has(z)ırlık fanzin sayı 4

16
HAS(Z)IRLIK Sayı 4 - Mart 2012 Yaşasın 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü

Upload: cem-guerbuez

Post on 15-Mar-2016

238 views

Category:

Documents


6 download

DESCRIPTION

Has(z)ırlık Fanzin Sayı 4

TRANSCRIPT

HAS(Z)IRLIKSayı 4 - Mart 2012

Yaşasın 8 Mart Dünya

Emekçi Kadınlar Günü

8 Mart

8 Mart 1857'de ABD'nin New York kentinde 40000 dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başladı. Ancak polisin işçilere saldırması ve işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, arkasından da çıkan yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlarla kaçmalarının engellenmeleri sonucunda çoğu kadın 129 kişi öldü. İşçilerin cenaze törenlerine 10000'i aşkın kişi katıldı. 26-29 Mart 1910 tarihleri arasında düzenlenen 2.Enternasyol'e bağlı Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı'nda, Clara Zetkin'in 8 Mart'ın 1857'deki tekstil fabrikasındaki yangında ölen işçi kadınlar anısına “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” olarak anılması önerisi oy birliği ile kabul edildi. Türkiye'de 8 Mart ilk kez 1921'de “Emekçi Kadınlar Günü” olarak kutlanmaya başlandı Bugünün “Emekçi Kadınlar Günü” değil de “Kadınlar Günü” olarak anmak ve kutlamak 8 Mart'a ilk olarak önerildiğinde yüklenen anlamı görmezlikten gelmektir. Bu gün daha en başından bu yana işçi kadınları yürüttüğü haklı mücadeleyle doğmuş ve daha sonra da hep işçi kadınlara ithaf edilmiştir. 1975 Uluslararası Kadın Yılı olarak kutlandı. Bu yıl etkinlikleri içinde BM 8 Mart'ı Dünya Kadın Günü olarak kutlamaya başladı. 8 Mart kutlamaları Dünya'da 1. ve 2. Dünya Savaşları sırasında ve sonrasında ülkemizde ise darbeler de sekteye uğratılsa da Emekçi Kadınlar Günü asla önemini yitirmedi. Çünkü 8 Mart ülkemiz için Kadın Haklarının kazanılması ve iyileştirilmesi konularının gündeme geldiği eksikliklerinin giderilmesi için mücadele verilen yegane gün.

Kadın haklarının kullanımı ülkemizde ne yazık ki homojen dağılım göstermiyor. Birçok gelişmiş ülkede kadın hakları çok ilerleme kaydetmiş olsa da, ülkemizde kadın hakları olması gereken seviyenin çok çok altında. Temel haklarını dahi kazanamamış kadınlarımızın varlığı ülkemizin en büyük ayıplarından.Biz Edebiyat Topluluğu olarak bu önemli güne ve kadın sorunlarına son toplantımızı ve bu fanzinimizi ayırarak üstümüze düşen sorumluluğu yerine getirmek istedik.

Ve son olarak sessizliği kendi varlığımızla doldurmak istedik.

Serap Akyol

Köle

Mülkiyetin ortaya çıkması ile birlikte kadın adeta erkeğe zimmetlenmiştir. Yüzyıllardır ucuz kar ve zevklerin tatmin aracı olarak kullanılmıştır ve kullanılmaya devam etmektedir. Sorunu 'kadın sorunu' olarak ele almak bizi için yanlış ve idealist bir bakış açısı olacağı gibi çözümü yanlış yerde aramamıza da yol açacaktır. Sorunu 'kadın sorunu' olarak tanımlamak çözümü feminizmde aramaya itecektir bizi ;ancak feminizm bazı demokratik hakların alınması anlamında faydalı olsa dahi asla çözüm olamaz.Yani mesele özü 'kadın sorunu' değil emekçi kadın sorunudur.Seçme seçilme hakkı vb. demokratik hakları elde etmek emekçi kadınlarımız için önemli ancak asla bir kurtuluş değildir.Emekçi kadını yalnızca erkek ezmez, hem cinside ezer onu. Ev sahibi kadın yanına ev işleri için yardıma gelen emekçi kadını ezer, fabrika sahibi kadın fabrikasında çalışan emekçi kadını ezer. Sistemi korumakla yükümlü olan aygıt olan devlet ise kadını sisteme bağımlı kılmak için her yerde ikinci sınıf insan muamelesi yapar ona.

Peki çözüm nerededir? Çözüm; öncelikle kadının ezilmişliğinin farkına varıp, onu ezen erkelere karşı kararlı mücadelesinden geçer. Kadın kendi kafasında ki yargıları yıkarak, toplumsal yapıya ve onun köhne değerlerine tüm cesareti ile saldırmak zorundadır. Kurtuluş; kadının bilincini ve iradesini çelikleştirerek, çözümün toplumsal bir devrimde olduğunu görmesi ve o devrim için kararlı mücadelesinden geçer. Unutma ki sen kadınsın, ezilensin ve haklısın.

Ahmet Aksoy (İLEF)

Bu yazı,1857'de New York'ta hak arama talepleri için bir araya gelip fabrika kapılarının üzerine kilitlenmesinin ardından, yanarak hayatlarını kaybetmiş çoğu kadın 128 kişinin anısı üzerine yazılmıştır.

'En zorlu iş en ağır emekVe çalışmak mezara dekVe böyle sürüp gitsin istemiyoruzYaşamak için ekmekRuhumuz için gül istiyoruz'

James OPENHEIM

Yaşamlarımız diyorduk bir evrak defteri içinde, belki bir sırt çantasında, ismi pek de tartışılmayan kitapların kapağında; doğumdan ölüme dek kan ter içinde geçmeyecek. Bu yüzden düştük kimliği belirsiz yollara. Çünkü kalpler de ölür açlıktan bedenler gibi ve adım atmazsak kolayca kaybolabiliriz patika yollarda.

Mart'ın 8' iydi.128 beden, yani bedenlerimiz çığlıklarımıza karışırken, küllerimizden doğdu 15 bin can yeniden. Kadın olmanın, aydınlığı nasıl doğurduğunu böylece anlıyorduk. Ateşi anarken sayıklamak 'ekmeği' ve ilkbaharı, güneşin kokusunu, buğdayın nefesini bize yeniden getirecek 'gülleri'.Önce usul usul başladılar şehri adımlamaya, kapıları kilitlendiğinde üzerimize donuk fabrika bacalarının, yoksul mutfaklarımızdan çıktık dışarıya ve ışığı ulaştırdık tüm insanlara. İnsanlık demiştim, yalnız kadınlar için başlamadık caddeleri eskitmeye, yıldızları yeryüzüne taşımak yalın ayaklarıyla koşturan çocuklar içindi de-ki oğullarımızdır onlar!

Bir köle olarak doğduğumuzda, yani sevgiden yoksunluk varken suratlarımızda, unutulmuşluk, yalnızlık belki ve her köşe başı çevrilmişken köşklerle; adım atmakla başladı tüm varlığımızın asıl öyküsü KADIN olarak.

Ve zulüm, kara ekmek kokusuydu tenlerimizde. Ve sevda, yürüdük güzel günler adına. Kadınız biz,insansak, üretensek eğer, ayağa kaldırıyoruz tüm insanlığı!Artık paydos aylaklığa..El pençe divan durmak yok önümüzde-ki

'Ekmek ve gül' türküleri böylece sürüp giderek, yürürken biz günün güzelliğinde, bir şafak vurdu yüzümüze, tenimize dokundu ardından güneşin tüm parlaklığı. 1857 New York' un yine aynı puslu sabahlarından biri. Aniden başladık haykırmaya kırılgan- çıtıpıtı hanımlara beylere tüm unuttuklarını bugüne değin. Küçük hünerleri pek iyi bilirdi onların sihirbaz elleri, alışıktı dudakları yalanların zindanına. Biz ise doğayı, çalışmayı, paylaşmayı bilirdik o güne değin, yine biliyoruz şayet bir de düşünce kendi ellerimizden tutup kalkmayı öğrendik kendi kendimize.

Düşlerin kaybolduğu bir dünyayı yeniden kurmak için yürüyoruz usul usul ve sağlam adımlarla, tutuklu düşüncelerin peşi sıra. Her kim ki söylesin geri döneceğimizi günün en karanlık saatlerine, döneriz elbet 15 bin kadın olur yine döneriz caddelere, alanlara meydanlara damağımızda sımsıcak güneşin tadıyla.Susuzsa çöller, çocuklar açsa, işsiz son küfrünü etmişse münasip bir yere, işçiler prangalıysa 7 gün 24 saat; yürekler yeniden çarpmayı öğrensin diyedir.

Evet beyler bayanlar! Sizin milyon işçiyle doymayan kanlarınız daha çok hırsa muhtaç. Evet, beyler bayanlar, son kez elini gökyüzüne açıp bir parça ekmek dileyen dilenci sizin çöplüğünüzde kayıp. Evet beyler, hayır beyler, kapatın perdeleri, oyun oynamıyoruz! Sırası gelmiştir yangınlardan çıkmanın, inmenin darağaçlarından. Şimdi ekmeği ve gülleri kavgamız için biz, kendi ellerimizle kazıyoruz yeryüzünden.

Bugünlerde gün ağırırken çıkanlar yola, sevdayı hatırlatır yine yeni yeniden ıssız gözlerimize. Köle olacaksak bir yolda, efendileri devirmenin yoludur ancak bu! Devinimin evreni sardığı anda, kalkar tüm kadınlar ayağa ve çirkin bir ölüm dahi kapatamaz yolumuzu. Şimdi bize yaşamak için ekmek, ruhumuz için biraz gül verin ve saçalım ateşi dünyanın dört bir yanına!

Dilan Esra Baycan ( İLEF )

Ekmek de İsteriz Gül de

Günümüzde her türlü toplumsal öznenin vazgeçilmez ikincil kahramanı, cinsiyetçi kültürün hegemonyası altında ezilen ve sömürü kaynağı gözüyle bakılan salt bir 'obje' dir kadın. Bu da var olan kadın sorununu öznesini oluşturur. Şu bilinmelidir; sözünü ettiğim kadın sorunu yalnızca feodal üretim ilişkilerinin üst yapıdaki etkisinin sürüyor olmasından kaynaklanan bir sorun değildir, aksine kapitalist düzen, kendi özgün yanlarına karşın, feodal kültürün etkisinden yararlanarak, kadının ezilen cins konumunu yeniden üretir. Toplumsal ilişkiler alanında erkeğin belirleyiciliğini esas alan mevcut düzenin zorunlu kavratılışı, kadının ikinci plana atılmasını kaçınılmaz kılar. Bu çerçevede yaşadığı baskılar sonucu kadın da zaman zaman kendine yabancılaşarak yaşadığı ortak zeminde kendini bilinçsizce ikincilleştirebilmektedir. Bu bilinçsizlikten kaynaklı kadının kendi başat çelişkisi ise kimlik sorunudur. İnsanın özgürleşebilmesi için kendini tüm yönleriyle tanımlaması gerektiğinden yola çıkarak kadının da kendi gerçekliğiyle (sınıfsal, siyasal, sosyal, cinsel…) buluşmasının gerekliliğini savunabilirim. Şu güne dek kadın, duygu düşünce ve davranışta, bilinçli ya da bilinçsiz bir biçimde erkeğe bağımlı şekillenmiştir. Kendi kimliğine yabancılaşarak geleneklerin yüklediği role zorunlu olarak uymuş, edilgen bir role bürünmüştür. Bu konumunu gizlemek amacıyla özgüveninden yoksunlaşarak erkeğin gücüne sığınmak ya da sığındırılmak durumunda kalmıştır.

Tarihsel sürece bakıldığında kadının pasivize edilmesi, ataerkil topluma geçiş sürecine denk düşer. Geçiş sürecinin ardılı olarak erkeğin toplumda ayrıcalıklı bir statüye kavuşması; yalnızca kadınlar için tek eşliliğin başlaması ve mirasın erkek üzerinden devrediliyor olması ile bağlantılıdır. Geçmişte dokuma vb. işlerin el tezgahında yapıldığı zamanlarda ev ve iş aynı yerde iken sonrasında gelişen süreçte, Britanya'da (19.yy) sanayi devriminin ardından ev ile iş arasındaki bölünmeyle, erkekle kadın arasındaki işbölümü derinleşmiş ve erkek para kazanan ana unsur olurken kadın çocuk bakımı ve ev işlerine yönelmiş, ancak bunun yanında kadın aile gelirine destek olmak amacıyla ev dışında da çalışmak durumunda kalmıştır. Ne var ki kadın, erkeğin az bulunduğu savaş gibi olağanüstü durumlarda başvurulabilecek ve ucuz işgücü kaynağı gözüyle bakılmaya başlanmıştır. Kadının ezilmişliğinin tarihi ve devam eden toplumsal baskının yanı sıra kurulmak istenen egemenliğe inat kadınlık, hatırlanması gereken bir diğer tarihsel süreci de unutmamalı, bundan güç almalıdır:

Kadınlar olarak biz, sürekli gelişen güç ve onun ideolojik yansımalarının önünde, onun bir insan ürünü olduğunu ve insan ürünü olan her şeyin yine insan tarafından değiştirilebileceğini bilerek ve baş eğmeyerek erkeklerimizle omuz omuza yürüyebileceğimiz bir dünyanın varlığına inanıyor bunun için daha da hızlı yürüyoruz. Evet ekmek isteriz ama gül de.

Gülşah Aygün ( SBF )

Geleceğimiz Kadınlardadır

Kadın !

Dünyanın yaklaşık olarak yarısı,kadın.Ne yazık ki bu yarı tarih boyunca,öbür yarı olan erkekler tarafından üzerine basılmış,ezilmiş,kölelik zihniyeti yerleştirilmeye çalışılmış,hor görülmüş,sadece soylarını devam ettirmek için değer verilmiş,önü kesilmiş,yasaklanmış,para karşılığı satılmıştır ve tarih kadınların ezilmişliğini yazmaya devam etmektedir.Ne yazık ki buna dünyanın büyük bir kısmı hâlâ ses çıkartmamakta,olanları görmezden gelmeye devam etmektedir.8 Mart;dünya emekçi kadınlarının kutladığı uluslararası bir gündür,böyle bir günün dünyada yankı bulmasına ise yine üzücü bir olay sebep olmuştur.8 Mart 1857 yılında ABD'nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başladı. Ancak polisin işçilere saldırması ve işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, arkasından da çıkan yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda çoğu kadın 129 işçi can verdi. İşçilerin cenaze törenine 10.000'i aşkın kişi katıldı.26 - 27 Ağustos 1910 tarihinde Danimarka'nın Kopenhag kentinde 2. Enternasyonale bağlı kadınlar toplantısında (Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı) Almanya Sosyal Demokrat Partisi önderlerinden Clara Zetkin, 8 Mart 1857 tarihindeki tekstil fabrikası yangınında ölen kadın işçiler anısına 8 Mart'ın "Internationaler Frauentag" (International Women's Day - Dünya Kadınlar Günü) olarak anılması önerisini getirdi ve öneri oybirliğiyle kabul edildi.

Ülkemizdeyse 1921 yılında '' Emekçi Kadınlar Günü '' olarak kutlanmaya başladı.1975 ve ilerleyen yıllarda kitlesel olarak kutlandı,sokaklara taşındı.12 Eylül 1980 Askeri Darbesi'nden sonra ise dört yıl süreyle herhangi bir kutlama yapılmadı.1984'ten itibaren her yıl çeşitli gruplar tarafından kutlanmaya devam ediyor.

Biz kadınız. Tarih boyu, yerkürenin her yerinde, insanlığa karşı geliştirilen her hareketin, sömürgeleştirme politikalarının, ırkçılığın, ulusal baskının, şeriatın… karşısında gelişen her mücadelede, en kadın haliyle yer alanlarız. Amerikan emperyalizmine karşı savaşarak ölen Vietnamlı kadınlarız, El Salvador'daki öncü kadınlarız, Sandino' nun kızlarıyız, Arjantin'in Mayo Meydanı analarıyız, Güney Afrika'da ırkçılığa meydan okuyan alınları ak ama simsiyah bacılarız, korkmadan mücadeleyi sürdüren Suudi kadınlarız, Venezüella'daki barrio kadınları, cumartesi anneleriyiz.. Peki ne değiliz? Kimsenin -cinayetlerine meşruiyet kazandıracak- namusu, sosyo-kültürel ve ekonomik alanda zorla geri plana atılarak köleleştirilebilecek bir yardımcı, kapitalizmin her alanda kullanabileceği bir meta, “baş hizmetçi”, güç gösterileri uygulanabilecek ve seksist hakimiyet kurulabilecek bir alan, efsanevi “Pandora” değiliz!

Geçmişten günümüze katlanarak süregelen bu sorun görmezden gelinmiş, üstüne üstlük ivme kaydetmiştir. Son on yıllık iktidar sürecinde kadına yönelik şiddet vakalarında yüzde 57, “namus cinayetlerinde” ise yüzde 1400 oranında artış görülmektedir. Bazı kadınlarımız -adalete güvenip- savcılık ve emniyete başvurmalarına rağmen önemsenmemiş, sonucunda meydana gelen cinayetler gerici zihniyetlerce meşruluk kazandırılmıştır. Bu cinayetlere karşı çıkan kadınlar da suçlu sayılmıştır, tıpkı son dönemde Antalya'da 16 yaşındaki kız çocuğuna tecavüz edilmesini protesto eden kadınlara savcılığın soruşturma açması gibi. İktidarın faili belli sorunu görmezden geldiği, son dönemde Kadın ve Aileden sorumlu Bakanlık'ın adını Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığına dönüştürmesinden de çok net anlaşılabilinir. (ki bunu, “Biz muhafazakar bir partiyiz bu nedenle aileye önem veririz.” Biçiminde açıkladı.) Öte yandan bugün kadınlar vasıfsız emek kullanımını gerektiren tekstil, gıda vb. gibi sektörlerde son derece düşük ücretlerle ve olumsuz koşullarda çalışmaktadır. (Türkiye´de 1 milyonun üzerindeki ücretli kadının yalnızca 303.919´u SSK´ya kayıtlıdır.) Kadın, sömürücü sınıflara daha ucuza mal olmasına çalışılan bir araç haline getirilmiştir.

Tarihin her yerinde her biçimde boy gösteren kadınlık için de çözüm –her türlü insanlık sorununda olduğu gibi- açıktır. Bu bir demokrasi ve özgürleşme sorunudur ve yalnızca bu iki başat sorunun çözümüyle açıklanabilir. Özgürleşme, kendine ve insanlığın gücüne inanarak, bunun araç ve yöntemlerini yaratabilmekten geçer. Ardından çözülecek demokrasi sorunu ile kadınlar ve toplumda yer edinen her türlü “sınıf” kendi çözümünü yine kendiliğinden üretebilecektir.

Ülkemizde,her alanda ezilen birilerini arayacaksak eğer bu insanlar kadındır.Her gün eşlerinin şiddetine kurban verilen,sokakta tacizcilerin,kendini bilmezlerin onur kırıcı davranışlarına maruz kalan,evde de okulda da fabrikada da,bulundukları her yerde görmezden gelinen,öldürülen,üzeri örtülen kadınlarımızdır.Ki bir ülkede kadınlar sokağa çıkmadan hiçbir şey kazanılamayacağı da bilinen fakat bilmezden gelinen,bütün yalınlığıyla göz önünde duran bir gerçektir. Kadınlarımıza ihtiyacımız var.Kadınlara bütün dünyanın ihtiyacı var.Kadının emeğine,şefkatine,aklına,duruşuna,sevgisine,aşkına,güzelliğine.Kadına sahip olunacak,alınıp satılacak,hor görülecek,çocuk doğuracak bir meta gibi bakan zihniyet bugün bu kokuşmuş düzenin belki de en büyük çarkının dişlileridir. Dünyada şu anda yaşıyor olması gereken 60 milyon kız çocuğu cinsiyet tercihli kürtaj veya erkek çocuklarından daha önemsiz olarak görüldükleri için yetersiz bakım nedeniyle çeşitli toplumlarda “kayıp”lar.Yaptığımız şey sadece bu,'' kayıplarımıza '' bir istatistik daha eklemek.Yapılacak olan sırtından bıçaklanmış bir annenin fotoğrafını holdinglerden çıkarttığımız gazetelere kapak yapmak değildir.Yapılacak olan kadınlar şiddet gördükten sonra polisi arasın diye hat kurmak değildir.Yapılacak olan kadınlara yakın dövüş dersleri almayı tavsiye etmek,yanlarında taşısınlar diye biber gazı hediye etmek değildir.Yapılacak olan sığınabilecekleri yerlere koşan kadınları dayakçı eşlerine teslim etmek değildir.Yapılacak olan kadına gerçekten değer vermeyi anlatabilmektir.Kadınların da kendisine yapılan haksızlığa karşı çıkabilmesidir,kadın olmak bunu gerektirir. Gelin bu 8 Martta;kadınlarımız için,geleceğimiz için sokağa çıkalım.Kadına yapılan haksızlıklara karşı bir alkış da biz tutalım,bir omuza da biz tutunalım.Kadın demek,her şey demek.Kadın demek,biz demek.Kadın demek,gelecek demek.Kadın demek,umut demek.

Unutmayalım,unutturmayalım,engel olalım,sahip çıkalım,karşı duralım. Dünya Emekçi Kadınlar Gününüz kutlu olsun ! Asyagül Kocatepe (SBF)

Altın Çağ

İnsanlık tarihinin gelişim göstermesiyle ortaya çıkan özel mülkiyetin yarattığı sınıflı toplum yapısı beraberinde birçok çelişkiyi de ortaya çıkardı. Temelde ezen - ezilen çelişkisi bir başka deyişle emek ve sermaye arasındaki çelişki yine bir başka deyişle üretim araçlarını elinde bulunduranlarla üretim sürecine doğrudan katılan yani üreten arasındaki çelişki insanlık tarihinin her hareketini belirleyen temel çelişki olageldi. Yukarıda basit bir şekilde aktardığımız sürecin ortaya çıkışı esasta yazıda değinilecek olan “kadının ikinci cins oluşu” meselesinin temelini oluşturmaktadır. Özel mülkiyet kavramı ortaya çıkmadan önce ilkel dönemlerde var olan anaerkil yapı da yine bu bahsettiğimiz çelişkilerin oluşmasından önceki dönemi işaret etmektedir. Ancak o dönemi şöyle incelemek gerekir ki anaerkil yapının bulunduğu tarihsel koşullar içerisinde bugün gördüğümüz ataerkil toplum yapısının bir özelliği olan ezen - ezilen ilişkisi net bir şekilde belirmediği gibi (bunun nedeni özel mülkiyetin henüz ortaya çıkmamış olmasıdır) kadının daha hakim bir pozisyonda olmasının nedeni de üretime katılım rolüdür. Daha sonraki dönemi yukarıda da vurgulanıldığı gibi özel mülkiyetin ortaya çıkma süreci izledi, üretim içerisinde erkek rolü daha da belirginleşmeye başladı ve sonuç olarak da bugün belirgin bir şekilde gördüğümüz erkek egemen toplum ortaya çıktı. Tekrar tekrar özel mülkiyetin ortaya çıkışından bahsedilmeli. Önemli bir tarihsel gelişme olan özel mülkiyetle beraber devlet, sınıflar ortaya çıktı bunlarla beraber de bahsettiğimiz olguların temelini oluşturacak olan kültür, düşünce, inançlar da yeni bir şekle büründü.

Tarihsel gelişim sürecini aktarımının bu kadarıyla yeterli olduğunu düşünüyoruz. Bunlara değinilmesinin esas nedeni bugün bahsettiğimiz “kadının ikinci cins oluşu” meselesinin çözümünün birçok kişi tarafından yanlış yerde arandığıdır. Bu yanılsamayı yaratan da erkek egemen sistemin kendisidir. Bugün yaşadığımız coğrafya açısından durumu değerlendirdiğimizde işsizlik düzeyinin oldukça yüksek olduğu, metropollerin kenar mahallelerinde yoksul milyonların olduğu hemen herkesçe kabul edilir. Fakat ne hikmetse yaşadığımız coğrafyadaki siyasi mekanizma kendisini oldukça güçlü göstermekte, göstermeye çalışmakta, bu sorunların kaynağını farklı yerlerde göstermektedir ve sonuç olarak bunu yaratan sömürü değilmiş gibi zenginleşme, kalkınma ile sorunların çözümünün olacağından bahsetmektedir.

Somutlaştırmaya çalıştığımız bu örnekteki gibi erkek egemen sistem de sorunun çözümünü zihinlerde yanlış yerlere hapseder, tıpkı tarihi değerlendirip onun yanlışlığına karşı onunla savaşan doğru düşünceyi yok etmeye çalıştığı gibi. Bu nokta da açıklamaya çalıştığım problemlerin kaynağına işaret etmektir. Bugün mesele sadece kadın “sorunu” değil bir erkek sorunu daha doğrusu bir erkek egemen sistem sorunudur. Bu noktasıyla da sorun toplumsal bir yeniden altüst oluşla çözülebilecek bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. Bugün yaşadığımız coğrafyada her gün yeni bir kadın cinayeti haberi, her gün kadına uygulanan (fiziki ya da psikolojik) şiddet haberi, taciz, tecavüz haberleri, feodal kalıntıların ortaya çıkardığı töre cinayetlerine sık sık rastlamaktayız. Yine bugün öyle bir noktaya gelindi ki bu haberler olağanlaştırıldı. Artık zihinlerde bir yer etmekten çok uzaklarda durduğunu görüyoruz.

Evet tüm bu yaşananlara karşı söyleyeceğimiz bir sözümüz var ve zulmün saltanatı hüküm sürdüğü sürece de sözümüz her zaman olacak. Tıpkı 8 Mart'ı yaratan 40.000 dokuma işçisi emekçi kadın gibi, işgal ettikleri fabrikada katledilirken attıkları sloganlar gibi, tıpkı Clara Zetkin gibi, tıpkı zulme karşı son sözünü zemherinin ayazında haykıran enternasyonalin kızı Barbara gibi, tıpkı Meraller gibi, tıpkı “Yaşasın kadınların kurtuluşu, yaşasın özgür altınçağ mücadelesi” diye haykıran Bernalar gibi söyleyecek sözümüz var.

Bizler biliyoruz ki, birlikte bir mücadele verildikçe hiçbir güç karşı koyamaz, işte tüm korkular bundan. Evet işte kazanacağımız günler için zincirleri kırmanın zamanı geldi. Sözümüzü özgür altınçağa olan inancımızla ve yeni insanı yaratma kararlılığıyla bitirirken tüm dostlarımızı, yoldaşlarımızı tekrar anıyoruz.

ŞAN OLSUN 8 MARTI YARATANLARA

CİNSEL, ULUSAL, SINIFSAL SÖMÜRÜYE SON

Cem Kaan Gürbüz (İLEF)

126 ! Öncelikle merak ettiğim bir soruyla başlamak istiyorum. Acaba ülkemizde kaç kişi 8 Mart'ın Kadınlar Günü olduğunu biliyordur ya da bugünün ne ifade ettiğini hatta bir anlama sahip olup olmadığını acaba kaç kişi farkındadır? Bana sorarsanız sanırım pek iç açıcı değil durum.

Kadının adını, kimliğini var etmek için yoğun çaba gösterdiği bir yüzyıldayız yine. Yıllar geçiyor, değişse de bir takım şeyler yine de hemen her gün okuyoruz gazetelerin üçüncü sayfalarında. Şiddet gören, öldürülen, ezilen, saygı duyulmayan, sözüne itibar edilmeyen kadınları görüyoruz. Oysa toprağın bile adı “ANA” olmuşken bu hayatta, doğuran, büyüten, yeşerten, kuran, yapan, idare eden, sabreden, güçlü olan kadınken yaşamda... Sevgiyken en büyük açlık, o kadar zor mu sevmek saymak kadınları. Kadın olduğu için değil sadece “insan” olduğu için.

Çok fazla uzağa gitmeye gerek yok. Sabah 6'da güne başlayıp, tüm gününü temizlemeyle, çalıştığı hastane koridorunda geçirdikten sonra, eve gidip hor görülen zaman zaman şiddete, hakarete maruz kalan yine aynı kadın! Ağzını açmadan her şeye rağmen ailesine tüm özveriyi yapan aynı kişi. Kimin daha değerli veya değersiz olduğuna ben karar verecek değilim. Belki de verdiğim örnek zaman zaman basite kaçan bir olay bile olabilir. Günlük yaşanan, basit gibi gözüken ayrımcılıklardan, kadın-kız-bayan tartışmalarından bahsetmek bile istemiyorum. Bence yara daha derin ve artık kabuk bile tutmuyor. Canının derdinde olan, aynı evi paylaştığı hayat arkadaşından korkarak günlerini geçiren kadından bugüne dair bir şey yapmasını beklemiyorum. En azından biz bazı şeylerin farkında olan (söz konusu asla lise, üniversite... eğitimi değil) bazı şeylerin değişeceğine dair umutlarını koruyan, kabuk tutup iyileşeceğine inanan bireyler olarak bugünü, kadını, yüz binlerce yaşanan farklı hayatları paylaşmaktan, tartışmaktan, fikrimizi savunmaktan korkmayalım. Sadece bilmek, konuşmak, farkında olmak yeterli midir diye sorulabilir. Şu şartlarda evet yeterlidir. Kadın- erkek ayrımcılığında 134 ülke arasında 126. sırada olan ülkemiz için yeterlidir. Ve maalesef ki bir Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nde daha 'Kadına Şiddete Hayır' denecek her yerde. Ne acı ki bu yüzyılda bile hala taleplerimiz aynı. Bu arada unutmadan araştırmaya katılan ülkeleri merak edenler var mı ya da duymak istemeyenler? Bence sizde duymak istemeyenlerden olun.

Aşağıda anlatılanlar bir kadın, bir cumartesi annesi Meyro Ana'nın hikayesidir.Bu hikayede geçen yaşam olguları kadim kürt coğrafyasının ortak bir yazgısıdır halbuki, Meyro Ana bunlardan sadece birisidir. Bana düşen, anlatılanı kendi cümlelerimle bu sayfalara aktarmak oldu.

MEYRO ANA

İstanbul'un kuytu köşesinde terk edilmiş bir gecekondu mahallesidir şimdiki hayatım.Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte tek göz odamdaki mesaimde başlar bir şekilde. Mahallenin tek fırınından bir ekmek, kapı komşumuzun bakkalından günlük yumurta ve süt alarak tekrar mütevazı evimin yolunu tutarım. Bazı günler için bu rutinleşen duruma 2 sokak yukarıda bulunan çeşme ziyaretlerini de ekleyebilirim. Özellikle kış aylarında çeşmenin yolunu tutmak tam bir eziyet. Çamur bir yandan, beklenen ve çoğu zaman gelmeyen su bir yandan. Yaşam, zaman kavramını hiçe saymakta bu mahallede. Sizlere bu mahalleye gelişimden önceki yaşamımdır aslında anlatmak istediğim; uzun, yorucu bir geçmiş.Dilerseniz başlayayım:

Kadim kürt coğrafyası'nın Dicle'ye bakan yamaçlarında doğmuşum. Doğduğum gün tam olarak bilinmese de soranlara 1950 yılının ocak ayının ilk günü diyorum, bu tarih genç kızlığa adım attığım süreçte sahip olduğum nüfus cüzdanımın doğum tarihi kısmında da geçmekte. Bizim coğrafyanın ortak kaderidir 1 Ocak tarihi aynı zamanda, babadan oğula bir gelenek gibidir. Sizlere evliliğimden de bahsetmek istiyorum. 13 yaşında amcamın evine gelin gittim. O zamana kadar evimizin önünde akşama kadar oyunlar oynadığım Şirvan artık evlendiğim insandı. Amcam, annemle babama gelin evi hediyesi olarak 2 inek ve 4 koç vermişti. Düğünümden aklımda kalan ise misafirlere dağıtılan yemişlerden tadamamış olmamdı.Gerekçe büyüklerimiz tarafından belirlenmişti: 'sen gelinsin' . Halbuki o güne kadar köyümüzde düğün olacağı zaman aklıma ilk gelen, gerçekleşecek olan düğünde tadacağım yemişler olurdu.

1992 yılının sıcak bir temmuz sabahıydı. Faili meçhul cinayetlerin kadim bölgemizde sıklaştığı dönemlerin insan üzerine yansıyan tedirginliği hepimizde bulaşıcı bir hastalık görevi görmekteydi. O temmuz sabahına kadar köyümüzde yaşayan 7 kişi, farklı zamanlarda kaybolmuş; hatta daha sonra 2 köylümüzün cesedi köyümüz yakınlarında bulunmuştu. Cesetleri ilk gören kendi koyunlarını otlatan Asmin'di, ölenlerden biriyse 9 yaşındaki Asmin'in en büyük abisi Burhan'dı.

O temmuz sabahına geri dönmek istiyorum, Şirvan'ı gördüğüm son güne. Şirvan o gün şehre gidip hayvan pazarından büyükbaş hayvanlara bakacağını bir gün önceden söylemişti. O sabah hazırlanıp şehre gittiğinde sıradan bir günün duyarsızlığının vermiş olduğu o basit duyguyla ayakkabılarını giyip çıkmıştı Şirvan, nereden bilebilirdim ki o günün sıradan bir gün olmadığını. O günden sonradır, evimden her yolcu ettiğim kişiyi kucaklayarak uğurlamak. ' Veda ' kavramı içimde hep bir isyandır, hep bir çaresiz. Akşam bekledim, gelmedi. Şehirde akrabalarda kalmıştır belki diyerek bir gün daha bekledim, gelmedi. Daha sonraki günlerde bekledim, bekledim...Gelmedi. Şirvan'ın belirsizliği çocuklarımı ve beni hayattan soyutlamıştı. En büyük oğlum Arat'ın özgürlüğe yol alması bu olay üzerine gerçekleşti.

Yaşam devam ediyordu. Şirvan'ın belirsizliğine Arat'ın gidişi de eklenince ' yaşam ' kavramı bizim eve fazla , hatta yabancı gelmekteydi. Kadim coğrafyamızın ortak derdiydi halbuki 'belirsizlik' . Bu duygular eşliğinde 94 yılının kasım ayına bir şekilde gelebilmiştik. Evimizde yaşanan belirsizlik Arat'tan gelen haberle kendini bir an unutturmuştu. Haberi getiren komşu köylümüz Mustafa son kelimeleriyle bir düğümün eşiğine daha sokmuştu bizi, Arat ölmüştü; başka deyişle ölümsüzleşmişti. Diğer çocuklarımın olan biteni tüm çıplaklığıyla sorgulamaya başladığı dönüm noktasıdır Arat'ın ölüm haberinin evimizde işitilmesi. 96 yılında küçük kızım Zilan hukuk fakültesini kazanır Diyarbakır'da, ama bitiremez. Nedeni tahmin edildiği gibidir.

Kadim coğrafyanın kanayan yarası olmuştu insan olgusu. Resmi ideolojinin tüm çıplaklığıyla zorbalaştığı ve bu zorbalık durumunun halen devam ettiği o topraklar bir vicdan abidesidir halbuki.

Kadim coğrafya'dan, ismini televizyonlardan duyduğum koca şehir İstanbul'a göç ettiğimiz 99 yılı, sonraki sürecin miladı oldu. Önce 2 oğlum İstanbul'a gelmişti, daha sonra ben, gelinler ve torunlarım. İstanbul hayal ettiğimden çok daha büyüktü. Kısa bir şaşkınlıktan sonra terminalde bizi karşılayan oğlum Asef, bizi bundan sonra oturacağımız yeni evimize götürdüğünde bendeki 'kocaman İstanbul ' kavramı yerle bir olmuştu; hatta devletin görmezden geldiği köyümüzdeki evler daha iyi şartlara sahipti. Bu memlekette zor günlerin beklediği kesindi diye düşünmeden edememiştim. Oğullarım güç bela işe girmişlerdi, büyük gelin zengin mahallelerde temizliğe gitmeye başlamıştı. Bu zor koşullar altında bende fırsat buldukça köyümüzün derneğine gidiyordum. Köyümüzün derneğine giderek bir nevi hasret kavramının içini dolduruyordum.

Derneğe sık gitmelerim geçmiş yaşamımı doğrudan sorgulamama , Şirvan'ı, Arat' daha sık anmama ve onların mücadelesini daha iyi kavramama sebep olmuştu. Derneğe gelenler sadece bizim köyden gelenler değildi; kadim coğrafyamızın her bölgesinden gelenler olurdu. Hepimizin hikayesi aynıydı. Yakınlarımızı 'güç' unsurlarının 'nedensiz' masalları yüzünden kaybetmiştik. Bu süreçte oğullarım, eşleri ve çocuklarıyla birlikte tekrar köyümüzün yolunu tutar. Derneğimizde aktifleşen ben, İstanbul'da kalarak mücadeleme devam ediyordum, Günlerim dernek ve yeni taşındığım -şimdi oturduğum- tek odalı evim arasında gidip gelmelerle geçiyordu.

CUMARTESİ ANNESİ OLMAK...

Mücadele yaşamımın onurlu duruşudur Cumartesi Anneleri'nin bir bireyi olmak. Her hafta cumartesi günü saat 12'yi gösterdiğinde Galatasaray Lisesi'nin önünde 'onurlu' bir geçmişin, mücadelenin yansıması aktarılır tüm çıplaklığıyla. Faili meçhullerde kaybedilen eşlere, çocuklara, yakınlara yanan 'kadın' yürekleri, Galatasaray Meydanı'nda bir daha bu durumların yaşanmaması için aynı 'kadın' yürekleriyle barışın çağrısını yapmaktadır. Bu yürekli kadınlardır Cumartesi Anneleri.Etrafımızdan sağlı sollu geçen zengin giyimli, pahalı alışveriş poşetleriyle, çantalarıyla bizleri görmezden gelenlere de bir cevaptır ' Cumartesi Anneleri '. Haklı mücadelemizde 362 haftayı geride bıraktık. Bu sayı bizim kararlılığımızı gösterirken, egemenlerin ' zavallılığını ' kanıtlamaktadır. Yolunuz bir cumartesi günü saat 12 gibi Taksim'e düşerse sizleri de oraya, Cumartesi Anneleri'yle dayanışmaya bekliyorum. Bekliyoruz.

Oben Can Kutay (SBF)

Bu Hafta Biz Ne Konuştuk? Geçen hafta 2. dönem boyunca kabaca neler yapılacağı planladıktan sonra, bu haftaki konunun 8 Mart Emekçi Kadınlar Günü'ne de ithafen 'Emekçi Kadın ve ülkemizde kadınların yaşadığı sorunlar' olmasına karar verildi.İlk olarak kadınların bilinçlenmesi gerektiği, birazda kadınların kendini bu konuma getirdiği konusu tartışıldı.Tek rolün erkekte olmadığı dile getirildi ve sorunun salt kadın-erkek arasında olmadığı aslında esasta sistem (erkek egemen sistem) ve kadınlar arasında olduğu dile getirildi.Basit düşünerek güncel hayattan kadınların 2. planda kaldığı hemen hemen bütün kadınların yaşadığı sorunlara değinildi.Yaşananların tek başına eğitim ile halledilemeyeceği, meselenin salt eğitim konusu ile sınırlandırılmak istendiği, eğitimin yerinin önemli olduğu ancak bunun bir çözüm olmadığı konuşuldu.İnsanların değer yapılarından ziyade toplumların değer yapılarının değişmesinin daha önemli olduğu ve birazda kadını, hemcinslerinin az savunduğu gerçeğine değinilirken emekçi kadınlarımızın bilinç eksikliği vurgulandı.Kadınların örgütlenmesi , birlik beraberlik içinde olması gerektiği bir kez daha gündeme getirildi .Erkek egemen sistemin yıkılmasının kadın-erkek eşitliğinin sağlanmasının önemi vurgulanırken tüm değer yargılarının sorgulanmasının gerekliliğinden bahsedildi.Yapılan verimli tartışmalarla birlikte emekçi kadın konusunu da Edebiyat Kulübü olarak gündemimize almış olduk. Bu sayı ile birlikte tüm tartışmalarımızı artık fanzinimize taşıyoruz ve tartışmalara destek vermek amacıyla tüm öğrencilere Edebiyat Kulübüne katılım çağrısı yaparak bu haftaki 'tartışma' değerlendirmesini sonlandırıyoruz.

DERLEYEN

Oya Aşut (İLEF) Ahmet Aksoy (İLEF)

Has(z)ırlık İletişim:

[email protected]

Facebook Sayfası:

Has(z)ırlık