İttİhat ve terakkİ dÖnemİnde İslamcilik hareketİ (1908...

601
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TARİH (YAKINÇAĞ) ANABİLİM DALI İTTİHAT VE TERAKKİ DÖNEMİNDE İSLAMCILIK HAREKETİ (1908-1914) Doktora Tezi Hülya KÜÇÜK SEVİL Ankara-2005

Upload: others

Post on 17-Sep-2019

25 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

  • T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ

    SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TARİH (YAKINÇAĞ) ANABİLİM DALI

    İTTİHAT VE TERAKKİ DÖNEMİNDE İSLAMCILIK

    HAREKETİ (1908-1914)

    Doktora Tezi

    Hülya KÜÇÜK SEVİL

    Ankara-2005

  • T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ

    SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TARİH (YAKINÇAĞ) ANABİLİM DALI

    İTTİHAT VE TERAKKİ DÖNEMİNDE İSLAMCILIK

    HAREKETİ (1908-1914)

    Doktora Tezi

    Hülya KÜÇÜK SEVİL

    Danışman Prof. Dr. Yücel ÖZKAYA

    Ankara-2005

  • T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ

    SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TARİH (YAKINÇAĞ) ANABİLİM DALI

    İTTİHAT VE TERAKKİ DÖNEMİNDE İSLAMCILIK

    HAREKETİ (1908-1914)

    Doktora Tezi

    Danışmanı: Prof. Dr. Yücel ÖZKAYA Tez Jürisi Üyeleri Adı ve Soyadı İmzası Prof. Dr. Yücel ÖZKAYA …….….…………….

    Prof. Dr. Musa ÇADIRCI …..............................

    Prof. Dr. Necdet HAYTA ……………………..

    Yrd. Doç. Dr. İlknur HAYDAROĞLU .……………………..

    Doç. Dr. Hamiyet Sezer Feyzioğlu ………………………

    Tez Sınavı Tarihi 08/12/2005

  • ÖNSÖZ

    Bilindiği gibi, 1908-1914 Dönemi Osmanlı İmparatorluğu açısından ciddi

    anlamda bir ‘var olma’ mücadelesinin verildiği yıllar olmuştur. Devletin içinde

    bulunduğu durumdan çıkabilmek amacıyla, iç ve dış dinamiklerin de etkisiyle siyasal

    ve ekonomik alanlarda bir çok yeni düzenlemeler yaptığı bu dönemde, önemli

    düşünce hareketleri bu yeniliklere öncülük etmiştir.

    Tarih disiplini içerisinde ‘İttihat ve Terakki Dönemi’ olarak yer alan söz

    konusu yıllarda, en dikkat çekici düşünce akımları Türkçülük ve Batıcılık’tır. Bu iki

    düşüncenin hem siyasal hem de düşünsel anlamda ülke sorunlarına çözüm bulacağı

    düşünülmesine rağmen, aynı dönem içinde İslamcılık da anlam ve önemini artırarak

    bu akımlar arasındaki yerini almıştır. Zira söz konusu dönemde İslamcılık, kurum ve

    kuruluşlar itibariyle modern siyasetin bir parçası haline gelerek ideolojik bir boyut

    kazanmıştır.

    Kuşkusuz sosyo-kültürel olayların ortaya çıkışı tek bir etkenle açıklanacak bir

    olgu değildir. İslamcılık akımının ortaya çıkıp gelişimi de bu çerçevede

    değerlendirilmek durumundadır. Bu açıdan bakıldığında, genel olarak İslamcılık

    fikrinin oluşup gelişmesinde, bir yandan, Batılılaşma hareketleri karşısında gelenekçi

    ve muhafazakâr kesimin yerel ve dînî değerlere sahip çıkma refleksi; diğer yandan,

    Batı ülkelerinin İslam ve İslam toplumlarına sömürgeci yaklaşımlarına gösterilen

    tepkilerin önemli rol oynadığı söylenebilecektir.

    Konuya Türkiye Cumhuriyeti açısından bakıldığında, günümüzün en

    problemli alanlarından birini de, laik/anti-laik görüşler etrafında süregelen İslamcılık

    tartışması oluşturmaktadır. Siyasi temele oturtularak yapılan tartışmaların,

    derinlikten uzak sığ bir yapıda olduğunu söylemek mümkündür. Kaldı ki, tartışma

    konusuna yönelik araştırmalarda, yerli kaynaklar tek yönlü ve taraflı bir yaklaşım

    sergilerken; yabancı kaynakların hem oldukça yetersiz hem de yanlış bilgilerle dolu

    olduğu görülmektedir.

    Dolayısıyla, konuyla ilgili kapsamlı bir bilimsel çalışmanın olmaması, bizim

    bu araştırmaya yönelmemizin temel güdüsünü oluşturmuştur. İslamcılık Hareketinin

    ii

  • önemli temsilcilerinin fikirlerinden yola çıkılarak, tüm kurum ve kuruluşları ile

    bütünsel bir çerçevede sunulduğu bu çalışma, kanımızca zihinlerdeki pek çok soruya

    ışık tutabilecektir.

    Bu tarz araştırmalar, daima bir çok insanın emeği geçerek hazırlanan türden

    çalışmalardır. Konuyu tespit etmemde ve çalışmaların sırasında öneri, eleştiri ve

    düzeltmeleriyle yol gösteren değerli hocalarım Prof. Dr. Yücel Özkaya, Prof. Dr.

    Musa Çadırcı, Prof. Dr. Necdet Hayta’ya şükranlarımı sunmayı bir borç bilirim.

    Ayrıca çalışmamı tamamlaman konusundaki desteklerinden dolayı sevgili

    annem ve aileme, araştırmam boyunca düşünce ve eleştirileriyle çok değerli

    katkılarını esirgemeyen sevgili eşim Okyay Sevil’e ve değerli hocamız Şükrü

    Apaydın’a yardımları ve destekleri için çok teşekkür ederim.

    Son olarak, bu çalışmamı, varlığıyla hayatımıza anlam ve renk katan sevgili

    kızım Devin’e ithaf ediyorum.

    Hülya Küçük Sevil

    iii

  • İÇİNDEKİLER

    GİRİŞ ........................................................................................................................... 1

    A. İslamcı İdeolojinin Oluşması .............................................................................. 1

    1. Osmanlı Devletinde İslamcılığın Gelişmesi..................................................... 9

    2. İttihad-ı İslam’ın Ortaya Çıkışı ve Osmanlı Devletindeki Gelişimi .............. 14

    3. Batılılaşma ile Birlikte Gelişen İslamcılık ..................................................... 16

    4. İslamiyetten Pan-İslamizme II. Abdulhamid Dönemi (1876-1909) ........ 25

    5. Dönemin Bazı Önemli İslamcıları ................................................................. 32

    I. BÖLÜM.................................................................................................................. 37

    A. İttihat ve Terakki Döneminde İslamcılık .......................................................... 37

    1. İslamcılık........................................................................................................ 37

    2. İslamcılığı Savunan Yazarlar ve Fikirleri ...................................................... 44

    3. İttihat ve Terakki’nin İslamcılık Hakkındaki Düşünceleri ............................ 59

    4. 20. Yüzyılda İslamcılığın Genel Özellikleri (İttihat ve Terakki Özelinde Osmanlı Devleti) ................................................................................................ 62

    II. BÖLÜM................................................................................................................. 67

    A. 31 Mart Vak'ası ................................................................................................. 67

    1. 31 Mart Vak'asının Sebepleri ......................................................................... 67

    2. 31 Mart Vak'asının İrticai Sebepleri .............................................................. 84

    3. Derviş Vahdetî ve 31 Mart Vak'ası ................................................................ 93

    4. 31 Mart Vak'ası ve Volkan Gazetesi.............................................................. 97

    5. İttihad-ı Muhammedî Fırkası ve 31 Mart Vak'ası ........................................ 109

    6. İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti Nizamnamesi............................................. 111

  • 7. 31 Mart Vak'asının Başlaması ve Gelişmesi................................................ 117

    8. İsyanın Çıkışı ve Sonuçları .......................................................................... 119

    III. BÖLÜM ............................................................................................................. 138

    A. İttihat ve Terakki Döneminde İslamcı Hareketler.......................................... 138

    1. İslamcı Hareketin Siyasi Oluşumu ve Gelişmesi ......................................... 138

    2. İttihat ve Terakki’nin 1908 Sonrası İktidar Olarak Düşünceleri.................. 143

    3. İttihat-Terakki ve İslamcılık......................................................................... 146

    4. II. Meşrutiyet ve İslamcıların II. Meşrutiyete Yaklaşımı............................. 163

    5. İslamiyet Yenilikçi ve Devrimcidir.............................................................. 178

    6. Meşrutiyet Aleyhtarı İslamcılar ................................................................... 182

    7. İttihad-ı İslam ve İslamcılar ......................................................................... 198

    8. İttihat ve Terakki Cemiyeti Yanlısı İslamcılar............................................. 222

    9. İslamcılar ve Medeniyet (İslamiyet Mani-i Terakki Değildir)..................... 227

    10. İslamcılara Göre Osmanlı Devletinin Yıkılış Sebepleri ............................ 249

    11. İslamcılar ve İslamî İçtimaiyat................................................................... 256

    12. İslamcılardan İttihatçı Dr. Rıza Tevfik’e Açık Mektup............................. 267

    13. İslamcıların Hürriyet Talepleri................................................................... 268

    IV. BÖLÜM............................................................................................................. 294

    A. Devlet Kurumları ve İslamcıların Genel Yaklaşımları .................................. 294

    1. 19. YY'da Hilafetin Önem Kazanması ve İttihad-ı İslam Talepleriyle İlişkilendirilmesi .............................................................................................. 294

    2. İslam Dünyasında Hilafetin Tarihçesine Kısa Bir Bakış ............................. 297

    3. II. Meşrutiyete Kadar Hilafetin Osmanlıya Gelişi ve Tarihsel Gelişimine Kısa Bir Bakış .......................................................................................................... 300

    4. I. Meşrutiyet Döneminde Hilafet (1876 - 1908) .......................................... 311

    ii

  • 5. İttihat ve Terakki, II. Meşrutiyet Dönemi Hilafet (1908-1914) ................... 312

    6. Kanun-u Esasî ve Hilâfet (1908).................................................................. 328

    B. İslamcıların Meclis-i Mebûsân ve Kanunu Esasi Hakkındaki Görüşleri ........ 328

    1. 1908 Seçimlerinde Din Etkisi ...................................................................... 328

    2. Meclis-i Mebûsân’ın Açılması ..................................................................... 337

    C. Meşveret Geleneği ve İslamcılar..................................................................... 350 D. İttihat ve Terakki Döneminde Meclis-i Mebûsân İçinde ve Dışında kurulan Çeşitli İslamî Eğilimli Partiler ve Cemiyetler...................................................... 360

    1. Hürriyet ve İtilâf Fırkası .............................................................................. 360

    2. Osmanlı Ahrar Fırkası.................................................................................. 365

    3. Cemiyet-i ‘İlmiyye-i İslamiye...................................................................... 367

    4. El-İslam Cemiyeti ........................................................................................ 376

    5. Cemiyet-i Hayriye-yi İslamiye..................................................................... 378

    E. Kanun-u Esasî ve İslamcılar (1908)................................................................ 380

    1. İslamcılar ve Eğitim Programları ................................................................. 391

    2. Medreselerin Islahı Konusundaki Düşünceler ............................................. 406

    F. İslamcılar ve Kadının Sosyal Konumu ........................................................... 414

    V. BÖLÜM .............................................................................................................. 429

    İttihat ve Terakki Dönemi’nde İç ve Dış Politikada İslamcıların Düşünceleri........ 429

    A. Avrupa Devletleriyle İlişkiler ve İslamcıların Yaklaşımı ............................... 429

    1. Şark Meselesi ve Genel Yaklaşımlar ........................................................... 429

    2. Avrupa Devletlerinin Genel Dış Siyaseti Ve Osmanlı Devleti.................... 430

    3. İslamcıların Avrupa Dış Siyasetine Yaklaşımı ............................................ 434

    4. Misyonerler Sorunu...................................................................................... 459

    5. Trablusgarp ve Balkan Savaşları.................................................................. 460

    iii

  • SONUÇ .................................................................................................................... 468

    KAYNAKÇA........................................................................................................... 476

    EKLER..................................................................................................................... 493

    Ek 1.1. İslamda Muasırlaşmak..........................Hata! Yer işareti tanımlanmamış. Ek 1.1. İslamda Muasırlaşmak............................................................................. 496 Ek 2.1. Meclis-i Mebûsânda Softalar................................................................... 497 Ek 2.2 İttihat ve Terakki Cemiyetine: ................................................................. 499 Ek 2.3 Yaşasın Şeri’at-ı Gurâ .............................................................................. 501 Ek 2.4 Redaü-l-Ham (Ma’amba)......................................................................... 501 Ek 2.5 İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti ................................................................ 503 Ek 2.6 31 Mart Olayına Karşı Yayınlanan İrade-i Senniye ................................ 505 Ek 2.7 Suret-i Fetva.............................................................................................. 506 Ek 2.8 Vahidettin’in Mahmud Şevket Paşa’ya Gönderdiği Mektup.................... 506 Ek 3.1 İslamlaşmak .............................................................................................. 508 Ek 3.2 Sait Halim Paşa........................................................................................ 517 Ek 3.3 Ulema ve Siyaset ...................................................................................... 539 Ek 3.4 Usul-ü Meşrutiyete Karşı Hüsema-yı Milletin İtirazatına Müdafay-ı Mülahaze .............................................................................................................. 540 Ek 3.5 Müslümanları İttihad ve İttifaka Davet................................................... 541 Ek 3.6 Terakki İdelim Fakat Müslüman Kalmak Şartıyla .................................. 542 Ek 3.7 Aldanıyoruz – Adatıyoruz ........................................................................ 544 Ek 3.8 “Eski ve Yeni Bir Konferans” ................................................................. 545 Ek 3.9 İttihat ve Terakki’nin Sahtekarlıklarının İsbatı........................................ 546 Ek 3.10 Osmanlı Devleti ve Âlem-i İslam.......................................................... 547 Ek 3.11 İslamî Bir Kongrenin Lüzumu............................................................... 548 Ek 3.12 Hacı Muhuddin; Tarih-i Hayatımdan Bir Sahife ................................... 552 Ek 3.13 Dünkü ve Bugünkü İslam Alemi .......................................................... 553 Ek 3.14 İnsaniyet, Fikri, Dini Medeniyet............................................................ 554 Ek 3.15 İslam ve Medeniyet ............................................................................... 556 Ek 3.16 Felaha Doğru ......................................................................................... 558 Ek 3.17 Adat-ı Müstehisine-yi Milliye: ............................................................... 563 Ek 3.19 Filozof Doktor Rıza Tevfik Beğ Efendiye............................................. 566 Ek 3.20 İslamiyetin Bahş itdiği Hürriyet-i Âmme.............................................. 568 Ek 3.21 Musa Kazım: Külliyat ............................................................................ 570 Ek 4.1 El – İslam................................................................................................. 571 Ek 4.2 El – İslam................................................................................................. 572 Ek 4.3 Mustafa Nazır Emrullah; İzahatnâme, Kostantiniye, 1335 ..................... 573 Ek 4.4 Teşkilat-ı Cedide-i İslamiyenin Ehemmiyeti........................................... 574 Ek 4.5 İslamda usul-ü Meşveret ( Musa Kazım Efendi ) S. (344-345).............. 575 Ek 4.6 İstanbul Mebusluğu ................................................................................. 577 Ek 4.7 Boğazların İstanbul Makar-ı Hilafet Olamaz .......................................... 578 Ek 4.8 Ayan ve Mebusan Arıza-i Cevabiyelerinden........................................... 578 Ek 4.9 Ahval-i Müslimin ve’ulema Hakında ...................................................... 580 Ek 4.10 Makam-ı Ma’lay-ı müşeyihet-i İslamiyeye ........................................... 583 Ek 4.11 İslam ve Usulü Meşveret ....................................................................... 584

    iv

  • Ek 4.12 Şeriat-i Fera ve Kanun-u Esasî .............................................................. 587 Ek 4. 13 ‘Asr-i Kanuni ........................................................................................ 588 Ek 4.14 Mecelle-i Ahkam-ı ‘Adliyemize Reva Görülen Muvahezeyi................ 589 Müdafa ................................................................................................................. 589

    v

  • GİRİŞ

    A. İslamcı İdeolojinin Oluşması

    19. ve 20. yüzyıllarda Osmanlı Devleti’nin siyaset yapılanmasında farklılıklar

    ve değişiklikler görülmeye başlamıştır. Dünyadaki gelişmelere paralel olarak,

    Osmanlı Devleti de kendini yenileyip geliştirmekteydi. İmparatorluk bünyesindeki

    değişiklikler devleti ideolojik farklılıklara zorlarken, temel etken modern dünyanın

    eleştirilerine karşı aydınların savunma, hatta karşı koymaları şeklinde gözleniyordu.

    İmparatorluğu bir arada tutmanın yollarını arayan aydınlar, farklılıkların birlikteliği

    üzerine tezler geliştiriyorlardı. Özellikle dinsel ve etnisitiye dayanan farklılıkları

    ortak amaçlar etrafında toplamaya çalışan aydınlar, tüm farklı unsurları Osmanlılık

    bayrağı altında toplamaya çalışıyordu. Fakat bu fikir başarılı olamayınca, yeni

    arayışlara giren aydınlar, çoğunluğun yapısal bütünlüğünden hareketle İslamcılık

    ideolojisine ulaşmışlardı. Burada üzerinde durulacak nokta, İslam’ın ideolojik bir

    yapılanma içerisine girip girmeyeceği ön tezine karşı verilen cevaplar olacaktır. Bir

    diğer ifade ile, İslamiyet mevcut duruma cevap vermez düşüncesiyle, “yeni bir

    yapılanma ile ideolojik bir kılıfa mı büründürülmüştür?” sorusuna cevap aranacaktır.

    İslamiyet, her şeyden önce zaman ve mekanın sınırlaması ötesinde bir dindir.

    İslamcı cenah, her ne kadar İslamiyeti bir dinin ötesinde sosyal olgu olarak

    değerlendirse de, bize göre İslamiyet, her şeyden önce uhrevi vasıflara sahip, akıl ve

    bilimle çok fazla açıklanamayacak dinsel bir yapılanmadır. Bütün dinler gibi

    İslamiyette de, tabiatın üstün varlık tarafından yaratıldığı, her şeyi yaratan bu üstün

    gücün (Tanrı) varlığı kabul edilir. Bu noktadan hareketle, İslam insanın yaratılışına,

    yeri ve önemine açıklık getirir. Bu yaratılış sürecinin akıl yoluyla açıklanmasını

    beklemek, bizleri yanlış noktalara ulaştırır.

    Bir din olarak İslam’ın temel gerçeği, mü’minlerinin hayatına mânâ

    kazandırması, bilmedikleri ve kavrayamadıklarına karşı duyduğu korkuya tatminkâr

    karşılıklar bulmasıdır. Buna göre, Yaradan insanı kendisine kulluk etmesi için

    yaratmıştır. Bu dünya, geçici bir imtihan yeridir. Asıl olan ölümden sonraki ebedi

    hayattır. İnsan bu dünyada sahip olduğu seçme hürriyetini kullanarak iyi veya

  • kötüye yönelebilir. Öbür dünyada fani hayatındaki bu iyi ve kötü amellerine göre

    mükafatlandırılacak ya da cezalandırılacaktır.1

    İslam dininin bu özelliklerinden hareket edersek, dinin en önemli özelliğinin

    bireyselleşme, yani cezanın da mükafatın da ferdî olduğunu görürüz. O halde, Tanrı

    ile kul arasındaki bu özel ilişki, kurumsal yapılanmayı ve dolayısıyla sınıfları

    reddeder. Bununla birlikte, Tanrı ile kul arasındaki bu dinsel derinleşme Tasavvuf

    olarak adlandırılan mistik bir kurumsal yapılanmayı doğurmuştur. “Halk İslam'ı”

    ifadesini, önemli ölçüde tarikatlarda bulmaya başlamıştır. Tarikatlarla halk

    İslam’ının özdeşleşmesi, tasavvufun akla hitap eden sunni ihtiyaçların

    karşılayamadıkları ihtiyaçlara akıl yorma, ferdin akıl dışı dünyasına hitap

    etmesinden kaynaklanmaktadır.2 Tarikatlar, mü’minleri İslam’ın temel

    kaynaklarından yola çıkarak, günlük hayatta daha pratik uygulamalara

    yönlendiriyorlardı. Bu farklılıklar ise ideolojik ayrışmalara neden oluyordu.

    Tarikatların bu kadar güçlenmesi, dini ferdî olmaktan çıkarıp, toplumsal bir

    olguya dönüştürmüştür. Gibb İslam’ın bu sosyal kapsayıcılığını; baştan sona kadar

    kendine yeterli, kendi içine kapalı ve kendine özgü bir kültürün klasik örneği3 olarak

    nitelemektedir. Dolayısıyla sosyal tabakalaşmada dinsel gerçekle karşı karşıya

    kalınmaktaydı. Bu, İslam’a diğer dinlerle ayırıcı bir özellik kazandırıyordu. Özü

    itibariyle bireysel kurallar manzumesine dayanan uhrevi özellik, cemaat tipi

    yapılanmayla sosyal nitelik kazanmıştır. İslam’ın en önemli özelliği cemaati öne

    çıkarması ve kurallarını cemaat içerisinde etkinleştirip, yaygınlaştırmaya

    çalışmasıdır. Hıristiyanlıkta olduğu gibi, kilisenin ve ruhban sınıfının olmaması

    cemaat yapısını daha da güçlü kılıyordu. Zamanla dînî hayat cemaat hayatının

    tecrübesine dönüşmüştür. İslam toplumlarında, Batıda olduğu gibi, devletle fert

    arasında yer alan ikincil yapıların yokluğunun, cemaat hayatını

    kuvvetlendirdiğinden bahsedilir.4

    İslam’ı “sosyal din” olarak açıklayan İslamcı aydınlar, bu dinsel retoriğin tüm

    toplumsal sorulara cevap verecek siyasal donanıma da sahip olduğunu iddia

    etmektedirler. Bizce bu tez tartışmaya açıkken, dinin zaman içerisinde toplumda

    aldığı şekli de inkar anlamına gelmektedir. Yani, zamanla bir çok toplumsal örf ve

    2

  • âdetler bu süreçte dinsel kimlik kazanmıştır. Bu da toplumlar arasındaki dinsel

    farklılıkları söylemsel düzeyde de olsa bize göstermektedir. Bizce İslam’ın bu

    kapsayıcılığı, zaman içinde oluşturduğu cemaatçi yapıdan kaynaklanmaktadır. Bu

    yapıdaki canlılık, dini de canlı tutmaya yetmiş ve İslam dinine siyasi ya da ideolojik

    boyut kazandırmıştır. Böylce İslam dininden hareketle İslamcılığa ulaşılmıştır.

    Sekülerizme karşı, diğer dinlerin aksine, İslam dininin verdiği bu tepki de bizce her

    zaman kendini canlı tutmayı başaran cemaatsal yapının bir sonucu olmuştur.

    İslam toplumlarında siyasi haklar, dînî inançlara göre kazanılır veya

    kaybedilir. İslam devletlerinde bir Müslüman ile bir gayrimüslim aynı siyasi ve

    hukuki haklara sahip değildir. Ancak bir gayrimüslim İslamiyeti kabul ettiği anda

    Müslümanlarla eşit statüye kavuşabilir. Siyasi otoriteye itaat, her Müslüman için dînî

    bir vecibedir. Aynı şekilde siyasi otoritenin şer’i kurallara göre hareket etmesi, onu

    bağlayıcı bir unsurdur. Bu sebepten dolayı, İslam’ın siyasi boyut dazandığı ülkelerde

    katı kuralların hüküm sürdüğü teokratik yapılar oluşturmak oldukca kolay olmuştur..

    Müslümanlığın yaşadığı ülkelerde kurallara uyması, ülkelerini savunmaları, siyasi-

    şer’i hükümetin varlığını zorunlu kılmıştır.

    Bütün bu uygulamalar, İslamiyete bir din olmasının ötesinde ideolojik kimlik

    kazandırmıştır. Bilindiği gibi ideoloji, bireylerin yaşadıkları sosyal ve siyasal

    çevrelerine bir anlam vermek için yarattıkları ve başkalarına aktardıkları sembolik

    haritalar veya sembol sistemleridir.5 O halde, ideolojiler için belirgin bir sınırlama

    içerisine girmek ve bunu sınırlamak oldukça zordur. Bu noktada, siyasal ideolojilerin

    oluşum ve şekillenmesinde İslamiyet’in rolü ve önemi üzerinde durulması

    gerekmektedir. İdeolojilerde evrensel ilkelerden ziyade, tarihsel tecrübeler rol

    oynamaktadır. Bu nedenle farklı tarihsel süreçlerden gelen toplumlarda aynı

    ideolojik isimlendirmenin farklı yapılanmalar sergilediğini görmek mümkündür. İşte

    Osmanlı İslamcılığı da böyle bir farklılığın sonucu ortaya çıkan ideolojik sistem

    bütünü olmuştur. Diğer İslam ülkelerinden farklı bir yapısal ve hukuku talep ve

    uygulamalarla ortaya çıkmış ve yayılmıştır.

    İdeoloji şu tarihsel kategorilerden geçerek şekillenmiş, önce Batı

    toplumlarında uygulanmış ve bu tecrübeler aydınlar vesilesiyle Doğu toplumlarına da

    3

  • yansımıştır. Buna göre; ideoloji aynı zamanda bir sembolleştirme özelliğide

    taşımaktadır. Fakat bu sembolleşme oluşurken faklı tarihsel tecrübelerden beslenerek

    toplumdan topluma değişikler göstermektedir.Özellikle Batıda yaşanan sanayi

    devrimi ile birlikte insanların yaşam şekli ve üretim tarzlarında büyük değişimler

    yaratmıştır. Bu değişim aynı zamanda iletişim yöntemlerinide değiştirmiştir. Bunun

    sonucu ideolojiler ortaya çıkmıştır.İslamcı ideolojinin çıkış sürecide buna benzer bir

    gelişim izleyerek farklı iletişim yollarını kullanarak hem ideolejik bir boyut

    kazanmış hemde etkinliğini artırmışdır. Dolayısıyla Şerif Mardin’in dediği gibi:

    ‘İdeoloji farklılaşmış bir toplumun fikir yapısıdır. Farklılaşma ile, bir çok

    toplum fonksiyonunun iç içe girdiği geleneksel toplum yapılarının yerini farklılaşmış

    sosyal fonksiyonlara bırakmasını kastediyoruz. Artık cemaat ilişkilerinin yerini, şehir

    toplumunun fonksiyonel açıdan farklılaşmış ilişkileri alıyor: “Hemşehri” kavramının

    yerini “içi” kavramı alıyor. İşte bu farklılaşma sonucunda, insanların içine düştükleri

    yeni şartlara uygun inanç arayışlarına ideoloji diyoruz.’ Bu yapılanma içerisinde yeni

    sınıfsal oluşumlar meydana gelirken aydın dediğimiz sınıf ortaya çıkıyordu Bu

    grubun en önemli fonksiyonuda sitemle bir şekilde problemi olan insanların yanında

    yer alarak problemlerini kamuoyuna duyurmak oluyordu.İslamcı aydınlarda bu

    görevi üstlenerek özellikle Batıcılık karşısında rahatsız olan grubun temsilciliğini

    üstlleniyordu.6 Kitle iletişim araçlarının toplumsal özellik kazanması, ideolojilerin

    etkinleşmesindeki en önemli olgudur. Böylece sınıfsal farklılıklar derinleşirken,

    aydın sınıfı anlam ve önemini artırıyordu.

    İnsanların ve toplumların hızla değişmesi, toplumları yeni arayışlara itmiştir.

    Batı’daki gelişmeler, Doğulu toplumları farklı arayışlara yönlendirmiştir. Fakat bu

    arayışlar, Doğunun kendi içinden çıkan orijinal düşüncelerden ziyade, özellikle

    Batıda eğitim alarak yetişen, Doğulu aydın sınıfının bu kültürden etkilenmesi sonucu

    ortaya çıkan düşünceler olmuştur. Bu ideolojik yapılanmalar, hem Batıya karşı

    koyma hem de var olan sorunlara çare olmak amacıyla geliştiriliyordu. Yani

    geleneksel ideolojilerini, Batılı argüman ve kaynaklarla sunmaya başlama

    girişiminden başka bir şey değildi.

    4

  • İslamcılık, İslam’ı inanç, düşünce, ahlak, siyaset, idare ve hukuk bakımından

    hayata hakim kılmak, Müslümanlar arasında birlik ve dayanışmayı tesis ederek,

    İslam ülkelerine Batı karşısında geri kalmışlıktan kurtarmak amacına yönelik bir

    çözüm arayışı olarak XIX. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı aydınları

    tarafından dile getirilmeye ve tartışılmaya başlanmıştır.7 Pan-Ottomanizm

    (Osmanlıcılık) düşüncesinin iflasından sonra, Tanzimat'la birlikte Yeni Osmanlılar

    tarafından gündeme getirilen İslamcılık, etki ve tesirini II. Abdulhamid döneminde

    zirveye çıkarmış, İttihat-Terakki döneminde ise devletin etkin ideolojilerinden biri

    olarak devam ettirmiştir.

    XIX. yüzyılda Batı karşısında her savhada gerileyen İslam dünyası, kendi

    içinde birliktelik sağlayarak gelişebileceği düşüncesini oluşturdu. İslam’ın ruhunda

    var olduğu söylenen birlik ve kardeşlik duygularını hilafet gerçeğiyle bütünleştirip

    ideolojik boyut kazandırmayı Tanzimat aydını başardı. Bu dönem aynı zamanda,

    Tanzimat’tan sonra Osmanlıcılık, Türkçülük ve Batıcılık düşüncelerinin de

    tartışıldığı dönem olmuştur. İslamcı politikaları yürütecek ve etkinleştirecek merkezi

    otoriteye ihtiyaç vardı. Bu ihtiyaç da halifenin kişiliğinde bütünleştiriliyordu. Batı

    karşısında sürekli geri kalan Müslüman dünyasını aynı amaç doğrultusunda toplamak

    ve bunların liderleri olarak halifeyi göstermek -bizce İslam dünyasının Osmanlı

    Padişahını halife olarak gördüğü şüphelidir- ve ona itaat etmelerini sağlamak, ulusal

    çıkarlar zedelense bile, İslam dünyasının kurtulması için birlikteliği sağlamak, bunun

    için de bütün Müslümanları aynı amaç ve devlet ekseni etrafında toplamak

    önemliydi. Özellikle gerileme ve dağılma sürecine giren Osmanlı Devletini ayakta

    tutmanın bir yolunun da bu olduğu düşünülüyordu. Batı karşısında İslam dünyasının

    gücünü arkasına alma isteği. Bunu o dönemde yapabilecek tek devlet ise, dönemin en

    güçlü ve bağımsız devleti olan Osmanlı Devleti’dir.

    Osmanlı Devletinde İslamcılığın köklerini çok daha eskilere dayandıranlar

    vardır. Örneğin B. Lewis Osmanlı İslamcılığını Küçük Kaynarca’ya kadar

    götürmektedir:1774 yılında Rusya ile imzalan“İslamcılık, 1774 an Küçük Kaynarca

    Antlaşması’na kadar götürülebilir. Bu antlaşmanın maddelerinden birinde, Sultan’ın

    İmparatorluğun dışındaki Müslümanlar (ehl-i İslam) üzerinde de manevi bir yetkisi

    olduğu ileri sürülmüştür”8diyor. İmparatorluğun sınırları içinde yaşayan

    5

  • Müslümanların yanı sıra, dışarıda yaşayan Müslümanlar üzerinde de etki kurmak

    isteniyordu. Yıllar içinde kurumsal varlığını oluşturan ve zaten güçlü olan İslamî

    gelenek, 1876 Anayasası’na da: Yüce Sultan, Halife olarak İslam dininin

    koruyucusudur, şeklinde girmiştir. Böylece parlamenter düzende de İslam dininin

    önemli rol oynaması sağlanmıştır.

    Daha önce ideolojinin modern zamanların ürünü olduğunu, sanayileşme ile

    birlikte toplumsal sınıflar arası doğan farklılaşma sonucu meydana geldiğini

    söylemiştik. Sanayi devrimini yaşamayan, Avrupa toplumlarının yaşadığı kültürel

    evrimleşmeyi geçirmeyen Osmanlı toplumunda İslamcılık ideolojisi nasıl

    oluşmuştur? Bu sorunun cevabını ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun kendine özgü

    yapısında bulabiliriz. Farklı kültürel yapılara sahip insanlardan oluşan

    imparatorlukta, bu grupların etkileşime geçmesi sonucu diğer Müslüman ülkelerde

    pek rastlanılmayan farklı bir kültürel oluşumla ortaya çıkmıştır. Bir arada yaşamanın

    verdiği zorluk, zaman içerisinde hoşgörü ve tahammül kültürünün de gelişmesine

    neden olmuştur.

    Modern siyasetin en önemli unsurlarından biri olan ideoloji doğu

    toplumlarına kültürel bir olgu olarak girmiştir.Dolayısıyla İdeoloji olarak tanımlanan

    bu fikir yapısı veya ideolojik düşünce biçimi, İslam toplumları için kültürel bir

    unsurdur , fakat ideolojinin temelini oluşturan fikirsel alt yapılar; geleneksel doğulu

    düşünceden çok farklı değildir.Adeta doğu batı sentezine dayanan melez bir

    yapılanma içermektedir.

    Geleneksel İslam dünyası 14. yüzyılda Avrupa sömürgeci ve yayılmacı

    politikalarıyla değişime uğramaya başlamıştır. Bu yeni emperyalist güç, diyalektik

    olarak sömürdüğü toplumlara yeni kavramlar da getiriyorlardı. Aslında Avrupa’nın

    bu yeni yayılmacı politikasının ardı sıra dünyaya tanıttığı yeni düşünce,

    Nasyonalizm ya da Milliyetçiliktir. Gelişmemiş toplumlar seküler nitelik taşıyan bu

    yeni ideolojiyi sentezlemekte zorluk çekiyordu. Zaman içerisinde yerel unsurlarla

    harmanlanan bu ideoloji yeni, İslamî bir kimlik kazanıyordu. Yani evrensel nitelik

    taşıyan seküler milliyetçilik, İslam dünyasında yerel unsurlarla İslam Milliyetçiliğini

    doğuruyordu.

    6

  • Geleneksel İslam yerine İslamcılık, yeni boyut ve değişim sunuyordu. Bu da

    düşünürleri İslamcılığa götürmekteydi. Dinin geleneksel yapıdan farklı olarak

    meşrulaştırma biçimi de değişiyordu. İslamcı ideolojide İslam, Batılı ideolojiler

    modelinde bir dünya görüşü olarak karşımıza çıkmaktaydı. Bunun en kesin

    görünüşü; dinin artık doğruluğunun ispatlanması ve tartışılması değil, uhreviyi

    rasyonelleştiren bir gücün varlığı ve iradesinin dayanak olarak gösterilmesi ve

    tamamıyla nesnel biçimlerde doğruluk ve haklılık arayışlarına geçilmesidir. Bu da

    dinin sadece öbür dünyaya hazırlık unsuru olmasından çıkıp nesnel nitelik

    kazanmasını sağlıyordu. İslamcılık, İslam’ı çağın paradigmalarına uygun olarak, dini

    dünyevileştirmekte, var olan sorunlara çare bulmada araç olarak kullanmayı

    seçmekteydi.

    Geleneksel İslamcılar, Kur’an’ın genel prensipler ortaya koymak yerine,

    spesifik tarihi durumları anlattığını belirtirler. Böylece Kur’an ve hadis tecrübesinden

    yola çıkarak ortaya çıkan yeni durumlara çözümler üretilebilir sonucuna ulaşılıyordu.

    Bu da Batı kökenli olan ideolojik prensiplerle açıklanan İslamcılıkla bu birikimin

    tarihsel tezahürü olarak anlatımını zorunlu kılıyordu.

    İslam dininden yola çıkarak, Batı felsefesi temelleriyle açıklanan İslamcılığı

    anlamlandırırken Reinhard Bendix’in tarih ile din arasında kurduğu bütünlükten

    faydalanabiliriz: Tanrı tarafından yaratılan dünyanın merkezi gerçeği olarak

    zamanın başlangıcından beri var olan “moral law”ı keşfetmektir. Bu görüşte tarih,

    ilahi kanunun kendisini göstermesinden ibarettir. İnsan aklının kapasitesi onun

    emirlerini anlamak ve takip etmekle sınırlıdır. İşte insan aklının ve eyleminin

    sınırları sorgulanmaya başlandığı zaman ideoloji ortaya çıkmaktadır.9 O halde

    ideolojiler uhrevinin dünyevileştirilmesinin bir sonucu oluyordu.özellikle bu düşünce

    yakın çağda hızlılık kazanan dinlerin sekülerleşme sürecinde etkinlik kazanarak ön

    plana çıkmaktaydı.

    Geleneksel İslam’dan hareketle, dünyevileştirilmiş İslamcılığa ulaşmak kendi

    içinde bir çelişki olarak görünse de, İslamcılığı oluştururken geleneksel dinsel

    kalıpların sorgulanmaması kolaylaştırıcı olmuştur. Seyid Hüseyin Nasr, geleneksel

    İslam ile İslamcılık ideolojisi arasındaki bağı şöyle kurmaktadır: “Geleneksel İslam’ı

    7

  • savunanlar, İslam geleneğindeki hiçbir şeyi (sanat, felsefe veya bilimi)

    reddetmemektedirler. Tasavvufu da Şer’iât’ın denetimindeki dokulara kan

    pompalayan ağacın kalbi olarak görürler. Bu gruba göre rasyonalizm, hümanizm,

    materyalizm, evrimcilik ve psikolojizm gibi modern ideoloji ve “izm”lerin ortaya

    koydukları meselelerin çözümlerini ancak İslam metafiziği getirebilir. Onlar için

    İslam dünyasının canlanması, Müslümanların kendilerinin dirilmesiyle mümkündür.

    Sahip oldukları reform fikri de, modern anlamda dünyayı değiştirmeye çalışan, ancak

    insanı reforme etme görüşüne ait bir reform değildir. Bu grup, İslam toplumunun bir

    bütün olarak içten reforme edilmesini savunmaktadır. Dünyaya ve özellikle modern

    dünyaya karşı tavırları ise pasif bir kabullenmeden ibaret değildir, modern dünyayı

    eleştirirler. Bu grup, Batı medeniyetinin İslam’a zarar vereceğini ve Allah’ın son

    kitabının şerefine layık olmayacağını bildikleri için savunmaktadırlar.

    Bu grup, geleneksel bir İslamî kavram olan iç dirilişi (tecdid) İslam’ın

    tamamına sonradan eklenen bir fikir olan dış reformu reddederler.”10böylece

    savunurken, geleneksel değerlere ayrı önem veren doğu toplumlarında halkın tepki

    göstermesi engellenmiş olunurken çağın getirdiği sosyal ve siyasal yeniliklerede

    ayak uydurulmuş olunuyordu. Bu durum aynı zamanda yenilikci dediğimiz yeni bir

    sınıfın oluşmasınada yol açıyordu.

    İslamcılıkla birlikte geleneksel Hıristiyan-Müslüman karşıtlığının yerini, din-

    materyalizm ya da pozitivizm karşıtlığı almıştır. Yeni İslamcılar pozitivizmi tenkit

    etmeye başlamışlardır. Onlar Batıdan gelecek yeniliklere değil, İslam’ı

    yabancılaştırmasına yani pozitivist fikirlerine karşıdırlar. Toplumun alt kesiminde

    görünen retorik İslam aydını sınıfını oluşturmasıyla -terakki kavramıyla birlikte-

    tartışılmaya başlanmıştır. Böylece farklı dünya görüşlerinden etkilenen bu aydın

    sınıfı İslamcılığı ortaya koyuyordu.

    19. asırda Batılı ideolojilerin de etkisiyle, İslam toplumlarında bir meşruiyet

    krizi ortaya çıkarıyordu. Batıdan gelen yeni prensip, halkın yönetimde söz sahibi

    olması, geleneksel İslamî kurallara göre meşruiyeti tanınmış monarşinin yeniden

    gözden geçirilmesini gerekli kılıyordu. Gazetelerin ve yine Batıda olduğu gibi bir

    aydın sınıfının ortaya çıkması, siyasal iktidarın meşruiyetinin sorgulanmasını

    8

  • başlatıyordu. Klasik İslam’da, anarşi endişesiyle girişilen meşrulaştırma çabaları

    geçerliliklerini kaybetmeye başlıyordu. Bu “safhada İslam’ın evrensel geçerliliğini

    ispatlaması için demokratik prensiplerle beraber, Batının evrensel diye dayattığı

    değerlerin de İslam’da bulunduğunun gösterilmesi gerekiyordu. Kısaca İslam’ın

    evrensel bir siyasal-sosyal teori olduğunun ispatlanması gerekiyordu.”11

    İslamcı ideolojinin doğup gelişmesindeki etkin rolü “İslamcı aydınlar”

    üstlenmiştir. Her ne kadar bu aydın sınıfı batıdaki gibi kültürel farklılaşmadan

    doğmamış olsa da, klasik İslam ûlemâsından farklı bir ûlemâ ile karşı karşıya

    olduğumuz da bir gerçektir. Klasik İslam ûlemâsından farklı olarak, yeni “İslamcı

    aydın” modern araçları kullanarak fikirlerini yaygınlaştırmaya başlamıştır -örneğin

    gazete en önemli araçtır, hem etkinliği hem de geniş kitlelere ulaşmaları açısından en

    etkin yoldur. Türk modernleşmesinde gazetenin ayrı bir önemi ve yeri vardır.

    Dönemin tüm aydınları fikirlerini gazeteler yoluyla ifade etmektedirler. Türk

    aydınlanmasına özgün gözüken bu gelenek, aslında bir lüks olarak da

    değerlendirilebilir. Böylece İslam dünyası, İslamcılıkla birlikte Batılı düşünce

    yapısıyla tanışmaya ve şekillenmeye başlamıştır. Bizce bu süreç tarihte dondurulmuş

    değil, günümüzde de etkinliğini ve önemini korumaktadır. Batının da etkin rolüyle,

    İslam dünyasında, İslamcılık hâlâ en etkin ideoloji olmaya devam etmektedir.

    Türkiye gibi çağın başlarında sekülerizmi gerçekleştiren ülkelerde bile, yeni

    sömürgeci batı anlayışıyla İslamcılık hâlâ etkisini devam ettirmektedir.

    1. Osmanlı Devletinde İslamcılığın Gelişmesi

    İslamcı düşüncenin doğup gelişmesinde Osmanlı aydınının ayrı bir yeri ve

    önemi vardır. Diğer İslam ülkelerinin aydınlarından farklı olarak, Osmanlı aydını

    İslamcılığa ideoloji boyutu kazandırmıştır. Bunda İslamcı aydınların Batıdan

    etkilenmeleri, Türk-Osmanlı toplumunun yüzyıllar içinde kazandığı geçişkenlik,

    doğal hukuka yatkınlık Osmanlı aydınını batılı rasyonel değerlere yakınlaştırmıştır.

    Ayrıca Osmanlı İslamcılığı cihadı değil, daha önce Pan-Osmanlıcılıkta gözüken,

    imparatorluğun tüm unsurlarını bir arada tutmaya çalışmıştır ki, bu fikirsel tecrübe

    İslamcılığın doğuşunda etkin olmuştur.

    9

  • Daha önce de belirttiğimiz gibi, Pan-İslamizmin kökleri XVIII. asrın ikinci

    yarısına kadar uzanır. 1768 yılında Rusya’ya açılan harpte Osmanlı Devletinin

    yenilmesi üzerine 1774 Temmuzunda imzalanan Küçük Kaynarca anlaşmasında,

    Kırım Hanlığının istiklali tanınmış ve padişahın 1517’den beri aynı zamanda halife

    olduğu hatırlanarak anlaşmanın 3. maddesine şu ibare konmuştur: “…Tevaif-i

    tatar…ehl-i İslam’dan olup zat-i madaletsimat-ı şehriyaranem imam ül-mü’minin ve

    hilafet ül-muvahhidin olduğunu binçen umur-ı dînîyeye ve mezhebiyelerini taraf-ı

    hümayunun hakkını Şeriat-ı İslamîye muttesasınca tanzim ideler.”12 1700’lerde

    başlayan bu gelişmeler, fiziksel boyutunu 1800’lu yılların sonunda kazanmıştır.

    Özellikle 1871-76 yılları İslamcılığın geliştiği yıllar olmuştur.

    Osmanlı Devletinde İslamcılığın ortaya çıkışının değişik sebepleri vardır:

    XIX. Yüzyılda Müslümanlar eğitim, ilim ve teknoloji alanındaki geri kalmışlıktan

    kurtulmak için bir taraftan Batının ilim ve teknolojisini almanın gerekliliği üzerinde

    dururken, diğer taraftan Batının pozitivist ve materyalist kültürüne karşı kendi inanç

    ve geleneklerini koruyup geliştirmek amacıyla bir dönüşüm ve değişim içerisine

    girmişlerdir. Bunun sonucunda ortaya çıkarılan kültürel canlanma ve hareketlilik

    İslamcılığın entellektüel zeminini oluşturmuştur. Tanzimat tecrübesi ve bilhassa

    Islahat Fermanı’nın getirdiği Müslüman-gayrimüslim eşitliğinin sebep olduğu

    toplumsal huzursuzluk sürecinde kendilerini devletin sahibi telakki eden

    Müslümanlar, artık “millet-i hakime” statülerini kaybedecekleri endişesiyle

    itirazlarını dile getirirken aynı zamanda yapılanları Şeriat'tan sapma olarak

    değerlendiriyorlardı. Buna karşın dine sıkı sıkıya sarılmak gerektiğini söylüyorlardı.

    Bunun yanı sıra Tanzimat dönemi boyunca hem eşitlik politikalarının hem de

    yenileşme çabalarının gereği olarak özellikle hukuk düzeninde yapılan değişiklikler

    ve Avrupa’dan iktibas edilen kanunlar, halkta dînî hassasiyetin gelişmesine ve

    İslamcı tepkilere kaynaklık etmiştir. 19 yüzyılda Avrupa sömürgeciliği yeni bir boyut

    kazanmıştır. Daha işgalci olan Avrupalı devletlere karşı İslam ülkelerine, Batılı

    devletler karşısında birlikte olma duygusu gelişiyordu. Özellikle de hilafet yeniden

    gündeme gelerek birliktelik sağlamada araç vazifesini görmeye başladı. İslam

    devletlerinin hilafete yönelmesi, Osmanlı aydınını İslamcılık ideolojisinden güç

    almaya itti. Bu, dinsel birliktelikten çok sayıda siyasal taleplerden oluşmaktaydı.

    10

  • İslam dünyasındaki bu İslamcı talepler zamanla anlam ve önemini kaybederken,

    Osmanlı aydınları arasında etkinliğini devam ettirmiştir.

    Pan-İslamizmin doğmasına yani İslam’ın ideolojik boyut kazanmasına

    katkıda bulunan önemli aydınlar olmuştur. Bunların içerisinde hiç şüphesiz ki ilk

    akla gelen Cemale’d-Din Afgâni (1838-97)’dir. Hakkında çok sayıda kitap ve makale

    yazılan Afgâni’nin, bizce kişiliği ve İslamcılığa sunduğu katkı her zaman tartışmaya

    açıktır. Daha önceki çalışmamızda, araştırma konularımızdan biri olan Afgâni

    düşünceleriyle bizi hayal kırıklığına sürüklemiştir. Zaman zaman tutarsızlıkları ve

    düşüncesinde orijinalliği yakalayamamak, Afgâni’yi tartışma konusu yapmıştır.

    Afgâni, Esedâbâd (İran’da Hemadan yakınların)da doğdu. İlk önce İslam

    ülkelerini daha sonra da Avrupa ülkelerini gezdi. Bazılarında uzun dönemler kaldı.

    İran, Afgânîstan, Hindistan, Türkiye, Hicaz, Mısır, Fransa, İngiltere ve Rusya gezdiği

    ülkeler arasındadır. Küçük elit gruplarla yaptığı konuşmalarında da, popülist

    liderlerle yaptığı uzun konuşmalarda da aynı başarıyı gösterebildi. Bu başarısı,

    Afgâni’nin İran, Afgânîstan, Hindistan ya da Mısır’dan sürgün edilmiş -ya da

    ayrılmaya ikna edilmiş- ve resmi olarak görevlendirilmiş bir kişi olabileceği

    şüphesini de doğurdu.13

    Afgâni’nin özellikle İstanbul seyahatleri sırasında dînî konulardaki

    tutarsızlığı şüphe uyandırmıştır. Uzun süre şüpheyle yaklaşıldığı için Abdulhamid

    tarafından sarayda tutularak kontrol edilmeye çalışılmıştır. Dînî konulardaki bu

    tutarsızlık, siyasete yaklaşımından kaynaklanmaktaydı. Afgâni’ye göre, bağımsız

    olmak isteyen Müslüman dünyası öncelikle ulusalcılığı yada milliyetçiliği

    güçlendirmek zorundaydı.

    Politik konuşmalarına ve yazılarına bakıldığında genel olarak bu milliyetçi

    vurgunun yapıldığını görebiliriz. Sürekli olarak tekrarladığı ana tema, Avrupa

    saldırılarıyla eş zamanlı olarak Müslümanların mobilizasyonunun (özellikle

    liderlerinin ve entellektüellerinin) ve zorba kurallara karşı durmanın gerekliliğiydi.14

    Afgâni bunu yaparken, halkların milliyetçilik yönündeki uyanık hislerini tahrik

    ederek, onları reforma, hatta ısrarla, Avrupa baskısı ve müdahalesine karşı

    koyabilmek için ordu ve araç aramaya doğru yönlendirdi. Politik söylevlerinin ilk

    11

  • yıllarında her bir Müslüman ülkeye ayrı olarak eğildi ve bunu yaparken de sadece

    İslam’ın şanını vurgulamadı, aynı zamanda ülkelerin Müslüman olmayan

    yönetimlerine de saldırdı. Kısa bir zaman sonra sonuca ulaştı ve Avrupa güçlerinin

    fiziksel üstünlüğüne sadece ve sadece İslam dünyasının birleşerek karşı

    koyabileceğini ileri sürdü. Bu süreç içinde Afgâni, Gibb’in dediği gibi Pan-İslamcı

    Milliyetçiliğin15 en etkin temsilcisiydi. Afgâni için milliyetçilik ve Pan-İslamcılık,

    özgürlük yönlerinden birbirlerini tamamlayan şeylerdir. Müslüman ülkelerde daha

    liberal rejimlere girebilmek için ve Avrupalı müdahalelere karşı koyabilmek için

    bütün Müslümanlar birleşerek bir araya gelmeliydi, çünkü yeni Haçlı seferlerine

    ancık böyle karşı konulabilirdi.16

    Afgâni’nin Şii bir ailede doğup büyümesi, Sünnî İslamî fıkıha göre yasalarını

    şekillendiren Osmanlı ve diğer Müslüman ülkeler için eleştiri konusu olmuştur. Fakat

    Afgâni bu ayrımın kaldırılması için de çaba göstermiştir. Özellikle de Fransa ve

    İngiltere’de yaptığı çalışmalar onun dünyasının entellektüel boyutta zenginleşmesine

    katkıda bulunmuştur. Hatta milliyetçi fikirlerini büyük oranda burada oluşturduğunu

    biliyoruz. Çağdaşı olan Muhammed Abduh ile birlikte Avrupa gazetelerinde yazdığı

    makaleler ilgi çekmiştir. Afgâni İslam ülkelerinin birlikte hareket etme gerekçelerini

    şöyle açıklıyordu: “…. İslam Batı’nın en uzak noktasından Çin sınırlarındaki

    Tonkin’e, Kuzeydeki Fezzan’dan Sarandib’e, Ekvator’un güneyine kadar yayılmıştır.

    Buralara Müslümanlar yerleşmiştir ve yenilmez bir yönetimleri vardı. Bütün dünyayı

    yöneten büyük kralları vardı. Doğa da çiçeklerden ağaçlara kadar çok cömertti.

    Şehirleri çok kalabalıktı ve mimarlık ve sanatta da diğer şehirlerle beraber rekabet

    ederlerdi. Bilim adamlarıyla, edebiyatçılarıyla, filozoflarıyla, fizikçileriyle,

    mimarlarıyla ve öğretmenleriyle gurur duyarlardı. Çin ve Avrupa kralları onların

    halife ve prensleri yanında titrerlerdi. Son zamanlarına kadar hiçbir deniz kuvveti

    onlarla rekabet edememiştir. Müslümanların sayısı 400 milyondan az değildi,

    kalpleri sağlamdı ve her an savaşta şehit olmaya hazırdılar. Kur’an onlara ışık

    vermişti. Çok anlayışlı bir yönetim bile olsa, Müslüman olmayanlar tarafından

    yönetilmek istemiyorlardı. Eğer Müslüman topluluğu yabancı hakimiyetine girerse

    içindeki kardeşliklerinin sona ereceğini ve boyun eğmek zorunda kalacaklarını

    düşünüyorlardı.

    12

  • Fakat Müslümanlar dünyaya öncülük etmiş olmalarına rağmen, bilgide ve

    endüstride geri kaldılar. Toprakları bölündü ve işgal edildi; fakat yine de dînî

    emirleri yabancı hakimiyetine boyun eğmeyi yasaklıyordu. Allah’ın onlara

    yeryüzünü bağışlama sözü verdiğini hiçbir zaman unutmadılar. Bilimde ve güçte

    geri kalmalarında daha da önemlisi, içte meydana gelen ihtilaflar ve bunların neden

    olduğu yoksulluk, güçsüzlük ve açgözlülüktü ki bunlardan sonra büyük bir yozlaşma

    oldu. Müslümanlar, dinlerinin emrine rağmen yabancı hakimiyetini tercih ettiler ve

    yabancı güçlerden kendi din adamları aleyhine yardım istediler. Böylece İspanya

    hakimiyetine girdiler. Zevk arayışı endüstrilerini, ticaretlerini ve tarımlarını yerle bir

    etti. …”17

    Bu makaleden de anlaşılacağı gibi Afgâni, ön-milliyetçilik diyebileceğimiz

    makro-ulusalcılıktan, İttihad-ı İslam’a ulaşmayı, İslam’ı Müslüman uluslar için

    öncelikli politika olarak sunuyordu. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, bizce Afgâni

    düşünsel vizyon ortaya koyabilecek derinlikte bir düşünür değildir. Oysa Osmanlı

    aydınını oluşturan Genç Osmanlılar Afgâni’ye oranla çok daha donanımlı ve

    düşünsel derinliğe sahip kişiler olmaları dolayısıyla Afgâni’nin Osmanlı halifesinden

    ve aydınlarından etkilenmiş olma ihtimalinin çok yüksek olduğu sonucuna bizi

    götürmektedir.

    Pan-İslamist politikanın temeli II. Abdülhamit’e dayandırılsa da bu

    düşüncenin çok daha önce kullanıldığını kazandığını söylemiştik. II. Abdülhamit

    döneminde ise İttihad-ı İslam, dış politikanın ana unsuru olmuştur. Yani İttihad-ı

    İslam bir fikir olarak değil de, dış politikada etkin faktör olarak ortaya konulmuştur.

    Afgâni’nin de Osmanlı Sultanı II. Abdülhamit’in sarayında konuk olarak göz altında

    tutulurken, bu politikalardan etkilendiğini, ya da Sultanın görüşüne yakın durma

    ihtiyacından olsa gerek, Pan-İslamizmin ateşli savunucusu olduğunu söylemek doğru

    olur sanırız. Düşüncelerindeki tutarsızlık da bizleri o noktaya götürmektedir.

    Bize göre İslamcılık ya da “İttihad-ı İslam” II. Meşrutiyet’ten önce oluşmaya

    başlayan bir siyasi yapılanmadır. Fakat yılların getirdiği birikim ve Batıcı rasyonel-

    pozitivist hareketlerin etkisiyle II. Meşrutiyet döneminde ideoloji haline gelmiştir.

    Türkçülük ve Garpçılık gibi iki önemli ve güçlü fikir akımıyla mücadele etmek

    13

  • zorunda kalan İslamcılar, düşüncelerini deriştirerek entellektüel boyut

    kazandırmışlardır. Tabii ki 13 asırlık dinsel kaynaklardan beslenen bu düşüncenin

    devrimci niteliği tartışılır. Yani kaynağını dinden alan ve kurtuluş yolu olarak da

    tarihi -klasik dönemi- referans alan bir görüş nasıl olur da yeni olurdu. Onun içindir

    ki İslamcılık revizyonist bir harekettir. O nedenle İslamcıların yenilik olarak

    sundukları Batıdan gelen fikirlerle İslam’ı sentezleme çabasından ibarettir.

    2. İttihad-ı İslam’ın Ortaya Çıkışı ve Osmanlı Devletindeki Gelişimi

    Pan-İslamizm üzerine yapılan araştırmaların çoğunluğu Batı kaynaklıdır. Bu

    kaynakların çoğu, bu kavramın kullanılmaya başlama tarihi olarak 1877-78

    Osmanlı-Rus Savaşını verirler. 19. asır sonuyla 20. asır başlarında Pan-İslamizmle

    ilgili literatürün bir icmalini yapan Lee, kavramın en erken tarihi kullanımını Franz

    Von Werner’in 1876 Haziranından önce yazılmış ve 1877 yılında yayımlanmış olan

    Türkische Skizzen (Lerpzig, 1877) isimli kitabında bulur. Yine Lee’ye göre

    İngilizce’de ilk kullanım Vambery’in 31 Aralık 1877 yılında Daily Telegraph’da

    yayımlanan makalesidir. Modern tarihçiler de aynı tarihlendirmeleri tekrar

    ederler18.

    Pan-İslamizm kavramı daha ziyade Batılı kaynaklardan dilimize geçmiş olan

    bir kavramdır. Osmanlıca karşılığı ise “İttihad-ı İslam”dır ve 1860’lardan itibaren

    kullanılmaya başlanmıştır. Fakat İttihad-ı İslam kavramını peygamber dönemine

    kadar götürenler vardır: “…İttihad-ı İslam fikri ki en vasi manasıyla bütün müminîn

    arasındaki yekvücudu ve tesanûd-i hasi’dir, ta Hz. Muhammed zamanından beri

    mevcuddur. Hilâfet bununla beraber bu İstanbul Hilâfları, Mekke’de Bağda’da da

    alem-i İslam’a hükm iden selefleri derecesinde hürmet ve tekmire mahzar olmadılar.

    Hususuyla Arapların nazarında Osmanlı padişahlarının daima bir Batılan tarihi ve

    dînî gibi görülmüş ve bu iş hiçbir zaman rızay-ı tam göstermemişlerdir. Şüphesiz

    Sultan Hamid Sani hilafetin şöhret ve nüfuz ve şevket-i kadimesini idda ve ihya içün

    hırsiyane teşebbüsatda bulundu. Lakin bu zatın iktibas itdüğü muvafakiyetler, hilafet

    ünvanın varisi olduğu tesirden ziyade İttihad-ı İslam, cihet-i camia-i İslamiyet

    hissinin hasıl itdiği ceryan-i umumi neticesi idi. İttihad-ı İslam hareketinin hakiki

    14

  • ruesası Abdulhamid’e karşı ya sarf-ı resmi bir ihtiram göstermişler, yahud açıkdan

    bir vaziyet hasmane almışlardır. Bu hakikat Abdulhamid’in bir nevi İslamiyet Papası

    gibi korkan, Avrupa alemi tarafından anlaşılmamıştır.”19

    İslamcılık ya da “İttihad-ı İslam” kavramı, Osmanlı Devletinde Batı

    sömürgeciliğine karşı devleti ayakta tutmak için kullanılan bir araç olarak

    kullanılmıştır. O nedenle diğer dinsel ve fikirsel yapılardan farklılık bir gelişimi

    vardır. Bu anlamda Osmanlı İslamcılığı farklılık arz etmektedir. Özellikle II.

    Meşrutiyet döneminde tamamen yerelleşen bu fikir hareketi, halifenin politik ve dînî

    gücünden ziyade, toplumun dinsel inançlarını kullanarak ideolojilerini

    savunmuşlardı. Bu da bize gösteriyor ki; bi din daima toplumun ve siyasi durumların

    gereklerine göre üretilir ve yeniden üretir, ama bu hemen her zaman meşruiyetini

    belirli metinden türemiş olmaktan alan bir tema, bir başlangıç milli temeli üzerinde

    yapılır.

    Geleneksel toplumlarda, aydın sınıfı toplumun önünü açıcı özelliğini yerine

    getirmekte her zaman zorlanmıştır. Toplumsal devrimler ancak mevcut sistemi

    eleştirmek, hatta değiştirme istekleri ve faaliyetleriyle mümkün olabilir. Batıda

    gördüğümüz intelijeansı Doğu toplumlarında görmemiz fazla mümkün

    olmamaktadır. Doğu toplumunda aydın sınıfı, marjinal değişimler yerine, mevcut

    düzeni “halkçılık” adına savunmayı, hatta yüceltmeyi sürdürmüştür. Osmanlıdan

    başlayan bu gelenek, Cumhuriyet döneminde de devam etmiş, geçmiş özlemi ya da

    çeviri kültürü orijinal ve devrimci düşünceler geliştirilmesini engellemiştir. Özellikle

    de İslamcı aydınlar toplumla değişim arasında sıkışıp kalmışlardır. Hatta modernist

    ve yenilikçi olarak nitelendirilen aydınlar bile bu geleneksel ve dînî değerlerden uzak

    tezler geliştirmede yetersiz kalmışlardır. Belki de devrimci toplumsal dönüşümlerin

    yaşanamamasının en önemli sebebi budur. Örneğin Türk modernleşmesinde bizce

    yapı taşlarından birini oluşturan Namık Kemal’i nereye koymamız gerekiyor.

    Modernist mi İslamcı mı? O nedenledir ki Türk aydınını belirli düşünsel alanlara

    yerleştirmek her zaman kolay olmamaktadır. Bunun da tarihsel gelişmemizde büyük

    rolü olmuştur. Çünkü Karpat’ın ifade ettiği gibi, “….17. ve 18. yüzyıllarda Osmanlı

    aydınının sistemin üstünlüğüne olan inancı, toplumsal değişmezliğe olan inancı

    artırdı. Somut duruma dayanan bu inanç yönetici sınıfın ideolojisi haline geldi.

    15

  • Osmanlı toplumsal sistemi olgunlaştıkça, refahın ve istikrarın ortaya çıkışına dair

    objektif bilinç, düzenin ilahi iradeden kaynaklandığı ve bu sebepten sonsuza kadar

    süreceği inancıyla yer değiştirdi. Sistemin ideolojisi gerçeğin önüne geçti. Düzende

    değişiklik yapmak yerine, onu korumaya yönelik tedbirler içten gelen değişim

    ihtiyacına anında verilen tepkiydi.

    Bu süreçte İslam’ın üstlendiği rol marjinaldir. Din, dıştan çok dinin gördüğü

    zamanlarda bile İslam’ın özünden sapan siyasal sisteme İslamî bir tasarımın ürünü

    olmaktan çok, sisteme dahil çok sayıdaki toplumsal gücün bir sentezidir.”20 17.

    yüzyıl devlet düzeni, 19. yüzyıl İslamcı aydını için referans olmuştur. Yani mevcut

    düzeni korumak, hatta geçmişi canlandırmak tek kurtuluş yönüdür. Çünkü değişmek

    Batılılaşmaktır ki, bu da kültürünü almak, toplumsal yozlaşmaya yol açmak

    demektir. Ayrıca yüzyıllarca dünyasından üstün olduğunu iddia eden Müslüman

    aydını için bu kolay kabul edilebilecek bir durum değildir. O nedenledir ki

    “devşirme” yenileşme sürecine karşı olduğunu sürekli ifade etmiştir.

    3. Batılılaşma ile Birlikte Gelişen İslamcılık

    Tanzimat Fermanı (1839-1856) Osmanlı Devletinde bir kırılma döneminin

    başlangıcı olmuştur. Günümüzde bir çok tarihçi Türk Batılılaşma tarihini

    Tanzimat’la başlatırlar. Tanzimat, Osmanlı Devletinde yenileşme ve değişme

    döneminin başlangıcını teşkil eder. Osmanlı Devleti bu yüzyılın başında çok önemli

    gelişmeler yaşamıştır. III. Selim (1789-1807) ile başlayan değişim ve yenileşme

    çabaları II. Mahmut (1808-1839) döneminde de devam etmesine rağmen beklenen

    sonucu vermemiştir. Devlet içerde ve dışarıda istediği başarıyı elde edememiş, hatta

    artık Osmanlı Devletinin son bulacağı tartışmaları başlamıştır. Tanzimat işte bu

    noktada, devlete içerde ve dışarıda kaybettiği gücü ve güveni vermek amacıyla,

    Batılı devletlere imparatorluğun hâlâ kurtarılabileceği hatta eski gücüne

    kavuşturulabileceğine inandırmak için Tanzimat’ı ilan edilmiştir. Tanzimat’la

    birlikte iki noktaya ulaşılmaya çalışılıyordu. Her şeyden önce devleti içerde

    güçlendirmek için askeri, idari, siyasi, hukuki, mali, iktisadi ve eğitimli ilgili

    alanlarda yenileşme çalışmaları yapmak ve Avrupa karşısında sürekli güç kaybeden

    imparatorluğu bir şekilde o dünyanın bir parçası haline getirmek. Yaşananlar aslında

    16

  • bugünkü Avrupa Birliği tartışmalarına birebir denk gelen bir durumdur. Kültürel ve

    ekonomik emperyalizm karşısında yetkililerin çaresiz kalmaları, bunun yanı sıra

    devlet içindeki azınlıkların sürekli bağımsızlık istekleriyle ortaya çıkmaları, dönemin

    aydınlarını yeni arayışlara itmiş ve sonunda yurt dışından yeni dönen Mustafa Reşit

    Paşa’nın çalışmaları neticesinde 1839 tarihinde Tanzimat Fermanı ilan edilmiştir.

    Tanzimat Fermanı batı kaynaklı bir çok kavramın da devlet geleneğine ve

    kültürümüze yerleşmesine vesile olmuştur. Burada temel amaç, tüm Osmanlı

    vatandaşlarının kanunlar yoluyla eşit haklara kavuşmalarını sağlamaktır. Bunu da

    “Osmanlıcılık” ya da “Pan-Ottomanizm” ideolojisiyle başarmaya çalışmışlardır.

    Müslüman bir devlet Osmanlı İmparatorluğunda Müslüman ve gayrimüslimlerin aynı

    kanuni haklara sahip olmaları yoluyla, devlet ayrılıkçı hareketlerden kurtarmak

    istenmiştir. Fakat bunları yapmaya çalışırken kendi içerisinde paradoksal bir

    diyalektik yaşanmasını da engelleyememişlerdir. Çünkü” Tanzimatçılar Batılı

    kurumları Osmanlı toplumuna yerleştirmeye çalışırken, bu kurumlarının temelini

    oluşturan Batı düşüncesi ve geleneklerine yabancı idiler.21 Doğal olarak Doğu

    aydınlanma geleneğinde yaşanan ikilem burada da kendini göstermeye başlamıştır.

    Yani teknolojik ve bilimsel gelişmelerin aynı zamanda kültürel gelişmelere paralel

    olması gerekliliği gerçeği ortaya çıkmıştır. Çünkü başlangıçta her bilimi besleyen

    kültürel gelişmeler olmuştur. İslamcıların sık sık söylemlerinde yer alan ve daha

    sonra da Cumhuriyet aydını tarafından da şiar edinilen “Batının teknolojisini alalım,

    kültürünü almayalım” felsefesi Tanzimatçı geleneğidir ve başarı şansı olmayan bir

    düşüncedir. Çünkü gerçekliği ve geçerliliği olmayan bir fikir yapısıdır. O nedenledir

    ki, Tanzimat modern kurum ve araçlara bazı geleneksel yapıların yeniden

    üretilmesinden ibaret kalan bir yenileşme hareketi olmuştur.

    Tanzimat’ın Batılılaşma tarihimizde kırılma noktası olduğunu söylemiştir.

    Barkan ise bu konuya şöyle açıklık getirmektedir: “……Tanzimat namıyla anılan bu

    devir, o zamana kadar kendi kendisine yetmek iddiasında bulunan ve dînî kaidelerin

    cemiyet hayatını sıkmak ve yeniliklere engel olmak istidadında olan dogmatizme

    karşı kendi muhitinin örf ve adetlerini kullanan bir cemiyet ve devlet nizamını, bu

    defa kendisine yabancı bir kültür ve medeniyetin müesseselerini ve nizamını

    kabullenme (Garplılaşma) yolunda ileri attığı bir adımı tescil etmekte idi. O zamana

    17

  • kadar Garptan yalnızca acil bir ihtiyaç halinde kendisini bilhassa hissettiren askeri

    teçhizat ve teknik alınmış, fakat hukuk anlayışında, devlet nizam ve teşkilatında,

    Garp görüşünü benimseme ihtiyacı bu fermanda olduğu kadar açık ve kararlı bir

    şekilde kabul ve ilan edilmemiştir.22 Osmanlı Devleti Tanzimat ile birlikte modern

    hukukla tanışmaya başlamıştır. Dinsel cemaatlere dayanan devlet geleneğinde,

    kanunlar önünde her zaman geçerli olan Müslüman olma yeterliliği ve üstünlüğü

    koşulu Tanzimat’la sona ermiş gibi gözükmektedir. Bu yapılanma Tanzimat’a

    yönlendirilecek eleştirilerin de başını çekmiştir.

    Her yeni gelişme beraberinde muhalif hareketini de doğurur. Tanzimat’la

    başlayan modernleşme çabaları, İslamcı muhaliflerin oluşmasına ve etkinlik

    kazanmasına neden olmuştur. Çünkü “Batılı fikirler yeni ve cılızdır”. Osmanlı

    toplumunun yabancısıdır; buna karşılık kitleleşen İslamî düşünce yeni bir hamle

    gücüne kavuşmuştur ve hemen karşılık bulmaktaydı. Batılı fikirlerin Osmanlı

    toplumuna girmeye başladığı 1860 yılına kadar, Tanzimat’ın canlandırdığı kültür

    hayatında İslamî geleneğin ve düşüncenin ön plana geçmesi, İslamcılığın

    billurlaştığı yılların da bir ön hazırlığı niteliğindedir.23 Dolayısıyla Tanzimat’la

    başlayan Batılılaşma hareketlerine karşı İslamcılık gelişmeye başlamıştır.

    Klasik Osmanlı geleneğindeki devlet yönetiminde din her zaman dengeleyici

    bir unsur olmuştur. Batı toplumlarındaki gelişim ve değişimin aksine, Osmanlıdaki

    devleti ve ümmeti bir arada tutan güç çoğu zaman ataerkilik gelenek ve din olmuştur.

    Tüm düzen bu zihniyetin temel taşıyıcısı olarak işlevselleşen İslamiyet sayesinde

    meşruiyet kazanmaktaydı. Öte yandan devletin otoriter zihniyeti İslamiyeti bir

    dengeleyici unsur olarak kullanmakta sınırlı tutuyor ve kendisine önemli bir özerklik

    alanı sağlıyordu. Yani devlet bekasını sağlamak amacıyla, vatandaşlarına dînî

    yaptırımlar getirirken, çoğu zaman kendisi buna uymamakta sakınca görmüyordu.

    Ayrıca “devlet uleması” gibi çalışan bir aydın gurubunun olması, devlete yetki ve

    sınırlarında oldukça güç kazandırıyordu. Bu Osmanlı devlet geleneğinde “Örfî alan”

    olarak isimlendirilmiştir. İşte devlet ve millet arasındaki bu geleneksel yapı,

    Tanzimat’ın kabullenilmesini ve uygulanmasını zorlaştırıyordu ki, bizce yenileşme

    hareketlerindeki başarısızlığın nedenlerinden biri de budur.

    18

  • Batıda dinin geriletilmesi modernleşme olarak algılanırken, Doğuda özellikle

    de Osmanlı toplumunda bunu yapmak mümkün olamıyordu. Cemaatlere ve ümmet

    esasına dayanan toplumlarda bunu başarmak hiç de kolay değildir. Bunun sonucu

    olarak imparatorlukta da Tanzimatçılarla İslamcıları kucaklaştırmak mümkün

    olmamıştır.

    Malesherbs 1775’de Fransız Akademisi’ne kabul söyleşisinde şöyle demiştir:

    “Romalı ve Atinalı hatipler nasıl toplanan halk arasına girmişlerse, her vatandaşın

    kitabın ve gazetenin sesi ile bütün bir milletle konuşabildiği bir yüzyılda, insanlara

    bir şey öğretmez ya da insanları heyecanlandırmak kabiliyetinde olan kimseler, bir

    kelime ile edebiyat adamları da dağınık olan halkın içine girmişlerdir.24 Fransız

    toplumu için söylenen bu söz, bir yüzyıl sonra Osmanlı toplumunu ifade eder bir hale

    gelecektir. Osmanlı aydınlama çağının en önemli aracı gazetelerdir denildiğinde

    fazla abartılmamış olur. Devlete ve topluma dair geliştirilen, neredeyse tüm tezler

    gazetelerde oluşturulmuş ve tartışılmıştır. O nedenledir ki, Türk modernleşme

    tarihini inceleyen bir araştırmacı için en vazgeçilmez temel kaynaklardan biri de, o

    dönemi kaynakları olan gazetelerdir. Tanzimat’la birlikte Osmanlı süreli yayın

    hayatında devrim gerçekleştiğini söylemek abartı olmayacaktır. Özellikle iletişim

    dilinde yaşanan sadeleşme, dilde demokratikleşmeyi sağlarken, gazetelerin daha çok

    kişi tarafından okunması da sağlanmış, böylece yeni bir kitle iletişim üslubu da

    oluşmaya başlamıştır. Hürriyet, Vatan, Millet, Meşrutiyet, hakimiyet-i millet, halk,

    vs. gibi yeni kavramlar kullanılmaya başlamıştır ki, bizce bu, zihniyet devrimidir.

    Ayrıca gazeteler, ideolojik ayrışmaların ve tartışmaların yaşandığı yerler olacaktır.

    Batıcıların yanında İslamcılar da en önemli aracı gazetelerdir. Tanzimat’tan sonra

    kurulan çok sayıdaki İslamcı gazete hem görüşlerini yayıyor, hem de daha sonra

    büyük gelişmeler gösterecek olan -özellikle II. Meşrutiyetten sonra- İslamcı basının

    da temelini oluşturuyorlardı.

    Batılılaşma sürecine önemli bir katkı da, Batıya eğitilmek üzere gönderilen

    yurda geri döndükten sonra daha liberal görüşleri savunan insanlar tarafından

    yapılmıştır. Bu liberal laik düşünürlere karşı, anti-laik düşünürler de fikirlerini

    gazeteler yoluyla halkla paylaşmaya başlamıştır. Böylece ideolojik

    kurumsallaşmaların da temeli atılmıştır. Geleneksel devlet ve toplum yapısından çok

    19

  • kopuk olmayan Türk aydını, çağının her döneminde açık bir İslamî muhalefet

    yapmamıştır. İster Türkçü, ister Garpçı, isterse Osmanlıcı olsun hepsi de biraz

    İslamcıdır ama hiçbir zaman İslam muhalifi olmamışlardır. Devletin koruması ve

    güvencesi altında olan aydından başka türlü davranmasını beklemek de mümkün

    değildir. Belki de Cumhuriyete kadar ülkemizin büyük devrimler yaşayamamasının

    temel nedeni budur. Tanzimat aydını da bu kalıbın dışında değildir. Bize göre Türk

    düşünce tarihi için mihenk taşlarından biri olan Namık Kemal yenilikçi, fakat aynı

    zamanda gelenekçi düşünce yapısıyla bu konuya iyi bir örnek teşkil etmektedir. 1876

    Meşrutiyet hareketinde ve Kanun-u Esasî’de büyük emeği bulunan Namık Kemal,

    Tanzimatçı aydını ve dönemi Batı taklitçiliğiyle, dinsel değerlerden uzaklaşmakla

    suçlamıştır. Osmanlı Batıcı aydının en temel özelliği, hiçbir zaman geleneğe karşı

    olmamasıdır. Dolayısıyla büyük çoğunluğu İslam ve İslamcılıkla diyalog içerisinde

    düşüncelerini savunurken, aydının devrimci kimliğine sahip olamamışlardır.

    İslamcılık aslında bu aydınlar sayesinde de güç kazanıp etkinliğini sürdürürken,

    Batılılaşma hareketleri hiç bir zaman istenen başarıyı gösterememiştir.

    Bu iç dinamikler yanında, diğer taraftan Osmanlı Devleti birinci olarak,

    ayrılıkçı eğilimleri frenlemek ve Osmanlı milletler mozaiğini bir arada tutabilmek

    için eşitlikçi politikalar uygulamak zorundaydı. İkinci olarak, Osmanlı Devleti Rus

    tehlikesine karşı güvenliğini Avrupa dengeleri içinde aramaya ve bulmaya

    mecburdu. Ancak Avrupa dengesi içinde yer almanın, Avrupa devleti olmanın bir

    bedeli vardı: içişlerine müdahale.25 Avrupa devletleri Hıristiyan çoğunluğu teşkil

    etmekteydiler. Tanzimatçıların azınlıklara yeni haklar vermeleri, kamuoyunda

    Müslüman-Hıristiyan ayrışmasına neden oluyordu. Bir yanda sıkışmış ve

    Avrupa’dan gelecek maddi yardıma muhtaç olan Osmanlı Devleti, diğer yanda bu

    durumu ekonomik ranta çevirme peşinde olan sömürgeci Batılı devletler. Bunun

    neticesinde Osmanlı Devleti Avrupa’nın içişlerine karışmasını engellemek için

    gayrimüslim vatandaşlarına, Müslümanların sahip olduğu siyasi ve hukuki hakları

    vermeye başladı. Bu uygulamalar şeriatın özüne aykırı olduğu için, “müsavat”

    geleneğiyle bu boşluğu doldurmaya çalışmıştır. Tanzimatçıların bu eşitlikçi tavrı

    İslamcıların eleştiri noktası olmuştur. Çünkü İslamiyet’e göre hiçbir zaman bir

    Müslüman ile gayrimüslim eşit olamayacağı gibi, bu Hıristiyan dünyasının da

    başarısı olacaktı. İşte bu düşünce muhalif İslamcıları rahatsız ettiği gibi, daha sonra

    20

  • ideolojik bir kimlik kazanacak olan İslamcılığın da temellerinin güçlenmesine etken

    teşkil ediyordu.

    İslam hukukunun ihtilafsız kısımlarından birini, gayrimüslimlerin statüleri

    teşkil eder. Sadece İslam topraklarında yaşayan gayrimüslimlere değil, Müslüman

    olmayan devletlere de aynı hukuk çerçevesinde bakılır. Bu hukuk sahası “Savaş

    Hukuku”dur. İslamiyet’in uluslar arası ilişkiler hukuku, savaş hukukunun bir

    parçasıdır.26 Geleneksel Osmanlı devlet anlayışındaki bu yaklaşım Tanzimat ile son

    buluyor ve modern anlamda devlet-birey ilişkilerini düzenleyen şer’i kurallar yerine

    çağdaş hukuk kuralları belirleniyordu. Bu ideolojik anlamda İslam kristalleşmesinin

    de başlangıcını oluşturuyordu. Çünkü bu değişimler birlikte Tanzimat muhaliflerine

    güç kazandırırken, hakimiyetin kaynağı olan Şeriat’a yeni bir anlam yüklemeye

    başlıyorlardı. Gelenekçiler bu yenilikleri Şeriat’ın çiğnenmesi olarak görüyor ve

    devletin güçlenmesini, eski düzene dönüşe ve Şeriat kurallarını uygulamaya

    bağlıyorlardı. Tüm zorluklar Şeriat kuralları eksiksiz uygulanarak aşılacaktır tezini

    savunuyorlardı. Dolayısıyla “İslam, geniş kitleler için ferdi bir din olmaktan, sosyal-

    siyasal alana taşırılmaktaydı. Din, sosyal tatminsizliklerin bir ifadesi, değişmeye

    karşı direnmenin en güçlü silahı, eskiye dönüşün vasıtası”27 olarak görülüyor ve

    muhalif hareketler hızlanıyordu.

    Tanzimat Fermanı ile Padişah halkına; “…. ehl-i İslam ve millet-i saireye…

    bilâ istisna ve hükm-i şer’i iktizasına…emniyet-i kamile” verdiğini söylüyordu. Bu,

    Müslümanlar ile gayrimüslimlerin eşit statüye getirildiği eleştirilerine neden

    oluyordu. Osmanlı Sultanı her zaman Şeriat-ı ahkâmın koruyucusu olduğunu

    belirttiği halde, Müslümanlar yıllarca birlikte yaşadıkları gayrimüslimlerin şimdi

    kendileri ile aynı haklara sahip olmalarını kabullenmekte zorlanıyorlardı.

    Tanzimat toplumsal anlamda Osmanlı Devletinde bir çok reformistin

    gelişmesine ön ayak olmasına rağmen, Avrupalı devletleri memnun edecek

    yeterlilikte gözükmemiştir. Avrupalıların bunun dışında, gayrimüslimlerin

    Müslümanlara mahkemelerde şahitlik yapmamaları, sadece gayrimüslim azınlıktan

    alınan Cizye ve Haraç vergileri, Hıristiyanların kendi kimlikleriyle devlet görevlerine

    kabulleri, dinsel ibadet hürriyeti, eğitimde Müslüman-Hıristiyan ikilemine son

    21

  • verilmesi gibi talepleri bulunmaktaydı. Tüm bu isteklerini ise 1856 Kırım

    Savaşı’ndan sonra toplanan Paris Antlaşması neticesinde ilan edilen Islahat Fermanı

    (1856-1876) ile kazanmışlardı.

    Tanzimat aydınını Batılı aydından ayıran en önemli özelliği, ümmet aydını

    olmasıdır. Batıdaki aydınlanma çağının yaşanması ve üretim araçlarının farklılaşması

    ve üretimden doğan artı değerin paylaşımındaki farklılaşmalar sosyal dengesizliklere

    yol açarken, çağdaş anlamda sınıfların oluşumuna da neden oluyordu. Batılı aydın bu

    sınıfsal pragmatiğinden doğup gelişmiştir. Sınıfsal yapıya dayanmayan Osmanlı

    aydını ümmetine rağmen fikir geliştirme gücünden yoksun kalmıştır. Böylece dînî ve

    etnik yapılara dayanan toplumsal tezler gelişmeye başlamıştır. Yeni Osmanlılar da bu

    düşünsel yapılanmanın bir sonucu olarak doğmuştur. Pan-Osmanlıcı olan bu aydın

    gurubu aynı zamanda modern İslamcıdır. Bu nedenledir ki Tanzimat’ın bu müsavat

    (eşitlik) yapısına en keskin eleştiriler onlardan gelmiştir. Namık Kemal Islahat

    Fermanı ile sağlanan gayrimüslimlerin askerlik durumlarıyla ilgili şunları

    söylüyordu: “….Biz ki Müslümanlarız. Vatanımıza hem canımızla hem paramızla

    hizmet ederiz. Sair vatandaşlarımız ki edyan-ı saire eshabıdır, bu hususta yalnız para

    sarf ederler. Acaba biz onlara köşe sarraflığı divan-ı kudretten tevcih olmuş bir

    hizmet midir?”28 Yıllarca devletin asli unsuru olan Müslümanlar Tanzimat’la birlikte

    kısmen de olsa bu ayrıcalıklardan vazgeçiyorlardı.

    Tanzimat’ın en önemli hatasının Şeriat dışı kanunlar hazırlamak olduğunu

    söyleyen aydınlar, oysa tüm sorunların tekrar Şeriat kurallarına dönmek sonucunda

    çözülebileceğini belirtiyorlardı. Tanzimat devlet adamının kimliksel sorunsalını

    çözümleyen İslamcı-Osmanlıcılar toplumsal yozlaşmadan söz ederler. Osmanlı

    hükümetinin Şeriatı terk ederek Batı kanunlarını taklit etmesini eleştiren ve Şeriatı

    savunan Suavi, fıkıh ilminin zamanımız içinde kâfi geleceğini iddia eder. “Sair

    devletlerin kanunlarıyla fıkıh kaideleri karşılaştırılınca kavaid-i zaruriyenin tebeddül

    etmeyeceği görülür”29 der.

    Tanzimat’ı en acımasız şekilde eleştiren Namık Kemal olmuştur. N. Kemal

    Şeriatı uygulayarak, Avrupalılardan daha iyi kanunlar yapılabileceği görüşündedir.

    Kemal, “Fukahayanın tayin ettiği Edebü'e Küdi’nin, Avrupa’nın usülü hukukundan

    22

  • hem daha cemiyetli hem daha külfetsiz olduğunu söyler. Teorilerini şöyle sürdürür:

    “…Hakikat biz düstura bedel bir kanunu şer’i yapmak talebindeyiz. Çünkü düstur,

    sarf ve nahivden başka bir şey okumayan bazı ricalin, ya Fransızca’dan tercüme

    ettirerek veya karihadan ilave ederek tertip ettiği, birçoğu zalimane bir takım

    müteferrik bentlerden ibarettir. Şeriat ise usulü âyâz ve hadiste mevcut olan hukuk-ı

    tabiyeden bil istinbat iki yüz milyon nüfuslu bir millette bin iki yüz elli seneden beri

    zühur eden kaffe-i ulemanın yalnız taharri-i hakikat ve arzı marifet değil, ecr-i ahiret

    için ikdamat-ı fevkâlâde sarf ederek tevsi ve terfi ettikleri bir derya-ı marifettir. ”30

    Yeni Osmanlılar çağdaş hukukun içine şer’i kuralları yerleştirmeyi amaç

    edinmişlerdi.

    Tüm yapılan yeniliklere rağmen, mevcut durumda iyileşme sağlanamamıştır.

    Bu da muhaliflerin daha çok güçlenmesini sağlamıştı. İşte Yeni Osmanlıların bazıları

    muhalefet aracı olarak İslam’ı tercih etmişlerdi. Yani her şey bizde mevcut, yeter ki

    kullanmasını bilelim. Bunun ne kadar doğru olduğunu tarih acı bir şekilde de olsa

    gösterecektir.

    II. Abdulhamid baskısından kaçan jön-Türklere Avrupa’da maddi ve manevi

    destek veren Mustafa Fazıl Paşa ise, kanunların Şeriata dayanması halinde Osmanlı

    Devletinin yok olacağını, bu nedenle padişahın yalnızca Müslümanların değil,

    gayrimüslim vatandaşların da yöneticisi olduğunu ifade etmektedir. Sultan

    Abdulaziz’e yazdığı mektupda; “….milletlerin hukukunu tahdid u tayin eden din ü

    mezhep değildir ve din hukuyık-ı ezeliye makamında durup kalmazsa yani umur-ı

    dünyeviye daha müdahale ederse cümleyi itilaf eder ve kendisi de telef olur…”31

    demektedir. M. Fazıl Paşa’nın hürriyetçilere özellikle parasal yardımda bulunduğunu

    biliyoruz. Gazeteler yoluyla düşüncelerini açıklayan Yeni Osmanlıların ise, İslam

    konusunda Paşa ile bazen çelişkiye düşmüşlerdir. Hatta bu gurubun Bâb-ı Âliye karşı

    en büyük muhalefet silahı geleneksel değerler olmuştur. Yeni Osmanlıların İslamî

    savunuları, daha çok gayrimüslimlere Müslümanlarla aynı hukuki haklara sahip

    olmalarını söylemekle birlikte, İslama ve onun geleneğine samimi bağlılıkları

    sorgulanamayacak kadar gerçektir.

    23

  • Yeni Osmanlılar devletin kötü durumu karşısında kıvranırken, İslamiyeti

    pekiştirici eklektik unsur kabul ediyorlardı. Yani Müslüman ve gayrimüslim

    vatandaşları bir arada tutabilme, aynı ülkede yaşama isteğini oluşturabilme. Bunu

    yaparken, sömürgeci devletlerin üstünlük iddialarına karşın, İslamî kaynaklardan

    örnekler vererek Osmanlı Devletinin meşruiyet kaynaklarını ortaya koymaya

    çalışıyorlardı. Buna göre İslamiyet, Batıda demokrasi ve insan hakları adına alınan

    tüm yeniliklere sahiptir. Önemli olan onu uygulayabilmek veya yorumlayabilmektir.

    Özellikle de “Meşveret ve Biât” Cumhuriyet ve demokrasinin iki İslamî kaynağı

    olarak gösteriliyordu. Yani Meşveretle parlamenter yönetim sağlanırken,

    demokrasinin kaynağını oluşturan halk iradesi ise Biât ile zaten İslamiyette

    mevcuttur deniliyordu.

    “Meşveret” açık biçimde şeriatın emridir. Suavi yazılarında yeri geldikçe

    bunu vurgular: “ Muhatarat-ı Vakıanın refci cehaletle olmaz, adaletle olur. İşte

    halkın istediği de adalettir. Adalet müsavattır. Müsavatsız adalet yoktur. Bu kaide-i

    külliyedir. Adaletin icrası ise tarz-ı idaremizin değişmesiyle olur. Usul-i meşveretin

    vazıyla olur. Meşrutiyet-i İdarenin ilanıyla olur. Meşrutiyet-i İdare, şu başı açık

    istiklallere bir had' vâz etmek demektir. Böyle keyfî idare olmaz. Böyle devlet

    yürümez. Bizler Müslümanız, İslamiyet’in hürriyet ve adalet üzere müesses olduğunu

    biliriz. İstediğimiz usulü meşveret ve Meşrutiyet, kitab ve sünnet ve icma-i ümmet ile

    sabit.”32

    Namık Kemal meşvereti açıklarken daha ziyade İslamiyet’in ilk dönemlerini

    referans gösterir: “….. istediğimiz meclis-i şûrây-ı ümmet bir nevi' bid’at imiş.

    Madem ki şer’an usul-i meşveret mukarrerdır. Esas mevcud olduktan sonra kıraatta

    olan teferruatı icma-i ümmet tayin eder. İcma-i ümmetle yapılan şeyler bid’at değil,

    usul-i dinden olur…”33 der. Yani İslamda zaten Meşrutiyet vardır, önemli olan onu

    kullanmak. Nitekim N. Kemal Meclis-i Mebûsân’ın açılış çalışmalarını ve Kanun-u

    Esasî’nin hazırlanması aşamasındaki çabalarını büyük ölçüde “meşveret”

    kaynağından örneklerle besler. Yani, Yeni Osmanlılar içerisinde yer alan Ali Suavi,

    Namık Kemal gibi düşünürler, fikirlerini büyük oranda İslamî geleneğe bağlayıp,

    şer’i kanunları savunmuşlardır.

    24

  • 4. İslamiyetten Pan-İslamizme II. Abdulhamid Dönemi (1876-1909)

    Sultan Abdulhamid, siyasi, ekonomik ve askeri problemlere karşı koymak

    için, Anadolu’nun dışındaki Müslümanlardan faydalanarak, onların da yardımını

    sağlamak isteyecektir. Bunu yaparken de Hilafet merkezi İstanbul’dan çok uzak olan

    Müslümanları, tarikat şeyhleri veya özel temsilciler vasıtasıyla “Halife” sıfatı

    etrafında toplamaya çalışmıştır ki, onun bu siyasi-dînî faaliyetlerine kısaca “Pan-

    İslamizm” diyoruz.34

    Osmanlıcılık ile İslam arasındaki bağlantı önemlidir. Türk Sultanı olarak ilk

    halife unvanını alan Yavuz Sultan Selim’in Önasya’yı fetihten sonra, kendini Mekke

    ve Medine’nin koruyucusu olarak sunabildi ve buna dayanarak bütün

    Müslümanların imamı olmayı talep edebildi. Sultan Selim’in oğlu Kanuni bu

    gelişmeyi doruğuna çıkarmıştır.35 Ulema ve Vakanüvislerin de yardımıyla Osmanlı

    Sultanının tüm Müslümanların lideri olduğu düşüncesi yerleştirilmeye çalışılsa da

    meşruiyetini şeriattan alan Osmanlı Sultanları böylece İslam adına evrensel güç

    kazanmış oluyorlardı. Bu gücü en etkin kullanan, hiç şüphesiz ki dedeleri değil

    Sultan Abdulhamid olmuştur.

    1876 yılında ilan edilen Kanun-u Esasî ile yürütmede İslamî esaslara geniş

    yer verilmiştir. Bu dönemle birlikte Osmanlı Devleti İslamı resmi din olarak kabul

    etmiştir (11. madde). Yine bu dönemde, okullara din dersleri konulmuştur.

    Hükümdara “ahkam-ı şer’iye”yi yürütme görevi verilmiştir (7. madde). Şeyhülİslam

    devlet örgütü içerisine alınmıştır (27. madde). Adli yasama kurumlarının yanında

    şer’i mahkeme de yer almıştır (87. madde). Ayan Meclisi’ne İslamî ilkelere aykırı

    yasaların red olacağı maddesi konulmuştur (64. madde). Ayrıca padişah İslam’ın

    korucuyusu kılınmıştır (4. madde). Tüm bu gelişmeler Yeni Osmanlılar’ın

    hazırlanmasında yer aldığı Kanun-u Esasî’de bulunmasının bir sonucudur. Yani

    Batılılaşma çabalarına rağmen geleneksel İslamî değerlerden kopulamamıştır.

    19. yüzyıla gelindiğinde Osmanlı Devleti büyük bir kaos içerisindeydi. Hem

    dışarıdaki siyasal ve ekonomik gelişmemelere ayak uyduramamak, hem de bunun

    25

  • yarattığı içerdeki huzursuzluklar devleti yeni arayışlara itiyordu. Bu arayışların

    sadece Osmanlı Devletinde olduğunu söylemek yanıltıcı olur. Siyasi mağlubiyetlerin

    ve boyun eğmelerin ortaya çıkardığı huzursuzluk, Müslümanları kendi öz miraslarını

    yapıcı olarak düşünmede özümseyici-yaratıcı modern düşüncenin fikir alanındaki

    meydan okumalarına müdahalede ve Hıristiyanlığın doğrudan doğruya bu mirasa

    yönelik hücumlarına cevap vermede psikolojik bakımdan daha güçlü bir duruma

    soktu.36 Yani bütün İslam dünyası aynı kaygıları yaşamaya başladılar. Fakat devrinin

    en büyük ve güçlü bağımsız devleti olan Osmanlı hükümeti yeni arayışlar içerisinde,

    ciddi bir devlet ve bürokrat geleneği olan İslamiyeti yeniden kurtuluş yolu olarak

    görmeye başladı. Özellikle de II. Abdulhamid dönemi, dış politika alanında

    etkinliğini kurumsallaştırarak yaygınlaştırdı. Temel düşünce şuydu: İslam, kendi

    kendini yeniden kurma imkan ve kabiliyetini kazanmak d