korkak draje || draje dergi

44
“Gerçeğin aynasıdır bu perde, sanılmaya martaval” diyor ya gölge oyunu karakterleri... İşte korku dünyası da, gerçekliğimizin son derece berrak biçimde ortaya çıktığı bir aynadır. Seni korkutanın ne olduğunu anladığın noktada, kendini çok daha iyi tanırsın! korkak draje Aylık Ücretsiz İnternet Dergisi Sayı 11 • Şubat 2010 http://zombistan.com

Upload: draje-dergi

Post on 11-Mar-2016

244 views

Category:

Documents


6 download

DESCRIPTION

Korkak draje dergi korkak draje

TRANSCRIPT

“Gerçeğin aynasıdır bu perde, sanılmaya

martaval” diyor ya gölge oyunu karakterleri...

İşte korku dünyası da, gerçekliğimizin son

derece berrak biçimde ortaya çıktığı bir

aynadır. Seni korkutanın ne olduğunu anladığın noktada, kendini çok

daha iyi tanırsın!

korkak

drajeAylık Ücretsiz İnternet Dergisi

Sayı 11 • Şubat 2010

http://zombistan.com

Dipten gelen draje

Sen bu satırları okurken herkes çok uzaklarda olacak. Enseni yalayan

soğuk nefesi boş ver. Çekmecenden gelen çatırtılara kulak asma. Monitörden yansıyan görüntü sadece bir yanılsama… Hayal gücünün sana oynadığı

küçük oyunlar bunlar.

Çünkü düşman hep içindedir. Kafanın içine yerleşir ve sana, sahip olduğun her şeyin bir gün seni terk edeceğini fısıldar. Anneni, babanı, kardeşlerini unutmaya hazır ol. Önce kokuları kaybolacak, sonra seslerinin tonunu hatırlayamadığını fark edeceksin, sonra yüzleri silikleşecek. Dostlarının sana yüz çevirişine şahit olman an meselesi; ya da suç ortaklarının seni hiç iplemediğini algılaman… Dost diye mi sarılmıştın onlara? Sevgilinin bir cümleye kaç yalan sığdırabileceği hakkında bir fikrin var mı? Kendini huzur içinde hissettiğin kulübenin temelinden gelen çatırtılar neyin habercisi? En güzel anılarının ciğerini dağlayan birer kâbusa dönüşmesi seni şaşırtacak mı?Kafanın içinde dolaşan hayaletleri nasıl kovacağını biliyor musun? Başına gelen her şeyin sorumlusu sensin. Hepsi senin seçimindi.

O uğursuz ruhu hayatını cehenneme çevirmek üzere çağıran sendin ve

bak gitmiyor işte bir türlü. Gözünü her kapayışında boynuna sarılan o ellerde bir kurtarıcı görmüştün belki. İşte kapının önünde bekliyor, arkanda gölgen gibi, bak… Dün ona sesleniyordun “gel” diye, şimdi kaçmak niye o zaman? Gece yarıları kulağını zorlayan hırıltılara kulak vermeseydin şimdi bu satırlar seni rahatsız etmezdi belki.

Ama yaptın. O iblisin sana tek vaadi hayatını cehenneme çevirmek olabilirdi ve memnuniyetle kabul ettin bu teklifi. Ruhunu teslim ettiğin iblisin seni daha iyi ya da mutlu biri yapacağını filan mı sanıyordun?

Ne oldu? Kafandaki tüm düşünceler birbirine mi giriyor? Sokaktaki bütün yüzler birbirine mi benzemeye başladı? Durduğun yere bir bak. İçine çektiğin havanın sana mı ait olduğunu zannediyorsun? Dudaklarından sızan kırmızı şey neyin habercisi? İçini ısıtan o sıvı kimin damarından boşaldı? İşte bunu sen seçtin ve ilk seferinde, o izbede sonsuza kadar kâbuslarınla beslenmeyi uman leş yiyiciler olduğunu bilmiyordun. Peki, ikinci kez denemek niye? Seni oraya sürükleyen neydi ve elinden tutup seni yukarı çekebilecek elleri kırmasaydın hayatın nasıl bir seyir izleyecekti? Hepsinin cevabını biliyordun. Kendi kâbuslarından kurtulup nefes almanın tek yolu sonsuza kadar kanla beslenmek olmamalıydı. Kafanın içindeki uru, seni en çok sevenlerin yıkımıyla beslediğin için kimi suçlayacaksın? Sen bu satırları okurken her şey biraz U

LU

SA

S

ES

LE

Şİll

üstra

syon

Dem

et Ö

zge

Ayk

an

Dipten gelen drajebak gitmiyor işte bir türlü. Gözünü her kapayışında boynuna sarılan o ellerde bir kurtarıcı görmüştün belki. İşte kapının önünde bekliyor, arkanda gölgen gibi, bak… Dün ona sesleniyordun “gel” diye, şimdi kaçmak niye o zaman? Gece yarıları kulağını zorlayan hırıltılara kulak vermeseydin şimdi bu satırlar seni rahatsız etmezdi belki.

Ama yaptın. O iblisin sana tek vaadi hayatını cehenneme çevirmek olabilirdi ve memnuniyetle kabul ettin bu teklifi. Ruhunu teslim ettiğin iblisin seni daha iyi ya da mutlu biri yapacağını filan mı sanıyordun?

Ne oldu? Kafandaki tüm düşünceler birbirine mi giriyor? Sokaktaki bütün yüzler birbirine mi benzemeye başladı? Durduğun yere bir bak. İçine çektiğin havanın sana mı ait olduğunu zannediyorsun? Dudaklarından sızan kırmızı şey neyin habercisi? İçini ısıtan o sıvı kimin damarından boşaldı? İşte bunu sen seçtin ve ilk seferinde, o izbede sonsuza kadar kâbuslarınla beslenmeyi uman leş yiyiciler olduğunu bilmiyordun. Peki, ikinci kez denemek niye? Seni oraya sürükleyen neydi ve elinden tutup seni yukarı çekebilecek elleri kırmasaydın hayatın nasıl bir seyir izleyecekti? Hepsinin cevabını biliyordun. Kendi kâbuslarından kurtulup nefes almanın tek yolu sonsuza kadar kanla beslenmek olmamalıydı. Kafanın içindeki uru, seni en çok sevenlerin yıkımıyla beslediğin için kimi suçlayacaksın? Sen bu satırları okurken her şey biraz

daha kirleniyor. Çünkü bunu sen seçtin. O kemikli çirkin suratlarda kendi yüzünü görebilirsin. Hızla yaşlandığını, çürüyüp dağıldığını, sevdiğin ve kaybetmekten korktuğun her şeyin karanlıkta kaybolmak üzere inleyip durduğunu biliyorsun.

Dolaptan gelen çatırtılar… Ensendeki soğuk nefes… Monitörden yansıyan o görüntüler… O ışıktan mezarlığa, yani piyasa döngüsüne gömmeyi seçtiğin her şey korkunç çığlıklarla parçalanırken bütün bu olan bitenlerdeki payını unutabilecek misin?

Bütün şahitlerin gün gelip unutacağı şeylerin gözlerinin önünden kaybolmaması şaşırtıcı olmamalı. Yanlış giden her şeyi altına süpürdüğün halı senin belleğin değil miydi? Herkesin kaçıp nefes alabileceği son sığınak… Herkesin tek başına olduğu o bataklık… Kafanda heyecan dolu planlar yaparken düşünmeyi ihmal ettiğin tek şey bu muydu yoksa? Söylesene ey okur, bu bedeli ödeyebilecek misin?

Korkak Draje yalnızca sana, kafanın içindeki o bataklıktan sesleniyor. Tatlı uykumuzu bölerek bize uyanıklığın hayatiyetini hatırlatan kâbuslarımıza ne kadar teşekkür etsek azdır. Korkak Draje’nin kapağını Murat Mıhçıoğlu hayal etti ve Cem Özüduru çizdi...Sesimizi çoğaltan birikimleri, sesleri ve çizgilerinden dolayı Murat Mıhçıoğlu ve Cem Özüduru’ya da teşekkürler. İlk yaş günümüzde, Narsist Draje’de görüşmek üzere…

Genel Yayın YönetmeniErdinç Yücel

Yazı İşleri MüdürüBirkan Can Evirgen

Art Direktör - Grafik UygulamaSongül Yücel

[email protected]

RedaktörEce Naz İlkin

[email protected]

Koordinasyon Sorumlusu - Menajerİlknur Seda Bendeş

İnternet UygulamaOnur Şevket Bendeş

Editörlerİlknur Seda Bendeş • Birkan Can

Evirgen • Erdinç Yücel • Songül Yücel

Yaratıcı DrajelerAlper Günay • Cem Özüduru • Cem

Vurnal • Ceren Gül Çıtak • Çağla Elektrikçi • Deniz Ada İncesağır •

Demet Özge Aykan • Emrah Sarıgöl • Emre Alettin Keskin • Engin Arınan • Esra Erdem • Hayalcan İncesağır • Hayriye Gülle • Murat Mıhçıoğlu •

Özge Ç. Denizci • Utku Atalay

Gelecek ay konsept konumuz: “NARSİST DRAJE” Herhangi bir yazı, illüstrasyon paylaşımı ve diğer katkılar için bizimle

[email protected] adresinden iletişime geçebilirsiniz.

[email protected]

draje

muhteviyat

deforme deforme deforme deforme deforme deforme de deforme deforme deforme deforme deforme deforme def6

Şüpheci Thomas ve Zombiler

Zombiye dönüştüğü hal-de şüpheciliğinden bir şey yitirmemiş olan Tho-

mas ve diğer zombi arkadaşları, İsa’nın hâlâ canlı olup olmadığını kontrol etmektedirler. Kutsal ki-tabı referans alan klasik resimler-deki gibi “ölüp ölmediğini” değil, “yaşayan ölü” olup olmadığını kontrol etmek için parmağını İsa’nın mızrak yarasına daldıran ölü Thomas’ın amacı, kendileri gibi birine ne kadar sürede kavu-şacaklarına bakmaktır belki de. Veya belki, İsa’nın üç gün sonra zombi olup olmayacağına dair inancı zayıf olduğundan yap-maktadır bu kontrolü. Halbuki ne mutludur, görmeden iman eden-lere! Diğer zombiler İsa’nın dirilip aralarına karışacağına inanmak için böyle küçük düşürücü bir eyleme gerek duymamışlardır. Onların zombiliğe inancı tamdır, fakat Thomas’ın bakması gerek-mektedir. Bu da, İsa bir zombi olarak aralarına karıştıktan son-ra, Thomas’ın inancı ve bağlılığı zayıf bir zombi olarak anılması-

na sebep olacaktır. Şüpheci Thomas ister Caravaggio’nun dün-yasında, ister zom-bilerin dünyasında, her zaman “şüpheci” olacaktır. Canlılık-tan şüphe duyan bir zombi!

deforme deforme deforme deforme deforme deforme de deforme deforme deforme deforme deforme deforme def

Ressam: Michelangelo Merisi da CaravaggioŞüpheci Thomas 7

Yazı:

Mur

at M

ıhçı

oğlu

E-m

ail:

mur

at.m

ihci

oglu

@gm

ail.c

om -

İllü

stra

syon

: Birk

an C

an E

virg

en

Şüpheci Thomas ve Zombiler

8Em

re A

letti

n Ke

skin

- al

ettin

_kes

kin@

hotm

ail.c

om

9

10

bİrAz

Yazı ve İllüstrasyon:Demet Özge AykanE:mail: [email protected]

kor-kA-bİLİrmİyİm?

11

Üzülerek yazıyorum, adeta içim eziliyor bunu yazarken fakat söylemek zorun-dayım bunu size, paylaşmalıyım; ben

korkmayan bir insanım. Bunun beni ne kadar üzdüğünü tahmin bile edemezsiniz. Düşünün ki siz gülemeyen birisiniz! İstiyorsunuz ama olmuyor olmuyor işte. İnsani bir duygudan yoksunsunuz düpedüz. Gülemeyen birinin içinin acımadığını biriniz bana söyleyebilir mi? Ben söyleyemem. Ben şunu söylerim; kork-mayan bir insan olmak hiç istemezdim. Hepimizin başına gelmiştir mutlaka esrarengiz olaylar. Yok küçükken cadı görmüştüm, yok adamın gözbebekleri yoktu, yok beni ters ayak-lı insanlar kovaladı, falandı filandı. Gerçekliği kadar sahteliği de kanıtlanamayan bu olaylar çocukluk dönemimizde oldukça ürkütürdü bizi ama öyle değil mi? Yunanlılar’dan kalma, eski, ahşap anneanne evinde kuzenlerle yorganla-rın altına girip korkunç hikayeler anlatırken tir tir titrerdik hani. . . Tam o sırada hepimizin birden duyduğu “çıt!” sesini kendi hayal gücümüzde canlandırır, onun sadece sobanın içinde yanan odunun sesi olduğu ihtimalini hiç aklımıza ge-tirmezdik bile. Dayanamayıp birbirimize sarılır, söndü-sönecek olan tozlu kandille birlikte gıcır-dayan merdivenleri geçmeyi göze alıp annele-rimizin yanına giderdik hiç nefes almadan. . . Yok arkadaş! Hiç böyle bir çocukluğum olma-dıııııııı! Ben istemedim mi sanki diğer normal çocuklar gibi eteklere sarılıp zırlamak? Bu gibi şeylerin üzerine bir de sürekli karanlık yerlerdeki ışıkları açmaya gönderilen kişi seçilirdim kork-madığım için ya da geceyarısı mezarlık kapı-sından ilk geçen kişi olurdum illa ki. Hayır, bu hiç hoş değildi gerçekten . Sinir bozukluğu tanımı-nın net bir örneğiydim ben. Bu durumun kötü olduğunu o zamanlar anla-madım tabii ki. Çocuk psikolojisi işte: “İhihi siz hepiniz kılıbıksınız bi de erkek olucaksınız hiihih salaklar” diye hava atıyordum ben o zamanlar, çocukluk işte. . . Her yönüyle güzeldi. Amaaaaaa sonra işler hiç öyle olmadı. Başıma da aksi gibi garip olaylar sık gelir ve beynim bunları doğal şeylermiş gibi algıladığı için (yaşadığım zamanlar tepkisiz kaldığım-dan) çevremdekilere bunları birden, gelişigüzel anlatırım. Evet, karşı tarafta bir akıl çıkması söz

konusu. Ama benim suçum ne peki? Üç yaşın-dayken kuzeniyle şu şekilde film izleyen bir be-bekten korkmasını bekleyemezsiniz sanıyorum: “Aaaayyyy şu vampire bak özgeee ne yakışıklı di miiiiii??? Ay maşşallahhh bununla evlenirim biliyo musun. . .” Böyle bir mutsuzluk dünyada görülmemiştir .Ama bir yerden alıp başka yerden vermek diye sarf edilen söz var ya, o çok doğru. Çünkü (evet hazır olun şimdi tam bir özeleştiri yapmak üzereyim) tam bir paranoyağım! Sabah ezanıy-la birlikte uyanıp duvarımda beni izleyen yarım gövdeden, oda kapısından uzanan gözsüz beyaz bir kafadan ya da yılandan, böcekten korkmuyor olabilirim ama diğer binbir türlü şey-den fazla tırsıyorum: Sevdiklerimi kaybetmek-ten, aldatılmaktan, aldatmaktan, yalandan, düşüp kafamı kırmaktan, çok sevdiğim birinin beni sevmemesinden, her şey güzel giderken birden darma-duman olacağından, yeni bi-rini tanımaktan, yeni bir şeye başlamaktan, sevmekten, sevilmekten, fedakarlık etmekten, birine olan-biten her şeyimi anlatmaktan, an-lattıktan sonra içinde bulunduğum durumun bozulacağından. . . İşte, bunlar herkesin korktuğu şeyler aslında. Yani herkes fazlasıyla korkak bu dünyada.Karşılıklı korkarak geçiriyoruz ömrümüzü de farkında değiliz: “aman onu sevmeyeyim çün-kü üzülmeyeyim, aman onunla konuşmayayım çünkü beni kandırmasın.” Ee sonra ne olacak? Şimdi dön bir bana bak.Ben senimsen de bensin.Korkacaksak beraber kormalıyız kioyun bozulmasın.Çünkü böyle de güzel, bunu bil.Ama korkmamaya karar verdiğin anda ilk be-nim haberim olmalı; çünkü söz vermiştin.Hem sen korkmamalısın kiben de çocukluğumdan bu yana hissedeme-diğim o duygu olmadan sana sarılıp kendimi güvende hissedebileyim: Ya yine korkarsan?

not; yazı tam bitti, odamın kapısı yavaşça “giı-ıııırrrrrçççç” diye açıldı ve biraz da olsa ürktüm evet! Tam “evet bu sefer korkucam” dediğim anda gördüm ki; Nar kedisiymiş’ Mutsuzluk!

12

Miiiifaaaa.miiifaaa… miiiifaaaa.miiifaaa mifamifamifamifaiaiaiaiaia!!!” derdi çocukken; “Jaws geliyor” yerine mü-

ziklerinden korkardık! Ben de böyle başlayayım dedim yazıya, başlığını da böyle atayım.Sessizlik korkusu…

“Korku…” bazen sesten korkuyorum, bazen de sessizlikten. Ama çoğunlukla sessizlik korkutuyor beni. Çok sevdiğim bir arkadaşım “Dünyadaki bütün sesler sussa bir sürü insan korkudan kalp krizi geçirip ölür” demişti. Düşünüyorum da, kesinlikle, düşünsenize bütün sesler duruyor. Korkutucu, hem

“mİİİİFAAAA.mİİİFAAA…”

Yazı: Özge Ç. Denizci - E-mail: [email protected] - İllüstrasyon: Birkan Can Evirgen

“Korku…” bazen sesten korkuyorum, bazen de sessizlikten. Ama çoğunlukla sessizlik korkutuyor

beni. Çok sevdiğim bir arkadaşım “dünyadaki bütün sesler sussa bir sürü insan korkudan kalp krizi

geçirip ölür” demişti. Düşünüyorum da kesinlikle düşünsenize bütün sesler duruyor. Korkutucu, hem

de çok!

13

de çok!Sesten korkmak?Bazen boş bulunuruz da en ufak bir çıtırtı bile zıplatır ya bizi yerimizden. Artık o anda ne düşünüyor-sak… BÖ!Dikkat uyuşumsuz korkutabilir!

Bazı ses dizilimleri kâbus gibi olur. Aslında çoğunu-zun bildiğini düşünüyorum ama birlikte yeniden hatırlayalım: Bunlardan biri, Avrupa kökenli müzik sisteminde oluşturulan ve genel geçer öyle bili-nen küçük ikili aralıkların ardı ardına çalınmasının bunalımı ve gerilimi… Diğeri ise “triton” dediğimiz 4’lü aralık; ama atlamayalım yine Avrupa kökenli müzik sistemine göre. Bakınız Ortaçağ’da bu ara-

lık “şeytan aralığı” olarak yasaklanmış-tı. Korktuğu için ses üreten insan kendi ürettiği sesten korkar olmuştu. Sesler “do” ve “fa diyez”… İkisi birlikte tınla-yınca eyvah! “Diabolus in musica”, işte bizim şeytanın aralığı. Ortaçağ’da yasaklansa da romantik ve modern zamanlarda müzisyenlere ilham kay-

nağı olmuş. 1998’de Slayer albümünün adını “Di-abolus in musica” koymuş. Eeeh tabi Pentagram da soruyor “Şeytan bunun neresinde?”. Onların soruşu aslında bir dönemin metalcileri olarak bir misyonu yerine getirmek ve korkulan müziklerin-de şeytandan eser olmadığını ispatlamak. Tabii ki bu kadar değil. Akmar Pasajı, Satanist olarak adlandırılan gençler ve dinledikleri müzik. Eh peki şeytan müziğin neresinde olabilir?

Kimilerini sürekli aynı sesler etrafında dönen de-ğişmeyen tınılı “minimal müzik”ler korkutur. Kimile-rini ise sürekli değişen başladığı noktadan öteye giden ve dönüşen ses toplulukları… Psikiyatrlar bazen müzisyen hastalarına sorarlar “modern

müzik sizi korkutuyor mu?”. “Evet” yanıtını verenler vardır elbette. Çünkü alışana kadar beynin bazı noktalarını harekete geçirdiği kesin bu seslerin. Hatta bu yüzdendir belki de modern parçaların korku filmlerinde kullanılması.

Theremin adı verilen bir çalgı var. Bilenlere değil bilmeyenlere söylüyorum. Theremin sesi çoğun-lukla hayalet etkisi gibi algılanır, sesi biraz ben-zer çünkü, “vuuuuu!!!”. Oysa enstrümanı Beach Boys’dan Dinar Bandosu’na pek çok grup müzik-lerinde kullanmıştır. (“TANGUR TUNGUR, TANGUR TUNGUR!!!!” Kapıda biri mi var? Ha, yok çatıdan geliyormuş o ses! Ay!!! Bir anda korktum. Neyse konumuza dönelim). Eğer bu sesin hâlâ hayalete ait olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz! Hem kim dedi ki hayalet var diye? O da sinemanın uy-durması! Ne çok etkiliyor hayatımızı ses de görün-tü de! Enstrüman icat edilmiş arkadaşlar, hem de Leon Theremin tarafından, hem de geçen yüzyıl içinde. 1928’de de patentini almış yapımcısı.

Çocukken Thriller’dan korkardım ben, ya yoksa korkmazdım da büyüyünce uzun versiyonundan mı ürktüm, adamın kahkahası mı daha ger-çek geldi bilmiyorum ama en müzikal korkutan şarkı olduğu kesin. Neyse buradan Michael J. Jackson’umuzu da analım (selamlamayı Hülya hanfendüye bırakalım o pek seviyor ölülerle se-lamlaşmayı ).

Korkutan İtiraf: Tamam itiraf ediyorum; aslında canım bekleyen şarkıları yazmak istiyordu. Yazıya başlayalı 1 ay oldu ama bitirmemiştim. Geldiğim nokta da beklenti noktası. Ama beklemek de kor-kutuyor. Sabretmeyi de öğreniyor insan, korkutan tarafı da bu olsa gerek! Acaba ‘Bekleyen Draje’ yapar mıyız? Ya da ‘beklentili’ ya da ‘sabırlı!’ Ne dersiniz Drajeciler?

Özge Denizci bir sabah korkulu rüyalarından uyanınca kendini hanım hanımcık bir ev kadınına dönüşmüş olarak bulmuş. Koro halinde ağlaşarak annelerini çağıran yirmi üç çocuktan hangilerinin hangi sırayla ve ne ara doğuverdiklerini düşünmeye başladığı sırada halının üstündeki minik ekmek kırıntılarını görerek telaşa kapılmış. Sonra gözüne masadaki tozlar ve penceredeki yağmur izleri takılmış. Oysa daha yemek yapması gerekiyormuş ve televizyondaki gelin kaynana yarışmasının başlamasına da beş dakika kalmış. Tüm bunlar olup biterken Özge yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu farketmiş. 15 yaşındaki kızının yatağına yayılmış olan kediyi tekmeleyerek

evden atmış. Artık her şey yolundaymış...

“Korku…” bazen sesten korkuyorum, bazen de sessizlikten. Ama çoğunlukla sessizlik korkutuyor

beni. Çok sevdiğim bir arkadaşım “dünyadaki bütün sesler sussa bir sürü insan korkudan kalp krizi

geçirip ölür” demişti. Düşünüyorum da kesinlikle düşünsenize bütün sesler duruyor. Korkutucu, hem

de çok!

16 “KORKU BİZİ AYAKTA TUTAR”Söyleşi: Erdinç Yücel - Vinyetler: Cem Özüduru

Kurmaca unsurlar taşıyan pek çok yapıt, gerçeğe, yani “hakikat”e daha

yakındır... Sam Raimi’den örnek verebiliriz. “Drag Me To Hell”de bir lanetleme öyküsü var. Lanetlenen kişi bir bankada çalışan genç bir kadın.

Onu lanetleyen ise, “mortgage” ödemesini geciktirdiği için evi elinden

alınan ihtiyar bir Rus kadın.

17

“KORKU BİZİ AYAKTA TUTAR”

M urat Mıhçıoğlu Türkiye’de çizgi roman kültürünün yayılması için en fazla emek harcayan kişilerden biri. Korkak Draje için çalışırken ilk aklımıza gelen isimlerden biri

kendisi oldu. Keza Rodeo’dan çıkmış olan ve edi-törlüğünü Murat Mıhçıoğlu’nun yaptığı Zombistan’ın genç çizeri Cem Özüduru’yu da unutamazdık. İki konuğumuzla Zombistan’dan yola çıkarak sinema-dan ana haber bültenlerine korkunun farklı yüzlerini konuştuk...

Draje: İsterseniz Zombistan’dan başlayalım…Murat Mıhçıoğlu: Rodeo olarak özgün çizgi roman üretimini hedef almış bir kurumuz. Geçen yıllarda Rodeo Strip isimli dergiyi bu doğrultuda çıkarmaya başlamış ve 6 sayılık test yayın dahil toplamda 20 sayı yayımlamıştık. Çeviri çizgi romanlar da vardı içerikte ama derginin yarıdan çoğunu özgün eserler oluşturuyordu. Stüdyo Rodeo isimli markamız, dergi sürecinde doğdu. Bu marka çerçevesinde, ken-di bünyemizde sıfırdan üretilecek çizgi romanların tasarlanması, yayımlanması, yurt dışında tanıtılması gibi çalışmalarımız oldu. Dergiden sonra, kısaca RAD şeklinde andığımız Rodeo Albümler Dizisi’ne baş-ladık. Albümler dizimizin ilk kitabı Yalçın Didman’ın

Söyleşi: Erdinç Yücel - Vinyetler: Cem Özüduru

16 “Ayılı Adam: Eksi Seksen” isimli eseriydi. İkincisi, dergi sürecinde tanıştığımız ve birlikte çalışmaya başladığımız Cem Özüduru’nun özgün konsepti “Zombistan” oldu. Zombistan, Cem’in kafasında lise yıllarından beri oluşturup geliştirdiği bir öykü. İlk aşamadaki destansı metnin yayınlanabilir halde ele alınıp projelendirilmesinin ardından, çizim aşaması bir buçuk yıl sürdü. Bu arada belirtelim ki Cem, ülke-mizde çizgi romanı kitap forma-tında yayımlanmış en genç çizgi romancı oldu...

Draje: Türk sinemasında yaygınla-şan korku filmleri için ne düşünü-yorsunuz? Zombistan gerek kitap olarak, gerek muhtemel sinema uyarlamasıyla bu akımın neresinde duruyor?Murat Mıhçıoğlu: Sinemamızın bu yeni dönem korku furyasında kar-şılaştığımız yaygın bir huy, özgün olmayan kalıplar üzeri yor. “Dışa-rıda bir grup yaratık var, içeri girip bizi yiyebilirler” ya da “Biz asla dışarı çıkamayız çünkü zombi salgını var” demekle kalınmıyor çünkü. “Dışa-rıda salgın olmasaydı da bu insan-ların böyle korkuları ve çatışmaları olacaktı” üzerine gidiyor. Zombiler, karakterlerimizin tanımlanmalarını sağlayan bir çeşit anahtar unsur.. Türk korku sinemasında da ya da korku çizgi romanı adına yapılan birkaç çalışmada düşülen temel bir tuzak var. O da, genelde “dini korku” üzerine gidilmesi… Bir nokta-da tıkanan, işlemeyen bir şey bu... Çünkü eğer izleyicinin veya okuyu-cunun herhangi bir dini inancı yoksa, üretilen o korku artık ona seslenmiyor. Bence asıl korku, insanın içgüdüle-riyle alakalı. Bu kitapta da özellikle karakterlerin içgüdüleri, toplumsal etkileşimler ve zincirleme reaksiyonlar etkin. Toplumda ötekileştirilmiş olan-dan, “bizden olmayan”dan duyulan korku, zombi tehdidiyle açığa çıkıyor. Aynı zamanda, çeşitli mitolojilerdeki yaratılış efsanelerine uzanan bir tarafı da var kitabın. İlk kardeş katline ve

Adem’le Havva’ya kadar giden, ama bu eskimez öyküyü günümü-ze, daha doğrusu İstanbul’un zombi işgali altında geçen günlerine uyar-ladım.Murat Mıhçıoğlu: Ama şöyle güzel bir yanı daha var: Tüm bu bahsedilen çözümlemelerle hiç ilgilenmeksizin, yüzeyden yapılacak bir okumayla da okur bir tür özgün tatmin bulabilir. Çünkü, sessiz ve derinden gitmesine rağmen güçlü bir olay akışı da söz konusu.

“Bence asıl korku, insanın içgüdüleriyle alakalı. Bu kitapta da özellikle karakterlerin içgüdüleri, toplumsal

etkileşimler ve zincirleme

reaksiyonlar etkin.”

17 Cem Özüduru: Evet. Çünkü kitabı kurgularken her ne kadar alt metinler üzerine kafa yorsam da, önemli olan şey hikâyenin akıcı olması, sürprizler barındır-ması, güzel bir şekilde bitmesi, ilk okunuşta insana gayet he-yecanlı bir macera yaşatması, ama ikinci, üçüncü, dördüncü okuyuşlarda daha derinlemesi-ne işleyen örgülere, okuru daha derinlere indirebilecek merdi-venlere sahip olmasıydı.

Murat Mıhçıoğlu: Kitaptaki ka-rakterlerin herhangi biri, oku-run yapabileceği çözümleme-ye asla vakıf olamıyor. Onlar kitabın içindeki total bilgiyi an-cak parça parça ediniyorlar. Olayın kendisi, kitabın içinde bir kahramana dönüşüyor; tek tek karakterlerden daha an-lamlı hale geliyor… Bu arada, es geçmeyelim: Cem’in dini temelli korku üzerine söylediği şeyden manidar bir veciz de çıkarabiliriz. “İnsan ne kadar inanıyorsa, o kadar korkar.”

Draje: Son dönem Türk korku filmlerinde dini inanışların ve bizim dini figürlerin üzerinden gidilmeye çalışılıyor. Ama kul-lanılan kodlar pek “buraya” ait değilmiş gibi de görünüyor.Murat Mıhçıoğlu: Tabii şöyle bir şey de var aslında: Bugün daha ziyade Amerikan sine-ması aracılığıyla karşımıza çıkan bir sürü arkaik unsurdan bir kısmı pagan kültüre ka-dar gidiyor, bir kısmı ise daha ziyade Hıristiyanlıkla özdeş… Bunlar, o kültürün içinde çok eskiden beri temellenip, yerini bulmuş şeyler... Halloween mesela… Zaten var orada, yani Amerikan kültüründe. Bunlar sinema filmi yapılsın diye yaratılmış şeyler değil. Ama burada sinema veya edebiyat için bir korku kon-septi türetmek ihtiyacıyla insanlar geri dönüp bir sağ-lama yaptığında, yani “din/

gelenek/korku sinemaya nasıl bağlanır?”diye formül üretmeye çalıştığında, bizim dini pratiği-mizde çok da karşılığı bulun-mayan şeyler peydah oluyor. Her dinden korku filmi çıkar diye düşünmek de biraz absürd sanki. Mesela, Budizmin korkusu olur mu? Cem Özüduru: Hani, Müslü-manlığı kullanarak bir korku filmi yaptığınızda da o buraya ait bir

korku filmi olmayabiliyor. Yani Müslümanlıkta sizi korkutabile-cek şeyler, zaten şahit olduğu-nuz vakit “e ne yapalım sonuçta hepimiz ölmeyecek miyiz” gibi bir kadercilik anlayışıyla, tevek-külle karşılayacağınız şeyler… Bu anlamda çok da korkutucu değil. Müslümanlıktan aldığınız korku öğelerini Amerikan kor-ku türünden aldığınız kodlarla melezlediğiniz zaman, ortaya pek işlemeyen bir yapı çıkıyor. O kadar da korkutucu olmayan bir şeyle korkutulmaya çalışılıyor yani insanlar. Murat Mıhçıoğlu: İslam’daki Tanrı algısı, pek de o kadar korkunç ve gizemli değil. Tanrı’nın ken-disinden ziyade, onun adına iktidar kullananlar dehşet salmış-tır Doğu kültüründe.

Draje: Karanlıkta ateşin başın-da anlatılan cin hikâyeleri filan gayet korkutucu olabiliyor bizim için. Bunu kendi deneyimimiz-den biliriz çoğumuz. Peki, bu nasıl bir forma oturtulabilir ki? Cem Özüduru: Ama orada, karanlıkta anlatılan hikâyelerde bizi korkutan esas şey belki cinler filan değildir de karanlıkta olmak ve o hikâyeleri karanlıkta dinliyor olmak durumudur. Hikâyedense, atmosfer önemlidir çoğu kez. Doğa korkusu, ölüm korkusu gibi daha içgüdüsel olan üze-rinden gidilebilirse, daha işleyen hikâyeler çıkarılabileceğini dü-şünüyorum. İnsanları bir kitaba yazılmış olan şeylerle korkutma-ya çalışmaktansa, zaten içimize yazılmış olan şeylerin kullanılması daha çok işe yarayabilir.

Draje: Zombistan’ın bir anlamda üzerine oturduğu “öteki” konu-suna nasıl bakıyorsunuz?Murat Mıhçıoğlu: Ötekinden korkan bir toplum öyküsü var burada. Fakat, ötekiyle barış-ma süreci gibi şeyler de var bir yandan.

18Cem Özüduru: Doğudakinden batıdakine mesafeli yaklaşı-mı ve batıdakinin doğudakini küçümsemesi gibi durumlar da var satır aralarında… Ka-rakterlerin kendilerini ve karşı-larındakini tanıma sürecinde, diğer insanlara duydukları korku etken bir unsur... Bu hikâyenin psikolojik boyutuna inerken aynı zamanda felsefi anlamda bizzat “ölüm”ün bir grup insanı nasıl “öteki”leştirebileceğine de girdim. Öldükten sonra artık ya-şayan için “öteki” olan bir grup insan, politik olarak ötekileştirilen bir diğer grup insana paralel duruyor Zombistan’da... Murat Mıhçıoğlu:Anlamlıdır ki, Zombistan’da gerilimin ve çö-zümlemenin en tepe noktaya çıktığı sahne, zombilerin olma-dığı bir sahne. Okuyacaklar için sürpriz değeri taşıyacak bir şey, o yüzden çok ele vermeyelim, ama dramatik çatışmaların tepe noktasına “zombisiz” bir ortamda ulaşılıyor... Çünkü zombi salgını, insanlarda farklı tepkiler açığa çıkarıyor. “Sen de mi zombiler-den kaçıyorsun?” demek başka, “Sen de mi zombisin!” diye bak-mak başka… Kiminde empati ve yardım duygusu, kiminde şüphe-cilik ve kendi kabuğuna çekilme olarak tezahür ediyor “zombi paranoyası”. Cem Özüduru: Zaten kitapta bu paranoya ortaya çıktıktan son-ra, aslında zombi olmayan kişiler zombilerden daha fazla zarar verebiliyor bizim karakterlerimize.

Draje:Zombi filmlerini bir de zom-bi gözüyle izleyecek olsak yine de gayet korkutucu olabilir, değil mi? Bir takım insanlar geliyorlar ve senin beynini dağıtıyorlar, sırf sen beslenmek istedin diye…Cem Özüduru: “Bizi yanlış gösteri-yorlar” gibi bir takım protestolara kalkışabilirlerdi belki de. Ya da gerçek halimizi göstermiyorlar, hep bir takım şeylerin metaforu

olarak kullanıyorlar diyebilirlerdi.Murat Mıhçıoğlu: Zombilerin zombiliklerinden kaynaklı bir paradoks ortaya çıkıyor tabii burada. “Zaten ölmüşüz neden korkcaz” hali olabilir. Ölü eşek kurttan korkmaz derler ya… Zombistan’da şu durum söz konusu: Orada bir grup üniversi-teli genç var ve garip bir sakinlik içindeler. O sakinlikleri biraz “sos-yal zombi” olmalarından ileri ge-liyor. Yani durumu anlamıyorlar falan. Kitap için düşündüğümüz bir slogan da vardı. Sonradan kullanmaktan vazgeçtik ama kitabın o boyutunu güzel özetli-yor: “Evet, zombiler yavaş ha-reket eder ama Türk’ün aklı da başına geç gelir.” Çünkü hani zombi filmlerinde zombiler ağır hareket eder ve insanlar hızla kaçmaya çalışırlar ya; burada “dışarıda zombiler var hadi ka-çıyoruz” falan demiyorlar, daha yavaş hareket ediyor “canlılar” da… Cem Özüduru: Yani yavaş ha-reket eden bir toplum ama korkuyu sonuçta içinde yaşıyor. Deprem zamanında ya da bir takım başka olaylarda benim gördüğüm şey, insanların açık refleksler göstermektense korku-yu daha çok oturdukları yerden yaşamaları… Bence insanların gerçek bir korku nesnesinden kaçmaktansa oturup ondan korkmayı deneyimlemeleri söz konusu… Olayın niteliğini anla-mıyor henüz adam, o yüzden kaçmıyor da… Antilopların su içerken yaklaşan timsaha göz ucuyla bakmaları ama bir yan-dan da ondan kaçmak yerine su içmeye devam etmeleri durumu vardır ya, korkunç bir şeyin gel-diğini biliyor ama ne olduğunu bilmiyor. O yüzden orada duru-yor adam. Kitapta da salgın baş-ladığı andan itibaren karakterler; “şehirde şu anda olağanüstü bir durum var, biz de kaçmalıyız” durumunda değiller. “N’oluyo

ya!” durumundalar hâlâ… “Şehir boş biraz ya…” falan gibi bir laf-lar ediyorlar. O bence olayın içi-ne biraz daha gerçekçilik katıyor ve olayı biraz daha korkunç hale getiriyor. Çünkü çevrelerinde git-gide yayılan bir şey var ve şehrin sakinleri sakinliklerini koruyorlar.Murat Mıhçıoğlu: Bir ince alt metin, bir sarsaklık parodisi de var kitapta. Hani Amerikan sinemasında böyle bir fantastik durumla karşılaşılınca ortaya çıkan, “cin fikir” tadında kendini koruma planları, kaçma planları vardır ya, hani zekice şeyler… Zombistan’daki karakterler, ze-kayı devreye sokmak açısından zombilerle çok farklı düzlemde

19değiller. Sofistike kurtulma plan-ları ya da yüksek çözümlemeleri yok. Yani Amerikalıların gözüy-le bakılınca görülen zombi ve Türklerin gözüyle görülen zombi birbirinden farklı. Ama burada Cem Yılmaz filmlerindeki gibi “Türkler uzayda” ya da Türkler bilmem nerde gibi bir mizah un-suru söz konusu değil. Kitaptaki öykü zombileri maymuna çevir-miyor. Bunlar olurken zombiler saygınlıklarını koruyor. Zombilik ne de olsa saygın bir korku mü-essesesi…

Draje: Zombilerden bahsettiğiniz zaman bazı insanlar; “biraz ger-çekçi olun, bunlar saçma sapan

şeyler” diye tepki veriyor, değil mi?Murat Mıhçıoğlu: Ama asıl saçma sapan olan şey gün-cel politika ve ciddiye alınan boş bir sosyal yaşam… Gerçek olmayan bir sürü şeyi gerçek gibi algılıyoruz biz. Oturup bir ay boyunca ana haber bültenlerini izleyelim mesela. Çok acayip bir gerçeklik oluşur kafamızda. O değil ki gerçek!… Kurmaca unsurlar taşıyan pek çok yapıt, gerçeğe, yani “hakikat”e daha yakındır... Sam Raimi’den örnek verebiliriz. Türkçeye “Kara Büyü” olarak çevrilmiş son filmi “Drag Me To Hell”de bir lanetleme öy-küsü var. Lanetlenen kişi bir ban-kada çalışan genç bir kadın. Onu lanetleyen ise, “mortgage” ödemesini geciktirdiği için evi elinden alınan ihtiyar bir Rus kadın. Bu ihtiyar, borcunu öde-yebilmek için son bir uzatma istiyor. Müdürü, memure hanı-ma, istersen son bir şans verebi-lirsin diyor. Ama buna rağmen, kişisel yükselme ihtirasından ve bu uğurda katı olabilmek istedi-ğinden, ertelemeyi kabul etmi-yor banka çalışanı. Evi elinden alınan ihtiyar, bankacının üze-rinde eski bir büyüyü uyguluyor. Bu büyü, bankacıyı korku dolu birkaç günün ardından cehen-nemin derinliklerine çekecek!... İşte biz bu öyküde dini itikadımız-dan ötürü korkmaktan ziyade, içinde yaşadığımız ekonomik sistemin korkunç tarafını hissedi-yoruz. Filmi izleyen bir mortgage sorumlusu, benden çok daha fazla korkacaktır doğal olarak. Orada anlatılan spritüel güçlere, cehenemin dibine çekilmeye inanmıyor da olsa, sistemin da-yattığı işi gereği yaptığı şeylerin karşısındaki insanlarda ne kadar kuvvetli bir nefret doğurabildi-ğiyle, nasıl bir sorumluluk üstlen-diğiyle yüzleşecektir. Raimi’nin böyle bir filmi tam da bir mort-gage krizinin peşisıra çekmesi

boşuna değil. İnsan hayatlarının içinde gerçekten korkunç şeyler var. Orada evini kaybetmekten korkan bir kadının hayatı var. Hepimiz bir şeylerden korkuyo-ruz. Korku bizi ayakta tutan bir duygu. Korkmaktan vazgeçti-ğimiz anda bütün kalkanlarımızı indiriyoruz. Cem Özüduru: Korkunun kayna-ğı zaten kendimizi koruma ihtiya-cı. Dışarıdan gelecek bir tehdide karşı geliştirdiğimiz alarm sistemi-mizdir korku…

Draje: Peki ya doğaüstü?Murat Mıhçıoğlu: Doğaüstü bazen başka şeylerin, somut şeylerin metaforudur. Öte yan-dan, fiziki gerçeklik olarak gör-mediğimiz, bilmediğimiz, dene-yimlemediğimiz her şeyi de “bu kesin olarak mümkün değildir” şeklinde damgalamayı doğru bulmuyorum ben. Pozitivizm, en az mistisizm kadar uzaktır haki-kate... İnsanın hiç inanmadığı bir şeye bir öyküde yer vermesi onu orada sadece bir enstrümana dönüştürür. Gerçekte korkma-dığınız bir unsura dayalı öyküler türetirseniz, korkunun hakkını vermeniz de çok olası değildir. Cem Özüduru: Söz gelimi Exorcist’te korkunç olan, şeyta-nın kendisi değil, güvenli olan bir yerin artık güvenli olmaktan çık-ması. Kızın artık aynı kız olmama-sı… Evin artık içinde yaşanabilir, içinde kitap okunabilir, yemek yenebilir, rahat bir uykuya da-lınabilir bir “yuva” olmaması… Orası artık kötücül ruhların do-laştığı, kendinizi içinde güvende hissedemeyeceğiniz yabancı bir yerdir ev. Yani Exorcist’te, insa-nın hayatındaki kalelerin tek tek yıkılıyor olması, şeytanın kendisin-den daha korkutucudur. Murat Mıhçıoğlu: Exorcist’in bence çok ilginç bir özelliği de şudur. Oradaki şeytan çıkarma ritüeli Hıristiyan inancından alın-ma da olsa, çıkarılan şeytan eski

20 bir Sümer şeytanı olan Pazuzu’dur. Yani orada şöyle denilmiş oluyor: Din-sel anlatılara kötülük metaforu olarak sızan şeytanlar binlerce yıldan beri farklı kültürlerde yer alıyor. Sadece isimleri değişmiş. İnsan aklı, nerede yaşarsak yaşayalım, belli sınırlara ve çalışma prensiplerine sahip. Ve hep o sınırlar etrafında dönüp duruyor. Star Wars’daki Jedi’ların “Güç”ü ile diğer dinlerdeki tanrı figürleri birbi-rinden çok ayrı şeyler değil. Yine oradaki “Dark Side”a yönelmek de bir anlamda “şeytana teslim olmak” anlamı taşıyor.

Draje: Peki ya korkunun kendisi?Murat Mıhçıoğlu: Korkunun kendisini bir duygu olarak irdeleyen yapıtlar da enteresan tabii. Mesela H.G. Wells’in Kızıl Oda’sı korkmak üzerine bir korku öyküsüdür. Sinemada da Peter Weir’ın Fearless’ı aslında bir kor-ku filmi değil ama uçak kazasından kurtulan bir adamın yaşamış olduğu

korkuya ve o korkunun kendi zihnin-de açtığı pencerelere dairdir. Cem Özüduru: Batman konsepti de, tek bir adamın korku sayesinde ha-yatını nasıl mahfedebileceğine dair bir öykü anlatmaz mı zaten!

Draje: Korkunun sansürle ilişkisi hakkın-da ne düşünüyorsunuz?

Murat Mıhçıoğlu: Sansüre prensip olarak karşıyım. Şahsen “gore” tarzı şeylerden, yani korkunun sarkan bar-saklara ve kesik uzuvlara indirgendiği eserlerden pek hoşlanmam, senaryo zaaflarının bu şekilde örtülmesi yay-gındır çünkü, ama her yapım merak-lısına bir biçimde ulaşabilmeli... Tabii ki, üretimi sırasında gerçek gaddarlık-lar sergilenmemiş olması kaydıyla!... Bir de, bizim ülkemizde “düzenleme” ve “yayın politikası” gibi şeylerle ka-rıştırılıyor bazen “sansür”. Belirli yaşın altında çocukları bazı filmlerden uzak tutmak, sansür falan değildir.Cem Özüduru: Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak’ını seyreden bir çocuk düşünün! Tüm hayatı üzerinde korkunç bir etki yapabilir o film...Murat Mıhçıoğlu: Evet. Ömrünü mesnetsiz bir sıkıntı hali içinde, ağır tempoda geçirmesine sebep olabi-lir... Korku janrı dışındaki eserlerin de korkunç tarafları var tabii.

Draje: İnsanları fiziki olarak daha koru-naklı olmaya iten korku ile insanların ruhuna zarar veren korku arasında bir denge nasıl sağlanabilir?Murat Mıhçıoğlu: Çocuklarına köpek korkusu aşılayan bir aile düşünün. Aile çocuğa köpeğin onu koruyabilece-ğini söylemiyor. Isırabileceğini söy-lüyor. Burada istisnai bir tehlikeden

Cem Özüduru Korkutmaya Devam Edecek!Profesyonel çizgi romancılığa Rodeo Strip’in 9. sayısıyla 2005 yılında, henüz 18

yaşındayken başlayan Cem Özüduru, Zombistan’a gelene kadar çeşitli korku çizgi öykülerine yine aynı dergide imza attı. “Ayakkabılar” isimli çizgi öyküsünde,

derslerinde yeterince başarılı olamayan bir varoş çocuğunun yüzleştiği dehşeti konu alıyordu... “Bir Aşk Hikayesi” ise, Zombistan’ın girizgahı olarak da algılanabilecek

bir öyküydü ve metropol hayatının günübirlik ilişkilerini zombi mitosuyla kaynaştırıyordu... Halihazırda Studio Rodeo bünyesinde çeşitli kısa metraj çizgi roman

çalışmaları da yapan Özüduru, 2010 sonlarında çıkması planlanan yeni kitabında başka bir korku efsanesine kendi özgün yorumlarını ve öykülerini katacak...

http://www.zombistan.com adresinde tanıtıcı bir web sitesi de bulunan Zombistan, D&R, Remzi, Dost gibi kitabevlerinin yanısıra kertenpelex.com ve idefix.com gibi satış

sitelerinden de temin edilebiliyor.

21

korumak için çocuğun diğer canlılarla ilişkisini bozuyorsunuz. Günlük hayatımızda öyle kor-kunç detaylar var ki! Ev zannet-tiğimiz apartman dairelerinde yaşıyoruz. Fiziki olarak korunaklı geliyor olabilirler ama ruhumuzu derinden yaralıyor o beton blok-lar. Bakın, kimi belediyeler plastik palmiyeler dikiyor sağa sola. Bence bu gerçekten korkunç bir şey. İnsanlar artık sahte ha-yatlar yaşamaya başladıklarının ayırdında değiller. Ev diye bildiği şey betondan, sokak sandığı şey çamurlu bir araba yolundan ibaret olan, doğal çevresi pislik ve plastikten ibaret bir çocu-ğa, sokağa çıktığında gördüğü köpekten korkması gerektiğini aşılıyorsan, o çocuğa gerçekten mutluluk verebilecek her şeye ta en baştan ket vuruyorsun demektir... Asla bir köpeği ok-şayamayacak olmak, bir köpek tarafından ısırılmaktan daha az korkunç değil!... Güven duyma-mız gereken şeyler üzerinden kurulan metaforlar ilginç: Dario Argento’nun Suspira’sındaki bir sahne çok çarpıcıdır mesela. İzleyici dışarıdan gelecek bir teh-likeyi gerilim içinde beklerken, kör adama kendi rehber köpe-ği saldırır... Sinema ya da çizgi romanda korku türü açısından istisnai olan ve içerden gelen tehdit çok şaşırtıcı olabilir. Aile içi şiddet de böyle bir kavramdır.Cem Özüduru: Anne ya da babadan gelen şiddet, tam da çocuğu koruması gereken kişi-lerden kaynaklı olduğu için, yine bütün kalelerin yıkıldığı bir du-rumu gösterir ve çok korkutucu olabilir. Parents diye bir film var mesela. Orada anne ve baba yamyamdır. Bir takım korkunç işlerle uğraşmaktadırlar. Çocu-ğunsa bunlardan haberi yoktur. Bir Amerikan banliyösünde ço-cuğun korkusu uzaylı istilası, dı-şarıdan gelecek başka herhangi bir şey falan değil de, mutfaktan

gelen garip sesler olmaya başlı-yor. Bizzat anne ve babası korku nesnesine dönüşüyor.

Draje: Peki biz sıradan insanla-rın korku nesnesine veya korku kaynağına dönüştüğü hallerden bahsetmek mümkün mü?Murat Mıhçıoğlu: Elbette. Üze-rine çok düşünmediğimiz bazı halleri hatırlayalım. Mesela kurban bayramı olgusu çok çapraşık bir şey. Hayvanların gözünden baktığımızda ne ka-dar dehşet verici… Hayvanları samimiyetle sevdiği halde inanç gereği onları kesebilen ya da bunu izleyen insanlar da ger-çekten var. Çünkü orada çok farklı dinamikler mevcut. Yakın zamanda internette çok duyu-lan satanist kız meselesini düşü-nelim. Kız yavru bir kediyi kesmiş, parçalamış falan. O tartışılırken bazı insanlar “koyun da kesiliyor, ikisi aynı şey değil mi”ye getiriyor olayı. Aynı şey değil! Hayata bu kadar düz mantıkla bakamayız... Algılarımızı ve vicdani yaklaşım-larımızı şekillendirmiş olan bir so-mut gerçeklik, içinden sıyrılmaya çalıştığımız ya da çalışmadığımız bir kültür örgüsü de var elbet-te!... O da kurban bu da kurban dediğin vakit, bitkisel hayata gir-miş insanları da Afrika’daki açlar yesin diye kesip yollayabilirsin bu mantıkla. Her şeyi aşırı rasyonel bir bakışla değerlendirdiğinizde bu zeminsizlik ortaya çıkıyor. Ko-yunun kesilmesi de korkunç bir şey tabii, ama bir kızın tutup da bir kediyi kendi elleriyle kesmesi, kültürel bir pencereden bakıldı-ğında bambaşka!... Daha kor-kuncu, belki de şu. Televizyonda bir uzman, “ne yaparsak kan-sere yakalanmayız?” sorusuna cevaben hayvanların büyüdük-çe çok fazla kanserojen etkiye maruz kaldıklarını söylüyor, o yüzden körpe, yavru hayvanları kesip yememizi öneriyor. “Vam-pir” deyince benim aklıma tam

da bu yaklaşımdaki insan geliyor işte! Vampirlik bu anlayışın me-taforudur. Adamın böyle bir şeyi önerebiliyor olması, kanserden daha korkunç geliyor bana. Bir hayvanın, natürel hayatını yaşayabildikten sonra, olabile-cek en az acı verilerek ve ileri bir yaşında kesilerek yenmesi bir noktada anlaşılabilir bir şey. Ama yapılan öneriye bakın ki kanseri önlemek adına hayatını yaşamamış yavru bir hayvanın kesilmesi tercih edilmeli deniyor. Bu, insanı ruh kanseri edecek bir yaklaşım. “İdeal dünya” tanımın-da bir çarpılma var. İdeal dün-yalarımız, kafamızın içinde bir yerde sürekli durması gereken fikirlerdir. İdeal dünya, korkunun ve dehşetin kurmacada kaldı-ğı, tabiatla barışık yaşanabilen, güvenliğin olduğu ama özgür-lüğün güvenlik yüzünden bloke edilmediği bir dünya değil mi? Bir sürü sorunlu şeyi görmezden gelip, kurtarılmış adacıklarda sürdürülen yaşamı ideal dünya diye yutturmayı başardıklarında, küçük hayatlarımızın dışındaki her şey birer korku objesine dönüşür.

Draje: Okurlarımız için üç kitap önermenizi istesek...Cem Özüduru (yeniler ve klasikler olarak iki ayrı kategoriden üçer kitap öneriyor)Yeniler:1. Soğuk Deri (Albert Sanchez Pinol )2. Kazancı Yokuşu (Ferhan Şen-soy)3. Harry Potter and the Goblet of Fire (J. K. Rowling)Klasikler:1. Dracula (Bram Stoker)2. Gecenin Sonuna Yolculuk (Louıs Ferdinand Celine)3. Surname (Aziz Nesin)Murat Mıhçıoğlu:1. Sis (Miguel de Unamuno)2. Kum Kitabı (J. L. Borges)3. Yıldızın Parladığı Anlar (Stefan Zweig)

22

“2’YE 1”Emre Alettin Keskin - [email protected]

GÜNDÜZÜN kArANLIĞI GÜNDÜZÜN KARANLIĞI

23

Gecenin gündüzden bir miktar ödünç aldığı ışık, evlerin üzerine tüm parlaklığıy-la vuruyordu... Karşıdaysa deniz kabarık

ve laftan anlamaz haliyle, üzerinde yüzen küçük yelkenliyi yutmak ister gibiydi. Rüzgar, Güliver’in devler ülkesinde karşılaştığı koca adamların uyku sırasında çıkardıkları horlamaya benzer sesler çı-karıp, uğultusuyla gecenin sessizliğini bozuyordu. Böyle bi gecede kimse dışarda olmak istemezdi, olanlarsa kurada adı çıkmamış, payına gecenin soğuğunda koca bi boşluk düşmüş olanlardı. O gece yeni bir yıla girilecek olması, durumu pek fazla değiştirmiyordu. Nasıl ki diğer günler aynı sıradanlıkla yaşanıyorsa yeni gelecek günler için de özel bi karşılamaya gerek duymazdı burda yaşayan insanlar. Tek tük bikaç evden sıcak et kokuları gelir, mutlu şen kahkahalar duyulurdu.

Belki de yeni yıl akılda kötü hatıralar bıraktığı içindi bu umursamamazlık. Yaklaşık on yıl önceydi yaşananlar ve akıllardan söküp atılmak istenir gi-biydi tüm olanlar. Gerçi o evde, on yıl önce neler yaşandı kimse tam olarak bilmiyordu. İşi korkaklı-ğa vurup konuyu hiç açmayanlar çoğunluktaydı.Korkuları onları sus pus insanlar yapıvermişti. Bun-dan yıllar önce bi gece yarısı gelip o eve taşınan adam ve o genç kız bikaç yıl sonra bir yılbaşı gecesi de aynı tuhaflıkla gidivermişlerdi. Gidişleri, gelişleri kadar sessiz olmamıştı.

Kimsenin bahçesine dahi girmediği o evin çevre-sinde bu yılbaşı gecesinde, soğuğun sıcağa inat varlığını hep sürdürdüğü o havada bi karartı geçti duvarın kenarından.Gelip duvara yaslandı bek-ledi birkaç saniye. Siyah bi kaban vardı üstünde, gözünün biri hafif kısıktı. Uzun zamandır sakal tıraşı olmadığı her halinden belliydi; böyle olmasına rağmen saçları gayet muntazam kesilmişti. Yıllar-dır ışık yanmayan bu evin penceresinden başını uzatıp içeri bakmaya çalıştı. Görebildiği sadece koyu bir karanlıktı. Cebinden el fenerini çıkarıp

pencereye doğru tuttu. İçerde bikaç koltuk, yerdeyse üstündeki tozdan neye benzediği bile anlaşılamayan halı gibi birşey duruyordu. Eline bi taş aldı, olanca hızıyla balkonun kapısına fırlattı; içeri girmek için başka şansı yoktu. Kırılan camla-rın üzerine basıp içeri geçti. Bişiler arar gibi bi hali yoktu, gidip koltuğun birine oturdu, bi süre hiçbişi yapmadan öylece kalakaldı. Sonra yere eğildi, elindeki feneri tahtaların arasına tuttu, tahtanın birini kaldırdı. Hala orda duruyordu, kimsecikler dokunmamıştı narin bedenli güzel kızın fotoğrafı-na. Üzerindeki kan lekesi nasıl da gözlerin üzerine denk gelmişti. Genç kızın gözyaşı kan olup akmıştı sanki ve akarken resmi tutan nasırlı elleriyle kızın o güzel bedenine bikaç darbe savurmuştu. Bunu neden yaptığını şimdi bile bilmiyordu. Kaçıyordu kimsecikler bulamasın diye yıllardan beri. Korku-yordu, insanlara on yıl önce olanları teker teker, bi daha bi daha anlatmaktan. Korkusu kapalı kapılar ardına girip orda çürümek de değildi.

Ağzını açıp bi kelime bile etmemişti yıllardan beri, şimdi de edemeyecekti. Hali kalmamıştı, içinde bi yılan vardı ve her an her dakika onu sokuyor-du sanki. Kanı zehirleniyor, ölmüyor; acı çekiyor, kıvranıyor, bitip tükeniyor ama ölmüyordu. Ölse bitecekti bu işkence; bitmesi için gelmişti o gece o eve. Gözlerini kapadı, bi ses duyuldu gecenin karanlığında, o gece son defa o evde. Saat yeni yıla girmişti, gökyüzünde yıldızlar yere düşecek gibiydi. Hepsi tutunurken gökyüzüne, içlerinden sadece bi tanesi, en sönük en bitik olanı düşüver-di. Karanlığın içinde sürüklenip gitti.

Yazı: Esra Erdem - E-mail: [email protected]

Esra kızımız diyor ki: Âlemin mutlu mesut yılbaşı hazırlığı yaptığı yeni yıla bir hafta kala yazdı Esra

bu yazıyı. İzlediği birkaç filmden de, okuduğu birkaç kitaptan da etkilenmedi. Etkilendikleri neydi

onu da bilememekteydi. İlla ki bir şeyden de etkilenmesi gerekmezdi. Esra kızımızın en büyük fobisi hobilerinden birini yitirip yerine gereksiz bi

fobinin alması imiş bu arada.

İsviçreli bilim Adamı Açıkladı

DÜNyA’DA HAyAT İzİNE rASTLANAmADI

Habe

r: Ha

yriy

e G

ülle

- E-

mai

l: as

para

jans

@gm

ail.c

om -

Fot

oğra

f: A

s Pa

raja

nssıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak

İnsanlık Ölmüş Uzun yıllar boyunca sürdürülen araştırmaların 23 Ocak gecesi sona erdiğinin

duyurulduğu açıklamada şu sözlere yer verildi: “Çeşitli bitki ve hayvan türlerinin soylarının tüken-

me hızı hakkında yapılan bilimsel incelemelerimiz şaşırtıcı sonuçlarla karşılaşmamıza sebep oldu. Türünün devamlılığı açısından sınır değerlere ulaşan canlı türlerinin kendilerini korumaya al-

24

Yeryüzündeki yaşamın kaynağına dair efsaneler insanlığı uzun bir süredir meşgul ediyor. Aynı şekilde kıyamet senaryoları ve büyük yok oluş öyküleri de tüm insan topluluklarını her zaman meşgul edegelmiştir. Ani ve toptan yok oluş senaryolarının neden bu kadar çok rağbet gördüğü üzerine düşünülmesi gereken bir konu olabilir. Ancak As Parajans muhabirlerinin Albert Einstein’la röportaj yapmak için gerçekleştirdikleri bir ruh çağırma seansı sırasında başka bir medya organı ile söyleşi

Adını açıklamak istemeyen İsviçreli bir bilim adamının 24 Ocak 2010 günü yaptığı açıklama kamuo-yunda şok etkisi yaptı. Yapılan yazılı açıklamaya göre uzun yıllardır yapılan çok gizli bilimsel deneyler sonucunda artık Dünya’da hayat olmadığının anlaşıldığı belirtildi. Yıllardır uzayda hayat olup olmadı-ğını araştıran bilim adamlarının gaflet içinde bulunduğunun belirtildiği açıklamada araştırma yöntemi ve kaynaklar hakkında herhangi bir bilgiye yer verilmedi.

İsviçreli bilim Adamı Açıkladı

DÜNyA’DA HAyAT İzİNE rASTLANAmADI

sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak

mak için değişik savunma refleksleri gösterdikleri ve biyolojik varlıkları yok olduktan sonra da canlı taklidi yapmaya başladıkları gözlemlendi. Aynı durumun insanlar için de geçerli olup olmadığını araştırdığımızda ise insan taklidi yapan pek çok yaban armudunun varlığına rastladık. Bu sıra dışı duruma mercek tuttuğumuzda ise bir tür makro virüsün yeryüzündeki yaşamı ele geçirdiğini anla-mış olduk.”

Son Darbe Türkiye’den Söz konusu araştırmanın pek çok ülkede tekrarlandığını vurgulayan

bilim adamı; 23 Ocak gecesi İstanbul’da insan taklidi yapan kokuşmuş bir maymunun tesbit edilmesiyle araştırmanın sona erdirilmesi kararı alındığını belirtti. Söz konusu makro virüs, diğer bitki ve hayvan türlerine bulaşmak için izlediği yolları çeşitlendirirken, insanları klişe sözlerle kendisine benzetmeyi başarıyor. Bir tür zombi salgını olarak da niteleyebileceğimiz yok oluş sürecinin tam ola-rak ne zaman başladığı bilinemese de kısa bir süre önce tamamlandığı da alınan bilgiler arasında.

Hayat mı bu? Söz konusu virüsün diğer türdeş-leriyle iletişim kurmak için kimi parolalar geliş-

tirdiği de alınan bilgiler arasında. Yapılan deşifras-yon çalışmalarında bu parolalardan en yaygınının “Hayat mı lan bu!” sözü olduğu öğrenildi. İnsan-ların bu tehlikeli virüs tarafından ele geçirildikten sonra yaşamlarını sürdürdükleri zannıyla ortalıkta boş boş dolaştıkları, kendilerini hipermarketlere attıkları ve sahte ilişki ağları türettikleri de belirlen-

di. Vicdan, vefa, adalet gibi yaşamsal belirtilerin kaybolmasıyla birlikte derin bir akıl karışıklığının baş gösterdiği, yanlışın doğru, ölünün canlı ve bit yavrusunun da adam sanılmaya başlandığı göz-lemlendi. Bu sürecin sonunda biyolojik varlığı sona eren canlıların bir süre daha hayatta oldukları zan-nıyla hareket ettikleri de alınan bilgiler arasında.

Virüs Nedir? Latince zehir anlamına gelen virus sözcüğü ile tanımlanan virüsler kendi me-

tabolizmalarına sahip olmayan, ancak yapıştığı organizmaya kendi genetik materyalini aşılayarak varlığını sürdüren inorganik yapılardır. Adını açık-lamayan İsviçreli bilim adamına göre yapışkan ve karaktersiz insanların bu denli yaygın olarak orta-ya çıkması insanlık için uyarıcı olabilseydi bugün Dünya’daki hayatın yok olduğunu üzülerek tesbit etmek zorunda kalmayacaktık.

Dünya’da Matem Havası Araştırma sonuçlarının kamuoyuna sunulması ile birlikte herkesi kap-

layan dehşet dalgası yerini yavaş yavaş mateme bırakmaya başladı. Ortaya çıkan vahim tablo kar-şısında adeta nutku tutulan insanların toplu olarak evlerine çekildikleri gözlemlenmekte. Münih Sanayi ve Ticaret Odası sözcüsü Münip Baş tüm üyelerini insanlık için gıyabi cenaze namazına çağırdığı bir açıklama yaparken, “Ancak bu elim gelişme bizleri umutsuzluğa sevk etmemeli, ekonomik gösterge-lerin bozulmaması için insanlığın gıyabında kılaca-ğımız cenaze namazının ardından hep beraber alışverişe çıkmalıyız” dedi.

25

için öte dünyadan gelen Michel Foucault adresi şaşırarak muhabirlerimizle görüşmüştür. Bu mülakat sırasında Foucault kıyamet senaryolarının hakikatle örtüşmediğini belirterek “Kelimeler ve Şeyler” isimli kitabını referans göstermiştir. “Kelimeler ve Şeyler” isimli eserinde “İnsan Öldü!” diyen Foucault’nun haklılığı “Dünya’da Hayat İzine Rastlanamadı” başlıklı haberimizle teyit edilmiş bulunmaktadır. Haberin öncü gücü As Parajans gururla sunar.

26Ut

ku A

tala

y h

ttp:/

/dra

mod

.dev

iant

art.c

om ”

EYES

ARE

CLO

SED

BUT S

OUL

...”

27

AyNA

renksiz bir gökyüzüyle uyandım bu sa-bah ilk defa, Orhan Veli’nin Dalgacı Mahmut’u boyamamıştı gökyüzünü

masmaviye ben uyanmadan. Camı açıp derin bir nefes aldım uykum açılsın diye. İstanbul’u din-ledim kimse uyanmadan, İstanbul’u izledim kimse kirletmeden ve farkına vardım ki elimdeki mavi tonundan daha canlısını hak ediyordu. Galiba suçun sende olduğunu yavaş yavaş anlıyordum. Sana karşı içimde hissettiğim duyguların zıtlarıyla var olup bunları sana farkında olmadan yansıtı-yordum. Hep aynı verilmiş sözlerin aksine sessiz-liğimin de seni sevmemesi gerekiyordu. Sende gördüğüm duyguların bana yansıttığı; usta bir şairin şiiri gibi değil de küçük bir çocuğun elindeki boya kalemleriyle boş sayfaları karalaması gibiy-di. Bu sevgiye verdiğin kadarıyla hak ettiğin tek satırlık bir şiir olabilirdi ama sana yazdıklarım asla kitaplara sığmazdı.

Yazdığım her kelimedeki korkaklık, gerçekte beni üzdüğün gerçeğini değiştirmeyecek olsa da sana yazdığım bu beyaz sayfaların kalbinde kirlene-

rek yer almasını istiyorum. Yazılanlarda hissettiğin duyguların gerçek hayatta sana yansıtmak isteyip de yansıtamadığım duygulardan iz taşıması benim için çok önemli. Bu okuduğun ve artık sonuna çok yaklaştığın sayfaların ayna olduğunu sakın unut-ma. Nasıl görmek istiyorsan öle görmeni engelle-meyecek ama gerçekleri acımasızca yansıtacak. Yansıtırken kalbin acısa bile aynaya doğru korku-suzca bakabilirsen bütün duygulardan arınmış bir şekilde, küçük bir parçanın seni mutlu edeceğini göreceksin. O küçük parçanınsa benimle yüzleş-meye korktuğun şeylerde saklı olduğunu biliyorsun. Parlak yıldızların aşktan yoksun gecelerde uzakta duruşlarını niye severim biliyor musun ? Çünkü on-lara bakıp seyrederken uzaklıklarını fark ettiğimde beni rahatsız etmeyeceklerini bilirim. Bir akşam eğer çıkarsan uzan bir yere, gökyüzündeki yıldız-lara bir süre bak. Sahildeyken fazla görememiştik ama o akşam fazla yıldız olacağından eminim. Uzandığında bir tanesi kayarsa, keşke ile başla-yan bir dilek tutarsan, inan tam tersini tuttuğum dileğim gerçekleşmiş olacak…

Yazı: Cem Vurnal - E-mail: [email protected] - İllüstrasyon: Hayalcan İncesağır

44

“4’LÜ KAÇANA AĞIT” Emre Alettin Keskin - [email protected]

45

“4’LÜ KAÇANA AĞIT” Emre Alettin Keskin - [email protected]

minik draje minik draje minik draje minik draje minik draje minik draje minik draje minik draje minik draje minik

korkAk bADİ VE PErİ

Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde Badi adında karanlıktan çok korkan bir ör-dek varmış. Badi bu sebeple hep anne ve babasının yanında yatarmış.

Bir akşam babası Badi’ye:- Oğlum bugün odanda yat. Biz sana o odayı süs olsun diye yaptırmadık, demiş.Badi mecburen bunu kabul etmiş.Badi bir türlü uyuyamamış. Tir tir titreyerek uyumaya çalışıyormuş. Birden bire odanın ortasında bir ışık topu oluşmuş. Işık topunun içinden güzeller gü-

zeli bir peri çıkmış. Badi buna çok şaşırmış. Periye:- Sen de kimsin, diye sormuş.Peri:- Ben korku perisiyim. Hayvanlar nelerden korkuyorsa korkmamalarını öğretirim, demiş ve Badi’ye bir lamba ver-miş:- Bunu ne zaman korkarsan aç, demiş.Peri ortadan kaybolmuş. Badi lambayı bir hafta kullanmış. Çünkü Badi artık karanlıktan korkmaması gerekti-ğini öğrenmiş.

Yazı: Ceren Gül Çıtak – 3. Sınıf Öğrencisi - İllüstrasyon: Ceren Gül Çıtak

30

minik draje minik draje minik draje minik draje minik draje minik draje minik draje minik draje minik draje minik

ELVİS’İN rÜyASI

Bir gün Elvis evinde uyuyormuş. Rüyasında şeytan görmüş. Ve rüyasında ölmüş. Sabah kalkmamış çünkü ölüymüş. Aslında herkes Elvis’in hastalıktan öldüğünü zannediyor. Ama böyle öldü.

Yazı: Deniz Ada İncesağır – İlkokul 3. Sınıf Öğrencisi - İllüstrasyon: Deniz Ada İncesağır

31

y ağmurun ahvaliyle dolmuş gökyüzü, Dos-toyevsky gibi karakterleri-ne şefkatli davranmamış

stoik bir edayla; oysa kalabalığıyla totemler kırmış pitoresk kalpleri. Gördüğün, yarattığın, bulunduğun kainat sensin! Otuz taşlı, iki zarıy-la tek atan hayalet kitleler, aynı köşeden taş çalarken, haklı haksız gibi bir tartışmadan sonra gözardı edilenlerle, kaybettiriyor taraflara. Ne kalıyor tenimizdeki Makyavelist düşmandan başka?

Bu diabolik sembolizm sadece insaniyetin kendi-ni yüreğinde bağışlaması, kendini affederek bütünlüğünü sağlaması hakkında. İnsan kendini unutur-sa mutlu olur deyişleri doğru mu? Yaşayan ölülere türbedarlığa devam mı? Orta yaşlı bir adamın dudaklarındaki bilgelikle, genç bir kadının pürüzsüz yumuşak teninin karşılaştırmasıyla süzülen hedonist-ler, koalisyonlarıyla şirketokrasilerinin paradigmatik olgusunu kavrayabi-

lirler miydi?

32ProToTİP mANİk

DEDE ! kENDİNİ SÖmÜrmE SANATI rEHbErİ”

Yazı: Çağla Elektrikçi - İllüstrasyon: Çağla Elektrikçi E-mail: [email protected]

Her dönemin kendine ait karamsarlık tuzakları ve dayatmaları var kendini özetleyen. Terör yalnızca teröristlerin elindeki bir silah, bir yasak yayın, hele bir yazı makinesi, bir bildiri hiç değildir. Terör can alıcı olma-yabilir, ama her zaman kan kusturucudur, susturucudur, boyun eğdiri-cidir. Bilinçli terör, insanı eğlendirerek, oyalayarak, donanımsızlaştıran eyleme denmelidir. Oksitosin diye tanımlanan, aldatılsak dahi korkuyla ilgili beyin bölgesini baskılayan, bahsi geçen hormon yeni bir araştırma değil.

Uygarlığın sonu, gezegeni kasıp kavuran hastalıklar, açlık, savaşlar, yı-kıntıların arasından kendilerine yeni baştan bir yaşam kazıyıp çıkarma-ya çalışan bir avuç insan edebiyat ve sinema dünyasıyla kavruluyor. Öyle görünüyor ki bir toplum, belli bir karmaşıklık düzeyini aştıktan sonra giderek daha kırılgan bir hale geliyor ve sonunda öyle bir noktaya ulaşıyor ki, küçücük bir değişim ya da uyarıcı, herşeyi yerle bir etmeye yetiyor. Kimileri kaçınılmaz olarak gördükleri çöküş sürecini nasıl yöne-tebileceğini mazoşist kitlelere bırakıyorlar; başımıza o kadar taş yağmış olacak ki, manik depresif dedeler nymphetamine’le bulandırılmışken en azla yetinmeyi, tek korkacağımız ‘’prototip’’in kendimiz olduğunu öğretemiyoruz.

Bilinç, içeriğinde tek bir cümleyle açıklanamayacak kadar çok şey ba-rındıran karmaşık bir kavramdır: Tıpta genellikle kişinin duyusal uyaran-ları algılayıp çevresiyle etkileşim içine girdiği uyanıklık durumu olarak tanımlanır. Bu kavram, aynı zamanda, acı çekme, isteme, düş kırıklığı-na uğrama gibi yaşamsal deneyimlere açık olma durumunu karşılayan bir anlam da içermektedir. Yaşadıklarımızdan, algıladıklarımızdan öğ-rendiğimiz bilgileri belleğimizde saklayabilme yetisi, başkalarının duygu ve düşüncelerini, kendimizi onların yerine koyarak anlayabilme beceri-si, dış dünyada olup bitenlerin farkında olabilme durumu, bilincin öteki ögelerini oluşturur. Velhasıl, dış dünyayı nasıl, kendimizi nasıl anlıyoruz?

Şalterleri indirelim artık. Gün boyu zihinleri meşgul eden meseleler özel hayatta da yakaları bıraksın. İşyerinde olmasak bile ‘’kendini sömürme sanatı’’ pek tabi devam etti hikayelerle; bize ise deregülasyonlarla bir çift oksitosin, iki çift amigdala, üç çift dorsal striatumun ne ettiği kaldı.

Oksitosin*Affedişin, unutuşun ve güvenin hormonuAmigdala*Korku,vb psikozu oluşturan beyin bölgesiDorsal Striatum*Hatalardan ders almada devreye giren başka bir böl-ge.

33

ProToTİP mANİk DEDE !

kENDİNİ SÖmÜrmE SANATI rEHbErİ”

Çağla’nın sayfasında kullanılan illüstrasyonlardan portre olanı Çağla’nın Leo adlı köpeği iken, diğeri Kuzey Kıbrıs Girne çemberindeki en sevdiği büsttür. Çağla’nın umudu, konuşmadığımız zaman içerisinde her şeyin

huzurla güzelleşmesidir. Didaktik deneme, üç saatlik tren yolculuğu esnasında, henüz ayağının şeklini alamadığından canını acıtan botlar

eşliğinde evine doğru yürürken, “kaka”liter İngiltere’nin soğuğuyla, Smiths’ten “Still i’ll” şarkısı semptomlarıyla yazılmıştır.

34

HAz

35

Yazı: Alper Günay - E-mail: [email protected]İllüstrasyon: Hayalcan İncesağır

Çok fazla olmadı. Üç gün öncesi pazarte-siden bahsediyorum. Gördüğüm şeyler hayal gücümle yaratamayacağım kadar

saçma, rüyalarımda göremeyeceğim kadar deliceydi. İnanmak istemedim bir an ama her şey o kadar canlı ve gerçekti ki inanmamak için aptal olmak gerekirdi. Yürüdüğüm yollardan hiç araba geçmediğini fark ettim önce. Zaten çok kimse araba kullanmaz bu şehirde. Belki de nüfu-sun onda birinde bile araba yoktur. Ama o gün saatlerce araba geçmedi o yoldan. Gördüğüm tek tük bitkilerden ve bir iki kuştan başka canlı da görmedim bir süre. Ama ilerledikçe çok kötü bir şeye yaklaştığımın farkındaydım. Bir müddet sonra ilerde bir topluluğun bir şeyler yaptığını fark ettim. Bir şeyler yaparak yavaşça ilerliyorlardı.

Bir panik havası var sanki orada. Onlara yak-laşmak için biraz daha hızlandım. Ve yeterince yakınlarına geldiğimde hiçbirinin üzerinde kıyafet olmadığını gördüm. Ama asıl beni ürperten konu vücutlarında fark edilen, çok büyük olmayan yaralardı. Gruba iyice yaklaştığımda orada neler döndüğünü tam olarak kavrayabildim. Orada bulunan herkes birbirini yiyordu. Kimse kimseyi engellemiyor, sıradan bir homurtu dışında ses çıkarmıyorlardı. Birbirlerinin kollarını, bacaklarını, sırtlarını ısırarak ağızlarındaki parça bitene kadar yürümeye devam ediyorlar ve başkalarının da kendilerini gelip ısırmalarını bekliyorlardı. Grubun içinden bazılarının beni gördüğünü fark ettiğim-de bunu yapmak istedim, ama beynim bir türlü

ayaklarıma koş emrini vermiyordu. Belki de beni görenlerin bir tepki vermemesinin verdiği rahatlık-la geriden onları takip etmeye başladım. Nereye gittiklerini nerede duracaklarını bilemiyordum. Sadece anlamsız bir takip isteğiyle onların pe-şinden yürüyordum. Çok geçmeden içlerinden birinin yavaş yavaş dengesini yitirmeye başladığı-nı gördüm. Sallandı sallandı ve yere düştü. Hala gruba eşlik etmeye çalışıyordu ama. Kimse onu kaldırmaya çalışmadı. Herhangi birinin o yere dü-şenin farkına vardığından bile emin değilim. Son bir güçle yanından geçmekte olan birinin baca-ğına sarıldı. Tuttuğu hiç oralı olmadı. Sanki baca-ğında birini taşımıyormuş gibiydi. Bacağındaki, o yürüdükçe sürünüyordu ardı sıra. Yaptığı son şey tuttuğu bacaktan son bir ısırık almak oldu. Ağzı-na göre bir lokma koparmayı başarınca tuttuğu bacağı bıraktı en sonunda ve yerde öylece kaldı. Daha sonra hareket ettiğini görmedim. Grup ora-dan uzaklaşınca yerde yatanın yanına yaklaştım.

Genç bir kızdı. Bembeyaz bir teni ve gerçek kızıl saçları vardı. Çok fazla ısırılmıştı. Taze vücudunda çok fazla yara izi vardı ve buna daha fazla da-yanamayıp vazgeçmişti. Ölmüştü. Ama yüzünde şu anda size anlatmakta zorlanacağım garip bir mutluluk vardı. Yüzümü ani bir kıskançlık duygu-su kapladı. Ben hayatımda hiç bu kadar mutlu olamamıştım. Bu kız nasıl bu kadar mutlu olabilirdi. Birden beynimin içinde bir uğultu yankılanmaya başladı ve gitgide yükselerek dayanılmaz bir hal aldı. Sebebini bilmiyordum. Gruba baktığımda bir

36hayli uzaklaşmış olduklarını gördüm. Ayağa kalkıp onları takip etmeye devam etmek istedim ama bacaklarımın son derece uyuşmuş olduklarını hissettim. Bacaklarımdan başlayan bu uyuşukluk bütün vücudumu sardı sonra. Beynimdeki uğul-tu ve bedenimdeki uyuşukluk o kadar çok acı veriyordu ki bana, bunun yerine ölmeyi bile tercih edebilirdim. Daha sonra her nasıl olduysa ayağa kalkmıştım bir şekilde. Ama bu sefer bunu ben istememiştim. Beynim kendi kendine kararlar alıp vücudumu yönetmeye başlamıştı. Daha sonra gruba doğru koşmaya başlamıştım. Bunun çok tehlikeli olduğunu biliyor ama engel olamıyor-dum kendime. Biraz ilerde başka bir kadının daha dayanamayıp öldüğünü gördüm. O da çok fazla yara almıştı. Koşarak geçtim yanından. Gruba iyice yaklaşmıştım. Birden durup soyunmaya baş-ladım. Beynimin beni de o grubun içine sokmayı

planladığını anladım. Yaptıklarıma hiçbir şekilde engel olamıyordum. Bu durumdan kurtulmamın hiçbir yolu yok gibi görünüyordu benim için. En sonunda bir şekilde o grubun içinde buldum ken-dimi. Hatta bir anda o kadar çok saldıran olmuştu ki, vücudumda onlarca yara açılmıştı bile. Her yerimden kanlar akıyordu ama vücudumun her yeri uyuşuk olduğu için hiç acı hissetmiyordum. Şimdiyse sıra bendeydi. Bu yapılan şey her ne amaçla yapılıyorsa şimdi benim yapmam gereki-yordu. Önümdeki kadının sırtına diktim gözlerimi. Zayıf sayılmazdı. Ama yinede çok alımlı bir ka-dındı. Bembeyaz teni kıpkırmızı yaralarla kaplıydı. Ve en sonunda yapabildim; ısırdım onu. Büyükçe bir parça kopardım. Ve çiğnemeye başladım. O an yaşadığım hazzı anlatabilmem imkansız. Çok

büyük bir mutluluk yaşıyordum. Öyle ki bir daha-ki ısırık için sabırsızlanıyordum. Ve inanması güç ama her ısırıkta aynı şeyi yaşadım. Grup gittikçe azalıyordu. İlk başta sadece kadınlar düşüyor-du ama yavaş yavaş erkekleri de kaybetmeye başlamıştık. Güneş yavaşça batmaya başladı daha sonra. Bu bütün grupta sebebini bilmedi-ğim bi tedirginliğe sebep oldu. Ama bu çok rahat anlaşılıyordu. Kopardığımız parçaları daha hızlı çiğniyor ve çok geçmeden hemen yenisini alıyor-duk. Güneşin kaybolmasına dakikalar kala grup durdu birden. Herkes olduğu yere çöktü sonra ve ben de dahil olmak üzere hepimiz hüngür hüngür ağlamaya başladık.Feryat figan ağıtlar yakılıyordu. Bir müddet son-ra hava tamamen kararınca canımın yanmaya başladığını hissettim. O zaman anlamıştım güne-şin batmasına neden bu kadar çok üzüldüğü-müzü. Artık her şeyi hissedebiliyordum. Çok acı çekiyordum ve üşüyordum aynı zamanda. Yavaş yavaş hareketlerimi kontrol etmeye de başla-mıştım. Kendime geliyordum artık. Sonra birden herkes ayağa kalkıp farklı yönlere koşuşturmaya başladı. Çok geçmeden hepsi gözden kayboldu. Çok şaşırmıştım. Sonra bende ayağa kalktım zor-lanarak. Kıyafetlerimin olduğu yere kadar yürü-meyi başardım. Ama ilginç bir şey vardı düşenle-rin hiçbirine rastlamadım yolda. Üstüme birkaç bir şey giydikten sonra kendimi kaybetmişim. Uyandığımda hala güneş doğmamıştı. Garip bir huzur vardı içimde. Dikkatimi başka bir şey çekti. Kıyafetlerimin tamamı kanla kaplı olmasına rağ-men vücudumdaki yaralardan eser yoktu.hepsi kapanmıştı. Yok olmuşlardı resmen.

Belki biraz zaman geçince olanları anlamaya gü-cüm yeter. Belki bir gün tekrar o grup beni içine çeker. Sizler de anlamakta güçlük çekebilirsiniz ama inanın bana o haz, o mutluluk çok farklıydı. İnsan tekrar yaşamak istiyor. Şu anda o gün ora-da ne yaşadığım hakkında en ufak bir fikrim yok. Belki bir dahaki sefere.

Alper, nerdesin, seni özledik. Sepetlerini özledik, atmalarını özledik, dutmalarını özledik. Ekonomiden ödev almışsın geçen, listede adın yazıp dururdu. İçim bir fena oldu. Dedim Alper burada ola idi, sittin sene bu ödevi yapmaz idi.

Eskiden buralar çayır idi, çimen idi. Ama bu komik değil düpedüz kırıcı! Aaa! Kuzum siz resmen

işiyorsunuz! Tüh, çok korktum.

Gruba iyice yaklaştığımda orada neler döndüğünü tam olarak kavrayabildim. Orada

bulunan herkes birbirini yiyordu. Kimse kimseyi engellemiyor, sıradan bir homurtu dışında ses çıkarmıyorlardı. Birbirlerinin kollarını, bacaklarını, sırtlarını ısırarak ağızlarında ki

parça bitene kadar yürümeye devam ediyorlar ve başkalarının da kendilerini gelip ısırmalarını bekliyorlardı. Grubun içinden bazılarının beni

gördüğünü fark ettiğimde bunu yapmak istedim, ama beynim bir türlü ayaklarıma koş emrini

vermiyordu. Beklide beni görenlerin bir tepki vermemesinin verdiği rahatlıkla geriden onları

takip etmeye başladım.

3715http

://ww

w.d

rajedergi.co

m

http

://ww

w.d

rajedergi.co

m

http

://ww

w.d

rajedergi.co

m

http

://ww

w.d

rajedergi.co

m

http

://ww

w.d

rajedergi.co

m

27

http://www.drajedergi.com

bU ALANDA SİzİN DE rEkLAmLArINIz yAyINLANAbİLİr! İrTİbAT

[email protected]

Pencüse...Severler dergiyi gencüse!

Kendisi genç Ruhu olgun Hacmi dolgun Internet dergisi

drajewww.drajedergi.com

38DÜNyA’NIN EN korkUNÇ

FİLmİ

Bir kaç sayıdır yoktum, kafamı toplama sorunu yaşamaktaydım ama artık geri dönüş yapayım dedim. Korkak konsepti

benim için aslında çok daha fazla şeyin yazılabi-leceği bir konu gibi ama ben çok etkilendiğim bir filmden bahsedeceğim. Ocak ayında Türkiye’de vizyona girmiş olan ‘Paranormal Activity’, filmi-miz bu. Açıkçası bu film sinemada ‘Blair Witch Project’ diye bilinen ama kısaca amatör kamera çekimi diyebileceğimiz bir yöntemle çekilmiş.

Ben filmden korktum, hem de çok korktum. Nasıl korktum anlatamam, avuç içimi izlemekten filmi izleyemedim desem yeri. Ama o kadar olur, yani bu kadar olamaz. Tamam altımı kirletmedim ama kirletmeyim diye dolandım durdum hep. Böyle bir film olabilir mi yahu?..

Kurulmuşum içine gömüldüğüm kırmızı koltu-ğuma, bir yanımda kankamla manitam, öbür yanımda kolam sigaram, ayağımı da uzatmışım tabureye böyle keyifle izlemeye çalışıyorum. Ne mümkün! Hatun zaten 20. dakikasında ben bunu izlemem, gece uyuyamam dedi, kalkıp gitti, mışıl mışıl da uyudu. Bense erkekliğe bok sürdürmeye-ceğiz ya oturdum izledim mal gibi… Filmde elli kere yerimden kalktım, yok mutfağa gittim, yok tuvalete. Tabii altımı kirletmememde bunun da etkisi oldu! Kola bitiyor yenisini koyuyorum, küllüğü boşaltıyorum... Su içmekten damacanaya dön-düm zaten. Yok arkadaş yine de kurtulamadım filmin havasından. Ne filmmiş yaa…

Şimdi diyeceksiniz ki “Ne oldu da korktun bu kadar?”. Filmi yapan adamlar işi ucuza kotarmış-lar. Gişeye de baktığında 1 koyup 1000 almışlar demek yanlış olmaz ama filmi bu havaya sokan da o zaten. Bir genç çift var filmde, Katie ve Mi-

cah (ne biçim isimse ona da ayrı bir uyuz oldum, hangi ana baba oğluna Micah diye isim koyar, yazık o çocuğa…) bunlar aynı evde yaşıyorlar. Kızın taaa çocukluğundan beri peşinde bir cin varmış, ara sıra gelip rahatsız edip gidiyormuş. Filmin başlarında bu ara pek sık uğradığını öğre-niyoruz yine. Bizim akıllı, garip isimli oğlan da ben bu işi çözeceğim diyor başka bir şey demiyor. Almış eline bir kamera, evin içine de son teknoloji mikrofonlar yerleştirmiş, cini bulacak aklınca. Ulan sen kimsin, senin neyine cini bulmak, bırak dürt-sün gitsin di mi, yok ille bulacak. Ayrıca bulunca

napıcan?! Okeye dördüncü mü alacan, karşına oturtup kulağını mı çekecen, annesine mi şikayet edecen napçan?… Enteresan da bir tip zaten hiç sevmedim onu… Herife diyolar ki bak uğraş-ma, çarpar, yok ille bulacak! Hayır söylemeseler diyecem tamam cahil çocuk, bir şeyden haberi yok, yok öyle de değil, cinci hoca geliyor eve, o ne yapma derse yapıyor şerefsiz… Ondan sonra ben niye öldüm! Bu dakikadan sonra böyle soru-mu olur? Bir laf vardır hani; insanın başına ne ge-lirse… diye başlayan, aynen o hesap. Ha gördün mü cinin ebesininkini! Tövbe ya sinirlerim bozuldu.

Ama suç onda değil anasında, hep o yaptı onu böyle, bak sonunda doğru yolu bulamadan gitti yavrucak, genç de bir oğlandı yazık oldu. Böyle bilgili bir tipe de benziyor, yok sesleri ayrıştırıyor

Yazı: Engin Arınan - E-mail: [email protected] - Fotoğraf: Erdinç Yücel Model: Pınar Birdane

Şimdi diyeceksiniz ki ne oldu da korktun bu kadar. Filmi yapan adamlar işi ucuza kotarmışlar.

Gişeye de baktığında 1 koyup 1000 almışlar demek yanlış olmaz ama filmi bu havaya sokan da o zaten.

Bir genç çift var filmde, Katie ve Micah (ne biçim isimse ona da ayrı bir uyuz oldum, hangi ana baba

oğluna Micah diye isim koyar, yazık o çocuğa…) bunlar aynı evde yaşıyorlar.

39

Engin “Paranormal Activity” üzerinde klavye oynatırken Erdinç ve Can “Antichrist”i izlemiş ve film üzerinde spekülasyonlara girişmişlerdi. Demet Özge Aykan ise “Antichrist”in ilk bir buçuk salisesini izledikten sonra

gerisini izlemenin gereksiz olduğuna karar vermiş ve izlemek isteyenleri caydırmak üzere feysbukta kampanyalar düzenlemeye başlamıştı. Drajelerin bu filme ilgisi elbette bununla sınırlı değildi. Erdinç’e

söz konusu filmi izlemesini öneren ise emekli Drajelerden Hande Polat olmuştu. Hande köşesine çekilmiş üniversiteye filan hazırlanan, bu arada da Dostoyevski filan okuyarak vaktini heba eden bir insan kızıdır.

Kendisine acil şifalar diler, bir gün Palahniuk’un o muhteşem kalemiyle tanışması için dua ederiz. Can “Antichrist” için başlangıç ve bitiş sahnelerinin muhteşem olduğunu söylemektedir. Gördüğü en iddialı sevişme

sahnesine sahip konulu film olduğunu da düşünmektedir. Erdinç ise Willem Dafoe’nun bacağına tekerlek girene kadar müthiş zevk aldığını söylemekte ve Lars Von Trier’nin korkutmak için film çekmesine filan gerek

olmadığını, kendisinin zaten korkunç bi yaratık olduğunu sözlerine eklemektedir.

falan, bilgisayar başında bişiler kurcalıyor falan... Zaten gençliğinden belliydi bunun böyle elektro-nik şeylere meraklı olacağı. Daha ufacık veletken bu eline almış tetrisi, öbür elinde tornavida, içini açmaya çalışıyordu. Yazık oldu çok…

Ne diyordum ben ya! Hep Micah yüzünden konu da dağıldı. He filmden neden korktum onu anla-tacaktım. Şimdi bu filmi el kamerasıyla çekmişler ya, bu böyle her şey gerçekten olmuş gibi hisset-tiriyor insana, öyle bir şey ki cin senin odana da girip böyle kapıyı çarpacakmış gibi hissediyorsun. O hava zaten sıçırtıyo adamı. Birde yok kızın içine giriyor, onu böyle 2 saat hayatta bekletiyor, yok

örtüyü alıyor üstlerinden, yok saçına üflüyor, yok ayaklarından çekip sürüklüyor ısırıyor falan…çok fena çok… Bence asla izlenmemesi gereken bir film, bak uyarıyorum izlemeyin! Çok korkunç yaa! İnternette gördüm insanları kayda almışlar sinemada filmi izlerken, samimi söylüyorum, ne-releriyle korkacaklarını şaşırmış insanlar, artık siz anlayın…

Ama yok izleyin ya, izleyin de o velet gibi eşeklik yapıp peşine düşmeyin, salakça koşturup durma-yın peşinden yakalayacağım ulan diye… Eşek olmayın siz de, sanki balık tutuyor şerefsiz…Hayır napçaksa yakalayınca?!....

40İyİ UykULAr ÇoCUkİYİ UYKULAR ÇOCUK

Sabah olmayacakmış gibi gelen geceler-den biriydi. Sessizliğin huzur verici hiçbir yanı olmadığını hissetmek insanı çıldırtabilir.

Bazen olur işte… Zihnini durdurmayı başaramıyor-san dışarıda bir gürültü kopsun istersin, bir çığlık, bir uğultu, rüzgârın çarptırdığı kapı ve pencere sesleri… Zifiri karanlığa bir türlü alışamayan gözle-rinin önünde oynaşan görüntüler birbirine giriyor. Mutlu hissettiği anlar… O koca yalan silsilesi… Ve o uğursuz kehanetle karşılaştığı tuhaf afiş…

“Bir sabah uyandığında saatin durmuş ve suyun kesilmiş olabilir… Televizyon açılmıyor ve elekt-rik kesik. Radyo ve telefonunda sinyal yok… Ve sokaklar bomboş olabilir… Pencerenin dışında soluduğunun ne olduğunu ve tanıdığın kimsenin nerede yaşadığını bilmediğini fark edebilirsin… O SABAHA HAZIR OL!”

Yıldızları kaybedeli yıllar olmuştu. Önce şehir ışıkları vardı şimdiyse o garip sis tabakası… Beton bloklar ürkütücü sesler çıkarmıyor. Karanlığın ve sessizliğin ne demek olduğunu bu şekilde anlamak kime azap vermez ki… Kafasının içinde kavga edip duran sesler geziniyor. Zamanında söylenmemiş tüm sözler… O SABAH’tan önceye dair her şey… Bulamaç halinde birbirine karışan her şeyden ayıklayabildiği tek görüntü O SABAH’a dair… Kar-la kaplı bir sabah. O çıldırtıcı beyazlık… Keşke bu sabaha uyanmasaydım dedirten kasvet. Sırtına yediği o koca hançer. Artık kaybedeceği bir şey kalmadığını düşünürken elektriklerin ve suyun ke-sik olması öylesine önemsiz gelmişti ki… Telefonu açmak ya da radyo sinyallerinin olup olmadığını kontrol etmek aklının ucundan geçmemişti kuş-kusuz… Hiçbir şey umurunda değildi… Hani insan artık hiçbir şeyin yoluna giremeyeceğini hisseder de karanlığa gömülmeyi diler ya… Derin ve her şeyi yutan bir karanlık… Gözünü kapayıp böylesi bir karanlıkta kaybolmayı dilerken bunun zaten gerçekleşmiş olduğunu anlayamamıştı elbette…

Dışarıda yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu anlaması günler almıştı ve işte… İşte…

Aylar olmuştu. Abuk televizyon programları ve sinir bozucu gazete haberleri yoktu artık. Kulaktan kulağa söylentiler filan da yayılmıyordu. Önce öfke, sonra şaşkınlık sonra umutsuzluğa gark ol-muş bir dünya… Alıştığı, benimsediği ya da nefret ettiği her şey tarafından terk edilen insanlar… Yağmacılar ve karaborsacılar bile yorgundu. Her şey hiç kimsenindi evet… Kimse açlıktan ölmedi-ği gibi dermansız hastalar da hızla iyileşiyordu… Felçliler ayaklanıyor, körler gözlerini bambaşka bir karanlığa açıyordu artık. İntihar salgını baş göster-mişti adeta ama bütün girişimler yarıda kalıyordu. Bu şekilde sonsuza kadar yaşamaktan başka bir korkuya ihtiyacı yoktu artık kimsenin. Ve herkes gibi o da dünyanın geri kalanında neler yaşandı-ğından habersiz, kafasının içinde kopan gürültüye kulak vermekten başka hiçbir şey yapamıyordu.

***Oradaydı… Sabah olmayacakmış gibi gelen ge-celerden biriydi. Dipsiz karanlığın içinde çıldırtıcı sessizliği bozan bir çıtırtıyla irkildi. Uzandığı yerden doğrularak karanlığa kulak verdi. O SABAH’tan beri ilk kez böyle bir şey oluyordu. İşte kapı gıcır-tısı… Bu karanlıkta hiç de normal sayılamayacak olan tereddütsüz ayak sesleri. Sakin ve kesintisiz… Ve kesik kesik fakat aceleci, korkunç nefes alış verişler… O derin ve hırıltılı nefes sesinin kendisin-den geldiğini anlaması bile zaman almıştı. Tanıya-madığı bir sesle kekeleyerek inledi: “K... Kimmm… v… var... Kim var orda?” Cevapsız bir soru… Aylardır kendi kendine sorup durduğu binlerce soru gibi… Cevapsız kalmış bir soru daha işte… Yaklaşan tehlikeye kulak kabar-tırken yeni bir soru daha sormaya cesaret ede-medi… Çığlıklar atıp yardım çağırmak istedi ama dışarıda kendisini duyacak kimse olmadığının farkındaydı. Kulak verdiği karanlıktan gelen adım

Yazı: Erdinç Yücel - İllüstrasyon: Demet Özge Aykan

GIOVANNI SCOGNAMILLO İÇİN...

41

İyİ UykULAr ÇoCUkİYİ UYKULAR ÇOCUK

sesleri kesildiğinde yüzünde sıcak bir esinti hissetti. Karanlıktan ge-len yabancının nefesi, yüzünden boynuna kaydığında şah dama-rına giren iki keskin kemik parçası kanını boşaltırken, kendi kendine sorduğu tüm o çıldırtıcı sorular anlamsızlaşmıştı artık. Ve son sorusu, damarları boşalıp titrek nefesi kesildiğinde cevap buldu.“İyi uykular çocuk… Ben Gio…”Hala her şey hiç kimsenindi ve güney yarı küre çıldırtıcı bir gece-ye hazırlanırken, kuzeydekiler kas-vet dolu bir sabaha uyanıyordu.

yellerin esmesini değil, kasırgaların kopma-sını istiyorum, bunu yapabilir misin? Beni hiç çıkmadığım yoldan çıkartabilir misin?

- Neden yapmayayım sence?Hem biz bu yüzden burada değil miyiz? Sol elinde kuvvetlice tuttuğun silahı sana neden verdiğimi zannediyorsun? Bu güne kadar sadece sinemada gördüğün bütün sahneleri sana yaşat-maya geldim!- John dinliyorsun di mi beni?- Evet dinliyorum Jimmy.- O zaman neden hala elin titriyor? Hadi bas tetiğe ve bitir şu adamın işini. O adam sade-ce yaşadığın düzenin, yok edilmesi gereken bir parçasından fazla bir şey değil. Ona neden hala acıyarak bakıyorsun? Seni hanım evladı, elinden gelse onun için gözyaşı dökeceksin.- Hayır, bunu da nereden çıkardın Jimmy. Bir insa-nın hayatına son vermek ne kadar zor biliyorsun değil mi? - Yapma seni koca bebek. Bir adama mermi sıkıp hayatını sonlandırmak, bir bebeği biberondan kesmek kadar kolay. Üstelik o adam senin bütün hayatını zehir etmedi mi? Seni doğduğun günden beri, sadece inanmak zorunda bırakıldığın şeylere inandırmadı mı? Okuduğun okullardan, aldığın diplomalara, girdiğin işlerden, seviştiğin kadınlara kadar hepsini o belirledi. Şimdi şu tetiğe basama-yacak kadar aciz ve çaresiz misin?- Elbette değilim Jimmy. Ama bilmiyorum. Hikâyenin hala bir parçası eksik gibi duruyor. Bun-da tanrının hiç suçu yok mu sence?- Tanrı mı? Onu neden karıştırıyorsun ki işe. Hem onun da bir kast sistemi var. Önce yaşlılar, sonra zenginler, sonra kadınlar, en son senin gibi za-vallılarla ilgileniyor. Hem onun suçu sadece seni yaratmaktan ibaretti, ya sonrası John, o da mı Tanrının suçu? Uyuşturucuya başlaman, alkol ko-malarına girmen, girdiğin sayısız intihar denemesi,

hiç bir işte tutunamaman, hepsini saymamı ister misin?- Hayır, hepsini biliyorum Jimmy.- Öyleyse, neden hala tetiğe basmak için bekli-yorsun? Tek bir kurşun ve güzel bir ölüm. Dağalan beyin parçaları ve kanların güzelliğini düşünebi-liyor musun? Sen bir gününü tatmin edecek bir şey yapmıyorsun ki, bir gecelik sevişmiyorsun ki bir kadınla, sana bir ömürlük bir zevk sunuyorum. Öldür bu adamı! Ve sakın, bana yapamayacağı-nı söyleme!- Peki yapacağım. Ama gözlerimi bağlamanı istiyorum. Yoksa vicdanıma yenileceğim. Korkaklı-ğım tutacak, basamayacağım tetiğe.- Peki, seni korkak, bağlayacağım gözlerini. Bir bez parçası, gerçeği görmeni ve bütün zevki ya-şamanı engelleyecek.- Nasıl yapacağım Jimmy, bana yardım et?- Silahta tek bir mermi var, silahın horozunu geri-ye al, silahı adamın kafasına daya ve ondan ne kadar nefret ettiğini hatırlayarak tetiğe bas.Elveda üvey babacığım!

John silahın horozunu geriye çekti, mermi namlu-ya sürüldü. Ve tetiği birden çekti. John’un üvey babasının sesi kesildi ve sandalyeden cansız bedeni düştü. John gözlerini açtığında, üstündeki kanları gördü. Diline üvey babasından bulaşan bir damla kanını sürdü. Dudaklarında hiç almadığı bir zevk vardı. Bir insanı öldürmenin, Nirvana’ya ulaşmak olduğunu anladı. Kazandığı zaferini gururla izliyor, kendiyle ve yaptığıyla övüyordu. Gömleğini çıkarıp, gövdesine üvey babasının kanından sürdü. Ailesine son bir not bırakmaya karar verip, şu satırları yazmaya başladı;

Biraz sonra kendimi öldürdüğümde, bütün ölüm-lülerin hayal edemeyeceği zevkleri tatmış olarak öleceğim. Biraz önce birini öldürüp, kanlarından

Yazı: Emrah Sarıgöl - E-mail: [email protected] - İllüstrasyon: Birkan Can Evirgen

42ÖLÜm mELEkLErİNİ

bEkLEmEDEN ÖL

43

Bundan on yıl önce Fredy Kruger’ı her hafta korkarak ama severek izleyen Emrah, filmi ne zaman izlese Fredy o gece rüyasına gelirdi. Hem de müziğiyle birlikte. Önce müzik çalar, kızlar ip atlardı. Sonra Fredy gelir, Emrah’ı

öldürmeye çalışırdı. Hala hiç başaramamış olduğunu düşünüyoruz. Ve bunu da büyük ihtimalle, Fredy’nin parmakları Emrah’ın boğazındayken Emrah’ı rüyasından uyandıran annesine borçluyuz. Gülender Hanım’a

teşekkürü bir borç biliyoruz.

sürdüm bedenime. Bu anlatılmaz bir zevkti. Şim-di de Jimmy ve ben kendi şakağımızdan geçen merminin bizi ne kadar zamanda öldürebileceği-ni anlayacağız. Kalıp sizinle, yaşadığınız dünyayı paylaşmak isterdik, ama dünya bizim gibiler için sadece bir oyun parkı. Ve biz karşılıksız Rus ruleti oynamaya karar verdik. Bir kurşun Jimmy’e, bir kurşun bana. Ne kadar adiliz değil mi? Biz oyu-numuzu oynadık ve sıramızı size verdik! Üstelik dünyadan bir pisliği temizleyerek gidiyoruz. Ar-kamızdan teşekkür etmeniz gerekir bu yüzden. Bu arada sizler hep seyirci olarak mı kalacaksınız, böylesi güzel bir oyunu oynamak için elinizi çabuk tutsanız iyi olur, yoksa ecelinizden öleceksiniz!

Notunu masanın üstüne koyduktan sonra, gözleri-

ni tavana dikip konuşmaya başladı;

Tanrım günahlarımızdan dolayı bizi affetmeni beklemiyoruz, bu yüzden birazdan yanına geli-yoruz. Umarım cehennemi ısıtmışsındır bizim için, çünkü bu dünya’dan çok sıkıldık,ve tek isteğimiz biraz eğlenmek.

Ceplerinden birer mermi çıkarıp, tabancalarına koydular ve birbirilerinin şakaklarına dayayıp, son sözlerini söylediler;

Ölmek için güzel bir gün değil mi Jimmy? Öyle John.Öyleyse elveda Jimmy. Elveda John.

ortalama algı, kafasına sopayı indirdiğiniz zaman tek bir yöne bak-mak için yaratılmamıştır. Tasarım harikası diyebiliriz. İnanılmaz yaratıcılık gerektiren bir şey. Güney Amerikalı kadınların anlamını kitaplardan öğrenmeye çalışmaktansa kendinizi yaratılmış olan gü-zelliklerin içinde gezdirin. Antonie mimar, pilot ve yazardı, elindeki çıbığı döndere döndere bir büyü yaptı, bir gram aklım vardı onu da aldı, cin çarpmışa döndüm. Sonra birden fark ettik ki anneannem ayyaş, kral, işadamı karakterlerine her gün yeni anlamlar yükleye-rek çığlık atmaya ve yüksek sesle kelime-i şahadet getirmeye başla-dı. Ve bunun sorumlusu benim. belki biraz da kuzenlerim ama suçu onlara atmak korkaklık olur. oysa küçük Prens’i gezegen gezegen gezdiren memeleri olduğu, onları küçük oyunlarına alet etiği, bu me-melerin koşarken zıpladıkları ve hatta beş-on yıl içinde sarkacakları ima edilmektedir. Ne acı değil mi? Tesadüfler arka arkaya geliyor. Doğru kişi, doğru an, doğru yer… mesela 80’lerde New york ger-çekten korkunçtu. orada da Pan kendisine inananlar olduğu sürece dağlarda flütünü çalmayı sürdürüyordu. Hatta kamikazeler ömürleri boyunca hem silah hem de enstrüman olarak kullandıkları bu çalgı-yı çalıyorlar. Ama daha yaşları küçük, yani sen ben gitsek bize “abi” çekerler, güceniriz. o beton yığınının gardiyanları bu kadar kaba ol-masalar âşıkken uçan halılarda gezersiniz. Dün bu tembelliğin cezası kızgın ateşlerde can vermekse bugün kırçıl bebek piyanonun tuşları üzerinde gezerek piyano çalıyor. Dünyaya dönün artık... ben yeni bir canlı yaratmak istiyorum. Öyle içten içten gelen, yer yer kafatas-larından çıkan, hatta çoğunlukla mutlu eden modumakos Abla bir anda gözden kayboldu. bu olaylar geliştiği sırada dünya barışını bir can çekişen tütün çubuğuma; bir de en yakın otomobil farına göster-mek lazım. Gırtlağında, nefesinde, ruhunda; o sesin geldiği her yerin-de Draje Dergi editörleri para ya da herhangi bir kaynak harcayarak yaratamayacağınız bir şeydir. Çünkü bir insan her şeyle ilgilenmeli-dir. Asıl mesleğim bilgisayar programcılığı ama hiç yapmadım. Çöken bilgisayarımız sayesinde o paralar nereye gitti bilen yok soran yok. İnsan parayı bir şeyler yapmak için kullanır; onu buruştururken par-maklarımın arasında bütün benliğimle hissetmek 62’den tavşan yap-mak kadar kolaydır. İçim bir tuhaf olur hala düşündükçe. Sözcükleri duymayıverdiğimiz vakit hop şu kız bana hasta olsun, bitmesini asla istemediğimiz zamanlara geldiğimizde ise Asteriks benim iksirimle korudu köyünü. o kadar çabuk idrak edersiniz. Ardındaki eller her an hızını arttırıp kapının önünde biri varmışçasına kafasını çevirip gülümsedi. Hoş olur muydu peki Sabrina olmak? kız güldü gülecek belli etmemek için. İlk kez salgılanan bazı hormonlar birden sırra kadem bastı. Sonra birden fark ettik ki billy bob Corn, sinüslerinden akan kalbini işaret ederek garip sözcükler fısıldayan SİHİrLİ dünyayı küllüğün içine eliyle değil diliyle koydu.

Çıkan kısmın özeti: