kitap İçin tıklayınız
TRANSCRIPT
iii
SUNUŞ Toplumlar için belki de en büyük yıkım kültürel belleksizlik, yani kültürel değerlerin unutulması olabilir. Geçmişine, kültürel değerlerine ve o değerlerin yaratıcılarına, içinde yetiştiği doğaya ilgisiz insan, toplumuyla da çevresiyle de iletişim kuramadığı için kendisine ve çevresine yabancılaşarak yaşamdan da kopar. Geçmişi olmayan toplumlar köksüz ağaç gibidirler ve uygarlaşamazlar. Çünkü emek ürünü, özgün kültür değerlerine sahip olmayanlar yaratmanın hazzına varamaz ve kültürün değerini bilemezler. Yaşamlarını emeksiz ya da talanla sağladıkları için de duygu dünyaları gelişmemiştir ve yıkıcıdırlar.
“Her coğrafyanın kendine özgü bitki örtüsü, hayvan türü olduğu gibi kendine özgü de kültürü vardır” düşüncesinden çıkarak, “Yaşadığın coğrafyayı söyle, sana kültürünü anlatayım.” diyen H. Taine, kişilikle yaşanılan coğrafya arasındaki sıkı bağı vurgulamaktadır. “İnsan yaşadığı çevrenin damgasını taşır” gerçeği, Şairin, “Anamızın yüzünü, bir de doğup büyüdüğümüz yerleri yalnızca ölüm unutturabilir” sözünde tam olarak anlamını buluyor sanırım.
Ağın’ın eğitim ve kültür hayatına can veren eğitimcilerin yaşamlarını ele alan bu kitapçık, yetiştiğimiz yörenin eğitim tarihçesi ve bir anlamda kültürel belleğidir. Güner Omay Ağabey, bu çalışmasıyla ilgili bir önsöz yazmamı istediğinde, “Ağın Kültürü” söylemini diline pelesenk etmiş biri olarak, yaptığı işin ne denli önemli bir hizmet olduğu inancıyla, kendisine bu değerli çalışması için teşekkür fırsatı bulmuş olacağımı düşünerek, yazmayı bir görev bildim. Yazarın da Giriş bölümünde belirttiği gibi:
“İlk “Rüşdiye Mektebi”nin İstanbul’da 1838 yılında açıldığı ve 1848’e gelindiğinde sadece beş Rüşdiye mektebinin İstanbul’da var olduğu göz önünde bulundurulursa, 1897 yılında Ağın nahiyesinde Rüşdiye Mektebinin açılmış olmasının önemi ortaya çıkmaktadır. Ağın’ın bu denli önemli eğitim kurumlarına ve nüfusu ile kıyaslandığında, önemli sayıda öğrenci sayısına erişmesini kimler nasıl sağlamıştır sorusunun cevabını aramak ve bir bakıma Ağın’da eğitimin kökenlerine inmek, bunların sağlanmasında öncülük edenleri tekrar hatırlayıp rahmet ve şükranla anmak için bu kitapçık hazırlanmıştır.”
Düşüncelerimizi besleyen kültür değerlerini, toplumsal gizilgücünuzun yıllar içerisinde ender olarak çıkarabildiği yüksek yaratıcı gücün sahipleri olan düşün, sanat, bilim insanları, halk ozanları ve bilgeleri yaratırlar. Bu değerlerin gelecek kuşaklara aktarılması anlamında yazar çok önemli bir hizmet sunmaktadır. Çünkü “Yazmak ölümün elinden bir şey kurtarmaktır.” (A. Gide) Birikimlerini gelecek kuşaklara aktaramayanlar yalnız kültürlerini değil, toplumsal varlıklarını da yitirirler.
iv
Geçmişleriyle bağını koparan toplumlar belleğini yitiren insanlar gibi kültürel bunaklığa düşerler. “Belleği olmayan insanın nasıl zekâsı olmazsa; zayıf bir bellek… nasıl aslında aptallık emaresiyse, belleksiz toplumlar da uygar olamazlar.” (A. M. Celal Şengör, Cumhuriyet‐ Bilim Teknik, 22 Ekim 2005, yıl 19, Sayı 970)
Meraklıları bilirler ki, Ağın’ın da gelecek kuşaklara aktarılması gereken, kendine özgü dil ve anlatım zenginliğine sahip deyimleri, nükteleri, özgün kültür değerleri vardır.
Çoğunluğu memur olarak dışarıda (kentlerde) yaşayan ama yazlarını Ağın’da geçirenleri Ağın’a bağlayan nedir acaba? Doğal güzelliği mi, rahat yaşam koşulları mı, bin bir zorluklar ve eziyet içinde geçen geçmişimize duyduğumuz özlem mi? Bizi Ağın’a bağlayan ne toprağın bereketi ne de doğal güzellikleridir; insanlık bereketidir sanırım. Sizin oralarda ne yetişir, Efendi? diye sorduklarında, Tahtasız Hoca, boşuna dememiş: “Adam yetişir kafadar, adam!”. Bu anlamda bizim için Ağın, çocukluk ya da gençlik düşlerimizi, anılarımızı gömdüğümüz bir mezarlık değil, düşüncelerimizin beslendiği ana damardır.
Okumuşu çok olduğu için kültürlü olmakla hep övündüğümüz Ağın’ın bu saygınlığını yalnızca yaşayan Ağınlılara değil, daha çok, onları yetiştiren kültür iklimini hazırlayan “eğitime adanmış hayatlar”a; hiç karşılık beklemeden mahallenin çocuklarına okul yaptıkları evlerinde, yine hiçbir karşılık beklemeden öğretmenlik yapanlara borçluyuz.
Hepimiz Ağın’ın yetiştirdiği “Müderris Efendilerin, Tahtasız Hocaların, Ömer Lütfü Yücel ve adlarını sayamadığımız daha nice öğretmenlerin, Osman Ağaların, İbik Dayıların, Ali Efendilerin, Bevvap Hocaların; “Topraktan öğrenip, kitapsız bilen” halk bilgesi anaların, babaların yarattıkları kültür ortamında yetiştik.
İnsan, düşünce ve duygularını kimi zaman masalında, türküsünde, manisinde, oyununda, deyişinde, kimi zaman da halısına, kilimine işlediği nakışında, oyasında, çorabında dile getirir. Tüm bunlar toplumun kültür belleğinin çıkınları, çekmeceleridir. Ve halkın dünya görüşü, düşünceleri, duyguları, değer yargıları inançları, beğenileri, nasıl yaşadığı, onlarda saklıdır. Bunlar binlerce yıllık deneyimler sonunda kazanılmış birikimini gelecek kuşaklara aktaran zengin içerikli kültür araçlarıdır. Onlar geçmişle geleceğin kuşakları arasındaki bağını kurarak toplumsal düşüncenin, ortak aklın ve duyguların gelişmesine kaynaklık ederler. Geçmiş kültürün bu düşünce kıvılcımları, geleceğimize tutulan ışık gibi bize yol göstererek yeni düşünce ufukları açarlar. O nedenle geçmişi olmayanların şimdisi de, geleceği de olmaz. Geçmişle gelecek arasında kültür köprüsü kuramamış toplumlar iki yakada ayrı düşmüş yalnız insanlar gibidirler.
Her insan, devraldığı yirmi milyon yıllık birikimi gelecek kuşaklara aktarmakta olan bir kültür mirasçısıdır. Öğrendiklerine yeni değerler ekleyerek yavrusuna aktarabilen biricik varlık olan insanoğlu böylece evrimleşerek gelişir. Ancak amaç gelecek kuşakları, bizim gibi yaşamalarını ve düşünmelerini sağlayıp kendimize benzetmek; onları eski ve dar kalıplara sokmak değil, bugün bile değerinden bir şey yitirmemiş düşüncelerden yeni düşünce biçimlerine kapı açabilecek sonuçlar
v
çıkarılabilmesini sağlamaktır. Gelişmenin itici gücü ve ana damarı olan zengin bir kültürel geçmiş kazanılmış hız demektir.
Geçmişine, kültürüne, yöresine ilgisiz; “tek düşünce ideolojisi”ne indirgenmiş ve her alanı sarıp sarmalamış olan küresel kültür yapısı içerisinde, toplumsal kültür belleğini yitirme tehlikesi içine sürüklenen çocuklarımızın, yöremizin kültürüne damgasını basmış kişileri tanıdıkları, kültür genlerimizde izlerini taşıdığımız değerleri bilip anladıkları konusunda kaygılanmamak olası değil. Örneğin, bundan yaklaşık yüz yıl önce, birkaç hanelik bir mezrada yetişmesine ve doğru dürüst okul yüzü görmemesine karşın, kendi kendini yetiştirerek öğretmenlik mesleğini elde eden Abdullah Lütfü Efendi’nin kim olduğunu kaç Ağınlı bilir? Kendi kendine öğrenmeye çalıştığı alın teri Fransızcasını geliştirmek için edinmek istediği bir kitap uğruna Ağın’dan İstanbul’a üç aylık yolu ayağına çeken o efsane insanın öğrenme hummasını anlamaya çalışan ve kişiliğini merak eden kaç kişi vardır? Karşılaştığı herkese: “Aklın ekmeği kitaptır, okuyor musun kafadar?” diye sorması, onun öğrenme aşkı kadar öğretme tutkusunu da göstermektedir. Devletten alacağı birkaç mecidiye (yirmi kuruşluk gümüş para) için yargıya başvurarak, alacağının birkaç katı masraf etmesinin anlamsızlığını soranlara yanıtı, şamar niteliğindeki hak‐hukuk dersidir: “Ben kâr peşinde değil, hak peşindeyim, kafadar!”
Sözünü haktan gözünü budaktan sakınmayan, dürüstlük ve erdem anıtı bu insana takılan ‘tahtasız’ lakabı, onun inandığı yolda tek başına yürüyen dürüst karakteriyle, nerdeyse hiç değişmeyen çıkarcı çoğunluk anlayışı arasındaki farkın en belirgin simgesidir. Ödün vermeyen dürüstlük simgesi, tam bir yurtsever kanun ve halk adamı olduğu gibi şaşmaz biçimde geleceği gören yenilikçi öğretmendir. Günümüzde bile çeşitli bahanelerle kız çocukları okuldan, kadınlar iş yaşamından el çektirilmeye çalışılırken, Tahtasız Hoca yüz yıl önce kızlarını okutmuş ve Cumhuriyet öncesi ilk bayan öğretmenlerinden olan kızı Seniha Hanım 1913 yılında Ağın’da açılan Kız Okuluna (İnas Mektebi) öğretmen olarak atanmıştır. Ayrıca cümle yöntemiyle eğitimi başlatan Türkiye’nin ilk öğretmenlerinden biri olarak Harf Devrimi’nden yıllar önce Keban’daki öğretmenliği sırasında Latin harflerini de öğretir ve “bunu öğrenin, öbürü kaldırılacak!”diyerek ileri görüşlülüğünü kanıtlamıştır. (Morhamamlı Ahmet Bektaş’tan naklen, (1914) İ. Beydemir, yöresiyle Ağın, S. 249.)
Bundan nerdeyse seksen, yüz yıl önce ölmüş olan Müderris Efendi, Bevvap Hoca, Tahtasız Hoca, İbik Dayı, Osman Ağa, Numan Amca gibi ve adını anamadığımız daha nicelerinin günümüzdekilerden daha özgün ve daha özgür düşüncelerini büyük bir hayranlıkla anıyorum.
Onlar belki bizim sahip olduğumuz olanaklara, teknolojik araçlara sahip değillerdi ama bizden daha olgun ve daha düşünür oldukları kesin. Onların ancak anılarımızda yaşatabildiğimiz düşüncelerini bugün birçoğumuz ne yazık ki kafalarımıza sığdıramıyoruz.
Kültür hayatımızın anıt isimlerinin başında kuşkusuz Ağın Medresesi’nin kurucu Müderrisi Hüseyin Hüsnü Efendi gelir. Ağın kültürünün mayalandığı; dedelerimizin, babalarımızın okuduğu medrese ve sonra da bizim kuşağın okuduğu
vi
ilkokul binası şimdiki belediye binasının yerindeydi. Ne yazık ki yörenin köklü eğitim kurumunun simgesi olarak kalması gerekirken yerine belediye yerleştirilerek eğitim tarihinin izi belleklerden silinmiştir. Hiç olmazsa o kuruma ve kurucusu o aydın insanın adına yaraşan kültür merkezi olarak yaşatılabilirdi. Hattâ vakit geçmiş de sayılmaz. Böylece bugün bile bizimle çağdaş olan o yüce insanın ibret dolu düşünceleri yaşatılmış olurdu. Medrese kültürüyle yetişmiş bir din adamının genç Cumhuriyete kanat gerişine örnek olacak davranışını derin bir saygıyla anarak genç kuşaklara iletmek gerekir.
Sözüm ona, “Dîn‐i ihvanı (Allah’ın Dini) kurtarma” adına, iki yıllık lâik Cumhuriyet’e karşı isyan bayrağını çeken (1925) şeriat özlemcisi Şeyh Sait yandaşlarını; “Allah, Dinini kurtarmaktan aciz kaldı da, bir meczubu vekil mi tayin etmiş?” diye azarlayarak isyana katılmalarına engel olmuş bir din adamıdır. Ama düşüncelerine bugün bile gereksinim duyabileceğimiz bir Cumhuriyet aydınıydı o.
Okumuşun gâvuru cahilin peygamberinden iyidir diyen Bevvap Hoca ve Kutup Hoca gibi unutulmaya yüz tutmuş halk önderi aydın din adamlarının adlarını anmamak haksızlık olur. Adları anılması gerekenler yalnız aydın din adamları değil kuşkusuz. Numan Amca (Gençosman), Osman Ağa, İbik Dayı, İmam Dayı (Mehmet Baytaş) gibi ve adını anamadığımız daha nicelerinin, özgürce dile getirdikleri, bugün bile güncelliğini koruyan anlamlı ve özgün düşünceleri birer bilgelik örneği olarak birçoğumuzun belleğinde yer tutmuştur. Düşüncelerini ömür törpüsü karasabanıyla topraktan devşirdiği bilgelikten alan derviş meşrepli; inanç sahibi olduğu kadar da hoşgörülü, Osmanlı toprak adamı Kahvecigilin Osman Ağa gibi, İbik Dayı, Âşık Dayı ve adı bilinmeyen halk bilgelerinin keskin bir zekâ ürünü olan nükteleri güldürürken düşündüren Bektaşi ve Nasrettin Hoca fıkralarını aratmayacak güzelliktedir.
“Haksızlığın ya da hayal kırıklığının olduğu yerde espri kılığına bürünmüş eleştiri nefes alır.” Samuel Johnson’un dediği gibi mizah ‘kötülüğü ve aptallığı engellemenin’ etkili bir yoludur. Ama alay ederek değil de takılarak yapar bu işlevini; kabalaşmadan. Siyasal anlamda da daha düzenli ve mutlu bir toplum yaratma amaçlıdır mizah. Yirmi beş yıl boyunca hapishanesi boş kalan Ağın’da suç oranının yok denecek denli düşük oluşu yalnızca okuryazar oranının yüksekliğinden değil, yöreye özgü, Yunus Emre ve Nasrettin Hoca bilgeliğinin harmanlandığı bir kültür yapısından kaynaklanır.
Zafer GENÇAYDIN
vii
ÖNSÖZ Doğu Anadolu’nun ücra bir beldesi olan Ağın’ın bin sekiz yüzlerin başlarından itibaren “iptidai mektep” sayısı ve bu okullarda okuyan öğrenci sayısı bakımından, nüfusu ile kıyaslandığında, çevresindeki kendisinden daha büyük yerleşim yerlerine göre aşikar bir üstünlük sağladığı görülür.
Aynı durum Tazminattan sonra genellikle büyük yerleşim yerlerinde bulunan “Medrese” ve “Rüşdiye”nin Ağın’da açılmış olması, Cumhuriyetin ilk yıllarında Elazığ’daki öğretmen okulu öğrencilerinin büyük çoğunluğunun Ağınlı olması, Köy Enstitüleri açılınca aynı durumun oralarda da devam etmesi bir rastlantı mıdır yoksa Ağın’da oluşmuş bir Kültür ya da geleneğin sonucu mudur sorusunu akla getiriyor. Bence, yıllar boyu oluşmuş bir gelenek ve kültürün sonucudur.
O zaman, bu kültürün oluşmasına öncülük eden kimlerdir sorusuna cevap bulmamız gerekir. Ben bu sorunun cevabını bulmak amacıyla yola çıktım. Maalesef bin sekiz yüzlerin ilk yarısı için “Molla Gakko” ve onun çağdaşı olarak ifade edilen birkaç isim saptayabildik. Ancak bunlar kimdir, nasıl bir eğitim görmüşler ve nerelerde görev yapmışlardır sorusuna bir cevap bulamadık. Bin sekiz yüzlü yılların sonu ve bin dokuz yüzlerin başı için üç isim öne çıkıyor. Müderris Hüseyin Hüsnü, Abdullah Lütfi ve Çarıkkollu Ömer Lütfi. Şükürler olsun ki, bunlara ilişkin bilgiler bizim babamız konumunda olan kişiler tarafından özellikle “Ağın Dergisi”nin ilk sayılarında uzun uzun yazılmış. Bu yazılanları biraz kısaltarak ve derli toplu biçimde okuyucuya sunmak için bu kitapçığı hazırladık. Sadece Yurdal Demirel’in yayına hazırladığı kitabı için derlediği bilgilerin bizimle paylaştığı bir kısmı, Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), Maltepe Askeri Lisesi Arşivi ve diğer bazı kaynaklardan bulduğumuz çok az bilgi ve belge ekledik. Büyük çoğunluk büyüklerimizin yazdığı yazılardan oluşuyor. Kendilerine minnet ve şükran borçluyuz.
Bu kitapçığın hazırlanmasında Ağın Dergilerini tarayarak ilgili makaleleri sağlayan Sevgili Altan İlter’e, kitabı için derlediği bilgileri bizimle paylaşan Yurdal Demirel’e, Başbakanlık Osmanlı Arşivinde saptadığımız belgelerin teminini sağlayan Sevgili Öner Kabasakal’a, bu belgelerin Latin harflerine dönüştürülmesi işlemini yaptıran Can Arhun’a, Maltepe Askeri Lisesi arşivlerinden Ömer Lütfi Yücel’e ait fotoğraf ve belgeleri buldurtan Sevgili öğrencim Orgeneral Kamil Başoğlu’na ve kitapçık taslağını okuyarak son haline gelmesinde büyük katkısı olan sevgili Gürhan Gündüz’e teşekkür ederim.
Ayrıca yazım işinde büyük emeği olan Pınar Özveren’e ve “baş editörüm” sevgili Prof. Dr. Selim O. Selam’a çok teşekkür ederim.
C. Güner OMAY – Mart 2015
1
1. Giriş
Ağın, bugün Keban Barajı Gölü kenarında iki bin nüfusa sahip küçük bir kasabadır. Tarihi boyunca hiç bir zaman önemli ticaret, tarım, maden ve sanayi merkezi olmamıştır. Ancak bin sekiz yüz’lü yılların son çeyreğinde, bin dokuz yüzün başlarında bu kasaba, eğitim kurumları, öğretmen ve öğrenci sayısı bakımından çevresinde göze batan bir konumdadır. Nasıl olmasın, Osmanlı’da genelde büyük yerleşim yerlerinde kurulan medreselerden biri Ağın’da kurulmuştur. İlk “Rüşdiye Mektebi”nin İstanbul’da 1838 yılında açıldığını ve 1848’e gelindiğinde sadece beş Rüşdiye mektebinin İstanbul’da var olduğu göz önünde bulundurulursa, 1897 yılında Ağın nahiyesinde Rüşdiye Mektebinin açılmış olmasının önemi ortaya çıkmaktadır.1 Ağın’ın bu denli önemli eğitim kurumlarına ve nüfusu ile kıyaslandığında, önemli sayıda öğrenci sayısına erişmesini kimler nasıl sağlamıştır sorusunun cevabını aramak ve bir bakıma Ağın’da eğitimin kökenlerine inmek, bunların sağlanmasında öncülük edenleri tekrar hatırlayıp rahmet ve şükranla anmak için bu kitapçık hazırlanmıştır.
Biz Türkler özellikle yazmayı pek sevmeyiz. Ancak belki de Ağın’daki eğitim geleneğinin sonucu olarak büyüklerimiz, özellikle “Ağın Dergisi”nin ilk sayılarında söz konusu öncülerin özgeçmişleri ile ilgili yazılar yazmışlardır. Maalesef bütün gayretimize rağmen, o yazılardaki bilgilerden fazla bilgi bulamadık. Sadece “Başbakanlık Osmanlı Arşivi” (BOA) ve bazı diğer kaynaklardan bulduğumuz bilgileri dergideki bilgilere ekleyerek bu kitapçığı hazırladık.
2. Yönetsel Gelişim
Komşu kasabalar, Arapgir, Eğin, Keban sancak düzeyine kadar çıkmalarına rağmen, Ağın hiçbir zaman o düzeye çıkmamıştır. O düzeye çıkmak şöyle dursun, 19. Yüzyılın ortalarına kadar, bağlantı yönünden Eğin, Arapgir ve Keban sancakları arasında gidip gelmiştir.
1837 yılında Maden‐i Hümayun’a (Keban’a) bağlı Eğin kazasının bir köyü iken, 1846 yılında Harput Eyaletine bağlı Eğin Sancağının bir köyü haline gelmiştir. Bu statüsünü 1876 tarihinde Mamuratül‐Aziz Mutasarrıflığı’nın kurulmasına kadar korumuştur.2 Bu tarihten sonra Eğin kazasının bir köyü, 1894 yılında Nahiyesi3 olarak Harput Sancağına bağlılığı devam etmiştir.
1 Hasan Ali Yücel; Türkiye’de Orta Öğretim, T.C. Kültür Bakanlığı Milli Kütüphane Basımevi 1994 2 Ahmet Aksun, XIX yüzyılda Eğin, 2003 3 1312 tarihli Mamaratül Aziz Salnamesi
2
Yararlandığımız kaynakların böyle demesine rağmen, Devlet Arşivlerinde bulduğumuz birkaç kaynakta değişik bilgiler vardır.
05.06.1866 tarihli belgede “Ahalinin talebi üzerine Arapkir’den ayrılarak kaza haline getirilip kendisine on üç köy bağlanan Ağın kazasının tekrar Arapkir’e bağlanması hususunda baskı yapanların tespit olunup haklarında lazım gelen muamelenin icrası4. 17.07.1866 tarihli belgede “Arapkir kazasından ayrılarak yeniden teşkil olunan Ağın Kazası Müdürlüğüne ilave edilen bazı kariye yine Arapgir’e nakli”5. 03.10.1866 tarihli belgede ise “Ağın Kazasının Arapgir’den ayrılarak müstakil müdürlükle idaresi”6 ifade ediliyor. Bu bilgilerin ışığında, acaba Ağın 1866 yılında kaza mı yapılmıştır sorusu akla geliyor.
Yine arşivdeki Ek‐1 olarak sunulan belgeden, Ağın’da 1887 tarihinde belediye kurulduğunu öğreniyoruz.7
Osmanlı’nın yüzyıllar boyu tek ana eğitim kurumu olan medrese ile Tanzimattan sonra açılan orta dereceli öğretim kurumu Rüşdiyeler genellikle önemli yerleşim yerlerinde açılmışlardır. Bin dokuz yüzün başında her iki kurum da Ağın’da açılmıştır. Hem de kendi binalarında. Bence bunların küçücük Anadolu kasabasında açılmasını sağlayanlar, eğitimin öncüleri olan atalarımızdır. Söz konusu iki kurum Cumhuriyet döneminde kapanınca, ortaokul Cumhuriyetin ilanından otuz yıl sonra 1953 yılında, Lise ise 1975 yılında açılmıştır. Bugün çevremizdeki ilçelerin hemen hepsinde Yüksekokul olmasına rağmen, Ağın’da yoktur. Durum böyle olunca, acaba bizler atalarımızın açtığı yoldan yürümek için yeterince gayret gösteremedik mi sorusu akla geliyor.
3. Okullar
Osmanlılarda öğretim kurumu olarak asırlarca devam eden sadece medreseler vardır. Teknik ihtiyaçlar nedeniyle 19. yüzyılda Mühendishane (1795 yılında), Tıbbiye (1825 yılında), Harbiye (1834 yılında) yüksekokulları açılmıştır. Ancak bu yüksekokullara öğrenci yetiştiren orta dereceli okullar Tazminatın ilanından sonra açılmaya başlamıştır. İlk “Rüşdiye Mektebi” Sultan Ahmet Camii içinde “Mektebi Maarifi Adli” adıyla 1840 yılında açılmıştır. 1849 yılında “Sıbyan ve Rüşdiye Mekteplerine” öğretmen yetiştirmek amacıyla “Darülmuallimin” açılmıştır.8
4 BOA, MVL., 748/31, (05.06.1866) 5 BOA, MVL., 722/107, (17.07.1866) 6 BOA, MVL., 724/03, (03.10.1866) 7 BOA, DHMKT., 1416/113, (02.05.1877) 8 Hasan Ali Yücel; age
3
3.1. Ağın Erkek İbtidai Mektepleri
Yurdal Demirel’in kaleminden9
“İncelediğimiz dönemde bazen Arapgir Kazasına, bazen de Eğin (Kemaliye) Kazasına bağlı bir nahiye konumunda olan Ağın ve çevresi Elazığ’ın diğer ilçelerine göre daha çok mektebin kurulduğu bir yer olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ağın’da ibtidai mektebi XIX.Yüzyılın sonlarında açılmasına rağmen kısa bir süre sonra nahiye merkezinin her mahallesinde ve köylerinin büyük bir bölümünde ibtidai mektepleri açılmıştır.
1312 (1896) tarihli vilayet salnamesine göre Ağın’da toplam on üç ibtidai mektebinin açılmış olduğunu görmekteyiz.
1312 Salnamesi’ne Göre Ağın’daki İbtidai Mektepleri
Sıra İbtidai Mektebinin Adı Adresi Talebe sayısı
1 Ağın Uzungil Mah. İbtidai Mektebi Karye Derununda 17
2 Tatarağası Mah. İbtidai Mektebi Karye Derununda 32
3 Hacı Yusuf Mah. İbtidai Mektebi Karye Derununda 27
4 Vahşin İbtidai Mektebi Karye Derununda 31
5 Hozahpur İbtidai Mektebi Karye Derununda 13
6 Andiri İbtidai Mektebi Karye Derununda 12
7 Pul İbtidai Mektebi Karye Derununda 24
8 Haskeni İbtidai Mektebi Karye Derununda 9
9 Saraycık İbtidai Mektebi Karye Derununda 24
10 Zabulbar İbtidai Mektebi Karye Derununda 34
11 Şıhlar İbtidai Mektebi Karye Derununda 24
12 Monayik İbtidai Mektebi Karye Derununda 18
13 Ağdunud İbtidai Mektebi Karye Derununda 5
9 Yurdal Demirel, Basım aşamasındaki kitabı
4
Ayrıca Salnâmede o dönemlerde Ağın’da üç Ermeni mektebinin olduğu kayıtlıdır. Ağın merkez, Vahşen ve Güşna köylerinde açılan bu mektepler karışık eğitim verilen ve yirmi civarında talebenin öğrenim gördükleri küçük mekteplerdir.
Ağın ve Çevresindeki Ermeni Mektepleri
SIRA MEKTEBİN BULUNDUĞU YER
ERKEK
ÖĞRENCİ KIZ
ÖĞRENCİTOPLAM
1 Ağın Ermeni Mektebi İbtidaisi 10 8 18
2 Ağın Vahşen Köyü Ermeni Mektebi İbtidaisi 17 5 22
3 Ağın Güşna Köyü Ermeni Mektebi İbtidaisi 16 6 22
Diğer taraftan aynı salnameye göre Ağın Nahiyesine bağlı Venk karyesinde bir Rum mektebi olduğunun öğreniyoruz. Mektebin açılış tarihi ve fiziki özellikleri hakkında herhangi bir bilgimiz bulunmamaktadır. Salnamede Venk Karyesi Rum Mektebi İbtidaisi’nde altı erkek ve on yedi kız talebenin öğrenim gördüğü bilgisi vardır.”
3.2. Medrese
Medreseler, Osmanlı döneminde orta ve yükseköğretim veren başlıca kurumlardır. Osmanlı döneminde kurulan ilk medrese Orhan Gazi tarafından kurulan “İznik Orhaniyesi” olarak bilinen medresedir. Zaman içinde ülkenin önemli merkezlerine yayılmıştır. 1317, 1318, 1319 ve 1321 tarihli Maarif Nezareti Salnamelerine göre Elazığ’da on yedi medrese vardır. Bunların on beşi Harput’da biri Keban’da biri de kurucusunun adıyla anılan Ağın’daki Hacı Ali Paşa medresesidir. 1325 (1910) sayılı salnameye göre ise Elazığ’da beş kütüphane vardır. Bunlardan üçü Harput’ta biri Keban’da sonuncusu ise medresenin kurucusunun adıyla anılan Ağın’daki Hacı Ali Paşa Kütüphanesidir. Kurulduğu yıl olarak 1890 yılı verilmektedir kitap sayısı ise 185’tir.10 Medresenin kuruluş öyküsünü Cevat Onay’ın ağzından dinleyelim.11
“O devirde İstanbul’da bulunan hemşehrilerimizden rivayet edildiği üzere, Hüseyin Hüsnü Efendi Ayasofya Camiinde derslerine devam ederken dinleyicileri arasında devrin seçkin, resmi nüfuz sahibi kimseler de bulunur.
10 Elazığ Eğitim Tarihi, Elazığ Milli Eğitim Müdürlüğü Yayınları No:2, 2010 11 Cevat Onay, “Ağın Müderrisi Hüseyin Hüsnü Efendi” Ağın Dergisi Sayı:4, 1967
5
Bir gün bir saray arabası Müderris Hüseyin Hüsnü Efendi’yi alıp götürür. O zamanlarda bu gidişlerin birçok felaketlere yol açtığını bilen hemşehriler telaşa düşerler, üzülürler, korkarlar. Nihayet, bir iki gün sonra Hocamızı tekrar kürsüsünde görünce sevinirler, etrafını alırlar, sorarlar. Meğer Saray erkânı tarafından Hüseyin Hüsnü Efendi’nin saray içinde, saray mensuplarına da birkaç vaaz vermesi istenmiş, bu istek yerine getirilmiş. İşte bu tanışma sonucunda saray mensuplarından (Kurenâ‐yi hazreti şehriyariden) yani Padişahın yakınlarının ileri gelenlerinden Haci Ali Paşa ne dilerse yerine getirileceğini Müderris Efendiye bildiriyor ve ne istediğini soruyor. Bu durum Hocamıza o kadar müsait imkân ve fırsat vermiş oluyor ki, Müderris Efendi bu fırsatları kullanmak isteseydi o zaman Babımeşihat diye adlandırılan Şeyhülislamlık dairesinde önemli bir mevkiye kayırılabilecek, bu yoldan Şeyhülislamlığa kadar yükselme imkanlarını elde edecekti. Halbuki, O bütün bunları bir tarafa iterek:
‐ Müsaade buyurulursa babama sorayım, ben onun emrinden çıkamam, ondan alacağım habere göre hareket etmek zorundayım, diyor.
Babası Büyük Hoca’ya bir mektup yazarak olanları anlatıyor, emrini bekliyor.
Babasından aldığı cevap şu: (Oğlum, Şeyhülislam olsan gözümde yok. Memleketine dön, burada hizmetini yap). Bu mektubu alınca Haci Ali Paşa’ya gidiyor, babasının dileklerini söylüyor. Bana bir iyilik yapacaksanız, babamın arzusuna uyacak mahiyette olmasını istirham eylerim, diyor. İyi ama diyorlar, onu nasıl yapalım. O da “Ağın’da bir medrese yaptırırsanız ben de vücudumu vakfetmek suretiyle hizmet ederim” diyor.
Haci Ali Paşa hemen, bu arzuyu yerine getirmek üzere yeteri kadar parayı veriyor. Verilen para ile, Müderris Efendi nezaretinde bir medrese, medresenin daimi masraflarını karşılamak üzere de vakıf olarak bir han, birkaç dükkan yaptırılıyor. Medreselerin lağvedilmesi üzerine, bina Milli Eğitime intikal ederek ilkokul olmuş, han ve dükkânlar ise, Büyük Camiin dere tarafındaki yerler kahve ve dükkânlar olmuştur.”
Ağın İlkokul binasını (Medrese) Memduh Soylu'nun ağızından dinleleyim;
“Yanılmıyorsam 1933 yılıydı. O yıllardaki evimiz, Ağın Tatarağası Mahallesi’nde rahmetli Cevat Onay’ın şimdi yerinde yeller esen evinin bitişiğindeydi. Daha sonraları Ağın Ortaokulu ve Ağın Askerlik Şubesi olarak da kullanılan yeni evimiz ise inşaat halindeydi.
6
Medrese Binası (Eski İlkokul Binası)
Okul çağım gelmişti. Mahalle arkadaşlarım, akrabalarımın çocuklarının hemen hemen hepsi okula başlamışlardı. O yıllarda ülkenin ve bu paralelde de Ağın’ın ekonomik durumu pek iç açıcı değildi. …. geçim sorunu olmayan aile neredeyse yok gibiydi . Mahallemizin yaşıt ve bizden büyük çocuklarıyla beraber, ben de okulun yolunu tuttum, 1933’ün bir sabahında. Öğretmenimiz Sami Ünal’dı. Aklımda kalan diğer öğretmenler ise; Reşat Ergönül, Elbistanlı Hüseyin Bey ve eşi Fatma Hanım’dı… Ağın’ın yanı sıra köylerden gelen öğrenciler de oldukça fazla olduğundan, okulumuzun mevcudu çok kalabalıktı.
Okulumuz; o zamanlardaki adı Lollar, şimdi ise Müderris Hüseyin Efendi olan mahalledeydi ve iki katlıydı. Yapılış itibariyle dış duvarları taştan, iç bölmeleri ise kerpiçtendi. Koridor oldukça genişçeydi. Sağda birinci sınıf, girişin biraz ilerisinde ikinci sınıf, solda da üçüncü sınıf vardı. Sınıf kapılarının üzerinde Romen rakamı ile sınıf numaraları yazılıydı. Okulun ikinci katına çıkarken, bu bölmede bir sahanlık vardı. Ve burada, duvarda kapalı zarfa benzer bir kutu asılı dururdu. Kutunun üzerinde de, “Aradığını bul, bulduğunu koy.” yazılıydı. Ağın İlkokulu’ndaki bu güzel uygulamanın ‘Ağın insanının dürüst olmasında bir parça payı var mı acaba?’ sorusunu bugün bile kendi kendime sormadan edemem.
Yukarı katta ise dördüncü ve beşinci sınıflar, müsamere salonu, öğretmenler odası ile başöğretmen odası sıralanmıştı. Başöğretmen odasının kapısının nedense bir resmiyeti vardı. Müsamere salonunun tam karşısında, pencerelerin üstünde kocaman bir resim asılıydı. ATATÜRK Kocatepe’ye çıkarken… Orada öylece dururdu. Arıstaktaki döşemeler inceli kalınlı… Loğ ağacının loğu çekmesine bağlı olacak ki, döşemelerin arasından topraklar dökülürdü.
7
Başöğretmenin odasına bir basamakla girilirdi. Bu basamağın üzerinde her nedense bir hasır seriliydi. Bu hasırın bir özelliği, bir güzelliği vardı. Bu hasır, Kemaliye kazasındaki Cumhuriyet İlkokulu başöğretmeninden, Ağın İlkokulu başöğretmenine armağan olarak yayvan bir çuval içinde gönderilmişti. Üzerindeki mavi boncuk ona işaretti.
Okulumuzun bahçesinin etrafı ağaç parmaklıklarla çevriliydi. O tarihlerde okulumuz, perşembe günü öğleden sonra başlayarak cumartesi gününe kadar tatil olurdu. Yine o zamanlar İstiklal Marşı yoktu. Onun yerine; aklımda kaldığı kadarıyla,
“Yüksek semalarda onun aksi var, Selamlarız al bayraklı hilali, Onun şanlı şerefi var namı var, Selamlarız al bayraklı hilali.”
marşı söylenirdi. Bu marş söylenirken Lollar’daki Çarıkkolluların örtmede kadınlar ayağa kalkar, örtülerini düzeltir, saygı duruşuna geçerlerdi.
Aradan çok uzun yıllar geçti. 1880 yılında Müderris Hüseyin Hüsnü Efendi tarafından Ağın Medresesi olarak yaptırılan ve daha sonra da Ağın İlkokulu olarak hizmet veren bu bina, 1966 yılında yıktırıldı. Müderris Hüseyin Hüsnü Efendi’nin oğlu Anayasa Mahkemesi eski üyelerinden A. Şeref Hocaoğlu tarafından, Hayırseverler Derneği adına bu binanın yerine El Sanatları Eğitim Merkezi adında modern bir kültür merkezi binası inşa edildi. Ağın İlkokulu da günümüzdeki yeni binasına taşındı. Bir dönem, yöre insanını değişik alanlarda eğitip/öğreterek, Ağın’ın sosyal, kültürel ve ekonomik yaşantısını canlandırmayı amaçlayan projelere imza atılan bu
binamızda, şimdilerde ise Ağın Belediyesi hizmet sunmaktadır.”12
3.3. Rüşdiye
Ağın Rüşdiyesi ile ilgili bilgileri Yurdal Demirel’in ağzından dinleyelim:
“Ağın’da bir rüşdiye mektebinin yapılmasına ilişkin karşılaştığımız tek belge 1895 tarihlidir. Bu belgede Eğin Kazasına bağlı olan Ağın nahiyesinde halk tarafından bir rüşdiye mektebinin yapılmadan önce, Ağın nahiyesinin kaç haneli olup ne kadar ibtidâisi ve talebesi olduğunun ve yapılacak olan rüşdiye binasının fiziki büyüklüğü konusunda bilgi istenmektedir.13
Ağın Rüşdiye Mektebi bu tarihten iki yıl sonra yani 1897 yılında halkın yardımıyla yapılmış ve Merzifonlu Mustafa Efendi mektebe başmuallim
12 Memduh Soylu, “Ağın’daki İlkokul Yıllarım” Ağın Dergisi, Eylül‐Ekim 2008 13 BOA., MF. MKT., 209/31, 07/Z/1311 (11 Haziran 1894).
8
olarak tayin edilmiştir.14 Rüşdiye binası hakkında bir bilgimiz bulunmamaktadır. (Rüştiye binasının, soruşturmalarımız sonucunda Basağagilin Makbule Koçer’in oturmakta olduğu bina olduğunu öğrendik.)
Rüşdiyenin eğitim‐öğretim verdiği dönemde sadece üç muallimin görev yaptığı tespit edilmiştir. Bunlardan ilk başmuallim olan Mustafa Efendi’nin, mektebin kuruluşundan itibaren beş yıl boyunca görev yaptığını kayıtlardan anlamaktayız.
Mustafa Efendi, Merzifonlu olup, Ağın Rüşdiyesi’ne Çermik Rüşdiyesi’nden gelmiştir15. Mustafa Efendi’nin muallimliği sırasında bazı uygunsuz davranışlarda bulunduğu ve şiddete başvurduğu anlaşılmaktadır16. Buna ek olarak görevini bazen devamsızlık göstererek aksattığı da kayıtlarda yer almaktadır. Bu konuda merkez tarafından uyarıldığı görülmektedir. Ancak bu durumda bir düzelme görülmemiş ve nihayet Pertek Rüşdiye Mektebi’ne tayin edilmiştir17.
Mustafa Efendi’yi müteakiben başmuallimlik görevine Ağınlı bir muallim olan Abdullah Lütfü Efendi tayin olmuştur. Abdullah Lütfü Efendi de kayıtlardan anlaşıldığına göre, mektepte dokuz yıla yakın bir süre çalışarak en uzun süreli görev yapan muallim olmuştur.
Gerek Mustafa Efendi gerekse Abdullah Lütfi Efendi mektepte görev yaptıkları süre içerisinde başmuallimlik görevlerinin yanı sıra rika/hat muallimliği görevini de yürütmüşlerdir.
Mektepte görevde bulunan üçüncü kişi de yine bir Ağınlı muallim olan Molla Gakko’nun oğlu Yusuf Razi Efendi’dir. Yusuf Razi Efendi’nin Ağın Rüşdiyesinde 1910 yılında görev yaptığı tespit edilmiş olup, bu görevden ne zaman ayrıldığı hakkında ise kesin bir bilgiye ulaşılamamıştır.
Mektebin muallimlerinden Abdullah Lütfü Efendi, ders dışında da yöredeki gençlerin okuması için önemli çalışmalarda bulunmuş bir eğitimcidir. Ayrıca çeşitli kitap çalışmalarında da bulunmuştur. Yazdığı “Elifba Risalesi”nin basılmasına önce izin verilmemiş18 fakat daha sonra bu çalışmanın basılmasında bir sakınca görülmemiştir19.
14 BOA., MF. MKT., 28554, 09/R/1313 (29 Eylül 1895). 15 BOA., MF. MKT., 329/45, 29/S/1314 (9 Ağustos 1896). 16 BOA., MF. MKT., 357/20, 27/Z/1314 (29 Mayıs 1897); BOA., MF. MKT., 474/20, 19/C/1317 (25 Ekim 1899). 17 BOA., MF. MKT., 474/20, 19/C/1317 (25 Ekim 1899). 18BOA., MF. MKT., 773/75, 22/M/1322 (8 Nisan 1904). 19 BOA., MF. MKT., 1086/69, 20/Za/1326 (14 Aralık 1908).
9
Ağın Rüşdiye Mektebi, talebe sayısı bakımından Harput Rüşdiye Mektebi’nden sonra Elazığ’daki en çok talebe potansiyeline sahip üçüncü mektep olarak dikkati çekmektedir. Mektebin talebe sayısı genel olarak kırk beş civarında bir ortalamaya sahiptir. Ki bu ortalama incelediğimiz dönemde bir nahiye merkezi için oldukça yüksek bir rakamdır.
Kayıtlara göre mektebin talebesinin en çok olduğu dönem 1901 yılıdır. Bu yıl da altmış yedi talebe bulunmaktadır. Yine kayıtlara göre mektebin talebesinin en az olduğu dönem 1909 yılıdır. Bu yıl da otuz iki talebe bulunmaktadır. Bu rakamlar o dönemlerde bir nahiye merkezi için oldukça yüksek rakamlardır.”
Ağın Rüşdiyesi Personeli ve Talebe Sayıları
SENE BAŞ MUALLİM İKİNCİ MUALLİM
RİKA/HAT MUALLİMİ
MUBASSIR TALEBE ADEDİ
131320 Mustafa Ef.
131421 Mustafa Ef.
131522 Mustafa Ef. Mustafa Ef.
131623 Mustafa Ef. Mustafa Ef. 60
131724 Mustafa Ef. / Abdullah Ef. Mustafa Ef. 67
131825 Abdullah Ef. Abdullah Ef. 35
131926 Abdullah Ef. Abdullah Ef. 35
132127 Abdullah Ef. Abdullah Ef. 57
132228 Abdullah Ef.
132529 Abdullah Ef. 32
132630 Abdullah Ef. / Yusuf Razi Ef.
20BOA., MF. MKT., 285/54, 09/R/1313 (29 Eylül 1895). 21BOA., MF. MKT., 324/73, 29/M/1314 (10 Temmuz 1896); BOA., MF. MKT., 329/45, 29/S/1314 (9 Ağustos 1896); BOA., MF. MKT., 357/20, 27/Z/1314 (29 Mayıs 1897). 22BOA., MF. MKT., 381/46, 15/Ş/1315 (9 Ocak 1898). 23BOA., MF. MKT., 405/46, 21/S/1316 (11 Temmuz 1898); SM, 1316, s.1170. 24BOA., MF. MKT., 454/12, 17/S/1317 (27 Haziran 1899); BOA., MF. MKT., 474/20, 19/C/1317 (25 Ekim 1899); SM, 1317, s.1370. 25SM, 1318, s.1542. 26SM, 1319, s.876. 27BOA., MF. MKT., 732/13, 07/C/1317 (13 Ekim 1899); SNMU, 1321, s.652. 28BOA., MF. MKT., 773/75, 22/M/1322 (8 Nisan 1904). 29SMV, 1325, s.78. 30BOA., MF. MKT., 1076/89, 07/N/1326 (3 Ekim 1908); BOA., MF. MKT., 1086/69, 20/Za/1326 (14 Aralık 1908).
10
4. Eğitimin Öncüleri
Cevat Onay’ın kaleminden31:
“Ağın’da XIX. yüzyılın sonlarında bir medrese (ilkokulun üstünde din öğretimi yapan bir öğretim kurulu), Bir Rüştiye (Ortaokul karşılığı), iki de mahalle mektebi denen ilkokul vardı. Bu okulların hemen hepsi Ağın’lı aydınların himmet ve gayretleri ile meydana gelmişti. Bunlardan ilkokullar, önceleri mahalle mektebi karakterinde, ücreti halk tarafından ödenerek Ağınlı Hocalar (Öğretmenler) tarafından yönetilirdi. Rüştiye ise İlkokulların üstün başarısını gören kültür sever bir Valinin gösterdiği ilgi üzerine açılmıştır.
Bu sonucun kazanılmasında Ağın aydınlarının uyanık bir davranışla halk üzerinde bıraktıkları yapıcı etkilerin çok büyük rolü vardır. Bu aydınların öncülerinden Ağın’da Büyük Hoca unvanı ile anılan ve Müderris Hüseyin Hüsnü Efendinin babası Hüseyin Efendiyi, Ağın Medresesinin kurucu Müderris Hüseyin Hüsnü Efendi’yi, Öğretmen Abdullah Lütfü Efendi’yi takdir ve şükranlarımızla anmak en başta gelen vicdan ve memleket borcumuzdur. Ancak bu öncülere eleman yetiştirmek suretiyle değerli hizmetleri dokunan ve fakat bu gün unutulmak üzere olunan değerlerimizin adları üzerindeki bu kalın unutkanlık tozlarını silkerek açığa çıkarmak da aynı borcun tamamlayıcısı sayarım. İlköğretime küçük bir geçim ücreti karşılığı hizmetleri dokunanlardan hemen bütün ömrünü bu hizmete vermiş olan (Molla Gakko) lakabiyle Ağın’da ve Arapkir’de yıllar boyu binlerce öğrenci yetiştiren Mehmet Efendi, O’nu izleyen Tatarağasıgillerden Ali Efendi, Mehmet Efendi’nin oğlu Yusuf Razi Efendi ki, son yıllarını Ağın Rüştiyesi Muallimliği ve İdareciliği ile geçirmiştir. Ekrekli Hoca Mustafa Efendi, tarih sırası ile Kabzimal Hoca Mehmet Efendi’nin oğlu Rüştü (Özer) Efendi, Ceritgillerden İbrahim Efendiler Ağın’ın ilköğretim seferberliğinde çok emekdar, fedakâr ve vefakâr yöneticileridirler. Bunların en yaşlısı ve öğretmeni olan (Molla Gakko) Mehmet efendi daha XIX.yüzyıl sonlarında kızları okutma öncülüğü ile anılmaya değer. Çünkü O, 1866 doğumlu kızı Fatma’ya 6‐7 yaşlarında iken okuma yazmayı öğretmiş, daha da ileri giderek (Tuhfei Vehbi) adlı kitapla Farsçaya başlangıç, (Sebhai sıbyan) adlı kitapla da Arapçaya başlangıç derslerini bile okutmuştu. O’nun bu ileri davranışı en kabiliyetli öğrencisi –yukarda Öncüler arasında saydığımız‐ Abdullah Lütfü Efendi’yi etkilemiş. O da kızlarını okutmuş, bu örnek kendi zamanlarında sınırlı da olsa bir bölgeye yayılmıştı. Bu kızları okutma gayreti duraklamadan, aralıksız devam ettirilmiş, ilk zamanlar iki erkek ilkokuluna sonraları açılan kız okulları da katılmışlardır. Bu kutsal kervana katılan Bayan Öğretmenler: Öğretmen
31 Cevat Onay, Ağın Dergisi, Sayı2, 1967
11
Abdullah Lütfü Efendi’nin kızları Fatma (Soylu) Seniha, öğretmen Rüştü (Özer) Efendinin eşi Fatma (Baytaş), Hanımlardır.”
Yukarıda belirtilen kişilere ilişkin maalesef başka bilgi bulunamamıştır. Ancak ileride ayrıntılı olarak vereceğimiz32 Abdullah Lütfü Efendi’yi torunu Necip Soylu’ya yazdırdığı notlardan, Molla Gakko’yu ise Ekirekli Mustafa Efendi ile ilgili bilgilerde bulabiliyoruz.
“On bir on iki yaşlarında idim ki, nenem beni iki saatlik mesafedeki Ekirek köyüne tahsile gönderdi. Bu köyde köy imamının ailesi efradı arasına girdim. Altı ay içinde (bina, maksut izi) okuyup ayamil’e çıktım. Bu sırada çiçek hastalığına tutulduğuma mebi yine nenemin ağuşuna (kucağına) atıldım. Bir ay sonra ifaket buldum (İyileştim) ise de bir daha Ekirek köyüne gitmeyi kabul etmedim.
1282 (1866) tarihlerinde idi; Ağın’da Molla Gakko denilen Mehmet Efendi Hoca, bir odadan ibaret yaptırdığı mektebinde senevi (yıllık) cüz’i bir ücret mukabilinde çocukları okutmağa başladı. Burada da Hocanın evinde oturarak mektebe devama başladım. Hocamız oldukça ciddi bir zat olduğundan, bizi döndürüp maksut’tan başlattı. Az çok ders anlamağa işte bu Hocadan başladım. Bik’a (eski harflerle mektup yazısı) yazmayı, tecvit üzere Kur’anı Kerim okumayı, sathi ve basit şekilde amali erbaayı (aritmetikte dört işlemi) yine bu hocadan öğrendim. Mevsime göre ya sabahleyin veya öğle vakti bir taraftan asıl dersimizi yani arabiyi okur diğer taraftan da elifba ve eczayi şerife (Kur’an) okuyan çocuklara kalfalık suretiyle hocaya yardım ederdim.”
4.1. Müderris Hüseyin Hüsnü Efendi
Cevat Onay’ın kaleminden;
“Memleketimizde yetişen büyük alim, mutasavvıf, değerli hayat adamı Hüseyin Hüsnü Efendi 1274 (rumi) 1858 tarihinde Ağın’da doğmuştur. Babası (Büyük Hoca) unvanıyla tanınan Hüseyin Efendi, Annesi Ayşe Hatun’dur.
Büyük Hoca Hüseyin Efendi hem imam, hem de ilim dağıtan bir öğretmendi. Bu sebeple oğlu Hüseyin Hüsnü Efendi’yi sekiz sene kendisi okutmuştu. Ancak onda gördüğü üstün
32 Cevat Onay, Ağın Dergisi, Sayı 12, 1967
12
kabiliyeti, kendi dar muhit ve imkânları içinde kısıp köreltmeğe razı olamamak gibi ileri bir anlayış göstermiş, önce Harput’ta zamanın tanınmış bilginlerinden Hacı Abdülhamit Efendi’de beş sene okutmuş, sonra da İstanbul’a tahsile göndermişti. İstanbul’da Bayazit Müderrislerinde okuyarak devrinin tahsil derecelerini aşmış, neticede kendisi de İstanbul camilerinde ders vermeğe başlamış, bu suretle tahsilini ikmal ederek (Devriye Müderrisi) unvanını almıştı. Onun İstanbul’daki yükselişi hızlı bir şekilde devam eder. Bir süre sonra Ayasofya gibi büyük ve merkezi bir camiye vaiz olarak atanır. O, kürsüsünde yaptığı konuşmalarla İstanbulluların dikkatini çeker. Vaazı dinlemek için, diğer camilerin cemaati yavaş yavaş Ayasofya’ya kayarlar. Hüseyin Efendi burada edindiği büyük bir bilgi birikimiyle vaazlarını sürdürür. Nitekim halkın ona gösterdiği sevgi ve ilgi padişah sarayına kadar ulaşır. Bir Cuma günü: “Bir hükümdarın tebaası altındaki insanlara adil muamelesi” konusunda bir vaaz hazırlar. Kürsüden konuşmasına başlayacağı sırada Sultan Abdulhamit’in camiye girdiğini görür. Bu durumu gelin bizzat Müderris Hüseyin Efendi’nin kendi ifadesinden dileyelim: “Mevzuya kendimi örnekleriyle hazırlamıştım. Birden Sultan Abdulhamit’i karşımda budum. Heyecanlanmış, ne konuşacağımı şaşırmıştım. Zira bir tarafta hükümdarın maiyetine adil davranmaları, diğer tarafta ise Padişah Abdülhamit duruyordu. Onu tahrik edici ufak bir hata benim için kötü şeyler getirebilirdi. Heyecanımın had safhasında rahmetli babamın bir sözü birden bire şimşek gibi kafamda çaktı: “Oğlum herhangi bir topluluğa hitap ettiğin zaman bu topluluğun insanlarını mezar taşı olarak kabul edeceksin” demişti. Heyecanım bir anda zail oldu. Hiçbir şeyden çekinmeden konuya girdim. Ve gayet rahat mevzuyu bitirdim.”
Müderris Efendi, kuruluş öyküsünü medrese bölümünde anlattığımız, medresenin yapımına başladığı sıra Ağın halkı da ona yardımcı olur. Kısa zamanda iki katlı olarak yapılan medresenin plan ve projesini Müderris Hüseyin Efendi bizzat kendisi hazırlamıştır. Hüseyin Efendi buranın fahri müderrisi olur. Daha sonra Ali Paşa’ya yazdığı bir mektupta inşaattan bir miktar paranın arttığını, istemeleri halinde artan bu paranın iade edileceğini, yahut bir miktar daha yollandığı takdirde Ağın Kasabası’nın lüzumlu olan bazı işlerinin yapılabileceğini bildirir. Bu mektup üzerine İstanbul’dan bir miktar daha para gelir. Hüseyin Efendi gelen bu parayla birlikte artan parayı Aşağı Cami ve Koçan Camisi’nin yapımı ile cami çevresindeki han ve dükkânların yapımında kullanır. Böylece, bu iki cami ve medresenin masraflarına karşılık bir gelir kaynağı sağlanmış olur. Özellikle İstanbul’da kendisine büyük ilgi gösteren, medrese ve camilerin yapım masraflarını saray bütçesinden karşılayan Hacı Ali Paşa’ya duyduğu minnet borcunu, o medreseye onun adını vererek ödemeye çalışmıştır.
13
Hüseyin Efendi Ağın gibi, o zamanın küçücük bir kasabasına böyle bir medreseyi kazandırdığı için mutludur. Medresenin bahçesine su getirerek şadırvan yaptırır. Ayrıca bahçesini ağaçlandırmaya çalışır. Özel yapılmış mermer üzerine altın yaldızla yazılmış medrese kitabesini o günün imkânları ile İstanbul’dan getirterek medresenin giriş kapısına astırır. Şairliği de bulunan Müderris Hüseyin Efendi, kitabedeki metni bizzat kendisi yazmıştır. Metin aynen şöyledir:
“Yaptı sultan‐ı zaman bendesi bu medreseyi Kurenâdan Ali Bey, zat‐i mekârım meşrap Ali Bey Medresesi namıyla yad olunur Maden‐i marifet ve mekteb‐i irfanı adep Çıktı bir dane bu meydan‐ı sehavette bina Bunda tahsil olunur cümle ilim say ile hep” 1308 – (1882)
Müderris Hüseyin Efendi, 1910 yılına kadar hiçbir ücret almadan bu medresede çalışmıştır. 1910 yılında İlim sahibi olmak hakkını kazananlara ayrılan paradan önce 100 kuruş, 1918 yılında ise 200 kuruş gibi sembolik bir maaş almaya başlar. Kendisini vakfettiği bu medresede Cumhuriyete kadar binlerce insan yetiştirir. O, Ağın Kasabası’nda çok değerli hocalarla birlikte çalıştı. Ağın insanlarının okumaya olan düşkünlüklerinde Müderris Hüseyin Efendi’nin büyük payı vardır. Ağınlının okuyup aydınlanması için medresesine binlerce kitap topladı. Bu kitapların büyük bir kısmı bugün Ankara İlahiyat Fakültesi Kütüphanesine bağışlanmıştır. 1926 yılında medreselerin lağvı üzerine, bu bina ilkokul olarak Ağın halkına uzun bir süre daha hizmet verdi.
1924 yılında medrese kalkmış, eğitimde birlik kurulmuş, teokratik devlet ortadan kalkmış, inkılâplar başlamıştı. Fakat, Hoca Hüseyin Efendi eski kıymetinden hiçbir şey kaybetmemişti. Yine Ağın’ın hâkimi, yine yöneticisi, yine sözü geçen tek adamıydı.
Seyfi Beşe’nin kaleminden33;
“Birgün; 1925 yılının bir günü dellal bağırıyordu. Hocanın emri var; kazmasını, küreğini, silahını alan herkes caminin önünde toplansın. Her zaman olduğu gibi bu davete koşan ilk meraklılar, biz çocuklar olduk. Hoca henüz gelmemişti. Halk konuşuyordu: Şeyh Sait isyan etmiş, şeriatı kurtaracakmış. Belki de hoca bizi onun için çağırmıştır. Acaba yardıma mı gönderecek, her halde şeriat için isyan eden ve onu kurtarmaya çalışan adama yardımdan başka ne yapılabilir diye konuşmalar devam ederken,
33 Ağın Dergisi, Sayı:14/1992
14
hoca geldi ve ünlü söylev kürsüsü olan musalla taşının üzerine çıktı. Toplanan halk etrafında kümelendi. O gür bir sesle “Arkadaşlar, Şeyh Sait adında birisi isyan etmiş, Elazığ’a gelmiş, şeriatı kurtaracakmış. Allah şeriatı kurtaramamış da bunu vekil tayin etmiş, Allah şeriatı kurtarmak için kimseyi vekil tayin etmez ve isyan edenin hakkını da kimseye vermez.” Bir ayet okudu ve Türkçesini söyledi. “Burada Allah buyuruyor ki devlet istediğini yapmakta serbesttir. İsyankârlar bu tarafa doğru gelecek olurlarsa, Fırat kenarında siperler kazıp içinde bekleyeceğiz. Geldikleri zaman ateş edip öldüreceğiz.” Halkın önüne düştü doğru Fırat kenarına gittiler. (İsyancılar) Bizim tarafa gelmediler, Diyarbakır tarafına yöneldiler. Bu Şeyh Sait olayından sonra, Hoca’yı Kemaliye Müftülüğüne atadılar ve Bakanlar Kurulu kararıyla ölünceye kadar bu görevde kaldı.”
Babasının da hoca olması dolayısıyla ikisini biri birbirinden ayırt edebilmek için babasına Büyük Hoca, kendisine de Küçük Hoca, Müderris Efendi unvanları verilen, yaşadığı devirde olduğu gibi bu günün yaşlı ve orta yaşlı kuşaklarında seçkin bir ihtiram mevkii işgal eden Merhum’u Kemaliye halkı arasında da Müftü Efendi unvanı ile ayni mevkii almış olduğunu Kemaliyeli hemşehrilerimizden öğreniyoruz.
Bütün hayatında etrafına yüksek ahlak, fazilet ve çalışkanlık örnekleri vermiş olan Ağın Müderrisi Hüseyin Hüsnü Efendi 8 Kasım 1935 tarihinde Kemaliye’de kalp krizi neticesinde ani olarak bu fani hayata gözlerini kapamıştır.” Mezarı Kemaliye’dedir.
4.2. Abdullah Lütfü Efendi
Cevat Onayın kaleminden;
“Bu notlar, Abdullah Lütfü Efendi’nin torunu Necip Soylu’ya söyleyerek kelimesi kelimesine yazdırması ile meydana gelmiştir. Bu sebeple yazıda bir hayli anlaşılması güç Osmanlıca kelimeler geçmektedir. Bunların gençlerimiz tarafından daha kolay anlaşılabilmesi için bu gibi kelimelerin yanlarına parantez içinde Türkçe karşılıklarını da yazmayı uygun bulduk.
Abdullah Lütfü Efendi’nin kendi ağzından hal tercümesi:
15
Pederimin el yazısı ile muharrer(yazılı) bir kaydına nazaran (göre) hicri 1271, miladi 1855, nüfus kaydına göre 1268, miladi 1852 tarihinde, Kemaliye Kazası dahilinde Ağın Nahiyesine tabi (bağlı) onbeş, yirmi haneyi müştemil (içeren) Köhpınik nam kariye (köy) de tevellüt etmişim ki elyevm (bugün) (1927’de) yetmişbeş yaşındayım. Pederime Molla Halil derler. O vaktın usuli tedrisince (öğretim metoduna göre) elifba ve Kur’anı Kerimi pederimden tederrüs ettim (öğrendim). Dokuz yaşlarımda iken biri birini müteakıben pederimi, validemi (annemi) sonra yirmi yaşındaki biraderimi ve altı aylık hemşiremi kaybetmek bedbahtlığına düçar oldum (uğradım). Ancak ailemizden benimle beraber altı kardeş kaldık. Aile yuvasına teşkil eden bu üç sabi (çocuk) hamisiz (koruyucusuz) kaldığımızdan büyük validemizin yani anamızın anasının kanatları altına sığınmağa mecbur kaldık. İşte bu nineciğim beni bir köy imamı yapmak gibi bir istikbal temini maksadı ile okuyup yazmaya, talim ve terbiye alemine sevketti. Pederim hayattayken kendisinde dokuz ay okur, üç ay kadar da kuzularımızı otlatırdım. Merhumun vefatı sırasında henüz hatmetmemiş (Kur’anı bitirmemiş), başeliflama çıkmıştım. Yine masum nineciğim bütün zamanımı (Oku! İşin lazım değil) diye okuyup yazmaya hasrettirirdi. Köydeki, âmâ (kör) bir hafızdan Kur’anı hatmettim. Okuyup yazmayı askerlikte öğrenmiş bir zattan da tecvit (Kur’anı güzel okuma) okudum. Artık gördüğüm yazıları okuyabilecek kadar okumak hakkında müstakil ve bilgim var idi ise de, yazıya ait meleke ve malümatım yok idi.
On bir on iki yaşlarında idim ki nenem beni iki saatlik mesafedeki Ekirek Köyüne tahsile gönderdi. Bu köyde köy imamının ailesi efradı arasına girdim. Altı ay içinde (bina, maksut, izi) okuyup avamil’e (Arapça dil bilgisi) çıktım. Bu sırada çiçek hastalığına tutulduğuma mebi yine nenemin ağuşuna (kucağına) atıldım. Bir ay sonra ifaket buldum (iyileştim) ise de bir daha Ekirek Köyüne gitmeyi kabul etmedim. (1866 yılından itibaren yaklaşık üç yıl Molla Gakko’nun yanında eğitim görmesi ile ilgili bölüm orada verildiği için buradan çıkartılmıştır. Omay)
Tarih 1285 – 1869 veya 1286 – 1870 olmalıdır. Bu sırada rüşti mektepler açılmasına teşebbüs edilmiş ve tedrisata başlanmış olduğundan, Keban rüştiyesinde okumak arzusunu gösterdimse de nenem “bilakis seni Ağın’a göndermeyeceğim. Zira bu sene mahsulümüz az; bu sene evde kal” dedi.
Halbuki yedi seneden beri devam ettiğim tahsil ve terbiye hayatımdan bu suretle ayrılmak bana pek güç geldi. Hassaten (özellikle) bilgimi yükseltecek olan rüştiye derslerine kavuşmağa kendimde son derece şevk ve heves duyuyordum. Bu sebeple nenemin hayırhane (iyiliğimizi isteyen) bu kararını bir türlü kabul edemediğimden nihayet firar ederek
16
(kaçarak) bir tarafa gitmeyi düşündüm. O zaman yaşım 16 idi. Ramazan ayının tesadüf ettiği bir teşrinisani (Kasım ayı) sabahı kisemdeki (para kesesi) beş altı kuruş harçlığımla çamaşırlarımı ve validem tarafından dokunmuş yeni yün şalvarımı alarak Harput’a firar ettim. Doğruca Müftü’nün evine gittim. Hacı Ali Efendi Hoca’nın müftülük zamanı idi. Mumaileyh (adı geçen) ihtiyar olduğundan oğlu Mehmet Efendi vazife görüyordu. İlk görüşte Mehmet Efendi Hocanın elini öptüm. Ücret mukabilinde günde bir ders okumağa müsaade edecek bir aileye beni hizmetçi vermesini niyaz ettim. Meğerse bu zat, o gün hizmetkârlarından birini kovmuş imiş. Tam tesadüf, bizim burada kal bakalım dedi. Bayrama kadar kaldım. Bayramdan sonra beni çağırıp “bizim evde kalacaksın, ben de sana bir ders okutacağım” demişti. Bir Liva (Vilayetten üstün bir iç işleri teşkilatı) müftüsü olmak mülabesesiyle (sebebiyle) malümatımı artırabileceğim emniyesiyle (inancıyla) maatteşekkür kabul ettim. Fakat muntazam değil, Ağın’da gördüğüm usul kadar tedrisat yapamadığımı görünce sırfsülüs yazı (Eski harflerle büyük dekoratif yazı) talimine, bir aralık da hafızlığa uğraştım. Ömrümün beş altı ayını da bu suretle heder etmiş oldum. Bu sırada resmi küşadı (açılış töreni) icra kılınan Harput Rüşti mektebine gönderilmemi muamileyhten (adı geçenden) niyaz ettim. Kabul etmeyince güya Diyarbakır’da meccanen (parasız) iaşesi (yeme içmesi) temin olunur mektep açılmış diye yazıp nenemden getirttiğim otuz kuruş harçlıkla Müftü Efendinin evinden çıkarak Diyarbakır yolunu tuttum. Ergani Madeni’nde erken yola çıktığımızdan karanlıkta hancıya bakır kuruş yerine harçlığımın bir mecidiyesini (yirmi kuruş altın para) vermiş, küsurunu, arkadaşıma borç verdiğim halde iade etmediğinden, (geri vermediğinden) parasız olarak Diyarbakır’a gittim. Meğerse Diyarbakır’da iaşesi meccanen temin edildiği rivayet edilen mektep ümit ettiğim gibi değilmiş. Bu sebeple buraya girmeği pek de arzu etmedim. Mamafih (bununla beraber) kadrosu dolmuş olduğundan daha talebe kabul olunmuyordu. Diyarbakır’da hemşehrilerin yardımı ile 15‐20 gün kaldım. Sonra nerdesin neneciğim diyerek memlekete geldim ki tam orak zamanı idi.
Çiftçilik etmek üzere terbiye edilmemiştim. “Nasara, yensuru” ezberlemekle vakit geçirmişim. Bu yüzden ekin biçmekten başka, ekin biçen valide ve biraderime içecek su getirmeyi bile istemezdim. Validem (nenesi olacak) bundan gücendi. Ekin işini tamam eder etmez bizi bırakıp oğullarının, yani dayılarımın yanına gitti. O sene feyiz ve bereket ziyade idi. Hayli buğdayımız oldu. Mahsulü harmana ve eve nakil gibi işleri ameleye yaptırdık. Sonra zahire (tahıl) satarak bir çift öküzle bir merkep aldık. Artık tam bir çiftçi olmuştum. Kışlık buğday tohumunu kardeşimle beraber ektik. Bu kere komşuların ısrarı ile teehhül de ettim (evlendim) ki yaşım on yediyi bulmuştu. O kış istirahatım temin edilmiş bulunuyordu. Fakat evvelce
17
önüme dikilen manialar (engeller) dolayısıyla muvakkat (geçici) bir zaman için muattal (işlemez) kalan öğrenmek iştiyakım galeyana geldi. Henüz yeni bulunan refikamın (eşimin) ve komşuların fikrime aykırı olan mütalaalarına kulak vermiyerek hemen İstanbul’a gitmeye hazırlandım ve yola çıktım.
İstanbul’da arzu ettiğim tahsil maksadımı hayyizi husule (geçekleştirmeye) rehber olacak kimsem olsa bile işten anlıyanı yoktu. Bu güna (gibi) çırpınmalarla bir buçuk sene İstanbul’da kaldım. İdadi mektebine kabulüm için Arapkirli Kamil Paşa’ya, Şehzade Yusuf İzzeddin Efendilere ve Hünkâra da (Padişaha) arzıhal (dilekçe) yazdımsa da takdime muvaffak olamadım.
Bu sırada mürettipliğe (dizgicilik) girmiştim. Fakat 18 ay sonra Refia Sultanın vekil harcı (kâhyası) uzaktan akrabam bulunan Mehmet Ağa’nın verdiği yol harçlığı ile tekrar köyüme döndüm ki bir gülistan ile bir de tuhfe (hediye) Vehbi kitabından başka hiçbir şeye malik değildim. Bu da Farisi lisanını (Farsça) öğrenmek arzumun başlangıcı ve alametidir.
Memleketimde bir ay kaldıktan sonra yine tahsil isteğim uyandı. Malen aczimin (parasızlık), evvelce İstanbul’daki borçluluğumu kapamak için babamdan kalan erazi ve emlaktan bir kısmını elden çıkarmak derecesinde bulunduğumu yine unutmuştum. Yakın bulunan Keban kazasına giderek rüştiye mektebinde okumağa koyuldum. Gülistan ve hesaptan ders alıyordum. Muallim beni vekil bırakarak mezunen Elazığ’a gitti. Bir iki ay kaldı. Bir hafta tatilinde Keban’a 4 saat bulunan köyüme geldim. Komşularım bana köyde imamlık yapmaklığımı teklif ettiler. Senevi (yıllık) 25 İstanbul kilesi buğday ile hatmettireceğim (Kur’anı tamam okutacağım) her çocuk için de 50 kuruş para vaad ediyorlardı. Bu o zaman için kafi bir maişet (geçim medarı) idi. Muallim de avdet etmişti (dönmüştü). İşte müstakil bir muallim sıfatıyla ilk olarak kendi köyümde tedrise (öğretime) başlamış oluyorum ki tarih 1290‐1874 idi. O devirde bir muallimin öğretme kudreti “çocuğa 4 veya 6 ayda Kur’anı Kerimi hatmettiriyor” sözü ile ifade edilmekte idi. Maalesef altı ay içinde hatmettirdiğim dokuz çocuktan beklediğim 4,5 liraya karşı bir çeyrek (dörtte bir) lira ile bir de kuzu elime geçtiğinden henüz uyanmış olan heyecanım kırıldı. Köylülerle de aram açıldı. Çocuğu olanlar benden memnun idi iseler de diğerleri, muntazaman ezan okuyup, namaz kıldırmadığımdan müşteki (şikayetçi) idiler. Pek haklı bulunduğum şu esbap saikasiyle (nedenlerden dolayı) ücret davasında kendimde yüz bulamadım. Harman zamanını beklemeden bir bahane ile (küskünlükle) köyü terk ettim. İstanbul yolunu tuttum. Bu seferki yolculuğum ramazan içerisinde idi. Devri sabıkın acaip hallerinden biri de “İstanbul dersi âm (ders yılı) hocaları” ücretle talebe bulup “tertip” dersine devam etmeleridir. Bu kabilden olarak Sultan Ahmet Medresesi sakinlerinden bir hoca ile pazarlığa giriştik. Benden
18
iaşe masrafı almamak ve cerden getireceğim meblağı (parayı) kendisine vermek şartıyla odasında oturup dersine devam etmekliğim kararlaştırıldı. “Molla Cami” okutan bu hocanın derslerine devama başladım. Bir müddet sonra bayram münasebetiyle “Lapseki” cihetine kurban cerrine (para ve erzak toplamak üzere sayılı aylarda köylere dağılıp imamlık yapmak) çıkmıştım. Mustahsalatım (kazancım) ancak yol masrafımı temine kafi gelebilecek kadar olduğundan hocaya bir şey veremedim. Ve bitabı teveccühünü kaybetmiş oldum. Bu suretle talebeliği terk ederek tekrar mürettipliğe geçtim. Oldukça mümarese peyda etmiştim (el yatkınlığı kazanmıştım). Fakat elimin ağırlığı bundan da müstefit olamıyacağımı (yararlanamayacağımı) ima ettiğinden yine memlekete yürüdüm. Yollarda geçirdiğim çetinlikleri söyliyerek heyecanımı tazelemek istemem.
İşte hayatımın bu devresindeki meşhut (görülen) kararsızlıklarım, maişetimi (geçimimi, okuma ve okutmaklık ihtiyacımı tekafüle (kefil olmaya, sağlamaya) yetecek bir meslek veya bir yardımcı arayıp bulmak düşüncelerimden ileri gelmektedir.
Köyüme muvâsalatımda (kavuştuğumda) tam harman zamanı idi. Köylüler bir sene evvelki hakkımı vermek üzere tekrar imamlık teklifinde bulundular. Yine bazıları sözlerinde durmadığından buradaki vazifeyi terk ederek yakındaki bir alevi köyünde elli kuruş aylıkla zengin bir adamın üç‐dört çocuğunu okutmayı kabul ettim. Çocuklarla ilk hesap dersi okutmaklığım burada başlamıştır. Marta kadar devam ettim. Marttan sonra tekrar köyüme dönerek imamlığa, daha doğrusu muallimliğe başladım. Fakat harman zamanı ilk çıkan harman sahibi baştan hakkımı vermekten imtina gösterince (vazgeçince) gücendim. (hakkımı) toplamaktan sarfınazarla (vazgeçerek) evvelki alevi köyüne döndüm. Buradan aldığım zahire kendi köylümün vereceğine muadil (olduğundan işime devam ettiğim sırada) Arapkir eşrafından Alay Beyi Zade Mehmet Efendi (kendi selamlığında…) ve teravih kıldırmaklığımı teklif etti. Hizmet görmedikçe ve hizmetimin derecesi anlaşılmadıkça peşinen ücret kesmek âdetim olmadığından bu hususta bir şey tekerrür ettirmeden ramazan bayramına kadar mumaileyhin hanesinde kaldım.
Tarih 1291‐1875 Osmanlı – Sırp muharebesinin son devresi idi. Halkın gönüllü olarak memleket müdafaasına iştirak etmekte olduğunu işitince “Ah, ben de İstanbul’da olaydım, gönüllü giderdim” diye temenniyatta (dilekte) bulunuyordum. Böyle kendimi yine işsiz kalmış bulunca üçüncü defa İstanbul’a hareket kararını verdim. İstanbul’a vusulümde (vardığımda) Sırp ile muharebe bitmiş fakat Rusya ile de harbin ihtimali katileşmiş bir sıra idi. Nihayet birkaç ay sonra harp başladı. Evvelce bir iki defa müracaat ettiğim halde muvaffak olamadığım gönüllü asker olmak emelime bu kere
19
nail olmuştum. Gönüllü taburlarından birine kayıtla Varna tarafına sevkolundum. Orada vaki harpte taburumuz bozuldu. Efrat başsız ve dağınık vaziyette kaldığından savuşarak yine civarda bir köy imamlığına başvurdum. Mevsim Kasım idi. Köy 15‐20 evden ibaretti. Senevi ücretim 32 kile İstanbul buğdayı olacaktır. Mecmuu (toplamı) 15’i tutan kız ve erkek çocukları toplayıp nisbeten muntazam bir mektepte tedrise koyuldum. Harman mevsimi olan hazirana kadar devam ile 4‐5 çocuğa hatmettirdim. Birkaç tane de hatmetmek üzere idi ki köylülerin tasvibi (uygun görmeleri) veçhile tatil ederek 500 kuruş maaşla aşar kitabetine (vergi memurluğu) gittim. Bu yeni vazifemi bitirmek üzere idim ki o havalide Osmanlı hükümeti inhilal ederek (dağılarak), Rusya Hükümeti muvakkat idareyi (geçici yönetimi) teslim almış idi. Bu sebeple kâtiplik maaşımı alamadan evvel ki köyüme döndüm.
Elimdeki paranın mühim bir kısmını memleketteki borcumuza gönderip malımızı rehinden kurtardım ise de bu defa da parasız kaldım. Bir taraftan da tahsil arzusu fikrimi işgalden hali kalmıyordu. Çare olarak hem temini maişet ve hem tahsilimi ilerletmek sevdasıyle herhangi bir rüştiye mektebi bevvablığına, (hademeliğine) tayinimi buldum ve hemen Maarif Nezaretine müracaat ettim. Bu dileğimde akim (neticesiz) kaldı. Naçar köy imamlığına girmek için İstanbul’dan ayrılarak İzmit’e geçtim. Göynük yakınındaki bir köyde imamlığa başladım. İsmini hatırlamadığım bu köy iyi ve civardaki 5‐6 köye merkez idi. Bu sebeple çevredeki köylerin cemaati namaz kılmaya benim köye gelirlerdi. Yalnız imamlık vazifesindeki iktidarım ve zevki tabiatım onları tatmin ve binaenaleyh memnun bırakacak derecede değildi. Zaten köyün ahvali tahliyesi icabı az zamanda sıtma hastalığına yakalandığımdan artık vazifeye devamım mümkün olamadı. 25 gün sonunda köyü terk ile Ankara yolunu tuttum ve bir yerde dikiş tutturamayarak memlekete kadar kayıp gittim. Eğer yolda soyulmayıp hamil olduğum (taşıdığım) gömlekleri ve sırtımdaki kaputumu gasbettirmeyeydim (elimden aldırmaya idim) oldukça mesudane sıla yapmış olacaktım. Yazık ki bu zayiatım da beni sarstı ve şaşırttı. Telafisi uğrunda Hekimhan’a geldiğimde civardaki Kozdere köyüne uğrayarak orada Baltacıbaşı Yasin Ağa adındaki köylünün çocuklarını okutmak nazarlığına giriştim.
Bu meyanda, Osmanlı ordularının bozulmasından Berlin muahedesinin (anlaşmasının) akdine kadar geçen vakayii (olayları) muntazam bir şekilde evrakı havadiste (gazetelerde) takip ettiğimden bu sayede epeyce Türkçe’de ifadei merama (isteklerini anlatabilme) iktidar kazandım. Tarih 1294‐1878 idi. Ağın Nahiyesinde Tapu Kâtibi bulunan Abdi Efendi adındaki zatın tapu işlerini, tarafından müstahdem hususi bir kâtibe yaptırması benim mümaileyhe (adı geçene) intisabıma (katılmama) vesile oldu. Evvelce ücretsiz, sonraları yüzden ikiyüz elli kuruşa kadar aylık ücretle
20
4 sene bu zatın yanında çalıştım. Abdi Efendi’nin kazancının büyük bir kısmı ihtilaskârane (hırsız gibi) özellikle para aşırmak suretiyle ve na meşru (yasa dışı) olduğuna karşı benimki kanâatkârâne kalmakta devam etti. Çünkü evvel ve ahir emelim bir tek kelimede toplanmıştır: ADALET
Zannederdim ki adaletsizlik yapanlar yalnız bizim köyün zenginleridir. Abdi efendinin yanında iken edindiğim tecrübemle “adaletsizliğin menşei, ferdin kendi zatı olduğu ve buna sebep de cehalet ve müvellidi (doğrucusu) olduğu ahlaksızlık” olduğunu anladım. Görürdüm ki; mesela 100 kuruş harç aldığımız bir adamın tapu ilmühaberine, 6 kuruş harcımutadi (sabit harç), 3 kuruş kağıt bahası, 1 kuruş kâtibiye kaydettiğimize ve evrakta sol tarafında “bundan başka bir nam ile fazla para alınmayacaktır” ibaresi yazılı bulunduğuna karşı köylüler bunun farkında değiller ve olamayarak da bunun 15‐20 mislini ödüyorlardı ki, sırf okuyup yazma bilmemelerinin cezası idi. Diğer taraftan Abdi Efendi ve kafadarları “kavanini devlet (devletin kanunları) tamamen tatbik edilmek lâzım gelse ahali (halk) takat getiremez” diye de ilave ve ilan ederek halkın üzerindeki nüfuzlarını bu batıl dava ile takviyeye çalışırlardı. Yine “Hükümete ne kadar uzak kalınırsa herkesin o nisbette rahat edeceği fikri sakimi taammüm ettiğine (yanlışın kabul görmesine) karşı bunların butlanını (batıl olduğunu) var kuvvetimle iddia ve isbat ettiğim halde ne ağalar ne tabiri aharle mütegallibeler ve ne de bunların omuzdaşları kabul etmediler. Daima ağalara tarafdar yaşıyorlardı. Hayatı içtimaiyyemize pek büyük darbeler indiren bu muhrip (yıkıcı) nazariyeler, mevcudiyetim üzerine aksi tesirler yaptığından, ferdin ne suretle olursa olsun Millet ve Hükümetine hizmet vazifesiyle mükellef bulunduğu kanaatini kaviyyen edinmiştim. İşte Milletimin maneviyatını vikaye ve müdafaa emrinde iki meslekten birini intihaba kendimde vicdani bir mecburiyet duydum: Biri muallimlik, diğeri Dava Vekilliği… Ben Muallim olmuştum. O zaman üçü kız ve ikisi erkek olarak beş evladım vardı. Bunlardan büyük kızımı Hocazademe (hocamın oğluna) tezviç ettiğimden (evlendirdiğimden) ailem altı kişiden ibaret kalmıştı. Kızlarımı kendim hususi şekilde ve iptidai (ilk) tahsili derecesinde okutmuştum. Merhum büyük oğlum Mardin mülki ve Elazığ askeri rüştiyelerinden şahâdetnâme (diploma) aldırmağa muvaffak olmuştum. Bundan bir sene sonra vefat eden oğlum henüz okuma çağına gelmemişti.
Hocazademe verdiğim büyük kızım Ağın’da kız çocuklarını ve esasen (damadım) olup Ağın Rüştisi Muallimi Evveli iken 1326‐1910 tarihinde vefat eden kocası… Yusuf Razi Efendi (de) erkek çocuklarını “ufak bir ücretle” okutup yazdırmağa muvaffak olmuşlardı. Yıl 1310,1311 – 1894,1895. Bu sayede Ağın’da kız çocuklarını da okutup yazdırmak hevesi uyandırılmış oldu. Devren (gezi sırasında) Ağın’a gelen Elazığ Valisi Enis Paşa Damadım Yusuf Razi Efendi’nin bir ahır sekisinden ibaret olan mektebine uğrayıp
21
talebelerini yoklamış, neticede gördüğü istifadeden memnun kaldığını ilan maksadıyla “Oh biraz rahatladım” diyerek ve çocuklara para vererek mükâfatlandırmıştı. İşte Ağın’da yerleşen irfan temeli böyle kurulmuştur.
Elyevm (bugün) 15 Nisan 1927 evlat ve ahfadımla berhayat olan (yaşayan) ailem efradı yirmiye baliğ olmaktadır. Bunlardan üç kızımı da yukarda arzettiğim gibi okutup yazdırmıştım. Ortancası vefat etmiş, büyüğü 10 yıl devam eden hususi ve ücretli tedristen sarfi nazar etmiş, küçüğü ise 17 senelik resmi Muallim olarak Çimişgezek ilk mektebinde ifayi vazife etmektedir(görev yapmaktadır).
Ahfadımdan (torunlarımdan), büyük kızımdan doğan iki oğlan çocuğundan büyüğü olup Elazığ Sultanisi onbirinci sınıfından naklen Muallim mektebi meslek derslerinden mezun olan Ağın İkinci Muallim, Mehmet Necip, Diğer küçüğü Sadettin olup Elazığ Muallim Mektebi son sınıfının güzide (seçkin) talebesinden bulunmaktadır. İşte güddüğüm bütün bir sayü amelim (çalışmam) ailemde bu suretle tecelli etmiştir.
Yukarıdan beri arzedegeldiğim safahatı hayatimde tedriçle (basamak basamak) yükselen bilgimle istihdaf ettiğim (amaç edindiğim) noktai nazarlar:
Servetinden dolayı kimseye imrenmediğim gibi, ciddi ve mesleğine aşık bir muallim için iktisabı servet (çok para ve mal sahibi olmak) bilakis bir rehzen (ilerlemeğe engel) olduğuna kaniim. Böylece maişet (geçim) noktasından hiçbir vakit kendimi bedbaht değil bir taraftan maişete kanaatkâr kalarak, diğer taraftan cinsime (insanlığa, milletime) ve vatanıma hizmetimi kıymetlendirmek emelimi taşıdım. El’an da öyleyim. Zannederim ki bu vazifeyi başarırsam benim için saadet ve cennet kapıları açılacak, sefalet ve cehennem kapıları kapanacak. Ademi muvaffakiyet (başaramamak) halinde ise emir bilakis olacak (işin tersi olacak).
Muallimlik vazifemi yaparken halkın, Hukümet ve kanun hakkındaki efkarını tenvir (düşüncelerini aydınlatmaktan) etmekten geri durmadım. Hatta “12 saatten fazla amelei mükellefe (yol amelesi) sevkolunamaz” maddei kanuniyesini herkese işaa etmekle (açıklamakla) kalmayıp amele sevkine gelmiş olan jandarmaların köyündeki âmâ (kör) bir şahsı dövdüklerini müdafaa ve takbih ettiğimden (kötülediğimden) dolayı Kaza Kaymakamlığınca “bu hareketime siyasi propagandacı şekli verilerek muhakeme altına alındım ise de İstinaf Mahkemesi Heyeti sakalımın aklığına merhameten affetmek lütfünde bulundu:
Müddeti hayatımda kendi sayi mücerret (tek başıma çalışmam) ve içtihadımla (buluşumla) “Arabi, Farisi, Türkçe, Riyaziye (Matematik); Tarih;
22
Coğrafya; Fransızca ve az çok Kimya, Hikmeti Tabiiyye (Fizik), Mantık ve Saire öğrendim:
38 yaşımda ‐Fransızcanın ancak yüksek mekteplere munhasır kaldığı bir devirde‐ Fransızca öğrenmeğe başladım. Bu suretle de pedagoji, moral ve retorik bilgi şubesiyle münasebet tesisine muvaffak oldum. Türkçemizde ve hele hesabı zihni (Zihinden hesap) derslerinde kuvvetli ihtisasım vardır. Elifba meselesini min haysillafız (söz yönünden) ve min haysilhat (yazı yönünden) nazari ve ameli olmak üzere hal ve ıslah etmiş isem de resmen takdire mazhar olamadım.
Şüphesiz çok çalışıp az semere (meyve, verim) elde edebilmekteyim. Çünkü ne fevkalade zekiyim, ne de fevkalade müsait bir bünyeye malikim? Osmanlı İmparatorluğu’nun Rumeli’deki Yanya Vilayetindeki memuriyetim sırasında daülmerak’a iptilam (karasevda, hypocondrie hastalığına tutulmak) hendeseye pek aşırı derecede çalışmış olmaklığımdan ileri geldiğini söylemekliğim kâfidir. Diyarbakır’da İbni Müderris Mektebinde tedrisata başladığım zaman, kendi kendime “150 kuruş maaşlı ve muktedir bir iptidai Muallim olabilirsem bana yetişir” demiştim.
Halbuki işe başladıktan beş ay sonra maaşım 200 kuruşa çıktı. Bugün muntazam tahsil görmüş birçok meslektaşlarım 65 yaşına varır varmaz tekaüde sevkedildiğine karşı benim 75 yaşımda olarak 1500 kuruş maaşla vazifede istihdam edilişim pek büyük muvaffakiyet sayılmağa seza değil midir? Şayet mevkii içtimaimin ve maaşımın yükselmesini arzu etse idim Nahiye Müdürlüğü yaptığım zamana göre Kaymakamlığa terfi ekmekliğim pek kolaydı. Çünkü kanun, iki sene namuskârane Nahiye Müdürlüğü edenleri imtihanla Kaymakamlığa terfi hakkını vermekte idi. Ancak bekâreti ahlakıyemi (bozulmamış ahlakımı) ihlal edecek (bozacak) her guna (türlü) mesleğe heves etmediğimdendir.
Hulasa: İmamsız, camisiz ve mektepsiz olarak halkı maişetten başka kendilerini bir vazife ile mukayyet tanımayan 15‐20 evli bir köyde doğan ve az zaman sonra yetim, öksüz ve sahipsiz kalıp mutlak ve mütevali (aralıksız) mahrumiyetler içinde didinen benliğim için maddi ve manevi neşvünemamı (gelişmemi) hüdailikten (kendi kendine kalmaktan) kurtarmak, namuskarane inkişaf göstererek nefsime, milletime ve aileme hatta hemcinsime (milletime) karşı mükellef bulunduğum vazife ve mesuliyetimi idrak edecek kadar behremendi ulüm ve fünun (ilimden ve fenden faydalanıcı) olmak az muvaffakiyet midir?
Vaktiyle bana şahsın kıymetini ilmi mücerrediyle (soyut bilgileriyle) değil belki amele iktiran eden (işe yaklaşan, iş haline geçen) bilgisi ile ölçülebileceğini irşat eden ve ilim ve terbiyenin temini istikbale (gelecek
23
geçimi sağlamaya) hadim olmaktan ziyade hakiki kıymetini nazarımda belirten ve öylece say ve amele (çalışmaya) sevkeden bulunsaydı ve daha doğrusu ustasız kâr haramdır gibi batıl düsturlar (temelsiz kurallar) ile nefsime itimadımı kıran sadediler (saf insanlar) (basit görüşlüler) olmasaydı belki bu inkişafımın daha kat kat feyizlerini idrake muvaffak olacaktım. Binaenaleyh, bütün genç meslektaşlarıma say ve amele mukarin (çalışma ve iş hayatına uygulanan) bilgi ve karakter sahibi olmalarını tavsiye eder sözlerime son veririm.”
Hocanın Maarif Eminliğine gönderilen fiş suretine göre bildiği diller: Lisanlar Konuşmak Okumak Yazmak Tercüme Arapça 1 10 10 8 Fransızca 6 10 3 7 Farisi 2 9 9 8
Görev Safahatı:
24
Nisan 1931’de vefat eden Öğretmen Abdullah Lütfü Efendi daima Ağın’a ve Ağınlıya hizmeti amaç edinmiş, Ağın’a müspet ilmi ve müspet düşünceyi getirmiş; son nefesine kadar köksüz inançlarla, haksızlıklarla, kötülüklerle durmadan savaşmış; 79 yaşına kadar halkın yararına faziletli çalışmanın çok parlak örneklerini vermiş;
Yaşadığı toplum içinde kişisel çıkarları yüzünden hiç kimseyi en ufak bir şekilde incitmemiş, ömrü boyunca manen ve maddeten etrafına yararlı olmak gayret ve himmeti ile yaşamış örnek bir insandı.
Abdullah Lütfü Efendinin Ödül Töreni
(1927 ve 1929) yıllarında T.C.Hükümetinin Milli Eğitim Bakanlığı, bütün öğretmenleri içinde üç öğretmene fazilet mükâfatı adı ile bir ödül vermişti. Bu üç öğretmenin biri Abdullah Lütfü Efendi idi. Demek oluyor ki, O’nu beğenmek istemeyenler ne derlerse desinler, o kendi sosyal kişiliğinin yüksek değerini zamanın Milli Eğitim Bakanlığına böylece tescil ettirmişti.”
ALFABESİ
Nuri Onat’ın Kaleminden34
“Abdullah Lütfü Bey’in basılı bir yapıtı yoktur. Ama notlarıyla anıları incelendiğinde çok çarpıcı, ilginç görüşleriyle karşılaşıyoruz. Görüşleri içinde
34 Nuri Onat, Ağın Dergisi, 1994‐1995
25
en ilginç olanlarından biri de alfabesidir. Bu alfabe de basılmamıştır. Ama uygulamaya konmuş, denenmiştir. Harf devriminin olgunlaşmasını geniş ölçüde etkilemiştir. Bunu, o zamanki gazete ve dergilerde çıkan yazılarla Peyami Safa’nın yayınladığı “Türk İnkılâbına Bakışlar” adlı kitaptan öğreniyoruz.
Şu bir gerçek ki, Abdullah Lutfi Bey’in zamanında birçok alfabe yazılmıştır. Ama, bunlardan hiç biri, onun görüşü ile bağdaşmamıştır. Bu karşıtlığın nedeni, Abdullah Lutfi Bey’in alfabesinin sesçil olmasıdır. O zamana kadar kimse bunu düşünmemiştir.
Abdullah Lütfi Bey’in alfabesine geçmeden önce, 1928 harf devrimine uygulanan alfabe eğitimi ve Arap harfleri üzerinde biraz durmayı zorunlu görüyoruz. Bu yapılmadan, Abdullah Lutfi Bey’in alfabesinin niteliği ve değeri kavranamaz
Eski alfabede ikisi işaretli, ikisi de işaretsiz, hepsi de “a” veren dört harf vardı. Bununla birlikte, bu harflerden kimileri yerine göre “e” ve “ı” seside verirlerdi. Bunlar, kökenlerine göre, ayrı dillerden gelen sözcüklerde kullanılırdı. Bu büyük bir sorundu. Yabancı dillerdeki “a”nın hangi “a” ile yazılacağını bilmek çok büyük bir beceri sayılırdı. Şunu da söyleyelim ki, o harflerle okuma yazma öğrendiklerini sananlar, en yüksek eğitim kurumunu bitirseler bile, hem okumada, hem yazmada, yanlış yapmaktan kurtulamazlardı.
Eski alfabedeki iki “t” bulunuyordu. “tatlı” yazdığınızda, birinci başka ikinci “t” başka harfla yazılıyordu. Bu “t” ler ses bakımından aynı oldukları halde, biçim olarak birbirine benzemezdi. Kökeni ve bütün çekimleri Türkçe olan bu “tatlı” sözcüğü nasıl yazılacaktı.
O alfabede “h” sesi veren iki harf vardı. Hasırdaki “h” ile havadaki “h” ayrı biçimdeydi. Hamza ile Hamit yazarken de böyle zorlukla karşılaşırdınız. En yüksek düzeyde bilginiz olsa bile, bu iki “h” yi yerlerinde kullanmazsanız, büyük yanlış yapmış olurdunuz.
Eski alfabede “s” sesi veren üç harf bulunuyordu. “sarı” ile “sari”nin başlarındaki “s”ler biçim bakımından birbirine benzemezdi. Üçüncü “s” ise, ikisine de benzemezdi. Buna peltek “s” denirdi. Bu “s” de yabancı kökenli sözcüklerde kullanılırdı., şimdiki “s” ile gene şimdiki “t” arası bir ses verirdi.
Daha bitmedi. O alfabede dört “z” harfi bulunuyordu. Zalim ile “zarp” ayrı harflerle yazılırdı. “zeki” ile “zavallı” da ayrı harflerle yazılırdı.
O alfabede hem harflerin sayısı artıyor, hem biçimleri değişiyordu. Bu yüzden de tam bir kargaşa egemendi. Söylenen sözcüğü hangi harflerle
26
yazacağınızı şaşırırdınız. Yalnız şaşırmak değil, ayrımında olmadan başka anlamdaki bir sözcük çıkardı ortaya.
Abdullah Lütfi Bey, öğretmenlik yaptığı sürece bu kurallara uymuştur. Ama bir yandan da bir kuyumcu titizliği ile yapıtını işlemiş, alfabesini olgunlaştırmıştır. Bu uğurda ömür tüketmiştir.
Sözünü ettiğimiz harfler, Arapçadan ve Farsçadan gelmiştir. Bu arada Batı dillerinden alınanlar da vardı. Hele Batı dillerinden gelen sözcükleri yazmak tümden bir sorundu. Örneğin, Latin kaynaklı sözcükler için kullanılan harflerin bize göre bir dizgesi yoktu ki onlara uyalım. Arapçadan ve Farsçadan gelen sözcüklerin okundukları gibi yazılması gerekiyordu. Ama, biz ne Araptık ne de Fars. Kaldı ki, o harflerin okunuşları, ne denli zorlansak da gırtlağımıza uymuyordu. Örneğin, o harflerin ayrı ayrı okunuşları, sesleri vardı. Bu sesler, kökenlere göre doğruydu. Ama ses bilimimize giremezdi. Aydınımıza yabancıydı, hele halkımıza büsbütün gülünç geliyordu. O sesleri çıkarmadan da, o harflerle sözcüklerin yazılması çok zordu. Bu nedenle, anlamlarıyla, yazılmalarıyla ezberlemek gerekiyordu.
Bu çıkmazdan kurtulmanın iki yolu vardı; ya alfabedeki her ses için bir harf kullanılacaktı, ya da yabancı sözcüklerden vazgeçilecekti. Böylece Türk diline dönülmesi sağlanacaktı.
Abdullah Lütfi Bey, amacının açıkladığı nitelikli bir alfabe geliştirmiştir. Hem de 30 yıllık denemeleri sonunda. Bu alfabe taslağı Meşrutiyet döneminde Maarif Nezaretin’e verilmiş ve orada kalmıştır. Ne geri gönderilmiş, ne de uygulamaya konmuştur. Geri gönderilmemiştir, çünkü Abdullah Lütfi Bey, Arapça ya da Farsça olsun, batı dillerinden olsun, dört “a” yerine bir “a”, iki “h” yerine bir “h”, iki “n” yerine bir “n”, üç “s” yerine bir “s”, iki “t” yerine bir “t”, dört “z” yerine de bir “z” kullanmaktadır.
Abdullah Lütfi Bey, ömrünün en verimli yıllarını okuyup yazmayı kolaylaştıran, ulusal bütünleşmeye olanak sağlayan bir alfabenin peşinde koşarak harcamıştır. Bu nedenle de, yerli yazarların bütün alfabelerini incelemiş, gerekli eleştirilerini yapmıştır. “Ben, Cevdet Paşa ve Selim Sabit Efendi merhumların yapıtlarındaki giriş bölümlerinden yararlandım. Bununla birlikte, Beşiktaş’taki Mekteb‐i Hamidi Müdürü Şakir Paşa ile, Diyarbakırlı Memduh Bey’den esinlendim. Yabancı kaynak olarak yararlandığım biricik yapıt, Fransızca bir alfabedir” diyor notunun bir yerinde.
Görüldüğü gibi, Abdullah Lütfi Bey, başka alanlarda olduğu gibi, alfabe konusunda da bir kopyacı değil, gerçek bir araştırıcıdır. O, sürekli olarak en iyiyi bulma çabası içindedir. Ama, yapıtını onlarınkine uydurmaya çalışmamıştır. Bunu yaparken de, hep kendi yapıtının içeriğine ve özüne
27
bakmıştır. Çünkü sözü geçenlerin hepsi de, alfabe öğretiminde harflerden yola çıkmışlardır. Bunların dışındakileriniyse hiç değerli bulmamıştır. Bu konuda da şöyle demektedir: “Gerek şimdiye kadar yazılan alfabeleri, gerekse basındaki tartışmaların hepsini gözden geçirdim. Bunlar içinde kişisel denemeden geçmiş olanına rastladım.”
Abdullah Lütfi Bey, bu sözleriyle eğitim yönünden çok önemli bir konuya değinmiştir. Bu konu “denemeden geçmiş bir yapıt”tır. Gerçekten de bir alfabenin değeri, uzun süre denemelerden, uygulamalardan geçtikten sonra ortaya çıkabilir. Onun, okuyup‐yazmaya ve eğitim sürecine ne ölçüde etkili olduğu, ancak nesnel değerlendirmeler sonucunda anlaşılabilir. Hocamız da bunu yapmıştır. Otuz yıllık sürede denemeler yapmış, bu denemeler sürecinde gerekli değişiklikleri yaparak yapıtının olgunlaşmasını sağlamıştır. İşte hoca, bu başarıya ulaşmıştır. Abdullah Lütfi Bey, bu deneylerden sonra gerekçesiyle birlikte yetkili makamlara sunmuştur. Bu irade gücü, dönemsel değerlendirme anlayışı, ancak ve ancak bir bilim adamında bulunabilir. Bu bilimsel izleyiş, adım adım gerçeğe yaklaşış, sıradan bir kişinin, bir yenilik heveslisinin yapabileceği iş değildir.
Yapıtının en iyi biçimde hazırlandığına inanmaktadır. Abdullah Lütfi Bey “Mülga Maarif Nezaretinde saklanan alfabem üzerinde durulacak olursa, durum açıklığa kavuşacaktır. Buna göre de nasıl bir alfabe eğitim ve öğretiminin saptanacağı ortaya çıkacaktır. Bunu da gelecek kuşaklara bırakıyorum” diyerek bir bilim adamı ağırbaşlılığı ve sabrı ile yarınlara umutla bakmaktadır. Kendisinin yapamadıklarını başkalarının yapabilecekleri güvencesiyle teselli bulmaktadır.
Abdullah Lütfi Bey, hiçbir zaman aşağılık duygusuna kapılmamıştır. Ama, kendisini küçük görenleri bağışlamamıştır. Notunun bir yerinde şöyle diyor: “ben, kendi kendini yetiştiren bir kişi olduğum için, Nezaret alfabemi kabul etmemektedir. Bunu onuruma yedirememekteyim.” (Maarif Nezaretine 1904 yılındaki başvurusu “Ağın Mektebi Rüştiyesi muallimlerinden Abdullah Lütfü Efendinin tertip ettiği elifba risalesinin kıymet ve tertibi itibariyle basılmasına ruhsat verilmemesi.”35 Hocanın konuyu ısrarla gündemde tutması sonucunda 1908 yılında Ek2 olarak sunulan belgeden görüleceği gibi “Ağın Rüştiye Mektebi muallimli Abdullah Lütfü Efendinin yazdığı elifba risalesinin izinsiz olarak basılabileceği cevabını almıştır.”36)
Evet, o kelli‐felli adamlar, paytonlarına kurularak İstanbul sokaklarını dolaşan o cici beyler, hiçbir eğitim kurumundan çıkışlı olmayan bir kişiden
35 BOA., 1010/16, ŞD., 08.04.1904, 36 BOA, 1086/69, MF‐MKT, 14.12.1098
28
olgun yapıt beklemezler. Açıkçası onu kıskanmaktadırlar. Ya da Abdullah Lütfi Bey’i anlayamamaktadırlar. Anlayamadıkları için de kuyuya taş atmak istemiyorlardı.
Abdullah Lütfi Bey’in alfabesi, Maarif Nezareti zamanında ele alınmadığı gibi Cumhuriyet döneminde de gereken ilgiyi görmemiştir. Bunun iki nedeni olsa gerek: Bunlardan biri, Cumhuriyetin ilk yıllarında bir otodidaktın (diplomasız; alaylı) üstün değerde bir yapıt veremeyeceğine inanılmasıdır. Öteki neden ise, alfabenin o günün görüşüne uymamasıdır. Çünkü her iki dönemde de alfabe öğretimi harf öğretmeye dayanıyordu, okullarımızda. Oysa Abdullah Lütfi beyin alfabesindeki yöntem, bunu tersi olan tümce yöntemiydi. Kim bilir, belki de Türk eğitiminin tersine döneceğinden korkuluyordu. Çünkü bu alfabe, alışılmamışı getiriyordu. Bu önyargı saplantıları, 1928 yılına değin sürdü. Ne var ki, yeni atılım, kendilerininkini değil, Abdullah Lütfi’ninkini destekliyordu.
Abdullah Lütfi Beyin alfabesinin en ilginç yanı, sesçil olmasıydı. Şimdiye değin hiç kimse bu konuya değinmemişti. Yani bu alfabe fonetikti. O alfabeye göre sözcükler, söylendikleri gibi yazılacaktı. Karşıtları işte buna yanaşmıyorlardı. Nasıl olur da altı yüzyıllık bir alışkanlık birden tepetaklak edilebilirdi… Bir şey daha var: Nasıl olur da Osmanlıcaya katkıda bulunmuş ulusların ya da toplulukların sözcükleri, yazılış biçimleri değiştirilerek, onlara saygısızlık edilebilirdi. Bu görüş, düpedüz kültürel bağımlılık değil de nedir?
Örneğin, Abdullah Lütfi Beyin alfabesi Maarif Nezaretine verildiği zaman benimsenseydi, sanırız ki Cumhuriyet dönemine %8’lik okur‐yazar oranıyla girmezdik. Belki bu oranı daha yükseklerde %15‐20’lerde bulurduk.
Peyami Safa, “Türk İnkılabına Bakışlar” adlı yapıtının 46, 47, ve 48.sayfalarında şunları yazıyor: “Birinci derecede, yerli konular arasında bir de alfabe tartışması vardır. Düşün adamlarının çoğu, geri kalmamızın büyük nedenlerinden birini alfabemizin noksanlarında görüyorlar. Birkaç partiye ayrıldılar; Hüseyin Cahit (Yalçın) gibi doğrudan doğruya Latin harflerinin alınmasını isteyenler. Ordu alfabesi vs. gibi yeni biçimler bulmaya girişenler ve Arap harflerinin değiştirilmesinden ileri gitmeyenle vardı. Ne var ki, bunların hepsi, alfabe konusu çözülmedikçe, bizim için öz ve tez bir ilerlemenin olanaksızlığında birleşiyorlardı. Azınlık okullarında bilim üretmek için kullanılan zaman, bizim okullarımızda okuma öğrenmek için geçiriliyordu.
Peyami Safa, sözünü sürdürüyor: “Bu alfabe tartışması, harflerin değiştirilmesi ve ıslahına değil, uygulamada tam bir kargaşaya gidiyordu. Alfabe öğretmenleri, kendilerine göre işaret, harfler bularak öğrenciye öğretmeye başlamışlardı. Keban Rüşdiye Öğretmeni Abdullah, İçtihat
29
Dergisi’ne uzun bir telgraf çekiyor “Eski yöntemi koruyarak Osmanlı alfabesinin biçimini buldum ve buna göre binlerce çocuğa kısa süre okuma‐yazmayı öğretmeyi başardım” diyordu. Keban kaymakamı Şükrü Bey de Abdullah Lütfi’nin hazırladığı alfabenin pek gelişmiş olduğunu yazıyordu.
Peyami Safa’nın anıları daha bitmedi. İçtihad Derginin “Haftaname” başlıklı yazısında, “Büyük kardeşim İlhami Safa, Server Bedi imzasıyla bu telgraftan sözederek şu satırları yazıyordu: “Biz, Abdullah Efendinin çalışmasına çok önem veriyoruz. Fakat görüşümüze göre, Osmanlı alfabesinin ıslahı olanağı yoktur. Bizce, Latin harflerinin kabulü uygundur. Gerçekte bu, birdenbire, olanaksız, uygulama dışı gibi görülebilir. Ama, bugün uygulamaya yetersiz olmasıyla yarın böyle kalacağı bilinemez. Bugün Abdullah Efendi gibi Osmanlı alfabesini ıslaha çalışan, sonuçta başka bir biçime koyan çok kişi var. Bizim görüşümüze göre, ıslah edildiği söylenen Osmanlı alfabesinin yeni biçimleri başarısızlığa uğrayacak ve bir gün gereksinme ve sorumluluk, şimdi uygulamaya yetmez görünen Latin harflerini bize kabul ettirecek.”
Peyami Safanın büyük kardeşi İlhami Safa’nın bu yazısı, İçtihad Dergisinin 5.XII.1913 günlü sayısında yayımlanmıştır. Bu duruma göre, alfabe konusundaki tartışmalar, XIX.Yüzyıl sonlarında başlamıştır. Ne var ki, bu tartışmalarda hep biçim üzerinde durulmuştur. Hiçbir yazar, öğrenme kuramı üzerinde durmamıştır. Bu da, tartışmacıların öğrenme kuramını bilmediklerinin açık kanıtıdır. Ama, tartışmalara rahatça katılmakta, bilimsel olmayan ne kadar görüş varsa, gene hepsini rahatça ortaya dökmektedirler. Abdullah Lütfi Bey, elbette ki, bunlardan değildir. O, savını bilimsel verilere dayandırmakta, böylece yalnız kalmaktadır. Abdullah Lütfi Bey’i yükselten de bu olsa gerektir (Bütüncü görüş –geştalt psikolojisi).
Abdullah Lütfi Beyin sözünü ettiği alfabelerden hiçbirisi elimizde olmadığından, yapıtlarla yazarları ile ilgili bir açıklama ya da yorumda bulunamıyoruz. Yalnız şunu söyleyebiliriz: biz de ilkokula o harflerle başladık. Otuz üç harf, birbirine benzeyenleri de var. Bunları ezberledik. İçtenlikle söylemeliyim ki, on üç yıllık öğrenim yaşamımda hiçbir konuda o kadar zorluk çekmemiştim. O kadar zor, sıkıcı ve çekilmez olanını görmedim…
Hüseyin Cahit Yalçın’la Satı Bey’in bu konuda bir açıklık getirmemelerini yadırgıyoruz. Çünkü, birincisi Batı kültürünü benimseyen bir kişiydi. İkincisi ise, kendisini tek yetkili eğitimci biliyordu. Abdullah Lütfi Bey’i doruğa çıkaran bunlardı, bizce. Birincisi, Latin harflerini olduğu gibi almamızı salık verir, ikincisi ise, alfabenin gelişmeye engel olmadığını söylemek aymazlığında bulunur. İkisi de biçimcidir; ikisi de alfabe öğretimine yanaşmaz. Bunlar, kalburüstü bir yazarla, kalburüstü bir eğitimcidir.
30
Yukarıda, “Abdullah Lütfi Beyin sözünü ettiği alfabelerden hiç birisi elimizde bulunmadığından, o yapıtlar ve yazarlarıyla ilgili bir yargıda bulunamıyoruz.” Demiştik. Ancak, 1936 programına kadarki alfabe eğitimini bildiğimiz için, onların da öğrenme ve öğretme yöntemlerinin o programın biraz daha gerisinde olduğu kanısına varabiliriz. Örneğin, Satı Bey, konunun üzerine eğilmeden biçim üzerinde durarak Japonları örnek gösterebiliyor. Oysa, Japonların alfabesi ulusaldı, onların sesbilimine uygundu. Bizde ise, durum bunun tümden tersiydi.
Eğitbilimin kapsamının, öğrenme kuramlarının net olarak bilinmediği bir dönemde, eğitim tartışmalarının verimsiz kalacağı kuşkusuzdur. Bu bakımdan Satı Bey, dışındaki iyi niyetli tartışmacıların tutum ve davranışları bağışlanabilir. Çünkü önlerinde örnek bulunmasa bile, bir gereksinimin acısını çekiyorlardı. Kaldı ki bunların hepsi eğitbilim yetişmesi (pedagojik formasyonu olan) kişiler değillerdi. Abdullah Lütfi Bey, elbette ki bu kadronun dışında kalmaktadır. O, hiçbir zaman biçimci olmamış, bütün çabalarında konunun özüne inmiştir, onun alfabesi, bütün yönleriyle öğrenme kurallarına tıpatıp uygundur. Onun önerdiği alfabe öğretimine ancak 1936 yılında geçilebilmiştir.
Dengesizlik, tahtasızlık daha bilmem neler… her yenilikçiye reva görülen niteliklerdir. Abdullah Lütfi Bey, bu durumdakilerin en belirginidir. “şaşılacak şeydir ki, yenilik düşmanlarının saldırılarına en çok da Meşrutiyet’ten sonra uğradım. Uygarca yarışma ortamına girememiş olan bir toplum için saldırılar doğal ise de, delibaşından sopa yiyenlerin, kalpaklı görünce korkmaları gereğince bir kez gözüm yılmış olduğundan, yapıtımın korunması dileğiyle, son olarak alfabenin değerlendirilmesi için, aşağıdaki açıklamanın yapılması zorunlu görülmüştür” diyor, Maarif. Maarif Nezaretine yazdığı dilekçede.
Abdullah Lütfi Beyin alfabesi, bir ara ortalığın iyice karışmasına neden olmuştur. Böylece, kendisi de bütün şimşekleri üzerine çekmiştir. Saldırılar, hem çevreden, hem resmi makamlardan gelmiştir. Şöyle diyor Nezaret’e yazdığı dilekçe‐gerekçenin bir yerinde: “Alfabe işi uğrunda yaşlandığım halde, kimi düzeltmeleri yapamayışımın nedeni, yapıtımın basılıp kamuoyuna sunulmamış olmasıdır. Bir neden de, bu alfabenin denemeye konulunca karşılaşılan güçlüklerdir. Çünkü, çocuk velileri Fransızca öğretim yaptığımı, milli eğitimciler de, programa uymadığımı söylüyorlar, beni suçlamaya yöneliyorlar. Şimdi de bu durumdayım.”
Ne dolambaçlı bir çıkmazdır, bu… Kimisi suçlar, kimisi alay eder, kimisi de işi övgüye kadar vardırır. Ama, olsun, ne çıkar. Geri toplumun aydın kişisi olmak kolay mı? Hem Abdullah Lütfi Bey, ilişkilerinin görkemli parıltısına bu
31
ortamda ulaşacaktır. Gerçek bu, kendi isteği değildir. Olaylar, kendisini doruklara itmektedir.
Alfabesinin kabul edilmemesinden dolayı öfkelidir. Bu konudaki eleştirilerini en yüksek makamlara ulaştırmaktan sakınmaz. O, bir ülkü adamıdır, engelleri birer birer aşmasını bilir. Açık konuşur: “İlk sunduğum alfabe değilse, iyi niyetimin ürünü sayılsın. Korunma olanağına kavuşsaydım, elbette ki şimdiye değin duru ve düzeltmeyi gerektirmeyen birkaç yapıt meydana getirmiş olacaktım” der, dilekçenin gerekçenin bir yerinde.
Bu yakınmalar, yalvarma anlamına alınmamalıdır. Çünkü o, ömrü boyunca hiç kimseye yalvarmamıştır. Yalvaranlardan da hoşlanmamıştır. Abdullah Lütfi Bey, kendi görüşünde olmayanları hoşgörü ile karşılardı. Ama, nesnelliğe, tutarlılığına inandığı görüşlerden de ödün vermezdi. Bu tutumu, kişiliğinin en belirgin özelliklerinden biridir. Dilekçesinde aşağıdan alarak sözü, “Siz, gelişme yolumu tıkıyorsunuz, arabamın tekerine çomak sokuyorsunuz” demeye getiriyor. Sonra da iyi ders veriyor Nezaret’e: “Bir alfabenin değeri, okuyup yazmadaki ivinti (sür’at) ile ölçülmez. Okuma yazmada en önemli konu, gelişmeye, eğiticiliğe olan etkidir. Zaman üçüncü derecede düşünülecek şeydir. Alfabede mantıksal ve eğiticilik aranmalıdır. Bunlar uygun olursa, anadillerinin işitselliği gibi görselliğini de öğrenebilirler. Zaman, önce öğrenim koşullarına bağlıdır. Bunu tamamlayacak olan da, iyi niyet ve sabırdır” yargısını ileri sürüyor.
“Hiç unutmam, 1928 harf devrimi dolayısıyla Ağın Hükümet Konağı önünde bir tören yapılıyordu. O törende Hoca şöyle konuşuyordu: yarı ömrümü verdiğim alfabem kabul edilmedi. Ama, şimdi görüyorum ki, benimkine yakın bir alfabe bulunmuştur. Bu girişimi yürekten alkışlıyorum. Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitimi, yaşasın bu işi başaranlar…”
4.3. Ömer Lütfi Yücel
Hüseyin Kabasakal’ın kaleminden;
“Ağın’ın yakınlarında, bugün harabeleri bulunan Çarıkkol adında bir köy bulunurdu. Ekonomik şartların değişmesi sonucu bu köyün halkı Ağın’a taşınarak yerleştiler. Çarıkkollulardan Yusuf Ağa, Ömer Lütfü Bey’in babası idi. Ömer Lütfi 1298 (1882) yılında Ağın’da doğdu. İlk okulu Ağın’da, ortaokulu İstanbul’da, Liseyi Trabzon Lisesi’nde parasız yatılı okudu. Cağaloğlu’nda, Türbe bitişiğindeki binada açılan Darülfünun (Üniversite)
32
Edebiyat Fakültesini bitirdi. Darüşşafaka’da bir müddet öğretmenlik yaptı. Oradan Elazığ’da açılan Darülmuallimin (Öğretmen okulu) Müdürlüğü’ne tayin edildi. Genç müdür bilgili ve çalışkandı. Fakir ve kimsesiz bir yurt köşesinin çocuğu idi. Kendi yetişme safhalarının mahrumiyetleri, ümitsiz çırpınmaları, hayal kırıklıkları, moral çöküntüleri ile o makama erişmiş, bu acı mücadelenin verdiği şuurla yüzünü Ağın’a çevirmiştir. O zaman Ağın’da bir “Rüştiye Mektebi” vardı ve bu okulda okuyan, bitiren fakirlik, kimsesizlik yüzünden yükselme sınırları biten yüzlerce ateşli, zeki genç çocuk… İşte Ömer Lütfi Bey şefkatli ellerini uzatarak bu çocukları Öğretmen Okuluna aldı. Öyle ki, Elazığ Öğretmen Okulunun %80 öğrencisi Ağınlılardan ibaretti. Başarı ile Öğretmen okulunu bitiren genç öğretmenler ümit ve aşkla görevlerine dağıldılar. Fakat; I.Dünya Savaşı’nın alevli kasırgası başta Ömer Lütfi olmak üzere, Ağınlı genç öğretmenleri kızgın dalgaları arasında eritti. Ömer Lütfi Bey ve onun yetiştirdiği kuşaktan Harbin sonunda sağ kalanlar, tifüs salgınında hastalanıp cephelere sevkedilemeyenler ve hastalığı atlatabilenlerdi –ki sayıları 4‐5’i geçmez‐ gerisi hep şehit veya kayıptır.
Ömer Lütfi’nin hastalığı uzun sürmüştü. I.Dünya Harbi sonrasının siyasi ve iktisadi krizinden o da müteessir olmuştu. Düştüğü perişan durumdan kurtulmak için hasta halinde, görev istedi. Diyarbakır Öğretmen Okulu Müdürlüğü’ne atandı. Diyarbakır’da çok kalmadan Niğde Öğretmen Okulu Müdürlüğü’ne atandı. Oradan da Kütahya Öğretmen Okulu’na atandı. Fakat Yunan ordularının ileri hareketleri Kütahya’yı tehdide başladı. (Kütahya Müdafaayı Hukuk Reisi) Çerkez Ethem çok saygı gösterdiği Ömer Lütfi Bey ve eşini bizzat Ankara’ya getirdi. Atatürk tarafından kabul edildi. İsteği üzerine Tokat Öğretmen Okulu Müdürlüğüne atandı. Cumhuriyetin ilanı sırasında Tokat Öğretmen Okulu lağvedildi. Şebinkarahisar Ortaokulu ve Milli Eğitim Müdürlüğüne tayin edildi. Burada yapılması gerekli çok iş vardı. Harp süresince nüfuz, menfaat, taraf tutma şebekesi mahalli eğitim teşkilatını felce uğratmıştı. Bu aksaklıkları düzeltmeye kalkıştı. Kösteklendi. Bir bilim ve eğitim adamı olan Ömer Lütfi Bey şebekenin yöneticileriyle mücadeleye girişmedi. Ankara’ya gelerek Milli Savuma Bakanlığı Eğitim hizmetine girdi. Önce Halıcıoğlu, sonra Maltepe Askeri Lisesi tedrisat müdürlüğüne tayin edildi. Ömer Lütfi Yücel’in askeri okullardaki eğitim faaliyetleri çok verimli ve başarılı olmuştur. Öyle ki yalnız koordinasyon alanında kalmamış, plan ve programların hazırlanması, tetkiki ve kontrolünde adeta mevzuun içinde bulunmuştur.
Ömer Lütfi Bey, üstün nitelikli bir eğitimci idi. Meslek hayatında daime idareci, önder mevkilerin de bulundu. Eğitim problemlerini usta bir matematikçi sabır ve maharetiyle, yanlışsız sonuçlara ulaştırmıştır. Bu sebeple gerek Milli Eğitim gerekse Milli Savunma bünyesinde, zamanın tanınmış eğitim ve öğretimcilerinin başında yerini almıştır. Muhtelif eğitim
33
kongrelerine temsilci olarak katılmış ve daima aktif esaslar ve yönler göstermiştir. Tarih, Coğrafya üzerine ihtisas yapmış olmasına rağmen, çok bilgili kültürlü ve zeki bir insan oluşu sayesinde öğretimin her kolunda, yeri geldikçe bir mücahit gibi öne atılırdı. Askeri lisede çoğu öğretmenler yaşlı idiler. Bilhassa sonbahar ve kış aylarında İstanbul’un rutubetli havası ile hastalanır derslere gelmezlerdi. O zaman öğretmensiz kalmış sınıfın kapısının açıldığı, Ömer Lütfi Beyin derse girdiği görülürdü. Güler yüzle öğrencileri selamlar, mevcut pusulasını imzalar, faraza ders felsefe ise, sorardı “Hoca son olarak hangi konuyu vermişti” aldığı cevap üzerinde hiç düşünmeden ve sanki geçen dersi o vermiş gibi, kalınılan yerden başlar ve mükemmelce o dersi anlatırdı. Bu hale Tarih, Coğrafya, Fransızca, Matematik vesaire derslerde de aynı şekilde şahit olurduk.
Çalışkan bir insandı. Hareketli, sportmen, çalışkan öğrencileri çok severdi. Gayrısına yüz vermez, hele bazılarıyla “Muhallebi çocuğu, nane molla, hanım evladı” gibi takılmalarla alay ederdi.
Güzel konuştuğu gibi, güzel de yazardı. (O yıllarda Maltepe Askeri Lisesi Dergisinde yazdığı yazı Ek3 dir. Omay) Yıllık askeri lise albümlerinde nefis yazıları vardı. Kütahya gazetesinde vesair dergilerde çıkan yazıları ile o başarılı bir yazardı. Ancak kendini ilgilendiren cephesinde çok derbeder ve müstağni (gönlü tok) bir insan olduğu için, onları saklamamıştır sanırım. Zira bu yazının hazırlanmasında temel taş olsun diye bu konuyu eşi Seniye Hanıma yazdığım isteklere olumlu bir cevap alamadım. O şan, şeref, makam hırsı gibi dünyevi payelerle daima alay etmiş ve istiğna göstermiştir (hevesli olmamıştır).
İzmir işgal edilmiş, milli mücadele hazırlıkları ve karşılıklı küçük ölçüde savaşlar olmaktadır. Yurt ufuklarında tek parolanın aydınlığı görülmekte, “Ya İstiklal Ya Ölüm!...”
İstanbul basınından çatlak sesler duyulmaktadır. Kütahya’da bir milliyetçi gazetenin Türklük ve Milliyet duygularını haykırdığı görülür. Bu gazetenin kurucu ve idarecisi Ömer Lütfi Bey’di. Ateşli, ışıklı, teşci (cesaretlendirici) yazılar yazıyor; Türkün, Türklüğün hiçbir saldırı ile yıkılmayacağını, milli vakar ve gururun, istilacı orduların topu, tüfeği ile yıkılamayacağını Türk’ün bu yolda seve seve akıtacağı kanların köpükleri önünde haksız işgalcilerin bir paçavra gibi sürükleneceklerini, İstiklal güneşinin daima ufkumuzda parlayacağını gür ve erkek bir sesle haykırıyordu.
Bu temayı işleyen yazıları milli mücadele ruhunun yurt sathında yayılmasında ve güçlenmesinde çok etkili olmuştur.
34
Bu yazılar Atatürk tarafından da takdir edilmiştir. Nitekim, Kütahya’nın Yunanlılarca işgali belirtileri üzerine Ankara’ya geldiğinde Atatürk tarafından kabul edilerek iltifat görüyor, cazip mevki ve makamlar teklif ediliyor. Atatürk; “Kütahya gazetesindeki yazılarınız bizim için çok değerli manevi desteğimiz oldu. Yazılarınıza burada da devam edersiniz. Milletin bunlara ihtiyacı var” diyor. İşte Ömer Lütfi Bey, yukarıda belirttiğimiz o garip istiğnası, makam ve mertebeye gösterdiği ilgisizliğiyle bu iltifat ve tekliflere yalnız teşekkür ederek çok sevdiği “Maarif”ine ve çocuklarına kavuşmak üzere Tokat’a tayinini istiyor.
Yurdun en kritik dönemlerinde hizmete girmiş, her şeye sıfırdan başlamış, kaba kuvvetlerle devamlı uğraşmış ve çarpışmıştır. Görevlerini tam yapmış insanların huzuru için emekli olmuştur. Kurduğu eğitim düzeni ve disiplini sayesinde memleketin kaderine yön veren birçok büyük insan yetiştirmiştir.
Gene onun rasyonel çalışmaları, verdiği olumlu yön etkisinde ve onun zamanında Maltepe Askeri Lisesi’nden üstün başarılı öğrenciler yetişmiş ve diğer askeri liselerine nisbetle fazla sayıda öğrenci Avrupa’da Mühendislik tahsiline gidebilmiştir.
Ömer Lütfi Bey’in bence hepsi de kıymetli olan hizmetlerinden en önemlisi, Ağın’a ve Ağınlılara olanıdır. Onun yurt hizmetine atıldığı çağın Ağın’ı yazımızda çizdiğimiz tablodaki gibidir.
Kendi kaderinin aşılmaz duvarları içine gömülü gelirsiz, hamisiz, fakir perişan, cahil Ağın… Bir medrese ve bir ilkokul… Buralardan yetişenler de dalından düşen bir meyve gibi yerinde kalmaktadır. Gerici, kaderci, tutucu bir mistisizm içinde bocalayan, şehitler yurdu, yaşlıları, kadınları ve çocukları ile kaderine küskün zavallı Ağın…
İşte Ömer Lütfi Bey o Ağın’a geliyor; ihtiyar dedelerle, dul analarla konuşuyor… Öğretmenliğin anlamını, değerini, kurtuluşlarının bu yönde olacağını anlatıyor, inandırıyor ve beraberinde kalabalık bir öğrenci kafilesi ile Elazığ’a dönüyor. Bu başlangıç çok verimli ve uyandırıcı olmuş ve devam etmiştir. Bugünkü Ağınlıların okuma nisbetindeki yüksel üstünlük o başlangıcın nurundan gelir.
Bu kısma ait söylediklerimi özetlersem; Ömer Lütfi Bey, köy mistisizminin tutucu pençesi altında uyuyan topraklı, taşlı bir cevheri aldı işledi. Ona değer ve ışık kazandırdı. Bugün yurdun her tarafında her mevki ve makamda görev yerleri işgal ediyorsak, kendimize medeni ortamda bir hiza göstergesi çizebilmişsek, bunun Ömer Lütfi Bey’in Ağın’a uzattığı eliyle
35
serptiği tohumların yeşertisinin bir devamı olduğunu bilhassa belirtmek gerekir.
Ömer Lütfi Bey unutulmuşsa, bugünkü gençlik tanımıyorsa bunun günahı bizim, daha çok bizden önceki kuşağındır. Uzun bir ömür dolduran talihsiz ve yorucu bir mücadelenin öldüremediği bu kıymetli varlığımızı, kadir ve kıymet bilmezliğimizle öldürmeyelim ve layık olduğu şekilde yaşatalım.
Ömer Lütfi Bey, İstanbul’da yaşadığı sürece eşlerinin ve çocuklarının ölümlerinin etkileriyle çok sarsıldı ve çöktü.. Felaket zincirinin son halkası şöyle tamamlandı. Bir kaza sonucu bacağı kırılarak kendisi yatağa düştü. İki sene ızdırap çekti ve 1955 yılında hayattan yalancı bir tebessüm dahi görmeden göçtü. Nur içinde yatsın.
4.4. Seniha Saniye BİLGİN
Daha önceki bölümlerde açıklandığı gibi, bin dokuz yüzlerin başlarında ülkemizde kadın okur‐yazar sayısı nüfusun binde beşini geçmezken Ağın gibi küçük beldede beş kadın öğretmen yetişmiş olmasının Ağın’ın eğitim geleneklerinin göstergesi bakımından çok önemli olduğu değerlendirilebilir. Bu nedenle kitapçıkta bu paragrafı açtık.
Seniha Öğretmen Ağın’da yetişen ilk kadın öğretmen değil. Ancak diğerleri şu veya bu nedenle öğretmenliklerini devam ettirmezken, Seniha Öğretmen uzun yıllar bu görevi yurdun değişik yörelerinde devam ettirerek emekli olmuştur. Bu özelliği kendisini diğerlerinden bir adım öne çıkarıyor.
Seniha Öğretmenin yaşam öyküsünü Ağın’ın diğer eğitim öncüleri gibi yazmak istedik ama ne yazık ki başaramadık. Babası Abdullah Lütfi Efendi’nin torununa yazdırdığı yaşam öyküsünden 1910 yılında öğretmenliğe başladığını ve 1927 yılında Cemişgezek’te öğretmen olduğunu biliyoruz. Görev yaptığı söylenen Tunceli, Adıyaman ve Siirt illeri Milli Eğitim Müdürlükleri ile Emekli Sandığı Genel Müdürlüklerine yaptığımız başvurulardan olumlu bir sonuç alamadık ve Ağın Nüfus Müdürlüğünden edindiğimiz bilgilerle yetinmek zorunda kaldık.
36
Buna göre Seniha Öğretmen 1 Temmuz 1885 tarihinde Ağın’da doğmuş. Babası Abdullah Lutfi annesi Ayşe Hanımdır. Biri erkek iki kız çocuk annesidir. 29 Şubat 1964 günü Ankara’da ölmüştür. Mezarı Ankara Asri Mezarlıktadır.
Seniha Öğretmen öğrencileriyle
37
EK‐1 23393
Evrak numerosu 187
Tesvidi tarihi 4 Şaban 1304
Tebyizi tarihi 8 Şaban 1304 (2 Mayıs 1887)
Umum numerosu 20 Nisan 1303
Mamuretülaziz Vilayeti aliyyesine
Dahil‐i vilayette kain Eğin kazası tevabiinden Ağın ve İbçika nahiyelerinin merkezleri olan Ağın ve İçke karyelerinde cesamet ve kabiliyetlerine ve müsaade‐i kanuniyeye mebni mahsus belediye daireleri teşkili için savb‐ı aliyyelerine mezuniyet itası tezekkür kılındığı vaki olan işar‐ı atufileri üzere Şura‐yı Devlet‐i Tanzimat Dairesinden tanzim ve ita olunan mazbata gönderilmiş olduğun
Günümüz Türkçesi:
Evrak numarası: 187
Müsveddeye alınış tarihi: 28 Nisan 1887
Temize çekiliş tarihi: 2 Mayıs 1887
Genel numarası: 2 Mayıs 1887
Elazığ Valiliğine
Vilayet dahilinde bulunan Eğin kazasına tabi Ağın ve İbçika nahiyelerinin merkezleri olan Ağın ve İçke köylerinin büyüklük ve kapasitelerine ve kanunun verdiği izne dayanarak özel belediye daireleri teşkiline izin verilmesi için padişaha başvuru yapıldığı, sadrazamın direktifi üzerine de Şura‐yı Devlet Tanzimat dairesi tarafından hazırlanıp verilen mazbatanın gönderilmiş olduğu
38
EK‐2 23390
Nezaret‐i Maarif‐i Umumiye
Meclis‐i Kebir‐i Maarif
Daire‐i İlmiye
Aded
570
Mamuretü'l‐aziz vilayeti dahilinde Ağın kazası rüşdiye muallimi Abdullah Lütfi tarafından bi't‐tertib tab' ü neşrine ruhsat itası için mukaddema gönderilmiş ve bu kere mülga Teftiş ve Muayene Heyeti'nden müdevver kitaplar meyanında zuhur etmiş olan Osmanlıca elifba risalesi Kanun‐ı Esasinin matbuata bahş ettiği serbestiyete binaen müstedi bila‐ruhsat tab' edebileceğinden keyfiyyet ol vechile vilayet‐i mezkure Maarif müdüriyetine işar ve mürsel risalenin iadeten tesyar buyurulması babında emr ü ferman hazret‐i men lehü'l‐emrindir
Fi 25 Teşrin‐i Sani sene 1324
Hakkı Beye fi 27
Mühür
39
Günümüz Türkçesi:
Maarif Nezareti
Maarif Büyük Meclisi
İlmiye Dairesi
Aded
570
Daha önceden Elazığ Vilayeti dahilinde Ağın kazası rüşdiye öğretmeni Abdullah Lütfi tarafından düzenlenerek basılmasına ruhsat verilmesi için Maarif Nezareti'ne gönderilmiş olan Osmanlıca Elifba Risalesi, kaldırılmış olan Teftiş ve Muayene Heyeti'nden devralınan kitapların arasında bulunmuş ve Kanun‐ı Esasi'nin matbuata sağladığı serbestiyete nazaran ruhsatsız basılabilineceğinden bu durumun ismi geçen vilayetin Maarif Müdüriyeti'ne belirtilmesi ve risalenin sahibine geri gönderilmesi konusunda emr ve ferman emir sahibinindir
8 Aralık 1908