kitap İçin tıklayınız

50
   Tanzimat’tan Cumhuriyet’e AĞIN’DA EĞİTİM VE ÖNCÜLERİ   C. Güner OMAY     Ankara, 2015 

Upload: truongdieu

Post on 02-Jan-2017

249 views

Category:

Documents


4 download

TRANSCRIPT

 

 

 

Tanzimat’tan Cumhuriyet’e

AĞIN’DA EĞİTİM VE ÖNCÜLERİ

 

 

C. Güner OMAY 

 

 

 

 

Ankara, 2015 

  ii 

 

 

Tanzimat’tan Cumhuriyet’e

AĞIN’DA EĞİTİM VE ÖNCÜLERİ

        

C. Güner OMAY

Ankara, 2015       

  ii 

           

Tanzimat’tan Cumhuriyet’e

AĞIN’DA EĞİTİM VE ÖNCÜLERİ

© 2015

Kapak Resmi

XYZ

  iii

   

  SUNUŞ  Toplumlar için belki de en büyük yıkım kültürel belleksizlik, yani kültürel değerlerin unutulması olabilir. Geçmişine,  kültürel değerlerine  ve o değerlerin  yaratıcılarına, içinde yetiştiği doğaya ilgisiz insan, toplumuyla da çevresiyle de iletişim kuramadığı için  kendisine  ve  çevresine  yabancılaşarak  yaşamdan  da  kopar. Geçmişi  olmayan toplumlar  köksüz  ağaç  gibidirler  ve  uygarlaşamazlar.  Çünkü  emek  ürünü,  özgün kültür  değerlerine  sahip  olmayanlar  yaratmanın  hazzına  varamaz  ve  kültürün değerini  bilemezler.  Yaşamlarını  emeksiz  ya  da  talanla  sağladıkları  için  de  duygu dünyaları gelişmemiştir ve yıkıcıdırlar. 

“Her coğrafyanın kendine özgü bitki örtüsü, hayvan türü olduğu gibi kendine özgü de  kültürü  vardır” düşüncesinden  çıkarak,  “Yaşadığın  coğrafyayı  söyle,  sana kültürünü anlatayım.” diyen H. Taine, kişilikle yaşanılan coğrafya arasındaki sıkı bağı vurgulamaktadır.  “İnsan  yaşadığı  çevrenin  damgasını  taşır”  gerçeği,  Şairin, “Anamızın yüzünü, bir de doğup büyüdüğümüz yerleri yalnızca ölüm unutturabilir” sözünde tam olarak anlamını buluyor sanırım. 

Ağın’ın eğitim ve kültür hayatına can veren eğitimcilerin yaşamlarını ele alan bu kitapçık, yetiştiğimiz yörenin eğitim tarihçesi ve bir anlamda kültürel belleğidir. Güner  Omay  Ağabey,  bu  çalışmasıyla  ilgili  bir  önsöz  yazmamı  istediğinde,  “Ağın Kültürü” söylemini diline pelesenk etmiş biri olarak, yaptığı işin ne denli önemli bir hizmet olduğu  inancıyla, kendisine bu değerli çalışması  için teşekkür fırsatı bulmuş olacağımı  düşünerek,  yazmayı  bir  görev  bildim.  Yazarın  da  Giriş  bölümünde belirttiği gibi: 

“İlk “Rüşdiye Mektebi”nin  İstanbul’da 1838 yılında açıldığı ve 1848’e gelindiğinde  sadece  beş  Rüşdiye mektebinin  İstanbul’da  var  olduğu göz  önünde  bulundurulursa,  1897  yılında Ağın  nahiyesinde  Rüşdiye Mektebinin  açılmış  olmasının  önemi  ortaya  çıkmaktadır.  Ağın’ın  bu denli önemli eğitim kurumlarına ve nüfusu ile kıyaslandığında, önemli sayıda öğrenci sayısına erişmesini kimler nasıl sağlamıştır sorusunun cevabını  aramak  ve bir bakıma Ağın’da  eğitimin  kökenlerine  inmek, bunların sağlanmasında öncülük edenleri tekrar hatırlayıp rahmet ve şükranla anmak için bu kitapçık hazırlanmıştır.” 

Düşüncelerimizi besleyen kültür değerlerini,  toplumsal gizilgücünuzun yıllar içerisinde  ender  olarak  çıkarabildiği  yüksek  yaratıcı  gücün  sahipleri  olan  düşün, sanat,  bilim  insanları,  halk  ozanları  ve  bilgeleri  yaratırlar.  Bu  değerlerin  gelecek kuşaklara aktarılması anlamında yazar  çok önemli bir hizmet  sunmaktadır. Çünkü “Yazmak  ölümün  elinden  bir  şey  kurtarmaktır.”  (A.  Gide)  Birikimlerini  gelecek kuşaklara aktaramayanlar yalnız kültürlerini değil, toplumsal varlıklarını da yitirirler.      

  iv 

Geçmişleriyle bağını koparan toplumlar belleğini yitiren insanlar gibi kültürel bunaklığa düşerler. “Belleği olmayan  insanın nasıl zekâsı olmazsa; zayıf bir bellek… nasıl  aslında  aptallık  emaresiyse,  belleksiz  toplumlar  da uygar  olamazlar.”  (A. M. Celal Şengör, Cumhuriyet‐ Bilim Teknik, 22 Ekim 2005, yıl 19, Sayı 970) 

Meraklıları  bilirler  ki,  Ağın’ın  da  gelecek  kuşaklara  aktarılması  gereken, kendine  özgü  dil  ve  anlatım  zenginliğine  sahip  deyimleri,  nükteleri,  özgün  kültür değerleri vardır. 

Çoğunluğu memur olarak dışarıda (kentlerde) yaşayan ama yazlarını Ağın’da geçirenleri Ağın’a bağlayan nedir acaba? Doğal güzelliği mi,  rahat yaşam koşulları mı, bin bir zorluklar ve eziyet içinde geçen geçmişimize duyduğumuz özlem mi? Bizi Ağın’a bağlayan ne toprağın bereketi ne de doğal güzellikleridir; insanlık bereketidir sanırım. Sizin oralarda ne yetişir, Efendi? diye sorduklarında, Tahtasız Hoca, boşuna dememiş: “Adam yetişir kafadar, adam!”. Bu anlamda bizim  için Ağın, çocukluk ya da gençlik düşlerimizi, anılarımızı gömdüğümüz bir mezarlık değil, düşüncelerimizin beslendiği ana damardır. 

Okumuşu  çok  olduğu  için  kültürlü  olmakla  hep  övündüğümüz  Ağın’ın  bu saygınlığını  yalnızca  yaşayan  Ağınlılara  değil,  daha  çok,  onları  yetiştiren  kültür iklimini hazırlayan “eğitime adanmış hayatlar”a; hiç karşılık beklemeden mahallenin çocuklarına okul  yaptıkları  evlerinde,  yine hiçbir  karşılık beklemeden öğretmenlik yapanlara borçluyuz. 

Hepimiz Ağın’ın yetiştirdiği “Müderris Efendilerin, Tahtasız Hocaların, Ömer Lütfü  Yücel  ve  adlarını  sayamadığımız  daha  nice  öğretmenlerin, Osman Ağaların, İbik Dayıların, Ali Efendilerin, Bevvap Hocaların; “Topraktan öğrenip,  kitapsız bilen” halk bilgesi anaların, babaların yarattıkları kültür ortamında yetiştik. 

İnsan,  düşünce  ve  duygularını  kimi  zaman  masalında,  türküsünde, manisinde, oyununda, deyişinde, kimi zaman da halısına, kilimine işlediği nakışında, oyasında,  çorabında  dile  getirir.  Tüm  bunlar  toplumun  kültür  belleğinin  çıkınları, çekmeceleridir.  Ve  halkın  dünya  görüşü,  düşünceleri,  duyguları,  değer  yargıları inançları,  beğenileri,  nasıl  yaşadığı,  onlarda  saklıdır.  Bunlar  binlerce  yıllık deneyimler sonunda kazanılmış birikimini gelecek kuşaklara aktaran zengin  içerikli kültür  araçlarıdır.  Onlar  geçmişle  geleceğin  kuşakları  arasındaki  bağını  kurarak toplumsal  düşüncenin,  ortak  aklın  ve  duyguların  gelişmesine  kaynaklık  ederler. Geçmiş  kültürün  bu  düşünce  kıvılcımları,  geleceğimize  tutulan  ışık  gibi  bize  yol göstererek yeni düşünce ufukları açarlar. O nedenle geçmişi olmayanların  şimdisi de,  geleceği  de  olmaz.  Geçmişle  gelecek  arasında  kültür  köprüsü  kuramamış toplumlar iki yakada ayrı düşmüş yalnız insanlar gibidirler. 

Her insan, devraldığı yirmi milyon yıllık birikimi gelecek kuşaklara aktarmakta olan  bir  kültür  mirasçısıdır.  Öğrendiklerine  yeni  değerler  ekleyerek  yavrusuna aktarabilen biricik  varlık olan  insanoğlu böylece  evrimleşerek  gelişir. Ancak  amaç gelecek  kuşakları,  bizim  gibi  yaşamalarını  ve  düşünmelerini  sağlayıp  kendimize benzetmek; onları eski ve dar kalıplara sokmak değil, bugün bile değerinden bir şey yitirmemiş  düşüncelerden  yeni  düşünce  biçimlerine  kapı  açabilecek  sonuçlar 

  v

çıkarılabilmesini  sağlamaktır. Gelişmenin  itici  gücü  ve  ana damarı olan  zengin bir kültürel geçmiş kazanılmış hız demektir. 

Geçmişine, kültürüne, yöresine ilgisiz; “tek düşünce ideolojisi”ne indirgenmiş ve her alanı sarıp sarmalamış olan küresel kültür yapısı içerisinde, toplumsal kültür belleğini  yitirme  tehlikesi  içine  sürüklenen  çocuklarımızın,  yöremizin  kültürüne damgasını basmış kişileri tanıdıkları, kültür genlerimizde izlerini taşıdığımız değerleri bilip anladıkları konusunda kaygılanmamak olası değil. Örneğin, bundan yaklaşık yüz yıl  önce,  birkaç  hanelik  bir  mezrada  yetişmesine  ve  doğru  dürüst  okul  yüzü görmemesine  karşın,  kendi  kendini  yetiştirerek  öğretmenlik mesleğini  elde  eden Abdullah Lütfü Efendi’nin kim olduğunu kaç Ağınlı bilir? Kendi kendine öğrenmeye çalıştığı  alın  teri  Fransızcasını  geliştirmek  için  edinmek  istediği  bir  kitap  uğruna Ağın’dan  İstanbul’a  üç  aylık  yolu  ayağına  çeken  o  efsane  insanın  öğrenme hummasını  anlamaya  çalışan  ve  kişiliğini merak  eden  kaç  kişi  vardır?  Karşılaştığı herkese:  “Aklın  ekmeği  kitaptır,  okuyor  musun  kafadar?”  diye  sorması,  onun öğrenme aşkı kadar öğretme tutkusunu da göstermektedir. Devletten alacağı birkaç mecidiye (yirmi kuruşluk gümüş para) için yargıya başvurarak, alacağının birkaç katı masraf  etmesinin  anlamsızlığını  soranlara  yanıtı,  şamar  niteliğindeki  hak‐hukuk dersidir: “Ben kâr peşinde değil, hak peşindeyim, kafadar!” 

Sözünü haktan gözünü budaktan  sakınmayan, dürüstlük ve erdem anıtı bu insana  takılan  ‘tahtasız’  lakabı,  onun  inandığı  yolda  tek  başına  yürüyen  dürüst karakteriyle,  nerdeyse hiç değişmeyen çıkarcı çoğunluk anlayışı arasındaki farkın en belirgin simgesidir. Ödün vermeyen dürüstlük simgesi, tam bir yurtsever kanun ve halk  adamı  olduğu  gibi  şaşmaz  biçimde  geleceği  gören  yenilikçi  öğretmendir. Günümüzde bile çeşitli bahanelerle kız çocukları okuldan, kadınlar iş yaşamından el çektirilmeye çalışılırken, Tahtasız Hoca yüz yıl önce kızlarını okutmuş ve Cumhuriyet öncesi  ilk  bayan  öğretmenlerinden  olan  kızı  Seniha  Hanım  1913  yılında  Ağın’da açılan  Kız  Okuluna  (İnas  Mektebi)  öğretmen  olarak  atanmıştır.    Ayrıca  cümle yöntemiyle  eğitimi  başlatan  Türkiye’nin  ilk  öğretmenlerinden  biri  olarak  Harf Devrimi’nden  yıllar  önce  Keban’daki  öğretmenliği  sırasında  Latin  harflerini  de öğretir  ve  “bunu  öğrenin,  öbürü  kaldırılacak!”diyerek  ileri  görüşlülüğünü kanıtlamıştır. (Morhamamlı Ahmet Bektaş’tan naklen, (1914) İ. Beydemir, yöresiyle Ağın, S. 249.) 

Bundan nerdeyse seksen, yüz yıl önce ölmüş olan Müderris Efendi, Bevvap Hoca,  Tahtasız  Hoca,  İbik  Dayı,  Osman  Ağa,  Numan  Amca  gibi  ve  adını anamadığımız  daha  nicelerinin  günümüzdekilerden  daha  özgün  ve  daha  özgür düşüncelerini büyük bir hayranlıkla anıyorum. 

Onlar  belki  bizim  sahip  olduğumuz  olanaklara,  teknolojik  araçlara  sahip değillerdi ama bizden daha olgun ve daha düşünür oldukları kesin. Onların ancak anılarımızda  yaşatabildiğimiz  düşüncelerini  bugün  birçoğumuz  ne  yazık  ki kafalarımıza sığdıramıyoruz. 

Kültür  hayatımızın  anıt  isimlerinin  başında  kuşkusuz  Ağın  Medresesi’nin kurucu  Müderrisi  Hüseyin  Hüsnü  Efendi  gelir.  Ağın  kültürünün  mayalandığı; dedelerimizin, babalarımızın okuduğu medrese ve sonra da bizim kuşağın okuduğu 

  vi 

ilkokul binası şimdiki belediye binasının yerindeydi. Ne yazık ki yörenin köklü eğitim kurumunun simgesi olarak kalması gerekirken yerine belediye yerleştirilerek eğitim tarihinin  izi  belleklerden  silinmiştir.   Hiç  olmazsa  o  kuruma  ve  kurucusu  o  aydın insanın  adına  yaraşan  kültür merkezi  olarak  yaşatılabilirdi. Hattâ  vakit  geçmiş  de sayılmaz.  Böylece  bugün  bile  bizimle  çağdaş  olan  o  yüce  insanın  ibret  dolu düşünceleri yaşatılmış olurdu. Medrese kültürüyle yetişmiş bir din adamının genç Cumhuriyete kanat gerişine örnek olacak davranışını derin bir saygıyla anarak genç kuşaklara iletmek gerekir. 

Sözüm  ona,  “Dîn‐i  ihvanı  (Allah’ın  Dini)  kurtarma”  adına,  iki  yıllık  lâik Cumhuriyet’e  karşı  isyan  bayrağını  çeken  (1925)  şeriat  özlemcisi  Şeyh  Sait yandaşlarını; “Allah, Dinini kurtarmaktan aciz kaldı da, bir meczubu vekil mi  tayin etmiş?”  diye  azarlayarak  isyana  katılmalarına  engel  olmuş  bir  din  adamıdır. Ama düşüncelerine bugün bile gereksinim duyabileceğimiz bir Cumhuriyet aydınıydı o. 

Okumuşun  gâvuru  cahilin  peygamberinden  iyidir  diyen  Bevvap  Hoca  ve Kutup Hoca gibi unutulmaya yüz tutmuş halk önderi aydın din adamlarının adlarını anmamak haksızlık olur. Adları anılması gerekenler yalnız aydın din adamları değil kuşkusuz.  Numan Amca (Gençosman), Osman Ağa,  İbik Dayı, İmam Dayı (Mehmet Baytaş) gibi ve adını anamadığımız daha nicelerinin, özgürce dile getirdikleri, bugün bile güncelliğini koruyan anlamlı ve özgün düşünceleri birer bilgelik örneği olarak birçoğumuzun belleğinde yer tutmuştur. Düşüncelerini ömür törpüsü karasabanıyla topraktan devşirdiği bilgelikten alan derviş meşrepli;  inanç sahibi olduğu kadar da hoşgörülü, Osmanlı toprak adamı Kahvecigilin Osman Ağa gibi,  İbik Dayı, Âşık Dayı ve adı bilinmeyen halk bilgelerinin keskin bir zekâ ürünü olan nükteleri güldürürken düşündüren Bektaşi ve Nasrettin Hoca fıkralarını aratmayacak güzelliktedir. 

“Haksızlığın  ya  da  hayal  kırıklığının  olduğu  yerde  espri  kılığına  bürünmüş eleştiri  nefes  alır.”  Samuel  Johnson’un  dediği  gibi  mizah  ‘kötülüğü  ve  aptallığı engellemenin’  etkili  bir  yoludur.  Ama  alay  ederek  değil  de  takılarak  yapar  bu işlevini;  kabalaşmadan.  Siyasal  anlamda  da  daha  düzenli  ve  mutlu  bir  toplum yaratma amaçlıdır mizah. Yirmi beş yıl boyunca hapishanesi boş kalan Ağın’da suç oranının yok denecek denli düşük oluşu yalnızca okuryazar oranının yüksekliğinden değil,  yöreye  özgü,  Yunus  Emre  ve Nasrettin  Hoca  bilgeliğinin  harmanlandığı  bir kültür yapısından kaynaklanır.  

 

Zafer GENÇAYDIN 

  vii

 

 

 

ÖNSÖZ  Doğu  Anadolu’nun  ücra  bir  beldesi    olan  Ağın’ın  bin  sekiz  yüzlerin  başlarından itibaren “iptidai mektep” sayısı ve bu okullarda okuyan öğrenci sayısı bakımından, nüfusu ile kıyaslandığında, çevresindeki kendisinden daha büyük yerleşim yerlerine göre aşikar bir üstünlük sağladığı görülür. 

Aynı durum Tazminattan sonra genellikle büyük yerleşim yerlerinde bulunan “Medrese”  ve  “Rüşdiye”nin  Ağın’da  açılmış  olması,  Cumhuriyetin  ilk  yıllarında Elazığ’daki öğretmen okulu öğrencilerinin büyük  çoğunluğunun Ağınlı olması, Köy Enstitüleri açılınca aynı durumun oralarda da devam etmesi bir rastlantı mıdır yoksa Ağın’da oluşmuş bir Kültür ya da geleneğin sonucu mudur sorusunu akla getiriyor. Bence, yıllar boyu oluşmuş bir gelenek ve kültürün sonucudur. 

O  zaman,  bu  kültürün  oluşmasına  öncülük  eden  kimlerdir  sorusuna  cevap bulmamız gerekir. Ben bu sorunun cevabını bulmak amacıyla yola çıktım. Maalesef bin sekiz yüzlerin  ilk yarısı  için “Molla Gakko” ve onun çağdaşı olarak  ifade edilen birkaç  isim  saptayabildik.  Ancak  bunlar  kimdir,  nasıl  bir  eğitim  görmüşler  ve nerelerde görev yapmışlardır sorusuna bir cevap bulamadık. Bin sekiz yüzlü yılların sonu ve bin dokuz yüzlerin başı  için üç  isim öne çıkıyor. Müderris Hüseyin Hüsnü, Abdullah  Lütfi  ve  Çarıkkollu Ömer  Lütfi.  Şükürler  olsun  ki,  bunlara  ilişkin  bilgiler bizim  babamız  konumunda  olan  kişiler  tarafından  özellikle  “Ağın  Dergisi”nin  ilk sayılarında uzun uzun yazılmış. Bu yazılanları biraz kısaltarak ve derli toplu biçimde okuyucuya  sunmak  için  bu  kitapçığı  hazırladık.  Sadece  Yurdal  Demirel’in  yayına hazırladığı  kitabı  için  derlediği  bilgilerin  bizimle  paylaştığı  bir  kısmı,  Başbakanlık Osmanlı  Arşivi  (BOA), Maltepe  Askeri    Lisesi    Arşivi  ve  diğer  bazı  kaynaklardan bulduğumuz  çok  az bilgi  ve belge  ekledik. Büyük  çoğunluk büyüklerimizin  yazdığı yazılardan oluşuyor. Kendilerine minnet ve şükran borçluyuz. 

Bu  kitapçığın  hazırlanmasında  Ağın  Dergilerini  tarayarak  ilgili  makaleleri sağlayan  Sevgili Altan  İlter’e,  kitabı  için derlediği bilgileri bizimle paylaşan  Yurdal Demirel’e, Başbakanlık Osmanlı Arşivinde saptadığımız belgelerin teminini sağlayan Sevgili  Öner  Kabasakal’a,  bu  belgelerin  Latin  harflerine  dönüştürülmesi  işlemini yaptıran  Can  Arhun’a, Maltepe  Askeri  Lisesi  arşivlerinden Ömer  Lütfi  Yücel’e  ait fotoğraf  ve  belgeleri  buldurtan  Sevgili  öğrencim  Orgeneral  Kamil  Başoğlu’na  ve kitapçık taslağını okuyarak son haline gelmesinde büyük katkısı olan sevgili Gürhan Gündüz’e teşekkür ederim. 

Ayrıca  yazım  işinde  büyük  emeği  olan  Pınar Özveren’e  ve  “baş  editörüm” sevgili Prof. Dr. Selim O. Selam’a çok teşekkür ederim.  

C. Güner OMAY – Mart 2015 

1  

1. Giriş 

Ağın,  bugün  Keban  Barajı  Gölü  kenarında  iki  bin  nüfusa  sahip  küçük  bir kasabadır.  Tarihi  boyunca  hiç  bir  zaman  önemli  ticaret,  tarım, maden  ve sanayi merkezi olmamıştır. Ancak bin sekiz yüz’lü yılların son çeyreğinde, bin dokuz yüzün başlarında bu kasaba, eğitim kurumları, öğretmen ve öğrenci sayısı  bakımından  çevresinde  göze  batan  bir  konumdadır.  Nasıl  olmasın, Osmanlı’da genelde büyük yerleşim yerlerinde kurulan medreselerden biri Ağın’da  kurulmuştur.  İlk  “Rüşdiye  Mektebi”nin  İstanbul’da  1838  yılında açıldığını ve 1848’e gelindiğinde sadece beş Rüşdiye mektebinin İstanbul’da var  olduğu  göz  önünde  bulundurulursa,  1897  yılında  Ağın  nahiyesinde Rüşdiye Mektebinin açılmış olmasının önemi ortaya çıkmaktadır.1 Ağın’ın bu denli önemli eğitim kurumlarına ve nüfusu ile kıyaslandığında, önemli sayıda öğrenci  sayısına  erişmesini  kimler  nasıl  sağlamıştır  sorusunun  cevabını aramak  ve  bir  bakıma  Ağın’da  eğitimin  kökenlerine  inmek,  bunların sağlanmasında öncülük edenleri tekrar hatırlayıp rahmet ve şükranla anmak için bu kitapçık hazırlanmıştır.  

Biz Türkler özellikle yazmayı pek  sevmeyiz. Ancak belki de Ağın’daki eğitim geleneğinin sonucu olarak büyüklerimiz, özellikle “Ağın Dergisi”nin ilk sayılarında  söz  konusu  öncülerin  özgeçmişleri  ile  ilgili  yazılar  yazmışlardır. Maalesef  bütün  gayretimize  rağmen,  o  yazılardaki  bilgilerden  fazla  bilgi bulamadık.  Sadece  “Başbakanlık  Osmanlı  Arşivi”  (BOA)  ve  bazı  diğer kaynaklardan bulduğumuz bilgileri dergideki bilgilere ekleyerek bu kitapçığı hazırladık. 

2. Yönetsel Gelişim 

Komşu  kasabalar, Arapgir, Eğin, Keban  sancak düzeyine  kadar  çıkmalarına rağmen, Ağın  hiçbir  zaman  o  düzeye  çıkmamıştır. O  düzeye  çıkmak  şöyle dursun,  19.  Yüzyılın  ortalarına  kadar,  bağlantı  yönünden  Eğin,  Arapgir  ve Keban sancakları arasında gidip gelmiştir.  

1837  yılında Maden‐i Hümayun’a  (Keban’a)  bağlı  Eğin  kazasının  bir köyü  iken,  1846  yılında  Harput  Eyaletine  bağlı  Eğin  Sancağının  bir  köyü haline  gelmiştir.  Bu  statüsünü  1876  tarihinde  Mamuratül‐Aziz Mutasarrıflığı’nın  kurulmasına  kadar  korumuştur.2  Bu  tarihten  sonra  Eğin kazasının bir köyü, 1894 yılında Nahiyesi3 olarak Harput Sancağına bağlılığı devam etmiştir. 

                                                            1 Hasan Ali Yücel; Türkiye’de Orta Öğretim, T.C. Kültür Bakanlığı Milli Kütüphane Basımevi 1994 2 Ahmet Aksun, XIX yüzyılda Eğin, 2003 3 1312 tarihli Mamaratül Aziz Salnamesi 

2  

Yararlandığımız  kaynakların  böyle  demesine  rağmen,  Devlet Arşivlerinde bulduğumuz birkaç kaynakta değişik bilgiler vardır. 

05.06.1866  tarihli  belgede  “Ahalinin  talebi  üzerine  Arapkir’den ayrılarak kaza haline getirilip kendisine on üç köy bağlanan Ağın kazasının tekrar  Arapkir’e  bağlanması  hususunda  baskı  yapanların  tespit  olunup haklarında  lazım  gelen  muamelenin  icrası4.  17.07.1866  tarihli  belgede “Arapkir  kazasından  ayrılarak  yeniden  teşkil  olunan  Ağın  Kazası Müdürlüğüne  ilave  edilen  bazı  kariye  yine  Arapgir’e  nakli”5.  03.10.1866 tarihli belgede ise “Ağın Kazasının Arapgir’den ayrılarak müstakil müdürlükle idaresi”6 ifade ediliyor. Bu bilgilerin ışığında, acaba Ağın 1866 yılında kaza mı yapılmıştır sorusu akla geliyor. 

Yine arşivdeki Ek‐1 olarak sunulan belgeden, Ağın’da 1887  tarihinde belediye kurulduğunu öğreniyoruz.7 

Osmanlı’nın  yüzyıllar boyu  tek  ana eğitim  kurumu olan medrese  ile Tanzimattan  sonra  açılan  orta  dereceli  öğretim  kurumu  Rüşdiyeler genellikle önemli yerleşim yerlerinde açılmışlardır. Bin dokuz yüzün başında her  iki  kurum  da  Ağın’da  açılmıştır.  Hem  de  kendi  binalarında.  Bence bunların  küçücük  Anadolu  kasabasında  açılmasını  sağlayanlar,  eğitimin öncüleri  olan  atalarımızdır.  Söz  konusu  iki  kurum  Cumhuriyet  döneminde kapanınca, ortaokul Cumhuriyetin ilanından otuz yıl sonra 1953 yılında, Lise ise  1975  yılında  açılmıştır.  Bugün  çevremizdeki  ilçelerin  hemen  hepsinde Yüksekokul olmasına  rağmen, Ağın’da  yoktur. Durum böyle olunca,  acaba bizler atalarımızın açtığı yoldan yürümek için yeterince gayret gösteremedik mi sorusu akla geliyor. 

3. Okullar 

Osmanlılarda  öğretim  kurumu  olarak  asırlarca  devam  eden  sadece medreseler  vardır.  Teknik  ihtiyaçlar nedeniyle 19.  yüzyılda Mühendishane (1795 yılında), Tıbbiye  (1825 yılında), Harbiye  (1834 yılında) yüksekokulları açılmıştır. Ancak bu yüksekokullara öğrenci yetiştiren orta dereceli okullar Tazminatın  ilanından  sonra  açılmaya  başlamıştır.  İlk  “Rüşdiye  Mektebi” Sultan  Ahmet  Camii  içinde  “Mektebi  Maarifi  Adli”  adıyla  1840  yılında açılmıştır.  1849  yılında  “Sıbyan  ve  Rüşdiye  Mekteplerine”  öğretmen yetiştirmek amacıyla “Darülmuallimin” açılmıştır.8 

                                                            4 BOA, MVL., 748/31, (05.06.1866)  5 BOA, MVL., 722/107, (17.07.1866)  6 BOA, MVL., 724/03, (03.10.1866)  7 BOA, DHMKT., 1416/113, (02.05.1877)  8 Hasan Ali Yücel; age 

3  

3.1. Ağın Erkek İbtidai Mektepleri 

Yurdal Demirel’in kaleminden9 

“İncelediğimiz dönemde bazen Arapgir Kazasına, bazen de Eğin  (Kemaliye) Kazasına  bağlı  bir  nahiye  konumunda  olan  Ağın  ve  çevresi  Elazığ’ın  diğer ilçelerine  göre  daha  çok  mektebin  kurulduğu  bir  yer  olarak  karşımıza çıkmaktadır. 

Ağın’da  ibtidai mektebi    XIX.Yüzyılın  sonlarında  açılmasına  rağmen kısa bir süre sonra nahiye merkezinin her mahallesinde ve köylerinin büyük bir bölümünde ibtidai mektepleri açılmıştır. 

1312  (1896)  tarihli  vilayet  salnamesine  göre  Ağın’da  toplam  on  üç ibtidai mektebinin açılmış olduğunu görmekteyiz. 

 1312 Salnamesi’ne Göre Ağın’daki İbtidai Mektepleri 

Sıra  İbtidai Mektebinin Adı  Adresi Talebe sayısı 

1  Ağın Uzungil Mah. İbtidai Mektebi  Karye Derununda  17 

2  Tatarağası Mah. İbtidai Mektebi  Karye Derununda  32 

3  Hacı Yusuf Mah. İbtidai Mektebi  Karye Derununda  27 

4  Vahşin İbtidai Mektebi  Karye Derununda  31 

5  Hozahpur İbtidai Mektebi  Karye Derununda  13 

6  Andiri İbtidai Mektebi  Karye Derununda  12 

7  Pul İbtidai Mektebi  Karye Derununda  24 

8  Haskeni İbtidai Mektebi  Karye Derununda  9 

9  Saraycık İbtidai Mektebi  Karye Derununda  24 

10  Zabulbar İbtidai Mektebi  Karye Derununda  34 

11  Şıhlar İbtidai Mektebi  Karye Derununda  24 

12  Monayik İbtidai Mektebi  Karye Derununda  18 

13  Ağdunud İbtidai Mektebi  Karye Derununda  5 

                                                            9 Yurdal Demirel, Basım aşamasındaki kitabı 

4  

Ayrıca  Salnâmede  o  dönemlerde  Ağın’da  üç  Ermeni  mektebinin olduğu  kayıtlıdır.  Ağın  merkez,  Vahşen  ve  Güşna  köylerinde  açılan  bu mektepler  karışık  eğitim  verilen  ve  yirmi  civarında  talebenin  öğrenim gördükleri küçük mekteplerdir.  

 

Ağın ve Çevresindeki Ermeni Mektepleri 

SIRA MEKTEBİN  BULUNDUĞU YER 

 ERKEK  

ÖĞRENCİ KIZ  

ÖĞRENCİTOPLAM 

1  Ağın   Ermeni Mektebi İbtidaisi  10  8  18 

2  Ağın Vahşen Köyü  Ermeni Mektebi İbtidaisi  17  5  22 

3  Ağın Güşna Köyü  Ermeni Mektebi İbtidaisi  16  6  22 

 

Diğer  taraftan  aynı  salnameye  göre  Ağın  Nahiyesine  bağlı  Venk karyesinde bir Rum mektebi olduğunun öğreniyoruz. Mektebin açılış  tarihi ve  fiziki  özellikleri  hakkında  herhangi  bir  bilgimiz  bulunmamaktadır. Salnamede Venk Karyesi Rum Mektebi İbtidaisi’nde altı erkek ve on yedi kız talebenin öğrenim gördüğü bilgisi vardır.” 

3.2. Medrese 

Medreseler,  Osmanlı  döneminde  orta  ve  yükseköğretim  veren  başlıca kurumlardır. Osmanlı döneminde kurulan ilk medrese Orhan Gazi tarafından kurulan “İznik Orhaniyesi” olarak bilinen medresedir. Zaman  içinde ülkenin önemli merkezlerine  yayılmıştır.  1317,  1318,  1319  ve  1321  tarihli Maarif Nezareti Salnamelerine göre Elazığ’da on yedi medrese vardır. Bunların on beşi  Harput’da  biri  Keban’da  biri  de  kurucusunun  adıyla  anılan  Ağın’daki Hacı Ali Paşa medresesidir. 1325  (1910) sayılı salnameye göre  ise Elazığ’da beş kütüphane vardır. Bunlardan üçü Harput’ta biri Keban’da sonuncusu ise medresenin  kurucusunun  adıyla  anılan  Ağın’daki  Hacı  Ali  Paşa Kütüphanesidir.   Kurulduğu yıl olarak 1890 yılı verilmektedir kitap sayısı  ise 185’tir.10  Medresenin  kuruluş  öyküsünü  Cevat  Onay’ın  ağzından dinleyelim.11  

“O  devirde  İstanbul’da  bulunan  hemşehrilerimizden  rivayet  edildiği üzere, Hüseyin Hüsnü Efendi Ayasofya Camiinde derslerine devam ederken dinleyicileri arasında devrin seçkin, resmi nüfuz sahibi kimseler de bulunur. 

                                                            10 Elazığ Eğitim Tarihi, Elazığ Milli Eğitim Müdürlüğü Yayınları No:2, 2010 11 Cevat Onay, “Ağın Müderrisi Hüseyin Hüsnü Efendi” Ağın Dergisi Sayı:4, 1967 

5  

Bir  gün  bir  saray  arabası  Müderris  Hüseyin  Hüsnü  Efendi’yi  alıp götürür.  O  zamanlarda  bu  gidişlerin  birçok  felaketlere  yol  açtığını  bilen hemşehriler  telaşa düşerler, üzülürler, korkarlar. Nihayet, bir  iki gün sonra Hocamızı  tekrar  kürsüsünde  görünce  sevinirler,  etrafını  alırlar,  sorarlar. Meğer Saray erkânı tarafından Hüseyin Hüsnü Efendi’nin saray içinde, saray mensuplarına  da  birkaç  vaaz  vermesi  istenmiş,  bu  istek  yerine  getirilmiş. İşte  bu  tanışma  sonucunda  saray  mensuplarından  (Kurenâ‐yi  hazreti şehriyariden) yani Padişahın yakınlarının ileri gelenlerinden Haci Ali Paşa ne dilerse  yerine  getirileceğini  Müderris  Efendiye  bildiriyor  ve  ne  istediğini soruyor. Bu durum Hocamıza o kadar müsait  imkân ve fırsat vermiş oluyor ki, Müderris Efendi bu  fırsatları  kullanmak  isteseydi o  zaman Babımeşihat diye  adlandırılan  Şeyhülislamlık  dairesinde  önemli  bir  mevkiye kayırılabilecek, bu yoldan  Şeyhülislamlığa kadar yükselme  imkanlarını elde edecekti. Halbuki, O bütün bunları bir tarafa iterek: 

‐  Müsaade  buyurulursa  babama  sorayım,  ben  onun  emrinden çıkamam,  ondan  alacağım  habere  göre  hareket  etmek  zorundayım, diyor. 

Babası Büyük Hoca’ya  bir mektup  yazarak  olanları  anlatıyor,  emrini bekliyor. 

Babasından aldığı cevap şu: (Oğlum, Şeyhülislam olsan gözümde yok. Memleketine  dön,  burada  hizmetini  yap).  Bu  mektubu  alınca  Haci  Ali Paşa’ya gidiyor, babasının dileklerini söylüyor.   Bana bir  iyilik yapacaksanız, babamın  arzusuna  uyacak mahiyette  olmasını  istirham  eylerim,  diyor.  İyi ama diyorlar, onu nasıl yapalım. O da “Ağın’da bir medrese yaptırırsanız ben de vücudumu vakfetmek suretiyle hizmet ederim” diyor. 

Haci Ali Paşa hemen, bu  arzuyu  yerine  getirmek üzere  yeteri  kadar parayı  veriyor. Verilen para  ile, Müderris Efendi nezaretinde bir medrese, medresenin  daimi masraflarını  karşılamak  üzere  de  vakıf  olarak  bir  han, birkaç  dükkan  yaptırılıyor.  Medreselerin  lağvedilmesi  üzerine,  bina  Milli Eğitime  intikal  ederek  ilkokul  olmuş,  han  ve  dükkânlar  ise,  Büyük  Camiin dere tarafındaki yerler kahve ve dükkânlar olmuştur.” 

Ağın  İlkokul  binasını  (Medrese)  Memduh  Soylu'nun  ağızından dinleleyim; 

“Yanılmıyorsam  1933  yılıydı.  O  yıllardaki  evimiz,  Ağın  Tatarağası Mahallesi’nde  rahmetli  Cevat  Onay’ın  şimdi  yerinde  yeller  esen  evinin bitişiğindeydi. Daha sonraları Ağın Ortaokulu ve Ağın Askerlik Şubesi olarak da kullanılan yeni evimiz ise inşaat halindeydi.  

 

6  

 Medrese Binası (Eski İlkokul Binası) 

Okul  çağım  gelmişti.  Mahalle  arkadaşlarım,  akrabalarımın çocuklarının hemen hemen hepsi okula başlamışlardı. O yıllarda ülkenin ve bu  paralelde  de  Ağın’ın  ekonomik  durumu  pek  iç  açıcı  değildi. ….  geçim sorunu olmayan aile neredeyse yok gibiydi  . Mahallemizin yaşıt ve bizden büyük  çocuklarıyla  beraber,  ben  de  okulun  yolunu  tuttum,  1933’ün  bir sabahında.  Öğretmenimiz  Sami  Ünal’dı.  Aklımda  kalan  diğer  öğretmenler ise; Reşat  Ergönül,  Elbistanlı Hüseyin Bey  ve  eşi  Fatma Hanım’dı… Ağın’ın yanı  sıra  köylerden  gelen  öğrenciler  de  oldukça  fazla  olduğundan, okulumuzun mevcudu çok kalabalıktı.  

Okulumuz;  o  zamanlardaki  adı  Lollar,  şimdi  ise  Müderris  Hüseyin Efendi olan mahalledeydi ve iki katlıydı. Yapılış itibariyle dış duvarları taştan, iç bölmeleri  ise kerpiçtendi. Koridor oldukça genişçeydi. Sağda birinci sınıf, girişin biraz ilerisinde ikinci sınıf, solda da üçüncü sınıf vardı. Sınıf kapılarının üzerinde  Romen  rakamı  ile  sınıf  numaraları  yazılıydı. Okulun  ikinci  katına çıkarken,  bu  bölmede  bir  sahanlık  vardı.  Ve  burada,  duvarda  kapalı  zarfa benzer  bir  kutu  asılı  dururdu.  Kutunun  üzerinde  de,  “Aradığını  bul, bulduğunu  koy.”  yazılıydı. Ağın  İlkokulu’ndaki bu  güzel uygulamanın  ‘Ağın insanının dürüst olmasında bir parça payı  var mı acaba?’  sorusunu bugün bile kendi kendime sormadan edemem.  

Yukarı  katta  ise  dördüncü  ve  beşinci  sınıflar,  müsamere  salonu, öğretmenler  odası  ile  başöğretmen  odası  sıralanmıştı.  Başöğretmen odasının  kapısının nedense bir  resmiyeti  vardı. Müsamere  salonunun  tam karşısında,  pencerelerin  üstünde  kocaman  bir  resim  asılıydı.  ATATÜRK Kocatepe’ye çıkarken… Orada öylece dururdu. Arıstaktaki döşemeler  inceli kalınlı… Loğ ağacının loğu çekmesine bağlı olacak ki, döşemelerin arasından topraklar dökülürdü. 

7  

Başöğretmenin  odasına  bir  basamakla  girilirdi.  Bu  basamağın üzerinde her nedense bir hasır seriliydi. Bu hasırın bir özelliği, bir güzelliği vardı.  Bu  hasır,  Kemaliye  kazasındaki  Cumhuriyet  İlkokulu başöğretmeninden, Ağın  İlkokulu  başöğretmenine  armağan  olarak  yayvan bir çuval içinde gönderilmişti. Üzerindeki mavi boncuk ona işaretti.  

Okulumuzun  bahçesinin  etrafı  ağaç  parmaklıklarla  çevriliydi.  O tarihlerde okulumuz, perşembe  günü  öğleden  sonra başlayarak  cumartesi gününe kadar tatil olurdu. Yine o zamanlar İstiklal Marşı yoktu. Onun yerine; aklımda kaldığı kadarıyla,  

“Yüksek semalarda onun aksi var, Selamlarız al bayraklı hilali, Onun şanlı şerefi var namı var, Selamlarız al bayraklı hilali.”  

marşı  söylenirdi.  Bu marş  söylenirken  Lollar’daki  Çarıkkolluların  örtmede kadınlar ayağa kalkar, örtülerini düzeltir, saygı duruşuna geçerlerdi.  

Aradan  çok  uzun  yıllar  geçti.  1880  yılında Müderris Hüseyin Hüsnü Efendi  tarafından Ağın Medresesi olarak  yaptırılan  ve daha  sonra da Ağın İlkokulu  olarak  hizmet  veren  bu  bina,  1966  yılında  yıktırıldı.  Müderris Hüseyin  Hüsnü  Efendi’nin  oğlu  Anayasa  Mahkemesi  eski  üyelerinden  A. Şeref Hocaoğlu tarafından, Hayırseverler Derneği adına bu binanın yerine El Sanatları Eğitim Merkezi adında modern bir kültür merkezi binası inşa edildi. Ağın  İlkokulu  da  günümüzdeki  yeni  binasına  taşındı.  Bir  dönem,  yöre insanını  değişik  alanlarda  eğitip/öğreterek,  Ağın’ın  sosyal,  kültürel  ve ekonomik  yaşantısını  canlandırmayı  amaçlayan  projelere  imza  atılan  bu 

binamızda, şimdilerde ise Ağın Belediyesi hizmet sunmaktadır.”12 

3.3. Rüşdiye 

Ağın Rüşdiyesi ile ilgili bilgileri Yurdal Demirel’in ağzından dinleyelim: 

“Ağın’da bir rüşdiye mektebinin yapılmasına  ilişkin karşılaştığımız tek belge 1895 tarihlidir. Bu belgede Eğin Kazasına bağlı olan Ağın nahiyesinde halk  tarafından bir  rüşdiye mektebinin  yapılmadan önce, Ağın nahiyesinin kaç haneli olup ne kadar  ibtidâisi ve  talebesi olduğunun ve yapılacak olan rüşdiye binasının fiziki büyüklüğü konusunda bilgi istenmektedir.13  

Ağın Rüşdiye Mektebi bu tarihten iki yıl sonra yani 1897 yılında halkın yardımıyla  yapılmış  ve  Merzifonlu  Mustafa  Efendi  mektebe  başmuallim 

                                                            12 Memduh Soylu, “Ağın’daki İlkokul Yıllarım” Ağın Dergisi, Eylül‐Ekim 2008  13 BOA., MF. MKT., 209/31, 07/Z/1311 (11 Haziran 1894). 

8  

olarak  tayin  edilmiştir.14  Rüşdiye  binası  hakkında  bir  bilgimiz bulunmamaktadır.  (Rüştiye  binasının,  soruşturmalarımız  sonucunda Basağagilin Makbule Koçer’in oturmakta olduğu bina olduğunu öğrendik.) 

Rüşdiyenin  eğitim‐öğretim  verdiği  dönemde  sadece  üç  muallimin görev  yaptığı  tespit  edilmiştir.  Bunlardan  ilk  başmuallim  olan  Mustafa Efendi’nin, mektebin kuruluşundan  itibaren beş yıl boyunca görev yaptığını kayıtlardan anlamaktayız.  

Mustafa  Efendi,  Merzifonlu  olup,  Ağın  Rüşdiyesi’ne  Çermik Rüşdiyesi’nden  gelmiştir15.  Mustafa  Efendi’nin  muallimliği  sırasında  bazı uygunsuz davranışlarda bulunduğu ve şiddete başvurduğu anlaşılmaktadır16. Buna ek olarak görevini bazen devamsızlık göstererek aksattığı da kayıtlarda yer  almaktadır.  Bu  konuda  merkez  tarafından  uyarıldığı  görülmektedir. Ancak  bu  durumda  bir  düzelme  görülmemiş  ve  nihayet  Pertek  Rüşdiye Mektebi’ne tayin edilmiştir17.  

Mustafa  Efendi’yi  müteakiben  başmuallimlik  görevine  Ağınlı  bir muallim olan Abdullah Lütfü Efendi tayin olmuştur. Abdullah Lütfü Efendi de kayıtlardan anlaşıldığına göre, mektepte dokuz yıla yakın bir süre çalışarak en uzun süreli görev yapan muallim olmuştur.  

Gerek Mustafa Efendi gerekse Abdullah Lütfi Efendi mektepte görev yaptıkları  süre  içerisinde  başmuallimlik  görevlerinin  yanı  sıra  rika/hat muallimliği görevini de yürütmüşlerdir.  

Mektepte görevde bulunan üçüncü kişi de yine bir Ağınlı muallim olan Molla  Gakko’nun  oğlu  Yusuf  Razi  Efendi’dir.  Yusuf  Razi  Efendi’nin  Ağın Rüşdiyesinde 1910 yılında görev yaptığı tespit edilmiş olup, bu görevden ne zaman ayrıldığı hakkında ise kesin bir bilgiye ulaşılamamıştır. 

Mektebin  muallimlerinden  Abdullah  Lütfü  Efendi,  ders  dışında  da yöredeki  gençlerin  okuması  için  önemli  çalışmalarda  bulunmuş  bir eğitimcidir.  Ayrıca  çeşitli  kitap  çalışmalarında  da  bulunmuştur.  Yazdığı “Elifba Risalesi”nin basılmasına önce  izin verilmemiş18  fakat daha sonra bu çalışmanın basılmasında bir sakınca görülmemiştir19.  

                                                            14 BOA., MF. MKT., 28554, 09/R/1313 (29 Eylül 1895). 15 BOA., MF. MKT., 329/45, 29/S/1314 (9 Ağustos 1896). 16 BOA., MF. MKT., 357/20, 27/Z/1314 (29 Mayıs 1897); BOA., MF. MKT., 474/20, 19/C/1317 (25 Ekim 1899). 17 BOA., MF. MKT., 474/20, 19/C/1317 (25 Ekim 1899). 18BOA., MF. MKT., 773/75, 22/M/1322 (8 Nisan 1904). 19 BOA., MF. MKT., 1086/69, 20/Za/1326 (14 Aralık 1908). 

9  

Ağın  Rüşdiye  Mektebi,  talebe  sayısı  bakımından  Harput  Rüşdiye Mektebi’nden  sonra  Elazığ’daki  en  çok  talebe  potansiyeline  sahip  üçüncü mektep olarak dikkati çekmektedir. Mektebin talebe sayısı genel olarak kırk beş civarında bir ortalamaya sahiptir. Ki bu ortalama incelediğimiz dönemde bir nahiye merkezi için oldukça yüksek bir rakamdır.  

Kayıtlara  göre  mektebin  talebesinin  en  çok  olduğu  dönem  1901 yılıdır.  Bu  yıl  da  altmış  yedi  talebe  bulunmaktadır.  Yine  kayıtlara  göre mektebin  talebesinin  en  az  olduğu  dönem  1909  yılıdır.  Bu  yıl  da  otuz  iki talebe  bulunmaktadır. Bu  rakamlar  o  dönemlerde  bir  nahiye merkezi  için oldukça yüksek rakamlardır.” 

Ağın Rüşdiyesi Personeli ve Talebe Sayıları 

SENE  BAŞ MUALLİM İKİNCİ MUALLİM

RİKA/HAT MUALLİMİ 

MUBASSIR TALEBE ADEDİ 

131320  Mustafa Ef.            

131421  Mustafa Ef.            

131522  Mustafa Ef.     Mustafa Ef.      

131623  Mustafa Ef.     Mustafa Ef.     60 

131724  Mustafa Ef. / Abdullah Ef.     Mustafa Ef.     67 

131825  Abdullah Ef.     Abdullah Ef.     35 

131926  Abdullah Ef.     Abdullah Ef.     35 

132127  Abdullah Ef.     Abdullah Ef.     57 

132228  Abdullah Ef.           

132529  Abdullah Ef.           32 

132630  Abdullah Ef. / Yusuf Razi Ef.            

                                                            20BOA., MF. MKT., 285/54, 09/R/1313 (29 Eylül 1895). 21BOA.,  MF.  MKT.,  324/73,  29/M/1314  (10  Temmuz  1896);  BOA.,  MF.  MKT.,  329/45, 29/S/1314 (9 Ağustos 1896); BOA., MF. MKT., 357/20, 27/Z/1314 (29 Mayıs 1897). 22BOA., MF. MKT., 381/46, 15/Ş/1315 (9 Ocak 1898).  23BOA., MF. MKT., 405/46, 21/S/1316 (11 Temmuz 1898); SM, 1316, s.1170. 24BOA., MF. MKT., 454/12, 17/S/1317 (27 Haziran 1899); BOA., MF. MKT., 474/20, 19/C/1317 (25 Ekim 1899); SM, 1317, s.1370. 25SM, 1318, s.1542. 26SM, 1319, s.876. 27BOA., MF. MKT., 732/13, 07/C/1317 (13 Ekim 1899); SNMU, 1321, s.652. 28BOA., MF. MKT., 773/75, 22/M/1322 (8 Nisan 1904). 29SMV, 1325, s.78. 30BOA., MF. MKT., 1076/89, 07/N/1326 (3 Ekim 1908); BOA., MF. MKT., 1086/69, 20/Za/1326 (14 Aralık 1908). 

10  

4. Eğitimin Öncüleri 

Cevat Onay’ın kaleminden31: 

“Ağın’da XIX. yüzyılın  sonlarında bir medrese  (ilkokulun üstünde din öğretimi  yapan  bir  öğretim  kurulu),  Bir  Rüştiye  (Ortaokul  karşılığı),  iki  de mahalle  mektebi  denen  ilkokul  vardı.  Bu  okulların  hemen  hepsi  Ağın’lı aydınların himmet ve gayretleri  ile meydana gelmişti. Bunlardan  ilkokullar, önceleri  mahalle  mektebi  karakterinde,  ücreti  halk  tarafından  ödenerek Ağınlı Hocalar  (Öğretmenler)  tarafından  yönetilirdi. Rüştiye  ise  İlkokulların üstün  başarısını  gören  kültür  sever  bir  Valinin  gösterdiği  ilgi  üzerine açılmıştır.  

Bu  sonucun  kazanılmasında  Ağın  aydınlarının  uyanık  bir  davranışla halk üzerinde bıraktıkları yapıcı etkilerin çok büyük rolü vardır. Bu aydınların öncülerinden  Ağın’da  Büyük  Hoca  unvanı  ile  anılan  ve Müderris  Hüseyin Hüsnü  Efendinin  babası  Hüseyin  Efendiyi,  Ağın  Medresesinin  kurucu Müderris Hüseyin Hüsnü Efendi’yi, Öğretmen Abdullah Lütfü Efendi’yi takdir ve şükranlarımızla anmak en başta gelen vicdan ve memleket borcumuzdur. Ancak bu öncülere eleman yetiştirmek suretiyle değerli hizmetleri dokunan ve fakat bu gün unutulmak üzere olunan değerlerimizin adları üzerindeki bu kalın  unutkanlık  tozlarını  silkerek  açığa  çıkarmak  da  aynı  borcun tamamlayıcısı sayarım. İlköğretime küçük bir geçim ücreti karşılığı hizmetleri dokunanlardan  hemen  bütün  ömrünü  bu  hizmete  vermiş  olan  (Molla Gakko) lakabiyle Ağın’da ve Arapkir’de yıllar boyu binlerce öğrenci yetiştiren Mehmet  Efendi,  O’nu  izleyen  Tatarağasıgillerden  Ali  Efendi,  Mehmet Efendi’nin oğlu Yusuf Razi Efendi ki, son yıllarını Ağın Rüştiyesi Muallimliği ve  İdareciliği  ile  geçirmiştir.  Ekrekli  Hoca Mustafa  Efendi,  tarih  sırası  ile Kabzimal Hoca Mehmet Efendi’nin oğlu Rüştü  (Özer) Efendi, Ceritgillerden İbrahim  Efendiler Ağın’ın  ilköğretim  seferberliğinde  çok  emekdar,  fedakâr ve  vefakâr  yöneticileridirler.  Bunların  en  yaşlısı  ve  öğretmeni  olan  (Molla Gakko) Mehmet efendi daha XIX.yüzyıl sonlarında kızları okutma öncülüğü ile  anılmaya  değer.  Çünkü O,  1866  doğumlu  kızı  Fatma’ya  6‐7  yaşlarında iken  okuma  yazmayı  öğretmiş,  daha  da  ileri  giderek  (Tuhfei  Vehbi)  adlı kitapla Farsçaya başlangıç, (Sebhai sıbyan) adlı kitapla da Arapçaya başlangıç derslerini bile okutmuştu. O’nun bu  ileri davranışı en kabiliyetli öğrencisi –yukarda Öncüler arasında saydığımız‐ Abdullah Lütfü Efendi’yi etkilemiş. O da kızlarını okutmuş, bu örnek kendi zamanlarında sınırlı da olsa bir bölgeye yayılmıştı.  Bu  kızları  okutma  gayreti  duraklamadan,  aralıksız  devam ettirilmiş,  ilk  zamanlar  iki  erkek  ilkokuluna  sonraları  açılan  kız  okulları  da katılmışlardır.  Bu  kutsal  kervana  katılan  Bayan  Öğretmenler:  Öğretmen 

                                                            31 Cevat Onay, Ağın Dergisi, Sayı2, 1967 

11  

Abdullah  Lütfü  Efendi’nin  kızları  Fatma  (Soylu)  Seniha,  öğretmen  Rüştü (Özer) Efendinin eşi Fatma (Baytaş), Hanımlardır.” 

Yukarıda belirtilen kişilere ilişkin maalesef başka bilgi bulunamamıştır. Ancak  ileride ayrıntılı olarak vereceğimiz32 Abdullah  Lütfü Efendi’yi  torunu Necip  Soylu’ya  yazdırdığı  notlardan, Molla  Gakko’yu  ise  Ekirekli Mustafa Efendi ile ilgili bilgilerde bulabiliyoruz. 

“On bir on  iki  yaşlarında  idim  ki, nenem beni  iki  saatlik mesafedeki Ekirek köyüne tahsile gönderdi. Bu köyde köy imamının ailesi efradı arasına girdim. Altı  ay  içinde  (bina, maksut  izi) okuyup  ayamil’e  çıktım. Bu  sırada çiçek  hastalığına  tutulduğuma  mebi  yine  nenemin  ağuşuna  (kucağına) atıldım. Bir ay sonra ifaket buldum (İyileştim) ise de bir daha Ekirek köyüne gitmeyi kabul etmedim.  

1282  (1866)  tarihlerinde  idi; Ağın’da Molla Gakko  denilen Mehmet Efendi Hoca, bir odadan ibaret yaptırdığı mektebinde senevi (yıllık) cüz’i bir ücret mukabilinde  çocukları okutmağa başladı. Burada da Hocanın  evinde oturarak  mektebe  devama  başladım.  Hocamız  oldukça  ciddi  bir  zat olduğundan, bizi döndürüp maksut’tan başlattı. Az çok ders anlamağa  işte bu Hocadan  başladım.  Bik’a  (eski  harflerle mektup  yazısı)  yazmayı,  tecvit üzere  Kur’anı  Kerim  okumayı,  sathi  ve  basit  şekilde  amali  erbaayı (aritmetikte  dört  işlemi)  yine  bu  hocadan  öğrendim.  Mevsime  göre  ya sabahleyin veya öğle vakti bir taraftan asıl dersimizi yani arabiyi okur diğer taraftan  da  elifba  ve  eczayi  şerife  (Kur’an)  okuyan  çocuklara  kalfalık suretiyle hocaya yardım ederdim.” 

 

4.1. Müderris Hüseyin Hüsnü Efendi 

Cevat Onay’ın kaleminden; 

“Memleketimizde  yetişen  büyük  alim, mutasavvıf, değerli hayat adamı Hüseyin Hüsnü Efendi  1274  (rumi)  1858  tarihinde  Ağın’da doğmuştur.  Babası  (Büyük  Hoca)  unvanıyla tanınan Hüseyin Efendi, Annesi Ayşe Hatun’dur. 

Büyük  Hoca  Hüseyin  Efendi  hem  imam, hem de ilim dağıtan bir öğretmendi. Bu sebeple oğlu Hüseyin Hüsnü Efendi’yi sekiz sene kendisi okutmuştu.  Ancak  onda  gördüğü  üstün 

                                                            32 Cevat Onay, Ağın Dergisi, Sayı 12, 1967 

12  

kabiliyeti,  kendi  dar  muhit  ve  imkânları  içinde  kısıp  köreltmeğe  razı olamamak gibi  ileri bir anlayış göstermiş, önce Harput’ta zamanın tanınmış bilginlerinden  Hacı  Abdülhamit  Efendi’de  beş  sene  okutmuş,  sonra  da İstanbul’a tahsile göndermişti. İstanbul’da Bayazit Müderrislerinde okuyarak devrinin tahsil derecelerini aşmış, neticede kendisi de  İstanbul camilerinde ders vermeğe başlamış, bu suretle tahsilini ikmal ederek (Devriye Müderrisi) unvanını almıştı. Onun  İstanbul’daki yükselişi hızlı bir  şekilde devam eder. Bir süre sonra Ayasofya gibi büyük ve merkezi bir camiye vaiz olarak atanır. O,  kürsüsünde  yaptığı  konuşmalarla  İstanbulluların  dikkatini  çeker.  Vaazı dinlemek  için,  diğer  camilerin  cemaati  yavaş  yavaş  Ayasofya’ya  kayarlar. Hüseyin  Efendi  burada  edindiği  büyük  bir  bilgi  birikimiyle  vaazlarını sürdürür. Nitekim halkın ona gösterdiği sevgi ve  ilgi padişah sarayına kadar ulaşır.  Bir  Cuma  günü:  “Bir  hükümdarın  tebaası  altındaki  insanlara  adil muamelesi”  konusunda  bir  vaaz  hazırlar.  Kürsüden  konuşmasına başlayacağı sırada Sultan Abdulhamit’in camiye girdiğini görür. Bu durumu gelin  bizzat  Müderris  Hüseyin  Efendi’nin  kendi  ifadesinden  dileyelim: “Mevzuya  kendimi  örnekleriyle  hazırlamıştım.  Birden  Sultan  Abdulhamit’i karşımda  budum.  Heyecanlanmış,  ne  konuşacağımı  şaşırmıştım.  Zira  bir tarafta hükümdarın maiyetine  adil davranmaları, diğer  tarafta  ise Padişah Abdülhamit duruyordu. Onu tahrik edici ufak bir hata benim için kötü şeyler getirebilirdi. Heyecanımın had safhasında rahmetli babamın bir sözü birden bire şimşek gibi kafamda çaktı: “Oğlum herhangi bir topluluğa hitap ettiğin zaman bu topluluğun insanlarını mezar taşı olarak kabul edeceksin” demişti. Heyecanım bir anda zail oldu. Hiçbir şeyden çekinmeden konuya girdim. Ve gayet rahat mevzuyu bitirdim.” 

Müderris Efendi, kuruluş öyküsünü medrese bölümünde anlattığımız, medresenin  yapımına  başladığı  sıra  Ağın  halkı  da  ona  yardımcı  olur.  Kısa zamanda  iki  katlı  olarak  yapılan  medresenin  plan  ve  projesini  Müderris Hüseyin  Efendi  bizzat  kendisi  hazırlamıştır.  Hüseyin  Efendi  buranın  fahri müderrisi  olur. Daha  sonra Ali  Paşa’ya  yazdığı  bir mektupta  inşaattan  bir miktar  paranın  arttığını,  istemeleri  halinde  artan  bu  paranın  iade edileceğini,  yahut  bir  miktar  daha  yollandığı  takdirde  Ağın  Kasabası’nın lüzumlu  olan  bazı  işlerinin  yapılabileceğini  bildirir.  Bu  mektup  üzerine İstanbul’dan  bir miktar  daha  para  gelir.  Hüseyin  Efendi  gelen  bu  parayla birlikte  artan  parayı  Aşağı  Cami  ve  Koçan  Camisi’nin  yapımı  ile  cami çevresindeki han ve dükkânların yapımında kullanır. Böylece, bu iki cami ve medresenin masraflarına karşılık bir gelir  kaynağı  sağlanmış olur. Özellikle İstanbul’da  kendisine  büyük  ilgi  gösteren,  medrese  ve  camilerin  yapım masraflarını saray bütçesinden karşılayan Hacı Ali Paşa’ya duyduğu minnet borcunu, o medreseye onun adını vererek ödemeye çalışmıştır. 

13  

Hüseyin Efendi Ağın gibi, o zamanın küçücük bir kasabasına böyle bir medreseyi  kazandırdığı  için mutludur. Medresenin  bahçesine  su  getirerek şadırvan  yaptırır.  Ayrıca  bahçesini  ağaçlandırmaya  çalışır.  Özel  yapılmış mermer üzerine altın yaldızla yazılmış medrese kitabesini o günün imkânları ile  İstanbul’dan  getirterek  medresenin  giriş  kapısına  astırır.  Şairliği  de bulunan Müderris Hüseyin Efendi, kitabedeki metni bizzat kendisi yazmıştır. Metin aynen şöyledir: 

“Yaptı sultan‐ı zaman bendesi bu medreseyi Kurenâdan Ali Bey, zat‐i mekârım meşrap Ali Bey Medresesi namıyla yad olunur Maden‐i marifet ve mekteb‐i irfanı adep Çıktı bir dane bu meydan‐ı sehavette bina Bunda tahsil olunur cümle ilim say ile hep” 1308 – (1882) 

Müderris Hüseyin Efendi, 1910 yılına kadar hiçbir ücret almadan bu medresede  çalışmıştır.  1910  yılında  İlim  sahibi  olmak  hakkını  kazananlara ayrılan paradan önce 100 kuruş, 1918 yılında ise 200 kuruş gibi sembolik bir maaş almaya başlar. Kendisini vakfettiği bu medresede Cumhuriyete kadar binlerce  insan yetiştirir. O, Ağın Kasabası’nda çok değerli hocalarla birlikte çalıştı. Ağın  insanlarının okumaya olan düşkünlüklerinde Müderris Hüseyin Efendi’nin  büyük  payı  vardır.  Ağınlının  okuyup  aydınlanması  için medresesine  binlerce  kitap  topladı.  Bu  kitapların  büyük  bir  kısmı  bugün Ankara  İlahiyat  Fakültesi  Kütüphanesine  bağışlanmıştır.  1926  yılında medreselerin lağvı üzerine, bu bina ilkokul olarak Ağın halkına uzun bir süre daha hizmet verdi. 

1924  yılında  medrese  kalkmış,  eğitimde  birlik  kurulmuş,  teokratik devlet  ortadan  kalkmış,  inkılâplar  başlamıştı.  Fakat,  Hoca  Hüseyin  Efendi eski  kıymetinden  hiçbir  şey  kaybetmemişti.  Yine  Ağın’ın  hâkimi,  yine yöneticisi, yine sözü geçen tek adamıydı. 

Seyfi Beşe’nin kaleminden33;  

“Birgün;  1925  yılının  bir  günü  dellal  bağırıyordu. Hocanın  emri  var; kazmasını,  küreğini,  silahını  alan  herkes  caminin  önünde  toplansın.  Her zaman olduğu gibi bu davete koşan  ilk meraklılar, biz çocuklar olduk. Hoca henüz  gelmemişti.  Halk  konuşuyordu:  Şeyh  Sait  isyan  etmiş,  şeriatı kurtaracakmış. Belki de hoca bizi onun  için  çağırmıştır. Acaba  yardıma mı gönderecek,  her  halde  şeriat  için  isyan  eden  ve  onu  kurtarmaya  çalışan adama  yardımdan  başka  ne  yapılabilir  diye  konuşmalar  devam  ederken, 

                                                            33 Ağın Dergisi, Sayı:14/1992 

14  

hoca  geldi  ve  ünlü  söylev  kürsüsü  olan  musalla  taşının  üzerine  çıktı. Toplanan halk etrafında  kümelendi. O  gür bir  sesle  “Arkadaşlar,  Şeyh  Sait adında birisi  isyan etmiş, Elazığ’a gelmiş, şeriatı kurtaracakmış. Allah şeriatı kurtaramamış da bunu vekil tayin etmiş, Allah şeriatı kurtarmak için kimseyi vekil  tayin  etmez  ve  isyan  edenin  hakkını  da  kimseye  vermez.”  Bir  ayet okudu  ve  Türkçesini  söyledi.  “Burada  Allah  buyuruyor  ki  devlet  istediğini yapmakta  serbesttir.  İsyankârlar  bu  tarafa  doğru  gelecek  olurlarsa,  Fırat kenarında  siperler  kazıp  içinde  bekleyeceğiz.  Geldikleri  zaman  ateş  edip öldüreceğiz.” Halkın önüne düştü doğru  Fırat  kenarına  gittiler.  (İsyancılar) Bizim  tarafa  gelmediler,  Diyarbakır  tarafına  yöneldiler.  Bu  Şeyh  Sait olayından sonra, Hoca’yı Kemaliye Müftülüğüne atadılar ve Bakanlar Kurulu kararıyla ölünceye kadar bu görevde kaldı.” 

  Babasının  da  hoca  olması  dolayısıyla  ikisini  biri  birbirinden  ayırt edebilmek  için babasına Büyük Hoca,  kendisine de  Küçük Hoca, Müderris Efendi unvanları verilen, yaşadığı devirde olduğu gibi bu günün yaşlı ve orta yaşlı kuşaklarında seçkin bir  ihtiram mevkii  işgal eden Merhum’u Kemaliye halkı  arasında  da  Müftü  Efendi  unvanı  ile  ayni  mevkii  almış  olduğunu Kemaliyeli hemşehrilerimizden öğreniyoruz. 

  Bütün hayatında etrafına yüksek ahlak, fazilet ve çalışkanlık örnekleri vermiş olan Ağın Müderrisi Hüseyin Hüsnü Efendi 8 Kasım 1935  tarihinde Kemaliye’de  kalp  krizi  neticesinde  ani  olarak  bu  fani  hayata  gözlerini kapamıştır.” Mezarı Kemaliye’dedir. 

 

4.2. Abdullah Lütfü Efendi       

Cevat Onayın kaleminden; 

“Bu  notlar,  Abdullah  Lütfü  Efendi’nin torunu  Necip  Soylu’ya  söyleyerek  kelimesi kelimesine yazdırması  ile meydana gelmiştir. Bu  sebeple  yazıda  bir  hayli  anlaşılması  güç Osmanlıca  kelimeler  geçmektedir.  Bunların gençlerimiz  tarafından  daha  kolay anlaşılabilmesi  için  bu  gibi  kelimelerin yanlarına parantez  içinde Türkçe karşılıklarını da yazmayı uygun bulduk. 

Abdullah Lütfü Efendi’nin kendi ağzından hal tercümesi: 

15  

Pederimin el yazısı ile muharrer(yazılı) bir kaydına nazaran (göre) hicri 1271,  miladi  1855,  nüfus  kaydına  göre  1268,  miladi  1852  tarihinde, Kemaliye Kazası dahilinde Ağın Nahiyesine  tabi  (bağlı) onbeş, yirmi haneyi müştemil  (içeren) Köhpınik nam kariye (köy) de tevellüt etmişim ki elyevm (bugün)  (1927’de)  yetmişbeş  yaşındayım.  Pederime Molla  Halil  derler.  O vaktın  usuli  tedrisince  (öğretim metoduna  göre)  elifba  ve  Kur’anı  Kerimi pederimden  tederrüs  ettim  (öğrendim).  Dokuz  yaşlarımda  iken  biri  birini müteakıben  pederimi,  validemi  (annemi)  sonra  yirmi  yaşındaki  biraderimi ve  altı  aylık  hemşiremi  kaybetmek  bedbahtlığına  düçar  oldum  (uğradım). Ancak  ailemizden  benimle  beraber  altı  kardeş  kaldık.  Aile  yuvasına  teşkil eden  bu  üç  sabi  (çocuk)  hamisiz  (koruyucusuz)  kaldığımızdan  büyük validemizin yani anamızın anasının kanatları altına sığınmağa mecbur kaldık. İşte bu nineciğim beni bir köy imamı yapmak gibi bir istikbal temini maksadı ile okuyup yazmaya, talim ve terbiye alemine sevketti. Pederim hayattayken kendisinde  dokuz  ay  okur,  üç  ay  kadar  da  kuzularımızı  otlatırdım. Merhumun  vefatı  sırasında  henüz  hatmetmemiş  (Kur’anı  bitirmemiş), başeliflama  çıkmıştım.  Yine masum  nineciğim  bütün  zamanımı  (Oku!  İşin lazım  değil)  diye  okuyup  yazmaya  hasrettirirdi.  Köydeki,  âmâ  (kör)  bir hafızdan Kur’anı hatmettim. Okuyup yazmayı askerlikte öğrenmiş bir zattan da  tecvit  (Kur’anı  güzel  okuma)  okudum.  Artık  gördüğüm  yazıları okuyabilecek  kadar  okumak  hakkında  müstakil  ve  bilgim  var  idi  ise  de, yazıya ait meleke ve malümatım yok idi. 

On  bir  on  iki  yaşlarında  idim  ki  nenem  beni  iki  saatlik mesafedeki Ekirek Köyüne tahsile gönderdi. Bu köyde köy imamının ailesi efradı arasına girdim. Altı ay  içinde (bina, maksut,  izi) okuyup avamil’e (Arapça dil bilgisi) çıktım. Bu sırada çiçek hastalığına tutulduğuma mebi yine nenemin ağuşuna (kucağına)  atıldım.  Bir  ay  sonra  ifaket  buldum  (iyileştim)  ise  de  bir  daha Ekirek Köyüne gitmeyi kabul etmedim. (1866 yılından itibaren yaklaşık üç yıl Molla Gakko’nun yanında eğitim görmesi  ile  ilgili bölüm orada verildiği  için buradan çıkartılmıştır. Omay) 

Tarih  1285  –  1869  veya  1286  –  1870  olmalıdır.  Bu  sırada  rüşti mektepler açılmasına teşebbüs edilmiş ve tedrisata başlanmış olduğundan, Keban  rüştiyesinde okumak  arzusunu  gösterdimse de nenem  “bilakis  seni Ağın’a göndermeyeceğim. Zira bu sene mahsulümüz az; bu sene evde kal” dedi. 

Halbuki  yedi  seneden  beri  devam  ettiğim  tahsil  ve  terbiye hayatımdan  bu  suretle  ayrılmak  bana  pek  güç  geldi.  Hassaten  (özellikle) bilgimi yükseltecek olan rüştiye derslerine kavuşmağa kendimde son derece şevk  ve  heves  duyuyordum.  Bu  sebeple  nenemin  hayırhane  (iyiliğimizi isteyen)  bu  kararını  bir  türlü  kabul  edemediğimden  nihayet  firar  ederek 

16  

(kaçarak)  bir  tarafa  gitmeyi  düşündüm.  O  zaman  yaşım  16  idi.  Ramazan ayının  tesadüf  ettiği  bir  teşrinisani  (Kasım  ayı)  sabahı  kisemdeki  (para kesesi)  beş  altı  kuruş  harçlığımla  çamaşırlarımı  ve  validem  tarafından dokunmuş  yeni  yün  şalvarımı  alarak  Harput’a  firar  ettim.  Doğruca Müftü’nün  evine  gittim.  Hacı  Ali  Efendi  Hoca’nın  müftülük  zamanı  idi. Mumaileyh  (adı  geçen)  ihtiyar  olduğundan  oğlu  Mehmet  Efendi  vazife görüyordu.  İlk  görüşte  Mehmet  Efendi  Hocanın  elini  öptüm.  Ücret mukabilinde  günde  bir  ders  okumağa  müsaade  edecek  bir  aileye  beni hizmetçi  vermesini  niyaz  ettim. Meğerse  bu  zat,  o  gün  hizmetkârlarından birini  kovmuş  imiş. Tam  tesadüf, bizim burada  kal bakalım dedi. Bayrama kadar kaldım. Bayramdan sonra beni çağırıp “bizim evde kalacaksın, ben de sana  bir  ders  okutacağım”  demişti.  Bir  Liva  (Vilayetten  üstün  bir  iç  işleri teşkilatı)  müftüsü  olmak  mülabesesiyle  (sebebiyle)  malümatımı artırabileceğim  emniyesiyle  (inancıyla)  maatteşekkür  kabul  ettim.  Fakat muntazam  değil,  Ağın’da  gördüğüm  usul  kadar  tedrisat  yapamadığımı görünce sırfsülüs yazı (Eski harflerle büyük dekoratif yazı) talimine, bir aralık da  hafızlığa  uğraştım. Ömrümün  beş  altı  ayını  da  bu  suretle  heder  etmiş oldum.  Bu  sırada  resmi  küşadı  (açılış  töreni)  icra  kılınan  Harput  Rüşti mektebine gönderilmemi muamileyhten  (adı geçenden) niyaz ettim. Kabul etmeyince  güya  Diyarbakır’da  meccanen  (parasız)  iaşesi  (yeme  içmesi) temin  olunur mektep  açılmış  diye  yazıp  nenemden  getirttiğim  otuz  kuruş harçlıkla Müftü Efendinin evinden çıkarak Diyarbakır yolunu tuttum. Ergani Madeni’nde erken yola çıktığımızdan karanlıkta hancıya bakır kuruş yerine harçlığımın  bir  mecidiyesini  (yirmi  kuruş  altın  para)  vermiş,  küsurunu, arkadaşıma  borç  verdiğim  halde  iade  etmediğinden,  (geri  vermediğinden) parasız olarak Diyarbakır’a  gittim. Meğerse Diyarbakır’da  iaşesi meccanen temin edildiği rivayet edilen mektep ümit ettiğim gibi değilmiş. Bu sebeple buraya girmeği pek de arzu etmedim. Mamafih (bununla beraber) kadrosu dolmuş  olduğundan  daha  talebe  kabul  olunmuyordu.  Diyarbakır’da hemşehrilerin  yardımı  ile  15‐20  gün  kaldım.  Sonra  nerdesin  neneciğim diyerek memlekete geldim ki tam orak zamanı idi. 

Çiftçilik  etmek  üzere  terbiye  edilmemiştim.  “Nasara,  yensuru” ezberlemekle vakit geçirmişim. Bu yüzden ekin biçmekten başka, ekin biçen valide ve biraderime  içecek su getirmeyi bile  istemezdim. Validem  (nenesi olacak)  bundan  gücendi.  Ekin  işini  tamam  eder  etmez  bizi  bırakıp oğullarının, yani dayılarımın yanına gitti. O sene feyiz ve bereket ziyade  idi. Hayli  buğdayımız  oldu. Mahsulü  harmana  ve  eve  nakil  gibi  işleri  ameleye yaptırdık. Sonra zahire  (tahıl) satarak bir çift öküzle bir merkep aldık. Artık tam bir çiftçi olmuştum. Kışlık buğday tohumunu kardeşimle beraber ektik. Bu kere komşuların ısrarı ile teehhül de ettim (evlendim) ki yaşım on yediyi bulmuştu.  O  kış  istirahatım  temin  edilmiş  bulunuyordu.  Fakat  evvelce 

17  

önüme dikilen manialar  (engeller) dolayısıyla muvakkat  (geçici) bir  zaman için muattal (işlemez) kalan öğrenmek  iştiyakım galeyana geldi. Henüz yeni bulunan refikamın  (eşimin) ve komşuların fikrime aykırı olan mütalaalarına kulak vermiyerek hemen İstanbul’a gitmeye hazırlandım ve yola çıktım. 

İstanbul’da  arzu  ettiğim  tahsil  maksadımı  hayyizi  husule (geçekleştirmeye)  rehber olacak  kimsem olsa bile  işten  anlıyanı  yoktu. Bu güna (gibi) çırpınmalarla bir buçuk sene İstanbul’da kaldım. İdadi mektebine kabulüm  için Arapkirli Kamil Paşa’ya, Şehzade Yusuf  İzzeddin Efendilere ve Hünkâra  da  (Padişaha)  arzıhal  (dilekçe)  yazdımsa  da  takdime  muvaffak olamadım. 

Bu  sırada mürettipliğe  (dizgicilik) girmiştim. Fakat 18 ay  sonra Refia Sultanın  vekil  harcı  (kâhyası)  uzaktan  akrabam  bulunan Mehmet  Ağa’nın verdiği yol harçlığı ile tekrar köyüme döndüm ki bir gülistan ile bir de tuhfe (hediye)  Vehbi  kitabından  başka  hiçbir  şeye malik  değildim.  Bu  da  Farisi lisanını (Farsça)  öğrenmek arzumun başlangıcı ve alametidir. 

Memleketimde  bir  ay  kaldıktan  sonra  yine  tahsil  isteğim  uyandı. Malen aczimin (parasızlık), evvelce İstanbul’daki borçluluğumu kapamak için babamdan kalan erazi ve emlaktan bir kısmını elden çıkarmak derecesinde bulunduğumu  yine  unutmuştum.  Yakın  bulunan  Keban  kazasına  giderek rüştiye  mektebinde  okumağa  koyuldum.  Gülistan  ve  hesaptan  ders alıyordum. Muallim  beni  vekil  bırakarak mezunen  Elazığ’a  gitti.  Bir  iki  ay kaldı.  Bir  hafta  tatilinde  Keban’a  4  saat  bulunan  köyüme  geldim. Komşularım bana köyde imamlık yapmaklığımı teklif ettiler. Senevi (yıllık) 25 İstanbul kilesi buğday  ile hatmettireceğim (Kur’anı tamam okutacağım) her çocuk için de 50 kuruş para vaad ediyorlardı. Bu o zaman için kafi bir maişet (geçim medarı)  idi. Muallim de avdet etmişti  (dönmüştü).  İşte müstakil bir muallim  sıfatıyla  ilk  olarak  kendi  köyümde  tedrise  (öğretime)  başlamış oluyorum ki  tarih 1290‐1874  idi. O devirde bir muallimin öğretme kudreti “çocuğa 4 veya 6 ayda Kur’anı Kerimi hatmettiriyor” sözü ile ifade edilmekte idi. Maalesef  altı  ay  içinde hatmettirdiğim dokuz  çocuktan beklediğim 4,5 liraya karşı bir çeyrek (dörtte bir) lira ile bir de kuzu elime geçtiğinden henüz uyanmış olan heyecanım  kırıldı.  Köylülerle de  aram  açıldı. Çocuğu olanlar benden memnun  idi  iseler de diğerleri, muntazaman ezan okuyup, namaz kıldırmadığımdan müşteki (şikayetçi) idiler. Pek haklı bulunduğum şu esbap saikasiyle  (nedenlerden dolayı) ücret davasında kendimde yüz bulamadım. Harman zamanını beklemeden bir bahane ile (küskünlükle) köyü terk ettim. İstanbul yolunu tuttum. Bu seferki yolculuğum ramazan içerisinde idi. Devri sabıkın  acaip  hallerinden  biri  de  “İstanbul  dersi  âm  (ders  yılı)  hocaları” ücretle talebe bulup “tertip” dersine devam etmeleridir. Bu kabilden olarak Sultan Ahmet Medresesi sakinlerinden bir hoca ile pazarlığa giriştik. Benden 

18  

iaşe masrafı  almamak  ve  cerden    getireceğim meblağı  (parayı)  kendisine vermek  şartıyla odasında oturup dersine devam etmekliğim  kararlaştırıldı. “Molla Cami” okutan bu hocanın derslerine devama başladım. Bir müddet sonra  bayram münasebetiyle  “Lapseki”  cihetine  kurban  cerrine  (para  ve erzak  toplamak  üzere  sayılı  aylarda  köylere  dağılıp  imamlık  yapmak) çıkmıştım.  Mustahsalatım  (kazancım)  ancak  yol  masrafımı  temine  kafi gelebilecek  kadar  olduğundan  hocaya  bir  şey  veremedim.  Ve  bitabı teveccühünü  kaybetmiş  oldum.  Bu  suretle  talebeliği  terk  ederek  tekrar mürettipliğe  geçtim.  Oldukça  mümarese    peyda  etmiştim  (el  yatkınlığı kazanmıştım).  Fakat  elimin  ağırlığı  bundan  da  müstefit  olamıyacağımı (yararlanamayacağımı)  ima  ettiğinden  yine memlekete  yürüdüm.  Yollarda geçirdiğim çetinlikleri söyliyerek heyecanımı tazelemek istemem. 

İşte  hayatımın  bu  devresindeki  meşhut  (görülen)  kararsızlıklarım, maişetimi (geçimimi, okuma ve okutmaklık ihtiyacımı tekafüle (kefil olmaya, sağlamaya)  yetecek  bir  meslek  veya  bir  yardımcı  arayıp  bulmak düşüncelerimden ileri gelmektedir. 

Köyüme  muvâsalatımda  (kavuştuğumda)  tam  harman  zamanı  idi. Köylüler  bir  sene  evvelki  hakkımı  vermek  üzere  tekrar  imamlık  teklifinde bulundular.  Yine  bazıları  sözlerinde  durmadığından  buradaki  vazifeyi  terk ederek yakındaki bir alevi köyünde elli kuruş aylıkla zengin bir adamın üç‐dört  çocuğunu  okutmayı  kabul  ettim.  Çocuklarla  ilk  hesap  dersi okutmaklığım burada başlamıştır. Marta kadar devam ettim. Marttan sonra tekrar  köyüme  dönerek  imamlığa,  daha  doğrusu  muallimliğe  başladım. Fakat  harman  zamanı  ilk  çıkan  harman  sahibi  baştan  hakkımı  vermekten imtina  gösterince  (vazgeçince)  gücendim.  (hakkımı)  toplamaktan sarfınazarla  (vazgeçerek)  evvelki  alevi  köyüne  döndüm.  Buradan  aldığım zahire kendi köylümün vereceğine muadil (olduğundan işime devam ettiğim sırada)  Arapkir  eşrafından  Alay  Beyi  Zade  Mehmet  Efendi  (kendi selamlığında…) ve  teravih kıldırmaklığımı  teklif etti. Hizmet görmedikçe ve hizmetimin  derecesi  anlaşılmadıkça  peşinen  ücret  kesmek  âdetim olmadığından bu hususta bir  şey  tekerrür ettirmeden  ramazan bayramına kadar mumaileyhin hanesinde kaldım. 

Tarih 1291‐1875 Osmanlı – Sırp muharebesinin son devresi idi. Halkın gönüllü  olarak  memleket  müdafaasına  iştirak  etmekte  olduğunu  işitince “Ah,  ben  de  İstanbul’da  olaydım,  gönüllü  giderdim”  diye  temenniyatta (dilekte)  bulunuyordum.  Böyle  kendimi  yine  işsiz  kalmış  bulunca  üçüncü defa  İstanbul’a hareket kararını verdim.  İstanbul’a vusulümde (vardığımda) Sırp ile muharebe bitmiş fakat Rusya ile de harbin ihtimali katileşmiş bir sıra idi.  Nihayet  birkaç  ay  sonra  harp  başladı.  Evvelce  bir  iki  defa  müracaat ettiğim halde muvaffak olamadığım gönüllü asker olmak emelime bu kere 

19  

nail  olmuştum.  Gönüllü  taburlarından  birine  kayıtla  Varna  tarafına sevkolundum. Orada vaki harpte taburumuz bozuldu. Efrat başsız ve dağınık vaziyette kaldığından savuşarak yine civarda bir köy imamlığına başvurdum. Mevsim Kasım idi. Köy 15‐20 evden ibaretti. Senevi ücretim 32 kile İstanbul buğdayı  olacaktır.  Mecmuu  (toplamı)  15’i  tutan  kız  ve  erkek  çocukları toplayıp  nisbeten  muntazam  bir  mektepte  tedrise  koyuldum.  Harman mevsimi  olan  hazirana  kadar  devam  ile  4‐5  çocuğa  hatmettirdim.  Birkaç tane de hatmetmek üzere idi ki köylülerin tasvibi (uygun görmeleri) veçhile tatil ederek 500 kuruş maaşla aşar kitabetine (vergi memurluğu) gittim. Bu yeni  vazifemi  bitirmek  üzere  idim  ki  o  havalide Osmanlı  hükümeti  inhilal ederek  (dağılarak),  Rusya  Hükümeti  muvakkat  idareyi  (geçici  yönetimi) teslim  almış  idi.  Bu  sebeple  kâtiplik maaşımı  alamadan  evvel  ki  köyüme döndüm. 

Elimdeki  paranın  mühim  bir  kısmını  memleketteki  borcumuza gönderip malımızı rehinden kurtardım  ise de bu defa da parasız kaldım. Bir taraftan da  tahsil arzusu  fikrimi  işgalden hali kalmıyordu. Çare olarak hem temini maişet  ve  hem  tahsilimi  ilerletmek  sevdasıyle  herhangi  bir  rüştiye mektebi  bevvablığına,  (hademeliğine)  tayinimi  buldum  ve  hemen Maarif Nezaretine müracaat ettim. Bu dileğimde akim  (neticesiz) kaldı. Naçar köy imamlığına  girmek  için  İstanbul’dan  ayrılarak  İzmit’e  geçtim.  Göynük yakınındaki bir köyde  imamlığa başladım.  İsmini hatırlamadığım bu köy  iyi ve  civardaki  5‐6  köye merkez  idi.  Bu  sebeple  çevredeki  köylerin  cemaati namaz kılmaya benim köye gelirlerdi. Yalnız  imamlık vazifesindeki  iktidarım ve zevki tabiatım onları tatmin ve binaenaleyh memnun bırakacak derecede değildi.  Zaten  köyün  ahvali  tahliyesi  icabı  az  zamanda  sıtma  hastalığına yakalandığımdan artık vazifeye devamım mümkün olamadı. 25 gün sonunda köyü  terk  ile  Ankara  yolunu  tuttum  ve  bir  yerde  dikiş  tutturamayarak memlekete  kadar  kayıp  gittim.  Eğer  yolda  soyulmayıp  hamil  olduğum (taşıdığım) gömlekleri ve sırtımdaki kaputumu gasbettirmeyeydim (elimden aldırmaya  idim)  oldukça  mesudane  sıla  yapmış  olacaktım.  Yazık  ki  bu zayiatım da beni sarstı ve  şaşırttı. Telafisi uğrunda Hekimhan’a geldiğimde civardaki  Kozdere  köyüne  uğrayarak  orada  Baltacıbaşı  Yasin Ağa  adındaki köylünün çocuklarını okutmak nazarlığına giriştim. 

Bu  meyanda,  Osmanlı  ordularının  bozulmasından  Berlin muahedesinin  (anlaşmasının)  akdine  kadar  geçen  vakayii  (olayları) muntazam bir  şekilde  evrakı havadiste  (gazetelerde)    takip  ettiğimden bu sayede  epeyce  Türkçe’de  ifadei  merama  (isteklerini  anlatabilme)  iktidar kazandım. Tarih 1294‐1878  idi. Ağın Nahiyesinde Tapu Kâtibi bulunan Abdi Efendi adındaki zatın tapu  işlerini, tarafından müstahdem hususi bir kâtibe yaptırması  benim mümaileyhe  (adı  geçene)  intisabıma  (katılmama)  vesile oldu. Evvelce ücretsiz, sonraları yüzden ikiyüz elli kuruşa kadar aylık ücretle 

20  

4 sene bu zatın yanında çalıştım. Abdi Efendi’nin kazancının büyük bir kısmı ihtilaskârane (hırsız gibi) özellikle para aşırmak suretiyle ve na meşru (yasa dışı)  olduğuna  karşı  benimki  kanâatkârâne  kalmakta  devam  etti.  Çünkü evvel ve ahir emelim bir tek kelimede toplanmıştır: ADALET 

Zannederdim ki adaletsizlik yapanlar yalnız bizim köyün zenginleridir. Abdi  efendinin  yanında  iken  edindiğim  tecrübemle  “adaletsizliğin menşei, ferdin kendi zatı olduğu ve buna sebep de cehalet ve müvellidi (doğrucusu) olduğu ahlaksızlık” olduğunu anladım. Görürdüm ki; mesela 100 kuruş harç aldığımız bir adamın tapu  ilmühaberine, 6 kuruş harcımutadi (sabit harç), 3 kuruş kağıt bahası, 1 kuruş kâtibiye kaydettiğimize ve evrakta sol tarafında “bundan  başka  bir  nam  ile  fazla  para  alınmayacaktır”  ibaresi  yazılı bulunduğuna karşı köylüler bunun farkında değiller ve olamayarak da bunun 15‐20 mislini  ödüyorlardı  ki,  sırf  okuyup  yazma  bilmemelerinin  cezası  idi. Diğer  taraftan  Abdi  Efendi  ve  kafadarları  “kavanini  devlet  (devletin kanunları) tamamen tatbik edilmek lâzım gelse ahali (halk) takat getiremez” diye de  ilave ve  ilan ederek halkın üzerindeki nüfuzlarını bu batıl dava  ile takviyeye  çalışırlardı.  Yine  “Hükümete  ne  kadar  uzak  kalınırsa  herkesin  o nisbette  rahat  edeceği  fikri  sakimi  taammüm  ettiğine  (yanlışın  kabul görmesine) karşı bunların butlanını (batıl olduğunu) var kuvvetimle iddia ve isbat  ettiğim  halde  ne  ağalar  ne  tabiri  aharle  mütegallibeler  ve  ne  de bunların omuzdaşları kabul etmediler. Daima ağalara  tarafdar yaşıyorlardı. Hayatı  içtimaiyyemize  pek  büyük  darbeler  indiren  bu  muhrip  (yıkıcı) nazariyeler,  mevcudiyetim  üzerine  aksi  tesirler  yaptığından,  ferdin  ne suretle  olursa  olsun  Millet  ve  Hükümetine  hizmet  vazifesiyle  mükellef bulunduğu  kanaatini  kaviyyen  edinmiştim.  İşte  Milletimin  maneviyatını vikaye ve müdafaa emrinde  iki meslekten birini  intihaba kendimde vicdani bir mecburiyet duydum: Biri muallimlik, diğeri Dava Vekilliği… Ben Muallim olmuştum.  O  zaman  üçü  kız  ve  ikisi  erkek  olarak  beş  evladım  vardı. Bunlardan  büyük  kızımı  Hocazademe  (hocamın  oğluna)  tezviç  ettiğimden (evlendirdiğimden) ailem altı kişiden ibaret kalmıştı. Kızlarımı kendim hususi şekilde  ve  iptidai  (ilk)  tahsili  derecesinde  okutmuştum.  Merhum  büyük oğlum Mardin mülki ve Elazığ askeri rüştiyelerinden şahâdetnâme (diploma) aldırmağa muvaffak  olmuştum.  Bundan  bir  sene  sonra  vefat  eden  oğlum henüz okuma çağına gelmemişti.  

Hocazademe verdiğim büyük kızım Ağın’da kız çocuklarını ve esasen (damadım) olup Ağın Rüştisi Muallimi Evveli iken 1326‐1910 tarihinde vefat eden  kocası…  Yusuf  Razi  Efendi  (de)  erkek  çocuklarını  “ufak  bir  ücretle” okutup  yazdırmağa muvaffak  olmuşlardı.  Yıl  1310,1311  –  1894,1895.  Bu sayede  Ağın’da  kız  çocuklarını  da  okutup  yazdırmak  hevesi  uyandırılmış oldu. Devren  (gezi  sırasında) Ağın’a gelen Elazığ Valisi Enis Paşa Damadım Yusuf  Razi  Efendi’nin  bir  ahır  sekisinden  ibaret  olan  mektebine  uğrayıp 

21  

talebelerini yoklamış, neticede gördüğü  istifadeden memnun kaldığını  ilan maksadıyla  “Oh  biraz  rahatladım”  diyerek  ve  çocuklara  para  vererek mükâfatlandırmıştı. İşte Ağın’da yerleşen irfan temeli böyle kurulmuştur. 

Elyevm  (bugün)  15  Nisan  1927  evlat  ve  ahfadımla  berhayat  olan (yaşayan)  ailem  efradı  yirmiye  baliğ  olmaktadır.  Bunlardan  üç  kızımı  da yukarda arzettiğim gibi okutup yazdırmıştım. Ortancası vefat etmiş, büyüğü 10 yıl devam eden hususi ve ücretli tedristen sarfi nazar etmiş, küçüğü  ise 17  senelik  resmi  Muallim  olarak  Çimişgezek  ilk  mektebinde  ifayi  vazife etmektedir(görev yapmaktadır).  

Ahfadımdan  (torunlarımdan),  büyük  kızımdan  doğan  iki  oğlan çocuğundan büyüğü olup Elazığ Sultanisi onbirinci sınıfından naklen Muallim mektebi  meslek  derslerinden  mezun  olan  Ağın  İkinci  Muallim,  Mehmet Necip,  Diğer  küçüğü  Sadettin  olup  Elazığ  Muallim  Mektebi  son  sınıfının güzide (seçkin) talebesinden bulunmaktadır.  İşte güddüğüm bütün bir sayü amelim (çalışmam) ailemde bu suretle tecelli etmiştir. 

Yukarıdan beri arzedegeldiğim safahatı hayatimde  tedriçle  (basamak basamak)  yükselen  bilgimle  istihdaf  ettiğim  (amaç  edindiğim)  noktai nazarlar: 

Servetinden  dolayı  kimseye  imrenmediğim  gibi,  ciddi  ve mesleğine aşık bir muallim için iktisabı servet (çok para ve mal sahibi olmak) bilakis bir rehzen  (ilerlemeğe  engel)  olduğuna  kaniim.  Böylece  maişet  (geçim) noktasından  hiçbir  vakit  kendimi  bedbaht  değil  bir  taraftan  maişete kanaatkâr kalarak, diğer taraftan cinsime (insanlığa, milletime) ve vatanıma hizmetimi kıymetlendirmek emelimi taşıdım. El’an da öyleyim. Zannederim ki  bu  vazifeyi  başarırsam  benim  için  saadet  ve  cennet  kapıları  açılacak, sefalet  ve  cehennem  kapıları  kapanacak.  Ademi  muvaffakiyet (başaramamak) halinde ise emir bilakis olacak (işin tersi olacak). 

Muallimlik  vazifemi  yaparken halkın, Hukümet  ve  kanun hakkındaki efkarını  tenvir  (düşüncelerini  aydınlatmaktan)  etmekten  geri  durmadım. Hatta  “12  saatten  fazla  amelei  mükellefe  (yol  amelesi)  sevkolunamaz” maddei  kanuniyesini  herkese  işaa  etmekle  (açıklamakla)  kalmayıp  amele sevkine  gelmiş  olan  jandarmaların  köyündeki  âmâ  (kör)  bir  şahsı dövdüklerini müdafaa  ve  takbih  ettiğimden  (kötülediğimden)  dolayı  Kaza Kaymakamlığınca  “bu  hareketime  siyasi  propagandacı  şekli  verilerek muhakeme altına alındım ise de İstinaf Mahkemesi Heyeti sakalımın aklığına merhameten affetmek lütfünde bulundu: 

Müddeti  hayatımda  kendi  sayi mücerret  (tek  başıma  çalışmam)  ve içtihadımla  (buluşumla) “Arabi, Farisi, Türkçe, Riyaziye  (Matematik); Tarih; 

22  

Coğrafya;  Fransızca  ve  az  çok  Kimya,  Hikmeti  Tabiiyye  (Fizik), Mantık  ve Saire öğrendim: 

38 yaşımda  ‐Fransızcanın ancak yüksek mekteplere munhasır kaldığı bir devirde‐ Fransızca öğrenmeğe başladım. Bu  suretle de pedagoji, moral ve retorik bilgi şubesiyle münasebet tesisine muvaffak oldum. Türkçemizde ve hele hesabı zihni  (Zihinden hesap) derslerinde kuvvetli  ihtisasım vardır. Elifba  meselesini  min  haysillafız  (söz  yönünden)  ve  min  haysilhat  (yazı yönünden) nazari ve ameli olmak üzere hal ve  ıslah etmiş  isem de resmen takdire mazhar olamadım. 

Şüphesiz çok çalışıp az semere  (meyve, verim) elde edebilmekteyim. Çünkü ne fevkalade zekiyim, ne de fevkalade müsait bir bünyeye malikim? Osmanlı  İmparatorluğu’nun  Rumeli’deki  Yanya Vilayetindeki memuriyetim sırasında  daülmerak’a  iptilam  (karasevda,  hypocondrie  hastalığına tutulmak)  hendeseye  pek  aşırı  derecede  çalışmış  olmaklığımdan  ileri geldiğini  söylemekliğim  kâfidir.  Diyarbakır’da  İbni  Müderris  Mektebinde tedrisata başladığım zaman, kendi kendime “150 kuruş maaşlı ve muktedir bir iptidai Muallim olabilirsem bana yetişir” demiştim. 

Halbuki  işe başladıktan beş ay sonra maaşım 200 kuruşa çıktı. Bugün muntazam  tahsil  görmüş  birçok  meslektaşlarım  65  yaşına  varır  varmaz tekaüde  sevkedildiğine  karşı benim 75  yaşımda olarak 1500  kuruş maaşla vazifede  istihdam  edilişim  pek  büyük  muvaffakiyet  sayılmağa  seza  değil midir?  Şayet mevkii  içtimaimin  ve maaşımın  yükselmesini  arzu  etse  idim Nahiye Müdürlüğü  yaptığım  zamana  göre  Kaymakamlığa  terfi  ekmekliğim pek  kolaydı.  Çünkü  kanun,  iki  sene  namuskârane  Nahiye  Müdürlüğü edenleri imtihanla Kaymakamlığa terfi hakkını vermekte idi. Ancak bekâreti ahlakıyemi  (bozulmamış  ahlakımı)  ihlal  edecek  (bozacak)  her  guna  (türlü) mesleğe heves etmediğimdendir.  

Hulasa:  İmamsız,  camisiz ve mektepsiz olarak halkı maişetten başka kendilerini bir vazife ile mukayyet tanımayan 15‐20 evli bir köyde doğan ve az zaman sonra yetim, öksüz ve sahipsiz kalıp mutlak ve mütevali (aralıksız) mahrumiyetler içinde didinen benliğim için maddi ve manevi neşvünemamı (gelişmemi)  hüdailikten  (kendi  kendine  kalmaktan)  kurtarmak, namuskarane  inkişaf  göstererek  nefsime,  milletime  ve  aileme  hatta hemcinsime  (milletime) karşı mükellef bulunduğum vazife ve mesuliyetimi idrak  edecek  kadar  behremendi  ulüm  ve  fünun  (ilimden  ve  fenden faydalanıcı) olmak az muvaffakiyet midir? 

Vaktiyle  bana  şahsın  kıymetini  ilmi mücerrediyle  (soyut  bilgileriyle) değil  belki  amele  iktiran  eden  (işe  yaklaşan,  iş  haline  geçen)  bilgisi  ile ölçülebileceğini  irşat  eden  ve  ilim  ve  terbiyenin  temini  istikbale  (gelecek 

23  

geçimi  sağlamaya)  hadim  olmaktan  ziyade  hakiki  kıymetini  nazarımda belirten ve öylece  say ve amele  (çalışmaya)  sevkeden bulunsaydı ve daha doğrusu  ustasız  kâr  haramdır  gibi  batıl  düsturlar  (temelsiz  kurallar)  ile nefsime itimadımı kıran sadediler (saf  insanlar) (basit görüşlüler) olmasaydı belki  bu  inkişafımın  daha  kat  kat  feyizlerini  idrake  muvaffak  olacaktım. Binaenaleyh, bütün genç meslektaşlarıma say ve amele mukarin (çalışma ve iş  hayatına  uygulanan)  bilgi  ve  karakter  sahibi  olmalarını  tavsiye  eder sözlerime son veririm.” 

Hocanın Maarif Eminliğine gönderilen fiş suretine göre bildiği diller:    Lisanlar  Konuşmak  Okumak  Yazmak  Tercüme   Arapça  1  10  10  8   Fransızca  6  10  3  7   Farisi  2  9  9  8 

 Görev Safahatı:  

24  

  Nisan  1931’de  vefat  eden  Öğretmen  Abdullah  Lütfü  Efendi  daima Ağın’a  ve  Ağınlıya  hizmeti  amaç  edinmiş,  Ağın’a müspet  ilmi  ve müspet düşünceyi  getirmiş;  son  nefesine  kadar  köksüz  inançlarla,  haksızlıklarla, kötülüklerle  durmadan  savaşmış;  79  yaşına  kadar  halkın  yararına  faziletli çalışmanın çok parlak örneklerini vermiş; 

Yaşadığı  toplum  içinde  kişisel  çıkarları  yüzünden  hiç  kimseyi  en  ufak  bir şekilde  incitmemiş,  ömrü  boyunca  manen  ve  maddeten  etrafına  yararlı olmak gayret ve himmeti ile yaşamış örnek bir insandı. 

 

 Abdullah Lütfü Efendinin Ödül Töreni 

  (1927  ve  1929)  yıllarında  T.C.Hükümetinin  Milli  Eğitim  Bakanlığı, bütün  öğretmenleri  içinde  üç  öğretmene  fazilet mükâfatı  adı  ile  bir  ödül vermişti. Bu üç öğretmenin biri Abdullah Lütfü Efendi  idi. Demek oluyor ki, O’nu beğenmek istemeyenler ne derlerse desinler, o kendi sosyal kişiliğinin yüksek değerini zamanın Milli Eğitim Bakanlığına böylece tescil ettirmişti.” 

ALFABESİ  

Nuri Onat’ın Kaleminden34 

  “Abdullah Lütfü Bey’in basılı bir yapıtı yoktur. Ama notlarıyla anıları incelendiğinde çok çarpıcı, ilginç görüşleriyle karşılaşıyoruz. Görüşleri içinde 

                                                            34 Nuri Onat, Ağın Dergisi, 1994‐1995 

25  

en  ilginç olanlarından biri de alfabesidir. Bu alfabe de basılmamıştır. Ama uygulamaya  konmuş,  denenmiştir.  Harf  devriminin  olgunlaşmasını  geniş ölçüde  etkilemiştir.  Bunu,  o  zamanki  gazete  ve  dergilerde  çıkan  yazılarla Peyami  Safa’nın  yayınladığı  “Türk  İnkılâbına  Bakışlar”  adlı  kitaptan öğreniyoruz. 

  Şu  bir  gerçek  ki,  Abdullah  Lutfi  Bey’in  zamanında  birçok  alfabe yazılmıştır.  Ama,  bunlardan  hiç  biri,  onun  görüşü  ile  bağdaşmamıştır.  Bu karşıtlığın  nedeni,  Abdullah  Lutfi  Bey’in  alfabesinin  sesçil  olmasıdır.  O zamana kadar kimse bunu düşünmemiştir.  

  Abdullah Lütfi Bey’in alfabesine geçmeden önce, 1928 harf devrimine uygulanan  alfabe  eğitimi  ve Arap  harfleri  üzerinde  biraz  durmayı  zorunlu görüyoruz.  Bu  yapılmadan,  Abdullah  Lutfi  Bey’in  alfabesinin  niteliği  ve değeri kavranamaz 

  Eski  alfabede  ikisi  işaretli,  ikisi de  işaretsiz, hepsi de  “a”  veren dört harf  vardı.  Bununla  birlikte,  bu  harflerden  kimileri  yerine  göre  “e”  ve  “ı” seside verirlerdi. Bunlar, kökenlerine göre, ayrı dillerden gelen sözcüklerde kullanılırdı.  Bu  büyük  bir  sorundu.  Yabancı  dillerdeki  “a”nın  hangi  “a”  ile yazılacağını bilmek  çok büyük bir beceri  sayılırdı.  Şunu da  söyleyelim ki, o harflerle okuma yazma öğrendiklerini sananlar, en yüksek eğitim kurumunu bitirseler  bile,  hem  okumada,  hem  yazmada,  yanlış  yapmaktan kurtulamazlardı. 

  Eski alfabedeki  iki “t” bulunuyordu. “tatlı” yazdığınızda, birinci başka ikinci “t” başka harfla yazılıyordu. Bu “t”  ler ses bakımından aynı oldukları halde, biçim olarak birbirine benzemezdi. Kökeni ve bütün çekimleri Türkçe olan bu “tatlı” sözcüğü nasıl yazılacaktı.  

  O alfabede “h” sesi veren iki harf vardı. Hasırdaki “h” ile havadaki “h” ayrı biçimdeydi. Hamza  ile Hamit yazarken de böyle zorlukla karşılaşırdınız. En yüksek düzeyde bilginiz olsa bile, bu iki “h” yi yerlerinde kullanmazsanız, büyük yanlış yapmış olurdunuz. 

  Eski alfabede “s” sesi veren üç harf bulunuyordu. “sarı”  ile “sari”nin başlarındaki “s”ler biçim bakımından birbirine benzemezdi. Üçüncü “s”  ise, ikisine de benzemezdi. Buna peltek  “s” denirdi. Bu  “s” de yabancı kökenli sözcüklerde kullanılırdı., şimdiki “s” ile gene şimdiki “t” arası bir ses verirdi. 

  Daha bitmedi. O alfabede dört “z” harfi bulunuyordu. Zalim ile “zarp” ayrı harflerle yazılırdı. “zeki” ile “zavallı” da ayrı harflerle yazılırdı. 

  O alfabede hem harflerin sayısı artıyor, hem biçimleri değişiyordu. Bu yüzden  de  tam  bir  kargaşa  egemendi.  Söylenen  sözcüğü  hangi  harflerle 

26  

yazacağınızı  şaşırırdınız.  Yalnız  şaşırmak  değil,  ayrımında  olmadan  başka anlamdaki bir sözcük çıkardı ortaya. 

  Abdullah Lütfi Bey, öğretmenlik yaptığı sürece bu kurallara uymuştur. Ama  bir  yandan  da  bir  kuyumcu  titizliği  ile  yapıtını  işlemiş,  alfabesini olgunlaştırmıştır. Bu uğurda ömür tüketmiştir. 

  Sözünü ettiğimiz harfler, Arapçadan ve Farsçadan gelmiştir. Bu arada Batı  dillerinden  alınanlar  da  vardı.  Hele  Batı  dillerinden  gelen  sözcükleri yazmak  tümden  bir  sorundu.  Örneğin,  Latin  kaynaklı  sözcükler  için kullanılan harflerin bize göre bir dizgesi yoktu ki onlara uyalım. Arapçadan ve Farsçadan gelen sözcüklerin okundukları gibi yazılması gerekiyordu. Ama, biz ne Araptık ne de Fars. Kaldı ki, o harflerin okunuşları, ne denli zorlansak da gırtlağımıza uymuyordu. Örneğin, o harflerin ayrı ayrı okunuşları, sesleri vardı. Bu  sesler,  kökenlere  göre doğruydu. Ama  ses bilimimize  giremezdi. Aydınımıza yabancıydı, hele halkımıza büsbütün gülünç geliyordu. O sesleri çıkarmadan  da,  o  harflerle  sözcüklerin  yazılması  çok  zordu.  Bu  nedenle, anlamlarıyla, yazılmalarıyla ezberlemek gerekiyordu. 

  Bu çıkmazdan kurtulmanın iki yolu vardı; ya alfabedeki her ses için bir harf kullanılacaktı, ya da yabancı sözcüklerden vazgeçilecekti. Böylece Türk diline dönülmesi sağlanacaktı.  

  Abdullah Lütfi Bey, amacının açıkladığı nitelikli bir alfabe geliştirmiştir. Hem  de  30  yıllık  denemeleri  sonunda.  Bu  alfabe  taslağı  Meşrutiyet döneminde  Maarif  Nezaretin’e  verilmiş  ve  orada  kalmıştır.  Ne  geri gönderilmiş,  ne  de  uygulamaya  konmuştur. Geri  gönderilmemiştir,  çünkü Abdullah Lütfi Bey, Arapça ya da Farsça olsun, batı dillerinden olsun, dört “a” yerine bir “a”, iki “h” yerine bir “h”, iki “n” yerine bir “n”, üç “s” yerine bir “s”, iki “t” yerine bir “t”, dört “z” yerine de bir “z” kullanmaktadır. 

  Abdullah  Lütfi  Bey,  ömrünün  en  verimli  yıllarını  okuyup  yazmayı kolaylaştıran,  ulusal  bütünleşmeye  olanak  sağlayan  bir  alfabenin  peşinde koşarak  harcamıştır.  Bu  nedenle  de,  yerli  yazarların  bütün  alfabelerini incelemiş, gerekli eleştirilerini yapmıştır. “Ben, Cevdet Paşa ve Selim Sabit Efendi merhumların yapıtlarındaki giriş bölümlerinden yararlandım. Bununla birlikte,  Beşiktaş’taki Mekteb‐i Hamidi Müdürü  Şakir  Paşa  ile, Diyarbakırlı Memduh Bey’den  esinlendim.  Yabancı  kaynak olarak  yararlandığım biricik yapıt, Fransızca bir alfabedir” diyor notunun bir yerinde. 

  Görüldüğü  gibi,  Abdullah  Lütfi  Bey,  başka  alanlarda  olduğu  gibi, alfabe  konusunda  da  bir  kopyacı  değil,  gerçek  bir  araştırıcıdır.  O,  sürekli olarak en  iyiyi bulma çabası  içindedir. Ama, yapıtını onlarınkine uydurmaya çalışmamıştır.  Bunu  yaparken  de,  hep  kendi  yapıtının  içeriğine  ve  özüne 

27  

bakmıştır. Çünkü  sözü  geçenlerin hepsi de,  alfabe öğretiminde harflerden yola  çıkmışlardır.  Bunların  dışındakileriniyse  hiç  değerli  bulmamıştır.  Bu konuda  da  şöyle  demektedir:  “Gerek  şimdiye  kadar  yazılan  alfabeleri, gerekse  basındaki  tartışmaların  hepsini  gözden  geçirdim.  Bunlar  içinde kişisel denemeden geçmiş olanına rastladım.” 

  Abdullah  Lütfi  Bey,  bu  sözleriyle  eğitim  yönünden  çok  önemli  bir konuya değinmiştir. Bu  konu  “denemeden  geçmiş bir  yapıt”tır. Gerçekten de bir alfabenin değeri, uzun süre denemelerden, uygulamalardan geçtikten sonra ortaya çıkabilir. Onun, okuyup‐yazmaya ve eğitim sürecine ne ölçüde etkili  olduğu,  ancak  nesnel  değerlendirmeler  sonucunda  anlaşılabilir. Hocamız  da  bunu  yapmıştır.  Otuz  yıllık  sürede  denemeler  yapmış,  bu denemeler sürecinde gerekli değişiklikleri yaparak yapıtının olgunlaşmasını sağlamıştır.  İşte  hoca,  bu  başarıya  ulaşmıştır.  Abdullah  Lütfi  Bey,  bu deneylerden  sonra  gerekçesiyle  birlikte  yetkili makamlara  sunmuştur.  Bu irade  gücü,  dönemsel  değerlendirme  anlayışı,  ancak  ve  ancak  bir  bilim adamında  bulunabilir.  Bu  bilimsel  izleyiş,  adım  adım  gerçeğe  yaklaşış, sıradan bir kişinin, bir yenilik heveslisinin yapabileceği iş değildir. 

  Yapıtının  en  iyi  biçimde  hazırlandığına  inanmaktadır.  Abdullah  Lütfi Bey  “Mülga  Maarif  Nezaretinde  saklanan  alfabem  üzerinde  durulacak olursa, durum açıklığa kavuşacaktır. Buna göre de nasıl bir alfabe eğitim ve öğretiminin  saptanacağı  ortaya  çıkacaktır.  Bunu  da  gelecek  kuşaklara bırakıyorum”  diyerek  bir  bilim  adamı  ağırbaşlılığı  ve  sabrı  ile  yarınlara umutla  bakmaktadır.  Kendisinin  yapamadıklarını  başkalarının yapabilecekleri güvencesiyle teselli bulmaktadır. 

  Abdullah  Lütfi  Bey,  hiçbir  zaman  aşağılık  duygusuna  kapılmamıştır. Ama, kendisini küçük görenleri bağışlamamıştır. Notunun bir yerinde  şöyle diyor: “ben, kendi kendini yetiştiren bir kişi olduğum için, Nezaret alfabemi kabul  etmemektedir.  Bunu  onuruma  yedirememekteyim.”  (Maarif Nezaretine  1904  yılındaki  başvurusu  “Ağın  Mektebi  Rüştiyesi muallimlerinden  Abdullah  Lütfü  Efendinin  tertip  ettiği  elifba  risalesinin kıymet  ve  tertibi  itibariyle  basılmasına  ruhsat  verilmemesi.”35  Hocanın konuyu  ısrarla  gündemde  tutması  sonucunda  1908  yılında  Ek2  olarak sunulan belgeden görüleceği gibi “Ağın Rüştiye Mektebi muallimli Abdullah Lütfü Efendinin yazdığı elifba risalesinin izinsiz olarak basılabileceği cevabını almıştır.”36) 

  Evet, o kelli‐felli adamlar, paytonlarına kurularak  İstanbul sokaklarını dolaşan o cici beyler, hiçbir eğitim kurumundan çıkışlı olmayan bir kişiden 

                                                            35 BOA., 1010/16, ŞD., 08.04.1904,  36 BOA, 1086/69, MF‐MKT, 14.12.1098 

28  

olgun  yapıt  beklemezler.  Açıkçası  onu  kıskanmaktadırlar.  Ya  da  Abdullah Lütfi Bey’i anlayamamaktadırlar. Anlayamadıkları  için de kuyuya  taş atmak istemiyorlardı. 

  Abdullah  Lütfi  Bey’in  alfabesi,  Maarif  Nezareti  zamanında  ele alınmadığı gibi Cumhuriyet döneminde de gereken ilgiyi görmemiştir. Bunun iki  nedeni  olsa  gerek:  Bunlardan  biri,  Cumhuriyetin  ilk  yıllarında  bir otodidaktın  (diplomasız;  alaylı)  üstün  değerde  bir  yapıt  veremeyeceğine inanılmasıdır. Öteki  neden  ise,  alfabenin  o  günün  görüşüne  uymamasıdır. Çünkü  her  iki  dönemde  de  alfabe  öğretimi  harf  öğretmeye  dayanıyordu, okullarımızda. Oysa Abdullah  Lütfi beyin alfabesindeki  yöntem, bunu  tersi olan  tümce  yöntemiydi.  Kim  bilir,  belki  de  Türk  eğitiminin  tersine döneceğinden  korkuluyordu. Çünkü bu alfabe, alışılmamışı getiriyordu. Bu önyargı  saplantıları,  1928  yılına  değin  sürdü.  Ne  var  ki,  yeni  atılım, kendilerininkini değil, Abdullah Lütfi’ninkini destekliyordu.  

  Abdullah  Lütfi  Beyin  alfabesinin  en  ilginç  yanı,  sesçil  olmasıydı. Şimdiye değin hiç kimse bu konuya değinmemişti. Yani bu alfabe fonetikti. O alfabeye  göre  sözcükler,  söylendikleri  gibi  yazılacaktı.  Karşıtları  işte  buna yanaşmıyorlardı. Nasıl olur da  altı  yüzyıllık bir  alışkanlık birden  tepetaklak edilebilirdi… Bir şey daha var: Nasıl olur da Osmanlıcaya katkıda bulunmuş ulusların ya da toplulukların sözcükleri, yazılış biçimleri değiştirilerek, onlara saygısızlık edilebilirdi. Bu görüş, düpedüz kültürel bağımlılık değil de nedir? 

  Örneğin,  Abdullah  Lütfi  Beyin  alfabesi  Maarif  Nezaretine  verildiği zaman  benimsenseydi,  sanırız  ki  Cumhuriyet  dönemine %8’lik  okur‐yazar oranıyla girmezdik. Belki bu oranı daha yükseklerde %15‐20’lerde bulurduk.  

  Peyami  Safa,  “Türk  İnkılabına  Bakışlar”  adlı  yapıtının  46,  47,  ve 48.sayfalarında şunları yazıyor: “Birinci derecede, yerli konular arasında bir de alfabe tartışması vardır. Düşün adamlarının çoğu, geri kalmamızın büyük nedenlerinden  birini  alfabemizin  noksanlarında  görüyorlar.  Birkaç  partiye ayrıldılar;  Hüseyin  Cahit  (Yalçın)  gibi  doğrudan  doğruya  Latin  harflerinin alınmasını isteyenler. Ordu alfabesi vs. gibi yeni biçimler bulmaya girişenler ve  Arap  harflerinin  değiştirilmesinden  ileri  gitmeyenle  vardı.  Ne  var  ki, bunların  hepsi,  alfabe  konusu  çözülmedikçe,  bizim  için  öz  ve  tez  bir ilerlemenin olanaksızlığında birleşiyorlardı. Azınlık okullarında bilim üretmek için  kullanılan  zaman,  bizim  okullarımızda  okuma  öğrenmek  için geçiriliyordu. 

  Peyami  Safa,  sözünü  sürdürüyor:  “Bu  alfabe  tartışması,  harflerin değiştirilmesi  ve  ıslahına  değil,  uygulamada  tam  bir  kargaşaya  gidiyordu. Alfabe  öğretmenleri,  kendilerine  göre  işaret,  harfler  bularak  öğrenciye öğretmeye  başlamışlardı.  Keban  Rüşdiye  Öğretmeni  Abdullah,  İçtihat 

29  

Dergisi’ne  uzun  bir  telgraf  çekiyor  “Eski  yöntemi  koruyarak  Osmanlı alfabesinin biçimini buldum ve buna göre binlerce çocuğa kısa süre okuma‐yazmayı  öğretmeyi  başardım”  diyordu.  Keban  kaymakamı  Şükrü  Bey  de Abdullah Lütfi’nin hazırladığı alfabenin pek gelişmiş olduğunu yazıyordu. 

  Peyami  Safa’nın  anıları daha bitmedi.  İçtihad Derginin  “Haftaname” başlıklı  yazısında,  “Büyük  kardeşim  İlhami  Safa,  Server  Bedi  imzasıyla  bu telgraftan  sözederek  şu  satırları  yazıyordu:  “Biz,  Abdullah  Efendinin çalışmasına  çok  önem  veriyoruz.  Fakat  görüşümüze  göre,  Osmanlı alfabesinin  ıslahı  olanağı  yoktur.  Bizce,  Latin  harflerinin  kabulü  uygundur. Gerçekte  bu,  birdenbire,  olanaksız,  uygulama  dışı  gibi  görülebilir.  Ama, bugün uygulamaya yetersiz olmasıyla yarın böyle kalacağı bilinemez. Bugün Abdullah  Efendi  gibi  Osmanlı  alfabesini  ıslaha  çalışan,  sonuçta  başka  bir biçime  koyan  çok  kişi  var. Bizim  görüşümüze  göre,  ıslah  edildiği  söylenen Osmanlı  alfabesinin  yeni  biçimleri  başarısızlığa  uğrayacak  ve  bir  gün gereksinme  ve  sorumluluk,  şimdi  uygulamaya  yetmez  görünen  Latin harflerini bize kabul ettirecek.” 

  Peyami  Safanın  büyük  kardeşi  İlhami  Safa’nın  bu  yazısı,  İçtihad Dergisinin  5.XII.1913  günlü  sayısında  yayımlanmıştır.  Bu  duruma  göre, alfabe konusundaki tartışmalar, XIX.Yüzyıl sonlarında başlamıştır. Ne var ki, bu  tartışmalarda  hep  biçim  üzerinde  durulmuştur.  Hiçbir  yazar,  öğrenme kuramı  üzerinde  durmamıştır.  Bu  da,  tartışmacıların  öğrenme  kuramını bilmediklerinin açık kanıtıdır. Ama, tartışmalara rahatça katılmakta, bilimsel olmayan ne kadar görüş varsa, gene hepsini rahatça ortaya dökmektedirler. Abdullah Lütfi Bey, elbette ki, bunlardan değildir. O, savını bilimsel verilere dayandırmakta,  böylece  yalnız  kalmaktadır. Abdullah  Lütfi Bey’i  yükselten de bu olsa gerektir (Bütüncü görüş –geştalt psikolojisi). 

  Abdullah  Lütfi  Beyin  sözünü  ettiği  alfabelerden  hiçbirisi  elimizde olmadığından,  yapıtlarla  yazarları  ile  ilgili  bir  açıklama  ya  da  yorumda bulunamıyoruz.  Yalnız  şunu  söyleyebiliriz:  biz  de  ilkokula  o  harflerle başladık.  Otuz  üç  harf,  birbirine  benzeyenleri  de  var.  Bunları  ezberledik. İçtenlikle söylemeliyim ki, on üç yıllık öğrenim yaşamımda hiçbir konuda o kadar  zorluk  çekmemiştim.  O  kadar  zor,  sıkıcı  ve  çekilmez  olanını görmedim… 

  Hüseyin  Cahit  Yalçın’la  Satı  Bey’in  bu  konuda  bir  açıklık getirmemelerini yadırgıyoruz. Çünkü, birincisi Batı kültürünü benimseyen bir kişiydi. İkincisi ise, kendisini tek yetkili eğitimci biliyordu. Abdullah Lütfi Bey’i doruğa çıkaran bunlardı, bizce. Birincisi, Latin harflerini olduğu gibi almamızı salık  verir,  ikincisi  ise,  alfabenin  gelişmeye  engel  olmadığını  söylemek aymazlığında  bulunur.  İkisi  de  biçimcidir;  ikisi  de  alfabe  öğretimine yanaşmaz. Bunlar, kalburüstü bir yazarla, kalburüstü bir eğitimcidir. 

30  

  Yukarıda,  “Abdullah  Lütfi  Beyin  sözünü  ettiği  alfabelerden  hiç  birisi elimizde  bulunmadığından,  o  yapıtlar  ve  yazarlarıyla  ilgili  bir  yargıda bulunamıyoruz.” Demiştik. Ancak, 1936 programına kadarki alfabe eğitimini bildiğimiz  için, onların da öğrenme ve öğretme yöntemlerinin o programın biraz daha gerisinde olduğu kanısına varabiliriz. Örneğin, Satı Bey, konunun üzerine  eğilmeden  biçim  üzerinde  durarak  Japonları  örnek  gösterebiliyor. Oysa,  Japonların  alfabesi  ulusaldı,  onların  sesbilimine  uygundu.  Bizde  ise, durum bunun tümden tersiydi. 

  Eğitbilimin kapsamının, öğrenme kuramlarının net olarak bilinmediği bir  dönemde,  eğitim  tartışmalarının  verimsiz  kalacağı  kuşkusuzdur.  Bu bakımdan Satı Bey, dışındaki iyi niyetli tartışmacıların tutum ve davranışları bağışlanabilir.  Çünkü  önlerinde  örnek  bulunmasa  bile,  bir  gereksinimin acısını  çekiyorlardı.  Kaldı  ki  bunların  hepsi  eğitbilim  yetişmesi  (pedagojik formasyonu  olan)  kişiler  değillerdi.  Abdullah  Lütfi  Bey,  elbette  ki  bu kadronun  dışında  kalmaktadır.  O,  hiçbir  zaman  biçimci  olmamış,  bütün çabalarında  konunun  özüne  inmiştir,  onun  alfabesi,  bütün  yönleriyle öğrenme  kurallarına  tıpatıp  uygundur.  Onun  önerdiği  alfabe  öğretimine ancak 1936 yılında geçilebilmiştir. 

  Dengesizlik,  tahtasızlık  daha  bilmem  neler…  her  yenilikçiye  reva görülen niteliklerdir. Abdullah Lütfi Bey, bu durumdakilerin en belirginidir. “şaşılacak  şeydir  ki,  yenilik  düşmanlarının  saldırılarına  en  çok  da Meşrutiyet’ten  sonra  uğradım. Uygarca  yarışma  ortamına  girememiş  olan bir toplum  için saldırılar doğal  ise de, delibaşından sopa yiyenlerin, kalpaklı görünce  korkmaları gereğince bir kez gözüm yılmış olduğundan,  yapıtımın korunması  dileğiyle,  son  olarak  alfabenin  değerlendirilmesi  için,  aşağıdaki açıklamanın  yapılması  zorunlu  görülmüştür”  diyor,  Maarif.  Maarif Nezaretine yazdığı dilekçede. 

  Abdullah Lütfi Beyin alfabesi, bir ara ortalığın iyice karışmasına neden olmuştur. Böylece, kendisi de bütün şimşekleri üzerine çekmiştir. Saldırılar, hem  çevreden,  hem  resmi makamlardan  gelmiştir.  Şöyle  diyor  Nezaret’e yazdığı  dilekçe‐gerekçenin  bir  yerinde:  “Alfabe  işi  uğrunda  yaşlandığım halde,  kimi  düzeltmeleri  yapamayışımın  nedeni,  yapıtımın  basılıp kamuoyuna  sunulmamış  olmasıdır.  Bir  neden  de,  bu  alfabenin  denemeye konulunca karşılaşılan güçlüklerdir. Çünkü, çocuk velileri Fransızca öğretim yaptığımı,  milli  eğitimciler  de,  programa  uymadığımı  söylüyorlar,  beni suçlamaya yöneliyorlar. Şimdi de bu durumdayım.” 

  Ne dolambaçlı bir çıkmazdır, bu… Kimisi suçlar, kimisi alay eder, kimisi de işi övgüye kadar vardırır. Ama, olsun, ne çıkar. Geri toplumun aydın kişisi olmak kolay mı? Hem Abdullah Lütfi Bey, ilişkilerinin görkemli parıltısına bu 

31  

ortamda  ulaşacaktır.  Gerçek  bu,  kendi  isteği  değildir.  Olaylar,  kendisini doruklara itmektedir. 

  Alfabesinin  kabul  edilmemesinden  dolayı  öfkelidir.  Bu  konudaki eleştirilerini  en  yüksek  makamlara  ulaştırmaktan  sakınmaz.  O,  bir  ülkü adamıdır,  engelleri birer birer  aşmasını bilir. Açık  konuşur:  “İlk  sunduğum alfabe değilse, iyi niyetimin ürünü sayılsın. Korunma olanağına kavuşsaydım, elbette  ki  şimdiye  değin  duru  ve  düzeltmeyi  gerektirmeyen  birkaç  yapıt meydana getirmiş olacaktım” der, dilekçenin gerekçenin bir yerinde. 

  Bu  yakınmalar,  yalvarma  anlamına  alınmamalıdır.  Çünkü  o,  ömrü boyunca  hiç  kimseye  yalvarmamıştır.  Yalvaranlardan  da  hoşlanmamıştır. Abdullah Lütfi Bey, kendi görüşünde olmayanları hoşgörü ile karşılardı. Ama, nesnelliğe, tutarlılığına  inandığı görüşlerden de ödün vermezdi. Bu tutumu, kişiliğinin  en  belirgin  özelliklerinden  biridir.  Dilekçesinde  aşağıdan  alarak sözü,  “Siz,  gelişme  yolumu  tıkıyorsunuz,  arabamın  tekerine  çomak sokuyorsunuz” demeye  getiriyor.  Sonra da  iyi ders  veriyor Nezaret’e:  “Bir alfabenin  değeri,  okuyup  yazmadaki  ivinti  (sür’at)  ile  ölçülmez.  Okuma yazmada en önemli konu, gelişmeye, eğiticiliğe olan etkidir. Zaman üçüncü derecede düşünülecek  şeydir. Alfabede mantıksal  ve eğiticilik aranmalıdır. Bunlar uygun olursa, anadillerinin işitselliği gibi görselliğini de öğrenebilirler. Zaman, önce öğrenim koşullarına bağlıdır. Bunu tamamlayacak olan da,  iyi niyet ve sabırdır” yargısını ileri sürüyor. 

  “Hiç  unutmam,  1928  harf  devrimi  dolayısıyla Ağın Hükümet  Konağı önünde  bir  tören  yapılıyordu.  O  törende  Hoca  şöyle  konuşuyordu:  yarı ömrümü  verdiğim  alfabem  kabul  edilmedi.  Ama,  şimdi  görüyorum  ki, benimkine yakın bir alfabe bulunmuştur. Bu girişimi yürekten alkışlıyorum. Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitimi, yaşasın bu işi başaranlar…” 

 

4.3. Ömer Lütfi Yücel 

Hüseyin Kabasakal’ın kaleminden;  

“Ağın’ın  yakınlarında,  bugün  harabeleri  bulunan Çarıkkol  adında  bir  köy  bulunurdu.  Ekonomik şartların  değişmesi  sonucu  bu  köyün  halkı  Ağın’a taşınarak  yerleştiler.  Çarıkkollulardan  Yusuf  Ağa, Ömer  Lütfü  Bey’in  babası  idi.  Ömer  Lütfi  1298 (1882)  yılında  Ağın’da  doğdu.  İlk  okulu  Ağın’da, ortaokulu  İstanbul’da,  Liseyi  Trabzon  Lisesi’nde parasız  yatılı  okudu.  Cağaloğlu’nda,  Türbe bitişiğindeki  binada  açılan  Darülfünun  (Üniversite) 

32  

Edebiyat  Fakültesini bitirdi. Darüşşafaka’da bir müddet öğretmenlik  yaptı. Oradan  Elazığ’da  açılan  Darülmuallimin  (Öğretmen  okulu)  Müdürlüğü’ne tayin  edildi.  Genç  müdür  bilgili  ve  çalışkandı.  Fakir  ve  kimsesiz  bir  yurt köşesinin  çocuğu  idi.  Kendi  yetişme  safhalarının  mahrumiyetleri,  ümitsiz çırpınmaları, hayal  kırıklıkları, moral  çöküntüleri  ile o makama erişmiş, bu acı mücadelenin verdiği  şuurla yüzünü Ağın’a çevirmiştir. O zaman Ağın’da bir “Rüştiye Mektebi” vardı ve bu okulda okuyan, bitiren fakirlik, kimsesizlik yüzünden  yükselme  sınırları  biten  yüzlerce  ateşli,  zeki  genç  çocuk…  İşte Ömer  Lütfi  Bey  şefkatli  ellerini  uzatarak  bu  çocukları  Öğretmen  Okuluna aldı. Öyle ki, Elazığ Öğretmen Okulunun %80 öğrencisi Ağınlılardan ibaretti. Başarı  ile  Öğretmen  okulunu  bitiren  genç  öğretmenler  ümit  ve  aşkla görevlerine dağıldılar. Fakat;  I.Dünya Savaşı’nın alevli kasırgası başta Ömer Lütfi olmak üzere, Ağınlı genç öğretmenleri kızgın dalgaları arasında eritti. Ömer Lütfi Bey ve onun yetiştirdiği kuşaktan Harbin sonunda sağ kalanlar, tifüs  salgınında  hastalanıp  cephelere  sevkedilemeyenler  ve  hastalığı atlatabilenlerdi –ki sayıları 4‐5’i geçmez‐ gerisi hep şehit veya kayıptır. 

  Ömer  Lütfi’nin  hastalığı  uzun  sürmüştü.  I.Dünya  Harbi  sonrasının siyasi  ve  iktisadi  krizinden  o  da  müteessir  olmuştu.  Düştüğü  perişan durumdan kurtulmak için hasta halinde, görev istedi.  Diyarbakır Öğretmen Okulu Müdürlüğü’ne  atandı. Diyarbakır’da  çok  kalmadan Niğde Öğretmen Okulu Müdürlüğü’ne atandı. Oradan da Kütahya Öğretmen Okulu’na atandı. Fakat  Yunan  ordularının  ileri  hareketleri  Kütahya’yı  tehdide  başladı. (Kütahya Müdafaayı Hukuk Reisi) Çerkez Ethem çok  saygı gösterdiği Ömer Lütfi Bey ve eşini bizzat Ankara’ya getirdi. Atatürk  tarafından kabul edildi. İsteği  üzerine  Tokat  Öğretmen  Okulu Müdürlüğüne  atandı.  Cumhuriyetin ilanı  sırasında  Tokat Öğretmen Okulu  lağvedildi.  Şebinkarahisar Ortaokulu ve Milli  Eğitim Müdürlüğüne  tayin  edildi.  Burada  yapılması  gerekli  çok  iş vardı. Harp  süresince nüfuz, menfaat,  taraf  tutma  şebekesi mahalli eğitim teşkilatını  felce uğratmıştı. Bu aksaklıkları düzeltmeye kalkıştı. Kösteklendi. Bir  bilim  ve  eğitim  adamı  olan  Ömer  Lütfi  Bey  şebekenin  yöneticileriyle mücadeleye  girişmedi.  Ankara’ya  gelerek  Milli  Savuma  Bakanlığı  Eğitim hizmetine  girdi.  Önce  Halıcıoğlu,  sonra  Maltepe  Askeri  Lisesi  tedrisat müdürlüğüne  tayin  edildi.  Ömer  Lütfi  Yücel’in  askeri  okullardaki  eğitim faaliyetleri  çok  verimli  ve  başarılı  olmuştur.  Öyle  ki  yalnız  koordinasyon alanında  kalmamış,  plan  ve  programların  hazırlanması,  tetkiki  ve kontrolünde adeta mevzuun içinde bulunmuştur. 

  Ömer  Lütfi  Bey,  üstün  nitelikli  bir  eğitimci  idi.  Meslek  hayatında daime  idareci, önder mevkilerin de bulundu. Eğitim problemlerini usta bir matematikçi  sabır  ve  maharetiyle,  yanlışsız  sonuçlara  ulaştırmıştır.  Bu sebeple  gerek  Milli  Eğitim  gerekse  Milli  Savunma  bünyesinde,  zamanın tanınmış eğitim ve öğretimcilerinin başında yerini almıştır. Muhtelif eğitim 

33  

kongrelerine  temsilci  olarak  katılmış  ve  daima  aktif  esaslar  ve  yönler göstermiştir.  Tarih, Coğrafya üzerine  ihtisas  yapmış olmasına  rağmen,  çok bilgili kültürlü ve zeki bir  insan oluşu sayesinde öğretimin her kolunda, yeri geldikçe bir mücahit gibi öne atılırdı. Askeri  lisede  çoğu öğretmenler  yaşlı idiler.  Bilhassa  sonbahar  ve  kış  aylarında  İstanbul’un  rutubetli  havası  ile hastalanır  derslere  gelmezlerdi.  O  zaman  öğretmensiz  kalmış  sınıfın kapısının  açıldığı,  Ömer  Lütfi  Beyin  derse  girdiği  görülürdü.  Güler  yüzle öğrencileri  selamlar,  mevcut  pusulasını  imzalar,  faraza  ders  felsefe  ise, sorardı “Hoca  son olarak hangi konuyu vermişti” aldığı cevap üzerinde hiç düşünmeden ve sanki geçen dersi o vermiş gibi, kalınılan yerden başlar ve mükemmelce  o  dersi  anlatırdı.  Bu  hale  Tarih,  Coğrafya,  Fransızca, Matematik vesaire derslerde de aynı şekilde şahit olurduk. 

  Çalışkan  bir  insandı.  Hareketli,  sportmen,  çalışkan  öğrencileri  çok severdi.  Gayrısına  yüz  vermez,  hele  bazılarıyla  “Muhallebi  çocuğu,  nane molla, hanım evladı” gibi takılmalarla alay ederdi. 

  Güzel  konuştuğu  gibi,  güzel  de  yazardı.  (O  yıllarda Maltepe  Askeri Lisesi Dergisinde yazdığı yazı Ek3 dir. Omay) Yıllık askeri  lise albümlerinde nefis yazıları vardı. Kütahya gazetesinde vesair dergilerde çıkan yazıları ile o başarılı bir yazardı. Ancak kendini  ilgilendiren cephesinde çok derbeder ve müstağni (gönlü tok) bir insan olduğu için, onları saklamamıştır sanırım. Zira bu  yazının  hazırlanmasında  temel  taş  olsun  diye  bu  konuyu  eşi  Seniye Hanıma yazdığım isteklere olumlu bir cevap alamadım. O şan, şeref, makam hırsı gibi dünyevi payelerle daima alay etmiş ve istiğna göstermiştir (hevesli olmamıştır). 

  İzmir işgal edilmiş, milli mücadele hazırlıkları ve karşılıklı küçük ölçüde savaşlar olmaktadır. Yurt ufuklarında tek parolanın aydınlığı görülmekte, “Ya İstiklal Ya Ölüm!...” 

  İstanbul  basınından  çatlak  sesler  duyulmaktadır.  Kütahya’da  bir milliyetçi  gazetenin  Türklük  ve Milliyet  duygularını  haykırdığı  görülür.  Bu gazetenin  kurucu  ve  idarecisi  Ömer  Lütfi  Bey’di.  Ateşli,  ışıklı,  teşci (cesaretlendirici)  yazılar  yazıyor;  Türkün,  Türklüğün  hiçbir  saldırı  ile yıkılmayacağını,  milli  vakar  ve  gururun,  istilacı  orduların  topu,  tüfeği  ile yıkılamayacağını  Türk’ün  bu  yolda  seve  seve  akıtacağı  kanların  köpükleri önünde  haksız  işgalcilerin  bir  paçavra  gibi  sürükleneceklerini,  İstiklal güneşinin  daima  ufkumuzda  parlayacağını  gür  ve  erkek  bir  sesle haykırıyordu. 

  Bu  temayı  işleyen  yazıları  milli  mücadele  ruhunun  yurt  sathında yayılmasında ve güçlenmesinde çok etkili olmuştur. 

34  

  Bu  yazılar  Atatürk  tarafından  da  takdir  edilmiştir.  Nitekim, Kütahya’nın  Yunanlılarca  işgali  belirtileri  üzerine  Ankara’ya  geldiğinde Atatürk  tarafından kabul edilerek  iltifat görüyor, cazip mevki ve makamlar teklif  ediliyor.  Atatürk;  “Kütahya  gazetesindeki  yazılarınız  bizim  için  çok değerli manevi  desteğimiz  oldu.  Yazılarınıza  burada  da  devam  edersiniz. Milletin  bunlara  ihtiyacı  var”  diyor.  İşte  Ömer  Lütfi  Bey,  yukarıda belirttiğimiz o  garip  istiğnası, makam  ve mertebeye  gösterdiği  ilgisizliğiyle bu  iltifat  ve  tekliflere  yalnız  teşekkür  ederek  çok  sevdiği  “Maarif”ine  ve çocuklarına kavuşmak üzere Tokat’a tayinini istiyor. 

  Yurdun  en  kritik  dönemlerinde  hizmete  girmiş,  her  şeye  sıfırdan başlamış,  kaba  kuvvetlerle  devamlı  uğraşmış  ve  çarpışmıştır.  Görevlerini tam yapmış  insanların huzuru  için emekli olmuştur. Kurduğu eğitim düzeni ve  disiplini  sayesinde memleketin  kaderine  yön  veren  birçok  büyük  insan yetiştirmiştir. 

  Gene onun rasyonel çalışmaları, verdiği olumlu yön etkisinde ve onun zamanında Maltepe Askeri Lisesi’nden üstün başarılı öğrenciler yetişmiş ve diğer askeri  liselerine nisbetle  fazla  sayıda öğrenci Avrupa’da Mühendislik tahsiline gidebilmiştir. 

  Ömer  Lütfi  Bey’in  bence  hepsi  de  kıymetli  olan  hizmetlerinden  en önemlisi,  Ağın’a  ve  Ağınlılara  olanıdır.  Onun  yurt  hizmetine  atıldığı  çağın Ağın’ı yazımızda çizdiğimiz tablodaki gibidir. 

  Kendi kaderinin aşılmaz duvarları  içine gömülü gelirsiz, hamisiz, fakir perişan,  cahil Ağın… Bir medrese  ve bir  ilkokul… Buralardan  yetişenler de dalından düşen bir meyve gibi yerinde kalmaktadır. Gerici, kaderci,  tutucu bir mistisizm içinde bocalayan, şehitler yurdu, yaşlıları, kadınları ve çocukları ile kaderine küskün zavallı Ağın… 

  İşte Ömer  Lütfi  Bey  o Ağın’a  geliyor;  ihtiyar  dedelerle,  dul  analarla konuşuyor…  Öğretmenliğin  anlamını,  değerini,  kurtuluşlarının  bu  yönde olacağını anlatıyor,  inandırıyor ve beraberinde kalabalık bir öğrenci kafilesi ile Elazığ’a dönüyor. Bu başlangıç çok verimli ve uyandırıcı olmuş ve devam etmiştir.  Bugünkü  Ağınlıların  okuma  nisbetindeki  yüksel  üstünlük  o başlangıcın nurundan gelir. 

  Bu  kısma  ait  söylediklerimi  özetlersem;  Ömer  Lütfi  Bey,  köy mistisizminin  tutucu  pençesi  altında  uyuyan  topraklı,  taşlı  bir  cevheri  aldı işledi. Ona değer ve  ışık kazandırdı. Bugün yurdun her tarafında her mevki ve makamda görev  yerleri  işgal ediyorsak,  kendimize medeni ortamda bir hiza göstergesi çizebilmişsek, bunun Ömer Lütfi Bey’in Ağın’a uzattığı eliyle 

35  

serptiği  tohumların  yeşertisinin  bir  devamı  olduğunu  bilhassa  belirtmek gerekir. 

  Ömer  Lütfi  Bey  unutulmuşsa,  bugünkü  gençlik  tanımıyorsa  bunun günahı bizim, daha çok bizden önceki kuşağındır. Uzun bir ömür dolduran talihsiz  ve  yorucu  bir  mücadelenin  öldüremediği  bu  kıymetli  varlığımızı, kadir  ve  kıymet  bilmezliğimizle  öldürmeyelim  ve  layık  olduğu  şekilde yaşatalım. 

  Ömer Lütfi Bey,  İstanbul’da yaşadığı sürece eşlerinin ve çocuklarının ölümlerinin  etkileriyle  çok  sarsıldı  ve  çöktü..  Felaket  zincirinin  son  halkası şöyle tamamlandı. Bir kaza sonucu bacağı kırılarak kendisi yatağa düştü.  İki sene  ızdırap  çekti  ve  1955  yılında  hayattan  yalancı  bir  tebessüm  dahi görmeden göçtü. Nur içinde yatsın. 

 

4.4. Seniha Saniye BİLGİN 

Daha  önceki  bölümlerde  açıklandığı  gibi, bin  dokuz  yüzlerin  başlarında  ülkemizde kadın  okur‐yazar  sayısı  nüfusun  binde beşini geçmezken Ağın gibi  küçük beldede beş  kadın  öğretmen  yetişmiş  olmasının Ağın’ın  eğitim  geleneklerinin  göstergesi bakımından  çok  önemli  olduğu değerlendirilebilir.  Bu  nedenle  kitapçıkta bu paragrafı açtık. 

  Seniha Öğretmen Ağın’da yetişen  ilk kadın  öğretmen  değil.  Ancak  diğerleri  şu veya  bu  nedenle  öğretmenliklerini  devam ettirmezken,  Seniha  Öğretmen  uzun  yıllar  bu  görevi  yurdun  değişik yörelerinde  devam  ettirerek  emekli  olmuştur.  Bu  özelliği  kendisini diğerlerinden bir adım öne çıkarıyor.  

  Seniha Öğretmenin yaşam öyküsünü Ağın’ın diğer eğitim öncüleri gibi yazmak  istedik  ama  ne  yazık  ki  başaramadık.  Babası  Abdullah  Lütfi Efendi’nin  torununa  yazdırdığı  yaşam  öyküsünden  1910  yılında öğretmenliğe başladığını ve 1927 yılında Cemişgezek’te öğretmen olduğunu biliyoruz. Görev yaptığı söylenen Tunceli, Adıyaman ve Siirt illeri Milli Eğitim Müdürlükleri  ile  Emekli  Sandığı  Genel  Müdürlüklerine  yaptığımız başvurulardan  olumlu  bir  sonuç  alamadık  ve  Ağın Nüfus Müdürlüğünden edindiğimiz bilgilerle yetinmek zorunda kaldık. 

36  

  Buna  göre  Seniha  Öğretmen  1  Temmuz  1885  tarihinde  Ağın’da doğmuş. Babası Abdullah Lutfi annesi Ayşe Hanımdır. Biri erkek iki kız çocuk annesidir.  29  Şubat  1964  günü  Ankara’da  ölmüştür. Mezarı  Ankara  Asri Mezarlıktadır. 

 Seniha Öğretmen öğrencileriyle 

37  

EK‐1  23393 

 

  Evrak numerosu 187 

  Tesvidi tarihi 4 Şaban 1304 

  Tebyizi tarihi 8 Şaban 1304 (2 Mayıs 1887) 

  Umum numerosu 20 Nisan 1303 

  Mamuretülaziz Vilayeti aliyyesine 

  Dahil‐i  vilayette  kain  Eğin  kazası  tevabiinden  Ağın  ve  İbçika nahiyelerinin  merkezleri  olan  Ağın  ve  İçke    karyelerinde  cesamet  ve kabiliyetlerine  ve müsaade‐i  kanuniyeye mebni mahsus  belediye  daireleri teşkili için savb‐ı aliyyelerine mezuniyet itası tezekkür kılındığı vaki olan işar‐ı atufileri üzere Şura‐yı Devlet‐i Tanzimat Dairesinden tanzim ve  ita olunan mazbata gönderilmiş olduğun  

Günümüz Türkçesi: 

  Evrak numarası: 187 

  Müsveddeye alınış tarihi: 28 Nisan 1887 

  Temize çekiliş tarihi: 2 Mayıs 1887 

  Genel numarası: 2 Mayıs 1887 

  Elazığ Valiliğine 

  Vilayet  dahilinde  bulunan  Eğin  kazasına  tabi  Ağın  ve  İbçika nahiyelerinin  merkezleri  olan  Ağın  ve  İçke  köylerinin  büyüklük  ve kapasitelerine  ve  kanunun  verdiği  izne  dayanarak  özel  belediye  daireleri teşkiline  izin verilmesi  için padişaha başvuru yapıldığı,  sadrazamın direktifi üzerine  de  Şura‐yı  Devlet  Tanzimat  dairesi  tarafından  hazırlanıp  verilen mazbatanın gönderilmiş olduğu 

38  

EK‐2  23390 

 

   

  Nezaret‐i Maarif‐i Umumiye 

  Meclis‐i Kebir‐i Maarif 

  Daire‐i İlmiye  

  Aded 

  570 

 

  Mamuretü'l‐aziz  vilayeti  dahilinde  Ağın  kazası  rüşdiye  muallimi Abdullah  Lütfi  tarafından  bi't‐tertib  tab'  ü  neşrine  ruhsat  itası  için mukaddema gönderilmiş ve bu kere mülga Teftiş ve Muayene Heyeti'nden müdevver  kitaplar meyanında  zuhur  etmiş  olan  Osmanlıca  elifba  risalesi Kanun‐ı  Esasinin  matbuata  bahş  ettiği  serbestiyete  binaen müstedi  bila‐ruhsat  tab'  edebileceğinden  keyfiyyet  ol  vechile  vilayet‐i mezkure Maarif müdüriyetine  işar ve mürsel  risalenin  iadeten  tesyar buyurulması babında emr ü ferman hazret‐i men lehü'l‐emrindir 

        Fi 25 Teşrin‐i Sani sene 1324 

        Hakkı Beye fi 27 

Mühür 

 

39  

Günümüz Türkçesi: 

  Maarif Nezareti 

  Maarif Büyük Meclisi 

  İlmiye Dairesi 

  Aded 

  570 

 

  Daha önceden Elazığ Vilayeti dahilinde Ağın kazası rüşdiye öğretmeni Abdullah  Lütfi  tarafından  düzenlenerek  basılmasına  ruhsat  verilmesi  için Maarif  Nezareti'ne  gönderilmiş  olan  Osmanlıca  Elifba  Risalesi,  kaldırılmış olan  Teftiş  ve  Muayene  Heyeti'nden  devralınan  kitapların  arasında bulunmuş  ve  Kanun‐ı  Esasi'nin  matbuata  sağladığı  serbestiyete  nazaran ruhsatsız  basılabilineceğinden  bu  durumun  ismi  geçen  vilayetin  Maarif Müdüriyeti'ne  belirtilmesi  ve  risalenin  sahibine  geri  gönderilmesi konusunda emr ve ferman emir sahibinindir 

  8 Aralık 1908    

40  

EK‐3