İğne

13
1 İĞNE Prof. Dr. Ali Demirsoy Bazı anıları üşenmeden kaleme almak gerekiyor. Çünkü yeni kuşak yaşanan bazı olayları anlamakta zorlanabilir. Çünkü yaşadığımız son yüzyıl, insanlık tarihinin bu tarihe kadar yaşadığının onlarca katı buluşla, uygulamayla, gelişme ve sosyal ilişkiler açısından yeniliklerle bezenmiştir. Bu satırların yazarı, ortaokula giderken, acaba ölmeden önce bir buzdolabını, çamaşır makinasını, bulaşık makinasını, lisede iken televizyonu görüp göremeyeceğini, hatta muz yiyip yiyemeyeceğini merak ederdi. Bilgisayar ve cep telefonunun ise adı bile konmamıştı. 1966-1978 yıllarında Erzurum Atatürk Üniversitesinde çalışırken, dekanlıklardan “telefon izni diye” aldığımız günlük bir izin vardı. Üniversite gibi bir kurumda bile santrala başvurup şehir dışında bir yerle konuşma isteğimizi iletir, sıraya girerdik. Sıra günlerce gelmeyebilirdi. Çoğunlukla da istediğimiz yerle konuşma gerçekleşmezdi. Eğer bir rastlantı olarak aynı gün içinde bir telefon bağlantısı gerçekleşmişse, üniversitenin sosyal tesislerinde

Upload: demirsoy

Post on 25-Jul-2016

215 views

Category:

Documents


0 download

DESCRIPTION

 

TRANSCRIPT

Page 1: İğne

1

İĞNE

Prof. Dr. Ali Demirsoy

Bazı anıları üşenmeden kaleme almak gerekiyor. Çünkü yeni kuşak

yaşanan bazı olayları anlamakta zorlanabilir. Çünkü yaşadığımız son

yüzyıl, insanlık tarihinin bu tarihe kadar yaşadığının onlarca katı buluşla,

uygulamayla, gelişme ve sosyal ilişkiler açısından yeniliklerle

bezenmiştir.

Bu satırların yazarı, ortaokula giderken, acaba ölmeden önce bir

buzdolabını, çamaşır makinasını, bulaşık makinasını, lisede iken

televizyonu görüp göremeyeceğini, hatta muz yiyip yiyemeyeceğini

merak ederdi. Bilgisayar ve cep telefonunun ise adı bile konmamıştı.

1966-1978 yıllarında Erzurum Atatürk Üniversitesinde çalışırken,

dekanlıklardan “telefon izni diye” aldığımız günlük bir izin vardı.

Üniversite gibi bir kurumda bile santrala başvurup şehir dışında bir yerle

konuşma isteğimizi iletir, sıraya girerdik. Sıra günlerce gelmeyebilirdi.

Çoğunlukla da istediğimiz yerle konuşma gerçekleşmezdi. Eğer bir

rastlantı olarak aynı gün içinde bir telefon bağlantısı gerçekleşmişse,

üniversitenin sosyal tesislerinde akşamları ilgi çeken bir konuşma konusu

olurdu. En hızla bağlanma yeri merkezi postane olarak bilinirdi. Ancak

postane şehrin merkezindeydi. Bu nedenle “telefon konuşma formu diye”

bir form vardı, onu doldurur dekanlığa verir; olabildiğince erken şehre

gider adımızı santrala yazdırırdık. Beklemeye koyulurdu. O gün gece

24’e kadar bağlantısı çıkanlar şanslı sayılırdı. Çıkmadığında, formu ikinci

gün yenilerdik. Merkez postane ana baba günü olurdu. Şehirde kışları

hava bazen eksi 30-40 dereceye kadar düşerdi; bu nedenle dışarıdan

birkaç dakikadan fazla kalamazdık; ne zaman geleceğini

söyleyemedikleri için oradan da ayrılamazdık. Kural olarak herkes içeride

Page 2: İğne

2

sigara tüttürürdü; göz gözü görmezdi; oturacak yer de birkaç

sandalyeden ibaretti. Eve geldiğimizde elbiselerimizden bile duman

çıkardı. En moral bozucu şey de telefonla konuşurken hatların

kesilmesiydi. Zaman zaman içerlerden şu konuşmaları duyardık: Ilıca

aradan çık, Aşkale aradan çık, Erzincan aradan çık, Sivas aradan çık

gibi. Çünkü doğudan batıya doğru herkes aynı hat üzerinden konuştuğu

için, belli ki herkese belirli bir zaman dilimi ayrılıyordu.

Daha da ürkütücüsü vardı. Bir telefon yetkilisi aynen bir ihbarname

gibi bir kâğıt getirir. Postane ihbarınız var, gelmelisiniz derdi. Herkeste bir

telaş başlardı. Tanıdık birisi mi öldü, birisi mi hastalandı, kaza mı geçirdi

diye bir endişe evi sarardı. Giyilip kuşanıp postaneye gidilir, bir iki saat

bekledikten sonra, birileri bağlantı kuruldu bağırır, kişiyi kulübeye davet

ederdi. Bir iki cümle konuşmadan sonra genellikle hat kesilirdi. İçeriden

bilmem neresi aradan çık diye yetkililerin bağırıp çağırmasından 10-15

dakika sonra bağlantı tekrar kurulurdu. Bu kısa kısa konuşma ve kesinti

devam ederdi. Sonunda 1-2 saat gecikme ile konuşma tamamlanırdı.

Ancak konuşmanın yarısından fazlası anladın mı, beni duyuyor musun

ile geçerdi. Tabii devlet bu fuzuli tekrarların da kişinin gözünün yaşına

bakmadan parasını alırdı.

Evime bir telefon bağlantısı almak için 1970 yılında, Ankara’da

sıraya girmiştim; 1978 yılında Ankara’ya taşındığımda hala

bağlanmamıştı. İlgililer ile yüz yüze konuştuğumda: “Hocam sen de çok

acele ediyorsun” dendi. Sonunda bu işlerden sorumlu TRT Genel

müdürü, Musa Öğün paşayı araya koyduk da telefonum bağlanabildi.

Bugün bütün bunları hiçbir gence anlatamazsınız. Bu nedenle anıların

yazılmasına önem veriyorum.

Biraz önce yazdığım gibi, 1945 doğumlu olan ben ve çevremdekiler

onlarca yıl antibiyotiği, buzdolabını, çamaşır makinesini, bulaşık

Page 3: İğne

3

makinesini, bugün hemen hemen herkesin kullandığı onlarca belki

yüzlerce şeyi, bırakın kullanmak, görmeden büyüdü. Bu dönemi yaşayan

herkes yaşamın zorluğundan az ya da çok payını aldı.

Doğal olayların bilimsel açıklanması neredeyse olanaksızdı. Bir

yerlerde açıklanmış olsa bile, onu öğrenmiş olan her hangi biri

çevremizde yoktu. Çoğumuz, yaşlı ninelerin, atalarından dinledikleri

öyküleriyle büyüdük. Şimşek çakarken, gök gürlerken çoğu insan gibi

bizler de irkilirdik. Rabia Bibimiz bu gök olayını bize çok çarpıcı biçimde

anlatırdı. Göklerin hâkimi Gurgur Dede isteyince melekler güğümlerle su

taşıyarak yağmur yağdırır; melekler o kadar hızlı gider gelirler ki, bazen

güğümleri birbirine değer ve gök gürültüsü oluşur; çıkan kıvılcımlar da

bize şimşek olarak görülür derdi. Ancak en ilgi çekici olaylar sağlıkla ilgili

olanlardı.

Okulda bitlenirdik; başımıza gazyağı sürer gazeteyle kapatırlardı.

Sünnet olurduk, ayrıcasız herkes mikrop kaptığı için yangı ve ödem

gelişirdi; günlerce bir torba gibi bacaklarımızın arasında taşırdık; hava

almış derlerdi.

Bilinen en önemli ilaç tentürdiyot, oksijenli su, aspirin ve özellikle

gripindi. Gripin bakkallarda tek tek bir kutunun içinde satılır ve hemen

hemen çoğunun cebinde bulunurdu. Gripten karın ağrısına, baş ağrısına,

ağrının her çeşidine karşı kullanılırdı. Bugünün ıslak mendil gibi insanlar

birbirine gripin sunarlardı.

Bunlar çok kötü sonuçlar doğurmayan geleneksel ilaçlardı. Ancak

çok daha vahim sonuçlar doğuran uygulamaların sonuçlarına bizzat tanık

olduk. Vahit Emü (amca) denen bir komşumuz vardı, Kör Vahit olarak da

bilinirdi. Gençken çok yakışıklı ve çok gözde bir delikanlıymış; günlerden

bir gün gözünde bir kızarıklıkla ağrı oluşmuş. Anası, oğlum sıcak iyi

Page 4: İğne

4

gelirmiş diyerek bir büyük kabağı suda haşlamış ve onu ikiye bölerek

yarısını sıcak sıcak oğlunun başına geçirmiş. Vahit Emü bir çığlık atarak

sadece “ana her taraf karardı” diyebilmiş. Vahit Emü’nün dünyayı son

görüşü o an olmuş…

Bir diğeri, sonradan çok başarılı bir öğretmen olan ve çok kişiyi (ben

de dâhil) okul dışında da olsa eğiten, köyümüzün çok değerli bir gencinin

yaşadıkları olmuş. Onun da çocukken gözünün biri ağrıyormuş. Babası

içinde ilaç bulunan kahverengi küçük bir şişeyi doktordan alarak eve

gelmiş. Rafa koymuş. Ancak rafta içinde tentürdiyot bulunan aynı

büyüklükte kahverengi bir şişe daha varmış. Akşam çocuk eve gelince,

baba, şu ilacını damlatalım diyerek, çocuğu kucağına yatırır ve önce şu

sağlam göze damlatayım bakalım, hasta göze bir zararı olmasın diyerek

tentürdiyottu sağlam göze boca eder. Çocuk vay anam der ve o gözünü

tümüyle yitirir. Ömrünün sonunu kadar hasta gözüyle eğitimini

tamamlamak ve yaşamını sürdürmek zorunda kaldı. Bu yazılanlar belli ki

milyonlarca insanın başına gelenlerden sadece ikisiydi. Doğum sırasında

yanlış uygulamalardan dolayı topal olan; bağlandığı beşikteki ipin yanlış

yere bağlanmasından kambur olan çok sayıda arkadaşımız oldu. Bilimin

ve günümüzün değerini bilmek için bu örnekler verilmiştir.

Çoğumuzun anlında haç şeklinde bir yara izi vardı. Bunun nereden

kaynaklandığını komşumuzun kızına yapılan tıbbi tedavi sırasında

öğrendim. Kız sarılık olmuştu. Köyde ocak (marifetin elden ele geçmesi)

olarak bilinen bir kadın, kızın kafasının arka kısmına bir kuran dayattı ve

bir eline ustura bir eline de bir anahtar alarak alnının tam ortasına bir

boyuna bir de enine vurarak haç şeklinde derin bir yara açtı. Böylece

sarılığın iyileşeceği söylendi. Hijyen hak getire olduğu için, alnın tam

ortasında aylarca kapanmayan bir yara açıldı ve doğal olarak yerinde

nekroz dediğimiz sert dokudan oluşan bir iz kaldı. Yine de sarılığın başka

Page 5: İğne

5

türlü tedavisine göre daha iyiydi. Çünkü sarılık olan kişiye, bir tas içine

konmuş ekşi çirde (ekşi yabani kayısı kurusu) anasının idrarı eritilerek

içirilir ve kişi tamamen içtikten sonra da “ananın idrarını içtin” denerek

öğürerek kusması sağlanırdı. Böylece sarılığın iyi olacağına inanılırdı. Bir

yerlerden, ağaçtan ya da damdan, düşüp bir yerlerini inciten ya da kıran

insanlar, hemen orada kesilen bir büyük baş hayvanın derisine sıcak

sıcak sarılırdı. Ağrıyan apseli dişi, dişe bir ip bağlayarak çekme; vücutta

çıkan çıbanların üzerini karasakız olarak bilinen bir çeşit ziftli bez ile

örtme; uçukların üzerine tükürükle sulandırılmış sabit kalem sürme

sıradan tedavilerdi.

Ancak geçmişte ve benim çocukluğumda geleneksel tedavi

yöntemlerini kullanmaktan başka çare de yoktu. İlk yaygın tıp

uygulamasının okullarda aşı ile başladığına tanık olmuştum. İki teneke

kutu içinde ayrı ayrı bir enjektör, bir ya da iki iğne bulunurdu. İğneci

(herhalde sıhhiye memuru olmalı) önünde bir küçük masa, masanın

üzerinde bir ispirto ocağı, kolları çelmemiş vaziyette kuyruğa dizilmiş

öğrencileri teker teker çağırırdı. Hepimiz iğneden korkardık.

İspirto ocağının üzerindeki teneke kutu içerisinden kaynamakta olan

suyun içinden enjektörü ve iğneyi çıkarıp bir pensle enjektörün ucuna

iğneyi taktıktan sonra kolumuzun bir yerlerine batırırdı. Kullanılan iğneyi

kaynamakta olan teneke kutunun içindeki suya atar ve bu sefer öbür

kutudakini kullanırdı; daha sonra onu ocağın üzerine koyardı. Biz de bu

arada korkuyla beklerdik.

Herhalde tam sterilize olmadığı için birkaç gün sonra sınıfın

neredeyse bir bölü üçünün ya da yarısının kolunda kızarmış şişkinlikler

oluşurdu. Su değmiş hava almış denilerek, çocukları izinli olarak birkaç

gün evlerine gönderirlerdi.

Page 6: İğne

6

Nereden geldiğini tam bilemiyorum. Ancak köyde sadece bizim

evimizde, küçük boylu yine teneke bir kutunun içinde, tek bir iğnesi

bulunan bir enjektörümüz vardı. Zaman zaman komşu köylerden bile, acil

durumlarda, çoğunlukla da geceleri, bu enjektörü gelip ödünç alırlardı.

Kaç yıldan beri kullanıldığını bilemiyorum; doğduğum zaman bile evde

varmış.

Çok kullanılmış olmalı ki, orta kısmı paslanmıştı ve herhalde yanlış

bir kullanımdan dolayı da yine orta kısmı belirgin bir şekilde bükülmüştü.

Babam zaman zaman: “Anasını satam, bir fırsat bulsak da şu iğneyi

değiştirebilsek, bir gün başımıza iş açacak” derdi. Belli ki yakınlarda

böyle bir iğneyi satın alacak yer yoktu…

Bu iğne, büyük bir olasılıkla bugün küçük bir dispanserde kullanılan

iğnelerin tümü kadar insan vücudunda delik açmıştır denebilir. Aslında

sayısını bilip müzeye koymak gerekirdi.

Bir gün komşularımızdan Mehmet Özer diye yaşı oldukça genç bir

komşumuz karın ağrısıyla kıvranmaya başladı. Bir gün iki gün, ağrının

geçeceği yok. Dediler ki bağırsak dönmesine benziyor, eğer onu

irkiltirsek, ani bir hareketle dönmüş bağırsak yerine gelir. Bunu yapacak

kişinin ocaktan olması, yani bir ustadan el almış olması gerekiyormuş.

Bunu yapacak tek kişi şu anda adını anımsayamadığım; ancak takma

adı ingoz olan ve çevrede öyle bilinen bir bayan komşumuz olduğu

söylendi. İngoz galiba Ermenice bir kelime imiş ve ceviz ya da ceviz

ağacı anlamına gelirmiş. Ancak bizdeki anlamı insan için kullanılırsa,

ince ve çok uzun demektir. Gerçekten de İngoz Bibimiz (halamız) çok

ince ve kasaba kıstaslarına göre çok uzun, gözlerinde kalın gözlükleri

olan, elleri ince uzun, tenha bir yerde karşılaşıldığında insanı ürküten

görünüşü olan, aslında çok iyi bir kadındı.

Page 7: İğne

7

Sonunda İngoz Bibi elinde tiftik atılan yaylara benzeyen büyük bir

yay ve bu yayın deriden yapılmış kirişine (ipine) vurulduğu zaman garip

bir ses çıkaran bir tokmakla çıkageldi. Odada idare lambası gibi çok

küçük ışık vardı; köylüler sedirlere bir halka şeklinde oturmuşlar; hasta

güçlü bir komşumuzun kucağına oturmuş ah vah ederken, İngoz Bibi,

yandaki odadan tuhaf bir kıyafetle, tokmağı yayın teline vurarak ve bir

çeşit sekerek hastanın bulunduğu odaya giriyor ve tokmakla galiba

oldukça sert bir şekilde karın kısmına vuruyordu. Her vuruşta hasta avaz

avaz bağırıyordu. Böylece bağırsağın dönerek yerine oturması

bekleniyordu. Bu vuruş defalarca tekrarlandı. Ancak öbür odadan ya da

dışarıdan içeriye giren İngoz Bibi “dağdan gelirim dağ gibi” diye

başlayan, ne yazık ki sonunu anımsayamadığımı bir teraneyi de sürekli

tekrarlıyordu. Belli ki bu uygulama çok eskilere, belki de şamanlara kadar

uzanan bir ritüelin devamıydı.

Sonunda Mehmet Ağabeyimiz defalarca bağırdı; rahatsızlık da

geçmedi. Bunun üzerine babama bir iğne vurmasını söylediler. Gidip

evimizden, içinde iğne bulunan teneke kutuyu getirdim. Babam:

- Bu soyha (amiyena bir tabirle şey) da çok eğilmiş ve ortası biraz

paslanmış; bir pense bulun da biraz düzelteyim dedi. Sonunda uğraşa

uğraşa biraz düzelti; sanki şakulüne bakıyormuş gibi gözünün birini

kısarak epeyi süzdü ve hayırlısı Allahtan diyerek kaba etinden iğneyi

bastı. Bu arada canhıraş bir ses duyuldu. Mehmet ağabey anam yandım

dedi ve soğuk soğuk terlemeye başladı. Babam:

- Bu soyha da tam eğilecek zamanı buldu diyebildi.

İğne kaba ete girerken ortadan bel verdiği için belli ki kaba etini

santim eninde yırtarak içeriye girmişti. İğne de fayda etmedi. Palas

pandıras büyük bir ile (herhalde Malatya’ya) götürdüler. Meğer apandiksi

Page 8: İğne

8

(apandisiti) iltihaplıymış. Ameliyat oldu; geldi. Köylüler etrafına toplanmış

dikkatle Mehmet ağabeyi dinlerken.

- Komşular ameliyat oldum; apandisitim patlamış; karnımı açtılar, içini

yıkadılar, diktiler; ancak Allah sizi inandırsın hiç biri Kuyumcu Emü’nün

(babamın) iğnesi kadar acı vermedi.

Prof. Dr. Ali Demirsoy

01.01.2016

Değerli kardeşlerim!

Dünyanın dönme ekseni 15 derece kadar eğridir; bu nedenle mevsimler oluşmuştur. Senenin yarısında dünyanın bir tarafında gündüzler uzar, geceler kısalır; diğer yarısında da tersi olur. Günlerin uzamaya başladığını gören insanoğlu, sıcağın geleceğini, doğanın harekete geçeceğini izlediği için, o dönüm noktasını yani 26 Aralığı bir çeşit bayram gibi kutlamıştır. Her şeye bulaşmış dini inançlarımız nedeniyle çeşitli dinler gün farklarıyla bunu şu ya da bu şekilde gün dönümünü olarak kutlarlar.

Bunu dini bir kisveye büründürmeden, astronomik bir ritmin kutlanması olarak ele alıp, insanlığın ortak bir değeri olarak barış, kardeşlik ve hoşgörü duygularımızın gelişmesine bir fırsat olarak bakalım derim.

Çok da ümitli olmamakla birlikte, 2016 yılının kinden, nefretten, kandan, şiddetten, soygundan, yalandan, dolandan, hukuksuzluktan arınmış, sevgi, kardeşlik, hoşgörü, doğruluk, çalışkanlık, adalet duygularının ön plana çıktığı bir yıl olmasını dilerim. Bir insan ancak mutlu bir ülkede, toplulukta, ailede, çevrede, mutlu olabilir. Benim yıllardır beklediğim bu insani değerlere dilerim bu yıl birlikte kavuşuruz…

Size yılbaşı armağanı olarak yaşanmış küçük bir öykümü sevgilerimle iletiyorum.