klasİk ve ÇaĞdaŞ Ütopyalarda dİn ve...

172
T.C. MARMARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İLAHİYAT ANABİLİM DALI DİN SOSYOLOJİSİ BİLİM DALI KLASİK VE ÇAĞDAŞ ÜTOPYALARDA DİN VE TOPLUM Yüksek Lisans Tezi YUNUS EMRE KIR İSTANBUL 2007

Upload: others

Post on 02-Jan-2020

9 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

T.C. MARMARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İLAHİYAT ANABİLİM DALI

DİN SOSYOLOJİSİ BİLİM DALI

KLASİK VE ÇAĞDAŞ ÜTOPYALARDA

DİN VE TOPLUM

Yüksek Lisans Tezi

YUNUS EMRE KIR

İSTANBUL 2007

T.C. MARMARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İLAHİYAT ANABİLİM DALI

DİN SOSYOLOJİSİ BİLİM DALI

KLASİK VE ÇAĞDAŞ ÜTOPYALARDA DİN VE TOPLUM

Yüksek Lisans Tezi

YUNUS EMRE KIR

Danışman: DOÇ. DR. ALİ COŞKUN

İSTANBUL 2007

ÖNSÖZ

Tarih boyunca dinsiz hiçbir toplum var olmamıştır. Şekli, içeriği ve fonksiyonu ne

olursa olsun insanlar kendilerinden daha güçlü ve kudretli bir varlığa inanma ihtiyacı

hissetmişlerdir. Tarih boyunca toplumlarda yaşanan istikrarsızlıklar neticesinde o toplumda

yaşayan muhalif bazı seslerin içlerinde bulundukları duruma alternatif olarak yazdıkları

ütopik tarzda eserlerde de din en önemli olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Hem modern

öncesi hem de modern dönem ürünleri olarak varlığını sürdüren bu tarz eserler bizlere adeta

dinin olmadığı toplumsal bir yapının sorunlara çözüm bulamayacağı ve insanlara mutluluk

getiremeyeceğini anlatmak istemektedirler.

Biz de bu çalışmamızda klasik ve çağdaş olarak nitelendirdiğimiz söz konusu

eserlerdeki din ve toplum ilişkilerini, özellikle dinin toplum içindeki yerini ve geleceğini

tartışmaya çalıştık.

Bu çalışmada bana ufuk açıcı değerlendirme ve yönlendirmeleriyle destek olan

değerli hocam Doç. Dr. Ali Coşkun’a, gece ve gündüz her zaman desteğini yanımda

hissettiğim, bu tezin yazımında bana çok önemli katkı ve yardımlarda bulunan değerli eşim

Zeyneb’e teşekkür ediyorum.

İstanbul, 2007 Yunus Emre KIR

I

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ………………………………………………………………………. I KISALTMALAR………………………………………………………......... IV GİRİŞ……………………………………………………………………........ 1

I. BÖLÜM

ÜTOPYA YA DA İNSANIN BİTMEYEN ÖZLEMİ

1.1. Ütopya’nın Tarihi………………………………………………………... 6 1.2. Ütopyaların Özellikleri…………………………………………………… 10 1.3. Karşı Ütopya…………………………………………………………....... 18 1.4. Ütopyacı Mezhepler……………………………………………………… 24 1.5. Kurtuluş, Mitoloji ve Ütopya…………………………………………….. 27

II. BÖLÜM

KLASİK ÜTOPYALAR

2.1. Platon: Devlet………………………………………………………... 34 2.1.1. Devlet ve Yönetim………………………………………………. 36 2.1.2. Devlet ve Din……………………………………………………. 38

2.2. Thomas More: Utopia………………………………………………. 40 2.2.1. Utopia: Yok Böyle Bir Ülke ……………………………………. 45 2.2.2. Utopia’da İktisadi Faaliyet ve Devlet…………………………… 48 2.2.3. Aile Hayatı………………………………………………………. 49 2.2.4. Ferdi Mülkiyet ve Cürümler…………………………………….. 49 2.2.5. Ceza Sistemi…………………………………………………….. 50 2.2.6. Meslek Seçimi ve Askerlik……………………………………… 50 2.2.7. Eğlence ve Seyahat……………………………………………… 51 2.2.8. Din………………………………………………………………. 51

2.3. Tomasso Campanella: Güneş Ülkesi………………………………… 56 2.3.1. Güneş Ülkesinde Yönetim………………………………………. 58 2.3.2. Güneş Ülkesinde İktisadi Hayat…………………………………. 60 2.3.3. Güneş Ülkesinde Mülkiyet ve Aile……………………………… 61 2.3.4. Güneş Ülkesinde Din……………………………………………. 62

2.4. Francis Bacon: Yeni Atlantis……………………………………… 66 2.4.1. Yeni Atlantis’te Din ve Toplum……………………...................... 67

II

III. BÖLÜM

ÇAĞDAŞ ÜTOPYALAR

3.1. Modern Çağda Ütopya…………………………………………………... 74 3.2. Bir Çağdaş ve Karşı Ütopya Örneği Olarak 1984……………………….. 82 3.3. Sanayi Sonrası Toplumdan Enformasyon Toplumuna…………………... 89

IV. BÖLÜM

DİNLER VE ÜTOPYA

4.1. Yahudilik ve Ütopya…………………………………………………….. 94 4.2. Hristiyanlık ve Ütopya ………………………………………………….. 96 4.3. İslamiyet ve Ütopya……………………………………………………… 104

V. BÖLÜM

TÜRK EDEBİYATINDA ÜTOPYA

5.1. Osmanlı Dönemi Türk Edebiyatında Ütopya……………………………. 112 5.2. Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatında Ütopya………………………… 122

SONUÇ……………………………………………………………………..... 126 EKLER............................................................................................................. 130 KAYNAKÇA………………………………………………………………… 159

III

KISALTMALAR

a.g.e. Adı geçen eser bkz. Bakınız C. Cilt çev. Çeviren der. Derleyen D.T.C.F. Dil Tarih Coğrafya Fakültesi ed. Editör M.Ü.İ.F.A.D. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi M.Ü.İFAV Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı s. sayfa

v.d ve diğerleri

yy. Yüzyıl

IV

GİRİŞ

A. KONU VE PROBLEM

Din sosyolojisi genç bir ilim dalıdır. Yarım asırdan biraz fazla tutan bir maziye

sahiptir. Fakat din sosyolojinin genç bir ilim dalı olduğunu söylemekle onun sistematik

olarak bağımsız bir ilim dalı haline geldiğini ifade etmeye çalışıyoruz. Yani bir ilim dalı

olarak kuruluşunun yeni olduğunu söylemek istiyoruz. “Yoksa, dini olayları araştırmada

daha önce hiçbir şey yapılmadığını, doğrudan doğruya din sosyolojisi denilemezse de

gerek toplumların hayatında dinin rolü ve yeri konusunda, gerekse din ve toplum

münasebetleriyle ilgili çeşitli düşünce ve çalışmaların hiç bulunmadığını söylemek

hatalı ve yanlış olur.”1

İlk olarak sistematik bir din sosyolojisi tasarlayan kişi Alman sosyoloğu Max

Weber olmuştur. “Weber’in üzerinde durduğu en önemli konulardan birisi, görüş ve

inançların insanların düşünce ve eylemleri üzerinde önemli sonuçlara neden olduğu ve

ancak, insanların olaylara verdikleri anlamı idrak etmekle toplumsal faaliyetleri

anlayabileceğimizdir.”2

Din sosyolojisi, sosyolojinin özel sosyoloji dallarından birisidir. Böyle olunca

da onun kendine has bir konusunun olmazı kaçınılmazdır. Din sosyolojisinin konusunu,

“toplumun ortaklaşa dini hayatının, din ve toplum münasebetleri ve bu münasebetlerden

doğan etki ve tepkilerin ve dini grupların incelenmesi”3 şeklinde tarif etmek

mümkündür.

Dinin en önemli toplumsal olaylardan biri olması hatta onun sosyal varlık

alanını belirleye, determine eden ilkelerden biri olarak görülmesi4 dinin ve toplumun

birbirine etkide bulunmasını mümkün kılmaktadır. Durum böyle olunca din

sosyoloğuna düşen görev, “dinin sosyal fonksiyonu ve toplum üzerindeki etkilerinin

1 Ünver Günay, Din Sosyolojisi, İstanbul: İnsan Yayınları, 1998, s. 85. 2 Ian Thompson, Odaktaki Sosyoloji, Bekir Zakir Çoban (çev.), İstanbul: Birey Yayıncılık, 2004, s. 58. 3 Günay, s. 52. 4 Zeki Arslantürk ve Tayfun Amman, Sosyoloji, İstanbul: Kaknüs Yayınları, 2000, s. 160.

2

yanı sıra, toplumsal şartlar ve olayların dini vakıalar üzerindeki etki ve tepkilerini de

ortaya çıkarmak olmaktadır.”5

Din ve toplum ilişkisine ve etkileşimine yakından baktığımızda bu durumun

daha çok dinin topluluk üzerindeki etkisi biçiminde olduğunu görürüz. Çünkü ifade

ettiğimiz gibi toplumun en önemli unsurlarından biri, hatta en önemlisi olan din,

toplumsal yapının ve bireysel davranışların belirlenmesinde çok güçlü bir etkiye

sahiptir. Hiç şüphesiz din topluma bir zihniyet kazandırmakta ve bu yönde sosyal

hayatın şekillenmesine katkıda bulunmaktadır.6 Bu gerçek tarih boyunca var olmuştur.

Tarihi tecrübe bundan sonra da var olacağını göstermektedir.

İnsan toplumlarına baktığımızda, dinin bulunmadığı hiçbir toplumun

olmadığını görürüz. Çünkü din insana anlam kazandıran, onun kendisinden daha yüce

ve kudretli olan yüce bir varlıkla iletişim kurmasını sağlayan en önemli amildir. Bu

sebeple insanlar oluşturdukları toplumsal yapılarda dine ayrı bir önem ve yer

vermişlerdir. Zira din aynı zamanda birleştirici, bütünleştirici ve dayanışma sağlayıcı

niteliklerle, insanların toplumsal problemlerine çözüm bulmalarına katkı sağlamıştır.

Toplumların kültürüne dinsel bir rengin hakim olması ile dindışı kültürler arasında

tartışmasız farklar vardır. Bir kere, “Dinsel bir kültür çoğu kültürden daha büyük bir

birliğe sahiptir, çünkü kültürün öğeleri belirli bir ortak amaca yönelir: Gizemi

vurgulamak, korku yaratmak, yüceltmek, aşkınlaşmak. Ruh durumunda vurgulanan bu

birlik, sivri kulelerinde, ayinlerinde, dualarında, uzamsal figürlerinde ve kutsal

kitabında –kendi mimarisi, müziği, resmi ve edebiyatı aracılığıyla- kendini gösterir.

Dindışı kültürler nadiren bu bilinçli tasarıma sahiptirler.”7

Aydınlanma çağından günümüze uzanan çizgide dinin toplumsal hayatta var

olan önemini yitirmeye başladığı düşünülmüştür. Bunda aydınlanmanın rasyonel

düşünceyi yani insan aklını her şeyin ölçüsü olarak görmesinin etkisi büyüktür. Hatta

din bilinçli olarak dışlanmıştır. Geçmişin mirası reddedilerek, modernizm denilen ve

insanlığın yeni hülyası olarak takdim edilen toplumsal proje hakim kılınmaya

5 Günay, s. 52. 6 Günay, s. 52. 7 Boris Frankel, Sanayi Sonrası Ütopyalar, Kamil Durand (çev.), İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1991, s. 207,208.

3

çalışılmıştır. Bununla da din toplumsal ve bireysel düzlemden çıkarılmaya çalışılmıştır.

Sekülerleşme olarak da tanımlanan8 bu süreç din sosyolojisinin de en önemli temel

tartışmalarından biridir. Buna rağmen din hala varlığını sürdürmekte, bünyesinde

barındırdığı aşkın değerlerle insanları kendisine çekerek sosyal hayatı şekillendirmeye

ve hatta toplumsal bütünleşmenin hakim gücü olmaya devam etmektedir.9

İşte tarih boyunca her yerde insanla var olan din, insan toplumlarında etkin bir

şekilde yer aldığı gibi, insanlara en önemli duygularından ve en büyük özlemlerinden

biri olan mutluluğu yakalama adına düşüncelerinde oluşturdukları kusursuz toplum

modellerinde de yer almıştır. İşte bu tür zihinde tasarlanan ideal toplum modellerine

ütopya denmektedir.

Biz bu çalışmamızda klasik dönemde ve sonrasında yazılmış olan belli başlı

ütopik eserlerdeki din olgusunu bütün bu tartışmalar ışığında, sosyolojik bir yaklaşımla

incelemeye çalıştık.

B. ARAŞTIRMANIN AMACI VE ÖNEMİ

Bu araştırmanın amacı, dinin insan toplumlarında vazgeçilmez bir olgu olduğu

ve dinden uzak hiçbir toplum tasavvur edilemeyeceği gerçeğini ortaya koymaktır.

İnsanoğlunun vazgeçilmez arayışı olan mutluluk elde etme adına verilen çok

çeşitli çetin mücadelelerle birlikte, bu mücadelelerin sözlü birer ifadesi olan ve ideal

toplum tasavvuru içeren eserler yazıldığını görürüz. Acaba bu eserlerde dinin

toplumdaki yeri nedir? Bu eserler kendilerinde sonra yazılan eserleri ve ortaya konulan

fikirleri hangi ölçüde ve nasıl etkilemiştir? Bu eserler günümüzde dinin yeri açısından

bizlere neler söylemekte ya da anlatmaktadır? İşte bu sorulara cevap arayarak toplumsal

ve bireysel düzlemde din olgusuna farklı bir bakış kazandırmayı amaçladık. Ayrıca

dinsiz hiçbir toplumun var olmadığı gerçeği de bu konunun önemini yeteri kadar

anlatmaktadır. Bunun için çalışmamız beş bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde

genel hatlarıyla bir edebi tür olarak “ütopya”yı tanıtmaya çalıştık. İkinci bölümde

tezimizin en önemli kısmını oluşturan klasik ütopyalara yer verdik. Üçüncü bölümde

8 Thompson, s. 31. 9 Joachim Wach, Din Sosyolojisi, Ünver Günay (çev.), İstanbul: M.Ü.İFAV Yayınları, 1995, s. 461.

4

tezimizin bir diğer önemli ayağı olan çağdaş ütopyalar konusunu, dördüncü bölümde üç

büyük semavi din ile onların ütopik düşünceler ile ilişkilerini ortaya koymaya çalıştık.

Beşinci ve son bölüm olarak ise Türk edebiyatında Cumhuriyet Öncesi ile Cumhuriyet

Dönemi Türk Edebiyatında ütopik vizyona sahip olduğunu düşündüğümüz birkaç eseri

tanıtmaya çalıştık.

C. ARAŞTIRMANIN METODU VE KAYNAKLARI

Araştırmamızda metot olarak kendine has bir konusu olduğunu ifade ettiğimiz

din sosyolojisinin, araştırmamızın konusuna uygun düşen metotlarından biri olan

“dokümantasyon” metodu kullanılmıştır. Bu metot olmuş, bitmiş olayların

araştırılmasını ifade eder.10

“Dokümanlar (belgeler) olmuş-bitmiş olaylar ve olguların veya dün-bugün-

yarın sürecinde var olmuş veya bu süreçte var olmaya devam eden olayların, olguların,

nesnelerin bilgilerini taşırlar. Araştırıcı bu bilgiler çerçevesinde (dokümanlarla)

araştırma konusuna giren olayları, olguları ve nesneleri tasvir eder. Araştırıcının önüne

bu aşamada çıkan en önemli mesele araştırma alanına giren olayların, olguların ve

nesnelerin doğru bilgilerini nereden ve nasıl elde edeceği konusudur.”11

Bunun için dokümantasyon metoduna uygun teknikler kullanılmalıdır. Biz de

sırasıyla bu araştırmamızda, kaynakları bulma, not alma ve değerlendirme işlemlerini

kapsayan belge tarama tekniğini kullandık.

Bu metodun kullanılması sürecinde elde ettiğimiz kaynaklarla ilgili olarak da

şunları söyleyebiliriz. Öncelikle araştırma konusunun iki yönlü olması bizi gerek klasik

dönem olsun gerek modern dönem olsun her iki zaman diliminde yazılmış olan en temel

eserleri incelemeye yöneltti. Klasik dönemin ürünleri olarak, Platon’un Devlet’ini,

Thomas More’un Utopia’sını, Tomasso Campanella’nın Güneş Ülkesi’ni ve Francis

Bacon’un Yeni Atlantis’ini seçtik ve klasik dönem eserlerinde anlatılan ütopik

toplumlarda din olgusunu bunlar aracılığı ile incelemeye çalıştık. Çağdaş ütopyalarla

ilgili bu dönemde daha çok bir antitez özelliği gösteren karşı ütopya örneklerinden

10 Zeki Arslantürk, Araştırma Metod ve Teknikleri, 6. Baskı, İstanbul: Çamlıca Yayınları, 2004, 80. 11 Arslantürk, s. 83,84.

5

George Orwell’ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört isimli eserini inceleme konusu yaptık.

Bunlarla beraber ütopyalar üzerine yazılmış çeşitli eserler de kaynak olarak

kullanılmıştır. Özellikle şunu ifade etmeliyiz ki; ele aldığımız konu sınır tanımaz bir

niteliktedir. Çünkü insanoğlunun hayallerine engel olunması mümkün değildir. Bu

açıdan bakınca konumuzla ilgili çok zengin bir literatür olduğunu gördük. Araştırma

konusunun doğrudan ve dolaylı olarak başka birçok konuyla ilişkili olması ve ilişkili

olduğu konulardan hemen hemen her birinin başlı başına bir araştırma konusu olma

potansiyeli bizi kaynak seçiminde titiz davranmaya yöneltmiştir. Yine de araştırmanın

amacına hizmet edeceğini düşündüğümüz ilk kaynaklara başvurmaya gayret ettik.

6

I. BÖLÜM

ÜTOPYA YA DA İNSANIN BİTMEYEN ÖZLEMİ

1.1. ÜTOPYA’NIN TARİHİ

“Yunanca ‘yer’ anlamına gelen topos kelimesinin olumsuzlanmasıyla

‘olmayan yer’ anlamına gelen ütopya, geniş anlamda zihinde tasarlanmış, olması

arzulanan veya olacağı kabul edilen bir ideal toplum şeklinin hayali ifadesidir. Dar

anlamda ise, belirli bir sınıf veya grubun çıkarlarıyla dengeli olarak mevcut toplum

düzenini değiştirmek amacını güden toplumsal doktrini ifade eder. 1516 yılında Thomas

More tarafından ifade edilen ideal toplumu niteleyen bu kavram, sonraki dönemlerde

her çeşit ideal yapıları ifade etmek üzere kullanılmaya başlanmıştır.” 12 “Ham hayal“

şeklinde de tanımlanan ütopya, geniş anlamı ile zihinde tasarlanmış, felsefi ve

ekonomik konularda olması arzulanan ve olacağı kabul edilen bir toplum şeklini

savunan görüşe de denir.13 Servie ise ütopyanın tanımını şöyle yapmaktadır: ”Hiç şüphe

yok ki ütopya kelimesi bize, realiteye yabancı olan kimi tasavvurları, kimi rüyaları

çağrıştırmaktadır. Olması gerekene dair her görünüm ve görünüş ise, bizi mevcut olanın

tenkidine götürmektedir.”14

Ütopya daha birçok kavram gibi Batı ürünüdür. Batı’nın hümanizm, Rönesans

ve kapitalizmiyle ivme kazandığı, medeniyetin lokomotifi ve taşıyıcısı konumuna

geçtiği bir devrin ürünü.15 Ütopyacılık ise “değişik bir dünya arzulamak, verilmiş olanı

daha farklı, elde edilemese de hayal edilebilir bir başka şey uğruna reddetmek”tir.16

Platondan beri insanlık mükemmel toplum hayalleri peşinden koştu. “Bir gün”

diye başlayan hayallerle doludur tarih. Thomas More, Francis Bacon, Karl Marx ve

daha niceleri, iş sorununun olmadığı, boş vakitlerin yaratıcı olarak geçirildiği ve cemaat

12Mehmet Ali Kirman, Din Sosyolojisi Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Rağbet Yayınları, 2004, s. 241. 13 Mustafa Erkal, Burhan Baloğlu, Filiz Baloğlu, Ansiklopedik Sosyoloji Sözlüğü, İstanbul: Der Yayınları, 1997, s. 308. 14 Sadık Kılıç, Mitoloji, Kitab-ı Mukaddes ve Kur’an-ı Kerim, İzmir: Nil Yayınları, 1993, s. 64. 15 Oğuz Demiralp, “Yok Böyle Bir Ülke”, Kitap-lık, Sayı:76, (Ekim 2004), s. 66. 16 Fred Halliday, 2000’lerde Dünya, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2002, s. 206.

7

ruhunun hakim olduğu ütopik toplum modelleri çizdiler.”17 Bunu insanoğlunun tarihin

ilk zamanlarından bu yana kadar vazgeçemediği özelliklerinden birisi olarak

nitelendirmek yanlış olmasa gerektir.

Ütopya bilindiği gibi İngiltere tarihinin en ilginç kişiliklerinden biri olan

Thomas More’un yazdığı, ideal bir toplumu anlattığı eserinin ismi. More’un dönemi,

ilerlemeci tarih anlayışının henüz Batının ayırıcı özeliği haline gelmediği bir dönemdi.

“Ancak ilerleme düşüncesi Batı kültürüne yerleştikçe, dünyanın zaman içinde çalışma,

çabalama yoluyla daha iyi hale getirilebileceği düşünüldükçe, ütopya gelecekte

ulaşılması gereken durum anlamı yüklenmeye başlamış. Çok kabaca söylersek, ütopya,

ilerlemeci Batı uygarlığının cenneti yeryüzünde kurmak iddiasının bir dışa vurumu

haline gelmiştir.”18 İnsanın kendisini aşması, daha iyi ve daha üstün bir yaşama

kavuşması inancı ile ütopya düşüncesi Batı insanını ilerleme yönünde güdüleyen bir

manevi motor gibi çalışmıştır.19

Ancak böyle bir toplum düşüncesi More ile başlamış değildir. More kitabına

verdiği bu isimle ütopyanın bir edebi tür olarak isim babalığını yapmıştır. Ütopya,

sadece bir türe değil, aynı zamanda bir düşünce biçimine, bir anlayışa da isim babalığı

yapmıştır. İnsanların kusursuz, her şeyin en iyi şekilde işlediği bir toplum özlemi tarih

boyunca var olmuştur. Biz ütopyaların başlangıcını Platon’un Devlet’ine

götürebildiğimiz kadar ondan çok daha öncelerine de götürebiliriz. Tabi gerek Platon,

gerekse ondan önce ideal bir toplum tasavvur edenler bu düşüncelerine ütopya adını

vermiş değillerdir. Eski çağlarda böyle bir toplum daha çok altın çağ ismiyle anılmıştır.

”Hesiod’un M.Ö. yedinci yüzyıla ait İşler ve Günler’inde, insanların “kalpleri bütün

kederlerden uzak, zor iş ya da acı olmadan, tanrıymış gibi yaşadıkları”; bereketli

toprağın bol ürününü kendiliğinden onlara verdiği ve onların da ülkelerinde birçok iyi

şeyle birlikte rahat ve huzur içinde yaşadığı”, ardından derin bir matem tutulan,

Kronos’un hükümdarlığının kaybolmuş çağı, Altın Çağ’ın dinsel tasviri vardır.” 20 Peki

insanoğlunun bu en eski özlemlerinden biri olan, bugün de devam eden ve kanaatimizce

17 Metin Şenergüç, Ütopyaların sonu (mu?), 2005, http://www.acikgazete.com. 18 Demiralp, s. 67. 19 Demiralp, s. 67. 20 Krishan Kumar, Modern Zamanlarda Ütopya ve Karşı Ütopya, Ali Galip(çev.), İstanbul: Kalkedon Yayınları, 2006, s. 15.

8

bundan sonra da devam edecek olan bu özlemin altında yatan etkenler nelerdir? İnsan

neden bir ütopya ihtiyacı duyar ve neden ütopya yazar? Ütopya yazarlarının amacının

tek ve bir o kadar da net olduğunu görürüz: İçinde bulunulan toplum düzeninin kusurları

karşısında, kusursuz ve de sorunsuz bir ideal toplum düzeni önermek.21 Ütopik

düşünceyi yansıtan eserlere baktığımızda bu eserlerde evrensel mutluluğu yakalama

amacı görürüz. Evrensel mutluluk da büyük dinlerdeki cennet yani ebedi kurtuluş ve

mutluluk yurdu ile özdeşleştirilir. İşte ütopya yazarlarının eserlerinde görülen ideal

toplum düzeni bu cennet tasavvurunun bir yansımasıdır. Ayrıca büyük dinlerin

peygamberlerinin yaşadığı ve altın çağ olarak nitelendirilen döneme olan özlem de

ütopyalarda gün yüzüne çıkar. Ütopyalar ile dinler arasında sıkı bir ilişkinin varlığından

böylece bahis açabiliriz. ”Zaten ütopyalar genel olarak incelenirse hemen hepsinin ideal

toplumun oluşmasında en büyük araç olarak din kullanılmıştır. Üç önemli ütopya eseri

ele alındığında (Thomas More-Ütopya, Tommasso Campanella-Güneş Ülkesi, Francis

Bacon-Yeni Atlantis) halkların, yazarların dini de bu olduğu için, çok iyi birer Hristiyan

oldukları görülür. Aslında ütopyalar din ve devlet organizasyonu alanında rasyonel

eleştiri araçları olarak da kullanılır ve eserlerdeki toplumlarda din en doğru ve rasyonel

şekilde yaşanmaktadır.”22

Ütopyaların yazılmasındaki etkenlerden bir diğeri de yeni dünyaların keşfidir.

Tarihte coğrafi keşifler diye adlandırılan bu durum, insanların başka yerlerde yaşayan

insanlara ve o yerlere karşı ilgisini arttırmıştır. Denizcilerin ve gezginlerin gördükleri

yeni yerleri biraz da abartılı bir şekilde anlatmaları, insanların, uzak yerlerde refah

içinde yaşayan toplumlar olduğunu tereddütsüz kabullenmelerine sebep olmuştur. Kendi

toplumlarında var olan aksaklıkları onların çözdüklerine inanmalarında da bu anlatılar

etkili olmuştur.23

Yukarıda verdiğimiz tanımlardan da anlaşılacağı üzere ütopyaların, her ne

kadar gerçekleşmesi olanaksız projeler olarak görünse de insanlara yön gösterici bir

hedef sunduklarını söyleyebiliriz. Ütopyalar gösterdikleri bu hedefle bir bakıma insanın

doğaya ya da tanrıya bir başkaldırı durumu sergilemelerini de imlemektedir: Tanrı’nın

21 Güven Turan, “Yok Ülkeler Düş Ülkeler”, Kitap-lık, Sayı:76, (Ekim 2004), s. 63. 22 http://www.carpediemdergisi.com/sosyoloji.php. 23 http://www.carpediemdergisi.com/sosyoloji.php.

9

verdiklerine razı olmama, mutluluğu insanın kendisiyle yakalayabileceğini zannetme.

İşte ütopya, insanı harekete geçirici özelliği ve onu elde ettiğinden daha fazlasını elde

etme yönünde güdülemesiyle kendisine dünya tarihinde önemli bir yer edinmiştir. Fakat

hedef olarak en iyiyi, en güzeli göstermesine rağmen, insanın doğasındaki gerçekler bu

hedeflere ulaşılmasını engellemektedir. Fakat insan yine de bu hedeflere ulaşmak için

çaba sarf etmelidir, çünkü bundan başka çıkarı yoktur. İnsan kendisine verilenle

yetinmemeli, daha fazlasını istemeli ve bunu elde etmek için çabalamalıdır.24 Şartlar ne

olursa olsun, istenilen ve/veya düşünülen şeyler gerçekleşsin veya gerçekleşmesin,

Krishan Kumar’ın da ifade ettiği gibi insanoğlunda bir adaletli toplum düşüncesi her

zaman var olmuştur. Bunun adına Tanrı krallığı veya sınıfsız toplum diyelim bu gerçek

hiçbir zaman değişmemiştir.25

Ütopyaların özelliklerine geçmeden ütopya ile benzerlikler gösterse de

birbirlerinden bazı noktalarda ayrılan ideoloji ve ütopya üzerinde kısaca durmanın

faydalı olacağı kanaatindeyiz. Ancak biz bunu yaparken ideoloji teriminin uzun,

karmaşık ve zengin bir tarihe sahip olduğunu unutmadan en temel ayrıma işaret etmekle

yetineceğiz. Öncelikle ideolojinin nasıl tanımlandığına bakalım. Ama unutmayalım ki

ideoloji tanımı konusunda uzlaşma sağlanamamış bir kelime olarak karşımıza

çıkmaktadır. Bu kavramı ilk olarak Fransız düşünür Destutt de Tracy kullanmıştır. Onun

tanımlamasıyla ideoloji, “peşin hükümlerden sıyrılarak, fikir ve düşünceleri inceleyen

ve sosyal reform niteliği olan düşünce sistemi“dir. Daha sonra ise bu kavram sosyal ve

politik hareketlerin özellikle toplumsal yapıyı değiştirmek üzere kullandıkları fikir

sistemlerini ifade etmek için kullanılmıştır.26 İşte ideolojiler bu tanımdan da anlaşılacağı

gibi Şerif Mardin’in de ifadesiyle, “bir anlam kümesi olarak toplumun stratejik

fonksiyonlarının birinin başköşesini tutmaktadır. İdeolojileri bu açıdan ele aldığımız

zaman onları, insanlara istikamet vermeye yarayan birer “harita” olarak görürüz.”27 İşte

tam da bu noktada ideoloji ile ütopyanın kesiştiğini fakat buradan sonra ayrı

dönemeçlere girdiğini fark ederiz. İdeolojiler insanlara sundukları haritalarla toplumsal

yapıyı keskin müdahalelerle bozmaya ve değiştirmeye çalışırlar. Ütopyalar da her ne

24 Demiralp, s. 66. 25 Kumar, s. 14. 26 Erkal, s.140. 27 Şerif Mardin, Din ve İdeoloji, 10. baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2001, s. 25.

10

kadar insanlara bir nevi harita sunsalar da onlar alternatif sunma amacındadırlar.

Ütopyanın, içinde bulunulan şartlar karşısında alternatif üretme amacı onu ideolojiden

ayıran en önemli özelliğidir. Ütopya içinde doğduğu toplum gerçeğini aşar, topluma

müdahalede bulunmaz. Onun işi toplumu değiştirmek değil o topluma alternatif

sunmak, bir arada mutlu bir şekilde yaşanabileceğini göstermektir. İşte ütopyayı

ideolojiden ayıran da budur. İdeoloji yaşanan düzeni bozmaya ve toplumu değiştirmeye

çalışır.28 Bu da ideolojilerin dinamik bir özelliğe sahip olduklarını göstermektedir. Buna

karşılık “ütopyalara kişiliklerini veren iki asal ve değişmez özellik vardır. Bunlardan

biri içeriktir: Ütopya yazarları ideal toplum diye düşündüklerini resmederler, bunu

matematik diline aktaracak olursak, ütopyaların + işareti taşıdıklarını söyleyebiliriz.

Öteki özellikse, içerikten doğal olarak ortaya çıkan biçimde yer alır: Bir ütopya her

zaman durağandır (statik); her zaman betimseldir (descriptive) ve her zaman ya da

hemen hemen her zaman, olaylar dizisinin canlılığından yoksundur.”29

1.2. ÜTOPYALARIN ÖZELLİKLERİ

En başta sormamız gereken soruyu burada soralım. Ütopya nedir? Bir şeyin

özellikleri, anlaşılması gereken şeyin ne olduğu konusunda bizim için en verimli

kaynaktır. Bu sebepten “Ütopya nedir?” şeklindeki bir soruyu burada sormak

gerektiğini düşündük. Aşağıda ütopya eserlerinde ve ütopik toplumlarda yaşayan

insanların özellikleri ile ilgili ayrıntılı betimlemeler yapacağız. Ancak burada da yine

yukarıda kısaca değindiğimiz bazı ayrıntılara tekrar temas etmek istiyoruz. Çünkü

tezimizin sonuna kadar diğer bölümlerde ele alacağımız konuların da daha iyi

anlaşılması için bu bilgiler bizlere rehber olacaktır düşüncesindeyiz. Hep söylediğimiz

gibi ütopya sözcüğü İngiliz hümanist Thomas More’un ideal toplumu anlattığı

başyapıtına verdiği isimdir ve “hiçbir yerde” anlamına gelmektedir. More’un bu terime

vermek istediği anlam çok tartışılmıştır. Ancak bu nokta yani ütopya kelimesine verilen

hiçbir yerde anlamı, üzerinde şüphe götürmeyen bir birliktelik olsa gerek, zira kitapta

geçen bütün öbür adlar gerçek dışılık düşüncesini uyandırmak eğilimindedir. Adanın

başkenti Amaurote (sis-kent) dir ve Anhydre (susuz) nehrinin kenarındadır. Devlet

Ademus (ulussuz hükümdar) tarafından idare edilmektedir; halka Alaopolites (kentsiz

28Kirman, s. 242. 29 Turan, s. 65.

11

yurttaş) denmekte ve komşuları Achorien’ler yani yurtsuz insanlardır. Aslında

ütopyanın betimlemesi gerçek olmama izlenimi uyandırsa da, unutmamalıyız ki bu

betimlemeler More zamanı İngiltere’sinin toplumsal durumunu çok esaslı bir şekilde

anlatan kitabın birinci bölümüne bir cevaptır. Aslında More bütün ütopya yazarlarının

yaptığını yapmaktadır. İçinde yaşanılan zamanın toplumunun çoğunluğunu bunaltan

kötülüklerle savaşmak için ne gibi reformlar yapılması gerektiğini izaha çalışmıştır.

Ama bu gibi reformları gerçekleştirmenin de kolay olmadığını anlatmak istemiştir.

Bütün ütopyalarda olduğu gibi More’un Utopia’sında da akla uygun bir toplumsal

örgütlenme sayesinde uslu, akıllı, kudretli ve mutlu bir toplum görüyoruz.30

Ütopya kelimesi More’dan sonra zaman içerisinde mutlu ve mükemmel toplum

betimlemelerini ihtiva eden eserlerin ismi olmuştur. Ütopyalar çok kez bir seyyahın

romanlaşmış öyküsü olarak görülür. Bu yapıtların birçoğunda anlatılanların bir adada

olduğunu görürüz. Bazen de mutlu ülke yer altındadır. Şüphesiz tüm bu yapıtlar, bir

gerçeksizlik izlenimi yaratma eğilimi göstermektedir. Ama yine de insan, yazarın

idealini gerçekleştirme imkanına güveni olduğu izlenimini edinmektedir. Bunun için de

yazar, ütopyalılar üzerine çok ayrıntılı betimlemelere girişir. Onlar hakkında bol bol

somut ayrıntılar vermektedir. Bu ayrıntılarla adeta şu mesaj verilmektedir: ” Zorluklara

ve görünürlerdeki olmazlıklara rağmen “makine işlemekte”, hatta iyi işlemektedir.”

Fakat günlük dilde, ütopya sözcüğü olumsuz hatta kötüleyici bir anlamda

kullanılmaktadır. Belki büyüleyici olan, ama realiteyi ve insan doğasını hesaba

katmadığı için gerçekleşemeyecek bir siyasal ve toplumsal ülkü.31

En ünlü ütopyalar yukarıda bahsettiğimiz Thomas More’unkinden başka,

Campanella’nın Güneş Ülkesi ile Bacon’ın Yeni Atlantis’idir. Ütopyalar çağlara göre

karakterlerini değiştirir. Yine de bütün bu eserlerde değişmez bazı yönler bulmak

kolaydır. Öte yandan, ütopya kategorisine konan, ancak onun temel niteliklerine sahip

olmayan bazı ütopyalar vardır ki, aralarında bulunan ayrımları göstermemiz

gerekmektedir.

30 Alexandre Vexliard, “Ütopya’nın Psikolojisi”, D.T.C.F. Felsefe Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, c.V, Ankara, 1967, s.63,64. 31 Vexliard, s. 64.

12

Ütopya rasyonel bir toplumsal örgütlenme sayesinde mutluluğu ve

mükemmelliği yakalamış bir toplumu nitelemektedir. Burada çoğu zaman bilimsel ve

teknik ilerlemeler de (Bacon’da göreceğimiz gibi) işe dahil olmaktadır. Ütopya temelde

iyimserdir, hümanisttir ve insan güveni vardır. Bu sebepten ütopya olmadığı halde o

şekilde nitelenen bazı türleri gerçek ütopyadan ayırmak gerekir. Aşağıda kısaca bunlar

anlatılacaktır.

“1.Yad ütopya ya da karşı ütopyalar: Bunlar XIX. yüzyılın son üçte birinde

Bulwer Lytton’nun Gelecek Irk (1871)’ı ile başlamıştır ve en tanınmış örnekleri, Aldous

Huxley’in Dünyalar’ın En İyisi ile George Orwell’in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’üdür.

Bu yapıtlarda rasyonel toplumsal örgütlenme ile teknik ilerlemeler insana, insani olana

karşı yönelmiş felaketler olarak gösterilmektedir. Bunlarda akıl ile bilimin, ancak

insanın köleleştirilmesinde birer aygıt olabileceği ispatlanmak istenmektedir.

2. Bazen ütopya şeklinde olmakla beraber, daha çok “reform projesi” olarak

görülen yapıtlar: Örneğin Fenelon’un Telemaque’ın Seyahatleri’ndeki Salente: Bunda

XVI. Louis devri yolsuzluklarının ihtiyatlı bir eleştirisi yapılmakta, geleceğin

hükümdarına hiç de ütopik olmayan öğütler verilmektedir.

3. Belirli bir siyasal-felsefesel yapıtı canlandırmayı amaç edinen tablolar:

Platon’un Devlet’inin VII. Kitap’ı gibi. Ancak yine de Platon’da ütopyalar olduğu

söylenebilir.

4. İnsanlığın mutluluğunu, bir daha geri gelmeyecek geçmişte ya da (kayıp)

cennet, Altın Çağ gibi dünya üstü bir gelecekte gören türlü mythos’lar: bunlarda

mutluluğun yapıcısı insanın kendisi değildir, bu mutluluk dünya dışı kuvvetlerin

etkisinin sonucudur.

5. Doğaüstü kuvvetlerin egemen olduğu “ Pays de Cocagne, Schlaraffenland”

gibi “ Bal ve Süt Yurdu “ türünden öyküler.”32

32 Vexliard, s. 65.

13

Bütün bu anlatılanlardan sonra yukarıdaki türlerden ayırt edebileceğimiz ve

asıl üzerinde durmamız gereken ütopyaların genel karakteristik özelliklerini ise şöylece

sıralayabiliriz:

1.Ütopya, dediğimiz gibi, her şeyden önce, rasyoneldir. Bu akılcılık kendini

türlü türlü gösterir: a) Tek şekillilik: Ütopyanın bütün şehirleri (sayıları 54’tür) hep aynı

model üzerine kurulmuştur. Çok kez giysilerde benzerliğe rastlanmaktadır. b)

Mimarlıkta, şehircilikte ve zamanın kullanılmasında bakışıklık (simetri): Böylece

şehirler kare ya da (Güneş Kentinde ve İsrael Kibbuz’larında olduğu gibi) çember

şeklindedir, çok kez tek şekillilik ve bakışıklık (İncaların şehirlerinde) her mahallede

vardır. c) Hemen hemen her ütopyada bir planlama vardır, bu planlama yalnız

ekonomiyi (üretimi, dağıtımı) değil, demografiyi (nüfus dağılımını, öjenik ilkelerine

göre evlenmelerin denetimini..) de kapsamaktadır. Şüphesiz bu planlama aynı zamanda

siyasaldır, daha doğrusu kolektif ahlakın, toplumsal felsefenin büyük ilkelerinin bir

bakıma savunucusu olan siyasal kuvvetten türemiştir. Ütopyayı karakterlendiren birçok

nitelikler, zorunlu olarak entelektçi olan bu akılcılıktan gelir; bu akılcılık, bilginin

kudretine hemen hemen sınırsız bir güvende, teorik kurgulara bağlılıkta ifadesini

bulmaktadır. d) Sonuç olarak ütopyaların çoğunda eğitimin kudretine sarsılmaz bir

inanç ifade edilmektedir. Geçmişin değerlerini hor gören, mutluluğunu sağlayacak

toplumsal düzene sıkıca bağlı yeni insanın yetişmesini olağan kılacak olan, eğitimdir.

Özel olarak eğitim insana çalışma sevgisini, artık faydasız olmuş kişisel boş

zenginliklere değer vermemeyi aşılayacaktır. Ütopya yazarları için insan sınırsız ölçüde

eğilip bükülebilir ve yetişmesi, bütün hayatı boyunca tinsel bir yönetim tarafından

işlenir.33 Burada ütopyaların aşırı planlamacı ve her şeyin hiçbir şey dışarıda

bırakılmayacak şekilde düzen içerisinde organize edilmiş halde bir yapı olduğu

gerçeğini görürüz. Ütopyalarda toplumsal düzeni bozucu bırakın bir davranışı sabit bir

görüntüye dahi yer yoktur. Bu ütopyaların bizzat kendi içerisinde barındırdığı ya da

ütopya yazarlarının zihnini kuşatmış bir mükemmellik anlayışının tabi sonucu olarak

görülmelidir.

33 Vexliard, s. 65,66.

14

2. Fakat ütopyacı aynı zamanda duygulu bir kimsedir. O, ütopyayı rasyonel

kurgu olarak kurmuştur. Çünkü çevresinde gözlemlediği sefillik ve haksızlıklardan

derin şekilde duygulanmış ve bu kötülüklere, bir de kurumları sorumlu bulduğu

yolsuzluklara çare aramaktadır.

3. Ütopyacı bir hümanisttir; insana inanır, ona güvenir, insanın kendi

mutluluğunu yapabileceğini düşünür.

4. Eşitlik düşüncesi hemen hemen her ütopyada bulunmaktadır. Çünkü ütopya

yazarlarına göre her türlü kötülük eşitsizlikten ve para sevgisinden gelir. Bu eşitlikçi

eğilim (en çok entelektüel) değer ve başarı soyluluğunu, bazı hallerde de yaptıkları

demokratik kurumlar tarafından az çok denetlenen bir türlü “demokrasi”nin kabulü ile

biraz yumuşatılmaktadır. Bunun sonuçlarından biri şudur ki ütopya, herhalde lüksü

yadsıyan ılımlı bir asketizme götürmektedir. Esasta herkes aynı haklara sahiptir: Besiyi,

(aynı şekilde) giysileri, konutu topluluktan alır, karşılık olarak, yetkilerine uygun bir iş

görür. Böylece hiç kimse yoksulluktan korkmaz; toplumsal kin ve nefret olamaz; böyle

bir bütün içinde, aldatma (sahtekarlık), çıkarcı yalancılık düşünülemez. Gene de

suçlular çıkarsa en zahmetli iş onlara düşer. More’un ütopyasında, köle kılınmış olan bu

suçlular, genel olarak hiç değer verilmeyen altından zincirlere vurulmuşlardır.

5. Ütopyada herkes çalışmakla ödevlidir; zaten herkes çalışmaya koyulursa,

bütün ihtiyaçların bol bol karşılanması için her bireyin günde birkaç saat çalışması

yeter; kaldı ki bu ihtiyaçlar, alışkanlık ve standardizasyon dolayısıyla azalmıştır.

Esasında ütopyalarda çalışmamak büyük bir suç sayılır. Çalışmak istemeyenlerin

başında Campanella’da gördüğümüz gibi birtakım gözcüler vardır. Bunlar işsiz güçsüz

duranların peşindedirler. Campanella’da çalışmaktan kaytaranlar bedeni cezaya hatta

ölüm cezasına bile çarptırılmaktadırlar.

6. Komünizm yahut kolektifçilik ütopyaların çoğunda bir zorunluluk olarak

görülmektedir. Bu zorunluluğun Thomas More’un eserinde şu şekilde ifade edildiğini

görürüz: “Mülkiyet hakkı kaldıkça insanlığın en kalabalık ve kıyaslanmayacak kadar

daha değerli parçası, sefaletin ve felaketlerin ağır yükünü mutlaka taşıyacaktır. Kabul

15

ederim ki ona azıcık ferah sağlanabilir ama bu koşullar altında bu sefalet ve

felaketlerden büsbütün kurtulamaz.”

Birçok ütopyada para (genel olarak) kaldırılmış olduğundan herkesin alışveriş

yapabileceği büyük mağazalar bulunmaktadır. Genellikle yemekler birlikte yenir ve

sağlık kurallarına uyularak insanlar beslenirler. Bu çok önemlidir. Zira ütopyalarda

insanların sağlıklı olması onların yani toplumun mutluluğu için en temel noktalardan

birisidir. Bazı ütopyalarda aile korunmuşsa da ileride göreceğimiz gibi bazılarında ise

aile kaldırılmıştır. Bunun örneğini Campanella’nın Güneş Ülkesi’nde görmekteyiz.

Campanella kadın ve çocuk sahibi olmanın zenginlik, şan ve şeref peşinde koşmayı

doğuracağını söyler.

7. Son olarak denebilir ki, bütün ütopyalar bir takım karşıtlıkları uzlaştırmayı

amaç edinen bir toplumsal sistem kurma eğilimindedir. Bu karşıtların şunlar olduğunu

söyleyebiliriz: akıl-içgüdü, bireycilik-kolektifçilik, eşitlik-özgürlük, soyut kurgular-

pratik zorunluluklar, askeze-maddesel refah, bireysel mutluluk-kolektif mutluluk. İşte

bu uzlaşmazlıkları ortadan kaldırmak veya en azından çözmek için yazarlar çeşitli

alternatif çözümler önermektedirler. Bunlarla birlikte ütopyalarda din, evlenme,

cinsiyetler arasındaki ilişkiler, suç ve cezalar, bilimlerin ve tekniklerin durumu ile ilgili

toplumsal yaşamın bütün yönleri ayrıntılı bir şekilde ortaya konmaya çalışılmıştır.34

Ütopyalar çeşitli kesimler tarafından eleştirilmiştir. Bu eleştirilerin olumsuz

olanları olduğu gibi olumlu tarafı da bulunmaktadır. Gerek kendi zamanlarında yani

yazıldıkları devirde gerekse sonraki zamanlarda yapılan eleştirileri Alexandre Vexliard

şu şekilde ifade etmektedir:

“1. Sağın eleştirisi: Ütopyaların toplumsal gelenekleri tutanlar tarafından takdir

edilmemiş olmaları kolayca anlaşılır. Bunlarda genel olarak bir kuşku uyandırmıştır. Bu

cephede ütopya ahlaka aykırı görünmektedir, çünkü çalışma zamanını azalttığından,

insanı (tabii, “fakir insan” söz konusudur) çabadan kurtardığından, yüreksiz, kuvvetsiz

bir insanlığı meydana getirmektedir. Ekonomiciler ütopyanın insan tabiatına aykırı

olduğu düşüncesi üzerinde ısrarla durmaktadır. Çünkü bunlara göre insan köle

34 Vexliard, s. 66-68.

16

olmadıkça ancak bir çıkarı için çalışır; dahası var, ekonomicilere göre, mülkiyet

duygusu insan tabiatının başlıca öğelerinden biridir.

2. Soldan gelen şiddetli eleştiriler görünüşe göre daha şaşırtıcıdır. Engels’in ve

daha sonra Marx’ın eleştirileri, şüphesiz bunların en sertleri arasındadır. Ütopik

sosyalizm ile bilimsel sosyalizm arasındaki karşıtlamanın Engels’ten geldiği biliniyor.

Birinci kategoriye, birçokları arasında Saint-Simon, Fourier, Owen, Weitling, Proudhon

konmaktadır ve denmektedir ki bunlar, duygusal idealist bir düzeyde durarak

“gerçekleşmiş” bir sosyalist toplumu betimlemektedirler (suçları bu noktada

yatmaktadır). Bilimsel sosyalizm, bunun tersine, çıkış noktası olarak toplumsal ve

ekonomik gerçeği alır ve evrimin kanunlarını belirlemek için onun analizini yapar.

Böylece, endüstri toplumun sosyalizme doğru yönünü ispat eder. Engels der ki:

“Ütopyalar genel olarak tutucudurlar, çünkü çağlarının duygusal ülkülerinin etkisi

altındadırlar.” Marks der ki: “Gelecek toplumun programını çizen her kimse tutucudur.”

Çünkü bu betimlemelerde gelecek, şimdiye bakılıp onun “salt karşıtı” olarak

kurulmaktadır.

3. Ütopyayı öven yargılar, birçok yazar tarafından öne sürülmüştür. Auguste

Comte, ütopyacı düşünüşe yalnız toplumsal kurumlarda değil, bilimsel düşünüşün

gelişmesinde de önemli bir rol tanımaktadır. Başka yazarlar buna benzer tezler öne

sürmüşlerdir. Ernst Mach’a göre ütopya zihinsel deney rolü oynamaktadır. Edouard Le

Roy’a göre ise, yaratıcı buluş ütopyanın imgelerinden pek farklı değildir. A. Lallande

(1960) da, “Ütopya ile varsayım aynı tabiattadır.” diye yazmaktadır. Çünkü ütopi

tasarlanmış birtakım durumları, içerdikleri sonuçlar üzerinde yargıda bulunmak için,

gerçekleşmiş gibi gösterir ve bu sonuçların çok faydalı, çok üstün olduklarını göstermek

ister.”35

Ütopya yazarlarının hemen hemen hepsinin betimledikleri toplumun insanı

dönüştürebilecek, yeni bir insan yaratabilecek kudrete sahip olduğuna inandığını

görürüz. Ütopyacılar, toplumun yeni örgütlenmesinin ve kanunlarının bireyler üzerinde

zorlayıcı bir kuvvet uygulayacağını düşünmüşlerdir. Bu sayede bireylerin düşünceleri,

ruhsal ve hatta bedensel yapıları dahi değişecektir. Neticede bugün insanın değişmez

35 Vexliard, s. 68-70.

17

denilen yapısının bu toplum düzeni içinde değişmiş olduğu görülecektir. Bu açıdan

ütopya eserlerindeki ütopyalının karakter özelliklerini şu şekilde ifade edebiliriz:

1.Ütopyalı rasyoneldir, ihtiyaçlarını akla uygun yöntemlerle elde etmeye

çalışır. Hatta bu ihtiyaçlarından kökü içgüdüsel olanlarını bile. Bugünün adamı, yani

aktüel birey, rasyonel olmayan eğilimlerin egemenliği altında ise bunun sebebi barbar

ve karanlık bir çağda ve toplumda gelişmiş ve yaşamakta olmasıdır.

2. Çağdaş dünyada yaşayan insan sadece kendini düşünür. Bencildir ve

rekabetten başka bir şey düşünmez. İhtiyaçlarını karşılamak için savaşmaktan bile

çekinmez. Ama ütopya insanı paylaşımcıdır. Kendisini toplumun menfaatine feda eder.

”Toplum yeni temeller üzerine kurulduğu zaman ütopya insanı hemcins ile dayanışma

ve ona sevgi duygusu ile canlanacaktır; çünkü o zaman egoizmin “hikmet-i vücudu“

olmayacaktır. Bu dönüşüm olacaktır; çünkü insanlar hiçbir zaman kıtlıktan

korkmayacaklardır; sefaletin bilinmediği, herkesin emrine verilen ürünleri nicelik ve

daha çok, nitelik bakımından bugün tasarlayabileceğimizin pek üstünde bulunan bir

toplumda yaşayacaklardır.

3. İnsanoğlu doğal olarak tembeldir ve rahatına düşkündür. Çalışmamak için

türlü bahaneler uydurur. Ancak ütopya adamı çalışkandır. Diğer insanlar gibi baskı

olmadan da gönüllü olarak çalışır. Çünkü çalıştığı ortam güzeldir. Çalışmasının

neticesinde hem kendisinin hem de toplumun faydalar elde ettiğini görür. Ayrıca ütopya

insanı çalışmanın dışında kendisine zaman ayırabilmekte ve yararlı işlerle

uğraşabilmektedir. Her istediğini bol bol elde etme imkanına sahiptir. Bu sebeple

çalışma tamamen gönüllü yapılır. Çalışma ütopya insanına göre gerçek özgürlüğün de

bir garantisidir.

4. Ütopya adamı geçmişe değil, geleceğe yönelmiştir. O tarihi kendisi

oluşturacak, alın yazısını kendi yazacaktır. Bunu yaparken de toplumda bulunan diğer

insanlarla birlik ve beraberlik duyguları içerisinde bulunacak, onlarla el ele verecektir.

Ancak bu şekilde bir çalışma alınyazısı oluşturabilir.

5. Ütopya adamı aynı zamanda son derece hoşgörülüdür. Bu diğer dinlere

ilgisizliğe kadar varmaktadır.

18

6. Ütopyalı barışseverdir. Savaştan hoşlanmaz. İnsanların savaşmadan,

birbirlerini öldürmeden bir arada yaşamalarını ister. Ama vatanına saldırıldığı zaman

onu cesaretle savunmasını bilir. Ayrıca More’un Utopialıları rüşvet, casusluk gibi

özellikleri kullanarak savaştan kaçınmayı tercih ederler. Zira bunların ahlak dışı

olduğunu kabul etmekle birlikte, savaştan daha iyi olduğunu düşünürler.

7. Ütopyalılar rasyonalisttirler. Bu yüzden bilime inanırlar. Bilim onlar için iyi

bir geleceğin garantisidir. Bu yüzden ütopyada eğitime ve okumaya büyük önem

verilir.36

Bundan sonra ütopyalara bir antitez olarak nitelendirilen karşı ütopya kavram

üzerinde duracağız.

1.3. KARŞI ÜTOPYA

“Ters ütopya, ütopyacı bir eğilim ve amaçlarla yola çıkıldığında ortaya

çıkabilecek olumsuz ve baskıcı bir toplum düzenidir.” Ütopyacı eğilime dayalı bir

çıkışın ters ütopyaya dönüşebilmesinin başlıca nedeni, ütopyaların kendi içinde

seçeneksiz oluşlarıdır. Ütopya ile ters ütopyanın ortak tarafı bu seçeneksizliktir. Ütopya,

haksızlık içeren olumsuz toplum düzenine karşı bir seçenek olarak sunulur. Bu seçenek,

eşitlik ve ortak mutluluk adına katı ve kesin bir örgütlenmeye ve planlamaya dayalıdır.

Eşitlik ve toplum mutluluğu adına bireysel eğilimlerin ve değerlerin geri plana itilmesi,

bunlara hiç yer verilmemesi, bir nevi ferdin topluma boğdurulması ütopya anlayışını

ters ütopyaya çeviren başlıca kritik adımdır. Ütopyalarda toplum mutluluğu ile birey

özgürlüğü bir ikilem olarak sunulur ve ikisinden biri tercih edilmeye çalışılır. Sonunda

tercih toplum mutluluğundan yanadır. Bu seçimden sonra, yani bireyin özgürlüğünden

ve değerlerinden vazgeçilmesinin ardından, toplumsal düzen adına yapılmayacak şey

kalmaz. Ters ütopya işte bu anlayışın yarattığı bir toplumsal düzendir.37

“Ütopya yazarı, kendi seçeneğini geliştirirken iyimserdir, bir tür yeryüzü

cenneti vaat eder, bu seçenek yönünde okurun desteğini sağlamaya çalışır. Ters ütopya

yazarı ise kafalarındaki cenneti kurmak isteyenlerin yol açtıkları cehennemi sergiler;

36 Vexliard, s. 80. 37Nail Bezel, Yeryüzü Cennetlerinin Sonu, 2. baskı, Ankara: Güldikeni Yayınları, 2001, s. 7.

19

amaç, okurda böyle bir ortama karşı bir eğilim geliştirmektir. Böylece, nasıl bir ütopya

var olan olumsuz koşullara bir seçenek sunma savında ise, ters ütopya da belli eğilimler,

yöntemler ve uygulamalara karşı bir uyarı işlevi görür. Ütopyalarda olduğu gibi ters

ütopyalarda da kurucu ve yöneticiler, insanların mutluluğu için uğraştıkları

savındadırlar. Buna dayanarak, yürüttükleri düzene insanların uyumunu isterler.

Ütopyaların iyimserliği içinde insanlar kurulu düzene kendiliklerinden uyarlar.

Uymayanların kişiliğinde bir çarpıklık, bir bozukluk olduğu düşünülür. Ters ütopyada

ise uyumu sağlamak için her yöntem ve zor kullanılır, böylece düzen katı bir baskıya

dönüşür, insan benliği ezilir, insan değerleri yok olur. Bu uyumu sağlamak için

kullanılacak yöntemlerin, uygulanacak denetimin sonu yoktur. İnsanın bireysel duygu

ve düşünceler geliştirmesi önlenir, beyin ameliyatı ile hayal gücü yok edilebilir, verilen

ölçülere uygun olması için insan şişeler içinde fabrikalarda üretilebilir, değişik algı

dünyalarının yok edilmesi için tüm kitaplar yakılabilir.”38 Ütopyaların ters ütopyalara

dönüşmesi ya da başka bir ifadeyle insanların kusursuz, mükemmel bir toplum düzeni

var etmeye çalışırken her şeyi berbat etmelerinin en önemli sebeplerinden birisinin

bizzat gerçekleştirilmeye çalışılan hedef olduğunu görüyoruz. Yani kusursuzluk.

Bununla beraber seçenek tanımazlık, düzen endişesi uğruna insancıl değerlerin yok

sayılması da diğer sebepler olarak karşımıza çıkıyor. Ancak ters ütopyaya yol açan yani

mutluluk diyarının bir yeryüzü cehennemine dönmesine etki eden çok önemli iki faktör

daha vardır: ”Bunlar bürokrasi ve teknolojidir. Bürokrasi insanları sürekli bir denetim

ve baskı altında tutmak için kullanılır, teknoloji bu denetim ve baskıya gerekli yöntem

ve aygıtları sağlar. İnsanların boş zamanlarını nasıl geçirdiği, kimlerle ilişki kurduğu,

nasıl çalışıp nasıl yaşaması, ne duyup ne düşünmesi gerektiği sürekli belgelenir. Bunlar

da kılı kırk yaran yoğun bürokrasi süreçleri gerektirir. Üretim ve denetim aygıtlarının

sağlanması, insanın mekanik açıdan anlaşılması ve çözümlenmesi için gerekli

yöntemlerin geliştirilmesi, teknolojinin işlevidir. Böylece ters ütopyalarda toplum

örgütü, bürokrasi ve teknolojiden oluşan iki yanlı bir mekanizma gibidir.”39 İnsanlar ise

bu mekanizmanın ya da bu tahakküm edici düzenin işlemesi için gerekli olan birer

araçtan başka bir şey değildir. Bütün bu anlatılanların bir sonucu olarak diyebiliriz ki,

insanlar ters ütopyalarda müthiş bir yabancılaşmaya sürüklenmişlerdir. Bunun en ağırı

38 Bezel, s. 8. 39 Bezel, s. 9.

20

insanın kendisine yabancılaşmasıdır. Bununla beraber kültürel mirasına, doğaya,

kendisini insan yapan bütün değerlere yabancılaşması kaçınılmaz bir son olarak

karşımıza çıkmaktadır.

İlerleyen bölümlerde göreceğimiz gibi “geleneksel ütopyalar, bir toplum

düzeni önermesi taşıyorlardı ve böylelikle de pozitif bir değer yüklenmişlerdi. Oysa

yirminci yüzyılın gelecekte olacakların anlatıldığı temel ütopyaları, yani Yevgeny

Zamyatin’in Biz’i, Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı, George Orwell’ın 1984’ü

hiç de ideal, güzel, önerilir toplu düzenleri vaat etmemektedir. Bu nedenle yirminci

yüzyılın ütopyalarına “anti-ütopya” ya da daha yenilerde “dystopia” denilmektedir.

Gene de, anti-ütopya terimi daha geçerlidir.”40 Ancak biz mükemmel, mutlu, hiçbir

sorunun olmadığı, olsa bile bireylerin kendilerini feda ederek toplumsal düzeni

sağladıkları ütopyaların hiç de umulmadık bir duruma geçmelerini yani anti-ütopya

haline gelmelerini, her şeyin tersine dönmesi olarak gördüğümüz için anti-ütopyalardan

bundan sonra “karşı ütopya “ olarak söz edeceğiz.

Ütopya ve karşı ütopya karşılaştırmasında ilk söylenecek şey her ikisinin de

karşılıklı bağımlı olsalar da birbirlerinin antitezi olduklarıdır. Anlamlarını ve önemlerini

karşılıklı farklarından alan “zıt kavramlar“dır. Ancak ilişki simetrik ya da eşit değildir.

Karşı ütopya, ütopya tarafından alıştırılmıştır ve bir asalak gibi ondan beslenir. Hayatını

sürdürmek için ütopyanın sürekliliğine yaslanır. Ütopya orijinal, karşı ütopya kopyadır;

yalnızca sanki daima siyah renktedir. Karşı ütopyanın olumsuz yanıtı verdiği olumlu

içeriği sağlayan ütopyadır. Karşı ütopya malzemesini ütopyadan alır ve onu ütopyanın

olumlanmasını reddeden bir tavırla yeniden kurar. Ütopyanın aynadaki görüntüsüdür

ama çatlamış bir aynada görülen tahrif edilmiş bir görüntüdür bu.41

Dinler ve ütopya başlığı altındaki Hristiyanlık ve ütopya kısmında da

göreceğimiz bir anlayışın ütopya ve karşı ütopya karşılaştırmasında da etkili olduğu

göze çarpmaktadır. Bu anlayış insanın günahkar doğduğu ve asla yeryüzünde kendisinin

kusursuzlaşarak mükemmel bir toplum kuramayacağını ifade eden Augustinyen görüş

ile ilk günah doktrinini reddedip insanın kusursuzlaşabileceğine inanan Pelagian

40 Turan, s. 64. 41 Kumar, s. 172.

21

görüştür. Ütopya ve karşı ütopyanın örülmüş hikayesi gerçekten de ilginç olarak Batı

düşüncesi içerisindeki Augustinyen ve Pelagian gelenekler arasındaki uzun süreli

çatışmalar olarak anlatılabilir. Ütopyacı bir Pelagian’dır. İlk günahı reddeder ve

insanların doğru çevreyi yaratarak kendilerini kusursuzlaştırabileceklerine inanır. Karşı

ütopyacı, Huxley ve Orwell’ın eğilimleri gibi, Augustinyendir. Koşullar ne kadar

elverişli olursa olsun sürekli kibir, açgözlülük ve hırs günahlarına teslim olan zayıf

insani yaratıklar görür. Karşı ütopyacı, ilk günaha inanmak zorunda değildir, ama insan

doğasına yönelik kötümser ve determinist görüşü, onu dünya üzerinde iyi toplumu

yaratmaya yönelik her girişimin boş çaba olmaya yazgılı olduğu kanısına götürür.

Ütopyacı çabalar, şiddet ve tiranlığa götürecektir. Karşı ütopyacı başarısız ve düşük

yapmış reformlar ve devrimlerin hikayesinden belli bir hüzünlü haz alır. Tarihin sicili

bellidir. Augustinyen determinizm Hegel’in şu ifadesini acımasızca kabul eder: ”

Dünyanın tarihi mutluluk sahnesi değildir. Mutluluk dönemleri onun içindeki boş

sayfalardır.”42

İnsanlık adına ileri sürülen umut dolu iddialar hakkında epey şüpheci olanlar

daima vardı. Bunlar insan doğasının karanlık tarafını ağır basan taraf olarak

anımsattılar. İnsanlar günahkar, düşmüş yaratıklardır. Zayıftırlar ve otorite ve önderliğe

gereksinirler. Kendi eğilimlerine bırakılırlarsa, daima bencil ve saldırgan içgüdülerinin

kurbanı olacaklardır. Hatta buna Fransız Devrimini örnek gösteren ve toplumda

kusursuzlaşmaya yönelik girişimlerin toplumsal hayatın tüm ilkelerine karşı bir meydan

okuma olarak gören Burke, Fransız Devriminin de gösterdiği üzere, bu durum, yani

kusursuzlaştırma çabaları özgürlüğü, aşırı serbestliğe; otoriteyi, tiranlığa

dönüştürecektir düşüncesindedir.43

Ütopya ve karşı ütopya arasındaki karşılaştırmada dikkati çeken bir başka şey

ise şudur: Ütopyanın muhafazakar ve pragmatik eleştirileri, insanoğullarının kapasiteleri

ve insan toplumu içinde alçakgönüllü bir dereceden daha fazla mutluluğa ulaşma imkanı

ile ilgili temel bir kötümserlikten ya da en azından şüphecilikten kaynaklanır. Standart

karşı ütopyacı fikirler ütopyaya karşı elmanın içindeki kurt gibidirler ya da “güldeki

diken”. Cennet bahçesinin elma ağacına kendisini dolayan yılan gibi, tarih ve insanlığa

42 Kumar, s. 173. 43 Kumar, s. 172-174.

22

yönelik iyimser görüşlerin kötümser karşılıklarını verir. Ancak ütopyaya erişme

imkanını ve çabalarını küçümseyenler olduğu gibi, ütopyaya gerçekleşebilecek diye

bakanlar da mevcuttur. Onlara göre ütopya erişilebilirdir ve bu bir kabus olacaktır. Bu

görüşe göre insanlar kusursuz toplumu oluşturacak kadar aptal değildir.44 Bu düşünce

öyle anlaşılıyor ki, ütopyaların insanın bireysel iradesini ortadan kaldıran anlayışına bir

tepki olmalıdır. Zira, “İnsanlar kusursuz bir toplum için kendilerini feda etmelidirler.“

şeklindeki ütopyacı tavır karşısında insanlar kendilerinden vazgeçmeyecek kadar

akıllıdırlar. Konunun başlangıç kısmında da ifade ettiğimiz gibi 20. yüzyılda yazılan

önemli karşı ütopyalar vardır. Bunlardan biri de Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’

sıdır. Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı yazıldığı döneme göre fazlaca

karamsardı. 1932 senesinde henüz teknolojik gelişmelerin başlangıcında, Huxley

insanların kendi yarattıkları bu teknolojik ürünlerin kölesi olacağını ve onu insan yapan

birçok değerli özelliğini yitireceğini düşünüyordu.45 “Hedonistik ve faydacı çizgilerde

tatmin ve şişkinliğin insan yaratıcılığını ve çabasını öldüreceğini” söyleyen Huxley

Cesur Yeni Dünya’sındaki karşı ütopyacı fikirlerine bunu temel almıştır. O ve onun gibi

fikirlerin sahiplerine göre ütopyada sıkıntıdan ölünür. Zira insanların mutsuz olmaya, bu

duyguyu yaşamaya hakları olduğunu düşünürler. Bununla birlikte Huxley dini dışlayan,

seküler ve modern ideolojilerin gelecek takıntılı olduklarını söyler. Onların tüm büyük

dünya dinlerinin ortak öğesi olan “sonsuz şimdi”ye karşı kör bir tavır takındıklarını

ifade ederek gelecek için şimdinin feda edilmemesi gerektiğini ifade eder.46

Daha önce Huxley’in arkadaşı D.H. Lawrence’ın şu şekilde bir itirazı olmuştu:

“Neden modern insanlar sürekli onlara fiili olarak sunulan şeyleri görmezden

geliyorlar? Kesinlikle asla bulundukları noktada yaşamıyorlar. Soyut boşlukta,

siyasetin, ilkelerin, doğru ve yanlışın ve benzeri şeylerin yoksun çölünde yaşıyorlar.

Karşı ütopyacı karakter daima somut olanı soyut olana, acil görevi uzun vadeli tasarıya,

şimdiyi ya da geçmişi geleceğe tercih etmiştir. Bunda soyut fikre karşı esas insani

niteliklerin temel koruyuculuğunu görür. Octavia Paz, “Gelecek aşkın zamanı değildir,

44 Kumar, s. 175. 45 A.Ömer Türkeş, “Aldous Huxley” http://www.pandora.com.tr/sahaf/eski.asp?pid=72. 46 Kumar, s. 176.

23

insan gerçekten istediğini şimdi ister. Kim gelecekteki mutluluk için bir ev inşa ederse

şimdi için bir hapishane inşa eder.” diye yazar.47

Yeni dünyanın, insanların hiç görmedikleri, duymadıkları yerlerin keşfinin

olumlu fikirler içeren ütopyaların yazılmasında etkili olduğunu söylemiştik. Bütün

bunlar Batılıları bu keşfedilen yerlerden ülkelerine getirdikleri zenginliklerin de

etkisiyle, daha mutlu ve müreffeh bir hayatın yaşandığı yerler olabileceği düşünmeye

sevk etmiştir. Ütopyaların yazılmasındaki etkenlerden birinin de bu olduğunu ifade

etmiştik. Ayrıca Batı’nın ilerlemeci tarih anlayışının etkisiyle insanlığın çok daha

mükemmel bir toplum oluşturacağı düşüncesi Batı toplumunda hakim olmuştur. Bunda

aydınlanma ile başlayan ve tüm dünyayı etkisi altına alan modernizm akımının ne kadar

büyük tesiri olduğu izaha gerek bırakmayacak kadar açıktır. Fakat tüm dünyayı

ilgilendiren ve etkileyen bir olay olarak Birinci Dünya Savaşı ve esnasında cereyan

eden olaylar, anti-ütopya ya da bir diğer adıyla distopya şeklinde adlandırılan eserlerin

yazılmasına sebep olmuştur. Yaşanan hayal kırıklıkları, emperyalist gelişmeler geleceğe

olan güveni derinden sarsmıştır.

İşte bundan dolayı Aldous Huxley gibi birçok karşı ütopya yazarı bütün bu

gelişmelerin etkisinde kalarak eserlerini oluşturmuşlardır. Bunlardan biri de George

Orwell’dır. George Orwell gibi anti-ütopya yazarlarının sadece büyük kötülüklerin

olmadığı bir dünya tasavvur ettiklerini, yani iyi yaşamın yalnız bununla sınırlı olduğunu

düşündüklerini görürüz. 1984 isimli eserinde Orwell, hayatın tüm insanlar için nasıl bir

hapishaneye çevrildiğini çok etkileyici bir biçimde anlatır. Kitabın başkahramanı

kendisine dayatılan bu yaşama tarzından uzaklaşabileceği bir yol bulduğunu düşünürken

olumsuzlukların tam ortasına düşer. Yazar, gelecek hakkındaki umutsuzluğunu,

dünyanın daha da kötüye gideceğine dair fikirlerini anlattığı 1984 eseriyle anti-ütopya

yazarlarının önde gelenlerindendir.

Ütopyalar ve karşı ütopyalar içlerinde yazıldıkları toplum ve toplumsal

şartlardan bağımsız değillerdir. Aksine onlar içinden çıktıkları sosyokültürel yapıya sıkı

sıkıya bağlıdırlar. Ütopyalar var olan olumsuzluklar ve sıkıntılar karşısında bir alternatif

sunarak mutluluk diyarları düşler. Karşı ütopyalar ise insanların mükemmellik için çaba

47 Kumar, s. 177.

24

sarf ederken her şeyi daha da berbat ettikleri düşüncesinden hareket ederler. Yirminci

yüzyılda yazılan karşı ütopyaların yazıldıkları dönemlere bakmak bu eserlerin anlatmak

istediklerini anlamamız için yeterlidir.

Bilmeliyiz ki, ütopyaların, bu eserleri kaleme alanların yaşadıkları

toplumlardaki aksaklıklara, problemlere, huzursuzluklara bir çözüm olarak ortaya

konulduğu şüphe götürmez bir gerçektir. Hal böyle olunca geçmişten günümüze kadar

yazılan ütopyalarda en iyi toplumu yansıtma gayreti görülür. Ters ütopyalarda da

yazarın, kendisi ve içinde bulunduğu toplum için en uygun yaşama şartlarını anlatmak

istediğini görürüz. Yalnız bu okura karikatürize edilerek anlatılmaya çalışılır. Ayrıca

yazarlar tür olarak benzerlikler gösterse de farklı ütopyalarla karşımıza çıkmışlardır.

Mesela Swift, Güliver’in Gezileri’yle anlattığı cüceler ülkesi ile dönemin İngiltere’sini

alaya almakta, birbirlerine küçücük farklılıklarla düşman kesilen politikacıların

düştükleri komik durumları anlatmaktadır. Fakat diğer ütopya yazarlarının İngiliz

politikacıları eleştirdiği söylenemez. Bütün bunlarla anlatmak istediklerimiz ütopyaların

ya da gelecekle ilgili hayallerin toplumsal yapılardan bağımsız düşünülemeyeceğidir.48

1.4. ÜTOPYACI MEZHEPLER

Öncelikle şunu söylemeliyiz ki; dinsel kurtuluş inancına dayalı tarikat ve

mezheplerin sesleri günümüzde geçmişe nazaran daha çok çıkmaktadır. Bu tür

yönelimlerin artmasının altında yatan sebep bundan önceki bölümde de ifade ettiğimiz

gibi bilimin tanrılaştırılmasından doğan manevi boşluktur. Bilimin amacı doğru bilgiye

varmak, dinin ise hakikate ulaşmaktır. Hakikat bilgisi doğru bilgiyi de içerir. Bununla

birlikte 18. yüzyıl aydınlanma hareketinden bu yana Batılılar bilime, nerdeyse bir din

gibi tapmaktadır. Bu olgu 19. yüzyıl filozofu Friedrich Nietzsche’nin düşünceleriyle

yoğrulduktan sonra “Tanrı öldü” felsefesine dönüşmüştür. Sırf insan bilgisinin içine

çekilen insanlık, bilimin sınırları belli olduktan sonra bu sınırlar çerçevesinde her zaman

aradığı anlamı ve mutluluğu bulamamıştır.

Modernizmin bütün nimetlerini tadan ve hedonizmde yani hazcılıkta aradığını

bulamayan Batılı, daha doğru bir tespitle yeni bir bin yıl dönemecinin şafağında, dini

48 http://www.carpediemdergisi.com/sosyoloji.php.

25

canlanma biçimindeki bir karşı yönelimle, günümüzde bilim ve teknolojiye duyulan

körü körüne inanca karşı çıkıyor: “Bilim ve teknoloji, bize hayatın anlamını

söyleyemez. Hayatın anlamını ancak edebiyat, sanat ve tinsellik aracılığıyla

kavrayabiliriz.” diyor.49 İşte bütün bunların bir neticesi olarak insanlar kendilerine yeni

bir anlam haritası sunacağını düşündükleri kişilerin ve/veya grupların peşine

düşmektedirler. Yalnızca bedensel hazzın insanı tatmin edemeyeceğini gören insanoğlu

özelde Batılı, ruhi tatmin vasıtaları olarak kendilerinin mutlu ve huzur içerisinde

yaşayacaklarına inandıkları veya inandırıldıkları çeşitli yollar takip etmektedirler. Her

ne kadar bunlar gerçekleşemeyecek dahi olsalar bile. Daha önceki bölümlerde sıkça

ifade ettiğimiz gibi insanın ütopya ihtiyacı bitmemiştir ve de bizce asla bitmeyecektir.

Çünkü yukarıda söylediğimiz gibi ütopya sadece antropolojik bir ihtiyaç değildir. Onun

felsefi bir ihtiyaç olarak da karşımıza çıktığını görürüz. İnsandan ayrılamayacak, onu

çepeçevre kuşatmış ve insanlık var oldukça var olacak bir ihtiyaç. Ancak bu felsefi

ihtiyacın yanında bir sorumluluk getirdiğini de görmemiz gerekmektedir. Ütopyalar

yazarlarının içlerinde bulundukları topluma esaslı bir eleştirisini oluştururlar. Aynı

zamanda mevcut düzenden hoşnutsuzluk ve verilmiş olanı reddetme gibi özellikler

taşımaktadırlar. İşte bu yüzden ütopyalar mevcut düzene alternatifler sunma

sorumluluğunu da göstermelidirler. Ayrıca “eleştiri yapma konusunda sorumlu

davranmak yeterli değil, aynı zamanda önerilerin makul olması gibi bir sorumluluk da

buna eşlik etmeli”dir.50 İnsanlar çeşitli grupların kendilerine, içlerinde bulundukları

buhranlı topluma bir alternatif sunduklarına inandıkları ölçüde bu gruplara dahil

olmaktadırlar.

Ütopyacı mezhepler olarak nitelendirdiğimiz ve yeni dini hareketler

bağlamında da değerlendirilebilecek alternatif toplum yaratma çabasındaki grupları

Bryan Wılson şöyle tanımlar: “Ütopyacılar dünyaya model olmak üzere bir topluluk

kurmak isterler. Biz böyle bir toplumu dini temele dayandırma arzusunda olanları

ütopyacı mezhepler olarak adlandırabiliriz.”51

49 John Naisbitt ve Patricia Aburdane, Megatrends 2000, Erdal Güven(çev.) Form Yayınları, 1990’dan aktaran Arslantürk, s. 17,18. 50 Halliday, s. 208. 51 Bryan Wılson, Dini Mezhepler, İstanbul: İz Yayıncılık, 2004, s. 216.

26

Bu ütopyacı mezheplerin temel özellikleri olarak güçlü bir liderlik ve yönetim,

bir de ortak dini bağlılıklarını sayabiliriz. Ütopyacı mezhepler, topluluk organizasyonu

için açık bir programa sahip, toplumu değiştirme misyonu olan kişilere ve bu kişilerin

vizyonuna bel bağlamışlardır. Bu gruplar için güçlü liderlik, hayati derecede önemlidir.

Ütopyacı grupların eylemci olma özellikleri bu gruplar için güçlü bir liderliği hayati

derecede önemli bir hale getirmektedir. Onların bu eylemci özellikleri, içlerinde

bulundukları ve kendilerinin yarattıkları topluluk yaşamını dünya için alternatif bir

model olarak hayata geçirmeye yönlendirmiştir. Bu başarılmalıdır, zira kurtuluşun temel

programıdır ve bu sebeple politik liderlik esastır.52

Ütopyacı mezheplerin mükemmel bir topluluk kurma istekleri, çoğunlukla

koloni kurmalarını gerektirir. “Koloniler sadece yasal düzenlemelerle vücuda

getirilmez. Sosyal davranış normları ve toplumsal ilişkiler örgüsü yerleşik bir karakter

kazanmalıdır. Üyelerin radikal olarak yeni bir yaşam biçimine adapte edilmesi ve bu

hayat tarzının derhal gerçekleştirilmesi amacı sık sık bu tür kolonilerin kısa sürede

dağılıp gitmesine neden olmuştur. Fakat dini özellikteki ütopyacı koloniler, sırf seküler

düşüncelere dayalı olarak oluşturulanlara göre daha uzun ömürlü olmuşlardır.”53

Ütopyacı mezhepler dini inancı eksen alarak dünyaya alternatif mükemmel bir yaşam

oluşturma gayretiyle ortay çıkmışlardır. Çoğunlukla koloniler halinde yaşamışlar ve

komünal bir hayat tarzını tercih etmişlerdir. Ütopyacı mezhepleri bu depresif dünyadan

kaçışın ve mükemmel, daha yaşanabilir bir dünya kurma isteklerinin birer neticesi

olarak da düşünebiliriz. Bu emelleri bizzat eyleme dönüştürerek kitleleri, sosyokültürel

yapıları etkileyen mezhepler olduğu gibi, içe kapanmış ve her şeyden uzak koloniler

halinde yaşayan mezheplerin varlığı da bir gerçektir. Bu dünyacı ve öte dünyacı ya da

başka bir ifadeyle dünyayı reddeden (world-rejecting) ve dünyayı tasdik eden (world-

affirming)54 şeklinde de isimlendirebileceğimiz bu tür mezheplerin özellikle Batı

dünyasında 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren “yeni dini akımlar” şeklinde ifade

edildiğini görmekteyiz. Bu akımların belli başlı özelliklerini, dine rasyonel yaklaşımı

reddetmeleri, lidere kayıtsız bir teslimiyetle bağlı olmaları, milenyum üzerine vurgu

yapmaları, yeni üye kazanmak için misyonerliği bir görev kabul etmeleri olarak

52 Wilson, s. 223. 53 Wilson, s. 217,218. 54Ali Köse, Milenyum Tarikatları, İstanbul: Truva Yayınları, 2006, s. 23.

27

zikredebiliriz.55 Yeni dini akımlar gerek büyük bir semavi dinin içinde yer alabildikleri

gibi, söz konusu dine tamamen muhalif bir örgütlenmeyle ortaya çıkabilmektedirler.

Batı dünyasında bu özellikleri gösteren yapılanmalar olmakla birlikte, Doğu kökenli,

daha mistik ve Batı insanının içinde bulunduğu modern buhrana alternatif öğretiler

içeren dini akımların da varlığından bahsedebiliriz.∗ Bütün bu gelişmeler bizlere dinin

göz ardı edilemeyeceği ve dini değerlerden yoksun bir gelecek planlamanın insanları ve

insan toplumlarını olumsuz durumlarla karşılaştıracağı gerçeğini ikrara götürmektedir.

1.5. KURTULUŞ, MİTOLOJİ VE ÜTOPYA

Ütopik düşünceler bağlamında yer verilmesi gereken bir başka anlayış da

“kurtuluş” düşüncesidir. Zira gerek geçmişte aransın gerek gelecekte, içinde bulunulan

olumsuzluklardan kaçmaya yönelik tasavvurların hepsinin altında yatan temel etken

kurtuluş düşüncesidir. Kurtuluş, insanlığın en temel arzusu ve insanlık tarihinin

başından beri peşinde koşulan mutluluğa ulaştıracak yegane düşüncesidir. Kurtuluş bir

sihirdir adeta.

“İnsanın kurtuluş ihtiyacı eğer nefis ve ruhun derinlikleri bakımından değil de

maddi ihtiyaçlar ve özellikle toplumsal bakımdan algılanacak olursa kurtuluş düşüncesi

ister istemez sosyal ve ütopik bir biçim kazanmaktadır.”56 Hiç şüphesiz kurtuluş

düşüncesinin kaynağı dinlerde aranmalıdır. Dinler özellikle üç büyük semavi din olan

Yahudilik, Hristiyanlık ve İslamiyet bu düşünce bakımından zengin kaynaklara sahiptir.

Hatta Hristiyanlık bu anlayışın en fazla görüldüğü din olarak, çağlar boyunca adı ister

kurtuluş olsun, ister mit olsun ister başka bir şey bütün ütopik tasavvurlara kaynaklık

etmiştir diyebiliriz.

İnsanlar tarih boyunca içinde yaşadıkları toplumlara alternatif olabilecek bazı

öneriler sunmuşlar, içlerinde yaşadıkları toplumu daha yaşanır kılmak için çaba sarf

etmişlerdir. Hiç şüphe yok ki insanların en temel ve evrensel arzularının başında

mutluluk gelir. Bu da ancak toplumsal bakımdan iki faktörün gerçekleşmesine bağlıdır:

Sosyal ve fiziki çevreyle uyumlu olma. İnsanların bu arzularını gerçekleştirmek için

55 Köse, Milenyum Tarikatları, s. 25. *Daha geniş bilgi için bkz., Ali KÖSE, A.g.e. 56 Ali Coşkun, Mehdilik Fenomeni, İstanbul: İz Yayıncılık, 2004, s. 141.

28

ortaya atılan düşünce sistemlerine de “sosyal öğretiler” denir. Sosyal öğretiler

sıkıntıların, sızlanmaların kaynağı olan kurulu düzeni değiştirme ve yeniden

biçimlendirme amacıyla ideal bir toplum düzenini kurmaya çalışırlar. Eğer bu düzen

geçmişte gerçekleşmiş olarak düşünülürse mitolojik, gelecekte kurulabileceği tasavvur

edilirse ütopik bir nitelik kazanır.57 “Sosyal öğretilerde Arnold Toynbee’ye göre de

uygarlık çökerken bir manevi yenilgi duygusu hakim olur. Bu duygu yüzünden aktörler

toplumsal ve bireysel var oluşlarının gerçekliklerinden kopar ve dayanılmaz olan içinde

bulundukları zaman yerine koyabilecekleri bir ütopya aramaya başlarlar. Bu ütopyalar

ya geçmişte var olmuş bir altın çağa dönme ya da gelecekte var edilmeye çalışılan bir

yeryüzü cennetine doğru uçma şeklinde ortaya çıkarlar.58

Mitos ve ütopyalar dini yahut dünyevi görünüşte olmalarına bağlı olarak öne

sürdükleri ideal toplum taslağını, her ikisi de duygusal bakımdan son derece çekici,

insanlığın en derin ve köklü özlemleriyle eğilimlerini yansıtan cennetvari bir durumu

tasvir edecek şekilde tahayyül ederler. Biri geçmişte gerçekleşmiş diğeriyse gelecekte

gerçekleşmesi düşünülen bir Altın Çağ motifine dayanır.59 Mitoslar ise, masala,

kurmaca ve hayale benzemekte; ancak tarihi zamanın dışında ve ötesinde olmasıyla her

ne kadar tarih dışı ve gerçek dışı gözükse de kesinlikle gerçek ve akıl dışı olmayıp

tamamen gerçekçi ve makul özellikler taşıyabilmektedir. Kısacası mitoloji, “bir

başlangıçlar, kökenler ve mevcut duruma gelinceye kadar geçen önemli olayların bir

bilgisidir.”60 Bununla beraber ayrıca; mitolojide kurtuluş düşüncesi; en asli zamanı

unutturan, ondan uzaklaştıran bütün engellerin aşılarak, o asli zamanı tekrar en canlı, en

diri, en güçlü ve dinamik bir şekilde yaşamak suretiyle tarihi zorunluluklardan

kurtulmak olarak telakki edilmektedir. 61 Ayrıntılara geçmeden önce mitlerin ayırt edici

özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:

1. Mit, tabiat üstü varlıklara ait eylemlerin hikayesidir.

2. Bu hikaye, kutsaldır ve gerçek kabul edilir

57 Hüseyin Batuhan, “Sosyal Öğretilerde Mitos ve Ütopya”, Felsefe Arkivi, No:13, 1962, s. 87. 58 A.J. Toynbee, Tarih Bilinci, Murat Belge(çev.),İstanbul: Bateş Yayınları, c:1, s. 268’den Coşkun, s. 144,145. 59 Batuhan, s. 90. 60 Coşkun, s. 164,165. 61 Coşkun, s. 166.

29

3. Mit her zaman bir yaratılışla ilgili olması sebebiyle, insan özgü eylemlerin

örnek tipini oluşturur.

4. İnsan miti bilmek suretiyle nesnelerin kökenine inerek ona hakim olabilir ve

hükmedebilir.

5. Mitin yaşanılır bir duruma gelmesi için “yeniden hatırlatılan ve gerçekleşme

aşamasına getirilen olayların kutsal ve coşku verici gücünün etkisine girmesi” gerekir.62

Mitolojinin bize sunduğu dünya, insanın yaşadığı imkanlar dünyası dışında,

zamanın ritmini aşan, fikir planında yokluk düşüncesini çağrıştıran bir sahnede cereyan

eder gibidir. Hayatın somut hususiyetleri ile bakıldığında mitleri, erken çağların ütopik

bir fışkırması olarak niteleyebiliriz. Buradan hareketle mitler ile ütopik dünya ve

idealler arasında bir paralellik kurmak yersiz değildir.63 Mircea Eliade’nin de ifade

ettiği gibi insan kutsal olmayan zamandan sıyrılıp kutsal olan zamanda yaşamak ister.

İnsanın sonsuzluğa duyduğu özlem ile cennet özlemi arasında bir paralellik vardır. İşte

insanın bu sonsuzluk özlemini gerçekleştirebilmek için arketipsel (mitik YEK) olayları

ve hareketleri tekrarladığını görürüz. Bu aynı zamanda onun kutsal zamanda yaşama

isteğiyle de örtüşür. Ancak Eliade burada şuna dikkatimizi çeker: ”Bu dünyadan

koparak kazanılan...ruhsal bir durum olarak yorumlanmamalıdır. Aksine…insanın

somut bir cenneti arzu ettiğini ve bu cennete ulaşmanın burada, yani dünya üzerinde şu

anda, bu günde (vurgular orijinal metne ait) mümkün olduğuna inandığını gösterir.”64

Ayrıca cenneti yeryüzünde kurma miti, deniz keşifleri yüzyılına kadar denizcilik

bilimini de etkilemiştir. Hemen hemen tüm denizciler ekonomik nedenlerle olanlar bile,

deniz seferlerine çıkarken yeryüzü cennetini keşfetmeyi dahi düşünmüşlerdir. Hatta

içlerinden bazıları Cennet adalarını bulduğunu dahi iddia etmiştir.65

Ütopya ile mit arasındaki ilişkiye dönecek olursak şunu görürüz ki; ütopya

mitleri kendine kaynak edinmiştir. Malzemesi mitlerdir yani. Bu sebeple bazı

yaklaşımlar ütopyayı, geçmişe yani geçmişte kurulmuş, var olmuş mükemmellik miti

62 Hatice K. Arpaguş, “Mitoloji, Kur’an-ı Kerim Kıssaları ve Kültürel Miras”, M.Ü. İ. F. D., Sayı: 25 (2003/2), s. 7,8. 63 Kılıç, s. 64. 64 Mircea Eliade, Dinler Tarihine Giriş, İstanbul: Kabalcı yayınları, 2003, s. 389. 65 Eliade, s. 411.

30

“Tanrı’nın kentine dönüş” olarak ele alır. Başka şekilde söyleyecek olursak, ütopya

insanların hiç gerçekleşmeyecek ideallerini gerçekmiş gibi göstermek suretiyle, insanlar

için bir ümit ışığı olmuştur.66 Bunların yanında yaşayan fert ve toplum gerçeğinden

kopuk olma, zaman içinde belirsiz bir konum ve geçmişe duyulan özlem (bir yönüyle)

şeklindeki özellikleri ile mitlerle benzeşen ütopya, bir yerde ondan ayrılmaktadır. Bu

farklılık da yerleşik olana karşı bir eleştiriyi içinde taşımasıdır. ”Mevcut toplumsal

düzenin yetersizlik ve noksanlarını, kusur ve yanlışlarını sergilerken, ütopik toplum

modeli, bazı mistik; zamanı aşan ya da muhayyilede çok geri bir zamanda yaratıldığı

düşünülen, adeta rüyamsı öğe ve unsurları, modelleri de kullanarak bambaşka bir imajla

fertleri kendi ışığına çekmeye çalışır.67

Yukarıda kurtuluş düşüncesinin dinlerden ayrılamayacağını, üç büyük semavi

dinde de bu konunun geniş bir yer tuttuğunu söylemiştik. Dinler ve ütopya başlıklı

bölümde de göreceğimiz gibi dinlerdeki kurtuluş anlayışı millenarizm yani binyılcılık

ekseninde değerlendirilmelidir. Özellikle burada Hristiyan dünyasında vazgeçilemez

öneme sahip olan millenarist anlayıştan bahsetmek gerekir. Millenarizm veya bir başka

ifadeyle bin yılcılık “dünyanın sonunun yakın olduğu ve onu müteakip bitmek

tükenmek bilmeyen bir bereket, ahenk, kudsiyet ve adaletiyle Yeni Bir Dünya’nın

geleceğine dair inançtır.” 68 Coşkun’a kulak verirsek;

“Başka çok sayıda teorisyen tarafından sadece olağanüstü şartların açıklayabileceği, anormal bir fenomen olarak görülen millenarizm, Eliade gibi din fenomenologlarına ve mitologlara göre bırakın anormal bir fenomen olmayı hem normal hem de bütün insanlarda fıtri bir arzu olan profan zaman anlamındaki tarihi ilga edip kutsal olan en asli zamana dönmeye ilişkin eskatolojik bir arzunun gerçekleşmesinden başka bir şey değildir. İnsanlar tarihi, Yeni Yıl kutlamalarında olduğu gibi yıllık olarak; mistisizmde olduğu gibi de kozmik-zamansal olarak bir çırpıda ve ebediyen ilga etmek isterler. Çünkü mitolojik düşünceye göre tarih anlamsızdır ve insanlarla, tek anlamlılığın bulunduğu yer olan en asli zaman arasına bir engel olarak girmektedir. Dolayısıyla Eliade’inkinden hareketle mitolojideki kurtuluş teorisini formüle edecek olursak şöyle diyebiliriz: ”İnsanlar tarihte bir anlamsızlık, en asli zamandaysa bir anlam yahut varoluşsal bir anlam bulmalarından dolayı hep birden sevk-i tabiileriyle tarihi lağvedip en asli zaman dönmek isterler.

66 Kılıç, s. 64. 67 Kılıç, s. 65. 68 Hilel Schwartz, “ Millenarianism(Binyılcılık)”, Ali Coşkun(ed.),Mesihi Beklerken, İstanbul: Rağbet Yayınları, 2003 içinde s. 92.

31

Öyleyse millenarizm de bu söz konusu sevk-i tabiinin yerine getirilmesinden başka bir şey değildir.” 69

Peki mitik anlayış ve özellikler sadece geçmişte yaşamış ve dindar olan

insanın bir özelliği midir? Eliade’e göre modern insan da birçok mitik özellikler

taşımaktadır. Ancak modern insanın alışılagelmiş özellikleri maddi ve tarihsel

olduğundan, dindar ve mitik insan gibi asli zamana katılabilecek bir kurtuluşu

gerçekleştiremez. Çünkü dindar insan ayin ve zikirlerle sürekli tarihi zamanı aşıp asli

zamana katılabilmektedir. 70

İnsanların sosyal ve fiziki çevreye uyum için ortaya attıkları düşüncelerin

sosyal öğretiler olarak ifade edildiğini söylemiştik. Burada konumuz açısından önemli

gördüğümüz ve modern çağın en büyük ütopyalarından birisi olarak da nitelendirilen,

Alman sosyoloğu Karl Marx tarafından öne sürülen Ütopik Sosyalizm üzerinde durmak

istiyoruz.. 20. yüzyılın en önemli sosyal öğretilerinden ve ideolojilerinden biri olan

sosyalizm, dünyanın birçok toplumunda etkilerini uzun süre devam ettirmiş bir öğreti

olarak karşımıza çıkmaktadır. Tabi Marx ve onun en sadık taraftarlarınca bu öğreti bir

ideoloji olarak görülmemiş, bilim olarak kabul edilmiştir. Çünkü Marx sosyal-yapı

değişmelerinin şaşmaz bir ekonomik ve maddi determinizme bağlı olduğunu, bu

determinizmin kanunlarını bildiğimiz takdirde fizik dünyada olduğu gibi sosyal

dünyada da ileride neler olabileceğini kestirebiliriz, der. Yani o bir önceden bilici gibi

hareket etmektedir. Marx’ın geleceğe yönelik sınıfsız bir toplum öngörüsü onu bir

fizikçi gibi düşünmekten alıkoyup, hümaniter, ideolojik ve ütopik bir düşünür olmaya

itmiştir denebilir.71 Unutulmamalıdır ki Karl Marks da dahil olmak üzere on dokuzuncu

yüzyılın çoğu tarih ve toplum filozofu, sosyolog ve beşeri bilimcileri sosyal ve kültürel

değişiklikleri açıklamak amacıyla geliştirmiş oldukları anlayışlarda, teorilerde

pozitivist, evrimci, ilerlemeci bir tarih anlayışıyla hareket etmişlerdir. 72

Konumuz açısından Karl Marks’ın bu ideolojisinin önemi onun dini

reddedişinde yatmaktadır. Karl Marx “dini, sosyal, estetik ve ahlaki hadiseleri bir alt-

69 Coşkun, Mehdilik Fenomeni, s. 166. 70 Coşkun, s. 170. 71 Coşkun, s. 170. 72 Coşkun, s. 141.

32

yapı olarak gördüğü iktisadi tesirle” izah etmeye çalışmıştır.73 Marx’ın teorisinin

temelini üst-yapı ve alt-yapı ayrımı oluşturur. Ona göre alt-yapı işaret ettiğimiz gibi

üretim araçları, üretim güçleri ve üretim ilişkileri olarak iktisadi faaliyetlerdir. Üst-yapı

ise bilgi, bilim, din sanat, ahlak ve ideolojidir. Ve bunların hepsi alt-yapıyı oluşturan

üretim faaliyetlerinin niteliğine göre şekillenir.74 Marx’ın düşünce sistemindeki diğer

önemli iki kavram da, Burjuvazi ve Proleterya’dır. Ona göre tarih boyunca bu iki sınıf

var olmuştur ve tarih bu iki sınıfın çatışmalarının tarihidir. Burjuvazi kendi çıkarlarını

ön planda tutarak, insafsız bir çıkar düzeni kurmuş ve proleterleri yani işçileri

ezmiştir.75 Ancak bu böyle devam etmeyecektir. Proleter devrim ile insanlık arzuladığı

ideal topluma kavuşacaktır. Kısacası Marx’ın temel tezi işçi sınıfının ortaya çıkışıyla

kapitalizmin çökmesi ve komünizmin hakim olmasıdır.76 Marx bütün bu düşüncelerden

hareketle dini, burjuvazinin elinde kitleleri sakinleştirmek ve onları yaşam tarzlarına

razı etmek için kullandıkları bir araç olarak görür. Ona göre din burjuvazinin sürekli

proleteryanın aleyhinde kullandığı bir üst-yapı kurumudur. Onun ifadesiyle “Din

kitlelerin afyonudur.”77 Böyle olduğundan dolayı da, “sınıflı kapitalist toplumdan,

sınıfsız ve devletsiz komünist topluma geçilince, artık din bu kötü fonksiyonu icra

etmekten kurtarılacak, daha açık bir ifadeyle toplumda din diye herhangi bir olgu

olmayacaktır. Dinin olgu olarak olmadığı bir yerde de onun kurumlarından, söz gelişi

kilise, cami veya havradan bahsedilemeyecektir.”78 Ancak tecrübeler göstermiştir ki

Marx’ın bu teorisi gerçekleşmemiş, aksine insanlar dine ve dini değerlere daha çok ilgi

duymaya başlamışlardır. Özellikle komünizmin pratiğe geçirilmeye çalışıldığı

ülkelerden biri olan Sovyetler Birliği’nde Gorbaçov döneminde dini faaliyetler serbest

bırakılmış, Sovyetler’in dağılmasıyla birlikte ortaya çıkan Rusya’da ve bütün Doğu

Bloku ülkelerde din bir anda ön plana çıkmıştır. Din komünizmin çöküşüyle bir kere

daha önemini kazanmıştır.79 Komünist rejimin tüm çabalarına rağmen ortadan

kaldırmaya çalıştığı din olgusunun artarak toplumsal yapıda yer alması bize tezimiz

açısından şunu rahatlıkla söyletmektedir: ”Din her zaman için insanoğlunun

73 Peyami Safa, Sosyalizm, Marksizm, Komünizm, 5. Basım, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 1990, s. 25. 74 Sezgin Kızılçelik, Sosyoloji Teorileri, 2. Baskı, Konya: Emre Yayınları, 1994, s. 286. 75 Kızılçelik, s. 299. 76 Kızılçelik, s. 321. 77 Vejdi Bilgin, Sosyal Çözülme ve Din, Samsun: Etüt Yayınları, 1997, s.33. 78 Ali Bulaç, Çağdaş Kavramlar ve Düzenler, 17. Baskı, İstanbul: İz Yayıncılık, 2001, s. 79. 79 Bulaç, s. 90.

33

vazgeçemeyeceği ve göz ardı edemeyeceği bir realitedir. Din insanla var olmuş ve

onunla son bulacaktır.”

Son olarak, bizim burada diyalektik materyalizm üzerinde durmamıza, hatta

bunun temel çizgilerini belirtmemize imkan yok. Üzerinde durduğumuz konu

bakımından şu söylenebilir: Marksist-sosyalist öğretinin fikir babası olan Marks’ın

“tarihi gelişmeye bir amaç ve bir son durak olarak sınıfsız, çekişmesiz ve gerginliklerin

olmadığı bir toplumsal bitim noktası çizmesi bir çeşit ‘dünya cenneti’ ütopyasına sahip

olduğunu göstermektedir.” 80

Bundan sonraki bölümde klasik çağda yazılmış olan ütopik eserleri ele

alacağız.

80 Coşkun, s. 170.

34

II. BÖLÜM

KLASİK ÜTOPYALAR

2.1. PLATON: DEVLET

Ütopyacı bir gelenekten bahsedilecekse eğer bu geleneğin en önemli

temsilcilerinden birinin büyük Yunan filozofu Platon olduğunu söylemek yanlış

olmayacaktır. O, bu eseri, bir ütopya geleneği başlatmak amacıyla yazmasa da, “ütopya

geleneğinin başlatıcısı ve doğal olarak da ilk temsilcisi gibi görünmektedir.” Ütopyanın

bir gelenek olarak yerleşmesini sağlayan, kendisinden sonra gelen ve farklı kültür

havzalarında yaşamış olan düşünürlerin aynı tarzı devam ettirmeleri ve benzer eserler

ortaya koymalarıdır. Mesela Türk-İslam filozofu Ebu Nasr Farabi, el-Medinetü’l-

Fadıla; İngiliz düşünür Thomas More, Utopia ve İtalyan düşünür Tomasso Campanella,

Güneş Ülkesi ile bu tarzın bir gelenek haline gelmesine etki etmişlerdir.81 Kendisinden

sonra yazılmış olan ütopik eserlerin Platon’dan ve onun oluşturmaya çalıştığı devlet

anlayışından etkilendiği de görülmektedir. Ütopyanın isim babalığını yaptığını

söylediğimiz More özellikle Platon’dan kusursuz bir devlet tasarlamak düşüncesini

almıştır.82 More’dan sonra Güneş Ülkesi isimli ütopik eserin sahibi olan Tomasso

Campanella da Platon’dan ilk ütopik eseri yazan kişi olarak bahsetmesi ve eserinde yer

yer ona atıflar yapmasıyla ondan etkilendiğini ortaya koymaktadır.83 Hiç şüphesiz

Platon’un bu eseri, yazıldığı günden bu yana hala aynı ilgiyle okunmakta ve fikirleri

özellikle ütopik fikirleri etkilemeye devam etmektedir. Hatta Platon’un Devlet isimli

eserinin onun “Diyaloglar”ı içinde en önemli eseri olduğunu söylemek mümkündür.84

Platon’un eseri adaletin, doğruluğun, erdemin, ahlaksızlığın ve en doğru

yönetimin doğasını inceler. Bu eserinde Platon üzerinde çok büyük etkisi olduğu

görülen hocası Socrates’in ağzıyla konuşur. Oluşturmaya çalıştığı ideal devletin adalet

81 H. Ömer Özden, “Platon ve Campanella’nın Siyaset Felsefelerinin Karşılaştırılması” tabula rasa, c:5, Sayı:13 (Ocak-Nisan 2005), s. 34. 82 Thomas More, Utopia, Mina Urgan, Vedat Günyol, Sabahattin Eyuboğlu (çev.), İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2004, s. 67. 83 Özden, s.35. 84 Platon, Devlet, Cenk Saraçoğlu,Veysel Atayman(çev.), İstanbul: Bordo Siyah Klasik Yayınlar, 2005, s.41.

35

temeli üzerinde yükselmesini arzular. Ve eserine adaletin ve adaletsizliğin doğasını

tartışarak başlar.85

Platon’un devlet ve devlet felsefesiyle ilgilenmesinin en önemli sebeplerinden

birisinin, içinde yaşadığı Atina toplumu olduğunu görürüz. Atina’da bir devlet

geleneğinin olması ve Atinalıların devletle ilgili meseleleri konuşabiliyor olmaları

Platon’u devlet üzerinde düşünmeye sevk etmiştir. Bu bakımdan Atinalı devlet adamı

Perikles’in söyledikleri bu gerçeği açıkça gözler önüne sermektedir:

“Atinalı vatandaş, kendi evine ihtimam gösterdiğinden dolayı, devleti ihmal

etmez; hatta iş sahibi olanlarımız bile, politika hakkında epeyce fikir sahibidirler. Biz

sadece kamu problemleri hakkında ilgi duymayan birini, zararsız olarak değil, fakat

faydasız bir karakter olarak sayarız; ve pek azımız yaratıcı olsa da, hepimiz politikadan

en iyi şekilde anlarız.”

Bütün bunlar Atina halkının devlet meselesiyle çok yakından ilgili olduğunu

göstermektedir. Bu da ayrıca doğal olarak halkın yönetime eşit derecede katılma ve

yönetimde söz sahibi olma taleplerini ortaya çıkarmaktadır. Ancak böyle bir durumun

gerçekleşmediğini ve bir ideal olarak kaldığını söylemeliyiz. İşte Platon bu durumdan

etkilenmiş ve Atina’da gördüğü aksaklıkları düzeltme çabası bu eseri oluşturmasına

sebep olmuştur. Ayrıca Atina’da sık sık yönetim değişikliğinin olması ve özellikle

Socrates’in suçsuz yere ölüm cezasına çarptırılması bir başka etken olarak zikredilebilir.

Bu sebeplerin yanında, daha önceden denenmiş olan ve Platon tarafından yanlış birer

model olarak görülen yönetim biçimlerinin de Platon’da bu aksaklıkları gidermek,

düzenli ve sıkça değişmeyen bir ideal devlet ve toplum modeli oluşturma gayretlerini

kamçılamış olabilir.86 Sebepler ne olursa olsun bütün ütopik eserlerde gördüğümüz

değişmeyen gerçek burada da karşımıza çıkmaktadır. O da ütopya yazarlarının içlerinde

bulundukları ortamdan etkilenmiş olmalarıdır. Bu yüzden hiçbir ütopik eser kendi

yazıldığı zamandan ayrı değerlendirilemez.

Platon eserinde diyalog tarzını kullanmıştır. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi

eserde ideal devleti anlatırken hocası Sokrates’i konuşturmuştur. Bundan sonra 85 Platon, Devlet, Neval Akbıyık(çev.), İstanbul: Timaş Yayınları, 2005, s. 5. 86 Özden, s. 36.

36

Platon’un en önemli, düşüncelerini en yoğun şekilde ortaya koyduğu ve onu ölümsüz

yapan eseri Devlet’i başlıklar altında kısaca inceleyeceğiz.

2.1.1. DEVLET VE YÖNETİM

Öncelikle ısrarla vurgulamak istediğimiz husus yukarıda da söylediğimiz gibi

Platon, felsefesini oluştururken içinde bulunduğu toplumun düzensizliklerinden, içte ve

dışta meydana gelen olumsuz durumlar neticesinde Atina’da oluşan özellikle yönetim

düzeyindeki rahatsızlıklardan etkilenmiştir. Bu durum ister istemez onun ideal devleti

anlattığı eserinde devlet sistemini oluştururken de etkili olmuştur. “Platon devlet

sisteminde, yaşadığı bunalımlı ortamın etkisiyle filozofların yönetiminde, bozulmamış

askeri gücün koruyuculuğunda, bir bakıma entelektüel-aydın, filozof diktatörlüğü diye”

bir düzen öngörür.87 Bu, Atina demokrasisinde Socrates’in de istediği gibi bilge

kişilikler egemen olmalıdır, anlayışının Platon’un eserinde aldığı şekildir. Bu inanç

Platon’un eserinde en başat unsurların başında gelir. Platon eserinde ideal devletin

adalet ilkesine dayanması gerektiğini söyler ve adaleti doğrulukla aynı anlamda

kullanarak, “adalet, herkese hakkını vermektir”88 diyerek devletin üzerine bina edileceği

ilkenin özünü ortaya koyar. Platon’a göre devletin adil olması için iki şart vardır: İlki

adalettir ki; devlette adilane teşkilatın bulunması ile ilgilidir. İkincisi bu teşkilatın

teşkilatlandırılmış hakim ve koruyuculara bırakılmasıdır ki; bu da adaletin tahakkuk

etmesi için gereklidir.89 Platon devletin temelinde bilgelik, yiğitlik, cesaret,

doğruluk/adalet gibi ilkelerin bulunması gerektiğini ifade ettiği gibi, devletin

olgunluğunu da bu erdemlerin sağladığını söyler.90 Buradan hareketle bunları kategorize

ettiğimizde devleti; felsefe, savunma yani askerlik, ahlak ve adaletin ayakta tuttuğunu

söyleyebiliriz.91

Devlet’te önerilen toplum için Platon iki sınıf öngörür. Biri koruyucular ismini

verdiği yöneten diğeri ise onların dışında kalan yönetilen. Zaten devletin tümüne yakın

bölümü, sınıf olarak yöneticilerin nitelikleri, onların eğitimi, yaşam biçimleri ve toplum

87 Faruk Öztürk, Ütopya ve Eğitim, İstanbul: Nobel Yayın Dağıtım, 2006, s. 107. 88 Platon, Devlet, Neval Akbıyık(çev.), İstanbul: Timaş Yayınları. 2005, s. 20. 89, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Türkiye Harsi ve İctimai Araştırmalar Derneği, İstanbul: Fakülteler Matbaası, Sayı: 60 (1965), s. 6. 90 Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, 11. Baskı, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1999, s. 66. 91 Özden, s. 49.

37

içindeki yerleriyle görevleri üstünedir. Koruyucular, güçlü çevik ve atak olacak, aynı

zamanda filozof mizaçlı olacaklardır. Görülmektedir ki ilk üç özellik koruyuculuk için

diğeri ise yöneticilik için gereklidir. Bu niteliklere sahip koruyucular elde etmek için

onlar arasında özel yaşam ve aile kurumu kaldırılacak, zaten yetenekli kadınlar da

koruyucu olacağından, en iyi erkekle en iyi kadının birleşmesinden geleceğin üstün

nitelikli koruyucuları doğacaktır. Bu yeni doğan genç koruyucuların yetiştirilmesi bizzat

devlet tarafından üstlenilecek, bu eğitim otuz beş yaşına kadar sürecek, bu yaştan sonra

bu koruyucular elli yaşına kadar yönetici yardımcılığı, elli yaşından sonra da yöneticilik

yapacaklardır.92

Platon’a göre devleti yönetecekler koruyucular sınıfı arasından seçilir. Bu

seçimde dikkate alınan ölçü ise yaştır. Yaşça fazla olanlar yönetici, genç olanlar ise

yönetilen olacaktır. Platon bunu eserinde şu diyalog ile anlatır:

“ -Peki, şimdi neyi kararlaştırmalıyız? Kimlerin yönetici ve kimlerin yönetilen olacağını, değil mi?

- Elbette

- Yöneticilerin yaşlı, yönetilenlerin genç olması gerektiği açık

- Açık

- Ve yöneticilerin, içlerindeki en iyi kişiler olması gerektiği de.”93

Platon bütün bunlarla birlikte yöneticilerin özelliklerini de anlatır. O bir

yöneticinin devleti en çok düşünen kişi olması gerektiğini söyler ve bu konularda bilgili,

yetenekli ve devletin çıkarları konusunda dikkatli olmasını ister. Hatta yöneticilerin

çocukluklarından itibaren sadece ve sadece devleti düşünmeleri için yetiştirilmeleri

gerektiği üzerinde durur. Onların çeşitli denemelerden geçirilmelerinin gerektiğini de

ısrarla vurgular.94

Ayrıca Platon eserinde herkesin doğasına uygun iş yapmasının önemine dikkat

çeker. Yönetici yöneticilik, muharip savaşçılık, çiftçi çiftçilik yapacak ki adalet tesis

edilebilsin. Çiftçilerin en iyileri kendilerini çiftçiliğe adayanlar olduğu gibi,

92 Nail Bezel, Yeryüzü Cennetleri Kurmak, İstanbul: Say Yayınları. 1984, s. 17. 93 Platon, Devlet, Neval Akbıyık(çev.), İstanbul: Timaş Yayınları. 2005, s. 120. 94 Platon, s. 122,123.

38

yöneticilerin en iyileri de kendisini yöneticiliğe adayanlardır diyerek herkesin kendi

işini yapmasının gerekliliğine işaret eder.95

Platon’un eserinde üzerinde ısrarla durduğu bir başka konu ise yönetici sınıfın

hiçbir ferdinin özel mülk sahibi olmamasıdır. Platon’a göre devlette tam bir ortaklık

durumu bulunduğundan koruyucuların ve bunların içinden çıkmış olan yöneticilerin

hiçbir mülkiyet hakları yoktur. Platon bunu şu cümlelerle ortaya koyar:

“Hiçbiri, zorunlu olmadıkça özel mülk edinmemeli. Kimse, diğerinin girmesine

açık olmayan bir meskene ya da hazine dairesine sahip olmamalı.”96 Platon’un yönetici

ve koruyucu sınıfa servet edinme yasağı getirmesinin sebebi pratikte açıktır. Arazileri,

evleri ve paraları olduğunda, koruyucu olacakları yerde, kendileri de mal sahibi olup

tüccar olacak, yurttaşlarına yardım edecekleri yerde onların zorba efendileri

olacaklardır. Oysa Platon yöneticiler sınıfı için düşündüğü mal edinme yasağını

üreticiler için düşünmemektedir. Koruyucu ve yöneticiler dışında kalanlar çok fazla

aşırıya kaçmadıkça servet sahibi olabileceklerdir.97

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Platon’un ifadesiyle “Devlette her bir kişi

doğasına en çok uyan tek bir toplumsal hizmet görmelidir.” Ayrıca bu yine onun

ifadesiyle “kişinin kendi işini yapması ilkesi adalet olarak görünür.”98

2.1.2. DEVLET VE DİN

Platon Devlet’inde dine önemli bir yer vermektedir. Hatta ideal toplum

yaşamının dinsiz yaşayamayacağı görüşündedir. Platon’un Devlet’inde bir yandan

ahlaki ilkelere dayalı bir din anlayışı dikkati çekerken, diğer taraftan Tanrı’nın

yüceliğinin, ruhun ölümsüzlüğünün ve ahiretin varlığının kabul edildiği bir din anlayışı

bulunmaktadır. Platon “Ruhumuzun ölümsüz olduğuna ve hiçbir zaman yok olup

gitmediğine hiç dikkat etmedin mi?”99 şeklindeki bir soruyu muhatabına sorarak ruhun

ölümsüzlüğü fikrini ortaya koymuş olur. Bununla beraber Platon’un şu ifadeleri bize

95 Platon, s. 120. 96 Platon, s. 125. 97 Özden, s. 40,41. 98 Platon, Devlet, Neval Akbıyık(çev.), İstanbul: Timaş Yayınları. 2005, s. 145. 99 Platon, Devlet, Cenk Saraçoğlu,Veysel Atayman(çev.), İstanbul: Bordo Siyah Klasik Yayınlar, 2005, s. 683.

39

onun Tanrı anlayışını anlatması bakımından kayda değer: “Tanrı’nın güzelliğinde ya da

iyiliğinde bir eksiklik bulunabileceğini söyleyemeyiz…bu yüzden her Tanrı, iyiliğin,

güzelliğin doruklarında gezen mükemmel bir varlık”tır.100 Platon bu anlayışından dolayı

dinsel temaların işlendiği şiir ve masalları düzenlemeye girişir. Bunu yapmasındaki en

önemli sebep gençlerin yöneticilik sıfatını hak edecek şekilde yetişmelerini sağlamaktır.

Bu yüzden sözel sanatlara etik açıdan yaklaşır. Çünkü devleti koruyacak olan, buna

yöneticiler de dahil, “Bekçilerimizin Tanrı’lara saygılı olmalarını isteyeceğiz ve kendi

ölçülerinde Tanrı’lara benzemelerini istiyorsak, gençlerin öğretiminde de buna benzer

şeylerin söylenmesini yasak edeceğiz.” Platon’un buna benzer dediği şey devletin

temelini sarsabileceğini düşündüğü şairlerin eski sözlerine eklenen yeni sözlerdir. Bu

alanda söylenecek olan şeyler ya denetimden geçmeli ya da yeni hiçbir şey

söylenmemelidir.101 Platon’un eserinde tanrı anlayışı ile ilgili zamanından oldukça

farklı bir anlayış ortaya koyduğunu görürüz. Öztürk bunu şöyle ifade eder:

“Platon, diğer bir temel değer olarak “Tanrı” anlayışının yeniden oluşturulmasına çalışır. Tüm iyilik ve güzelliklerin kaynağı olarak insanların yanıltılmaması için “mutlak iyi” teorisine uygun bir “Tanrı” anlayışı geliştirir. Bu düşünce çok tanrılı bir Grek kültürü dönemi için oldukça farklı bir Tanrı anlayışıdır. Göksel dinlerin tanrı anlayışıyla aynı sıfatlar yükler Tanrı’ya. Çünkü Platon’un geliştirdiği sisteme uygun olarak insanların eğitiminde gerekli olan temel değerler de Tanrı kavramıyla paralel olarak değişmez, sarsılmaz ve bozulmaz nitelikte olmalıdır. Çünkü yöneticiler ve eğitimciler, toplumu idare etmek ve toplumsal uyumun devamını sağlamak için, yeniden üretim noktasında bu referanslara dayanacaklardır.”102

Platon’un Tanrı anlayışı öyle anlaşılıyor ki, ideal devleti oluşturmada önemli

unsurlardan birisidir. Özellikle mutlak iyi olduğunu söylediği Tanrı’dan dolayı her şeyin

özellikle devleti ve o devlette yaşayanları mutlu etmesi gereken yöneticilerin de iyi

olması gerektiğinin altını çizmektedir.

Platon’un Devlet isimli eserinde her yasa aşkın bir kökene sahiptir. O aşkın

köken de Tanrı’dır. Tanrı Platon’a göre normlar normudur. Platon kanun koyucuların en

büyüğü olarak Tanrı’yı görür. Tanrı ona göre her zaman adil bir nizam koyucudur.

100 Platon, s. 202. 101 Öztürk, s. 119. 102 Öztürk, s. 127,128.

40

Ayrıca insanların erdem sahibi olmasını Platon çok önemsemektedir. Erdemli olma,

insan varlığı için ahlaksal dünyada evrensel bir niteliktir.103

Platon’un evlenme törenlerinde dini bir uygulamaya gitmesi Devlet’te din

olgusunun önemine işaret eden bir başka husustur. Ona göre evlilikler kutsaldır. Çünkü

en iyi erkekle en iyi kadının evlenmesinden en iyi çocuklar doğacak, bunlar yönetici

vasfına sahip olacaklarından mutlak iyi olan Tanrı’nın özelliğini yaşatacaklar ve

yaşayacaklardır. Platon’un evlenmelerin kutsallığı ile söyledikleri bu konuda bize

açılım sağlayacaktır:

“Önüne gelen ile ilişkiye girmek, mutlu bir site devletinde hoş karşılanmayacak, kutsal düzene saygısızlık olarak addedilecek ve yöneticiler tarafından yasaklanacaktır. O zaman evliliklerin mümkün olduğunca dine uygun (kutsal) olmasını sağlayacağız. Zaten en yararlı evlilikler de en kutsal evlilikler olacak.”104

Platon’un ele aldığımız ve İdeal devleti anlattığı eseri Devlet’te ayrıntılı bir din

betimlemesine rastlamıyoruz. Yukarıda ifade edilenler Platon’un Tanrı eksenli bir

devlet ve devlet yönetimi anlayışına sahip olduğunu göstermektedir. ”Tanrı Mutlak

İyidir.” anlayışının Platon’da her şeyden daha fazla hakim olduğunu görmekteyiz. Bu

sebeple o her şeyin bunun ölçü alınarak gerçekleştirilmesi gerektiği yönünde çaba

göstermiştir denilebilir. Ancak önemle belirtmeliyiz ki, Platon da dinsiz, özellikle dinin

mihveri olan Tanrısız bir toplum düzeninin asla erdemli, doğru, ahlaklı ve adil

olamayacağını söylemekte hatta bunu ısrarla vurgulamaktadır.

2.2. THOMAS MORE: UTOPIA

More, 7 Şubat 1478’de Londra’da dünyaya geldi. İngilizlerin bir geleneği

olarak bilgi ve görgüsünün artması amacıyla ailesi onu bir başka ailenin, Kardinal

Morton’un yanına verdi. İngiltere’de bu geleneğe en soylu ve zengin aileler bile uyardı.

Yanına verildiği Kardinal Morton’un evinde çağın ileri gelenlerini tanımış, onlardan

değişik konularda bilgiler edinmiştir. More, yanında kaldığı bu Kardinali çok sevmiş,

Utopia ismini verdiği eserinin başında Raphael Hytloday’ı sözcü olarak kullanarak ona

103 Öztürk, s.138. 104 Platon, Devlet, Cenk Saraçoğlu,Veysel Atayman(çev.), İstanbul: Bordo Siyah Klasik Yayınlar, 2005, s. 360.

41

övgüde bulunmuştur. Buna karşılık Kardinal Morton da More’u çok sevmiş ve evine

gelen misafirlere “Göreceksiniz, şu küçük günün birinde eşsiz bir insan olacak.”

demiştir.105

Bu ailenin yanında kalırken tanımış olduğu devrinin ileri gelenlerinin ve

özellikle Kardinal Morton’un dini kişiliğinin More üzerindeki etkileri ilerleyen yıllarda

müşahhas olarak görülecektir. Zira More iyi bir Hristiyan, iyi bir Katolik’tir. Hatta bu

konuda o kadar ileri gitmiştir ki, en yakın dostlarından biri olan Erasmus, More’un

kişiliğini anlatan mektuplarından birinde onun rahip olma isteğinden söz eder. Hatta

More bir ara manastıra kapanmış, dört yıl boyunca bir keşiş gibi yaşamıştır. Ancak o

zaman manastırlar bir bilgi merkezi gibi olduğundan, More yalnızca dua edip dinle

ilgilenmekle kalmamış, okuyarak ve araştırarak bilgi ve görgüsünü arttırmıştır. More

belki bir rahip olmadı; ama hayatının sonuna kadar dine aşırı bir tutkuyla bağlandı.

More’un rahip olmamasında içinde yaşadığı kötülüklerle dolu toplumun etkisi olduğu

düşünülebilir. Çünkü o bir manastıra çekilmemekle, bizzat toplumdaki kötülüklerle

mücadele etmekle, topluma ve yurduna, dolayısıyla Tanrı’ya karşı görevini daha iyi

yapabileceğini düşünmüştür.106

More’un tahsil hayatına baktığımızda ise o, okumak için Oxford’a girmiş,

orada devrin ileri gelen hümanistlerinden dersler almış, Yunancasını ilerleterek,

Yunancadan İngilizceye tercümeler yapmaya başlamıştır. Ardından babasının da isteği

üzerine New Inn ve Lincoln’s Inn’de hukuk öğrenimi görmüştür. İleride yapacağı

yargıçlık görevi için bu hukuk eğitimi ona bir temel oluşturmuştur.

More’un kendisinden sonraki çağları etkileyen eseri Utopia’nın oluşmasında

ve anlaşılmasında aile hayatının az da olsa tahlili bizlere yardımcı olacaktır. Zira o ideal

toplumunun bir prototipini sanki kendi evinde, aile fertleri arasında oluşturmuştur.

Erasmus’un mektuplarından birinde anlattığı More’un evindeki düzen bu yargıyı haklı

çıkartacak cinstendir. “ More Thames kıyılarında, Londra’ya yakın bir ev yaptırdı. Bir

sarayı andırmıyor bu ev; imrenilecek kadar görkemli de değil, ama rahat. Karısı, oğlu,

gelini, evli olan üç kızı ve on bir torunuyla, tatlı bir dostluk havası içinde yaşıyor

105 More, s. 16. 106 More, s. 17,18.

42

burada. Çocuklarına böylesine düşkün bir adam ömrümde görmedim. Gençlerle yaşlılar

arasında hiçbir ayrım gözetmiyor. Karısı yaşlı olduğu halde, sanki on beşinde bir genç

kızmış gibi seviyor onu, üstüne titriyor. Öyle bir huyu var ki, mutsuz olayları

önleyemezse, bunlarda bile bir mutluluk buluyor. Platon gibi onun da bir akademiye

başkanlık ettiğini söyleyebiliriz; ama bu akademi de geometri ve hesap yerine, aile

erdemleri öğretiliyor. Evinde oturanların hepsinin işi gücü var. Bir tek ters söz

söylenmiyor burada. Nezaket ve iyilik üstüne kurulmuş bir disiplin var bu evde.”

Erasmus, başka bir mektubunda da şöyle der: ”Ailesini kolayca yönetir. Felaketler,

kavgalar yoktur evinde. Bir anlaşmazlık çıkınca dakikasında uzlaşılır. Ne o kimseye

düşman olur, ne de kimse ona. Tüm ev halkı mutluluk içindedir. Oraya her giren

rahatlar. Çocuklarının üstüne fazla düşerek onların keyfini kaçırmaz; ama hiçbir

görevini önemsemediği de görülmemiştir.” Damadı da onunla on altı yıldan fazla aynı

evde oturduğunu, ama onu bir tek kez öfkeli görmediğini söyler.107

Ütopyasında da göreceğimiz gibi More’un kadın ve erkek arasında bir ayrım

görmediği özellikle kız çocuklarına düşkünlüğünden anlaşılmaktadır. O kızları çok

sever, eğitimlerine önem verir, “eğer bir kadın hem bilgili hem de erdemliyse böyle bir

kadını Troya’lı güzel Helena’dan daha değerli saydığını söyledikten sonra, kadınla

erkeğin eşit olduğunu bir kez daha yineler: ”Hasat zamanı gelince tohumu eken el, ha

bir erkek eli olmuş, ha bir kadın eli… İnsanı hayvandan ayıran akıl, erkekte de var,

kadında da. Onun için ikisi de okumalı; güzel bir eğitimin tohumlarıyla yeşeren bir tarla

örneği, akıllarını geliştirip güçlendirmeli. Kadınların okumalarını engelleyen kişilerin

savundukları gibi, eğer kadınlar akıl alanında verimsizse, onların tarlalarında ancak

zararlı otlar bitiyorsa, o zaman kadınların eğitimiyle özenle sürekli uğraşıp, doğanın bu

yanlışını düzeltmek gerekir bana kalırsa.”108

More’un yaşadığı İngiltere’nin ve bu ülkedeki yaşamdan bağımsız ve farklı

olmayan Avrupa insanının kadına bakışının ne olduğu düşünülürse More’un kendi

zamanından ne kadar ileride bir düşünceye sahip olduğu açıkça görülür.

107 More, s. 19. 108 More, s. 20.

43

More’un hiç şüphesiz en yakın ve en iyi dostu Rotterdamlı Desiderius Erasmus

idi. Erasmus kendisinden on beş yaş küçük olan bu gence büyük bir hayranlık

duymuştur ve bunu her fırsatta dile getirmiştir. Her yazısında ve ona yazdığı

mektuplarda More’un üstün ahlakından, erdeminden, bilgi ve görgüsünden bahsederek

onun ününün denizleri aştığını, tüm Hristiyan ülkelere yayıldığını söyler ve “Doğa,

Thomas More’dan daha tatlı, daha ölçülü ve daha mutlu bir dahi yaratmış mıdır acaba?”

diye sorar. More’un düşüncelerinin, hatta Utopia’sına yön veren düşüncelerinin

Erasmus’tan etkilenmiş olması büyük olasılıktır. Zira “Hümanist akımın içinde

yoğrulmuş, aynı değerlere inanan insanlar”dır ikisi de. İnstitutio Christiani Principis’den

(Bir Hristiyan Prensinin Eğitimi) anlaşıldığı gibi eğitimle ilgili sorunlara Erasmus da

More kadar önem vermiştir. Yine yukarıda zikrettiğimiz kitaptan anlaşıldığına göre,

Erasmus da More gibi savaşa karşıydı. “Eğer böylesine uğursuz bir işten sakınmanın

yolu yoksa, az zarar görülmesi, az kan dökülmesi, savaşın çabuk bitmesi için krallar

ellerinden geleni yapmalıdırlar hiç olmazsa.” derdi. Erasmus’a göre de, iyi bir kral,

başka ülkelere savaş açıp, o ülkeleri ele geçirmeye çalışacağına kendi ülkesini doğru

dürüst yönetmeye çalışmalıydı. Ayrıca Erasmus da çok ağır bir suç işlemeyene ölüm

cezası verilmesin kınardı: ”Aklı başında bir cerrah, ancak son çare olarak bir kolu ya da

bir bacağı kestiği gibi, toplum da ancak her çeşit çareyi denedikten sonra ölüm cezasına

başvurmalı”. Erasmus da hiçbir işe yaramayan, tembel davranan soylu sınıfına karşıydı.

Onların rahatına düşkün olduklarını, avdan, kadınlarla vakit geçirmekten, eğlenceden

başka yararlı işler için çalışmadıklarını söyler ve ayakkabıcılardan, çiftçilerden neden

üstün sayıldıklarını sorardı.109 Erasmus da aynı More gibi toplumsal adaletsizliğin

üstünde durmuş, yoksulların daha az, varlıklı kimselerin ise daha fazla vergi vermeleri

gerektiğini söylemiş, hatta yoksulların fazla vergi vermesi sonucunda onların

umutsuzluğa kapılıp suç işledikleri söylemiştir. Hatta daha da ileri giderek zenginliğin

birkaç kişinin elinde toplanmasının önüne geçilecek tedbirler alınması gerektiği

üzerinde durmuştur.110

More 1509 yılında yargıçlığa atanmış, yıllarca süren bu yargıçlık görevinde

dürüstlüğü, yoksullara gösterdiği anlayış ve iyilik sayesinde ün yapmıştır. Yine

109 More, s. 21. 110 More, s. 22.

44

Erasmus’a göre hiçbir yargıç onun gibi bu kadar çok davayı sonuçlandırmamış, onun

kadar doğru hükümler vermemiştir. Ancak More yargıç olarak en büyük yararlığı ‘Kötü

Mayıs’ günü diye anılan bir kargaşalık sırasında gösterdi. “1517 yılında, İngiltere’nin

geleneksel bayramlarından olan bir mayıs günü, Londra’nın yoksul halkı, çektikleri

sıkıntılara dayanamayıp, korkunç bir öfkeyle ayaklandılar. Bu ayaklanmanın, elden

geldiği kadar az kan dökülerek bastırılmasında, More’un büyük etkisi oldu. Thomas

More bu ayaklanmadan bir yıl sonra Sekizinci Henry’nin danışmanı olarak

görevlendirildi. Kral Sekizinci Henry More’a aşırı bir ilgi gösteriyor, onunla bir arkadaş

gibi alakadar oluyordu. Ne var ki, gerçeği her zaman görebilen More kralın kendisine

gösterdiği aşırı ilgiye pek güvenmiyordu. Zira More sarayda hizmet görmenin olumsuz

yanları olduğunu düşünüyordu. Kitabında kendisinin sözcüsü olarak konuşturduğu

Raphael Hythloday’ın bununla ilgili ilginç sözlerinin yer aldığı bir parça vardır:

“ Kralların danıştığı insanlara gelince: Bunların bir kısmı ağızlarını açmaz, çünkü söyleyecek sözleri yoktur, kendileri akıl danışmak durumundadır. Bir kısmınınsa akılları erer, işe yarayacaklarını da bilirler; ama her zaman gözde olan yetkilinin düşüncesini paylaşırlar, ortaya attığı budalalıkları alkışlarlar. Bütün bu aşağılık asalakların tek kaygısı, yüz karası bir dalkavuklukla, kralın tuttuğu adamın desteğini kazanmaktır. Bir diğer kısmı da kendilerini beğenmiş kişilerdir, yalnız kendi düşüncelerine değer verir, kimseyi dinlemezler. Bunda da şaşılacak bir şey yok, çünkü doğa herkese kendi yarattığını sevip okşama içgüdüsünü verir: Karga da maymun da kendi yavrularına gülümser yalnız.

Yükselme tutkusunun, para kaygısının ya da kendini beğenmişliğin ağır bastığı bu danışma kurullarında yapılan nedir? Biri çıkar da geçmiş zamanlardan ya da yabancı ülkelerden örnek getirip yeni bir düşünce ileri sürecek olursa, bütün dinleyenlerin akılları başlarından gider; hepsini hele kendisini beğenmişleri bir telaştır alır, akıllılık ünlerini yitirmekten, budala sayılmaktan korkarlar. Kafalarına eşeleye eşeleye bu düşünceleri çürütecek kanıtlar ararlar, bellekleri bu çürütmeyi beceremedi mi, şu beylik lafın ardına sığınırlar: “ Bizim babalarımız böyle demiş, böyle yapmışlar. Keşke biz de babalarımız kadar akıllı olabilsek.“ Böyle der ve büyük bir kehanet yumurtlamış gibi böbürlenerek yerlerine otururlar. Onlara bakacak olursanız, atalarından daha akıllı bir adam çıktı mı, insanlık batar.”111

Thomas More sağlık durumunu bahane ederek kralın yanındaki görevinden

ayrılır. Bu yüksek görevden çekilmek More’u hiç üzmemiştir. Hatta o bu ağır

sorumluluktan kurtulduğu için sevinmektedir bile. Dünya işlerinden bıkmıştır. Son

yıllarını insanların işlerinden el çekip, dünya kaygılarından uzak bir şekilde geçirmek

111 More, s. 91.

45

istemektedir. Ruhun ölümsüzlüğünü düşünerek daha mutlu bir yaşamın başlangıcı

saydığı ölümü anımsamak için bir mezar dahi yaptırmıştır kendine. Ancak More her ne

kadar dünya işlerinden artık el etek çekmek istese de bu isteğini gerçekleştirememiştir.

Kral Sekizinci Henry kendisini kilisenin başı ilan eden yasayı zorla kabul ettirince More

bu konuda bir şey söylememek için susmuş ancak onun suskunluğu bile bir anlam ifade

ederek dikkatleri üzerine çekmiştir. Kral ondan bu yasanın güzel olduğunu, yani kralın

kilisenin başı olduğunu yemin ederek bildirmesini istemiş ama More buna asla

yanaşmamıştır. Bu sebeple More’u sindirecek, etkisini azaltacak önlemler almak gerekir

düşüncesinden hareketle More hapsedilir. Onun için hapsedilmek aslında bir ödüldür.

Zira gençliğinden beri bir manastıra kapanmak ve her şeyden uzak kalmak istemektedir.

İşte hapse girmek ona bu düşüncesini gerçekleştirme fırsatı vermiştir. More hapiste de

yukarıda ifade ettiğimiz yasanın kabulü için birkaç kez zorlanmış ama her defasında

bunu reddetmiştir.112

More hapiste iken defalarca yargılanarak idama mahkum edilmiştir. Ama o

idam edilerek öldürüleceği haberini aldığında bu dünyadaki görevini yerine getirmenin

verdiği huzur ve güvenle bu habere teşekkür bile etmiştir. Böyle bir sonu kendisine

layık gören krala dua edeceğini dahi söyleyerek, ölümü ne kadar arzuladığını

göstermiştir. O idama giderken en güzel elbiselerini giymiş ve cellada hediye olarak bir

altın lira göndermiştir. Onun ölümüne tanık olanlar son sözlerinin gerçek bir kahramana

yaraşır şekilde şöyle olduğunu söylerler: “Krala hizmet eden, ama kraldan önce

Tanrı’ya hizmet eden bir insan olarak ölüyorum.”113

2.2.1. UTOPIA: YOK BÖYLE BİR ÜLKE

Thomas More yaşadığı müddetçe birkaç eser vücuda getirmiş, hatta Erasmus

ile birilikte Latince diyaloglar kaleme almıştır. Ancak ona hem yaşadığı devirde hem de

ölümünden sonra büyük ün kazandıran eseri ideal, kusursuz bir toplum düzenini

anlattığı Utopia’dır. Bu eseri aynı zamanda bu türde yazılacak eserlere isim babalığı

yapmıştır. More’dan önce bu çerçevede eserler yazılmışsa da, ütopyanın isim babalığı

ona aittir.

112 More, s. 28-32. 113 More, s. 34,35.

46

Thomas More eserini iki bölümde kaleme almıştır. Bunu yapmasının da ayrıca

önemli bir sebebi vardır. Önce ikinci bölümü yazmıştır More, daha sonra birinci

bölümü. ”More düşlediği kusursuz düzeni anlattıktan sonra, kendi ülkesindeki ve tüm

Avrupa’daki durumun, Utopia’nın düzeni ile karşılaştırılınca ne denli berbat olduğunu

iyice belirtmek istiyordu. İkinci bölümü bu amaçla sonradan yazıp kitabının başına

koydu”.114 Sanki okuyuculara bir şu ütopyalıların haline bakın, bir de bizim halimize

demek istiyordu.

Utopia yayınlanır yayınlanmaz büyük bir ilgi uyandırmıştır. Basımının

üzerinden daha iki yıl geçmeden Avrupa kentlerinde beş altı kez baskı yaparak

yayınlanmıştır. Ancak ne gariptir ki, Utopia More’un ülkesi İngiltere’de onun

ölümünden tam 16 yıl sonra yani 1551 yılında İngilizceye çevrilmiş ve yayınlanmıştır.

Bunun birtakım sebepleri vardır elbette. Çünkü More bir ülkede ulusal servetin

paylaşılması gerektiğini savunmakta, İngiltere’nin toplumsal ve siyasal düzenini

kıyasıya eleştirmekte ve gittikçe Protestanlaşmaya başlayan anayurdunda koyu Katolik

eğilimler göstermektedir. Bu sebeple bazılarının gözünde vatan haini olarak

görülmektedir. İngilizlerin gözünde belki de en büyük suçu budur.115

Utopia yukarıda da ifade ettiğimiz gibi iki bölümden oluşmaktadır. İlk

bölümde More içinde yaşadığı İngiltere’yi anlatmaktadır. Bunu açıkça yapmamakta bir

dostunu ziyarete gittiğinde orada tanıştığı yaşlı bir denizci olan Raphael Hythloday

aracılığı ile yapmaktadır. More’un amacı ilk bölümde okuyucuya toplumdaki

yozlaşmanın ve sıkıntıların genel bir panoramasını vermek ve ikinci bölümde anlatacağı

ütopyanın toplumsal koşullarına hazırlamak ve bu şartları okuyucuya sevdirmektir.

İkinci bölümde More kafasındaki ideal mutluluk ülkesini yine tecrübeli ve yaşlı denizci

Hythloday aracılığıyla anlatır. Aslında Utopia İngiltere’nin bir “karşı savı“

niteliğindedir:

“More bireyciliğin tahribatlarını, asaletin “eşekarıları”nın ve saray erkanının aylaklığını, bir anayasa tarafından ılımlandırılmamış krallık gücünün keyfi yönetimini (Bu, Utopiacıların niçin bu kadar miskinlik avına çıktıklarını açıklar.) kınar. Buğday

114 More, s. 39. 115 More, s. 40.

47

tarlalarını otlaklara çeviren ve böylece aristokrasiyi zenginleştiren enclosure’ler∗ sistemiyle kuşatılmış halkın savunusuna girişir. Bilgisizliğin, boş inançların ve aynı şekilde çokça bahsettiği savaşın sürekliliği içinde, Tanrıbilimcilerin ve keşişlerin suç ortaklığını ifşa eder.”116

Tezimizde ortaya koymaya çalıştığımız “Ütopik eserlerde din ve toplum“

olguları çerçevesinde More’un eserinde anlattığı kusursuz toplumun betimlemesine

okuyucuyu çok da fazla ayrıntıya boğmadan geçmek istiyoruz. Ancak ütopyanın

ayrıntılarına geçmeden önce bu eserin yazılmasına ortam yaratan XVI. yüzyıl

İngiltere’sine ve toplumsal şartlarına kısaca değinmenin faydalı olacağını düşünüyoruz.

Bu eserin vücuda geldiği ortamı Fındıkoğlu, A. Voigt’den şu ifadelerle anlatır:

“Birçok harpler neticesinde istihsal (üretim YEK) normal vaziyetini kaybetmiştir. Harp sonlarında terhis edilen askerler, şehirlerin sakin havasını bozmakta ve içtimai nizama karşı gelecek hırsızlık hareketlerine girişilmekte. Hususiyetle yünün kazandığı iktisadi ehemmiyet, ziraatin aleyhine koyunculuğun inkişafına sebep oluyor. Zirai işsizlik baş gösteriyor. Şehirlerde hırsızlık çoğalıyor ve mevcut ceza tarzlarının kifayetsizliği görülüyor. Nitekim “Ütopya“ nın baş tarafındaki muhaverelerden birinde Rafael, o devrin İngiltere’sini ima ederek “ Bu adada böyle şeyler yoktur. Çünkü benim, senin diyen kimse mevcut değildir. O halde bütün suçların kaynağı mülkiyet oluyor.” muhakemesini ileri sürmektedir.”117

Utopia adasının kendisine mahsus bir düzeni vardır. Utopia 54 büyük ve güzel

şehirden oluşur. Bu şehirlerin hepsinde aynı dil konuşulmaktadır. Hatta töreler, yasalar

ve kurumlar bile aynıdır. Bu 54 şehir aynı plan üzerine inşa edilmiştir. Adanın başkenti

Amaurote’dir. Bu yer adanın orta yerinde olup, herkesin kolayca toplanması için

elverişlidir. Bu yüzden Utopialılar burasını başkent yapmışlardır. Ayrıca her şehrin

tarım yapabilmek için uygun hale getirilmiş 20 millik toprağı bulunmaktadır. Hiçbir

şehir yasanın kendileri için belirlediği sınırı aşmak ve diğer şehirlerden toprak almak

gibi bir istek içine girmez. Herkes yaşadığı şehrin gönüllü birer çalışanıdır. Evlerde

kadın erkek toplam 40 kişi oturur ve ayrıca 2 de köle bulunur. Her topluluğun başında

aklı başında aile reisi olarak bir kadın ve bir erkek bulunur.

∗ Özellikle XVIII. Yüzyılda küçük toprak sahiplerinin kentlere göçü sonrası tarlaların ekime kapatılması 116 Armand Mattelart, Gezegensel Ütopya Tarihi, Şule Çiltaş(çev.), İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2005, s. 31. 117 Fındıkoğlu, s. 9.

48

2.2.2. UTOPIA’DA İKTİSADİ FAALİYET VE DEVLET

Utopia’da devlet nizami çalışmaya da nezaret etmekte ve herkesin ne zaman,

ne kadar çalışacağını belirlemektedir. Buna göre bu işle görevlendirilmiş devlet

görevlileri kimsenin aylaklığa, tembelliğe düşmeden çalışmalarını sağlamak ve onların

çalışmalarını denetlemekle sorumludurlar. Ancak Utopialılar sabahtan akşama kadar

hiç durmadan çalışmamaktadırlar. Böyle yorucu bir hayat beden ve ruh sağlığı

açısından kötüdür. Zaten Utopia’da olumsuz bir duruma yol açacak şeylere müsaade

edilmez. Utopialılar günün ve gecenin yirmi dört saatini eşit parçalara bölmüşlerdir.

Yirmi dört saatin yalnızca altı saatini çalışmaya ayırmışlardır. Öğleden önce üç saat

yemeğe kadar, ardından iki saatlik dinlenmeyle, üç saat de akşam yemeğine kadar.

Akşam saat sekizde yatarlar ve tam sekiz saat uyurlar. Çalışma, uyku ve yemek zamanı

dışındaki zamanları herkes dilediği gibi değerlendirebilir. Sabahları serbest ders saatleri

vardır, yalnız bilim yolunu seçenler bu derslere girmekle zorundadırlar.118 Zamanı eşit

parçalara bölüp altı saatlik çalışma ve sekiz saatlik uyuma dışındaki boş zamanlarda

zihinsel faaliyetlere önem vermektedirler. Bu da More’un estetik çeşidinden olan zihni

zevklerden Utopialıların mahrum kalmamasını istediğine bir işarettir.

Utopia’da halkın başkanı ailelerce seçilen iki yüz kadar seçiciler tarafından,

yine halkın belirlediği dört aday arasından seçilir. Başkan zorbalık yapmadığı müddetçe

ömrü boyunca yerinde kalabilmektedir. Utopia’da devlet memurlarının ruhun ölümsüz

olduğuna inanmaları gerektiği lüzumu da ifade edilmektedir. Nitekim dini müsamahayı

kabul eden More, devlet memurlarının dinsiz olmasını kabul etmemektedir. Bununla

beraber bütün önemli işler öncesinde kurultay toplanır ve üç gün süren toplantının

ardından devlet ve memleket meseleleri hakkında karar verilir. Bu kurultay ve yine

onun bir benzeri olan halk toplantıları dışında halkın bir araya gelip memleket

meselelerini konuşmaları ölümle cezalandırılan bir suçtur. Bu da herhalde devlete ve

yönetime karşı bir isyan tertiplenmemesi için alınan bir önlem olsa gerektir. Devlet

nizamının gerek iktisadi, gerek kültürel, gerek sosyal ve dini yaşam üzerindeki denetimi

Utopia’da otoriter bir devlet yapısı olduğunu göstermektedir.

118 More, s. 118.

49

2.2.3. AİLE HAYATI

Utopia’da evlenme mevcut ise de bu, ada toplumu tarafından, iki tarafın sıhhati

hakkında ada otoritesince yapılacak bir tetkikten sonra gerçekleşebilir. Aynı zamanda

birbirine sevgi duyanların birleşmelerine çalışmalıdır. Herhangi bir suretle

anlaşamamazlık olunca aile kurumu hemen sonlandırılmalıdır. Aile içinde erkek ve

kadının hak ve vazifeleri arasında tam bir eşitlik vardır. Kızlar 18, erkekler 22’den aşağı

yaşta evlenmeyeceklerdir. Fakat bu husus için bir kanun düzenlenmesine de lüzum

yoktur. Gerek bu hususta, gerek diğer hususlarda hakimler tam bir hürriyete sahiptirler.

Hürriyetlerini kullanarak verdikleri karar Utopia’da ilan edilecektir. Boşama hakkı,

yalnız bir defaya mahsus olarak tanınacaktır. Nişanlının bir üçüncü şahsa çıplak olarak

görünmesi mecburiyeti, herhangi bedeni bir kusurdan uzak kaldığı hakkında kanaat

edinmek içindir!

Ütopya’da evler, azami derecede konforludur. Bol ışık, bol hava, temizlik,

yalnız ada halkının maddi ve sağlık açısından iyiliğini temin etmekle kalmayacaktır.

“Bu etkenlerin genel ahlak üzerinde yaptığı tesiri görmek için Utopia’ya gelmek

lazımdır.”119

2.2.4. FERDİ MÜLKİYET VE CÜRÜMLER

Bütün fenalıkların, işlenmiş suçların sebebi ferdi mülkiyettir. Raphael şöyle

diyor: “Mülkün tekelde ve mutlak olduğu bir devlette eşitlik kurulamaz sanırım, çünkü

orada herkes türlü yollarla kazanabildiği kadar kazanmakta haklı görür kendini ve

ulusun zenginliği ne kadar büyük olursa olsun, eninde sonunda başkalarının

yoksulluğuna göz yumacak küçük bir azınlığın eline geçer.”120 O halde Utopia’da

hukuki hadiseler vukua gelmeyeceğine göre ne kanunlara ne de “kanunların altını

üstüne getirecek büyük bir beceriklilikle işlerini gören gevezelere”, yani avukatlara

lüzum kalmayacaktır!121

119 Fındıkoğlu, s. 12. 120 More, s. 109. 121 Fındıkoğlu, s. 12.

50

2.2.5. CEZA SİSTEMİ

Bununla beraber, suçsuz ve cezasız bir Utopia karşısında olmadığımızı itiraf

eden More, icap eden yerlerde cezaların aile reislerince, nadiren Senatoca verileceğini

söylüyor. Bu ceza sistemi cezalandırıcı değil, suçları önleyici mahiyette olmalıdır. Bir

çeşit ıslah gibi ya da caydırıcılık. Ne yapıp yapmalı, suçların işlenmesine mani olmak

için çeşitli tedbirler alınmalı, suya gitmeden evvel testinin kırılmamasına çalışmalıdır.

Nihayet ceza vermek mecburiyeti gerekli olduğu zamanlarda bu cezalar, ferdin

sonradan hürriyet kazanmasına engel olmamalıdır. Yani suç işleyene verilecek cezalar

onun sonradan topluma kazandırılmasına ve tamamen kaybedilmesine sebep

olmamalıdır. Fakat eserin bir yerinde More uşaklığın, kaba işlerin, mesela mutfak

işlerinin esirler, harp esirleri gibi suç işleyenlere de gördürülmesinden

bahsetmektedir.122

2.2.6. MESLEK SEÇİMİ VE ASKERLİK

Utopia’da meslek seçmede hürriyet yoktur. Her ailede meslekler nesilden

nesile intikal eder. Bununla beraber kast sistemine benzer bir sıkılık da mevcut değildir.

Şu var ki, meslek değiştirmek isteyen, evvela aile değiştirmelidir. Bir nevi “kul,

evlatlık” müessesesinden bu vesile ile bahsedildiği görülmektedir.

Utopia, harpten nefret eder. Hele bu toprak elde etme vb. gibi sebeplerden

dolayı ise. Fakat gerektiği zaman harpten çekinmez. Askeri hizmet, gönüllü sistemine

bağlıdır. Zaten korkakları kanun kuvveti ile asker yapmaktan hiçbir netice

çıkmayacaktır.123 More, herhalde iptidai cemiyetlerdeki harp tarzlarından müteessir

olacak ki, herhangi bir harp çıkması halinde kadınların ve çocukların da harbe iştirakini

istemekte, bu suretle erkeklerin harp için zevk duyacaklarını ve zafere ereceklerini

düşünmektedir. Öte taraftan Utopia’nın başka memleketlere harp açarken daha evvel o

memleketleri içinden fethetme lüzumu da ileri sürülür. Hatta makyavelik tedbirlerden

122 More, s. 137-139. 123 More, s. 145.

51

bahsedilir! Bu hususta Utopia’nın ihtiva ettiği kaideler Ütopik Devlet’in bir ada olması

karşısında, İngiltereli olmayanları memnun bile etmektedir.124

2.2.7. EĞLENCE VE SEYAHAT

Nihayet Utopia’nın içtimai heyecan kaynaklarına yabancı kalmadığını

söyleyelim. Her ayın ilk ve son günü, Utopia halkı için bir bayram olacaktır, müşterek

yemekler ve estetik faaliyetler içinde Utopia’nın ve Utopia halkının birlikteliği

yaşatılacaktır. Bu arada dini, zihni ve kültürel ihtiyaçlar da unutulmamalıdır. Utopia

halkı boş vakitlerde seyahatin (ki bu seyahati Utopia dahilindedir, harice seyahat çok

güçtür.) zevkini de tadar. Bu esnada şehrin herhangi birinde bulunacak kimse,

bulunduğu şehirde istediği zaman gıdasını hiçbir karşılık görmeden bulacaktır.125

2.2.8. DİN

Utopialıların çoğu bir tür tek tanrıcı dini onaylasalar da, ona ve diğerlerinin

dini inançlarına karşı ayırt edici rahat bir tavırları vardır. Bazıları tanrı diye güneşe

tapar, bazılara aya, bazıları diğer bir gezegene. Raphael Hythloday ve arkadaşları

tarafından getirilen Hristiyanlığa karşı onu kendi dinsel inançlarına uygun bularak

anlayışlı davranırlar, fakat onun kimseye empoze edilmesine izin vermeyecek ya da

kimsenin onun aleyhinde konuşmasını engellemeyeceklerdir. Ne var ki, Hristiyanlığı

yeni kabul edenlerden birini bu adaya gezi yapmış ve orayı More’a anlatan Raphael

Hytloday ve arkadaşlarının önünde adamakıllı cezalandırmışlardır. Zira bu adam

Hristiyan dinini kabul edip vaftiz olduktan hemen sonra, karşı koyulmasına rağmen

duygularının ve coşkunluğunun esiri olarak İsa’nın dinini övmeye başlamış, daha da

ileri giderek en iyi dinin bu olduğunu, diğer dinlerin hepsinin kötü olduğunu

haykırmıştır. Hatta bununla yetinmemiş diğer dinlerin bağlılarını zındık, şeytan soyu ve

cehennemlik saymıştır. Sonrasında adam dinlere dil uzattığı için değil de, insanların

arasını bozduğu, halkı birbirine kattığı için yargılandı ve sürgün edildi. Zira

124 Fındıkoğlu, s. 13. 125 Fındıkoğlu, s. 13,14.

52

Utopialıların en eski yasalarından biri de, kimsenin dininden ötürü

kötülenemeyeceğidir.126

Utopia’nın değişik bölgelerinde, hatta bir şehrin değişik yerlerinde çeşitli

dinler vardır. Kimi Güneş’e tapar, kimi Ay’a, kimi de başka bir gezegene. Eskiden şanlı

şerefli ve erdemli bir hayat sürmüş olan bir adama, Tanrı, hatta Tanrı’ların en yücesi

diye tapanlar da vardı. Ama Utopialıların büyük çoğunluğu ve en akıllıları, bütün bu

putları bırakıp, bir tek Tanrı bilirler. Bu Tanrı bilinmez, anlaşılmaz, açıklanmaz bir

varlıktır, insan zekasının sınırlarını aşar, bütün dünyayı bedeni, erdemi ve gücü ile

kapsar. Bu Tanrı’ya Baba derler.” Hristiyanlıktaki Teslis inancının üç temel rüknünden

biri olan baba tanrı düşüncesinin More tarafından utopia halkına da benimsetildiğini

görmekteyiz. “Her şeyin doğuşunu, çoğalışını, gelişmesini ve değişmesini ve son

bulmasını ondan bilirler. Onun dışında hiçbir varlıkta Tanrılık görmezler.” Her ne kadar

Üçlü Tanrı inancının ana unsuru olan baba tanrı imajı Utopia’da yer alsa da, More’un

Hristiyan akidesinin temeli olan teslisi kabul etmediğini, yukarıda tarif edilen tek bir

tanrı inancını ideal toplumunda hakim kılmaya çalıştığını, ama bunu yaparken de diğer

inançlara mensup insanları kırmamaya özen gösterdiğini görmekteyiz. “Utopialıların

dinleri ne kadar değişik de olsa hepsi şu inançta birleşirler: Dünyayı yaratan ve yürüten

bir yüce varlık vardır; bu varlığın adı Utopialıların dilinde Mithra’dır. “127 Utopia’nın

kurulduğu sıralarda, Kral Utopus oraya gelmeden önce, ada halkının din sebebiyle

birbirleriyle çatıştığını öğrenir. Memleketin bu durumda olması kral Utopus’un bu adayı

fethetmesini kolaylaştırmıştır. Çünkü çatışan mezhepler birlik olmak yerine her biri

düşmanla ayrı ayrı savaşıyorlardı. Bu sebeple kralın burayı ele geçirdikten sonra

yaptığı ilk iş din özgürlüğünü yasalaştırmak olmuştur. “Buna göre her insan istediği dini

tutabilir, başkalarını kendi dinine çekmek için elinden geleni yapabilir, yeter ki, bunu

tatlılıkla, alçakgönülle, efendice yapsın ve inandıramadığı insanlara karşı zor

kullanmasın, onları suçlamasın, ikilik yaratan tatsız sözlerden kaçınsın”.128 More bu

sözlerle zımnen içinde yaşadığı toplumu eleştirmiş, baskıcı bir din anlayışının

karşısında olduğunu göstermiştir. Ayrıca bir toplumun ayakta kalabilmesi ve

düşmanlara karşı birleşebilmesinin en önemli sebeplerinden bir tanesinin de din

126 More, s. 149. 127 More, s. 148. 128 More, s. 149.

53

çekişmesinin ortadan kaldırılması olarak görmüştür. More’un ütopyasında kral

Utopus’un her ne kadar o böyle bir niyet taşımasa da, laik bir toplum oluşturmaya

çalıştığını düşünebiliriz. Zira More bunun ipuçlarını bize vermektedir. Çünkü Kral din

özgürlüğü yasasını yaparken“ yalnız halkın rahatını kaçıran sürekli kavgaları, kinleri

ortadan kaldırmayı düşünmekle kalmıyor, böylelikle dinin gelişmesine de yardım

edeceğine inanıyordu. İnanç konusunda hiç kesin kararlar almadı. Düşündü ki, belki de

Tanrı insanların değişik inançları olmasını istemişti. Kral, bir başkasını zorlayarak, ya

da korkutarak kendi inancına çekmeyi çok yersiz, saçma ve zorbaca bir davranış

sayıyordu. Eğer dinlerin bir teki doğru, ötekileri boş inançlara dayanıyorsa, gerçek er

geç meydana çıkacaktı, elverir ki, insanlar akıllıca davransınlar ve birbirini

kırmasınlar”.129 Kral Utopus dinler üzerindeki bu ve buna benzer tartışmaların uzayıp

gitmesi ile çatışmaların ortaya çıkacağını ve bütün güzelliklerin bu yüzden ortadan

kalkacağını düşünmüş ve her insan tam bir vicdan ve inanç özgürlüğü vermiştir.

Utopialılar ölümden sonra bir başka hayat olduğuna inanırlar. Bu hayatta

kötülerin kıyasıya ceza göreceğine, erdemli davrananların ise ödüllendirileceğine

inanırlar. Dünyanın gelişigüzel yürüyüp gittiğine inanan ve başka bir hayatın varlığını

kabul etmeyenleri ahlak adına ayıplarlar, insanın yüce ruhunu bir hayvan bedeni

durumunda görenleri insan olarak nitelendirmezler. Hatta böylelerini vatandaş bile

saymazlar. Utopialılar öldükten sonra –küçük bir azınlık dışında- insanı mezarın

ötesinde sınırsız bir mutluluğun beklediğine inanırlar. Bu sebeple ölülerin arkasından

ağlamazlar. Cenazeler sevinçle ve şarkılar söylenerek kaldırılır. Zira ölenlerin sonradan

dirilerin arasına karıştıklarını, yapılan her işte ve davranışta Utopialılara güven

verdiklerini ve gizlice işlenecek suçları önlediklerini söylerler. Onlar için ölmek ya da

ölmeyi istemek iyi ve erdemli bir yaşamın göstergesidir. Ölmekten korkanların için için

ceza göreceklerini hissettiklerini ve bu sebepten ölümden kaçmaya çalıştıklarını

düşünürler. Tanrı çağırdığı zaman, kendisine sevine sevine gitmeyenleri, ölüme karşı

ayak direyenleri hoş görmezler. Böylesine ölenleri gördüklerinde keyifleri kaçar ve

onları diğerlerinin aksine asık bir suratla, sessiz sedasız mezara gömerler ve ruhunun

azap görmemesi ve Tanrı’nın onu affetmesi için dua ederler.130 Görüldüğü gibi More’un

129 More, s. 149. 130 More, s. 150.

54

Utopia’sında dini inançlar toplumun dünyadan sonraki hayata olan bakışını belirleyen

en temel unsurdur.

Utopialıları diğer toplumlardan ayıran bir başka unsur ise onların başkaları gibi

fallara, kehanetlere inanmamaları ve bunları son derece saçma bulup alaya almalarıdır.

Ancak tabiatta meydana gelen ve insan gücünü aşan olaylar karşısında Tanrı’ya olan

inançları kendisini gösterir. Tabiat yasalarını aşan mucizevi olaylar da dahil olmak

üzere bütün doğa olaylarını Tanrı’nın varlığının ve gücünün birer belirtisi olarak

görürler. Ayrıca halkın Tanrı’ya olan yakarışları onları felakete sürüklemesi muhtemel

olaylara karşı korumaktadır.

More’un eserinde içinde yaşadığı Hristiyan toplumunda olduğu gibi bir din

adamları sınıfı vardır. Bu More’un koyu Katolik olmasının bir sonucu sayılmalıdır.

Çünkü o yaşamında din adamlarını büyük saygı göstermiştir. Ancak eserinde de aşağıda

göreceğimiz gibi, din adamlarının toplumu tahakküm altına alan, toplumu dini

imtiyazlarını kullanarak sömüren değil, bilakis toplum için çalışan ve bunu büyük bir

erdem sayan kişiler olarak görmek istemiş ve öyle de göstermiştir. Utopia’da dünyaya

ait bilgileri hor gören sadece dine sarılan kimseler bu sözünü ettiğimiz sınıfı

oluştururlar. Ancak bunlar tembelliğe ve aylaklığa düşmek istemezle. Çünkü öbür

dünyadaki mutluluğun çalışmak ve insanlara faydalı olmakla elde edileceğini bilirler.

Toplum hayatının her alanında ve aşamasında karşılaşılabilecek bütün işleri gönüllü

olarak yaparlar, kimsenin yaşayışına karışmazlar hatta yaptıklarıyla övünmezler de.

Çalışmada köle durumuna indikçe halkın gözünde yükseleceklerine inanırlar. Bu

kimselerden bir bölümü bekar yaşar, kadınlardan uzak dururlar. Dünya zevklerini

zararlı görüp hepsinden kaçınırlar ve bütün çabaları öbür dünyadaki mutluluğu ve

nimetleri yakalamaktır.131 Tıpkı bir keşiş gibi manastır hayatı yaşarlar. Ancak

toplumdan uzak ve toplum sayesinde hayatlarını devam ettiren keşişler gibi değil.

Aksine halkın içinde, halkla beraber ve toplumun faydasına çalışan insanlardır. More’un

içinde yaşadığı toplumsal şartlar göz önünde bulundurulduğunda böylesi din

adamlarının ne kadar tercih edilebilir ve aranır olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

Bu insanlardan bir kısmı da, yine çalışmaya düşkün olmakla beraber, evlenirler ve

131 More, s. 151.

55

evliliğin zevklerini benimserler. Çalışmaya engel olmamak şartı ile dünya zevklerinden

istifade edilebilir. Dünya zevklerini ve nimetlerini diğerleri gibi hor görmezler.

Utopialılar böylelerini daha akıllı, diğerlerini ise daha ermiş sayarlar. Bu iki ayrı sınıfı

da birbirine üstün görmezler. He ikisine de haklarını teslim ederler. Ayrıca dünyayı

reddeden ve sadece öbür dünyayı elde etmeye çalışanlar bu davranışlarını akla ve

sağduyuya daha uygun olduğu için yapmazlar. Zira Utopialılar tarafından böyle bir

davranış alay konusu olurdu. Ama bunu sadece din uğruna yaptıklarını söyledikleri için,

Utopialıların sevgisini hatta hayranlığını kazanmış olurlar. İşte bu gibi kimseler ideal

bir toplum olan Utopia’nın din adamlarıdır.132 Daha önce de ifade ettiğimiz gibi bu, din

ve dünya işlerini birbirinden ayıran tutum içerisindeki insanların varlığı bizlere More’un

laik bir toplum inşa etme çabasını göstermektedir. Her ne kadar More böyle bir iddiada

bulunmasa da Avrupa toplumunun genelinde çok sonradan yaşanacak laik gelişmeler,

More’un daha o zaman böyle bir ihtiyacı hissettiğini göstermektedir. Yani Utopia o

zaman İngiltere’sine ve Avrupa toplumuna göre son derece ve şaşırtıcı bir şekilde

laiktir.

Tanrı’nın hiçbir canlı varlığın kanının dökülmesinden hoşlanmayacağını

düşünen Utopialılarda, dini törenlerde kurban adeti yoktur. Belirli bir dine bağlı olanlar,

kendi aralarında, aileleri ile birlikte inandıkları dine özel olarak tapabilirler. Ama bütün

halkın ortaklaşa kullandıkları tapınaklarda durum böyle değildir. Bu tapınaklar da görsel

ve işitsel bütün güzellikler yer alır. Herkes beyaz elbiselerini giyinip gelir. Tapınaklarda

resimler ve heykeller yoktur. Çünkü herkes Tanrı’sını istediği şekilde tasarlasın istenir.

Bu da Utopialılardaki engin dini hoşgörünün en önemli göstergelerinden biridir.

Dünyadaki bütün milletlerden ve toplumlardan farklı olarak Utopialılar dinlerin ayırıcı

yanlarını değil, birleştirici yanları üzerinde durmaktadırlar. Bütün dinlerin en büyük

ortak amacı Tanrısal varlığa duyulan sevgidir ve işte bu inanç insanları bir arada

tutmaya yetmelidir. Törenlerin sonunda dinleri ne olursa olsun herkesin katılabileceği

bir dua yapılır ve böyle mutlu bir toplumda yaşadıkları için Tanrı’ya şükredilir.133

Tapınakta erkekler sağda otururlar, kadınlar ise solda. Törene katılan ailelerin

her birinin başında kadın veya erkek bir aile büyüğü bulunur. Bu aile büyükleri evde

132 More, s. 151,152. 133 More, s. 61.

56

eğitip yönettikleri kişilere burada da göz kulak olurlar. En genç olanlar, en yaşlı

olanların arasına oturtularak, bir araya gelen çocukların yaramazlık yapmaması sağlanır.

”Körpe çağdaki gençlerin içlerinde derin bir Tanrı korkusunun olması gerekir, çünkü o

yaşta erdemi geliştirecek tek güç korkudur.”134

Thomas More’un Utopia’sında din ve dini yaşamın böylece ayrıntılı bir şekilde

betimlendiğini görmekteyiz. Utopia’da bütün bunlardan çıkaracağımız sonucun

tezimizde ortaya koymaya çalıştığımız sonuçtan farklı olması beklenemez. More dinin

ve dini yaşamın ideal toplumunda yaşayan insanlar üzerinde ne kadar etkili olduğunu

anlatırken bizlere dinsiz bir toplumun kusursuzluğa erişemeyeceğini, hatta bunun için

en önemli sebebin bu olduğunu anlatmaktadır sanki. More’un Utopia’sında dini

hoşgörünün varlığı ise bu mükemmel ve kusursuz yaşamın bel kemiğidir adeta. Koyu

bir Katolik olan ve Katoliklik uğruna can veren More isteseydi, Utopialıları koyu bir

Hristiyan ya da kendisi gibi Katolik yapabilirdi. Ancak “Her ütopya yazıldığı çağa bir

serzeniştir.“ sözünü haklı çıkartırcasına More bunu yapmayarak içinde bulunduğu

toplumun ve çağın katı ve baskıcı din anlayışına başkaldırmıştır.“ Avrupa’nın sözde

uygar Hristiyan ülkeleri, hem siyasal ve ekonomik açıdan, hem de düşünce ve din

açısından tam bir kargaşa içindeyken, Hristiyan bile olmayan Utopialıların yalnız akla

güvenerek, düzenli bir toplum, tam bir düşünce özgürlüğü ve dinsel hoşgörü içinde

yaşadıklarını anlatıp, çağdaşlarına bir ders vermek istiyordu” 135

2.3. TOMASSO CAMPANELLA: GÜNEŞ ÜLKESİ

XVII. yüzyılın başında bir Dominiken rahibi olan Tommaso Campanella

tarafından yazılan Güneş Ülkesi adlı eser ütopik mirasa farklı katkılarda bulunmuştur.

Bu örnek toplum tipi toplumsal ütopik imara teknik ve bilimsel gelişmeleri de dahil

etmiştir. 1602 yılında İtalyanca yazılmış olan bu metin, ilk olarak 1623 yılında

Frankfurt’ta Latince basılmıştır. Campanella, kendisini yirmi beş yıl sürekli hapis ve

işkenceyle cezalandıracak olan İspanyol kral naibine karşı girişilen 1599 yılının

başarısız Calabria komplosunun sözcüsü ve tartışmasız lideridir. Güneş Ülkesi adlı bu

eseri de onun hapishane hayatının ürünlerindendir. Onun maksadı İtalya’yı bir sömürge

134 More, s. 154. 135 More, s. 60.

57

olmaktan kurtarmak ve insanları mutlu etmek olduğundan, bu eserini herkesin mutlu

olduğu bir ülke tasavvur ederek kaleme almıştır.136 Campanella’nın dikkat çekici bir

diğer özelliğinin ise sapkınlık davasında, Kopernik’in savunmasını resmen üstlenmesi

olarak görürüz.137

Giriş bölümünde de ifade ettiğimiz gibi Campanella bu eserinde teknik ve

bilimsel gelişmelerin önemine dikkatleri çekmiştir. Bu sebepledir ki Güneş Ülkesi

“değişkenlik ve devinime önem veren bir toplumdur. Bilgeleri, insan toplumlarının

bütünleşmesinde buluşların rolüne değer veren bir tarih anlayışına sahiptir”. Bu anlayış

teknik ve bilimsel ilerleme yoluyla geleceğin yakalanacağını işaret eder. Böylece

Campanella’nın bu eseri aydınlanma felsefesinin birçok temsilcisine ilham verdikten

sonra ortaya çıkan sosyalist hareketin önemli düşünsel kaynaklarından biri haline

gelmiştir. Bu sebepten dolayı Campanella’yı Mesihçi saltanatın sekülarizasyonunun

habercisi olarak görenler de vardır.138 Güneş Ülkesi’nin Mesih’i karakteri ile ilgili

söylenenlere Campanella’nın mükemmel toplumunu daha yakından tanıdıktan sonra

döneceğiz.

Peki Campanella bu eserine neden Güneş Ülkesi adını vermiştir? Güneşin

ulaşılamazlığı ile Campanella’nın oluşturmaya çalıştığı toplum arasında bir paralellik

var mıdır? Bu soruya olumlu cevap vermek mümkün gözükmektedir. Zira “bu

isimlendirme, güneşin ulaşılamazlığından yola çıkarak Güneş Ülkesi’nin de ulaşılmaz

olduğunu rasyonel bir temele dayandırma isteğinden kaynaklanmış olabileceği gibi,

aynı zamanda astronomi ve astrolojiyle de temellendirilmiş olabilir.”139 Eserin

ayrıntılarına geçmeden önce şunu önemle belirtmeliyiz ki; Campanella’nın bizzat

kendisi Güneş Ülkesi’nin kurumlarını tasarlarken Thomas More’un Utopia’sından

etkilendiğini söylemekte, bununla beraber konuyla ilgili eser yazan ilk filozofun Platon

olduğunu belirtmektedir.140

136 Özden, s.36. 137 Matterat, s. 60. 138 Matterat, s. 61-62. 139 Özden, s.36. 140 Tomasso Campanella, Güneş Ülkesi, Vedat Günyol-Haydar Kazgan (çev.) 3.baskı, İstanbul: Sosyal Yayınlar, s. 88.

58

Güneş Ülkesi’nin kent şeması, Rönesans mimarlarının eserlerinde bulunan akla

yatkın ve simetrik kent modelinin bir benzeridir. Geniş bir ovanın ortasında yükselen bir

tepe ve bu tepede kurulmuş kentin büyük bir parçası vardır. Kent yedi halkaya

bölünmüştür. Bunlardan her biri yedi gezegenden birinin adını taşımaktadır. Bu

çemberler birbirine dört ayrı yolla bağlanmış olup, her bir yol bir kapı ile sona

ermektedir. Bu çemberler öyle tasarlanmışlar ki, her kim birinci duvar çemberini

yaracak olsa, ikinci ve üçüncüsü için her birinde kat kat çaba sarf etmesi gerekecektir.

Ancak böyle olmasına rağmen birinci çemberi bile geçebilmek kolay değildir. Her

çembere girildikçe büyük, göz alıcı konaklarla karşılaşılır. Kentin son çemberine

varıldığında tırmanmak için merdiven çıkılır ve tepenin doruğunda, genişçe bir

düzlüğün ortasında, büyük bir tapınak yükselmektedir. Bu tapınak daire şeklindedir. Her

biri kendi ismiyle gösterilen belli başlı yıldız kümeleriyle, gökyüzünü temsil eden

kubbeyle örtülmüştür. Biri büyük, diğeri onun üzerinde olmak üzere küçük iki kubbesi

vardır. Burası adeta kentin merkezidir ve kent sakinleri havanın ısı derecesini, o yılın

bereketli olup olmayacağını, havanın karada ve denizde alacağı durumu, küçük

kubbenin tepesinde dönen çok hassas bir yelkovandan öğrenir.

2.3.1. GÜNEŞ ÜLKESİ’NDE YÖNETİM

Kentin en büyük yöneticisi bir başrahiptir. Halk bu yöneticiye Hoh der. Gerek

dünya işleri gerek ahiret işlerinin başında o vardır. Yetkisi ve verdiği kararlar mutlaktır.

Kimse onun verdiği kararlara ses çıkartamaz. Hoh’un Po, Sin ve Mor adlı çeşitli

yetkilerle donatılmış üç yardımcısı vardır. Bunlar Güç, Akıl ve Sevgi olarak da

adlandırılır. ”Burada Campanella’nın metafizik anlayışı içinde, Tanrı’nın özünü

oluşturan üç “Tanrısal ilk-vasıf“ söz konusudur. Dolayısıyla site, biçimiyle,

yönetimiyle, diniyle evrenin yapısını yansıtmaktadır. Astrolojiye inanan ve astrolojiyle

uğraşan Campanella, böylece, göksel nedenselliği yakalamak ve kullanmak üzere inşa

edilmiş astrolojik bir kent hayal eder.”141 Yukarıya dönecek olursak bu üç yöneticinin

her birinin ayrı ama çok önemli görevleri vardır. Güç; barış ve savaşla ilgili bütün işleri

yönetir. Serbest mesleklerin, el zanaatlarının, bilim ve eğitim işlerinin idaresi Akıl’ın

görevleri arasındadır. Bilimlerin başındaki uzmanların hepsi onun buyruğu altındadır.

141 Michele Riot-Sarcey, Thomas Bouchet, Antoine Picon, Ütopyalar Sözlüğü, Turhan Ilgaz (çev.), Sel Yayıncılık, 2003, s. 49.

59

Hoh’un diğer yardımcısı Sevgi ise Güneş Ülkelilerin üreme işini düzenlemekle

görevlidir. En önemli vazifesi, kadın ve erkeğin kusursuz bir soy yetiştirmeleri için

onların birleşmelerini sağlamaktır. Bu Güneş Ülkeliler ve Campanella için çok

önemlidir. Zira Campanella, içinde yaşadığı toplumun insana ve insan soyuna, köpek ve

at soyunun gelişmesi kadar değer vermediğini ifade ederek, ideal devletinde üreme işini

çok önemsemiş ve onu devlet yönetiminin başlıca görevlerinden biri saymıştır.142

Güneş Ülkesi’nde bu üç yönetici en büyük yönetici olan ve Campanella’nın

Metafizikçi olarak adlandırdığı Hoh’a bağlıdır. Metafizikçi ne yönde karar verirse, üç

yardımcı ona boyun eğerler. Güneş Ülkesi’nde bu yöneticilerin nasıl seçildiğine gelince:

Bu devlette herkes kendi yeteneğine uygun işlere yönlendirilir. Çocukların eğitimine

çok önem verilir. Büyüdüklerinde toplumlarına faydalı birer birey olmaları için çok

yönlü yetiştirilirler. Eğitim sürecinde en çok beğenilen ve saygı görenler ise birçok

meslekten ve zanaattan anlayanlardır. Ellerine aldıkları işi en başarılı şekilde yapanlar

Güneş Ülkesi’nde el üstünde tutulurlar. Bu sebeple hiçbir işten anlamayan, aylak aylak

gezinen, sadece keyifleri için yaşayan insanlara soylu denmesini bir türlü anlayamazlar.

(Campanella’nın kendi yaşadığı topluma atıfta bulunduğunu görüyoruz. YEK) Onlara

göre böyle bir tutum devlet için çok büyük bir tehlikedir. Çocuklar her konuda bilgili,

dürüst öğretmenler ve tecrübeli yaşlılar tarafından eğitilirler. Büyüdüklerinde hangi

çocuğun hangi işe seçileceğine öğretmenlerinden daha iyi kimse karar veremez. Dört

büyük yönetici hariç diğer yöneticileri bu en büyük dört yönetici ile her görevin özel

öğretmeni seçer. En büyük idarecinin seçimi ile ilgili aşağıdaki cümleler

Campanella’nın bir devleti idare edecek yöneticide olması gereken vasıfları açıkça

belirtmesi açısından kaydedilmeye değer.

“ Hoh olabilecek kimsenin, cumhuriyet olsun, krallık olsun, bütün devletlerin yasalarını, devlet biçimlerini, geleneklerinin ve dinlerinin tarihlerini derinlemesine bilmesi gerekir. Ayrıca, yasa koyanları, sanatları geliştirenleri adlarıyla bilmesi gerektiği gibi, yerde ve gökte olup bitenlerden haberi olacak. Bütün mekanik sanatlar konusunda bilgisi olacak (pratik bilgi aranmadığına göre, yukarıda sözünü ettiğimiz adlarla bu sanatların her biri iki günde öğrenilebilir). Fizik ve Astronomi bilgisi de ayrıca önemlidir. Yabancı dil konusunda o kadar titizlikle durulmaz. Çünkü ülkede gramerci adı verilen pek çok tercüman vardır. Ama, her şeyden önce, Hoh’tan istenen metafiziği ve teolojiyi iyiden iyiye, bütün bilim ve sanatları, ilkeleri, tanımlamalarıyla

142 Campanella, s. 24.

60

adamakıllı bilmesi, nesnelerin benzerlik ve ayrılık ilişkilerini, dünyanın düzenini ve kaderini, Tanrı’nın ve yaratıkların önem sırasını ve benzerliklerini, Tanrı’nın gücünü, Tanrı’da gerçeğin ve idealin birleşmesini kavramış olması, Tanrı ve insan sevgisine ermesi; yer, gök ve denizle ilgili ne varsa, hepsini bilmesi, hiç değilse bir insanın ulaşabileceği bilgi katına varmasıdır. Ayrıca Hoh’un peygamberlerin kitaplarını ve astrolojiyi adamakıllı incelemiş olması aranır. Böylece Güneş Ülkeliler, kimin Hoh olacağını daha önceden kestirebilirler. Çünkü böylesine geniş ve çeşitli bilgiye herkeste pek rastlanamaz. Böylesine yüce bir göreve kimse otuz beşini doldurmadan seçilemez. Bu görev ömür boyunca sürer. Ama, bu ara, Güneş Ülkesi’nde Hoh’tan daha bilgili, devlet işleri için daha yetkili birisi çıkacak olursa, o zaman, eski Hoh, yerini yenisine bırakır.”143

Bütün bu anlatılanlardan Campanella’nın bir devlette yönetim için seçilecek

kişiyi çok önemsediğini görmekteyiz. Hatta idarecinin her şeyden önce bir teolog gibi

olması gerektiğini anlıyoruz. Yine onun bu konuda, ehil olmayan, bilgisiz yöneticileri

sırf hükümdar soyundan geldiği için ya da güçlü bir partice seçildiği için eleştirdiğini

ifade etmeliyiz.144

2.3.2. GÜNEŞ ÜLKESİ’NDE İKTİSADİ HAYAT

Güneş Ülkesi’nde iktisadi hayata Eflatun’un Devlet’inde olduğu gibi belirli bir

zümre değil, More’un Utopia’sındaki gibi bütün halk dahildir. Herkes çalışmaya

mecburdur. Çalışma müddeti mümkün olduğunca kısadır: Günde dört saat. Bu süre

kentin iktisadi ihtiyaçlarını karşılamak için yeterli bir süredir. Hatta fazlasını bile temine

yeterlidir. Thomas More’un eserinde her Utopialının günde altı saat çalışma mecburiyeti

olmasına rağmen, Campanella bu süreyi dört saat olarak yeterli görmektedir.

Güneş Ülkelilere göre yoksulluk hiç de iyi bir şey değildir. Onlar yoksulluğun

insanı alçalttığını düşünürler. Yoksulluk hırsızlığa, yalana, hilelere götürerek yurt

sevgisini azaltır. Zenginlik ise insanı bencil, gururlu, cahil ve küstah yapar. Bu sebepten

mülkiyet ve aile kısmında da göreceğimiz gibi, Güneş Ülkesi’nde her şey ortaktır. Yani

herkes aynı zamanda hem zengin, hem yoksuldur.” Zengindir, çünkü kent bütün

ihtiyaçlarını karşılar; yoksuldur, çünkü hiç kimsenin özel malı mülkü yoktur, her şey

143 Campanella, s. 29-30. 144 Campanella, s. 30.

61

ortaktır. Güneş Ülkeliler mala mülke köle olmazlar, sadece yararlanırlar ondan. Onun

için de, Hristiyanlığı, özellikle havarilerin hayatını övüp dururlar.”145

2.3.3. GÜNEŞ ÜLKESİ’NDE MÜLKİYET VE AİLE

Campanella Güneş Ülkesi’nde gittikçe artan bir mülkiyet ortaklığı sevgisinin

ortaya çıkacağını ifade eder. Güneş Ülkelilerin her şeyi, evleri, odaları, yatakları ve

gerekli bütün eşyaları ortaktır. Hatta Güneş Ülkesi’nde kadın ortaklığı dahi vardır. Bu

kadın ortaklığı yatak ortaklığını da içine almaktadır. Ancak bu ortaklık ilk rastladığı

kadının üzerine hayvan gibi saldırarak değil, soyun üremesiyle ilgili kurallara uygun

olarak yapılan bir ortaklıktır.146 Campanella bu kadın ortaklığı konusunda Güneş

Ülkelilerin yanılmış olabileceğini söyler:

”Bununla birlikte, bu konuda yanılabilirler. Her ne kadar Sokrates’in, Cato’nun, Platon’un, ermiş Clementus’un düşüncelerine dayanarak kendilerini savunuyorlarsa da, sizin de söylediğiniz gibi, bu ünlü kişilerin düşüncelerini yanlış anlamış olabilirler. Dediklerine bakılırsa, ermiş Augustinus da mal ortaklığına içten inanmıştı ama, bütün kadınların yatak bakımından ortak olmasını istemiyordu… Belki Güneş Ülkeliler, bir gün kadın ortaklığını bırakacaklardır. Çünkü kendilerine bağlı ülkelerde kadın ortaklığını koymamış, sadece mal mülk ortaklığıyla yetinmişlerdir.”147

Campanella’nın bu sözlerinden kendisinin de kadın ortaklığına aklının

yatmadığını ancak oluşturmaya çalıştığı kolektivist toplumda her şeyin ortak olması

sebebiyle kadınların da bundan ayrı tutulamayacağını anlıyoruz.

Güneş Ülkesi’nde üretim tarzı tamamen ortaklığa dayalıdır. Geniş ve güzel

salonlarda müşterek bir hayat ve geçim tarzı vardır. Yemekler beraber pişirilmekte, hep

beraber yenmektedir. Campanella böyle bir yaşam konusunda bizlere Aristo’nun

Eflatun’a olan itirazını da hatırlatır. Aristo şöyle diyordu: “Eflatun’un sisteminde herkes

diğerlerinin çalışmasını beklerken vakit geçecek, hiçbir kimse çalışmayacaktır. Ferdi

menfaatlerden ayrılma nispetinde, içtimai menfaatlere bağlılığın da artacağı prensibi

çok mücerrettir”. Campanella burada Eflatun’un düşüncesini kabul etmekte, fakat onu

bir tarafa koyacak otoriter bir rejimde ferdi kendisine rağmen topluma bağlamak için

145 Campanella, s. 42. 146 Campanella, s. 43. 147 Campanella, s. 43.

62

sıkı tedbirler de almaktadır.148 Bu tedbirlerin başında ise Güneş Ülkelilerin yurtlarına

duydukları büyük sevgi gelir. Ayrıca özel mülkiyeti hor görmeleri bir diğer unsur olarak

zikredilebilir. Bununla birlikte kimse çalışıp da hak ettiğinden fazlasını alamaz. Herkes

neye ihtiyacı varsa onu ve o kadarını alır. Ayrıca Campanella aşırı dünya sevgisinin

toplumdaki fertleri birbirine düşüreceğini ve insanların birbirlerini kardeş olarak

görmekten vazgeçeceğini söyleyerek, kurmaya çalıştığı toplumda özel mülkiyet

anlayışını tamamen ortadan kaldırmıştır.149

Güneş Ülkesi’nde aile müessesinden eser yoktur. İki cins arasında serbest

cinsiyet münasebeti bulunmaktadır. Çocuklar kentin çocuklarıdır ve daha öncede ifade

edildiği gibi kent tarafından terbiye edilecek ve eğitileceklerdir. Bu durum çocuk

sayısının belirlenmesine kadar götürülür. Kentin ihtiyacından fazla çocuk yapılması

yasaklanmıştır. Bundan başka yönetici veya bir başka ifadeyle aydın kesimin de seçme

olmaları gerekmektedir. Campanella bütün sosyal fenalıkların mülkiyette olduğu gibi

çocuğa ve kadına beslenen sevgi olduğunu belirtmektedir. Ve buna yol açacak

durumların ortadan kaldırılmasını istemektedir.150

2.3.4. GÜNEŞ ÜLKESİ’NDE DİN

Campanella’nın oluşturmak istediği ideal toplumda dine ayrı bir önem

verdiğini görüyoruz. O da tıpkı Thomas More gibi eserinde Güneş Ülkelilerin dini inanç

ve ritüellerini açıkça anlatmıştır. Gerek More’un Utopia’sında gerekse Campanella’nın

Güneş Ülkesi’nde din başat unsurlardan biridir. Birazdan göreceğimiz gibi bu ideal

toplumlarda yaşayanların hayata bakışlarını belirleyen en önemli etkenlerden birisi de

din ve dini inançlardır. Öyle anlaşılıyor ki hem More hem de Campanella dinsiz bir

toplumun olamayacağı konusunda hemfikirdirler.

Güneş Ülkesi’nde baş yöneticilerin hepsi aynı zamanda rahiptir. En başta

bulunan Hoh ise en büyük rahiptir. Ve bunlar vicdanları günahlardan temizlemekle

görevlidirler. Bu rahip sıfatı da taşıyan yöneticiler yurttaşların günahlarını çıkartırlar ve

böylece halk arasında yaygın olan günahları öğrenmiş olurlar. Sırayla yöneticiler üç

148 Fındıkoğlu, s. 6. 149 Campanella, s. 26. 150 Fındıkoğlu, s. 6,7.

63

büyük yöneticiye, üç büyük yönetici de Metafizikçi denilen baş yönetici Hoh’a içlerini

döküp günahlarını itiraf ederler. Bunlar ayrıca en büyük yönetici olan Hoh’a halkın da

günahlarını anlatırlar, Hoh da tapınakta, halkın önünde kimsenin adını vermeden işlenen

günahları bağışlar ve aynı suçları bir daha işlememelerini öğütler. Sonra o da

günahlarını Tanrı’ya döker ve hem kendisi, ülkesi hem de halkı için bağışlanma diler.151

Bu merasim Hristiyan inancında günahları itiraf etme ve Hristiyan din adamlarından

bağışlanma dileme ile neredeyse aynıdır. Zira Campanella’nın da eserinde ifade ettiği

gibi Güneş Ülkeliler “Hristiyanlığa karşı hayranlık beslerler. Gerek kendileri, gerek

bizim için havarilere yaraşır bir hayatın özlemi içindedirler.”152

Güneş Ülkelililerde Tanrı inancı Hristiyan teolojisiyle benzerlik gösterse de

bazı yerlerde ondan ayrılır. Güneş Ülkeliler iki metafizik ilke kabul ederler. Biri varlık,

yani Tanrı, bu bütün varlıkların ilki oluyor; öbürü ise yokluk, yani hiçlik. Kabul ettikleri

varlık önceden var olan yani ezeli bir özelliğe sahiptir. Güneş Ülkeliler bununla birlikte

üçlü Tanrı’ya taparlar. Onlara göre Tanrı en yüce güçtür, en yüksek bilgi ise ondan

gelir. İşte bu güç ve bilgiden sevgi meydana gelir. Güneş Ülkeliler bununla beraber

Tanrı’da üç ayrı varlık tanımazlar. Bu da onları yukarıda ifade ettiğimiz gibi Hristiyan

teolojisinden ayırmaktadır. Campanella’nın anlayışına göre Tanrı kusursuz bir varlıktır.

Kötülük ve günah adına ne varsa hepsi biz insanlardan çıkmaktadır. O bu düşüncesini

şu sözlerle açıkça ifade eder:

”O tanrı ki, yoklukla bağdaşmaz ve en üstün derecede, güçlü, bilen ve seven bir varlıktır. Onun için Tanrı’da kusurlu hiçbir şey yoktur; onun dışındaysa her şey günah, her şey kusurludur. Tanrı’dan Tanrı’ya benzer olarak değil, kendimize benzer olarak çıkabiliriz ancak; çünkü insan görece bir varlıktır, Tanrı ise mutlak bir varlık. Günah mademki vardır, öyleyse (mantık gereği) onu da Tanrı yaratmıştır. Ama özüne bakacak olursak bu günah yokluğun ve olumsuzluğun belirtisidir ve düzensizlik yoluyla yokluğa yönelen bizlerden doğar.” 153

Campanella’nın dine bakışında dikkat çeken özelliklerden biri de

düzensizlikler içinde bocalayan dünyanın insanların dine daha çok sarılmasıyla

kurtulabileceğini söylemesidir. Hatta bu konuda söylediklerine bakarsak, devlet

yönetiminde dini çok iyi bilen bir kişinin, Tanrısal sevgiyi ve bilgeliği yakalamış bir

151 Campenella, s. 64,65. 152 Campanella, s. 56. 153 Campanella, s. 72.

64

yöneticinin gerektiğini görürüz. Onun bu konuda eserine yazdıkları konumuz açısından

önemlidir:

”Bugün devletler çeşitli belalar içindedir. Bununla birlikte, gerçek mutluluğun ne olduğunu bilmedikleri ve dünyayı yalnız birtakım rastlantıların yönettiğini sandıkları için, bugünkü düzensizliğe barış ve mutluluk adını veriyorlar. Ne var ki, Metafizikçi gibi, evrenin genel yapısını, hayvanların ve bitkilerin, hatta insanın (çünkü ölüm cezasına çarptırılanların cesetleri açımlamada kullanılmaktadır) anatomisini incelemiş olan bir kimse Tanrı’nın bilgeliğini ve esirgeyiciliğini yüksek sesle herkese söylemek zorundadır. Onun için, insan kendini dine adamalı ve Yaradan’ına tapmalıdır. Bunu da Tanrı’nın eserlerini incelemek ve anlamak, buyruklarına doğrulukla uymak ve şu ahlak kurallarını uygulamakla yapabilir ancak: ‘Sana yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma ve sana yapmalarını istediğin şeyi de onlara yap!’ Çocuklarımızın ve benzerlerimizin bize saygı göstermelerini istediğimize ve yaptığımız az buçuk iyiliğe iyilikle karşılık vermelerini beklediğimize göre, bizi biz yapan, bizlere bütün nimetleri veren, bizi yaşatan Tanrı’ya neler vermemiz gerek, bir düşünün. Tükenmez zaman boyunca hamdolsun Tanrı’ya.”154

Campanella’nın astronomiye olan büyük ilgisi bu eserinde açıkça karşımıza

çıkmaktadır. Güneş Ülkesi’nde yaşayanlar da astronomiye büyük önem veririler.

Dünyanın yapısını, nasıl yaratıldığını, yok olup olmayacağını, eğer böyle bir şey

olacaksa ne zaman olacağını ancak bu bilimle öğrenebileceklerine inanırlar. Kıyametin

ise İsa’nın haber verdiği gibi, güneşte, ayda ve yıldızlarda birtakım lekelerin

belirmesiyle kopacağını düşünürler. Onlar, bazı kimselerin –ki onlara göre bunlar

dünyadan haberi olmayan avanaklardır- bunu masal olarak gördüklerini söylerler.

Halbuki kıyamet herkesi olduğu gibi onları da ansızın yakalayacaktır. Güneş Ülkeliler

dünyanın nasıl değişim ve devinim içinde olduğuna inanıyorlarsa, bir gün dünyanın

sonunun geleceğine de inanmaktadırlar. Ayrıca onlar dünyanın ezelden beri var

olmadığını, yaratıldığını düşünmektedirler. Güneş Ülkelilerin en önemli özelliklerinden

birisi de Tanrı’dan başka bir varlığa tapmayı yersiz bulmalarıdır. Çünkü Tanrı katına

yükseltecekleri bir kimsenin onları boyunduruk altına alabileceğini düşünmektedirler.

Güneş Ülkeliler kaderlerinin Tanrı’nın elinde olduğuna inanmakla, yalnızca ona olan

bağlılıklarını da göstermiş olmaktadırlar. Son olarak Güneş Ülkesi’nde yaşayanlar

günah işleyenlerle günah işlemeyenlerin gidecekleri yerler konusunda çok da farklı

154 Campanella, s. 74.

65

düşünmemektedirler. Bizim dünyamızdan başka dünyalar olup olmadığını kesin olarak

bilmiyorlar, ancak böyle bir dünya olmadığını da söylemeyi delilik sayıyorlar.155

Bütün bunlardan anlıyoruz ki Güneş Ülkesi’nde yaşayanlar eskatolojik

inançlara sahiptirler. Zaten Campanella’nın Mesih’i bir anlayışa sahip oluşu bunun açık

bir delilidir. Her ne kadar aksini iddia edenler olsa da∗ gerçekte Campanella’nın Güneş

Ülkesi Mesihçi bir eserdir. Ya da başka bir ifadeyle “Mesihçi-kehanetçi geleneğin

ütopyacıl türe dönüştüğü mekandır.”156 Thomas More’un yazdığı kusursuz toplumu

anlatan eseri Utopia bir ütopyadır. İsminden de anlaşılacağı gibi hiçbir yerde var

olmayan ve o haliyle de gerçekleştirilemeyecek bir ülkenin hikayesi. Ancak

Campanella’nın Güneş Ülkesi, gerçekleşebilecek bir kehanet olarak karşımıza

çıkmaktadır. Ya da daha doğru bir ifadeyle Campanella bizlere bunun böyle olduğunu

söylemektedir.

Eserde ideal, kusursuz toplumun betimlenmesinden de anlaşılacağı üzere,

Güneş Ülkesi, Mesih’in mutluluk çağına atfedilen bütün özelliklere sahiptir:

“Mal ortaklığı, en değerli kişilerin çok iyi bir şekilde düzenlenmiş üremesi, kutsal görev ile sivil erkin birliği, akılcı din, hatta yurttaşların beyaz tunikleri ve siteyi belirleyen güneşsellik (Sitenin adının ‘Güneş‘ olması. YEK). Bir ütopyadan daha çok, bir inayet çağı, “hiçbir yerde” cereyan etmek şöyle dursun, doğrulanışını semavi ve tanrısal kehanetlerde bulan ve eli kulağında olduğu düşünülen bir gelecekte konumlanan bir olay söz konusudur.”157

Tomasso Campanella tarafından yazılan ve ideal, kusursuz bir toplumu

betimleyen Güneş Ülkesi sanki bir “Tanrı Devleti” görünümü arz etmektedir. Son

olarak sözü Campanella’ya bırakalım ve son yaptığımız teşhise bir örnek de ondan

vermiş olalım: “Ben şunu bilir şunu söylerim: Bu dünyada her şey Tanrı’nın isteğiyle ve

istediği zamanda olur.”158

155 Campanella, s. 70. ∗ Bkz. 1 numaralı dipnot. 156 Sarcey vd., s. 52. 157 Sarcey vd., s. 52. 158 Campanella, s. 76.

66

2.4. FRANCIS BACON: YENİ ATLANTİS

Bacon “Dünya insan içindir, insan dünya için değil.“ derken görüşlerini ve

modern bilimin amacını ortaya koyuyordu. Onun bütün görüşlerinin ana fikri olan

düşünce insan krallığı deyimi ile özetlenebilir. Bu deyiş Hristiyan teolojisinin temel

vurgusu olan Tanrısal Krallık kavramının karşıtı olarak kullanılır. Çünkü Hristiyanlığa

göre yeryüzünde şeytan devleti hakimdir ve insanlık günahkar olduğu için esaret

altındadır. İnsanlığın günahlarından arınarak Tanrı Devletinin özgür yurttaşı olabilmesi

için Tanrısal Krallığın yeryüzündeki temsilcisi olan kiliseye tabi olması ve onun

otoritesini kabul etmesi gerekir. Bacon’a göre ise bu krallık Tanrı’nın insan için

yarattığı fiziksel bir dünyadır ve insan için, bu dünya ancak doğa bilimleri yoluyla

anlaşılabilecek bir mirastır.159

Bacon’a göre bilgi, insanların doğaya egemen olmasını sağlayan güçtür. İlk

bilimsel ütopya olan New Atlantis adlı eserinde Bacon’ın, mümkün olan her şeyi

yapabilecek şekilde, insan imparatorluğunun sınırlarını genişletmeye adanmış bir örgüt

olan Süleyman Evi’nde betimlediği hemen bütün araştırmalar pratik niteliktedir:

Geliştirilmiş meyve bahçeleri, hayvan besiciliği, tıp. Bacon pratik sonuçların ancak

doğru teoriden çıkabileceğini kabul ettiği için, ona göre bilginin amacı insanın

durumunun iyileştirilmesi, yaşamın konforlu ve insan için uygun duruma

getirilmesidir.160

Bacon'un Yeni Atlantis'i, ütopya geleneğinde iyinin tanımının toplumun sadece

belli bir kesiminin tekelinde olmasına bir örnek teşkil eder. Bacon'un ütopyasında, uzak

diyarlara yelken açan gemiciler, rastlantılar sayesinde, varlığından daha önce haberdar

olmadıkları bir adaya ulaşırlar. Burası Yeni Atlantis diye bilinen Ben Salem adasıdır.

Diğer ütopyalarda olduğu gibi, burada da uzak bir adadaki yaşam mevcut toplumlara

"örnek" teşkil edecek biçimde kurgulanmıştır. Bacon'un örnek toplumu bilimsel

çalışmalarla yönlendirilmektedir. Bu toplum, teknolojiyi, ilerlemeyi ve akılcılığı şiar

edinmiştir. Zaten kendisi de eserini, mevcut toplumları iyileştirip ilerletecek olan bir

159 Mehmet Akgül, Türkiye’de Din ve Değişim, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2002, s. 225. 160 Akgül, s. 226.

67

bilimsel yapılanmanın nasıl olması gerektiğini göstermek için yazdığını belirtir.161 Bu

bilimsel yapılanmanın mabedi ise Süleyman'ın Evi'dir. Bir diğer ifadeyle Süleyman

Mabedi. Süleyman'ın Mabedi bir bilimsel araştırma kurumudur. Burada çalışanlar başka

başka memleketlere seyahatler düzenleyerek sürekli bilgi toplarlar. Başka ülkeler, doğa

olayları, hayvanlar, gök cisimleri ve akla gelen her şey hakkındaki her tür bilgi

Süleyman'ın Mabedi’nde bir araya getirilip sınıflandırıldıktan sonra arşive kaldırılır.

Ampirik çalışmaları temel alan bu bilgi birikiminin yerinde kullanılmasıyla toplum

hızla ilerleyecektir. İlerlemeyle doğal olarak bilimin gelişmesiyle birlikte ve onun

sayesinde insanları "aşağı" çeken her türlü olumsuzluktan kurtulmak da mümkün

olacaktır. Üstelik bilimsel bilgi sadece toplumsal ilerlemeyi mümkün kılmakla kalmaz,

insan vücudunun fiziksel sınırlarının aşılmasına da yardımcı olur. Böylelikle

Süleyman’ın Evi’nde çalışanlar balıklar gibi suyun altından giden gemiler yapmakta ya

da kuşlar gibi uçabilmektedirler.

Bilimin herkes için neyin "iyi" olduğunu gösterdiği bir toplumda, bilim

adamlarının da ayrıcalıklı bir yeri olacaktır elbette. Bu yüzden Ben Salem adasının

seçkin bilim adamları, bir üstün zekalı insanlar sınıfı veya oligarşisi oluşturmuş

olmaktadırlar. Zaten her şeyin bilimsel gelişmeye bağlandığı bir yerde bu gelişmenin

motor gücü olan bilim adamlarının en seçkin kesimi temsil ediyor olmalarında

garipsenecek bir durum yoktur!

2.4.1. YENİ ATLANTİS’TE DİN VE TOPLUM

Yukarıda giriş bölümünün sonunda Bacon’ın Yeni Atlantis’inin kısaca bir

betimlemesini yapmıştık. Burada bu ütopik ya da daha doğru bir ifadeyle bilimsel

ütopik eseri biraz daha ayrıntılandırarak görmeye çalışalım.

Bacon’ın ütopyası mitoloji tarihinde önemli bir rol oynayan Atlantis’i anlatır.

Kültür tarihinde ilk defa Eflatun Atlantis’ten bahseder. Bacon da Atlantis’i yeniden ele

alarak yenileştirir. Hikayeye göre Peru’dan kalkan gemi Japonya yolu ile güney

okyanuslara açılmakta, uzun bir müddet sonra güzel bir adaya rastlamaktadır. Bu adanın

ismi Yeni Atlantis’tir. Bu adanın güzel insanları gemi tayfasını içindeki hastalar 161 Elif Şafak,”Süleyman’ın Mabedine Karga Sesleri: “Ütopya-karamsarı” Geleneğin Geleceği Üzerine”, Milliyet Kitap Dergisi, 27 Aralık 1999.

68

iyileşinceye kadar misafir olarak kabul ederler. Yerlilerden biri, gemi personelinden

birine adanın tarihini anlatır: Adanın yüzlerce sene evvel ölen sevgili hükümdarı

Salomon çok hürmet görmüş, hükümdarın kurduğu “Salomon Derneği” adanın idaresini

başarıyla üstlenmiştir. Bu dernek, içinde hiçbir politikacı olmayan bir kuruluştur. Bu

sebepten dernek içinde hiçbir zümre ve parti ihtilafı, çekişmesi söz konusu değildir. Boş

laflar ve nutuklar burada asla kendine yer bulamaz. Derneği elinde bulunduranlar;

teknisyenler, mimarlar, astronomlar, jeologlar, doktorlar, kimyagerler, iktisatçılar,

biyologlar, toplum bilimcileri, psikologlar ve filozoflardır. Bütün bu bilimlere sahip

olanlar eşya ve hadiselerin illetini bulmak üzere bir araya gelmişlerdir. Bu illetleri

bilmek ada halkını tabiata hakim kılacaktır.162 Zaten Bacon kitabında bu derneğin

yegane görevinin ve amacının Tanrı’nın eserlerini ve yarattıklarını incelemek olduğunu

söyler.163

Atlantis’te böyle bir derneğin varlığı ve bu derneğin bilim ve bilme adına

faaliyetlerde bulunması Bacon’ın bilimi, döneminin düşüncelerinden kurtarmak ve ona,

kutsal küreden bağımsız, kuramsal bir alan kazandırmak istemesinin bir sonucudur.

Bacon bunu gerçekleştirebilmek içinse aklı çerçevelemeye elverişli bir yöntem olan

tümevarımcı bilgiyi önerir. Ayrıca kurumlarda, özellikle üniversitelerde kurumsal

nitelikte yapısal bir değişim düşünür; çünkü bilimin kendisinde olduğu gibi üretim

merkezlerinde de değişiklik olmadan bilimsel bir devrimin gerçekleşemeyeceğine

inanır. Dolayısıyla Bacon’ın ütopyasının, epistemolojik ve siyasi-kurumsal olarak, iki

düzlemde konumlandığını görmekteyiz. Bir yandan umut, bilimsel bir erdem haline

gelerek Bacon’ın, önyargılarla gölgelenmiş olan bilimlerin kapalı ve durağan dünyasını

parçalamasına ve bilimi devinim halinde düşünmesine imkan verir. Öte yandan dini

yetkililerin üniversite üzerindeki etkilerinin bertaraf edilmesi ile devletin bilimin

gelişmesi yolundaki işlevi üzerine alması Bacon’ın ütopyasının bir diğer ayağını

oluşturur. Bilimlerin amacı insanlara hizmet etmek olduğuna göre, kamusal güçlerin bu

yeni sorumluluğu daha da önem kazanmaktadır. Bu durumda bilimin toplum içindeki

yeri nedir, sorusu akıllara gelmektedir. Başka bir ifadeyle siyasi, toplumsal ya da

ekonomik herhangi bir gelişmeden, bilimsel ve teknik gelişmeler çıkarmak mümkün

162 Fındıkoğlu, s. 10. 163 Francis Bacon, Yeni Atlantis, Kaan Yılmaz (çev.), İstanbul: İm Yayın Tasarım, 2005, s. 36.

69

müdür? Bacon işte bu sorunun cevabını yegane ütopyası olan Yeni Atlantis’te bulmaya

çalışmıştır.164

Yeni Atlantis’i diğer ütopik eserlerden yani Eflatun’un Devlet’inden, More’un

Utopia’sından, Campanella’nın Güneş Ülkesi’nden ayıran en önemli özelliği onlar gibi

mülkiyet, servet, sermaye ve aile gibi sosyal, ekonomik meselelere temas etmemesidir.

Yeni Atlantis iktisadi hayata kapalıdır. Bu sebeple dış ticaret diye bir şey yoktur. Ne

altın, ne mücevherat ne de bunlar gibi bir şey. Yeni Atlantis’te ekonomik faaliyet -buna

ekonomik faaliyet denirse- Salomon Derneği’nin her on iki senede bir başka

memleketlere gönderdiği bir temsilciden ibarettir, denebilir. Bu temsilci diğer

memleketlere adanın 'ışık’ını götürecek, buna karşılık dış memleketlerin kültür hayatı

hakkında yaptığı araştırmaları adaya getirecektir. Bu suretle dünyanın her tarafındaki

bilgi nimetleri, bilim adına ne varsa adaya toplanmış olacaktır.165 Bacon eserinde bunu

ada sakinlerinden birinin ağzıyla şöyle ifade eder: “Zaten bunları sizler de duymak,

öğrenmek istemeyebilirsiniz. Ancak anladığınız gibi bizler altın, gümüş, elmas, ipek,

baharat ya da maddi eşya ticareti yapmıyoruz. Biz sadece Tanrı’nın ilk yarattığı şeyi,

ışığı istiyoruz. Dünyanın her yerini aydınlatacak olan ‘ışık‘ ı.” 166

Bütün bu anlatılanlardan anlıyoruz ki, Bacon’un yapmaya çalıştığı şey, bilimin

hakim olduğu, her şeyin bilimsel gelişmelerin çerçevesi içerisinde düşünüldüğü bir

toplum oluşturmaktır. Bacon’ın Ben Salem adını verdiği adada yaşayanların genel

olarak toplumsal hayatına baktığımızda Bacon’ın bu amacı gerçekleştirmek istediğini

açıkça görürüz. ”Ada sakinlerinin faaliyetlerinin tamamı, uzmanlaşmış yetkili

mercilerce çevrelenmiştir ve yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bunların en önemlisi

Süleyman Mabedi’dir. Burası Bacon’ın düşüncesindeki bilimsel araştırmanın

merkezidir. Ayrıca bu merkezin doğaya egemen olmanın aracı olarak düşünülen bilimin

dinamizmasını sürdürmeye yönelik bir kurumdan ibaret olduğunu görürüz. Toplumsal

ihtiyaçların karşılanması noktasında eğer devlet mekanizması yeterlilik gösteriyorsa

bunun nedeni bilimsel gelişmenin ona yeterli bir maddi imkan sağlamasıdır. Ayrıca

Süleyman Mabedi’nin uyguladığı sıkı denetim, bilimsel gelişmeler ile halkın bilmeleri

164 Sarcey vd., s. 27. 165 Fındıkoğlu, s. 11. 166 Bacon, s. 38.

70

arasındaki kesin ayrımı sağlamak suretiyle, bilmelerdeki ilerlemenim yıkıcılığını da

engellemektedir. Ben Salem adasındaki bilimlerin merkezi konumu, karşı bir oluşuma

yol açmaz. Aksine o toplumsal düzendeki istikrarın koşuludur.167 Görülüyor ki, Bacon

bilimsel gelişmelerin niteliği ile toplumsal ortamın niteliği arasında yakın bir bağ

kurmaktadır. Bilimsel gelişme ne kadar iyi olur ve merkezi bir yer tutarsa toplumsal

düzen o kadar mükemmel olur, düşüncesindedir. Yeni Atlantis’te Thomas More ve

Campanella’da olduğu gibi bir sosyal adalet düşüncesi değil de, “bilgi düşüncesi“

devletin ve toplumun temeli olmuştur veya yapılmak istenmiştir. Burada ideal olan

toplumu, devleti bilgiye dayalı bir hale getirmek, her ikisini de bilimin verileri ile

düzenlemektir. Bacon’ın ana görüşlerinde biri bu sebeple “Bilgi, egemen olmaktır.“

düşüncesidir. Esasında Bacon’ın böyle düşünmesini doğal karşılamak gerekir. Çünkü

onun yaşadığı dönemde Rönesans, en büyük başarısı olan yeni doğa bilimi, bütün gücü

ve zenginliği ile kendisini göstermeye başlamıştır.168 Ütopyaların yazıldığı zamandan

tamamen bağımsız olmadığı, yazarlarının içinde yaşadıkları toplumsal ortamdan

etkilendikleri gerçeği göz önüne alındığında bu şaşılacak bir durum olmasa gerektir.

Buraya kadar aslında Bacon’ın Yeni Atlantis isimli bilimsel ütopik eserinde ne

yapmaya çalıştığını anlamaya çalıştık. Ancak onun bu kitapta bizce üzerinde önemle

durduğu bir başka şey daha vardır. O da “din“ olgusudur. Kendisinden önceki

ütopyalarda da yazarların ayrıca bahsettikleri ve iyice ayrıntılandırdıkları din ve dini

yaşam, Bacon’ın Yeni Atlantis’inde de önemli bir yer tutmaktadır. Hatta çok fazla

iddialı olmamakla birlikte şunu söyleyebiliriz ki, bu eserde ve/veya Ben Salem adasında

din, hakim bir renk olarak karşımıza çıkmaktadır. Aşağıda Bacon’ın kendi ifadeleri ile

bunu eserinde açıkça ortaya koyduğunu göreceğiz.

Her şeyden önce Ben Salem adasında yaşayanların Hristiyan oldukları

anlaşılıyor Çünkü denizde fırtına sebebiyle yolunu kaybedip adaya çıkmak zorunda

kalanlara Hristiyan olup olmadıkları yönündeki soru ve onların bu soruya olumlu cevap

vermeleri sonrasında yaşanan diyalog bunu göstermektedir:

167 Sarcey vd., s. 27. 168 Gökberk, s. 191.

71

“Yüksek sesle İspanyolca olarak, “Hristiyan mısınız?” diye sordu Yazının altında görmüş olduğumuz haçtan dolayı daha az çekinerek, “ Evet, Hristiyanız.” dedik. Bu cevap üzerine bahsettiğim şahıs sağ elini semaya doğru kaldırıp yavaşça ağzına doğru çevirdi. Bu işareti Tanrı’ya şükrettikleri zaman kullanırlarmış. Sonra bize, “Hepiniz, korsan olmadığınıza, son kırk gün içinde haklı veya haksız kan dökmediğinize dair İsa’nın başı üzerine yemin ederseniz karaya çıkmanıza izin verilebilir.“ dedi.” 169

Bununla birlikte Hristiyanlığı kabul edişlerinin, gökten bir ışık demeti

içerisinde denizin ortasına sonradan İsa’nın havarilerinden birisi olduğunu öğrendiğimiz

kişinin inmesi ve onlara Eski ve Yeni Ahit’i vermesi ile gerçekleştiğini anlıyoruz. Hatta

ada sakinleri bu dinin yani Hristiyanlığın muhteşem bir din olduğunu ve ülkelerin

dolayısıyla kendi ülkelerinin de bu din sayesinde kurtulduğunu söylemektedirler.

“Ulu Tanrı’nın hizmetkarı ve İsa’nın havarisi olan, ben Bartholomew, gözümün önünde beliren bir melekten bu sandığı denizin dalgaları arasına atmak tavsiyesini aldım. Bu sebeple bu sandığın karaya vuracağı yerin halkına beyan ve ilan ederim ki, onlara aynı günde Tanrı ve İsa’dan kurtuluş, barış ve iyilik gelecektir. Aziz Bartholomew’un havarilik ve onların muhteşem dini gayretleriyle bu ülkeler dinsizlikten kurtuldu.”170

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi dini rengi Ben Salem adası sakinlerinin hemen

hemen bütün davranışlarında görürüz. Ada sakinleri arasındaki birlik ve beraberlik

duygularının gösterilmesini amaçlayan bir şölende okunan ilahiler bunun açık bir

göstergesidir. Bunlar mükemmel şiirlerdir. Ancak bu şiirlerin tamamına yakını Adem,

Nuh ve İbrahim peygamberleri anlatır. Onların insanlık için faydalarından bahseder ve

en sonunda, doğumu hepsi tarafından takdis edilmiş olan İsa’nın dünyaya gelişi için

şükran ifadeleri ile sona erer. Törenin ardından ise Tanrı’ya dualar edilir.171 Bacon’ın

eserinde yine diğer ütopyalarda gördüğümüz gibi din özgürlüğü de vardır. Adaya

misafir olarak kabul edilenlerden biri, daha doğru bir ifadeyle ada toplumunu bize

anlatan kişi bir Yahudi ile tanışır. Ve ondan bu adada kendisinden başka birkaç Yahudi

ailesinin daha yaşadığını öğrenir. Bunlar kendi dinlerini muhafaza etmişlerdir. Aslında

bunun için onlara izin verilmiştir. Çok daha ilginci burada yaşayan Yahudiler kurtarıcı

İsa’nın ismini ona çok üstün vasıflar ekleyerek anmaktadırlar. Diğer yerlerde yaşayan

Yahudiler anmazken, bu davranış din özgürlüğünün bir sonucu olarak görülmektedir.

Ayrıca bu Yahudiler farklı dinden olmalarına karşın Ben Salem halkını çok 169 Bacon, s. 13,14. 170 Bacon, s. 23,24,25. 171 Bacon, s. 44.

72

sevmektedirler. Ayrıca bu kimselerin sanki Hristiyan teolojisindeki gibi İsa’yı kabul

etmekte olduklarını, tüm Hristiyanların inandığı gibi onun bakire Meryem’den

doğduğuna ve insandan üstün bir varlık olduğuna inandıklarını öğrenmekteyiz.172

Bütün ütopyalarda yer alan ideal toplumlardaki gibi bu adada da düzenliliğin

hakim olduğunu görmekteyiz. Caddelerde düzenlilik ve bakım harikulade denecek

gibidir. Hele resmi törenlerde askerlerin duruşu ve halkın onlara bakışı esnasındaki

intizamları başka hiçbir yerde rastlanılamayacak kadar güzeldir. Etrafa rahatsızlık

vermemek için azami gayret göstermektedirler. Şehirde yapılan bütün işler “yüksek

bölge”, “orta bölge” ve “aşağı bölge” şeklinde isimlendirilmiş ve ayrılmış yerlerde

yapılmakta ve buradaki işler diğer işlerle karıştırılmadan adeta kusursuz bir şekilde

yerine getirilmektedir.173

Bu adada yaşayanlardan daha namuslu ve her türlü kötülükten uzak bir başka

millet daha bulmak mümkün değildir.

”Adeta dünyanın bakiresi gibidirler. Avrupa’da yayınlanmış kitaplardan birinde okumuştum. Aranızdaki bir keşiş zina olayının ruhaniyetini gözleriyle görmeyi dilemiş ve karşısına ufacık, pis görünümlü, çirkin bir Habeş çıkmış. Eğer Ben Salem’in iffetli ruhunu görmek için dua etseydi, aşikar olarak göreceği güzel, latif bir melek olurdu. Çünkü ölümlüler arasında bu ülke halkının temiz ruhundan daha güzel, daha hayran olunmaya değer başka kimse olamaz.”174

Dünyanın hiçbir ülkesinde buradaki kadar dost canlısı, vefalı dostluklar

bulunamaz. Hatta iffetli olmayı o kadar önemserler ki, dillerinden düşürmedikleri bir

söz vardır. Namusu olmayan kişinin kendisine saygısı olamaz. Onlara göre bir kişinin

kendisine olan saygısı dindarlıktan sonra bütün kötü huyların dizginleyicisidir. Bütün

bunlarla birlikte Ben Salem adasında Avrupa’da olduğu gibi genelevler de yoktur. Hatta

Avrupa’da böyle şeylere izin verildiği için kızar ve şaşırırlar. Çünkü bunun evlilik

anlayışına zarar verdiğini hatta evlilik kurumunu yıktığını düşünürler. Bu tür

uygulamalar insanın vahşi arzularını açığa çıkarır, evlilik ise insanın vahşi arzularının

172 Bacon, s. 45. 173 Bacon, s. 52-55. 174 Bacon, s. 47.

73

bir çeşit ilacıdır. Ada sakinleri eş değiştirilerek yapılan cinselliğin kötülükleri içinde

barındırdığını düşünürler.175

Görüldüğü gibi Bacon, Yeni Atlantis isimli eserinde diğer bütün ütopik

eserlerde olduğu gibi kusursuz, son derece intizamlı, kendine bu konuda güvenli ve

rakip tanımayan bir toplum oluşturma çabası içerisindedir. Yine Bacon’ın kendi

ifadesinden anlıyoruz ki, böyle bir toplumu oluşturmanın yolu açıktır. “… Olayların

sebepleri ve gizli nedenleri hakkında bilgi edinmek, mümkün olan her şeyi yapabilmek

için insanın doğa üzerine hakimiyetinin sınırlarını genişletmektir.”176

175 Bacon, s. 47-49. 176 Bacon, s. 54.

74

III. BÖLÜM

ÇAĞDAŞ ÜTOPYALAR

3.1. MODERN ÇAĞDA ÜTOPYA

Bugün dünyada alternatif toplumun ne olabileceğine dair hem etkili hem de

radikal bir vizyon bulunmamakla birlikte içinde yaşadığımız 21. yy.’ın bunalım ve

sıkıntılarından nasıl kurtulunabileceği üzerine düşünenlerin olmadığını söylemek

haksızlık olacaktır. Bazıları alternatiflerimiz olduğunu düşünmekle birlikte, bunlar

uygulanabilir olmaktan, insanlığa bir çıkış yolu göstermekten uzak görünmektedirler.

Mesela bunlardan ikisi, milliyetçilik ve İslami radikalizmdir. Ancak bunların ikisi de

bugün dünyanın değişik yerlerinde uygulanan liberal piyasa modelinden daha farklı,

radikal bir sosyal ve ekonomik program sunmamaktadırlar. Öyle ki köktendinciliğin en

suskun kaldığı konulardan birisi de belirli bir ekonomik programdan yoksun

olmasıdır.177 Fakat milliyetçiliğin radikalizme göre insanlara alternatif bir toplum

modeli sunma yolunda bir adım önde olduğu söylenebilir. Ama bu Halliday’in de

söylediği gibi sadece geçmişe yönelik bir modeli insanların anlayışına sunmak gibi tek

taraflı bir içeriğe sahiptir:

“Milliyetçilik insanları geçmişle ilgili belirli bir anlayışa yönlendirebilir; ancak aynı şeyi geleceğe ilişkin yapamayışının iki nedeni bulunmaktadır. Birinci neden, dünya ekonomisi ile bütünleşme yönünde karşılaşılan baskı, ikincisi ise göçe izin verme gerekliliğidir. İlki ekonomik gelişme yönünde hiçbir “ulusal” yolun izlenememesine yol açar, diğeri ise çok sayıda insanın kendi ülkelerini terk edip bir başka ülkede ilerlemeyi istemelerinin önünü açar.”178

Aslında dünyanın geleceğe yönelik alternatiflerinin olmadığı ya da bu konuda

yeni düşünceler üretemediği fikri yeni değil. Bu Avrupa’da aydınlanmanın başladığı

zamana, hatta daha da gerilere giden bir görüş. Hatta bu görüş dünya

imparatorluklarının en son ve en mükemmel konuma ulaştıkları varsayımında da

gözlenir. “İngilizler, Fransızlar, Hollandalılar ve onlardan önce de Romalılar ve Çinliler

kendi düzenlerinin sürekliliğine dair benzer tahminlerde bulunmuşlardır. Aynı şekilde,

Sovyet komünizmi ve onu taklit edenler de artık son olduklarına (aynı zamanda 177 Halliday, s. 204,205. 178 Halliday, s. 205.

75

mükemmel) böylesine inanma yanılgısına düşmüşlerdi: Tarih kapitalist gerçeğin

ötesinde bir hareket, bir sonuç ortaya çıkartmıştı ve bu artık geriye çevrilemezdi.

Komünist rejim altında pek çok “sorun“ –kadınlar, milletler, barınma, suç–

“çözülmüştü”. Bunun gerçek olmadığı o zamanlarda belli olmuştu, kapitalist gelecekte

de gerçekleşemeyeceğini tahmin etmek güç değil. Bu gibi “ çözümler “ egemen güçlerin

gördükleri tipik yanılsamalardır ve diğer yanılsamalar gibi değişime ve meydan

okunmaya açıktırlar. Gelişmiş ülkelerin caddelerinde ve kırsal kesimlerinde

güvensizliğin tekrar kol gezmeye başlaması bu tip bir tersine dönüşe örnek olarak

gösterilebilir, dünyanın gelişmekte olan kesimlerinde yeni salgın hastalıkların tahmin

edildiği şekilde yayılmaya başlaması ise bir diğer örnektir.”179 Bütün bunlardan

haberdar olan biz insanoğlu, bunlar üzerine düşünmeden, endişe etmeden içinde

bulunduğumuz yüzyılın sorunlarına eğilemeyiz ve çözümler üretemeyiz.

Unutulmaması ve gözden uzak tutulmaması gereken en önemli gerçeklerden

birisi de alternatifler üzerine düşünmenin tamamen insani bir tavır olduğudur. Bunu

başka bir şekilde söyleyecek olursak; insan her zaman parçası olduğu toplumun

sıkıntıları üzerine düşünmüş, kafa yormuş, gerçekleşmeyeceğini bildiği halde

yeryüzünde cennetvari bir yaşam tesis etmeye çalışmıştır. Çalışmıştır diyoruz zira,

aydınlanma ile başlayan, sanayi devrimi ile ivme kazanan, kapitalizm ve teknolojideki

büyük ve müthiş ilerleme ile modernizmi sonuç veren süreç bunun en önemli

göstergesidir. Modernizm geride bıraktığımız son yüzyılın en büyük toplum projesidir

ve kusursuz, insanların son derece mutlu olduğu bir toplum yaratma iddiasıyla ortaya

çıkmıştır. Modernleşme tabiri genelde Oxford sözlüğünün tanımladığı anlamda

kullanılmaktadır: “Modern görüş(ler) ve yöntem(ler), özellikle dini inanç konularında

geleneği, modern düşünceyle uyumluluğa tabi kılma eğilimi.” Bu anlayış geleceğe

güven duyma, ütopyaya erişebilme duygularını canlandırmış, teknolojik gelişmelerle bu

inanç canlı tutulmuştur. Modernizm, dünya tarihinin, bilime, insan aklına, sekülarizm ve

ilerlemeye inanılan son evresi olmuştur.180 Avrupa toplumunun sosyal şartlarının bir

sonucu olan ilerlemeci dünya ve tarih görüşünün sonunda yeryüzü cenneti vardır.”

İnsanı (veya toplumu) kurtaracak olan kurtarıcı da ya burjuvazidir veya Marx’la öne

179 Halliday, s. 205,206. 180 Akbar S. Ahmed, Postmodernizm ve İslam, Osman Ç. Deniztekin(çev.), İstanbul: Cep Kitapları, 1995, s. 20.

76

sürüldüğü gibi işçi sınıfıdır. Burada Hegel’in işaret ettiği tarihin sonu ile Marx’ın işaret

ettiği komün toplum birer yeryüzü cennetine tekabül ederler. Çünkü artık karşıt

kalmamıştır.181 ”Ama sadece Avrupa’da değil dünyanın her yerinde, yani insanın var

olduğu her yerde değişik şekillerde de olsa, bu tekrar tekrar ortaya çıkan bir özelliktir.

Geçmişte dinde kendini göstermiş, bugün daha çok sosyal ve siyasal bir şekil almış olan

bir özellik. Marx insanların ileriye yönelik arzularındaki bu sürekliliğe işaret ederken

pek haksız sayılmazdı. “Bununla birlikte Marx bir başka konuda yanılıyordu: O

ütopyaların büyük ölçüde gerçekleştirilebileceğine inanmaktaydı. “İnsanoğlu önüne

sadece çözebileceği sorunları koyar.” diye yazmıştı. Sosyolog Zygmunt Bauman’ın

bunun tam tersinin doğru olduğunu öne sürdüğü görüşü daha inandırıcı gözükmektedir.

Buna göre her nesil kendisine elde “edemeyeceği” hedefler kurmak “zorundaydı” ve

ütopya gerçeği mutlaka sıkıştıran bir idealdi. Ütopyaları olmayan bir toplum, düşleri

olmayan bir bireye benzer ve eğer yaratıcı hayaller kurmasına izin verilmezse, o zaman

aynı arzular, gerek bireysel gerekse sosyal anlamda, bir başka şekilde, bozulmuş ve

yıkıcı bir tavırla ortaya çıkar.”182

Bütün bunlar ütopyanın insan için bir ihtiyaç olduğunu göstermektedir.

Antropolojik bir ihtiyaç. İnsanoğlunun yeryüzünde bir cennet oluşturmak için dünyayı

ateşe bile vermekten çekinmeyeceği ve bu uğurda her şeyi yapabileceği Batı’nın

modernizmi hakim kılma sürecinde bütün çıplaklığı ile görülmüştür. Çünkü modernizm

en büyük ütopyaydı. Onunla insanlar her şeye sahip olacak ve şimdiye kadar

yaşanmamış zamanlar yaşanacaktı. Bu Batı’nın ilerlemeci tarih anlayışının bir sonucu

olarak kaçınılmaz bir durumdu. Batı insanı ilerleme fikri ile tarihte ilk defa herhangi bir

istisna yapmadan, kendinden önceki atalarının bütün yaptıklarını, elde ettikleri bütün

kazanımları, sahip olduklarını ve tecrübelerini değersiz ve işe yaramaz buldu. Batı

insanı için ilerleme aynı zamanda “içinde yaşamak üzere kurgulanmış farklı bir dünya

için “gelecek” dediğimiz yeni bir fikrin keşfi sayılır.” Yani ilerleme denilen şey

geçmişin his ve inanç dolu dini dünyasından, aklın egemen olduğu bir başka dünyaya

geçişti.183 İnsan daima ilerlemeliydi. Bu ilerlemenin motor gücü de Batı, yani

181 Ali Bulaç, Nuh’un Gemisine Binmek, 3. Baskı, İstanbul: İz Yayıncılık, 1995, s. 94,95. 182 Halliday, s. 206,207. 183 Abdurrahman Arslan, Modern Dünyada Müslümanlar, 3. Baskı, İstanbul: İletişim yayınları, 2004, s. 49,50.

77

Avrupa’ydı. Aydınlanma ile birlikte insanlara bir dönem gerçekleşmesi mümkün dünya

cennetleri vaad eden ideolojiler yerini aynı vaadlerin başka bir versiyonuna bırakarak

sahneden çekiliyorlardı.184 İnsanoğlunun mutluluk için ortaya koyduğu formüller zaman

geçtikçe tükeniyor, yerini bir başka formüle bırakıyordu. İşte bütün bunlar yapılırken

ihmal edilen, görmezden gelinen hatta hayatın her köşesinden temizlenmeye çalışılan

bir olgu vardı: Din. Konuyu din açısından değerlendirdiğimizde görmekteyiz ki,

modernizmin hümanist felsefeye dayalı insan merkezli; “insan-tanrı” veya “tanrı-insan”

düşünce sistemi ve buna dayalı toplum oluşturma gayretleri, din ile modernizmi karşı

karşıya getirmiştir.185 Kısaca bir mihver yahut eksen kurum olan din (tanrı merkezli

düşünme ve toplum yapısı) aydınlanma çağı ile birlikte giderek eksen kurum olmaktan

çıkmıştır. Modernizmde artık düşünmenin merkezinde tanrı yerine akıl, din kurumu

yerine de ekonomi eksen kurum olmuştur. Başlangıçta Hıristiyanlığın ve kilisenin

karşısına dikilen akıl, zaman içerisinde tanrının görevlerini üstlenmiştir. Bu durum

insanın aşkın varlıkla olan ilişkisini, diğer bir ifade ile kutsalın tecrübesinden doğan

tatmin ve mutluluğu ortadan kaldırmıştır. Her ne kadar belli bir süre nefsin tatminine

hizmet eden ihtiyaçlara yönelinmiş ve insanlar hazcı (hedonist) bir hayat içinde mutlu

olduklarına inanmış iseler de, son onlu yıllarda insan_tanrı ilişkileri üzerinde yapılan

araştırmalar bu haz olgusuna dayalı müesseselerin insanı tatmin edemediğini

göstermektedir. Nietzcshe’nin Tanrı’yı öldüremediği, aksine Tanrı’nın Nietzcshe’yi

öldürdüğü; Tanrı’nın varlığına inananlarda artış olduğu gözlenmektedir.186

Modernleşme ile birlikte teknolojik gelişmenin çok hızlı ilerlediği de bir

gerçektir. Bunun neticesinde ortaya çıkan tercihler insanlar üzerinde güvensizlik ve

rahatsızlık yaratıyor. Hızlı değişim, ekonomik ve sosyal hayat arasında uçuruma neden

oluyor ve insanlar kendilerini tehdit altında hissediyorlar. Modernizmin ortaya çıkardığı

bu bunalım ve buhran olgusunun devam etmesi mümkün değildir. “Genlerimiz modern

yaşamı ve getirdiklerini artık istemiyor. Gelişmiş ülkelerde refah düzeyinin teknolojiden

ve sanayiden daha çok yararlanılmasına olanak sağlaması, beraberinde toplum yapısının

da farklılaşmasını getirdi. Bu farklılaşma insanları mutsuzluğa itiyor, intiharlar

184 Yasin Aktay, “Eskatolojilerin Sonundan Çatışmanın Devamına”, Samuel P. Huntıngton, Medeniyetler Çatışması, Murat Yılmaz(der.) 2. Baskı, İstanbul: Vadi Yayınları, 1997 içinde s. 341. 185 Zeki Arslantürk, Kutsalın Dönüşü, İstanbul: Ayışığı Kitapları, 1998, s. 13. 186 Arslantürk, s. 13.

78

çoğalıyor. Kısacası modern dünyanın robotlaşan insanı, atalarının yaşadığı çevreyi

aramaya başladı. Teknoloji çağı, yalnızlık, umutsuzluk ve mutsuzluğa yol açıyor;

yaşanılan çevre insanları ruhsal açıdan tatminde olumsuz yönde etkiliyor. Beş kıtadan

en az üçünde, başta psikologlar ve psikiyatrlar olmak üzere bilim adamları bir süreden

beri genetik oluşumumuz ile modern dünya arasındaki etkileşimi araştırıyorlar. Sorunun

nerede olduğunu soruyorlar. Evet sorun nerede? Modern dünyanın nimetleri insanları

birer birer robota mı dönüştürüyor? Robota dönen insanın duyguları, düşünceleri ne

oluyor? Sosyal ilişkileri nasıl? Bilim adamları artık bu soruların cevaplarını

aramaktalar. Teknolojik gelişmeler insan hayatını birçok yönden kolaylaştırmasına

rağmen, sosyokültürel ve sosyo-psikolojik sorunlara da yol açmaktadır. İşte bilim

adamları insanların bu sorunları karşısında çeşitli teoriler geliştirme yoluna gitmişlerdir.

Bunlardan biri de “uyumsuzluk teorisi”dir. “Bu teoriye göre; sevgi, acıma, cömertlik,

dostluk ve güven gibi duygular genlerimizle bize geçen bir miras. Ama günümüzün

hayat şartları insanları bu duyguları paylaşmaya değil, adeta yalnızlığa itiyor. Bu

şartların başında ise teknoloji geliyor. Ve modern dünyanın robotlaşan insanı, genetik

yapısı gereği artık “atalarının yaşadığı çevreyi” arıyor.”187 Bu da geçmişe yönelik

ütopik duyguları ister istemez kamçılıyor. Geçmişte insanların daha mutlu ve huzurlu

oldukları altın çağa dönüş için insanlarda büyük istek olduğu görülüyor. Bütün büyük

dinler ya da semavi dinler geçmişe dönük arayışlar içerisindedir. Hristiyanlık ve

Yahudilikteki Mesih inancı, Mesih’in geçmişteki mutlu yaşamı gelecekte de

oluşturabileceğini söyler. İslamiyet’te ise İslam peygamberinin yaşadığı devir olan ve

Müslümanlarca saadet asrı olarak isimlendirilen bir devri yeniden diriltme çabaları

görülmektedir. Bununla beraber yeni dini hareketler ve gruplar insanın modernizm ile

bulamadığı varoluşsal sorulara ve sorunlara birer çözüm olarak dünyanın hemen hemen

her yerinde özellikle modernizmin doğduğu Avrupa’da artarak etkilerini

göstermektedir. Bu yeni dini gruplarla ilgili birçok kitap yazılmış, televizyon

programları yapılmış ve üzerine çok sözler söylenmiştir. Biz de tezimizde önemine

binaen “ütopyacı mezhepler” başlığı altında bu konuya değinmenin faydalı olacağını

düşündük.

187 Arslantürk, s. 14,15.

79

Az önce de ifade ettiğimiz gibi, aydınlanma felsefesinin en temel özelliği

kainatın merkezine insan aklını yerleştirmesiydi. Tanrı merkezli bir dünya anlayışı

yerini akıl merkezli bir anlayışa bırakmış, her şeyin ölçüsü olarak insan aklı görülmeye

başlanmıştı. Bu durumun hakim söylemi şuydu: Modernleşme ile birlikte hem ferdi

bilinç düzeyinde hem de toplumsal düzlemde din gerileyecek, görüntüden

kaybolacaktır.188 Ve bunun adına da “sekülerleşme” dendi. Modernizm bağlamında din

olgusu bizleri ister istemez “sekülarizm” teorisine götürecektir. Sekülarizm, özellikle

modern sanayi toplumlarında dinsel inançların, pratiklerin ve kurumların toplumsal

önemlerini yitirdikleri süreci ifade etmektedir. Bu tez, bu durumun sanayi toplumunun

ve kültür modernleşmesinin yükselişinin kaçınılmaz bir özelliği olduğunu ileri

sürmektedir.189 Sekülerleşme teorisinin en önemli taraftarlarından ve teorisyenlerinden

biri olan Peter Berger bir zamanlar sekülerleşmenin kaçınılmaz bir olgu olduğunu ifade

ederken bugün çok daha farklı şeyler söylemektedir. O, her şeyden önce sekülerleşmiş

(dünyevileşmiş) bir dünyada yaşadığımız düşüncesinin yanlış olduğunu ifade ederek

şöyle der: “Dünya bugün, bazı istisnaları hariç, olabildiğine dini bir dönem

yaşamaktadır. Bu da 1950-1960’larda tarihçiler ve sosyal bilimciler tarafından yazılan

ve sekülerleşme (secularization) teorisi şeklinde isimlendirilen literatürün yanıldığını

gösterir. Aslında bu literatüre katkıda bulunanlardan birisi de bendim.”190 Berger

bunları söylerken bir başka şeye daha dikkatimizi çekmektedir. O da, en büyük

dayanağı ve kaynağı din olan ahlaki bir fikir birliği oluşturabilmektir. Tabi bunun için

de din en önemli gereksinimlerden biridir. Bu konuda Berger şöyle yazar:

“Temel bir ahlaki fikir birliğinden yoksun bir toplumun varlığını nasıl sürdürülebileceğini kestirebilmek zordur. Bu temelden yoksun bir toplum, aralarında tamamıyla “yararcı anlaşma”larda bulunan; hatta bu anlaşmalara uyma konusunda bile birbirlerine güvenmeyen ve birbirlerini rakip gören çıkar gruplarının şekillendirdiği bir toplum olacaktır. Böyle bir toplum, mensuplarından fedakarlıklar bekleyemez; dolayısıyla da ciddi tehditlerle karşılaştığı zaman ayakta kalamaz… Muhtemeldir ki, mevcut ahlaki hareketler (gruplar) dini olanlarla genelde buluşacaklardır; çünkü zaten ahlakın büyük bir kısmı dinde yer almaktadır.”191

188 Ali Köse(der.), Sekülerizm Sorgulanıyor, İstanbul: Ufuk Kitapları, 2002 içinde Ali Köse, “Sekülerden Kutsala Yolculuk”, s. 204. 189 Gordon Marshall, Sosyoloji Sözlüğü, Osman Akınhay ve Derya Kömürcü(çev.), Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 1999, s. 645,646. 190 Ali Köse(der.), Sekülerizm Sorgulanıyor içinde Peter Berger, “Sekülerizmin Gerilemesi”, s. 13. 191 Köse, Sekülerizm Sorgulanıyor içinde Peter Berger, “Dinin Krizinden Sekülerizmin Krizine”, s. 92,93.

80

Bütün bu söylenenlerden tezimiz için çıkaracağımız sonuç şu olmaktadır:

İnsanlık tarih boyunca mutluluk peşinde koşmuş, bunun için acı bedeller dahi ödemiştir.

Ancak bizatihi dini bir varlık olan insan192 kendisine bu manada yabancılaştığında

içinden çıkılamaz sıkıntılar ve problemlerle karşılaşmıştır. Ve her defasında da bu

problemlerine göz ardı ettiği din ile cevaplar bulmuştur. O halde dinin, dini değerlerin,

dini pratiklerin ve kurumların olmadığı kusursuz bir toplum düşünülemez. Ya da daha

gerçekçi bir bakış açısıyla söyleyecek olursak; dinin göz ardı edildiği bir toplumsal

yapı, karşısına çıkacak engelleri aşamayacak, bunun için gerekli olan argümanlardan

yoksun kalmış olacaktır. İnsanlığın tecrübesi bize bunu göstermektedir.

Modernleşme ve sanayileşmeye rağmen günümüzde dinin etkisi yok

olmamıştır. Bu etki bireysel davranışlardan, siyasi hayata kadar çok geniş bir yelpazede

etkisini göstermektedir. Hatta aydınlanmanın rasyonel insanı yerine dini motivlerle

hareket eden insanların var olduğu ve dini etkinin arttığı gözlenmektedir.193 Ayrıca

bugün dünyamızda çok yoğun bir şekilde dine dönüş hareketlerinin yaşandığına tanık

olmaktayız. Arslantürk bu konuda şunları söylemektedir:

“Yapılan araştırmalar dinin geniş kitleler tarafından hala kabul gören bir olgu olduğunu ortaya koymaktadır. Özellikle modernizm sonrası oluşmakta olan yeni toplum yapısında geleneksel toplum yapısını hatırlatırcasına mistisizme ve dine bir dönüşün olduğu gözlenmektedir.” 194

Bundan sonra ele alacağımız konuya geçmeden önce modern veya çağdaş

ütopya olarak nitelendirilebilecek birkaç eser üzerinde duracağız. Ancak şunu önemle

belirtelim ki, bir çağdaş ütopya örneği olan ve aynı zamanda karşı ütopya türünün en

önemli temsilcisi olarak da nitelendirilen George Orwell’ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört

isimli eserini ayrı bir başlık altında değerlendireceğiz.

Çağdaş ütopya olarak ifade edebileceğimiz eserlerden ilki Edward Bellamy’nin

Geçmişe Bakış isimli eseridir. Geçmişe Bakış’ta, on dokuzuncu yüzyılın sonunda büyü

ile uyutulan bir kişinin 2000 yılında uyanması kurgulanmıştır. Bu eser geleceğin

toplumunu anlatmak üzere bu kişiyi 2000 yılının Amerika’sına gönderir ve o günkü

192 Yümni Sezen, İslam’ın Sosyolojik Yorumu, İstanbul: Birleşik Yayıncılık, 2000, s. 318. 193 Aytekin Yılmaz, Çağdaş Siyasal Akımlar, 2. Baskı, Ankara: Vadi Yayınları, 2003, s. 135. 194 Arslantürk, s. 98.

81

yaşamla, on dokuzuncu yüzyılın karşılaştırmasını yapar.195 Bellamy gelecekteki yaşamı

ekonomi ve endüstriyi yönetip geliştirecek ulusal bir endüstri ordusunun ellerinde

yüceltmiştir.196

Çağdaş ütopyalara örnek olarak bir diğer eser de William Morris’in Düş

Dünyasından Haberler (1880) adlı kitabıdır. Düş Dünyasından Haberler’de on

dördüncü yüzyılın bir kentinin örnek alındığını, insanların güzelliğe ve sanatsal

değerlere önem vererek tüm can sıkıcı şeylerden uzaklaştıkları anlatılır.” Çalışmanın

zevk ve mutluluk olduğu bu dünyada herkes ürettiğini başkalarının isteğine sunar,

başkalarının ürettiğinden gönlünce alır, kullanır.”197

Çağdaş ütopyaya örnek göstereceğimiz son eser ise H.G. Wells’in Çağdaş Bir

Ütopya (1905) isimli eseridir. Wells’e göre yeni bir toplum bilimsel temeller üzerine

yükselecektir. İnsan zekasına bir hakaret olarak gördüğü yoksulluk, açlık ve maddi her

türlü sefalet ortadan kalkacaktır. Yazar bu kitabında önceki örneklerle kendi örneklerini

tartışarak ideal toplumunu oluşturmaya çalışır. Bunun için de Wells reformcu bir yol

izler.198 Bu eserin bilim ve teknolojiye geniş ölçüde dayalı olduğunu da özellikle

belirtmekte yarar var. Çünkü her ideal toplum düşüncesi toplumsal şartlardan

etkilenerek şekillenir.

Şimdi George Orwell’ın hem modern zamanda yazılması hem de ütopyalara

karşı bir antitez özelliği göstermesi açısından önemsediğimiz Bin Dokuz Yüz Seksen

Dört isimli eserine geçebiliriz.

195 Bezel, Yeryüzü Cennetleri Kurmak, s. 133 196 Bezel, s. 132 197 Bezel, s. 163 198 Bezel, s. 187,188

82

3.2. BİR ÇAĞDAŞ VE KARŞI ÜTOPYA ÖRNEĞİ OLARAK BİN

DOKUZ YÜZ SEKSEN DÖRT

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi çağdaş ve karşı ütopya türünün en önemli

temsilcilerinden biri olan George Orwell’ın 1984 isimli romanı bu türün önemli

eserlerinden birisidir.

George Orwell’ın 1984 adlı romanı 1949 yılında yani “soğuk savaş isterisinin

birinci dalgasının doruğunda yayınlanmıştır. Diğer bir deyişle zamanımızın en önemli

siyasi gerçeğinin gelişiminin orta yerinde meydana çıkmıştır.”199 George Orwell, 1984

adlı ünlü romanında bugün hepimizin kullandığı “soğuk savaş”, “büyük birader”,

“düşünce polisi” kavramlarını dünya diline kazandırmıştır.

Kırklı yılların sonunda kafasını hiçbir gizlisi kalmamış, tümüyle saydam hâle

getirilmiş insan tipinin vizyonuna takan George Orwell, mutlak kontrol ile bu

saydamlığı sağlayan süper devlete kitabında “Okyanusya” adını takmıştı. 1984 isimli bu

romanda, “Büyük Birader”in yönetimindeki devlette, yaşam alanlarının her köşesine

yerleştirilmiş kameralar olan, insanların attığı her adımın, söylediği her sözün resmî

makamlarca nasıl izlenip, arşivlendiği anlatılmaktadır.

Günün birinde, Winston Smith adlı genç bir memur, bu durumdan sıkılır ve

kurtulmanın yollarını arar. Önce evinde gözetlenmesi mümkün olmayan bir köşe

bulmaya çalışır. “Evinde bir sürü hile uygulayarak gözetlenmemeye çalışan Smith200

ardından, doğanın, sevgilisiyle özgürce buluşabileceğini sandığı, sakin bir köşesine

sığınır. Daha sonra çareyi, kapağı bir eskici dükkanına atmakta bulur. Çünkü bu kuytu

mekanların izlenmesine ihtimal vermemektedir. Çok geçmeden eskici dükkanının bile

Büyük Birader’in gözetiminde olduğu ortaya çıkar ve ihbar sonucu burada yakayı ele

verir.”201

199 Kumar, s. 456. 200 George Orwell, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, Nuran Akgören (çev.), 1.Basım, İstanbul: Can Yayınları, 2005, s. 12. 201Burhan Akçadağ, http://yayim.meb.gov.tr/dergiler/sayi45/akcadag.htm.

83

Roman kahramanı Winston Smith Büyük Birader’den nefret etmesine rağmen

ülkenin en büyük ve güçlü örgütü olan “düşünce polisi” sayesinde onu sevmeye bile

başlar. Tabi bu irade dışı bir duygudur. Zira sözü geçen ülkede duygular bile kontrol

altındadır.202 Bu sebeple 1984’ün kahramanı Winston Smith’in gelecekten tek

beklentisi Büyük Birader’den nefret ederek ölmektir. Bu sayede ruhunun ölene dek

canlı kaldığından emin olabilir. Yalnız ve özgür insanın her zaman yenildiği bir

dünyada yalnız ve özgür olmak ister. Halbuki parti birçok şeyin yanı sıra bireyselliği de

yasaklamıştır. Her birey sadece partinin bir uzantısı olarak düşünülmektedir.203

Ülkenin en güçlü örgütü “Düşünce Polisi”dir. Büyük biradere karşı hiçbir

eylemin yapılmadığı, hiçbir düşüncenin ifade edilemediği ülkede, devletin tek endişesi

yurttaşların kafalarında Büyük Birader’e karşı teknoloji ile bütün yurttaşların hayatını

yakından denetlemek, kafasında şüpheli düşünceler geçenleri kolayca belirleyerek, kısa

zamanda yok etmektir. Büyük Birader muhalifi yok edilen insanların geçmişleri de

devlet arşivlerinden silinmekte, bunlar artık yaşamamış kabul edilmektedir. Bu durum

roman kahramanının şu sözlerinde açıkça ortaya konmaktadır:

“Geleceğe ya da geçmişe, düşüncelerin özgür olduğu, insanların birbirinden farklı olduğu, ama yalnız yaşamadığı bir zamana, gerçeğin var olduğu ve yapılmış bir şeyin yok edilemeyeceği bir zamana:

Tekdüzelik çağından, yalnızlık çağından, Büyük Birader çağından, çiftdüşün çağından selamlar!”204

Devletin bir resmî ideolojisi vardır: İngsos. Bütün yurttaşların İngsos’un

ilkelerine bağlı olması zorunludur. Vatandaşların resmî ideolojiye bağlılıkları sürekli

kontrol ve test edilir. Rejimin iç ve dış düşmanları vardır. Bütün vatandaşlar bu iç ve dış

düşmanlara karşı sürekli uyanık olmak zorundadırlar. Goldstein, rejim düşmanı hain,

her kötülüğün arkasındaki isimdir. Rejimin en önemli hedefi “Goldsteincılığın kesin ve

tümden yok edilmesidir.” Her gün rejim düşmanlarını lanetlemek için “iki dakikalık

nefret” uygulaması yapılır. Ayrıca “Nefret Haftası” denen yılın bir haftasında rejim

düşmanları daha yoğun olarak lanetlenir. Bu kutlamalarda sık sık bir marş söylenir:

202 Orwell, s. 20. 203 Akçadağ, http://yayim.meb.gov.tr/dergiler/sayi45/akcadag.htm.

204 Orwell, s. 30.

84

Duyguların yoğunlaştığı anlarda sık sık söylenen bir nakarattır bu. Büyük Birader’in

bilgeliğine ve görkemine adanan bir ilâhîdir, ama daha çok, halkın kendi kendisini

hipnoz etmesi, bilinçlerin ritmik bir ses yardımıyla, istemli olarak bastırılmasına

yarar.205 Romanda ifade edildiği şekliyle bu slogan şöyledir:

“SAVAŞ BARIŞTIR

ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR

BİLGİSİZLİK KUVVETTİR”206

Romandaki “düşünce polisi”nin insanları kontrol için kullandığı gözetleme

mekanizması, aslında kitabın yazıldığı kırklı yıllarda hayal ürünü olmaktan öteye

gitmese de günümüzde buna benzer aletlerin hayatımızda yer aldığını görmek

mümkündür.

Tek boyutlu toplumun ve düşüncenin oluşturulmasında en önemli araçlardan

biri de kuşkusuz “dil”dir. Dil zenginleştikçe, düşünce de zenginleşir. Orwell 1984 adlı

eserinde bu düşünceden hareket ederek, partinin yeni bir dil yaratma çabasından söz

eder. Buna göre, eski dilin kelimeleri, “iskelet haline” getirilinceye kadar kesilip

biçilecekti. Örneğin, “iyi” kelimesinin tersi olan “kötü” kelimesi kullanılmayacaktı.

Bunun yerine “yokiyi” öneriliyordu. Yine, “iyi” kelimesinin derecelerini belirten

kelimeler de kesilip biçiliyordu yeni dilde. Örneğin, “mükemmel”, “mümtaz” yerine,

“artıiyi”, “katmerliiyi” gibi kelimelerin kullanılması düşünülüyordu: “Neticede iyilik ve

kötülük kavramı gerçekte tek kelime ile elde edilecekti.”207

Düşünce hayatını yok etmek ve ülkenin geçmişiyle ilişkisini koparmak için

ülkenin dili tahrip edilmekte, sürekli yeni kelimeler üretilmekte, halk içeriği boşalmış

kelime ve kavramlarla birbirini anlamadan konuşmaya zorlanmaktadır. Eski

kavramlardan ve eski kelimelerden arındırılan yeni dilin adı “Yenikonuş”tur.

Yenikonuşun temel ilkesi düşüncenin tüm türlerini olanaksız kılmak, düşünme

sınırlarını daraltmaktır. “Sonunda düşünce suçunu olanaksızlaştıracağız, çünkü en

205 Orwell, s. 17-21. 206 Orwell, s. 29. 207 Orwell, s. 240-250.

85

sonunda, onu anlatacak sözcükler kalmayacak. Gerek duyulan her kavram tüm eşdeğer

sözcüklerinden sıyrılarak, anlamı kemikleştirilmiş tek bir sözcükle anlatılacak... Sözcük

sayısı her yıl biraz daha azalacak ve bilincin alanı her yıl biraz daha daralacak... Dil

yetkinliğe ulaştığı zaman devrim tamamlanmış olacak...” Yeni sonuçta bütün

kavramların içi ya hiçbir şey ifade edemeyecek şekilde boşaltılmıştır veya tamamen

tersi kavramlarla doldurulmuştur. Mesela savaş bakanlığının adı “Barış Bakanlığı”dır;

rejimin işine gelmeyen gerçeklerin inkarı ve saptırılmasıyla görevli bakanlığın adı da

“Doğruluk Bakanlığı”dır...

Şimdi, yazarın kurmaca dünyasının dayandığı kavramsal ilkelere geçelim.

Yazar, romanının yazınsal gerçekliğini dört ilke üzerinde kurar: Bir, insanlığın geleceği

sürekli bir baskı düzeni altında yaşamaktır; eşitlik, özgürlük ve barış bir hayalden

ibarettir; sömürü, savaş, baskı ve eşitsizlik sonsuza dek sürecektir. İki, bu sürekli baskı

düzeni kapitalist sınıfın devrilmesinden sonra kurulacaktır. Üç, insanlar her zaman

birbirlerine ihanet edeceği için bu baskı düzenine karşı direnmek olanaksızdır. Dört,

proleterler ve sömürge halkları asla bilinçlenip sömürü ve baskıya karşı koyamazlar.

Görüldüğü gibi, bu dört ilke birbirine ayrılmaz bir şekilde bağlı önyargı ve ön-

görülerden oluşuyor. Bu noktada, adı geçen ilkeleri sırasıyla ele alıp gerçek dünyayla

koşutluk içinde değerlendirmeye çalışacağım. Böylece, yazınsal gerçekliğin toplumsal

gerçekliğe ne ölçüde ışık tutabileceğini de Bin Dokuz Yüz Seksen Dört romanı

bağlamında bir anlamda irdelemiş olacağım.

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört romanındaki kurmaca dünyanın birinci ilkesi,

insanlığın gelecekte sürekli bir baskı düzeni altında yaşamak zorunda olmasıdır. Ro-

manını 1948 yılında yazan Orwell, 1984 yılını bütün dünyada sömürücü ve savaşçı

diktatörlüklerin sağlamca yerleştiği simgesel bir tarih olarak sunar.

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört romanında savaşın egemen güç tarafından nasıl

yansıtıldığı konusunda çarpıcı bir saptama yer alır. Buna göre, "Savaş tüm hunharlığıy-

la evrensel boyutlarda süregelmektedir; ırza geçme, yağma, çocukları katletme, koca

ülke nüfuslarının köle durumuna düşmesi, tutsakların kaynar suya atılması ya da diri

86

diri gömülmesine dek varan dehşetler olağan sayılmaktadır. Eğer bunlar düşman ülke

değil de kendi ülkemiz tarafından yapılıyorsa övgüye değer bulunur." 208

Romanda yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Okyanusya'nın baskıcı düzeni,

kendisine karşı muhalefetin gelişmesini kökten önlemek üzere "düşüncenin tüm

biçimlerini olanaksız kılmayı" amaçlayan yeni bir dil geliştirir. Yenikonuş adı verilen

bu dilde herkesin bildiği kavramlar tam tersi bir anlama bürünür, örneğin savaş, barış;

özgürlük, kölelik; bilgisizlik, kuvvet anlamına gelir. Baskı ve işkenceden sorumlu

bakanlığın adı Sevgi Bakanlığı, savaştan sorumlu bakanlığın adı Barış Bakanlığı’dır.

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört romanındaki kurmaca dünyanın ikinci ilkesi, sözü

edilen sürekli baskı düzeninin kapitalist sınıfın devrilmesinden sonra ortaya çıkmasıdır.

Kapitalist sınıfın ortadan kaldırılmasından sonra, iktidar, "bürokratlar, bilim adamları,

teknisyenler, işçi sendika önderleri, halkla ilişkiler uzmanları, okutmanlar, gazeteciler

ve usta politikacılar" gibi "ücretli orta sınıf ve işçi sınıfının yukarı tabakala-rını

oluşturan kimseler"in eline geçmiştir. Yazara göre, "eskiden, egemen sınıflara liberal

düşünceler bulaştığı için, bunlar ortadaki sorunlarla uğraşırlar, yönettikleri sınıfın

düşündükleriyle pek ilgilenmezlerdi." Ayrıca, "eski hükümetlerden hiçbirinin,

yönettikleri kişileri sürekli denetim altında bulundurma olanakları yoktu."209 Eski

egemen sınıfların tersine, yeni egemen sınıfın üyeleri hem liberal düşüncelere uzak

oldukları, hem de tele ekranın sağladığı olanaklardan yararlandıkları için, baskı ve

denetimi sürekli hale getirebilmişlerdi. "Her yurttaşın ya da en azından gözetlenmesi

gerekecek kadar önemli herkesin, hiç aralıksız polis denetimi ve başka iletişim yolları

bulunmadığından, sürekli bir resmi propaganda bombardımanı altında tutulabilmesi

olası kılındı. Böylece, tarihte ilk kez herkesin devletin isteklerine boyun eğmesi ve her

konuda düşünsel bir birliğin oluşması sağlandı." 210

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört romanındaki yazınsal dünyanın üçüncü ilkesi,

baskı düzenine karşı direnmenin olanaksızlığıdır. Ancak baskıya karşı direnilemeyeceği

208 Orwell, s. 151. 209 Orwell, s. 167. 210 Orwell, s. 167-168.

87

ilkesi, gerçek yaşamda tersini gösteren birçok kanıt ışığında, George Orwell'in temelsiz

bir önyargısı olarak kalıyor.211

Romanın yazınsal dünyasındaki dördüncü ilke, proleterlerin ve sömürge

halklarının asla bilinçlenip sömürü ve baskıya karşı koyamayacaklarına ilişkindir.

Romanda, Okyanusya nüfusunun yüzde seksen beşini oluşturan proleterler

"aptallar ordusu" 212 olarak nitelenir. Kitaba göre, "Proleterlerin korkulacak bir yanı

yoktur. Kendi hallerine bırakılırsa, kuşaklar, yüzyıllar boyu, çalışırlar, ürerler ve ölürler.

İçlerinde başkaldırı için bir itki oluşması şöyle dursun, yaşadıkları dünyanın bundan

daha farklı olabileceğini kavrama gücünden de yoksundurlar.213

Sömürge halkları konusundaki yargı daha da katıdır. Onların varlığı ya da

yokluğunun hiç bir kıymeti yoktur. "Eğer onlar olmasalardı, dünya toplumlarının yapısı

ve ayakta durma biçimleri bugünkünden farklı olmazdı." 214

George Orwell Bin Dokuz Yüz Seksen Dört isimli bu kitabının, roman

biçiminde bir ütopya olduğunu söyler.215 Bu roman daha önce de ifade ettiğimiz gibi

karşı ütopya türünün en önemli temsilcilerinden birisidir. Orwell ününü bu esere

borçludur desek abartmış olmayız. Orwell bu romanında nasıl bir mesaj vermek

istemiştir? Bu sorunun cevabı Orwell’ın Amerika’nın Birleşik Otomobil İşçilerine

okunmak üzere yazdığı şu satırlardadır:

“ Son romanın Sosyalizme ya da (benim de destekçisi olduğum) Britanya Emek Partisi’ne bir saldırı olma amacında değil, merkezi ekonominin yatkın olduğu ve Komünizm ve Faşizm’de halihazırda gerçekleşmiş olan bozulmaları gösterme amacındadır. Tasvir ettiğim toplumun zorunlu olarak geleceğine inanmıyorum ama (kitabın bir taşlama olduğu gerçeğini de hesaba katarak) ona benzeyen bir şeyin gelebileceğine inanıyorum.(vurgular orijinal metne ait YEK). Totaliter fikirlerin her yerdeki entelektüellerin zihinlerinde kök salmış olduğuna inanıyorum ve bu fikirleri mantıksal çıkarımlarına taşımaya çalıştım. Kitabın konusu Britanya’da geçmektedir. Bunun nedeni İngilizce konuşan ırkların başkalarından doğal olarak daha iyi

211 Ahmet Erhanlı, “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”, http://www.urundergisi.com/makaleler.php?ID=235.

212 Orwell, s. 170. 213 Orwell, s. 171. 214 Orwell, s. 153. 215 Kumar, s. 465.

88

olmadıklarını ve totalitarizmin, eğer ona karşı savaşılmaz ise her yerde zafer kazanabileceğini vurgulamaktır.”216

Bu beyan açıkça görülmektedir ki, Orwell’ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’teki

niyetini ortaya koymaktadır. Onun bu sözlerinden zamanın hakim ideolojileri olan

komünizm ve faşizm karşıtı olduğu anlaşılmaktadır. Bilinmektedir ki; komünizm

insanlığın huzuru ve mutluluğu için yegane alternatif olarak sunulmuş, insanlığın son

döneminin bir proleter iktidarı ile taçlanacağı, herkesin bu yönetim altında mutlu

olacağı iddia edilmiştir. Bunun için insan toplumlarının önündeki en büyük engel olarak

gözüken din ve dine ait bütün değerler ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Hatta gelenek

adına ne varsa reddedilmek istenmiştir. Ancak bu ve buna benzer ideolojiler bırakın

insanlığa huzur ve mutluluk getirmeyi, dünyayı adeta bir cehenneme çevirerek kitlelerin

daha da mutsuz ve umutsuz hale gelmelerine sebep olmuştur. Orwell da işte bütün

bunlardan yola çıkarak, insanlığa kusursuz bir toplum projesi sunma gayreti içerisinde

olanların insani değerleri yok sayarak yol açtıkları olumsuzlukları ve böyle devam

ederlerse nelere yol açabilecekleri noktasında bir çeşit öngörüde bulunmuştur. Zaten

karşı ütopyalar, ütopyacı bir eğilimle ve amaçlarla yola çıkıldığında oluşabilecek

olumsuz ve baskıcı bir toplum düzenini anlatmaktadır.217 Şunu da önemle ifade

etmeliyiz ki; bu romanın yazıldığı zamanın hakim ideolojilerinde en önemli ortak payda

insani bir değer olan din ve dine ait her şeyin reddedilmesiydi. Bir açıdan Orwell’ın

dinden ve dini değer, davranış ve kurumlardan soyutlanmış bir toplumun baskıcı ve

totaliter zihniyete sahip olacağına zımnen de olsa işaret ettiğini söylemek yanlış

olmayacaktır.

Bundan sonra ele alacağımız konuda, büyük sanayi devrimini ve onun

önlenemez etkilerini yaşayan toplumların bir başka dönüştürücü etkiye sahip olan

enformasyon devrini ve bunun insan toplumlarına sosyokültürel açıdan etkilerini

tartışacağız.

216 Kumar, s. 458. 217 Bezel, s. 7.

89

3.3.SANAYİ SONRASI TOPLUMDAN ENFORMASYON TOPLUMUNA

Bugün anti-ütopik bir çağda yaşıyoruz. Ütopik dürtüler ölmese de ya banalleşti

ya da kişisel tutkulara indirgendi. Yeni yüzyılda sunulan ütopyalar dünyanın en güzel

sahillerinden birinde ev sahibi olmak, en iyi arabalara ve bilgisayarlara kavuşmak gibi

tamamen bireysel günübirlik tatminler sunar oldu. Özel yaşamın dışında hayaller

kurmak, hele toplumsal bir gelecek tasarımı ortaya koymak bir çeşit delilik veya saflık

olarak nitelenir oldu. Eski ütopik düşünceler yani gerçek manada toplumsal kaygılar

neticesinde ortaya konulan insani tasavvurlar yerini ütopyanın bir oyun olarak

görüldüğü simülasyonlara bıraktı. Dünyanın en büyük arama motoru olan Google’da

İngilizce olarak ütopya kelimesini aradığınızda karşınıza internette oynanabilen

interaktif bir video oyunu gelir. Sonra banyo eşyaları satan bir şirket, sonra da Asyalı

gay ve lezbiyenlerin seyahat acentesi çıkar.218 Bu ifadeler bizlere insanlardaki ütopik

dürtülerin toplumsal yapıların değişmesiyle birlikte değişime uğradığını gösteriyor. Her

ne kadar insandaki ütopya arzusu bitmese de zaman ve şartlar değiştikçe bu ihtiyacın

içeriğinde değişiklikler gözlenmektedir. Bugün için ortaya konulan teoriler ütopik

vizyonun muhteviyatının değiştiğini ortaya koymaktadırlar. Sanayi devrimiyle birlikte

değişen toplumsal yaşam bugün enformasyon toplumuna doğru evrilmektedir. Sanayi

devriminin ve toplumunun motor gücü endüstri araçları ve fabrikalar olurken

enformasyon toplumunun doğuşu haber alma ağının ve buna bağlı olarak bilgisayarların

gelişimiyle gerçekleşmiştir. İnsanlar da artık bilgisayar ve bilgisayara bağlı olarak

gelişen haberleşme, haber alma toplumu ekseninde bir gelecek tasavvur etmektedirler.

Enformasyon toplumu şu şekilde tanımlanmaktadır: “Ulusal ve uluslar arası düzeydeki

iletişimi kolaylaştırmak ve kütüphanelere, veri arşivlerine, özel kuruluşların ya da kamu

kurumlarının kontrolündeki diğer enformasyon kaynaklarına daha kolay ulaşmayı

sağlamak üzere düşük maliyetli enformasyon teknolojisinin, bilgisayarların ve

telekomünikasyon araçlarının yaygın biçimde kullanıldığı bir toplum.”219 Hiç şüphesiz

218 Metin Şenergüç, Ütopyaların sonu (mu?), 2005, http://www.acikgazete.com/action=journalist&aid=1572. 219 Marshall, s. 199.

90

Kumar’ın da ifade ettiği gibi enformasyonun doğuşu bilgisayarın gelişimiyle kopmaz

bir biçimde bağlantılıdır.220

Gerçekten de bahsedilen bu enformasyon devriminin zirvesine damgasını

vuran, bir anlamda bu devrimin motoru bilgisayar oldu. Çünkü Amerika’nın en tanınmış

bilgisayar bilimcilerinden biri olan Herbert Simon’ın belirttiği gibi, “Bilgisayar,

enformasyonu manipüle etme ve dönüştürme ve böylelikle daha önce yalnızca insan

beyni tarafından gerçekleştirilebilir olan işlevleri insan müdahalesine gerek

bırakmaksızın otomatik olarak yerine getirme kapasitesi açısından benzersizdir.” 221

Bütün bu anlatılanlar bize şunu göstermektedir ki; sanayi toplumundan sonrası

şimdi artık enformasyon toplumu olarak adlandırılmaktadır. Sanayi sonrası bu toplumu

üreten ve tahkim eden artık enformasyondur. Bu enformasyon toplumunun baş aktörü

ise ‘bilgisayar’dır. Geçmişte makine, enerji ve doğal kaynaklar nasıl sanayi toplumunu

oluşturmuş ve bu toplumun dönüştürücü aracıları olmuşsa, bugün de bilgi ve

enformasyon, sanayi sonrası toplumun stratejik kaynağı ve dönüştürücü aracı

olmuşlardır.222

Enformasyon devrimi sonucunda dönüşüme uğrayan toplumla birlikte daha

başka birçok şey değişime uğramıştır. Bunlardan en önemlileri zaman ve mekan

algısındaki değişikliklerdir. Gerçekten de sözü edilen bu devrimle birlikte zaman ve

mekan algısında değişiklikler hemen göze çarpar. Her şeyden önce bir mekan sınırından

bahsetmek oldukça zorlaşır. Enformasyon teknolojisindeki devrim, mekan ve zamanı,

yüzünü geleceğe dönmüş bir “dünya oikoumene”si doğuracak şekilde sıkıştırır.

Geçmişteki toplumlar öncelikle mekanla sınırlı ya da zamanla sınırlıdırlar. Toprağa

dayalı politik ve bürokratik yetkiler ve/veya tarih ve gelenek geçmiş toplumları bir

arada tutan unsurlardı. Sanayileşmeyle birlikte doğanın kendi tabii ritim ve temposu

yerini makinenin hızına bırakırken, mekan kendini ulus devletle sağlama almıştı. Sanayi

220 Krishan Kumar, Sanayi Sonrası Toplumdan Postmodern Topluma, Mekmet Küçük(çev.), 2. Baskı Ankara: Dost Kitabevi, 2004, s.20. 221 H.A. Simon, 1980: “What computers mean form an and society. İn Forester 1989: 419-433’den

Kumar,s.21.

222 Kumar, s. 22.

91

çağında zamanı bu çağın simgeleri olan saat ve demiryolu tarifesi ifade ederdi. Fakat

enformasyon çağının en büyük simgesi olan bilgisayar milyarda bir saniye içinde,

binlerce mikrosaniye içinde düşünür. İşte bilgisayarın yeni ve gelişmiş iletişim

teknolojileriyle bir araya gelmesi, modern topluma yeni bir zaman-mekan çerçevesi

sunmuştur.223 Sosyolojide sosyal varlık alanını belirleyen, determine eden en önemli

ilkelerden ikisi olan224 zaman ve mekan algısındaki değişikliğin sosyokültürel yaşamda

meydana getireceği değişimlerden belki de en önemlisini Bell şöyle ifade etmektedir:

“Son yıllarda ulaşım ve iletişim alanındaki – toplumun altyapılarındaki- değişimler mesafenin karanlığa gömülmesi ve zamanın kısalması, neredeyse bu ikisinin kaynaşması anlamına geldi. Mekan yerkürenin tamamını kapsayacak şekilde genişlemiş ve neredeyse “gerçek zamana” bağlanmıştır. Sürekliliğe ve geçmişe yönelik dinsel ve kültürel zaman duygusu, şimdi sosyolojik olarak geleceğe ayarlanmıştır.”225

Enformasyon devrimi elbette sadece zaman ve mekan algısında değişiklere yol

açmaz. O toplumun en temel düzeylerinden birinde yani ekonomik ilişkilerde ya da

üretim tarzlarında da etkilere sahiptir. Onunla beraber yeni bir üretim tarzı başlar.

Zenginliğin kaynağını ve üretimin temel etkenlerini değiştirir. “Sanayi toplumunun

merkezi değişkenleri olan emek ve sermayenin yerini, temel değişkenler olarak

enformasyon ve bilgi alır. Locke ve Smith’den Ricardo ve Marx’a dek birbirinin peşi

sıra gelen düşünürler tarafından formülleştirilen klasik emek-değer kuramı, yerini bir

bilgi-değer kuramına bırakmalıdır.” Artık enformasyon toplumunda değerin kaynağı

olarak emek değil bilgi vardır.226

Bütün bunlarla birlikte üçüncü sanayi devrimi veya bilgisayar dünyasındaki

gelişimin bir diğer sonucu olarak insanın düşünme ve gerçek beyin gücünün

değersizleşme sürecinin doğduğunu görmekteyiz. Kurt Vonnegut 1952 tarihinde

yayınlanan Player Piano adlı romanında Amerikan ordusu için geliştirilen ENIAC adlı

bilgisayarın karşılığı olan EPICAC adlı bilgisayardan bahseder:

223 Kumar, s. 24. 224 Zeki Arslantürk ve M. Tayfun Amman, Sosyoloji, İstanbul: Kaknüs Yayınları, 2000, s. 155-157. 225 D. Bell, 1980b: Telextand technology: İn Sociological Journeys: Essays 1960-1980, Londra:

Heinemann 62’den Kumar, s. 24.

226 Kumar, s. 25.

92

”Dev bir bilgisayar olan EPICAC, toplumun tüm ekonomik ve politik işleyişlerini denetler ve eşgüdümler. Bir avuç azınlığın dışındaki tüm mühendisler ve menajerler vasıflarının ve bilgilerinin gereksizleştiğini görürler. Bu insanların bir şeylerle meşgul olmaları, yeniden inşa ve ıslah birliklerindeki yararsız görevlerde istihdam edilerek sağlanmaktadır.”227

Zaten Kumar’ın da çok yerinde bir tespitle ifade ettiği gibi eğer enformasyon

toplumunun doğuşunu aynı sanayi toplumu gibi toplumu dönüştürücü bir devrim olarak

anlıyor ve görüyorsak basitçe sadece “tekno-ekonomik yapıda değil, aynı zamanda

toplumun tüm boyutlarında değişimlerin olmasını beklemek gerekecektir kesinlikle.228

Peki bütün bunlar yani sanayi devriminden enformasyon toplumuna geçiş

ütopik manada ya da daha doğru bir ifadeyle ütopya anlayışlarında ne gibi bir etkiye

sahiptir? Elbette kabul etmemiz gerekir ki büyük bir toplumsal dönüşüm ve değişime

sebep olan bu devrimin insanlardaki geleceğe dair tasavvurlarda da etkiler göstereceği

açıktır. Bu sebeple enformasyon toplumu anlayışının bazı yazarların elinde ütopyacı

boyutlara büründüğünü görürüz. Bunlardan biri olan Tom Stainer enformasyon

toplumunun savaşa duyulan ihtiyaç ile gereksinimleri karşılamak için kaynakları

genişletme ihtiyacını ortadan kaldırdığını söylemektedir. Bunu “teknolojik yaratıcılık ve

nüfus artışının görece istikrarlı olması” sayesinde yapar. Enformasyonun toplumun her

kesimine yayılması daha uyanık ve eğitimli bir halk yaratmasından dolayı enformasyon

toplumu aynı zamanda demokrasiyi de zenginleştirir. Artık enformasyon “iktidarın yeni

köşe taşı” olmuştur. Geçmiş dönemlerde para ve toprak belli zümrelerde toplanmış iken,

enformasyon ondan farklı olarak yaygın bir şekilde dağıtılır. Yani enformasyon

herkesin elde edebileceği bir unsur olmuştur. Bu sebeple “enformasyon akışları

merkezden denetlenemeyeceğinden, iletişim toplumunda hiçbir diktatör ayakta

kalamaz.” Stoiner ayrıca sanayi sonrası enformasyon toplumunun yalnızca demokratik

ve barışçı olmadığını, aynı zamanda bir bolluk çağı olduğunu da öne sürer. Bu çağ

herkesin öğrenim görüp aylaklık edebileceği bir çağdır. “Herkes bir aristokrat, herkes

bir filozof, yekpare genişlemiş bir eğitim sistemi, nasıl bir geçim sağlanabileceği

üzerine eğitim ve enformasyon sağlamakla kalmaz, aynı zamanda nasıl yaşamak

gerektiği konusunda eğitim ve enformasyon sunar. Geç sanayi toplumunda yiyecek

227 Kumar, s. 21. 228 Kumar, s. 27.

93

sağlama endişesinden kurtulduk. Geç iletişim toplumunda tüm maddi kaynaklar

konusundaki endişelerimizden de kurtulacağız. Ve tıpkı sanayi toplumunun kölelik,

kıtlık ve salgın hastalıkları ortadan kaldırmış olması gibi, sanayi sonrası ekonomi de

yetkicilik, savaş ve çalışıp didinmeyi ortadan kaldıracaktır. Tarihte ilk kez, çözüme

kavuşturduğumuz sorunların oranı, yarattığımız sorunların oranından daha yüksek

olacaktır.”229

Bu bölümle ilgili son olarak Anthony Giddens’ın sözleri öyle sanıyoruz ki

günümüz insanının halini bizlere tercüme edecek ve bir anlamda ne yapmamız

gerektiğini söyleyecektir:

“Yeni gelen, henüz yerleşmiş ve sağlam değil; kaygılarla ve derin bölünmelerle yüklü. Çoğumuz kendimizi üzerinde hiçbir etkimiz olmayan güçlerin kıskacında hissediyoruz. Kendi irademizi bu güçlere yeniden empoze edebilir miyiz? Ben edebileceğimize inanıyorum. Şu anda yaşadığımız acizlik, kişisel başarısızlıkların bir işareti değil, sadece kurumlarımızın yeteneksizliğini yansıtıyor. Sahip olduğumuz kurumları yeniden düzenlemek ya da yenilerini yaratmak zorundayız.”230

229 Kumar, s. 27,28. 230 Anthony Giddens, Elimizden Kaçıp Giden Dünya, İstanbul: Alfa Basım Yayın. 2000, s. 30,31.

94

IV. BÖLÜM

DİNLER VE ÜTOPYA

4.1. YAHUDİLİK VE ÜTOPYA

Üç büyük semavi dinden biri olan Yahudilikte ütopik vizyon kurtuluş

düşüncesine bağlı olarak ortaya konmuştur ve Yahudilikte de sonradan göreceğimiz gibi

bir Mesih beklentisi vardır. Musevilik olarak da bilinen bu dinde de diğer iki

(Hristiyanlık ve İslamiyet) semavi dinde olduğu gibi kurtuluş düşüncesi kaynağını

Kutsal Kitap’tan alır. Eski Ahit’in İşaya bölümünde ifade edilenler bu kaynaklığı açıkça

ortaya koymaktadır:

Ve milletler arasında hükmedecek ve çok kavimler hakkında karar verecek; ve kılıçlarını sapan demirleri ve sapanlarını bağcı bıçakları yapacaklar, millet millete karşı kılıç kaldırmayacak ve artık cengi öğrenmeyecekler. (İşaya 2:4)

Ve kurt kuzu ile beraber oturacak ve kaplan oğlakla beraber yatacak ve buzağı ve genç aslan ve besili sığır bir arada olacak ve onları küçük bir çocuk güdecek (İşaya 11:6)

Çöl ve kurak yer mesrur olacak; ve bozkır sevinecek ve nergis gibi çiçeklenecek. (İşaya 35:1)

O zaman körlerin gözleri açılacak, sağırların da kulakları açılacak. O zaman topal adam geyik gibi sıçrayacak, ve dilsizin dili terennüm edecek; çünkü çölde sular ve bozkırda seller fışkıracak. Ve kızgın kum bir havuz ve susuz toprak su kaynakları olacak. (İşaya 35:5,6,7)

Ve Rabbin kurtardıkları dönecekler ve terennümle Sion’a varacaklar; ve başları üzerinde ebedi sevinç olacak; meserrete ve sevince erecekler ve kederle inilti kaçıp gidecek. (İşaya 35:10)

Eski Ahit’teki bütün bu ifadeler Yahudi ütopyası hakkında bizlere gerçekten

zengin bir malzeme vermektedir. Ayrıca bu sözler Yahudi anlayışındaki “seçilmiş

millet” inancına işaret etmesi açısından kayda değerdir. İşaya 35:10 da ifadesini bulan

“Ve Rabbin kurtardıkları” ve “Ve milletler arasında hükmedecek ve çok kavimler

hakkında karar verecek” gibi sözler kurtuluşun ya da iyi yaşam idealinin, konumuz

açısından baktığımızda özellikle mükemmele ulaşmış toplumun asıl unsurlarının

95

İsrailoğulları olduğunu bizlere göstermektedir. Canatan bunu Yahudiliğin kurtuluş

vizyonu olarak şöyle açıklamaktadır:

“Museviler Tanrı Krallığının kuruluşuna değin geçen zaman içinde kendilerine evrensel bir önderlik atfetmekteler. Buna göre Yahudiler Tanrı’nın “seçilmiş halkı”dır. Seçilmişlik Yahudilere bir ayrıcalık değil, bir sorumluluk yüklemektedir. Nasıl Tanrı Krallığının kurulması için Mesih’in seçilmişliğine ve öncülüğüne ihtiyaç varsa, insanlığın tarihsel yürüyüş sürecinde de Musevilerin seçilmişlik ve önderliğine ihtiyaç vardır. İyi ama Tanrı niçin Yahudileri seçmiştir? Museviler bu soruya tatmin edici olmamakla birlikte şöyle bir cevap vermektedirler: Tarihsel bir gerçek olarak ilk kez Musevilerin atası olan İbraniler, Tanrı’nın birliğini kabul etmişler ve insanlara öğretmeye çalışmışlardır. Tarihleri borunca Yahudiler, bu işe kendilerini öyle vermişler ki, bu uğurda büyük cefalara katlanmak zorunda kalmışlardır. Bu nedenle Tanrı kendi yolunda pişmiş olan bu milleti evrensel misyonunu gerçekleştirmek üzere seçmiştir.” 231

Esasında Yahudi ütopyasını anlatırken üzerinde durmamız gereken en önemli

konulardan biri de Yahudilikteki “vaad edilmiş toprak“ inancıdır. Zira kanaatimiz odur

ki; bu inanç Yahudi ütopyasının ya da kurtuluşunun öte dünyada değil de bu dünyada

kurulacağı ve sağlanacağı düşüncesine temel teşkil etmektedir. Zaten Yahudi

kehanetlerine baktığımızda yeni düzenin bu dünyada kurulacağını görürüz. İçinden bal

ve süt akan vaat edilmiş topraklar ve Kenan diyarı, ayrıca Mesih’in yaşadığı dönemdeki

Kudüs gelecekte değildi, buradaydı. Diyebiliriz ki Yahudilik, eskatolojik yani öte

dünyacı sorunlarla pek ilgilenmemiştir. O yüzünü buraya yani dünyaya çevirmiştir.

Onun için cennet ve cehennem pek bir şey ifade etmez, zira orası Tanrı’nın mekanıdır

ve yalnızca ona aittir. Ödüller ve cezalar burada dağıtılmaktadır. Dünyanın ötesinde bir

ceza ve mükafat alanı söz konusu değildir. Kusursuz durum dünyada olacaktır. Ayrıca

insanların mükemmelliği Yahudiliğin Tanrısı Yehova’nın alanına gitmeleri ile değil,

onun aşağı inip insanların arasına karışmasıyla sağlanacaktır.232

Giriş bölümünde ifade ettiğimiz gibi Yahudiler de diğer iki semavi dinin

mensupları bir kurtarıcı Mesih beklemektedirler. “Messianizm (İbranice’deki

“Mashiah”, “yağlanmış kişi”den türeyen) bir Mesih’in gelişinin beklentisi üzerine

merkezileşen bir akım veya bir inançlar ve fikirler sistemini ifade eder.”233 Bu

Tanrı’dan özel bir görev ile gelmiş kişi, Tanrı’nın Krallığını başlatacak, İsrail’i eski

231 Canatan, s. 195. 232 Kumar, s. 31. 233 R. J. Zwi Werblowsky, “Yahudi Mesihçiliği”, Ali Coşkun (ed.), Mesih’i Beklerken içinde s. 52.

96

güzel günlerine döndürecek ve en ideal en mükemmel idare ile, toplumu oluşturacaktır.

Yahudilikte zaman içinde Mesih yani Tanrı tarafından yağlanmış kişi ütopik bir içerik

kazanmıştır. Yani toplumun ve dünyanın kurtuluşunu sağlama anlamında bir anlam

genişlemesi. “Mesihi yapı bazen karakter bakımından (Yitik cennet-yeniden kavuşulan

cennet gibi) aslına döndürücü olarak gözüküyor; bu bakımdan geçmiş ve kayıp altın

çağın yeniden getirilmesi olarak tasavvur edilir. Diğer taraftan o daha çok ütopik

gözüküyor; bu bakımdan o benzeri daha önce hiçbir zaman var olmayan mükemmel bir

durum (yeni bir gök ve yeni bir yeryüzü) olarak tasavvur edilir. Mesih sadece çok eski

zamanları canlandırmayacak, fakat “yeni bir çağın” da teşrifatçısı olacaktır.” 234

Geniş bir bakış açısıyla genel bir değerlendirme yaptığımızda Yahudilikteki

ütopik anlayış üzerine söylenecek çok da bir şey olmadığını düşünüyoruz. Onun da tıpkı

diğer semavi dinler gibi temel olarak bir kurtarıcı beklentisi ve yeryüzünde bu kurtarıcı

tarafından Tanrı Krallığının kurulacağı inancı vardır. Bu inancın geçmişe dönük tarafı

onun altın çağa olan özlemini nitelerken, diğer taraftan geleceğe yönelik kusursuz bir

toplumun oluşturulacağı anlayışı da ütopik vizyonunu ortaya koymaktadır. Ancak

Yahudilikte bu inanışla ilgili ya da ütopik anlayışla ilgili önemli ve temel bir ayırıcı

vasıf söz konusudur. O da yukarıda değindiğimiz gibi, kurtuluş ve ideal toplum bu

dünyada olacaktır. Ve belki de Yahudi ütopyasını diğer dinlerin ütopik vizyonundan

daha da farklılaştıran ve kendine has kılan, mükemmelliğe yalnızca Yahudi olanların

erişebileceğidir. Diğer insanlar ve halklar mükemmel topluma ve kusursuzluğa

ulaşacaklarsa bu ancak Tanrı tarafından seçilmiş bir millet sayesinde olacaktır. O millet

de, Yahudilerdir.

4.2. HRİSTİYANLIK VE ÜTOPYA

Dinler ile ütopyalar arasındaki ilişkiyi ortaya koyacaksak bunu “kurtuluş”

düşüncesi çerçevesinde ele almanın en doğru yöntem olduğunu düşünmekteyiz. Çünkü

burada ele aldığımız üç büyük semavi dinin de kurtuluş düşüncesine sahip olduğunu ve

ütopik anlayışı ifade eden kusursuz toplum modelini bu anlayışa göre inananlarına

sunduğunu görmekteyiz.

234 Coşkun, s. 53.

97

Her şeyden önce insanların hayal gücünde yok edilmesi imkansız olan mutlu

bir yaşam düşüncesinin olduğunu kabul etmek durumundayız. İnsanların bu dünyada ve

onlar için kaçınılmaz bir son olan ölümle başlayacak sonsuz hayatın –ki üç büyük

semavi dinde de bu inanış vardır– katlanılabilir hatta kusursuz mutluluğa sahip bir

yaşamla dolu olmasını sağlamak için var olan dinlerin de bu hayale arka çıkmaları

kaçınılmazdır. İlk insanın işlediği günah nedeniyle cennetten çıkarılması ile başlayan

insanoğlunun dünya serüveni hep o ilk cennet yaşamını yeniden elde etme mücadelesi

şeklinde geçmiştir ve bu hala devam etmektedir. İnsan var oldukça da devam edecektir.

Zira insanlığın derin tarih tecrübesi bize bu düşüncelerin haklılığını göstermektedir.

Ütopya denince akla ilk gelen din hiç şüphesiz Hristiyanlık olmalıdır. Zira

gerek klasik gerekse de modern çağın çağdaş ütopyaları ya da bir başka ifadeyle ortaya

konulan en temel ütopik eserlerin, Hristiyan yazarlarca kaleme alındığını görmekteyiz.

Hatta özellikle klasik olarak nitelendirilen Platon’un Devlet’i bir yana –ki sonrasında

yazılan kusursuz toplumu tasvir eden eserlerin kaynağı olarak nitelendirilir-, Thomas

More’un bu türe isim babalığı yapmış Utopia’sı, Francis Bacon’ın Yeni Atlantis’i ve

Campanella’nın Güneş Ülkesi oldukça fazla Hristiyan unsurlar taşımaktadır. Özellikle

Bacon’un Yeni Atlantis’i bir “Hristiyan Mutlu Ülkesi” olarak isimlendirilse abartılmış

olmaz.

Ayrıntılara geçmeden önce önemle belirtmeliyiz ki, bu tür inançlar elbette

sadece Hristiyanlıkta mevcut değildir. Yahudilikte (bkz. bir önceki konu YEK),

Budizm’de, İran’daki Zerdüştlük dininde, Afrika’daki dinlerde, Brezilya’da farklı

şekillerde de olsa bu tür inançlar mevcuttur. Toplumların bunalım ve buhran

dönemlerinde bu tür düşünceler daha da yoğunlaşır. Bu nedenle bu tür teoriler dönemsel

bir karaktere sahiptir. Müslümanlar arasındaki mehdilik ve mücedditlik inancı da

kurtuluş teorilerinin bir başka görünümü olarak değerlendirilebilir. Daha doğru ve açık

bir ifade ile binyılcı teoriler (millenarizm) olarak da adlandırılan bu inançlar, ölüm

karşısındaki insanın ölümden sonraki hayatı ve yaşanmaz hale gelen dünyanın toptan

98

başka bir dünyaya dönüşümü ve böylece kurtuluşa ermesini ifade eden bir inanca

dayanırlar.235

Hristiyanlık, ütopyanın klasik mirasını ruhanileştirmiş; dünyevi ütopyayı

Tanrı’nın göksel şehrinin dünyadaki bir çeşit gölgesi olarak görmüştür. Hiç şüphesiz

dünyanın bütün bölgelerindeki mit ve dinler geçmişte veya gelecekte bir cennet fikrini

içerir. Ama Hristiyanlık dışında hiçbirisi bir ütopyacı gelenek oluşturamamıştır.236

Yukarıda, ütopya denince akla ilk gelen din Hristiyanlık olmalıdır derken bu gerçeğe

işaret etmiş bulunmaktayız. Bunun nedenlerine geçmeden önce şunu ifade etmenin

önemli olduğunu düşünüyoruz: Prensipte din ve ütopya arasında temel bir çatışma

vardır. Ütopya sosyal gerçekliği aşar, bu dünyaya aittir; dinin ise öte dünyaya ait bir

kaygısı vardır, ütopya bu dünya ile ilgilidir. Din zaman ve mekan üstüdür. ”Bu dünyaya

ait olmayan bir zaman ve mekan. İnsan onun içinde yaşadı ve bir gün tekrar yaşayacak.

Ama yalnızca kendini dünyevi süprüntülerden ve tasalardan kurtardığı zaman. İsa

‘Krallığım bu dünyada değildir.’ demiyor mu?”237 İşte bu anlamda din ve onun vaadi

cennet ütopyacı düşünce ve özleme karşı işleyebilir. Bütün dünyevi işlerin boş ve

gereksiz olduğunu söyleyebilir. Bu dünya bir gözyaşı vadisidir, Tanrısal aracılık yoluyla

kurtulmadan önce zorunlu olarak bir acı çekme ve arınma dönemidir. İnsanın kendi

çabalarıyla, hiç yardım almadan, hatta Tanrı’nın bile yardımı olmadan bu dünya

üzerinde bir cennet yaratmaya girişmesi, bu bakış açısından en büyük dinsizliktir. Geç

Roma İmparatorluğunun perişan dünyasında St. Augustine’in üzerinde durduğu işte tam

da buydu. O Tanrı’nın göksel şehrini unutacak ölçüde dünyevi şehrin olaylarına

kapılmamak gerektiğini söylüyordu. İnsanlar burada, bu dünyevi şehirde günleri en iyi

şekilde değerlendirmeli ve kilise aracılığı ile günahla lekelenmiş bir dünyada iyi

Hristiyanlar olarak yaşamalıydılar. Ama gerçek yaşamları gelecekteki hayatta yani öte

dünyada olacaktır. Bu dünyevi hayatı yargı günü takip edecek ve kutlu olanlar bu

dünyevi ülkeden kurtulacaklardır.238 Kutlu olanlar yani Tanrı’nın rehberliğini kabul

edip, Tanrı’ya rağmen bu dünyada cennet kurmaya teşebbüs ederek küstahlaşmayanlar.

İşte St. Augustine’in bu düşünceler temelinde yazdığı ve günümüze kadar ulaşan ve

235, Hillel Schwartz, “ Millenarianism(Binyılcılık), Ali Coşkun(ed.), Mesihi Beklerken içinde s. 92,93. 236 Krishan Kumar, Modern Zamanlarda Ütopya ve Karşı Ütopya, s. 25. 237 Kumar, s. 26. 238 Kumar, s. 27.

99

mistik bir ütopya olarak nitelendirebileceğimiz Tanrı Sitesi isimli eseri özellikle zikre

değerdir. Zira bu eser Hristiyan toplumları üzerinde olduğumuz konuda önemli ölçüde

etkilemiştir. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki; Ortaçağ, ütopyacı düşünce tarihinde

kısır bir dönemdir. Hristiyan Ortaçağ’ı boyunca St. Augustine’in etkileri Hristiyan bilim

çevrelerinde çok önemlidir ve ütopyacılığa karşı bu sebepten karşı bir tavır oluşmuştur.

Fakat bu durum hep böyle sürmemiştir. Sorunlar bu kadar basit değildir.

”Hristiyan dotrinde tekrar tekrar, sıklıkla kilise hiyerarşisinde epey hoşnutsuzluk

yaratan bir tarzda ütopyacı hassasiyet ve eğilimleri kışkırtan derine işlemiş belirsizlikler

ve ikili anlamlılıklar vardı. Kutsal kitapların hoşa gitmeyen yorumlarına Ortodokslar

kaşlarını çatabiliyorlardı; aşırı görüşler alenen kafirlik olarak suçlandı. Ama Ortaçağ

boyunca Heterodoks sular ütopyanın pınarlarını besleyerek güçlü bir şekilde aktı.

Hristiyanlığın diğer dinler arasında benzersiz olarak, ütopyacı girişimin uzağına değil

doğrudan kalbine götüreceğini temin eden işte bu güçlerdi.”239

Ortaçağ Hristiyan dünyasındaki bütün ütopyacı öğeler elbette Heterodoks

değildi. Kutsal Kitap’taki cennetin doğuya doğru bir yerlerde olduğuna dair inanç

Hristiyan düşünürlerin çoğu tarafından paylaşıldı. Ortaçağ haritalarında bile bu inancın

somut izleri görülmekteydi. Tekvin’de anlatıldığı gibi Nil’in bahçeden akan dört

nehirden biri olduğu düşünüldüğünde, doğu taraflarındaki bu cennet bulunabilirdi, hiç

değilse aramaya değerdi.240 Kutsal Kitap’ta konu ile ilgili ifadeler şöyledir: ”Ve Rab

Allah şarka doğru Aden’de bir bahçe dikti; ve yaptığı adamı oraya koydu. Ve Rab Allah

görünüşü güzel ve yenilmesi iyi ola her ağacı ve bahçenin ortasında hayat ağacını ve

iyilik ve kötülüğü bilme ağacını yerden bitirdi. Ve bahçeyi sulamak için Aden’den bir

ırmak çıktı; ve ortadan bölündü ve dört kol oldu.” ( Tekvin, 2:8,9,10 ) Bu ifadeler

Ortaçağ boyunca en önemli Hristiyan şahsiyetleri etkilemiştir. Bunlardan birisi de

Colombus’tur. ”Böylesine saygın kişiler bu kadar ciddiyetle dünyevi bir cennete yönelik

inanca sahip olabildiyseler, bunun Ortaçağ dünyasındaki yoksul ve ezilmiş yığınlara ne

kadar çekici görüneceğini hayal etmek güç değil.”241

239 Kumar, s. 27. 240 Kumar, s. 28. 241 Kumar, s. 28.

100

Hristiyan dünyasında böylece ilk ütopyacı akımın temellerinin atıldığını

görmekteyiz. Bu konuda önemli şahsiyetlerle birlikte halkın büyük çoğunluğunda bir

inanç birliği oluşmuş görünmektedir. Ancak aynı inanç birliğinin Hristiyan alemindeki

ikinci ütopyacı akımda yani insanın kusursuzlaştırılabilirliğine inançta olduğunu

söylemek hem güçtü hem de böyle bir şey beklenemezdi. Bu ikinci ütopyacı akım da

yine diğeri gibi Kutsal Kitap’taki bir ifadeye dayanıyordu. Çok önemli ve hararetle

tartışılan metin şuydu: ”Bundan dolayı Semavi babanız kamil olduğu gibi siz de kamil

olun.”(Matta, 5:48). Tartışmaların odak noktasında insanın Tanrı gibi kusursuz olup

olamayacağı vardı. Tanrı ile aynı ölçüde ya da aynı anlamda insanın kusursuz hale

gelmesinin imkansız olduğu söyleniyor ve bu büyük ölçüde St. Augustine’e

dayandırılıyordu. “Şu ana kadar tümüyle ulaşılabildiği kadarıyla insan kusursuzluğu,

içerdiği bütün sınırlar ile birlikte sonlu, geçici bir varlığın kusursuzluğu olduğu için

metafiziksel nedenlerden dolayı imkansızdır. Ahlaki nedenlerden dolayı, insan,

Tanrı’nın lütfuna nail olduğunda bile, Adem’in düşüşü ile o kadar bozulmuştur ki,

metafiziksel doğasının izin verdiği ölçüde bir ahlaki kusursuzluğu başarmak konusunda

dahi yetkin olmadığı için imkansızdır.”242

Bununla beraber yukarıda söylenenlere karşı bir görüş olarak insanın

kusursuzlaşabileceğine dair olan inanç taraftar bulmuş ve kusursuz toplumun ya da

kurtuluşun insanın Tanrı gibi kusursuzlaşması ile elde edilebileceğine inanılmıştır.

“Matta’daki görüş yeterince açık görünür: İsa insanların kendilerini kusursuzlaştırması

gerektiğini ortaya koymuştur. Üstelik İsa’nın kendisi Tanrı benzeri kusursuzluğun insan

modeli değil midir ve insanlar onu taklit etmeye çağrılmazlar mı? Neo-Platoncu

düşünce, ‘Tanrılar gibi insanlar’ Helen motifiyle, insanın kusursuzlaştırılabilirliği fikrini

canlı tutmada erken Hristiyanlıkta özellikle etkilidir. Beşinci yüzyılda Dionysius

(“sahte-Denys”) aslında insanın mistik kavrayış yoluyla Tanrı haline gelebileceğini,

onunla bir birliği başarabileceğini tartışıyordu. Benzer bir nosyon, inançların,

kendilerini gerçek inananlarca elde edilebilir olan yüksek bilgi –‘gnosis’- yoluyla

temizleyerek mükemmelleştirebileceğini savunan Gnostisizm* tarafından yayıldı.

“Işıktan ve Tanrı’lardan doğan ben” der bir Gnostik şiir, “Sürgündeyim ve onlardan

koparıldım… Ben bir Tanrı’yım ve Tanrı’lardan doğdum; parlak, ışıl ışıl, nurlu, pırıl

242 Passmore, John, The Perfectibility Of Man (1972) s. 68’den Kumar, s. 28.

101

pırıl, mis kokulu ve güzelim…” Hepsinin en kapsamlısı beşinci yüzyıl Britanyalı keşiş

Pelagius’un, insanın kusursuzlaştırılabilirliğine yönelik herhangi bir Hristiyan anlayış

önündeki belki de en ciddi engele, Augustine’in ilk günah doktrinine saldırısıydı.

İnsanlar, der Pelagius, ne erdemli, ne ahlaksız, ne kusursuz, ne de bozulmuş olarak

doğar; özgür iradelerini kullanarak kendilerini öyle yaparlar. Bu kapasiteye sahiptirler,

çünkü Tanrı insanlara kusursuz olmayı buyurmuştur ve onların gücünü aşan şeyler

yapmalarını emredemez. Eğer onlar Tanrı tarafından verilmiş kapasiteye sahiplerse,

eğer, asıl bu Tanrı’nın onlara özel armağanıysa, bunu kendilerini kusursuzlaştırmak için

kullanmamaları günahtır. Kilise bir azizler topluluğu, bir kusursuzlaşma akademisi

olmalıdır. Pelagianism genel olarak Hristiyanlıktan daha fazla ütopya savunusu değildi;

ama etkisinin güçlü olduğu yerlerde ve zamanlarda More ve Erasmus gibi Rönesans

neo-platoncuları ya da İngiliz iç savaşı sırasındaki radikal Protestanlar arasında olduğu

gibi, Augustinyen Ortodoksisi içine yerleşmiş ütopyacı karşıtlığına karşı koydu.”243

Pelagius’un sözleri, sapkınca olduğu şeklindeki itirazlarla reddedildi.

Augustine’in ilk günah doktrini Hristiyan dünyasınca ve özellikle kilise tarafından

radikal bir şekilde devam ettirildi. Çünkü Hristiyanlıktaki kalıtımsal günah inancının

toplumsal ve insani düzlemde sonuçları vardır. Buna göre bırakın ideal bir toplum inşa

etmek, iyiliklerin görece hakim olduğu bir toplum bile kurmak olanaksızdır. Zira günah

olgusu, bunu her zaman engellemektedir. Doğuştan kötü ve günahkar olan insanın iyi ve

erdemli bir toplum kurması beklenemez. Dolayısıyla Hristiyan toplumu uzunca bir süre

insanın günahkar olarak doğduğu, böyle yaşadığı ve bunu bilincinden atamadığı

gerçeğiyle yaşamak zorunda kalmıştır.244 Ancak Pelagianizm engellenemezdi ve onun

Hristiyan dünyada kusursuzlaşabilme inancını sürdürmesinde, Heterodoks akımların

içerisinde ütopyacılığı en fazla taşıyan binyıl fikri etkili olmuştur. Bir diğer adıyla

Millenarianism olan binyılcılık Yahudiliğin Hristiyan ütopyacılığına en çok katkıda

bulunduğu biçimdi. ”Çünkü binyılcılık açıkça eski ahitteki Mesiyanik kehanetlerin bir

* Bilinircilik 243 Kumar, s.29. 244 Kadir Canatan, Din ve Laiklik, İstanbul: İnsan Yayınları, 1997, s. 193.

102

devamı ve genişletilmesidir. Bu, Hristiyanlığın Yahudilikten aldığı dinamik ve

kıyametçi model mirasını çarpıcı bir şekilde gösterir.”245

Peygamberine nisbetle Musevilik şeklinde isimlendirilen semavi dinlerin ilki

olan Yahudilikteki ütopya veya kurtuluş inancını görmeden önce, yukarıda ifade

ettiğimiz binyılcılık düşüncesinin Hristiyan dünyada nasıl algılandığına bakmamız

gerekmektedir. Zira özellikle bugün Hristiyan dünyada geleceğe ait bir ideal toplum

fikrinin dayandırıldığı temel nokta burasıdır.

Aslında her iki dindeki kurtuluş düşüncesi de Eski Ahit’te yer alan yaratılış

hikayesine dayanmaktadır. Sadece kurtuluş düşüncesi değil, insan, toplum, tarih ve

gelecek imajı da bu hikayeye dayandırılmaktadır. Buna göre insan, Tanrı suretinde ve

benzerinde yaratılmış bir varlıktır. Bu kabulden sonra hikaye Hristiyan ve Museviler

tarafından farklı yorumlanmış ve yorumlanmaya devam etmektedir.246 Gerek

Yahudilikte, gerekse Hristiyanlıkta dünyanın sonu gelmeden önce yeryüzüne inecek bir

Mesih beklentisi vardır. Bazı farklılıklara rağmen, her iki dinin bağlıları da Mesih’in

yeryüzünde “Tanrı’nın Krallığı”nı kuracağına inanmaktadırlar. Hristiyanlıktaki Mesih

inancının ayrıntılarına geçmeden önce, Mesihçilik ile ütopya arasındaki bağlantı

üzerinde durmak gerekmektedir.

Ütopya kavramı her ne kadar karşıt görüşler ve direnişlerle karşılaşmış olsa da

kendisine coşkulu taraftarlar da bulmuştur. Hiç şüphesiz ütopyalar ya bir kaçış

ütopyasıdır ya da bir yeniden inşa ütopyası. ”Eğer kendimize bir hayal dünyası kurmak

suretiyle acı bulduğumuz gerçeklerden kaçma ihtiyacı duyuyorsak bu bir kaçış ütopyası,

yok eğer böyle bir düşünme çabası siyasal ve sosyal eleştirinin gerekli olduğu bir

noktadan itibaren gösterilmeye başlanıyorsa bu bir yeniden inşa ütopyasıdır.

Mesiyanizm de tıpkı ütopya gibi, çağdaş antropolog ve sosyologların bu yönde

yaptıkları vurgudan anlıyoruz ki, siyasi ve sosyal eleştiride pay sahibidir. O ayrıca,

gemi, uçak ve helikopter kargo kültlerinde olduğu gibi hakiki bir süt ve bal hayal

ülkesine kaçmak şeklinde telaffuz edilegelen bir eğilime de sahiptir. Şu gerçeği hiçbir

zaman unutmamalıyız ki bu kaçış hareketi, söz konusu ütopik süt ve bal ülkesinin

245 Canatan, s. 30. 246 Canatan, s. 192.

103

kendisi ortada yokken bile beyaz adam tarafından getirilen malları ve avantajları

içermesinden dolayı sosyal ve ekonomik gelişme nokta-i nazarından özel müspet yönler

de içermektedir. Dolayısıyla o daha “ileri gitmiş” bir medeniyetle temas kurma

sonucunda oluşan yeni gereksinimlerin bir itiraf ve kabul edilmesi anlamına da

gelmekte olup neticede içinde bulunulan gerçeklerden kaçmak ise hem bir eleştirinin

hem de bir yeniden inşanın göstergesi durumundadır. Bir eleştirinindir, çünkü atalardan

devralınan ekonomik gelenekler yetersiz kalmaktadır. Bir yeniden inşanındır,

eskisinden oldukça farklı yeni bir dünyaya, en azından iştiyak duyulmaktadır. Bununla

birlikte şurası bir gerçektir ki tıpkı ütopya gibi Mesihçilik de “sahte, mükemmel ve

kendi kendine yeterli bir evre” inşa etmektedir.”247

Hristiyanlığa baktığımızda onun teolojisinin bir kurtuluş teolojisi olduğunu

görürüz. Buna göre Hz. İsa’nın ilk gelişi Tanrı Krallığının ilk aşamasını oluşturur. Onun

çarmıha gerilmesi ve sonradan dirilmesi ikinci aşamadır. Son aşama ise kıyametten

önce yeniden dönüşü (İsa’nın gökten yeryüzüne inişi) ve Tanrı Krallığının kuruluş ve

tamamlanması ile olacaktır. Başka bir ifadeyle ebedi hayat yeryüzünde başlayacak ve

bu Tanrı Krallığı insanlık dramının sonu olacaktır.248 Görüyoruz ki, Hristiyan anlayışta

Hz. İsa’nın yeniden yeryüzüne gelmesi insanlığın kurtuluşu olacaktır. O gelmeden

insanlık sıkıntılar ve buhranlardan, iç çekişlerden kurtulamayacaktır. ”Ancak Tanrı

Krallığı nihai son değildir. Krallık programının ilk kısmını bin yıllık bir devre

kaplayacaktır. Bu devrede İsa Mesih, kötüleri helak edecek ancak Adem’den miras

alınan günah nedeniyle insanlık henüz mükemmele erişemeyecektir. Yeryüzünde

yaşayanlar, adalette devamlı olarak ilerlemekle ve semavi kahinliğin yardımı sayesinde,

zihinsel bedensel olarak kamil sıhhat elde edinceye kadar tedricen gençleşip

kuvvetlenecekler ve Adem’den miras aldıkları günah ve ölümden tamamen

kurtulacaklardır. Günah, hastalık ve ölümün ortadan kalkması, Allah’ın kamil

standartlarına erişme anlamına gelmektedir.”249 Bu ifadelerden şunu anlıyoruz: İnsan

semavi bir müdahale ve yardım olmadan kusursuzlaşamaz. Onun kusursuzlaşması İsa

Mesih sayesinde olacaktır.

247 Roger Bastide, “Mesihçilik ve Sosyo-Ekonomik Gelişme”, Ali coşkun (ed.), Mesih’i Beklerken içinde s. 90,91. 248 Canatan, s. 194. 249 Canatan, s. 194.

104

Daha önce de ifade edildiği gibi Hristiyan anlayışta insanın kusursuz olmadığı

ve bu sebeple dünyada kendisinin özne durumunda olduğu bir mükemmel toplum

oluşturamayacağı düşüncesi hakimdi. Bu düşüncenin oluşması ve hakim olmasında

Hristiyan tarih görüşünün de etkili olduğunu görmekteyiz. Buna göre tarih bir çürüme

sürecini ifade eder. İnsanlık bir mükemmelliğe doğru değil, hiçbir müdahalede

bulunamayacağı kötülük tohumlarının ekildiği sona doğru gitmektedir. İnsan, tarihi

kendi elleriyle yapan bir özne değildir. Aksine o tarihin bir nesnesi konumundadır. Her

şey Tanrı’nın yönetimi altındadır ve Tanrısal bir plana göre işlemektedir Adem’in Aden

cennetinden yeryüzüne düşmesi ile başlayan bu tarih, yeryüzünde Tanrı Krallığının

kurulması ve Aden cennetindeki durumun yeniden ihya edilmesi ile son bulacaktır.250

Görüldüğü gibi Hristiyanlık bir ütopya düşüncesinin doğmasına zemin

hazırlayacak hemen hemen tüm argümanlara sahiptir. Zaman zaman böyle bir

düşüncenin akamete uğradığını, insanlığın hiçbir şekilde Tanrı’nın desteği ve yardımı

olmadan kurtulamayacağı düşüncesi hakim olsa da –her ne kadar Hristiyan dünyasında

ütopyacı fikirlerin yerleşmesine binyılcılık ya da Mesihçilik anlayışı sebep olsa da ideal

bir toplumun kurulmasında ilahi yardım muhakkak gereklidir- bugün için bile gelecekte

insanların mükemmel bir toplum oluşturabileceği düşüncesinde yine Hristiyan anlayışın

izleri görülmektedir.

4.3. İSLAMİYET VE ÜTOPYA

İslamiyet’i diğer dinlerden ayıran en belirgin özellik tarihi kronolojik

sıralamada diğer dinlerden sonra gelmesi, bir başka deyişle en son semavi din olmasıdır.

Bu bölümümüzde İslamiyet ve Ütopya başlıklı konumuzu en sona almamızda bu özellik

etkili olmuştur. Ayrıca İslamiyet’in son semavi din olmasının konumuz açısından önemi

onun diğer iki semavi din yani Yahudilik ve Hristiyanlık mirasından etkilenme

olasılığıdır. Acaba İslam bu iki dinden ütopik malzemeler almış mıdır? Almış ise buna

kendisinden neler katmıştır? Ya da İslam bu manada tamamen kendine özgü bir şeyler

mi söylemektedir?

250 Canatan, s. 195.

105

Diğer dinlerin ütopik vizyonundan bahsederken de üzerinde durduğumuz gibi

bir dinin ve o dine mensup olanların tarih görüşü söz konusu dinlerin gelecek

tasarımlarını etkilemektedir. Bu İslamiyet için de geçerlidir. İslamiyet’in dünya ve

dünya sonrası yaşam konusundaki görüşleri ve/veya prensipleri onun tarih görüşüne de

anlam kazandırmaktadır.

İslam’ın tarih görüşüne göre tarihsel süreç bazen ileriye bazen de geriye doğru

gitmektedir. İslam’ın, sürecin ileri doğru gitmesiyle ifadeye çalıştığı dünya sonrası

yaşamın kazanılmasına yönelik eylemler iken (dikey ilerleme); İslam, süreci geriye

götüren şeyin ise bu dünyaya bağlanmak (yatay ilerleme) olduğunu ileri sürmektedir.

Ama tecrübeler göstermiştir ki, tarihsel süreçte hakim olan yatay ilerlemedir. Bugün de

insanlık bu eğilimin kurbanı olmuştur.251 Maddi ilerlemenin manevi ilerlemeyi de

sağlayacağı, refahın insanı ve toplumları kurtuluşa ulaştırarak mutluluğa kavuşturacağı

iddiası ile ortaya çıkan modernizmin tarihi süreç içerisinde bunu gerçekleştiremediği

açık bir gerçektir. İslam dini insanlığın başlangıcından bugüne ve dünyanın sonuna

kadar mutlak manada bir mutluluğun, eşitliğin sağlanamayacağını söyler. İlk defa

cennette yaşayan insanın işlemiş olduğu günah sebebiyle ebedi ve mükemmel mutluluk

yurdundan kovulması onun ebedi olarak bu günahla yaşamasını netice vermez. Çünkü o

bu günahından dolayı kendisini yaratan Tanrı’sına tövbe ederek bu günahtan

temizlenmiştir (KURAN 2/37). Artık bundan sonra insanlık bu ilk cennet yaşamına

tekrar dönebilmek için dünyada imtihana tabi tutulacaktır. Ama bu imtihanda bazen

sevinecek, bazen üzülecek, bazen çok daha büyük sıkıntı ve felaketlerle karşılaşacaktır.

Yeter ki bunlar karşısında Tanrı’sını unutmasın ve ümitsizliğe kapılmasın. İşte bu

şekilde davrananlar ilk yaratılıştaki mekanı kazanmak için büyük bir fırsat yakalamış

olurlar. Yani kurtuluşa erenler ancak arınmış olanlar ve Tanrı’nın adını anıp ona

yönelenler olacaktır (KURAN 87/14-15). İslam dini bunlardan anlaşılacağı üzere bu

dünyada bir mükemmellik anlayışına sahip değildir. Onun yegane gayesi bu dünya

hayatından sonraki mükemmellik yurdu olan cenneti kazandırmaktır. Eğer İslamiyet’te

bir ütopik vizyondan bahsedilecekse onu öbür dünyada aramak lazımdır. İslam

kaynaklarında sıklıkla adı geçen ve ayrıntılarıyla betimlenen ebedi mutluluk yurdu

251 Canatan, s. 203.

106

“cennet“te. Aşağıda İslam’ın temel kaynağı olarak kabul edilen Kur’an’daki cennet

tasvirlerinden bir kısmını göreceğiz:

“Cennet, Allah’a saygılı olanlara iyice yaklaştırılır. İşte bu, Allah’a yönelen,

onun buyruklarına riayet eden, kimsenin olmadığı yerde Rahman’dan korkan ve

(Allah’a) yönelmiş bir gönülle gelen sizlere söz verilen yerdir. Oraya esenlikle girin,

işte sonsuzluk günü budur.” (KURAN 50/31)

“Bugün cennetlikler eğlenceyle meşguldürler. Onlar ve eşleri gölgeliklerde,

tahtlara kurulmuşlardır. Orada meyveler ve her istedikleri onlarındır.” (KURAN 36/55)

“İşte bildirilen rızık ve meyveler onlaradır. Nimet cennetlerinde, karşılıklı

tahtlar üzerinde, kendilerine ikram olunur. Baş ağrısı vermeyen, sarhoş etmeyen,

içenlere zevk bahşeden bembeyaz bir kaynaktan doldurulmuş kadehler sunulur.

Yanlarında, el değmemiş, yumurta gibi, bakışlarını yalnız erkeklerine çevirmiş iri gözlü

kadınlar vardır.” (KURAN 37/41-49)

“İşte onlar için altlarından ırmaklar akan Adn Cennetleri vardır. Orada altın

bilezikler takınırlar, ince ve kalın ipekliden, yeşil elbiseler giyerek tahtları üzerinde

otururlar. Ne güzel bir karşılık ve ne güzel bir rahatlık!” (KURAN 18/31)

“(Allah’a karşı gelmekten) sakınanlara kurtuluş, bahçeler, bağlar, göğüsleri

tomurcuklanmış yaşıt kızlar ve dolu kadehler vardır. Orada boş ve yalan söz işitmezler.”

(KURAN 78/31-34)

İslamiyet az önce yukarıda ifade ettiğimiz bu anlayışıyla bir anlamda

modernizme meydan okumaktadır. Çünkü biliyoruz ki modernizm bütün fikriyatı ve

kurumlarıyla insanlığa mutluluk getireceğini vaat etmektedir. Ama bu, tecrübeler

neticesinde sabit bir gerçektir ki; gerçekleşememiştir. İslam’ın sadece dünya için değil

de daha çok ahiret için çalışılması gerektiğine dair olan emri ve tavsiyesi modernizmle

ayrıldıkları en önemli noktadır. İslam bu dünyada Tanrı’nın insanlara verdiklerinin

paylaşılması gerektiğini ve bu sayede toplumsal adaletin mutlak manada olmasa da

sağlanabileceğini söyler. Ayrıca bununla yani paylaşımla insanların öbür dünyada

mükafatlandırılacaklarını hatırlatır. Ancak unutulmamalıdır ki İslam dini, ütopik

107

eserlerde gördüğümüz en önemli özelliklerden biri ve onların en çok eleştirildiği nokta

olan ferdi temayüllerin hiçe sayılmasını hoş karşılamaz. Çünkü İslam insanların

nefislerinin de kendi üzerlerinde hakları bulunduğunu açıkça ifade eder (KURAN

49/11). Aşağıdaki İslam peygamberine ait sözler, bizim buraya kadar söylediklerimizi

özetler ve destekler mahiyettedir:

“Hakikatte, hayırlı nimet şer ve fesat getirmez. Baharın bitirdiği otlardan bir

kısmı vardır ki, o yiyeni öldürür, yahut ölüme yaklaştırır. Lakin yeşil ot böyle değildir.

Onu otlayan hayvan ölüm tehlikesinden beridir. Bu hayvan, o yeşil otu yer, iki böğrünü

şişirerek baharın güneşini karşılar. Kolay tersler ve yine bol bol yer. İşte dünya malı da

yeşil ot gibi caziptir, tatlıdır. Bu nimetlerden yoksula, yetime ve yurdundan ayrı

düşenlere veren zengin Müslüman, ne hayırlı kişidir.” (Sahih-i Buhari, Hadis no: 726)

Üzerinde olduğumuz konuda İslam dinini diğer dinlerden ayıran en önemli

özellik, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bu dinin bir dünya cenneti vaat etmemesidir.

Ayrıca İslam muhayyel bir kurtarıcı beklemememizi bizlere salık vermektedir. İslam’da

gerçek cennet yani kusursuz yaşam ancak “cennet”tedir. Yani yeryüzünde değildir.

Ayrıca insan kendisine has olan eksiklikleri ve zaafları sebebiyle mükemmel olanı

gerçekleştirebilecek durumda da değildir. Zaten İslam’da mutlak mükemmellik Tanrı’ya

aittir. Öte yandan insan kurtarıcı bir Mesih ya da Mehdi bekleyerek tarihin nesnesi

durumuna da düşmemelidir. Gerçekten de Mehdi ve Mesih konusu, Müslümanların

bilincinde diğer iki dinin mensupları kadar fazla yer işgal etmez. 252

Ancak İslam dünyasında çok da ciddi olarak bu meselenin ele alındığı

dönemler ve topluluklar olmuştur. Bunların başında İslamiyet’in itikadi ve ameli açıdan

en büyük iki damarından biri olan Şiilik gelmektedir. Şii inanışa göre on iki imamdan

sonuncusu gaybettedir ve ahir zaman denilen dünyanın sonuna yakın bir zamanda zuhur

ederek dünyayı adalet ile dolduracaktır. Şiiler ya da taraftar anlamına gelen Şia,

kurtuluşun ve ideal İslam cemaatinin yine ancak peygamberi özelliklere sahip

karizmatik bir lider tarafından oluşturulabileceğini söylemektedir. Ve bu önemli görev

için peygamberin kendi öz ailesinin fertlerinden birinin olması kadar daha doğal bir şey

yoktur. İşte bu düşünce çerçevesinde Şiilikte bir kurtarıcı bekleme inancı ortaya çıkmış,

252 Canatan, s. 204.

108

“peygamberin soyundan bir kişinin müminleri kurtaracak bir imam olarak tam

anlamıyla Mesihi önderliğe sahip olduğu” vurgulanmıştır.253

Giriş bölümünde de söylediğimiz gibi acaba İslamiyet’in diğer dinlerden

ütopik vizyon konusunda miras aldığı şeyler var mıdır? Bu soruya olumlu cevap vermek

daha doğru olur kanaatindeyiz. Zira her ne kadar İslam diğer iki semavi dini tahrif

edilmiş olarak görse de bu dinin müntesiplerinin yaşadıkları coğrafi ve sosyokültürel

ortam sebebiyle diğer dinlerin düşünce yapılarından etkilenmiş olmaları doğal

karşılanmalıdır. Her ne kadar İslam dini temel bir görüş olarak bu dünyada kusursuz bir

toplum olamayacağını, ferdin kendisinin bir kurtarıcı beklemeksizin tarihin öznesi

olması gerektiğini ve asıl ideal toplumun ve dinler açısından bakarsak kurtuluşun,

ölümden sonraki alemde mümkün olacağını söylese de İslamiyet’in bir kurtarıcı

bekleme konusunda diğer dinlerden etkilendiğini ve bu çerçevede geniş bir külliyat

oluştuğunu söyleyebiliriz.∗

Son olarak İslami çerçevede Mesihçilik terimini ele almanın konuyu daha da

anlaşılır kılacağını düşünüyoruz. Bu cümleden hareketle İslam’da Mesihçilik,

çoğunlukla, her şeyi ilahi bir rehberlik altında ıslah ve tecdit etmesi yanı sıra onları

değişen şartlara intibak ettirmek amacıyla büyük bir toplumsal dönüşüm başlatmak

üzere “kıyam edecek olan“ ve kimliği önceden tayin edilen önemli bir ahir zaman

şahsiyeti, yani Mehdi hakkındaki inanışları ifade etmektedir. Dolayısıyla İslami Mesihi;

İslami vahyin tüm insanlar için kural olduğu adil bir düzen kuran, hakiki ve bozulmamış

rehberliği getirecek ve insanları kurtaracak inancı tekrar yeryüzüne hakim kılacak bir

şahsiyet olarak tanımlayabiliriz.254

Birçok benzerliklerine rağmen İslami Mesih olarak kabul edilen Mehdi,

Yahudi ve Hristiyan benzerlerinden farklılıklar göstermektedir. Bu farklılığın en

önemlisi ve belki de en ayırıcı olanı, “İslami Kurtuluş Öğretisinin“, kurtarılması

düşünülen günahkar bir insan tasavvur etmemesidir. Özellikle Hristiyanlıkta insanın

günahkar doğduğu, İsa’nın kendisini feda ederek bu günahın kefaretini ödediğine

253 Ali Coşkun, Mehdilik Fenomeni, s. 311. ∗ Bu konuda geniş bilgi için bkz. Ali Coşkun, a.g.e. 254 Coşkun, s. 289.

109

inanılmaktadır. Ancak İslam hiçbir insanın bir başka insanın günahını

yüklenmeyeceğini söyleyerek Hristiyanlığın bu temel teolojik doktrinini

reddetmektedir.

Son olarak İslamiyet’te ya da İslam dinine mensup kitlelerde (hatta tamamına

yakınında denebilir) çok önemli bir yeri olan “Asr-ı Saadet” anlayışına değinmek

istiyoruz. Bilindiği gibi Asr-ı Saadet İslam peygamberi Muhammed’in

peygamberliğinden ölümüne kadar olan zamanı tanımlamak için kullanılmaktadır.

Müslümanlar kendileri için “en güzel örnek”, “alemlere rahmet“ olarak tanımlanan

(KURAN 21/107) peygamberlerinin yaşadığı zamanın en ideal, en güzel, en mutlu

dönemler olduğunu ifade ederek onun yaşadığı çağa bütünüyle mutluluk çağı adını

vermişlerdir. Hatta Müslümanlar bu çağa dönme, bu çağı yeniden ihya etme çabası

içinde olmuşlar, bunun için de çeşitli zamanlarda çeşitli hareketler vücuda

getirmişlerdir. İdeal Ümmet, Asr-ı Saadet anlayışından kaynaklanan bir anlatıma

sahiptir. İşte bu sebeple günümüzün hakim İslami söylemi Asr-ı Saadet modelini

ulaşılması gereken bir hedef olarak göstermektedir.255

Bütün bunlarla birlikte şunu da söyleyebiliriz ki; İslam dünyasında ideal

toplum arayışı, Farabi’nin el-Medine’tül Fazıla’sı yahut İhvan-ı Safa’nın toplum

projesinde de tipik örneklerini sunmuştur. Hatta İslam bilgin ve düşünürlerinin, gerçek

toplumu kendi şartları içinde gözlemeyi ve irdelemeyi ihmal etmeden ideal bir toplum

modeli ve düzeni tasavvur ettiklerini görmekteyiz.256

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi içinde yaşanılan çağdan memnuniyetsizlik

neticesinde ideal ve mutlu bir toplum vücuda getirme düşüncesi geçmişte yaşanmış bir

dönemi tekrar canlandırmayı içeriyorsa bu mitolojik bir nitelik kazanır. Yani denilebilir

ki, İslam ümmeti bu dünyada bir mutlu toplum düzeni gerçekleşecekse bunun ancak

peygamber Muhammed dönemini tekrar ihya etmekle mümkün olabileceğini

düşünmektedir. Bu anlamda Müslümanların mitsel bir ütopik vizyon sahibi oldukları

söylenebilir Aksi takdirde rahatın, mutlu bir yaşamın bu dünyada mutlak manada

gerçekleşemeyeceğini, bunun için bu dünyada Tanrı’nın insanları tabi tuttuğu imtihanın

255 Mohammed Arkoun, İslam Üzerine Düşünceler, İstanbul: Metis Yayınları, 1999, s. 70. 256 Günay, s. 26.

110

kazanılmasıyla öbür dünyada adına cennet denilen yere kavuşmakla mümkün

olabileceğine inanırlar. Bu da bu dünya için değilse bile muhakkak bir yerde mutlu

yaşam ülkesi olacağına dair ütopik bir görünüm arz etmektedir. Ancak şurası

unutulmamalıdır ki; Müslümanlar da diğer din mensupları gibi bunun bir ütopya

olmadığına aksine Tanrı’nın bir lütfu olarak muhakkak elde edilecek bir yaşam

olduğuna inanmaktadırlar.

Bütün bunlarla beraber İslam dünyasında ideal toplum arayışının yansıdığı

önemli bir eserden söz etmek gerekecektir. Bu da İslam filozoflarından Farabi’nin el-

Medinetü’l-Fazıla’sıdır.

Farabi’nin yaşadığı onuncu asır siyasi ve toplumsal yönden tam bir kargaşa

asrıydı. Buna rağmen ilmi yönden oldukça hareketli bir devir olduğunu söyleyebiliriz.

Farabi böyle bir ortamda kargaşa ve anarşinin içine girmemiş ve ilim elde etmek,

toplumları ve insanları tanımak için çeşitli şehirlere yolculuklar yapmıştır. Farabi’nin

Hamdani emiri Seyfu’d-Devle’nin çağırması üzerine onun yanına gittiğini, onun

yanındayken birçok eser ortaya koyduğunu görürüz. Bu eserlerden biri de Farabi’nin

ahlak, siyaset, sosyoloji ve psikoloji görüşlerini ortaya koyduğu el-Medinetü’l-Fazıla

isimli eseridir.257 Farabi’ye göre mükemmel bir devlet, bir vücut gibi bütün olmalı ve

toplumda yaşayan fertlerin her biri kendi ihtisas alanlarına giren işleri yapmalıdırlar.258

Onun bu konudaki sözleri gayet açıktır:

“Faziletli şehir (devlet) tam sağlıklı bir bedene benzer. Sağlıklı bir bedenin bütün organları, canlının hayatını bütünleştirmek ve onu (öylece) korumak için birbirleriyle yardımlaşırlar. Bir bedenin organları farklı, güç ve yaratılış açısından da birbirlerinden üstündür. Bedende başkan (durumunda) olan bir organ, bir kalp vardır. Öteki organlar da, bu başkandan itibaren (çeşitli) derecelerde sıralanırlar.”259

Farabi’ye göre insanlar mutluluğun ne olduğunu ve bu konuda neler yapılması

gerektiğini kendi başına bilemez, onun bu amaç için bir öğretmene, bir kılavuza ihtiyacı

vardır. Bu sebeple öğretecek ve yönetecek kimselere ihtiyaç vardır. Bu, yönetici olacak

kimselerin de bazı vasıflara sahip olması gerekir. İlk olarak o, yaratılış bakımından bu

257 Farabi, El-Medinetü’l-Fadıla-Felsefi Piyes-, Abdullah Özbek(çev.), Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 1985, s.4,5. 258 Farabi, s. 5. 259 Fahrettin Olguner, Farabi, 3. Baskı, İstanbul: 1999, s. 164.

111

göreve hazır olmalı, sonra da irade ve yetenek açısından. Bu şartların her ikisinin bir tek

kişide bulunması çok zordur. Ancak bu iki özellik ayrı ayrı kimselerde olursa her iki

kişinin yönetici olmasında mahzur yoktur.260

Farabi’nin Müslüman bir düşünür olması doğaldır ki, onun ideal bir devlet

oluşturma gayretinde etkin bir niteliktir. O da tıpkı Platon gibi Tanrı merkezli bir devlet

ve toplum anlayışı ortaya koymuştur, diyebiliriz. Eserinin adından da anlaşılacağı gibi

bir toplum erdemli davranışlar göstermek ile mutluluğu yakalayacaktır. Ancak şunu

önemle belirtmeliyiz ki, Farabi’nin Platon’dan ayrıldığı en önemli nokta onun

yöneticilerin nübüvvet hırkası giyinmiş bir kişi olmasını istemesidir. Platon’da ise

yöneticinin bir filozof olması beklenir.

Son olarak Farabi’nin erdemli şehrinin ilkelerini şöyle sıralayabiliriz:

“Gaye saadettir. Bunun dışında her şey vasıtadır.”

“Saadet makam, mal ve hakimiyetle değil; fakat marifet ve faziletle elde edilir.”

“Topluma ve bütün insanlara saadet! Belli kişi ve zümre için saadet değil.”

“Allah, hayır, sevgi ve adaletten başka gerçek yoktur.”

“Akıl en büyük ilahi vergi, Allah’ın büyüklük ve lütfunun coşkun bir feyzidir.”

“Marifetle fazilet ikizdir. Fesatla marifet, cehaletle fazilet beraber bulunamaz. Fadıl reis olmadan, Fadıl toplum olmaz. Dayanışma ve sevgi olmadan da başarı olmaz. İşte ilahi irade bununla gerçekleşir ve yeryüzünde Allah’ın şehri böyle kurulur.”

“Bir topluma, ancak organları tam ve kusursuz, anlayış ve hafızası kuvvetli, zeki, öğrenmek ve öğretmeyi seven, güzel konuşan, perhize riayet eden, yalandan iğrenen, doğruyu seven kendisine güvenen, Allah’a inanan, adil ve işlerinde sebat eden kimse, başkan olabilir.”

“Faziletlerin en büyüğü, ilimdir.”

“Evvela doğruyu bilmek gerekir, doğru bilinirse yanlış da bilinir. Ama evvela yanlış bilinirse, doğru bilinmez.”261

260 Olguner, s. 164. 261 Farabi, s. 6,7.

112

V. BÖLÜM

TÜRK EDEBİYATINDA ÜTOPYA

Özünde iyi bir yaşam ideali ve mükemmele ulaşmış bir toplum tasavvuru

barındıran ütopyalar farklı biçimlerde algılanır ve üretilirler. Kimilerine göre ütopyalar

toplumun ne yönde gelişeceğine dair hedef gösterir, bu yönde arzu uyandırır yaratıcı

metinlerdir. Kimileri de ütopyayı içinde bulunulan topluma bir eleştiri olarak okur.

Kimisi de onları birer ham hayal, gerçekleşmesi imkansız kurgular olarak

değerlendirmektedir. Ayrıca birbirinden çok farklı türlerin de ütopya olarak

nitelendirildiğini görürüz. Mesela, ”edebi ütopyaların yanı sıra fantezi ve bilimkurgu

türlerinin; ayrıca çeşitli altın çağ mitlerinin, binyılcı inanç ve tarikatların, cennet

mitlerinin, Mehdi ya da Mesih beklentilerinin, komünizm, anarşizim gibi siyasi

ideolojilerin ütopya kavramı çerçevesinde değerlendirildiğine şahit oluruz.”262 Halbuki

bunların tümünü aynı kavramla ifade etmenin bu konuda çizeceğimiz yol haritamızda

bizi çok farklı yerlere götüreceğini söylemeliyiz.

Modern Türk edebiyatında ütopyaları ve/veya ütopya kavramını ele alacağımız

bu bölümde bu kavramı hangi anlamda kullandığımızı belirtmek bize konunun daha iyi

anlaşılması yönünde katkı sağlayacaktır. Daha önceki bölümlerde ütopya üzerine

anlatılanlardan tamamen sapmadan şöyle bir tanım yapabiliriz: ”… Şimdi ve buradan

farklı bir zamanda ve/veya yerde geçen; mevcut düzene açık ya da örtük eleştirel bir

bakış içeren; ana teması bu düzene alternatif bir ideal toplum tasavvuru olan, bu ideal

toplumu zihinde canlandırmaya yetecek kadar ayrıntılandırılmış kurmaca anlatı.”263

5.1. OSMANLI DÖNEMİ TÜRK EDEBİYATINDA ÜTOPYA

Ütopya kavramı üzerine çalışmalar daha çok Batılı düşünürlerin eserlerinden

oluşur ve bu kaynaklara baktığımızda Doğu’da ütopya olmadığına dair bir anlayışla

karşılaşırız. Bu düşüncenin yaygın olarak kabul edildiğini de söyleyebiliriz. Pek tabiî ki

bunun tersini düşünenler de vardır. Doğunun ve batının neresi olduğu ve bunların izafi

262 Engin Kılıç, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Edebi Ütopyalara Bir Bakış, Kitap-lık, Sayı:76, (Ekim 2004), s. 73. 263 Kılıç, s. 73.

113

kavramlar oldukları tartışmasını bir yana bırakacak olursak şunu söyleyebiliriz. ”Hangi

kültürde, coğrafyada üretilmiş olursa olsun, tasavvur ettiği alternatif toplumsal düzenin

gerçekleşmesi umudunu Tanrı, Mehdi/Mesih, mucize, talih gibi insan iradesi dışında

güçlere bağlayan ya da geçmişte yaşanan tecrübelere özlem duygusunu, oraya dönüş

arzusunu içeren eserler gerçek anlamda bir ütopya olarak değerlendirilemez. Buradan

yola çıkarak, bir çevrimsel zaman kavrayışının; mevcut dünyanın Tanrı böyle olmasını

istediği için böyle olduğu düşüncesinin (nizam-ı alem); ya da gelişmenin ancak

geçmişteki ideal duruma dönüşle mümkün olacağı yönlü yaklaşımların hakim olduğu

kültürlerde, belki ütopik unsurlar taşıyan belli eserlere rastlanabilirse de, bir ütopya

“geleneğinin” var olamayacağı açıktır.”264

Osmanlı-Türk kültürünü yukarıda ifade ettiğimiz çerçevede değerlendirirsek

eğer, Osmanlı’da ya da Tanzimat öncesi kültürde bir ütopya geleneğinin olmadığını

rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü Osmanlı toplumunda çevrimsel zaman anlayışının

hakim olduğunu görmekteyiz. Alem Tanrı böyle olmasını istediği için böyledir ve hatta

en güzel şekilde yaratılmıştır. Meydana gelebilecek bir değişim birçok bozulmaya yol

açabilecektir. Böylesi bir felsefenin hakim olduğu toplumdan ütopik fikirlerin hasıl

olması normal şartlarda beklenecek bir tavır olmasa gerek. Ayrıca önemle belirtmeliyiz

ki, Osmanlı toplumu İslam dininin hakim olduğu bir toplum olarak zaten ideal bir

örneğe sahip olduğunu düşünmekteydi. O da İslam’ın Kutsal kitabı Kur’an’da ifadesini

bulan ve İslam peygamberini en güzel örnek ve onun yaşadığı zamanın toplumunu en

hayırlı toplum olarak nitelendiren ayetler çerçevesinde yapılan değerlendirmelerdir. Bir

Asr-ı Saadet anlayışının varlığı ve toplumda işlerin kötüye gittiği her an ortaya

çıkıveren Asr-ı Saadet’e dönüş özlemi bunun çok açık bir göstergesi sayılmalıdır.

Bu nedenlerden dolayı Batı’da meydana gelen gelişmeler ve bu gelişmelerden

etkilenmeler neticesinde birtakım değişikliklere gidilmiş ancak bu askeri yeniliklerle ve

merkezi ordunun güçlendirilmesiyle sınırlı kalmıştır. Ancak yine de bu dönem,

sonrasındaki düşünsel değişimleri etkileme ve ütopik nitelikli eserlerin var oluş ortamını

hazırlama açısından önemlidir.

264 Kılıç, s. 73.

114

Yukarıda ifade edilen durumu açıklamak için modern Türkiye tarihçisi Erik Jan

Zürcher’in Modern Türkiye Tarihi adlı eserinde söyledikleri yardımcı olabilir: Buna

göre 19.yüzyılın başında ana hedef modern bir ordunun kurulması ve böylece merkezi

yönetimi güçlendirmekti. Bununla birlikte yapılan bütün reformlar bu ana amacın

araçları olarak görülebilir. Yeni bir ordunun kurulması para gerektiriyordu, para elde

etmek için yeni bir vergilendirme sistemi gerekliydi ve etkin bir vergi sistemi ancak

güçlü ve etkili bir merkez ve taşra bürokrasisi sayesinde başarılabilirdi. Pek tabi bu

bürokraside iyi yetişmiş eğitimli elemanlara ihtiyaç duyulacaktı. Bu da Avrupalı

eğitimcilerin nezaretinde modern okulların kurulması demekti. Böylece bu kurumlarda

eğitim görenler ilk defa geleneksel eğitim kaynaklarından farklı, Avrupa

aydınlanmasının literatürü ile tanışarak bambaşka bir yapı ile karşılaşmışlardır. Ve 19.

yüzyılın ikinci yarısında ülkenin yaşadığı siyasal ve toplumsal değişimde rol oynayacak

kuşaklar işte bu modern eğitim kurumlarında yetişmişlerdir.265 Bundan sonra Osmanlı

toplumuna yabancı olan ve Osmanlı geleneksel düşüncesinin şiddetle karşı çıktığı, hatta

alafranga züppelik olarak nitelendirdiği bir kültürel Batılılaşma da Osmanlı toplumunun

geleneksel kabuğunu yarmaya başlamıştır.

İşte bütün bu yeniliklerle birlikte, Batı düşüncesinin ürünü olan ütopya

düşüncesinin de Türk edebiyatına girdiğini görüyoruz. Burada ütopya kelimesini en

geniş anlamında kullanmakta fayda var. Zira en azından yirminci yüzyılın başına kadar

yukarıda tanımını yaptığımız anlamda bir ütopya bulamayacağız. Bunun nedenlerinden

biri Tanzimat edebiyatçılarının neredeyse tümünün aynı zamanda bürokrat olmaları, bu

yüzden ütopyaların muhaliflik özelliğini taşımamalarıdır. Ayrıca Batı’yı yakalama bir

hedef haline getirildiğinden ütopik nitelikteki düşüncelerin ideolojilerin hizmetine

girmesi bunun bir başka nedeni olarak karşımıza çıkmaktadır.266

Osmanlı dönemi ütopyalarından ilk zikredeceğimiz eser, Ziya Paşa’nın

Rüya’sıdır. Ziya Paşa bu eserinde Sultan Abdülaziz’e yönetim biçimi hakkında

tavsiyelerde bulunur. Paşa’nın bu eseri Abdülaziz’e bir meclis oluşturmasını telkin

ederek ütopyalara kapı açması bakımından zikre değerdir. Zira meclis; Sultan

265 Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 18. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2004, s. 64,71. 266 Kılıç, s. 74.

115

Abdülaziz, Osmanlı toplumu ve siyasal yapısı için modern bir kurumdur. Abdülaziz’in

meclisin ayrılıkçı düşüncelere yol açacağı yönündeki kaygılarını ise Ziya Paşa bu

tehlikenin ilimler ve eğitim ile engelleneceğini, ama bunun için önce hürriyet

gerektiğini söyleyerek giderir.267

Bu bağlamda daha ciddiye alınması gereken eser ise Namık Kemal’in 24 Nisan

1872 tarihinde gördüğünü söylediği Rüya’sıdır. Namık Kemal’in meşhur rüyası “1289

Yılı Saferinin On Dördüncü Gecesi Görülmüş Bir Rüyadır” başlıklı risalesinde

anlatılmıştır. Rüya Namık Kemal’de “Hugo tesirinin başladığı ve muhayyilesinin

tabiattan ve eşyadan gelen ihsaslara açıldığı ve kim bilir nasıl bir tesirle Avrupa’da

görmüş olduğu resim ve plastik sanat eserlerinin hatırasının tazelendiği eserdir.”268

Namık Kemal’in bu eseri daha sonraki eserleri üzerinde etkili olmuştur. Eseri kimileri

gelecekten haber veren bir kahinin sesi olarak görür. Hamdullah Suphi Tanrıöver

bunlardan biridir: ”Benim neslimin çok iyi bildiği Rüya isimli eseri, üzerimizde, kahinin

yarınki kıymetleri haber veren sesi gibi tesir etmişti. Unutabilir miyim?” 269

Namık Kemal bir akşamüstü Boğaziçi’nde denize nazır bir köşke misafir

olarak gider. Pencerenin köşesine oturarak denizi seyre dalar. Nihayet yavaş yavaş

güneş batar, etraf kararır. Kemal:

“Ya Rab, bu perde-i zalam içinde acaba kaç mazlumun kanı dökülüyor da senden başka kimse görmüyor!”

gibi düşüncelere dalmış iken bir fırtına kopar. Bu hengameden bunalan yazar odanın

içerisinde bir köşeye çekilerek uyuyakalır. Yazar rüyasında kendini kalabalık bir

sahrada bulur:

“Etrafıma baktım, ebna-yı vatanın nısfından ziyadesi orada içtima etmiş

zannolunabilecek kadar azim bir izdiham mevcuttu.”

O sırada ufukta bulutların arasından bir kız doğrulur ve içinde bulunduğu

bulutu bir yorgan gibi üzerine sarınır. Kemal, bu kızın “Hürriyet” olduğunu hemen

267 Kılıç, s. 74. 268 Ahmet Hamdi Tanpınar, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, 7. Baskı, İstanbul: Çağlayan Kitabevi, 1988, s. 371,372. 269 M. Kayahan Özgül, Türk Edebiyatında Siyasi Rüyalar, Ankara: Akçağ Yayınları, s. 59.

116

anlar. Kız sonradan sinirli bir şekilde orada bulunan kalabalığın üzerine doğru gelerek

topluluğu miskinlikleri, sefillikleri ve zelil durumları için azarlamaya başlar:

“Gerdeninizdeki kayd-ı esareti malik-i cahime teslim etmek için mi saklarsınız?”

“Efkarınızı uyandırmak için ihtiyar ettiğiniz fedakarlık, çarşaflarınızı yıkatmak için sarf ettiğiniz paraya tekabül etmez.”

“Uyuyunuz? Uyuyunuz? Gaflet-i hayatı Hab-ı memata tebdil için bundan kolay tarik yoktur…”

“Ala-meratibihim küçüğünüz büyüğünüze, o da kendi büyüğüne omuzlarını rikab-ı tezellül etmek aranızda umur-ı tabiiyyeden maduddur.”

“Düşününüz ki nazar, maziye masruf olmak lazım gelseydi, Sani-i Hakim alet-i basırayı arkada yaratırdı.”

“Bu alem alem-i terakki iken, evladını kendine faik edemeyen pederler meftuniyete değil, hayr ile yad olunmaya bile layık olamaz.”

“Hurşid-i marifet mağribden doğdu.”

“Nice bir ülfet-i sefalet! Boyunuz iki karış iken hiç olmazsa validenizin kucağında otururdunuz, şimdi üç arşın yükseldiniz, isteyen başınıza çıkıyor.”

“Solucan daima yerlerde sürünür, hiçbirini kaldırıp da kafeste besleyen görülmüş mü? Kimin eteğini öptünüz de başınız lezzet buldu? Kimin yatağına kapandınız da başınız göğe erdi? Dudaklarınız tozlu tozlu çuhalara yapıştıkça şeker mi peyda oluyor? Yüzünüz terli terli sahtiyanlara dokundukça burnunuza misk kokusu mu geliyor?”270

Bu nutuktan sonra Hürriyet olarak temsil edilen kız birden silkiniverir ve

insanlar Osmanlının geleceğini görmeye başlarlar. Bayındır ve zengin şehirlerden, süslü

ve sağlam şehirlerden oluşan bir ülkedir burası. Demiryolları, deniz ve hava taşıtları

durmaksızın işlemektedir. En fakiri bile zamanın padişahından daha müreffeh yaşar; en

zekasız öğrenci zamanın en zengin kütüphanelerinin içerdiğinden daha çok bilgiye

sahiptir. Yönetimde kuvvetler ayrılığı prensibi vardır. Adalet sistemi çok iyi işlemekte,

ama eğitim sayesinde insanlar hukuk kaidelerini içselleştirmişler, böylece adli

kurumlara ihtiyaç kalmamıştır. Düşünce, yayım hakkı ve toplanma hürriyeti tamdır. Her

evde ailelerin ihtiyacını karşılayacak okul, kütüphane, müze, tezgah, mesire gibi yerler

270 Özgül, s. 61,62.

117

ile haberleşme özgürlüğü de olduğu için birer telgrafhane bulunur. Herkes vatanı için

her şeyini feda etmeye hazırdır, ama vatanın buna ihtiyacı yoktur.271 Namık Kemal’in

Rüya’sı konu edindiği ideal yaşamı ayrıntılandırmaması ve yazıldığı dönemden o mutlu

döneme nasıl ulaşıldığı hakkında ipucu vermeyişiyle bir ütopyadan çok fanteziyi

andırmaktadır. Ancak yine de Ziya Paşa’nın Rüya’sından daha fazla ideal toplumu

düşleme bakımından unsurlar içerdiği açıkça görülmektedir. Bu anlamda bir “proto-

ütopya” olarak görülebilir.272

Namık Kemal’in Rüya’sında geleceğin Osmanlı toplumunun tasviri bize

ütopyaların karakteristik özelliklerinden biri olan eğitim yolu ile mükemmeli

yakalamayı hatırlatması bakımından önemli bir ütopik malzeme vermektedir. Ayrıca

Namık Kemal’in Rüya’sını zamanının istibdat ortamından ve uygulamalarından bunalan

bir yazarın bu ortamdan kurtulmaya yönelik düşüncelerinin bir ürünü olarak da

görebiliriz.

Bu bölümde üzerinde durulması gerektiğini düşündüğümüz bir başka eser de

Hüseyin Cahit Yalçın’ın Hayat-ı Muhayyel (1897) adlı hikayesidir. O bu hikayede hayal

dünyasında bir alem kurmaktadır. Onun kurduğu bu hayal alemine kaçışını anlatan eser

aslında elemden hazza kaçış güdüsüyle oluşan geçici bir ruh hali olarak

değerlendirilebilir. Gerçeklerin acı, zor ve çirkin görüldüğü durumlarda insanlar

hoşlanmadıkları bu durumdan kaçışı aramaktadırlar. Ya hayal aleminde bir kaçış ya da

mekansal anlamda bir yer değiştirme. İşte İnsanları bu tür duygulara iten gerekçelerden

birisi de Hüseyin Cahit’in de etkisinde kaldığı düşünülen bir harikalar iklimi kurma,

bunu tahayyülde gerçekleştirmedir.273 Zaten ütopyaların yazılmasında bu eserleri

kaleme alanların ortak özelliklerinden birisi de bu değil midir? Hiç şüphesiz bu soruya

verilecek cevap evet olacaktır, olmalıdır. Zira insan her zaman iyiyi istemiş, kötülükten

uzak kalma ve kötülüğü mümkün olduğunca kendisinden uzaklaştırma güdüsüyle

hareket etmiştir. İnsanlar her zaman için iyi olan, iyilerin olduğu ve kötülüğün iyilikte

boğulduğu bir alem tahayyül etmişlerdir.

271 Kılıç, s. 74. 272 Kılıç, s. 75. 273 Coşkun, Mehdilik Fenomeni, s. 179

118

İkinci Meşrutiyet döneminde; art arda gelen savaşlar ve toprak kayıplarının

fazlalığı, bu sebeple ülkenin geleceği ile ilgili kaygılar, kurtuluşa yönelik acil önlemler

alınması düşüncesini beraberinde getirmiş, 1913-1915 tarihleri arasında ise Türk

edebiyatında o döneme denk görülmemiş çok sayıda ütopya yazılmıştır. Bu eserler bazı

kaynaklarda ütopya olarak adlandırılsalar ve çeşitli yönleriyle ütopik özellikler taşısalar

da giriş bölümünde verdiğimiz ütopya tanımına uygun nitelik taşımazlar. Mesela Ziya

Gökalp’in Kızıl Elma şiiri, Ali Kemal’in Fetret’i, her ne kadar ideal fikirlerin işlendiği

eserler olsa da bir “iyi yaşam tasavvuru“ içermezler. Keza Servet-i Fünun çevresinden

Hüseyin Cahit, Tevfik Fikret, Mehmet Rauf, Halit Ziya gibi isimlerin Abdülhamit

istibdatından kaçarak ya ülke dışında ya da ülke içinde bir yerde rahat yaşayabilecekleri

bir ortam oluşturma hayallerini işledikleri birkaç şiir ve hikaye burada zikredilebilir.

Bunlar yukarıda da değindiğimiz gibi ütopya olmaktan çok birer fantezi olarak

nitelendirilebilirler.274

Bu dönemde ütopya olarak nitelendirilebilecek eserlerden birisi de Halide Edip

Adıvar’ın Yeni Turan isimli romanıdır. Roman 1912 yılında yazılmasına rağmen 1932-

1936 yıllarını anlatmaktadır. Halide Edip bu romanda yaşadığı dönemin hakim zihniyeti

olan milliyetçilik temalarını kullanarak gelecekte Türk toplumunda var olmasını istediği

ideal kurumlardan bahsetmektedir. Bu romanı zamanının ütopik idealleri daha çok

betimleyen bir eseri olarak görebiliriz. Halide Edip, romanında İmparatorluk sınırlarını

kapsayan ancak adem-i merkeziyet fikrine dayalı bir federatif yapı önerir. Bu yapı

Pantürkist olmayan, Türkiye sınırları içinde daha bölgesel ve kültürel bir milliyetçiliği

savunan özelliktedir. Bunun için de Prens Sabahattin’in adem-i merkeziyet fikrini

destekler. Ancak bu federatif devlette hakim unsur Türklerdir. Diğer etnik unsurlar bu

müşterek menfaat içinde biraz fedakarlık yapacaklar, böylece ilerlemeleri ve

kalkınmaları sağlanacaktır.275 Romanın en belirgin özelliklerinden biri geleceğe atıf

yapmadan, geleceğe dair öngörülerde bulunmadan yazıldığı döneme hakim olan Türkler

için “şanlı geçmiş” yaratma eğilimini bünyesinde taşımasıdır. Romanda gelecekle ilgili

“muhalefetteki Yeni Turan Parti’sinin halka sağlık ve tarım eğitimi verilen Cuma

okulları, nüfusu arttırma çalışmaları, ‘Türk olan her şeyi’ yükseltme çabaları ve en

274 Kılıç, s. 76. 275 Zeynep Uysal, “Bir Toplum Projesinin Peşinde Halide Edip Adıvar”, Doğu Batı, Sayı:35 (Şubat,Mart,Nisan 2006), s. 91.

119

önemlisi Türk kadını kurumları ile halk nezdinde büyük bir popülaritesi olduğunu

görürüz.”276 Halide Edip bir kadın olması hasebiyle Türk toplumunda kadının statüsünü

yükseltmenin gerekliliğini romanında sık sık vurgulayarak, uygarlığı ve uygarlığa

meydan okuyacak bir toplumu yaratmanın kadına yüksek değer ve mevki vermekten

geçtiğini ısrarla ifade eder. Halide Edip zamanının Türk toplumunu kötüleyen, aşağı

gören gerek kültürel, gerek siyasi, gerekse dini anlamda eleştiren hakim zihniyet -

içeriden ve dışarıdan- karşısında bir savunma şeklinde anlattığı Yeni Turan ülküsünü ve

devletini şöyle betimlemektedir:

“ …Yeni Turan’ın programı: Geniş bir “adem-i merkeziyet”e, fakat federasyon bağları altında bir kuvvetli noktaya, bir başa, hükümete bağlayacak ortak çıkar ve sevgi. Yeni Turan’ın programını, Yeni Turan’ın esaslarını kabulden başka bizim için bugün bir kurtuluş yoktur. Yeni Turan komşularına ve kafa yetenekleriyle memleket ve topraklarının gelişmesine çalışmaya izin verirken kendi de bütün gücünü Yeni Turan çocuklarının her türlü ilerleyişine, gelişme ve büyümelerine çaba harcayacaktır. Yeni Turan çocuklarının hatta kadın kısmı da dahil olduğu halde hepsinin olgunluk ve mutluluğu için uğraşacaktır. Yeni Turan’ın bundan başka bir görevi var. Yeni Turan, bütün komşularına mutlak bir mezhep hürriyeti vermekle kendisi ilk defa olarak dünyaya İslamiyet’in uygarlığa engel olmadığını ispat edecek. Bugün, bizim yüzümüze uygar Avrupa’nın fırlattığı en büyük “manevi darbe“ nedir? “İslamiyet uygarlıkla bağdaşmaz.“ iddiası değil mi? Ve bunu bize birer birer çöküp giden öbür Müslüman ülkelerini ve bizim Avrupa’daki başarısızlığımızı göstererek, ispata çalışıyorlar. İşte maddi belgeler değil mi? Biz de ona hayır diyeceğiz. Uygarlık aile ocağının kutsallığını, sağlamlığını, kadınların toplumdaki saygıdeğer yeri ve uygar kurumları kabul, değil mi? Peki! İşte yanı başımızdaki ocağımızın asıl bekçileri, anaları, bütün hayat ve çalışmalarımızın arkadaşları, kadınlarımız! İşte okul ve hastanelerimiz; işte yollar ve fabrikalarımız; işte bütün bedensel ve bilimsel ihtiyaçlarını gideren bilginler ve fen adamları, sanatçı, mühendis, makinist, tüccar, her şey, her şeyimiz! Bunları yapmaya görüyorsunuz ya İslamlık hiç engel olmadı. Bakınız Yeni Turan’ın çocukları uygarlığı nasıl taassup ve yalancılık engellerine üstün gelerek yaptı.” 277

Halide Edip bu romanında yukarıda da ifade edildiği gibi zamanının toplumsal

gerçeklerinden tamamen ayrılmadan ve Batı karşısında gerilemiş bir imparatorluğu

kurtarma arzusu ile hareket etmiş ve kendince çözüm yolları üretmiştir. Dikkat çeken

bir başka konu ise geleceğin Türk toplumunda dinin önemli bir rolü olduğuna yapılan

atıftır. İslam dininin geri kalmışlığın en büyük sebebi olarak gösterilmesine karşılık

Halide Edip Yeni Turan’da yer alan bütün güzel iş ve kurumlarda İslam dininin payı

olduğunu açıkça ifade etmektedir. Uysal’ın da belirttiği gibi “Halide Edip’in…

276 Kılıç, s. 76. 277 Halide Edip Adıvar, Yeni Turan, 6. Baskı, İstanbul: Atlas Kitabevi, s. 39.

120

oluşturmaya çalıştığı toplumsal projenin başat unsurlarından birisi din, daha doğrusu

yazarın din algısıdır. Yazılarında vurguladığı gibi onun için medeniyet, “manevi

kıymetlere, maddi ve mekanik kudretler kadar yer vermek”le mümkün olacaktır.”278

Üzerinde önemle durulması gerektiğini düşündüğümüz bir başka eser ise Molla

Davutzade Mustafa Nazım Erzurumi’nin Rüyada Terakki ve Medeniyet-i İslamiyeyi

Rüyet adlı rüya şeklinde tasarlanmış eseridir. Balkan Savaşlarında alınan

mağlubiyetlerin üzüntüsüyle uykuya dalan anlatıcı, rüyasında dört yüzyıl önce yaşamış

dedesiyle dört yüzyıl sonrasına giderler.

İstanbul’un nüfusu on milyonu aşmıştır. Ve görünümü bir hayli değişmiştir.

Boğaziçi harap halinden kurtulmuş ve boğazın her iki tarafına geniş geniş rıhtımlar inşa

edilmiştir. Bu rıhtımların dışında sekiz ila on katlı binalar yapılmış, bu binalar arasında

kalan dağlar düzleştirilerek üzerlerine köşkler inşa edilmiştir. Şehri fabrika bacaları

sarmıştır ve boğazın üzerinde de üç katlı bir köprü bulunmaktadır.279 Bu kitapta o

zamana dek hiçbir ütopyada görülmemiş teknolojik gelişmelerden bahsedildiğini

söylemeliyiz. Bu “alem-i terakki”de parmakla basıldıkça istenilen harfleri sıraya getiren

makineler, her evde bulunan telsiz telgraf aleti, sokaklarda sesli duvar gazeteleri,

duvarları su dolu otellerde uyku makineleri, üç boyutlu canlı fotoğraf aleti, elektrikli

sinematograf cep makineleri, elbise gibi giyilen uçma makineleri, su ve havayla işleyen

motorlar kullanılmaktadır. Girdikleri güzel bahçenin bakımını ödül-ceza yöntemiyle

eğitilen hayvanlar yapar. Zihinleri durgun ve yorgun olanlar, “akıl tedavihanelerinde“

basit bir beyin ameliyatı ile iyileştirilirler.280

Eserde bütün bu gelişmelerle birlikte bugünden bakıldığında totaliter bir düzeni

yansıtan uygulamalarla da karşılaşırız. Mesela:

“İstanbul’un merkezindeki meydanın ortasında kale gibi polis merkezinde şehre girenlerin röntgeni çekilir ve kayda geçirilir, sonra da devamlı takmak üzere bir madalyon verilir. Bu madalyonların üzerinde belli sayıda yıldız vardır ve yıldızların sayısı o kişinin hükümetçe belirlenen itibarını gösterir. Ayrıca herkes ahbaplarına, itibarlarına göre not verir ve defterine yazar. Bir insanın arkadaşının kendisi için verdiği notlar her işinde belirleyici olmaktadır. Yeni doğan çocuklar ailelerinin yanına

278 Uysal, s. 96. 279 Kılıç, s. 77. 280 Kılıç, s. 77.

121

bırakılmaz, “tevlit ve terbiyehane“lerde fenni usullerle yetiştirilir, eğitilir. Ebeveynleri çocuklarını ancak randevuyla görebilirler. Yazarın erken bir “ büyük birader” fantezisi olarak, ama bu kez ürkütme değil imrendirme niyetiyle tahayyül ettiği bir aygıt da şehirdeki herkesin her hareketinin gözlenebildiği devasa “devridaim-i istinsah aynaları“dır. Metin İslami bir eşitlik anlayışını da yansıtır. Hem kadın-erkek eşitliğini sağlamak hem de harem-selamlık kurumunu korumak için her erkeğin bir kadın ortağı olmak zorundadır. Öğleyin saat on ikide bütün şehirde çanlar çalınır, toplar atılır, bütün erkekler için sokağa çıkma yasağı başlar ve iki saat boyunca şehir kadınlara kalır; tüm ticaret, üretim, idare ve benzeri işler kadınlarca yürütülür.”281

Bütün bu anlatılanlardan şöyle bir sonuç çıkartabiliriz. Rüya’da Terakki ve

Medeniyet-i İslamiyeyi Rüyet, grubundaki diğer eserlerden bir yerde farklılıklar

göstermektedir. Bir kere bu eseri en ütopik anlatı olarak değerlendirebiliriz. Zira

tasavvur ettiği gelecekteki toplumu diğerlerinin yapmadığı kadar en ince ayrıntılarıyla

betimlemiştir. Ayrıca okurlar için böyle bir toplum yaratma arzusunu kamçılaması

açısından diğerlerinden ayrılmaktadır. Bir arzu dedik, çünkü yazıldığı döneme göre

oldukça yeni gelişmeler ve insan hayatını kolaylaştırıcı unsurlar yer almaktadır ki,

okurlarından aynı dünya görüşünü paylaşanların böyle bir toplum arzu etmeleri

kaçınılmaz görünmektedir.

Bu bölümde değineceğimiz son eser Yahya Kemal Beyatlı’nın Çamlar Altında

Musahabe’sidir (1913). Yahya Kemal, Robert George Wells’in Zamanı Keşfetmeye

Mahsus Alet isimli romanını okurken uykuya dalar, bir de bakar ki tarih 2187’yi

göstermektedir. “Hikayeyi yatağımda okuya okuya dalmış, zaman içinde ne kadar

merhale katettiğimi unutmuştum. Hemen zaman-nümaya baktım: Tarih 15 Haziran

1595 (miladi olarak 2187’ye karşılık gelir. YEK), birdenbire korktum. Yola devam

etmek için cüretim kırıldı. Bir düğmeye bastım, durduk.” 282

Şair makineden dışarı çıktığında kendisini bir köprünün başında bulur.

Köprünün üzeri insan doludur ve köprü üzerinden uçaklar geçmektedir. Y. Kemal

köprüden geçmek için görevliye para verir ancak görevli bunu kabul etmez. Zira

köprüden geçişler artık ücretsizdir. Şehir çok değişmiştir. Camiler dışında şehrin

İstanbul olduğunu gösterir işaret kalmamıştır neredeyse. Etrafta göz kamaştırıcı yeni ve

büyük binalar vardır. Sarayburnu’da meydanın ortasına bir zafer anıtı ile büyük tarihi

281 Kılıç, s. 77. 282 Özgül, s. 159.

122

şahsiyet ve kahramanların heykelleri dikilmiştir. Şair buradan geçerek bir zatın yanına

gelir ve buradaki limanın ne olduğunu sorar. O da artık ticaretin uçaklarla yapıldığını

söyleyerek, limanın bir hatıra olarak, bir tarihi eser olarak muhafaza edildiğini anlatır.

Bu ilerleme karşısında şaşıran şair bu ilerlemenin iki yüz altmış senede sağlandığını

öğrenir. Seneler önce Sultan Abdülhamid’i tahttan indirenler devletin bekası için bir şey

yapamazlar. Sorunlara çare bulamazlar. Böylece seneler geçer.

“İnkılapçılar artık yorgun, me’yus düştüler. Bir aralık içlerinden biri çıktı. Devletin derdini haber verdi. Hemen hepsi kulak kesildiler. Derdi haber veren vatanperver kahin: Bu dert Maarif Nezaretimiz, daha doğrusu Maarifsizlik Nezaretimizdir, dedi. İnkılabiyyun bu haber hakkında derhal tahkikat yaptılar. Kahinin dediği doğru imiş, derdi dediği yerde buldular. O zamanın Maarif Nezaretini hemen ilga, yerine baştan başa yeniden müteşekkil bir nezaret ikame ettiler. Bu inkılabı müteakip devlet de hemen nekahete yüz tuttu. Herkesin yüzü güldü. İnkılabiyyun sevinçten çıldırıyordu. Yine eski bütçe lakin yeni bir heyet-i maarifle başlayan mektebler inkılabdan on sene sonra ümidin fevkınde semereler verdi. Milletin sıhhati, dimağı, terbiyesi, aile hayatı, sokak ve mahfel hayatı, hayat-ı umumiyesi bu inkılabın yüzü suyu hürmetine tebeddül etti.” 283

Yahya Kemal’in bu rüyası memlekette eğitim sisteminin değişimi ile

memleketin kalkınması ve gelişmesi arasında sıkı bir ilişki olduğunu ifade etmektedir.

5.2. CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRK EDEBİYATINDA ÜTOPYA

Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatına baktığımızda bu dönemin ütopik olarak

nitelendirilebilecek eserlerinin ağırlıklı olarak 1930’lu yıllarda yazıldığını görmekteyiz.

Bunun elbette bazı sebepleri olduğu muhakkaktır. Bu dönemi tanımlayacak olursak en

kısa yol “tek parti dönemi“ olduğunu söylemektir. Bu dönemde bir başka partinin

kurulması ve muhalefet yapacak bir siyasi varlığın bulunma ihtimali yoktur. İdareye tek

bir parti ve onun ideolojisi hakimdir. Rejim de bu durumun bir sonucu olarak hakim

partinin ideolojisine göre şekil alacaktır. İşte bütün bunlar bu dönemde yazılan ütopik

eserlerin muhteviyatını etkilemiştir.284

Bu bölümde ele alacağımız eserlere geçmeden önce şunları söylemenin

konunun daha iyi anlaşılması açısından faydalı olacağını düşünüyoruz. Osmanlı

toplumunda Tanzimat’tan itibaren hatta daha öncesinde II. Mahmut döneminden 283 Özgül, s. 160. 284 Kılıç, s. 79.

123

itibaren Batılılaşma hareketlerinin başladığı, Batılılaşmanın çağdaşlaşma ile aynı

anlama geldiği, mutluluğun ve müreffeh bir yaşamın ancak Batı’nın seviyesine

ulaşmakla mümkün olacağı düşüncesinin hakim olduğu bilinen gerçeklerdir. Batı

dünyasının gerçekleştirmiş olduğu büyük aydınlanma ve sonrasında ulaştığı teknolojik

ve sosyoekonomik ilerleme karşısında Osmanlı, Batı dünyası karşısında gerilediğini ve

yenilgiye uğradığını düşünerek gerek askeri, gerek siyasi, gerek ekonomik ve de

toplumsal pratiklerini değiştirme yoluna gitmiştir. Osmanlı adeta hafızasını silme ve

yeni bir bellek oluşturma eylemine kalkışmıştır. Bu süreçte Batı’nın seviyesini

yakalama ve çağdaşlaşma amacına ulaşma adına birçok fikirlerin ve düşünsel akımların

ortaya çıktığını görürüz. Bunların içerisinde en önemlisi ve de toplumu yeniden

yapılandıracağına inanılan “Batılılaşma” ya da bir başka ifadeyle “Asrileşme”

düşüncesidir. Bu çağdaşlaşma ya da batılılaşma imgelemi Cumhuriyet döneminin

başlamasıyla yerini “ Çağdaş Uygarlık Düzeyini Yakalama “ düşüncesine bırakmıştır.285

Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesine yükseltme ve Batı yörüngesine oturtma

amacı taşıyan bu düşünce, gelenekselci yapıyı reddedip, devrimci bir yapıya kapı

açmıştır. Devrimci bir yapı; çünkü eski değerlerin yeni değerlere dönüşmesi gibi bir

durum söz konusu olmuştur. İşte Cumhuriyet devrine giriş ve onun hemen sonrasında

yapılanların devrim olarak nitelendirilmesi bundandır. Ayrıca cumhuriyetin kurulması

son dönem Osmanlı aydınının ütopyasının gerçekleşmesidir.286 Bu sebeple burada

üzerinde duracağımız iki ütopik eserin, içinde bulunulan topluma bir alternatif

sunmaktan daha çok egemen söylemin meşrulaştırılmasına ve hakim ideolojinin sıkı

sıkıya uygulanmasına hizmet ettiğini görmekteyiz. Yalnızca iki eser üzerinde

durmamızın sebebi diğer eserlerin de aynı yörüngede mesajlar vermesinden dolayıdır.

Onların sadece isimlerini zikretmekle yetineceğiz.

İlk olarak ele alacağımız eser Ahmet Ağaoğlu’nun Serbest İnsanlar Ülkesinde

isimli kitabıdır. Kitap esir olan anlatıcının esir olduğu ülkeden kaçıp Serbest İnsanlar

Ülkesi’ne gelmesiyle başlar. Bu ülke akademileriyle, fabrikalarıyla, ilim ve fen evleriyle

muhteşem bir ülkedir. Burada yaşayan insanlar nazik ve ahlaklıdır. Siyasi partiler

olmasına rağmen aralarında hiçbir çekişme yaşanmaz. İnsanlar birbirleriyle birlik ve

285 Faruk Öztürk “Cumhuriyet ve Ütopya”, Uygur Kocabaşoğlu (ed.) Modernleşme ve Batıcılık, 3. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2004 içinde s. 495. 286 Öztürk, s. 495.

124

beraberlik içerisinde yaşarlar, aralarında dayanışma vardır, zenginler fakirlere yardım

eder ve herkes birbirini sever. Ayrıca eserde Batıcı yaklaşımın izleri de görülmektedir.

Din eleştirisi, Doğu toplumlarının ve ecdadın küçümsenmesi bunun en önemli

kanıtlarıdır. Bu ülkede çağdaş uygarlık düzeyine ulaşıldığı ve insanların müreffeh bir

hayat yaşadığı anlatılır. Bu çağdaş uygarlığa nasıl ulaşıldığına baktığımızda “bu

gelişmenin temelinde bir ideolojinin benimsenmesinin ve sıkı sıkıya uygulanmasının

yattığını görürüz.” Bu sebeple kitaptan dolaylı da olsa, “Bu ideoloji tutarlı ve doğru bir

biçimde uygulandığında bizim ülkemizde bu güzel ülke gibi olur. “ mesajı çıkarmak

yanlış olmayacaktır.287

Cumhuriyet dönemi ütopyaları çerçevesinde ele alacağımız diğer eser ise

Memduh Şevket Esendal’ın Yurda Dönüş adlı hikayesidir. Esendal hikayesinde ideal

ülkesini çok fazla ayrıntılandırmasa da, herkesin toprağa bağlı olarak uyum içinde

yaşadığı bir Türkiye’yi betimlemektedir. Hikaye doktor olduğunu öğrendiğimiz kişinin

uzun yıllar sonra tekrar yurduna dönüşüyle başlar. Ancak geldiğinde çok farklı bir

ülkeyle karşılaşır. Ülke baştan başa, bağlar, bahçeler, tarlalar ve ormanlarla kaplıdır.

Eskinin kıraç, bakımsız ve verimsiz topraklarında eser yoktur.

“Biraz sonra gözümün önünde geniş bir ova açıldı. Yeşilli sarılı bir ova. Ağaçlıklar, gökkavşağına doğru uzanıyor. Bundan önceki geçişimde bu ova, sıcak bir yaz gününün gözleri kamaştıran güneşi altında uzanır çıplak, boş bir ova idi.“ 288

Ülkedeki bahçelerin içerisinde hepsi tek katlı evler vardır. Ve hikayenin

ilerleyen bölümlerinde ülkenin tümünün böyle oluştuğunu görürüz. Ülkedeki bu

değişiklik, toplumsal ve ekonomik düzendeki değişiklikten kaynaklanmaktadır. Bu

değişikliğin en dikkat çekici noktası herkesin mesleği ne olursa olsun toprağa bağlı

olması ve bir meslek örgütü etrafında örgütlenmesidir. Devlet sağlık evleri parasız ve

her türlü kolaylığı sağlar bir şekilde çalışmaktadır. Ayrıca insanların birbirlerine olan

güveninin en üst derecede olduğunu görürüz. ”Konak Yeri“ yazılı bir yer kapısı açık

olarak durmakta ve herkesin rahatça girişine imkan verilmektedir.289 Hikayede ayrıca en

dikkat çekici unsurlardan biri de herkesin halinden son derece memnun olması, eskiden

yapmak için can atılan şeylere artık değer verilmemesidir. Yurda yeni dönen anlatıcı 287 Kılıç, s. 81. 288 Memduh Şevket Esendal, “Yurda Dönüş”, Gödeli Mehmet, İstanbul: Bilgi Yayınları, 1988, s. 150. 289 Esendal, s. 163.

125

samimi bir arkadaşının onun yaptığı geziye adeta burun kıvırması neticesinde çok

şaşırır, hatta çok para kazandığını söylemesine rağmen arkadaşı ne kadar kazandığını

bile sormaz. Bütün bunlar insanların yaşamlarından çok memnun olduklarını

düşündürür hikayeyi anlatana.290

Bu yeniden yapılanmış memlekette düzenin temel yapıtaşları kooperatifler ve

meslek örgütleridir. Her meslekten insanlar kendi aralarında örgütlenmişlerdir. Bu

örgütlerin dışında kişilerin kendi mesleklerini icra etmesi yasak değilse de imkansızdır.

Memduh Şevket Esendal’ın bu hikayesi bu yönüyle büyük ölçüde dönemin iktidarda

olan partisinin yönetimince öne çıkarılan “köycülük“ ideolojisinin savunusu niteliğinde

görünmektedir. Hikayede dile getirilen özlemlerin gerçekleşip gerçekleşmemesi bir

tarafa, bir kez daha bir ütopyanın var olan düzene muhalif, alternatif bir yaşam biçimi

önermekten ziyade, hakim ideolojiyi benimsetmeye yönelik olduğunu görürüz.291

Sonuç olarak denebilir ki; Türk edebiyatında ütopya olmadığına dair görüşlerin

varlığı bütünüyle yanlış olmasa da, Türk ütopyaları farklı bir açıdan ele alınmaya

ihtiyaç duyar. Her şeyden önce onları gerçek manada ütopyadan ayıran belli başlı

özellikleri sıralamak gerekir. Böylece bu farklı açıyı yakalamak mümkün olacaktır:

1. Türk ütopyalarının tümü modernite ve ilerleme fikrinin ürünü sayılmalıdır.

2. Mevcut düzene açık ya da örtük eleştirel bir bakış içermemek ve bu düzene

alternatif bir ideal toplum tasavvuru geliştirmemekle gerçek ütopik anlayıştan ayrılırlar.

3. Türk ütopyaları ütopyayı bir siyasi projenin “protezi “ gibi görmektedirler.

Bu nedenle Türk ütopyaları çoğunlukla totaliter bir özellik taşımaktadırlar.292

290 Esendal, s. 179. 291 Kılıç, s. 84. 292 Kılıç, s. 86.

126

SONUÇ

Ütopya kavramı genellikle gerçekleşmesi mümkün olmayan, gerçeklikten uzak

siyasi ve toplumsal projeler olarak tanımlanmaktadır. Bununla beraber ütopya, bir

program, kendisi için mücadele edilmesi halinde ulaşılabilecek bir hayal anlamında da

kullanılmaktadır.

İnsanoğlu ilk yaratıldığı andan itibaren hep mutluluk hayalleri kurmuş, “bir

gün” diye başlayan hayallerle kendisini avutmaya çalışmıştır. İnsanlardaki bu arzu

içlerinde bulundukları toplumsal koşulların nasıllığıyla yakından ilgilidir. Ne zaman

işlerin kötüye gittiği görülmüşse hep çok daha iyi, herkes tarafından arzu edilebilir ideal

bir gelecek ve o gelecekte yer alan mükemmel bir toplum tasavvur edilmiştir. İşte bir

edebi tür olarak ütopyaların ve onların bir toplumsal proje olarak kaleme alınmasının

altında yatan en önemli etken budur. Mutluluk arzusu ve ütopya arasında doğrudan

kopmaz bir bağ bulunmaktadır.

Ütopya eserlerine baktığımızda onların hemen hemen hepsinde bazı ortak

özellikler olduğunu görürüz. Bunlar aynı zamanda ütopyaların en belirgin

niteliklerindendir. Rasyonellik, Hümanist duygular, eşitlikçi anlayış, çalışkanlık, ortak

yaşama duyulan yoğun ilgi ve zıtlıkları uzlaştırma ütopik eserlerin çoğunda karşımıza

çıkan ortak özelliklerdir. Bütün bunlarla beraber bilhassa klasik ütopyalar olarak

nitelendirebileceğimiz eserlerde göze çarpan en önemli niteliklerden biri de, içerikten

çok, geleceği arzulanır kılmaları ve geleceğin biçimlenmesinde söz sahibi olmalarıdır.

Bu eserlere baktığımızda yazarlarının böyle bir niyet ortaya koyduklarını görürüz. Yani

klasik ütopya yazarları sundukları toplumsal projelerinin gerçekleştirilebileceğine

inanmaktadırlar. Bundan bazı noktalarda şüphe duysalar da –mesela Thomas More’un

bir kelime oyunuyla yarattığı ve yok-yer anlamına gelen Utopia kelimesinde ve

Campanella’nın Güneş Ülkesi adlı eserindeki bazı şüpheci ifadelerinde olduğu gibi-

onlar yine de çoğunlukla bu düşüncelerinin hayata geçirilebileceğini düşünmüşlerdir.

Bu da yine ister istemez içlerinde bulundukları toplumsal şartların zorlamasıyla

olmuştur.

127

Ütopyalar yazarlarının içinde yaşadıkları toplumsal şartlardan bağımsız

düşünülemezler. Çünkü onlar hoşa gidilmeyen sosyo-kültürel şartlara birer alternatif

olma iddiasındadırlar. İlk çağlardan itibaren insanların bir şeyler kötü gittiğinde

alternatifler üzerinde düşündüğü ve iyi bir gelecek yaratmak için çaba sarfettiği, bu

olmadığı takdirde geçmişte yaşanmış bir altın çağı yeniden diriltme veya o çağa dönme

arzusu taşıdıkları bir gerçektir. Yani isim olarak değilse de bir ihtiyaç olarak ütopyayı

tarihin başlangıcından daha da gerilere götürebiliriz. Ancak bir ütopya geleneğinin

başlatıcısı olarak –her ne kadar o böyle bir iddiada bulunmuş olmasa da- büyük Yunan

filozofu Platon’un ismini ve Devlet adlı eserini zikredebiliriz. Platon’un eserinde ideal

bir devletin ve toplumun nasıl olması gerektiğine dair diyalog tarzındaki konuşmalar

bize rehberlik etmektedir. Elbette Platon’da bu eserini hazırlarken Atina toplumunun ve

devlet sisteminin aksaklıklarından yola çıkmıştır. Aynı ütopya anlayışını bir edebi türe

dönüştüren ve onun isim babalığını yapmış olan İngiliz hümanist Thomas More gibi.

Thomas More bu anlamda bir ütopya geleneğinin başlamasına öncülük etmiş tarihin

önemli bir siması olarak karşımıza çıkar. Onu İtalyan düşünür Tomasso Campanella

Güneş Ülkesi adlı eseriyle takip eder. Onun bu kitabı da elbette kendisinden önceki

diğer iki yazarın fikirlerinden etkilenmiştir. Kronolojik olarak onlardan sonra gelen

Francis Bacon ise Yeni Atlantis’i ile karşılar bizi. İlk üç eserden farklı olarak bilimsel

gelişmenin önemine daha çok vurgu yapmıştır Bacon. Zikrettiğimiz bu eserlerin hiç

şüphesiz zamanın değişen şartları ile, hatta mekansal farklılıklar ile de çok yakından

ilişkisi bulunmaktadır.

Bu eserlere genel bir bakış bize, geleneksel ya da geçmişe ait değerler etrafında

bir toplumsal yapı oluşturulmaya çalışıldığını gösterir. Bu ifade yukarıda söylediğimiz

gibi ütopyaların hoşa gitmeyen toplumsal durumlara alternatif olma özellikleri ile

çelişkili görünse de ve geçmişe ait birçok durumdan farklılıklar gösterse de, bu

toplumların özellikle insanlığın ve insan toplumlarının en önemli realitesi olan dini

yoğun bir şekilde yaşamaları bizce bu yargıyı doğrulamaktadır. Hatta bu eserlerde bir

çok değer ve kurum dini bir renge sahiptir. Evlilik merasimleri, beraber yeme ve içme

esnasında ve sonrasında tanrıya topluca dua edilmesi, dindar olmayan insanların pek

hoş karşılanmaması, yönetici olacak kişilerde muhakkak dindar olma özelliğinin

aranması bunun en önemli kanıtı durumundadır. Ancak, şunu da söylemeliyiz ki, bu

128

eserlerde insanlar istedikleri dine inanırlar ve kimseye bu noktada baskı yapılmaz. Baskı

yapanlar ayıplanırlar. Böylece bu toplumlarda geniş bir hoşgörünün olduğunu

söyleyebiliriz. Bu da bize eserlerin yazıldığı çağlarda Özellikle Avrupa toplumuna

hakim olan dinsel baskıyı hatırlatmakta ve bu durumun eserlerdeki din anlayışına etki

ettiğini göstermektedir. Ayrıca dinsiz bir toplumsal yapının mümkün olmadığı,

olamayacağı gerçeği de bu ütopik eserler aracılığı ile bizlere hatırlatılmaktadır.

Geleneksel ütopyalar olarak da niteleyebileceğimiz bu eserler bir toplum

düzeni önermesi taşımaları açısından pozitif bir değer yüklenmişlerdir. Ancak bu

eserlerin, yani ütopyaların bir antitezi olarak karşılarına çıkan bir başka tür olarak karşı

ütopyalar hiç de pozitif toplum düzenleri vaat etmemektedirler. Yevgeny Zamyatin’in

Biz’i, Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı ve George Orwell’ın 1984’ü hiç de ideal,

arzu edilebilir, güzel ve kusursuz bir toplum projesi sunmamaktadırlar. Zira insanlık

adına ileri sürülen umut dolu iddialar hakkında epey şüpheci olanlar daima vardır.

Bunlar insan doğasının karanlık tarafını ağır basan taraf olarak anımsatmışlardır.

İnsanlar günahkar, düşmüş yaratıklardır. Zayıftırlar ve otorite ve önderliğe gereksinirler.

Kendi eğilimlerine bırakılırlarsa, daima bencil ve saldırgan içgüdülerinin kurbanı

olacaklardır. Bu yüzden söz konusu eserlerde, kusursuz bir toplum yaratma adına

girişilen çabalar sonucunda insanlığın düştüğü kötü durumu gözler önüne sermişlerdir.

Bu eserler bizlere özellikle dinden arındırılmış bir toplumun kendisine

yabancılaşabileceği ve insan için en önemli varoluşsal gereksinim olan anlam

arayışından bu sebeple yoksun bırakılabileceğini anımsatmaktadırlar. Karşı ütopya

olarak nitelendirilen bu kitapların insanlık için en büyük toplumsal mutluluk projesi

olarak sunulan modernizmin hiç de öyle olmadığına dair belirtilerinin çıkması öncesi ve

sonrasında yazılması bunun en önemli kanıtı olarak görülmektedir.

Batı dünyasının ilerlemeci tarih anlayışının ve Avrupa’da ortaya çıkan

aydınlanma hareketin bir sonucu olarak ortaya çıkan modernizm, ölçü olarak insan

aklını almış, kainatın merkezine insan aklını yerleştirmiş ve bunun önderliğinde mutlu

bir toplum vaad etmiştir. Bunu yaparken tanrı öldürülmüş ve onun biz insanlığa

sunduğu dinin artık yeterli olmadığı sonucuna varılmıştır. Din dine ait hemen hemen her

şey bireysel ve toplumsal düzlemden uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. Bunun adına da

129

sekülarizm denmiştir. Ancak bu ideolojinin yılmaz savunucuları da dahil olmak üzere-

özellikle Peter Berger- bir çok insan bunun böyle olmadığını görmüştür. Modernizm

ideolojisinin insanlığı mutluluğa kavuşturacağı iddiasıyla ortaya çıkmasının ardından

yaşanan iki büyük dünya savaşı insanlarda bu anlayışa olan inancı da zayıflatmıştır.

Din yine insanların anlam arayışında yol gösteren kuvvetli bir amil olarak

durmaktadır. Büyük sanayi devriminden sonra makineleşen, hatta robotlaşan insan

günümüzde dinin önemine daha çok inanmakta ve dine daha çok güvenmektedir. Ne

şekilde olursa olsun dine yöneliş hareketleri günümüz dünyasında büyük bir ivme

kazanarak devam etmektedir. Sanayi toplumunun yerini enformasyon dediğimiz bilgi ve

haberleşme toplumuna bıraktığı zamanımızda din hala bireysel ve toplumsal anlam

kazandırma ve bütünleştirme işlevine devam etmektedir. Özellikle dinlerin insanlara bir

kurtuluş reçetesi sunduğu ve bunu ilk zamandan beri çok da iyi ve tatmin edici bir

şekilde yapmaları dinlere olan ilgiyi tekrar canlandırmıştır. Biz dinlerden ve dini

değerlerden uzaklaşmayı ve bir süre bu sebeple bocalamayı bir çocuğun yaramazlığı

olarak değerlendirelim. Söz dinlemeyen yaramaz bir çocuk gibi.

Son olarak ütopyalar söz konusu olduğunda önemli bir başka konu ise onların

okunmasında karşımıza çıkar. Mesela klasik ütopyaları okuduğumuzda belki de

yaşanmışlıklar sebebiyle, artık onların pozitif bir değer taşıyan toplum düzenleri

olmadıklarını görürüz. Sanki biraz totaliter bir toplum örneği olarak karşımıza

çıkmaktadırlar. Acaba onların bu şekilde algılanıyor olması bugün bir ütopya

geleneğinin olmamasının bir sebebi olabilir mi? Sebep ne olursa olsun eskisi gibi ütopik

eserlerin yazılmadığı bir gerçek. Ancak bugün de buna ihtiyaç duymamızı gerektirecek

pek çok neden bulunmaktadır.

130

EKLER

131

EK 1 Ütopya Üzerine Bibliyografik Bir Deneme∗∗∗∗

A. Kitaplar

“ Atıf: Muhayyel Ada, İstanbul: Sanayi-i Nefise Matbaası, 1928, 215 s., 19x13

Ağaoğlu, Ahmet: Serbest İnsanlar Ülkesinde, İstanbul: Sanayi-i Nefise Matbaası, 1930

Eflatun (Platon): Devlet [3 cilt], Çev.: Aziz Erhat, Ankara: Maarif Vekaleti, 1942-1944

Eflatun (Platon): Timaios, Çev.: Erol Güney-Lütfı Ay, Ankara: Maarif Vekaleti, 1943, 143

s., 19 cm

Huxley, Aldous: Yeni Dünya, Çev.: Orhan Burian, Ankara: MEB, 1945, 334 s,18 cm

Orwell, George: Hayvan Çiftliği, Çev.: Halide Edip Adıvar, Ankara: Maarif Vekaleti, 1954,

112 s., 20 cm

Bacon, Francis: Yeni Atlantis, Çev.: Hamit Dereli, Ankara: Maarif Vekaleti, 1957, 61 s., 18

cm

Orwell, George: Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, Çev.: V.Turhan-S.Tonguç, İstanbul, Işık,

1958, 248 s., 17 cm

More, Thomas: Ütopya, Çev.: Sebahattin Eyüboğlu-Mina Urgan-Vedat Günyol, İstanbul:

Çan, 1968, 197 s.

Yazgan, Mustafa: Monark: Ütopia, Ankara: [y.y.] (Baylan Basımevi), 1970, 475 s., 22 cm

Engels, Friedrich: Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, Çev.: Öner Ünalan, Ankara: Sol,

1970, 110 s., 19 cm

Beer, Max: Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Tarihi, Çev.: Galip Üstün, İstanbul: May,

1970(?), 656 s., 20 cm

∗ Birgül Koçak, “ Türk Düşüncesinde ‘Ütopya’ : Bibliyografik Bir Çalışma”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi, Sayı: 11, 2006, s. 121.

132

Hançerlioğlu, Orhan: Düşünce Tarihi, İstanbul: Remzi, 1970, 365 s., 24 cm

Bradbury, Ray: Fahrenheit451, Çev.: Reha Pınar, İstanbul Okat, 1971,151 s.,18 cm

Dilaçar, Agop: 900. Yıldönümü Dolayısıyla Kutadgu Bilig İncelemesi, Ankara: TDK, 1972,

203 s., 24 cm

Çernişevski, Nikolay Gavriloviç: Nasıl Yapmalı, Güneş Bozkaya, İstanbul: Yar, 1972, 586

s., 20 cm

Göktürk, Akşit: Ada, İstanbul: Adam, 1973, 182 s., 19 cm

Campanella, Tommaso: Güneş Ülkesi, Çev.: Vedat Günyol-Haydar Kazgan, İslimimi Çan,

1974, 143 s, 20 cm

Ertuğrul, Gülden: Aldous Hıvdey'in Ütopik Dünyası, Erzurum: Atatürk Üniversitesi Edebiyat

Fakültesi Yayınları, 1977,186 s., 24 cm

Huxley, Aldous: Ada, Çev.: Seniha Akar, İstanbul: Yol, 1983, 347 s., 20 cm

Urgan, Mina: Edebiyatta Ütopya Kavramı ve Thomas More, İstanbul: Adam, 1984,114 s.,

24 cm

Bezel, Nail (der): Yeryüzü Cennetleri Kurmak: Ütopyalardan Seçmeler, İstanbuk: Say,

1984, 235 s., 20 cm

Owen Gregory (ve öte.): Yeryüzü Cennetlerinin Sonu: Ters Ütopyalar, Çev.: Nail Bezel,

İstanbul: Say, 1984, 247 s., 20 cm

Dalos.György: Bindokuzyüz Seksenbeş Tarihsel Bir Araştırma, Çev.: Ender Ateşman,

İstanbul: Alan, 1984, 133 s., 19.5 cm.

Batur, Enis: Estetik Ütopya, İstanbul: Bilim Felsefe Sanat, 1987, 112 s, 19 cm

Zamyetin, Yevgeni: Biz, Çev.: Füsun Tülek, İstanbul: Ayrıntı, 1988, 157 s., 20 cm

133

Popper, Kail R.: Açık Toplum ve Düşmanları 1: Platon, Çev.: Mete Tuncay, İstanbul Remzi.

1989, 361 s., 24 cm

Eflatun (Platon): Kritias, Çev.: Erol Güney-Lütfı Ay, Ankara: M.E.B., 1989, 34 s., İH cin

Havemann, Robert: Yarın: Sanayi Toplumu Yol Ayrımında Eleştiri ve Gerçek Ütopya, çev: Erol

Özbek, İstanbul, Ayrıntı, 1990,194 s., 20 cm.

Mühlestein, Hans: Proleter Ütopya ve Marksist Hümanizm, Çev.: Vedat Günyol. İstanbul:

Logos, 1990, 70 s, 20 cm

Frankel, Boris: Sanayi Sonrası Ütopyalar, Çev.: Kamil Durand, İstanbul: Ayrıntı, 1991,

288 s., 22 cm

Mourgeon, Jacques: İnsan Hakları, Çev.: Alev Türker-Ayşen Ekmekçi, İstanbul: İletişim,

1991, 131 s., 19 cm

Piercy, Marge: Zamanın Kıyısındaki Kadın, Çev.: Füsun Tülek, İstanbul: Ayrıntı, 1992, 365

s., 20 cm

Atwood, Margeret: Damızlık Kızın Öyküsü, Çev.: Sevinç-Özcan Kabakçıoğlu, İstanbul:

Afa, 1992, 352 s., 20 cm

Şenel, Adam: Ozmos Kronos, İstanbul: Ayrıntı, 1993, 145 s., 20 cm

Le Guin, Ursula K.: Hayaller Şehri, Çev.: Meltem Toyga, İstanbul: İmge, 1994, 252 s., 20

cm

Gültekin, Hasret: Ütopyalar Ülkesinin Ateş Hırsızı, İstanbul: Ütay, 1994, 92 s., 24 cm

Callenbach, Ernest: Ekotopya: William Weston'un Defterleri ve Haberleri, Çev.: Osman

Akınhay, İstanbul: Ayrıntı, 1994, 215 s., 20 cm

Owen, Robert: Yeni Toplum Görüşü, Çev.: Doğan Şahiner, İstanbul: Yapı Kredi, 1995, 193

s., 21 cm

134

Le Guin, Ursula K.: Karanlığın Sol Eli, Çev.: Ümit Altuğ, İstanbul: Ayrıntı, 1995, 254 s.,

19 cm

Fourier, Charles: Geleceğin Aşk Dünyasından, Çev.: Oğuz Özügül, İstanbul: Pencere,

1995,196 s., 19,5 cm

Suits, Bernard: Çekirge: Oyun, Yaşam ve Ütopya, Çev.: Süha Sertabiboğlu, İstanbul: Ayrıntı,

1995, 208 s.

Lefebvre, Henri: Yaşamla Söyleşi: Sosyalizm, Günlük Yaşam ve Ütopya Üstüne, Çev.:

Emirhan Oğuz, İstanbul: Belge, 1995, 77 s., 20 cm

Weldon, Fay: Darcy'nin Ütopyası, Çev.: Ayşe Düzkan, İstanbul: Afa, 1995, 276 s., 20 cm

Meriç, Cemil: Saint-Simon: İlk Sosyolog, İlk Sosyalist, İstanbul:İletişim,1995,159 s., 19.5

cm

Roloff, Bernhard-Georg SeeBlen: Ütopik Sinema: Bilim-Kurgu Sinemasının Tarihi ve

Mitolojisi, Çev.: Veysel Atayman, İstanbul: Alan, 1995, 372 s., 20 cm.

Mimaroğlu, İlhan: Yokistan Tasarısı, İstanbul: Pan, 1997, 64 s.

Anderson, Perry: Marksizmde Tartışmalar: Tarih, Ütopyalar ve Stratejiler (Untıı». Çev.:

Ahmet Özdemir, İstanbul: Göçebe, 1998, 296 s, 20 cm

Cioran, Emil Michel: Tarih ve Ütopya, Çev.: Haldun Bayrı, İstanbul: Metis, 1999. 115 s, 20

cm

Engels, Friedrich: Sosyalizmin Ütopyadan Bilime Gelişmesi, Çev.: İsmail Yarkın- M A. İnci,

İstanbul: Inter, 1999, 156 s., 20 cm

Le Guin.Ursuia K.: Mülksüzler, Çev.: Molla Mustafaoğlu, İstanbul: Metis, 1999, 348, s., 18

cm

Karakuyu, Reşat: Ütopya: Mistik Masal Dünyası, İzmir: Reş-Kar, 2000, 384 s , ,20 cm

135

Soykan, Ömer Naci: Müziksel Dünya Ütopyasında Adorno ile Bir Yolculuk, İstanbul: Bulut,

2000, 104 s., 19.5 cm

Nozick, Robert: Anarşi, Devlet ve Ütopya, Çev.: Alişan Oktay, İstanbul: Bilgi Üni.Yay.,

2001,428 s., 24 cm

Tıırhanlı, Halil: Ütopyanın Sesleri, İstanbul: Çiviyazılan, 2001, 204 s., 22 cm

Morris, William: Hiçbiryerden Haberler, Çev.: Bahadır Sinan Şener, Kerem Karaerkek,

İstanbul: Kaos, 2002, 324 s.

Morris, William: Gelecekten Anılar: Bir Huzur Çağı: Ütopik bir Romanstam Bölümler,

Çev.: Ekin Bodur, İstanbul: Ayrıntı, 2002, 270 s., 20 cm

Yürükoğlu Rıza : Sovyet Deneyinin Dersleri: Ütopik ve Bilim-dışı Sosyalizm, İstanbul:

Alev, 2002, 239 s., 24 cm

Argın, Şükrü: Nostalji ile Ütopya Arasında, İstanbul, Birikim, 2003,428 s., 20 cm

Frankl, George: Halı Uygarlığı: Ütopya ve Trajedi, Çev.: Yusuf Kaplan, İstanbul Açılım,

2003. 320 s., 22 cm

Sarcey-Michelet , Riot-Bouchet-Thomas-Picon-Antoine: Ütopyalar Sözlüğü, Çev Turhan

Ilgaz, İstanbul: Sel, 2003,288 s., 22 cm

Dinçmen, Kriton: lltopia'ya Topos Ararken, İstanbul: Arion, 2003, 80 s., 20 cm

Şenel, Adam: Trlcamlregenos Ütopyasında Evlilik Hayatı, İstanbul: İmge, 2003, ') I s , ,'(l ı ııı

Buck-Morss, Susan: Rüya Alemi ve Felaket: Doğuda ve Batıda Kitlesel Ütopyanın Tarihe

Karışması, Çev.: Tuncay Birkan, İstanbul: Metis, 2004, 379 s., 24 cm

Sevinç, Akın: Ütopya: Hayali Ahali Projesi, İstanbul: Okuyan Us, 2004,179 s.,23 cm

136

Yalçınkaya, Ayhan: Eğerden Meğere: Ütopya Karşısında Türk Romanı, İstanbul:

Phoenix, 2004,403 s., 19 cm

Mannheim, Karl: İdeoloji ve Ütopya, Çev.: Mehmet Okyayuz, Ankara: Epos, 2004, 336

s., 20 cm

Kolektif [ Ed.Halil Gökhan]: Ütopya, İstanbul: Cem, 2004, 126 s., 20 cm.

Kutvan, Ali Bülent: Ütopya: Denemeler, İstanbul: Index, 2004, 126 s., 19 cm

Atwood, Margaret: Antilop ve Flurya, Çev.: Dost Körpe, İstanbul: Oğlak, 2005, 396 s.,

19,5 cm

Yıldırmaz,. Yasemin Temizarabacı: Ütopyanın Kadınları Kadınların Ütopyası,

İstanbul: Sel, 2005,133 s., 20 cm

Wilson, Peter Lamborn: Korsan Ütopyaları, Çev.: Yurdakul Gündoğdu, İstanbul: Aykırı,

2005, 208 s., 20 cm

Usta, Sadık (der.): Sparta'da Mükemmel Toplum: Likurgos Yasaları, İstanbul: Kaynak,

2005, 115 s., 20 cm

Kumar, Krishan: Ütopyacılık, Çev.: Ali Somel, İstanbul: İmge, 2005, 190 s., 20 cm

Mattelart, Armand: Gezegensel Ütopya Tarihi: Kehanetsel Kentten Küresel Topluma, Çev.:

Şule Çiltaş, İstanbul: Ayrıntı, 2005,424 s., 20 cm

Kolektif: Antikçağ Ütopyaları: Plüton'dan Jambulos'a, Çev.:Sadık Usta, İstanbul: Kaynak,

2005, 212 s., 20 cm

Kumar, Krishan: Modern Zamanlarda Ütopya ve Karşı-Ütopya, Çev.: Ali Galip, İstanbul:

Kalkedon, 2006, 24 cm

137

B. Makaleler

Durant, Will: "François Bacon", Fikir Hareketleri, İstanbul, 8 (185-190), 1937, 94-95

Tanrıkut, Hasan: "Durumlar Ahlakı, Siyaset, İdealist, Ütopist, Ahlaki Şahsiyet, İlmin Ahlak",

Hamle, Edebiyatta, Sanatta, Fikirde, İlimde, İstanbul, 1 (5), 19-10, ,") 30

Kessler, Martin: "İktidar ve Mükemmel Devlet, Orvvell'in 1984 ve Huxley'in YENİ Dünya

Eserlerinde Aksettirdikleri Hayal Kırıklıkları Üzerine Bir İnceleME", Çev: Mete

Tuncay, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi , Ankara, 14 (1), l')V), 221-232

Batuhan, Hüseyin: "Sosyal Öğretilerde Mythos ve Utopia", Felsefe Arkivi, İstanbul, 13,

1962, 86-102

Eyüboğlu, Sabahattin-M. Ali Cimcoz: "Devlet-Önsöz", [Eflatun, Devlet, İş Banka&ı Kültür

Yayınları, 1962, içinde], 5-14

Hançerlioğlu, Orhan: "Bilinmeyen Ülke", Varlık, İstanbul, 30 (595), 1963,4

Urgan, Mina: "Utopia", Yeni Ufuklar, İstanbul, 13 (146-147), 1964

Fındıkoğlu, Z. Fahri: "Thomas More", Sosyalistler: 3, Türkiye Harsi ve İçtimai Araştırmalar

Derneği, Fakülteler Matbaası, İstanbul, 61, 1964,16 s.

Fındıkoğlu, Z. Fahri: "Campanella", Sosyalistler: 4, Türkiye Harsi ve İçtimai Araşırmalar

Derneği, Fakülteler Matbaası, İstanbul, 63,1964, 16 s.

Fındıkoğlu, Z. Fahri: "Bacon", Sosyalistler: 5, Türkiye Harsi ve İçtimai Araştırmalar

Derneği, İstanbul, 64,1964, 16 s.

Fındıkoğlu, Z. Fahri: "Saint-Simon", Sosyalistler: 8, Türkiye Harsi ve İçtimai Araştırmalar

Derneği, İstanbul, 67,1964,2s.

Ay, Behzat: "Ütopyacılık Değil, Gerçekçilik Gerek", Varlık, İstanbul, 650, 1965

Günyol, Vedat: "Campanella", Yeni Ufuklar, İstanbul, 13 (156), 1965, 9-15

138

Eliçin, Emin Türk: "İki Ütopyacı: Pestalozzi, Saint Simon", Eylem, İstanbul, 14, 1965

Vexliard, Alexandre: "Utopia'nın Psikolojisi", Araştırma, Ankara, 5, 1967, 63 -116

"[Dergilerden | Ütopik Şehircilik Çalışmaları]", Mimarlık, 5 (46), 1967, 31-35

More, Thomas: "Ütopya", Yeni İnsan, İstanbul, 7 (83), 1969, 12-13 11 ye, Northrop:

"Edebiyatta Ütopya Türleri", Çev: Akşit Göktürk, Türk Dili, Ankara, 23(234),

1971,510-531

Ö.S.: "Köy-Kent Ütopyası", Bayrak, Ankara, 24 (761), 1977,10-15

Alsaç, Üstün: "Düşünsel Mimarlık: Rönesans Ütopyaları Aracılığıyla Bir

Örnekleme", ODTÜ Mimarlık Fakültesi Dergisi, Ankara, 4 (1), 1978, 31-52

Gürel, İnci: "Yıllar Boyunca Ütopyalar", Varlık, İstanbul, 46 (871), 1980, 14-15

More, Thomas: "Utopia", Çev: Sabahattin Eyüboğlu-Mina Ugan-Vedat Günyol, YAZKO

Çeviri, İstanbul, 1 (2), 1981, 182-183

Işın, Ekrem: "Jöntürk İdeolojisinin Türk Romanına Etkileri: Mizancı Murad Bey ve

Toplumsal Ütopyası", Sanat Olayı, İstanbul, 5,1981, 74-77

Batum, Oya: "İngiliz Yazınında Yeni Gerçekçilik Akımı (1930-1940) ve George Orwell",

Türk Dili, Ankara, 43 (355),1981,l-9

Bloch, Ernst: "Utopia ve Madde", Tan, Ankara, 5, 1982, 101-103

Orvvell, George: "Bin Dokuz Yüz Seksen Dört", Çağdaş Eleştiri, İstanbul, 3 (2),1984, 36-

38

Sturua, Melor: "George Orwell'in Kehaneti Nerede ve Nasıl Gerçekleşiyor? [Bin Dokuzyüz

Seksen Dört Adlı Romanı Üzerine]", Yarın, Ankara, 36,1984,4-6

Ağaoğulları, Mehmet Ali: "Klasik Ütopyalar: Özgürlükten Despotizme", Ankara

Üniversitesi Basın-Yayın Yüksekokulu Yıllığı, Ankara, 8, 1983-1985, 23-41

139

Belge, Murat: "'1984' Yazarı George Onvell", Milliyet Sanat, İstanbul, 87, 1984,18

Perinçek, Doğu: "Havemann'da Ekolojik Kriz ve Ütopya", İktisat, İstanbul, 253,1985, 8-22

İpşiroğlu, Zehra: '"Yalnız Adam' Thomas More", Çağdaş Eleştiri, İstanbul, 4 (2), 1985,58

Barlas, Orhan: "'Anti-Ütopya' '84' Adlı Film Üzerine" , Varlık, İstanbul, 52 (933), 1985,

24-25

Urgan, Mina: "'Ütopya' Üzerine [Anılan ve Çeşitli Konulardaki Görüşleri Hakkında Bir

Konuşma]", Düşün (Bizim Belde Toplum Sanat), İstanbul, 13,1985, 3-5

Sakman, Erdoğan: "Bacon, Francis 1561-1626 İngiliz Filozof, Bilim ve Teknik, Ankara, 19

(219), 1986, 36

Mumford, Levvis: "Ütopya Karşısında Venedik", Çev.: Fatma Karaören, Defter, İstanbul,

i, 1987,38-48

Özgül, Metin Kayahan: "Bir Ütopya Taslağı: Hayat-ı Muhayyel", Türk Dünyası

Araştırmaları, İstanbul, 53, 1988, 133-160

Somay, Bülent: "Zamyatin'in 'Biz'i Biz miyiz?", [Yevgeni Zamyatin, Biz, İstanbul Ayrıntı,

1988, içinde], 5-13

Lowy, Michael: "Marksizm ve Ütopik Görüş", Çev: Murat Paker, Birikim, İstanbul:, 4,

1989,13-17

Aytaçlar, Semih: "Marksizm: 'Cognitive (Bilişsel)' ya da 'Ütopik' Talepler", Birikim,

İstanbul, 5, 1989, 32-37

Bezel, Nail: "Ütopyalar, Karşı Ütopyalar", Milliyet Sanat, İstanbul, 216, 1989, 2-7

Negt, Oskar: "Ütopya ve Emek", Uluslararası Dünyada Sosyalizm Konferansı (X..

Yugoslavya, 21-26.10.1985), İstanbul, 1989, 270-292

140

Köker, Eser: "Klasik Ütopyalarda Kadınların Yaşayışlarının Biçimlendirilmesi ve Ütopyacı

Gelenek", Ankara Üniversitesi Basın-Yayın Yüksekokulu Yıllığı, Ankara, 1989-

1990, 333-349

Akdemir, Müslim: "Toplum Felsefesi Açısından Ütopyalar", Yönelişler, İstanbul, 45,

1990,42-43

Laçiner, Ömer: "Saygın ve Çilekeş Bir Bilgenin Eko-Sosyalist Ütopyası", Birikim, İstanbul,

15, 1990,48-50

Ağaoğlıı, Adalet: "Ütopyalar: Ötekilerin Çiçekleri", Milliyet Sanat, İstanbul, 238, 1990.4-6

Küçük, Mehmet: "ideoloji ve Ütopya Arasında: İki Farklı Siyaset", Birikim, İstanbul, 25,

1991.58-64

Soykan, Ömer Naci: "Ütopyalarda Sanat-Toplum İlişkisi", Felsefe Dünyası, Ankara: 1, 1991,

31-37

Bjeduğ, Murat: '•Yeniden Ütopya", Birikim, İstanbul, 41, 1992, 87-89

Meriç, Cemil: "İdeoloji ve Ütopya" [Sosyoloji Notları, 1968-69 Ders Yılı, İstanbul: İletişim,

1993, içinde], 205-210

Meriç, Cemil: "Ütopya ve Ütopyacılar" [Sosyoloji Notları, 1968-69 Ders Yılı, İstanbul:

İletişim, 1993, içinde], 210-215

Ziyalan, Mustafa: "Ütopya Ötesi: Hipertekst", Varlık, İstanbul, 59 (1028), 1993, 12-13

Baş, İ. Melih: "Boris Frankel Tarafından Yazılan ve Kamil Durand Tarafından Çevrilen

'Sanayi Sonrası Ütopyalar' Adlı Eseri Üzerine", Denetim, Ankara, 8 (79), 1993,40

Kaynardağ, Arslan: 'Türk Yazın ve Düşünce Tarihinde Ütopya", Varlık, İstanbul, 59 (1025),

1993,12-13

Oskay, Unsal: "Ütopyan Düşünce ve Distopian Düşünce ya da Batılılaşmanın Yolunun

Açıldığı Toplumlarla Açılamadığı 'Doğulu' Toplumlar", Varlık, İstanbul, 59

(1025), 1993, 6-8

141

Lapouge, Gilles: "Ütopya ve Olanaksızın Kaygan Yeri", Çev: Filiz Nayır Deniztekin, Varlık,

İstanbul, 59 (1025), 1993, 2-5

Desroche, Henri: "Ütopyalar Geçidi", Varlık, İstanbul, 59 (1025), 1993,14-18

Stelo, Ignacio-Gül Işık Neyire: "Yeni Dünya Düzen(sizliğ)i ve Kültür: İspanyol Siyaset

Bilimcisi Ignacio Stelo: 'Günümüzde Aydının İşlevi Ütopya Kuruculuğu Değil

Felaket Tellallığıdır' [Söyleşi]", Milliyet Sanat, İstanbul, 306, 1993,16-18

Uçarol, Tuncer: "Ütopyanın Merdivenleri", Varlık, İstanbul, 59 (1029), 1993,47-49

Bezel, Nail: "Ütopyalarda ve Karşı Ütopyalarda Aklın ve İnsanın Durumu ve Kapsamı",

Varlık, İstanbul, 59 (1026), 1993,17-23

Halman, Talat: "Balık İzlerinin Sesi ya da Ütopya'nm Sonu", Varlık, İstanbul, 59 (1026),

1993, 28-29

Tanyeli, Uğur: "Zihinsel Yapımız Ütopyaya Kapalı mı?", İstanbul 5, İstanbul, 1993, 22-27

Ay, Taner: "Ütopya ve Biz 97'liler", Varlık, İstanbul, 1026,1993,30-31

Yıldırım, Cemal: "Francis Bacon (1561-1626)", Bilim ve Teknik, Ankara, 321, l<W, 82-83

Usta, Sadık: "Yeni Dünya'nın Ütopyacı Komünleri", Bilim ve Ütopya, İstanbul, I, 1994, 10-

11

Ergin, Şenel: "Kadının Ütopyasızlığı Üzerine", Bilim ve Ütopya, İstanbul,1,1994, 25

Usta, Sadık: "Amana Komünü", Bilim ve Ütopya, İstanbul, 2, 1994, 27-28

Örs, Yaman: "Bilim, Felsefe ve Ütopya", Bilim ve Ütopya, İstanbul, 2, 1994, 10-11

Soner, Işık: "Erkek Ütopyalarında Kadının Adı Yok", Bilim ve Ütopya, İstanbul, 3, 1994,

24-26

Usta, Sadık: "Robert Owen ve New Harmony Komünü", Bilim ve Ütopya, İstanbul, 4,

1994, 20-22

142

Aydın, Erdem: "Utopia Ülkesinde Sağlık Kavram ve Hizmetleri", Bilim ve Ütopya,

İstanbul, 4, 1994,22-23

Kuruca, Osman Bilge: "Asimov'un 'Robotlar'ı ve Kapitalist Ütopyanın Sınırlılığı", Bilim ve

Ütopya, İstanbul, 4,1994, 29

Ergin, Şenel: "Kadının Ütopyasızlığı Üzerine-2 " , Bilim ve Ütopya, İstanbul, 4, 1994, 28-

29

Usla, Sadık: "Ütopyalar: Cabet ve İkarya Yolcuları", Bilim ve Ütopya, İstanbul, 7, 1994-,

19

Çüçen, A. Kadir: "Modern Bilimin Öncüleri Francis Bacon (1561-1626), Felsefe Dünyası,

Ankara, 1995, 50-55

Usta, Sadık: "Wİlliam Morris'in Düş Ülkesi", Bilim ve Ütopya, İstanbul, 9, 1995, 24-26

Ergin, Şenel: "Yerli Ütopya ve Ütopyacılar", Bilim ve Ütopya, İstanbul, 15, 1995, 34-36

Soner, Işık: "Kadın Ütopyaları", Bilim ve Ütopya, İstanbul, 16, 1995, 36-41

Ergin, Şenel: "Kadın Ütopyalarında Ufuk Dışı Alanın Önemi", Bilim ve Ütopya, İstanbul,

17, 1995,51-53

Akatlı, Füsun, "Ütopyanın Çevresinde", Varlık, İstanbul, 62(1051), 1995, 22-23

Ceyhan, Erdal: "Eğitim ve Ütopya", Çağdaş Eğitim, Ankara, 20 (215), 1995, 4-7

Örs, Yaman: "Evrim, Ereksellik ve Ütopya", Bilim ve Ütopya, İstanbul, 17, 1995,44-46

Günyol, Vedat: "Güneş Ülkesi-Önsöz" [Campanella, Güneş Ülkesi, İstanbul: Sosyal

Yayınlar, 1996, içinde], 7-14

Ergin, Şenel: "Kadın Ütopyalarında Ufuk Dışı Alanın Önemi-2", Bilim ve Ütopya, İstanbul,

19, 1996, 30-32

Ergin, Şenel: "Piercy'nin Ütopyası", Bilim ve Ütopya, İstanbul, 21,1996, 23-25

143

Şenel, Adam: "Ütopya-Bilimkurgu Yapışık İkizleri", Bilim ve Ütopya, İstanbul, 28, 1996,

8-10

Tümer, Gürhan: "Ütopya ve Gerçek", Bilim ve Ütopya, İstanbul, 30,1996, 37-39

Meyerson, Martin: "Ütopya Gelenekleri ve Kentlerin Planlaması", Çev: Yurdanur Salman,

Cogito, İstanbul, 8, 1996, 113-124

Argın, Şükrü: "Nostalji ile Ütopya Arasında", Birikim, İstanbul, 82,1996, 21-24

Demir, Osman-Sururi Aktaş: "Francis Bacon", Cumhuriyet Üniversitesi Fen Edebiyat

Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Ankara, 19, 1997

Kuruca, Osman Bilge: "Ursula K.Leguin'de Bilimkurgu ve Ütopya", Bilim ve Ütopya,

İstanbul, 31, 1997,52-55

Tümer, Gürhan: "Kent Ütopyaları", Bilim ve Ütopya, İstanbul, 37, 1997, 28-32

Türközü, Erdem:"Charlotte Perkins Gilman'dan Feminist Bir Ütopya: Herland", Bilim ve

Ütopya, İstanbul, 38, 1997, 39-40

Tümer, Gürhan: "Öteki Dünyaya Gidip Gelme Ütopyaları", Bilim ve Ütopya, İstanbul, 41,

1997,14-18

Anonim: "Bir Berduşun Ütopyası: Yüce Akide Şekeri Dağlan", Çev: Bülent Somay, Cogito,

İstanbul, 12, 1997,9-10

Suits, Bernard: "Çekirge Bir Ütopya Tablosu Çizerek Muammaları Çözer", Çev: Süha

Setabiboğlu, Cogito, İstanbul, 12, 1997,121-131

Akdemir, Müslim: "Ütopyalarda Toplumsal Mutluluk ve Özgürlük Sorunu", Felsefe

Dünyası, Ankara, 23, 1997,179-186

Kanar, Ercan: "İnsan Hakları, Hukuk, Ütopya ve Sol", İnsan Haklan Ytı;ıl<tn, İstanbul, 1.

Özel Sayı, 1998,94-101

144

Bammer, Angelika: "Geleceği Yeniden Yazmak: 1970'li Yılların Feminizmimle Ütopyacı

İtki", Çev: Yurdanur Salman, Cogito, İstanbul, 14,1998, 131-14fı

Köktürk, Milay: "Korku Ütopyaları ve Demokrasi", Türk Yurdu, İstanbul, 18 (I IH), 1998

Tümer, Gürhan: "Sovyet Birliğinde Ütopya ve Mimarlık (1917-1932)" , Bilim ir Ütopya,

İstanbul, 43, 1998,48-55

Tümer, Gürhan: "Marksizm, Sovyetler ve Ütopya Üzerine", Bilim ve Ütopya, İstanbul, 46,

1998, 54-57

Tümer, Gürhan: "Manastır ve Ütopya", Bilim ve Ütopya, İstanbul, 47, 1998,42-46

Tümer, Gürhan: "Ay Gerçekleri, Ay Ütopyaları"; Bilim ve Ütopya, İstanbul, 53, 1998,46-

52

Aktay, Yasin: "Deconstructing Time/Space For Reconstructing Drama and Dream VS

Utopia and Heterotopia", Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, Konya, 1

(1), 1999, 121-132

Goodvvin, Barbara: "Liberallere Karşı Ütopya Düşüncesi", Çev: Engin Yıldırım, Bilgi-Sosyal

Bilimler Dergisi, Sakarya Üniversitesi, 1 (1), 1999, 115-134

Sancar, Nuray: "Kadın, Ütopya", Evrensel Kültür, İstanbul, 87, 1999,7-10

Aktan, Coşkun Can: "Mazdekizm, More Ütopyası, Babeuf Trajedisi ve Zadrugu Faciası",

Yeni Türkiye, Ankara, 5 (26, Özel Sayı), 1999, 17-20

Bensman, Marilyn: "Ütopya Peşinde Frances Wright", Çev: Gamze Deniz, Evrensel Kültür,

İstanbul, 90, 1999, 14-16

Usta. Sadık: "68 Yıl önce Yazılmış Bir Genetik Anti-Ütopya: Huxley'in 'Yeni Güzel

Dünya'sı", Bilim ve Ütopya, İstanbul, 74,2000,28-29

Yalçınkaya, Ayhan: "Ütopya ve Ütopyacılığın Anlamı", Bilim ve Ütopya, İstanbul, 79,

2000, 36-46

145

Akçay, Alımel Sait: "Robinsonad mı, Yakzanad mı?", Parşömen, İstanbul, 2, 2000

Ege, Sema H: "Aldous Huxley ve Çelişkiler", Ankara Üniversitesi DTC Fakültesi Dergisi,

Ankara, 40 (3-4), 2000, 137-148

Kafala, Todor: "Ütopya ile Fütüroloji Arasında Baudrillard", Virgül, İstanbul, 36,2000, 16-

19

Oskay, Unsal: "Ütopyan Düşünce ile Distopian Düşünce" [Yıkanmak İstemeyen Çocuklar

Olalım, İstanbul: YKY, 2001, içinde], 228-237

"Ernst Bloch, Theodor W. Adorno, Horst Krüger [arasında bir tartışma]: Ütopik Özlemin

Çelişkileri Üzerine: Bir Şeyler Eksik", Çev.: Hakkı Hünler, Defter, İstanbul, 42,

2001, 151-168

Yalçınkaya, Ayhan: "Ütopyanın Tarihi ve Kaynakları", Bilim ve Ütopya, İstanbul,

81,2001,58-65

Gündoğan, Fatma: "Çatalhöyük'ten Ütopyalara Kentler, İnsanlar ve Meydanlar",

Egemimarhk, İzmir, 11 (37), 2001, 32-35

Bayraktar, Ulaş: "ülich'in Ütopyası", Virgül, İstanbul, 40, 2001, 20-23

Türkeş, Ömer: '"Osmanlı Romanı' 'Aşk ve Cinsellik Ütopyası'", Tarih ve Toplum, İstanbul,

35 (208), 2001, 262-271

İçen, Hüseyin: "Bernard Shaw'un Ütopyası: Methuselah'ya Dönüş [Bernard Shaw'un

Methuselah'ya Dönüş Adlı Eseri Üzerine]", Bilim ve Ütopya, İstanbul, 85,2001,

74-77

Arıtan, Özlem: "Rus Modernleşmesi, Mekan ve Edebiyat. Dostoyevski: 'Yeraltından Notlar',

Zamyatin: 'Biz'", Arredamento Mimarlık, İstanbul, 140, 2001, 110-119

Mahsereci, Nalan: "Yayın Dünyası, Türkçe'deki Ütopyalar", Bilim ve Ütopya, İstanbul, 79,

2001, 84-86

146

"Bülent Somay ile Edebiyat ve Ütopya Üzerine Söyleşi", Parşömen, İstanbul, 2 (3), 2001,

5

Akal, Cemal Bali: "Spinoza ve Ütopyanın Sonu", Parşömen, İstanbul, 2 (3), 2001 Sevinç,

Akın: "Ütopyalar Üzerine Düş(ün)mek, Parşömen, İstanbul, 2 (3), 2001

Akçay, Ahmet Sait: "Doğunun Ütopyası; Bireyin Ütopyası", Parşömen, İstanbul, 2 (3),

2001

Güneş, Aslı: "Ütopyasız Bir Gelecekte Özgürlük Ütopyası", Parşömen, İstanbul, 2 (3),

2001

Özdek, Alımla: Sineklerin Tanrısı; Ütopya Kavramının Yıkılışı ve Postmodern Çağ,

Parşömen, İstanbul, 2 (3), 2001

"Latent Utopias, Belirtisiz Ütopyalar", Çev.: Burçak Özlüdil, Arredamento Mlmmlık. 152,

2002, 98-101

Günyol, Vedat: "Campanella'nın 'Güneş Ülkesi' 'Doğacak Yeni Sabahların Çan Sesiyim'",

Bilim ve Ütopya, İstanbul, 92, 2002, 36-37

Kumar, Krishan: "Sosyalizmin Sonu mu? Ütopyanın Sonu mu? Tarihin Sonu mu", Çev.:

Özge Dönmez, Doğu Batı, Ankara, 5 (19), 2002, 105-121

Erdemli, Atilla: "Thomas Morus'un 'Ütopia'sı 'Bakın Böyle Bir Yaşam da Var'", Bilim ve

Ütopya, İstanbul, 92, 2002, 34-36

Aydın, Hasan: "El Medine el-Fazıla ve Farabi'nin Ütopyası", Bilim ve Ütopya, İstanbul, 92,

2002, 27-28

Akatlı, Füsun: "Ütopyalar İyidir!" , Varlık, İstanbul, 69 (1134), 2002, 22-23

Şatıroğlu, Ayşen: '"Marco Polo'nun Gezileri' Bir Ütopya Olarak Okunabilir mi", İstanbul

Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi-6. Sayı, 2003, 29-45

Akkoyunlu, Ertan Kıvılcım: "Kentin Tükenişi ve Ütopyalar", Amme İdaresi, Ankara, 36 (2),

2003, 143-165

147

Gedizlioğlu, Levent: "Yeni Dünya Düzeninde Ütopya Kurulabilir mi?", Bilim ve Ütopya,

istanbul, 110, 2003, 58-59

Bayındır, Evrim: "Doç.Dr.Üstün Alsaç ile Söyleşi: Cennet Tasarımından 20. Yüzyıl»

Mimarlık ve Kent Ütopyaları", Bilim ve Ütopya, İstanbul, 111, 2003, 52-55

Adorno, Theodor W.: "Huxley ve Ütopya" [ Edebiyat Yazıları, Çev.: Orhan Koçak Sabit

Yücesoy, İstanbul: Metis, 2004, içinde], 80-109

Günay, Mustafa: "(Jarış Bir Ütopya Mıdır?", Kaygı, Uludağ Üniversitesi Felsefe Dergisi.

Bursa, 3, 2004, 65-72

Çalışkan, Onur: "Ütopya", Kaygı, Uludağ Üniversitesi Felsefe Dergisi, Bursa, 3, .'(KM, I

11-117

Yunusoğlu, Kudret Nezir: "Ursula le Guin'in Mülksüzlerinde Ütopyanın Değişen Yüzü.

Litera, İstanbul, 16,2004, 169-181

Helvacıoğlu, Ender: "Eski Doğuda Ütopya Bir Ütopya mı?", Bilim ve Gelecek, İstanbul, 5,

2004, 14- 21

Küçükaydın, Demir: "Doğu Toplumları ve Ütopya", Bilim ve Gelecek, İstanbul, 5, 2004,

22-25

Akçay, Ahmet Sait: "Doğunun Ütopyası Bireyin Ütopyası", Bilim ve Gelecek,

İstanbul, 5, 2004,42-48 Turan, Güven: "YokÜlkeler...Düş Ülkeler", Kitap-lık, İstanbul,

76,2004,63-65 Demiralp, Oğuz: "Yok Böyle Bir Ülke", Kitap-lık, İstanbul, 76,

2004, 66-67 Çiçekoğlu, Feride: "Ütopya ve Distopya İmgeleri: Denizden

Hiperuzaya", Kitap-lık, İstanbu, 76, 2004, 68-76

Kılıç, Engin: 'Tanzimat'tan Cumhuriyet'e Edebi Ütopyalara Bir Bakış", Kitap-lık, İstanbul,

76, 2004,73-87

148

Sevinç, Akın: "Keşke Takımadaları", Kitap-lık, İstanbul, 76,2004, 88-90 Sargent, Lymann

Tower: "Ütopya Gelenekleri, İzlekler ve Varyasyonlar", Çev.: Mehmet H. Doğan,

Kitap-lık, İstanbul, 76, 2004, 91-100

Claey, Gregory-Lymann Tower Sargent: "Ütopyanın Sınırlarında: Hicivler ve

Robinsonadlar", Kitap-lık, İstanbul, 76, 2004, 101-104

Coşkun, İsmail: "Şimdinin Eleştirisi: Thomas Mofe ve Bir İmkan/Öneri Olarak Ütopyalar",

Hece, Ankara, 90, 2004, 209-216 Uhri, Ahmet: "Peki Ama Nerede Bu Atlantis?",

Bilim ve Ütopya, İstanbul, 115, 2004, 14-17

İçen, Hüseyin: "Yazın Türü Olarak Ütopya", Bilim ve Ütopya, İstanbul, 116, 2004, 31-33

Usta, Sadık: "Thomas More ve Ütopya'nın Tarihsel Rolü", Bilim ve Ütopya, İstanbul,

122,2004,68-71 Usta, Sadık: "Babeuf ve Ütopya", Bilim ve Ütopya, İstanbul, 124,

2004, 28-33 Coşkun, İsmail: "Ütopya ve Kent", İstanbul Üniversitesi Edebiyat

Fakültesi Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi- 9. Sayı, 2004, 185-193

Kuruca, Osman Bilge: "Son Ütopyacı Jules Verne", Bilim ve Ütopya, İstanbul, I,"', 2005,11-

19

Usta, Sadık: "Jules Verne'in Beslendiği Kaynaklardan Biri Olarak Lukianos", Hilim ve

Ütopya, İstanbul, 129,2005, 36-41

149

C. Tezler

Etiman, Günay: "About a Land of Happiness: More's Utopia", İstanbul Üniversitesi,

Edebiyat Fakültesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü (?), Lisans Tezi, 190,', 50s.

Göksu, Sadık: "Thomas More'un Ütopik Sosyalizmi ve Platon'un Devlet Öğretisi ile Bir

Karşılaştırma", İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü, Lisans

Tezi,1963, 34 s.

Öztürk, Vedat: "Thomas Morus'un Ütopia'sı ile Thomas Campanella'nın Civitııs Solis'i

Arasında Bir Karşılaştırma", İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe

Bölümü, Lisans Tezi, 1965, 82 s.

Barışkan, Yılmaz: "Belli Başlı Reneissance Utopialarında Özgürlük Sorunu (Utopiıı, Güneş

Ülkesi, Yeni Atlantis)", İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe

Bölümü, Lisans Tezi, 1967, 39 s.

Bakan, Muhittin: 'T. More ile JJ. Rousseau'da Yasalar Sorunu", İstanbul Üniversitesi,

Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü, Lisans Tezi, 1967, 36 s.

Cansel, Yavuz: "T. Morus'un ve T. Campanella'da Devlet", İstanbul Üniversitesi, Edebiyat

Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, Lisans Tezi, 1968, 26 s.

Karanfil, Selma: "Renaissance Ütopyaları ve Hoşgörü", İstanbul Üniversitesi, Edebiyat

Fakültesi, Felsefe Bölümü, Lisans Tezi, 1969,41 s.

Arslan, Gül: "Rönesans Utopialarında Aile Problemi", İstanbul Üniversitesi, Edebiyat

Fakültesi, Felsefe Bölümü, Lisans Tezi, 1970, 16 s.

İnsel, Sadiye: "Devlet-Utopia-Yeni Atlantis Arasında Bir Karşılaştırma", İstanbul

Üniversitesi. Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü, Lisans Tezi, 1970, 71 s.

Kırbaş, Fatih: "Thomas Morus'un Devlet Tasarısı: Ütopya ve Dogma", İstanbul

Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü, Lisans Tezi, 1970

150

Anarat, Yılmaz: "Thomas More ve Campanella'da Mülkiyet, Aile, Devlet Anlayışı",

İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü, Lisans Tezi, 1971,25 s.

Öztürk, Suriye Yaşar: "Eski ve Yeni Utopia'larda Eğitim Sorunu ile Eğitimin Kültürdeki

Yeri", İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü,Lisans Tezi,

1971,77 s.

Çiçek, Semra: "Platon'un Devlet'inde Renaissance Utopia'larında Toplum Hayatı, Ahlak

Anlayışı ve Eğitim Sorunu", İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe

Bölümü, Lisans Tezi,1972,45 s.

Gürcan, Ersin: "Thomas Morus, Thomas Campanella ve Nicholai Machiavelli'nin Devlet

Felsefeleri", İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü, Lisans

Tezi, 1972, 8 s.

Ardıç, Akup: 'Thomas More'da Adalet", İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe

Bölümü, Lisans Tezi, 1972, 22 s.

Arıcı, Zeki: "Renaissance Utopialarında Eğitim ve Toplumsal Yaşayış", İstanbul

Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü, Lisans Tezi, 1972, 18 s.

İşler, Fehmi: "Belli Başlı Rönesans Utopialarında «Yasalar ve Özgürlük Sorunu", İstanbul

Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü, Lisans Tezi, 1972, 35 s.

Özkara, Ali: "Platon-Thomas More ve Tommaso Campanella'da Devlet Felsefesi", İstanbul

Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü, Lisans Tezi, 1972,33 s.

Akkaya (Önüt), Tülin: "Reneissance Ütopyaları", İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi,

Felsefe Bölümü, Lisans Tezi, 1973, 23 s.

Günayar, Çetin: "Platon, Thomas More ve Campanella'nın Devlet Felsefeleri", İstanbul

Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü, Lisans Tezi, 1973, 34 s.

Akıncı, Kadir: 'Thomas Morus'ta Devlet Anlayışı", İstanbul Üniversitesi, Edebiyat

Fakültesi, Felsefe Bölümü, Lisans Tezi, 1974, 30 s.

151

Başak, Mehmet: "Rönesans Ütopia'larından Birkaçına Genel Bir Bakış", İklimimi

Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü, Lisans Tezi, 1974, 2') s

Gökmen, İlksen: "T.Campanella'nın Devlet Felsefesinde Sosyal-Siyasal-Ekonomik

Sorunlar", İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü, Lisans

Tezi, 1974, 12 s.

Doğru, Hale: "Ütopya Geleneği İçinde More ile Morris A.L. Morton'dan Bir Çeviri: 'Dün

Bugün Ütopya'", İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, İncil i / Filolojisi

Bölümü, Lisans Tezi, 1974, 26 s.

İpek, Nilgün: "Thomas More ve Tommaso Campanella'nın Devlet Felseleleıi", İstanbul

Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü, Lisans Tezi, 1974, 16 s.

Taka, Mehmet: 'Thomas Morus, Thomas Campanella ve N. Machiavelli'nin Devlet

Felsefeleri", İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü, LİSANS Tezi,

1974, 26 s.

Tuncay, Saadet: "Reneissance'da Ütopik Devlet Görüşleri", İstanbul Üniversitesi, Edebiyat

Fakültesi, Felsefe Bölümü, Lisans Tezi, 1974, 25 s.

Ceyhan, Zeynep: "Brave New World and 1984 as Antiutopias", İstanbul Üniversitesi, İngiliz

Dili ve Edebiyatı Bölümü, 1975, 46 s.

Sümbüloğlu, A. Vahap: 'Thomas Morus'un Utopia'sı ile Tommase Campanella'nın Civitas

Solis'i Arasında Bir Karşılarştırma", İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi,

Felsefe Bölümü, Lisans Tezi, 1975, s. 14

Acar, Şerif: "N. Machiavelli, T. More, T. Campanella ve F. Bacon'm Devlet öğretileri",

İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü, Lisans Tezi, 1975, 49

s.

Borazancı, Sezer: "J. J. Rousseau'nun ve T. More'un Devlet Görüşleri", İstanbul

Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü, Lisans Tezi, 1975, 32 s.

152

İlkılıç, Nazmi: "Platon ile Renaissance Ütopialan (T. More, T. Campanella ve F Bacon)

Arasında Bir Karşılaştırma", İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe

Bölümü, Lisans Tezi, 1975, 30 s.

Kayaalp, Gönül: "Campanella ve More'da 'Devlet'", İstanbul Üniversitesi, Edebiyat

Fakültesi. Felsefe Bölümü, Lisans Tezi, 1979

Tatlıdil, Gülay: "Thomas Morus ile Tommaso Campanella'nın Ütopik Toplum

Düzenlerinin Karşılaştırılması", İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe

Bölümü, Lisans Tezi, 1979, 23 s.

Akarlı, Tuna Kermen: "İnsanlığın Geleceği Konusunda Orwell'ın Kaygıları Açısından

Animal Farm ve 1984", İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, İngiliz

Filolojisi, Lisans Tezi, 1981,42 s.

Eşsiz, Nurten: "Thomas More'un Kişiliği ile Utopia Arasındaki Çelişkiler Sorunu", İstanbul

Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, İngiliz Filolojisi Bölümü, Lisans Tezi, 1981, 35

s.

Öztürk, R. Sibel: "Üç Rönesans Ütopyası", İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe

Bölümü, Lisans Tezi, 1982, 69 s.

Uyar, Ayşe: "T. More ve J. J. Rousseau'nun Devlet Anlayışları", İstanbul Üniversitesi,

Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü, Lisans Tezi, 1982, 20 s.

Çavuşoğlu, Ali: "Johann Gottfried Schnabel'in Insel Felsenburg Adlı Romanında Ütopya",

İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Alman Edebiyatı ve Dili, Doktora

Tezi, 1986,141 s.

Akdemir, Abamüslim: 'Toplum Felsefesi Açısından Ütopyalar", Atatürk Üniversitesi,

Sosyal Bilimler Enstitüsü, Felsefe, Yüksek Lisans Tezi, 1988, 70 s.

Göncü, Rezzan: "The Un-Heroic Heroes of George Orwell's Novels Burmese Days,

Corning Up For Air, Nineteen Eighty Four", Hacettepe Üniversitesi, Sosyal

Bilimler Ensitütüsü, İngiliz Dili ve Edebiyatı,Yüksek Lisans Tezi, 1988, 69 s.

153

Ok, İbrahim: "George Orwell'de Toplum Eleştirisi", Dokuz Eylül Üniversitesi, Sosyal

Bilimler Enstitüsü, İngiliz Dili ve Edebiyatı .Doktora Tezi, 1990,493 s.

Koç, Ertuğrul: "Desire/Language/Truth: A Study of Power Relations in Orwell's Nineteen

Eighty-Four", Bilkent Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İngiliz Dili ve

Edebiyatı, Yüksek Lisans Tezi, 1992, 87 s

Okay, M. Aziz: "İstanbul İçin 'Somut Bir Ütopya Örneklemesi'", Mimar Sinan Üniversitesi,

Fen Bilimleri Enstitüsü, Şehircilik ve Bölge Planlama, Yüksek Lisans Tezi,

1992,149 s.

Öztürk, Nurettin: "Çağdaş Türk Edebiyatında Ütopya", İnönü Üniversitesi, Sosyal Bilimler

Enstitüsü, Türk Dili ve Edebiyatı, Yüksek Lisans Tezi, 1992, İM *

Akçan, Esra: "IJtopia Topia Atopia Place-Architecture Relation in the Postunnlrın Condition",

ODTÜ, Fen Bilimleri Enstitüsü, Mimarlık, 1992, 200 s.

Gürkan, Özlem: "Orvvell's Transformation: From Experience to Vision", ODTÜ, Sosyal

Bilimler Enstitüsü, İngiliz Dili ve Edebiyatı, Yüksek Lisans Te/.i. I'W I, 108 s.

Yamı, Vedat Şafak: "1984 by George Orvvell From Different Aspects", Selçuk Üniversitesi,

Sosyal Bilimler Enstitüsü, İngiliz Dili ve Edebiyatı, Yüksek Lisans Tezi, 1993, 71

s.

Emir, Dinçer: "Die Utopischen Naturbilder in Goethes 'Wahlverwandschaftcır, 'Wilhelm

Meister's Lehijahren' und 'Wilhelm Meister's Wanderjahren'", Uludağ

Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Alman Dili ve Edebiyatı, Yüksek Lisans

Tezi, 1994,45 s.

Karaca, Birsen: "Rus Edebiyatında Nikolay Gavriloviç Çernişevski'nin 'Şto delat' (Ne

Yapmalı), Yevgeni İvanoviç Zamyatin'in 'Mıy' (Biz) ve Türk Edebiyatından

Peyami Safa'nın 'Yalnızız' Adlı Eserinde Ütopya", Atıktım Üniversitesi, Sosyal

Bilimler Enstitüsü, Batı Dilleri ve Edebiyatı, Yüksek Lisans Tezi, 1994, 213 s.

154

Takkaç, Mehmet: "Arnold Wasker'in Ütopik Dünyası", Atatürk Üniversitesi, Sosyal Bilimler

Enstitüsü, İngiliz Dili ve Edebiyatı, Doktora Tezi, 1994, 154 s.

Zehir, Ece: "Education in Aldous Huxley's Novels: Brave New World Ape utul Hssence

and Island", Dokuz Eylül Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İngiliz. Dili ve

Edebiyatı, Yüksek Lisans Tezi, 1995, 109 s.

Canbek, Mehmet Abdullah: "İbn Tufeyl'in 'Hayy bin Yakzan' Adlı Eseri ve Ütopyalar

Arasındaki Yeri", İnönü Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans

Tezi, 1996, 80 s.

Aykutlu. Nuray: "Günümüz Mimarlığında Ütopyanın Sınırlan", Osmangazi Üniversitesi,

Fen Bilimleri Enstitüsü, Mimarlık, Yüksek Lisans Tezi, 1996,81 s.

Yılmazer, Mustafa İbrahim: "Amerikan Ütopyasında Kadın 1850-1915", Ankara

Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Amerikan Dili ve Edebiyatı, Yüksek

Lisans Tezi, 1996, 72 s.

Uslu, Türker: "Ütopyaların Toplu Konut Tasarımına Etkisi", İstanbul Teknik Üniversitesi,

Fen Bilimleri Enstitüsü, Mimarlık, Yüksek Lisans Tezi, 1996, 113 s.

Güneş, Ahmet: "La Realite et L'utopie Les Contes de Voltaire (Voltaire'in Hikayelerinde

Gerçek ve Ütopya Kavramları)", Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,

Fransız Dili ve Edebiyatı, Yüksek Lisans Tezi, 1997,134 s.

Süer, Dürrin: "Evaluation Structural System Approaches in Utopic Architectural Design",

Dokuz Eylül Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, Mimarlık, Doktora Tezi, 1997,

92 s.

Geçim, Ufuk: "Von Mythologie zum Utopischen Menschenprofıl im Roman 'Ein Gott der

Frecheit' von Sten Nadolny (Sten Nadolny'nin 'Arsızlığın Tanrısı' Adlı Romanında

Mitolojiden Ütopyaya İnsan Profıli)",Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,

Alman Dili ve Edebiyatı.Doktora Tezi,1998,289 s.

155

Zaman, Mehmet: "Language, Style and Society in Fiction and Non-fiction Works of

Jonathan Swift and George Orvvell", Ege Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,

İngiliz Dili ve Edebiyatı, Doktora Tezi, 1998, 221 s.

Bal, Ferhan Ata: "Modernizm İçinde De Stijl Akımının Önerdiği Ütopya ve Biçim

Sorunları", Mimar Sinan Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Güzel Sanatlar,

Yüksek Lisans Tezi, 1998, 56 s.

Kızıler, Funda: "Hermann Hesse'nin Boncuk Oyunu Adlı Romanındaki Ütopik Us

Dünyası", Atatürk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Alman Dili ve

Edebiyatı, Yüksek Lisans Tezi, 1998,120 s.

Toran, Özge: "Looking Backward 2000-1887, Men Like Goods ve Brave New World:

Ütopya, Karşı Ütopya ve Marksist Eleştiri", Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler

Enstitüsü, İngiliz Dili ve Edebiyatı, Yüksek Lisans Tezi, 1998, 138 s.

Tanrıverdi, Halime: "Aldous Huxley's 'Brave New World' and George Orwell's 'Nineteen

Eighty Four': Propaganda and Force in Two Tvventieth Century British Utopias",

Selçuk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İngiliz Dili vr Edebiyatı, Yüksek

Lisans Tezi, 1998, 52 s.

Diker, Emine: 'The Development of George Orwell's Political ConsciouMifM", Hacettepe

Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İngiliz Dili ve Edebiyatı, Yüksek Lisans

Tezi, 1999,68 s.

Arslan, Ayten: "Devlet ve Utopia'da Eğitim, İstanbul Üniversitesi", Sosyal Bilimin

Enstitüsü, Felsefe, Yüksek Lisans Tezi, 1999, 100 s.

Kasar, Mustafa Murat: "The Lust for Absolute Power in Dark Utopias, Ninelı-rn Eighty-

Four, Brave New World and We", Fatih Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,

İngiliz Dili ve Edebiyatı, Yüksek Lisans Tezi, 2000, 81 s.

Ertan, Kıvılcım: "Kentin Tükenişi ve Ütopyalar", Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler

Enstitüsü, Kamu Yönetimi, Doktora Tezi, 2000, 342 s.

156

İnce, Ömer Rauf: 'Totalitarizm Eleştirisi Olarak Karşı-Ütopyalar", Hacettepe Üniversitesi,

Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sosyoloji, Yüksek Lisans Tezi, 2000, 89 s.

Yalçınkaya, Ayhan: 'Türk Edebiyatında Ütopik Temalar Olarak Eşitlik ve özgürlük, Bir

Karşılaştırma: 1970-1980 ve 1980-1990", Ankara Üniversitesi, Sosyııl Bilimler

Enstitüsü, Siyasal Bilimler, Doktora Tezi, 2000,445 s.

Mencütekin, Mustafa: "Platonic Influence on Utopian Literatüre: Republic and T, More's

Utopia (16th cen.), J.Swift's Gulliver's Travels (Book IV) (18th cen,)( A.Huxley's

Brave New World (early 20th cen.)", Fatih Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,

İngiliz Dili ve Edebiyatı, Yüksek Lisans Tezi, 2000, 105 s.

Öztürk, Faruk: "Ütopyalarda Eğitim Sorunsalının Karşılaştırılmalı Bir İncelenmesi",

Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Eğitim ve Öğretim, Doktoru Tezi,

2001, 303 s.

Öztürk, Figen Seyhan: "George Orwell'in Hayvan Çiftliği Eserinde Metin Bağlımı İlişkisi",

Ege Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İngiliz Dili ve Edebiyatı, Yüksek

Lisans Tezi, 2001, 130 s.

Kanat, Atilla: "Ütopyalarda Devlet ve İnsan Hakları Problemine Bakış", İstanbul Üniversitesi,

Sosyal Bilimler Enstitüsü, Felsefe, Yüksek Lisans Tezi, 2001, 294 s.

Halaç, Halit: "Hayalet Ülkeliler", Gazi Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, Mimarlık,

Yüksek Lisans, 2001, 156 s.

Kömürcü, Ragıp Ruşen: "Les Perspectives Critiques de La Mondialisation: S'agit-il D'une

Recherche de L'utopie (Küreselleşmeye Eleştirel Bakış: Bir Ütopya Arayışı

Olabilir mi?)", Galatasaray Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası

İlişkiler, Yüksek Lisans Tezi, 2001, 137 s.

Civelekoğlu, Funda: 'The Dystopia From Female and Male Points of View: The

Handmaid's Tale and A Clockwork Orange", Ege Üniversitesi, Sosyal Bilimler

Enstitüsü, İngiliz Dili ve Edebiyatı, Yüksek Lisans Tezi,2002,113 s.

157

Tuna, Zeynep: "Reading Manfredo Tafuri: Architecture and Utopia-design and Capitalist

Development", ODTÜ, Fen Bilimleri Enstitüsü, Mimarlık, Yüksek Lisans Tezi,

2002, 153 s.

Kurbak, Ebru: "Fiziksel Dünyanın Simülasyonu, Düşsel Bir Coğrafya ya da Yeni Bir

Gerçeklik Olarak Siberuzay", İstanbul Teknik Üniversitesi, Fen Bilimleri

Enstitüsü, Mimarlık, Yüksek Lisans, 2002, 53 s.

Yalım, Evrenç: "Bilim-Kurgu Edebiyatında Ütopya ve Mimarlık İlişkisi", İstanbul Teknik

Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, Mimarlık, Yüksek Lisans Tezi, 2002, 123 s.

Şenel, Aslıhan: "Yaratıcı Metropol: Düzen ve Düzensizliğin Sınırında", İstanbul Teknik

Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, Mimarlık, Yüksek Lisans Tezi, 2002, 85 s.

Ergenç, Erdinç: "21.Yüzyılın Ütopyası: Çokkültürlülük", İstanbul Üniversitesi, Sosyal

Bilimler Enstitüsü, Gazetecilik, Yüksek Lisans Tezi, 2002, 91 s.

Başlık, Seher: 'Teknolojik Gelişme ve Kentlerin Tasarımı", Mimar Sinan Üniversitesi,

Fen Bilimleri Enstitüsü, Şehircilik ve Bölge Planlama, Yüksek Lisans, 2003, 102

s.

Asma, Emel Ayçan: "Satire Aldous Huxley's Brave New World and Island", Erciyes

Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İngiliz Dili ve Edebiyatı, Yüksek Lisans

Tezi, 2003, 88 s.

Koçak, Dilek Özhan: "Bir Toplum Eleştirisi Olarak Bilimkurgu Edebiyatında Karşı-

Ütopyalar: Biz, Yeni Cesur Dünya, Bindokuzyüzsendört", Marmara

Üniversitesi, »Sosyal Bilimler Enstitüsü, İletişim Bilimleri, Yüksek Lisans Tezi-H

2003, 168 s.

Temizarabacı, Yasemin: "Klasik ve Modern Ütopyalarda Toplumsal Cinsiyet” İstanbul

Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kadın Çalışmaları, Yüksek Lisans Tezi,

2004, 119 s.

158

Babaoğlu, Fatih: "Bilim Kurgu Sinemasının Mimari Ütopya Kavramı Bağlamında Bir

Temsiliyet Aracı Olarak Kullanılması", İstanbul Teknik Üniversitesi, Fen Bilimleri

Enstitüsü, Mimarlık,Yüksek Lisans Tezi, 2004, 96 s.

Malkoç, Enver Sinan: "Modern Dönem Ütopyalarında Dirijizm ve Disiplin", Dumlupınar

Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sosyoloji, Yüksek LİSANS Tezi. 2004

Karahan, Celal: "Ütopya ve Güneş Ülkesi Özet ve Karşılaştırması", İstanbul Üniversitesi,

Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, Lisans Tezi, [t.y.]

Tokay, İnci: "Aldous Huxley as a Social Critic", İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi,

İngiliz Filolojisi Bölümü, Lisans Tezi, [t.y.], 38 s.

Ceyhan, Zeynep: "Brave New World and 1984 as Antiutopias", İstanbul Üniversitesi,

Edebiyat Fakültesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü, Lisans Tezi [t.y.], 46 s.”

159

KAYNAKÇA

Kitaplar

ADIVAR, Halide Edip. Yeni Turan, 6. Baskı, İstanbul: Atlas Kitabevi.

AHMED, S. Akbar. Postmodernizm ve İslam, İstanbul: Cep Kitapları, 1995.

AKGÜL, Mehmet. Türkiye’de Din Değişim, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2002.

ARKOUN, Mohammed. İslam Üzerine Düşünceler, İstanbul: Metis Yayınları, 1999.

ARSLAN, Abdurrahman. Modern Dünyada Müslümanlar, 3. Baskı,İstanbul: İletişim

Yayınları, 2004.

ARSLANTÜRK, Zeki. Araştırma Metod ve Teknikleri, 6. Baskı, İstanbul: Çamlıca

Yayınları, 2004

ARSLANTÜRK, Zeki ve Tayfun Amman. Sosyoloji, İstanbul: Kaknüs Yayınları, 2000.

ARSLANTÜRK, Zeki. Kutsalın Dönüşü, İstanbul: Ayışığı Kitapları, 1998.

BACON, Francis. Yeni Atlantis, Kaan Yılmaz (çev.), İstanbul: İm Yayın Tasarım,

2005.

BEZEL, Nail. Yeryüzü Cennetleri Kurmak, İstanbul: Say Kitap, 1984.

BEZEL, Nail. Yeryüzü Cennetlerinin Sonu, 2. Baskı, Ankara: Güldikeni Yayınları,

2001.

BİLGİN, Vejdi. Sosyal Çözülme ve Din, Samsun: Etüt Yayınları, 1997.

BULAÇ, Ali. Nuh’un Gemisine Binmek, 3. Baskı, İstanbul: İz Yayıncılık, 1995.

BULAÇ, Ali. Çağdaş Kavramlar ve Düzenler, 17. Baskı, İstanbul: İz Yayıncılık, 2001.

CAMPANELLA. Güneş Ülkesi, Vedat Günyol, Haydar Kazgan (çev.), 3. Baskı,

İstanbul: Sosyal Yayınlar, 1996.

160

CANATAN, Kadir. Din ve Laiklik, İstanbul: İnsan Yayınları, 1997.

COŞKUN, Ali (ed.), Mesih’i Beklerken, İstanbul: Rağbet Yayınları, 2003.

COŞKUN, Ali. Mehdilik Fenomeni, İstanbul: İz Yayıncılık, 2004.

DEMİR, Ömer ve Mustafa Acar. Sosyal Bilimler Sözlüğü, 2. Baskı, Ankara: Vadi

Yayınları, 1993.

ELİADE, Mircea. Dinler Tarihine Giriş, İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2003.

ERKAL, Mustafa, Burhan Baloğlu, Filiz Baloğlu. Ansiklopedik Sosyoloji Sözlüğü,

İstanbul: Der Yayınları, 1997.

ESENDAL, Memduh Şevket. Gödeli Mehmet, İstanbul: Bilgi Yayınları, 1988.

FARABİ. El-Medinetü’l-Fadıla -Felsefi Piyes-, Abdullah Özbek (çev.), Ankara:

Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 1985.

FRANKEL, Boris. Sanayi Sonrası Ütopyalar, Kamil Durand (çev.), İstanbul: Ayrıntı

Yayınları, 1991.

GIDDENS, Anthony. Elimizden Kaçıp Giden Dünya, İstanbul: Alfa Basım Yayın,

2000.

GÖKBERK, Macit. Felsefe Tarihi, 11. Baskı, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1999.

GÜNAY, Ünver. Din Sosyolojisi, İstanbul: İnsan Yayınları, 1998.

HALLIDAY, Fred. 2000’lerde Dünya, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2002.

HUNTINGTON, Samuel P. Medeniyetler Çatışması, Murat Yılmaz (der.), 2. Baskı,

Ankara: Vadi Yayınları, 1997.

KILIÇ, Sadık. Mitoloji, Kitab-ı Mukaddes ve Kur’an-ı Kerim, İzmir: Nil Yayınları,

1993.

KIZILÇELİK, Sezgin. Sosyoloji Teorileri, 2. Baskı, Konya: Emre Yayınları, 1994.

161

KİRMAN, Mehmet Ali. Din Sosyolojisi Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Rağbet Yayınları,

2004.

KOCABAŞOĞLU, Uygur (ed.), Modernleşme ve Batıcılık, 3. Baskı, İstanbul: İletişim

Yayınları, 2004.

KÖSE, Ali. Milenyum Tarikatları, İstanbul: Truva Yayınları, 2006.

KÖSE, Ali (hzl.). Sekülerizm Sorgulanıyor, İstanbul: Ufuk Kitapları, 2002.

KUMAR, Krishan. Sanayi Sonrası Toplumdan Post-modern Topluma, 2. Baskı,

İstanbul: Dost Kitabevi, 2004.

KUMAR, Krishan. Modern Zamanlarda Ütopya ve Karşı Ütopya, İstanbul: Kalkedon

Yayıncılık, 2006.

MARDİN, Şerif. Din ve İdeoloji, 10. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2001.

MARSHALL, Gordon. Sosyoloji Sözlüğü, Osman Akınhay, Derya Kömürcü (çev.),

Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 1999.

MATTELART, Armand. Gezegensel Ütopya Tarihi, Şule Çiltaş (çev.), İstanbul: Ayrıntı

Yayınları, 2005.

MORE, Thomas. Utopia, Vedat Günyol, Sabahattin Eyuboğlu ve Mina Urgan (çev.), 5.

Baskı, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2004.

OLGUNER, Fahrettin. Farabi, 3. Baskı, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 1999.

ORWELL, George. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, 10. Baskı,İstanbul: Can Yayınları,

2005.

ÖZGÜL, M. Kayahan. Türk Edebiyatında Siyasi Rüyalar, Ankara: Akçağ Yayınları.

ÖZTÜRK, Faruk. Ütopya ve Eğitim, Ankara: Nobel Yayın Dağıtım, 2006.

162

WACH, Joachim. Din Sosyolojisi, Ünver Günay (çev.), İstanbul: M.Ü.İFAV Yayınları,

1995.

PLATON. Devlet, Neval Akbıyık (çev.), İstanbul: Timaş Yayınları, 2005.

PLATON. Devlet, Cenk Saracoğlu ve Veysel Atayman (çev.), İstanbul: Bordo Siyah

Klasik Yayınlar, 2005.

SAFA, Peyami. Sosyalizm Marksizm Komünizm, 5. Baskı, İstanbul: Ötüken Neşriyat,

1999.

SARCEY, Michele-Riot, Thomas Bouchet, Antoine Picon. Ütopyalar Sözlüğü, İstanbul:

Sel Yayıncılık, 2003.

SEZEN, Yümni. İslam’ın Sosyolojik Yorumu, İstanbul: Birleşik Yayıncılık, 2000.

THOMPSON, Ian. Odaktaki Sosyoloji, Bekir Zakir Çoban (çev.), İstanbul: Birey

Yayıncılık, 2004.

TANPINAR, Ahmet Hamdi. 19’uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, 7. Baskı, İstanbul:

Çağlayan Kitabevi, 1988.

WILSON, Bryan. Dini Mezhepler, İstanbul: İz Yayıncılık, 2004.

YILMAZ, Aytekin. Çağdaş Siyasal Akımlar, 2. Baskı, Ankara: Vadi Yayınları, 2003.

ZÜRCHER, Erik Jan. Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 18. Baskı, İstanbul: İletişim

Yayınları, 2004.

163

Süreli Yayınlar

ARPAGUŞ, Hatice K. “Mitoloji, Kur’an-ı Kerim Kıssaları ve Kültürel Miras”, M.Ü. İ.

F. D., Sayı: 25: 5-24 (2003/2).

BATUHAN, Hüseyin. “Sosyal Öğretilerde Mitos ve Ütopya”, Felsefe Arkivi, Sayı: 13:

86-102, 1962.

FINDIKOĞLU, Ziyaeddin Fahri. Türkiye Harsi ve İctimai Araştırmalar Derneği, Sayı:

60,61,63,64 , İstanbul: Fakülteler Matbaası, 1964.

ÖZDEN, H. Ömer, “Platon ve Campanella’nın Siyaset Felsefelerinin Karşılaştırılması”,

tabula rasa, Yıl: 5, Sayı: 13: 33-62, Nisan 2005.

ŞAFAK, Elif. ,”Süleyman’ın Mabedine Karga Sesleri: “Ütopya-karamsarı” Geleneğin Geleceği Üzerine”, Milliyet Kitap Dergisi, 27 Aralık 1999.

UYSAL, Zeynep. “Bir Toplum Projesinin Peşinde Halide Edip Adıvar”, Doğu Batı, Yıl:

9, Sayı: 35: 87-107, Şubat, Mart, Nisan 2006.

VEXLIARD, Alexandre. “Utopia’nın Psikolojisi”, Nusret Hızır (çev.), D.T.C.F. Felsefe

Araştırmaları Ens. Dergisi, C: V s: 63-87, Ankara, 1967.

164

Kutsal Kitaplar

KURAN

İNCİL

TEVRAT

165

İnternet Kaynakları

http://yayim.meb.gov.tr/dergiler/sayi45/akcadag.htm.

http://www.urundergisi.com/makaleler.php?ID=235.

http://www.pandora.com.tr/sahaf/eski.asp?pid=72.

http://www.acikgazete.com/?action=journalist&aid=1572.

http://www.carpediemdergisi.com/sosyoloji.php.