kitap aydınlıkbüyük kitap fuarı olarak bilinen frankfurt fuarında bu yıl toplam yüz ülkeden...

24
Aydınlık BU SAYIDA 32 KİTAP TANITILIYOR 12 Ekim 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 33 Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir KITAP . Toplam: 1137 Attila İlhan’la hayatın içinden Çölün insanları Şarabî deniz Çok kültürlülük İngiliz emperyalizminden balyoz tertipçilerine komplo teorileri Dünün güzel ütopyasını bugünün gerçeğine taşıyan Dünün güzel ütopyasını bugünün gerçeğine taşıyan Dünün güzel ütopyasını bugünün gerçeğine taşıyan Dünün güzel ütopyasını bugünün gerçeğine taşıyan Dünün güzel ütopyasını bugünün gerçeğine taşıyan Dünün güzel ütopyasını bugünün gerçeğine taşıyan Dünün güzel ütopyasını bugünün gerçeğine taşıyan Dünün güzel ütopyasını bugünün gerçeğine taşıyan Dünün güzel ütopyasını bugünün gerçeğine taşıyan Hobsbawm’ın ardından... Hobsbawm’ın ardından... Hobsbawm’ın ardından... Hobsbawm’ın ardından... Hobsbawm’ın ardından... Hobsbawm’ın ardından... Hobsbawm’ın ardından... Hobsbawm’ın ardından... Hobsbawm’ın ardından...

Upload: others

Post on 12-Jan-2020

14 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: KITAP Aydınlıkbüyük kitap fuarı olarak bilinen Frankfurt fuarında bu yıl toplam yüz ülkeden katılım sağlanacak, sayısı 7bini aşan standlarda bu ül-kelerden “yeni

AydınlıkBU SAYIDA

32KİTAP

TANITILIYOR

12 Ekim 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 33

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

KITAP.

Toplam: 1137

Attila İlhan’lahayatın içinden

Çölün insanları

Şarabî deniz

Çok kültürlülük

İngilizemperyalizminden

balyoz tertipçilerinekomplo teorileri

Dünün güzel ütopyasını bugünün gerçeğine taşıyanDünün güzel ütopyasını bugünün gerçeğine taşıyanDünün güzel ütopyasını bugünün gerçeğine taşıyanDünün güzel ütopyasını bugünün gerçeğine taşıyanDünün güzel ütopyasını bugünün gerçeğine taşıyanDünün güzel ütopyasını bugünün gerçeğine taşıyanDünün güzel ütopyasını bugünün gerçeğine taşıyanDünün güzel ütopyasını bugünün gerçeğine taşıyanDünün güzel ütopyasını bugünün gerçeğine taşıyan

Hobsbawm’ınardından...

Hobsbawm’ınardından...

Hobsbawm’ınardından...

Hobsbawm’ınardından...

Hobsbawm’ınardından...

Hobsbawm’ınardından...

Hobsbawm’ınardından...

Hobsbawm’ınardından...

Hobsbawm’ınardından...

Page 2: KITAP Aydınlıkbüyük kitap fuarı olarak bilinen Frankfurt fuarında bu yıl toplam yüz ülkeden katılım sağlanacak, sayısı 7bini aşan standlarda bu ül-kelerden “yeni
Page 3: KITAP Aydınlıkbüyük kitap fuarı olarak bilinen Frankfurt fuarında bu yıl toplam yüz ülkeden katılım sağlanacak, sayısı 7bini aşan standlarda bu ül-kelerden “yeni

Frankfurt Kitap Fuarı 10 – 14Ekim tarihleri arasında gerçekle-şecek. Bu sene fuarın onur ko-nuğu Yeni Zelanda. Dünyanın enbüyük kitap fuarı olarak bilinenFrankfurt fuarında bu yıl toplamyüz ülkeden katılım sağlanacak,sayısı 7bini aşan standlarda bu ül-kelerden “yeni çıkanlar” sergilenecek. Kitap okuma alışkanlığı en yük-sek olan ülkeler arasında gösterilen Almanya ise bu yıl fuar öncesie-kitabı tartışıyor. Geçtiğimiz yıl Almanya çapında yapılan kitap sa-tışlarının dörtte birini e-kitap oluşturuyor. Dünya basını fuarın açı-lış haberlerini bu gelişmeyle birlikte duyururken fuar yöneticisi JuergenBoos açılış konuşmasının büyük bölümünü bu konuya ayırdı. Çe-şitli değerlendirmelerde bulunan Boos, değişimin farkında ama ki-tabın toplumlar açısından önemini de unutmuyor: “Her şey değişir.Sonunda her şey aynı kalır.”

* * *

Ülkemizden bir fuar haberiyle devam edelim: Edirne Kitap Fua-rı bu yıl ilk kez düzenlenecek. 11 – 17 Ekim tarihleri arasında ger-çekleşecek fuara 30 yayınevi katılıyor. Hafta boyunca çok sayıda ya-zar Edirnelilerle bir araya gelme fırsatı bulacak. Emekçizade Ker-vansaray’da yapılacak etkinliğe tüm Edirneliler davetli.

Haftaya görüşmek dileğiyle...

Olan biten

İÇİNDEKİLER SUNU

Haftanın Portresi: Nilgün Marmara s. 4

Şarabî deniz s. 5

Attila İlhan’la hayatın içinden s. 6

Ekrana hâkim izleyici s. 7

Kıvılcımlı’nın düşün hazinesiyle tanışmak… s. 8

Çok Kültürlülük s. 9

Felsefenin felsefe dışından aşılması s. 10

Oryantalistleştirilen kavram: Köktendincilik s. 11

s. 12

s. 14

s. 15

“İnsan en çok canı yandığında insandır” s. 16

Yeni Çıkanlar s. 18-19

Çocuk: Geleceğin öykücüleri s. 20

Sahaf: Dağa çıkan devrimcinin anıları s. 21

Alıntı Test-Bulmaca s. 22

12 EK�M 2012 CUMA 3Aydınlık KİTAP

Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Karl MarksDünyanın yörüngesini anlamak için

Küçük Kara Balık, Samed BehrengiMerak etmekten korkmamak için

Sevda Sözleri, Cemal Süreya

Uçurumda açan çiçekler için

Kırmızı ve Siyah, Stendhalİnsanda onuru tanımak için

Samizdat, Soner Yalçınİçimizdeki Silivri'yi görmek için

ÖneriYorum

BARIŞ TERKOĞLU

1)

2)

3)

4)

5)

[email protected]

Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34

Yönetim Yeriİstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbulTel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04

Faks: 0212 252 51 22Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş.

adına sahibi:Mehmet Sabuncu

Genel Yayın Yönetmeni:Serhan Bolluk

Sorumlu Müdür:Mehmet Bozkurt

Aydınlık

KITAP.

Reklam Müdürü: Saynur Okuroğlu

Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç

Editör: Pınar Akkoç

Yazıişleri: İrem Halıç, Deniz Antepoğlu, Cenk Özdağ

Yazıişleri Müdürü: Damla Yazıcı

İngiliz emperyalizmindenBalyoz Tertipçilerine komplo teorileri

Kapak: “Sıradışı İnsanlar”ı yazansıradışı tarihçi

Oryantalizmin “öteki”ye resimle saldırısı:Görünmeyeni sergileme motifi olarak Odalık

Page 4: KITAP Aydınlıkbüyük kitap fuarı olarak bilinen Frankfurt fuarında bu yıl toplam yüz ülkeden katılım sağlanacak, sayısı 7bini aşan standlarda bu ül-kelerden “yeni

Isabelle Eberhardt’ın “Unutuşu Ara-

yanlar’’ isimli öykü kitabı Alakarga Sanat

Yayınları’ndan çıktı. Oldukça ilginç bir ya-

şamöyküsüne sahip -annesi Rus asıllı bir

aristokrat, babası ilerleyen yaşlarda Müs-

lümanlığı seçmiş Ermeni asıllı bir rahip

olan- yazar Müslüman olarak dünyaya ge-

liyor ve yaşamının bir bölümünü “Si Mah-

moud Essadi” takma adı ile erkek kılığında

çöllerdeki keşif gezilerinde geçiriyor. Ken-

disini muhabir olarak tanımlayan Eber-

hardt, öykülerinde çöllerdeki dingin ya-

şamın resmini çiziyor.

Eberhardt’ın öyküleri çöl tasvirinin

yanı sıra toplumsal sorunlara da değin-

meden geçmiyor. Dünyanın unutulmuş kö-

şelerinde yaşayan insanların hak arayışla-

rını, çaresizliklerini ve kabullenişlerinin öy-

küsünü aktarıyor bize. “Suçlu’’ isimli öy-

küde anlatılan Cezayir’de bir “iskan’’ po-

litikası sonucu arazileri ellerinden alınıp

sembolik bir bedel ile avutulmaya çalışılan

köylüler günümüzdeki “kentsel dönüşüm

projesini’’ anımsattı bana.

“Fakat el koyma gelip çattı ve yetkili-

ler çiftçilerin elindeki toprakların yasal

hak sahipliği konusunda uzun ve karma-

şık bir soruşturmaya başladılar. İşlerini yü-

rütebilmek için, uzun süre önce ölmüş ka-

dıların sararmış, yıpranmış belgelerine

müracaat ettiler, bu belgeleri didik didik

ettiler. Böylece kabile üyeleri arasındaki

akrabalığın yakınlık derecesini keşfetme-

yi başardılar. Sonra bu keşifleri sürecin iler-

leyişinde bir esas olarak kullanarak, da-

ğıtılacak tazminatı belirlediler. Burada

da bürokrasinin gülünçlüğü kendini gös-

terdi ve zavallı çiftçilerin kötü sonunu ha-

zırladı.’’ Yazarın anlatımında oradaki in-

sanların yaşamlarının devinimlerinin ritmi

kulağınıza ulaşıyor. Uzak ülkelerden gelen

bu melodi size duygu bakımından çok ta-

nıdık gelen fakat biçimsel açıdan bir o ka-

dar yabancı bir dünyaya sürüklüyor.

EVS�ZL�K VE YOKSUNLU�UNBERABER�NDEK� ÖZGÜRLÜK“Dışarıda’’ başlıklı öyküde ise dünyadan

sadece yaşamını sürdürmesine yetecek

ekmekten başka bir beklentide bulunma-

yan, özgürlüğün vücut bulduğu bir insan

anlatılıyor. “Onu bir derbeder olmakla suç-

ladıklarında, her zaman aynı şeyi söyle-

miştir: Çalmadım. Yanlış bir iş yapmadım.

Fakat insanlar bunun yeterli olmadığını id-

dia ettiler, onu dinlemediler. Bu ona hak-

sızlık olarak görünür, tıpkı ana yollarda

okuma yazma bilmeyenlerin anlamasını-

nı beklendiği işaret levhaları gibi.’’

Yazar, bir kere dünyaya gelmiş olanın

itaat etmeye zorlandığı düzenin itaat et-

meyeni yabancılaştırmasını yalın bir dille

ifade etmiş. Yadırganan boyuneğmezlik

meczupluk olarak adlandırılıp kişi tama-

men yalnızlaştırılıyor. Bu yalnızlık sistem

içindeki geçici yalnızlıklardan oldukça

farklı. Kişinin yaşamdaki koşuşturmadan,

hırslardan vazgeçişi ona kendince yaşama

özgürlüğünü getirirken yoksulluğa da

mahkum ediyor. Bu durumu yazar bir di-

ğer öyküde “Kara Kalem Yazıları’’nda şöy-

le anlatmış:

“Yalnız olmak, ihtiyaçlar bakımından

yoksul olmak, gözlerden uzak olmak, her

yerde evinde olan bir yabancı olmak ve bü-

yük ve tek başına dünyanın fethine doğru

yürümek.’’

Aslında insan yaşamının farklı kesit-

lerini anlatan bu hikâyeler ortak bir nok-

tada birleşiyor, insanda. Okurken sizi in-

san ve evren gibi geniş bir pencerede dü-

şünmeye bırakan kitap tam dünyadan

uzaklaşıp onu uzaydan seyre dalmışken bir-

denbire sizi insanların tam içine en ince in-

san diyaloglarının arasına bırakıveriyor.

(Unutuşu Arayanlar, IsabelleEberhardt, Alakarga Sanat Yayınları,

Çev: Ayşegül Demir, 77 s.)

HAFTANIN PORTRES�

Ünlü şair Nilgün Marmara, 1958 yı-

lında İstanbul Kadıköy’de doğdu. Kadı-

köy Maarif Koleji’ni bitirdikten sonra Bo-

ğaziçi Üniversitesi’nde İngiliz Dili ve

Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu.

Bitirme tezini “Sylvia Plath’in Şairliğinin

İntiharı Bağlamında Analizi” üzerine

yazdı ve şairliğini şekillendiren de Sylvia

Plath’in hayatı ve edebiyatı olmuştur.20.

yüzyılda karşımıza çıkan gizdökümcü tü-

rün de şair üzerindeki etkisini görmek

mümkündür.

1980 darbesini yaşamış herkes gibi,

şair de siyasal ve sosyal sorunlar arasın-

da sıkışmış ve varoluş sorunsalına eğil-

miştir. Ancak o döneminin “marji-

nal”lerindendir. Edebiyat dünyasına İl-

han Berk tarafından tanıtılmıştır. Daha

sonrasında Ece Ayhan, Cemal Süreya,

Fazıl Hüsnü Dağlarca, Turgut Uyar,

Edip Cansever, Cihat Burak gibi pek çok

isimle tanışmış ve etkilemiştir. Cemal Sü-

reya kendisini yazar F. Scott Fitzge-

rald’ın eşi Zelda’ya benzetir ve ismi ar-

kadaşları arasında “Çılgın Zelda” olarak

anılmaya başlar.

Nilgün Marmara’yı ve şiirini anlaya-

bilmek için kuşkusuz Sylvia Plath ile öz-

deşleşmesinden, ondan etkilenmesin-

den de bahsetmek gerekmektedir. Nil-

gün Marmara da Plath gibi küçük yaşta

babasını kaybetmiş ve bu onda derin bir

etki bırakmıştır: “Ben babamın yuvar-

ladığı çığın altında kaldım...” Şiirlerinde

ölüme yakınlık dikkat çeken unsurdur.

Manik-depresif ruh hali de şiirlerini

oluştururken etkisini hissettirir.

Okulu bitirdikten sonra Kağan Önal

ile evlenir ve eşinin işi nedeniyle bir sü-

reliğine Libya’da yaşamak zorunda ka-

lır. Bu durum ruh halini olumsuz yönde

etkiler ve Türkiye’ye geri döndüğünde

doktorlar yazmamasını tavsiye eder.

(tıpkı Virginia Woolf gibi) Ancak bu uya-

rıları dikkate almaz.

Şairliği ile hayata dayanabiliyordur ve

ona göre “hayatın neresinden dönülse

kârdır”. Yaşama karşı ölümü tercih eder

ve henüz 29 yaşındaykan evinin balko-

nundan atlayarak tıpkı çok sevdiği Sylvia

Plath gibi intihar eder.

tükenirdi monologkaçarken içine düştüğüm kara toplumbig bang sonrası büyük yalnızlık bilinmeyenisaçlarında titreyen iblisler karartırken güneşiüstüste gömülürkensaydam yaşamlarbir yankı duyulurdu hiç’liktenbütün yalnızlıklarınızın ilencikorusun çoğulluklarınızıcinnet koyun erdemin adınımaskelerinizi kuşanıp yalanlarınızı çoğaltınhepiniz mezarısınız kendinizin...

Nilgün Marmara(13 ŞUBAT 1958 - 13 EKİM 1987)

Nilgün Marmara da Plath gibi küçük ya�ta babas�n�kaybetmi� ve bu onda derin bir etki b�rakm��t�r:

“Ben babam�n yuvarlad��� ç���n alt�nda kald�m...”�iirlerinde ölüme yak�nl�k dikkat çeken unsurdur

Bir ev, bir aile, bir mülk veyakamusal bir görev sahibiolmak ve sosyal makineiçinde yararl� bir çark olmak...Bütün bunlar insanlar�n büyükço�unlu�una, entelektüellerve hatta kendilerini bütünüyleözgürle�tirmi� addedenlere

Çölün insanları12 EK�M 2012 CUMA4 Aydınlık KİTAP

PINAR [email protected]

bile, gereklilik hatta zaruretolarak görünür. Ancak, bu tür�eyler ötekilerle temastan,özellikle düzenli ve sürekli birtemastan do�an farkl� bir türkölelik biçimidir sadece

IsabelleEberhardt

Page 5: KITAP Aydınlıkbüyük kitap fuarı olarak bilinen Frankfurt fuarında bu yıl toplam yüz ülkeden katılım sağlanacak, sayısı 7bini aşan standlarda bu ül-kelerden “yeni

5Aydınlık KİTAP

Şarabî deniz Yazar�n öykülerinde hayale dayanan

unsurlar bulmak oldukça güç.Aksine tamamen ya�ad��� toplumu

özellikle de Sicilya’y� -�talya’danfark�n� vurgulayarak- dünyaya

duyurmak niyetinde oldu�u aç�k.Onun tek derdi toplumunu her

yönüyle anlatabilmek

“Sen burada parlamaya bak, Güneş, ölüm-süzler arasında ve ölümlüler arasında, bereket-li toprak üstünde.

Birazdan ak yıldırımla çarpacağım onlarıngemisini, paramparça edeceğim şarap rengidenizin ortasında.”

İtalyan yazar Leonardo Sciascia’nın “Şa-

rap Rengi Deniz” isimli öykü kitabı Yapı Kre-

di Yayınları’ndan çıktı. Romanlarıyla ve faşist

döneme dair eleştirileriyle tanınan yazar bu se-

fer 1959- 1972 yılları arasında yazdığı öykü-

lerinin derlendiği kitabıyla karşımızda. Kitap,

İtalya’nın özellikle de Sicilya’nın tarihine, ge-

leneklerine, günlük hayatına ışık tutuyor. Ya-

zarın doğal anlatımı, roman anlatırmışçasına

derin bir biçimde öykü anlatması kitabın dik-

kat çeken özelliklerinden. Öykülerin diğer bir

özelliği ise bir kısmının dizi ve filmlere konu

olmuş olması.

Kitabı elinize aldığınızda ilk dikkat çeken

isminin ilginçliği oluyor. Ancak kitabın ön sö-

zünde öğreniyorsunuz ki “şarap rengi deniz”

tanımının iki bin küsür yıllık bir geçmişi var-

mış. Ünlü şair Homeros “İlyada” ve “Odesia”

eserlerinde Ege Denizi için bu tanımı kulla-

nırmış. Kitap daha ismiyle bizden, bize ait şey-

ler taşıyor. Sanırım bu kitabın en etkileyici yanı

bu. Okuduğunuz her öyküde kendinize, ya-

şadığımız topluma dair izler bulabilmek…

�TALYA’YA SEYAHATYazar, öykülerini oluştururken her türlü ko-

nudan, tarihi unsurlardan ve efsanelerden, si-

yasi olaylardan, gelenek ve göreneklerden fay-

dalanıyor. İtalyan toplumunu özellikle de Si-

cilya’yı yakından tanıma fırsatı elde ediyor-

sunuz. Örneğin ilk öykü İtalya’da bir kentte yıl-

lardır anlatılan bir olaya dair. Genç yaşta yaş-

lı bir adamla evlenmeye mecbur edilen bir kı-

zın öyküsü. Çok tanıdık değil mi? Bizde de ki-

taplara, filmlere konu olan utanç verici bir du-

rum. Hatta en son İlyas Salman’ın yıllar son-

ra oynadığı “Lal Gece” filmiyle aklımıza gel-

miyor mu?

İlerleyen öyküler de benzer nitelikte. “Uzun

Yolculuk” isimli öyküde iyi bir gelecek vaadiyle

Amerika’ya gitmeye çalışan köylülerin kandı-

rılması da yine hâlâ yaşanan tipik olaylardan.

Sicilya özelinde öykülere geçtiğimizde karşımıza

mafyanın çıkmaması mümkün mü? Yazar iyi

gözlemciliği sayesinde mafyanın tarihsel kök-

lerini de bizlere hatırlatarak halk tarafından ne

kadar kanıksandığını gözler önüne seriyor.

Mafyaya karşı açılan soruşturmayı, mafya açı-

sından anlatması sayesinde mafyanın İtalyan

toplumunda nasıl algılandığını daha da iyi bir

şekilde gözlem-

leyebiliyoruz.

Stalin’in naaşı-

nın mozoleden

kaldırılması

olayını bir ka-

sabada yıllar-

dır tapılan azi-

zenin aslında

azize olmadı-

ğına din adamlarının karar vermesiyle kentin

kadınlarının ayaklanması şeklinde uyarlayarak

anlatılması siyasi olaylara dayanan öykülere ör-

nek olarak verilebilir. Geri kalan öykülerden çok

bahsetmek istemesem de yazarın Edward Ale-

xander Crowley’e dair anlattığı öykü de oldukça

ilginç. Çünkü bahsettiğimiz kişi büyücülükle ve

satanizme olan katkılarıyla pek de iyi bir ünü

olmayan bir yazar. Böylelikle Crowley hakkında

da bilgi edinmiş oluyorsunuz.

TOPLUMLA BESLENEN ÖYKÜLERYazarın öykülerinde hayale dayanan unsurlar

bulmak oldukça güç. Aksine tamamen yaşa-

dığı toplumu özellikle de Sicilya’yı -İtalya’dan

farkını vurgulayarak- dünyaya duyurmak ni-

yetinde olduğu açık. Onun tek derdi toplu-

munu her yönüyle anlatabilmek. Kaldı ki

yaptığında başarılı olmuş durumda. Zira İtal-

ya’yı sayesinde tanıyor, seviyor ve kendinizi, ya-

şadığınız toplumu görüyorsunuz.

Yazarın dilinden bahsetmek gerekirse

klasik öykü dili diye tanımlanabileceği kanı-

sındayım. Yani postmodern bir tekniği yok. Ak-

sine her öykü birer roman havasında. Daha ilk

cümleden okuyucuyu yakalamayı başarıyor ve

yarattığı karakterlere, olaylara dair kısa tas-

virler yapmasına rağmen herhangi bir eksik-

lik hissetmiyorsunuz. O an anlattığı olaya, kısa

betimlemelerle romandaki derin hissiyatı ve-

rebiliyor. Öykülere dair tek sıkıntı öykülerin-

de anlattığı olayların gerçekte İtalya’da veya

dünyada yaşanmış hangi olay sonucunda ka-

leme alındığını kestirememek olabilir. Öykü-

nün hangi olaya dair yazıldığını bilmediğiniz

zaman sonunun havada kaldığını hissedebili-

yorsunuz. Burada size yardımcı olacak ise ya-

zarın kitabın sonuna eklediği açıklama kısmı

ve öykülerin içinde bolca yer verilmiş çevirmen

ve editör notları.

Sonuç olarak İtalya’yı hissetmek adına ke-

yifli bir kitap okuduğumu söyleyebilirim. İtal-

ya’yı tanımak isteyenlere iyi bir tavsiye olabilir…

(Şarap Rengi Deniz, LeonardoSciascia, Yapı Kredi Yayınları,

Çev: Neyyire Gül Işık, 140 s.)

DENİZ ANTEPOĞ[email protected]

Page 6: KITAP Aydınlıkbüyük kitap fuarı olarak bilinen Frankfurt fuarında bu yıl toplam yüz ülkeden katılım sağlanacak, sayısı 7bini aşan standlarda bu ül-kelerden “yeni

12 EK�M 2012 CUMA6 Aydınlık KİTAP

Kimi yazarlar vardır, henüz sağ-

ken yazdıkları unutulur, önemsizle-

şir, gündemden düşer. Kimi yazarlar

vardır, öldükten sonra da hep gün-

demde olurlar, güncel kalırlar. Yaz-

dıkları, söyledikleri etkisini korur. At-

tila İlhan işte böyle bir yazar, şair, dü-

şünürdü.

Hem çok yönlüydü, çok üret-

kendi, çok çalışkandı. Hem de, bu sa-

tırların yazarı da

dahil olmak üzere

pek çok gazeteci-

ye, araştırmacıya,

bilim insanına cö-

mertçe elverir, bil-

diklerini paylaşır,

ustalık ederdi onla-

ra. Yaşamının son

yıllarında, Milli Mü-

cadele’nin ulusal ve

kutsal sacayağını

oluşturan kesimleri

yeniden bir araya ge-

tirme çabası güttü İl-

han. Dip dalgasının

fikri öncüsü oldu.

Editörlüğünü üstlendiği “Bir Millet

Uyanıyor” serisi bunun ürünüydü.

“Parola: Vatan, İşareti: Namus”

sözü, amacını özetliyordu.

MAN�SALI’NIN KALEM�NDENATT�LA �LHANÇok tanınmasına karşın, özel yaşa-

mı az bilinen, kamuoyunun önüne

çıkmaktan pek hoşlanmayan bir ay-

dın olan Attila İlhan’ın hayata, in-

sanlara, tanınmış isimlere ilişkin

düşüncelerini, yakın dostu Prof. Dr.

Erol Manisalı kaleme aldı. Manisa-

lı, “Attila İlhan’la Hayatın İçinden”

adlı çalışmasında büyük ustayla soh-

betlerini kitaplaştırdı. Attila İlhan’la

ilgili daha önce çıkan kitaplarında

yer almayan konuları, anıları, kişileri

ve sohbetleri bu kitapta kaleme al-

dığını belirten Manisalı’nın bu son

kitabı da oldukça dikkat çekici.

Kitap, Manisalı’nın akıcı anlatımı

sayesinde çok kolay okunuyor. Milli-

yetçilikten Marksizme, Mustafa Ke-

mal Paşa’dan Sultan Galiyev’e, Tur-

gut Özakman’dan İlhan Selçuk’a,

Süleyman Demirel’den Uğur Mum-

cu’ya, Metin Erk-

san’dan Çetin Al-

tan’a, Aziz Nesin’den

Sevgi Erenerol’a, Er-

tuğrul Özkök’ten

Orhan Pamuk’a,

Hıncal Uluç’tan Çe-

tin Altan’a dek pek

çok konu ve kişi

hakkındaki gözlem-

ler, saptamalar yer

alıyor. Manisalı ve

İlhan, birbirlerinin

“ağlama duvarı”

olarak kimseyle ko-

nuşmadıklarını,

paylaşmadıklarını,

paylaşıyorlar birbirleriyle. Sohbet

ederken aralarındaki bütün duvarla-

rı yıkıyorlar, kendi kendilerine söy-

leyebildikleri her şeyi birbirlerine de

söylüyorlar.

“YALNIZCA AZ�Z NES�N’E‘AB�’ DERD�”Attila İlhan’ın Uğur Mumcu’ya çok

özel bir sevgi ve saygısı olduğunu ya-

zan Manisalı, kimseden “abi” diye

söz etmeyen İlhan’ın, Aziz Nesin’in

adı geçtiğinde “Aziz Abi” dediğini

belirtiyor. Ve bunu “Aziz Nesin’in ay-

rıcalıklı yerinin ifadesi” olarak ta-

nımlıyor. İlhan’ın sağ- sol ayrımı

yapmaksızın, Türkiye’nin bağımsız-

lığı, bütünlüğü, egemenliği ve Cum-

huriyet Devrimi ortak paydasında bir

ulusal cephe oluşturmak için dü-

şündüklerini aktarıyor. Atatürk’ün

yarattığı milli senteze verdiği önemin

altını çiziyor. Şöyle diyor Manisalı:

“Attila İlhan’la en fazla Kema-

lizm’in içinin nasıl doldurulacağını

tartışıyorduk. İktisadi, siyasi, askeri

ve kültürel boyutları nasıl olmalıydı?

Bunları gazete yazılarımıza, kitap-

larımıza, televizyon konuşmaları-

mıza aktarıyorduk. Etkileri çok bü-

yük oldu. Halkçılık ile laiklik ara-

sındaki bağdan iktisat ve dış ticaret

politikalarına kadar unsurlarını or-

taya koyuyorduk. O bir sentezciydi

görüşünü benimseyen Attila İlhan,

Osmanlı kültürü, din, ilericilik ara-

sındaki köprüleri kurmaya çalıştı.

Onu bu nedenle eleştirenler çıktı”.

ASYACI VE DO�ULUK�ML��E VURGUManisalı, İlhan’ın Avrasyacılık ko-

nusundaki görüşlerini de vurguluyor

kitabında. “Attila İlhan ulusal kim-

liğin biraz geniş tutulmasını savu-

nurdu. Asyacı ve Doğulu kimliğe-

sürekli vurgu yapardı. Biz özünde

Asyalıyız, ulusal kimlik içinde Asyalı

kimliğimiz kaybolmamalı, Batı uy-

garlığı bizim değil onların uygarlı-

ğıdır derdi” şeklinde yazıyor.

Kitapta Attila İlhan’ın Paris gün-

lerinden anılar da var. Hayranlarının

adını çok sık duyduğu çizgi dışı bir

Fransız kadını olan Margot bunlar-

dan biri mesela. Manisalı, Attila İl-

han’ın Margot’un kara kalemle res-

mini çizdiğini ve bu çizimi özenle

sakladığını anlatırken, “Acaba ha-

yatta mı diye mırıldandığında gözleri

buğulanır, biraz da hayal alemine da-

lardı” diye yazıyor. Sigara ve alkol

kullanmayan Attila İlhan’ın dostla-

rını kıramadığı için nasıl da duman

altı olduğunu, ama yine de hiçbiri-

ne sitem etmediğini belirtiyor.

Manisalı, Attila İlhan’ın İsmet

İnönü’ye ilişkin çok önemli bir ça-

lışma yapmayı kararlaştırdığını da

belirtiyor. Bilgi Yayınevi’nin şimdi

aramızda olmayan kurucusu Ah-

met Küflü’nün, “Attila İlhan yaşa-

saydı ‘Hangi İnönü’ adlı bir kitap

yazacaktı bizim için” dediğini ak-

tarıyor.

Özetle Erol Manisalı, Attila İl-

han ile hayatın içinde gördüklerini,

konuştuklarını, paylaştıklarını, ya-

şadıklarını aktarırken, Türkiye’nin

içinde geçtiği durumun da bir öze-

tini yapıyor. Ulusal bir çıkış için ne-

ler yapılması, hangi kuvvetlerin bir

araya getirilmesi, nasıl bir program

etrafında buluşulması gerektiğini

de söylüyor.

(Attila İlhan’la Hayatınİçinden, Erol Manisalı, Tarihçi

Kitabevi, 187 s.)

BARIŞ DOSTER Çok tanınmasınakarşın, özel

yaşamı az bilinen,kamuoyunun

önüne çıkmaktanpek hoşlanmayan

bir aydın olanAttila İlhan’ın

hayata, insanlara,tanınmış isimlere

ilişkindüşüncelerini,

yakın dostu Prof.Dr. Erol Manisalı

kaleme aldı

Attila �lhan

Erol Manisal�, Attila �lhan ile hayat�n içindegördüklerini, konu�tuklar�n�, payla�t�klar�n�,ya�ad�klar�n� aktar�rken, Türkiye’nin içinde geçti�idurumun da bir özetini yap�yor. Ulusal bir ç�k��için neler yap�lmas�, hangi kuvvetlerin bir arayagetirilmesi, nas�l bir program etraf�ndabulu�ulmas� gerekti�ini de söylüyor

Erol Manisal�

Attila İlhan’laHayatın İçinden

Page 7: KITAP Aydınlıkbüyük kitap fuarı olarak bilinen Frankfurt fuarında bu yıl toplam yüz ülkeden katılım sağlanacak, sayısı 7bini aşan standlarda bu ül-kelerden “yeni

12 EK�M 2012 CUMA 7Aydınlık KİTAP

Ekrana hâkim izleyiciSinemasal deneyim, izleyicinin dünyada yaln�zca özne olarak var olmakla katlanabildi�i

eksiklik hissiyle geçici olarak ba� edebilmesini sa�larHALE YİĞİT

Vermont Üniversitesi’nde sinema kuramı

ve film tarihi dersleri veren ve psikanalitik sinema

kuramı uzmanı olan Todd McGowan, yerel ve

tikel iddialar içeren sinema çalışmalarının ege-

men olduğu ve sinema kuramlarının artık ne-

redeyse üretilmediği günümüzde zor bir işe so-

yunuyor. Lacan’ın psikanaliz alanında öne sür-

düğü kuramları sinemayı yeniden yorumlamak

için kullanan McGowan, Sergei Eisenstein,

Andre Bazin, Christian Metz ve Laura Mulvey

gibi kuramcılar tarafından üretilen evrensel

iddialara yüz çevirmenin aslında sinemanın

kendisinden uzaklaşmak anlamına geldiğini, bu

metinlerin filmleri hem sinemasal metin hem de

izleyicinin deneyimi bağlamında anlamak eği-

liminde olduğunu, dolayısıyla böylesi çalışma-

lara olan ihtiyacın her zaman için geçerli oldu-

ğunu belirtiyor.

“Her film üretim ve alımlama gibi çeşitli bağ-

lamların içinde çıksa da bağlamın getirdiği kı-

sıtlamalara tümüyle uymaz. Kısacası, filmler ken-

dilerini estetize eden kişisel üsluplarla kendi bağ-

lamlarına meydan okuyabilirler. Hatta bağlamını

yinelemekten ibaret olan filmler bile hemen o

bağlamlara indirgenmemelidir. Zira bir film, ken-

di bağlamını savunacak bir biçim bulabilmek için

öncelikle kendi bağlamına yabancılaşmak zo-

rundadır.” Mc Gowan bu tespitinden sonra, iz-

lediği yöntemi, film üretiminin tarihsel bağlamını

ve onun alımlamasını tartışmaktan kaçınmak ve

filmin kendisini kalkış noktası sayan psikanali-

tik bir sinema kuramını işlemek olarak açıklıyor.

Neden böyle bir yaklaşıma ihtiyacımız var?

McGovan film izleyicisinden anladığı şeyin,

ampirik/gerçek izleyici değil, bizzat sinemasal

metnin çağırdığı izleyici olduğunu belirttikten

sonra, hiçbir filmin kendi tarihsel bağlamını ya

da onu kimin izleyeceğini göz ardı etmediğini,

zaten bağlam ve izleyicinin sinemasal metinle dış-

sal bir ilişki içinde olmadığını öne sürüyor.

Ona göre her film estetik gelişimi vasıtasıyla bağ-

lamını beraberinde getirir ve özgül bir gönde-

rim biçimiyle kendi izleyicisini belirler. Bu du-

rumda yazara göre “Gerçek Bakış”ın iddiası, si-

nemanın üretim ve alımlama bağlamı göz ardı

edilmeyecek olsa da, onların filmin dışında de-

ğil, filmin kendi doğasında bulunduğunu keş-

fetmek olacaktır.

Yazara göre bir filmin üretimini ve alımla-

masını o filmin içine dahil ettiğimiz zaman, bir

sinema kuramını yeniden olanaklı kılmış oluruz.

Sinema hakkında kuram üretilebilecek alanla-

rı bertaraf etmek gibi bir eğilim olsa da, bu eği-

limde olanlara verilecek en uygun cevap bağlama

karşı metni vurgulayan bir savunma yapmak ye-

rine, ikisini birlikte ele alan, bağlamın metne olan

içkinliğini gösteren bir kavrayış olacaktır. Her si-

nemasal metin tarihsel koşulların tezahürünü de

içinde taşır. Tarih ve izleyici, arşiv taramaları ya

da izleyici anketleriyle değil, sinemasal yorum-

lama sayesinde keşfedilecektir.

AYNAYA BAKAN ÇOCUKFilm izleme deneyimine özgü ideolojik sorun-

ları çözümleme amacıyla Lacan’ın psikanalitik

çözümlemede öne sürdüğü “ayna evresi” teo-

risine başvurmak aşağı yukarı 70’li yıllarda

gündeme geldi. Lacan’ın bu teorisi bir çocuğun

gerçeklikte mahrum olduğu hâkimiyeti bedeni

üzerinde kurduğunu varsayar. Çocuğun parça-

lanmış bedeni, ayna imgesini yorumlayış biçimi

sayesinde bir bütünlük kazanır. Bu yorumlama

aslında bir yanılsamadan başka bir şey değildir.

Ayna, çocuğun gerçekte ne olduğunun imgesi-

ni yansıtsa da, tam olarak çocuğun kendisi de-

ğildir. Sinema kuramcıları bu teoriyi izleyici olma

durumuna aktararak, sinemanın yanıltıcı nite-

liğiyle özneleri ideolijiye katan ve onları top-

lumsal düzenin sınırlamalarına uymak duru-

munda bırakan süreç arasında bir bağlantı kur-

muşlardır. Tıpkı Althusser’in somut bireylerin

toplumsal olarak verili bir kimliği üstlenip ken-

dilerini bu kimliklerin içinde görmeleriyle ken-

dilerini bir özne olarak yanlış tanımalarını ta-

nımladığı gibi.

Daha sonra ge-

len kuramcılar da

sinemanın ruhsal etki-

leri ile ideolojinin işleyişi arasındaki bağlantıya

duydukları inançta birleşirler.

Aynaya bakan bir çocuk gibi izleyici de ek-

ran üzerindeki olaylara ilişkin bulunduğu ko-

numa dayalı bir hâkimiyet hissi elde edecektir.

Algılanan olarak namevcut, algılayan olarak

mevcut olmak, izleyicinin sinema dışındaki ha-

yatı niteleyen gerçek yokluk duygusundan

kaçmasını, kısacası sinemasal deneyim, izleyi-

cinin dünyada yalnızca özne olarak var olmakla

katlanabildiği eksiklik hissiyle geçici olarak baş

edebilmesini sağlar. Bu deneyim ayna evre-

sindeki hazzı büsbütün yineleyerek imgesel bir

haz verir.

Todd McGovan’ın psikanalitik sinema ku-

ramına katkısı olarak değerlendirebileceğimiz

“Gerçek Bakış”, belli başlı sinema akımlarından,

önemli yönetmenlere, temel kavramlardan

oyunculara varıncaya kadar bütün malzemeyi

kullanarak sinemanın doğasını kavramamızın yo-

lunu açıyor.

(Gerçek Bakış- Lacan Sonrası SinemaKuramı, Todd McGowan, Say Yayınları,

Çev:Zeynep Özen Barkot, 344 s.)

Page 8: KITAP Aydınlıkbüyük kitap fuarı olarak bilinen Frankfurt fuarında bu yıl toplam yüz ülkeden katılım sağlanacak, sayısı 7bini aşan standlarda bu ül-kelerden “yeni

12 EK�M 2012 CUMA8 Aydınlık KİTAP

Türkiye sosyalist hareketinin

önemli teorisyenlerinden, düşün ha-

yatımızın en önemli kilometre taş-

larından biridir Dr. Hikmet Kıvıl-

cımlı; özgün, üretken ve bir polemik

ustasıdır.

Bu yıl (11 Ekim) aramızdan ay-

rılışının 41. yılı…

Kıvılcımlı’yı ya da sosyalist ha-

reket içerisindeki bilinen adıyla

“Doktor”u en yalın haliyle anlata-

bilecek en uygun cümle eşi Emine

Kıvılcımlı’dan da vasiyet olarak me-

zar taşına yazmasını istediği, Te-

rentius’un ünlü “İnsanım: İnsancıl

olan hiçbir şey, bana yabancı kala-

maz” sözüdür. Topkapı’da bulunan

mezarının başındaki bu söz Kıvıl-

cımlı’nın kendisini insanlığa adayı-

şının bir ifadesidir de.

HAP�SHANEY�ÜN�VERS�TEYE ÇEV�REN“KIZIL PROFESÖR”1929 yazında, henüz 27 yaşında bir

gençken, İzmir Tevkifatı’yla tutuk-

lanmış ve yargılama sonucunda 4,5

yıllık hapse mahkum edilmiştir. Ka-

rarı kendisine tebliğ

eden hakime büyük

bir soğukkanlılıkla

verdiği “4,5 yıl iyi bir

süre, hepimiz çıkar-

ken Kızıl bir profe-

sör olarak çıkacağız”

cevabı deyim yerin-

deyse bir efsane ol-

muştur.

Durdurak bilme-

yen çalışmasıyla, mü-

cadeleyle geçen on yıl-

lık tecrübesini de ar-

kasına alarak, 1933’te

çıktığı Elazığ Ceza-

evi’ni kendi deyimiyle “Elazığ Üni-

versitesi”ne çevirmiştir.

TKP saflarında verdiği on yıllık

mücadelede gördüklerini, dersleri ve

eleştirilerini “Yol” adlı çalışmasında

toplamıştır. Kıvılcımlı’nın fikri bir tar-

tışma yaratılması için TKP Merkez

Komitesi’ne sunduğu “TKP’nin

Eleştirel Tarihi: Yol” sekiz ciltten

oluşmaktadır.

Yayını ancak 1978 yılı ve sonra-

sında gerçekleşebilen, birkaç yıl

önce de Sosyal İnsan Yayınları ta-

rafından yeniden yayımlanan “Yol”

serisinde “Genel Düşünceler” ,

“Parti’de Konaklar ve Konuklar” ,

“Parti ve Fraksiyon”, “Yakın Tarih-

ten Birkaç Madde”, “Legaliteyi İs-

tismar”, “Strateji Planı, Düşman:

Burjuvazi” ve “İhtiyat Kuvvet, Mil-

liyet: Şark”, “Strateji Planı, Mütte-

fik: Köylü” eserleri yer almaktadır.

Kıvılcımlı, TKP’ye yeni bir poli-

tik bakış açısı sunma gayretindeki bu

çalışmasının yanında Elazığ Ceza-

evi’nde birçok eseri Türkçeye çe-

virmiş ve özgün yapıtlar yaratmıştır.

Daha sonra Marksizm Bibliyo-

teği Yayınevi’ni kurmuş ve üretme-

ye devam etmiştir.

Marksizmi etüt eden, Kapital’i

çevirme uğraşına giren Kıvılcımlı,

Marksist literatürün eserlerini de

kendi dillerinden Türkçeye çevir-

miştir.

Kıvılcımlı külliyatını ilmek il-

mek dokumuştur…

DURMAKSIZIN ÜRET�RElazığ Cezaevi çıkışından itibaren ya-

yın faaliyetlerini arttıran Kıvılcım-

lı’nın Marksizm Bibliyoteği Yayın-

ları’nı daha sonra

Emekçi Kütüphane-

si ve Günün Mese-

leleri gibi yayınev-

leri izler.

Doktor’un 4,5 yıl

boyunca üniversite-

ye çevirdiği ceza-

evinin ürünleri mey-

vesini bu yayınev-

lerinde vermeye

başlar.

Kıvılcımlı’nın

çevirileri olarak; V.

İ. Lenin’in “Karl

Marks’ın Ekonomi

Politiği, Sosyalizmi, Taktiği” ve “Karl

Marks’ın Hayatı, Felsefesi, Sosyolo-

jisi”, Karl Marks’ın “Gündelik İş ile

Sermaye” ve Friedrich Engels’in

“Klasik Alman Felsefesinin Sonu”

Bibliyotek Yayınları’ndan çıkmıştır.

Kıvılcımlı’nın kurduğu ve yö-

nettiği yayınevlerinden çıkan kitap-

lar arasında Marksizmin klasikleri

sayılabilecek eserlerin de içerisinde

yer aldığı çok sayıda yapıt vardır.

Bunlar; Marks’ın “Enternasyonal

İşçiler Cemiyeti Açış Hitabesi”, En-

gels’in “Ailenin Özel Mülkiyeti”,

“Almanya’da Devrim ve Karşı-dev-

rim”, “Anti-Dühring”, “Marksiz-

min Prensipleri”, “Ütopik Sosya-

lizmden Bilimsel Sosyalizme”, “May-

munun İnsanlaşma Prosesinde Eme-

ğin Rolü”, Plehanov’dan “Mark-

sizmin Temel Meseleleri”, Buha-

rin’den “Tarihi Materyalizm Naza-

riyesi”, Lapidüs-Ostrovityanof’dan

“Kısaca Ekonomi Politik”, John

Reed’den “Dünyayı Sarsan On

Gün”.

Yine kendi eserlerinden; “Tür-

kiye İşçi Sınıfının Sosyal Varlığı”,

“Sosyete ve Teknik”, “Emperya-

lizm Geberen Kapitalizm”, “Ede-

biyat-i Cedide’nin Otopsisi”, “İnkî-

lapçı Münevver Nedir? (Devrimci

Aydın Nedir) Hanri Barbüs”,

“Marksizm Kalpazanları Kimler-

dir? Tip No.1-Kerim Sadi”, “Sov-

yetler’de Stahanof Hareketi”, “İs-

panya’da Neler Oluyor?”, “Marks-

Engels Hayatları” kitaplarını da ya-

yımlamıştır.

“DOKTOR H�KMET �Ç�NDEL�L M� ARAYACA�IZ? ”Bu yapıtlarının yanında yayımla-

mak için sıraya koyduğu “Ekonomi

Politik”, “Tarihi Materyalizm”,

“Mantıkin Mantıksızlıkları”, “Di-

yalektik Materyalizm”, “Marksizm

Nedir?”, “Leninizm Nedir?”, “Sos-

yal Rejimler”, “Sosyalizm Hareket-

leri”, “Din Tarihinin Materyaliz-

mi”, “İslam Tarihinin Materyalizmi”,

“Osmanlı Tarihinin Materyalizmi”,

“Asri Sofizm: Faşizm veya Kadronun

Kadrosu” isimli eserleri, 1938’deki

“Donanma Davası” nedeniyle ya-

yımlayamamıştır.

1938’de Donanmayı isyana teş-

vikten gözaltına alınır Kıvılcımlı.

Kendisine dava açan savcının hak-

kında hiçbir delil sunmadığını söy-

lediğinde savcının O’na verdiği ce-

vap oldukça ilginçtir: “Biz Doktor

Hikmet için delil arayacak kadar saf-

dil değiliz!”

Mahkeme 15 yıl ağır hapis ce-

zasına çarptırır Kıvılcımlı’yı.

1950 yılına dek, tam 12 yıl sürer

Doktor’un hapishane hayatı.

Kırşehir Cezaevi’nde, tecrit ko-

şullarında bile yine üretmeyi sür-

dürür, daha evvel başlattığı bazı ça-

lışmalarında derinleşir.

1950 affıyla içeriden çıktığında

yine onlarca eser hazırlamıştır. Bu

eserler ağırlıklı olarak tarih ve felsefe

üzerinedir.

B�LMEYLE YAPMAARASINDAK� DENGEY�KURAB�LEN ADAMTürkiye sosyalist hareketine strate-

jik ve taktiksel anlamda verdiği eser-

lerin yanında, birçok Marksist kla-

siği Türkçe’ye kazandırmış olan Kı-

vılcımlı, 22,5 yılını cezaevinde ge-

çirdiği yaşamı boyunca örgütlü mü-

cadelenin de en ön safında yer al-

mıştır.

Kurtuluş Savaşı’nda Kuvayı Mil-

liye saflarında komutan olarak sa-

vaşmış, Eski TKP’nin de önderleri

arasındadır.

29 Ekim 1954’te Vatan Partisi’ni

kurmuş (1954-1957) ve genel baş-

kanlığını yapmıştır.

Parti daha sonra kapatılmış, ku-

rucuları ise suçsuz bulunmuştur.

Daha sonra eserlerini 1965’te kur-

duğu Tarihsel Maddecilik Yayınla-

rı’ndan çıkarmış, 1971’e kadar Ay-

dınlık, Sosyalist, Türk Solu, Ant

gibi dergilerde yazmıştır. 12 Mart

1971 darbesinden hemen sonra Sı-

kıyönetim Komutanlığı’nca aran-

dığı için Yugoslavya’ya kaçmış, 11

Ekim 1971’de Belgrad’da yaşama

veda etmiştir.

Bu sayfalar Kıvılcımlı gibi

hem politik hem de kuramsal ki-

şiliğiyle tanınan bir ustanın yaşa-

mını ve mücadelesini anlatmaya

yetmez.

Hem Doğu’yu hem de Batı-

yı araştıran ve bunların bir sen-

tezini yapma gayretinde bulunan

Kıvılcımlı’nın külliyatı engin bir

denizdir adeta. Bu denizde yü-

zerek öğrenmeye ne dersiniz?

Kıvılcımlı’nın düşünhazinesiyle tanışmak…

Türkiye sosyalist hareketine stratejik ve taktiksel anlamda verdi�ieserlerin yan�nda, birçok Marksist klasi�i Türkçeye kazand�rm��olan K�v�lc�ml�, 22,5 y�l�n� cezaevinde geçirdi�i ya�am� boyuncaörgütlü mücadelenin en ön saf�nda yer alm��t�rŞENOL Ç[email protected]

Türkiye sosyalisthareketinin

önemliteorisyenlerinden,

düşünhayatımızın en

önemli kilometretaşlarından

biridir Dr. Hikmet

Kıvılcımlı; özgün,üretken ve bir

polemik ustasıdır

Hikmet K�v�lc�ml�

Page 9: KITAP Aydınlıkbüyük kitap fuarı olarak bilinen Frankfurt fuarında bu yıl toplam yüz ülkeden katılım sağlanacak, sayısı 7bini aşan standlarda bu ül-kelerden “yeni

Çok kültürlülük

“Eğer Güney Afrika’da merkezi so-runları da içermeyen bir roman yazar-sanız, yayınlanmaya değer olmaya-caktır.”

Alan Paton

Çok uzun bir süredir, Güney Afrika

edebiyatını işleyebilecek bir fırsatın önü-

me çıkmasını bekliyordum. Okur olarak

bu hafta oldukça heyecanlandığımı be-

lirtmeliyim. Arkabahçe Yayınları’ndan

Zakes Mda’nın “Ölme Biçimleri” (Ways

of Dying, 1995) kitabı, İthaki Yayınla-

rı’ndan ise Lauren Beukes’un “Hayvan-

lılar Şehri” (Zoo City, 2010) dilimize ka-

zandırıldı. Her ikisi de oldukça önemli

eserler olması sebebiyle iki kitabı da iş-

leyeceğiz. Bu nedenle Lauren Beukes’u

(oldukça önemli bir bilim kurgu eseridir)

daha sonraya bırakalım ve bu hafta Za-

kes Mda’ya yoğunlaşarak ve gerek sö-

mürge dönemleri, gerek iç savaş zaman-

ları, gerekse politik unsurları bir kenara

bırakıp (bu köşede işlenemeyecek kadar

uzun ve derin bir konudur) sonucu esas

alarak, Güney Afrika edebiyatına bir

bakış atalım.

GÜNEY AFR�KA EDEB�YATITemel olarak Güney Afrika’da 11 dil ko-

nuşulur: İngilizce, Af-

rikanca, Zulu, Xhosa,

Sotho, Pedi, Tswana,

Venda, Siswati, Tsonga

ve Ndebele. Dünya pa-

zarı düşünüldüğünde

İngilizce yazan yazar-

larının yayınlanmakta

ve diğer dillere tercüme

edilmekte daha fazla

şans bulduğu düşünülse

de Cermen dillerine bir

hayli yakın olan ve Hol-

landaca lehçesi gibi gö-

rülen Afrikanca’da da

edebiyat alanında önem-

li başarılara ulaşılmıştır.

Beyaz ve Siyahın yan

yana yaşadığı ülkede, edebiyat dünyası da

Beyaz ve Siyah yazını olarak belirli bir ta-

rihe kadar iki farklı kategori gibi görül-

se de Afrikanca’nın kullanımı ile bir

kaynaşma noktası da şekillenmiştir. Zıt-

lıkların bir arada bulunduğu ülkede ede-

biyat en büyük birleşme noktası olarak gö-

rülmektedir. Bu çok çeşitlilik, inceleme

anlamında elbette pek çok zorluklar (bi-

rikim anlamında özellikle) doğurmakta-

dır ve kimi yazının nereye konulacağı bi-

linememektedir. Kazanılan Nobel ede-

biyat ödüllerine rağmen İngilizce yazılan

edebiyatın Güney Afrika edebiyatını to-

talde ne kadar yansıtabileceği hep tar-

tışma konusu olagelmiştir. Söz gelimi

daha az biliniyor ve okunuyor diye Zulu

dilinde harikulade araştırmaları olan

Njabulo Ndebele’nin kitaplarını (özellikle

“Rediscovery of the Ordinary” kitabını

tavsiye ederim) veya Sindiwe Magona’yı

(özellikle “Mother to Mother” kitabıyla),

Nadine Gordimer veya JM Coetzee’nin

arkasına sıralamak ne kadar adil olacak-

tır? İnceleme ve üstünde uzmanlaşmak ne

kadar zor ise okur olarak bu serüveni ta-

kip etmek ise bir o kadar keyifli. Çünkü

ulaşabileceğiniz binlerce farklı söylence,

anlatım, betimleme ve kalem bulunuyor.

Öyküler bitmek bilmiyor.

TERCÜME SAYISININ YETERS�ZL���Güney Afrika edebiyatının Avrupa’nın

sembolizm, ekspresyonizm, modernizm,

post-modernizm, Dadaizm ve başka pek

çok kültürel hareketliliğinden etkilendi-

ği, Drama yapısının özellikle Fransa, Al-

manya, Rusya ve Hollanda oyun yazar-

larından sıklıkla izler taşıyacak şekilde

modern ve karmaşık yapıda olduğunu söy-

lemek mümkün. Bu açıdan birebir ör-

neklemelerle inceleme yapmak zorunlu-

luk olarak görülse de esas zorluk Güney

Afrika edebiyatının dünya edebiyatını ne

ölçüde değiştirdiğini takip ederken orta-

ya çıkıyor. İngilizce harici kullanılan dil-

lerin tercümelerini yeterli sıklıkla bulu-

namamasından kaynakla-

nan bir geri izleme zorlu-

ğunun yanında belirli ya-

zarların kurgusal ve ha-

cimsel anlamda eski ya-

zınlara entelektüel bir göç

yaşatmış olup olmadığı

ise ayrı bir soru işareti

olarak görülüyor. Özel-

likle korku edebiyatında

ve karanlık mitolojik öğe-

lere yönelik olarak bir

göçten bahsedilebilecek-

ken nedense Güney Af-

rika dillerini derinleme-

sine inceleyen ve katkıda

bulunan dünyaca ünlü

üniversiteler bile bu konuda sessiz kalmayı

tercih ediyor. Klasik bir kural olarak

korku edebiyatını hala birkaç istisnanın

dışında incelemeye değer bulmamala-

rından kaynaklanıyor olabilir. Ne hata

ama?! Siyah ve Beyaz yazınına geri dö-

nelim. Çoğunluk için geçerli bir kural ola-

rak Güney Afrika’da Siyah edebiyatının

daha temel ve yerel, zaman zaman da eski

kültürel öğelere yönelik sorunlara yo-

ğunlaşırken Beyaz edebiyatının eskiye yö-

nelik bakışları sadece otantik birer faktör

olarak kullandıklarını, istisnalar olsa da

söylemek haksızlık olmaz.

Tam adı Zanemvula Kizito Gatyeni

Mda olan, 1948 doğumlu Zakes Mda Gü-

ney Afrika doğumludur, romancı, şair ve

oyun yazarıdır. Pek çok önemli Güney Af-

rika ve İngiliz edebiyat ödüllerine layık

görülmüştür. Bugüne kadar Türkçeye

tercüme edilmemiş olması inanılmaz.

Çünkü yazınının Türk okuru tarafından

da keyifle benimseneceğini düşünüyorum.

İlk oyunları dahi İngilizce kaleme alma-

yı tercih eden Zakes

Mda, kitapları yayımla-

nana kadar bankada

memurluk, öğretmenlik

ve pazarlama gibi işlerde

çalışmıştır. Pek çok ese-

ri bulunan Mda’nın

(“Fools, Bells and the

Habit of Eating” kişisel

favorimdir) İngilizce yaz-

ması onun dünyaya açıl-

masında elbette bazı ko-

laylıklar da sağlamıştır

ve şu an Ohio Üniversi-

tesinde Yaratıcı Yazarlık

Profesörüdür. Son olarak Türkçe ile bir-

likte 21 dile tercüme edilen, “Ölme Bi-

çimleri” (Ways of Dying, 1995) yazarın ilk

romanıdır.

YEN� B�R MESLEK:PROFESYONEL YASÇIGüney Afrika’nın demokratikleşme sü-

recindeki geçiş zamanını içerir ve Toloki

adındaki karakterini takip eder. Toloki

yoksulluğunun içinde yeni bir meslek icat

eder: “Profesyonel Yasçı” Ölümün her

yerde kol gezdiği dönemin içerisinde kur-

gu boyunca da çözümlemeler hep bir

varlar ve bir yoklar. Öykünün bu şekilde

anlatılması durumu ve dönemi de olabi-

lecek en güzel şekilde ortaya çıkarıyor. Bir

rüya gibi… Her şeyin güzel olacağını

söylemek elbette çok kolay, Toloki’nin yal-

nızlığında bile bir güzellik var, öykü bir yol-

culuk gibi devam ediyor, umut ve mizah

her şeye hâkim fakat öte yandan rüyadan

uyanınca ortalıkta kol gezen bir ölüm mev-

cut. Ölüm tekrar tekrar karşımıza çıkıyor.

Rüya görürken bitmek bilmeyen bir kapı

çalma sesi gibi. En sonunda rüyaya galip

geliyor. Ve yine rüyanın çok sesliliği gibi

hiçbir şey kesin değil, karakterler de öy-

küyle birlikte gelişiyor, değişiyor. Coğra-

fi ve kültürel referanslar yerli yerine otu-

ruyor. Dönemin vahşeti, sürreal damla-

cıkların arkasına saklanıyor. Geriye dö-

nüşlerle, genç insanların neden

taşrayı terk edip, karşılaştıkları

zorluklara rağmen şehirlere

göç ettiklerine ışık tutuyor.

Yüzeyde görülen nedenlerle

yetinmiyor. İçine iniyor ve

inerken yanında mizahı da

taşıyor. Kitabı bırakınca bir

rüya gördüğünüz hissine ka-

pılıyorsunuz. Yazını karman

çorman, zaman zaman alt üst

edilmiş ve belirli yerde takip

etmesi zor hale geliyor. Bu bir

roman için de oldukça nadir

bulunan bir anlatım ve sun-

duğu rüyanın rahatsızlığını her cümlesinde

tekrar karşımıza çıkarıyor. Kurgu, üstüne

sinen bir gizem havası yaratıyor, açıkla-

namayan şeyler vaat ediyor fakat her şeyi

huzura bağlamayı da başarıyor. Okur-

ken gözden kaçabilecek belirli paragraf-

lar boyunca yazar tekrar ve tekrar elleriyle

artan huzursuzluğu baskılıyor. Sanki kutu

açılırsa kendisi de bir yerde duramayacak

gibi…

Arkabahçe Yayınları’ndan Seda Er-

savcı’nın tercümesiyle dilimize kazandı-

rılan Zakes Mda’nın “Ölme Biçimleri”,

keşfetmeniz için sizleri bekliyor. Arka-

bahçe Yayınları’na keşifleri ve dilimize

önemli bir ismi daha kazandırdıkları

için teşekkürlerimi sunuyorum. Yazarın

diğer eserlerini de dilimizde görmek

umudunu taşıdığımı söylemeliyim. Bu

hafta da J. M. Coetzee’den bir alıntıyla

vedalaşalım: “Bir kitap, içimizdeki don-

muş denizi kırarak açmak için bir balta

gibi olmalı.”

( Ölme Biçimleri, Zakes Mda,Arka Bahçe Yayıncılık,

Çev: Seda Ersavcı, 192 s.)

12 EK�M 2012 CUMA 9BABİL BALIĞI Aydınlık KİTAP

M. SALİH [email protected]

Zakes Mda

Page 10: KITAP Aydınlıkbüyük kitap fuarı olarak bilinen Frankfurt fuarında bu yıl toplam yüz ülkeden katılım sağlanacak, sayısı 7bini aşan standlarda bu ül-kelerden “yeni

FELSEFEN�N FELSEFE DI�INDANH�KAYES�N�N OLANA�IFelsefe, bilim ve gündelik yaşamın bir-

birinden özerk alanlar olduğu düşünü-

lür. Felsefenin kendi içerisinde karşıt

savların birbirini etkilemesiyle yeni sav-

ların ürettiği bir alan olduğu genel bir

kabuldür. Felsefe içerisinden bir bakışla

bunun böyle olmadığını göstermek pek

mümkün görünmese de felsefenin iler-

leyişine dışarıdan bakabilen ve felsefi

dönüşümlerin gerçekleştiği dönemleri

ele alabilen yaklaşımlarla buna alternatif

bir yorum mümkün hale gelir.

ÜRET�M �L��K�LER�N�NYANSIMASI OLARAKDÜ�ÜNSEL ÜRET�MBilimsel devrimlerin yapısını incele-

yen Kuhn, bilimsel devrimlerin oluşu-

munu bilimsel ve politik bir süreç ele

alarak bu yönde önemli bir iddia orta-

ya atmıştı. Fakat bilimsel varsayımların

temelinin bilimsel disiplinler dışındaki

kaynaklarına karşı kayıtsız kalmıştı.

Çeşitli ekollerden felsefe ve bilim ta-

rihçileri bilimsel devrimlerle felsefe ta-

rihi arasındaki sıkı ilişkiyi ortaya koyan

pek çok ürün verse de bu birbirinden

özerk alanların karşılıklı etkileşimleri dı-

şında görebildikleri tek belirleyen siyasi

devrimler olmuştu.

Marx ve Engels ise bilimsel düşün-

cenin ve felsefenin doğuşuna, ideoloji-

lerin yapısına ilişkin daha temelden bir

eleştiriyle bunların üretim ilişkilerinin

bir yansıması olduğunu dile getiren

bir yansıma kuramı ortaya koymuşlar-

dı. Marksist ekolün içerisinden gelen

Alfred Sohn – Rethel, daha önce Ge-

orge Thomson’ın yaptığı gibi felsefenin

felsefe dışındaki bir belirleyeni olarak

üretim ilişkilerinin felsefe ve bilim üze-

rindeki etkisini ortaya koyma iddiasın-

da olan önemli bir yapıt kaleme aldı:

“Zihin Emeği Kol Emeği Epistemolo-

ji Eleştirisi”. Bu eserin hikayesini Alf-

red Sohn – Rethel’in kaleminden alttaki

kutucukta okuyabilirsiniz.

ARA�TIRMAYI YARATAN VEYANIT �STEYEN SORULARSohn – Rethel, felsefenin, zihinsel

emeğin, özerkliğini reddetmeden, onun

belirleyenini ortaya koymaya çalışırken

birbirinden özerk üretimler arasındaki

bağlantıyı sağlayabilecek sağlam bir

temel koymayı amaçlıyor. Böyle bir

temelin gerekliliği açık olsa da bu ge-

rekliliğe ilişkin birkaç soruyu ortaya koy-

makta yarar var: Neden bütün bilimsel

devrimler belirli dönemlerde ortaya

çıkıyorlar? Newton fiziğinin, Galile’nin

atalet ilkesinin, Einstein’ın göreliliğinin,

Kopernik Devrimi’nin ve bunlara pa-

ralel olarak Rönesans ve Aydınlanma

felsefelerinin, Kant, Hegel ve Rousse-

au’nun felsefelerinin ortaya çıkması

bir tesadüf müdür? Bildiğimiz anlam-

da dizgesel düşünce, matematik ve sis-

tematik felsefe neden Antik Yunan’da

ortaya çıkmıştır? Proleterya, burjuva-

zinin üretim ilişkilerindeki egemenliğine

rağmen, nasıl oluyor da entelektüel

dostlara sahip olabiliyor?

DÜ�ÜNME B�Ç�MLER�N�N��LEV�Esasında birbiriyle çatışan felsefi yakla-

şımlar belirli bir çağda aynı anda dola-

şımda olabiliyor. Fakat bu çatışan felse-

fi yaklaşımlardan bazıları ileriki çağlar-

da baskın çıkmayı beklerken bir başka-

sı o belirli dönemde baskın olabiliyor. Bu-

nun nedeni olarak Sohn – Rethel, dü-

şünme biçiminin toplumsal sentezdeki

işlevine işaret ediyor: “herhangi bir dö-

nemin toplumsal açıdan gerekli düşün-

me biçimleri, o dönemin toplumsal sen-

tez işlevleriyle uyumlu olanlardır.” (s. 19).

Toplumsal sentezin siyasi belirleyeninin

hakim sınıf olduğu düşünüldüğünde

baskın düşünme biçiminin egemenin

düşünme biçimi olduğu açıktır. Ancak

burada ilerici bir çekirdek yatmaktadır:

“Toplumsal sınıf hakimiyetinin belli bir

biçimi ... tarihsel olarak gerekli ve vaz-

geçilmez olduğu ölçüde, yönetici sınıf-

ların yanlış bilinci insanlığın çıkarlarını

hakikaten temsil etmektedir.” (s. 208).

Buradan çıkarılacak sonuç şudur:

Herhangi bir sınıfın egemenliğinde

gerçekliğin çarpıtılması anlamında bir

yanlış bilinçten (Marksist çözümleme-

nin jargonuyla ideolojiden) kurtuluş

yoktur. Ancak bu yanlış bilinç tarihsel

açıdan gerekli ve vazgeçilmez olduğu öl-

çüde üretici güçlerin gelişmesinde ve

üretici güçlerin gelişmesi için yürütü-

lecek siyasi mücadelede insanlığın hiz-

metindedir.

Z�H�NSEL EME��N �NSANLI�AH�ZMET�N�N OLANA�IEgemen sınıfın belirlediği ortamın için-

den yükselen düşünsel üretimin insan-

lığa hizmetine kuşkuyla bakmak anla-

şılırdır. Hatta yaygın olarak böylesi bir

düşünsel üretim egemen sınıflara hiz-

met eder. Fakat yine de zihinsel eme-

ğin özerkliği, zihinsel emeğin temsilci-

si olan aydınların sınıfsal yapısının üre-

tim ilişkilerince koşullanmayıp aydın-

ların politik seçimine bağlı olması

(Gramsci’nin “Hapishane Defterle-

ri”nde ve Doğu Perinçek’in “Aydın ve

Kültür” adlı eserinde de ortaya konduğu

gibi) nedeniyle düşünsel üretim son tah-

lilde proleteryanın, ve dolayısıyla in-

sanlığın hizmetindedir. Zihinsel emeğin

özerkliği Sohn – Rethel tarafından şu

şekilde ortaya konuyor: “Üstelik belli bir

döneme ait zihinsel emek, kökeni iti-

bariyle sınıf hakimiyetinin altında yatan

koşullara apaçık bir biçimde bağlı ol-

makla birlikte, yönetici sınıfta hizmet

edebilmek için belli bir özerkliğe sahip

olmalıdır. Üstelik zihinsel emeğin tem-

silcileri - ister rahip, isterse filozof ya da

bilim erbabı olsun - varlığına katkıda bu-

lundukları düzenden asıl çıkar sağlayan

kişiler değil, düzenin sadık hizmetkar-

larıdır.” (s.18).

“Düzenin sadık hizmetkarları” dü-

zene layıkıyla hizmet edebilmek için be-

lirli bir özerkliği sahip olmak zorunda-

dırlar. Bu özerklik onları kol emeğinin

pratiğinden kopardığı için politik ter-

cihleri tarafından içerisine girebildikleri

politik mücadelenin özneleri kılmak-

tadır. Dolayısıyla, zihinsel emeğin içe-

risinde yer almalarının bir sonucu ola-

rak kol emeğinden kopan bu aydınlar

kafa ve kol arasındaki çelişkiyi ortadan

kaldırmak için çalışabilmektedirler. Za-

ten aksi takdirde Sohn – Rethel, Marx,

Bloch gibi devrimci aydınların ortaya

çıkması olanaksız olurdu. Eserinde,

Sohn – Rethel bu amacını açık bir bi-

çimde dile getirmektedir: “Elinizdeki ça-

lışma, sınıfsız bir toplumun koşullarına

dair yeterli bir kavrayışa ulaşmanın

ancak kafa ve kol arasındaki ayrımın kö-

kenini araştırmakla mümkün olduğunu

ileri sürüyor.” (s. 36).

Z�H�N EME�� – KOL EME��Devrimci aydınlarının bu çabalarının

karşısında üretim ilişkilerinin bir sonucu

olarak ortaya çıkan kafa ve kol arasın-

daki ayrımın araştırmasında Sohn – Ret-

hel’in tarihsel kökene ilişkin yanıt me-

tanın ortaya çıkışıdır. Bunun olabilme-

si içinse insanların ürettikleri nesnele-

re yabancılaşmasına yol açan ve aynı za-

manda toplumun üyelerini birbirine

bağımlı kıldığı için toplumsal bir harç

olan işbölümünün ortaya çıkması ge-

rekir: “Şahsi üretim giderek ihtisasla-

şırken, üreticiler de aralarında süregi-

den işbölümü çerçevesinde giderek

birbirlerine bağımlı hale gelir. Onları bir-

birlerine bağımlı kılan tek şey müba-

delesidir.” (s. 43) Fakat bu durum üre-

tilen nesnelerin mübadelesini zorunlu

kıldığından, üretimde zihinsel emeğin

ağırlıkta olduğu iş kolları doğar. Meta-

nın ortaya çıkışıyla düşünsel ve dahası

gerçek anlamda soyutlama ortaya çık-

mıştır: “Metanın biçimi soyuttur; so-

yutlama metanın faaliyet alanının ta-

mamına hükmeder. Öncelikle, müba-

dele değerinin kendisi, metanın sahip ol-

duğu kullanım değerinin aksine, soyut

bir değerdir.” (s. 33).

Bu soyut değerin soyutluğu metanın

biçiminden ileri gelir. Bu değer, üreti-

len mal kullanım değerinin yanında bir

de mübadele değeri taşıdığından doğ-

muştur: “Meta mübadelesi, her du-

rumda kullanımdan tam anlamıyla ‘so-

yutlanmış’ olarak gerçekleşir. Zihinde

değil gerçeklikte ortaya çıkan bir so-

yutlamadır bu.” (s. 39). Bu soyutlama-

nın ayrımsanmasıyla, yazar, esasında iki

tür soyutlama olduğunu ortaya koymuş

olur: “doğa bilimlerine ait kavramlar dü-

şünsel soyutlamalardan oluşur, iktisadi

değer kavramı ise gerçek bir soyutla-

madır. İnsan zihninin dışında bir varlı-

ğı yoktur, ancak insan zihninden kay-

naklanmış da değildir. Tamamıyla top-

lumsal bir niteliğe sahiptir.” (s. 34).

Bu iki tür soyutlamanın her ikisinin

de soyut oluşu sayesinde, filozofların

gerçekliğe ilişkin bilme yetimize yöne-

lik sorgulamalarıyla hesaplaşılabilir.

Zihinde ve gerçeklikte ortaya çıkan

soyutlamaların her ikisinin de biçim ol-

malarından dolayı aralarında bağlantı

kurmak mümkün olur: “Düşünce bi-

çimleriyle toplum biçimlerinin ortak ta-

rafı, her ikisinin de birer ‘biçim’ oluşu-

dur”. (s. 32). Her ikisinin de biçim

oluşu sayesinde ve yukarıda bahsi geçen

gerçek soyutlamanın insanlararası bir

düzlemde gerçeklik taşıması nedeniy-

le bu ikisi arasında bağlantı

kurmak mümkün olur. Böylece,

eleştiri yoluyla baskın olan dü-

şünme biçimlerinin çözümlen-

mesiyle gerçek soyutlamayla

özdeşlik kurulabilir. İlk bakış-

ta insanın yabancılaşmasına

neden olan kafa ve kol arasın-

daki ayrım sayesinde tüm bun-

lar mümkün olabilmektedir.

Dolayısıyla olumsuz görünen

bu sonuçta olumlu bir içerik

yatmaktadır: “Meta üretimi

gelişip tipik üretim biçimi ha-

lini alınca, insanın imgelemi

de eylemlerinden giderek ay-

12 EK�M 2012 CUMA10 Aydınlık KİTAP

Felsefenin felsefe dışından aşılması“Hakikatin ortaya ç�kmas�n� sa�layan �ey, akl�n ve zihinsel

yarg�n�n muteber tarafs�zl��� de�il, bilakis incelememizindevrimci anlay��a olan ba�l�l���d�r.”

CENK ÖZDAĞ[email protected]

Sohn – Rethel,felsefenin,

zihinsel emeğin,özerkliğini

reddetmeden,onun

belirleyeniniortaya koymaya

çalışırkenbirbirinden

özerk üretimlerarasındakibağlantıyı

sağlayabileceksağlam bir temel

koymayıamaçlıyor

Alfred Sohn Rethel

Page 11: KITAP Aydınlıkbüyük kitap fuarı olarak bilinen Frankfurt fuarında bu yıl toplam yüz ülkeden katılım sağlanacak, sayısı 7bini aşan standlarda bu ül-kelerden “yeni

12 EK�M 2012 CUMA 11Aydınlık KİTAP

rılır, giderek bireyselleşir ve nihayet şahsi bir

bilinç boyutuna ulaşır.” (s. 41). Bu şahsi bilinç

temelinde hem ideoloji denen yanlış bilinç hem

de bu bilincin eleştirisi olanaklı hale gelir. Bu

olanağın yanı sıra, sözü edilen ayrım düşün-

sel açıdan bir devrime, insanbiçimci düşün-

cenin ötesine geçilmesine olanak sağlar:

“Meta üretimiyle birlikte ortaya çıkan bu ay-

rılık (toplum ve doğanın ayrılması), doğa ve

toplum arasındaki önceki komünal toplum bi-

çimlerine has insanbiçimci kaynaşmayı geri-

de bırakır.” (s. 85). Bu ilerlemeyi doğa bilim-

lerinin de dayanağını oluşturan soyutlamala-

rın kurulması izler. Bunlara bir örnek olarak

soyut uzay ve zaman düşüncelerinin dayana-

ğı olan kavramsal kurguyu verir: “Maddi de-

ğişimden muafiyet kavramı, aslında maddi de-

ğişim gerçeğini ortadan kaldırmayan, ancak öz-

gül bir kavramsal biçime tabi kılınan bir kur-

gudan ibarettir.” (s. 68). Bu kurgu bilimsel dü-

şünceye temel oluşturduğu gibi liberalizmin de

kendini dayandırdığı fakat doğal olanı top-

lumsal olana dayandırma hatasına yol açan bir

soyutlamadır: “Kullanımdan, daha doğrusu

kullanım eyleminden kopuşu dayatan müba-

dele faaliyeti, pazarın insan ile doğa arasındaki

her tür etkileşimden yoksun, zaman ve mekana

bağımlı bir boşluk olduğunu varsayar.” (s. 44)

Yazar, yukarıda bahsi geçen iki tip soyutla-

manın özdeşliğinin başarıyla ortaya konul-

masıyla felsefede solipsizm (tekbencilik) de-

nen, insanın zihnindeki temsillerden temsil edi-

len nesnelerin gerçekliğine dair kuşkunun üs-

tesinden gelinebileceğini iddia eder: “Bu tez

eğer ikna edici bir biçimde savunulabilirse, so-

yutlamanın düşünceye mahsus bir imtiyaz ol-

duğu yönündeki yerleşik fikir ortadan kalka-

cak ve bundan böyle zihin kendi içkinliğine

hapsolmaktan kurtulacaktır.” (s. 22) .

Zihnin kendi içkinliğine çözüm bulmak

amacıyla Kant’ın ortaya attığı gerçekliğin öz-

nelerarası oluşu ve tüm insanlarda ortak olan

kategoriler dolayısıyla kurulduğu düşüncesi-

nin yol açtığı idealizmi aşmada yazar katego-

rilerin kökeninin toplumsal pratiğin içerisin-

de yattığını ortaya koymaya çalışmaktadır:

“İzahatımızda kategorilerin kökeni itibariyle

tarihsel, doğası itibariyle toplumsal olduğunu

ileri sürüyoruz.” (s. 22).

FELSEFEN�N SORUNUNÜSTES�NDEN GELMEDEK� DAYANAKYazar, Kant’ın üstesinden gelmeye çalıştığı so-lipsizmin ve öznellik sorununun ve bu sorunuaşmaya çalışan Kant felsefesinin idealizminiaşmada dayanak olarak aklı ve tarihsel ma-teryalist felsefeyi benimser. Bu aşmadaki arahedefini ortaya koyan yazar eseri boyunca buhedefi yerine getirmeyi amaçlar: “Mübadele

soyutlamasının öncelikle, zaman ve mekandavuku bulan, gerçek, tarihsel bir fenomen ol-duğunu; ikinci olarak da epistemolojide kul-lanıldığı anlamda tam bir soyutlama olduğu-nu kanıtlamalıyız.” (s. 36). Böylesi bir kanıt-lama pratik hiçe sayılarak felsefe içerisinde ya-pılmaya kalkıldığında zafer idealizmin ola-caktır: “Ampirik olmayan kavramlar mater-yalist tarzda - yani doğrudan düşünüşle - açık-lanamayacağından idealizm, başka açılardanne kadar saçma olursa olsun, epistemolojik üs-tünlüğe elde eder.” (s. 87). Bu nedenle yazı-nın başında dile getirilen felsefenin dışındanolan pratiğe başvurmak ama felsefenin bu dı-şarıdaki pratiği içine almasıyla aşılabilmesi içingerekli olan materyalist bir felsefenin kurul-ması zorunludur.

Dayanak akıldır zira olgusal kanıtlarabaşvurmak olguların ele alınmasını önceleyenkategorileri varsaydığından yeterli olmaya-caktır. Sohn-Rethel’in de belirttiği gibi “Bu ni-telikte bir tezi doğrulamak için olgusal kanıt-lara başvurmanın mümkün olmadığı, bununyerine temelde akli savlara dayanmak gerek-tiği açıktır. Aynı durum Marx’ın değer ve artı-değer teorileri için de geçerlidir. Tarihsel ve-riler, ancak Marksçı analizin temellendirdiğikategoriler ışığında düşünüldüğü zaman bu ku-ram lehine tanıklık eder; koşullara tarihsel birgerçeklik yükleyerek geçerli veriler haline ge-tiren, kuramın kendisidir.” (s. 23).

Alıntıda da görülebileceği gibi yazar am-

pirizme karşıdır. Bunun nedeni olarak da, ya-

zar, gerçek soyutlamanın niteliğini öne sürer:

“çünkü mübadeleye özgü gerçek soyutla-

manın ayırt edici özelliği, ampirik içeriği tü-

müyle dışlamasıdır. Bu soyutluk ampirizm

karşıtıdır.” (s. 81). Bu ampirizm karşıtı so-

yutluk tek bir öznenin (şahsiliğin) ötesinde

bir kavramsal yapının da dayanağı olur:

“Aklın gayrişahsi teçhizatını oluşturan am-

pirik olmayan kavramlar, bir yandan kendi

toplumsal kökenlerine dair her türlü izi silip,

tabir yerindeyse aklın topluma arkasını dön-

mesine neden olurken, bir yandan da doğa-

nın dışsal gerçekliğiyle yüzleşen bilme yeti-

sinin araçlarına dönüşürler.” (s. 85). Ampi-

rizme karşı olan tutumunu tarihsel materyalist

tutum olarak dile getiren yazar, bağlı oldu-

ğu düşüncenin üstünlüğünü şu şekilde belirtir:

“Tarihsel materyalist araştırmaya kesinlik ka-

tan şey, bilincin toplumsal varlığa ve toplumsal

varlığın da bilince karşılıklı atıfta bulunma-

sıdır... Hakikatin ortaya çıkmasını sağlayan

şey, aklın ve zihinsel yargının muteber ta-

rafsızlığı değil, bilakis incelememizin devrimci

anlayışa olan bağlılığıdır.” (s. 214).

(Zihin Emeği, Kol Emeği – Epistemolo-ji Eleştirisi, Alfred Sohn – Rethel, Metis

Yayınları, Çev: Ayşe Deniz Temiz, 224 s.)

Oryantalistleştirilenkavram:

Köktendincilik

Bugün sokaktan geçen bir vatanda-

şa “Köktendincilik nedir?” diye sordu-

ğumuzda muhtemelen “Aşırıcı İslam-

cılık, İslami terörizm” gibi cevaplarla kar-

şılaşırız. Özellikle de İkiz Kuleler’in yı-

kılmasından bu yana Batı’nın “kökten-

dincilik” kavramını İslam kavramıyla eş

anlamlılaştırılmasının toplumdaki yan-

sıması bu cevaplarla karşımıza çıkıyor.

Peki gerçekten “köktendincilik” kavra-

mı İslam’a özgü bir kavram mı? Ulus-

lararası Marks-Hegel Diyalektik Dü-

şünce Topluluğu Başkanı Domenico

Losurdo, Türkçe’ye Selin Dingiloğlu

tarafından çevrilen ve Yordam Kitap’tan

çıkan “Köktendincilik Nedir?” isimli

eserinde bu sorunun ardına düşüyor ve

köktendinciliği hem tarihsel hem de

sosyolojik boyutlarıyla inceliyor.

Köktendincilik denince akla İslam

ve Ortadoğu’nun gelmesini ele alan

Losurdo, Yahudi ve Hıristiyan kökten-

dinciliklerinden örneklerle köktendin-

cilik kavramının farklı soykütüklerini in-

celeyerek Batı’nın köktendincilik kav-

ramındaki Oryantalist tavrını eleştiriyor.

Losurdo, kitabının giriş bölümündeki

“Köktendincilikler” başlığıyla aslında bir-

den çok köktendincilik olduğuna işaret

ediyor ve köktendinciliği köktendinci-

likler üzerinden ele almanın daha doğ-

ru bir yol olduğunu belirtiyor.

Köktendinciliği “siyasi ilkelerini kut-

sal kabul edilen bir metne dayandıran ve

bu metinleri yüzlerce yıllık birikimin so-

nucu dünyevi kuralları gayrimeşru ilan et-

meye alet eden” olarak tanımlayan hakim

tanım üzerinden bir tartışma başlatan Lo-

surdo, bu tanıma göre sadece din çerçe-

vesine sığdırılmış bir köktendinciliğin

yerine doğal hukuk öğretisinin de aslın-

da bunun içine katılması gerektiğini,

çünkü bu öğretinin de “insan hakları” adı-

na kutsal kabul edilen “bildiri” “sözleşme”

gibi metinlere atıfta bulunarak egemen ül-

kelerin kanunlarını yani dünyevi kuralları

“kutsal metinler”le gayrimeşru ilan etti-

ğini söylüyor. Dolayısıyla köktendinciliğin

sadece “din” çerçevesine sığdırılmayan ge-

niş bir kavram olduğuna işaret ediyor.

“Köktendincilik ve Sömürge Halk-

larının Uyanışı” başlığıyla bu ilişkiyi

ele alan Losurdo, köktendinciliğin iki

farklı kültürün birbirini reddetme/itme

ile oluşan bir tepki biçimi olduğunu ifa-

de ediyor. Bu tepkinin gerginliği ne ka-

dar fazlaysa köktendinciliğin de o kadar

kuvvetli olduğunu düşünüyor. Gele-

nekselci dinsel yapıları Musaddık, Na-

sır, Arafat gibi liderleri devirmek için Ba-

tı’nın desteklediğine dikkat çeken Lo-

surdo, daha sonrasında Batı’nın kök-

tendinci militanlığı kabullenmek zo-

runda kaldığını ifade ediyor.

Losurdo köktendinciliği sadece İs-

lam’a yakıştıran hem Batıcı bakış açı-

sını hem de Doğu’yu kutsayan ve Batı

karşıtlığını Batı aydınlanmasını mer-

keze alan İslami köktendinciliği eleşti-

riyor. 19.yüzyılın başındaki Napolyon’a

karşı Almanlar tarafından verilen sa-

vaşın önderliğinin köktendinci ideolo-

jisinin Marks, Engels ve Lenin tara-

fından eleştirildiğini ancak yine de Na-

polyon’a karşı verilen mücadelenin

doğru olmasından dolayı destekledik-

lerini belirten Losurdo, buradan hare-

ketle Ortadoğu’daki köktendinci ha-

reketleri sertçe eleştirmenin onun meş-

ru taleplerinin görmezden gelinmeye

neden olmaması gerektiğini fakat bu

meşru taleplerin Batı’yı eleştirirken

Batı’nın kazanımlarına -aydınlanması-

na- sahip çıkılarak yeniden inşa edile-

bileceğini belirterek İslami köktendin-

ciliklerin de Batı karşıtı tutumlarında-

ki çıkmaza işaret ediyor.

(Köktendincilik Nedir, Domenico Losurdo, Yordam Kitap,

Çev: Selin Dingiloğlu, 96 s.)

GÖKAY [email protected]

Losurdo köktendincili�isadece �slam’ayak��t�ran hem Bat�c�bak�� aç�s�n� hem deDo�u’yu kutsayan veBat� kar��tl���n� Bat�ayd�nlanmas�n� merkezealan �slamiköktendincili�i ele�tiriyor

AAllffrreedd SSoohhnn--RReetthheell’’iinnkkaalleemmiinnddeenn eesseerriinn hhiikkaayyeessii

AAllffrreedd SSoohhnn--RReetthheell’’iinnkkaalleemmiinnddeenn eesseerriinn hhiikkaayyeessii

“Çalışmanın başlangıcı, Birinci Dünya Sa-vaşı’nın sonlarına doğru, Almanya’da pro-leter bir devrimin vuku bulmasının beklen-diği, fakat trajik bir biçimde başarısızlığa uğ-radığı döneme rastlıyor. Bu dönemde ErnstBloch, Walter Benjamin, Max Horkheimer,Siegfried Kracauer ve Theodor W. Adornoile kişisel olarak, Georg Lukacs ve HerbertMarcuse’yle ise yazıları aracılığıyla tanışmafırsatı buldum... Berlin’deyken Nazi-karşı-tı yasadışı faaliyetlere de katıldım. Gesta-po’dan kaçarak 1937’de İngiltere’ye ulaştım.Birmingham’da Profesör George Thomsonile tanıştım. Kendisi tamamen farklı bir alan-da, antik Yunan üzerine çalışıyor olsa da, fel-

sefe ile para arasındaki bağlantıyı fark edentanıdığım tek kişiydi. Uzunca bir el yazma-sı olan “Zihin Emeği, Kol Emeği”ni 1951’denihayet tamamladım. Thomson ve Ber-nal’in yoğun çabalarına rağmen Lawrence& Wishart yayınevi metni ortodoksidenfazla uzak bularak reddetti, burjuva yayın-cılarsa fazlaca militan bir Marksist metin ol-duğu gerekçesiyle geri çevirdi.” (ss. 12 - 14)Ayşe Deniz Temiz tarafından özenle çevri-len metin Metis Yayınları tarafından 2011Mart’ında yayımlandı. Metin 1970 yılında Al-manca olarak basılırken, yazarın oğlu olanMartin Sohn-Rethel tarafından yapılan İn-gilizce çevirisi 1978 yılında yayımlanmış.

Page 12: KITAP Aydınlıkbüyük kitap fuarı olarak bilinen Frankfurt fuarında bu yıl toplam yüz ülkeden katılım sağlanacak, sayısı 7bini aşan standlarda bu ül-kelerden “yeni

12 EK�M 2012 CUMA12 Aydınlık KİTAP KAPAK

ERİC HOBSBAWM

Fransız tarihçi Fernand Barudel’in

“tarihi kiteleler yapar ve arkalarında

çok nadir belge bırakırlar” sözüyle

bir anlamda Annales ekoluyla tarih ya-

zımını bir dönem domine eden “aşa-

ğıdan tarih” ya da “sosyal tarih” yak-

laşımı, İngiliz Marksist tarihçiler Mau-

rice Dobb, Rodney Hilton, E.P. Tomp-

son, Christopher Hill ve Eric Hobs-

bawm ile belki de gerçek ruhuna daha

çok yaklaşmıştı. Kitleleri tarihin nes-

nesi olarak gören muhafazakar tarih

anlayışına karşı, bu yeni yaklaşımla kit-

leler, tarihin objesi, tarihi yapan ve ira-

deleriyle tarihi değiştiren bir konuma

yerleştirildi. Hobsbawm bu yeni ve

devrimci tarih yaklaşımının belki de en

üretkeni, en entellektüeli ve kuşkusuz

en uzun maratoncusuydu.

“... Aileleri ve komşuları dışında

kimsenin bilmediği, modern devlette

doğumları, evlilikleri ve ölümleri kay-

da geçirilmiş insanlar anlatılıyor. On-

lar, ara sıra da, polis ya da gazeteciler

bir insan öyküsünün peşine düştü-

ğünde bilinir olurlar. [...] Bazıları kü-

çük ya da yerel sah-

nelerde rol almıştır:

Sokakta, köyde, kili-

sede, bir sendika şu-

besinde, belediye

meclisinde. Modern

medya çağında, eski

zamanlarda adsız ka-

lacak birkaçı, müzik ve

spor sayesinde kişisel

şöhret elde etmiştir.”1

Hobsbawm tarihi

yapan aktörlerin, kit-

lelerin; arkasından

Londra’nın fabrikala-

rındaki işçiyi, direnen

ve siyasallaşan ayak-

kabı tamircilerini; Paris’teki devrimin

neferleri baldırıçıplakları; eski rejim-

leri yıkıp döken büyük köylü dalgala-

rını yazdı; İngiltere’den Amerika’ya

oradan Fransa’ya dolaşan radikal de-

mokrat Thomas Paine’nin broşürleri-

ni, Macaristan’daki ya da Güney İtal-

ya’daki sosyal eşkiyaları, asileri; Latin

Amerika’daki köylülerin toprak işgal-

lerini takip ederek kitlelerin direnişi-

ni, isyanını, inançlarını, umutlarını,

kayıplarını ve kararlılıklarının tarihini

de elbet... Büyük İngiliz Marksist tarihçi

Hobsbawm, “sıradışı” akademik hayatı

boyunca bu “sıradışı” insanların öy-

küsünü yazdı:

“Benim vurgulamak istediğim nok-

ta, bireyler olarak değilse bile toplu ola-

rak bu tür erkeklerin ve kadınların ta-

rihsel aktör olduklarıdır. Ne yaptıkla-

rı ve düşündükleri fark yaratır. Onlar,

kültürü değiştirebilirler ve değiştir-

mişlerdir de ve özellikle 20. yüzyılda,

tarihi yönlendirmişlerdir. Bu nedenle

halk olarak bilinen alelade insanlarla

ilgili bu kitaba “Sıradışı İnsanlar” adı-

nı koydum.”2

ONDOKUZUNCU YÜZYILINTAR�H�N� YAZAN“TOLSTOY” 19. yüzyılı anlamak isteyen herkesin,

öncelikle bu çağın romanını yazan

Tolstoy ile bu çağın tarihini yazan

Hobsbawm’u okuması kaçınılmazdır.

“Devrim Çağı”, “Sermaye Çağı” ve

“İmparatorluk Çağı” serisiyle 19.yüz-

yıl tarih yazımına damgasını vuran

Hobsbawm, devrimlerden savaşlara,

barikatlardaki devrimcilerden fabri-

kalardaki yoksul çalışanlara, kırsal-

daki tarım proleterya-

sından makine kırıcı-

larına, Mozart’ın Si-

hirli Flüt’ünün notala-

rından Beethoven’ın

Erocia’sına, Charles

Dickens’ın İki Şeh-

rin’den Goya’nın tu-

valine, giyotine giden

krallar ve devrimci-

lerden “yükselen”

burjuvaziye değişen

tüm tutum ve değer-

lerin büyük romanını

yazan “tarihçilerin

Tolstoy’u”; geçmişi

anlamak ve bugünle

bağlantısını kurmak için her zaman

dalgaların altına daldı.

Buna rağmen Hobsbawm’u tam

anlamıyla bir “devrim tarihçisi” sınıf-

landırmasıyla tanımlayamayız. İngiliz

Devrimi üzerine en büyük otorite

olan, Komünist Parti tarihçiler gru-

bunda yer alan Hill’in çalışmalarından

dolayı belki bu dönemi doğrudan ele

almayı gerek görmemiş olabileceği

gibi Fransız Devrimi’ni de Albert Mat-

hiez, Georges Lefebvre, Albert Sobo-

ul gibi ismini sıralayamayacak kadar

çok yetenekli ve marksist veya mark-

sizan tarihçilerin çalışmalarından do-

layı bu dönemde kalem oynatma hak-

kını kendinde görmemiş olabilir. Ne var

ki, Büyük Fransız Devrimi’nin 200. yıl-

dönümünde, Fransız Devrimi’nin so-

nunda bittiğini ilan eden Françoise Fu-

ret ve Denis Richet’in başlattığı “re-

vizyonist” tarih yaklaşımıyla devrimi ve

onun toplumsal tüm kazanımlarını

inkar eden, günah çıkartırcasına dev-

rim lanetleyen bu “eski komünistlere”

en sağlam ve eksiksiz cevabı Hobs-

bawm vermiştir.

HOBSBAWM’UNGÖZÜNDEN FRANSIZDEVR�M�’NE BAKMAK “Revizyonist yaklaşımın Fransız Dev-

rimi’ne saldırısı, bir toplumsal alt üst

oluş ihtimalinin korkuyla beklenme-

sinin değil, Paris’in entelektüel çevre-

leriyle hesaplaşmasının yansımasıydı.

Esas olarak yazarların kendi geçmiş-

leriyle; Raymond Aron’un altını çizdiği

gibi, 1945’teki Kurtuluş’tan sonra otuz

yıl boyunca Paris entelektüel sahnesi-

ne egemen olmuş değişken ideolojik

modaların genel temelini oluşturan

Marksizmle hesaplaşmasının bir yan-

sımasıydı.”3

Uluslararası siyasi dengelerdeki

kırılmaya paralel olarak sesini daha da

yükseltmeye başlayan revizyonist ta-

rihçilere göre; Fransız Devrimi, Fran-

sa’ya çökmüş ve geç kalkınmak zo-

runda kalan bir ekonomi, istikrarsız bir

siyasal sistem miras bırakmıştı. Aynı za-

manda Devrim, “kökenleri doğuşu

itibarıyla tesadüfen meydana gelmiş,

sonuçları bakımından etkisiz bir olay-

dı.”4 Kuşkusuz revizyonist tarihçilerin

kendi tarihleriyle “hesaplaşırken” yola

çıktıkları başlangıç noktası ne 1789 ne

de 1792 Jakoben Cumhuriyetiydi.

“Fransız Devrimi’yle ilgili tarihin liberal

anlayışla revizyonu 1789 üzerinden

tamamen 1917’yi hedef almıştır.”5

Michelet’den Jaurés’e, Aulard’dan

Matihez’e, Lefebvre’den Soboul’a dev-

rim tarihi üzerine yazılan büyük eser-

lerin hepsi, aralarında nüanslar olmakla

birlikte, bir gelenek olarak Fransız

Devrimi’nin blok olarak savusuydu.

Özellikle Restorasyon döneminde ya-

zılan “burjuva” tarih yazımında da

devrimin mirası, Sans Culottes’lerin

burjuvazinin mülkiyetini tehdit ettiği,

Jakoben Diktatörlük karalanmak şar-

tıyla, açıkça savunulmuştur. Revizyo-

nist tarihçilerin sadece

“Marksist yorumu hedef alan de-

ğil, Fransız radikal entelektüellerini

1840’lardan beri takip etmekte ol-

dukları (ve yine, Fransız liberal ente-

lektüellerin 1810’dan beri benimse-

dikleri) çizgiyi hedef alan bir saldırıdır.

Kısacası bu, Fransız entelektüel gele-

neğin ana deposuna yöneltilen bir sal-

dırıdır ve bu yönüyle, Marx kadar

Guziot ve Comte da saldırının mecburi

kurbanları durumuna düşmüşlerdir.”5

“Sıradışı İnsanlar”ı yazansıradışı tarihçi

“Robespierre’ler her zaman Danton’lar� yener. Cinsel ve hatta kültürel özgürlükçülü�ün devrimingerçekten birincil tart��ma konusu oldu�una inanan devrimciler er ya da geç bir kenara itilirler”

FERHAN BAYIR

“Benimvurgulamak

istediğim nokta,bireyler olarak

değilse bile topluolarak bu türerkeklerin ve

kadınların tarihselaktör olduklarıdır.

Ne yaptıkları vedüşündükleri fark

yaratır. Onlar,kültürü

değiştirebilirler vedeğiştirmişlerdirde ve özellikle 20.

yüzyılda, tarihiyönlendirmişlerdir

. Bu nedenle halkolarak bilinen

alelade insanlarlailgili bu kitaba

“Sıradışıİnsanlar” adını

koydum.”

Eric Hobsbawm

Page 13: KITAP Aydınlıkbüyük kitap fuarı olarak bilinen Frankfurt fuarında bu yıl toplam yüz ülkeden katılım sağlanacak, sayısı 7bini aşan standlarda bu ül-kelerden “yeni

12 EK�M 2012 CUMA 13KAPAK Aydınlık KİTAP

Revizyonist tezlerin yeni bir belgeye ya da

iyi bir araştırmadan çok, yorumdaki değişkli-

ğe bağlı olduğunu dile getiren Hobsbawm,

“olağandışı ve kalıcı etkisi herkesin gözünde

aşikar olan ya da ancak, entelektüel taşralı-

lıkla sabit fikir bir araya geldiğinde ya da bir

meslek hastalığı olan arşiv belgelerinde uzun

araştırmalara yoğunlaşmanın getirdiği bir

monografik miyoplukla görmezden gelinebi-

lecek, bir devrimin tarihsel anlamı ve dönüş-

türücü kapasitesini küçültmenin peşindedir”

diyerek dikkatimizi esas olan noktaya çeker.

Batılı entelektüeller ve akademisyenler ara-

sında en belirleyeci konuların başında “Terör

Dönemi” gelir. Bir anlamda “hümanizm”

adına, adı konulmamış bir tecrit uygulanan en-

telektüel alanda Hobsbawm gibi sayılı kişiler

Cromwell’den Robespierre’e devrimlerin

“aşırılıklarını” savunabilmektedir. Kralcı La Fa-

yette’nin ismi Paris’in en zengin ve gözde sem-

tine verilirken, ne Marat’ın ne St. Juste’un ne

de Robespierre’in ismi Paris’in hiçbir soka-

ğında görülmediği gibi heykeline de rastla-

nılmaz.* Bir anlamda kitlelerin tarih sahne-

sine en etkin ve doğrudan talepleriyle çıktığı

bu dönem, 9 Thermidor’dan bu yana özellik-

le halkın belleğinden silinmeye çalışılan bir dö-

nemdir. Hobsbawm, Marx’ın 1848’de Polon-

yalılar için söylediği “1793’un Jakoben’i, bu-

günün komünisti oldu” sözünü doğrularcası-

na hem Jakoben Cumhuriyeti hem de Terör

uygulamalarını savundu.

“Muhafazakarlar, Terör döneminin, zin-

cirlerinden boşalmış isterik bir kana susamışlık

ve diktatörlük olduğu yolunda kalıcı bir imge

yaratmışlardır. Oysa 20. yüzyılın ölçütleriyle,

hatta 1871 Paris Komünü sonrasındaki katli-

amlarda olduğu gibi, muhafazakarların top-

lumsal devrimi bastırırken sergiledikleri ra-

kamlara kıyasla , ondört ayda 17.000 resmi in-

fazla Devrim’in toplu kıyımları nispeten ma-

kul sayılırdı. Devrimciler, özellikle Fran-

sa’dakiler, Terör dönemini ilk halk cumhuri-

yeti ve izleyen tüm başkaldırıların esin kaynağı

olarak görmüşlerdi. Bu nedenledir ki, her gün-

kü insanı ölçütlerledeğerlendirilmemesi ge-

reken bir çağdı o.”6

Albert Soboul’un “Robespierre’nin terörü

halkın terörüydü, Robespierre’in öfkesi ve ta-

lepleri halkın öfkesi ve talepleriydi”7 saptaması

bir anlamda Robespierre’den Babeuf’e, 1848

Devrimi’nden 1917 Bolşevik Devrimi’ne ka-

darki devrimci çizginin ayak izlerini ortaya çı-

karır.Başka bir açıdan ise; Jaurés’in “Robes-

pierre yaşasaydı sandalyemi onun yanına ko-

yardım” sözü kadar muhaliflerin Lenin’e sal-

dırırken onu Jakobenlikle şuçlamak için “Ma-

ximilien Lenin” adıyla seslendiklerinde Le-

nin’in bundan kıvanç duyması bir anlamda

Marksizme yapılan her saldırının kaçınılmaz

olarak Jakobenizme ve Fransız Devrimi’ne yö-

nelmesine neden oldu.

Bununla birlikte Hobsbawm her zaman-

ki engin bakış açısı ve kışkırtıcı yaklaşımıyla bizi

gölgede kalan yerlere çeker:

“İşin doğrusu ve daha önce gördüğümüz

üzere, anaakım marksist gelenek haline gel-

miş bulunan anlayış, ona soldan karşı duran

ultra-radikallere karşı Robespierre’le aynı

safta yer almayı tercih etmişti ve bu, ancak

Marksistlerin Jakoben geleneği dolaylı yoldan

değil doğrudan devralmış oldukları varsayı-

mına dayanarak kavranabilecek olan bir şe-

çimdi. Oysa kendi başına bir olgu olarak ba-

kıldığında, tıpkı Britanya sosyalistleri ve ko-

münistlerinin 17. yüzyılda kralın katledilme-

sine ve cumhuriyete duydukları hayranlığa rağ-

men Düzleyicilere (Levellers) ve Kazıcılara

(Diggers) karşı Cromwell’in savunuculuğunu

üstlenmeleri gibi, modern komünistlerin de

Hébert be Jacques Roux’ya karşı Robespier-

re’in savunuculuğuna soyunmaları oldukça şa-

şırtıcı görünse gerekir.”8

Oysa Engels’in belirttiği gibi her iki dev-

rimde de cumhuriyet “pleb yönetimleri” sa-

yesinde en devrimci ve halkçı kararları uygu-

lamış, burjuvazinin uzlaşmacı ve ılımlı ka-

rakteriyle onyıllarca sürecek toplumsal deği-

şimler kitlelerin tabandan gelen önlenemez

taaruzu ile gerçekleşmiştir. Hobsbawm’a göre

diğer bir anlamda “Marksistler bu bakımdan

da Jakoben yorumun sınırları dahilinde kal-

mışlardır.”9 Cromwell, Düzleyicileri Bur-

fold’da kurşuna dizmesi monarşi ve lordların

kaçınılmaz olarak geri gelmesini nihai olarak

kaçınılmaz hale getirdiyse, 4 ve 5 Eylül 1793

tarihinde Hébert öncülüğündeki Sans Culot-

tes’ların “zenginlere karşı fakirlerin savaşı” slo-

ganıyla Paris Komünü’nün ayaklanması son-

rasında, Hébert’i giyotine yollayan ve Paris Ko-

münü’nü kısmen dağıtıp zayıflatan Robes-

pierre ve Jakoben iktidar, bir anlamda kendi

düşüşünü hazırlamışlardı.10

SON SÖZ “Fransız Devrimi insanlara, tarihin kendi ey-

lemleriyle değiştirilebileceği duygusunu ka-

zandırmış ve onlara, bugüne kalan şeyin, de-

mokratik politika ve sıradan insanlar adına

şimdiye dek formüle edilmiş en güçlü sloga-

nın; Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik olduğu bil-

gisini aşılamıştır.11 [...] Ne iyi ki Fransız Dev-

rimi hala yaşıyor. Çünkü Özgürlük, Eşitlik ve

Kardeşlik ile Aydınlanma değerlerine duyu-

lan ihtiyaç, akıldışılığın, fundamentalist dinin,

bilgi düşmanlığının, barbarlığın bizi bir kere

daha boğazımızdan yakaladığı bugün - her za-

mankinden daha fazla.”12

Belki de bu ihtiyaçı en çok bizler hissedi-

yoruz. “Aklın yıkımının” yaşadığındığı bu

dönemde, mafya-tarikat rejimini yıkmak is-

teyen “radikaller” için Hobsbawm’un büyü-

teci ile önümüze serdiği izleri takip ederek geç-

mişin devrimlerinden ve devrim provalarından

dersler çıkarmak kaçınılmazdır. Diğer bir

yönden, Fransız ve İngiliz revizyonist tarihçi-

lerin, kendi devrimleriyle hesaplaşırken üret-

tikleri argümanlar ve yöntemler, bugün libe-

ral ve liberal sol çevrelerce bire bir uygulanarak

Türk Devrimi’ne yönelik saldırılar göz önün-

de bulundurulduğunda; Hobsbawm’u okumak,

entelektüel kaygıdan çok egemen ideolojinin

hegomonyasını yıkmak isteyenler için gerçek

anlamda bir zorunluluktur. 1 Eric Hobsbawm, Sıra Dışı İnsanlar, sy 9, Yordam Ki-

tap, 20092 Hobsbawm, age, sy 93 Eric Hobsbawm, Fransız Devrimi’ne Bakış, sy 143,

Agora kitaplığı, 20094 Hobsbawm, age, sy 1325 Hobsbawm, age, sy 1395 Hobsbawm, age, sy 146* 9 numaralı hat üzerinde bulunan “Robespierre Met-

rosu” , son tartışmalarda değiştirilmesi önerilmektedir. Böylelikle“Devrimci Paris”‘in son izleri de silinmek istenmektedir.

6 Eric Hobsbawm, Devrim Çağı, sy 79, Dost Kitab-evi, 2005, Ankara

7 Albert Soboul, La Révolution Française, sy 85,Quadrige, Réimpression de la 2 edition, 2006, Paris

Ayrıca Jakobenler ile devrimci hareket arasındakiilişkiyi incelemek için bkz: Albert Soboul, Les Sans Culottes Pa-risiens en I’An II:Mouvment Populaire et Gouvernement Ré-volutionnaire, Librairie Clavreuil, 1958, Paris

8 Hobsbawm, age, sy 1289 Hobsbawm’, age, sy 1291 0 Bu konudaki tartışmalar ve ayrıntılı bilgi için bkz

Françoise Brunel, Thermidor “La Chute de Robespierre”, Edi-tions Complexe, 1989, Paris

1 1 Hobsbawm, age, sy 1631 2 Hobsbawm, age, sy 166

Page 14: KITAP Aydınlıkbüyük kitap fuarı olarak bilinen Frankfurt fuarında bu yıl toplam yüz ülkeden katılım sağlanacak, sayısı 7bini aşan standlarda bu ül-kelerden “yeni

12 EK�M 2012 CUMA14 Aydınlık KİTAP

Son yıllarda komplo teorileri si-

yasal hayatımızda giderek daha faz-

la rol oynamaya başladı. Sabetayizm

tartışmalarıyla başlayan bu süreç

ilk başlarda müstehzi gülüşlerle kar-

şılanıyor; doğrusu çok fazla da cid-

diye alınmıyordu. Ama işin rengi gi-

derek değişti. Komplo teorileri soy

sop araştırmalarını aştı; Türkiye’nin

ana meseleleri hakkında konuşurken

atıfta bulunulan nirengi noktaları ha-

line geldi. Önce Cumhuriyet Devri-

mi’ni yapan kadroların neredeyse ta-

mamı Yahudi ilan edilmişti. Sonra

arkası geldi. Kuzey Irak’ta yaşa-

nanlar ve Büyük Ortadoğu Projesi

Barzanilerin Yahudi olduğu iddia-

sıyla açıklanmaya çalışıldı. Kıbrıs

hakkında konuşulurken Rauf Denk-

taş’ın Yahudi kökenli olduğu ima

edildi. AKP’nin icraatları bu parti-

nin önde gelenlerinin Yahudi ya da

Rum kökenli oldukları iddialarıyla

ilişkilendirildi. “Ermeni Soykırımı

oldu ama sorumlusu Yahudilerdi”

denilerek soykırım iddialarının önü

açıldı. Kısacası son 20 yılda komplo

teorileri Türkiye’nin bütün mesele-

lerini açıklayan sihirli bir formül

haline geldi.

Komplo teorilerinin bu

kadar yayılmasında

İslamcılığın yükselişi

de önemli bir rol oy-

nuyordu. Gerçekten

de İslamcı akımların

Jön Türklerin ve İtti-

hat Terakki’nin ikti-

dara gelmesini “Ya-

hudi-mason darbesi”

ilan eden komplo teo-

rilerine düşkünlüğü

eskiden beri biliniyor.

Ayrıca bu hurafeler

başta Atatürk olmak

üzere Cumhuriyet

Devrimi’ni yapan kadrolara yönelik

ithamların da önünü açıyor. Böyle-

sine elverişli bir ideolojik silahın

AKP tarafından kullanılmaması eş-

yanın tabiatına aykırı olurdu. Nite-

kim AKP’ye yakın çevrelerin dolaylı

ya da dolaysız bir biçimde nere-

deyse bütün muhaliflerini Yahudi ya

da Ermeni ilan etmeleri bu çerçeve

içerisinde anlam kazanıyor.

Peki, muhalefetinden iktidarına

kadar bu kadar sıkça kullanılan

komplo teorileri nasıl ve ne zaman

ortaya çıktı; kimler tarafından han-

gi kitle hedef alınarak üretildi? Bu

sorular üzerine şimdiye kadar, ne ya-

zık ki, fazla kafa yoran olmadı. İşte,

Haluk Hepkon’un yeni kitabı Jön

Türkler ve Komplo Teorileri’ni fark-

lı kılan da bu durum. Hepkon kita-

bında komplo teorilerini ve bunların

üzerinde bulunduğumuz coğrafyada

ortaya çıkış sürecini inceliyor. Üstelik

bunu alışık olmadığımız bir yöntemle

yapıyor. Yazar sorulara yanıtlar ara-

makla yetinmiyor; ortaya cevaplan-

ması gereken yeni sorular atıyor.

KOMPLO TEOR�LER�N�NGEL���M�NDE �K� FARKLI KANALHepkon kitabını komplo teorilerinin

büyük toplumsal krizler ve mücade-

lelerle ilişkisi eksenine oturtmuş.

Kitapta komplo teorileriyle devrim-

ler arasında bir ilişki olduğu iddia edi-

liyor. Buna göre komplo teorileri

gericiliğin devrime ve devrimi ya-

panlara karşı kullandığı ideolojik bir

silah. Hepkon bu iddiasını kanıtlamak

için Amerikan ve Fransız devrimle-

rinden sonra ortaya atılan komplo

teorilerini inceliyor ve bunların geç-

mişteki Yahudi ve mason karşıtı ri-

vayetlerden farklarını

vurguluyor. Aynı süreç

1830 ve 1848 devrimle-

rinden sonra da sürü-

yor; özellikle 1917 Bol-

şevik Devrimi öncesin-

de zirveye oturuyor.

Haluk Hepkon aynı

şablonu bizim tarihi-

mize de uyguluyor ve

söz konusu hurafelerin

Osmanlı İmparatorlu-

ğu’nda 1908’den, yani

İkinci Meşrutiyet’in

ilan edilmesinden,

sonra nasıl ortaya çıktığını örnekle-

riyle gösteriyor. Komplo teorilerinde

bir diğer şahlanış ise, Cumhuriyet

Devrimi’nden sonra gerçekleşiyor.

Ama Batı’daki ve Doğu’daki

komplo teorilerinin arasındaki ben-

zerlikler sınırlı. Hepkon her iki coğ-

rafyada komplo teorilerinin farklı bir

biçimde ortaya çıktığını ve yayıldığını

ileri sürüyor. Bu durumun en önem-

li nedeni Osmanlı İmparatorlu-

ğu’nun ve Doğu toplumlarının Ba-

tı’dakilerden farklı olması. Hep-

kon’a göre komplo teorilerinin en

önemli iki figürü Yahudilik ve ma-

sonluk Doğu toplumlarında Ba-

tı’dakinden farklı algılanıyor ve bu

durum komplo teorilerini Doğu

toplumları açısından anlamsız kılı-

yor. Doğu toplumlarının tarihinde

Batı’dakine benzer türde bir anti-

semitizmin olmadığına dikkat çeken

Hepkon masonluğun da Osmanlı

İmparatorluğu’nda Batı’dakinden

farklı ve devrimci olmayan bir bi-

çimde geliştiğine dikkat çekiyor.

Hepkon’un bu tezleri, komplo teo-

rilerini oryantalist bir biçimde “Doğu

toplumlarına has bir hastalık” olarak

kabul eden ve günlük basında çok-

ça rağbet gören çevrelerin iddialarını

tartışmaya açıyor.

�NG�L�Z EMPERYAL�ZM� VE“YAHUD�-MASON DARBES�”Haluk Hepkon, “Jön Türkler ve

Komplo Teorileri”nde İttihat Te-

rakki hakkında ortaya atılan “Yahu-

di-mason” iddialarının ve günümüz-

de sıkça kullanılan Sabetayizm tera-

nelerinin ilk kez İngiliz emperyaliz-

mi tarafından ortaya atıldığını ileri sü-

rüyor. Hepkon’a göre bu hurafelerin

kaynağı o dönemde İngiliz Başkon-

solosluğu’nda baştercüman olarak

çalışan Gerald Henry Fitzmaurice.

Koyu bir Katolik olan ve o dönemin

Avrupası’ndaki gerici havadan etki-

lenen Fitzmaurice’in Jön Türk Dev-

rimi’nin “Yahudi-mason komplosu”

ilan etmesi ilk önceleri Londra’da bile

ciddiye alınmıyor. Ama İngiliz Hari-

ciyesi kısa sürede bu iddiaların Hin-

distan’da ve Mısır’da İttihat Terak-

ki’ye yönelik sempatiyi ortadan kal-

dırmada işe yarayacağını anlıyor. Bi-

rinci Dünya Savaşı’nda iş daha da kı-

zışıyor. İngiliz emperyalizminin pro-

paganda amacıyla kurduğu Arap

Bürosu meseleye daha profesyonel

bir biçimde el atıyor. Cihad fetvası-

nı geçersiz kılmak ve halifeye isyan

eden Mekke Şerifi Hüseyin’e karşı

oluşan tepkileri ortadan kaldırmak

için Jön Türklerin ve Türk milliyet-

çiliğinin “Yahudi icadı” olduğu, ha-

lifenin mason ve Yahudilerin elinde

tutsak bulunduğu iddiaları doğrudan

İngiliz gizli servisleri tarafından ya-

yılıyor. İngilizler ülke içini de boş bı-

rakmıyorlar ve İttihat Terakki kar-

şıtlarını komplo teorileriyle teçhi-

zatlandırıyorlar. Hepkon’a göre Tür-

kiye’deki gericiliğin komplo teorile-

riyle ilk buluşması böyle gerçekleşi-

yor. Arkası gelmekte gecikmiyor.

Nitekim Hepkon’un da örnekleriyle

gösterdiği gibi günümüzde hem Tür-

kiye’de hem de Ortadoğu’da yaygın

olan komplo teorileri hâlâ İngiliz

emperyalizminin Birinci Dünya Sa-

vaşı esnasında ürettiği bu hurafeler-

den besleniyor.

ERGENEKON VE “�TT�HATÇIGELENEK”Hepkon kitabında günümüzdeki

komplo teorilerinin Fitzmaurice’in

ortaya attığı saçmalıklarla ilişkisine

de değiniyor. Hepkon’a göre günü-

müzde gerek dünyada gerekse de ül-

kemizde yaşanan siyasal-toplumsal

kriz komplo teorilerinin yeniden

doğuşu için uygun bir zemin hazır-

lıyor. Bu süreçte İslamcılığın yükse-

lişinin önemine de dikkat çeken

Hepkon AKP iktidarının komplo

teorilerini nasıl kullandığına dair

örnekler veriyor. AKP, cumhuriyeti

tasfiye ve yeni bir rejim kurma giri-

şimlerini “Beyaz Türklere (Sabeta-

yistlere) karşı mücadele” olarak

gösteriyor. Bu yüzden yeni rejimin

“resmi tarihi” yazılırken komplo

teorileri sıkça kullanılıyor. Yeni re-

jimin ideologları Ergenekon Terti-

bi’ne “İttihatçı Gelenek” safsatala-

rıyla tarihi bir arka plan oluşturma-

ya çalışıyorlar. Hepkon kitabında bu

iddiaları teker teker yanıtlanırken

Türkiye’nin devrimci birikimine sa-

hip çıkmanın gereğine de değiniyor.

“Jön Türkler ve Komplo Teorileri”

günümüzde oldukça popüler olan

komplo teorilerine karşı ideolojik

mücadelede önemli bir rol oynaya-

cağa benziyor.

(Jön Türkler ve KomploTeorileri, Haluk Hepkon, Kırmızı

Kedi Yayınevi, 223 s.)

İngiliz emperyalizminden Balyoz tertipçilerine

Komplo teorileriHepkon’a göre komplo teorilerinin en önemli iki figürüYahudilik ve masonluk Do�u toplumlar�nda Bat�’dakindenfarkl� alg�lan�yor ve bu durum komplo teorilerini Do�utoplumlar� aç�s�ndan anlams�z k�l�yorÖMER ÖZDEMİR

Kitapta komploteorileriyle

devrimler arasındabir ilişki olduğu

iddia ediliyor.Buna göre komploteorileri gericiliğindevrime ve devrimi

yapanlara karşıkullandığı

ideolojik bir silah.Hepkon bu

iddiasınıkanıtlamak için

Amerikan veFransız

devrimlerindensonra ortaya atılankomplo teorilerini

inceliyor vebunların

geçmişteki Yahudive mason karşıtı

rivayetlerdenfarklarını

vurguluyor

Page 15: KITAP Aydınlıkbüyük kitap fuarı olarak bilinen Frankfurt fuarında bu yıl toplam yüz ülkeden katılım sağlanacak, sayısı 7bini aşan standlarda bu ül-kelerden “yeni

12 EK�M 2012 CUMA 15Aydınlık KİTAP

Sınıflı toplumda erkeğin onu mülk

edinişiyle üzerinde sürekli şiddetle-

nen baskıyı kapitalizmle birlikte top-

lumsal işbölümünün getirdiği yeni yük-

ler ve sömürüyle katmerli biçimde his-

seden kadın, dinsel kısıtlamaların, töre

ve geleneklerin kıskacı gevşerken, bu

kez yeni yaşam tarzının ideolojik sı-

nırlamalarıyla yüz yüze gelir. Özellikle

burjuva kadınlar, emekçi kadınların

yaşadığı sıkıntıların dışında kalmanın

bedelini, sürekli ideolojik yanılsama ve

aldanışlarla ödemek zorunda kalır.

Kadına dayatılan güzel olma ve gö-

rünme yönelimi, onu gitgide kendisinin

de kabullendiği bir cinsel nesne oluşa

sürükler. Doğrusu bu yönelimin pe-

kişmesinde özellikle görsel sanatların

azımsanmayacak payı vardır.

Gonca Güçsav, “Odalık: Görünme-

yeni Sergilemek” (çev.: Evren Yılmaz,

YKY, nisan 2012) adlı kitabında, sanat ta-

rihindeki farklı bakışları odalık imgesi

üzerinden irdelerken, güçlü bir sanat eleş-

tirisi örneği vermekle kalmıyor, kadına

dair toplumsal aldanışlara da göz atarak

aynı zamanda sosyal bilimlerle tarihsel

düzlemde doğrudan bağ kurmayı deni-

yor. Oryantalizmin Doğulu kadını oda-

lık imgesiyle algılayışının resim sanatın-

da çıplağı meşru ve yaygın biçimde işle-

me olanağı sağlamasının kaynaklarını

araştıran kitap Ingres, Delacroix, Renoir,

Matisse gibi Batılı sanatçılardan günü-

müze “Odalık”ın sanattaki yansımaları-

nı mercek altına almakla, hem resim sa-

natı, hem de toplumsal tarih açısından

son derece yürekli ve başarılı bir çalışma

sergiliyor. Kitap, odalık imgesinin neden

ortaya çıktığını, nasıl yaratıldığını ve ge-

liştiğini, evrilme biçimini anlatırken, or-

yantalizmin şifrelerini çözme ve gizli

yüzünü teşhir etme olanağı da sağlıyor,

konuyu resim sanatı üzerinden kapsam-

lı bir tartışmaya taşıyor.

ODALIK NED�R?Kitabın konusuna yaklaşabilmek için

anahtar kavramı anımsamakta yarar

var: Odalık, Osmanlı saraylarına savaş

tutsağı olarak ülkeye getirilmiş ya da pa-

dişaha armağan edilmiş kadın kölele-

re verilen ad. Türkçe sözlükte tarihsel

anlamı şöyle yer alıyor: “Padişah, şeh-

zade ve paşaların saraya alınan kara-

vaşlar arasından seçtikleri kadın, ikbal.”

Bir de E. E. Talu’nun bir cümlesiyle kul-

lanım örneği veriliyor: “Rahmetli bil-

mem ne paşanın odalığı imiş.”

Sözlükte “karavaş”ın tanımı da var:

“Savaşta tutsak edilen veya satın alınan

ve sahibinin üzerinde tam bir kullanma

hakkı bulunan kadın, kul.” Evlerde

odalık bulundurulması yaygınlaşmaya

ve toplumsal alışkanlığa dönüşmeye

başlayınca sözcüğün günlük dilde ka-

zandığı yeni anlam da şöyle tanımlanı-

yor: “Bir erkeğin nikâhsız olarak aldı-

ğı kadın.” B. Felek’ten örnek de veri-

liyor: “Eskiden bu senin dediklerini ya-

panlara odalık denirdi.”

Peki bütün bunların Batı resmindeki

“nü” tarzıyla ilgisi ne? Yazar meselenin

oryantalizm ve kolonyalizmle doğrudan

bağlantılı olduğunu savunuyor. Bu ko-

nuda elbette başta Edward Said olmak

üzere kendisine esin kaynağı olan dü-

şünürler var. Konuyu özetleyerek anım-

samak iyi olur:

Bilindiği gibi, Batı, Montesqieu’den

beri, demokratik bir kamuoyu oluş-

turma girişimi için kendi zorba kralla-

rının eleştirisine doğu despotizmi kar-

şıtlığıyla başlar. Tarihsel kökleri çok de-

rinlere giden Doğu-Batı çatışması, Ba-

tı’daki modernleşme sürecinin Do-

ğu’dan farklı olma zorunluğu üstüne

oturarak gerici egemen sınıflar

karşısında meşruiyet kazanmasını

sağlar. Ayrıca Batı, böylece sö-

mürgeci niyetlerine de zemin ha-

zırlar. Doğu toplumlarındaysa ge-

ricilik, sömürgecilerle işbirliğini

gizlemek için Batı karşıtlığına giz-

lenir. Batı’da burjuvazinin kadına

cinsel nesne olarak bakışına ve cin-

selliğin ticari meta olarak pazarda

yaygınlaşmasına meşruiyet ka-

zandırma olanağı da, konuyu resim

sanatının işlemesiyle daha kolay

elde edilir. Fransız resminde “nü”

tarzının odalık betimlemelerine da-

yandırılarak 20. yy’a taşınmasının ge-

risindeki nedenleri çözümlemek işte bu

nedenle gereklidir.

RES�MDE ORYANTAL�ZMVE ÇIPLAKLIKGonca Güçsav, “Odalık: Görünmeyeni

Sergilemek” çalışmasında, 19. ve 20.

yüzyıl Avrupa sanatında Odalık mo-

tifine, bu yüzden salt sanatsal neden-

lerle değil, aynı zamanda toplumsal ta-

rih ve ideoloji bağlamında yöneliyor.

Yazar motifin gelişiminde önemli dö-

nüm noktalarını oluşturan sanatçıları

ve eserlerini beş ayrı bölümde ele alı-

yor. Bunlar sırasıyla Ingres’in Büyük

Odalık’ı, Delacroix’nın Cezayirli Ka-

dınlar’ı, Manet’nin Olympia’sı, Hen-

ri Matisse'in Odalık serisi...

Giriş bölümünde motifin ortaya

çıkışı ile oryantalizm ve kolonyalizm ko-

nularını tartışan yazar, odalık imgesinin

tarihsel akış içerisinde sık sık dönemin

gerekleri uyarınca sömürgeci söylemi

desteklemek için kullanılışını örnekler

üzerinde sergiliyor.

Sonraki bölümlerde Ingres ve De-

lacroix’nın haremdeki hizmetkâr olan

Odalık’ın nasıl bir erotik hayalin baş

kahramanına dönüştürüldüğü, aynı za-

manda bu karakterin nasıl bütünüyle

kadınlığı ve ardından tüm Doğu'yu

simgeler hale gelişi son derece başarı-

lı çözümlemelerle tartışılıyor. Odalık,

Batı'nın sömürgeci arzusunun hedefi

olan Doğu'ya ait bir sembol niteliği ka-

zanırken, güçlü efendi (Batı) karşısın-

daki zayıf köleyi (Doğu), dolayısıyla içe-

riğinde sömürgeci ilişkiyi barındıran bir

motif halini alıyor. Cinsellik yüklü, ka-

dınlaştırılmış bir Doğu, Batı'ya kendi-

ni mutlak güçlü efendi ile özdeşleştir-

me olanağı verirken, “öteki”yi zayıf,

edilgen ve ulaşılabilir bir köle konu-

muna yerleştiriyor.

“TERS�NDEN ORYANTAL�ZM”EDÜ�MEK DE VARManet’nin Olympia’sının tartışıldığı 3.

bölümde, Odalık imgesi oryantal süs-

lerinden arındırılarak, bütün çıplaklı-

ğıyla sunuluyor. Manet, Odalık motifini

kendi zaman ve mekânının bir fahişe-

si olarak resmetmekle, Doğu’ya yansı-

tılan hayalin, aslında Batı’daki düzenin

bir gerçeği olduğunu ortaya koyuyor.

Böylece Doğu ile Batı arasındaki ka-

tegorik farklılığı silerek içselleştiriyor.

Denebilir ki, Manet’nin skandal yara-

tan, ahlaksızlıkla suçlanan eseri aslın-

da döneminin odalık resimlerinden

ne daha çıplak ne de daha erotik. Fark

sadece, erotizmin uzakta, başka coğ-

rafyada değil, 19. yy Paris’inde resme-

dilmiş olmasında...

Matisse ise 20. yy başlarında tam da

I. Dünya Savaşı’nın (yazar buna Sö-

mürge Savaşı diyor) ardından, Odalık

temasına biçimsel yönden oldukça güç-

lü bir dönüş başlatıyor. Onun odalıkları

da özünde 19. yy motifinin bir uzantı-

sı. Matisse, içerikten çok, sanatının bi-

çimsel gelişiminde bir araç olarak kul-

lanıyor Odalık’ı. Doğu sanatının (so-

yutlama, yüzeysellik, renk, arabesk

motif) inceliklerini kendi sanatına ye-

nilik katmak üzere kullanırken, Oda-

lık’ın bedenini temel figür olarak ele alı-

yor. Onun odalıkları, arkalarındaki yü-

zeylerin süsleme ve bezemeleri içeri-

sinde kayboluyor.

Kitabın sonuç bölümünde de gö-

rüldüğü gibi, şu an bile Doğulu kadının

bastırılmışlığı, Doğu’nun geri kalmışlı-

ğı ele alınırken sanatçılar için bir tema

olabiliyor odalık. 19 yy. sömürgeci Av-

rupasının oluşturduğu motif, demek ki

günümüzde güncelliğini koruyor. Gon-

ca Güçsav’ı bu olağanüstü başarılı çö-

zümlemelerle yüklü kitabı dolayısıyla

kutluyor, çalışmayı akıcı bir anlatımla

çeviren Evren Yılmaz’a teşekkür edi-

yoruz. Yine de, Samir Amin’in Sadık

Celal El Azm’dan esinlenerek, Ed-

ward Said’e yönelttiği uyarıyı anımsa-

makta yarar görüyoruz: “Tersinden

oryantalizm”e düşerek Batı eleştirisini

ve karşıtlığını mutlaklaştırmak ise, ger-

çek evrenselcilik arayışlarının önünde

engel oluşturur...

ARAKABLO

Görünmeyeni sergilememotifi olarak Odalık

SEYYİT NEZİR [email protected]

SEYY�T NEZ�R

Oryantalizmin “öteki”ye resimle saldırısı:

Resim sanat�, Odal�k motifiyle Bat�l�n�n sapk�n cinselli�ini gizlemeklekalmad�, sömürgecili�ini de gizlemeye ve sevimli göstermeye hizmet etti

Page 16: KITAP Aydınlıkbüyük kitap fuarı olarak bilinen Frankfurt fuarında bu yıl toplam yüz ülkeden katılım sağlanacak, sayısı 7bini aşan standlarda bu ül-kelerden “yeni

12 EK�M 2012 CUMA16 Aydınlık KİTAP

Kuşadalı öykücü ve yazar Halit

Payza Tekin Yayınevi’nden çıkan

“Bir Tutam Saç Bir Altın Yüzük ve

Hala Çalışan Bir Saat” isimli de-

neme kitabı ile okuyucularıyla bu-

luştu. Varlık, Berfin Bahar, Cum-

huriyet Kitap, Evrensel, Beşpar-

mak, Kül Öykü gibi pek çok dergi-

de yayımlanmış öyküleri, denemeleri

ve kitap tanıtım yazılarıyla tanıdığı-

mız Halit Payza ile sizler için röportaj

yaptık. Keyifli okumalar.

Sylvia Plath’ın intiharından son-ra, eşinin yorumu kitabınızın ismi-ni almış. Bize bu seçiminizi anlatırmısınız?

Aslında kitabın daha uzun bir

ismi olacaktı. Kitaba adını veren de-

neme, “Bir Tutam Saç Bir Altın Yü-

zük ve Hâlâ Çalışan Bir Saat”. O

Gece Ne Oldu başlıklı Ted Hug-

hes’in Sylvia’nın intiharından sonra

yazdığı şiirde de belirttiği gibi, “on-

dan geriye kalanlar bir tutam saç, yü-

zük, saat ve geceliktir.” Kitabımın

ismi “Bir Tutam Saç Bir Altın Yü-

zük Hâlâ Çalışan Bir Saat Teninin

Sıcaklığını Taşıyan Bir Gecelik” de

olabilirdi. Biliyorsunuz, kitaplarında

bu tür uzun isimleri kullanan ya-

zarlar var. Erich Maria Remar-

que’nin “Batı Cephesinde Yeni Bir

Şey Yok”, David Forrest’in “Şişko-

dan Pokerde Kazandığım Adayı da

Yeğenime Bırakıyorum”, Susanna

Tomorro’nun “Sevgili Mathilda, İn-

sanın Yürümesini Dört Gözle Bek-

liyorum”, Buket Uzuner’in “İki Ye-

şil Su Samuru Anneleri, Babaları,

Sevgilileri ve Diğerleri” anımsana-

bilir. Dosyayı yayınevine gönderdi-

ğimde, ismin kitap sırtına sığmadı-

ğı gerekçesiyle adını kısaltmam is-

tendi. ve “Hâlâ Çalışan Bir Saat”i

kaldırmam gerekti. Kitaba bu ismi

vermemin gerekçesi, Sylvia Plath’ın

içimi parçalayan hüzünlü intiharı

oldu. Hughes, bu ölümün sorumlu-

sudur, kendisi de bu sorumluluğu

üstlenir. Suçludur ve sevdiği kadını

yitirmenin acısını duyumsar. Bir tu-

tam saç, evliliklerini simgeleyen yü-

zük, Sylvia’nın koluna taktığı saat,

aynı yatağı paylaştıkları odada teni-

nin kokusu sinmiş gecelik Sylvia’dan

kalanlardır. Kitabın arka kapağında

yazdığım gibi insan en çok canı yan-

dığında ve ağladığında insandır. Ben

de büyük yaşamların küçük dene-

melerini anlatmayı yeğledim. Yaşam

çok kısa ve yitirilenler çok değerli.

“Bir Tutam Saç Bir Altın Yüzükve Hala Çalışan Bir Saat” özgeç-mişsel bir öykü kitabı. Okuduğumuzher öykü öğretiyor ve okura 40 - 50yıl öncesini merak ettirip onu araş-tırmaya yönlendiriyor. Bunu bilinç-li mi yaptınız?

İlk kitabım “Kelebeğin Ömrü ve

Ölümü”nde “Denemecinin Deneme

Yazarı Olarak Portresi” adını ver-

diğim biyografik metinde Mermi

Uygur’u yazarken onun için okur-

luğunun yazarlığının önünde oldu-

ğunu, okudukça yazdığını, asıl ama-

cının kitapların kitabına ulaşmak

olduğunu belirtmişim. Okumuştur ve

okuduğu kitaplara ilişkin yazmıştır,

ne okuduysa onu varsıllaştırarak

paylaşmış, bütün okuduklarından

tek bir kitaba sürekli yolculuk ha-

linde olmuş; kitaplar kitabına. Okur-

ken ama en çok da yazarken öğre-

niyorum. Her kitap, kendinden ön-

ceki kitapların sonuncusu, kendin-

den sonra yazılacakların ilkidir. De-

neme, biyografi yazıyorsanız, yaza-

cağınız metne ilişkin sıkı bir araş-

tırma yapmak, çok okumak gereki-

yor. “Güneş altında söylenmedik

hiçbir söz yoktur” der bir Çin atasö-

zü. Yazarken de söylenilenleri daha

farklı, daha güzel, çok daha yetkin

söylemeniz, yazmanız gerekiyor. Si-

zin de güneş altında söyleyebilece-

ğiniz farklı, bugüne değin söylen-

mişlerden ayrıcalıklı bir sözünüzün

olması gerekiyor. Ama önce söyle-

nilenlerin çoğunu bilmek zorunda-

sınız. Bilirseniz, sizin sözünüz, bili-

nenlerin de dışında bir söyleyiş ola-

caktır. Öğrendiklerime borcum var,

bu borcu ödeyebilmek için okuru

okuduklarımı da okumaya yönelt-

mek istiyorum. Büyük yaşamların

küçük denemelerini yazmaya çalı-

şıyorum. Okundukça isterim ki,

okur da küçük denemelerden, büyük

yaşamlara ulaşsın.

İnsanları, öyküleri öyle içtenyazıyorsunuz ki, okur sizinle aynıduyguları hissediyor ve düşünüyor.Bir yazarın da kitabında yapmak is-tediği budur. Sizin konu ile ilgili ek-lemek istedikleriniz nelerdir?

Bütün yollar insana çıkar, bütün

nehirler, insana dökülür. Yazılanlar

insana ilişkindir. İnsanın insana yol-

culuğu, insana en çok yakışan yol-

culuktur. “Bir Tutam Saç Bir Altın

Yüzük”te yazdığım denemeler beni

çok etkileyen öykülerden oluşuyor.

Onları yazarken yazanların da ya-

zılmaya değer öyküleri olduğunu

duyumsadım. Ümit Yaşar bizim için

lirik yazardır, biraz küldür, biraz

duman. Kül; Ümit Yaşar’sa, du-

man da; Galata Kulesi’nden kendi-

ni atarak “Baba intihar öyle edilmez,

böyle edilir!” notunu düşen oğlu Ve-

dat Oğuzcan’dır. Oğlunu yitirmiş

bir babanın dizelerindeki gözyaşla-

rı sahicidir. Onlara parmaklarınızla

dokunabilirsiniz. Bu notu kim okur-

sa okusun gözleri yaşaracaktır. Acı

oradadır, Ümit Yaşar’ın şiirinde,

yüreğinde, sizin parmak uçlarınızda.

Eleştiri Fethi Naci’siz öksüzdür.

Naci, unutamadığı bir acıyla yaşadı.

Belki de Deniz öldüğünde ölmüş-

tü… Ölüm yaşanmaz! Fethi Naci

Alzheimer’di. Acıyı, onun da yaşa-

mına son verecek olan Alzheimer

unutturdu. Fethi Naci kendini de

böyle unuttu. Yitirdiği kızına “De-

niz, güzelim benim, yalnızlığım, üze-

rinde güller açan kızım” diye sesle-

niyor. Okuduğunuzda hıçkırıklarınız

boğazınızda düğümlenmiyor mu?

Metin Altıok Uğur Kaynar, Behçet

Aysan’ın incecik bir sopa, küçük

bir temizlik fırçası, önlerinde belki

de boş bir yangın söndürme tüpü ile

Madımak’ın merdivenlerinde ateşi

ve ölümü beklemeleri içinizi acıtmaz

mı? Yanan insan teni kokusunu du-

yumsamaz mısınız? Muzaffer Buy-

rukçu’nun öldüğü beş gün sonra

anlaşılmıştı. Koku komşuları rahat-

sız etmiş, polise bildirmişlerdi. Kim-

sesizler mezarlığına gömülmekten

son anda kurtulabildi. Bir mezarı bile

olmayacaktı. Onca yazar örgütü ne-

den sahip çıkmadı? Kitabımda 73

deneme var. 73 öykü anlatıyorum.

Hep hüzün değil elbet. Yalnızlar

kendilerini dışa vururlarken, uzun

konuşmayı sevmezler. Yalnızlıktan

beslenen ve birikimini yalnızlarla,

yalnızlıklarla büyüten biri için de çok

sözcüğe yer yoktur kısacık ömür

içinde. Evet, bu kitabın bir savı var.

Bu denemeler uzun metinlere ge-

reksinim duymuyorlar. Yaşam ger-

çekten uzun değil, büyük yaşamların

küçük denemeleri de olabilir. Ya-

zarlar için de yazılabilir. “Hayatım

roman” denilir ya, bu kitapta yer alan

denemelerde sözünü ettiklerimin

hepsinin de yaşamı aslında roman.

En çok onlar “hayatım roman” de-

meyi hak etmişler. Bir farkla, ben on-

ların romanlarını değil küçük de-

nemelerini yazıyorum. Bu dene-

meler de bunu yapıyor. Okudukla-

rınızın roman olan gerçek yaşamla-

rını okuyorsunuz. Okurken şunu

da yapın; Kendinizle yüzleşin. Ca-

nınız yanabilir: İnsansınız. İnsan en

çok canı yandığında ve ağladığında

insandır.

Sizin de güne� alt�nda söyleyebilece�iniz farkl�, bugüne de�in söylenmi�lerden ayr�cal�kl� birsözünüzün olmas� gerekiyor. Ama önce söylenilenlerin ço�unu bilmek zorundas�n�z.

Bilirseniz, sizin sözünüz, bilinenlerin de d���nda bir söyleyi� olacakt�r

“İnsan en çok canıyandığında insandır”

SEVİLAY ATAİBİŞ

Kitaba bu ismivermemin

gerekçesi, SylviaPlath’ın içimi

parçalayanhüzünlü

intiharı oldu. Bir tutam saç,

evliliklerinisimgeleyen yüzük,

Sylvia’nın koluna taktığı

saat, aynı yatağıpaylaştıkları

odada tenininkokusu sinmiş

gecelik Sylvia’dankalanlardır

Halit Payza

Page 17: KITAP Aydınlıkbüyük kitap fuarı olarak bilinen Frankfurt fuarında bu yıl toplam yüz ülkeden katılım sağlanacak, sayısı 7bini aşan standlarda bu ül-kelerden “yeni
Page 18: KITAP Aydınlıkbüyük kitap fuarı olarak bilinen Frankfurt fuarında bu yıl toplam yüz ülkeden katılım sağlanacak, sayısı 7bini aşan standlarda bu ül-kelerden “yeni

12 EK�M 2012 CUMA18 Aydınlık KİTAP YENİ ÇIKANLAR

Güne� Giderken

“Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şo-

förü”nün dâhi yazarından bir çırpıda

okunan, tuhaf, komik ve zekâ pırıltılarıyla

ışıyan bir kitap: “Kapı Birden Vuruldu”.

Gündelik yaşamın kuytuları, Keret’in

benzersiz evreninde fosforlu neonlar

altında parlıyor, hayalle gerçeğin karış-

tığı bu şahane öykülerde her an, her şey

gerçekleşiyor. Kapı birden vuruluyor ve

kader rotasını çiziveriyor. Kalabalıklar

içindeyken yalnızlık sularında boğulan-

lar, kendilerini her daim yedek safların-

da ya da kazazedeler arasında bulanlar,

güneşli günlerde bile çamura basmayı ba-

şaranlar ve talih kuşunun kuyruğuna tu-

tunup yukarılara uçma hayalleriyle en

dibe vuranlar bir araya geliyor, “Kapı Bir-

den Vuruldu”, mağrur kaybedenlerle adi

kahramanların bir arada yaşadığı ince-

likli ve zekâ dolu bir kitap.

Kap� Birden Vuruldu

Hugo ve Nebula ödüllü yazar

Neil Gaiman ve Emmy ödüllü yazar

Michael Reaves’ten sadece gençlere

değil tüm okurlara hitap eden, bi-

limkurguyla fantezinin iç içe geçtiği,

soluksuz bir macera kitabı.

Joey Harker sadece bir kahraman

değil. O aslında kendi evinde kay-

bolan sıradan bir insan.

Bir gün kaybolduğunda kendi

dünyasını geride bırakıp bambaşka

bir boyuta adım atıyor.

Şimdi zorlu bir savaş vermek zo-

runda. Hem de söz konusu olan sa-

dece bu dünya değil, bu savaş olası

bütün dünyaları kurtarmak için ve-

rilen bir savaş....

Ara Dünya

İran, Tahran, Haziran 2009: Se-

çimlerden sonraki en büyük sokak pro-

testolarından birinden sonra Mehdi

isimli bir genç kaybolur. Annesi Zehra

ve ağabeyi umutsuzca onu ararlar. Ara-

yışları onları zalim bir rejimin labirent

gibi koridorları boyunca sürükleyecek-

tir. Hastanelerden morga, yozlaşmış

bürokratlardan cezaevi bilgisayarlarına

sızma... Hiçbir şey bir annenin oğlu için

hissettiği derin ve ebedi aşkı zayıflata-

maz. “Zehra’nın Cenneti”ni keşfedin;

gerçek insanlar ve gerçek olaylarla gü-

nümüz İran’ını tanımanızı sağlayacak

kurgusal bir bileşim. “Zehra’nın Cen-

neti” ilk kez internette, İngilizce, Fars-

ça ve Arapça da dâhil olmak üzere bir-

çok dilde yayınlandı. Uluslararası ba-

sında çizgi roman, yayıncılık ve politik

muhalefette bir ilk olarak övgü topladı.

Zehra’n�n Cenneti

Türk evi dendiğinde herkesin aklı-

na gelen, hemen tarif edilebilen görsel

bir imge vardır. Sokağa doğru uzanan

çıkıntılı üst katlarıyla ahşap iskeletli ev-

lerdir bunlar. Carel Bertram, edebiya-

ta, kanonik anlatılara, bazen karika-

türlere ve hatıralara yoğunlaşarak Türk

evi imgesini tartışıyor. Ona göre bir imge

yaşıyorsa mutlaka tarihî bir geçmişi

vardır. Türk evi diye tahayyül ettiğimiz

şey ister istemez kolektif hafızanın ürü-

nüdür. Evler mimari varlığıyla değil,

edebî olarak hayal edilerek bir anlam

kazanmıştır ve ancak böyle yaygınlaşa-

bilmiştir. Bertram, o hayalin kendisini

ve hayalî üreticilerini anlatıyor bize. Sa-

dece edebiyatı ve kolektif hafızayı de-

ğil, milli kimliğin inşasını ve erken dö-

nem cumhuriyetinin düsturlarını tartı-

şan başarılı bir değerlendirme.

Türk Evini Hayal Etmek

Çocuk yaşta “inancın” peşine dü-

şen ve 13 yıl boyunca Napoli'deki

San Domenico Maggiore Manastı-

rı'nda yaşayan Peder Giordano Bru-

no kaçmak zorunda. Çünkü Bruno ge-

nel görüşün aksine güneşin dünyanın

etrafında döndüğüne inanmıyor ve

başrahip onun engizisyonun yasaklı ki-

taplar listesindeki el yazmalarını oku-

yarak vakit geçirdiğini öğrenmekte ge-

cikmiyor. Bruno, kilisesinden aforoz

edilen, bütün hayatını sürgünde ya-

şamak zorunda olan bir sapkın ar-

tık! İnsanı Tanrı ile aynı konuma ge-

tirecek bilgileri içeren gizemli bir el-

yazmasının peşinde olan Bruno, bir

sonraki durağı olan Oxford’da ken-

disini peş peşe işlenen cinayetlerin or-

tasında bulacağını bilmiyor. Ve “aşk”a

olan sadakatinin sınanacağını…

Sapk�n

Hepimizin bildiği bir kaza, tanıdık

şahsiyetler, belki de artık unutmak iste-

diğimiz olaylar... Öykü ve yazılarından ta-

nıdığımız Hüseyin Bul, ilk romanı “Kar-

suyu”nda yakın tarihin kirli ve karanlık

ilişkilerini soğukkanlı, rahatız edici ve he-

yecanlı bir hikaye ile canlandırmış. “Yoz-

laşmış bir toplumda eğer gizli alay ve iki

yüzlülük dallanıp budaklanmışsa ve güç

tek bir yerde toplanmışsa, suç edebiya-

tı eşitsizliği, haksızlığı ve kötülüğü gös-

terir.” Komiser Ayhan da çözüme ulaş-

mak için hem suçun toplumsal dokunun

derinlerine uzanan izlerini sürmek hem

de kendisiyle hesaplaşmak zorunda. Po-

lis-siyasetçi-yeraltı ilişkilerini, derin dev-

leti, şiddeti içselleştirmiş bir toplumsal ya-

pıyı ve bireyin çaresizliğini irdeleyen

“Karsuyu” basit bir polisiye gibi başlayıp

keskin bir eleştiriye dönüşüyor...

Kar Suyu

“Senin dahil olmadığın seninle ilgili

hatıralarım da var benim, onları bilmene

olanak yok tabii. Öylesine içimdesin ki,

fiziksel yokluğun neredeyse hissedil-

miyor. Bu senin, sahilimde bıraktığın

ayak izin, varlığının bana bağışladığı ses-

siz melodin. Sadece seni düşünüyo-

rum. Bir önceki gün seni ilk defa kol-

larıma aldım ve beni o an istila ettin.

Seni anlatan cümleler geliyor aklıma,

not alıyorum amaçsızca. Bir efsaneye

göre Şostakoviç’in kafatasına saplanan

bir şarapnel parçası, eğer kafasını belirli

bir şekilde eğerse onun müzik duyma-

sını sağlarmış. Sen benim Şostakoviç’in

kafatasına saplanan şarapnel parçamsın.

Şostakoviç’in kafatasına saplanan şa-

rapnel parçası güzel bir roman adı

olurdu. Hayat sonsuz sayıda güzel ro-

man adıyla doludur.”

A�ktan Bu Kadar

S. J. Parris, Do�an Kitap,Çev: Mehmet Gürsel, 396 s.

Necati Tosuner, �� Bankas�Kültür Yay�nlar�, 93 s.

Necati Tosuner “Güneş Gider-

ken”de yaşlanıyor olma duygusunu işli-

yor. Dün gibi gelen anıların eskidiği, tut-

kuların yıprandığı, telaşların boşuna ol-

duğunu öykülüyor. Necati Tosuner bu

öykülerde günlük olayları, bilinen duy-

guları, sıradan insanlık hallerini hari-

kulade dil ustalığıyla ince ve kırılgan bir

örgü haline getiriyor. “Mayıs’ta, Ağus-

tos sıcakları başlamıştı. ‘Ey kısa ömrüm,

nasıl geçersen geç!’ diyen ağustosbö-

cekleri daha görünmemişti ama karpuz

çoktan çıkmıştı elbet ve hemen de ka-

buğu denize düşmüştü. Evet, kış olun-

ca ağustosböceği kalıyor muydu ki, gidip

karıncanın kapısını çalsın! Peki, kışın ka-

rınca da mı kalmıyordu yoksa, kapıyı aça-

cak... Kışın karınca kalmıyorsa, o ‘çalış-

kanlığın’ ne anlamı olabilirdi? Ve o te-

laşların... yiyecek diye delirmelerin?”

Michael Reaves, Neil Gaiman,�thaki Yay�nlar�, Çev: Emine

Ayhan, 216 s.

Herve Le Tellier, MonoKL, Çev:Mehmet Rasim Emirosmano�lu, 288 s.

Etgar Keret, Siren Yay�nlar�,Çev: Avi Pardo, 216 s.

Amir Khalil, Pegasus Yay�nlar�,Çev: Bar�� Sat�lm��, 272 s.

Carel Bertram, �leti�im Yay�nevi,Çev: Mehmet Ratip, 392 s.

Hüseyin Bul,Ayr�nt� Yay�nlar�, 240 s.

Page 19: KITAP Aydınlıkbüyük kitap fuarı olarak bilinen Frankfurt fuarında bu yıl toplam yüz ülkeden katılım sağlanacak, sayısı 7bini aşan standlarda bu ül-kelerden “yeni

12 EK�M 2012 CUMA 19Aydınlık KİTAPYENİ ÇIKANLAR

Akra’da BulunanElyazmas�

Charles Sokağı 44 numaradaki ev

pansiyonerlerle birlikte ev bir anda

bambaşka bir ruh kazanır. İlk pansiyo-

ner Eileen Los Angeleslı genç bir öğ-

retmendir. İkincisi karısından ayrıl-

mış, hafta sonları yedi yaşındaki oğluyla

kalan grafiker Chris’tir, üçüncüsü ise

ünlü bir aşçıbaşı ve yemek kitapları ya-

zarı Marya’dır. Ev arkadaşları ile uyum

içinde yaşayan Francesca, artık Todd

gibi hayatına yeni bir yön vermek zo-

rundadır. Kendini boşlukta hissettiği bir

an hayatındaki en önemli insanların ki-

racıları olduğunu fark eder. Charles So-

kağı 44 numarada bir yıl içinde akıl al-

maz olaylar yaşanır. Her birinin farklı

sorunları ve uğraşıları vardır. Usta ya-

zar Danielle Steel’in bu romanını eli-

nizden bırakamayacaksınız.

Charles Soka�� 44Numara

“Şahane Hatalar” serisi hız kes-

meden sürüyor: Bu kez bir erkeksi-

niz. Etrafınız sayısız kadınla çevrili.

Güzel, çirkin, kafakoparan, tehlike-

li, masum... Tek gecelik bir macera ya

da ömürlük aşk sadece sizin elinizde.

Bu kitabı okumaya normal bir kitap

gibi birinci sayfadan başlayın. İlk

bölümün sonunda, önünüze bir yol

ayrımı çıkacak. Kararınızı verin ve il-

gili bölüme gidin. Her bölümün so-

nunda seçimlerinizle kaderinizi kont-

rol etmeye devam edeceksiniz. Kitabı

okurken bazen hiç beklemediğiniz bir

yere ulaşacak, bazen de kendinizi

daha önce olduğunuz yerde bula-

caksınız. Hayatın size neler hazırla-

dığını asla bilemezsiniz. Yüzlerce

farklı hayat sizi bekliyor. İyi şanslar.

Bira Kad�n ve �ahaneHatalar

“Ahlak Felsefesinin Sorunları”,

Adorno’nun 1963 tarihinde Kant’ın ah-

lak felsefesinden hareketle verdiği on

yedi dersi bir araya getiriyor. Ador-

no’nun sağlığında yayımladığı kitap-

larının dışında, Almancada 90’lı yıl-

larda yayımlanmaya başlamış, ders

notlarından, teyp kayıtlarından ve ya-

zılarından oluşan geniş bir külliyatı var-

dır. Bu külliyatın ciltlerinden biri olan

“Ahlak Felsefesinin Sorunları”, bir

yandan Minima Moralia’nın yazarının

“Bugün doğru hayat mümkün mü-

dür?” sorusu etrafındaki araştırması-

nı, diğer yandan da, çok daha zor bir

çalışması olan “Negatif Diyalektik”teki

belli başlı temaların çoğunun ilk kez or-

taya konuluşunu temsil eder derslerin

önemi buradan gelir.

Ahlak FelsefesininSorunlar�

Sören Kierkegaard’ın yarattığı unu-

tulmaz Johannes, kadın-erkek ilişkileri

konusunda bir uzman; en küçük jestten

derin felsefi anlamlar çıkarıyor, yargısı-

nı hem edebi hem felsefi bir dille ge-

rekçelendiriyor. Johannes’in tüm şeytani

dikkati bu davranışlara odaklanmış du-

rumda. Acaba baştan çıkarmanın ilk aşa-

ması nedir? Aşk nerede başlıyor? Ki-

erkegaard, insanın erotik davranışını ak-

lın yatağına yatırıyor. “Baştan Çıkarıcı-

nın Günlüğü”, yalnızca keyifli bir anla-

tı değil; klasik romanın tüm olanakları-

nı kullanırken, erotizmin tarihsel biri-

kimini de didikleyen bir düşünce kitabı,

bir ironi başyapıtı. Büyük aşk anlatıla-

rına göndermelerle dolu eşsiz bir oku-

ma şöleni. Kitabı yeni, özenli çevirisiy-

le okuyacaksınız.

Hem evrim kuramını benimseyip

hem de Tanrı’ya inanabilir misiniz? İn-

sanlar diğer hayvanlardan üstün mü,

yoksa bu düşünce sadece bir insan ön-

yargısı mı? Evrim, ahlaki bakımdan ne-

yin doğru, neyin yanlış olduğunu gös-

teriyor mu, yoksa son tahlilde yanlış ya

da doğru diye bir şey olmadığını mı ima

ediyor? Bu etkileyici ve ilgi uyandırı-

cı kitabında Williams evrim kuramı ve

evrimci psikoloji tarafından ortaya

atılan böylesi temel felsefi sorulara ya-

nıtlar bulmaya çalışıyor. Yazar Dar-

winci bilimin nihai amaç ya da ahlaki

yapıdan yoksun bir tanrısız evren gö-

rüşünü desteklediğini öne sürüyor.

Fakat insanın hem böyle bir görüşe sa-

hip olması hem de iyi ve mutlu bir ya-

şam sürmesi mümkün.

Darwin Tanr� veYa�am�n Anlam�

“Kırık Kalpler Terzihanesi”, “Giz-

li Kalmış Bir İstanbul Masalı”, “İn-

sansız Konağın İkonu”, “Pervane-

ler”, “Aşk Yaşama Çok Uçuk”, “Ho-

rasan Elyazması” ve “Taş Devri” ile

öykücülüğümüzün yenilikçi çizgisin-

deki yerini alan Ali Teoman’ın yedinci

öykü kitabı. Gizemli, Romanesk ve

Grotesk öykülerin bir araya geldiği ki-

tabın “Romanesk Öyküler” bölümü

yazarın son romanı “Gecenin Atları”

ile kesişiyor. Anlaşılıyor ki anlatı ev-

reninin boyutlarını öykü-roman ayrımı

gözetmeden sergilerken kendine özgü

öyküleme biçimlerinin izini sürmeyi

bırakmayan bir yazar var karşımızda.

Ali Teoman, ardında bıraktığı me-

tinlerle de öykücülüğümüze yepyeni

“yapı”lar kazandırmayı sürdürüyor.

K�r�k KalplerTerzihanesi

Pantolonun öyküsünün ardında koca

bir anlam yatar, ne de olsa “kişisel olan

politiktir”. Simone de Beauvoir “Kadın

gibi giyinmek kadar doğal olmayan bir

şey yoktur; hiç kuşkusuz erkek kıyafeti

de yapaydır ama daha rahat ve daha sa-

dedir, hareketlerin engellenmesi için

değil desteklenmesi için tasarlanmıştır”

der. Pantolon başlangıçta bir erkeklik

simgesidir ve kadınların giymesi yasak-

tır. Hatta kılık değiştirmek bir sahtecilik

suçudur. Kadınların son iki yüzyılın bu

önemli simgesini keşfetmeleri ise poli-

tik boyutu olmayan bir bireysel kimlik ya

da pratik bir giysi tercihi değil cinsiyet-

lerin eşitlik arzusunun ve mücadelesinin

ifadesidir. “Pantolonun Politik Tarihi”,

giysinin politik diline tercümanlık eden

kayda değer bir kültür tarihi çalışması.

Steve Stewart Williams, SayYay�nlar�, Çev: �brahim Hoca, 392 s.

Paulo Coelho, Can Yay�nlar�,Çev: Emrah �mre, 152 s.

Düşman onlardan çok daha üstün,

ertesi sabah saldırıya geçecekti. Halkın

çoğunluğu, yenileceklerini bildiği halde,

şehirde kalmayı seçti. O akşam, her

yaştan kadınlı erkekli bir grup, Kıpti de-

dikleri Yunanlı’yı dinlemek için mey-

danda toplandı. Kıpti, hiçbir dine men-

sup değildi; sadece bütün duyduklarını,

yarına aktarabilmek için aklında tut-

muştu. Kıpti, yalnızca içinde bulunduğu

âna ve Moira denen varlığa inanır-

dı. Yarından itibaren şu anda ahenk ola-

rak gördüğümüz şey ahenksizliğe dö-

nüşecek. Mutluluğun yerini matem ala-

cak,” dedi Kıpti. “Şehrimizi talan ede-

bilirler, ama burada öğrendiklerimizi

silemezler. İşte bu yüzden ilmimizin

surlarımız, evlerimiz ve sokaklarımızla

aynı kaderi paylaşmasına izin veremeyiz”

Shawn Harris, April Yay�nc�l�k,Çev: Dilek Berilgen Cenkciler, 432 s.

Christine Bard, Sel Yay�nc�l�k,Çev: �smail Yerguz, 344 s.

Danielle Steel, Alt�n Kitaplar,Çev: Zehra Tapunç, 272 s.

Theodor W. Adorno, Metis Yay�nlar�,Çev: Tuncay Birkan, 208 s.

Sören Kierkegaard, Alakarga SanatYay�nlar�, Çev: Gökhan Do�ru, 184 s.

Ali Teoman, Yap� KrediYay�nlar�, 140 s.w

Ba�tan Ç�kar�c�n�nGünlü�ü

Pantolonun PolitikTarihi

Page 20: KITAP Aydınlıkbüyük kitap fuarı olarak bilinen Frankfurt fuarında bu yıl toplam yüz ülkeden katılım sağlanacak, sayısı 7bini aşan standlarda bu ül-kelerden “yeni

12 EK�M 2012 CUMA20 Aydınlık KİTAP ÇOCUKLAR İÇİN

6 Ekim’de Günışığı Kitaplığı’nın

Kadir Has Üniversitesi’nde düzen-

lediği Zeynep Cemali Edebiyat Gü-

nü’ndeydik. Türkçe’nin kullanımı,

ders kitaplarımız, yaratıcı yazarlık,

4+4+4 eğitim sistemi gibi önemli

konular üzerinde durulan konfe-

ransta Yalvaç Ural, Aslı Tohumcu,

Müge İplikçi, Behçet Çelik gibi

genç okurların ilgisini kazanan ya-

zarlar, Türkiye’deki gençlik edebi-

yatının durumu hakkında önemli so-

runlara dikkat çektiler. Fakat ya-

zarların çocuk ve gençlik edebiyatı

üzerine yaptıkları tartışmalardan

öte, asıl dikkatimizi çeken, ödül tö-

reninden önce Müren Beykan’ın

öykülerini gönderen öğrenciler hak-

kında yaptığı açıklamalardı.

ERKEK Ö�RENC�LERDENTALEP AZZeynep Cemali Edebiyat Günü esa-

sında genç öykücülere yazarlık adı-

na girdikleri yolda heveslerini ve ye-

teneklerini taze tutmak adına veri-

len bir destek. Usta öykücü Zeynep

Cemali’nin adıyla 6. 7. ve 8. sınıf öğ-

rencilerinin belirli bir tema üzerin-

den yazdıkları öyküleri ödüllendi-

rerek, öykücülüğü ve genç ruhları

diri tutmanın önemli bir adımı.

Genç öykücülere ödülleri verilme-

den önce Günışığı Kitaplığı Yayın

Yönetmeni Müren Beykan, ellerine

ulaşan öykülerin hangi illerden,

okullardan, öğrencilerden geldiği

ve işlenen konular bakımından ne

gibi özellikler taşıdığı konusunda

bazı ilginç istatiksel bilgiler verdi. Bu

bilgiler aslında “Türkiye’deki genç-

liğin sorunları” üzerine somut ve çar-

pıcı veriler. Mesela tahmin ettiğimiz

gibi öykülerini gönderen öğrencile-

rin yalnızca dörtte biri erkek öğrenci.

Bu bilgi aslında erkek öğrencilerin

ilgisini çekecek kitapların eksikli-

ğinden ötürü okuma ve yazma ko-

nusunda kız öğrencilerin gerisinde

kalmalarını işaret ediyor. Bu sene

ödül alan üç arkadaşımız da kız öğ-

renciydi. Öykülerin üçte ikisi özel

okullardan geliyormuş. İstanbul’dan

60’ın üstünde öykü gelirken, Anka-

ra ve İzmir’den yaklaşık 30’ar öykü

gönderilmiş. Ayrıca ilginin en fazla

6. sınıf öğrencilerden olduğunu,

çünkü 7. ve 8. sınıf öğrencilerinin sı-

nav telaşı nedeniyle bu tür etkinlik-

lere zaman ayıramadığını belirtti

Müren Beykan.

SINAVLAR GENÇLER�EDEB�YATTANUZAKLA�TIRIYOREğitim dönemlerinin her aşama-

sında zorlu sınavlara tabi tutulan öğ-

rencilerin sadece edebiyattan değil,

ailelerinden, arkadaşlarından, sosyal

hayattan kopmaları yıllardır dile

getirilen bir sorun. Ancak dillendi-

rildiği kadar çözüm de bulunamıyor.

Her sene sınav sisteminde bir deği-

şiklik yapılıyor ve öğrencilerden

daha birine alışamamışken hemen

diğerine adapte olmaları bekleniyor.

Bu sınavlar çocukları anı yaşamak-

tan alıkoyduğu gibi kalıcı hasarlar da

bırakıyor. Önlerine gelen sorunları

mantıklı çıkarımlarla çözemeyip,

her sorunun farklı çözümleri oldu-

ğu ve bunlar arasında bir seçim

yapmak zorunda oldukları kanısına

varıyorlar. Bu durumda şıkları ken-

dileri yaratmalılar, yaratamadıkları

takdirde, önlerine gelen “sorun”un

şıklarıyla birlikte gelmesini bekli-

yorlar. Yaratıcılıklarının en verimli

çağlarında sonu olmayan amaçlar

uğruna art arda sınavlara sokulma-

nın gerginliği nedeniyle belki de bir

daha dönmemek üzere gençleri sa-

nattan, felsefeden, edebiyattan uzak-

laştırdığımız gibi neredeyse onları

gündelik sorunlarla başa çıkamaya-

cak, aciz insanlar haline getiriyoruz.

Ayrıca akıllarda 4+4+4 eğitim sis-

teminin bu sınav kaygısına çözüm

mü olacağına, yoksa daha da mı te-

tikleyeceğine dair önemli bir soru

var. Bunun ayrıca etraflıca tartışıl-

ması gerekiyor.

ÖYKÜLER�NDETEKNOLOJ� YOKDersler, sınavlar gibi temel sorun-

ların yanısıra, öykülerde kullandık-

ları materyaller çerçevesinde genç

yazarlara dair ilginç bilgiler de sun-

du Müren Beykan. Mesela sadece iki

öğrencinin öyküsündeki kahra-

manlar cep telefonu kullanıyor.

Gündelik yaşamda ellerinden dü-

şürmedikleri cep telefonlarını öy-

külerine taşımamaları, okudukları

öykülerin tamamına yakınının eski

yazarların kendi dönemlerini an-

lattıkları öyküler olmasından kay-

naklanıyor olabilir. Çocukların öy-

külerinde hala eskilerin izlerini gör-

mekle gurur duymalı mıyız? Bence

hayır. Çünkü bu “çağdaş öykücülü-

ğün” gençlerle yeterince buluştu-

rulmadığı anlamına gelir. Öykü, ço-

cuğun kitap okuma alışkanlığı ka-

zanmasındaki en önemli aşamadır ve

eline hiç anlayamayacağı bir dilde,

bilmediği konulardan bahseden ki-

taplar verdiğinizde ilk adımda tö-

kezlemiş olursunuz. Dolayısıyla çağ-

daş öykücülerimizin gençlere yete-

rince tanıtılması gerekiyor. 1930’lu

yıllarda Türk öykücülüğünün kuru-

cuları olan Sabahattin Ali, Sait Faik,

Memduh Şevket Esendal gibi ya-

zarlarla Halikarnas Balıkçısı, Haldun

Taner, Necati Cumalı gibi öykücü-

lerin dili hala aynı tatta ve anlaşılır-

lıktadır. 1960’lar sonrası Köy Ensti-

tüsü’nde yetişen Yaşar Kemal, Fakir

Baykut gibi yazarlar öykücülüğe

daha toplumsal bir boyut kazandır-

dılar. Ancak Modern Türk öykücü-

lüğünün altın çağının başladığı asıl

nokta 1980’lerdir. Füruzan, Tomris

Uyar, Necati Tosuner, Ayla Kutlu,

Cemil Kavukçu, Bilge Karasu gibi

yazarlar dönemimize en yakın ör-

neklerde öyküler yazdılar. Dolayı-

sıyla gençlerin yaşadıklara çağa iliş-

kin okuyabilecekleri, güzel ve sade

dillerde yazan çok yazarımız var. Bu

da çağdaş öykücülerimizin yazmaya

devam ettiği, ancak bu öykülerin

gençlerin kütüphanesine ulaşmadı-

ğı anlamına geliyor.

Yazıyı sonlandırmadan önce

Zeynep Cemali Öykü Yarışması’nda

ödüllerine kavuşan genç yazarlarımız

Beyza Nur Muslu, Bilge Arslan ve

Ceren Kuran’ı, öykücülüğü bir ömür

daha yaşatacak usta yazarlar olma-

larını dileyerek bir kez daha tebrik

edelim. Seneye tekrar bir Zeynep

Cemali Edebiyat Günü’nde daha bu-

luşmak üzere...

Hayat boyu okumalar diliyoruz.

E�itim dönemlerinin her a�amas�nda zorlu s�navlara tabi tutulan ö�rencilerin sadeceedebiyattan de�il, ailelerinden, arkada�lar�ndan, sosyal hayattan kopmalar� y�llard�r dile

getirilen bir sorun. Her sene s�nav sisteminde bir de�i�iklik yap�l�yor ve ö�rencilerden dahabirine al��amam��ken hemen di�erine adapte olmalar� bekleniyor. Bu s�navlar çocuklar� an�

ya�amaktan al�koydu�u gibi kal�c� hasarlar da b�rak�yor

Geleceğin öykücüleri

İREM HALIÇ[email protected]

Genç öykücülereödülleri

verilmeden önceGünışığı KitaplığıYayın Yönetmeni

Müren Beykan’ın,ellerine ulaşan

öykülerin hangiillerden,

okullardan,öğrencilerden

geldiği ve işlenenkonular

bakımından ne gibiözellikler taşıdığı

konusunda verdiğibilgiler bize

“Türkiye’dekigençliğin

sorunları”nı işaret ediyor

Müge �plikçi, Behçet Çelik ve Asl� Tohumcu gençlik edebiyat� üzerine konu�uyor

Page 21: KITAP Aydınlıkbüyük kitap fuarı olarak bilinen Frankfurt fuarında bu yıl toplam yüz ülkeden katılım sağlanacak, sayısı 7bini aşan standlarda bu ül-kelerden “yeni

Alman lirik şiirinin usta temsilcisi; RainerMaria Rilke. Şiirinin gücünü, kapitalist yapı-nın insanların içine sızmasıyla oluşturduğu duy-gusuzluk ortamını bertaraf etmede kullananşair bu yönüyle pek çok kişinin düşünce ve duy-gularını etkilemiştir. Kelimelerin kafalarımızaçiviler gibi çakılmasını sağlayan bu şairin et-kilediği isimler arasında bir çok müzisyen, bes-teci ve yorumcu var.

Bunların arasında ilk akla gelen İskoçyalıalternatif rock grubu Cocteau Twins'in 1996’da“Milk and Kisses” adıyla piyasaya sürdüğü al-bümünde yer alan “Rilkean Heart” parçası olsagerek. Grup isminin “Cocteau” kısmını Fran-sız yazar Jean Cocteau’dan almasıyla da ede-biyat bağını perçinliyor. “Rilken Heart” par-çası solist Elizabeth Buckley tarafından sevgilisiJeff Buckley’e ithafen yazılmıştı. Fraser’ın al-bümün iç kapağına düştüğü notta şöyle yazı-yordu: “İlk erkek için süt ve öpücükler/ Benim

yaşlı erkeğim/ Sevgi ve yapraklı bir gül Buck-

ley için/ Benim Rilke kalpli dostum”

Avusturyalı yazar Stefan Zweig, Rilke için

şunları söylemiştir: “Bir müzikle geldi Rilke.

Müziği, gidişinden sonra da kalacak. Çünkü

aramızda yalnızca onun söyledikleri ezgilerden

farksızdı.”

Amerikalı indie rock grubu Rainer Maria

adını yazarın adından almıştır. Ünlü caz mü-

zisyeni Kurt Elling’in Rilke hayranlığını söy-

leyebiliriz. Çağdaş bestecilerden Alman bes-

teci Paul Hindemith “Meryem’in Yaşamı” şii-

rini, Norveçli besteci Arne Nordheim “Ölüm

Deneyimi” isimli şiiri bestelerinde kullanmış-

lardır. Ünlü punk yıldızı Nina Hagen yürüttüğü

“Rilke Projesi”(Rilke Project) ile bir süredir

Rilke şiirlerini seslendiriyor.

Şarkılar bazen Rilke’ye söyleniyor bazen de

Rilke’den söyleniyor.

SES - SÖZ

12 EK�M 2012 CUMA 21Aydınlık KİTAPSAHAF

Rilke’ninetkisi şarkılarda

İkinci Meşruti İnkılâbı’nı başlatan Res-

neli Niyazi Bey’in anılarının, devrim tari-

himizde ayrı bir yeri vardır. Devrimin ateş-

li çocuğunun anıları, o sıcaklık içinde Eylül

1908’de yazılır ve Osmanlıca olarak basılır.

3 Temmuz’da 200 kişilik gönüllü birliğiyle

Makedonya’nın Resne dağlarına çıkan Ön-

yüzbaşı Niyazi Bey, 23 Temmuz günü, 1876

Anayasa’sının yürürlüğe girmesini Padişah

Abdülhamit’e kabul ettitir. Baskıcı yöneti-

min sonunu da getirir. 15 yıl sonra ilan edi-

lecek olan Cumhuriyet’in de yolunu açar.

Hürriyet kahramanı Niyazi Bey’in anıları,

İttihatçı devrimcilerin eylem ve düşünce-

lerini öğrenmek açısından da ayrı bir de-

ğerde. Devrimi yapandan daha iyi devrim

anlatılmaz!

DEVR�M�N GÜNLÜ�Ü240 sayfalık anılar, 1975 yılında Çağdaş Ya-

yınları tarafından Türkçeye çevrilerek ya-

yımlanır. Resneli Niyazi’nin akrabası İhsan

Ilgar sadeleştirir. 1908 bas-

kısı Manastır İttihat ve Te-

rakki idare heyeti tarafın-

dan incelenir; olayların ve

anlatımın doğruluğu onay-

lanır. Kitapta ağırlıklı olarak

devrimin gün gün aşaması,

dağdaki günlerin ayrıntılı

anlatımı, o günkü siyasi ve

sosyal durum analizi ve Ni-

yazi Bey’in bunlara ilişkin

görüşleri yer alır. Ayrıca dev-

rim aşamasındaki yazışmalar

da belge niteliğinde kitapta

yer alıyor.

SIRADAN EYLEMC� DE��LAnılarda dikkat çeken, Niyazi Bey’in sıra-

dan bir eylemci olmadığı! Son derece bilinçli

ve vatanperver! Sık sık vurguladığı kelime:

Vatan ve namus... Niyazi Bey, Osmanlı’nın

içinde bulunduğu durumu analiz ederken

şu ifadeyi kullanıyor: “Şimdi biz üç yüz yıl

önce, evet tam üç büyük yüz

yıl evvel yapılacak işler karşı-

sında bulunuyoruz.” Milletin

içinden doğduklarını vurgu-

ladıktan sonra da giriştikleri

hareketi şöyle tarif ediyor:

“Ya vatanı kurtaracağız, ya

öleceğiz!” Bu vurgu sıkça

yapılıyor. Parola gibi... Res-

ne doğumlu olan Niyazi

Bey, askeri okula giriş ne-

denini de şöyle tarif ediyor:

“Vatan sevgisinin etkisiyle

askeri okula girdim.” Os-

manlı’nın içinde bulunduğu

durumu okul yıllarında şöyle anlatır: “Güç-

lü bir devrime ihtiyaç gösterdiğini düşünü-

yordum.” Devrime de Reval Anlaşma-

sı’ndan sonra, Makedonya’nın paylaşılma-

sına karar verilmesi ve buna yönetimin

kayıtsız kalması üzerine karar verirler.

Amaçları ise, Osmanlı sınırları içinde bu-

lunan bütün unsurların hür ve kardeşçe ya-

şayacakları bir düzeni kurmak. Bunun en-

geli de baskıcı yönetimdir. Birlik olup onu

yıkmak ise tek çaredir. Anayasayı tekrar ilan

ettirmek ve Meclis’i açmak yakın hedeftir.

VATANI TERK EDERKEN ÖLDÜNiyazi Bey sıradan bir subay değildir.

1897’deki Türk -Yunan Savaşı’nda kahra-

manlıklar göstermiştir. Öne atılarak bir

kaleyi zapt etmiş ve kalede esir aldığı Yu-

nanlı askerleri bizzat İstanbul’a götürerek

halka ve Saray’a göstermiştir. İstanbul’da-

ki hali görünce şuna karar verir: “Görevi-

mi bitirip İstanbul’dan döndükten sonra ül-

kemin devrime olan ihtiyacını daha iyi an-

lamış oluyordum.” İşte bu kahraman, ya-

şadığı ve çok sevdiği Resne’yi ve Make-

donya’yı, Balkan Harbi sonrası kaybeder. O

acıyla hasta olur. İstanbul’a dönüş için Av-

lonya’da vapur beklerken, Arnavut çetele-

ri tarafından suikast sonucu 17 Nisan 1913

günü şehit olur. Ona ve onlara çok şey borç-

luyuz. Devrimciliğin en güzel yüzüydüler...

Dağa çıkan devrimcinin anıları Dağa çıkan devrimcinin anıları ERCAN DOLAPÇI

Rainer Maria Rilke

Page 22: KITAP Aydınlıkbüyük kitap fuarı olarak bilinen Frankfurt fuarında bu yıl toplam yüz ülkeden katılım sağlanacak, sayısı 7bini aşan standlarda bu ül-kelerden “yeni

BULMACA

ALINTI-TEST

Okuyaca��n�z bölümler hangi yazar�n hangi kitab�ndan al�nt�lanm��t�r?

SOLDAN SA�A1. FARUK ... ... ) Resimdeki yazar2. Stanislaw Lem’in bir eseri - Bir yüzölçümü birimi -

Tümör - Mürekkep hokkalar�na konulan ham ipek3. �lkel benlik - Çok ak - ��lemelerde kullan�lan, gümü�

görünümünde parlak s�rma ya da metal tel iplik - Birkan grubu

4. H�rvatistan’da bir liman kenti - Bir çalg� türü - Parlak,saydam k�rm�z� renkte de�erli bir ta�

5. Serbest b�rak�lm�� cariyeler ya da köleler, azatl�lar -Öldürme, yok etme - Ba���lama, mazur görme

6. Yunanca’da bir harf - Eyere al��t�r�lmam�� binekhayvan� - Ba�lang�çta yer alan - Bir say�

7. Tanr� - Paraguay çay�8. “Hay hay”, “olur” anlam�nda bir sözcük - �lave -

Özgü, mahsus9. Mavi - Gümü�’ün simgesi - Otlar10. Beyaz - Sahip, malik - Ola�anüstü yarat�c� gücü ve

yetene�i olan kimse, dahi - Helyum’un simgesi11. Bir yüzü uzun tüylü, kal�n yünden dokunarak

yap�lm�� ya�murluk - Anahtar - Yünden dövülerekyap�lan kaba ve kal�n kuma�

12. Eski bir a��rl�k ölçüsü birimi - “Art�” kar��t� - “...Ayhan” (�air)

13. Ç�plak - Bir �ans oyunu - Afrika kökenli birAmerikan müzi�i

14. Divit, yaz� hokkas� - E�i benzeri olmayan,mükemmel bir �eyi icat eden - Bir �eyi ortal��ada��tmak, dökmek

15. Resimdeki yazar�n bir eseri - Bir soru sözü

YUKARIDAN A�A�IYA1. Sodyum’un simgesi - Ulusal bir parayla yabanc� bir

para birimi aras�ndaki de�i�im oran� - Üzeri emaylakaplanm�� olan - Bir ac� ünlemi

2. Baya��, s�radan - S�k gözlü bir bal�k a�� türü - “...Gündüz Kutbay” (ney üstad�) - Japonya’da budarahibesi

3. Düz toprak damlarda kiri�lerin üzerine serilip topraklaörtülen has�r - A�abey (k�sa) - Buzulta�

4. Küçük ma�ara - Sarp geçit - �çinde alkol bulunaniçecek

5. Esasi - Nitelikleri veya hareketleriyle bir �eyi eldeetmeye hak kazanm�� olan - Bir gösterme s�fat�

6. Gemi demiri - Çerkezlerin kendilerine verdikleri ad -Alaz, yal�m

7. “... Güler” (foto�rafç�) - Çal��ma, meslek - Evin birbölümü

8. Arap edebiyat�nda bir �iir türü - ��lemeli, büyükboyutlu mendil

9. Lütesyum’un simgesi - Tantal’�n simgesi - Bir Afrikaa�ac�

10. Kar� ile kocadan her biri - Diki�te kullan�lan pamukipli�i - Bir kundurac� aleti - Bir dilek �art eki

11. A��r� dereceye varan al��kanl�klar - Bir tür tatl� çörek- Kira

12. Bir meyve - Kilometre (k�sa) - Satürn gezegenininbe�inci uydusu - Zaviye

13. Lityum’un simgesi - Lantan’�n simgesi - Kabaca i�teorada - Sohbet, muhabbet, içki meclisi

14. Kiloamper (k�sa) - �çinde �arap yap�lan f�ç� - Dincekutsal say�lan bir yeri ziyaret etmek - En k�sa zamanparças�, lahza

15. Hayvanlar, bitkiler ve cans�z nesneler aras�ndageçti�i hayal edilen ö�retici masallar - Nefes, ruh -Enerji

12 EK�M 2012 CUMA22 Aydınlık KİTAP

“İçki meselesi bu, diye düşündüm kendimebir içki alırken. Eğer berbat bişeyler ol-muşsa, unutmak için içersin; iyi bir şeylerolursa kutlamak için içersin ve hiçbir şey ol-mamışsa bir şeyler olması için içersin.”

1 “Ne istediğimi biliyorsun, Chifoilisk. Halkımın sürgündenkurtulmasını istiyorum. Burayı seçtim, çünkü sizin Thu’dabunu istediğinizi sanmıyorum. Bizden korkuyorsunuz siz.Devrimi, eski devrimi, sizin başlayıp da yarım bıraktığınız,adalet için devrimi geri getirebileceğimizden korkuyorsunuz.”

“Tüm hayvanların en zekisi, iyiliğin ne demek ol-duğunu bilen insanoğluna bir baskı yöntemi uy-gulayarak onu otomatik işleyen bir makine halinegetirenlere kılıç kadar keskin olan kalemimle sal-dırmaktan başka hiçbir şey yapamıyorum...”

3

a) Charles Bukowski - Kadınlar

b) Peter Handke - Solak Kadın

c) Dostoyevski - Kadın Budalası

d) Thomas Mann - Aldanan Kadın

e) Pınar Kür - Asılacak Kadın

a) Aldous Huxley - Cesur Yeni Dünya

b) Ursula K. Le Guin - Mülksüzler

c) Dostoyevski - Yeraltından Notlar

d) Kemal Tahir - Devlet Ana

e) George Orwell - 1984

a) Yevgeni İvanoviç Zamyatin - Biz

b) Suzanne Collins - Açlık Oyunları

c) Jack London - Demir Ökçe

d) Anthony Burgess - Otomatik Portakal

e) Hillary Jordan - Uyandığında

2

Bu haftan�n do�ru yan�tlar�: 1-(a) 2-(b) 3-(d)

GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ

Page 23: KITAP Aydınlıkbüyük kitap fuarı olarak bilinen Frankfurt fuarında bu yıl toplam yüz ülkeden katılım sağlanacak, sayısı 7bini aşan standlarda bu ül-kelerden “yeni
Page 24: KITAP Aydınlıkbüyük kitap fuarı olarak bilinen Frankfurt fuarında bu yıl toplam yüz ülkeden katılım sağlanacak, sayısı 7bini aşan standlarda bu ül-kelerden “yeni