızları.. Dillerini yutmuĢlardı. DonmuĢlardı. DiĢlerini sıkıyorlar, müthiĢ bir hınçla avurtları seyirir gibi hareket ediyordu. Hepsinin gözleri ağlamaklıydı, doluydu.. Acı haberi getiren suçlanmıĢ kapı yanındaki' postun üstünde sücûddaymıĢ gibi elleri dizi üstünde hareketsiz kalmıĢtı. Herkes Kayalar Bey'inin konuĢmasını bekliyordu. Artık bu devlet yıkılmıĢ demekti. Ne vali, ne mutasarrıf, ne kaymakam, ne as ker kimse kimseyi dinlemiyordu. Küçük Balkanlıla atalarının Urumeli'ni fethettiği ilk yılların heyeca !ı ruh halindeydiler. Diken üzerindeymiĢ gibi uy nık durmak lâzımdı. Bir elde çift-çubuk, bir elde sji-lâh.. Beye, büyüğe, hocaya, Sultan'a itaat AllahUn emriydi.. ġ imdi kimin kime itimadı kalmıĢtı.. Ahırlarca önce Kosova'da kazanılmıĢ bir zaferden sonra bir Sırplı tarafından hançerlenerek Ģehit edilen M|J- 302 BALKAN ACĠSĠ rat Han'ın acısı yeniden tazelenmiĢti. Mehmet Ali Bey köy divânındaki sükûneti bozdu: — Bir daha anlat oğul! Ġnanamadım, hakikat mı, kâbus mu, Rüya mı? Söyle. Selanik'ten gelen postacı Kâzım, cebinden gazeteyi çıkardı, kısık bir sesle: — ĠĢte burda yazıyor, Serbesti gazetesi, Ġstanbul'dan gelmiĢ.. Sultan halledilmiĢ.. — Kim halletmiĢ kim? Postacı Kâzım gazeteyi okuyor hâlâ kimse inanmıyordu. Cılız bir sesle: — Ordu, Ordu, dedi. Mehmet Ali Bey sinirliydi, postacıya kızarak: — Hangi ordu, kimin ordusu? dedi. — Üçüncü ordu!. —¦ Hımm!. diyen köylüler artık habere inanmıĢtı. Postacı Kâzım konuĢuyordu: — Selanik'teki Türkler üzgün, Sırb'ı, Bulgar'ı, Rum'u, Çingene'si Ġstanbula kadar geçtiği yerlerde ne ticarî, ne zirai hiç bir değerli Ģey bırakmadan ezmiĢ, çiğnemiĢ, talan etmiĢ. Ġstanbul'a kadar Osmanlı'nın bunca yıl koruduğu mülki hürriyeti ayaklar altına alınan halk, aç ve korku içindeymiĢ. — Oğul hele sen gazeteyi oku, Sultan Hamid'e ne olmuĢ? — Selanik'e süreeeklermiĢ. Bütün köylüler hep bir ağızdan: — Gelsinler baĢımızın tacı olsunlar.. Kayalar Bey'i: — Ver oğul gazeteyi ver, dedi, aldı. Elleri tit-riyerek okuyor, yüzü renkten renge giriyor, baĢına kan sıçrıyordu. — Eyvah eyvanlar olsun, çok çirkin, tarihimize kara leke.. Alçaklar, gayrı müslimleri halifenin huzuruna çıkarmıĢlar.. Türk olan bunu yapmaz.. Mil yonlarca müslümanın, Türk'ün halifesini, hakanını gayrı Türkler, gayrı müslimler halledemez.. Hâl haberini götüren alçaklar, utanmazlar, pervasızlar padiĢahımızın bütün ceddine, bütün milletimize hakaret ettiler.. Haham, papaz, zangoç kafirleri Abd hamid Han'dan haçlı seferlerinin öcünü aldı... — Bey oku da dinliyelim ne olmuĢ. — Al oğul sen yüksek sesle oku da, halle memur tiynetsizlerin ne köpek olduklarını ben söyli-yeyim. Postacı Kâzım gazeteyi aldı, her iki kelimede aurup Mehmet Ali Bey'in yüzüne bakarak okumağa baĢladı: — Halle memur edilen heyette bulunanlar Emanuel Karosso! — Pis yahudi, Ġtalyan casusu! — Aram Efendi! — Zalim Ermeni, Hınçakyanın çıban baĢı! — Gürcü Arif! — Nankör köpek! Sultan'ın merhametine çok sığınmıĢ, yardımını görmüĢtü. — Esat Toptani! — Hain, Arnavut komitacısı! Bütün köylüler:

— Allah hepsini kahretsin, Allah belâlarını verdin! diye bağırdı. Köy cemiyetindekilerin çoğu hıç-fcıra hıçkıra ağlıyordu. Topal Osman ÇavuĢ: — Breh breh bre! dedi; yazık bunları gönderene, bir Türk de mi bulamadılar bre! Yuh olsun, tuh °!sun ervahlarına! — Bir Türk bulamazlardı elbet, Türk'ün altıyüz yıllık Ģerefini, tacını böyle adice payimâl edecefc bir Türk çıkamazdı elbet. — Tabii padiĢahın karĢısına bir Türk çıkamaz çıkmaz; Türk'ün Osmanlı hanedanına duyacağı bîr kin bir öç duygusu yok.. Halle memur olanlar, Ya. hudi, Arnavut, Gürcü, Ermeni.. Saltanata da, Türk'e de en çok kin duyanlar.. Bu adi hareketleriyle yı|. lardır içlerinde biriktirdikleri intikam duygusunu taĢırdılar.. — Eyvahlar olsun, demek bunlar hakim olacak meĢrutiyete.. Artık Vilâyeti Selase Ġstanbul'un ha- fkimiyetinden çıktı demek. Eyvahlar olsun! — Bundan sonra bize Küçük Balkan'da da rahat yüzü yok! — Kefereler demek «Seni millet halletti» de-"M misler ha! Millet kim ben, sen.. Urumeli'nde ve Anadolu'da yaĢıyan milyonlarca Türk.. ( t- Millet adına, hürriyet adına ne cinayetler iĢ- lenecek, Allah sonumuzu hayra çıkarsın.. Ġyi gün-T lerde değiliz.. Kefereler azacak.. Gene Rum komitacıları köylerimize saldıracak.. Bütün gayrı müs-limler bu hareketten Ģımarır, tecavüzkâr olur, dağı-lalım; evlerimizde, köylerimizde tedbirlerimizi alalım. Acı haber selâmlıktan konağa, ordan bütün Ka-yalar'a, köylere yayıldı. Kadınlar kızlar feryat edip ¦ağladı. Otuzüç yıllık sulh ve sükûn devrinde yetiĢmiĢ Hamid isimli erkek, Hamide isimli kız çocukları ağlıyordu. Bütün Türk köyleri ağlıyordu. Türk Balkan kan ağlıyordu. • Milliyet olmayan yerda Ģahsiyet, Ģahsiyet Olmayan yerde insanlık yoktur.» Peyami Safa A KAYALAR Cemrelerin üçüncüsü de düĢmüĢtü. Artık Balkan'ın kıĢı geçmiĢti. Duvar diplerinde, kapı eĢiklerinde çocuklar güneĢleniyor, bağa bahçeye koĢturanları seyrediyorlardı. Toprak nefes alıyordu; yerden kalkan buharlar havaya yükseliyordu. Çocukların önünden bir gölge geçti namazgah duvarının üstündeki koca gövdeli armut ağacına tırmandı. Geçen seneki taze genç sürgünlerden kesti, omuzun-daki torbaya yerleĢtirdi. O, çocukların önünden geçerken, güneĢlenenlerden biri: — ÇavuĢ Amca onlardan bize met-sopa yap ne oiur, dedi. —¦ Ee bre bunları ben aĢı yapacağım. — Ne olur bize met-sopa yap. Osman ÇavuĢ çocukları kıramadı. Topallıya to-pallıya tekrar ağaçlara doğru yürüdü. Armut ağacının ilerisindeki söğüde tırmanıp, çocukların çelik-çomağı için dal kesti, metleri, sopaları bağ bıçağı ile düzeltip çocuklara verdi. Osman ÇavuĢ'un çoluğu çocuğu Muratlı'da Rumlar tarafından öldürülmüĢtü. 3ağ ayağında hâ-'â Yunan savaĢından kalan kurĢunları taĢıyan ÇavuĢ, korkunç yangının harabesini görmemek, acı hatıralarından uzaklaĢmak için kasabaya taĢınmıĢtı. Yeni aldığı bağları bahçeleri ile uğraĢırken. Yıllar sonra Osman, kardeĢinin kızı Zeliha'yı getirince, dünyalar onun olmuĢtu. HerĢeyi duyup anlıyan Zeliha ko-nuĢamıyordu. Yeğeninin dilini çözdürmek için götürmedik ocak ve tekke bırakmadı. Osman ÇavuĢ avluya girince yeğenini kendisinin atı ile katırı hazırlamıĢ, bekler buldu. Elindeki aĢılık çubukları gösterdi. Ahraz çığlık atarak sevincini ifade etti. Kayısı tutkalı ve hümüslü toprak doldurduğu çanakları gösterdi. Osman ÇavuĢ: — Ġyi Zeliha iyi sağ ol, dedi; bak en cins ağaçlardan bütün Kayalar'ı gezip aĢılık çubuklar aldım. Caminin yanındaki bardacık armudundan da aldım. Küçük Balkan'ın en güzel armutları, kayısıları, erikleri Kayalar'ın Dere Bağlari'nda yetiĢirdi. Osman ÇavuĢ kasabaya geldikten sonra satın aldığı bağlarda, bahçelerde en sulu en kokulu meyveleri yetiĢtirmeğe baĢladı. Yeni tür meyveler elde etmek için aĢıdan aĢıya geçiyordu. Zeliha da meyveciliği sevmiĢ, amcasına budama ve aĢı iĢlerinde yardımcı oluyordu. Hayvanlar onları bir solukta Dere Bağ'a getirmiĢti. Osman ÇavuĢ: — Aman kızım çubukları islâ tut, dedi; gözleri incinmesin. Zeliha itina ile heybelerdeki çubukları indirdi Gül eriklerinin bulunduğu Eğri Kaya'nın altındaki srka doğru koĢtu. Eğildi ağaç diplerinde öbek öbek menekĢeler açmıĢtı. Elleriyle onları okĢadı. Koparmaya kıyamadı, eğildi kokladı. Rum köyünde dolap beygiri gibi çalıĢtırıldığı yılların ıztırabını unutmuĢtu. Çocukluğundan beri hayâl ettiği bir beyaz gelinlik giyememiĢti. O zaman gelince burdaki menekĢelerinden toplayıp yakasına iğneliyecekti. Sonra onları kocasına verecekti. Fakat dilsizdi, ko-nıiĢarmyordu. Kimse dünür gelmiyordu ona.. Arkasından «Güzel kız ama ahraz dediklerini» iĢitiyordu. Artık yaĢı geçmiĢ, evde kalmıĢtı. Kendisini komĢulara yardıma ve amcasının iĢlerine adamıĢtı. Me-nekĢelikten kalktı, ince erik fidanlarının altından geçip amcasının yanına geldi.

Osman çavuĢ heybeden çıkardığı bağ ve aĢı bıçaklarını, cins cins ayırdığı aĢılık kalemleri, zeytinyağı ve balmumundan yaptığı aĢı macununu çimenler üzerine sıralamıĢtı. Zeliha'nın evde hazırladığı kayısı püsüyle karıĢık hümüslü, killi macun yoktu. Ahraz kız kendisinin kulağına bile kötü gelen ses> ler çıkararak çanağı amcasının önüne koydu. Osman ÇavuĢ: — Kızma bre kızım! dedi; senin yaptığın ilâcı da deniyeceğiz. Bakalım kimin yaptığı aĢı daha iyi tutacak. Ġhtiyar yeğenine baktı. Genç yaĢında kızcağız kendisi kadar çile çekmiĢ bir yüz sahibi olmuĢtu. Görice'den bir ahraz talibi çıkmıĢ, çok uzak diye vermemiĢti. «ĠnĢallah ölmeden evlendiririm» diye düĢündü. Zeliha amcasının melûl melûl bakıĢından gene kendisini düĢündüğünü anladı. — Önce hangi ağaçlardan baĢlıyalım Zeliha! Ne dersin kızım? Zeliha gülerek cevap verdi. Bu gülücük onun ağlayan diliydi. Eliyle menekĢeliğin üstündeki sekilerdeki taĢ eriklerinin bulunduğu tarafı gösteriyordu. — Onların iĢi çok, sen de yardım edeceksin. Kız hemen aĢı çubuklarından can, gül ve camız eriklerine has yeĢil moru kalemleri seçti, aĢı ma-cunlarını da alıp sekiye koĢtu. Osman ÇavuĢ da elin-deki sepetle topallıya topallıya arkasından gitti. Zeliha, Ebe Ninesi'yle Poli köyüne Niko'nun annesinin doğumuna gittiğinden beri ahrazdı. Osman onu kurtarıp Muratlı köyünün Rumlar tarafından ya. kılıĢını anlattıkça hüngür hüngür ağlamıĢtı. Bütün akrabaları Ebe Nineye ne olduğunu sormuĢlar, kızcağız bir türlü anlatamamıĢ, el kol iĢareti ile müthiĢ çığlıklar atmıĢtı. Amcası, onun gittikçe sakinleĢip içine gömüldüğünü hissediyordu. Sekiye çıktığında Zaliha'nın ağaçları aĢı yapmaya hazır duruma getirdiğini gördü. Kalemlerden birini aldı kesti, uçlarını sivriltti, Zeliha'ya göstererek: — Bak, dedi, bunlar camız eriği, kalemleri mor olur, meyvesi mis gibi kokar, en iri eriktir, bizdeki parmak eriklerinin daha güzeli.. Kısm'etse iki sene sonra nasıl meyve verdiğini görür afiyetle yeriz. Hadi sen kalemi ana ağaca bağla bakalım. Ġstediğin aĢı macununu kullan. Osman ÇavuĢ diğer ağaca geçti. Sepetten baĢka bir kalem aldı. — Bak Zeliha, dedi; bu yavru ağzı rengindeki dal gül eriği.. Sen bunu çok seviyorsun değil mi?. Kayalar'da yokmuĢ taa Serfice'den getirttim. Rahmetli yengen de bu eriği severdi. Bizde bir iki ağaç vardı kurudu. Ama bunlar onlardan daha iyi yetiĢecek. Erikler gül pembesi olacak.. Senin yanakların gibi.. Somurtma kızım.. Sen gelin olurken bu bah çeyi sana çeyiz olarak vereceğim.. Çocukların, torunların beni anarak meyvelerini yesinler.. Zeliha'nın tebessümü dudaklarında buruklaĢti-KikirdeyiĢinin sevinç mi ıztırap mı ifade ettiğini am- BALKAN ACISI 309 casi anlıyamadı. Gene içindeki yaraya dokunduğunu anladı. Zeliha amcasının ellerine bakıyordu. Sağ elinin üç parmağı yoktu. Dömeke'de kaybetmiĢti. Diğer iki parmağı ile sol eli maharetle ana ağacı oyuyor, muntazam hazırlanmıĢ aĢı çubuklarını yerli yerine bağlıyordu. Öğleye doğru erik ve kaysi ağaçlarının aĢılanması bitti. Osman ÇavuĢ namazını kılarken Zeliha taĢ evciğin önünde öğle yemeğini hazırladı. Yemekten sonra ahlatların bulunduğu tepeye çıktılar. Amcası konuĢuyordu: — Armutlar iki üç yıl sonra verir, bu kül yeĢili çubuklar kıĢ armudu. Kahverengimsi olanlar Ġncesu armudu, bu da bardacık, hangisini çok seversin Zeliha. Kız üçünü de der gibi iĢaret edince amcası: — Peki peki, dedî; bu kalın gövdeli ahlada üçünden de aĢılayacağım. Baharda çiçekleri rengârenk olur. KarĢısına geçer seyrederiz. Ġncesu armudu en iyisi.. Bizde baĢka bir çeĢidi var fakat son yıllarda kurtçuk yapmağa baĢladı.. Bak Ģu kaya dibinde olan.. Ġkisi birden baĢını çevirdi. O taraftaki seki duvarında bir yabancı vardı. Türk değildi. Ne iĢi vardı orda. KomĢu bahçenin sahibi değildi. Kimdi? Osman ÇavuĢ'la Zeliha'nın kendisine baktığını görünce uzaklaĢtı. Osman ÇavuĢ huzursuz olmuĢtu: — Ah Ģu Balkan garipleĢti kızım, dedi; Evimizde gönül rahatlığı ile oturamaz, bahçemizde Ģevkle ÇalıĢamaz olduk. Sen tanıyor musun bu adamı kim. Zeliha çenesini yukarı kaldırarak «hayır» dedi. — Hah iĢte ahlatlar da bitti. Üsküpler'den Mat-''dan akrabalar gelince onlara en güzel meyveleri 'kram edeceğiz. 310 BALKAN ACISI Göğe baktı. GüneĢ kayaların arkasına yaklaĢı. yordu. — Ġkindi oldu, dedi; elmalara namazdan sonra baĢlayalım. Ben abdest tazeleyene kadar sen de dinlen kızım. Hadi istersen dereye beraber gidelim. Yüksek kavakların, kalın söğütlerin koyu göl gesi altından gürül gürül akan dereye indiler. Amcası abdest alıp gittikten sonra Zeliha kaynağa eğil-di, buz gibi sudan içti. Sonra tahta köprüye çıktı. Ordan akan suyu seyretti. Suya aksetmiĢ söğüt dalları arasında kıpırdama gördü. Dikkatlice baktı. Sudaki yüz sekinin

üstündeki yabancıydı. Kendisine, domuzlarla dolu Rum köyünde eziyet yapan, su dolabına koĢan Rum'du. Çığlık atarak köprüden bahçeye koĢtu. Amcası topallıya topallıya koĢturup onu karĢıladı: — Ne var kızım ne var, dedi. Namazı bozdurdun bana, lahavle... Zeliha'nın gözleri korku ve dehĢetle açılmıĢtı. Amcası yüzünü okĢadı, testiden su içirdi. — Ne oldu kızım kimi gördün? Zeliha ağlamaya baĢladı. — Haydi hazırlanalım gidelim, öyleyse. Kız göz yaĢlarını sildi, iĢaretle «olmaz» dedi. Elma çubuklarını, aĢı macununu alıp elmalığa yürüdü. Amcasının elleri titremeğe baĢlamıĢtı. Ġsteksiz çalıĢıyordu. Birkaç çubuğun gözünü kesti, yaraladı. Bez sargı bitmiĢti. Zeliha aĢı macununu aĢı kalemiyle ağacın arasına sürdü, karaağaç soymuğu ile bağladı. AkĢama doğru Osman ÇavuĢ belini tutarak doğruldu. YorulmuĢtu. Bir taĢın üstüne oturdu. Bütün BALKAN ACISI 311 ağaçlara göz gezdirdi. Kırmızı, kahverengi gövdeli ağacı göstererek: — Bak Ģu elmaya, dedi, bütün Kayalar'ı doyurur, fakat etrafını biraz temizlemek lâzım. O iĢleri de öbür seferimizde yaparız. Bak cevizler de yeĢeriyor.. Çok yer kaplıyor değil mi?.. Kıyamam kesemem. Kocadıkça kocasınlar.. Onlar dedemin diktiği ağaçlar.. Dedeme de dedesinden kalmıĢ bu bahçe.. Hep bizim sülâlenin elinden yetiĢti bu ağaçlar.. Zeliha ben ölünce kimseye vermiyeceksin burayı.. Senin, senin çocukların bakacak.. Sakın bakımsız bırakmayın.. Atalarımız buraya geldiğinde batakllk-mıĢ.. Yabani ağaçları, çalıları temizleyerek bağlar bahçeler açmıĢlar.. Balkan'ı cennet yapmıĢlar.. Çok mu konuĢtum.. Haydi gidelim bakalım. AĢılar bir ayda kaynaĢır. Derenin kenarında ellerini yıkadılar. Yoncalıkta yayılan atla katırı Zeliha getirdi. Bahçe duvarından amcasının ata binmesine yardım etti. Köprüden geçerken suyun üstündeki ağaca çıkıp kendisini gözetleyen Rum'u tekrar görür gibi oldu. Osman'ı, Al-benika'yı hatırladı. Onlarla bir arada yaĢasa kendisini güven içinde hissedecekti. KarĢıdan Kayalar'ın ince minarelerini görünce kendisinin huzursuzluğu kayboldu. AkĢama ne yemek piĢireceğini düĢünmeğe baĢladı. \_^ ,'^ ,,,.-... \ s V B ÇĠNGENE YAġAR Koçireka kızgındı. Mağazasının karanlık bir köĢesindeki çuval üzerine iliĢip önüne bakan Çingene 312 BALKAN ACĠSĠ YaĢar'a parmağını sallıyarak konuĢuyordu: — Seni ortak ettik, adam olasın, bize de yardım edesin diye. Sen ne yaptın Gumari pedi! Mr Smith'in öldürülmesine sen sebeb oldun.. Ġngi|j2. lerin bana olan itimadını kırdın. Silâh kaçakçılığı j|e uğraĢanların listesi halâ Doğan Bey'de ise ne yapıp yapıp geri almalısın. Goralzadelerle, Kadıoğullarınin mallarını ele geçirmem lâzım.. Mrs Jacops; «Mr Smith'in katilleri öldürülmeli» diyor.. Ne istiyorsan verelim.. Para değil mi? Tavernalarda yiye yiye bir hal oldun.. Senin pisliklerini ben temizledim.. Selanik'te çok masraf ettik.. Sultan devrildi diye çok sevinmeyelim.. Gelen gideni aratır.. ġ imdi bize gülen bu ittihatçılar gözü pek adamlar.. Bir duysunlar seninle benim Rum komitacılarına silâh dağıttığımızı derimizi yüzerler.. Yarın güneĢ doğmadan Selanik'e gideceksin. Bu mektubu Avengelislere götür. Yedinci Edvard'ın gönderdiği onüç bin altının zırnığı bize düĢmedi.. Her iĢlerini ben yapıyorum.. Dönmelerin hissesi benden çok.. Alacaklı olduğumuzu söyle.. Madam MenteĢ'e tenbih et. Yanında nazik dur kadının, hoĢuna gidecek hareketler yap.. Güzel kadındır, antikadan, eski eserden baĢka düĢündüğü yok.. «Sağapo, sağapo» deyip hediyelerle yaklaĢanları boĢ çevirmiyormuĢ, istersen bir dene.. Ama sakın ticari iĢimizi unutma.. HerĢeyi para için yapacağız.. Doğan Bey'den alacağımız intikam daha bitmedi.. Köylerdeki faaliyeti daha zararlı.. KeĢke ticarette kalsaydı. Dönme MenteĢ'in oyunu bize zarar vermeğe baĢladı. Koçireka konuĢurken Çingene YaĢar: — Peki patron peki, emredersin, diye her sö-izünü tastik ederek dinliyordu. Rum tüccar ayağa kalktı: BALKAN ACISI 313 — Pamuklu ve cam iĢlerimiz az kaldı, bunları ġebatalardan, ipeklileri de Bedhacılardan alırsın... Sakın peĢin para verme.. Ġki dönmeden de alacağımız var.. Sonra hesap görürüz dersin. ġ imdi ben gidiyorum, dükkânı düzene koymadan çıkma!. YaĢar daha Koçireka kapıya gitmeden eline süpürgeyi aldı, dükkânı süpürmeğe baĢladı. Mr Smith'in öldürülmesinden sonra ortağının karĢısında itibarı hiç kalmamıĢ, bir hizmetçi gibi çalıĢtırılmağa baĢlamıĢtı. Ne olursa olsun Çingene YaĢar hayatından memnundu. Üç Ģehirde birden dükkân düzecek para biriktirmiĢti. Koçireka olmasa hali haraptı. Doğan Bey belki Koçireka'dan korkarak çaldığı atların, yaktığı çiftliklerinin hesabını YaĢar'dan so-ramıyordu. Rumlarla, dönmelerle iĢbirliği yapmasa yapayalnız kalacaktı. Doğan Bey'le yüz yüze gelmekten korkuyordu, ama onun Selanik'teki gibi hiç bir malı kalmayıncaya kadar takip etmeğe, hileli yollarla mallarını elde etmeğe çalıĢacaktı. Enise'yi onun için görecek, ona Akrapol

harabelerinden getirttiği Yunan heykelciklerini verecekti. Enise'nin eski eserleri elde etmek için her çılgınlığa baĢ vurduğunu, hırsızlık bile yaptığını iĢitmiĢti. Çingene YaĢar, bu dönme karısı ile müĢterek tarafları olduğunu düĢünerek, Serfice'den sonra Selanik'te de bir mağaza sahibi olacağına inanmaya baĢladı. — Kimden duydun, kuzum! — Ġttihatçıların yapmıĢ olduğu toplantıya katılmıĢ bir zabit dostum söyledi.. Bütün zabitler senin dostun değil ya! Kıskanç!. — NasılmıĢ, Doğan Bey nasılmıĢ? 314 BALKAN ACISI — Çılgın!. Halâ seviyor musun yoksa.. Aptal-hk etme sakın.. Makedon delikanlıları gözünü do-yürmadı mı? — ġarktaki ilk aĢkım oydu Sara.. Ġnan Atina'da da burada da onun gibi nazik ve doyurucu erkek göremedim.. — Mesih gözünü doyursun Enise.. Benim sarıĢın zabiti geçen gece nasıl ayarttığını bilmiyor muyum kuzum! — Ama sana da Mösyö Deguy'i bıraktım. — Bırak o pis Lemark gülünü, kırmızı suratı hiç sevmem. — Ama esprisi güzel, kamçılayıcı... —¦ Getir kadehini kuzum, birer kadeh daha vermut içelim. — Ben neyi merak ediyorum biliyor musun?.. Bu Doğan Bey monden hayatı, tatlı sosyeteyi görüp yaĢadıktan sonra kafes arkasındaki karısı ile nasıl böyle uzun müddet kalabilir, aklım almıyor. — Enise dönüp dolaĢıp ona geliyorsun.. Erkek mi yok.. Türk erkekleri kadına değer vermez.. O sana da hiç bir zaman kıymet vermedi.. Ġngiltere'den geldiğinde tazeciktin, her erkeği çekebilirdin.. ġ imdi.. — KonuĢma lütfen, suss!. Bak Mösyö Deguy geliyor. — Seni seviyor, seni seviyor.. Aptal MenteĢ, seni nasıl yalnız bırakır?. Madam MenteĢ, Sara Bedhacı'nın yüzüne alaylı alaylı baktı: — Abdias daha zeki değil mi, aptal değil.. Hahh hah haay! BALKAN ACISI 315 Ġki kadın Ģuh bir Ģekilde kahkaha aterken, Mösyö Deguy ile Aristid Avengelis yanlarında çirkin esmer bir adamla yaklaĢtılar. Mösyö Avengelis yanlarında süklüm püklüm duran esmer adamı tanıttı. Kadınlar dudaklarına kadar kararmıĢ, bu çirkin adamı ilk defa görüyorlardı. Böyle toplantıların çok yabancısı olduğu ürkek ve vahĢi gözlerini etrafta dolandırmasından anlaĢılıyordu. — YaĢar Bey, Kozana'da tüccar, Koçireka'nın ortağı.. — Enise MenteĢ, Sara Bedhacı.. Kadınların güzel giyimini, mücevherlerle süslü göğüslerini görünce YaĢar'ın gözleri kamaĢmıĢtı. Kadınların elini öptü. Ortağı Koçireka nasıl davranacağını talim ettirmiĢti. Enise adamın elinden bir kertenkeleye değmiĢ gibi ürpermiĢti.. YaĢsr, bir hayâl alemine gelmiĢ gibiydi. Ölmeden önce falına bakan annesi herĢeyini bilmiĢti. «Zengin olacaksın, Bey olacaksın» demiĢ çıkmıĢtı. ġ imdi de Selanik'te dönme alemlerinde yaĢıyacak, belki böyle güzel bir kadınla evlenecekti. «Çingene YaĢar», «YaĢar Bey» olmuĢtu. Türk köylüleri bile ona artık böyle hitap ediyordu. Heryerde itibarı vardı. Kozana'da Koçireka ortağıydı, Selanik'te Avengelisler, Ġpekçiler artık onunla iĢ yapıyordu. Komitacılara giden silâhlar onun elinden geçiyordu.. Yarın tüfek ve mermileri yükleyip götürecekti. Bu silâhları Mösyö Deguy ile Mrs Jacops temin ediyor, dönme tüccarları da Rumlara gönderiyordu. Koçireka kendisine güvenmiĢ, bu iĢ için ilk defa YaĢar'ı Selanik'e yollamıĢtı. Silâh kime karĢı patlarsa patlasın para YaĢar'la Koçireka'nın cebinde kalacaktı. Salonda dans eden- 316 BALKAN ACISI lerden bir çift masalarına yaklaĢtı. Avengelis yeni gelenleri YaĢar'la tanıĢtırdı. — Mrs Jacops, ve YüzbaĢı Salim Bey.. YaĢar parlak üniforması içinde Osmanlı zabitini görünce önce korktu. Suçüstü yakalanmıĢ gibi sarardı. Fakat zabitin kendisiyle değil yanındaki kadınla ilgilendiğini ve bu masanın da Koçireka'nın dostu Avengelislerin olduğunu düĢünerek rahatladı. Mrs Jacops'la zabit samimi pozlara girdikçe YaĢar'-ın hiç bir endiĢesi kalmadı. Bir Rum garson büyük bir tepsi içinde çeĢitli içkiler getirdi. — Cin lütfen, — Bol olsun! — Viski-soda — Vermut cin karıĢımı lütfen! — Oğlum git Ģampanya getir Ģampanya! — ġarap getir! ġarap getir!

YüzbaĢı Salim Bey avaz avaz Türkçe bağırarak Ģarap isteyen münasebetsize dikkatli dikkatli baktı. Kollarını Mrs Jacops'un boynundan çekti. Çingeneyi senin burada ne iĢin var deyip, kolundan tutup atmayı düĢündü. Sara kendisine karides tabağını tutuyordu. Niyetinden vazgeçip Sara'ya teĢekkür etti. Ġçkiler yudumlandıkça hepsi de açılıp kahkahalar atarak birbirleriyle ĢakalaĢmaya baĢladı. Sara yüzbaĢının burnuna kadar sokuldu: — Söyle YüzbaĢı Salim Bey! Söyle nasıl tabancayı çektin. Herkes Sara'yla diz dize oturan yüzbaĢıya döndü. Zabitin gözü kimseyi görmez olmuĢtu. — Söyle canikom söyle Sultan'ı nasıl korkuttun? — Valla sen istediğin için yaptım Sara, sen istediğin için sevgili Sara! Kadın beyaz gerdanındaki incecik pırlanta zinciri tutup elini açık göğsünün üstünde duran kolyeye kadar indirdi. Üstünde sion yıldızı olan yakut taĢlı kolye ile oynuyarak: — Hadi sevgilim, hadi canım anlat bakayım... YüzbaĢı ıĢığı gözüne vuran taĢın üstündeki altı köĢeli yıldızı farkedemiyordu. Sara'nın beyaz gerdanına, kendisini okĢayan gözlerine baktı. Bu güzel kadın için herĢeyi yapardı. Ġçkisini yudumladı. — Hep seni düĢünüyordum Sara. Alatini KöĢkünün bahçesinde dolanıyordum. Baktım Le Sultan Rouge balkonda.. Ah müstebit! dedim nasıl sen bizi otuzüç yıl hürriyetsiz bırakırsın.. O anda senin sesini iĢittim. Çektim tabancamı.. Valla vurmak için attım.. Korkutmak için değil.. Ama o hareket etti.. Sonra beni korkutan gözlerini dikerek bağırdı bana.. Ben de diğer zabitler ortaya çıkınca bir daha ateĢ edemedim. Sara, Salim Bey'in boynunu okĢuyarak: — Aslanım benim, ne dersem yapar, dedi; öl dersem ölür. Enise gene yalnızdı. ġu Sara ne Ģanslı kadındı. ġeytan tüğü vardı sanki. SarıĢın zabit gitmiĢ, Ģimdi de esmerini bulmuĢtu. YakıĢıklı değildi. Hatta Ģu Çingene YaĢar Bey gibi siyah mat bir teni vardı. Ama Sara'ya tapıyor, kadının her istediğini yerine getiriyordu. Sara'yı çıldırasıya seviyordu. Çıldırmasa, deli olmasa bir sultana muhafızı tabancayla ateĢ eder miydi. ĠĢte meczup bir Ģekilde Sara'nın koluna girip, uzaklaĢıyordu. Enise: ~ — Zavallı zabitler, dedi; maaĢlarını alamazlar) sa Sara gibilerin kulu kölesi olurlar. _J — Öyle. Doğru söylüyorsunuz Madam, doğnj! diyen YaĢar Ģarap içmeğe devam ediyor, içtikçe J«#41 \ açılıyordu. Elini Madam MenteĢ'in dizine uzattı. Eni-se sigarasını çingenenin eline bastırdı. YaĢar silki-nerek elini çekti: — Pardon Madam Pardon! — Kediler her kuĢun etini yiyemez! Mösyö Deguy vaziyeti takip etmiĢti, katıla katıla gülerken bir taraftan da Madam MenteĢ'le arasında oturan bu münasebetsize kızıyordu . Masaya beyaz kolalı gömleklerinin yaka uçlarını çekiĢtirerek ĢiĢman biri geldi. Aristid Avenge-Iis onu görünce hemen ayağa kalktı: — Ooo Cahit Bey nerdesin, dostum! diyerek kendi sandalyesini ona uzattı. Bu sırada garson baĢ- .a bir sandalye getirdi, oturdular. Dikkatler Cahit Bey'in üzerinde toplanmıĢtı; Paris'te okumuĢtu. Ahrar-ı Osmaniye'nin kurucuların-dandi. Ermeni ve Rum dostlarının çokluğu ile övü-nürdü. Prens Sabahattin, Cemiyet içinde ona ayrı bir değer verirdi. ġahsi teĢebbüs ve muhtariyet fikrini güzel izah ederdi. Paris'ten dönünce Ġstanbul'da gazeteciliğe baĢlamıĢtı. — Ġstanbul'dan yeni geldim, efendim buralarda hayat var.. Ġstanbul pahalılık.. Üstelik ramazan.. Yolda bir sigara içemezsin.. Lokantalarda yemek yiyemezsin., bıktık bıktık.. Selanik'te hayat var.. Hani Ģampanyamız Aristid?!.. Enise, Cahit Bey'in gazeteci olduğunu, Ġstanbul'dan geldiğini iĢitince: — Ayy!. dedi; Sara'ya haber getirdiniz demek, Abdias ne yapıyor, gazeteciliği 'ilerletti mi? Cahit Bey, güzel kadını süzdü. Selanik'te Ġstanbul'dan daha güzel kadınlar olduğunu düĢündü. Hafife alıp umursamıyarak cevap vermek istedi, caydı: — Haa Ģu Ġpekçilerin oğlu.. Çocuk zeki.. ġeytan Ģeytan.. Bâb-ı Ali'yi birbirine kattı.. Fitne, fesat, hile hep onda.. Bizans entrikası çeviriyor kerata. Bu gidiĢle büyük gazeteci de olur. Ġstanbul'da büyük söz sahibi de.. Akrabası olan dönmeler onun uğruna para saçıyor.. Ne bekliyorlar bundan bilinmez.. Karısı nerde, Sara! Sara!. — Buradaydı, YüzbaĢı Salim Bey'le dıĢarı çıktılar. — Salim Bey ittihatçı mı, Halaskâran mı? Aristid Avengelis sözün buraya gelmiĢ olmasına sevinmiĢti. Kafasını masaya dayamıĢ olan Ya-Ģar'ı gösteren Mösyö Deguy: — Ne gamsız adam değil mi?

Dedikten sonra Enise'nin kulağına fısıldadı: — Sara'nın koleksiyonuna bu da dahil mi? Enise katıla katıla güldü. Yanında baĢını sızmıĢ gibi masaya yıkmıĢ Çingeneye baktı. Ona herĢey yaptırılabilirdi. Avengelis Enise'ye baktı: — Evet ona herĢey yaptırabiliriz. Koçireka on-beĢ senedir deniyor. Bir köpek gibi sadık. Mrs Jacops fısıldiyarak: — Atina sana güvendi altınları gönderdi. Siz paĢaya güvenebilir misiniz? Cahit Bey baĢ ucunda patlatılan Ģampanya kadehini doldurduktan sonra: — Tabii tabii, dedi; eskiden beri rüĢvetçi.. Sultan onun için tecziye etmiĢ.. Altınları alınca her istenileni yapar.. Yalnız benim de bu tavassutta Abdias kadar payım olmalı.. — Atina'nın yolladığı bir katır yükü altını bu çingene paĢaya verir. Enise, Sara gelmeden Çingene YaĢar'ı alıp, buradan gitmeyi düĢündü. Mösyö Deguy'i gözüyle ¦Ģaret edip bahçeye çıktı. GENÇ KALEMLER Doğan Bey Küçükmatlı'daki yanan konaklarının yerine küçük iki katlı güzel bir ev yaptırmıĢtı. Bir haftadır Osman'la Albenika çiftlikte misafir kalıyorlardı. Leylâ Hanım Albenika ile birlikte olmaktan memnundu. Kızları da Alben'in oğluna bakıyor onu bahçede gezdiriyorlardı. Doğan Bey'le Osman çiftlik iĢlerine baktıktan sonra ava çıkıyorlardı. Albenika hayatından çok memnundu. Hiç haya! edemiyeceği Ģatafatlı bir düğünle evlenmiĢti. ġ imdi Türkçesini de, namazlığını da ilerletmiĢti. Albenika artık saçlarını kırklı örmüyor altın penes bağlamıyordu. Gelin geldiği evin herĢeyi vardı. Koyun sürüleri, bağları, bahçeleri.. Kaynanası çok iyi bir ihtiyardı. «Gelini Küçük Balkan'daki akrabaların elle-r, rini öpmet lçin...gezdjri>. demiĢti. Ġlk durak yeri Doğan Bey'lerin eviydi. Lalezâr Hanım'Ia Abdurrahman Ağa da yeni konağa gelmiĢlerdi. Bir akĢam, Goral-zade: — Doğan Bey! Osman'la Selanik'e gitmez misiniz? demiĢti; Ne var ne yok haber getirin. Lâlezar Hanım bu teklife karĢı çıkmasına rağmen, Leylâ ile Albenika kocalarının Selanik'e gitmesine mani olmadılar. Çocuklara da, kendilerine de Selanik'ten istedikleri eĢyaları getirmelerini söyleyip, ellerine bir liste vererek yolcu ettiler. • • * Selanik'e girerken Osman Doğan Bey'e takıldı: — Haydi gene hürriyetine kavuĢtun koca Jön-türk, dedi; her istediğinizi yapıyorsunuz Devlet-i Osman'da.. Selanik'te gene felekten bir gün çalarsın değil mi? — Yok Dayıoğlu yok, diyen Doğan Bey içini çekti: Geçti o aptallık, devrim geçti.. Hiç bir yere uğramam.. Bir Genç Kalemlerdeki arkadaĢları ararız.. — Ne var orda bre, Ģu beni götürüp kovdurduğun ittihatçıların toplantısı gibi olmasın. — Yok dayıoğlu yok, bunlar ülkücü Türkler.. Türkçü yazarların çıkardığı Genç Kalemler mecmuasında birleĢmiĢler.. Bak bir gidelim toplantılarına, onların konuĢmasında kendini bulacaksın. Biraz ittihatçılara bulaĢmasalar, baĢka bir kusurları yok.. — Ne o halaoğlu sen de ittihatçılara taĢ atmağa baĢladın bre! ġu garp mukallitliğinin de maymunluktan baĢka birĢey olmadığını senden iĢitirsem ĢaĢmam. — Haklısın Osman haklısın. Ġstikrarsız bir ha-yatım oldu. En yakınım, sen bile beni anlıyamadın. Akrabalarım beni gavurlaĢmıĢ gördü.. Haklıydılar.. Kolejde okudum.. Sörler, misterler.. hep kilise dua sıyla baĢlıyordu derse.. Bize Sultanın istibdadından hürriyetin büyüklüğünden bahsettiler.. Batının den üstün oluĢunun tek sebebi olarak hürriyeti rüyorduk.. Osmanlılar hürriyete kavuĢursa, meĢrutiyeti ilân ederse toprak kaybımız bitecek, isyanlar \ duracak, teceddüd içinde ilerliyeceğiz zannediyor- \ duk. Batılıların iĢe yaramayan her Ģeyini taklit edi- I yorduk. ~—' — Bırak nutku halaoğlu! ġ imdi çarĢıyı gezip köyden ısmarlanan hediyeleri alalım.. — Peki dayı oğlu peki.. — Tanıdığın kimler var «Genç Kalemler»de — Vallahi çoğuna tüccarlığım zamanında para - \ f i- 322 verdim. Yer tutsunlar, kâğıt alsınlar diye.. Hatta matbaanın hurufatını da ben aldım. Nesimi Bey'|e ahbablığım iyi.. Düzenli, uyanık bir adamdır. Akil'j de tanırım. * »* Doğan Bey'le Osman, bir paytona binip konağa geldiler. Hulusi Bey önce, Doğan Bey'in kira parası için geldiğini zannetti. Fakat Doğan Bey: —¦ Nesimi Bey ve gençlerin sizin evde toplandıkları haberini aldık, dedi: Fikir cemiyetlerini özledim, herhalde misafir kabul edersiniz?

—¦ Tabii efendim tabii, Ģeref verirsiniz, buyrun lütfen, diyen Hulusi Bey onları sofaya aldı. Ġçeri girdiklerinde genç bir delikanlı Ģiir okuyordu. Go-ralzadelerin oyma iĢlemeli sofası yeniden tefriĢ edilmiĢ, kalabalık misafir kitlesi için dizi dizi sandalyeler konmuĢtu. Osman'la Doğan Bey kapı yakınında boĢ yer buldular. Genç, heyecanlı bir Ģekilde salonu çınlatarak Ģiiri okumağa devam ediyordu: ^ "¦" / Türk yurdu uykuda, ey düĢman sakın |.^y- I Uyuyan ülkeye yapılmaz akın... ġ iir bitince salon alkıĢla inledi. Goralzade'nin konağı yapıldı yapılalı böyle içten bir tezahürat görmemiĢti. Topluluk Ģiirin yeniden, okunmasını istedi. Nesimi Bey ayağa kalktı. Hulusi Bey'e: — Söyle canım çocuğa, dedi; güzel okuyor, bir daha okusun. Ziya Bey bile Ģiirini bu kadar içten okuyamazdı. Çocukluktan yeni kurtulmuĢ, bıyıkları henüz terlemiĢ delikanlı saf ve duru bir telâffuzla konu- sur gibi Ģiir okuyordu. Osman ilk defa camiye ben-zer, sessiz ve uhrevi bir havaya girmiĢti. Delikanlı sesini yükselterek daha serbest Ģekilde okumağa baĢladı: ALTUN DESTAN Sürüden koyunlar hep takım takım ¦ AyrılmıĢ, sürüde kalmamıĢ bakım Asmanın üzümü dağılmıĢ, salkım Olmak ister, fakat bağban nerede? Gideyim arayım çoban nerede?.. Ön taraftaki koltukta oturan esmer kıvırcık saçlı, elli yaĢlarında biri kalktı, mızmız bir sesle: — ġ iir dili güzel ama, dedi; Ziya Bey Turan Ģiirinde de aynı hayâli tekrarlıyor.. Hakikatten uzak, muhayyilesi kuvvetli bir edip ağzı.. Bence Gökalp'-in Ģiirini Abdullah Cevdet gibi değiĢtirip öyle söylemek lâzım.. Yani Turan kelimesinin yerine irfanı koymalıyız. Hatta insanı.. Çünkü Turan Türk'e hastır. Halbuki devletimizde meĢrutiyeti, hürriyeti birlikte sağlamıĢ insanlar var.. Rum, Bulgar ve Arnavutların Ġttihat-Terakkiye hizmetlerini ne çabuk unuttuk. Müstebit hükümdarın yıkılmasında onların büyük hizmetlerini görmedik mi? Kır saçlı birisi konuĢanın sözünü kesti: —¦ Ġhanetlerini de gördük, ihanetlerini de.. — Nerde, ne zaman beyim? Daha yaĢlı birisi konuĢmaya katıldı: — Oğlum Mehmet sus bakayım, dedi, sonra se-sifıi sertleĢtirerek koltukta oturana döndü. Ġsmail e** 324 BALKAN AOIOI Mordehay sen de sus! dedikten sonra toplantıda, kilere hitap etmeğe baĢladı: — Efendiler! Hepimiz de Osmanlıyız. Devlet-j "Osman binbir türlü tehlike içinde.. Ġmparatorlukta- j ki kavimlerin milliyet hissini tahrik etmeyelim i Rum'u, Arnavud'u, Bulgar'ı, Arab'ı Osmanlı terki-I binde birleĢtiremezsek fikren ve siyaseten nasıl kkuwetli oluruz. Ġlk konuĢan kıvırcık saçlı adam tekrar kalktı: — Efendim ben de aynı fikirdeyim, dedi; insanlıktan bahsederken sizin söylediklerinizi kastedmiĢ-tim. Zaten hümanizmin beĢiği Avrupadır, garptır. Ta-mamiyle garbı örnek alalım. HerĢeyimizi onlara benzetelim, ancak bu halde devlet dağılmaz. Dini, milliyeti bırakıp ilim.. — Ġsmail Mordehay! Sus bakayım, çok konuĢtun, diyen Nesimi Bey, kara bıyıklarını burarak kalktı, masaya ellerini koydu, gözlerini sofadakilere gezdirdi. — Beyler! müsaade ederseniz, dedi; ben size Genç Kalemler Mecmuası'ndaki müttefiklerimizin fikrini açıklayım. Garpçılığın da, Osmanlıcılığın da boĢ olduğunu göreceksiniz.. Seyfettin Bey de, Ziya Bey de bu toplantıya gelmek isterlerdi. Fakat Ömer Bey rahatsız, Ziya Bey'in de Cemiyette idare heyeti toplantısı var. ĠnĢallah ilerde onlar da sizlerle konuĢur, meselelelerimizi hep birlikte hallederiz. Beyler! Artık boĢ münakaĢaları bırakalım. Koca Balkan'da elimizde bir Manastır, ĠĢkodra, Yanya, Selanik kaldı.. Dünkü çobanlarımız aleyhimize büyüyen devletler halini aldı. Artık garpçılık da Osmanlıcılık da derde deva olmaktan çıktı.. Yıllarca önce Namık Kemal Osmanlı derken «millet-i hakime» olan Türk'ü kasdederdi. Fakat bugün mecliste BoĢo <"OS' BALKAN ACISI 325 ^anlıyım» derken «milleti hakimeyi» mahvedecek hareketlerle bize tahakküme kalkıyor.. Her adiliğini je Osmanlı sıfatının arkasına gizlenerek yapıyor. ġerefli Ģanlı Osmanlı kelimesi bunlar için çirkin yüzlerini örtmek istedikleri maske oldu. Nesimi Bey, bardağa uzandı. Onun su içmesini fırsat bilen Bedhacı Ġsmail: — Efendiler, dedi; benim izah etmek istediğim fikir her halka bizim menfaatimize olan bir hürriyet içinde yaĢama hakkı verecek.. Prens Sabahattin «ademi merkeziyetçi görüĢle her kavmi Ģahsi teĢebbüslerinin menfaati ile birleĢtirebiliriz» diyor. Vilayetler yerine mali ve iktisadi bağımsızlığı olan ; küçük devletçikler kuralım, bize azınlıkların o za—' man zararı olmaz. \ — O zaman merkez kalmaz, Ġstanbul bertaraf j edilir. Bu ise Devlet-i Âli'nin sonu olur. .*S

— Biz iktisadi refahı sağlıyacağız. Halk zengin olacak.. Böylece memnun olan, maddi istekleri karĢılanmıĢ bulunan Bulgar, Rum, BoĢnak, Arnavut, Arap isyan etmiyecek. Nesimi Bey, toplantıdaki her gencin konuĢma-sini istiyordu. Ġnce, yukarı doğru kıvrık bıyıklı genç. ipekçilerin sinsi, iki yüzlü oğullarının konuĢmasına kızmıĢtı: — Senin söylediğin kozmopolit, tehlikeli düĢünce.. Çok muzır, dedi. Orta yaĢlı emekli bir memur söze karıĢtı; Ġpekçi Mordehay'a döndü: — Bu genç Ġsmail Mordehay'ın fikrine yanlıĢ \ demekte haklı, dedi: Ġpekçilerin oğlu yanılıyor.. Azın- \ I'klar meĢrutiyetten önce aç mıydılar? Bulgar, Sırp, I Yunan devletçikleri açlıktan mı, yani iktisadi se-tabten mi kuruldular.. Yok, yook hepsi de Osmanlı tebaası iken müreffeh bir Ģekilde yaĢıyorlardı, fa-/ j 326 BALKAN ACISI kat hep isyan peĢinde koĢtular, imparatorluğumuzu içerden, dıĢardan kundakladılar. Çünkü dinleri de soyları da ayrıydı.. Artık anlamalıyız, Türk ve müs-lüman olmayanlardan bize hayır yok... Sofadakiler, orta yaĢlı emekli memuru hürmetle dinlemiĢlerdi. O Türklükten, müslümanlıktan kan ve inanç bozukluğundan bahsederken Ġsmail Mordehay sinirlenip renkten renge girmiĢti; cevap vermek için korkak bir tavırla kımıldadı. Fakat Ne-simi Bey, kaĢlarını çatıp susmasını iĢaret etti. Do- ğan Bey, Osman'ın kulağına eğilip: — Vallahi mekteplerde boĢuna okumuĢuz, de- di: hele Ģu kolejlerde okumuĢlar ne boĢ, ne tehli- keli.. Bak halk arasında ne alim insanlar var.. Sa- kın bundan sonra garpçılığımı, frenkmeĢrepliğimi baĢıma kakma, ben de senin gibi düĢünür oldum. Emekli memur konuĢmasını bitirince Nesimi Bey ayağa kalkıp yüksek sesle: — Tahir Efendi'ye çok teĢekkür ederiz, dedi: Bize Ġslâm'ın hayat görüĢünü çok veciz surette izah ettiler. Bütün müslümanların «halife-i ruyu zemin» in emrinde olması icap eder.. Fakat sadece Osmanlı Ġmparatorluğu içindeki müslümanlar bile halifeyi dinlemiyorlar.. Arnavutlar müslüman olduğu halde hıristiyan Rum ve Bulgar komitacılarıyle iĢbirliği içinde. Arnavut Esat Taptani yahudiler tarafından kandırılmıĢ; Tiran'da, Draç'ta bağımsız Arnavutluk istiyor.. Arapların da Ġngilizlerin oyununa, iğfaline kapılmıyacağını kim temin edebilir.. Bugünkü Ģartlarda ortada müslüman olarak, halifeyi dinler görünen bir Türkler kalıyor.. Sarı sarıklı bir ihtiyar divanda bütün konuĢmaları sessiz sessiz teĢbih çekerek dinliyordu; birden Nesimi Bey'in sözünü kesti: BALKAN ACISI 327 — Haksız değilsin ama yanlıĢ konuĢuyorsun oğul! dedi, bugün Arnavut da ÇerkeĢ de, Kürt de müslümanlığa canı gönülden bağlı, bunları Türk'ten ayrı görmek.. — Zühtü Hoca biz bunları Türk'ten ayrı görmüyoruz. Hepsini Türk'ün muhtelif kabileleri olarak görüyoruz. Hatta Müslüman Arnavutların büyük bir kısmı Avarlar, Bulgarlar, Konyarlar gibi dillerini kaybetmiĢ Balkan'a ilk yerleĢen Türk kavimlerinden... Fskat sen gel de bunu Ġngiliz, Rus parasının, pro- f pagandasının karĢısında anlat.. ./ — Hah Ģöyle, kalb kırmadan açık konuĢun evlât! Nesimi Bey, bir an konuyu istediği gibi açıklı-yamıyacağından korkup bunaldı. Bardağa uzandı, su içti. Ziya Beyin anlattıkları zihnini aydınlattı, ne söylerse bu sohbetlerden topladığı bilgiler olacaktı. Ziya Gökalp'i hatırlıyarak konuĢmasına devam etti: — Ġngiliz ve Rus propagandası bizi milliyetçilikten de uzaklaĢtırmağa, koparmağa çalıĢıyor. Bugünkü durumda bize Ahrarcilar da, Ademi Merkeziyetçiler de zararlıdır.. MeĢrutiyet, hürriyet paravanası arkasındaki adamlar Prens Sabahattin'in yolunda gidip, Selanik'te Muhtar Rum vilâyeti, Manastır'da Muhtar Sırp Vilâyeti, Edirne'de Muhtar Bulgar Vilâyeti, ĠĢkodra'da Muhtar Arnavut vilâyeti kuracaklar.. Sonra ne olacak.. Sonra bu vilâyetlerdeki Türkler Giritte olduğu gibi kaçırılacak, öldürülecek.. Ve. bu Türk vilâyetleri Osmanlı imparatorluğundan kopacak, Türk'e düĢman devletlerin olacak. Böyle bir duruma kim müsaade eder.. / Salondakiler hep bir ağızdan bağırdı: . ; 328 BALKAN ACĠSĠ — Kimse müsaade etmez kimse! — Allah göstermesin, bu Türk vilâyetine düĢ. man saldırsa buraları kim müdafaa edecek.. Arap mı, Gürcü mü?.. Sofadaki gençler: — Türk, Türk! diye bağırdı. Osman'ın tüyleri diken diken oldu. Doğan Bey de heyecanlanmıĢtı. Gözlerinin önüne Muratlı köyünün yanıĢı, Faranga deresinde uzuvları Rumlar tarafından kesilmiĢ cesetler geldi. Nesimi Bey sakin sakin konuĢuyordu.

_ Haklısınız arkadaĢlar! Balkan'ı da, bütün Türkiye'yi de düĢmanlara karĢı sadece ve sadece Türkler kurtaracaktır. ĠĢte Genç kalemler Mecmuasında bizler bu hareketin fikriyatını yapıyoruz. Milletimizin adı Türk milletidir. Artık bunu bir Rum, bir Bulgar, bir Sırplı kadar açıkça ve iftiharla söyliyebilmeliyiz. Millet Türk, devlet Tük'ün olunca hareketin de Türk-cü^ojması çok tabiidir. O halde Ziya Bey ve Ömer Bey'in Genç kalemlerde ateĢledikleri hareket yerden göğe kadar haklıdır. ArkadaĢlar, tarihimiz, coğrafya- j mız bizi Türkçü olmağa zorluyor, Türkçülükten baĢka *- fikir hareketi devletimize deva olmaz. Sofadaki gençlerle birlikte Osman da, Doğan Bey de bağırıyordu: — Türküz! Türkçüyüz! Ġsmail iMordehay, sararmıĢ, oturduğu yere mıhlan-mıĢtı. Cemiyettekilerden birkaçını olsun ayartmak, iğfal etmek için bir soruya zorladı kendini: — Peki Türkçülük ne? Herkes Türküz diyor, biz Türk değil miyiz? Ġnsanlı... Bu ipek tüccarının oğlu da nereden gelmiĢti. Nesimi Bey'in kan beynine sıçradı. Onun ittihatçı olduğunu BALKAN ACĠSĠ 329 biliyordu. Zaten dönmeler her yere giriyordu. Hulusi Bey'e böyle bir adamı çağırdığı için içerledi. Yerine otururken Ġsmail Bedhacı'ya kötü niyetini sezdiğini belirten bir bakıĢ atarak: — Ben yoruldum, arkadaĢım Akil Bey, Türkçülüğü anlatsın, dedi. Akil Bey muntazam kıyafetli, ütülü pantolonu ile ayağa kalkınca herkesin alâkasını üzerine çekti. Gözleri sert ve haĢin olmasına rağmen hürmet telkin ediyordu. O konuĢmasına baĢlayıncaya kadar Ġsmail Mor-dehay «Ġnsanlık, batı, hürriyet» kelimelerini çorba ederek birkaç cümle konuĢmuĢtu. Akil Bey gür ve ahenkli sesiyle yahudi tüccarı kılıklı adamın sesini boğdu: — Bedhacızade ne geveliyor, insanlık mı diyor? Bugün bütün insanlar, ayrı bir milliyete mensupturlar.. Her milletin de bir devleti var. Ġstiyen istediği milletin devletinde yaĢar, ama o milletin tarihi, har-sî ve siyasî, iktisadî menfaatleriyle zıtlaĢmayarak, ekseriyete düĢman olmıyarak.. Bugün Osmanlı devleti en kötü devresinde.. Devlet gemisi batağa oturmuĢ.. Kımıldandıkça batıyor.. Tanzimatçılar koĢtu, sözüm ona kurtulmak için biraz kımıldattı, biraz daha batırdı... Jöntürk arkadaĢlarım var alınmasınlar, onlar biraz kımıldattı gemi biraz daha battı.. Hürriyetçiler, ittihatçılar, meĢrutiyetçiler kımıldattı.. Biraz daha gemi çamura gömüldü.. Ahrarcılar tuttu çekmek istedi bir boy daha batırdı.. Osmanlıcılar el attı, bir karıĢ çekip bıraktı, gemi birkaç kulaç çamura battı. Ġslamcılar el attı, gemiyi bataklıktan kurtaramadı. Devlet gemisi kendi maddesini, kendi huyunu kendi makinesini bilen usta eller istiyor. Geminin içindeki arıza kadar, yani iç Ģartlar kadar, dıĢındaki ġartların da müsait olmasını hazırlamalıyız. «Bil il- 330 BALKAN ACISI Ġleti sonra kıl müdavata tasaddi» ġairin «illet» dediği [Türk'ün ruh kökünden uzaklaĢma hastalığıdır. Aslı-miza dönelim.. Asrımız bir milletler, milliyetçilikler asrı... Yıllardır biz bunu anlıyamadık. Dünkü kölelerimiz anladı.. Bulgar Bulgarlıktan, Rum Yunanlılıktan bahsetti. Hatta Arap ve Arnavut islâmı unutup milliyet peĢine düĢtü. Sürüdeki domuzlar, develer dört bir yana dağılırken, biz zorla bütün bu hayvanları aynı sürü içinde tutmağa çalıĢtık. Bir sürünün bile ahenk içinde birlikte yaĢıyabilmesi için aynı evsafta, aynı cinste hayvanlardan meydana gelmesi lâzımdır. Biz Osmanlı devletini «Osmanlı» milleti diyerek ne kadar «parçalanmasın» diye çabalarsak ça-balıyalım, gayretlerimiz boĢuna.. Gemimiz batıyor.. Usta eiler, millî çareier gemiyi tamir ediyor.. Fakat bataklığın etrafında su yok.. Türk devlet gemisi dıĢından kendisini kaldıran bir su istiyor.. Bu su, bu devletin ezelî ve ebed sahibi olan Türk denizi olacaktır. Her Türk'e Türk olduğunu idrak ettirmeli, devlet gemisini sırtına güvenle yüklemeliyiz. Evet, Namık Kemâl Osmanlı'yı Türk'ün imparatorluktaki adı olarak görüyordu. Fakat imparatorluk zayıfladı; kuvvetsiz kaldık.. Dört bir yanımız düĢman. Çünkü Türküz, müslümanız.. Bunun için yalnızız arkadaĢlar. Türk olduğumuzu millî Ģuurla 'idrak etmeliyiz. Osmanlı devletinin banisi Osman Bey'in babası Ertuğrul Gazi'den, Kayı aĢiretinden önce de Türküz.. Osmanlı'ya da, Selçuklu'ya da Türk olduğumuz için bağlıyız. Bu hanedanlar, Oğuz boylarının en asili olan Kayı'dandır, Kınık'tandır. Oğuzlar ise Türk'ün kökü, atası olan Oğuz Han'a dayanır. Mecmuamızın büyük mütefekkiri Ziya Gökalp «Turan» Ģiirinde bunu ne güzel anlatır. Haydi Seiim, Turan Ģiirini de sen oku. Genç delikanlı kalktı, hançeresini yırtarcasına BALKANI ACĠSĠ 331 «Turan» dedi; herkes kendini Ģiirin tarihi hakikat dolu heyecanlı mısralarma kaptırdı: «Nabızlarımda vuran duygular ki, tarihin birer derin sesidir...» Selim Ģiiri okurken, Ġsmail Mordehay huzursuz bir Ģekilde kalktı, içinden «ben Türk'ten, Turan'dan bahsedene gösteririm» diyerek boynunu büküp sinsi sinsi dıĢarı çıktı. Ġsmail Bedhacı'nm Türk'e karĢı duymuĢ olduğu kinden toplantıdakilerin haberi yoktu. Bu sebeple Mordehay'ın kuyruğunu apıĢ arasına sıkıĢtırıp kaçan köpek gibi sıvıĢmasıyle kimse ilgilenmedi. Bütün kulaklar, gönüller delikanlının içten ve duyarak okuduğu Ģiirdeydi:

... «Oğuz Han'ı kalbim tanır tamamiyle Damarlarımda yaĢar Ģanü ihtiĢamiyle..» Selim okuduğu güzel Ģiirden dolayı alkıĢlanarak otururken, Akil Bey, yerinden kalktı: — ArkadaĢlar! dedi: Bu Ģiiri, Üstad Ziya Bey, Beyaz Kule'deki toplantılarımızda çok güzel açıkladılar. Buyrun, Beyaz Kule'deki çay sohbetlerimize gelin, üstad sizi daha iyi aydınlatsın.. Ondan sadece münevverlerimiz değil, bütün milletimiz istifade etmelidir.. Turan Ģiirinde belirtilen Oğuz nesli ikibin yıllık bir milettir... Çingenesi, çıfıtı ayrılır, gücenir diye artık Türk olduğumuzu saklamıyacağiz. Türküz, Türk kalacağız. Bu devlete yalnız biz sahip olacağız.. Bunun için Türkçüyüz, bunun için Türk milliyetçisi-yiz... Türkiye Oğuzların iki mümtaz boyundan gelen Selçuklular ve Osmanlılar sayesinde bizim ezelî ve ebedî yurdumuz olmuĢtur.. Akil Bey'in açık ve inandırıcı konuĢmasını Ne-simi Bey ve gençler tebrik etti. Toplantidakiler sohbete baĢladı. Siyah sakallı biri: \ 332 BALKAN ACISI —7 Milliyetçilik, islâma aykırıdır, dedi: Ġslâm milleti reddeder!. — Ne münasebet efendim! diyen Sedat Bey, yüksek sesle devam etti: Ġslâmiyet milleti de milliyeti de reddetmez. «Millet» kelimesi aynen Kur'an da geçer. Peygamberimiz devrinde ashaba mensup olduğu millete göre hitab edilirdi. Bizzat peygamberimizin en çok sevdiği iki islâm ulusunun adlan, mensup oldukları milletin adiyle anılırdı. Evet, Selman'ı Farisi Ġran'lı, Bilali HabeĢi HabeĢti. Ġkisi de müslü-man oldukları halde milliyetlerini reddetmediler. Peygamberimiz de onlara bu milliyeti belirten adları ile hitap ettiler.. Sedat Bey'in konuĢmasını dikkatle, teĢbih çekerek dinleyen, odanın köĢesindeki minderler arasında kaybolmuĢ beyaz sarıklı bir ihtiyar öksürerek kesti: — Deminden beri dinlerim sizi, dedi: YaĢıma, ilmime hürmetiniz varsa siz de beni dinleyin. Sedat Bey doğru söylüyor; Kuran-ı Kerim millete de milliyetçiliğe de cevaz verir. Hoca Efendi, Huceret suresinden bir ayet okudu sonra açıkladı: —• Bakın ne buyuruluyor: Ben sizi çeĢitli mil-Jetlerden meydana getirdim, birbirinizi tanıyıp bilesiniz diye... Allah'ın ayrı milletler yaratmasının muhakkak bir hikmeti var. Türk milleti Kur'an'la da hadis'e de tebcil edilmiĢtir. Allah'ın ordusu olan Türk'ü Ġs-lâmsız, Ġslâmı Türksüz düĢünemeyiz... ^ Gençlerin hepsi de Hoca Efendi'ye takdir ve hürmetle baktılar. Osman'la Doğan Bey, bir müddet de yanındakilerle sohbet ettikten sonra kalktılar. Yol 333 boyunca konuĢmadılar. Osman handaki odalarına girince: — Tüh! tüh! tühler olsun bre, dedi: tüh bana tüh! Bunca yıl boĢuna yaĢamıĢım bre halaoğlu.. Kalın kafalı bir Balkan köylüsüymüĢüm.. Niçin daha çok okumadım bre!.. Daha fazla.. RüĢtiye yetmezmiĢ, yetmezmiĢ.. Ah kafam.. PiĢmanım senin kadar okumadığıma Doğan, piĢmanım. Çiftle çubukla uğraĢmakla, bağı tarlayı iĢlemekle iĢ bitmezmiĢ bre halaoğlu.. Demek bütün gayretlerimiz boĢuna.. DüĢmanlar bu toprakları elimizden almağa çalıĢıyor ha.. Bunca yıl uyuduk mu? Neydi o mecmuada yazı yazanların adı? — Bu gece dinlediklerimiz Akil Bey'le, Nesimı \ Bey.. G^ftĢ-Ka-temlerde de asıl büyük değerler Ömer Bey'le, Ziya Bey.. Güzel makaleler, hikâyeler, Ģiirler yazıyorlar.. Ġkisi de Anadolulu.. Diyarbekir'den, Balıkesir'den gelmiĢ iki kıvılcım Selanik'te parladı.. Bizi, Balkan Türklüğünü bir uyandırsa.. Toplantıdaki ġemsi Bey «Millî devletimizi, Türk Balkan devletini kurabilssk» dedi. Bu yeni fikir ilk nazarda Ġstanbul'a karĢı gibi... Doğan Bey'in bu sözlerinden Osman ürkmüĢtü, ağzı açık kaldı: — Aman o nasıl söz Doğan! Türkiye bir bütündür, parçalanmamak gerek. Doğan: — KeĢke parçalanmasak Osman, fakat Bulgaristan ġarki Rumeli'yi aldı. Küçücük Balkan'la Trak- \ ya'nın arasına girdi. Topraklarımız birbirinden kop- ] tu. Bizim Ġstanbul'la karadan bir bağımız kalmadı.. I Ġstanbul böyle giderse kendini kurtaramıyacak. Din- / lemedin mi konuĢulanları, Bâb-ı Âli'de her kafadan / bir ses çıkıyormuĢ.. Bizi düĢünen, Balkan'ın halini / bilen yok.. Küçük Balkan'ın yüzde altmıĢı Türk ve müslüman.. Nasıl olur da buralar hristiyanlara verilir... Toplantıdaki kulağı delik bir memur anlatıyordu. Ġngilizlerin Ruslar'ın emeli buymuĢ.. Hatta bütün Avrupa devletleri Türk'ü Balkan'dan atmak için anlaĢ mıĢ.. Bize Avrupa'da yer yokmuĢ.. Ġstanbul siyaset çamuruna gömülmüĢ, bu çukura batıp etrafı göremi-yenlerin elinde.. Menfaat ve mevki hırsından gözleri milletimizi tehdit eden tehlikeyi görmüyor. Biz Balkan Türklüğü teĢkilâtlanmalıyız, aksi halde Bulgar'ın, Sırb'ın, Yunan'ın eline düĢeceğiz... Ġttihatçılar sapıttı Osman, sapıttı.. Hürriyet, meĢrutiyet bizim için ne tehlikeli ne boĢ ĢeymiĢ.. Osman hayretler içinde kalmıĢtı. Doğan Bey'in sözünü kesti: — Niçin öyle konuĢuyorsun Doğan!.. Daha düne kadar onlarla beraberdin. — Birçok jöntürk gibi ben de yanıldım.. Devlet idare etmeyi çocuk oyuncağı sandılar.. Dinlemedin mi Kilise Kanunu çıkarmıĢlar.

,¦¦¦—'¦Ne demek o Doğan Bey?!.. — Bilirsin Balkan'da karıĢık köyler var.. Bizim /Ösmanlık, Ayanova, Mariçe gibi... Türk, Bulgar, Rum /karıĢık yaĢar.. Rumlarla Bulgarların bulunduğu tek kilise olan hristiyan köylerinde Bulgarlar derdi «kilise bizim», Rumlar derdi «kilise bizim».. Böylece eski Bizans Ortodoksları ile Bulgar ortodokslarının tarihi rekabeti, husumeti devam edip gider, kindar iki millet birbirini yerdi. Aralarında ihtilâf olduğu için Türklerle uğraĢamazlardı.. ġ imdi Ġttihatçıların çıkardığı kanunla anlaĢmazlık halledilmiĢ.. Yani Bulgar, Rum ve Sırplar arasındaki asırlık kinin sebebi . olan meseleyi Ġttihatçılar halletmiĢ. Nüfus çokluğuna göre bir kilise Ruma, bir kilise Bulgara paylaĢtırıl-/^ mıĢ.. Bu kanlı bıçaklı Balkan milletleri arasındaki di- 1 nî ve millî husumetleri bizim Ġttihatçılar ortadan kal- 1 dırmıĢ, onlara hakem olmuĢ. Ġnsan kulaklarına inana- / mıyor.. Kendi aralarında bir meseleleri kalmayan biK milletler artık boĢ durur mu?.. — Eyvah bre niçin yapmıĢlar böyle bir kanun.. — Aptallıklarından değilse deliliklerinden.. Dün birbiriyle uğraĢan bu üç kavim kendilerine hakemlik yapan Türk'le artık uğraĢmağa vakit ve güç bulacaklar.. Yani Türk'e, Osmanlı devletine müĢtereken saldıracaklar.. Gene köylerimizi yakıp yıkacaklar.. Hatalar üstüste devam ediyor. Allah sonumuzu hayretsin. Toplantıda görmedin mi, iki zabit nasıl kıyasıya münakaĢa ediyorlardı.. Ġki ayrı kutup.. Manastır'dan gelenle, Selanik'ten olan subaylar.. Biri-Atman taraT-tarı, bfn Ġngiliz.. Türk'ün tarafını kim müdafaa edk. yor.. Ço~k ferfaT"çok~fehâ orduya siyaset girmiĢ.. Biz BalRah köylerinde tarla, bağ iĢleriyle uğraĢırken neler olmuĢ bre!.. Ġttihatçıların yapmıĢ olduğu bu hatayı ben yapmazdım.. Yüzyirmi tabur askerimiz Rumeli'nde terhis edilmiĢ.. Bu ne demek bilir misin Osman?!.. Bizim silâhsız Türk köylerinin, tepeden, tırnağa silâhlı Rum ve Bulgar komitacılarının zulmüne terketmek demek.. Toplantıda konuĢan Akil Bey haklı, Hariciye Nazırı Naradungya'nın oyunu bu..Jttj^ hatçılar bu Türk düĢmanı Ermeninin hiylesine nasıl gelirler.. Hepsi de mi beyinsiz bunların... Osman, Doğan Bey'i bu kadar kaygılı görmemiĢ̂ ti. Üzüntülü ve nedamet dolu bir ifade ile konuĢmasına devam ediyordu: — Bir zamanlar jöntürk ve ittihatçı taraftarı olduğuma utanır oldum.. Ne hatalar yaptım.. Sultan Hamid adı o zaman bende büyük bir kin doğururdu Hürriyetin, genç Türklerin katili olarak görürdüm onu.. Ne kadar yanılmıĢım. Ne kadar yanlıĢ tanımı-Ģım.. Bize «Hürriyet, hürriyet» dediler.. Hürriyet delisi ettiler, çılgın gibiydik.. Gençtik, etrafımızı, milletimizi göremiyorduk... Kandırdılar «Hürriyet» diye.. Ama Ģimdi Türk devletinin hürriyeti tehlikede.. Ne gaflet, ne dalalet içindeydik... ġ imdi de Ġttihat Terakki.. Hatalar devam ediyor. Avusturya müsaade etmezken bizimkiler Sırbistan'ın Avrupa'dan getirttiği son model ağır topları Selanik limanına çıkartma izni veriyor. Selanik'ten demiryolu ile Belgrad'a gidecek bu toplar bir gün bize karĢı patlıyacak. Ne gaflet ne gaflet!. Genç subay bunu bize anlatırken kahrından sinirinden ağlıyacaktı neredeyse.. Bir an önce köylerimize dönüp nefsi müdafaa tedbirleri almalıyız Osman! Evlâd-ü ıyal tehlikede.. Balkan Türklüğü tehlikede.. Soyunup yatmıĢlarken iki genci de uyku tutmadı. Han odasının tavanına gözlerini dikip bir sağa bir de sola döndüler. Akil Bey'in, Nesimi Bey'in konuĢmaları, genç delikanlının Ģiiri çın çın kulaklarında öttü. Küçükmatlı'yı Üsküpler'i Kayalar'ı, çoluklarını çocuklarını düĢündüler. Artık bir gece dahi Selanik'te kalamazlardı. Küçük Balkan köylerine dönmeliydiler. ON BĠRĠNCĠ BÖLÜM Balkan'ın üstünde sızan her pınar Bir yaradır durmaz içimde kanar! Hangi taĢın kalbini deĢsem mezar! Gör ne mübarek yer uğurlar ola... EĢ hele dağları örten karı, Ot değil onlar dedenin saçları! Dinle, Ģehit sesleridir rüzgârı! Durma levent asker uğurlar ola.. Mehmet Akif Ersoy OSMAN ÇAVUġ ZELĠHA'yı görmek için Küçükmatlı'dan akrabaları gelmiĢti. Osman ÇavuĢ misafirlere taze sebze ve meyve getirmek üzere Derebağlara gitti. Amcası gittikten sonra ahraz kız, akrabalarını memnun etmek için kollarını sıvadı; ıspanak böreği, tepsi mantısı, revani yaptı. Bütün gününü mutfakta geçirdi. Misafir kızlara çeyizini, ördüğü, iĢlediği ka-neviçeleri, dantelleri gösterdi. AkĢam olmuĢ, karanlık bastırdığı halde amcası dönmemiĢti; kızcağız merak ediyor fakat misafirleri bırakıp çıkamıyor, bir Ģey de diyemiyordu. Nihayet Gani Ağa: — Haydi kızım Zeliha, dedi; Gidelim bakalım Ģu ihtiyara ne oldu. Gitme dedim. Ġlle de sana yeni yetiĢtirdiğim lokum gibi armutlardan getireceğim dedi, tutturdu. Zeliha'nın içine korku düĢmüĢtü. Feneri yaktı. Son zamanlarda bahçenin etrafında dolaĢan pis yüzlü Rumları hatırladı. Kayalar kasabasında Türkler zen- 338 BALKAN ACĠSĠ gindi. Kimsenin kimsenin malında gözü yoktu. Fakat güneyden gelen Rumlar kasabanın kenar mahallelerine yerleĢip, her türlü çapulculuğa baĢlamıĢlardı. Gani Ağa'y'a, Zeliha evdekileri sofra baĢında bırakıp bağ'a gittiler. Daha köprüye varmadan Gani Ağa seslenmeye baĢladı: — Osman ÇavuĢ! Osman ÇavuĢ!

Derede cırcır seslerinden, kurbağa vaklamaların-dan baĢka bir ses duyulmuyordu. Zeliha köprüyü koĢarak geçti. Bahçeye çıktı. Islık gibi çıkan sesiyle amcasını çağırmağa çalıĢıyordu. Gani Ağa Zeliha'yı daha çok telâĢlandırmamak için: — Belki bahçe iĢinde çalıĢmıĢ, yorulup uzanınca da bir köĢede uyuya kalmıĢtır, dedi. Zeliha, elindeki feneri meyvalığa tuttu. Çok sevdiği ağaçlar ileri geri yürüyen gölgelerle korkunç mahlûklar olmuĢtu. Duvarı tırmandılar sekiye çıktılar. Burada aĢılandıktan sonra ilk defa meyve veren armut ağaçları vardı. Yoncalığı çiğniyerek yavaĢ yavaĢ yürüdüler. Ağaçların altına geldiler. Burada bir sepet armut ve bir sepet üzüm ağzına kadar dolmuĢ duruyordu. Gani Ağa: — Osman ÇavuĢ! Osman ÇavuĢ! diye seslendi. Zeliha ıslıklı, hırıltılı sesiyle bağırdı. Derenin sonundaki kayalarda yankı yapan kendi seslerinden baĢka bir ses cevap vermedi. Zeliha feneri salatalık maĢalasına tuttu. YemyeĢil tevekler arasında taze hıyarlar göründü. Toprağa dikkatlice baktılar. YaĢ toprakta izler vardı. Zeliha bu izlerin amcasının ayak izleri olmadığını farketti. Gani Ağa'ya çığlık atarak gösterdi. Gani Ağa: BALKAN ACISI 339 — Bunlar çizme izi, çizme izi, gavur izi, dedi. Arkı takip ederek yürüdüler. Biraz ilerdeki ma- Ģaladaki domates tevekleri kırılmıĢ, çiğnenmiĢ birbirine girmiĢti. Zeliha ıĢığı oraya tuttu. Gani Ağa yere eğildi, baktı; — Topal Osman'a saldırmıĢlar bre! dedi; ihtiyar çavuĢtan ne isterler, bak kızım boğuĢmuĢlar burda. Gani Ağa tabancasını çıkardı. Çizme izini takip edip kemerli taĢ evciğe doğru yürüdüler. Zeliha amcasının tüfeğini alarak yola çıktığını hatırladı. Amcası tüfeğini evciğin duvarına asardı. Su arkını geçip üzüm ve kayısı kurutulan taĢlığa çıktılar. Zeliha feneri yukarı kaldırdı. ĠĢık korkunç karanlığa doğru gölgelerle sallandı. Kemerden bir Ģey sarkıyordu. Zeliha korkunç bir çığlık atarak yere yığıldı. Gani Ağa yere düĢen feneri doğrulttu. Aldı. Evciğe tuttu. Osman ÇavuĢ'u ayaklarından kemere asmıĢlardı. Döme-ke'de emrinde savaĢtığı çavuĢuna yaklaĢtı. ĠĢığı tuttu. Osman ÇavuĢ'un burnu, kulakları yüzü kesilmiĢ, parçalanmıĢ, tanınmayacak hale gelmiĢti. Kafası mavzerle delik deĢik edilmiĢti. Evciğin taĢları kan göleği olmuĢtu: Gani Ağa: — Alçaklar! Alçak Rumlar, dedi. Ne yapacağını ĢaĢırmıĢtı. Feneri yere koydu. PıhtılaĢmıĢ kan göleğinin yanında bir kâğıt gördü, aldı. Türkçe yazılmıĢtı. — Katil kefereler! dedi, kâğıdı ağlıyarak okudu: "Bu topal ÇavuĢ Dömeke'de çok Yunanlı öldürdüğünü söylerdi. Biz de intikamımızı alıyoruz. Bütün Türkleri öldüreceğiz. Bahçeleriniz, evleriniz, bütün topaklarınız bizim olacak. Balkan bizim olacak.. Hris-tos» 340 BALKAN ACISI B SON KONAK MÜSLĠM Bey, sabahleyin erken kalktı. Namazını kıldı. Karısı tarhana çorbası yaptı. Çocuklarıyla birlikte tahta sofraya oturup sıcak çorbayı kaĢıkladılar. KıĢ geliyordu. Daha harmandan buğdaylar kalkmamıĢtı. Hanımı efendisini kaygılı görünce: — Müslim Bey nen var, bugün düĢüncelisin, dedi. — Hanım, dün Ġzdinlilerden mektup geldi, diyen Müslim Bey, çizmelerini giyerek devam etti: Bir hafta içinde hububatları teslim etmeliymiĢiz. Ordu acele istiyormuĢ. Hâlâ saplar tarlalarda. Ameleler yavaĢ alır oldu. ĠĢ çıkmıyor. Ben gideyim, harmana bakayım. Karısını, çocuklarını öptü. Konak kapısına kadar uğurlayan hanımı beyinin böyle dönüp dönüp arkasına baktığını hiç görmemiĢti. Ne olmuĢtu Müslim Bey'e: ĠĢte atın üstünden gene konağa dönüp bir Ģey unutmuĢ gibi bakıyordu. Müslim Bey, atını kırbaçladı, çiftliği geçti, kaya düzlüğündeki harmana geldi. Atını ekin saplarına doğru sürdü. GüneĢ iki mızrak boyu olduğu halde, harmana hiç kimse gelmemiĢti. AĢağıda Türk hizmetkârlar arabalarla sap taĢımağa devam ediyorlardı. Yığın yığın buğday saplarına gözlerini gezdirirken kâhya geldi. TelâĢlı ve kuĢkulu bir hali vardı. Müslim Bey: — Kâhya nerede kaldı bu kefereler, dedi: Bun- BALKAN ACISI 341 lar bu iĢi beceremiyecekse Sofular'dan Türk amele getirelim. — Gelirler beyim! — Ne zaman, vakit öğlen oldu. Çabuk git Ko-naĢ'a, Dıraz'a, Mikhael'e Panov'a, Hristaki'ye söyle adamlarını alıp gelsinler. — Peki beyim! diye kâhya harman yerinden atiyle uzaktaĢtı. Müslim Bey atını dağ gibi yığılmıĢ ekin sapları arasında gezdirdi. Daha Ģimdiden yığınlarla kayadü-zü dolmuĢtu. Bu sene mahsul boldu. Balkan ovası bereketli, fakat reaya tembeldi. Son günlerde Bulgar ve Rum ameleler hepten serkeĢ olmuĢlardı. Osman-lıkta sarhoĢ dolaĢamazlarken Ģimdi çiftlikte içki içer olmuĢlardı. Müslim Bey bu kötü hareketleri yapan hristiyanları çiftlikten atmıĢ, amele baĢlarını da iyice haĢlamıĢtı.

Müslim Bey, atını tarlalara sürdü. Türk köylüsü ekin biçiyordu. Selâm verdi. — Buyur Müslim Bey, bir soluklan da öyle git, ayranımızı iç, dediler. Müslim Bey, atının üstünde duramiyordu. — Sağ olun, dedi. Kendi tarlalarının yanına gitti. Dane buğday demetlerinin yarısı yerde duruyordu. Atını köye doğru çevirdi. ÇeĢmeyi geçti Melina-ların evinin önünden geçerken Meryem'i gördü.. Andria'nın karısı Mari, Müslim Bey'e kötü kötü baktı. Küstahça güldü, yere tükürdü.. Müslim Bey ne olduğunu ĢaĢırdı. Müslim Bey Osmanlık'ta bir fevkalâdelik olduğunu sezmiĢti ama neydi.. Ne değiĢmiĢti köyde.. Köyün kendinden baĢka büyüğü beyi yoktu.. Fakat bu reaya karısının küstah tavrı neydi.. Köylerindeki diğer hristiyan kadınlar bile bir erkeğin önün- 342 BALKAN ACISI den geçemezken, Ģimdi Konaklarında yetiĢmiĢ, anasına kardeĢlerine babasının baktığı Meryem, çocukluk arkadaĢı, kendisini sevdiğini söyleyen kıza manalı manalı yüzüne bakarak atının burnunun ucundan yere tükürmüĢtü. Sokaklarda kimse yoktu. Müslim Bey atını hocanın evine doğru kamçıladı. Ulu ceviz ağaçlarını geçince bir duman bulutu gördü. Cami yanıyordu. Bütün Türkler camiyi söndürmeğe çalıĢıyordu. Atından indi o da söndürmeğe koĢtu. Ağaç direkler ve minber alevler içindeydi. Yer yer yanan halıları duman bulutu içinden dıĢarıya taĢıdılar. Müslim Bey camiyi söndürmeğe çalıĢırken kâhya geldi: — Harman yanıyor beyim, harman da yanıyor. Artık caminin içine alevden dumandan girilmez olmuĢtu. Ne yapacağını ĢaĢıran Müslim Bey ata bindi. Harmana doğru sürdü. Ekim sıcağında göklere yükselen alevler beĢ on metre ilerisini yakıyordu. Cehennem ateĢiyle yanan saplar kara bulutlar içinde ; esen rüzgârla göğe savruluyordu. Bu yangınlar hristi-yanların iĢiydi. Müslim Beyin çocukları hatırına geldi. Atını konağa doğru kamçıladı. Osmanlığın Türk mahalleleri yanıyordu. Konakta alevler içindeydi. Bahçeye koĢtu, avluyu geçti. Merdivenleri çıktı. Konağın dört bir yanı tutuĢturulmuĢtu. Kapıyı zorladı. Yanan kapı içeri doğru yıkıldı. Dumandan içeri girilmiyordu. Geri çekildi. Ġkinci üçüncü kattaki pencerelere baktı. Bütün pencerelerden kızıl canavar dili gibi alev yükseliyordu. — Esma! Esma! Nerdesiniz!? Konaktaki hizmetkârlar da harmandaki buğday saplarını söndürmeğe gitmiĢlerdi. Bahçede avluda kimse yoktu. Müslim Bey binanın etrafını dolandı. \ BALKAN ACISI 343 \ — Kızım AyĢe! AyĢe!. Oğlum Mehmet! Nerdesiniz, Mehmet!.. Konaktan çatırdıyarak yanan ağaç seslerinden baĢka bir ses gelmiyordu. Osmanlık'ta her Türk evi Rumlar, Bulgarlar tarafından ateĢe verilmiĢti. Erkek-[erin çoğu tarladaydı. Ovada çalıĢtıkları sırada köy-den duman yükseldiğini gören koĢup gelmiĢ, kendi « evlerini söndürmeğe çoluk çocuklarını kurtarmağa ça-' lıĢıyordu. Müslim Bey, ne yapacağını ĢaĢırmıĢtı. Çocukları içerdeydi. Ne olursa olsun içeri girecekti. Yanan kapının üstünden atladı. Sofaya geçti. Dumandan gözü hiç bir tarafı görmüyordu. Duvarlar, tavanlar, döĢemeler, kendisine doğru ejder gibi dil uzatarak alevler içinde yanıyordu. Duman, gözlerini sanki kör etmiĢti. Göz yaĢları akıyordu. Çaresizlik içinde sağa sola koĢtu. Kızgın ateĢlere küllere bastığının farkında değildi: — Esma! Esma! AyĢe! Mehmet! Nerdesiniz? diye dumanlar püsküren oda kapılarından içeri seslendi. Yukardan dumanla boğulmuĢ iniltili bir çığlıkla, tersiz bir ses cevap verdi: — Baba!. Müslim Bey ayaklarının yandığını hissetmeden merdivenlere koĢtu. Merdivenin basamakları da yanıyordu. Ayağını attı. Yanan tahta çöktü. Müslim Bey çocuklarına ümit verecek cevabı, zehir gibi duman dolmuĢ gırtlağından çıkaramıyordu. Ceketi pantolonu tutuĢmuĢtu. Merdiven trabzanına doğru atladı. Yanan tahtalarla birlikte alevlere yuvarlandı. Osmanlığın üç katlı Bey Konağının ortasında bel kemiği gibi duran koca direk çatırdadı. Evin tahta kaburgaları alev ve dumanlar içinde biririne girdi. 1 _¦* IS Mi- ü^MM Cijmmmâ};, H ' ':fl ' ¦Mm <:J^^H* 344 BALKAN ACISI BeĢ bey nesline yuva olmuĢ konak öne doğru eğildi. Alevler ve dumanlar koyulaĢtı. Evin tahta iskeleti de ateĢ yığınının üstüne çöktü.

Kiliseler çan çalıyordu. Osmanlık'taki Rumlar, Sırplar, Bulgarlar Türk evleri kül olurken, sevinçle muzaffer ordularını karĢılamak için Yenipazar Ģosesine koĢuyorlardı. Yunan, Bulgar, Sırp orduları Türkleri yenmiĢ Yenipazar'da birleĢerek kuzeye ilerliyordu. YeĢil Osmanlığın üstüne kara bulutlar çöktü. Köyün minareleri yerle bir edildi. Zıvanadan çıkmıĢçasına, çoluk çocuk demeden yangından kurtulabilmiĢ Türklerin üstüne saldıran hristiyanlar, diğer Türk köylüleri gibi diri diri toprağa gömmek için Müslim Bey'i arıyorlardı. KEL TAHSĠN PAġA — Beni Ģoseye çıkar oğlum, Ģoseye! — We var amca ne var orada? — PaĢa!.. Ordu!.. Kıvırcık sarıĢın saçlı, mavi gözlü çocuk büyük amcasının körleĢmiĢ, yumuk gözlerine baktı. Ġhtiyar sağ elindeki baston ile yeri yokluyarak yürüyor., küçük yeğeni elinden tuttuğu amcasını Üsküp'er köyünün yukarısındaki Selanik ġosesine doğru götürüyordu. — Amca paĢa nasıl olur? —¦ Yola çıkınca iyi bak, göreceksin. Üniformalı, paçaları kırmızı çizgili. Kılıçlı.. Güzel atı olur.. BALKAN ACISI 345 ;— DüĢmanları yenen paĢa mı, gavurları öldüren paĢa mı amca? •— ġose görünmedi mi daha oğlum, — Az kaldı amca, tepeden askerleri görüyorum.. Ġhtiyar durdu. Bastonunu yeğenine verdi. Dudakları çocuğun anlayamadığı Ģeyler fısıldadı. Elleriyle yüzünü, beyaz sakallarını sıvazladı. Tekrar küçük çocuğun elinden tuttu. Çocuğu görmek ister gibi, kör gözlerini çocuğa çevirdi. Çocuk bastonu amcasının eline tutuĢturdu. — DüĢmanları yendi mi bu paĢa? Yunanlıları yendi mi? Cevap vermeyen ihtiyarın yüzüne baktı. Babasının amcasını hiç böyle üzgün görmemiĢti. Ġhtiyarın kırıĢık yüz hatları çekilmiĢ, ağzı limon yemiĢ gibi buruĢmuĢ görmeyen gözleri yaĢ dolmuĢtu. — Niçin ağlıyorsun amca niçin? Ġhtiyar keder ve ıztırap içinde zorla konuĢuyordu. — Mukadderat oğlum!. Deden talihliymiĢ.. Uzaklarda düĢman karĢısında öldü... Kader dedene göstermedi, fakat bana bu fena akibet; gösterdi. Ölenler ne talihli.. Siz Balkan Türklüğünün en bedbaht nesli.. Allah yardımcınız olsun.. — Karafere'ye giden yola çıktık amca... — ġosede kimler var, söyle oğlum söyle.. — Askerler var, yayan, kaçar gibi gidiyorlar.. Yol boyunca aç, periĢan Ģapkasız, tüfeksiz teç-hizatsız sefil askerler ayaklarını sürüyerek Selanik'e doğru yürüyorlardı. Komutanları, subayları neredeydi, ne yapmak için çekiliyorlardı nerede duracaklardı belli değildi. Askerler ĢaĢkın ĢaĢkın kör ihtiyarla kendilerini seyreden çocuğa baktılar. Çocuk asker- 446 BALKAN ACĠSĠ lerde aradığını, beklediğini bulamamıĢ olmanın hayal kırıklığı ile: — Amca kaçanlar düĢman mı? dedi. Amcası: — Yok oğlum yok, dedi: Halil sen bana apolet-li at üstündeki paĢa gelirken haber ver, bir askeri çevir bakalım soralım. Küçük Halil, sırtındaki çantasını da fırlatıp atan bir askerin önüne çıktı, ihtiyar toz toprak içinde kalmıĢ askerin elini tuttu: — Asker nereye.. Kumandanınız nerede, paĢa nerede?.. Asker kolunu silkip ihtiyardan kurtuldu, yürüdü. Askerlerin konuĢmaya mecalleri yokmuĢ gibi susuyor, arkalarına bile bakmadan koĢtururcasına yürüyorlardı. Komutanları bir mermi atmadan onları cepheden geri çekmiĢ, bütün toplarını, silâhlarını, cephanelerini düĢmana terkettirmiĢti. Üstlerinde askeri ağırlık ve cephane kalanlar da bunları yol boylarına atıyor, hafifliyerek daha kolay kaçma imkânı arıyorlardı. Ġhtiyar bu elim durumu görüyormuĢ gibi kahırla yüzünü askerlere çevirmiĢti. Küçük yeğeni elini sıkıp salladı: — Amca amca!.. Atın üstünde biri geliyor! — Bak oğlum apoletleri, sırmaları, kılıcı var mı? — Var var, PaĢa mı o amca, PaĢa mı? Bastonunu yola vurdurarak ihtiyar Ģosenin ortasına yürüdü: — Beni PaĢanın önüne çıkar oğlum, atının önüne çıkar, dedi. Küçük Halil meraklı gözlerini at üstündeki adama çevirdi. Güzel, temiz üniforması, apoletleri, kı- BALKAN ACISI 347

lıcı hep yerli yerindeydi. PaĢa kaygısız ve lakayt görünüyordu. Atı da dinç ve yorulmamıĢtı, gerinerek bacaklarını kasarak yürüyordu. Yanında iki zabit vardı. PaĢa ihtiyarla çocuğun Ģosenin ortasına çıkıĢına mâna veremedi. Atını kenara çekip sıyrılmak istedi. Halil nasıl olduğunu anlıyamamıĢtı. Elini birden bırakan büyük amcası PaĢanın atının gemine yapıĢmıĢtı. Sanki, o, atı, PaĢayı görüyordu. Ġhtiyar atın gemine dsha sıkı yapıĢtı. BaĢını yukarı kaldırarak: — Nereye Tahsin PaĢa! Nereye!?, diye sordu. Koca at, ihtiyarın karĢısında çakılmıĢ kalmıĢtı. PaĢanın boĢ gözleri ĢaĢkınlaĢtı, periĢanlaĢti. Önüne çıkan ihtiyarla, cıvıl cıvıl mavi gözlü çocuğa sinsi sinsi baktı. Bu çocukla, kör ihtiyar onu hiç duygulandırmamıĢtı. Sert bir Ģekilde: — Selanik'e, Selanik'e! dedi. Ġhtiyar sağ elindeki bastonu havada hınçla sal-lıyarak konuĢtu: — Kastanya'da da mevki tutmıyacak mısınız? At huysuzlandı. Çocukla ihtiyarın üstüne doğru yürüdü. Tahsin PaĢa: — Yok, yok! Tutmıyacağız! Çekilin, çekil çekil!.. Çocuk, biraz önce merakla, sevgiyle seyrettiği Türk PaĢa'sına Ģimdi korku ve endiĢe ile bakıyordu. Titreyen eliyle atın gemini tutmağa devam eden ihtiyar: ^y — Biz ne yapalım PaĢa! Köylü ne yapsın? diye sordu. Sesi kahır doluydu. — Kaçın, kaçın, Yunan geliyor, kaçın! diyen Tahsin PaĢa, daha fazla konuĢmadı. Yanındaki zabitler ihtiyarla çocuğu uzaklaĢtırmağa çalıĢırken Halil" am- 348 BALKAN ACISI casının Kel Tahsin PaĢa'ya doğru tükürerek konuĢtuğunu gördü: — Yazıklar olsun sana! PaĢa olmaz olaydın! Ey-vahlar olsun! Bir mermi atmadan cepheden dönenlere lanetler olsun. Askerler kör ihtiyarla, yeğenini yoldan sürükleyip kenardaki çalı dibine ittiler. Ġhtiyarın bastonu yolun ortasında kalmıĢtı. Halil, PaĢa'nın atının arkasından nefretle bakarken, tekrar Ģosenin ortasına koĢtu, amcasının bastonunu aldı. Çalının yanına- geldi. Ġhtiyar yol kenarına oturmuĢ söylenerek ağlıyordu: — Tek bir kurĢun attırmadan ordusunu çeken paĢa! Allah belanı versin! Ġhtilas ve rüĢvet .suçları iĢliyen bu adamın Abdülhamid Han yüzüne tükürmüĢ-tü. Sultan bu namussuzun canını almalı, derisini yüz-dürmeliymiĢ.. Ġttihatçılar bu haine sarıldı.. Ah oğul ah, mahvolduk.. Bir an önce köye inelim.. DüĢman geliyor.. Tedbirimizi alalım.. Yunan geliyor.. Allah yardımcımız olsun... Halil, amcasının sakallarını ıslatan göz yaĢlarına bakıyor, olağanüstü bir hal olduğunu hissediyor, fakat bir türlü bu kadar çok ağlamasının sebebini çözemiyordu. Askerdeki babası mı ölmüĢtü? Akrabaları mı ölmüĢtü? Askerlere baktı. Bunlar arasında babasına, akrabalarına benzer bir yüz göremedi. Sersefil asker yığınları önlerinden geçiyor, geçiyordu. Askerler ne ağlıyor, ne gülüyorlardı. UtanmıĢ gibi önlerine bakarak Selanik'e doğru yürüyorlardı. Halil'in büyük amcası hâlâ kafasını sallıyarak konuĢuyordu: — Yeğenim daha askerler çok mu, ayak sesleri kesilmedi, çok kalabalık mı? BALKAN ACISI 349 Taa Gülderesi'nden beri uzanan kalabalık bütün yolu doldurmuĢ. Köyden koĢup gelen kadınlar, çocuklar da Ģose kenarına yığılmıĢtı. BaĢka bir ihtiyar nefes nefese 'bayırı çıktı. — Ne oldu Mevlüt Dayı ne oldu? ġosedekiler kim? Cepheye asker mi sevkediliyor? Ġhtiyar: — Ne gezer oğul, ordu döndü ordu.. — Açan döndüler? SavaĢmadılar mı? — Dönerler, kaçarlar.. — Yenildik mi Mevlüt Dayı? — Bir tüfek patlatsalar gam yemezdim bire. Bir densiz paĢa orduyu silâhını topunu bıraktırarak çekiyor.. Ailah korkusu olmayanlar baĢta olursa.. Abdülhamid Han'ı halledenler Balkan'ı yağma ettirecekler. Asla bir arada geçinemiyen üç köpeğe anlaĢma imkânı verdiler. Ġttihatçıların cehaletiyle düĢtüğümüz Ģu elim durum Abdülhamid Hanın ne ince siyasetçi olduğunu gösterir. Onlar bu ince dehanın büyüklüğünü idrak edebilecek kafa ve millî ahlâktan mahrum' olmasalardı, Bulgaria, Sırpla, Yunanlıyı Ġstanbul'a doğru hep birlikte bu Balkan SavaĢanın manevrasını yapar gibi yürürler miydi? Türk ordusunun yanında bu çapulcuların Türk düĢmanların yürümesine müsaade ederler miydi? Hürriyet için ha. Hürriyet için Ġstanbul'a hareket.. ġ imdi de düĢmanlarımız dün manevrasını hareket ordusu ile birlikte yaptığı Trakya'ya, Ġstanbul'a yürüyüĢü tekrarlıyacak.. Tehlike hürriyet hsreketi ile çanlarını çalmıĢtı. Hıristiyanlara göre Sultan'ı tahttan indirme hareketi, bu Balkan Sava-Ģı'mnJbJjLjatOMasıyd+v» Biz bu savaĢı dört "sene önce kaybetmiĢtik. Ümmeti müslüman tehlikede.. Allah Ġstanbul'u bizim düĢeceğimiz akibetten kurtarsın. 350 BALKAN ACISI

Ġnandım Ģimdi oğul, inandım, Çingene YaĢar'ın bir yük altını Kel Tahsin PaĢa'ya verdiğini söylemiĢlerdi, inanmamıĢtım. ġ imdi inandım, bu deyyusun bir katır yükü altına bizi sattığına.. Bizi bu hale düĢürenleri Allah ondurmasın.. Hızlı yürü oğul, hızlı yu. rü Math'ya, Kayalar'a haber uçurmalıyız.. Bu bozulmuĢ ordunun arkasından düĢmanlar gelecek.. Biz silâha sarılalım bre biz.. YUNAN ZULMÜ Serfice'deki Türkler tarlalarından, dükkânlarından acele acele evlerine kaçıyorlardı. Bir hafta önce ilân edilen harbin haberi Türk köylerine ulaĢmadan, bozulmuĢ, periĢan olmuĢ Türk askerleri Serfice'de görünmüĢtü. Türkler ne yapacağını, nereye kaçacağını bilmiyordu. Serfice çarĢısında birkaç Rum dükkânından baĢka açık yer kalmamıĢtı. Rumlar sokaklara dökülmüĢ sevinçle bağırıyordu: — Zito! Zito Konstantin! Zito Megalo idea! Zi-to Hellen! Ġçi kan ağlıyan Türkler kulaklarını bu sese kapayıp, kapılarını kilitlerken, çarĢı içinde bir Yunan bayrağı Serfice'nin en büyük mağazasının kapısının üstüne asıldı. Bayrağı asan kara, zayıf adam etrafındaki rumlara: — Nasıl güzel oldu değil mi, dedi: Hep bu günü bekledim. BALKAN ACISI 351 Daha önce de çeteci rumlara silâh yardımı yaptığını bilen dükkân komĢusu Rumlar: — Bravo YaĢar! Bravo YaĢar! dediler. Çingene YaĢar, Ortağı Koçireka'nın yıllarca önce verdiği Yunan bayrağının altında, yaklaĢmakta olan Yunan ordusunu karĢılamak üzere yola dökülen Serfice Rumlarına gülüyor, el sallıyordı. Yunan askerleri karĢıdan göründü. Rumlar gibi Çingene YaĢar da bağırıyordu: — Zito Konstantin! Zito Hellen!.. Sonbahar yağmuru bardaktan boĢanırcasına yağıyordu. Köyün toprak yolu çamur ve su gölekleriyle dolmuĢtu. Ġliklerine kadar ıslanmıĢ bir Türk köylüsü, sırılsıklam olmuĢ atının üstünde Ahmedce'den Dur-muĢköy'e gidiyordu. Ahmedce'ye giren Yunan askerleri, yerli Rumlarla birleĢerek bütün Tütk evlerini ateĢe vermiĢ, masum Türk köylülerini öldürmüĢtü. Ahmedce'deki Yunan zulmünden kaçabilen tek Türk'ün getirdiği haber DurmuĢköy'e kara bir bulut gibi yayıldı. Sağnakla baĢlıyan yağmur kesilmemiĢ, büktün dağı ovayı sel suları kaplamıĢtı. Gök yarılmıĢtı sanki.. Ahmedce'li köylü çıldırmıĢ gibi «Kaçın kaçın! Yunan geliyor» diye bağırarak atını kuzeye sürüyordu. Yunanlılar katil müfrezelerini Serfice'nin köylerine dağıtmıĢtı. KarĢıtepe'deki Karateke köyünün de yandığını gören DurmuĢköy'deki Türkler paniğe kapıldı. Koca Türk ordusu nasıl bozulmuĢtu. Yunanlıların Ahmedce'deki bütün Türkleri çoluk çocuk demeden kılıçtan geçirdiğini duyan DurmuĢköylüler karĢı tepelerdeki ormanların bile tutuĢturulduğunu görün- 352 BALKAN ACISI ce canlarını, namuslarını kurtarmak için alelacele atlara, eĢeklere, arabalara binerek yollara düĢmüĢtü. Lohusaların. hastaların, bebeklerin üst üste bindi-rildiği, denkler ve yataklar yüklenmiĢ arabaların arkasından bileklerine kadar çamura batmıĢ çocuklar koĢuyordu. Onlar daha tepeyi çıkmadan Yunan askerleri arkadaki tepelerden görünmeğe baĢlamıĢtı. Yağmurun, selin, çamurun tıkadığı yollardan insan insanı çiğniyerek kuzeye, daha emin bir yer bulmak ümidiyle kaçıyordu. Çocuk feryatları, bebek ıngaları yağmur Ģakırtılarını bastırmıĢ, Küçük Balkan Dağlarını inim inim inletiyordu. Zeynep Gelin'in kocası askerdi. Cemal'i gittikten sonra kaynanası da, kayınbabası da ölmüĢtü. Köyde baĢka kimsesi yoktu. En büyüğü yedi yaĢında olan üç çocuğu ile binecek bir araba, bir hayvan bulamadığı için yayan olarak çamurlu yollara düĢmüĢtü. Kimseye, gavura bile değil, kocasına kızıyordu. Neredeydi? Nasıl askerdi? Niçin savaĢmamıĢ, düĢmarvn köylerine kadar gelmesine müsaade etmiĢti? KeĢke kocası Ģehit olsaydı da çoluk çocuğunu böyle kan-ter içinde yolların çamuruna bulamasaydı. Kucağına emzikteki bebeğini almıĢtı. Sırtında üç yaĢındaki oğlu vardı. Babası dayısı gibi akıllı olsun okusun diyerek onun adını Doğan koymuĢtu. Zeynep Gelin yedi yaĢındaki kızının da elinden tutmuĢ, zavallıyı çamurlardan sürükleyerek götürüyordu. Yağmurla birlikte esen rüzgâr ne baĢ örtüsü ne sırt çarĢafı bırakmıĢtı.. Delinen gökten yağmur akıyor, periĢan bir Ģekilde kaçan köylülsri elbiseleriyle yıkıyordu Zeynep adım attıkça ayakkabısının çamura be-lendiğini, içine su dolduğunu, ağırlaĢtığını görüyordu. Kızı dizine kadar çamura batmıĢ, annesinin elin- BALKAN AUĠSI 353 den kopmuĢtu. Sert sert esen rüzgâr, yağmuru yüzlere çarptırıyordu. Arkasından kızı ağlıyarak feryat ediyordu: — Anne! Anne bırakma beni..

— Kızım gel, haydi gayret, diyen Zeynep Gelin, geri döndü, yüzükoyun çamura batmıĢ kızını kaldırdı. Fatmasının diĢleri birbirine vuruyor, tiril tiril titriyordu. MahĢer miydi bu; gavur deccal mıydı, neydi baĢlarına gelen. Zeynep ağzını açamıyacak ka dar takatsiz düĢmüĢtü, üĢüyordu, ama kızını teĢvi etmeliydi: — Haydi kızım gayret et, dayınların köyüne bir yetiĢsek kurtulacağız, dedi. Sırtındaki oğlu ağlıya ağlıya uyumuĢ olmalıydı, sırtından kayarken tuttu. Onu çarıyla sırtına bağlamak için bebeği kızına vermek istedi. Göğsündeki bebek annesinin tenine küçük ellerini batırmıĢ, hem düĢmemeğe hem de karnını doyurmağa çalıĢıyordu. Annesinin göğsünden uzaklaĢınca feryada baĢladı. Yağmur Ģiddetlendi. Kimse kimseyi görmüyordu. Sanki gökteki kara bulutlar yere yapıĢmıĢtı. Nereye gidecekler, kime sığınacaklardı. Zeynep Gelin küçük kardeĢi Osman'ı düĢündü. O da Cemal gibi askere mi gitmiĢti? Matlı'da Konyar kızının yanında kalırdı. Daha önce annesinin babasının Albenika'dan memnun oldukları haberini almıĢtı. Doğan Bey de asker olduysa ahretliği Leylâyı da konaklarına çağırırlar, bütün asker karıları bir arada kalırlardı. Yunanlıya yeniliĢ ve onların zulmünden kaçıĢ ebediyyen devam etmiyecekti ya.. Muhakkak Cemaller, Osmanlar, Doğanlar gavuru bir yerde durduracaktı. Onlar imdada gelinceye kadar biraz güçlense biraz daha dayanabil-seydi. Çamur, Zeynep Gelinin ayakkabılarını da çekip 354 BALKAN ACĠSĠ almıĢtı. Buz gibi olduğunu hissettiği yalın ayaklarım çamurdan güçlükle kaldırıyordu. DurmuĢköy'den Yunanlının hakaret ve zulmünden kaçanlar kuzeyde savaĢan bir Türk birliği veya direnme gücü olan bir Türk köyü bulacaklarını ümit ediyorlardı. Yol uzadıkça uzuyor, Topçular köyü bir türlü görünmüyordu. Topçulara varsalar, belki Türklerin çoğunlukta olduğunu gören Yunanlılar hepsini öldüremiyecekti. Arkalarına dönüp bakan köylüler Ģiddetli pağmura rağmen DurmuĢköy'deki evlerinden duman ve alevlerin yükseldiğini gördüler. Yunan sürüsü kaçanların üstüne doğru yılan gibi kayıyordu. Arabalar, hayvanlar ağır yüklerini atıp biraz daha hızlı gidebilmeğe çalıĢıyordu. Yunanlıların ateĢ sesleri duyulmağa baĢladı. Herkes kendi canının derdine düĢmüĢtü. Zeynep Gelin baĢını önüne eğmiĢti. Çamur deryasına bulanmıĢ insan ayakları arasında bir bebek gördü. Göğsündeki, sırtındaki yavrularını yokladı; duruyorlardı. Kimindi bu bebek... Annesi kucağından mı düĢürmüĢtü?.. Yoksa canını kurtarmak için atıp kaçmıĢ mıydı? Bebek çamurda çiğneniyor, ağlıyor; kaldıran, alan olmuyordu. Zeynep Gelin eğildi Kundağı kapkara çamur olmuĢ, elleri yüzleri çamurlu suyla kirlenmiĢ bebeği de kucağına aldı, ağzını burnunu silip kendi bebeğiyle birlikte bağrına bastı. Yunan atlıları yetiĢmiĢti. Zeyneb'in sağında solunda patlayan silâhlar köylülerini cansız vaziyette çamurlara gömüyordu. Zeynep nefes nefeseydi. Adım atacak hali kalmamıĢtı. BaĢını geri çevirdi, kızı yoktu. Neden sonra onun elini bırakıp yerden bebeği aldığını hatırladı. Yunanlılar, kaçan kafilenin arkada kalanlarını çiğniyor süngülüyordu. Zeyneb'in yedi ya- BALKAN ACISI 355 Ģindaki kızı yoktu, kaybolmuĢtu. Bir an sırtındaki kucaklarındaki çocukları da atıp kaçmayı düĢündü. Bebekler ağlıyordu. Yağmur nerdeyse çocukları boğacaktı. Onları havalandırmak istedi. Durakladı. Arkasından silâhlar patladı. BaĢını omuzunun üstünden çevirecek oldu. Sırtındaki çığlık attı. Zeynep baĢını omuzuna çevirdi. Oğlunu bir daha göremedi. Ciğerinin yandığını hissetti. Diz üstü çamurlara kapandı. Bebekler hâlâ kucağındaydı. Ağzı yüzü çamurlu sulara gömüldü. Kafasına nal darbeleri vurdu. Sonra mahmuzlu çizmeler çiğnedi. Top arabaları geçti, ağıtlar kesildi. Zeynep hiç bir Ģey duymuyordu. TerlemiĢ sıcak tenine vuran yağmur tanelerini de hissetmiyordu. Ağıtlar, feryatlar kesildi. Yağmur kesilmedi. Yunan efsunları ateĢ ettikten sonra canlı kalabilmiĢ Türk köylülerinin çene kemiklerini kırdı, kurbanları canhıraĢ çığlıklar atarken burunlarını kulaklarını kesti. Kadınların göğüslerini parçaladı. Kundaktaki çocukları süngülerinin ucuna takt!. Yunan zabitleri fistanları yırtılmıĢ, mahrem yerleri parçalanmıĢ, en alçakça iĢkencelere maruz kalmıĢ Türk ölülerini sadist bir zevkle seyrederek, Kuzeye doğru muzaffer bir edayla giderken, azrail Türk'e «Kaç ölümle ölmek istersin» diyor, cevabı vahĢi Yunan sürüleri veriyordu. Palikaryalar silâhsız Türk köylülerini bir defa öldürüyor, kinini intikamını alamamıĢ gibi cesetlere süngü ile bir daha, bir daha saldırıyordu. Ne yapmıĢtı Türk milleti Yunanlıya Türk beĢ asır palikaryayı dininde, dilinde serbest bırakmıĢ askere bile almayarak, üreyip çoğalmasını, zenginleĢmesini sağlamıĢtı. Küçük Balkan Osmanlı'nın merhamet ve faziletle dolu insanlığının kurbanı oluyordu. Küçük Balkan ova- 356 BALKAN ACISI ON ĠKĠNCĠ BÖLÜM sı yeĢilliğini kaybetmiĢ, kan gölü olmuĢtu. Bir za. manlar bu topraklarda üç tuğlu paĢalar, beylerbeyle-ri, sultanlar konaklardı. Sipahiler, bölükbaĢları cebelilerini tabii ve kös avazesiyle Ģevke getirip yerj göğü

çınlatırdı. Türk ordusunun «Allah Allah» sesleriyle Balkan Dağları sarsılırdı. ġ imdi Allah korkusu olmayan, insanlıktan nasipsizler evlâd-i fatihan yurdunu cinayetler iĢleyerek çiğniyordu. T ~ ¦ Durma Yunan, durma kibrini artır! Türklüğün baĢına hakaret yağdır! Uyuyan bir kavme bu zillet azdır. Vur eski kölesi utandır onu! Bırakma uyusun uyandır ami!» Ziya Gökalp A GAZĠ Yunan zulmünden kaçıp canını kurtaran Türkler Kayalar'daki akrabalarına, tanıdıklarına sığınmıĢtı. Bu Ģirin Türk kasabası Karakeçili, Eymirli, KalebaĢı köylerinden kaçmıĢ Türklerle dolmuĢtu. Ġhtiyarlar Yunan ordusunun bir hatta tutulacağını, durdurulacağını söylüyorlardı. Küçük Balkan'ın eli silâh tutan erkeği cepheye koĢmuĢtu. Köylerde kalan ihtiyarlar, çocuklar Yunan ordusunu nasıl karĢılayacaklardı. Yunan askerlerinin gediğini gören Ahmedce, Çıkrıkçı ve Del-lalköy'deki Türkler silâha sarılmıĢ, Yunan ordusunu saatlerce köye sokmamıĢlardı. Fakat Yunan topları gelince bu köylerde bir tane sağ insan bırakmamıĢ, bütün evleri topa tutmuĢtu. Kuzeydeki Türk köyleri direnmenin boĢ olduğunu anlamıĢlardı. Ordu kaçarsa köylü ne yapabilirdi. Kaçacak yerde yoktu. Doğudan Bulgarlar, batıdan sırplar iniyordu. Osman'la Doğan Bey savaĢa gitmiĢti. Leylâ ve Albenika kocalarından ölü veya diri hiç bir haber alamamıĢtı. Ġhtiyarlar evlât acısına, Yunan iĢgalinin kah-rına dayanamamıĢlardı. Anne ve babası öldükten son- 358 BALKAN ACISI ra Leylâ, Küçükmatlı'dan Albenika'yı da alarak Ka-yalar'a Zeliha'nın yanına gitti. Onlar Kayalar'a yerleĢtiklerinin üçüncü günü Yunanlılar Küçükmatlı'yı, Üsküpler'i de geçerek Ka-yalar'ı iĢgal etti. Kimse evinden dıĢarı çıkamıyordu. Ġhtiyar Celil Efendi Osman ÇavuĢ'un evindeki üç kızı ve çocuklarını korumak için geceleri yüksek duvarların dibinde nöbet tutuyordu. Evlerdeki unlar erzaklar aylarca yetecek kadar çok. Fakat devamlı içerde oturmak Türkleri sıkıyordu. Buna rağmen kapı komĢusuna bile çıkmıyorlardı. Bir gün Zeliha avludaki kasımpatıları sularken Celil Efendi, dıĢardan müjde diye geldi. Ahraz kız ĢaĢırdı. Leylâ ve Alben yukarı odalardan aĢağı koĢtular. Osman veya Doğan Bey'inden bir haber bekliyorlardı. Celil Efendi sevinçle: j. — TutuĢtular tutuĢtular dedi, Balkan devletleri ıVi5 «/birbirine tutuĢtu. Rumlar Türkler'e iyi muamele etme- V^/ ğe baĢlar artık. Arkalarında kalan Türklerin husume- $jtj» j tini çekmemeğe çalıĢır, çünkü Bulgarlarla savaĢa baĢ- l lamıĢlar. ^ O gün herkes ürkerek korkarak da olsa Kayalar'da dıĢarı çıktı. Zeliha elle kolla Derebağ'a gitmelerini istiyordu. Nihayet Leylâ ve Alben razı oldular. Bağa 3 jgitmek için hazırlık yaparlarken kapı çalındı. Kara ""<, Jp kuru birisi Leylâ Hanım'i soruyordu. Leylâ kapıya ' çıktı: Esmer adamın elinde kâğıtlar vardı. Rumcaydı. — Doğan Bey ölmüĢ, Doğan Bey ölmüĢ, dedi. Leylâ kötüleĢti. Alben'in koluna düĢtü. Zeliha su getirdi. Merdivene oturttular. Kara kuru adamın hâlâ gitmediğini gören Celil Efendi: «Daha ne beklersin gitsene!» dedi. Kara kuru adam: BALKAN ACISI 359 — Doğan Bey ölmeden önce Selanik'teki konağı Küçükmatlı'daki çiftliği ve malları bana satmıĢtı... Bakın senetler burda. ġ imdi buralar Yunanlıların. Osmanlıların hükmü geçmiyor. Yunan makamları bunların sizin tarafınızdan imzalanmasını istiyor, dedi. Senetleri çıkardı. Leyiâ ne yapacağını bilmiyordu. Bütün mallar kendisinin değildi ki.. Sadece Selanik'tekiler ve Üs-küplerdekiler onundu. Küçükmatlı'daki çiftlikler ve tarlalar Doğan Bey'indi. Kocası askere gitmeden önce böyle bir satıĢ yaptığını söylememiĢti. Leylâ Hanım «ben imzalıyamam» diyecek oldu. Kara kuru adam dıĢarı çıktı rumca konuĢtu. Ġki rum göründü. — Ġmzalamazsanız, sizi bunlar nezarete götürür, dedi. Leylâ Hanım kâğıtları imzalamak mecburi yetinde kaldı. Celil Efendi: — Allah can sağlığı versin, dedi, üzülme. Bu yalancının, düzenbazın birine benziyor. Doğan Beyin öldüğünü uydurup malların üstüne konmağa çalıĢıyor. Doğan Bey ölmemiĢtir, üzülme Küçük Hanım. Ben bu kara adamı bir yerden tanıyorum ama bir türlü çıkaramıyorum. Leylâ'nın kızları yoncalıkta oynarken Alben, iki ağaç arasına Zeliha'nın kurduğu salıncakta bebeğini sallıyordu. Oğlunun uyuduğunu görünce kalktı. Ağaçtan bir armut kopardı. Sulu armudu diĢlerken Osman'ı düĢündü. Kocası armudu çok severdi. Isırdığı parça boğazında düğümlendi. «Askerlerimiz terhis edilmiĢti. Biz gitmeliyiz» diyen Osman'la Doğan Bey Ģehit mi olmuĢlardı? Murat'ını babasız mı büyütecekti? Doğan Bey'in kızlarına «Bebeğe bakın» dedi, dereye doğru yürüdü. 360

BALKAN ACISI Leylâ çayda çamaĢır yıkıyordu. Dupduru suya bir gölge düĢtü. Baktı baktı. Sanki hamam tasında falı bakılmıĢtı. O dilemiĢti de gönlündeki suya aksetmiĢ, ti. Kalbi heyecanla attı. Bu Doğan Bey'di. Gülüyordu. «Daha ne duruyorsun çık yukarı» diyordu. Ama kolunun biri yoktu. Sudan kayboldu. Leylâ'nın suya dalan gözünü tek bir el tuttu. Leylâ sudan baĢını kaldırdı. Döndü. Doğan Bey'di. Gördüğü hayal değildi. Ayağa kalktı, sarıldı. — Geldim, dedi. Doğan Bey: Bizimkiler kaçarken Ben Selanik'te bir hana saklandım. Subay elbisemi değiĢtirdim. Zaten birliğimiz kıtamız kalmadı. DönüĢünü mazur göstermek ister gibi omuzdan kopmuĢ koluna baktı. Leylâ kocasının sağ kolunun kesik olduğunu farketti. — Kolun! Kolun! Doğan?.. — SavaĢ bu, savaĢ! Ölen de var, bir kurĢun atmadan kaçan da.. ġehit olmak isterdim Ģehit olmak isterdim. KeĢke ölseydim de Küçük Balkan'ın da Yu-nan'lılarm eline geçtiğini görmeseydim. Yunanlılar size kötülük yaptı mı?. — Bizim köylere yapmadılar, ama güneydeki Türk köylerini yakıp yıktılar. Biz Kayalar'ı daha emin görüp hep bir araya toplandık. — Çocuklar nerede? — Yukarda Albenika'nın yanında oynuyorlar. Sepetlere meyve toplayan Zeliha, Doğan Bey'i görünce çığlık atarak koĢtu. Doğan Bey'in sağ kolu kesikti. Sol elini aldı öptü. Doğan Zeliha'nın Küçük Balkan'da kalan son erkek akrabasıydı. Ahraz çığlıklar kopararak hiçkırırken Albenika geldi. Doğan Bey'i görünce sevindi, aynı anda sevinci kadere döndü. — Osman Nerede. Osman nerede? dedi. BALKAN ACĠSĠ 361 — Osman'ı Bulgar cephesine sevketmiĢlerdi. Yenidiler, Trakya'ya çekildiler. — Sağ mı, Sağ mı, Doğan Ağabey, sağ mı? Ne diyeceğiz Murat'a? — Allah bilir. Bir gün baban gelir, diyeceğiz. Doğan Bey bütün mallarını Çingene YaĢar'ın sahte senetlerle ele geçirdiğini duyunca, Kayalar'daki Yunan kaymakamına Ģikâyete gitti. Daha hükümet konağından içeri girmeden onu gören askerler söverek içeri almak istemedi. Kolsuz bir adamla askerlerin alay ettiğini gören Yunan subayı pencereden seslendi. Doğan Bey'i subayın odasına götürdüler. Malûl Türk subayı, niçin geldiğini anlattı. Yunan zabiti odanın içerisinde ileri geri dolaĢıyordu. Birkaç kers daha gitti geldi. Doğan Bey'in ceket kolu yeniden içeri sokulmuĢ kesik koluna baktı. Kafasını salladı; sövdü. Doğan Bey evsiz barksız kalmıĢtı. Bütün mal varlığı Çingene YaĢar'ın eline geçmiĢti. ġ ikâyetini dinleyen Yunan hükümetinin görevlisi ise kendisine sövüyordu. Doğan Bey bu Rumca hakarete karĢılık vermemek için diĢlerini sıktı. Geri döndü. Hiç konuĢmadan çıkacaktı. Yunan subayı arkasından bir tekme savurdu. Doğan Bey kapının önüne yıkıldı. Zorla kalktı, kapıyı açtı. Yunan subayı tekrar bir tekme daha attı. Doğan Bey yüzükoyun kapandı ağzı burnu kanamıĢtı. \ — Sen YaĢar Bey'e iftira edersin ha.. Önce sa- tarsınız sonra dönersiniz. Bütün mallarınız YaĢar. Bey'in, bir daha gelme. Yunan subayı Türk'ün kesik kolunu gördükçe gazaba geliyordu. Bir tekme daha vurdu, kapıyı kapattı. ;J BALKAN ACISI B ENĠSE VE SARA Sebata ölmüĢtü. Selanik'teki dönmelerin lideri, Abdias gelinceye kadar Sara'ydı. Enise onu kıskançlık dolu alaylı bakıĢlarla seyrediyordu. Sara yağ bağlamıĢ vücudunu korseye sıkıĢtırmağa çalıĢırken: — Kuzum yardım etsene, dedi. Enise kahkaha atarak: — Kim dedi sana o kadar ye diye, Sara'cıyım kötü ĢiĢmanladın, dedi. — Senin benden kalır tarafın mı var? — Aldırma canım bu Yunan zabitleri ĢiĢmandan hoĢlanırmıĢ. — Telgraf çekebilecek misin? — Tabiî kuzum? Birkaç göz süzdü mü Yorgiler gelir yola... — Ben de geleyim mi cicim? — Hayır, bsn sana daha sonra baĢka birini bulurum. — Ya komutan esmerlerden hoĢlanmıyorsa.. — Gel öyleyse gel. — Yunan subayları da Selânik'in tadın' çıkarmakta gecikmezler.. — Tadı senle ben olduktan sonra, her Ģeyi hallederiz, kuzum.

Enise de aynaya baktı. Ġçini çekti. — Yıllar ne çabuk geçti Sara! dedi. Sara yaıĢnın hatırlatılmasma kızdı. Konuyu değiĢtirdi. — Paranın önünde herkes eğilir, dedi YaĢar Bey vde çok becerikli. Senin MenteĢ'le birleĢip bütün r BALKAN ACISI ,. . ( v ıa ( ¦ " V ' Türklerin mallarını ellerinden ucuza alıp Rumlara pa- \ halıya satıyorlarmıĢ. Ama arada senin Doğan Bey I gibi aptalları da bulup beĢ para vermeden çiftlikleri- / ne el koyuyorlarmıĢ. / — Vurgunu vuruyorlar desene! / / — Tabiî paraları alır gideriz. — Nereye? — Ne ĢaĢtın kız.. Yahudi değil miyiz? Her yer vatanımız. Abdias Ġstanbul iĢgalde olmasına rağmen hem Ġngilizlerin, hem de Türklerin el üstünde tuttuğu bir gazeteci.. — ismail Mordehay nerede kuzum? — O da Ġstanbul'da.. Bütün avdetiler iki vatan-!ı olduk.. Enise gülerek: — Ben üç, dedi. — Haa seni Ġngiliz yahudisi seni.. Ġngilizler Ġstanbul'da Türk Meclis-i Mebûsanını dağıtmıĢlar. Mebusları Malta'ya sürmüĢler. ¦— Ġyi ki siyasetle uğraĢan kocalarımız yok. — Ama ihtiyar kocan. Ah o MenteĢ, Balkan köylerinde Rumlarla birlikte vurgunu vururken ölecek haberi yok. — Senin ki de çocukluktan yeni kurtuldu. — Ama Abdias'in istikbali var. Ġngilizler seni Türkiye'de istediğin her mevkiye çıkarabiliriz demiĢler. Benim kararımı bekliyor. Sara aynanın karĢısından kalktı. Küçük gümüĢ zili salladı. Hizmetçi içeri girdi. — Payton köĢkün önüne gelsin, dedi. Enise ile Sara paytona binince birbirlerini tetkik etmeğe baĢladılar. EndiĢeleri birdi. Aynı anda: — Güzelsin cicim! dediler. Birbirlerinin gözlerine bakarak gülüĢtüler. 364 BALKAN ACISI Araba Yunan jandarma Komutanlığının önünde durdu. Askerler paytonda iki güzel madam görünce arabanın bahçeye girmesine müsaade ettiler. Sara ve Enise mermer merdivenlerin önünde indi. Buraya daha önce de çok gelmiĢlerdi. O zaman kapının üstünde Türk bayrağı asılı dururdu. ġ imdi Yunan bayrağı vardı. Fakat kemerin üstündeki tuğralı taĢ çıkarılamamıĢtı. Merdivenleri çıkarken hem çekiniyorlar, hem de baĢaracaklarını ümit ediyorlardı. Ġlk defa yüksek bir Yunan subayı ile karĢı karĢıya geleceklerdi. Ġkisi de kırk yaĢının olgunluğunu eski aĢk günlerinin tecrübesiyle değerlendirecek zekâdaydılar. Çingene Ya-Ģar'ı Tahsin PaĢa'ya gönderen bunlardı. Yunan makamları her halde bu hizmetlerinin karĢılığında isteklerini geri çevirmezdi. Ġki kadın kalçalarını oynata oynata nöbetçiye doğru yürüdüler. Asker onları salona aldı. Odaya girip çıktı. Umduklarından çabuk, Selanik komutanıyla karĢı karĢıya kalmıĢlardı. Ġkisi de Ģuh bir eda ile Yunan zabitine baktılar. General iki güzel kadını karĢısında görünce «Madam» diyerek ayağa kalktı. Masadan odanın ortasına doğru yürüdü. Elini uzattı. Eline sanki yumuĢak bir ateĢ düĢmüĢtü. Sara'nm elleriydi bunlar. Kadın generalin elini hararetle sıkmağa devam etmesine memnun oldu. Jöntürkler ittihatçılar, zabitler, memurlar.. YirmibeĢ yıllık sosyete hayatınca Türk Selanik'in bütün hakimleri, kuvvetlileri, nüfuzlu insanları sıkmıĢtı bu elleri.. Yunan Selanik'inde de çok Ģeyler yapacağını düĢündü. Yunan generali yanı baĢında baĢka bir kadının olduğunu unutmuĢtu. Enise öksürünce çok uzun to-kalaĢtığını diğer madamı beklettiğini farketti. Enise BALKAN ACISI 365 öksürünce çok uzun tokalaĢtığını diğer madamı beklettiğini fark etti. Enise gene öncülüğü dönme kraliçesine kaptırmıĢ olmanın gücenmiĢliği ile subayın elini soğuk soğuk tutup bıraktı. General: — Buyurun oturun, dedi. Eliyle yer gösterdi. Odanın içindeki koltuklar, masalar her Ģey Osman-lılar'dan kaldığı gibiydi. Yalnız duvarlara Türkçe harfler yerine kargacık burgacık Yunsn harfleriyle yazılmıĢ kâğıtlar asılmıĢtı. Enise, Ġngiliz modasını takip ediyordu. Pembe, beyaz kollu kerepdöĢen entarisi bileklerinin üstüne kadar uzanıyordu. Otururken göz ucuyle generale bakıp, bacaklarını göstermeğe dikkat ederek eteklerini çekti. Bu hareketini baĢarılı yapmıĢtı. General kendisini hayranlıkla takip etmiĢti. Sara siyah tuğla Ģapkasını çıkardı, gür siyah saçları ile oynadı. Yunan generali sigara ikram etti.

Eski Ġngiliz yahudisi DeniĢe Field (Madam Men-teĢ) ile dönme Sara'ya Selanik'in yeni sahipleri daha itibarlı bir hayat vadediyordu. Enise ilerlettiği Türk-çesini artık sadece ihtiyar kocası Kara MenteĢ'le konuĢacaktı. Rum dostları Avengelisler zaten ikisine de Rumca öğretmiĢlerdi. Artık her gece Sara da, Enise de «Sagapa! Sagapa» diyeceklerdi. Yunan askerinin getirdiği likörleri generale bakarak içerken Çingene YaĢar'a, Koçireka'ya yardım etmiĢ oldukları için, ne büyük hizmette bulunduklarını daha iyi anlıyorlar-dı. ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM «Garbın cebin-i zalimi afvetmedim seni! Türküm ve düĢmanım sana kalsam da bir kiĢi. Emin Bülent Serdaroğlu «Ölmez bu vatan, farz-ı muhal öl- se de hatta. Çekmez kürenin sırtı o tabut-ı cesimi.» Mithat Cemal Kuntay A ABDĠAS Selanik'te Türk bayrağı indirilip Yunan bayrağı çekiieli yıllar geçmiĢ fakat Ģehirde hiç bir Ģey değiĢmemiĢ gibi Bedhacıler, Naumlar, MenteĢler, Ko-henler eski serbest hayatlarını devam ettiriyorlardı. Küçük Balkan'daki Türklere iĢkence edilip, malları, mülklfin ellerinden alınırken Selanik'te iktisadî hayat gene Yahudi_y_e dönmelerin elindeydi. Sara, Enise, Avengelis üçlüsü Almansever kirala karĢı Venizelosçular'Ia anlaĢmayı menfaatlerine uygun bulmuĢlardı. Bedhacılar, Çingene YaĢar vasıta-siyle küçük Rum memurlarına rüĢvet yedirip köylerdeki Türkler'e ait arazileri yok pahasına devralıyor, sonra Rum zenginlerine satıyorlardı. Artık Çingene YaĢar Bedhacıar, Koçireka ve Avengelis kadar zengindi Selanik'te de büyük bir mağaza sahibi olmuĢtu. Türk köylerinde tütün ekimi de baĢlayınca toplama iĢi gene ona düĢmüĢtü. Yu- BALKAN ACISI 367 nanlıların Teselya'da birbiriyle çete savaĢına giriĢmesi dönmelerin iĢine yaramıĢtı. Venizelos mücadeleyi kaybedip kaçınca dönmeler kötü günler yaĢadılar. Sara ve Enise bütün marifetlerini kullanarak Selanik'teki dönmeler aleyhindeki havayı yumuĢattılar. Fakat kaçakçılık yaptığı için yakalanan Kara MenteĢ'i Yunan jandarmasının elinden kurtaramadılar. Ġhtiyar dönmenin cesedini bir gün köĢküne «nezarette ölmüĢ» diye bırakıp gittiler. Enise ölü gömülmeden kasalara, paralara el koydu. Kara MenteĢ o kadar karıĢık ve çetrefilli servet olacak iĢler bırakmıĢtı ki, Enise iĢ bilir bir koca aramağa baĢladı. Kendisine kalan miras Ġngiltere'de annesinin evlendiği Lord'un servetinden çok fazlaydı. Kralcılar Selanik'te dönmelere ait ne kadar imalâthane ve mağaza varsa el koyma kararı almıĢtı. Fakat Bedhacılar zamanında haber alıp hükümetteki A dostları vasıtasiyle kısa zamanda altın paraya çevir- | irdikleri servetlerini Ġstanbul'a kaçırdılar. Abdias'ın_, bu servet akımında büyük rolü oldu. Harb bütün Ģid-»FKVH detiyle devam ederken, Ġstanbul'un devamlı olarak il. Ġngiliz kontrolünde kalacağını söyleyen genç Mesih'e dönmeler inanmıĢtı. Abdias Ġstanbul'daki «Etniki Eter/a» cemiyeti ile anlaĢıp «Konstantinopolis ve Pontus Rumlarına Yardım Parası» diyerek Yunanistan'dan toplanan ianelerle birlikte bütün dönmelerin paralarını da Ġstanbul'daki Avrupa bankalarına ak> tarmıĢlardı. Abdias Selanik'e geldiğinde Sara gebeydi. Karısından ne kadar zamandır ayrı olduğunu hatırlamak istemiyordu. Selanik'e geldiğinin üçüncü haftasında Sa-ra'nın doğumuna Ģahit oldu, ĢaĢırdı. Ticaret, matbaa iĢlerinden, siyasî toplantılardan ve Ġstanbul'daki yahu- 368 BALKAN ACISI di kızlarıyla düĢüp kalkmaktan Sara'yı düĢünememiĢ. ti. Ġsrail adını koydukları bebeğin babasının bir Ġngiliz mi, bir Fransız mı, yoksa Türk veya Yunanlı zabit mi olduğunu Sara da hatırlamıyordu. Abdias: — Kimden oldu kimden, dedi. Sara kızdı: — Sen nasıl Mesihsin, nasıl dönme liderisin, bu ne gerici düĢünce, dedi; Ġstanbul seni bozmuĢ.. Talmut «Yahudi kanı kadınla da devam eder» der. Bizim yabancılarla evlenmemize ġebatay Sevi'nin on-sekiz emri de, talmutta izin verir, fakat siz dönme erkeklerinin asla.. Ya sen ne yaptın Ġstanbul'da... Abdias'ın esmer yüzü solmuĢtu, yahudi karası dudaklarını kımıldattı. Bütün dönmelere sözünü geçiren «Mesih» Sara'nın karĢısında suspus oldu. Sara: — Dinle! diyerek Ģöminenin üstündeki sion'un, yahudi Ģamdanının önüne geçti, Tevrat'tan ĠĢaye'yi okudu: «Ve kurt kuzu ile beraber oturacak. Ve kaolan oğlakla beraber yatacak.. Ve buzağı ve genç aslan

ve besili sığır bir arada oturacak.. Ve onları bir küçük çocuk güdecek.. Ve inekle ayı otliyacak.. Onların yavruları beraber yatacak..» Abdias bütün okumuĢluğuna, ileri fikirliliğine rağmen Talmut'la Tevrat'ın karĢısında konuĢamaz; onlara da Sevi'nin emirlerine de körü körüne itaat ederdi. Sustu aSra'yı dinledi. Ġstanbul'daki gazete'sinde islâmiyetten, dinden bahsedenlere mürteci yaftasını bastırıp devlet müdafiiliği ettiği zamanları unuttu. Sadom rahibesi gibi Talmut okuyan karısının karĢısında diz çöktü: — Ġsrail madem kırk gönül bayramının bana hediyesi, benim çocuğum, dedi. Sara Ġsrail gibi mukaddes bir çocuğu bana verdiğin için sana teĢekkür ederim. 369 Abdias Sebata tarafından imtihan edilip vekil seçildiği o günden beri karısına ilk defa yaklaĢıyordu. Sara kocasının yahudi sinsiliği ile fıldır fıldır dönen kara gözlerine baktı. Yan tarafları basık baĢını elleri arasına aldı kıvırcık saçlarını okĢadı. Sesine havrada dinlediği yaĢlı hahamın havasını vererek: «ĠĢte uzak diyarlardan kopup gelmiĢ senin kavminin kızı!..» diyerek mezamir okudu. Abdias'ın karĢısında diz çöktü. Abdias heyecanlandı. — Sion kızı kalkta harmanını döv, dedi; Yehova ne der: Ve senin oğullarını kucaklarında getirecekler ve senin kızlarını sırtlarında taĢıyacaklar ve kı-rallar sana lala ve kraliçeler sana dadı olacaklar, yere kapanıp ayaklarının tozunu yalayacaklar!.. AkĢam yapılacak avdeti töreni için hazırlık yapıyorlardı. El ele verip birlikte ibranice okumağa baĢladılar: — BeĢami-berahya ilen Sebata Sevi es Sebata Sevi Etana dolay menaes! El ele dönen sofraya dünyanın yarısına sahip olan mesihlerinin ismi ile oturacaklardı. Mesihin sa-adethanesi onüç dönme ashahsına dört kuzu bayramının bütün nimetlerini sunacaktı: B ACI GÜNLER Bu Yunan esaretinde kaçıncı bahardı. Doğan Bey evin küçük avlusuna hapsolunmuĢtu. Osman'ın emaneti Murat'a baktı. Öksüz kızları ile birlikte oynuyor- u If J70 du. Yunan iĢgalinden birkaç ay sonra doğmuĢtu. Al-ben çıkrıkta masur sarıyordu. Küçük Balkan'da hiç bir Türk'ün beyliği, ağalığı zenginliği kalmamıĢtı artık. SıkıĢtıkça kadınların bileziklerini satıyorlardı. Murat'ın üstünde uzun bir entari vardı. Fakir bir kız çocuğu gibi giydirilmiĢti. Doğan Bey kendisinin ve Osman'ın çocukluk günlerini hatırladı. Öksüzün periĢan haline acıdı. Murat amcasının kendisine baktığını görünce ona doğru «Baba! Baba!» diye ko^tı. Çocuk babasını görmemiĢti. Evin içindeki diğer çocuklar Doğan Bey'e baba dediği için, Murat da baba demeğe baĢlamıĢtı. Doğan Bey, Osman'ın Çanakkale'de savaĢtığını sonra Anadolu'ya geçtiğini Avrathi-sar'dan gelmiĢ kendisi igibi harb malûlü bir Türk'ten öğrenmiĢti. Ġstanbul hükümeti askeri terhis edince, Küçük Balkanlı askerlerin çoğu Yunan iĢgalinde olduğu için köylerine dönememiĢti. Doğan Bey, Murat'a doğru tek kolunu açtı. Çocuk amcasına «baba!» diye sarıldı. Kızı Hamide babasının Murat'la kucaklaĢtığını görünce o da babasına koĢtu. . — Baba beni de al kucağına, dedi. Doğan Bey kızın-a gülerek baktı. Kaçıncı defadır içi sızlıyarak tek kolunu iki çocuğu da alacak Ģekilde gerdirip açıyordu.. Sağ omuzundan sarkan ceket kolunun kırık bir kuĢ kanadı gibi cansız duruĢuna en çok üzüldüğü an buydu.. Çocukları bir arada sevip kucaklamak, bağrına basmak istediği zaman.. Kasabada kimse sokağa çıkamıyordu. Rumlar sataĢıyor, dövüyor, sövüyordu. Çocuklar da büyükler gibi evde hapisti; devamlı evin küçük avlusunda oynamaktan sıkılıyorlardı. Zeliha Derebağ'daki bahçeye sebze ekecekti, BALKAN ACISI 371 Rumlardan korkusundan bir türlü gidemiyordu. Ahraz bu bahçeyi çok severdi. Oradaki her ağaca Ebe Ninesinin, annesinin, babasının, kardeĢlerinin, teyzelerinin... adını vermiĢti . Amcası ile birlikte aĢıladıkları binbir çeĢit mey-va ile bahçeyi cennet haline getirmiĢlerdi. Rum eĢ-kiyasının öldürdüğü amcası bu bahçedeki her ağaca yavrusu gibi titrerdi. Zeliha'ya da iyi bakmasını vasiyet etmiĢti Ama Ģimdi bakımsız kalmıĢtı. Mayıs ayında pembe beyaz çiçekler içinde bu bahçede oyalanmak Zeliha'ya büyük bir güç kaynağı oluyor, çileli günlerini unutuyordu. Kendisi gibi dilsiz de olsa, bir talibi çıkmamasına üzülüyordu. Göz nuru dökerek sandığa doldurduğu çeyizleri ne olacaktı. Kilim tezgâhından kalktı. DıĢarı çıktı. Doğan Bey'in tek kolu ile çocuklarla oynaĢmasını seyretti. Derebağ'a teyzesinin oğlu ile gidebilir, ağaçları budar, bahçeyi görürdü. Amcası Osman ÇavuĢ'un evcikteki feci halini hatırladı. Doğan Bey'e böyle bir iĢ teklif etmekten vazgeçti. Leylâ mutfaktan çıktı, avluya bakındı: — Zehra nerede? Zehra Nerede? dedi. Doğan Bey de Zehra diye seslendi. En büyük çocukları evde, avluda yoktu. Murat'ı kucağına alan. Doğan Bey avlu kapısını açtı dıĢarı çıktı.

— Zehra Zehra! diye, seslendi. Sokaktaki Rum çocuklarının yaygarası daha fazlaydı. Rumca bağırarak bir Ģeyin etrafında vahĢi hareketler yaparak dönüyorlardı. Doğan Bey «Zehra diye seslenerek çocuklara doğru yürüdü. Kucağındaki Murat ağlamağa baĢladı. Rum çocuklarının halinden korkmuĢtu. Doğan Bey Rum çocuklarının koro halinde söylediği Ģarkıya kulağını verdi: 372 BALKAN ACISI «Ta parumi Timpoli Ki tin Aya Sofia Ta dyoksini tis Turki Mestin kokini Mila..» El ele tutuĢmuĢ Rum çocukları Zehra ile komĢu Hızır'ın oğlu Varsak'ı ortalarına almıĢlar, etraflarında bu dörtlüğü söyliyerek hem dönüyor, hem Türk çocuklarını iteliyerek tükürüyorlardı. Doğan Bey'in kulakları çınladı, baĢı döndü. Ġki Türk çocuğu birbirine bitiĢmiĢ ellerini yüzlerine kapayıp ağlıyor, bağırıyor-lardı. Doğan Bey Rum çocuklarını dağıttı. Bir kısmı «Tek kol tek kol» diyerek ceketini çekiĢtirdi. Rum çocuklarının en büyüğü olan birisi Zehra ile Varsak'ı kurtarıp götüren Türk'ün arkasından: — Ġzmir'i aldık. Ġstanbul'u da alacağız! dedi.. Doğan Bey bu kötü haber üzerine sağlam kolunu da kaybetmiĢ gibi çöktü. Rum çocuklarına baktı bir Ģey söyliyemedi. Zehra'nın Varsak'ın periĢan vaziyetteki yüzlerini saçlarını silerek eve götürürken, bütün benliğiyle Allah'a dua etti: «Allah'ım sen bilirsin, biz esarete düĢtük, Anadolu düĢmesin.. Allah'ım sen Türk milletine yardım et.» Leylâ kapının önünde bekliyordu. Zehra, Varsak'-la geliyordu. KaybolmamıĢtı, fakat Doğan'ın yüzüne ne olmuĢtu, sapsarıydı. — Ne oldu, yüzün solgun, dedi. Doğan Bey sustu. KonuĢmak istemedi. Onların da bütün ümidi Anadolu'ydu. Bu ümidi yıkmak istemedi. Albenika da Doğan Bey'i çok kederli gördü. — Ağabey, söyle Osman'dan haber mi var, Osman ölmüĢ mü yoksa? dedi. BALKAN ACISI 373 Doğan,Bey kapı eĢiğine serilmiĢ halı heybenin üstüne oturdu. —¦ Yok kızım yok, dedi; daha kötü haber.. Albenika yıllardır kocasının gelmesini bekliyordu. Onun ölüm haberinden daha kötü ne olabilirdi. Ahraz Zeliha da geldi. Elini Doğan Bey'in omuzuna koydu. Islık çıkaran geniz sesiyle «Söyle! Söyle!» demek istiyordu. Doğan Bey üç kadının yüzüne baktı. Yıllardır miskin miskin evde oturmaktan bıkmıĢ, erkekliğinden utanır olmuĢtu. Acz içinde Rum çocuklarının arasından Zehra'yı ve Hızır'ın oğlunu alıp kaçıĢını hatırladı. Kendisi gibi bütün Türkiye de malûl ve aciz miydi? — Ġzmir!, dedi. Doğan Bey'in sesi titriyordu: Yunanlılar Ġzmir'i almıĢ. Allah bize yardımcı olsun.. Anadolu olmazsa Rumeli'yi, bizi çocuklarımızı kim kurtaracak? Avludaki çocuklar, kadınlar ölüm sessizliğine gömüldü. Doğan Bey odaya girdi. Seccadeye oturdu. Kur'-an-ı Kerim okudu. Ġd7^~""" ' «Allahümme Mağfirli»yi bitirirken içinin ümit ıĢığıyla aydınlandığını, hafiflediğini hissetti Evde yedi kiĢi mahsur kalmıĢtı. Doğan Bey arada Hızır'ların evine su almağa gidiyor, bunun dıĢında kapı daima sürgülü tutuluyordu. Kayalardaki evlerin un ambarları boĢalmıĢtı. Bir haftadır Leylâ ineğe yedirdikleri kepekten ekmek yapıyordu. Dokudukları kilimlere Rumlar yün parasını bile kar'Ģılamyıan düĢük fiyatlar veriyorlardı. i:- f i I \ *ı \i 374 BALKAN ACISI — Siz kapıları iyice kilitleyin, Hızırlar'dan baĢkasına kapıyı açmayın, diyen Doğan Bey, Kayalar'da iĢ aramaya gitti. O gün Küçükmatlı'daki çiftliklerinin saban demiri ve nallarını yapan Rum tüccarına uğradı. Babasının bu Rum tüccarına çok yardımı olmuĢtu. Yol boyunca Türklerin çoğunlukta olduğu bu kasabada bir tane açık Türk dükkânı göremedi. Mav-ridis, Vecdi Bey'in oğlunu hiç hatırlamamıĢ gibi davrandı. Yanındaki hizmetçiye: — Bunu çiftliğe götür orda çalıĢsın, dedi. Hizmetçi Doğan Bey'e baktı. Sağ kolu yoktu. Üstelik Türktü. Tüccara: — Tek kollu bu ne iĢ yapar, dedi. Mavridis Goralzadelerin, Kadıoğullarınm zenginliğini, babalarının kendisine yapmıĢ olduğu iyilikleri hatırlamıĢ olacaktı. — Sen götür çiftlikte bir iĢ bulursunuz, dedi. Doğan Beyi çiftliğe götüren hizmetçi. Domuz ahırlarını gösterdi.

— Buraları temizliyeceksin, dedi. Gitti. Doğan Bey ömründe hiç süpürge tutmamıĢtı. Ahır leĢ gibi domuz kokusu ve pislikle doluydu. Süpürgeyi sol eline aldı. Çocuklarına akĢam götüreceğini düĢündüğü bir somun için her Ģeyi çekecekti. Ahırları temizledi. AkĢama doğru iĢini bitirip belini doğrultunca karĢısında Rum hizmetçiyi gördü. Rum ahırları gezdi. Doğan Bey'e kızgın kızgın: — Türk iĢi değil mi, eksik ve çürük..., diyerek hakaret etti. Doğan Bey diĢlerini sıktı. Çocukları için her Ģeye boyun eğecekti. BALKAN ACISI 375 AkĢam karanlığında bir somunla kapıdan içeri girerken, eĢikte bekliyen çocukların «Babam geldi» diyerek üstüne atılmaları bütün yorgunluğunu, sıkıntısını unutturdu. Gece kapı komĢuları Hızır Bey, karısı ve oğlu ile gezmeğe geldi. O da bir Rum'un tarlasında ırgatlık yapıyordu. Kendi tarlaları elinden alınmıĢtı. Hızır: — Kötü haber, kötü haberler var gene Doğan Bey! dedi. — Ne oldu gene Anadolu'da? — Ġskender söyledi, Ģu Rumların Aleksandır dedikleri hıristiyan Arnavut, kulağı delik her yere gf-rer çıkar. — Ne olmuĢ bre Hızır? — Ġstanbul'da toplanan Meclis-i Mebusanı Ġn-gilizler dağıtmıĢlar. Ġstanbul iĢgal altındaymıĢ. S|^ esirmiĢ. Ziya Bey'le birlikte birçok Türk münevveri-» ni Ġngilizler Malta'ya sürmüĢ. •—¦» Doğan Bey'in dünyası zindan olmuĢ gibi gözleri karardı. Ziya Bey'le Beyaz Kule Bahçesi'nde karĢılaĢtığı günün heyecanı ile doldu. Turan Ģairi Ziya Bey büyüleyici bakıĢlarıyle herkesi tesiri altına alan güzel bir konuĢma yapıyordu. Doğan Bey'in kulakları büyük mütefekkirin mısralarıyle çınlıyor, üzüntüden yüreği eriyordu: ...Bu meĢheddir, Avrupa'nın, Rumeli'den Türkleri Çıkarmaya azmettiği kanlı harpte, Kosova'da Al bayrağı bir hamlede ilelebed ileri Süren, evet bir meĢheddir Avrupa'da birinci, Mefkuremiz, burda yatan bir ebedî nöbetçi. Türkeli'nin bu ebedî nöbetçisi diyor ki: Anadolu «Türk Yurdu»dur, karĢıyaka «Türkeli» 376 BALKAN ACISI Selanik'in Türk olduğu günlerdeki gençliği, 2jn. deliği ile Doğan Bey Ģiiri okuduktan sonra. /" — Hasta olan Devlet ve Millet değil, biz mü-./ nevverleriz» diyen Ziya Bey't tie, demek Ġngilizler Mal-yd ta'ya sürmüĢ. Türkiye'yi onun mefkuresi kurtaracak-\ ti. Beni, o, bu sözleriyle garp taklitçiliğinden, Maymunca AvrupalılaĢma hastalığından kurtardı. Ben onda kendimi bularak Küçük Balkan'a döndüm. Fakat o Selanik'e biz de kendimize gelmekte gecikmiĢtik. Bu geç uyanıĢ felâketlere sebep oldu. Hızır tabakadan tütün sardı ağızlığına yerleĢtirdi: — Dur beyim, dedi, haber bende, eski günlere gitme, Ġskender'in anlattığına göre Türk Mebuslar Meclisi kapatılmadan önce bir Misak-ı jMjJlî yayınlamıĢ. Anadolu'daki kuvvetlerimiz yemin etmiĢ, düĢmanla millî yeminde belirtilen topraklarımız kurtarı-lıncaya kadar savaĢılacakmıĢ. Bizim topraklarımız gibi Anadolu'nun da köyleri Ģehirleri düĢmanlar tarafından iĢgal edilmiĢ. Fakat Anadolu'daki halk çeteler kurup müstevli ile mücadeleye baĢlamıĢ. Bazı yerlerde Türk halkı düĢmanı püskürtmüĢ.. Hanımlar da, çocuklar da yere serilmiĢ kilimlerin üstüne diz oturmuĢlar, merakla babalarının konuĢmasını hiç ses çıkarmadan dinliyorlardı. Doğan Bey: —¦ Misak-ı Millî'ye nereler dahilmiĢ haberin var mı? — Vallahi Rumlar Anadolu'da neler oluyor, günü gününe duyuyorlar. Telgraflar iyi iĢliyormuĢ. Ġs-kenderin dediğine göre Rumları en çok kızdıran Batı Trakya'nın da misak-ı millî'ye dahil olmasıymıĢ. — Balkan yok mu, Selanik yok mu? BALKAN ACISI 377 — Ġzmir, Ġstanbul kurtulsun da. Trakya, Anadolu kurtulsun da biz tek esir kalalım.. Leylâ Hanım söze karıĢtı, heyecanlı ve müteessirdi: — Niçin bizi düĢünmüyorlar.. Niçin Küçük Balkan misak-ı millî dıĢında. Karasu-Vardar bizim yurdumuz.. Bizi kim kurtaracak kim... Doğan Bey karısının yüzüne baktı. Onun ilk defa bu kadar zayıfladığını avurtlarının çöktüğünü görüyordu. Kendisi de onun gibi genç yaĢta ihtiyarlamıĢ mıydı? Çocuklarına baktı. En büyüğü on yaĢındaydı. — Elden ne gelir hatun, dedi; Anadolu'yu kurtarabilecekler mi bakalım. Bütün hıristiyan devletler Yunanlılarla.. ġ imdi yedi düvel Anadolu'da.. Ġngiliz'i, Fransız'ı, Ġtalyan'ı, Rus'u, Yunanlı'sı.. Ermeni'si.. Anayurdumuzu param-., parça eimiĢler.. Dünya SavaĢından, Çanakkale'den^ arta kalan bir avuç askerimiz ne yapacak bakalım. ,/v

Albenika, Çanakkale sözünü duyunca heyecanla yerinden doğruldu. Demek Osman Ģehit olmadıysa Ģimdi Anadolu'da askerdi. Ġçinden kocasının Anadolu'da da savaĢmasını, hiç olmazsa orayı kurtardıktan sonra Ģehit olması için dua etti. — Allah'tan baĢka yardımcımız yok! Türk'e Türk'ten baĢka dost yok, diyen Hızır, Kelâm-ı Kadim istedi. Zeliha koĢtu, Mushafı Ebe Ninesinin iĢlediği torbasından çıkardı. Hızır Bey Kur'an-ı Kerim okurken çocuklar kilimler, minderler üzerinde uyuya kaldı. ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM «Mağlupken ordu, yaslı dururken bütün vatan Rüyama girdi her gece bir fâtihâne zan.» «Biz daha dün öyle bedbaht olanlarız ki. Öyle göğsü hicran ile dolanlarız ki, Ruhumuzun zevki oldu ızdırabımız... Bahtımızla budur dedik son hesabımız.» Enis Betıiç Koryiirek • Gel, çabuk gel gözümüzün yaĢını dindir, Altın Ordu, Altmordu zafer senindir. Atıl atıl Altın Ordu hep ileriye Yunan denen Ģu hayduda, Ģu serseriye.» Hal it Fahri Ozansoy ÇOBAN MUSTAFA Doğan Bey'i de Hızır'ı da Rumlar iĢten atmıĢtı. Kasabadaki Rumlar Anadolu'dan aldıkları haberlerin neticesine göre azıyorlardı. Kayalar'daki Türk çocukları artık eve ağlıyarak ağızları, burunları kırılmıĢ vaziyette gelirlerse aileleri biliyorlardı ki, çocuklarının bu elim hali hayra alamettir. Çünkü buradaki palikaryaların yapmıĢ olduğu iĢkence, Ġstiklâl mücadelesindeki Türklerin bir zafer daha kazandıklarını gösteriyordu. Artık Rumlar üzülürken Türkler aç ve susuz da olsalar seviniyorlardı. Sokaktaki Rum çocukları «Ġstanbul'u alacağız, Ayasofya'yı kilise yapacağız» diye bağırmaz olmuĢlardı. Rumlar Anadolu'daki kayıplarının, yenil- BALKAN ACISI 379 gilerinin acısını Rumeli'deki masum Türk köylülerinden almak için bahane arıyordu. Askere götüreceğiz diye evlerden aldıkları Türk erkekleri bir daha dönmüyordu.. Çoban Mustafa Kayalar'ın saf bir abdalıydı. Yunanlılar gözlerinin önünde annesini ve babasını derilerini yüzerek öldürmüĢlerdi. Onların canhıraĢ feryatlarını elleri kolları bağlı olarak seyreden zavallı çocuk, delirmiĢ o gün, ağladıktan sonra birden katıla katıla gülmeğe baĢlamıĢtı. Rumlar onun bu halinden marazi bir zevk alıp serbest bırakmıĢlardı. Çoban Mustafa Rumların elinden kurtulunca yaylaya, koyunlarının yanına kaçtı. Fakat Rumlar koyunlarını da elinden alınca elinde bir Sopayla «kıss!.. Kıss!.» diyerek Kayalar'a döndü. ÇarĢı içinde delice hareketler yaparak oraya buraya koĢmağa baĢladı. Deli olduğu için Rumlar da onunla alay edip eğleniyordu. Fakat Anadolu'dan gelen son haberlerden sonra Rumlar Mustafa ve Kemal isimlerinden korkmağa, bu isimde olan Türklere daha çok iĢkence ve hakaret yapmağa baĢladılar. Çoban Mustafa da birkaç kere kafası kırılmcaya kadar dövüldü. Ġhtiyar bir teyzesi vardı, geceleri orda kalırdı. ÇarĢıda yediği fecî dayaktan sonra dükkânların önünde dolanmaz olmuĢ, sadece Türk mahallelerinde gezmeğe baĢlamıĢtı. Doğan Bey hastaydı. Evde un ve ekmek kalmamıĢtı. Evin en büyüğü olan ahraz Zeliha kimseyi dıĢarı bırakmıyordu. Anadolu'daki mağlûbiyetle gittikçe kuduran Rumların ne yapacağı belli olmuyordu. Bütün Türkler Doğan Beyler gibi açtı, fakat korkuyor, dıĢarı çıkamıyorlardı. Ama çocuklar ekmek diye ağlıyordu. Leylâ elinde kalan son altın yüzüğü de çıkarmıĢ. Kapının aralığından ekmek aldıracak bir % il 380 BALKAN ACISI Türk'ün geçmesini bekliyordu. Çoban Mustafa elinde bir sopa, sanki önünde koyun sürüsü varmıĢ gibi «kiss... kıss!.» diyerek elindeki sopayı sallıyarak geliyordu. Leylâ Hanım kapıyı açtı. Mustafa'yı çağırdı. Bir gömlek ve yırtık pantolonuyla yalın ayak Mustafa geldi. Leylâ Hanım ona elindeki altın yüzüğü verip ekmek veya un almasını söyledi. O, deli denen çocuk, uysal uysal yüzüğü aldı: — Peki Leylâ Abla peki! deyip çarĢıya doğru gene sağa sola doğru kıvrılarak «kıss! kıss!» diye diye gözden kayboldu. Andon'un dükkânının önünden geçerken bütün Rumların postacının etrafını almıĢ hep birlikte «vah vah!» dediklerini duydu. Mustafa yanlarına yaklaĢtı «Yah yah yah!» dedi. — Seni deli Türk seni, Yunan askerlerinin Ġzmir'de denize döküldüğü gün sen bizimle alay edersin ha! diyen Rumlar Çoban Mustafa'ya vurmağa baĢladı. Bir ara adamların elinden pırtan Çoban Mustafa, yokuĢ yukarı koĢturmağa baĢladı. Ġhtiyarı genci bütün çarĢıdaki Rumlar Çoban Mustafa'nın peĢinden koĢuyor, ona yerden aldıkları taĢları fırlatıyorlardı. O eğlenceli bir oyun oynuyormuĢ gibi sırtına kafasına düĢen taĢlardan habersiz gene önündeki hayâli koyunları süren sesiyle Kayalar'dan kıra çıktı. Adamlar peĢini bırakmıĢ, Rum çocukları kovalıyordu.

Çoban Mustafa güçlü kuvvetliydi. KıĢ günü bile tek gömlekle gezerdi. Çardak kayasına doğru koĢtu. Nefes nefeseydi. Kayanın üstüne tırmandı. Rum çocuklarının attığı taĢlar baĢını yarmiĢtı. Kan gözlerinden çenesine doğru akıyordu. Çardak kayasının en sivri ucuna* çıktı. Rum çocuklarının attığı taĢlar yetiĢmez olmuĢtu. Rum çocuklarının içinden en iri BALKAN ACISI 381 yarı olanı sopasını kayaya doğru salladı. — ġ imdi seni öldürmeğe geliyorum, bununla kafanı kıracağım, dedi. Rum çocukları: — Haydi Andoniadis haydi öldür onu, diye bağırdı. Andoniadis kayaya tırmandı. Tepeye çıktı. Sopasını Çoban Mustafa'ya vurmağa baĢladı. Türk çocuğu ellerini kaldırmıĢ baĢını tutuyor, kandan gözleri bir yeri görmüyordu. AĢağıdan: — Haydi Andoniadis vur öldür, Anadolu'daki ölen Yunanlılar için vur! Çoban Mustafa gözlerinin önündeki kanı sildi. Biraz ıĢık gördü. Birden ayağa kalktı, sopanın ucunu kaptı. AĢağıdaki Rum çocukları yüzü kandan görünmeyen Çoban Mustafa'nın birden bire böyle canlanacağını tahmin etmemiĢlerdi. Sesleri kısıldı. An-donîadis'in ne yapacağını merak ediyorlardı. Çoban Mustafa'dan daha büyük' olan Rum çocuğu sopayı çekti çekti, Çoban Mustafa'nın elinden alamadı. Türk çocuğunu çekip uçuruma doğru yuvarlamayı düĢündü, kayanın kenarına doğru gitti. Çoban sopayı çekti. Rum kendisine doğru geliyordu. Andoniadis aĢağıdaki uçuruma baktı. Sopayı bir hızla çekip bırakmak istedi. Aynı anda Çoban Mustafa Rum çocuğunun boynuna sarıldı. Andoniadis'in elinden sopa düĢtü. AĢağıdaki diğer Rum çocukları ona yardıma koĢtu. Çoban Mustafa yaylada güreĢ yaptığı günleri hatırlamıĢ gibiydi. Andoniadis'e bir kafa vurdu. Rum çocuğu ĢaĢırmıĢtı. Çoban Mustafa, daldı, Rum'u kazka-nadina aldı, Andoniadis'i kaldırdı. Uçuruma fırlattı. Ellerini oğuĢturdu. Parmağında Leylâ Ablasının verdiği yüzük vardı. Bunu satıp un alacaktı. BALKAN ACĠSĠ B AYRILIK Bütün Balkan Türklüğü gibi Doğan Beyler de Yunanlıların Anadolu'da yenilip denize dökülmesinden sonra, günlerce Türk ordusunun Trakya'dan Selanik'e doğru yürümesini bekledi. On senedir çekilen esaret ıztırabı bütün Türkleri bu hasretle doldurmuĢtu. Fakat beklenen Türk ordusu yerine ne Balkan dağlarını, ovalarını sersefil kafilelerle gelen Rum muhacirleri kaplamıĢtı. Karadeniz'den, Trakya'dan kaçıp gelen bu Rum muhacirleri çekirge sürüsü gibi kondukları geçtikleri yeri soyuyor, kurutuyordu. Balkan Türklüğü Anadolu zaferinin kendi topraklarını da kurtaracağına inanmıĢtı. Fakat bu Rum sürülerinin kendi topraklarında ne iĢleri vardı. Türkler bunca yıl çektikleri Yunan zulmünden sonra bu toprakları kolay kolay bırakmıyacaklardi. Küçük Balkan'da iki milyon Türk vardı. Rumlar azınlıktaydı. Bir sulh anlaĢmasından bahsediliyordu. Yerli Rumların da muhacir Rumların da korkusu büyüktü. Anadolu SavaĢı onlara büyük ve korkulu bir ders olmuĢtu. Türk ordusunun Batı Trakya'dan Selanik'e Ġncekarasu nehrine kadar ineceğinden korkan Yunanlılar endiĢe içersinde iki devletin anlaĢmasını bekliyorlardı. Kayalarda da Türkler üç dört aile bir evde kalmağa mecbur ediliyor, ellerinden alınan evleri Anadolu'dan kaçan Rumlara veriliyordu. Zeliha'ların evine de Hızır Bey'lerden baĢka bir de Arnavut ailesi yerleĢtirilmiĢti. Doğan Bey üç kadın ve çocuklarıyla daha fazla gittikçe kalabalıklaĢan bu huzursuz kasabada kalmak istemedi. Ama ne yapacaktı. Elinde beĢ BALKAN ACISI 383 parası yoktu. Köylerindeki servetleri ellerinden alınmıĢtı. Leylâ Kayalarda kaldıkları müddet içinde altın ve ziynetlerinin hepsini satmıĢtı. Zeliha Doğan Bey'in üzüntü içinde olduğunu görüyordu. Bir gün elleri kolları ile ahırdaki ineği ve ne kadar altını, eĢyası varsa satacağını söyledi. Albenika da mücevherlerini sattı. Fakat bütün satılanlar yarı fiyatından aĢağıya gitmiĢti. Buna rağmen epey paraları oldu. Hep beraber köylerine Küçükmatlı'ya veya Üsküpler'e dönmeğe karar verdiler. Orada akrabaları da vardı. Belki bir toprak bulup alabilirler yeniden, bir çiftlik sahibi olurlardı. Leylâ da, Zeliha da köylerini özlemiĢti. Albenika da Osman'ın köyünü bir daha görmek, oğlu Murat'la babasının dolaĢtığı kırlarda, dağlarda gezinmek istiyordu. Üsküpler'deki akrabaları burada kalmalarını istedilerse de Doğan Bey'ler hep birlikte Küçükmatlı'ya geçtiler. Küçükmatlı Muratlı'ya daha yakındı. Zeliha da Küçükmatlı'da yerleĢmek istiyordu. Fakat Küçükmatlı'ya gelince terkettikleri zaman hiç bir Rum i olmayan köyün yarısının Rumlarla meskûn olduğunu gördüler. Ne ev, ne tarla, ne bahçe kalmıĢtı Her Ģe- .1. yin sahibi olan Rumlar, Türkleri bir tarafa sıkıĢtırmıĢlar her Ģeye el koymuĢlardı. Köyde artık Türk beylerinin, ağalarının sözü geçmiyordu. Bir Rum muhtarı Doğan Beyler'in önüne çıktı. — Köye giremezsiniz, baĢka yere gidin, yer yok, dedi. Doğan Bey burada babasının, amcalarının, dayısının toprakları konakları olduğunu söyledi. Rum muhtarı dinlemiyordu. Doğan Rumların para için her Ģeyi kabul edeceklerini biliyordu. Zeliha'nın, Alben'in emaneti olan altınları gösterdi. Rum: 384

— Size Ģu Muratlı harabesinin olduğu yerlerden bir yer vereyim, dedi. Doğan Bey Londra'dan dönüĢünü, Faranga De-resi'nde öldürüldükten sonra arabalar içinde yakılan cesetleri, Rumlar tarafından bütün köylüleri öldürülen, evleri ateĢe verilen Muratlı köyünün alevler, dumanlar içinde yıkılıĢını düĢündü. Zeliha da kendisi de o köyde kalamazdı. — Olmaz! olmaz, dedi; bize burada bizim eski çiftliğin yanında bir yer ver, ne kadar para istersen âl. Rum muhtarı üç ailenin bütün serveti olan altın paraları torbasına yerleĢtirince denkler ve kap kaçak dolu arabanın önüne düĢtü. ÇeĢmeyi geçti. Su akıntısının ilerisindeki bataklığın üstündeki kulübeyi gösterdi. Doğan Bey heyecanlanmıĢtı. Burası babasının çiftliğinin bir ucuydu. Koyun ahırlarının, hizmetkârların bulunduğu yerdi. Toprağı ekilebilir hale getirilmesi için çok çalıĢmak lâzımdı. Daha önce samanlık olarak kullanılan odalara yerleĢtiler. Çoluk çocuk geceli gündüzlü çalıĢarak kendilerine verilen toprağın etrafım çitlerle çevirdiler. Doğan Bey'in topraklarının en verimli yerlerini Rumlar ele geçirmiĢ tütün ekiyorlardı. Zeliha bahçenin bir tarafını bellemiĢ hemen sebze dikm'Ģti. Leylâ da Alben de Doğan Bey'e yardım ediyor, gelecek yıl için buğday ekiyorlardı. Doğan Bey bir zamanlar hepsi kendilerinin olan toprakların en verimli yerlerinde Rumların çalıĢtığını görüyor, içleniyordu. Fakat köydeki akrabaları geliyor, gidiyor kendilerine yardım ediyordu. Leylâ Hanım üstünden sık sık toprakları dökülen damlı eve rağmen eski huzurlu günlerin döndüğüne inanıyordu. Alben'in de Osman'dan baĢka düĢüncesi yoktu. Anadolu'dan gelip topraklarını ellerinden almıĢ Rumlar bile sulhten bahsediyordu. Çocuklar Zeliha teyzelerinin arkasından suya gidip geliyor, onun bahçedeki ağaçlan budayıp aĢılamasını seyrediyorlardı. Artık bir avuç toprak parçasıyla da olsa, Bütün Türkler Balkan'ın gene sahibi olduklarını düĢünüyor, Ģevkle çalıĢıyorlardı. Tütün yapraklarının toplandığı mevsim köye Ko-zana'dan Rum tüccarlarının geldiği söylendi. Doğan Bey de üç dört evlek tütün ekmiĢti. Hem fiyatları öğrenmek hem de son haberleri almak için köy kahvesine çıktı. Kahvedeki Türkler ve Rumlar güzel giyimli iki kiĢinin etrafında halka olmuĢlar bu iki Ģehirlinin anlattıklarını dinliyordu. Doğan Bey, bir köĢeye iliĢti, konuĢana kulağını verdi. Bu Rum Ģivesiyle Türkçe konuĢan çirkin sesi hatırlamıĢtı, fakat kimdi? Hafızasını yokluyor, çıkaramıyordu. Boynunu uzattı. Kalabalıktan masada oturanları göremedi. Türkler üzüntülü, Rumlar sevinçliydi. Çirkin ses daha çok yükseldi, herkesin duymasını istiyordu: — Türkiye'de yeni hükümet kuruldu. Osmanlı devleti artık yok. Bu yeni devletle Yunanistan anlaĢtılar, mübadele var. Buradaki Türkler oraya gidecek, oradaki Rumlar buraya gelecek.. Hiç bir Türk buradaki mallarını satamıyacak. Rum köylüleri iyi dinleyin sakın bir Ģey almayın Türklerden, nasıl olsa onların malı mülkü bize kalacak.. Mübadele mecburi.. Doğan Bey kalktı konuĢana bir Ģey sormak istedi. Kalabalığın üstünden baĢını uzattı. KonuĢan Çin- gene YaĢar'dı.. Yanındaki de Koçireka.. Her kötülük gibi her kötü haber de ondan geliyordu. Kahvedeki bütün Türkler ölüm sessizliğine gömülmüĢtü. Doğan Bey, baĢını önüne eğdi, kahveden çıktı. Küçük Matlı'nın evlerine, cami minaresine, eski çiftlikleri-nin ilerisinden bademliğe doğru baktı.. Köy, dağ, toprak her Ģeyden habersizdi. Evdekilere bu üzücü haberi nasıl verecekti. Nereye, nasıl gideceklerdi. Hiç birinde para altın kalmamıĢtı. Bir sene önce aldığı toprak parçasını satamazsa Selanik'e kadar kiralayacağı arabaya para bulamıyacaktı. Keçili köyünde hiç kimsesi kalmayınca Selanik'teki emektar hizmetkârları ġevket Efendi de yanlarına gelmiĢ ellerindeki son para ile satın aldıkları toprak parçasını küçük bir çiftlik haline getirmek için geceli gündüzlü çalıĢmıĢtı. Doğan Bey önce bu ihtiyara akıl danıĢmak için gitti. Selanik'te Goralzadele-rin konağında «beyler, paĢalar» gibi bir hayat geçirmiĢ olan Doğan'ın üzüntülü hali ihtiyar hizmetkâra dokundu. Ağlıya ağlıya: —¦ Ben gitmem, beyim! Ben gitmem, dedi; Ģu hallere düĢtük, bir de vatanımızdan mı olalım? Siz gidin ben gitmem. — Fakat toprağımızı gene elimizden alacaklar, nerede kalacağız. Rumların bizlere yaptıkları mezalimi unuttun mu? Elimizdeki malları mülkleri bile kimse satın almıyacakmiĢ. ġu küçük çiftliği satamazsam nasıl gideriz. Selanik'e bizi, eĢyalarımızı götürecek arabaya verecek paramız yok. Ne olur ġevket Efendi, sen git Ģu Çingene YaĢar'la konuĢ. O bu iĢleri halleder. Bu toprak parçasını satacağımızı söyle. Bir müĢteri bulsun. Sana yasak masak diyecek ama sen kanma. Koçireka ile birlikte Yunan memurları ile anlaĢmıĢa benziyor. BALKAN ACISI 387 ġevket Efendi kahveye doğru giderken, Doğan Bey eve geldi. Evdeki kızlar kadınlar artık onun yüzünden her Ģeyi okuyorlardı. Çok kederli gördüler. Hepsi gözlerinin içine baktı. Doğan Bey acı haberi' anlattı. Bütün ev halkı matem havasına gömüldü. Hiç bir Türk Balkan topraklarını bırakmak istemiyordu. Balkan SavaĢı kaybedilmiĢ, fakat Anadolu SavaĢı kazanılmıĢtı. DüĢünceler aynıydı: «Hiç olmazsa / Vardar, Ġncekarasu ırmakları arası elimizde kalsaydı.]/. \L Türk ordusu yeni bir hamle ile Selanik'e kadar ge-'"^ lemez miydi? BeĢ altı asırdır Türk'ün olan Topraklar nasıl Yunanlı'ya bırakılırdı? Doğan Bey bunları

düĢünürken öbür odada Albenika, Zeliha'ya Anadolu'da Osman'ı bulup bulamıyacağını soruyordu. Babasız büyüyen oğluna sarılıyor: — Murat, babana, babanı bulmağa gideceğiz, diyordu. Bütün Rumeli Türklüğü yollara dökülmüĢtü. Yu-nan'ın zalim elinde daha çok kalamıyacaklardı. Mübadele Komisyonu köy köy, kasaba kasaba Türkleri arabalarla Selanik'e gönderiyordu. Herkes yol parasını, araba kirasını kendi verecekti. Fakirler en son kafilede gidecekti. Türkler daha köylerini, evlerini tamamen boĢaltmadan yeni Rum muhacirleri geldi. Doğan Beyler denkieri hazırlamıĢlardı. Fakat araba tutmağa paraları yoktu. ġevket Efendi bir daha tütün toplamağa gelen Koçireka'nın yanına gitti. Rum tüccarı ortağı YaĢar Beyi de yanına alarak Doğan Bey'in küçük çiftliğine geldi. YaĢar, koca çiftliği Yunan gel-piğinde beĢ para vermeden Avengelisler vasıtasıyle 'ilde etmiĢ sonra Rumlara satmıĢtı. Vecdi Bey'in kâh-'ası ile karĢılaĢtıkları yağmurlu günü hatırladı. Ġhti-¦ar annesi ile kâhyaya yalvarmıĢlar koca çiftliğin bu :öĢesindeki ahırların yanında bir yerde kalmıĢlardı. 388 BALKAN ACISI Doğan Bey'in kısrağını, midillisini çaldığı ahırlar Ģimdi Ģirin güzel ev halini almıĢtı. Koçireka'da bir zamanlar uzaktan mücadele ettiği «beyoğlu»nun çökmüĢ omuzlarına tek koluna bakıyordu. Mrs Jacops'un dediğini yerine getirememiĢti, ama Doğan Bey'i bütün Türkler gibi öldürmekten kötü hale düĢürmüĢtü. Ġkisi de Doğan Bey'i hiç tanımıyormuĢ gibi davrandılar. Çingene YaĢar: — Kaç lira, dedi biliyorsunuz satıĢ yasak ama size iyilik olsun.. — Yüz altına aldık. — AldanmıĢsınız, çok para, beĢ altın vermezler. Hiç bir Rum para verip almaz. Doğan Bey, kendilerini Selanik'e ordan Anadolu'ya götürecek bir paradan baĢka değer düĢünemiyordu. Kaç altın alırsa onunla yetinecek. Koçireka: — On altına kabul ediyorsan, alırız, dedi.. Çingene YaĢar da: —¦ Satamazsın zaten kimseye, muhtar mani olur, dedi. Doğan Bey «Peki» demek mecburiyetinde kaldı. Bu para yedi kiĢiyi yarı aç yarı tok Anadolu'ya kadar götürebilirdi. Ertesi gün Doğan Bey bir araba kiraladı. Ağlıya ağlıya eĢyalarını yüklediler. ġevket Efendi «Ben gitmem» diye tutturdu. Doğan Bey kolundan tutup arabaya bindirmek isteyince ihtiyar hizmetkâr: — Beyim ben, Urumeli'ni terk etmem, gitmem dedi, rahmetli Goralzade de olsa, Vecdi Bey de olsa Urumeli'ni bırakmazlardı bre evlâdım! — ġevket Efendi devletin emri böyle, gitmemiz lâzım.. — Eee bre evlât devlet varsa gelsin bizi gavur elinden kurtarsın... BALKAN ACISI 389 — Yunan devleti ile Türk devleti anlaĢmıĢ... — Olmaz bre beyim, gitmem, Anadolu'da kim-, sem yok.. Burada kalır anamın babamın gömüldüği topraklara gömülürüm.. Yanlarından araba ile geçen muhacir kafilesinden bir ihtiyar ġevket Efendiye: — Üzme Doğan Bey'i bre, dedi, bak hepimiz gideriz. Peygamberimiz de muhacir olmuĢ.. Ne yapalım, kaderimiz, çilemiz bu.. Haydi bre mori! ġevket Efendi bu ihtiyarı da dinlemedi. Ġhtiyar arabasına bindi gitti. Denklerin, eĢyaların arasına sıkıĢmıĢ kadınlar, çocuklar da yalvarıyorlardı: — Haydi gel kâhya, bizi büyüksüz bırakma! — Haydi gidin, gidin, uğurlar olsun, güle güle!. Doğan Bey son defa: — ġevket Efendi, bak, Arnavutlar hatta çingeneler bile Yunanlının yanında kalmıyor, geliyor. — Haydi beyim Allah'a emanet olun, ben gele-^ mem, haydi gidin sağlıcakla, diyen ġevket Efendi Doğan Bey'in tekrar boynuna sarıldı öptü. Sonra Arabaya yaklaĢtı teker teker çocukları da öptü. CocukfQ lar ve kadınlarda ġevket Efendi'nin ellerinden öp^ tüler. Herkes ağlıyordu. Araba hareket etti. YaĢlı gözler Küçükmatlı'nın ince minaresinin âlemine takıldı. Cami minare ne olacaktı. ġevket Efendi en, salladı. Doğan Bey at koĢturduğu tepelere, avlanıl dığı ormanlara baktı. Çocuklar nereye niçin gittiklerini bilmiyorlardı.. ġevket Efendi araba gözden kaybolunca Küçük Çiftliğe yürüdü. Büyük bir gayretle güzeüeĢtirdiği çiftliğin Rum sahibinden bir iĢ istiyecekti. Çiftliğin ĠQ 390 BALKAN ACISI yeni sahibi ihtiyarı kapının önünden çevirdi, tekli-yerek: — Defol git daha burada ne iĢin var, dedi. Ġhtiyar hizmetkâr Küçük Balkan dağlarındaki köyüne doğ-ru yürüdü. Tepeye çıkınca uzakta yol boyunca sıralanmıĢ kafile kafile muhacir Türkleri gördü. Atlı, arabalı,

yayan insan seli Selanik'e doğru akıyordu. Balkan Türklüğü asırlarca önce fatihlerle dik baĢlı olarak geldiği yurdunu boynu bükük terk ediyordu. ON BEġĠNCĠ BÖLÜM »Tanrı yarlığadığı için Türk milleti içinde silâhlı düĢmanı gezdirmedim, damgalı atı koĢturmadım... ÇalıĢmasaydım devlet de, millet de yok olacaktı. Göktürk Abidleri - Bilge Tonyukuk A VAPURDA Selanik limanındaki mahĢeri kalabalığın arasından bir otomobil rıhtıma doğru yanaĢtı; toza, çamura bulanmıĢ kilimlerle sarılı yığın yığın denklerin, sepetlerin, bavulların arasından geçti. Vapurun yolculara mahsus biniĢ yerindeki uzun asma merdivenin yanında durdu. Denkler, bavullar, sandıklar üstünde oturan sersefil muhacirlerin gözü ilk defa gördükleri bu kendi giden arabaya çevrildi. Ġçinden önce bir Yunan subayı çıktı. Ġner inmez arkadaki kapıyı açtı. BaĢında siyah tüylü bir Ģapka bulunan, kürklü kadının inmesine yardım etti. Otomobilin arkasındaki mü-cevherâtlı, zengin giyimli diğer iki kadını da aynı nazik tavırla indirdi. Ġlk inen kadının elini tuttu. Öptü. Kadın zabitin yüzüne baktı: — Adios, Adios! dedi. Diğer iki kadın da birbiriyle sarmaĢtı. SarıĢın olanın yüzü boyacı küpüne batmıĢ gibi kızıl ve bul pudralıydı. Zabit bu kadınla da tokalaĢtı. Sıktığı eli bırakmadı, tekrar tekrar öptü. Kadın heyecanlıydı: — Adios Avengelis! Adios Yorgios! Adios! dedi. Yunan subayı iki kadına birlikte baktı, iç geoir-di. 392 BALKAN ACISI — Sizleri unutmayacağım, dedi; unutmayacağım DeniĢe Field, pardon Enise. Sizi de unutmayacağım Sara. Anacağız, arıyacağız sizleri. Bu sırada vapurun merdivenlerinden inen Abdias karısına: — Sara! Sara! diye seslendi Sara ikinci otomobilden inen Yunan subayları ve Mösyö Avengelisle de sarmaĢıp öpüĢtükten sonra merdivenlere yürüdüler. — Adios! Adios! Arkalarından yüzbaĢı Yorgios: — Sizleri arıyacağız, sizi arıyacağız, diyerek el salladı. Ġki kadın Abdias'ın önünden geminin asma merdivenlerine çıktılar. Güverteden bir daha aĢağıda bıraktıkları dostlarına el salladılar. Rıhtımda karınca gibi kaynaĢan muhacirler telâĢla bir oraya bir buraya koĢuĢuyor, bir kısmı ağır yüklerini omuzlarında gemiye taĢıyordu. Yükleme ve binme iĢi bitince vapurun kampanası çaldı. Gemi yavaĢ yavaĢ rıhtımdan açıldı. Sara'yla, Enise aĢağıdaki Yunanlı dostlarına tekrar ellerini dudaklarına götürerek öpücükler yolladılar. Onlar daha coĢkunca mukabele etti. Rıhtımdaki otomobil bu vapura binemiyen Türk muhacirlerin denkleri, eĢyaları arasından geçti. Bir nokta gibi kaldı. Ġki kadın mavi denizin üstünde köĢkleri, konakları, bağlan bahçeleriyle dantel gibi uzanan Selanik'e iç geçirerek baktılar. Selanik onların her Ģeyiydi. Zenginlikleri, heyecanları, zevkleri bu Ģehirde büyümüĢtü. Abdias'ın dediğine göre gittikçe büyüyen servetlerini zevk ve heyecan kadar kıymetli olan nüfuzla daha çok sağlamlaĢtıracakları Ġstanbul'a gideceklerdi. BALKAN ACISI 393 Ġki kadın eğilmiĢ denizin köpüklerini seyrederken geminin kaptanı geldi. Sara ve Enise'ye yaklaĢtı: — HoĢ geldiniz gemimize, diyerek elini uzattı. Sara ve Enise, bu yakıĢıklı kaptanla daha önce tokalaĢmak için döndüler. Kaptan her iki kadını da hayranlıkla süzüyordu. Abdias Kaptana: — Kaptan, YaĢar Bey nerede YaĢar Bey? dedi. Kaptan zengin gazeteciyi baĢından atmak istercesine: — Kamarada sizi bekliyor, efendim, dedi. Abdias zenginlerin alındığı lüks kamaralara doğru yürüdü. Enise ve Sara'nın kamaraya geçmeğe hiç niyetleri yoktu. Ġkisi birden gemi kaptanının ütü-!ü muntazam lâcivert elbisesindeki çapalı düğmelerine gözlerini dikerek: — Hava ne güzel değil mi kaptan, dediler. — Mehtapta Ege daha güzel olur, diyen kaptan ellerini birbirine vurdu: Bir emriniz var mı? AkĢam yemeğine beraberiz, Ģampanya viski her Ģeyimiz var. Bu sırada kaptanın el sesini duyan garson koĢtu. Garsona kaptan köĢkünde üç kiĢilik masa hazırlamasını söyledi. Enise ve Sara birbirine kırıtarak göz ettiler. Türkiye'deki ikbâlleri Selanik'tekinden daha iyi olacağa benziyordu. Mesih Abdias kâhindi. Göğüs bitiĢiklerine kadar açık tenleri altınlar, elmaslarla doluydu. Sandıklarda bavullarda yer bulamadıkları en kıymetli mücevherlerini üstlerine takmıĢlardı. Kaptanın gözleri mücevherlerin uçundaydı. Sara gemi kaptanının daldığını görünce: — Kaptan!, dedi; Ģampanyanız iyi cins mi bari? Enise kahkaha atarken kaptan: 394 BALKAN ACISI — Tabii leydiler. Tabii Madamlar!, dedi. Bir Ģey unutmuĢ gibi garsonun arkasından koĢturdu. Enise:

—¦ Senin genç kaptan hep göğsüne bakıyordu Sara!., dedi kahkaha attı. Öteki kadın daha yılıĢık bir ifade ile: — Ġyi iyi, ziynetlerimizde gözü olmasın da bizde olsun! dedi. B YENĠ DOĞUġ Bir yıl önce ihtiyar dönme MenteĢ ölmüĢ, dul karısı Enise, Çingene YaĢar'la evlenmiĢti. Karı da koca da bu evlilikten memnundular. Bedhacılarla akrabalığı onun çingeneliğini unutturacaktı. Nasıl dönmeler yahudiliklerini unutturmuĢlarsa YaĢar da onların «Bedhacı» lâkabı ile anılarak çingenelikten kurtulacaktı; YaĢar Bey olacaktı. Vapur Türkiye'ye doğru yol alıyordu. YaĢar kamarada Sara'nın oğlunu seviyordu. Abdias kapıdan baĢını uzattı. YaĢar bebeği tay durduruyordu. Ortağı Abdias'ı görünce: — Hah Ġsrail, bak bak baban geldi Ġsrail bak, dedi. Abdias kızmıĢtı: — Sakın ha! dedi kara kaĢlarını çattı, ürkek yahudi gözlerini Çingene YaĢar'a dikti, avdeti lideri olduğunu hatırlatır Ģekilde öğüt vererek devam etti: — Sakın artık oğluma Ġsrail deme! Artık yeniden dönmüĢ gibiyiz. Ġsimleri biraz daha hassasiyetle islâmlaĢtıracağız, kendimizi değil, Ģeklimizi ve ismimizi, yoksa yeni Türkiye'de söz sahibi olamayız. BALKAN ACISI 1 395 Cğiumun adı bundan sonra Ġsrail değil, Ġsmail olacak, Ġsmail Bedhacı. Abdias, çocuğu kucağına aldı. Baktı. Gözleri annesi Sara gibi güzeldi. Fakat teni yahudi teni değildi. Ġlk defa çocuğun kendisine benzememesine üzüldü. Böyle çocukların daha zeki olacakları hakkında yazılmıĢ bir makale hatırladı. Çocuğun gözleri kapanmıĢtı. Uyuyacaktı. Abdias talmuttan bir parça okuyarak, çocuğu kanepeye yatırdı. YaĢar: — Bizim karılar nerde? dedi. Abdias sinirli sinirli: — Dilini eĢĢek arısı soksun, dedi; biraz incelmen lâzım YaĢar, unutma tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır. Türkleri Ġstanbul'da ancak öyle avlıyabiliriz; ¦ onlar Yunanlılar gibi lâfın arkasındaki gerçek niyeti pek aramazlar. Türkler Yunanlılar gibi hileci, yalancı, kurnaz olmadıkları için Selanik'i terkediyoruz. Anlıyor musun Rumlar bize benzerler biraz. Bir ipte iki canbaz oynamaz. — Peki peki, sizin dediğinizden çıkmam orada.. — Tabiî orada yalnız sen değil, herkes, hükûmet\ bile yönünü benim makalelerimdeki duruma göre) ayarlar. Propagandacılığın, gazeteciliğin ilmini boĢu-/ na yapmadık, her Ģeyi ġebetay Sevi'nin çocuklarının/ menfaatine göre yorumluyacağız.. Çingene YaĢar Abdias'ın konuĢmasından sıkılmıĢtı. ¦— Enise'yle Sara nerede? dedi. — DıĢarı çıkalım bakalım, diyen Abdias yürüdü. YaĢar da arkasından güverteye çıktı. DıĢarda kimse yoktu. Birinci mevki güverteye geçtiler. Bir masa baĢına oturdular. Bir müddet konuĢmadan birbirinin gözlerine baktılar Hâlâ görülecek hesapları 396 BALKAN ACĠSĠ vardı. YaĢar Koçireka ile birlikte Küçük Balkan'daki Türklerin tapu senetlerini artık iĢe yaramaz diye top-latmıĢtı. ġ imdi bu senetleri muvazalı Ģekilde bazı fakir muhacirlerle tefviz muamelesinde kullanacaklardı. Bu iĢ için çok az paralarla razı ettiği muhacirlerin isim listelerini çıkardı. Vapurda muhacirlerin getiremedikleri eĢyalara Avengelisler vasıtasiyle el koyup kendi namına yükleten YaĢar: —- Bunları ne yapacağız, dedi. Abdias: — Ġzmir'de amcaoğulları var, dedi; Ġshak'la Sami halleder. Sen öbür iĢler için Kohenleri gör. Bu gibi iĢlerde rüĢvetten, sağa sola para yedirmekten kaçınma. Unutma kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez. Ankara'daki mebus arkadaĢım tefviz muamele-siyle Ġstanbul ve Ġzmir'deki en iyi yerleri bize verdirir. Asıl mesele diğer muhacirlerin senetlerini de bizim üstümüze tefviz ettirebilmekte. Sen mümkün olduğu nisbette Rumelinde elde ettiğin tapulara Ģahitlik edecek muhacir temin et. Abdias'ın bütün gençliği Ġstanbul'da geçmiĢti. Selanik'e her gelip gidiĢinde Ġstanbul'a altın götürmüĢtü. Harb sırasında Ġngiliz muhibbi idi. Milliyetçiliğe karĢı olduğu için Ġngilizlerin son Osmanlı Meclisini basmalarından sonra Ġngiliz komutanına giderek Malta'ya sürülmesi lâzım gelen Türk münevverlerinin ismini bizzat kendisi vermiĢ, bu isteğini Ġngilizlere kabul ettirmiĢti. Millî Mücadeleye karĢı olmasına rağmen Ģimdi Ankara'da da dostları vardı. YaĢar Abdias'a: — Ġzmir, Ġstanbul nasıl? dedi. — Sen Ġzmir'in Ġstanbul'un nasıl olduğuna bakma, Selanik'teki hayatınızdan daha iyi bir hayat va- BAL.KAN ACISI 397

dediyorum. Paranız servetiniz kadar itibarınız da olacak. Kimse çıfıt, yahudi dönme diyemiyecek.. Diyeni ırkçılıkla, faĢistlikle, Turancılıkla suçluyacağız. Anlı-yacağın ġebataistler Selanik'ten Ġstanbul hükümetini susta durdurup, esir almıĢlar, bizler de Ġstanbul'dan her Türk'ü kedi gibi susta durduracağız.. Garson masalarına içki getirip giderken önlerinden omuzları çökmüĢ, kamburu çıkmıĢ tek kollu birisi geçti. Ayakkablarından yırtık çoraplarının iplikleri çıkmıĢ yaralı topukları görünüyordu. Ayakkabıları vurmuĢ, topuklarını kan içinde bırakmıĢtı. KırlaĢmıĢ saçları kırmızı fesinden taĢmıĢtı. BaĢını ĢaĢkın ĢaĢkın sağa sola çeviriyor bir Ģeyler arıyordu. YaĢar önünden telâĢlı telâĢlı geçen adama baktı. Ceket cepleri yırtılmıĢ, yakası yağlanmıĢ, toza bulanmıĢ bu adam Doğan Beydi. Gayriihtiyari anası ile yağmurlu bir günde sığındıkları Vecdi Bey'In koca çiftliğini düĢündü. Küçük «beyoğlu» lalalar, hizmetkârlar elinde ne kadar nazlı ne kadar itibarlıydı... Çingene YaĢar'ın içi gene kinle doluyordu. Beyoğlu'-nun beyaz kısrağı, midillisi, Kocakarı ile onları çalıp kaçıĢları.. Daha sonra Rumlarla hırsızlık yaptıktan sonra çiftliği ateĢe veriĢi.. Ezmeliydi Türkleri, ezecekti.. AteĢ gözlerinde büyüdü.. GüneĢ batıyordu. Denizde kaybolan güneĢ her tarafı kıpkızıl bir karanlığa boğuyordu. Abdias da içkisini yudumlarken koltuğa yaslanıyor, bu periĢan kılıklı adama aĢağıdan yukarı çıkma izni verdikleri için gemi adamlarına içinden kızıyordu. Bir kamarot tek kollu adamın önüne çıktı. — Ne geziyorsun, burada, dedi azarlıyarak bağırdı: Sizin yeriniz aĢağıda fakirlerin arasında demedim mi? Haydi bas aĢağı.. jaa ' BALKAN ACISI Adam boynunu kaldırdı, garsona merhamet dilenerek baktı: — Karım! dedi, Karım hasta, Doktor yok mu? Kamarot dinlemedi. Doğan Bey'in ceketinden sarkan sağ ceket kolunu tutup çekiĢtirdi. Adamı arkasından itti. —' Haydi haydi! Fakirlerin arasına, dedi. Doğan Bey: — Ne olur, Doktora haber verin! dedi; Lohusam var.. Doğumu var karımın, ne olur söyleyin ebe yok mu, doktor yok mu? Bir garson kolsuz adama çarparak geçti. Bir masanın önünde durdu. ġampanyaları patlattı. — ġerefe, ġerefe! Yeni Türkiye'nin Ģerefine! • — Türkiye'de bizim gibi iĢ bilenlere çok iĢ var! Ġstikbalimiz Selanik'tekinden daha pembe! ġerefe! MenteĢ'in, ġebata'nın Ģerefine!.. — Ġsrail'in, pardon Ġsmail'in ġerefine!.. ZEÜHA'NIN DĠLĠ Alben, vapurun alt katındaki karanlık bölmede bir taraftan «Sabret Sabret Leylâ, sabret!» diyerek sancıdan kıvranan kadının bileklerini tutuyor: bir taraftan da «Nerede Kaldı, Nerede Kaldı Doğan Ağabey» diye Zeliha'nm yüzüne bakıyordu. Leylâ çırpınıyordu: — Allah'ım sen yardım et, sen. yardım et, aman Allahım! off! BALKAN ACISI 399 lir. Doğan Bey doktora gitti sabret sabret ge- Zeliha daha korkulu, daha telâĢlı gözlerle Leylâ'yı seyrediyordu. Lohusa ile birlikte o da feryat ediyor, o da terliyordu. Kaç sene önceydi. Kaç yıldır doğumda bulunmamıĢtı. Leylâ feryat ettikçe o da boncuk boncuk alnından terler döküyordu. Sanki aynı sancı ve ıstırap Zeliha'nm da vücudunu kaplamıĢtı. Vapurun alt katındaki loĢ ve pis havayla dolmuĢ bir köĢesini çarĢaflarla bölmüĢlerdi. Lohusa eĢyalar, sepetler denkler arasına uzanmıĢ, oturmuĢ kalabalığın uğultusunu duymuyordu. Onun acı feryatlarını iĢitenler: — Koca vapurda bir ebe yok mu? diyor, ihtiyarları lohusanın bulunduğu köĢeye gönderiyorlardı. Leylâ'nın iniltileri, çığJikları geminin ambarında-ki kadınları da çarĢaf bölmenin önüne toplamıĢtı. Hepsi de üzüntüyle: — Ah zavallı, yok mu vapurda ebe, gidin bakın doktoru çağırın, diyordu. — Bir kocakarı çağırın, yok mu hiç anlıyan. — Zavallı ölecek. Leylâ'nın kızlarının ağıtları da annesinin feryadına katılıyordu. BağrıĢmalar, çığlıklar, iniltiler Zeliha'nm kulaklarında çınlayıp, yankılandıkça Ahraz kız eski hatıralarına dönüyordu. Ebe Ninesi neredeydi.. Ebe ninesi gelsin.. Gelsin Leylâ'yı kurtarsın.. Leylâ ölecekti, kimse gelmiyordu.. Doğuma kimse yardım etmiyordu.. Leylâ çarĢaflara tırnaklarını yor, ahlıyor, ofluyordu. geçirmiĢ, çırpını- — Kurtar, kurtar beni Allah'ım, Aman Allah'ım kurtar, diyordu. AçılmıĢ geminin tavanına dikilmiĢ gözleri Zeliha'ya takıldı. — Zeliha Abla! Zeliha Abla ölüyorum!. Yardım et, kurtar beni! Ahh!.

Zeliha'nın kulaklarına dolan bu ses, beyninin bir tarafını yaktı, yıkadı. Gözleri yaĢardı. Zihni duruldu. Sinirleri gerildi. Ağladı, ağladı.. Leylâ'nın ellerini sıkarak gözlerine baktı. Birden bağırdı: — Leylâ geliyorum!... Alben ĢaĢırmıĢtı. Alben Zeliha'ya bakıyordu. Murat Ahraz Zeliha ablasına bakıyordu. Hamide, Zehra annelerinin sancısını unutmuĢlar, ağıtlarını kesmiĢler Zeliha teyzelerinin yüzüne bakıyorlardı. Leylâ da bir an iniltisini kesmiĢti. Gözleri Zeliha'daydı. Kulaklarına inanamıyordu. Ahraz konuĢmuĢtu. Dilsiz Zeliha konuĢmuĢtu. Zeliha artık Ebe ninesinin Rumlar tarafından nasıl öldürüldüğünü anlatacaktı. Lohusanın gözleri güldü. Herkesin gözleri ümitle doldu. Leylâ'nın sanki doğum sancısı kalmamıĢtı.,., ağrısı kesilmiĢti. Leylâ: — Zeliha abla Zeliha abla; dedi. Zeliha, Leylâ'ya yaklaĢtı. —• Sabret Leylâ! Sabret, dedi, elini lohusanın karnına koydu. — Bismillahirrahmanirrahim! Ege'nin doğu sularını güneĢin altın ıĢıkları yıkarken yeni bir Türkiye doğuyordu. j SON Yılmaz Gürbüz _ Balkan Acısı