portakal gaste 5. sayı

32
Tıp okuyom ben ya! Sayı 5 | Mart 2011

Upload: portakal-gaste

Post on 06-Mar-2016

273 views

Category:

Documents


13 download

DESCRIPTION

5.Sayı|Mart 2011

TRANSCRIPT

Tıp okuyom ben ya! Sayı 5 | Mart 2011

Ayda bir meyve verir.Portakal

MART 2011

EDİTÖR

Kübra Kılınç

Editör Yardımcıları

Halit Bacı

Ömer Faruk Turan

Yazı İşleri Sorumlusu

Ekim Helhel

Güncel Haber Sorumluları

Halit Bacı

Tolgahan Kaya

Komik Haber Sorumluları

Ekin Zeynep Altun

Ömer Faruk Turan

Kültür-Sanat Sorumluları

Halit Bacı

Ekim Helhel

Çizerlerimiz

Ekin Zeynep Altun

Ebru Demir

Abdullah Onur Kılıç

Logo Çizerimiz

Ülker Shamkhalova

İletişim

[email protected]

www.facebook.com/

portakalgaste

Editör’den...

İlk duyduğumda sadece kafalarda düşünülmüş bir tasarıydı, bir

gazeteydi amfimizin sesi olacak. Amfi turuncu olunca isim için

de ‘Portakal’dan başkası düşünülmemişti. Portakal: Ayda bir mey-

ve verir.

Daha önce hiç böyle bir deneyimi yoktu kimsenin. E daha önce

böyle bir şey yapmamış olmak, yeni bir şey yapamayacak olmayı

da göstermiyordu ya. Çıkılmıştı yola ve herkes kendinden bir şeyler

katıyordu Portakal’a. Her düzenlenilen beş cümlenin sonuna ek-

lenilen bir cümleydi ya da her sayıyı ilk gördüğünde hissettiğindi,

Portakal’da mutluluk diye tanımladığın.

Yeni kişiler ya da tanıdığımız insanların bilmediğimiz yönleriydi

Portakal. Meğer ne yetenekler varmış, eminim ki daha da pek

çokları vardır. Herkesin söyleyecek bir şeyi var. Kimi yazısıyla kimi

çizimiyle kimi de hayal gücüyle... Hepsinde bir düşünce, bir duygu

var. Teşekkür ediyorum buradan Portakal’a emek vermiş ve des-

tekleyen herkese.

İlk sayı çıktığındaki sevinç ve heyecan… Biraz da gurur vardı aslın-

da emeklerinin ürününü eline alan insanlarda. Bir de her şey çok

teknolojikti(!) o sıralar. Gazetenin katlaması bile kendi elimizle iki

ucu bir araya getirme yoluylaydı. Sanki yıllar öncesinden konuşu-

yorumJ ama ne kadar çok şey değişti Portakal’da 5 sayıda. Renk-

sizdi Portakal ve renklisini çıkarmak da hayaller arasındaydı. Ama

artık kimse renksiz olacağı ihtimalini düşünmez bile. Sanırım tek

gerçekleşmeyen hayal bir odamızın olması kaldıJ

Portakal her geçen gün olgunlaşıyor. Zamana ayak uyduruyor ve

ismini bile yeniliyor kırmızı amfiye geçişimizle birlikte. Ve sadece

kırmızı amfinin değil bu fakültedeki tüm amfilerin sesi oluyor Por-

takal. Bu fakültedeki herkesin katkılarıyla…

Bundan sonrası için söylenecek tek şey her sayıda bir yenilik ek-

lenen Portakalımızın köklenmesi ve daha çoook uzun yıllar meyve

vermesi.

Kübra KILINÇ

Tıp sanatı nerede seviliyorsa, orada insan sevgisi de vardır.

Hipokrat

Sağlık hizmetinde performans (hasta başına, ameliyat ba-şına ödeme) yanlıştır. Tıp fakültesinde performans ise İKİ

KERE yanlıştır. Gerek ülkemizdeki, gerekse dünyadaki uygula-malar göstermiştir ki;

1. “Performansa göre ücret” hastalara zarar vermek-tedir!

Her bir hastaya ayrılan zaman azalmaktadır. Başta hekimler olmak üzere tüm sağlık çalışanları insanca yaşayabilecek bir ücret için daha fazla, daha süratli hasta bakma çabasına gir-mekte, her bir hastaya ayrılan zaman azalmakta, tıbbi hatala-rın artması kaçınılmaz olmaktadır.

Hekiminin “performansa göre ücret” aldığını bilen hastalar, kendilerinden istenen tetkiklerin, yapılan tedavilerin gerçekten gerekli olup olmadığı tedirginliğini yaşamaktadırlar.

Ağır hastalığı olanlar uygun ve yeterli tedaviye ulaşamamak-tadır: Bu sistemle hekimler, tanısı ve tedavisi zor ve zahmetli olan, zaman alan hastalardan kaçınmaya zorlanmakta, bunun yerine daha çok hasta bakmaya yöneltilmektedirler.

2. “Performansa göre ücret” sağlık harcamalarını ar-tırmaktadır!

Tanı ve tedavi amaçlı gereksiz girişimler artmıştır: Hekim has-tasına gerekli zamanı ayıramadığından, ayrıntılı bir muayene ile kolayca teşhis edilebilecek hastalıklar için çok sayıda tetkik istemek zorunda kalmaktadır. Bu durum sağlık harcamalarını arttırmakta, bunun faturası ise vergilerde artış, zamlar ve gi-derek artan tedavi katkı payları olarak halkımızın sırtına yük-lenmektedir.

3. “Performansa göre ücret” toplum sağlığını tehdit etmektedir!

Bu sistem sağlığı koruyucu uygulamalara değer vermemekte-dir: Aslında en değerli sağlık hizmeti, halkı hastalıklardan koru-maya yönelik hizmetlerdir. Oysa bu sistemde bireyi hastalıktan korumanın performans puanı yoktur.

4. “Performansa göre ücret” tıbbi uygulamaları değer-sizleştirmektedir!

Bu sistem niteliğe değil niceliğe değer vermektedir: “Perfor-

mansa göre ücret”, tıbbi uygulamaların bilimsel, etik ve nite-likli olmalarına bakılmaksızın sadece sayısına göre değerlen-dirilmesidir.

Tıbbi tanı ve tedavi yaklaşımlarını “parasına” göre sınıflamak-tadır: Performans uygulamasında bütün tıbbi işlemler hastaya sağladığı faydaya göre değil, kuruma kazandırdığı paraya göre değerlendirilmektedir.

5. “Performansa göre ücret” sürdürülebilir değildir!

Sağlığa ayrılan kısıtlı bütçe, her yıl artmakta olan harcamaları karşılamaya yetmez.

6.Tıp Fakültelerinde Performans iki kere zararlıdır!

Tıp fakülteleri meslek adamı yetiştiren, bilimsel araştırma yapılan ve bilgi üretilen, bilgiyi yaşama dönüştüren yerlerdir. Tıp fakültesi hastanelerinde çok sayıda hasta bakmanın teşvik edilmesi, yukarıda sıralanan sakıncaların yanı sıra, eğitimin ve bilimsel faaliyetlerin aksatılmasının da teşvik edilmesi demek-tir.

Öğretim üyelerinin “performans” kaygısıyla çalıştırıldığı tıp fa-kültelerinde hekim yetiştirmeye öncelik verilmesi ve özen gös-terilmesi zorlaşacaktır.

Halkımızın sağlığını emanet edeceğimiz genç doktorlar nitelikli eğitimden mahrum kalacaklardır.

Ülkemizde sağlık düzeyini yükseltecek bilimsel çalışmalar ya-pılamayacaktır.

Tanısı konulamamış, tedavisi yapılamamış zor hastalar daha da mağdur olacaklardır.

Bu yazı http://performanssagligazararlidir.org sitesinden alın-mıştır.

Performansa Göre Ücret Sağlığa Zararlıdır!I

3

...14 Mart

Tıbbın ilk insanla birlikte baş-ladığı söylense de, genelde

kabul görmüş olan ilk tıp büyüğü Aesculapius’dur. Kendisinden ilk kez İlayda’da Homeros bahsetmiştir: “Çağır Asklepios oğlunu, kusursuz hekimi” demektedir. Önce Zeus’un gazabıyla yıldırım çarpmasıyla öl-dürülen Asklepios daha sonra yine Zeus tarafından tıp tanrısı olarak ilan edilir. Tıp amblemlerinde yer eden, temeli doğu kültürüne dayanan ve tarihi M.Ö. 3000’lere uzanan yılan figürü de, Asklepios ve O’nun asası ile bütünleşmiştir. Hatta Asklepios sözcüğünün Grekçe “Askalabos” söz-cüğünden geldiği söylenir ki, bu da yılan anlamına gelir. Ve Asklepios’un şifa veren gücünü yılandan aldığı, halkın da adaklarını Asklepios’a değil de bu yılana sunduğu söylenir. Öyle ya da böyle, yılanlı asası ile Asklepios tıp tarihinin önemli döne-meçlerinden birini tutan bir sembol olarak yerini almıştır.

Mitolojiden öte, yaşadığı kesin olarak bilinen ve hizmetleri sonucu tıbbın babası olarak kabul gören ise Hippocrates olmuştur. M.Ö. 460–450 yılları arasında Kos adasında olan doğan ve babası da doktor olan Hipokrat’ın tıbba katkıları ve getir-diği felsefe dünya tıp çevrelerince hâlâ kabul görür ve bu sebeple bir-çok ülkede hekimler mezun olurken

“Hipokrat Andı” adı altında meslek yemini ederler.

Kişiler Değil de Olaylar Yön VermişÜlkemiz tarihine baktı-ğımızda, bütün dünya-nın kabul ettiği ve bu kadar eskilere dayanan tıp büyüklerimizin olmadığını görmekte-yiz. Türk Doktorunun Bayramı’nda yer eden kişiler değil de olaylar olmuştur.

Osmanlı tıbbı 15. ve 16. yüzyıllara kadar İslam tıbbının etkisi altında kalmış. Bu sırada batıda 14. yüzyıl-da İtalya’da başlayan Rönesans 15. ve 16. yüzyıllarda bütün Avrupa’ya yayılmış. Tıp alanında da birçok buluş ve ilerlemeler kaydedilmiş. Osmanlı’da ise 17. yüzyıldan itiba-ren her sahada ortaya çıkan bozul-malar tıp eğitiminde de kendini göstermiş ve tıp medreseleri eskisi kadar yeni bilgilerle donatılmış he-kimler yetiştiremez olmuş. Ayrıca batıda yazılan Latince, İtalyanca, Al-manca tıp kitaplarını hekimler takip edememişler, dil bilen sayısının az olması, matbaanın Osmanlı’ya geç girişi ve kitap basmanın 1729’da başlamasından dolayı kitaplar ter-cüme edilmemiş ve yeterince ba-sılamamış. Az sayıda bazı Osmanlı hekimleri ve bilim adamları kendi çabaları ile dil öğrenerek bu yenilik-leri takip etmişler ve bu bilgileri de

katarak kendi kitaplarını yazmışlar. Ama bu bilgileri yine de hekim adaylarına yeterince iletememişler.

19. yüzyıla geldiğinde durum tıp eğitimi açısından pek iç açıcı de-ğilmiş. Tıp medreseleri eski parlak dönemlerini kaybetmiş, hatta ba-zıları kapanmış. Bu arada ortalığı azınlıklardan ve Avrupa’dan gelen, yabancı hekimler sarmış. Mütab-bib (tabip olmayan sahte hekim) hekimler serbest hekimlik yaparak, orduda da görev alarak birçok insa-nın ölümüne sebep olmuşlar. Bun-ların önlenmesi için birçok ferman çıkarılmışsa da engel olunamamış. Çünkü yeterli tıp eğitimi verilmediği gibi yeterli sayıda hekim yetiştiri-lemiyormuş. İtalyanca ve Fransızca bilen az sayıda hekim gelişmeleri takip ederek çevresinde yararlı ol-maya çalışmışlar. Bunlardan Şaniza-de Mehmet Ataullah (1771–1826), Mustafa Behçet Efendi (1774–1834) gibi büyük hekimler bu durumdan çok rahatsız olmuşlar ve yeni tıbbın tıp eğitimine girmesini savunmuşlar.

III. Selim zamanında yeni tıp eğitimi veren, bir Tıphane açılması düşünül-müş. Teşrih (anatomi) yasağından dolayı ulemadan çekinen III. Selim buna cesaret edememiş, Rumlara tıp fakültesi kurmaları için izin ver-miş. (1805). O dönemin hekimba-şısı 21 yaşında ilk hekimbaşılığını yapan Mustafa Behçet Efendi’ymiş. Bu dönemde de yeni tıp eğitimi veren bir Tıphane kurulması için çaba sarf etmiş, ama amacına ula-

şamamış. Nitekim Mus-tafa Behçet Efendi, II. Mahmut zamanındaki hekimbaşılığı sırasında (53 yaşında) tıp eğiti-minin düzeltilmesi için yeniden büyük bir çaba içine girmiş ve 1827 yılında bu amacına ulaşmış.

Sultan II. Mahmut 1826 yılında uzun zamandır

Tolgahan Kaya

4

uğraştığı bir meseleyi halletmiş. Düzeni tamamen bozulmuş olan yeniçeri Ordusu’nu ortadan kaldırıp (17 Haziran 1826) yeni bir ordu kurmuş (Askair-i Mansure-i Muham-mediye). Bu yeni orduya bir hekim ve cerrah yetiştirilmesi gerekiyor-muş. Bunu fırsat bilen hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi 26 Aralık 1826’da II. Mahmut’a, arada da üç dilekçe vererek, yeni tıp okulunun kurulmasının amacını belirtmiş, bu okulun nasıl ve nerede kurulacağı konusunda teklifini yapmış ve Padi-şah da onaylamış.

14 Mart 1827’de Tıp Okulu AçıldıBizde tıp bayramının ne zaman kutlanacağı, ya da hangi tarihle ilişkilendirilmesi gerektiği sorusu ancak yakın tarihimizde cevap bu-labilmiş. Sultan II. Mahmut’un ye-nilikçi hareketleri sonucu, hekim-başı Mustafa Behçet Efendi’nin de katkılarıyla batılı anlamda ilk tıp mektebi olan, Tıphane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire 14 Mart 1827 Çarşamba günü Şehzadebaşı’ndaki Tulumbacıbaşı Konağı’nda kurul-muş. Bu şekilde, tıp tarihimizde 14 Mart yerini almış. Aynı bina içinde Tıphane ve Cerrahhane eğitimlerini ayrı ayrı yapıyormuş. Tıp eğitimi o yıllar batıda olduğu gibi dört yıl-mış, son sınıfta hocalar tarafından usta ve yetenekli olanlar tespit edilerek sınava alınır ve başarılı olanlar askeri has-tanelere veya ordunun ta-bur alaylarına muavin tabip unvanı ile tayin ediliyorlarmış. Orada bir hekimin gözetiminde birkaç sene çalışıp deneyim ka-zandıktan sonra da serbest hekim oluyorlarmış.

Tıphane-i Amire 1827’den 1836’ya kadar Şehzadebaşı’ndaki Tulumbacıbaşı Ko-nağında gündüz eğitimi yapı-yormuş. 1836

yılında Sarayburnu’ndaki Askeri Kışla’ya (Otlukçu Kışlası’na) taşınmış. Ayrı binada eğitim gören Cerrahha-ne de burada tıp eğitimi ile birleş-tirilip, eğitim yatılı hale getirilmiş. Bu binanın yetersiz hale gelmesi ile Galatasaray’daki Enderun ağa-ları okulu tekrar elden geçirilip düzenlenmiş ve Tıbbiye 1839’da Galatasaray’a taşınmış. Bu okula Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane adı verilmiş.

Bu okulun 17 Şubat 1839’da açılışı Sultan II. Mahmut tarafından yapıl-mış ve eğitiminde yeni düzenleme-ler getirilmiş. Eğitim dili Fransızca olmuş ve öğrenci alınmaya başlan-mış. Eğitim dilinin Fransızca olması zamanla hekim sayısında azalmaya yol açmış. Nitekim 1867 yılında Türkçe tıp eğitimi yapan Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye (Sivil Tıp Mekte-bi) açılmış. 1870 yılında da askeri tıp okulunda dersler Türkçeleşmiş. 1878 yılında şimdiki Sirkeci Tren İstasyonu yanındaki Demirkapı As-keri Kışlası’na taşınmış. 1894 yılın-da Sultan II. Abdülhamit’in emriyle Haydarpaşa’daki Tıbbiye Binası inşa edilmeye başlanmış. Bu görkemli binaya 6 Kasım 1903’te taşınılmış. Önce Askeri Tıbbiye sonra, Sivil Tıbbiye taşınmış ve 1909 yılında iki mektep birleştirerek Darülfünun Tıp Fakültesi olmuş.

İlk Kutlama 1919’daİlk tıp bayramı 14 Mart 1919’da, işgal altındaki İstanbul’da, tıp öğ-rencileri tarafından kutlanmış. Tep-kilerini bu şekilde dile getirmeye çalışan öğrencilerin bu törenine Dr.Fevzi Paşa, Dr.Besim Ömer Paşa, Dr.Akil Muhtar (Özden) gibi döne-min ünlü hocaları da katılmış.

1929-1937 yılları arasında 12 Mayıs günü Tıp Bayramı olarak kutlan-dı. Bu tarih, Bursa’daki Yıldırım Darüşşifası’nda ilk Türkçe tıp ders-lerinin başladığı tarih olarak kabul edildiği için Tıp Bayramı yapıldı. Ancak zamanla bu uygulamadan vazgeçildi ve yeniden 14 Mart Tıp Bayramı oldu.

1976’dan beri sadece 14 Mart günü değil, 14 Mart’ı içine alan hafta boyunca kutlama yapılmakta ve bu hafta Tıp Haftası olarak kabul edil-mektedir.

Dünyada benzer kutlamalar, farklı tarihlerde yapılmaktadır. Örne-ğin ABD’de ameliyatlarda genel anestezinin ilk defa kullanıldığı 30 Mart 1982 tarihinin yıldönümü; Hindistan’da ünlü doktor Bindhan Chandra Roy’un doğum (ve aynı

zamanda ölüm) yıldönümü olan 1 Temmuz günü “Doktorlar

Günü” olarak kutlanır.

55

Prof. Dr. Yakut Akyön Yılmaz. Derslerde-ki şen şakraklığıyla dikkatimizi çeken

mikrobiyoloji hocamız. Öyle sıcak ve doğal bir insan ki bir araya gelip karşısına oturdu-ğunuzda da unutuyorsunuz karşınızdakinin hoca olduğunu ve bir süre sonra yok oluyor odasına ilk adım attığınızdaki tedirginliğiniz. Ve başlıyoruz hocamızın mimikleri ve değişik seslendirmeleriyle de renk kattığı hayatına dair hoş sohbetimize.

Hocam ses kaydı alabilir miyiz?Tabii alabilirsiniz. Bir ara haber gönderdiler derslerde ses kaydı alınmasın diye. Ben de dedim ki “Evet, kesinlikle alınmasın.” Şarkıcı olurdum o zaman, ne işim var hoca olup da.

Tiyatro ile çok ilgiliymişsiniz ya da tiyatroya yeteneğiniz varmış gibi bir sesiniz var.

Zaten ben lisedeyken tiyatrocu olmamı söyler-lerdi. Ama mümkün değil olamam, ezberleye-mem hiçbir şeyi.

Hobi olarak da mı uğraşmadınız?

Hobi olarak da yapmadım. Ezber sıfır çünkü. J

Hocam Afrika meselesinden bahseder mi-siniz?

Afrika aslında daha çok annemle babamın ha-yatı. Benim hayatımı da çok etkiledi elbette. Ki-

şiliğimi, eğitimimi etkilediğini, benim hayatımı da değiştiren bir dönem olduğunu şimdi anlıyo-rum. 0-6 yaş eğitim gerçekten önemli yani. J

Babam önceden avukatmış. Daha sonra tıp okumaya karar vermiş. On yıllık avukatmış bu kararı verdiğinde. Haliyle herkes bu yaştan sonra olur mu demiş, dalga geçmiş babamla. Babam sınava girmiş ve yirmi beşinci olarak kazanmış. Bir avukat arkadaşı vardı babamın, Nevin teyze. “Bileklerimi keserim tıbba gi-rebilirsen. Pırıl pırıl çocuklar giriyor. Sen ner-den kazanacaksın tıbbı.” demiş. Tabii bilek-lerini kesmemiş Nevin teyze, yaşıyordu ben tanıdığımda.J

Babam altı yıl hem tıp okumuş hem avukat-lığa devam etmiş. Ben doğduğumda üçüncü sınıftaymış. Ve annem, devamlı ders çalışan bir adamcağızla olmaktan sıkıldığı için doğurmuş beni. O yüzden ben avukat çocuğu değilim, ağabeyim avukat çocuğu.

Babam zaten hep doktor olmak istermiş. De-dem hâkimdi. Ankara’ya tayini çıkmış, hep bir-likte gelmişler. Babam, Ankara’da o zamanlar tıp fakültesi olmadığı için bari baba mesleğini devam ettireyim diye hukuk okumuş. Sonra tıbbı bitirince çok iyi bir avukat olmasına rağ-men doktorluk yapmayı tercih etmiş. O zaman arkadaşlarının çoğu hukukçuydu. Pek çok da akademisyen vardı aralarında. Benim yetiş-memde büyük rolü vardır bu insanların.

Bitirdikten sonra da iki çocuk, bir köpek, bir koca ev geçindiremeyeceği için, biraz da maceracı ruhundan dolayı bence, Afrika’daki birçok sağlık bakanlığına yazmış. Birkaç tane-

Prof.Dr. Yakut Akyön Yılmaz ile SöyleşiKübra KILINÇ, Ekim HELHEL, Elif Özge ÇINAR

6

sinden cevap gelmiş. Bir tanesi de gittiğimiz ülke Malawi. Afrika’nın İsviçre’si derlerdi oraya. Hakikaten de öyleydi. Ben üç buçuk yaşınday-ken gittik Malawi’ya gittik. Dört bu-çuk yaşındayken de okula başladım. Beyaz ve zenci okulları farklıydı o zaman. Okulum köy okulu gibiydi; ilk üç sınıf bir odada, dördüncü ve beşinci sınıf başka bir odada. O za-man da çok konuşurdum, her şeye parmak kaldırırdım; bu genetik bir özellik herhalde. İlk hocam, Mrs. Pel-lins, kraliyet ailesinden atılmış olan bir lordun eşiydi. Müthiş bir kadındı. İki yıl orada okudum. Her sınıfın so-nunda bir rapor yazarlardı, Mrs. Pel-lins de benim için “Büyüdüğü zaman araştırmacı olmasını öneriyorum bu çocuğun.” diye yazmış. Çok iyi bir gözlemciymiş, çünkü gerçekten araş-tırmacılığın benim mesleğim olduğu-nu düşünüyorum.

Altı buçuk-yedi yaşımdayken Türkiye’ye döndük ve ben hiç Türkçe bilmiyorum. Okula başladım tekrar. Ama yine de gevezeliğimden bir şey kaybetmemiştim. Bildiğim bir şey oldu mu atılırdım hemen ben söyle-yeyim diye. Bu bence Afrika’dayken aldığım eğitime bağlı biraz da. Eği-time katılmayı, rahat olmayı, özgü-venli olmayı öğrendim orada. Bura-daki ilkokul öğretmenim de çok şey vermiştir bana, çok sabırlı davran-mıştır.

İlkokuldan sonra Ankara Koleji’ne girdim. Hazırlık okudum orada, gra-meri öğrendim. Son derece ukala bir çocuktum herhalde. Bildiğim her şeye mutlaka parmak kaldırırdım. Bilmediklerimde de parmak kaldırır,

“Ne demek istediğinizi anlamadım.” derdim. Hocalar için pek sevimli bir öğrenci olmasam gerek. J

Unutamayacağım hocalarımdan biri de ortaokuldaki Türkçe öğretmenim Nur Sakızlıoğlu’dur. Bana hep aslında Türkçemin iyi olduğunu söylerdi. An-cak burada, master tezimi yazarken kandırıldığımı fark edebildim. J Yazı ifademde hala kendime çok güvene-mem.

Hayatımın her döneminde bir hay-van oldu evimizde. Köpeğimiz, kedi-miz, kaplumbağamız.

‘Çoban’ bizim ilk köpeğimiz. Ben iki yaşındayken alınmış, çoban-av karı-şımı bir sokak köpeğiydi. Annem çok titiz bir kadın olmasına rağmen çok severdi Çoban’ı. Afrika’ya da bizimle gelmiş, sonra bizden önce dönmüştü. Biz gelene kadar kapıcı bakmıştı ona. Birlikte servise çıkarlarmış. Bir kere-sinde Çoban başka bir kapıcıya hırla-

mış herhalde, adam da kötü davran-mış bizim köpeğe. Kapıcı,

“Kendine gel, haddini bil.” demiş. “Bu köpek kaç dil biliyor, biliyor mu-sun? Afrikalara gitti geldi, senden kültürlü bu.”

Lise ve ortaokulda iyi bir öğren-ciydim. Ama gene de çok hareket-liydim. Bayağı da popülerdim ko-lejde. Milliyet Müzik Yarışması’na katılırdık, hatta tam puanla dans grubu birincisi olmuştuk. Grubumu-zun adı ‘Melomani’ydi. Kolejde çok meşhurdur. Çok hoş günlerdi tabi. Sonra İstanbul’a gittik. Hepimiz lise iki ve lise üç öğrencisiyiz. Tabi İstan-bul çok başka, biz kasabadan gelmiş çocuklar gibi kaldık öyle. Ama ora-dan birinci olarak döndüğümüzde çok havalıydık. Hiç unutmam, İstan-bul gruplarının arasında birinci olan kadın solist Candan Erçetin’di, Gala-tasaray Lisesi adına .

Ben mezun olduktan sonra tekrar gi-rildi yarışmaya. Ben de dans grubunu çalıştırmıştım. Onlar da ikinci olmuş-tu ve bu çok büyük bir başarıydı ger-çekten.

Bir ara balerin olacaktım ben. ‘79 yı-lında opera ve baleye katılmak için öneri aldım. Ama annem ve babam bana çok destek (!) oldular. “Sen bi-lirsin.” dediler, ama yarım ağızla bile değil. Şimdi anlıyorum ki sanatçı ol-mak çok zor, çok emek isteyen bir şey. O zamanlar çok güzel, çok eğlenceli bir şey gibi geliyordu bana. Ama bir gün annem “Emin misin böyle bir şey yapabileceğine?” dedi. “Oradaki çocuklar çok küçük yaştan beri orada. Senin vücudun baleye uygun olabilir ama hiçbir zaman onlara yetişeme-

7

yeceksin. Sen hırslı bir kız değilsin. Onlarla çok içli dışlı olursun ve seni kandırsalar bile anlayamazsın.” Ama tabi ki dinlemedim annemi. J Sonra bir gün prova için gittim, baktım ki lis-tede adım yok. Sordum. “Sen balerin olmayı düşünmüyorsun ki Yakut” de-diler. “Balerin olmaya karar verenler var, onların önünü açmak lazım.” On-dan sonra bir daha baleye gitmedim.

Sonra üniversiteye hazırlanmaya başladım. Tabi ki tıp diye hazırlanı-yordum. Çocukken oynadığım oyun-larda da doktor olurdum hep. Ders-lerim de iyiydi. Ama sınava iki buçuk ay kala “Bitmiştir.” dedim ve bir daha hiçbir kitabı açmadım. Üniversitede okuyan yaşıtım kuzenlerim vardı, her gece biriyle gezerdim. Sonuçta tıp ol-madı tabi, biyolojiyi kazandım. Okula başladım. Herkes sınava bir daha gir dedi ama gerçekten çok sevdim bi-yolojiyi, o yüzden gerek duymadım.

Biyolojide çok güzel anılarım vardır. Ama Beytepe ile ilgili hiç güzel anım yok, hep nefret ettim Beytepe’den. ’80 sonrası okuduğum için çok zaval-lıydı Beytepe. Yemek yok, kantin yok,

sabahtan akşama kadar ders. Bisküvi yemekten bıkmıştım. Laboratuvarlar çok soğuk olurdu. Şimdiyse çok güzel, tam bir kampüs oldu Beytepe.

Ve sonra üniversite bitti. Üniversi-te biterken de akademisyen olmak istediğime karar verdim. Herhalde babam akademisyen olduğu için. Çünkü evde hep ders çalışan bir adam gördüm ben. Başka bir meslek olabileceğinin bilincinde değildim, sanırdım ki akademisyen olmak ge-rekiyorJ. Araştırmayı da çok sevdim zaten. Benim dönemimde bir biyolo-ğun herhangi bir şekilde dışarıda iş bulma şansı yoktu. Mikrobiyolojide ihtisas yapıp dışarıda laboratuvar için biyolog olabiliyordunuz. Ben de mikrobiyoloji düşünmeye başladım. Sınavına girdim. İngilizce’den en yüksek notu almışım ama bilim sı-navında benden daha yüksek alanlar vardı. O dönemde asıl ihtiyaçları olan İngilizce bilen kişiydi. O yüzden beni almışlardı kadrolu olarak.

Buradaki ilk yılım felaketti. Çok zor-landım. Tıp fakültesi okuyan öğren-ciye laboratuara gidiyorsunuz ama

anatomi bilmiyorsunuz, hiçbir şey bilmiyorsunuz. Biyolojide dört yılda çalıştığımın dört katını çalıştım bir yılda. Sonra master yaptım, ihtisas yaptım, doktora yaptım. Ondan son-ra öğretim üyesi, yardımcı doçent, doçent ve profesör oldum. Ve on yıl boyunca sadece ders çalıştım.

Hırslı bir insan olmadım hiç. Annem hep “Kendini aşmaya çalış.” der-di. “Ve hep kendi yaptığınla mutlu olmaya bak.” Çok mutsuz olduğum zamanlar da oldu ama hayata hep pozitif baktım, her zaman “Yarın yeni bir gündür.” diye düşündüm.

Buradan birkaç anınız var mı anla-tabileceğiniz?

İlk geldiğim günü de hiç unutamıyo-rum. O zaman kapriler vardı, bosbol. İçine gömlek giyiniyorsun ama o gömlek de bol. Moda böyle, ben de giyip gelmişim. Altında da sandalet-lerim vardı. Hiç unutmuyorum, Sibel hocanız bana şöyle bir baktı. “Uygun değil böyle giyinmek.” dedi. Ama şu bir gerçektir, her yerin bir kıyafeti var. Hayatım boyunca işe kotla gel-medim. Fark etmişsinizdir, derslere gelirken de hep düzgün giyinmeye çalışırım. Bunun size olan saygımı gösterdiğini düşünüyorum.

Ebeveynlik hayatın gerçek tadı. Berk doğduktan sonra derslere geldiğim-de diyordum ki “ Siz de anne baba olduktan sonra anlayacaksınız anne ve babalarınıza ne kadar büyük bir mutluluk verdiğinizi.” Anneme bir keresinde “Şimdi anlıyorum.” demiş-tim. Ebeveynlikle ilgili teşekkür ede-ceğimi falan düşünmüştü herhalde.

“Ne kadar büyük mutluluk vermişiz size anne” dedim. J “Ay, inanamı-yorum, bunda da kendine bir pay çıkardı, bu kadına inanamıyorum.” deyip dururdu annem. Çok komik bir kadındı, çok gülerdik. Şimdi anlı-yorum ki çok şanslı bir çocukmuşum, öyle bir anne babaya sahip olmak büyük şansmış. Çok olgun, görgülü, eğitimli insanlardı.

Danimarka’da, İngiltere’de yaşadım bir süre. İngiltere’ye burs kazanıp Helicobacter’i öğrenmek için gittim, çok faydalı oldu. Danimarka’ya ise da-vet edildim, bildiğim bir yöntemi on-lara öğretmem için. Ama o yöntemle yapılan ölçümü burada yapamıyorum,

8

çünkü malzeme yok. Ne kadar acı değil mi? Bir de burada araştırmalar, çalışmalar yapılırken sonucu ne, has-taya yansıması ne diye düşünülüyor. Aslında bu doğal çünkü biz gelişmek-te olan bir ülkeyiz ve kaynaklarımız sınırlı. Ama mesela Danimarka’da yaptığım çalışma tamamen Helico-bacter patogenezine yönelikti. Bunlar bilimsel çalışmalar, insana direkt ya-rarı olmuyor. İnsana yansıması ancak o bulguların üst üste konmasıyla ola-cak. Ama bizde böyle değil ne yazık ki. Yaptığınız çalışmanın sonucunu bir şekilde direkt insana yansıtmanız ge-rekiyor, aksi halde çalışma için para alamıyorsunuz genelde.

Danimarka’da yedi ay bulundum. Çok güzel, yaşanılacak bir ülke. Demok-rasiyi, eşitliği, özgürlüğü hissedebil-diğiniz bir ülke. Bir de şunu söyleye-yim: Eğer ileride herhangi bir şekilde yurt dışına gidecek olursanız unut-mayın ki o insanların size ihtiyacı yok, sizin onlara ihtiyacınız var. Eğitim anlamında değil sosyal anlamda bir ihtiyaçtan bahsediyorum. Yabancı-lık çekmek istemiyorsanız siz onlara yanaşmalısınız, önce siz “Merhaba, günaydın.” demelisiniz. Geri çekme-melisiniz kendinizi. Danimarka’da çok iyi arkadaşlarım oldu, çok güzel zaman geçirdim. Çalıştığım yerdeki asistanlar, teknisyenler her ay maaş aldıktan sonra buluşup önce yemeğe sonra sinemaya gidiyordu. Sırf ben de gelebileyim diye yedi ay boyunca hep İngilizce filmler seçtiler. Bir yıl önce bir aylığına gidip dönmüştüm, o zamandan tanıyorlardı beni. İkinci gidişimde sekreter laboratuarda gi-yeceğim terlikleri ısmarlamış, bana özel bir yer hazırlanmıştı. Bunların tek nedeni de benim o insanlara gü-ler yüz göstermiş olmamdı.

Danimarka da hayatımı değiştiren bir dönem oldu diyebilirim. Orada çok sakin bir yaşamım vardı ve ben o yedi ay boyunca sadece ve sade-ce bilimsel araştırma yaptım. Burada ise çok farklı; hayat çok hızlı geçiyor. Aynı anda hem çalışma yapıyorsun, hem öğretmenlik yapıyorsun, yazı yazıyorsun, kitap değerlendiriyor-sun... O zaman da her şey yarım olu-yor bana göre.

Bu arada geveze olduğum için Ko-penhag Üniversitesi’ni temsilen se-minerleri ben verirdim. Çünkü onlar

sunum yapmayı bilmezdi. Bizler bu-rada sunum yapmayı öğreniyoruz, bir şekilde size de öğretiyoruz. Ama orada ders teknikleri farklı, çoğu hala tepegöz kullanıyor.

Hacettepe’de gerçekten, hakkı veri-lerek eğitim teknikleri, sunum yap-ma öğretiliyor. Ekstra kurslar da olu-yor, mesela İbrahim Güllü çok iyidir bu konuda. Oradaysa bir insan ya hoca oluyor ya da araştırmacı oluyor. Araştırmacı olanlar genellikle bul-duklarını sunamıyor. Hoca olanlar da pek araştırma yapmıyor. Eğitimleri bizimkinden çok farklı. Sonuç olarak müthiş çalışmalar yaptıkları halde sunamadıkları için sunum yapma işi hep bana düşmüştü.

Size önerim, mutlaka bir yurt dışı de-neyimi yaşayın. Dünyaya çok farklı bir gözle bakmanıza sebep oluyor.

Danimarka’da hala çok yakın arkada-şım olan Marjan adlı İranlı bir kadın da vardı. ‘98’de ilk kez Danimarka’ya git-tiğimde bir ay boyunca benden nefret etti. Başı kapalıydı, erkeklerin elini sıkmazdı. Amerika’da eğitim görmüş. İnanılmaz güzel bir İngilizcesi vardı.

O kıza devamlı gidip gidip Yakut de-mişler. En sonunda sinirli sinirli “Ben Yakut değilim.” demiş. Ertesi sene yine gittiğimde yavaş yavaş arkadaş olduk. Bana “ Niye herkes seni kabul-leniyor da benden kaçıyor?” demişti.

“Birincisi, sen onlardan farklı görünü-yorsun. İkincisi, kendini çok kasıyor-sun ve onlarla herhangi bir şekilde arkadaşlık kurmuyorsun. Öfkelisin, insanları kaçırıyorsun.” dedim. Sade-ce başı kapalı olduğu için değil kişilik olarak da çok farklıydı. Aslında doğu kültürü farklıydı, ben de bir yanım doğulu olduğu için anlayabiliyordum onu. Marjan’ın da görüşleri değişti yıllar içinde. Eskisi gibi radikal dinci değil artık. Evindeki on yedi ve on sekiz yaşındaki kızlarını dans ederken görünce onları dövmeye kalkan ko-casını sokağa atmış bir kadın Marjan. Doğu ve batı kültürü arasında çok kal-mış. On yıl Amerika’da okumuş, son-ra İran’a dönmüş. Ama kadının ikinci hatta beşinci sınıf vatandaş olduğunu görmüş İran’da. Marjan iki işte birden çalışıyordu. Eşinden boşandıktan son-ra ikinci işini kaybetti, çünkü onlara göre kocasından boşanması büyük bir

9

hata. Marjan toplantılarda başına hala örtü takmak zorunda çünkü başka bir İranlı varsa ve başını örtmediğini söylerse işinden atılacak. İran Pasteur Enstitüsü’nde çalışıyor ama yaşama koşulları çok kötü İran’da. Her an di-ken üstünde, hiçbir şekilde eşitlik yok. Yine de Marjan müthiş bir bilim kadını.

Danimarka’da Peter diye bir arkada-şım vardı. Onunla bir gün konuşuyo-ruz. “Nerde yaşıyorsun sen Yakut?” dedi. “Ankara’da.” dedim. Hiçbir özel-liği olmayan, sıkıcı bir şehir olduğunu söylediğimde nerde yaşamak iste-diğimi sordu. “Ne bileyim, Antalya gibi bir yer olabilir.” dedim. “E, orda yaşa.” dedi. “Nerdee, çok zor. Ak-deniz Üniversitesi’nde iş bulacağım. Beni isterler mi istemezler mi belli değil. Hem iyi bir üniversitede çalışı-yorum. Neden bırakayım da gideyim Hacettepe’yi?” dedim. “Yok canım.” dedi “Hacettepe’yi bırak demiyorum ki. Antalya’da yaşa, işe gidip gel.”J Danimarka’da en uzak mesafe üç saat, o yüzden bu çok kolay görü-nüyor ona. Nerden bilsin sekiz saat sürdüğünü. Ama benzer bir pot da ben kırmıştım. Anna diye bir arkada-şım vardı. Kocasıyla birlikte Roskilde adında bir şehirde yaşıyorlar. Bir ak-şam onlara gittim, hatta uzak olduğu için (Kopenhag- Roskil arası yirmi da-kikaydı J) gece de orda kalacağım.

Yemek yerken nereli olduklarını sor-dum. Anna “Doğma büyüme Roskil-liyim.” dedi. Kocası da daha güneyde bir yeri söyledi, adını şimdi hatırlamı-yorum. “O zaman orası daha sıcaktır.” dedim. “Yarım derece.” dedi. J Dani-marka küçücük bir yer tabi.

Yurt dışında yaşamak mutlak bir yal-nızlık. Buradaki gibi, farklı bir şehir-de yalnız yaşamak gibi değil. Ben Londra’dayken, daha yeni gitmişken cüzdanım çalındı. Beş poundla kal-dım. Ve hafta sonu; isteyecek hiç kimse ya da yapabileceğim hiçbir şey yok. Kredi kartlarımı kapattırıp o hafta sonunu beş poundla geçirdim. Zaten İngiltere’de aldığım parayla çok zor geçiniyordum ama yine de bütün müzikallere gittim. Herkesin öncelikleri vardır. Ben İskoç etek-lerim dışında giysi almadım (onları hala atmadım, her an görebilirsiniz yani J), müzikallere yatırdım para-mı. İyi ki de öyle yapmışım.

Danimarka’dan döndükten sonra En-gin hocanızla evlendik. Engin çok es-kiden, ‘87’den beri arkadaşımdır.

Aslında siz biraz şanssızsınız, bura-sı bir kampüs gibi değil ne yazık ki. Ama tıp fakülteleri dünyanın her ye-rinde böyle. Hastaneyle iç içe olan yerler çünkü.

Hocam Beytepe’yle burası ayrıla-cak diye bir şey duyduk. Sizin böy-le bir bilginiz var mı?

Bilmiyorum. Öyle bir şey duymadım. Ama üniversite olmak demek, bir-çok fakültenin olması demek. Yani Hacettepe Üniversitesi demek isti-yorsak Beytepe ile birlikte olmamız gerekiyor.

Hacettepe deyince tıp fakültesi anlaşılıyormuş ve Beytepe’deki bölümler geri planda kalıyormuş. Pek hoş olmuyormuş bu da.

Ben hiç öyle düşünmüyorum. Ha-cettepe Üniversitesi deyince bütün bir üniversite, Beytepe kampüsü ve Sıhhiye kampüsü birlikte akla geli-yor. Tabii burası kampüs gibi değil ama hastane olduğu için mecbur-sunuz. Ayrıca döner sermayeden Beytepe’ye de çok şey harcanıyor. Yani sadece Hacettepe’nin tıp fakül-tesine harcanıyor değil bunlar. Bildi-ğim kadarıyla böyle ama ben idare-de hiç bulunmadım tabii, bulunmayı da düşünmüyorum.

Geçenlerde Beytepe’de, rektöre karşı olaylar olmuş sanırım.

Çok doğaldır böyle şeyler. Orada olay çıkması çok şaşırtıcı değil çünkü sos-yal bilimlerde çok farklı bir açıdan bakıyor insanlar. Hem onların işi o; politika düşünmek, sosyal olayları düşünmek. Sizin böyle şeylere pek vaktiniz de olmuyor zaten. Ama ‘80 sıralarında burada da çok olay olur-du, tabii o çok başka bir dönem-di. Lise son sınıftaydım o zaman, o yüzden olayların ve ciddiyetinin çok da farkında değildim. Çok zor za-manlardı ama her seferinde de dü-zeliyor bir şekilde. Sadece Atatürk’ün Türkiye’sinden vazgeçmemeyi dile-yebiliyorum çünkü elimden başka bir şey gelmiyor; her ne kadar bir şeyler yapmaya çalışsak da. Politik olaylara girmeye çok da gerek yok sizin açı-nızdan ama tamamen apolitize de olmayın. Ülkenizde neler olup bitti-ğini bilin, onları göz ardı etmeyin.

Başka sorunuz var mı? JKedim var, köpeğim var. Kedimin adı Shiga, Shigella’nın toksini J. Köpeğimizinki de Asya ama onu biz koymamıştık. Çünkü aldığımızda sekiz aylıktı. Bizim daha önce de köpeğimiz vardı ama ölmüştü.

Yaşamınızın her anının keyfini çıkarın en zor günlerinizde bile gülümseyin. J10

Kolay olmamalı öyle aldığın nefesi vermek gibi. O öyle bir nefes olmalı ki; çekince içine

her bir hücren o havayla beslenmeli. Bu soluğun diğerlerinden farklı çekildiğini anlamalı ayak başparmağından kulak memene kadar herhangi bir hücren. Yeniden doğmalı adeta; sanki biri kulağına fısıldamış gibi hayatın anlamını. Sanki

“o andan” sonrası yokmuş gibi olmalı, “o andan”

öncesi olmadığı gibi. Ne beynin ne de kalbin hiçbiri değil. Tüm hücrelerin aynı anda, sanki tek bir hücreymiş gibi, izin vermeli cümlelerin du-dakların arasından sızmasına. Gözlerin artık en-gel olmayı bırakmalı gözyaşlarına. “onun” için döküldüğünün farklında gayet gururlu, süzül-meli yanağından. İşte o damla çenenden aşağı damlarken haykırabilmeli… SENİ SEVİYORUM…

Birbirine sevdalı yüreğe iki denildiği nerede görülmüş-tür. - Oysa ben bu satırları yazarken senin kim olduğunu bilmiyorum okuyucu ya da hangi şartlarda olduğunu. Se-nin ruh halin etkilemez beni. Benim yarattığım ve orada yaşadığım bir dünyam vardır. En güzel ihtimalle okurken seni o dünyaya ortak ederim. Benim penceremden nasıl görünüyor onu gösterebilirim. Bunu yaparken de keli-meleri ortada bırakmam. Nereye çekersen oraya gitmez yazdıklarım. Saydam olur, ardına saklanılmaz. Benim “acaba beni doğru anladı mı?” diye bir derdim yoktur. İçimi kâğıdıma kalemimle dökmüşüm ya o kâfi. Sen son-radan çıktın okuyucu! Bu tatlı muhabbetin bir kısmına şahit oluyorsun o kadar.

Hem düşünsene okuyucu bir insan boş şeyler düşünebilir, bunları konuşup anlatabilir de bir nebze. Ama yazamaz çoğunu. Çünkü yazmak... – bu üç noktanın yeri sayfalarca cümleler ile doldurulabilir ama en kısa şekilde- Sanattır. Öyle her aklına gelen şey paylaşılamaz muhabbet sofra-sında çifte kumrular ile. Önce süzgecinden geçireceksin birikimlerinin. Sonra zihninde yoğuracaksın arda kalan kelimeleri. Bakacaksın değer mi sevdalıları oyalamaya. Sonra yazacaksın tüm aşamaları geçtiyse aksamadan. Ama benden tavsiye okuyucu bir gün yazarsan eğer, di-ğer eline isyan bayrağını çektirtme. Neden muhabbete hep diğeri ortak oluyor. Neden sevdalılarla hep o birlikte dedirtme. Adil ol. Bükmesin kimse boynunu. Görüyorsun ya okuyucu. Aynı bedenin iki eli bile kıskanır oluyor öte-kini. Sakın bu kutsallığı göz ardı etme bir an bile.

Hadi şimdi kal sağlıcakla...

Ben konuşamam yazarım. Kalemim haykırır düşlerimi, düş kırıklıklarımı. Onunla açılır pencerem zihnimin

dışında her neresi varsa. Yazmasam, konuşsam da anlat-sam? Olmaz, yapamam ki! Nefesim durur, ağzım kurur. Dudaklarım kenetlenir birbirine. İzin yoktur cümlelere; onlar tehlikeli... Onlar benim değildir artık dudaklarım arasından çıktıktan sonra. Onlar artık karşıdakinindir. Onun o güne kadarki birikimlerinin süzgecinden geriye kalandır. O süzgecin içerisinden sadece kelimeler geç-mez; duruşun, ses tonun, mimiklerin, gözlerin… Hepsi beraberdir. Biri başına buyruk olsa, olanı farklı yansıtsa vay haline. Artık o cümle algıda bambaşka bir yolda seyir almaya başlar. Bu nedenle ortada bir tutarlılık olmayabi-liyor bazen. Ne yöne çeksen o tarafa gelebiliyor, dudak-larından özgürlüğünü kazanan cümleler.

Belki de bu yüzdendir insanların birbirini anlamada bu kadar sıkıntı çekmesi.

Hem konuşurken beynimizi çok da fazla kullanmayız. Ke-limeleri özenle seçip konuştuğumuz vakitler bulmak zor. Sıklıkla aklımıza gelen ilk kelimelerin birleşmesinden olu-şur cümlelerimiz. Bu da “gaf” ve “pot” olarak geri döner bazen bize. Ne kadar istemesek de yüreğine atılan çizik-ler yanında yerini alıyor karşındakinin.

Ama yazmak öyle mi… Kimse yoktur karşında. Ne mi-mikler vardır ne bakışlar ne de ses tonu. Bir tek yoldaşın vardır, o da kalemin ve kâğıdın. Kendini kendine anlatır-ken, tek şahidin odur. Ne dilersen yazar ve tek kelime etmez, sırrını açmaz kimseye. - Evet okuyucu onlar birdir.

Ben Konuşmam Yazarım

Ömer Faruk TURAN

Ömer Faruk TURAN

Kolay Olmamalı

11

1919 yılında Bandırma’da doğan Göksel, 1943 yılında İstanbul Üniversitesi’nden mezun oldu. 1950 yılında Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nde Genel Cerrahi Uzmanı, 1951-53 yıllarında Gülhane Askeri Tıp

Akademisi’nde, 1953-55 yıllarında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Genel Cerrahi Başasistanlığı yaptı.

1956 yılında Üniversite Doçenti oldu. 1956-60 yıllarında Amerika Birleşik Devleti Columbia Üniversitesi’nde Kanser Cerrahisi ve Cerrahi Patoloji eğitimi gördü.

Yurda dönüşünde Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Bölümüne Doçent olarak girdi. 1961-65 yıllarında Ahmet Andiçen Kanser Hastanesi’nin kuruluş, çalışma ve eğitimi ile görevlendirildi. 1965

yılında Hacettepe Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Profesörü oldu. 1986 yılında isteği ile emekliye ayrılarak o

zaman Organ Nakli Hastanesi olan şimdiki Başkent Üniversitesi’ne geçti. 1984-88 yılları arasında Türk

Tabipleri Birliği Yüksek Onur Kurulu Üyeliği de yaptı.

16 Nisan 1919 yılında Bandırma’da bir as-keri hekimin oğlu olarak doğar Hüsnü

Göksel. Babasını doğduktan sonra uzun süre yanında göremez. Tıpkı doğduğu yerden ge-len ZİTO VENİZELOS* sesleriyle uzaklaştığı gibi babası da Anadolu’dan gelen aynı seslerle Yunan adalarında başlayan esaret günlerine başlar.

‘’Yunan bayrakları, Yunan askerleri vardı o kasabada, hüzün vardı ve sen vardın. Mustafa Kemal Paşa idi adın ve o zaman Kemal Paşa olarak geçerdi dualar arasında. Tek umut ışığı idin Kurtuluş için. Küçücük kafamın içinde kocaman bir insandın sen, insanüstü idin, tek başına düşmanlara karşı dövüşüyordun.

Onları yenip esaretteki babamı getirecektin bana. Bu kadarcıktı beklentim senden. Res-mini görmemiştim ama biliyordum, duyu-yordum, yüzün güzeldi. Öyle olmasa şarkılar söylenir miydi güzelliğin için;

Dünyalara bedeldir mah cemalinAllah’ıma emanettir Kemal’im, diye?

Kasabamızda Rumlar sadece Kemal derlerdi sana. Bir gün ben balkonda oynarken bitişik balkondaki Rum komşu hanım, anneme ses-lenmişti

– Komşu, bizimkiler Kemal’i esir almışlar, yaralıymış...

Annem hiç yanıt vermeden elimden çekip içeri almıştı beni. Kemal Paşa da esir olduğu-na göre, demek babam dönmeyecekti artık. İçin için ağladığımı anımsıyorum. Umarsızdım. Bütün gece dualar edilmişti senin sağlığın için, Allah’ıma emanettin Kemal’im.’’

Komutan mı? Kaymakam mı? Derken babası-nın Türkiye’ye esirlikten kurtulup gelmesiyle fikrini değiştirir. Silivri iskelesinde günlerce beklediği babasının gelmesiyle komutan ve kaymakamın ona duyduğu saygı onu askeri hekim olmaya yönelir.

Prof.Dr. Hüsnü GÖKSEL

Keşke Aramızda Olsaydı...

Ama hepimiz ‘Atatürkçüyüz’ sevgili Atatürk’üm. Senden korktuğumuz için bir ‘şekil Atatürkçülüğü’ icat ettik

Prof.Dr. Hüsnü GÖKSEL(1919-2002)

Elif Özge ÇINAR

12

Babasının tayini nedeniyle Erzincan’da ilkokula başlar. Son-rasında yine bir tayinle Ankara’ya gelir. Hacettepe’yle tanışıklığı bu-günlerde başlar. Hamamönü’ndeki İnönü İlkokulu’nda 4.sınıfa kayıt olur. Ortaokula başladıktan sonra yine babasının tayini çıkar ve yıllar sonra Kenan Evren Anadolu Lisesi ismini alacak Kadıköy Ortaokulu’nda öğ-renimine devam eder. Bu çok uzun sürmez.

Hayatının büyük kısmını geçireceği Hacettepe’yle yolları gene kesişir. Karacabey Hamamı’nın önündeki yeni evlerinde Ankara Erkek Lisesi orta kısmına devam eder.

Ankara Erkek Lisesi’ne devam eder-ken Hüsnü Göksel’in yazılarında ve hayatında önemli yer tutan Askeri Dikimevi‘nin bulunduğu semtteki Musiki Muallim Mektebine (sonraki ismiyle KONSERVATUAR) yakın bir eve taşınırlar. Orada oluşan sanatçı dostlukları onu ömrü boyunca yalnız bırakmayacak, konserlerde, değişik sanatsal etkinliklerde kendisini gös-terecektir.

Yazın çevrelerine ilk adımını Ankara Erkek Lisesi’nde Orhan Veli, Oktay Rıfat ve Melih Cevdet Anday’ın çı-karmış olduğu SESİMİZ dergisinde çıkan şiir ve yazıları ile atar.

Hüsnü Göksel, Ankara Erkek Lisesi’nden yazı yazdığı Sesimiz der-gisini çıkartan Orhan Veli’ye bir şiirle seslenmiştir.

MirasOrhan Veli’nin anısınaDedem bu şehirde aşık olduEleni’yeİftardan sonraSamur kürkünü giyip gittiği kahvedeDinlerken incesazdanSuzidilârâ faslınıYa da dinler görünürkenSultan Mahmut’un tebdil öyküleriniSahura kadarHepEleni’yi düşünürdü

Atatürk1937 yılında FKB dersleriyle Darülfunun’dan kısa bir süre önce yapılan reformla dönüştürülmüş üniversiteye başlayan Hüsnü Göksel için 1938 sonbaharı tüm Türkiye için olduğu gibi çok zor geçer. Ve bir kasım günü Beyazıt Kulesi’ndeki bayrağın yarıya indirilmesi ile acı haberi alır.

Hüsnü Göksel, Dolmabahçe’den Karaköy’e yürüyen kortejin önün-de Tıp Fakültesi temsilcisi olarak yürüyüşe geçer ve vapurla boğazı geçtikten sonra katafalkla beraber Anadolu’nun kalbine yüksek Hay-darpaşa merdivenlerini tırmanarak yol alır; çünkü İstanbul bilirdi ki Anadolu olmasaydı var olamazdı, ona ihtiyaç duymaktaydı. O nedenle merdiven çıkılarak ulaşılmalıydı.

Hacettepe ile yolları bu üzücü zamanda bile kesişmektedir. Atatürk’ün 21 Kasım 1938 günü Hacettepe yakınlarındaki

Etnoğrafya Müzesi’nde başlayan geçici konukluğu, tanıklık eden Hüsnü Göksel’in başasistan olarak imzasının olduğu bir yazı ile 15 yıl sonra tamamlanmış ve ebedi istirahatgahı Anıtkabir’de sonlanmıştır.

“Ama hepimiz ‘Ata-türkçüyüz’ sevgili Atatürk’üm. Senden korktuğumuz için bir ‘şekil Atatürkçülüğü’ icat ettik. Olur olmaz her yere senin adını veriyoruz. Seni öl-

dürürken yine senden güç alıyoruz. Seni öldürürken bile önümüzdeki kürsüde büstlerin, arkamızdaki duvarlarda resimlerin eksik olmu-yor. (...) Ne yapıyorsak senin adına, senin arkana saklanarak yapıyoruz. Utanıyorum, Atatürk’üm, söyleme-ye utanıyorum. Utancım bir mıh gibi kalbime saplanıyor.”. Bundan sonra yazılarımda, konuşmalarım-da senden alıntı yapmayacağım. Davranışlarımda, eylemlerimde seni yanıma almayacağım. Bundan sonra sensiz olacağım. Sen bana kendini emanet etmedin. Sen bana, benim gibi bugün hâlâ 20 yaşında olan Mustafa Kemal’lere Cumhuriyeti emanet ettin, laik Türkiye Cumhuriyeti’ni. Ona sahip çıkacağım. O, benim Cumhuriyetim, benim laik Cumhuriyetim. Ona sensiz, senden güç almadan, senin gölgene sığınmadan sahip çıkaca-ğım, koruyacağım onu. Senin yola çıkarken söylediğin gibi ‘Dağ başını duman almış’...”

Ceyhun Atuf Kansuİstanbul’daki Tıp Fakültesi yılların-da Ankaralı öğrencileri bir araya gelmesine öncülük etmeyi seven Hüsnü Göksel’in o günlerden ta-nıştıklarından birisi de DÜNYANIN BÜTÜN ÇİÇEKLERİNİ GETİRİN şiirini hepimizin bildiği Dr.Ceyhun Atuf Kansu’dur. Çocuk Hastalıkları hekimi olarak yarattığı şiir ve yazılarının yanı sıra Hacettepe’de birlikte çalı-şacağı Çocuk Ruh Sağlığı Hekimi Dr. Bahar Gökler’in de babasıdır.

Prof.D

r. Hüsn

ü GÖ

KSEL

13

Prof

.Dr.

Hüs

KSE

L“Çılgınlığın, kırımın günleridir. 8 Ocak 1976 sabahı Hacettepe Üniversitesi önünde vururlar Nuray Erenler ‘i. Gencecik kız öğrencinin boynuna saplanır kör kurşun. Atatürk Heykeli önünden rektörlüğe gitmekte olan Prof. Dr. Hüsnü Göksel Yardımına koşar, elleri ve elbiseleri kan kırmızı olmuştur, Nuray’ın atardamarına bastırır hekim parmağını, yaşam donmasın diye. Nuray, ölüme birkaç gün direnebilir ancak.”

Ceyhun Atuf Kansu, o günlerde şu dizelerle dile getirir, Göksel’in in-sancı yaklaşımını:

‘’Sevgili doktor Hüsnü Tut boyun damarınıÖlümün karanlığına kapaSabah ışığına aç gözleriniKızımın, bacımın, güzelimin.Tut ki dolansın daha kanMayıs yeli saçlarındaBir daha açsın kiraz dalıIşısın kar yıldızı bir dahaKızımın, bacımın, güzelimin.Tut ki belki yarınBir kan gülüyle dönüp gelecektir.Bahçesine yaşamanın Beynin bahar düzeniKızımın, bacımın, güzelimin.’’

Amerika1956 yılında doçent olduktan sonra 1 yıl sonra Hüsnü Göksel Amerika’ya gider. Üç yıl kalacağı bu ülkede ça-lışmalarını New York’taki Columbia Üniversitesi’nde sürdürecektir.

Amerika’da iken ayrıca ULUS GAZETESİ’nin New York muhabirliği-ni de üstlenmiştir. Gazeteci kimliği ve Amerikan Haber Ajansı kartıyla kimselerin gidemeyeceği platform-lara toplantılara girer çıkar.

Edith PiafAmerika’daki ilginç hatıralarından birisi de Kaldırım Serçesi olarak da tanınan Edith Piaf ile yaşamış oldu-ğudur.

Biletinin çok pahalı olduğunu ama ona rağmen gitmek isteyip de göremediği Edith Piaf ile ilginç bir şekilde rastlaşır.

“O gece bizim gidemediğimiz konse-rin yarısında safra kesesi krizi tut-muş. Bizim hastaneye kaldırmışlar.

Acil ameliyata alınmış. Çıkan parça sıraya göre bana düşmüş. Safra kesesini pensetle kavanozdan çıkar-dım. Avucuma aldım. Küçücüktü. Taş doluydu. Güldüm kendi kendime. Her ne kadar ben Edith Piaf’ı ya-kından görmeyi çok istemişsem de böyle avucumun içine alacak kadar yakınlık düşünmemiştim.

İşim bittikten sonra odasına gittim. Geçmiş olsun dedim. Çok yakından görebilmiştim sonunda onu.”

Yeşil Ameliyat GiysileriAmerika’dan gelirken ameliyat-hanede hekimlerin ve hastaların giyeceği giysilerin kullanılacak örtülerin örneklerini alıp getirir. Başasistan iken ameliyathanelerin dekorasyonu ve aksesuarlarıyla ilgili düşüncesini de fahri asistan Yüksel Bozer’e açar.

Yüksel Bozer; yeğeni Yağmur’un Sümerbank Genel Müdür Yardımcısı olduğunu söyler. Kalkıp birlikte Sümerbank’a giderler. Bize şu ku-maştan, şu renkten lazım derler. Kaç metre diye sorulunca da “30 km.” derler. Yağmur bey ilk başta biraz şaşırır ama bu kadar ciddi konuşan doktorların heyecanı-nı da paylaşır ve tüm fabrikaları durdurup yeşil pamuklu kumaş dokunmasına karar verir. Parasının nereden çıkacağı bile belli olma-dan bu idealist çalışmaya destek verir. Kumaşların hazırlanmasından sonra Hüsnü Göksel Yardımsever-ler Derneği’ne gider. Atölyelerde dikilmesi için anlaşır. Sıra bu yapı-

lanların hastanelerde kullanılma-sına gelmiştir. Bu konuda Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Nusret Fişek arkasında durmuş, bu giysi ve örtü-leri Türkiye’nin tüm hastanelerine göndermek üzere almıştır. Herkes çok mutludur. Bütün uzmanlar, asistanlar, herkes. Yalnız profesör-ler hoşlanmaz bu işten. Ayrıcalık-larına dokunulmuş gibi algılarlar konuyu. Ortak bir formayı giymeyi kendilerine yakıştıramayanlar var-dır içlerinde hala. Ama bir süre sonra tüm hastanelerde bu uygula-ma rutinleşir. İşte o gün bu gündür Türkiye’deki bütün hastanelerde bu yeşil ameliyat giysileri, maskeleri ve takımlar kullanılmaktadır.

İki Kişiyi Kıskandım‘’İki kişiyi kıskandım ömrümde. Biri Fred Aster, onun gibi dans edemedi-ğim için; öbürü Anton Çehov, onun gibi yazamadığım için. 1950’lerin ikinci yarısında, asistan iken New York Times’ın kitap ekinde Çehov’un İngilizcede yeni yayımlanan bir ya-pıtı üzerine bir yazı gördüm. Yapıtın başlığı ‘Her doktorun anlatacakları vardır.’ gibi bir şeydi. Çehov’un hekim olduğunu biliyordum, yadır-gamadım. Ama bu başlık bana esin kaynağı oldu. Hekim olarak benim de o zaman henüz çok kısa olan meslek yaşamımda anlatacak bir şeylerim vardı ve kuşkusuz ilerde de olacaktı.”

Kaynaklar

Dr.Onur Çeçen ve www.ttb.org.tr

14

Yüzlerce fobi türü arasında ilginç olanlardan bazıları şöyle:

Ablütofobi Yıkanmaktan korkma

Arakibutirofobi Yer fıstığı ezmesini yerken damağa yapışmasından korkma

Batrakofobi Kurbağa, semender gibi amfibyen hayvanlardan korkma

Bibliofobi Kitap korkusu

Eisoptrofobi Aynalardan korkma

Fagofobi Yutkunmaktan korkma

Fobofobi Fobi kazanmaktan korkma

Filemafobi Öpmekten ya da öpüşmekten korkma

Filofobi Sevmekten, aşık olmaktan korkma

Geliofobi Gülme korkusu

Haptofobi Dokunulmaktan korkma

Ksantofobi Sarı renkten korkma

Lökofobi Beyaz giymekten korkma

Peladofobi Kel insanlardan veya kel olmaktan korkma

Pogonofobi Sakaldan ya da sakallı kişilerden korkma

Pteronofobi Kuş tüyünden korkma

Politikofobi Politikacılardan korkma

Triskaidekafobi 13 sayısından korkma

Venüstrafobi Güzel kadınlardan korkma

15

Yılmaz ÖZDİL’in 27.01.2010 tarihli yazısı

Kız verirken... 

Kocaya varırken... Otomobil alırken...“Doktor civanım.

”Muayene ücretine gelince...“Hepsi şerefsiz! ”

Deniyor ki:“Başbakan kadar maaş alacaklar.”

Safra kesesi ameliyatı yapabilir mi başbakan? Böbrek nakli? Pansuman bile yapamaz... Ama çok sıradan ba-demcik ameliyatını yapabilen bir hekim, gayet güzel başbakanlık yapabilir. 

Refik Saydam mesela, hekimdi... 

O halde, hekimlerin maaşını siyasilerin maaşıyla niye kıyaslayalım ki?

Komada geliyorsun, bacağını kesiyor, damar çıkarıp, kalbine bağlıyor, gebermekten kurtuluyorsun. Sonra da “Çok para aldı” diyorsun. Kaç para ki senin hayat? O kadar etmez mi?

Gece yarısı ateşi 40’a vuran evladını Azrail’in elinden almanın, hızara kaptırdığın parmağını yerine dikmenin, görmeyen gözünü gördürmenin, kanserini erken yaka-lamanın fiyatı nedir?

12 sene üniversite okuyor. Boru değil. 18 yaşında girdi, geldi 30’una, hâlâ kafa patlatıyor. İki kapılı handa, yolun yarısı eder... 

Lütfedip, müsaade edelim de, biraz para kazansın bu ülkede.

Karaktersiz hekim yok mu? Var elbette... Ne kadar ka-raktersiz gazeteci, ne kadar karaktersiz avukat, ne kadar karaktersiz esnaf varsa, o kadar karaktersiz hekim var... 

Ama Rabbim herkese “Cleveland” demiyor... 

Parası olmayana bakan vicdanlı hekim de var bu ülke-de.

Tahmininizden çok.

Üstelik silah zoruyla ameliyata alınan hastayı hiç duy-madım ben... Yeşil kartlı bile olsan, seçme şansın var. Paragöze gitme, öbürüne git. Diyeceksiniz ki, “Kuyruk oluyor, yeterli hastane yok...” Müteahhit midir hekim?

Peki nedir?

Aslanı kediye, eğitimliyi cahile kırdırma projesidir bu...

Hakkını alamayanlar kendisinden hesap sormasın diye, “Bak şunlar senden fazla alıyor” diye hedef göster-mektir. “Sen az kazandığına itiraz etme, onunkini de indirelim” demektir. Refahı paylaştıracağına, yoksulluğu paylaşmayı doğruymuş gibi göstermektir.

Kendi suçunu örtbas etmek için, suçlu yaratma projesi-dir... 

Hekimlerin durup dururken başına gelen budur.

DOKTOR...

16

Bu eziyet niye?Ve bu konuda en önemli şikâyet konularından birisi de Tıpta Uzmanlık Sınavı TUS. Tıp mezunlarının istedikleri bir alanda uzmanlık eğitim yapmaları çok zor. Bir yandan uz-manlık yapmadan iş bulamıyorlar, öte yandan TUS’a ka-zanma pahasına yaşamları altüst oluyor. Yani yaşadıkları tam anlamıyla bir çile.

Tıp öğrencilerinin öğrenim süresi ve TUS konusunda da istekleri var. İşte bu konudaki düşünceleri:

“Tıp fakültelerinde 6. sınıfla farklı uygulamalar var. Ba-zılarında öğrenciler okula bile gitmezlerken bazılarında bedava iş gücü olarak görülüyoruz. Mecburi hizmet, nö-betler, işimizin bir parçası ama TUS sınavının zamanla-ması, bu anlamda yanlış. TUS sınavının okul bitmeden yapılması gerekir. Ayrıca  İngiltere’deki gibi tıp eğitimi 5 yıl olmalı.”

Bütün bu önerilere hemen karşı çıkma yerine enine bo-yuna tartışılmasında yarar var...

Geçtiğimiz yıllarda, bu konudaki duyarsızlıklar nedeniyle, tıptan kaçış başlamış ve puanları dibe vurmuştu. Şimdi yeni yeni toparlanmaya başlayıp, yeniden o eski görkem-li günlerine dönerken, söz konusu sıkıntılar yeniden kaçı-şın tetikleyicisi olabilir!

Prof. oluncaya kadar?Hemen her branşta profesör olmak çok zorlu bir süreci gerektiriyor ama tıp kadar zor olanı bulmak gerçekten mümkün değil. Nedeni de çok açık. Sadece fedakârlığı değil, olağanüstü bir çalışma temposunu da adeta zorun-lu kılıyor. Peki, profesör olduklarında yani 30 yıla yakın bir süre canla başla çalıştıktan sonra istedikleri refaha kavu-şuyorlar mı? Evet, içlerinde çok iyi koşullara ulaşanlar var. Ama o sanıldığı kadar fazla değil. 

Peki, onca eziyeti niye çekiyorlar? Pek çoğu bunu da söy-lüyor. Çıkarları olmasa, neden bu kadar fedakârlık yapsın diyenler de var. Ama onların dünyasına girip, yakından tanıdığınızda amaçlarının şan, şöhret, para olmadığı çok net görülür.

Özetin özeti: Doktorları anlamak, yaşadıkları sıkıntı-ların farkına varmak ve daha da önemlisi onların da bizim gibi birileri olduğunu anlamak için ille de has-ta olup ellerine düşmemiz gerekmiyor!.

Fakülteler içerisinde girilmesi ve öğrenciliği en zor olanlardan birisi de hiç kuşkusuz tıp fakülteleri.

En ağır ve en uzun eğitimi onlar alıyor. Dışarıdan bakıl-dığında gıpta duyulan bir noktadalar. Bir eli yağda, bir eli balda sanılırlar.

Ama son yasal düzenlemeler nedeniyle tabip odaları ayakta. Sağlık reformu, aile hekimliği, tam gün yasası ve daha pek çok “reform paketi” tartışmalı durumda. Ve kısa sürede biteceğe de benzemiyor...

Ama bugün ele almak istediğimiz asıl konu, doktorlardan çok tıp öğrencileri, özellikle de intörn diye isimlendirilen son sınıf öğrencileri. İsterseniz gelin lafı daha fazla uzat-madan önce onların sorunlarını dinleyelim, sonra da bu ko-nuda yapılması gerekenleri hep birlikte tartışmaya açalım.

Ne olduğumuzu anlayamadık!“Öncelikle  Türkiye’de eğitime verdiğiniz önem için te-şekkürlerimi sunuyorum. Herkesin sorunlarını tartıştınız, yazdınız. Ancak tıp fakültelerinin sorunlarına değinme-diniz. Özellikle intörnlükten yani 6. sınıf tıp öğrenciliğin-den bahsetmek istiyorum. Biz öğrenci olmamıza rağmen hastanede tüm yükü yükleniyoruz. Gerektiğinde öğrenci, hemşire, doktor personel oluyoruz. Her türlü fırçaya ma-ruz kalıyoruz. Bizi destekleyen kimse çıkmıyor. 

Tıp öğrencisi olmamıza rağmen tüm ayak işleri yaptırılır-ken hiçbir eğitim verilmiyor. Bir sene sonra mezun ola-cağız ama kaçımız reçete yazabilir acaba? Çünkü altıncı sınıfta sadece verilen emirleri yerine getiriyoruz. En ba-sitinden nöbet tutuyoruz ertesi gün akşama kadar ça-lışıyoruz. Bunun karşılığında zaten azar işitiyoruz, para konusuna ise hiç girmiyorum. 

Biz bedava çalışan hamallarız sadece öğle yemeğimiz bedava yemeğin kalitesini bile tartışmıyorum. Bir de bizim önümüzde dünyanın en zor sınavı diye tabir edi-len TUS var. Ona da zaman kalırsa çalışabiliyoruz. Bir yan-dan hastanenin iş yükü bir yandan dershane bir yandan ders çalışmak ve insan yerine koyulmamak. Sonra da ne-den doktorlar böyle?..

Kimse bizden bir şey beklemesin... Biz sadece yaşadığımıza şükredebiliyoruz... 

Sosyal hayat diye bir şeyimiz zaten yok. Sizden isteğimiz, en azından yazılarınızda bizden bir iki satır da olsa bah-setmeniz...”

İntörnler Bu Noktaya Geldiyse

Gerisini Siz Düşünün!Abbas GÜÇLÜ, Milliyet, 29 Ocak 2011

17

Halit BACI

Cancer Research dergisinin yeni sa-yısında yayımlanan çalışmaya göre,

meme dokusunda tespit edilen infla-matuvar süreç, tümörün gelişmesine yol açan meme kanseri kök hücrelerinin sayısını artırıyor. Araştırmacılar, meme dokusunda inflamasyon aktivitesinin durdurulması ile bu kök hücrelerin akti-vitesinin de azaldığını ve meme kanseri-nin durduğunu ortaya koydu.

Kimmel Kanser Merkezi Direktörü ve Cancer Biology’nin Başkanı Dr. Richard G. Pestell, bu çalışmanın yaşayan hay-vanlarda meme epitelyumunda NFKB

inflamatuvar yolağının inaktive edilmesi ile meme kanserinin başlangıcı ve prog-resyonunun bloke olduğunun gösterildiği ilk çalışma olma özelliği taşıdığını belirtti. Dr. Pestell ve ekibi, NFKB yolağının meme kanserinin gelişimini hızlandırdığını ve NFKB’nin tümör aracılı makrojaflar (TAM) ile tümör oluşumunu artıran bir faktör olan inflamasyona neden olduğunu saptadı. NFKB aracılığıyla meydana gelen inflamas-yonun meme kanseri gelişiminde önemli bir rol oynadığı düşünülmekle birlikte, NFKB embriyo gelişiminde gerekli olduğu için bu teori test edilemiyordu. Farelerde NFKB genini çıkarınca, fareler ölüyordu.

Çalışmanın bir diğer araştırmacısı ve Jeffer-son Moleküler Biyoloji ve Kanser Genetiği Program Müdürü Dr. Michael Lisanti de, tüm vücutta inflamatuvar aktivitenin dur-durulmasının bazı yan etkilerinin olabile-ceğini, yaptıkları çalışmada yalnızca meme dokusundaki inflamatuvar aktivasyonun durdurulduğunu vurguladı.

Bu nedenle Dr. Pestell ve ekibi, erişkin bir hayvanın normal meme dokusunun infla-matuvar sistem içerisinde düzenlenebilece-ği bir fare geliştirdi. Bu sayede farklı hücre türlerinde NFKB seçici olarak inaktive edi-lebildi. Bu süreç 12 yılda tamamlanabildi ve araştırmacılar beş adet transgenik fare geliştirdi. Bu fareler meme kanserini oluş-turmaya programlandı, fakat araştırmacılar memedeki inflamasyonun bloke edilmesi durumunda tümörlerin gelişmediğini fark etti. Dr. Pestell, bunun yeni bir bulgu oldu-ğunu belirtiyor.

İnflamatuvar yolağın inaktivasyonu, meme-deki kanser kök hücre sayısını da azalttı. Dr. Pestell, transgenik farelerin bilim adamları ve ilaç endüstrisinin kullanabilecekleri bir teknoloji olduğunun ve bu sayede kalp has-talığı, nörodejeneratif hastalıklar ve diğer kanser türlerinde NFKB’nin oynadığı rolü öğrenebileceklerinin altını çizdi.

KAYNAK: Manran Liu, Toshiyuki Sakamaki, Mathew

C. Casimiro, Nicole E. Willmarth, Andrew A. Quong,

Xiaoming Ju, John Ojeifo, Xuanmao Jiao, Wen-Shuz

Yeow, Sanjay Katiyar, L. Andrew Shirley, David Joyce,

Michael P. Lisanti, Christopher Albanese, and Richard

G. Pestell. The Canonical NF-?B Pathway Governs

Mammary Tumorigenesis in Transgenic Mice and Tu-

mor Stem Cell Expansion. Cancer Research, 2010; DOI:

10.1158/0008-5472.CAN-10-0732

Memede İnflamasyon

Kanserin Temel Göstergesi

Yüksek düzeyde gelişmiş bir transgenik fare geliştirmek bilim adamlarının 12 yılını alsa da, Jefferson Kimmel Kanser Merkezi

araştırmacıları, uzun süredir şüphe edilen teoriyi de ispatlamış oldu: “Meme dokusunda saptanan inflamasyon, meme kanserinin meydana geldiği ve ilerlediğinin başlıca göstergesi.”

18

Çalışmanın baş araştırmacısı Dr. Svetlana Ermolaeva, 35-40°C’lik soğuk plazmaların geliştirilmesi ile enfeksiyonların tedavisinde yeni bir seçeneğin doğduğunu belirtti ve ekledi: “Soğuk plazmalar mik-robiyal DNA ve yüzey yapılarına etki ederek, fakat insan dokularına zarar vermeden, bakterileri öldürü-yor. Daha da önemlisi, yaptığımız çalışmada, kalın biyofilmler teda-viye direnç gösterse de, plazmanın yaralarda biyofilmler içerisinde büyüyen bakterileri de öldürdüğünü keşfettik”.

Dr. Ermolaeva’ya göre, plazma teknolojisi antibiyotiklere iyi bir alternatif olabilir. Araştırmacılar, plazmanın yalnızca Petri kaplarında değil, aynı zamanda gerçek enfekte yaralarda çoklu antibiyotik direnci geliştiren patojenik bakterilere kar-şı etkili olduğunu belirtti. Plazma tedavisinin bir diğer avantajı da, nonspesifik olması; diğer bir deyişle, bakterilerin direnç geliştirmesini zorlaştırması. Bu tedavi hastaya temas etmeden yapılıyor; aynı zamanda ağrısız bir yöntem ve çev-renin kimyasal açıdan kirlenmesine neden olmuyor.

Plazmalar, katı, sıvı ve gazlardan sonra maddenin dördüncü hali ola-rak bilinir ve yüksek enerjili gazların atomlara ayrılması ve dış yörünge elektronlarının atomdan ayrılması sonucunda pozitif yüklü iyonların meydana gelmesi ile oluşur. Plaz-malar, birçok teknik ve tıbbi alanda kullanılır. Sıcak plazmalar, cerrahi ekipmanın sterilizasyonunda kulla-nılmaktadır.

KAYNAK: .S. Ermolaeva, A. Varfolomeev, M. Chernukha, D. Yurov, M. Vasiliev, A. Kaminskaya, M. Moisenovich, J. Romanova, A. M. Murashev, I. Selezneva, T. Shimizu, E. Sysolyatina, I. Shaginyan, O. Petrov, E. Mayevsky, V. Fortov, G. Morfill, B. Naroditsky, A. Gintsburg. Bactericidal effects of nonthermal argon plasma in vitro, in biofilms and in the animal model of infected wounds. Journal of Medical Microbiology, 2010; DOI: 10.1099/jmm.0.020263-0

Rus ve Alman bilim adamlarından oluşan ekip, yaptıkları çalışmada

düşük ısı plazma ile 10 dakikalık tedavinin farelerde enfeksiyona neden olan ilaca dirençli bakterileri öldürdüğünü, yaranın iyileşme hızını artırdığını ortaya koydu. Çalışma bulguları, soğuk plazmaların kronik enfeksiyonların tedavisinde ümit verici bir tedavi yöntemi olabilece-ğini gösterdi.

Moskova Gamaleya Epidemiyoloji ve Mikrobiyoloji Enstitüsü araştırma-cıları, Pseudomonas aeruginosa ve Staphylococcus aureus dahil bakteri suşlarına karşı düşük ısılı bir plazma torchu kullandı. Bu suşlar, kronik yara enfeksiyonlarına neden olan başlıca bakterilerdir ve koruyucu tabakalarda ve biyofilmlerde ye-tiştiklerinden, antibiyotiklere karşı dirençlidir. Bilim adamları, yaptıkları deneyde plazmanın uygulama-dan beş dakika sonra laboratuar ortamında yetiştirilen bakterilerin %99’unu öldürdüğünü ve on dakika sonra farelerde cilt yaralarına neden olan bakterilerin yaklaşık %90’ını yok ettiğini belirledi.

Halit BACI

Antibiyotik Tedavisinde Yeni Alternatif

Plazma

Journal of Medical Microbiology’nin yeni sayısında yayımlanan bir çalışmaya göre, çoklu ilaca karşı dirençli enfeksiyonların tedavisinde soğuk plazma jetleri, antibiyotik tedavisine alternatif olabilir. Çalışma bulguları, soğuk plazmaların kronik enfeksiyonların tedavisinde ümit verici bir tedavi yöntemi olabileceğini gösterdi.

19

New York Columbia Üniversitesi Taub Ens-titüsü araştırmacısı Prof. Dr. Christiane

Reitz ve ekibi, çalışma kapsamında 1130 ileri yaş erişkinde kan lipid düzeyleri ve Alzheimer hastalığı arasındaki ilişkiyi inceledi. Çalışmaya kuzey Manhattan’da yaşayan, 65 yaş ve üzeri, sağlık sigortası olan ve demans veya bilişsel bozukluğu olmayan kişiler dahil edildi. Araş-tırmacılar, yüksek HDL kolesterol düzeyini ≥55 mg/dL olarak tanımladı.

Kan lipid düzeyleri ve Alzheimer arasında bir ilişki olup olmadığını belirlemek için, tıbbi, nörolojik ve nöropsikolojik değerlendirme sonucunda elde edilen veriler toplandı. Ay-rıca hastalarda demans başlangıcı başka bir hastalıkla açıklanamıyorsa, araştırmacılar

“muhtemel” Alzheimer hastalığı olarak not düştü. Demansın nedeninin Alzheimer hasta-lığı olma ihtimali yüksekse, fakat inme veya Parkinson hastalığı gibi demansa neden ola-bilecek başka hastalıklar da mevcutsa, “olası” işareti kondu.

Halit BACI

Yüksek HDL

Alzheimer Riskini Azaltabilir

Archives of Neurology dergisinde yayımlanan yeni bir çalışmaya göre, ‘iyi kolesterol’ olarak bilinen yoğunluklu lipoprotein (HDL) düzeyinin yüksek olması, Alzheimer hastalığı riskini azaltıyor. Dislipidemi (yüksek total kolesterol ve trigliserid) ve geç başlangıçlı Alzheimer hastalığı, batı ülkelerinde sıkça karşılaşılan hastalıklar arasında. ABD nüfusunun %50’sinden fazlasında yüksek kolesterol bulunuyor. Alzheimer hastalığının prevalansı ise ilerleyen yaşlarda ciddi şekilde artıyor ve 95 yaş üstü kişilerde %60’ı geçiyor.

Takip sırasında 101 yeni Alzheimer hastalığı vakası tespit edildi. Bu hastaların 89’una “muhtemel”; 12’sine “olası” işareti kondu. Hastalığın ortalama başlangıç yaşı 83 olmakla birlikte, İspanyol popülasyonunda ve diyabet hastalarında hastalığın prevalansı artıyordu. Yüksek HDL kolesterol düzeyleri, bu hastalar-da, vasküler risk faktörleri ve lipid düşürücü tedavilere göre düzenlemeler yapıldıktan sonra bile, muhtemel ve olası Alzheimer has-talığı riskinde azalma ile ilişkilendirildi. Yük-sek plazma total kolesterol, HDL dışı koleste-rol ve LDL kolesterol düzeyleri de muhtemel ve olası Alzheimer hastalığı riskinde düşüş ile ilişkili olsa da, bu ilişki vasküler risk faktörleri ve lipid düşürücü tedavilere göre düzenleme-ler yapıldıktan sonra anlamlı değildi.

Araştırmacılar, yüksek HDL kolesterol düzeyle-rinin hem muhtemel hem de olası Alzheimer hastalığı riskinde düşüş ile ilişkili olduğunu ve sonuçları yorumlarken çalışmanın mortalite ve demans risk faktörleri yüksek olan kentli ve karışık etnik kökene sahip yaşlılar üzerin-de yapıldığını dikkate aldıklarını belirtti. Bu nedenle, bu çalışma sonuçlarının daha genç erişkinlerin katıldığı ve hastalık yükü daha düşük kişilere uyarlanamayacağı vurgulandı.

KAYNAK: Christiane Reitz et al. Association of Higher

Levels of High-Density Lipoprotein Cholesterol in Elderly

Individuals and Lower Risk of Late-Onset Alzheimer Dise-

ase. Arch Neurol., 2010;67(12):1491-1497 DOI: 10.1001/

archneurol.2010.297

20

tirilen aşı, NKT hücreleri denilen ve immün sistemde yer alan spesifik hücrelerin sayısını artırıyor.

NKT hücreleri, T hücrelerinin bir çeşididir. Oto-immüniteden patojenlere karşı verilen yanıta kadar birçok süreçte rol oynar. Yaklaşık 20 yıl-dır, bu hücrelerin CD1 molekülleri tarafından sunulan lipid antijenler ile aktive olduğu dü-şünülmektedir. Ancak Dr. Issazadeh-Navikas ve ekibi, deneysel otoimmün hastalıklar dahil doku-spesifik inflamatuvar hastalıkları bas-kılamak için peptidin NKT hücrelerini aktive edebildiğini bizlere göstermiş oldu.

Bu epey önemli ve yeni bulgu, sağlıkta ve hastalıkta vücudun inflamasyonla savaşması için yeni bir bakış açısı sundu. Araştırmacılar, NKT hücrelerinin aktive olması için gereken özellikleri de belirledi. Dr. Issazadeh-Navikas, bu verilerin insan homeostazisinin devamı ve inflamasyonun azalması için bu hücrelerin

oynadığı fizyolojik rolleri yeni bir bakış açısı getirdiğini vurguladı.

Çalışma sonuçları, otoimmünite, antijen su-numu ve NKT hücreleri alanında yenilik yara-tacağa benziyor. Elde edilen veriler, bu hücre-lerin biyolojisine ve hastalıklarda oynadıkları rollere ilişkin mekanik bir derinlik sağlayacak ve hastalıkların tedavisine yeni bir bakış açısı kazandıracak.

KAYNAK: Yawei Liu, Anna Teige, Emma Mondoc, Saleh

Ibrahim, Rikard Holmdahl, and Shohreh Issazadeh-

Navikas. Endogenous collagen peptide activation of

CD1d-restricted NKT cells ameliorates multiple tissue-

specific inflammation in mice. Journal of Clinical Investi-

gation, December 13, 2010 DOI: 10.1172/JCI43964

BRIC araştırmacıları, vücutta bulunan ve kronik doku inflamasyonuna karşı koru-

yucu olan bir protein keşfetti. Bu protein aşı olarak vücuda enjekte edildiğinde, multipl skleroz, romatoid artrit ve alerjik astım gibi çok sayıda hastalığı önleyebiliyor ve teda-vi edebiliyor. Çalışma, Journal of Clinical Investigation’da “Farelerde CD1d ile sınırlı NKT hücrelerinin endojen kolajen peptid akti-vasyonu çoklu doku spesifik inflamasyonunu iyileştiriyor” başlığı altında yayımlandı.

Çalışmanın baş araştırmacısı ve BRIC’de Nöro-inflamasyon Birimi Başkanı Prof. Dr. Shohreh Issazadeh-Navikas, çalışmanın Danimarka, İsveç ve Almanya’nın işbirliği ile yürütüldüğü-nü ve inflamasyon ve inflamatuvar hastalıklar ile savaşmak için yaklaşık on yıllık bir süreç-ten geçildiğini belirtti. Dr. Issazadeh-Navikas, bulguların inflamasyon ve otoimmünite için önemli olduğunu ve bu proteinin birçok has-talığın tedavisinde kullanılabileceğini açıkladı.

Birçok inflamatuvar ve otoimmün hastalık kronik olmakla birlikte, çok sayıda kişiyi et-kiler. Alzheimer, Parkinson, romatoid artrit, alerjik astım, multipl skleroz, tip 2 diyabet ve kanser gibi hastalıklarda inflamatuvar faktör-ler rol oynar. Araştırmacılar tarafından geliş-

Halit BACI

İmmün Sistem

Kendi Aşısını Üretebiliyor

Kopenhag Üniversitesi Biyoteknoloji Araştırma ve İnovasyon Merkezi (BRIC) araştırmacıları, insan vücudunun immün sistemi güçlendirecek ve kronik inflamatuvar hastalıkları önleyebilecek kendi aşısını yaratabildiğini keşfetti. Çalışmaya göre, bu protein aşı olarak vücuda enjekte edildiğinde, multipl skleroz, romatoid artrit ve alerjik astım gibi çok sayıda farklı inflamatuvar hastalığı önleyebiliyor.

21

Sedat GÜLTEKİNKübra KILINÇ, Halit BACI

Öğrenciyle ikili diyalogumuz çok iyidir. Derslerini, notlarını sorarım onlara. Dönem tekrarı yapana da çok kızarım. Sıradan bir güvenlikçi-den ziyade öğrencilerin Sedat Abisi olmak beni çok mutlu ediyor. Sa-bahları kimlik göstermenin yanında bana “Günaydın Sedat Abi.” deme-leri yetiyor. Yeri geldiğinde derdini bile anlatan var.

Hacettepe’de en çok hoşuma giden şey öğrencilerin mezuniyetinde görev almak. Ben göreve başladı-ğımda 1.sınıfta olanlar şimdi mezun oluyorlar. Bu çok güzel bir duygu.

İşinden memnun musun? Memnunum. Çok fazla bir para almıyoruz belki ama elit insanlarla, geleceğin doktorlarıyla veya hasta-

Tıp fakültesi öğrencisi olup da A kapısından girip çıkmamış, oranın

önünde birilerini beklememiş olan parmakla gösterilecek kadar azdır herhalde. Dolayısıyla Sedat Abi’yi de bilmeyen yok denebilir. 5 senedir A kapısının abisi olmuş Sedat Gültekin. A kapısı demek Sedat Abi demek.

Sedat Abi, tıp fakültesi öğrencileri hakkında düşüncelerin nedir?Tıp fakültesi öğrencisi demek, hele ki Hacettepe öğrencisi demek bir buçuk milyon insanda ilk bine gir-miş kişiler, akıllı ve zeki öğrenciler demektir. Kimliklerini gösterdikleri sürece benim öğrenciyle sıkıntım yok Doğru dürüst derse gelmiyorlar gerçi. Buna kızıyorum.

Öğrencilerle aran nasıldır?

Hemen hepimiz tanıyoruz onları. Belki de amfideki pek çok arkadaşımızdan daha çok görüp, biliyoruz. Kimimiz gerçekten tanıyor, kimimiz de oradan buradan duyduğu kadarıyla öğrenip isimleriyle hitap ediyor onlara. Nihayetinde hepimizin abisi onlar. Okula girip çıkarken, bir şeye ihtiyacımız olduğunda… Başı sıkışınca yardım için mesaj atanı bile varJ. Herhalde tahmin etmişsinizdir kim olduklarını. Erol Abi, Sedat Abi ve Yusuf Abi. Aslında az çok herkesin bildiği bu kişilerle daha yakından tanıştıralım sizi istedik.

Erol ÇAYIRErol Çayır 21 senedir Hacettepe

Üniversitesi’nde. Buradaki pek çok kişiden de daha eski, bir bakı-ma buraların sahibi olmuş aslında. Evli ve iki çocuğu var ama kendisine sorduğumuzda sadece iki çocuğum var demiyor. Erol Abi 21 senedir burada okuyan okumuş herkesi de çocuğu olarak sayıyor.

Erol Abi Hacettepe’deki görev tanımın tam olarak nedir?Amfilerdeki barkovizyon, ses sis-temleri ve bilgisayarların teknik desteklerini yapıyoruz.

Burada kaç tane çalışan var?11-12 kişiye yakınız. Bizim grubu-muz çok dağınık çalışıyor. Biz şimdi ekip ekip çalıştığımız için siz sadece

göz önünde olanları görüyorsunuz. Tıp fakültesindeki amfilere bakan 4 kişi var (en yaşlımız Mehmet Abi, Hasan Abi, Nedim Abi)

Öğrenciler hakkında ne düşünüyorsun? Aran nasıl?Öğrencileri çok seviyorum ben. Onlarla aram iyidir. Hepsini kendi çocuklarım olarak görüyorum. On-lar da beni seviyorlardır diye tah-min ediyorum. Çünkü ben kimseye karşı kırıcı olmuyorum. Yanımıza gelenler çayımızı içiyorlar, sohbet edip gidiyorlar. Hala da görüştüğü-müz öğrenciler var. Asistan, doçent olanlar var. Bazen arkadaşlar ko-mitelerde baya sıkılıyorlar, onları yönlendirmeye çalışıyoruz. Çoğunu tanıyorum öğrencinin ama isimle-

rini bilmem. Hacettepe haricinde bir hastaneye gittiğin zaman orada karşına birileri çıkıyor. Bu da bizi mutlu ediyor.

Anın var mı hiç burada bizlerle paylaşabileceğin?Evet, çok fazla var. Bir tane anlata-yım. Bir arkadaşımız vardı, dönem 4’te kadın doğum stajında derse tişörtle gelmiş. Yaka paça açık, en öne de oturdu. Hoca geldi, “Evla-dım ne o vaziyet, kravatın yok mu,

nedeki hocalarla muhatap oluyoruz. Bunlar önemli şeyler.

Portakal hakkında ne düşünüyorsun?Çok beğendim, bütün sayılarınızı okudum. Daha önce hiçbir amfide böyle bir gazete çıkarma olayı ol-mamıştı. Bu yüzden çok güzel bir şey başardınız. Ama biraz fazla ciddi. Daha fazla komik şeyler, gırgır, mat-rak olsa daha güzel olur.

Teşekkür ederiz Sedat Abi, bunları dikkate alacağız.

22

Yusuf ER

Yusuf Er; kiminin Yusuf Abi, kimi-nin ise kantinimizdeki abi diye

tanıdığı ama herkesin tanıdığı bir abi. 15 senedir Hacettepe bünyesi altında hep bir yerlerde hizmet vermiş. Tıp fakültesinin kantini açıl-dığından beri de burada. Fakültenin içindeyken de değilken de aslında hep bir ilişkisi olmuş Yusuf Abi’nin öğrencilerle.

Hacettepe’de çalışmaktan memnun musun Yusuf Abi?Memnunum tabii. Ekmek kazanılan her yerden insan memnun olur. Kendine sıcak yuva gibi bulur. Hacet-tepe gerçekten sıcak bir yuva. Kan-tinimiz de artık yeni bir firma. Yeni ürünleri sizlerin eline getirmek için hızlı bir şekilde çalışıyoruz. Elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz.

15 senedir Hacettepe’de çalışıyorsun. Peki, öğrencilerle aran nasıl?Öğrencilerin hepsiyle benim abi-kardeş ilişkim var. Benim bir sorunu-na yardımcı olmak istemeyeceğim kimse yok burada. Buraya gelen, ka-yıt olan da ilk bizi görüyor, ilk bizim-le tanışıyor, giden de en son bizimle

konuşuyor. İyi bir ilişki kurabilmişiz ki onlar da hastaneye gittiğimiz zaman bize yardımcı oluyorlar. Sa-dece bu hastane olarak düşünmeyin. Diğer hastanelerde de oralara tayini çıkan arkadaşlarımız bizi gördüğü zaman yardımcı oluyorlar.

Burada öğrencilerle geçen güzel bir anın var mı?Olmaz mı, çok fazla. En güzel anım bir öğrencinin okulu bırakıp gitme-sine engel oldum. Okulu bırakmayı düşünüyordu. Bir akşam oturduk, dertleştik. Konuştum, ikna ettim. Sonradan doktor çıktı, beyin cerrahı oldu. Bu da beni çok mutlu etti.

Peki, portakal hakkında ne düşünüyorsun?Hoşuma giden yerlerini okuyorum, elime geçtikçe. İnşallah daha nice sayılar görürüz. Herkese de “Porta-kal gazetesi bir emeğin ürünü, lüt-fen alın okuyun.” diyorum.

Söylemek istediğin son bir şey daha var mı?Çok sevdiğim bir sözü söylemek istiyorum. “Bana benden olur her ne olursa, başım rahat olur dilim durursa.”

Teşekkür ederiz Yusuf Abi

kravat taksana, dönem 4’tesin.” dedi. Arkadaşından kravat buldu ama tişörte kravat ne kadar yakı-şır. Sonra hoca bana tekrar döndü “Bundan doktor olur mu?” dedi. “Valla bilmiyorum hocam, bundan doktor olursa ben buna muayene olmam.” dedim. O da gayet pişkin bir vaziyette aynen şu cevabı verdi:

“Ben onu zaten muayene edemem hocam, ben kadın doğumu seçece-ğim.” J

Peki, hocalarla aran nasıl?Hocalarla da aram iyidir. Gelirler bazen otururuz bizim odada, dinle-nirler. Çay içeriz aynı öğrenci arka-daşlarla olduğu gibi. Hocaları bazen öğrenci arkadaşlarla tanıştırırız burada.

Hacettepe hakkında ne düşünüyorsun?Hacettepe hep bir yenilik içinde.

Üniversitenin sloganı “Daha ileri-ye en iyiye” olduğu için idarecile-rimiz devamlı yenilikler yapıyorlar. Burada inşaat hiç bitmiyor. Tekno-loji devamlı yenileniyor. Binalar, laboratuarlar, amfiler, ses sistem-leri yenileniyor. Mesela kantin sorunu vardı. Eskiden kantin diye bir şey yoktu burada, Geyik Kafe vardı, Gloria’nın yerinde. Öğrenci-ler oraya gidiyordu. Sıra bekliyor, bir bardak çay alıyor, parayı veri-yor, gelene kadar çayı içemiyor-du. Hoca içeriye bardakla almadığı zaman da çöpe atıyordu. Bir ön-ceki dekanımız Serhat Bey bu işi halletti de artık kantininiz var.

Şunu da söyleyeyim Hacettepe’nin en iyilerden olduğunu kabullenin. Diğer üniversitelerde bu kadar fazla bilgi birikimi olduğunu, tek-nik imkanların, laboratuardaki malzemelerin bu kadar iyi oldu-

ğunu zannetmiyorum. Yarın he-piniz Türkiye’nin değişik yerlerine dağılacaksınız. Mesela Hacettepeli daha birinci yıl asistanı, atamayla gitmiş bir yere. Orada 2 yıllık, 3 yıllıklar var. Ama bir hasta geliyor, ne olduğunu anlayamıyorlar, he-men Hacettepeliyi çağırın deniyor. 2 yıllık asistanların çözemediği bir işi Hacettepeli 1. yıl asistanı çözü-yor. Ne kadar gurur verici bir şey!

Portakal hakkında ne düşünüyorsun?Bütün sayılarınızı okudum, çok be-ğendim. İlk sayılarınız biraz acemi-ceydi ama gittikçe Portakal olgunla-şıyor. Umarım bunun da Mantar gibi sürekliliği olur. Bununla uğraşırken derslerinizi de aksatmayın sakın.

Aksatmıyoruz, merak etme abi, bize vakit ayırdığın için teşekkür ederiz.

23

Portakal

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakül-tesi ve Nevzat Prim İlaç Sanayi

A.Ş işbirliğiyle hayata geçirilen Türkiye’nin tamamı yerli üretim ilk grip virüsü “Turkuaz”, Sağlık Bakanı’nın da katıldığı görkemli bir törenle basına tanıtıldı. Testlerin tamamlanmasının ardından en geç 2011 Eylül ayında seri üretimine geçileceği belirtilen yeni virüs sayesinde, önümüzdeki kış yaşa-nacak grip salgını için Türkiye’nin dışa bağımlılıktan kurtarılması he-defleniyor.

Gripte dışa bağımlılık bitiyorNevzat Prim İlaç Sanayi A.Ş’nin İs-tanbul Çekmeköy’deki tesislerinde gerçekleştirilen bir törenle basına tanıtılan “Turkuaz”, tamamı Türk bilim adamları ve Türk Sermayesi ile hayata geçirilen ilk yerli grip virüsü-müz olma özelliğini taşıyor. Törenin açılış konuşmasında bugüne kadar Türkiye’nin her kış dışarıdan grip virüsü ithal etmek zorunda kaldığını belirten Nevzat Prim İlaç Sanayi Yö-netim Kurulu Başkanı Nevzat Prim, Hacettepe Üniversitesi ile birlikte yaptıkları işbirliği sayesinde ülke-mizin bu konuda dışa bağımlılıktan kurtarılması için önemli bir adım atıldığını ifade etti.

Hedef: Kendi kendine yetebilen 4. ülke olmakTürkiye’yi grip virüsü konusunda Çin, Hindistan ve Kuzey Kore’den sonra kendi kendine yetebilen 4. ülke

konumuna yükseltmeyi hedefledik-lerini söyleyen Prim, virüsün aynı zamanda ülke tanıtımı için de tarihi bir fırsat olacağını belirterek şöyle devam etti:

“Özel sektör ve üniversitenin bu örnek işbirliği sayesinde Türkiye çok yakında grip ithal eden ülke konu-munda kurtulup, komşu ülkelere kendi virüsünü ihraç eden bir ülke olacaktır. Şimdiden bazı Arap ülke-lerinden siparişler almaya başladık. İlk olarak çevre ülkelerle başlayacak olan bu tanıtım çalışmamız kısa za-manda meyvelerini verecek, bu za-mana kadar hep kuş gribini, domuz gribini, keçi gribini konuşan dünya, inşallah birkaç sene içerisinde Van Kedisi gribini, Sivas Kangal gribini, Denizli Horozu gribini ne bileyim artık hangi hayvanımız varsa bunları konuşacaktır...”

Geleneksel motifler ön plandaVirüsün tasarım aşamasında gele-neksel özelliklerimizi yansıtmaya özen gösterdiklerini belirten Hacet-tepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Deka-nı Prof. Dr. Sarp Saraç ise, “Elektron mikroskobuyla bakıldığında virüsün hücresel yapısında Anadolu kilim motiflerinin yanı sıra, çeşitli yöresel oyunlardan örnekler de rahatça görülebilir. Ayrıca virüsün bünye-ye saldırma yönteminde de Turan taktiğine önemli benzerlikler yaka-ladık. Deneklerde gözlemlediğimiz kadarıyla virüsümüz önce aniden bir saldırıyor, sonra hafifleyip geri

çekilir gibi yapıyor, hasta iyileştiğini sanıp ilacı kestiğinde esas baskını yaparak sonuca ulaşıyor. Bu şekil-de daha test aşamasındayken bile şimdiden 2 hastamızı kaybettik” sözleriyle, çalışmalarda katedilen aşamayı özetledi.

Açılışı Sağlık Bakanı yaptıKonuşmaların ardından törene, gribin resmi açılışıyla devam edil-di. Açılış töreninde sembolik ola-rak zayıflatılmış bir miktar virüsü kendi vücuduna zerk eden Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın “Evet, şimdiden ateşimin biraz yükseldi-ğini hissediyorum... Şu anda dahi yüzüm karıncalanmaya başladı... Gerçekten tebrik ediyorum. Birlik beraberlik içerisinde çalışırsak neler başarabileceğimizi... Çocuk-lar ben iyi değilim bir su verin...” sözleri salonda uzun süre ayakta alkışlandı.

Kaynak: http://www.zaytung.com/ sitesinden alınarak biraz değiştiril-miştir.

Üniversite ve Özel Sektörün İşbirliğiyle

Hayata Geçirilen Tamamı Yerli Üretim İlk Grip Virüsümüz Basına Tanıtıldı

v

Hacettepe Tıplılar artık bizim de forumumuz var.

Paylaşmak istedikleriniz, tartışmaya açılsın dedikleriniz, hocalar ve dersler hakkında söylemek istedikleriniz… Hep-sini bu adres üzerinden yapabilirsiniz. Tek yapmanız gereken şey bu adrese girmek ve üye olmak.

www.hacettepetipforumu.com

2424

v

Bulmaca

2019

196

17

3296

17

4171113

17

61222125

10

2331311123

11

3243212383

45123282

125551

4515313

6512455

4521565

33335125

1355274

510133

103

411124

1021

162

172

16223

1528

1528

1429

1329

1329

1231

1231

258-4-11

5-2-4-112-3-1-3-12

3-2-1-1-3-93-3-1-1-2-10

2-1-1-1-113-1-5-11

4-7-114-8-114-8-114-7-12

5-118-11

4-9-23-2-5-22-4-2-5

2-5-2-2-72-3-8

1-11-91-1-9-92-1-9-83-1-8-82-2-3-93-2-13

6-121-4-111-1-10

7-97-9

6-1-115-3-115-3-12

4-2-3-124-3-2-12

9-2-129-129-13

10-139-118-3-76-7-77-7-8

8-6-99-4-10

KARE KARALA!

Bu oyunda amaç gizli resmi ortaya çıkarmak. Şeklin dışındaki sayılar, satır ve sütunda karalanacak blokların uzunluklarını gös-teriyor. Bloklar arasında en az bir kare boşluk bulunmalıdır.

Derece: Kolay • Hazırlayan: Elif Özge ÇINAR

4. ayının çözümü

25

Bir çakıl taşıydım şu koca sahilde bir başıma

Seni bekliyordum

Üzerime basıp geçmeni

Ayağınla beni kumsala gömüp denizle buluşmanı

Üzerime ayağının izini bırakıp gitmeni

Belki farkında bile olmadan

Belki de canını yaktığım için öfkeli

Ama bekliyordum

Canım yanacak

Kim bilir güneşe merhaba diyemeyeceğim belki de

Kum tanelerinin arasında, varlığımdan ben bile habersiz

Ama bu senin eserin ya üzerimde senin izin var ya…

Sonra azgın sular gelecek

Alıp götürecek bana ne bıraktıysan

Çekecek üzerimde ne kadar kum tanesi varsa

Alabilecekmiş gibi omzumdan bu yükü

Kendince bırakmayacak senden bir şey

Biliyorum gülümsüyorsun

Sakın hor görme bırak garibimi

O da kıskanıyor seni benden

Ona da bulaşmış sevdanın bulanık suyu

Derdinden döver durur sahili

Sakın hakir görme beni

Zira üzerine basıp geçtiğin bir çakıl taşıyım!

Ömer Faruk TURAN

Şiir

BİR BAŞKA

Bilmem anlatmaya döner mi dilim?

Gülüşün bir başka nazın bir başka.

Var mıdır ötesi? Emin değilim,

Mehtabı çatlatan yüzün bir başka.

Mahşeri yaşadım ilk bakışında,

Üşüdüm sevdanın kara kışında,

Görünce tutuştum ta en başında,

Sinemi dağlayan közün bir başka.

Gonca gülde bile çıkarken diken,

Seni eşsiz kılmış, toprağa eken,

Yaradan özenmiş yaradır iken,

Her yerin güzel de gözün bir başka.

Zarafet, güzellik güneş timsali,

Ne Aslı ne Zühre, onun emsali,

Gülü derde koyan bülbül misali,

Dilinden döktüğün sözün bir başka.

Kokunu kat yolla esen yel ile,

Döndürmem dünyayı yeter ki dile,

Sensiz mutlu olmak mümkünse bile,

Seninle yaşanan hüzün bir başka.

Ne ebed görecek, ne görmüş ezel,

Bu şeref şimdiki zamana özel,

Eğer yanımdaysan her mevsim güzel,

Baharın bir başka güzün bir başka.

Bu nur nerden geldi? Söyle yeni mi?

Kimi yakacaksın, yine beni mi?

Gözlerin deşse de tüm bedenimi,

Gönlüme koyduğun izin bir başka.

İçinde sen yoksan köşkü neyleyim?

Başka sevgiliyi, aşkı neyleyim?

Nasıl bir çiçeksin söyle bileyim,

Yaprağın, toprağın, tozun bir başka.

Hangi hamurdansın, nerede mayan?

Neylesin ekmeği, seninle doyan?

Sırrına eremez mazhar olmayan,

Leyla’dan da öte gizin bir başka.

Bir mecnun misali düşsem de çöle,

Ödüldür yolunda çektiğim çile,

Saçın süzülürken omuzdan bele,

Yokuşun, inişin, düzün bir başka.

Mustafa ÖZKALE

Çağrı DOLGUN aracılığıyla...

26

Kitap

Çok Satan Kitaplar1. Mesnevi’den Hikâyeler-Süheyl

Seçkinoğlu (Timaş Yayınları)

2. Başın Öne Eğilmesin-Bekir Coş-kun (Bilgi Yayınevi)

3. Kibrit Çöpleri-Murathan Mungan (Metis)

4. Hayat-Ayşe Kulin (Everest Yayınla-rı)

5. Bir Dönem İki Kadın-Oya Baydar-Melek Ulagay (Can Yayınları)

6. Hüzün-Ayşe Kulin (Everest Yayın-ları)

7. Piruze-Sinan Akyüz (Alfa Yayınla-rı)

8. Büyük İnsanlık-Kendi Sesinden Şiirler-Nazım Hikmet Ran (Yapı Kredi Yayınları)

9. Benden Sonra Devam-Y.Akın Ön-gör (Alametifarika)

10. Hayatın Işıkları Yanınca-(Altın Kitaplar)

11. Türkiye’nin Yakın Tarihi-İlber Ortaylı (Timaş Yayınları)

12. Aşkın Gözyaşları-Sinan Yağmur (Karatay Akademi Yayınları)

13. Meleklerle Yaşamak-Beki İkala Erikli (Goa Yayınevi)

14. Arı Kovanına Çomak Sokan Kız-Steig Lars-son (Pegasus Yayınla-rı)

15. Eş ve Müşteri Nasıl Kaybedilir?-Ali Say-dam (Remzi Kita-bevi)

Kaynak: www.remzi.com.tr

“Merhaba, Beyaz Gemi,

Ben Geldim! “Bazı kitapları sadece zaman geçirmek için okursunuz.

Bazılarını sırf okumuş olmak için…

Hatta bazılarını, herkesin elinde olduğu için alırsınız elinize.

Ama Beyaz Gemi onlardan biri değil. Bir kere, iki kere, üç kere okuyabilirsiniz Beyaz Gemi’yi. Her seferinde de zevk alırsınız, yeni bir şeyler bulursunuz. Her yeniden okuyuşunuzda o çocuğu yeniden seversiniz, ihtiyar Momun’un haline üzü-lürsünüz, Orozkul’a hem kızarsınız hem de acırsınız. Ama Bekey Teyze’yi, Nine’yi, Gülcemal’i pek tanımazsınız. Çünkü Ayt-matov pek anlatmamıştır onları, nedense. Orozkul’un baba olmayı ne çok istediğini veya Momun’un köklerine ne denli bağlı olduğunu hissedebilirsiniz sayfalarda ama Bekey Teyze’nin sadece yediği dayaklara ve söylediği ağıtlara ev sahipliği yapar aynı sayfalar. Ya da Orozkul’u biraz da olsa seversiniz yaptığı tüm o gaddarca şeylere rağmen; çünkü insan olmasından kay-naklanan yanlışlardır hepsi ve Aytmatov bunun farkına varmamızı sağlar. Halbuki, pek bahsetmez. Kitap bittikten sonra hiç-bir iz bırakmaz Beyaz Gemi’nin kadınları.

Aslında Beyaz Gemi’de önemli olan ne kadınlardır, ne Orozkul, ne de Mo-mun. Kitabın kahramanı sekiz yaşında bir oğlan çocuğudur. Anlatılanlar, onun

“çocuk ruhunun bağdaşmadığı her şeyi reddetmesi”dir. Ve bununla avunmaktadır

“adsız oğlan” ı yaratan Cengiz Aytmatov. Çocuk, “bir kez yanıp sönen bir şimşek gibi” yaşamıştır. “Şimşeklerin kaynağı göktür, gök ise sonsuzluktur.”

Cengiz Aytmatov’un yeni Türkçe baskı için yazdığı önsözü okurken (bu, Beyaz Gemi’yi üçüncü okuyuşumdu) gördüm ki Beyaz Gemi’deki “adsız oğlan”ın adsız ol-duğunu hiç farketmemişim. Adını sorsalar söyleyemezdim elbette ama “adsız” ol-duğu yada ona kendimce bir ad takmam gerektiği aklımın ucundan dahi geçmezdi. Çünkü onu kepçe kulakları, yusyuvarlak

ve kısacık saçlı başı, incecik bedeniy-le karşımda görebiliyorum; öylesine tanıdık ki. Her şeye rağmen mutlu bir çocuk o. Ormanın kıyısında kimsesiz dikilip duran üç evin tek çocuğu olsa da bir sürü arkadaşı var: dürbünü, kayalar (Deve, Kurt, Eyer, Tank), otlar, dedesinin yeni aldığı çantası… Ve dedesinin anlat-tığı masallar, en çok da “Boynuzlu Geyik Ana” masalı. Her şeyin sebebi biraz da bu masal zaten.

Biraz daha ilerleyince bir şey daha görüyorum: Beyaz Gemi’de kaybolan o çocuğun şimdi nerede olduğunu hiç me-rak etmemişim. Çünkü ne insan başlı bir balık olmasına, ne yüzerek Isık-Göl’deki beyaz gemiye ve hiç görmediği babası-na ulaşmasına, ne de yüzdükten sonra yorulup kıyıya çıkmasına izin vermişim.

“Adsız oğlan” ırmağa atladığı anda vaz-geçmişim ondan.

Aslında her şey bambaşka olabilirdi, Bekey Teyze bir çocuk doğurabilseydi eğer… Ya da ihtiyar Momun’un oğlu savaşta ölmemiş olsaydı… Ya da kızla-rının kaderi daha güzel olsaydı… Ya da Beyaz Gemi gerçekten “adsız oğlan”ın babasını taşısaydı ve “adsız oğlan” ince boyunlu bir insan balık olup yüzerek babasına gidebilseydi… Ya da boynuzlu geyik ana gerçekten var olsaydı da gelip kurtarsaydı “adsız oğlan”ı…

Evet, ırmağa atladığında balık olamadı, Isık-Göl’e kadar yüzemedi, beyaz ge-miye “Merhaba! ” diyemedi ama 2001 yılında elli yaşına girdi “adsız oğlan”. Cengiz Aytmatov’un Beyaz Gemi’si yüz elliden fazla dile çevrildi ve dünyanın dört bir yanında milyonlarca insan ta-nıyor “adsız oğlan”ı. Beyaz Gemi her okunduğunda bir kez daha söyle Ayt-matov, “adsız oğlan”ın yerine: “Merha-ba, beyaz gemi, ben geldim! ”

Ekim HELHEL

27

Sinema

Bu Ay• Siyah Kuğu (Black Swan)-Dram,gerilim,gizem-8,5• Zoraki Kral (The King’s Speech)-Dram,tarih-8,4• Rango-Aksiyon,animasyon-7,8• Aşk Tesadüfleri Sever-Komedi,romantik-7,7• Eyyvah Eyvah 2-Komedi-7,6• İki Kadın Bir Erkek (The Kids Are All Right)-Aile,dram,komedi-7,3

• Kader Ajanları (The Adjusment Bureau)-Gerilim,bilimkurgu-7,2• Limit Yok (Limitless)-Gerilim,macera-7,1• İncir Reçeli-Romantik-7• Dünya İstilası: Los Angeles Savaşı (Battle: Los Angeles)-Aksiyon,bilim-

kurgu,dram-6,5• Bağlanmak Yok (No Strings Attached)-Romantik,komedi-6,3• Çınar Ağacı-Aile,dram-6• Ya Sonra-Dram,romantik-5,9• Bir Avuç Deniz-Dram,romantik-5,9• Kolpaçino Bomba-Komedi,macera-5,8• Gölgeler ve Suretler-Dram,politik-5,8• Saklı Hayatlar-Dram,politik-5,8• 72.Koğuş-Dram,politik-5,8• Press-Dram,politik-5,8• Step Up 3D-Dans,gençlik,romantik-5,3

25 Mart’ta Sinemalarda• Just Go With İt-Komedi,romantik• İntikam Yolu (Drive Angry 3D)-3boyutlu,aksiyon• Vay Anam Vay 3 (Big Momma’s House 3)-Komedi

• Dört Aslan (Four Lions)-Dram,komedi• Ben Dört Numara (I Am Number Four)-Aksiyon,bilimkurgu,gençlik,

gerilim

Kaynaklar: www.boxofficeturkiye.com; www.imdb.com

28

Ölüleri GömünYer: Akün Sahnesi • Yazan: Irwin ShawKonu: Oyun pek çok soruyu gündeme getirmektedir: Dün-yanın her tarafında sürüp giden savaşların birinde vurulan as-kerler gömülmeyi reddederek mezarlarından kalksalar ve sa-vaşı durdurmaya kalksalar neler olurdu? Ordu, hükümet, silah tüccarları, politikacılar, iş adam-ları, din adamları, medya ve sıradan insanlar bu alışılmadık ve inanılması güç isyana nasıl tepki verirlerdi? Ya kocalarını, sevgilile-rini, babalarını ve oğullarını kay-bedenler ne hissederlerdi? Birkaç kişinin direnişi gerçekten bir şeyler değiştirmeye yeter mi? Tüm bunlar ancak “gerçekten savaşsız bir dünyayı istiyor mu-yuz?” sorusuna samimi bir yanıt aramakla yanıtlanabilir. Süper Güç hakimiyetinin, bölgesel savaş ihtimallerinin, iç savaşların her an gölgesini hissettiren bir coğrafyada yaşayan bizler için Ölüleri Gömün gündemimizin tam da ekseninde oturan ürkü-tücü, düşündürücü ve kışkırtıcı bir oyun.

Geç KalanlarYer: Şinasi Sahnesi • Yazan: Pervin ÜnalpKonu: Geç kalanları göstermek istiyoruz…Yolun başında olanlar gecikmesin diye…Çok fazla zamanımız yok. Hemen, şimdi, şu anda söylenmeli ve yaşanmalı…Ne söylenecekse… Ne yaşanacaksa… Seyircimize mesajımız basit aslında “hayat ’seni seviyorum’ demeyi erteleyecek kadar uzun değil…” Hepsi bu…

Haydi Karına KoşYer: Şinasi Sahnesi • Yazan: Ray CooneyKonu: Bir adam: John, iki eşi: Barbara ve Mary… Birbirinden habersiz iki kadın, iki evlilik… Bir gün kaza geçiren John, sırrının ortaya çıkmaması için elinden geleni yapar. Hatta üst kat komşusu Stanley de ona yardım eli uzatır. Ancak işlerin karışmasına engel olamaz. Bakalım John iki eşini idare etmeyi başarabilecek mi? Evliliklerini sürdürebilecek mi?

Şair Baba ve DamdakilerYer: Çayyolu Cüneyt Gökçer Sahnesi • Yazan: İbrahim BalabanKonu: Nazım Hikmet ve ressam Balaban’ın Bursa cezaevi yıl-larını bu toprakların kültür birikimiyle harmanlayarak sahneye aktaran, Türk tiyatrosunun ulusal söylem biçimine zemin oluş-turan bir oyun.

Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda BulunsunYer: Altındağ Tiyatrosu • Yazan: Hatice MeryemKonu: Nasıldır mesela… yakışıklı bir adamın karısı olmak… bir adamın ikinci karısı… bir garibanın… bir cücenin… bir internet cafe sahibinin… bir avarenin… bir kasabın… bir lüzumsuz ada-mın… bir demiryolcunun… bir futbolcunun… bir oyuncunun… bir bankacının… bir ayyaşın karısı olmak… Nasıl bir yaşantıdır, neler hissettirir, nasıl katlanılır, sefası nasıl sürülür, hayalleri nicedir… Kuvvetli bir gerçeklikle, ama mizahla ve sevgiyle kurulmuş “eş durumu” fantezileri… “Kadınlık durumlarındaki” ezilmiş-liği, yoksunlukları, ama onunla beraber direnme ve “ayakta kalma” yollarını da yansıtan bir oyun…

Dönülmez Akşamın UfkundayızYer: Oda Tiyatrosu • Yazan: Nazlı Nihan ŞenolKonu: Ölüm geldiğinde zaten olmayacağımıza, o gelene kadar da yaşadığımıza göre; ölümden korkmak yersizdir”. Yine de hepimizin ölümü sorgulayacağı bir an gelir. Yaşlanma şansını yakalayanlar sanki biraz daha fazla düşünür ölümü. Yaptıkla-rından çok yapamadıklarını, söylediklerinden çok söyleyeme-diklerini anımsar, geç kaldıklarına inanırlar. Yanılırlar. Çünkü ölüm, henüz gelmemiştir. Aile bağlarınıza sıkıca sarılın. Öyle tılsımlı bir bağdır ki bu bedenler ayrı düşmüş olsa bile sizi gözetmeye devam eder. Ne ailenizden bu kutsal bağı esirgeyin ne de onların bu bağı görmezden gelmesine sebep olun.

Yastık AdamYer: İrfan Şahinbaş Atölye Sahnesi • Yazan: Martin McdonaghKonu: Hayal gücünün sınırlarını zorlayan bir yazar! Yazılan öykülerde kurgu ve gerçek karışıyor. Bu öyküler çocuklarınıza okumak isteyeceğiniz türden olmayabilir. Sanat, zekâ, polis şiddeti, çaresizlik ve masumiyet çatışıyor! Dengeler üzerine soluksuz izlenecek bir polisiye gerilim.

Uçurtmanın KuyruğuYer: Küçük Tiyatro • Yazan: Savaş DinçelKonu: Bir gün hepimiz mutlaka kendimizle hesaplaşırız...

Kahramanlar Öldü Mü?Yer: Küçük Tiyatro • Yazan: Refik ErduranKonu: Yitirilmiş değerler sistemin getirdiği zaaflar…Güçlü medyanın sistem içinde öğüttüğü insanlar… “Karanlıklar içinde bir kibritseniz etrafı aydınlatmak için kendinizi yakar mıydınız?”

İçlerinden Hangisi?Yer: Küçük Tiyatro • Yazan: Yıldırım KeskinKonu: Yıl 1926… Medeni Kanun çıkmadan hemen önce… İstanbul’da, eski bir Osmanlı paşasının evinde büyük bir kar-gaşa yaşanır. Paşanın dört eşi evliliklerini sürdürebilmek için kıyasıya yarışa girer. Sonuçta eski usul evlilik erkeğin iki duda-ğı arasındadır. Evin genç kızı ise modern toplumun kurallarına göre bir evlilik hayal etmekte, yeni kurulan Cumhuriyet’in bu imkanı kadınlara tanıyacağını düşünmektedir. Oyun, karmaşık bir toplumsal ortamda, eski bir Osmanlı evindeki iç çelişkileri gülmeceyle vermektedir. Bakalım evdeki kadınların hangisi bu yarışı kazanacak?

Moskova-Petushki Yolun SonuYer: Stüdyo Sahne • Yazan: Venedikt YerofeevKonu: “Petushki’de kuşlar hep öter gece gündüz demeden. Petushki’de yaseminler hep çiçek açar yaz kış demeden. Ve orada her Cuma günü, saat tam onbirde benim sevgilim , sarı lepiska saçlı, o çılgın kadın, peronda bekler beni. Ve bugün de günlerden Cuma. Bekliyordur sevgilim beni. İstasyonda bekliyordur ve ben trenden indikten sonra uçsuz bucaksız saadet…”Sistem tarafından dışlanmış bir yazarın fantastik yolculuğu-nun, tiyatro, müzik ve video art diliyle anlatımı.

Kaynak: www.devtiyatro.gov.tr

Tiyatro

29

Ama on yıl içinde insanlar gerçekten belgeleri OK yaza-rak onaylamaya ve telgraflarda da kullanılmaya başlandı.

Ama yine de, OK kelimesi yanlış hecelemeyle, düzgün okuma yazma bilmemekle özdeşleştiği için kullanımı sı-nırlı oldu.

Dönemin Amerikalı yazarları bu kelimeden kaçındı. Hat-ta romanlarında argo kullanmaktan çekinmeyen Mark Twain bile OK kelimesini kullanmaktan kaçındı.

Kelimenin gerçek kökeni zamanla unutuldu. Ama kelime, her dile o kadar tanıdık gelen seslerden oluşuyordu ki, bu kelimeyi duymak, insanların aklına kendi dillerindeki benzer ifade ve kısaltmaları getirdi.

Tarafsızlık İfadesi

Choctaw kızılderililerinin dilinde “Okeh” kelimesi “Öyle” anlamına geliyordu.

Martin Van Buuren OK’in ilk şöhretine katkı sağlamış ola-bilir

ABD Başkanı Woodrow Wilson 20’inci yüzyılın başlarında onayladığı belgelerin altına “Okeh” yazarak kelimeye ki-şisel saygınlığını kattı.

Peki OK, nasıl bu kadar çok farklı dile girmeyi başardı?

Bir boşluğu dolduran bir kelime değildi. Çünkü her dilde benzer kelimeler vardı.

Örneğin İngilizce konuşanlar “yes, good, excellent, satis-foctory”, yani “evet, iyi, harika, tatmin edici” gibi keli-meler kullanıyordu.

Ama OK, diğer kelimelerin vermediği bir şeyi, tarafsız kalabilme şansı veriyordu. OK sayesinde fikir belirtme-den uzlaşma sağlandığı söylenebiliyordu.

Örneğin, biri ‘Bugün buluşalım” dediğinde sadece “OK” diyebiliyoruz.

Aksi takdirde, “Bugün buluşalım” diyenlere “Harika” ya da “Gerçekten gerekliyse” gibi buluşma fikrine tavrımızı da gösteren ifadeler kullanmak zorunda kalacaktık.

Biz Yine de TAMAM Diyelim

“Alıntıdır”.

OK, belki de şu ana kadar icat edilen en garip ifa-de. Ama belki de bu kadar popüler olmasının

nedeni, garipliği.

OK, tamamen yuvarlak O harfinden ve düz çizgilerden oluşan K harfinden oluşuyor. Dolayısıyla hem yazı, hem de konuşma dilinde açıkça görülüyor, diğer kelimelerden kolayca ayırt edilebiliyor.

Neredeyse tüm dillerde O ve K harfleri var. Yani, OK çok tanıdık unsurların kendine özgü bir birleşimi.

Aslında, bu kadar garip ve kendine özgü bir kelimenin bir dile girişine nadiren izin verilir.

Genel kurala göre bir dile, sadece tanıdık kelimelere ben-zeyen bir yabancı kelimenin girişine müsaade ediliyor.

OK kelimesinin ortaya çıkışı, 1830’lu yıllara kadar gidiyor.

Gazetedeki Yazım Hatası

23 Mart 1839’da ABD’nin Boston kentinde çıkan Boston Morning Post gazetesinde uzun bir paragrafın altındaki İngilizce “all correct” yani “hepsi doğru” kelimesi, yanlış-lıkla ya da şaka amacıyla OK harfleriyle yer aldı.

OK’in kökenleri komik bir yazım hatasına dayanıyor ola-bilir.

Bu gazetede adet haline gelen bu tür kısaltmaların hepsi zamanla unutulup gitti.

OK ise bugüne kadar hayatta kalmasını, hatta neredeyse tüm dünya dillerini fethetmesini bir sonraki yıl yapılan Amerikan başkanlık seçimleriyle ilgili bir tesadüfe borçlu.

Başkanlık adaylarından Martin Van Buuren’e doğum ye-rine atfen, ‘Old Kinderhook’ lakabı verilmişti. Taraftarları da bu lakapdan yola çıkarak OK Kulübü diye bir örgüt kurdular.

Ayrıca eski bir Amerikan başkanının, doğru düzgün oku-ma yazma bilmediğinden belgeleri “all correct” yani

“hepsi doğru” kelimesinin kısaltması sanarak “OK” diye onayladığı yönünde bir hikaye anlatılıyordu.

Bu hikaye aslında yalandı.

“Okey”, ya da kısa haLiyLe “OK!” kelimesi, tüm dünyada her gün, yüz milyonlarca kişi tarafından kullanılıyorÖmer Faruk TURAN

30

Bunları Duydunuz mu?

Dönem 3 Gastro Komitesi İstatistikleri

TÜRKÇE İNGİLİZCE

Toplam Kişi 231 159

Ortalama 66,06 64,74

İlk 10 Ortalama 88,4 85,8

Son 10 Ortalama 39,2 42,3

En Yüksek Not 95 90

A1 2 1A2 12 5B1 47 38B2 38 30C1 78 42C2 35 26F4 14 12F2 5 5

Dönem 3 Kardiyo-Solunum Komitesi İstatistikleri

TÜRKÇE İNGİLİZCE

Toplam Kişi 231 159

Ortalama 54,52 59,69

İlk 10 Ortalama 86,4 86,3

Son 10 Ortalama 23,7 28,4

En Yüksek Not 91 92

A1 1 1

A2 9 6

B1 19 23

B2 15 14

C1 47 44

C2 55 36

F4 78 31

F2 7 3

Dönem 3 Tüm Komitelerin Genel İstatistikleri

TÜRKÇE İNGİLİZCE

Toplam Kişi 231 159Tüm Komitelerin Ortalaması

60,24 60,16

İlk 10 Ortalama 86,72 84,32

Son 10 Ortalama 26,36 31,15

En Yüksek Ortalama 91,2 87,75

A1 2 0

A2 6 5

B1 26 21

B2 18 20

C1 71 43

C2 68 37

F4 40 33

31

Gastroenterolojiden bir hocamız anısını anlatıyor: “Bazen hastalardan idrarını yapıp getirmesini istiyoruz. Bir gün hastadan getirdiği idrarını göstermesini istedim. Hasta da kabı çıkardı çantasından, kap neredeyse boş gibiydi. Nerede idrar dedim. O da: ‘Hocam ayıp olur diye çok yap-madım.’ dedi.”

Kadın doğum dersi

Konu serviks (rahim ağzı) kanserleri

Hocamız: “HPV virüsü kadınlarda serviks kanserlerine yol açar. Erkek-lerde önemli bir hastalık yapmaz. Bu virüs cinsel yolla da bulaşabilir. Kadınların enfekte olmasında erkek faktörü çok önemlidir. Erkeklerin çok gezmesi riski artırır. Mesela pilotlar, denizciler, kongreye giden profesör-ler…” (kahkahalar)

Dönem 3 Türkçe Amfi:

Patolojiden bir hocamız derslerini gözlerini kapatarak anlatıyor. Bunun nedeni üstünde çok düşündük. İşte olası tablolar:

-Slaytlardan okumuyorum havası yapıyor olabilir. -İnsanlarla göz göze gelme problemi olabilir. -Gözümüze bakmak istemiyor, bizi kaile almak istemiyor olabilir. -Gözünü alıyor olabiliriz.

-Uykusuz olabilir.

Bunları Duydunuz mu..?

32

Hiatus hernileri ve özefajitler dersi:

Reflün mü var? Ama her şeyi göze alıp

güzel bir gece mi geçirdin, alkol mü aldın?

Sonra eve geldin, geçirdiğin geceye lanet

mi ediyorsun? Dert etme al bi “antiasit”

keyfine bak;)

Beşiktaş -Fenerbahçe derbisinden sonra

(sonucu hatırlamayanlar için 2-4) Gastro

dersinde bir hocamız “Siz doktor olacak-

sınız. Ama hala aranızda futboldan konu-

şanlar var. 4-5 tane adam topa vuruyor

bunu konuşuyorsunuz, anlamıyorum. Bize

ne ki bundan. Sizin hastalardan, makale-

lerden konuşmanız lazım. Otobüste, dol-

muşta bile bu hastalıkları düşüneceksiniz.”

Göğüs Hastalıkları dersinden: “Bizim için,

hasta konuştuğu ve nefes aldığı sürece bir

sorun yoktur.”

Kardiyoloji dersinden: “Hasta ani kardiyak

ölüm yaşamışsa mutlaka anjiografi yapıl-

malıdır.”

Endokrinoloji profesörü Tomris Hocadan

beklenen açıklama: “Anlattığım yerlerden

mi soracağım sanyorsunuz? ”

Her zamanki gibi dersine geç kalan (40

dakika kadar) hocamız: “Bu dersi de hiçbir

sene yetiştiremiyorum.”

Gastroenteroloji dersi: “Sizce amipin hangi

cinsi yapıyordur bu hastalığı? Dişisi mi,

erkeği mi? Dişi diyenler el kaldırsın.” (Sını-

fın çoğunluğu elini kaldırır.) “Eveeet anti-

feminenleri öğrenmiş olduk. Amipin dişisi

erkeği olmaz arkadaşlar.” J

Sınıfta öğrenciler arasında geçen bir ko-

nuşma

Hocanın bronz tenini gören öğrenci: “Hoca

solaryuma mı gitmiş? ”

Cevap veren diğer öğrenci: “Ne? Hoca

solaryuma mı girmiş? ”

Ve diğer öğrenci: “Hoca soruları mı veri-

yormuş? ” J

Gastrit dersi hocamız tahlillerden bah-

sederken: “Bazen hasta geliyor, derdini

anlatıyor anlatıyor, sonra çantasından

poşeti çıkarıp ortaya koyuyor. İşte böyle

hocam diye. Poşette ne mi var?

Gayta! Alışacaksınız bunlara…”

Hocamız bir konferans için Hindistan’a

gidiyor, ordaki gezdiği yerlerden bahsedi-

yor. Tac Mahal’in güzelliklerini anlattıktan

sonra:

– O ortamda millet nasıl kitleler haline

ölmüyor, anlamıyorum?

– Neden hocam?

– O kadar pislikte nasıl yaşar ki insan, her-

halde pislikten bağışıklık kazanıyorlar.