genç bengü gazetesi 3.sayı

16
TÜRK DEVLETLERİ BİRLEŞTİ Türk dünyası ortak ordu kurdu! Kısa adıyla TAKM, Türkiye, Azerbay - can, Kırgızistan ve Moğolistan’ın katılımlarıyla Azerbaycan’da resmen kurularak faaliyetlerine başladı. Üyeler arasında karşılıklı bilgi ve tecrübe de- ğişimini amaçlayan teşkilat, ismini kurucu üye- ler olan Türkiye, Azerbaycan, Kırgızistan ve Moğolistan’ın baş harflerinin kısaltmalarından aldı. Teşkilatın sembolünde ise bu ülkelerin kültürle- rinde büyük bir öneme sahip olan “at” yer alıyor. Sembol üzerindeki 4 yıldız kurucu ülkeleri temsil ediyor. Dönem Başkanı olan ülke tarafından muhafaza edi - lecek sembolik “at” heykeli, Azerbaycan Dâhili Koşunlar Komutanı tarafından Jandarma Ge- nel Komutanı Bekir Kalyoncu’ya törenle teslim edildi. Türk dünyası artık askeri bir birlik oluşturuyor. Av- rasya Askeri Statülü Kolluk Kuvvetleri ismini taşıyan teşkilat, ilk toplantısını Azerbaycan’da gerçekleştirdi. Türk dünyası artık askeri bir birlik oluşturuyor. Av- rasya Askeri Statülü Kolluk Kuvvetleri ismini taşıyan teşkilat, ilk toplantısını Azerbaycan’da gerçekleştirdi. Teşkilatın temelleri Türkiye’de atılmıştı. 2011 yılında Ankara’da alınan kararla Avrasya Askeri Statülü Kol - luk Kuvvetlerinin oluşturulması gündeme geldi. Avrupa ve Akdeniz Jandarmalar ve Askerî Statülü Kol - luk Kuvvetleri Birliği’ne alternatif olması düşünülen teşki - lat ilk toplantısını Bakü’de gerçekleştirildi. Toplantıya Tür - kiye, Azerbaycan ve Kırgızistan’dan askeri yetkililer katıldı. İstanbul’da Karabağ Konferansı Bulturk’ten “Karabağ Sava - şında Bilinmeyen Gerçekler” ko - nulu Konferans yapıldı. Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hiz - met Derneği (BULTÜRK) ile Tür - kiye Üniversite Mezunları Derneği’nin ortaklaşa düzenlediği, “Karabağ Sa- vaşında Bilinmeyen Gerçekler” ko- nulu Konferans Bayrampaşa Bele- diyesi Konferans salonunda yapıldı. Karabağ Savaşı sırasında Ermeni te - rörist Monte Melkonyan’ı yakalayarak öldüren ünlü Komutan Ibad Huseynov’un misafir olarak yer aldığı konferansa Bul - türk Başkanı Rafet Ulutürk ve yönetim ku - rulu üyeleri, Türkiye Üniversite Mezunları Derneği İçtimai Birliği Baskanı Cengız Bay - ramov, Azerbayca’nın İstanbul Konsolosu Emma Heydarova, Atilla dergisi temsilcileri, Azeri Sanatçılar Briliant Dadashova, Azeri kızı Günel, İrade İbrahimova; Elyane Ah- medova ve Türkiye’de öğrenim gören Azeri Öğrenciler ile çok sayıda vatandaş katıldı. İstiklal Marşı ve Azerbaycan Milli Marşları - nın okunmasının ardından, kalabalığa konuşan Bultürk Başkanı Ulutürk, Azerbaycanlı kar - deşlerimizin haklı oldukları davalarında sesle - rini duyurmakta katkı sağlamak için bu kon - feransı yaptıklarını ifade etti. Devamı 5’te Türk Dünyası Eğitim ve Kül - tür Merkezi, Eskişehir’de açıldı Eskişehir’in 2013 Türk Dünyası Kül - tür Başkenti olması dolasıyla Eskişehir Ertuğrulgazi Yörük Dernekleri Federas - yonu tarafından Türk Dünyası Eğitim ve Kültür Merkezi açıldı. Federasyon Genel Başkanı Oral Büyüksarı, açılışta yaptığı konuşmada, yeni nesillere Türk kültürünü aktarmak için merkezi kur - duklarını bildirdi. Merkezi, Tarihi Odun - pazarı Bölgesi’nde açtıklarını ifade eden Büyüksarı, şöyle konuştu: ‘’Merkezde gençlere hat, ebru sanatı, lületaşı işlemeciliği, saz ve halk oyunları kursu vereceğiz. Satranç ve ve bilim kolları çalışmaları yapılacağız. De - ğerlerimizi genç nesillere, bu merkezde aktaracağız. 2013 yılında her ayı bir Türk ülkesi başkenti ilan ettik. Her ay ül - keleri tanıtan bir toplantıyı burada ger - çekleştireceğiz.’’ Açılışa, Eskişehir Va - lisi Kadir Koçdemir, İl Emniyet Müdürü Naci Kuru ve davetliler katıldı. Türkiye, Azerbaycan ve Kazakis- tan birlikte ‘uluslararası yayınevi’ kuracak. İlk olma özelliği taşıyan projeyle, Türk dünyası bilim adamlarının ortak çalışma alanları oluşturmaları ve bilimsel an- lamda birliktelik sağlanması hedefleniyor. Azerbaycan ve Kazakistan Eğitim bakan- lıkları, Sakarya Üniversitesi (SAÜ) ve Bile- cik Üniversitesi’nce yürütülen ‘uluslararası yayınevi’ oluşturulması ile ilgili çalışmalar kapsamında Fen Edebiyat Fakültesi Öğre- tim Üyesi Prof. Dr. Murat Tosun, Türk Dün - yası Matematikçiler Birliği Başkan yardımcı - ları ile Azerbaycan Eğitim Bakanı Prof. Dr. Mısır Mardanov’u makamında ziyaret etti. SAÜ’den yapılan açıklamada, ziyaret son - rasında yayınevinin kurulması ile ilgili prensip kararları alındığı belirtildi. Açıklamada, yakın bir gelecekte yayın evinin hayata geçirilmesi hususunda fikir birliğine varıldığı belirtilerek, “Uluslararası yayınevi tekelinin kırılmasında bir ilk niteliğini taşıyan bu girişimle, Türk dünyası bilim insanlarının ortak çalışma alan - ları oluşturmaları ve bilimsel anlamda Türk dünyasının birlikteliğinin sağlanması gibi birçok amaca hizmet edilecektir.” denildi. Azerbaycan halkının tarihine Kanlı Yanvar Faciası (Kanlı Ocak Faciası) gibi dahil olmuş 20 Ocak 1990 tarihli olayların üzerinden 23 yıl geçti. 23 yıl önce Azerbaycan halkının kade - rinde kötü ve korkulu günler yaşanıyordu. Halk saldırıya uğra - mış, suçsuz insanlar kurşuna dizilmiş, tankların altında ezilmişti. Ama 20 Ocak, Azerbaycan halkının tarihinde, sadece ağıt ve acı ile hatırlanacak gün değil. 20 Ocak hem de halkımızın şan ve şeref günüdür. O gün caddeleri boyamış al şehit kanları bir an - lamda milli ülkümüzün uyanan güneşinin kırmızı şafakını sim - geliyordu. Halkımız o gün üstüne saldıran dehşet verici kabusa, Sovyet harbiyesinin korkunç güruhuna karşı göğsünü vermeyi, kendi kimliğini ve metanetini nümayiş ettirmeği başardı. 1990 yı - lının20Ocağı Azerbaycan’ınistiklalyolununilkşehitlikzirvesiydi. Sovyet Ordusu’nun çok sayılı birliklerinin, özel harekat birliklerinin ve içişleri bakanlığına bağlı birliklerin Bakü’ye saldırısı hususi gaddarlık ve görülmemiş vahşetle takip edildi. Komünist diktatörlüğü Macaristan’a, Afganistan’a Çekoslovakya’ya yönelik yaptığı askeri müdahaleyi o za - man Sovyetler Birliği’nin müttefik cumhuriyetlerinden biri olan Azerbaycan’da da tekrarlamaktan çekinmedi. Devamı 3’te 20 ocak’ta ne olmuştu Genel Başkanı Dünya Türk Gençler Birliği Sevgili Okuyucu, Yeni yılın ilk sayısında, siz- leri mutlu haberlerle selamlıyoruz. Türk Dünyasında 2012 Yılında ödül alan II. Uluslararası Kaşgarlı Mahmut Hikâye Yarışmasının Ulus - lararası Ödülleri sahiplerini buldu. Can Azerbaycan’dan Ejder Ol bi - rinci olurken, ikinciliği Tanrı Dağla - rının eteklerinden Aydarbek Sarma - matov, üçüncülüğü ise Kaf Dağının ardından Karaçay- Malkarlardan Muttalip Beppayev kazandı. Teş- vik ödülü ise Orta Asya’nın par - layan yıldızı Kazakistan’dan Da- uran Kuat kazandı. Ödül alan yazarlarımızı tebrik ediyoruz. Ekrem ABDULLAYEV Türk Dünyası Gençliğinin Sesi ENG B Ü Genç Türk Dünyası Yıl:2 Sayı: 3 Ocak - 2013 Aylık Siyasi, Sosyal ve Kültürel Gazete “Dilde, Fikirde ve İste Birlik” www.gencbengu.org 29 Ocak 1988 Direnişini Per - çinleyen 29 Ocak 1990 Saldırıları Yunanistan’da, Batı Trakya Türkleri’ne dönük baskı ve yıldırma politikaları her alanda –bugün de olduğu gibi- sürüyordu. Azınlık Yüksek Kurulu 29 Ocak 1990’da, yıldönümü olması nedeniyle iki yıl önce yaşanan üzücü olayları, Eski Cami’de dü- zenlenecek mevlitle anma kararı aldı. Devamı 11’de 29 Ocak 1988 B.Trakya Direnişi Tacikistan Devlet İstatistik Kurumu’ndan ya - pılan açıklamaya göre, Rusya geçen yıl Tacikistan’la gerçekleştirdiği toplam 1 milyar do - larlık dış ticaret hacmi ile bu ülkenin esas ticari partnerleri arasında ilk sırada yer alırken, bu sıra - lamada 799 milyon dolar ile Kazakistan ikinci, 669 milyon dolar ile Çin üçüncü ve 600 mil - yon dolar ile ise Türkiye dördüncü sırada yer aldı. Açıklamada, 2012 yılında Tacikistan’ın toplam dış ticaret hacminin yüzde 15,1 artışla 5 milyar 137,6 milyon doları bulduğu kaydedilirken, ih - racat hacminin yüzde 8,1 artışla 1,3 milyar do - lar, ithalat hacminin ise yüzde 17,8 artışla 3,7 milyar dolar olduğu belirtildi. Devamı 3‘de Tacikistan ile tam ortaklık TÜRK DÜNYASININ YAYINEVİ

Upload: genc-bengue

Post on 30-Mar-2016

259 views

Category:

Documents


4 download

DESCRIPTION

Türk Dünyası Gençliğinin Sesi Gazetesi'nin 3.Sayısı

TRANSCRIPT

Page 1: Genç Bengü Gazetesi 3.Sayı

TÜRK DEVLETLERİ BİRLEŞTİ

Türk dünyası ortak ordu kurdu!Kısa adıyla TAKM, Türkiye, Azerbay-

can, Kırgızistan ve Moğolistan’ın katılımlarıyla Azerbaycan’da resmen kurularak faaliyetlerine başladı. Üyeler arasında karşılıklı bilgi ve tecrübe de-

ğişimini amaçlayan teşkilat, ismini kurucu üye-

ler olan Türkiye, Azerbaycan, Kırgızistan ve Moğolistan’ın baş harflerinin kısaltmalarından aldı. Teşkilatın sembolünde ise bu ülkelerin kültürle-

rinde büyük bir öneme sahip olan “at” yer alıyor. Sembol üzerindeki 4 yıldız kurucu ülkeleri temsil ediyor. Dönem Başkanı olan ülke tarafından muhafaza edi-

lecek sembolik “at” heykeli, Azerbaycan Dâhili Koşunlar Komutanı tarafından Jandarma Ge-nel Komutanı Bekir Kalyoncu’ya törenle teslim edildi.Türk dünyası artık askeri bir birlik oluşturuyor. Av-

rasya Askeri Statülü Kolluk Kuvvetleri ismini taşıyan teşkilat, ilk toplantısını Azerbaycan’da gerçekleştirdi.Türk dünyası artık askeri bir birlik oluşturuyor. Av-

rasya Askeri Statülü Kolluk Kuvvetleri ismini taşıyan teşkilat, ilk toplantısını Azerbaycan’da gerçekleştirdi.Teşkilatın temelleri Türkiye’de atılmıştı. 2011 yılında

Ankara’da alınan kararla Avrasya Askeri Statülü Kol-luk Kuvvetlerinin oluşturulması gündeme geldi.Avrupa ve Akdeniz Jandarmalar ve Askerî Statülü Kol-

luk Kuvvetleri Birliği’ne alternatif olması düşünülen teşki-lat ilk toplantısını Bakü’de gerçekleştirildi. Toplantıya Tür-kiye, Azerbaycan ve Kırgızistan’dan askeri yetkililer katıldı.

İstanbul’da Karabağ KonferansıBulturk’ten “Karabağ Sava-

şında Bilinmeyen Gerçekler” ko-nulu Konferans yapıldı.

Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hiz-met Derneği (BULTÜRK) ile Tür-kiye Üniversite Mezunları Derneği’nin ortaklaşa düzenlediği, “Karabağ Sa-vaşında Bilinmeyen Gerçekler” ko-nulu Konferans Bayrampaşa Bele-diyesi Konferans salonunda yapıldı.

Karabağ Savaşı sırasında Ermeni te-rörist Monte Melkonyan’ı yakalayarak öldüren ünlü Komutan Ibad Huseynov’un misafir olarak yer aldığı konferansa Bul-türk Başkanı Rafet Ulutürk ve yönetim ku-rulu üyeleri, Türkiye Üniversite Mezunları Derneği İçtimai Birliği Baskanı Cengız Bay-ramov, Azerbayca’nın İstanbul Konsolosu Emma Heydarova, Atilla dergisi temsilcileri, Azeri Sanatçılar Briliant Dadashova, Azeri

kızı Günel, İrade İbrahimova; Elyane Ah-medova ve Türkiye’de öğrenim gören Azeri Öğrenciler ile çok sayıda vatandaş katıldı.

İstiklal Marşı ve Azerbaycan Milli Marşları-nın okunmasının ardından, kalabalığa konuşan Bultürk Başkanı Ulutürk, Azerbaycanlı kar-deşlerimizin haklı oldukları davalarında sesle-rini duyurmakta katkı sağlamak için bu kon-feransı yaptıklarını ifade etti. Devamı 5’te

Türk Dünyası Eğitim ve Kül-tür Merkezi, Eskişehir’de açıldı

Eskişehir’in 2013 Türk Dünyası Kül-tür Başkenti olması dolasıyla Eskişehir Ertuğrulgazi Yörük Dernekleri Federas-yonu tarafından Türk Dünyası Eğitim ve Kültür Merkezi açıldı. Federasyon Genel Başkanı Oral Büyüksarı, açılışta yaptığı konuşmada, yeni nesillere Türk kültürünü aktarmak için merkezi kur-duklarını bildirdi. Merkezi, Tarihi Odun-pazarı Bölgesi’nde açtıklarını ifade eden Büyüksarı, şöyle konuştu:

‘’Merkezde gençlere hat, ebru sanatı, lületaşı işlemeciliği, saz ve halk oyunları kursu vereceğiz. Satranç ve ve bilim kolları çalışmaları yapılacağız. De-ğerlerimizi genç nesillere, bu merkezde aktaracağız. 2013 yılında her ayı bir Türk ülkesi başkenti ilan ettik. Her ay ül-keleri tanıtan bir toplantıyı burada ger-çekleştireceğiz.’’ Açılışa, Eskişehir Va-lisi Kadir Koçdemir, İl Emniyet Müdürü Naci Kuru ve davetliler katıldı.

Türkiye, Azerbaycan ve Kazakis-tan birlikte ‘uluslararası yayınevi’ kuracak.

İlk olma özelliği taşıyan projeyle, Türk dünyası bilim adamlarının ortak çalışma alanları oluşturmaları ve bilimsel an-lamda birliktelik sağlanması hedefleniyor.

Azerbaycan ve Kazakistan Eğitim bakan-lıkları, Sakarya Üniversitesi (SAÜ) ve Bile-cik Üniversitesi’nce yürütülen ‘uluslararası yayınevi’ oluşturulması ile ilgili çalışmalar kapsamında Fen Edebiyat Fakültesi Öğre-tim Üyesi Prof. Dr. Murat Tosun, Türk Dün-yası Matematikçiler Birliği Başkan yardımcı-ları ile Azerbaycan Eğitim Bakanı Prof. Dr. Mısır Mardanov’u makamında ziyaret etti.

SAÜ’den yapılan açıklamada, ziyaret son-rasında yayınevinin kurulması ile ilgili prensip kararları alındığı belirtildi. Açıklamada, yakın bir gelecekte yayın evinin hayata geçirilmesi hususunda fikir birliğine varıldığı belirtilerek, “Uluslararası yayınevi tekelinin kırılmasında bir ilk niteliğini taşıyan bu girişimle, Türk dünyası bilim insanlarının ortak çalışma alan-ları oluşturmaları ve bilimsel anlamda Türk dünyasının birlikteliğinin sağlanması gibi birçok amaca hizmet edilecektir.” denildi.

Azerbaycan halkının tarihine Kanlı Yanvar Faciası (Kanlı Ocak Faciası) gibi dahil olmuş 20 Ocak 1990 tarihli olayların üzerinden 23 yıl geçti. 23 yıl önce Azerbaycan halkının kade-rinde kötü ve korkulu günler yaşanıyordu. Halk saldırıya uğra-mış, suçsuz insanlar kurşuna dizilmiş, tankların altında ezilmişti.

Ama 20 Ocak, Azerbaycan halkının tarihinde, sadece ağıt ve acı ile hatırlanacak gün değil. 20 Ocak hem de halkımızın şan ve şeref günüdür. O gün caddeleri boyamış al şehit kanları bir an-lamda milli ülkümüzün uyanan güneşinin kırmızı şafakını sim-geliyordu. Halkımız o gün üstüne saldıran dehşet verici kabusa, Sovyet harbiyesinin korkunç güruhuna karşı göğsünü vermeyi, kendi kimliğini ve metanetini nümayiş ettirmeği başardı. 1990 yı-lının 20 Ocağı Azerbaycan’ın istiklal yolunun ilk şehitlik zirvesiydi.

Sovyet Ordusu’nun çok sayılı birliklerinin, özel harekat birliklerinin ve içişleri bakanlığına bağlı birliklerin Bakü’ye saldırısı hususi gaddarlık ve görülmemiş vahşetle takip edildi. Komünist diktatörlüğü Macaristan’a, Afganistan’a Çekoslovakya’ya yönelik yaptığı askeri müdahaleyi o za-man Sovyetler Birliği’nin müttefik cumhuriyetlerinden biri olan Azerbaycan’da da tekrarlamaktan çekinmedi. Devamı 3’te

20 ocak’ta ne olmuştu

G e n e l B a ş k a n ı

Dünya Türk Gençler Birliği

S e v g i l i O k u y u c u , Yeni yılın ilk sayısında, siz-

leri mutlu haberlerle selamlıyoruz. Türk Dünyasında 2012 Yılında

ödül alan II. Uluslararası Kaşgarlı Mahmut Hikâye Yarışmasının Ulus-lararası Ödülleri sahiplerini buldu. Can Azerbaycan’dan Ejder Ol bi-rinci olurken, ikinciliği Tanrı Dağla-rının eteklerinden Aydarbek Sarma-matov, üçüncülüğü ise Kaf Dağının ardından Karaçay- Malkarlardan Muttalip Beppayev kazandı. Teş-vik ödülü ise Orta Asya’nın par-layan yıldızı Kazakistan’dan Da-uran Kuat kazandı. Ödül alan yazarlarımızı tebrik ediyoruz.

Ekrem ABDULLAYEV

Türk Dünyası Gençliğinin Sesi

ENGB ÜG e n ç

TürkDünyası

Yıl:2 Sayı: 3 Ocak - 2013 Aylık Siyasi, Sosyal ve Kültürel Gazete “Dilde, Fikirde ve İste Birlik” www.gencbengu.org

29 Ocak 1988 Direnişini Per-çinleyen 29 Ocak 1990 SaldırılarıYunanistan’da, Batı Trakya Türkleri’ne

dönük baskı ve yıldırma politikaları her alanda –bugün de olduğu gibi- sürüyordu. Azınlık Yüksek Kurulu 29 Ocak 1990’da, yıldönümü olması nedeniyle iki yıl önce yaşanan üzücü olayları, Eski Cami’de dü-zenlenecek mevlitle anma kararı aldı.

Devamı 11’de

29 Ocak 1988 B.Trakya Direnişi

Tacikistan Devlet İstatistik Kurumu’ndan ya-pılan açıklamaya göre, Rusya geçen yıl Tacikistan’la gerçekleştirdiği toplam 1 milyar do-larlık dış ticaret hacmi ile bu ülkenin esas ticari partnerleri arasında ilk sırada yer alırken, bu sıra-lamada 799 milyon dolar ile Kazakistan ikinci, 669 milyon dolar ile Çin üçüncü ve 600 mil-yon dolar ile ise Türkiye dördüncü sırada yer aldı.

Açıklamada, 2012 yılında Tacikistan’ın toplam dış ticaret hacminin yüzde 15,1 artışla 5 milyar 137,6 milyon doları bulduğu kaydedilirken, ih-racat hacminin yüzde 8,1 artışla 1,3 milyar do-lar, ithalat hacminin ise yüzde 17,8 artışla 3,7 milyar dolar olduğu belirtildi. Devamı 3‘de

Tacikistan ile tam ortaklık

TÜRK DÜNYASININ YAYINEVİ

Page 2: Genç Bengü Gazetesi 3.Sayı

2 Türk Dünyasının Sesi

Milli Kültür (Hars) ile medeniyet arasında hem birleşme noktası, hem de ayrılık noktaları vardır. Mili kültür ile medeniyet arasındaki bir-leşme noktası, ikisininde bütün toplumsal ha-yatları içine almasıdır. Toplumsal hayatlar şun-lardır; Din, ahlak, hukuk, akıl, estetik, ekonomi, dil ve fen ile ilgili hayatlar. Bu sekiz türlü haya-tın bütününe milli kültür adı verildiği gibi me-deniyet de denilir. Şimdi, milli kültür ile me-deniyet arasındaki ayrılıkları, farkları arayalım:

Birinci olarak, kültür milli olduğu halde, mede-niyet milletlerarasıdır. Kültür, yalnız bir milletin din, ahlak, hukuk, akıl, estetik, dil ekonomi ve fen hayatlarının uyumlu bir bütünüdür. Medeniyet ise, aynı gelişmişlik düzeyine sahip birçok milletlerin sosyal hayatlarının ortak bir bütünüdür. Mesela, Avrupa milletleri arsında ortak bir Batı medeniyeti vardır. Bu medeniyetin içinde birbirinden ayrı ve bağımsız olmak üzere bir İngiliz kültürü, bir Fran-sız kültürü, bir Alman kültürü v.d. barınmaktadır.

İkinci olarak, medeniyet, yöntem aracılığıyla ve ferdi iradelerle oluşan sosyal olayların bütünüdür. Mesela din ile ilgili bilgiler ve bilimler yöntem ve irade ile oluştuğu gibi, ahlak, hukuka güzel sanat-lara, oluştuğu aklın fonksiyonlarına, dile ve fen-lere ait bilgiler ve teoriler de hep fertler tarafından yöntem ve irade ile oluşturulmuşlardır. Bundan dolayı aynı medeniyet dairesi içinde bulunan bü-tün bu kavramların, bilgilerin ve bilimlerin top-lamı medeniyet dediğimiz şeyi meydana getirir.

Milli kültürü oluşturan şeyler ise, yöntem ile, fertlerin iradesiyle var olmamışlardır. Yapay de-ğillerdir. Bitkilerin, hayvanların organik hayatı na-sıl kendiliğinden ve doğal bir biçimde gelişiyorsa, milli kültüre ait olan şeylerin oluşması ve geliş-mesi de tıpkı öyledir. Mesela dil, fertler tarafından, yöntemle yapılmış bir şey değildir. Dilin bir keli-mesini değiştiremeyiz. Onun yerine başka bir ke-lime icat edip koyamayız. Dilin kendi doğasında olan bir kuralını da değiştiremeyiz. Dilin kelime ve kuralları ancak kendiliklerinden değişirler. Biz, bu değişmeye seyirci kalırız. Fertler tarafından yalnız birtakım terimler yani yeni sözler eklene-bilir. Fakat bu sözler ait olduğu meslek sınıfı ta-rafından kabul edilmedikçe, söz durumunda ka-larak, kelime olmak özelliği kazanamaz. Yeni bir söz bir meslek sınıfı tarafından kabul edildikten sonara da, bir topluluk sınıfı kelimesi özelliği ka-zanır. Ancak, bütün halk tarafından kabul edildik-ten sonra dır ki, ortak kelimeler arasına girebilir.

Fakat, yeni sözlerin bir meslek sınıfı veya bü-tün halk tarafından kabul edilip edilmemesi on-ları icat edenlerin elinde değildir. Eski Osmanlı dilinde Şinasi’den beri milyonlarca yeni söz icat edildiği halde, bunlardan az bir bölümü meslek sınıfı kelimeleri arasına geçebilmiştir. Ortak keli-meler arasına geçenlerse, beş on kelime kadardır.

Demek ki, milli kültürün ilk örneğini dilin ke-limelerinden, medeniyetin ilk örneğinin de yeni sözler biçiminde icat edilen terimlerinde görü-yoruz. Yeni sözler ise kişinin kendi eseridir. Ba-zen bir kişinin icat ettiği bir söz birden hak ara-sına yayılabilir. Fakat bu yayılma kuvvetini o söze veren, onu icat eden adam değildir. Top-lumun kişilerce bilinmeyen, gizli bir akımıdır.

Bundan on beş yıl önce, yurdumuzda yan-yana iki dil yaşıyordu; Bunlardan birincisi, resmi bir değere sahipti ve yazıyı tekeline al-mış gibiydi. Buna Osmanlıca adı veriliyordu.

İkincisi, yalnız halk arasında konuşulmak zo-

runda kalmış gibiydi. Buna da, küçümseyerek, Türkçe adı veriliyordu ve aşağı tabakaya özel bir argo sanılıyordu. Halbuki, asıl doğal ve ger-çek dilimiz bu idi. Osmanlıca ise, Türkçe’nin, Arapça’nın ve Acemce’nin dilbilgisi, söz di-zimi ve sözcüklerinin birleştirilmesiyle oluştu-rulmuş yapay bir karışımdan ibaretti. Bu iki dil-den birincisi, doğal bir oluşumdu ve günlük hayatta kullanılan kullanılan kendiliğinden or-taya çıkmıştı. Bundan dolayı, milli kültürümü-zün diliydi. İkincisi ise, fertler tarafçıdan yön-temle ve iradeyle yapılmıştı. U dil aşuresinin içine, yalnız bazı Türkçe kelimeler ve takılar ka-rışabilirdi. Demek ki, Osmanlıca’nın milli kül-türümüzde pek az bir payı vardı. Bundan do-layı, ona medeniyetimizin dili idi, diyebiliriz.

Yurdumuzda bu iki dil gibi, iki ölçü de yarı yana yaşıyordu. Türk halkının kullandığı Türk ölçüsü, yöntem ile yapılmıyordu. Hak ozan-ları, ölçülü olduğunu bilmeden, gayet lirik şiir-ler yazıyorlardı. Tabii, bu ilham ile, yaratıcılıkla oluşurdu. Özel bir yöntemle ve taklitle yapılmı-yordu. O halde, bir ölçü de Türk kültürünün için-deydi Osmanlı ölçüsüne gelince; bu Acem şair-lerinden alınmıştı. Bu ölçüde şiir yazanlar taklitle ve belli bir biçimde yazıyorlardı. Bundan do-layıdır ki, aruz ölçüsü denen bu ölçü halk ara-sına girememişti. Bu ölçüde şiir yazanlar, Acem edebiyatını ders alarak öğreniyorlar, aruz yönte-miyle uyguluyorlardı. Bundan dolayı, aruz öl-çüsü milli kültürümüze giremedi. Acemlerde ise, köylüler bile aruz şiirler söyler. Bundan dolayı, aruz ölçüsü İran’ın milli kültürüne ait demektir.

Yurdumuzda, bunlardan başka, yanyana yaşa-yan iki müzik vardır. Bunlardan biri halk arasında kendi kedine doğmuş olan Türk müziği diğeri Farabi tarafından Bizans’tan çevirme ve aktarma yoluyla alınan Osmanlı müziğidir. Türk müziği ilham ile oluşmuş taklitle dışardan alınmamış-tır. Osmanlı müziği ise, taklit aracılığıyla alınmış ve ancak yöntemle devam ettirilmiştir. Bunlar-dan birincisi milli kültürümüzün, ikincisi ise me-deniyetimizin müziğidir. Medeniyet, yöntemle ve taklit aracılığıyla bir milletten diğer millete ge-çen kavramların ve tekniklerin bütünüdür. Milli kültür ise, hem yöntemle yapılamayan, hem de taklitle başak milletlerden alınamayan duygu-lardır. Bu nedenle Osmanlı müziği kurallardan oluşmuş bir fen biçiminde olduğu halde, Türk müziği kuralsız yöntemsiz fensiz melodilerden, Türkün bağrından kopan samimi nağmelerden ibarettir. Halbuki, Bizans müziği kaynağına çı-karsak, bunu da eski Yunan kültür içinde görürüz.

Edebiyatımızda da yanı ikilik vardır. Türk ede-biyatı halkın atasözleriyle bilmecelerinden, halk masallarıyla hal koşmalarından, destanlarından, halk cengnameleriyle menkibeleriniden, tekke-liden ilahileriyle nefeslerinden, halkın güldürücü fıkralarından ve halk tiyatrosundan ibarettir. Ata-sözleri, doğrudan doğruya, halkın bilgece sözle-ridir. Bilmeceleri de yaratan halktır. Halk masal-ları da fertler tarafından düşülmemiştir. Bunlar, Türkün mitolojik çağlardan başlayarak, gelenek yoluyla zamanımıza kadar gelen peri masalla-rıyla dev masallarıdır. Dede Korkut kitabı’ndaki masallar da, ozandan ozana sözlü bir biçimde yazılmış halk masallarıdır. Türk tarihinde ve et-nografyasındaki mitler, lejandlar, efsaneler de Türk edebiyatının elamanlarıdır. Cengnamelere ve dini menkıbelere gelince, bunlar halk edebi-

yatının islami devresine ait ürünleridir. Halk şa-irlerinin koşmalarıyla destanları, manileriyle Tür-küleri de, yukarıda saydığımız eserler gibi Türk hakkının samimi eserleridir. Bunlar da yön-temle taklitle yapılmamışlardı. Aşık Ömer, Dertli, Karacaoğlan’lar gibi şairler, halkın sevgili şairleri-dir. Tekkeler de birer hak mabedi olduğu için bu-ralarda doğan ilahilerle nefersler de hak edebi-yatına, dolayısıyla Türk edebiyatına aittir. Yunus Emre ve Kaygusuz ile Bektaşi şairleri bu gruba girerler. Osmanlı edebiyatı ise, masal yerine ferdi hikayelerle Romanlardan, koşma ve destan ye-rine taklitle yapılmış gazellerle alafranga şiirler-den oluşmuştur. Osmanlı şairlerinin her biri mut-laka, Acem devrinde bir Acem şairine, Fransız devrinde bir Fransız şairine benzer. Fuzuli ile Ne-dim bile bu konuda farklı değildirler. Bu yön-den Osmanlı yazarlarıyla şairlerinden hiç biri orijinal değildir, hepsi taklitçidir; hepsinin eser-leri estetik ilhamdan doğmuştur. Mesela, nükte-cilik (Humour) bakımından, bu iki gurubu kar-şılaştıralım. Nasreddin Hoca, İncili Çavuş Bekri Mustafa ve Bektaşi Babaları hak nüktecileridir; Kani ile Sururi ise, Osmanlı divanının mizah-çılarıdır. Doğal nüktecilik ile yapay mizah ara-sındaki fark, bu karşılaştırma ile meydana çıkar.Karagözle orta oyununa gelince; bunlar da

hak gösterisi yani geleneksel Türk tiyatrosu-dur. Karagöz ile Hacivat’ın çatışmaları, Türk ile Osmanlı’nın yani o zamanki kültürümüzle medeniyetimizin mücadelelerinden ibarettir.

Ahlakta da aynı ikiliği görürüz Türk ahlakı ile Osmanlı ahlakı birbirine zıt gibidir. Kaşgarlı Mahmud, Divan-ı Lugat-it Türk maddesinde, Türkleri kısaca tarif ediyor. diyor, Türk’te bö-bürlenme ve övünme yoktur. Türk, büyük kah-ramanlıklar ve fedakarlıklar yaptığı zaman, bir olağanüstülük yaptığından habersiz görünür. Ca-hiz de, Türklerin aynen bu biçimde anlatıyor. Osmanlı tipine bakarsak, eski şairlerinde ken-dine övgü dizmelerin yeni edebiyatçılarında ise böbürlenme ve övünmenin hakim olduğunu görürüz. Servet-i fünun okulu Osmanlı edebi-yatının en parlak devridir. Bu okulun takipçisi olan şairlerin çoğu şüpheci, kötümser ümitsiz, hasta ruhlar biçiminde görünmüşlerdir. Hakiki Türk ise, inançlı, iyimser ümitli ve sağlamdır.

Hatta bilginlerimiz arasında da, ikilik görürüz. Osmanlı bilginlerinin geleneksel ismi ulema-i rü-sum (resmi bilginler) idi. Anadolu’daki bilginler ise, halk bilginleri idi. Birinciler, rütbeli fakat ca-hil idiler, ikinciler, ilimli fakat rütbesiz idiler. Po-litika ve askerlik sahasında büyük bir dahi olan Afşarlı Nadir Şah, bütün Müslümanları Sünni-lik dairesinde birleştirmek ve bütün sultanları Os-manlı padişahının emri altına sokmak için gö-rüşmelerde bulunmak üzere, İstanbul’a dini ve politik bir kurul göndermişti. İstanbul’da bu ku-rul ile görüşmek için resmi bilginleri görevlendir-diler. İranlı bilginler kurul bunlara söz anlatmakta yetersiz kalınca, sadrazama başvurarak dediler ki: “Bizim bilimden başak, politik hiç bir rütbemiz yoktur. Oysa ki görüşmelerde bulunduğumuz ki-şiler büyük rütbeli kişiler olduklarından, karışma-larında serbestçe söz söyleyemiyoruz. Bizi taş-radaki rütbesiz bilginlerle görüştürürseniz, çok memnun oluruz.” Ragıp Paşa’nın Tahkik ve Tev-fik adlı kitabında naklettiği bu gerçek olay gösteri-yor ki, Nadir Şah’ın bilim kurulu Osmanlı bilgin-lerine değil, Türk bilginlerine değer veriyorlardı.

Yakutistan Türkleri mezar geleneği ve Türkiye-Denizli antik mezar geleneği bağı

Ya k u t T ü r k l e r i n d e m e z a r g e l e n e k -leri antik çağdan bu yana sürdürülmektedir.

Ahşab tabutların ve mezar Tamgaları’nın kullanıl-dığı bu gelenek Türkiye topraklarında Antik Türk-ler tarafından ayni şekilde bir geleneğin varlığı belgelen-miştir. Türkiye antik coğrafyasının antik insanlarının Yakutistan ve bütün Asya Türkleri ile olan bağı’da belgelenmiştir.

Bu günkü Türkiye topraklarının antik dönemdeki adı

Trakya-Trakyenleridir.TRAKYENLER, ANTİK TÜRKİYENLERÖnceki yazılarımızda’da birçok defa yazdığı-

mız gibi Trakyenler antik Türkiyenler-Türklerdir.

AYVALIK’TA TÜRK TARİHİNİN ANTİK İZLERİ BULUNDUKüçük Asya ve Akdeniz antik tarihini inceledi-

ğimizde tamamen eşit kültürleri görmekteyiz.Sayın Nuray Bilgili Yakaryılmaz’a bu de-

ğerli çalışmalarından dolayı teşekkür ederiz.

Yakutistan Türkleri Me zar G e le ne ğiTürkçülüğün Özü - IV. Milli Kültür ve Medeniyet-1

T ü r k D ü n y a s ı G a z e t e c i l e r i Y a l o v a ’ d a

Page 3: Genç Bengü Gazetesi 3.Sayı

Türk Dünyasının Sesi 3

İlk defa Kavkaslar ve Balkanlardan STK’lar arası 12 Ocak 2013’te 16:00′da, İstanbul Bayrampaşa Bele-diyesinin Altında Kültür Salonu’nda gerçekleşen Der-neğimizin ve Türkiye Üniversiteleri Mezunları İçtimai Birliği Derneği Başkanı Cengiz Bayramov ile birlikte organize edilen konferansımıza Bayrampaşa Bld.Baş-kanı Atilla AYDINER, Azerbaycan İstanbul konso-losu Kenan MURTUZOV, Atilla Dergisi baş redaktörü Gülşen BEHBUD, Azerbaycan Milli Kahramanı İbad HÜSEYİNOV, ile Azerbaycanlı Kardeş Sanatçılarımız Briliant DADASHOVA, Azeri kızı GÜNEL, İrade İB-RAHİMOVA; Elyane AHMEDOVA. Tüm misafir-lerimize ve üyelerimize bu teşriflerinden bizleri onur-landırmışlardır. Tekrar kendilerine teşekkür ediyoruz.

Saygı duruşu, İstiklal Marşı’nın okunması-nın ardından, Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği Genel Başkanı Rafet ULU-TÜRK bir konuşma yaptı. BULTÜRK Deneği Ge-nel Başkanı Rafet ULUTÜRK’ün Konuşma metni:

KonferanstaKonuşmaSayın Azerbaycan Konsolos Yetkilileri, Sa-

yın Bayrampaşa Belediye Bakanım, Sn.Parti yö-neticileri, Sayın STK Yöneticileri, Değerli katılımcılar,

Türk Dünyasının Şah Damarı Bakü’den ülkemize gelen Azerbaycan Milli Kahramanımız Sn.İbad HÜ-SEYİNOV, Değerli Cengiz Kardeşim ve beraberin-deki Muhterem Misafirlerimiz, bu gün sizlerle bir-likte olmaktan çok mutlu olduğumuzu ifade etmek isterim. Derneğimiz adına sizleri saygıyla selamlıyor, Hepiniz Hoş geldiniz, Sefalar getirdiniz, Şeref verdiniz.

Azerbaycan’ın Karabağ savaşı ile ilgili tüm konuların ele alınacağı bu Konferansta bizlerin de Azerbaycanlı kar-deşlerimizin bu haklı oldukları davalarında seslerini du-yurmakta bir nebze de olsun katkımız olması için bu gün bu konferansı yapmaktayız. Ayrıca Karabağ savaşı sa-dece Azerbaycan’ın değil, tüm Türk Dünyasının davasıdır.

Böyle bir konferans tertipliyor olmaktan ve Azerbay-canlı kardeşlerimizin yanında yer almaktan duyduğum memnuniyeti sizlerle paylaşmak isterim. Azerbaycan’daki kardeşlerimizi en iyi anlayanlar Balkan Türkleridir - yaşadıkları sürgünler, dramlar ve soykırımlarla. Bu nedenle biz Azerbaycan’ın Karabağ ve işgal altındaki vatan toprakları meselesinde en önde gelen destekçile-rinden ve dünyanın neresinde olursa olsun bu haklı da-vanın takipçilerinden olacağız ve olmalıyız. Bu konuda nasıl bir fedakârlık yapmamız gerekiyorsa onu gözü-müzü kıpmadan hazır olduğumuzu belirtmek isteriz.

Değerli dava arkadaşlarım,Bundan birkaç ay önce bende Azerbaycan’a giderek

bizzat ermeni işgalini ve kardeşlerimizin çektikleri çile-leri ve sıkıntıları yerinde görme imkânım olduğu gibi sınır bölgelerini de gezdik ve gördük. Açık yüreklilikle şunu be-lirtmek isterim ki, orada olup bitenlerden dünyada insan-lık utanç duymalıdır ve dünya medeniyeti sınıfta kalmıştır.

Katıldığımız konferans ve gezinin asıl amacı Azer-baycan halkının sıkıntılarını, haklı oldukları Dağlık Ka-rabağ sorununu ilk önce Azerbaycan dışında yaşayan Türklere ve ardından tüm acı gerçekliği ile dünya gün-demine taşımaktı. Öncelikle bizler Türk Dünyası ola-rak birbirimizi iyi anlamalıyız, birleşmeliyiz ve kenet-lenebilmemiz için projeler üretmeliyiz. Böyle bir proje adına, Balkanlar’dan Altaylar’a; Türkmenistan’dan Sibirya’ya; Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar, Türk-lerin yaşadığı her coğrafyadan gelen Türk Yazarları bir araya geldiler. “Dilde, Fikirde ve İşte Birlik” şia-rını hayata geçirmek için bu toplantıya iştirak ettiler.

Sonuç olarak Ermeni işgalinin yarattığı so-runların Türk Dünyasına ne kadar pahalıya mal olduğunu yerinde inceledik ve gördük.

Bu işgal sonucu bir milyon yüz bin kişi göç et-mek zorunda kalmış, 20 bine yakın insan kat-ledilmiş, 50 bin insan sakat kalmıştır, 5 bin in-sandan bugün halen haber alınamamaktadır.

Ermeni işgalinin birde ekonomik ve sosyal boyutu var-dır. Maddi boyutu bugünkü değeri ile Azerbaycan a maliyeti 60 milyar dolardır. 21. yılına girdiğimiz bu tra-jedinin ekonomik, sosyal, insani boyutunu tahmin et-mek herhalde zor olmasa gerek. İşte bu zor dönem-lerde Azerbaycan hem bağımsızlığını korumaya çalışıyor, hem de toprakları işgal olmuş, mecburi göçe zorlanan insanlara bakmak, doyurmak, okut-mak, sağlığını korumak için çaba sarf etmektedir.

Dolayısıyla Ermeni işgaline maruz kalan toprakla-rın yeniden ülkenin kontrolüne geçmesini sağlan-malı ve 21 yıldır işgal edilmiş haklarının elde ederken tazminat hakkı da istenmelidir. Bu konuda da tüm Türk Dünyası bu haklı davasında Azerbaycan’ın ya-nında olmalıdır. Ermeni çetelerinin Azerbaycanlı kar-deşlerimize musallat olması dünkü mesele değildir.

Birinci Dünya Savaşının sonlarında yani 15 Eylül 1918 tarihinde Azerbaycan’da Mehmet Emin Resulzade tara-fından kurulan Milli Azerbaycan Cumhuriyeti’nin var-lığını kabul edemeyen Kızıl ordu güdümündeki Ermeni çeteleri başta Bakü olmak üzere Karabağ bölgesini ted-rici olarak işgal etmişlerdi. Bu işgal ve katliamlar karşı-sında sıkıntı yasayan kardeş Azerbaycan Cumhuriyeti yöneticileri Osmanlı yönetiminden acil yârdim talebinde bulunur. Osmanlı yönetimi aldığı kararla, Genel Kurmay Başkan Vekili Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa komuta-sındaki Türk İslam Ordusunun Azerbaycan’a gönderir.

Nuri Pasa komutasındaki Türk Ordusu 15 Eylül 1918 tarihinde kardeş Azerbaycan’a girer. İşgalci güçlerle ya-pılan çatışmalar sonrası, Agsu, Göyçay, Kürdemir ve Sa-mahi gibi bölgeler kurtarılır. İki aylık süren çatışmalar ve

ilerlemelerle Ağustos başında Türk-İslam ordusu Bakü’ye girmeyi başarır ve Bakü düşman işgalinden kurtarılır.

1990’lı yıllarda Azerbaycan topraklarını işgal eder-ken Ermenilerin kardeşlerimize yaptıkları mezalimi hepiniz iyi bilmektesiniz. Bugün ateşkese rağmen Er-menistan Silahlı Kuvvetleri’nin 1300 kez ateşkesi boz-muş ve sivil insanları, özellikle kadınları, çocukları, yaş-lıları vurmuşlardır ve vurmaya devam etmektedirler..

İnsanlarımızın kendi avlusunda, bahçesinde, ev-lerinin önünde, tarlasında ve köylerinde de, nere-deyse her yerde Rus keskin nişancıların hedef ol-ması gibi, hiçbir kurala sığmayan vahşet eylemleri hakkında bilgiler alırken şaşkınlığımızı gizleyemedik.

Tanık olduğumuz manzaralardan sarsıldık, Azer-baycan gerçeklerinin bu kadar trajik olduğunu ina-nın düşünemedik bile. Maalesef bunlar hepsi gerçek.

İşte dünyada ikiyüzlü Avrupa, Rusya v.s. bunların hepsi de Ermenistan’da bir asker ölse pireden deve yapıyorlar. Sor-mak isterim nerede insan hakları, nerede Birleşmiş Milletler.

Maalesef dünyada hak güçlü olanın olmuş, çünkü bu gün küresel güçler KÜRESEL ADA-LETİ uygulamamakta ısrarcı ve düşünülmüyor bile.

Bu da Türkler dünya yönetiminden gittiklerin-den beri hep böyle devam etmekteler. İşte bu gün şunu iyi anladık ki, Türk Dünyası artık birleş-meli, çünkü Birleşmiş bir Türk Birliği oluşturulana kadar bu olaylar, bu adaletsizlikler devam edecektir.

İşte bunun için Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Cumhuri-yetleri tekrar bir araya gelerek dünyada söz sahibi olmaları ne kadar gerektiğini tüm dünyada yaşayan Türkler bunu çok iyi görmeleri gerekir. Ancak böyle dünyaya adalet dağı-tabilir, dünya ancak o zaman adaletli yönetime kavuşabilir.

Türkler Küresel Güç olduklarında Kü-resel adaleti de gerektiği gibi uygulayacak-tır dünya ve insanlık bundan emin olsun...

Son olarak “İşgal altındaki Dağlık Karabağ sadece Azerbaycan’ın değil, tüm Türk Dünyasının sorunudur” Bu sorunun çözümü için bizler el ele, omuz omuza olmalı; bu uğurda Türk Dünyası olarak birbirimize kenetlenmeliyiz.

Başta büyük Türk Dünyası’na, Bütün İslâm âlemine sesleniyoruz:

Azerbaycan halkının haklı davasında kenetlenelim... Biz Balkan Türkleri ve de özellikle Bulgaristan Türkleri

zalimin zulmünün ne olduğunu çok iyi biliriz. Yirminci yüzyılda bütün insanlığın karşısında alınlarımıza silah da-yayarak adımızı değiştirdiler ve zorla Hıristiyan yapmaya çalıştılar. Böyle zulümler ancak ortaçağda görülmektedir.

Bu nedenle Azerbaycanlı kardeşlerimizin halini an-layabilenler bizleriz ve de onlara elimizden gelen des-teği esirgememeliyiz. Hepimizin yapabileceği bir şey-ler mutlaka vardır. Bulgaristan’da ve Balkanlarda kamuoyu oluşturabiliriz ve de bunu mutlaka yapmalıyız.

Bizler Balkan dernekleri olarak ilk defa böy-lesi nitelikli bir kongreyi organize ederek Balkanlar-daki STK’lar ile Azerbaycan STK’larının bir araya gelerek bir ilke imza attık ve bu yolu açmış olduk.

Artık Türk Dünyasının birleşmesi konu-sunda bizim gibi STK’lara çok iş düşmektedir.

Yaşanan gelişmenin ve bir birimizi tanıma ve halkla-rımızı birleştirme konusunda sivil toplum örgütleri üze-rinde de ne kadar olumlu etki yaptığını göstermiştir.

Ayrıca buradan 2 önerim olacak;1. Bulgaristan’da 1950-60 yılları arasında komünizmi

yaymak üzere Komünist Rusya tarafından Bulgaristan’a Azerbaycanlı öğretmenler gönderilmiş, fakat kısa sürede bunların Türkçülük yaptığının ve yaydığının farkına va-rınca apar topar rejim tarafından geri gönderilmişlerdir.

İşte bu gün Bulgaristan’da Türkçülüğe hizmet eden bu öğretmenlerimizden hala sağ olanları araştırıp bulalım ve Bulgaristan’da sağ olanlarla tekrar buluşturalım. Gerek Bulgaristan’da gerek Azerbaycan’da bir araya getirelim, böylece Azerbaycan Türkü ile Bulgaristan Türkü’nün kaynaşmasında büyük bir adım atılmış olacaktır.

2. İkinci önerim de 09.09.1982 yılında Asala teröristleri tarafından vurulan Burgaz da görevi başında şehit düşen Türkiye’nin Burgaz Başkonsolosluğu İdari Ataşesi Bora SÜELKAN’ı unutturmamalıyız. Bu şehidimizin adına Bulgaristan’ın Burgaz şehrinde bir anıt yaptırılması husu-sunda girişimlerde bulunulması gerektiğini düşünüyoruz.

Buradan tüm Türk Dünyası’nın analarına sesleniyorum; “Çocuklarınızı yetiştirirken onları Dünyayı yönetebi-

lecek bilgi, beceri, birikim ve ahlakla donatarak yetişti-riniz. Biz bu ağır işin altından kalkamasak da, sizin bü-yüttüğünüz gelecek kuşaklar bu ağır yükü bulunması gerektiği olan yüksekliklere rahatlıkla taşıyacaklardır.

Türk Birliğine Dünyanın ihtiyacı vardır; bunu her-kes idrak etmeli, dünyada kim adaletin hâkim olma-sını isterse, bu birliğe destek olup sahip çıkmalıdır.” Son olarak da işgal altındaki Dağlık Karabağ, sa-dece Azerbaycan Türklerinin sorunu değil, bu sorun tüm Türk Dünyası’nın hatta insanlığın sorunudur”

BULTÜRK olarak bu konferansa ev sahipliği yapmaktan ve Azerbaycan ile Balkan Türklerinin arasındaki işbirliği-nin temel taşlarını atmaktan son derece mutlu ve bahtiyarız.

Bu organizasyonumuzda bize destek veren öncelikle B.Paşa Bld. Bşk. Sn. Atila AYDINER ve Yardımcısı hemşe-rimiz Sn. Ahmet TÜFEKÇİ Beyefendiye huzurunuzda te-şekkür ediyor ve buraya gelen tüm katılımcılara Kurumu-muz adına huzurlarınızda teşekkür eder, böylesine önemli çalışmalarının artarak devam etmesini de temenni ederiz.

Tekrar hoş geldiniz diyor ve saygılarımı sunuyorum.

“Geldik, Gördük, Yazdık” kitabının tanıtımı yapıldı

Haber vediğimiz gibi bu gün Bakü’de Dünya Genç Türk Yazarlar Birliği’nin organizasyonluğunu yaptığı “Geldik, Gördük, Yazdık” projesinin yekununa adanmış oturumu ve projeye katılan yazar, gazeteci ve siyasetçilerin görüş ve değerlendirmelerinden, makalelerinden, bir sıra söyleşilerden ve DGTYB-nin proje ile ilgili yaydığı basın bildirilerinden oluşan aynı adlı çok dilli kitabın tanıtımı yapılmıştır.

Kitap Azerbaycan, Kazak, Kırgız, Türkiye, Türkmenistan, Kırım-Tatar Türkçeleri’nde ve Rusça yayınlanmıştır.

Azerbaycan Cumhurbaşkanı Yanında Gençler Fonu’nun mali desteği ile çıkan “Geldik, Gördük, Yazdık” kitabını “Geldik, Gördük, Yazdık” projesi çerçevesinde Dünya Genç Türk Yazarlar Birliği hazırlamıştır.

Kitabı düzenleyen Proje Başkanı Ekber Goşalı, editörler Nurafis, Afag Şıhlı ve Selçuk Düzgün’dür.

Kitabın danışmanalrı: Prof. Dr. Nizami Caferov, Prof. Dr. Cafer Caferov, Dr. Ganira Paşayeva, Umud Rehimoğlu, Yasin Göral’dır.

Kitabın reycileri: “Yeni Azerbaycan Gazetesi” Genel Yayın Yönetmeni Yardımcısı Doç. Dr. Hikmet Babaoğlu, AMİA İktisat Enstitüsü İlmi Sekreteri Doç. Dr. Resmiye Sabir, Azerbaycan Bayrağı ordenli Karabağ Savaşı Muharibi İbad Hüseyinov, Azerbaycan Vatan Savaşı Muharibleri Birliği Başkan Yardımcısı Mübariz Hacıoğlu, ATHEM Başkanı İlham İsmailov, GYF Başkanı Ahmet Tecim, Avrasya Ekonomik İlişkiler Derneği Genel Başkanı Hikmet Eren, Özbekistan Cumhurbaşkanı Yanında Devlet Yöneticilik Akademisi Öğretim Üyesi Behram Hujanov’dur.

Eldeniz ABBASLI,

Konferansta konuşma metni - Rafet ULUTÜRKKarabağ savaşında bilinmeyen gerçekler-Konferanındans

AB’de Türk Basını-YeniHaber ve Belgotürk..Belçikalı Türklerin cesur sesi, gazeteleriniz

Yenihaber ile Belgotürk, Belçika gündemine damga vuran haberler ile baskıya hazırlandı.

Gazeteci Yazar, İnter-Media Bruxelles Yayınları Yönetmeni Yusuf Cinal´ın denetiminde, baskıya hazır hale getirilen YeniHaber ile Belgotürk, haberleri ve yorumları ile yine çok konuşalacak ve takdir edilecek bir şekilde hazırlandı.

Yorumları ile Yusuf Cinal, Erhan Yurdayüksel, Dr.Tunay Akoğlu, Yaşar Tümbaş, Acar Yavuz, karikatürleri ile Yasin Halaç, bulmacaları ile Sebahattin Öztürk yanında muhabirlerimizin haberleri ile donatılan YeniHaber ve Belgotürk,aynı zamanda Belçika Türklerin tarihini de not altına alıyor.

YeniHaber ile Belgotürk´ün, Ocak

2013 sayılarını, mutlaka en yakın Türk işyerinden, dernek lokalinden, gazete bayiinden, büyükelçilik ve konsolosluklardan temin ediniz.. Yeni 2013 yılında başarılar dileriz. Bulturk

YeniHaber ve Belgotürk, farkı yaşayınız..

Açıklamada, geçen yıl dünyanın 102 ülkesi ile dış ticaret gerçekleştiren Tacikistan’ın toplam dış ticaretinde 2 milyar 418 milyon dolarlık dış ti-caret açığının meydana geldiği ifade edilirken, ülkenin en çok ihraç ettiği ürünler arasında alü-minyum ve pamuk lifi, en çok ithal ettiği ürün-ler arasında ise petrol ürünleri, metal ürünleri, bi-nek araç ve buğdayın yer aldığı kaydedildi.Tacik resmi verilerine göre, 2011 yılında Ta-

cikistan ile Türkiye arasındaki dış ticaret hacmi, yüzde 41,7 artışla 619 milyon dolar olmuştu.Tacikistan’ın dış ticaret hacmi 2011 yılında

yüzde 15,4 artışla 4,4 milyar dolar olurken, ih-

racat hacmi yüzde 5,2 artışla 1 milyar 257 mil-yon dolar, ithalat hacmi ise yüzde 19,9 ar-tışla 3 milyar 186 milyon dolar olmuş, ülkenin dış ticaret açığı da 1,9 milyar dolara ulaşmıştı.

Azerbaycan’ın komşu Ermenistan’ın saldırısına maruz kal-dığı ortamda, Sovyet yönetimi, münakaşayı önlemek için ke-sin önlemler almak yerine, Azerbaycan’a gönderilen ordu bir-liklerinin terkibine Stavropol, Krasnodar ve Rostov’dan seferberliğe alınan Ermeni asker ve subayları, Sovyet harbi birliklerinde hizmet eden Ermenileri ve Askeri okulların Er-meni öğrencilerini dahil ederek, Ermeni tarafında yer almıştır.

Bakü’ye saldıran askeri birlikler (bazı bilgilere göre 60.000 kişi) “dövüş görevi”ni yerine getirmek için iyi bir psikolojik ha-zırlıktan geçirilmişlerdi: “Siz Bakü’ye Rusları savunmak için getirilmişsiniz, yerli ahali onları vahşicesine öldürüyor; ekstre-mistler Salyan Kazarmaları’nın (Bakü’de esas garnizonun yer-leşmiş olduğu kışla) çevresindeki evlerin çatılarına keskin ni-şancılar yerleştirmişlerdir, sadece bu arazide 110 ateş noktası var; apartmanlar, daireler Azerbaycan Halk Cephesi’nin si-lahlılarıyla doludur, onlar sizi kurşun yağmuruna tutacaklar” (“Şit” Örgütü’nün bağımsız askeri eksperlerinin raporlarından).

Mihail Gorbaçov başta olmakla Sovyet yönetimi Bakü’de “Rus ve Ermeni” kozunu maharetle kullandı. Sanki askeri bir-likler Bakü’ye Rus ve Ermenileri, asker ailelerini korumak, “aşırı milliyetçiler” tarafından iktidarın zorla ele geçirilmesini önle-mek amacıyla gönderilmişlerdi. Aslında ise bu açık riya ve ak yalandı. Çünkü Sovyet yönetiminin delilleri gerçeğe yakın ol-saydı bile, Bakü’ye tepeden tırnağa silahlandırılmış askeri birlik-ler göndermeye ihtiyaç yoktu. Çünkü o zaman Bakü’de içişleri bakanlığına bağlı 11.500 asker, savunma bakanlığına bağlı Bakü Garnizonu’nun askeri birlikleri, hava saldırısından savunma kuv-vetleri vardı. 4. Ordu Komutanlığı da Bakü’de konuşlandırılmıştı.

Bunlara rağmen 1990 yılı 19 Ocak’ta Mihail Gorbaçov SSCB Anayasası’nın 199. ve Azerbaycan SSC Anayasası’nın 71. mad-desini kabaca ihlal ederek, 20 Ocak’tan itibaren olağanüstü hal ilan edilmesi hakkında ferman imzaladı. Lakin KGB’nin “Alfa” grubu 19 Ocak saat 19.27’de Azerbaycan Televizyonu’nun enerji bloğunu bombaladı ve Azerbaycan Televizyonu’nun yayınını imkansız hale getirdi. Gece ise askeri birlikler olağa-nüstü halden habersiz olan şehre girdi ve ahaliye karşı saldı-rıya geçti. Gorbaçov’un fermanı geçerli olacağı saate kadar (20 Ocak 1990, Saat 00.00) 9 kişi öldürülmüştür. Bakü’de olağa-nüstü hal ilan edilmesi hakkındaki bilgi ise halka 20 Ocak sa-bahı saat 07.00 da Azerbaycan Radyosu aracılığıyla bildiril-miştir. Bu saate kadar öldürülen kişi sayısı 100 civarındaydı.

Oysa Gorbaçov’un Azerbaycan’a görevlendirerek gönder-diği yüksek makamlı emisarlar utanmadan Bakü’de olağa-nüstü hal ilan edilmeyeceğini beyan etmişlerdir. Tanklar, zırhlı araçlar Bakü caddelerinde önlerine çıkan her şeyi ezmiş, asker-ler her yanı kurşun yağmuruna tutmuşlardır. İnsanlar sadece cad-delerde değil otobüslerde hatta evlerinde otururken bile mer-milere hedef olmuşlardır. Yaralılar için gelen ambulanslar ve ilkyardım ekiplerine de ateş açılmıştır. Birkaç gün içinde 137 kişi öldürülmüş, 700 kişi yaralanmış ve 800’den fazla kişi gö-zaltına alınmıştır. “Şit” (“Kalkan”) Örgütü Eksperlerinin raporla-rından: “ İnsanları özel gaddarlıkla ve yakın mesafeden kurşun-lamışlardır. Mesela Y. Meyeroviç’e 21, V. Hanmemmedov’a 10’dan fazla, R. Rüstemov’a 23 mermi isabet etmiştir; “ Hasta-neler, ambulanslar kurşunlanmış, hekimler öldürülmüştür; “ Ka-laşnikof tüfeklerinin ağırlık merkezi değişen 5,54 çaplı mermi-leri kullanılmıştır. Helak olanlar arasında yetişkin olmayanlar, kadınlar, ihtiyarlar ve engelliler de vardı. 1990 yılının Ocak olay-ları ayın 19’dan 20’sine geçen gecenin kanlı kıyımları ile bitmedi.

Sovyet ordusunun özel eğitilmiş birlikleri bölgelerde halen facialar türetiyorlardı. 20 Ocak’ta tüm dünya Bakü’de yapı-lan kıyımdan haberdar oldu. 18 yıl önce “demokratik dünya” Bakü’deki kanlı terör hadiselerini “Sovyetler Birliği’nin iç me-selesi” adlandırdı. Sonra da bu “demokratik dünya” eli kanlı Gorbaçov’a Nobel Barış Ödülü verdi. 20 Ocak ve Azerbay-can tarihinde bundan önceki feci olaylar XX. yüzyıl boyunca halkımıza karşı yürütülen düşünülmüş siyasetin tezahürüydü.

Azerbaycan Halkına karşı soykırım, Sovyet hakimiyeti yılla-rında Azerbaycan topraklarının yavaş yavaş ilhak edilmesi, neti-cede ülke topraklarının 125.000 km2 - den 87.000 km2 - ye düş-mesi, Sovyet yönetiminin Ermenilere arka çıkmasıyla başlayan Dağlık Karabağ olayları, Azerbaycan Türklerinin Ermenistan ara-zisindeki ezeli topraklarından kovulması bu siyasetin aşamalarıdır.

Bakü’nün en yüksek noktalarından birinde her bir Azerbay-canlı için mukaddes ant yerine çevrilmiş bir mekan var. Bu, 20 Ocak kurbanlarının ve Ermenistan’ın askeri saldırısına karşı savaş-larda helak olanların defnedildiği Şehitler Hıyabanı’dır. Her yıl 20 Ocak’ta binlerce insan burayı ziyaret eder, vatanın özgürlüğü ve istiklali uğrunda canlarından geçmiş Azerbaycan evlatlarının aziz hatırasını ihtiramla yad eder. Yıllar geçecek, nesiller değişecek, la-kin vatan evlatlarının hatırası yüreklerde ebediyen yaşayacaktır...!

Tacikistan ile tam ortaklık

20 Ocakta ne Olmuştu?

Page 4: Genç Bengü Gazetesi 3.Sayı

4 Türk Dünyasının Sesi

Dr.Müjgan DENİZ

Göçmenlere İyi Haber

Eski devirlerin politik ve askeri başarıları da, halk arasında çıkmış, cahil ve okur-yazar olmayan paşalar aitti. Daha sonra Ragıp Paşa ve Sefih İbrahim Paşa gibi Osmanlı eğitiminde yüksek bir yer sahibi olanlar hükümetin başına geçince işler bozulmağa başladı.

Bununla beraber, bu toplumsal ikilikler yalnız dü-şünce etkinliklerine özeldi. O zamanlar, el işi ayak tabakasına ait sayıldığından, yüksek tabaka teknik-lerin her çeşidinden uza duruyordu. Bu sebeple mi-marlık, hattatlık, taş oymacılığı, ciltçilik, tezhipçi-lik, marangozluk, demircilik, boyacılık, halıcılık, çuhacılık, ressamlık, nakkaşlık gibi pratik teknikle-rin yalnız bir şekli vardı. O da halk tekniğiydi. De-mek ki, genellikle yüksek bir güzelliğe sahip bu sanatlara sadece Türk sanatı adını verebiliriz. Bun-lar Osmanlı medeniyetine değil, Türk kültürüne ait idi. Bugün Avrupa, bu eski sanatlarımızın ürün-lerini milyonlar harcayarak parça parça topluyor. Avrupa’nın Amerika’nın müzeleri, salonları hep Türk eserleriyle dolmaktadır. Avrupa’da, bu Türk hayranlığına Turquerie adı verilir. Avrupa’nın ger-çek düşünür ve sanatçıları mesela Lamartine’leri, Auguste Comte’ları, Pierre Laffite’leri, Mismer’leri, Pierre Loti’leri, Farrere’leri Türkün samimi sana-tına, alçak gönüllü gösterirsiz ahlakına, derin ve bağnaz olmayan dindarlığına, özetle, var olanla yetinmek ve kadere boyun eğmekle beraber sü-rekli bir iyimserlik ve idealizmden ibaret olan fa-kir ama mutlu hayatına hayrandırlar. Fakat bunların aşık oldukları şeyler, Osmanlı medeniyetine giren yöntemle ve taklitle yapılmış eserler değil, Türk kültürünün ilhamıyla oluşmuş orijinal eserlerdir.

Yalnız ülkemize özgü olan bu garip durumun nedeni nedir? Niçin bu ülkede yaşayan bu iki tip, Türk tipi ile Osmanlı tipi birbirine bu kadar zıttır? niçin Türk tipinin her şeyi güzel, Osmanlı tipinin her şeyi çirkindir? Çünkü Osmanlı tipi Türk kültü-rüne ve hayatına zararlı olan emperyalizm alanına atıldı. Kozmopolit oldu. Sınıf çıkarını imparatorluğu genişledikçe, yüzlerce milleti egemenliği altına al-dıkça, yönetenlerle yönetilenler ayrı iki sınıf haline giriyorlardı. Yöneten bütün kozmopolitler Osmanlı Sınıfı’nı, yönetilen Türkler de Türk Sınıfı’nı oluştu-ruyorlardı. Bu iki sınıf, birbirini sevmezdi. Osmanlı sınıfı, kendini hakim millet biçiminde görür, yönet-tiği Türklere mahkum millet gözüyle bakardı. Os-manlı, sürekli Türk’e (eşek Türk) derdi. Türk köy-lerine resmi bir kişi geldiği zaman, Osmanlı geliyor diye herkes kaçardı. Türkler arasında Kızılbaşlı-ğın meydana çıkışı bile, bu ayrılıkla açıklanabilir.

Şah İsmail’in dedesi olan Şeyh Cüneyd, oğuz boyları arasında Oğul mu önce gelir, yoksa sahabe-ler mi diyerek propaganda yapıyordu. Oğuz boyları, Oğuz Han’ın çocukları ve Kayılar’ın amca oğul-ları değil miydiler? Nasıl oluyordu da, padişahın Enderun’dan çıkan devşirmelerden oluşan sahabeleri (yakın adamları) bunlara tercih ediyordu. O tarihteki halk şeyhleri, Türklerin o zamanki ezilmişliklerini geçmişte Ehl-i Beyt’in (Peygamber Soyu) uğramış olduğu ezilmişliğe benzetiyorlardı. O zaman, Türk-menlerin büyük bir kısmı, bu benzeyişe aldanarak, baba ocağından ayrıldılar; kendi kendilerine arı bir edebiyat, ayrı bir felsefe, ayrı bir tapınak yaptılar.

Bununla beraber, din bakımından Osmanlılar-dan ayrılmamış olan Sünni Türkler de, milli kül-tür bakımından Osmanlı emperyalizmine bağlan-dılar. Bunlar da, kendi kendilerine milli bir kültür yaparak. Osmanlı medeniyetine karşı tamamen il-gisiz kaldılar. Osmanlı medeniyetinin seçkinlerine havas denildiği gibi, Türk kültürünün de ozanları, aşıkları, babaları ve ustaları vardı. Demek ki, ülke-mizde iki türlü seçkin bulunuyordu. Bunlardan bi-rincisi sarayı temsil ediyordu. Bu sınıfın geçimini sağlayan da saraydı. Mesela, Osmanlı şairleri sa-raylardan “caize” almakla geçindikleri gibi, Os-manlı müzisyenleri de sarayın verdiği bağışlarla ma-aşlarla geçinirlerdi. Halkın saz öve söz şairleri ise, adını olan Osmanlı bilginleri kazaskerlikte, kadı-lıklarda yüksek maaşlar ve arpalıklar alırlardı. Halk hocalarından ve şeyhlerinden ibaret olan Türk din adamları ise, yalnız halk beslerdi. Bundan dolayı güzel sanatlarda ve diğer alanlarda rehberlik eden ustalar, yiğitbaşılar ve ahi babalar yalnız halk sını-fından yetişirler ve daima hak ve Türk kalırlardı.

Görülüyor ki milli kültür ile medeniyeti birbi-rinden ayıran, milli kültürün özellikle duygular-dan, medeniyetin özellikle bilgilerden oluşmuş ol-masıdır. İnsanda, duygular yönteme ve iradeye bağlı değildir. Bir millet, başka bir milletin dini, ahlaki ve estetik duygularını taklit edemez. Me-sela, Türklerin İslamlıktan önceki dininde Gök

Tanrı ödül tanrısıdır. Cezalandırmaya karışmaz. Ceza tanrısı, Erlik Han isminde başka bir mito-lojik kişiliktir. Tanrı yalnız cemal (güzellik) sıfa-tıyla göründüğü için, eski Türkler onu yalnız se-verlerdi; Tanrıya karşı korku hissi duymazlardı.

İ s l a m l ı k t a n s o n r a , T ü r k l e r d e “muhabbetullah”ın (Tanrı sevgisi) üstün gel-mesi, bu eski geleneğin devamından ötürüdür.

Türklerde “menhafetullah” (Allah Korkusu) pek enderdir. İstanbul’da ve Anadolu’daki vaizlerin tec-rübeleri gösteriyor ki, güzelliğe, iyiliğe dair vaaz edenlerin dinleyicileri sürekli artıyor; cehennemden, zebanilerden bahseden vaizlerin dinleyicileri ise sü-rekli azalıyor. Türklerin eski dinlerinde katı sofuca icabetler yoktu, estetik ve ahlaki törenler çoktu. Bu-nun sonucu olarak, İslamlıktan sonra da, Türkler en güçlü bir imana, en samimi bir din duygusuna sahip oldukları halde kuru sofuluk ve yobazlıktan uzak kaldılar. Bu konuda Yunus Emre’yi okumak yeterli-dir. Türklerin camilerde ilahilere ve mevlit okumaya; tekkelerde ise şiire, müziğe büyük bir yer vermeleri estetik dindarlık örneği ne uymalarından dolayıdır.

Eski Türk dininde, Türk tanrısı, barış ve ba-rışlık Tanrısı idi. Türk dininin özünü gösteren il kelimesi, barış anlamına geliyordu (Kaşgarlı Mahmud) ilci (barışçı) demek olduğu gibi, İlhan Barış Hakanı demekti. Türk İlahları, Mahçurya’dan Macaristan’a kadar sürekli bir barış ortamı sağla-yan, barışsever öncülerden başka bir şey değildi.

En eski Türk devletinin kurucusu olan Mete’nin yüksek ahlakını, barışseverliğini, emperyalizm-den kaçınmasını Yeni Mecmua’da yazmış-tım. Türk barışseverliğinin kurucusu Mete’dir.

Türklerin bu eski barışçılık geleneği sayesinde-dir ki, Türk hükümdarı İslam döneminde de her za-man yenilenlere şefkatle davranmış, her zaman ken-dilerini milletlerarası barışın sorumlusu saymışlardır. Türk tarihi, baştan başa, bu duruma tanıktır. Avru-palıların o kadar suçladıkları Atilla bile, yine onların anlattıklarına göre yenilmiş milletler ne zaman barış istemişlerse, derhal kabul etmiştir. Çünkü, Atilla’nın Tanrı Kutu unvanını, Allah’ın Belası şeklinde çevir-mekle tarihi bir günah işlemişlerdir. Türklerin bü-tün sanat dallarında açıkça görülen estetik özellikleri de doğallıkla, çinilerinde, mimarlık ve yazı sana-tında beliren hep bu estetik özelliklerdir. Türkün gü-zel sanatlarında olduğu gibi, din hayatında ve ahla-kında da hep bu özelliklerin egemen olduğu görülür.

Bu örnekten de anlaşılır ki, bir kültürün meydana getiren çeşitli sosyal yaşayışlar arasında içiten bir bağlılık, içiten bir uyum vardır. Türkün dili nasıl saf ise, din, ahlak, güzellik, politika ekonomi ve aile ha-yatları da hep saf ve içtendir. Türkün hayatındaki se-vimlilik ve orijinallik ve bu egemen karakterin bir yansımasından ibarettir. Fakat, milli kültürün ele-manları arasındaki bu uyuma bakıp da, medeniyetin de uyumlu elemanlarından meydana geldiğini zan-netmek doğru değildir. Osmanlı medeniyeti Türk, acem, Arap kültürleriyle İslam dinine, Doğu mede-niyeti ve son zamanlarda da Batı medeniyeti kurum-larından meydana gelen bir karmadır. Bu kurumlar hiçbir zaman kaynaşarak, iç içe geçerek uyumlu bir bütün haline giremedi. Bir medeniyet ancak milli bir kültüre aşılanırsa, uyumlu bir birliğe kavuşur. Me-sela İngiliz medeniyeti, İngiliz kültürün aşılanmış-tır. Bundan dolayı, İngiliz kültürü gibi, İngiliz me-deniyetinin elemanları arasında da bir uyum vardır.

Milli kültür ile medeniyet arasındaki bir ilişki de şudur; Her kavim, ilk önce, yalnız milli kül-türü vardır. Bir kavim, kültür bakımından yüksel-dikçe politik açıdan da yükselerek kuvvetle bir devlet oluşturur. Diğer taraftan da, kültürün yük-selmesinden medeniyet doğmaya başlar. Medeni-yet, başlangıçta milli kültürden doğduğu halde, son-radan komşu milletlerin medeniyetinden de birçok kurumlar alır. Fakat bir toplumun medeniyetinde fazla bir gelişmenin süratle meydana gelmesi zarar-lıdır. Ribot diyor ki:”Zihnin fazla gelişmesi karak-teri bozar.” Kişide zihin ne ise, toplumda da mede-niyet odur. Kişide karakter ne ise, cemiyetin fazla gelişmesi de milli kültürü bozar. Milli kültürü bo-zulmuş olan milletlere “dejenere milletler” denir.

Milli kültür ile medeniyetin sonuncu bir ilişkisi de şudur: milli kültürü kuvvetli, fakat medeniyeti zayıf bir milletle, milli kültürü bozulmuş, fakat medeni-yeti yüksek olan başka bir millet politik mücadeleye girince, milli kültürü kuvvetli olan millet her zaman galip gelmiştir. Mesela, eski Mısırlılar, medeniyette yükselince milli kültürleri bozulmaya başladı. O za-man yeni doğan Fars devleti ise, medeniyette henüz gri olmakla beraber, kuvvetli bir milli kültüre sahipti.

Bu nedenle İran’da da medeniyet yükseldi. Buna karşılık milli kültür zayıflamağa başladı. Bu kere de, önce milli kültürleri henüz bozulmamış olan Yu-nanlılara yenildiler. Bir süre sonra Yunan kültürü de bozulmağa başladığından, gerek Yunanlılar, gerek İranlılar, kuvvetli bir milli kültürle meydana çıkan medeniyetsiz Makedonyalılara yenildiler. Doğuda Eşkani ve Sasani ailelerinin batıda Romalıların, milli kültürü bozulmağa başlayan Makedonyalılara üstün gelmiş de aynı şekilde açıklanabilir. Nihayet, medeniyetten hiçbir nasibi olmayan, fakat milli kül-türde son derece güçlü olan Raplar ortaya çıkarak hem Sasanileri, hem de Romalıları yendiler. Fakat. Çok zaman geçmeden Arap milleti de medenileş-meğe başladığından milli kültürünü kaybederek po-litik egemenliği Türkistan’dan yeni gelmiş olan tö-reli Selçuk Türklerine teslim ettiler. Töre Türklerin milli kültüründen başak bir şey değildir. Türklerin şimdiye kadar bağımsız kalması, Çanakkale’den İn-gilizlerle Fransızları kovması ve Mütarekeden sonra, İngiliz silahlarıyla ve parasıyla donanmış bulunan yunanlılarla Ermenileri yenerek manen İngilizleri yenmesi, hep bu milli kültürün gücü sayesindedir.

Milli kültür ile medeniyet arasındaki bu ilişkiler anlaşıldıktan sonra artık Türkçülüğün ne demek ol-duğunu ve bu memlekette ne gibi görevleri yerine getirmesi gerektiğini belirleyebiliriz. Osmanlı me-deniyeti, iki sebeple yıkılmak zorundaydı. Birin-cisi, Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün imparator-luklar gibi, geçici bir topluluktan ibaret olmasaydı. Sonsuza kadar yaşayacak olanlar ise, geçici toplu-luklar değil, toplumlardır. Cemiyetlere gelince, bun-lar yalnız milletlerden ibarettir. Esir milletler, milli benliklerini imparatorlukların kozmopolit yöne-timi altında, ancak bir süre için unutabilirlerdi. Bir gün, mutlaka milletler den ibaret olan gerçek top-lumlar sürü oluş uykusundan uyanacaklar, kültü-rel bağımsızlıklarını ve politik egemenliklerini iste-yeceklerdi. Avrupa’da beş yüz yıldan beri bu işlem sürüyordu. Bundan dolayı, bu gelişmeden bağımsız yaşamış olan Avusturya, Rusya v Osmanlı İmpara-torlukları da, önceki benzerleri gibi, dağılmağa yüz tutacaklardı. İkinci neden batı medeniyetinin, yük-seldikçe, doğu medeniyetini büsbütün ortadan kal-dırmak güce ulaşmasıdır. Rusya’da ve Balkan ül-kelerinde Batı medeniyeti, Doğu medeniyetinin yerine geçtiği gibi; Osmanlı İmparatorluğu’nda da aynı durum baş gösterecekti. Doğu medeniyeti, ba-zılarının zannettikleri gibi, gerçekten İslam mede-niyeti değil. Kaynağı, Doğu medeniyeti idi. Nasıl ki, Batı medeniyeti de Hıristiyan medeniyeti değil. Batı Roma medeniyetinin bir devamından ibaretti. Osmanlılar. Doğu Roma medeniyetini, doğrudan doğruya Bizans’tan almadılar: kendilerinden önce Müslüman Araplarla acemler bu medeniyeti al-mış olduklarından, Osmanlılar onu, bu dindaş mil-letlerden aldılar. Bundan dolayıdır ki bu medeni-yeti, bazı fikir adamları İslam medeniyeti sandılar.

Batı medeniyetinin her yerde doğu medeni-yetinin yerine geçmesi doğal bir kanun olunca, Türkiye’de de böyle olması zorunlu idi. O halde Doğu medeniyeti dairesinde bulunan Osmanlı me-deniyeti ister istemez ortadan kalkacak, onun ye-rine bir taraftan İslam diniyle beraber bir Türk kültürü, diğer taraftan da Batı medeniyeti geçe-cektir. İşte Türkçülüğün görev bir taraftan yal-nız hak arasında kalmış olan Türk kültürünün ara-yıp bularak, diğer taraftan Batı medeniyetini tam ve canlı bir biçimde alarak milli kültüre aşılamaktadır.

Tanzimatçılar, Osmanlı medeniyetini Batı me-deniyetiyle uzlaştırmağa çalışmışlardı. Oysa ki iki zıt medeniyet yanyana yaşayamazlar; sistem-leri birbirine aykırı olduğu için, ikisi de birbirini bozmağa neden olur. Mesela, Batı’nın müzik tek-niği ile Doğu’nun müzik tekniği birbiriyle uzlaş-maz. Batı’nın deneysel mantığı ile Doğunun is-kolastik mantığı birbiriyle barışamaz. Bir millet ya Doğulu olur, ya Batılı olur. İki dinli bir fert ol-madığı gibi, iki medeniyetli bir millet de olamaz. Tanzimatçılar, bu noktayı bilmedikleri için yap-tıkları yenilik hareketinde başarı sağlayamadılar.

Türkçülere gelince, bunlar esasen Bizanslı olan Doğu medeniyetini büsbütün bırakarak Batı medeniyetini tam bir biçimde almak iste-diklerinden, girişimlerinde başarılı olacaklardır. Türkçüler tamamıyla Türk ve Müslüman kalmak şartıyla, batı medeniyetine tam ve kesin bir bi-çimde girmek isteyenlerdir. Fakat, batı medeniye-tine girmeden önce, milli kültürümüzü arayıp bu-larak milli kültürümüzü ortaya çıkarmamış gerekir.

TÜRKÇÜLÜĞÜN ESASLARI - Ziya GÖKALP

Türkçülüğün Özü IV.Milli Kültür ve Medeniyet-2

ABD Başkanı Barack Obama tarafından değişti-rilmek istenen göçmenlik yasası ile ilgili ilk adım bir grup senatörden geldi. Her iki partinin 8 sena-töründen oluşan grubun gündeme aldığı göçmen-lik reformunun ilk aşamasında anlaşma sağlandığı duyuruldu. Yaklaşık 11 milyon kaçak göçmen için Amerikan vatandaşlığı yolunu açacak olan reform yasa ile ilgili Başkan Obama’nın önümüzdeki günlerde detaylı açıklama yapması bekleniyor.

Geçtiğimiz Kasım ayında yapılan genel seçim-lerde Latin Amerikalıların oylarının yüzde 71’ini Obama, yüzde 27’sini Cumhuriyetçi aday Mitt Romney almıştı. Cumhuriyetçilerin alınan düşük oy oranının da göz önünde bulundurarak yasaya destek verdiği ifade edildi. Yasa için “Ben doğru zaman olduğunu düşünüyorum.” diyen Cumhu-riyetçilerin önde gelen Senatörü John McCain, her iki grubun göçmenlik reformunda anlaşma-sının takdir edilecek bir durum olduğunu söyledi.

Yeni yasayla Amerika’da bulunan göçmenlere, vatandaşlık yolu açılması bekleniyor. Amerika’da fen, matematik, teknoloji ve mühendislik ala-nında öğretim görmüş kişilere sürekli oturum ve çalışma hakkı veren Yeşil Kart (green card) im-kanı sunulacak. İşverenlerin, yasal olmayan iş-çileri çalıştırmalarını engelleyecek güvenli bir sistemin kurulması, az yetenekli göçmenlerin ta-rım faaliyetlerinde çalışmalarına izin verilmesi planlanıyor. Şu ana kadar müzakerelerde her-hangi bir sorun yaşamayan her iki parti ara-sında vatandaş olma şartlarının detaylarında bazı anlaşmazsızlıkların çıkabileceği belirtiliyor.

Anlaşmayı olumlu karşılayan Amerikan Si-vil Özgürlükler Birliği (ACLU), yasadışı ola-rak Amerika’da çalışanların işverene karşı daha özgür ve korunaklı hale gelmesinin önemli bir gelişme olduğunu söyledi. Beyaz Saray Söz-cüsü Clark Stevens ise anlaşmadan duy-duğu memnuniyeti yazılı olarak ifade etti.

TÜİK’e göre, Türkiye’nin nüfusu 2012 sonu itibariyle 75 milyon 627 bin 384 kişi oldu.

Türkiye’nin yıl l ık nüfus ar-tış hızı, 2012 yılında binde 12 olur-ken, nüfus bir yılda 903 bin 115 kişi arttı.

Türkiye nüfusu, 2012 yılı sonu itiba-riyle bir önceki yıla oranla binde 12 arta-

rak, 75 milyon 627 bin 384 kişiye yükseldi.Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), ‘’Ad-

rese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi 2012 Nüfus Sayımı Sonuçları’’nı açıkladı.Buna göre, 2011 yılı itibariyle 74 mil-

yon 724 bin 269 olan ülke nüfusu, 903 bin 115 kişilik artışla, 2012 sonunda 75 milyon 627 bin 384 kişiye ulaştı.

Erkek nüfusun oranı yüzde 50,2 (37 milyon 956 bin 168 kişi), kadın nü-fusun oranı ise yüzde 49,8 (37 mil-yon 671 bin 216 kişi) olarak gerçekleşti.

2011 yılında binde 13,5 olan yıllık nü-fus artış hızı 2012 yılında binde 12’ye düştü. İl ve ilçe merkezlerinde ikamet eden-lerin oranı 2011 yılında yüzde 76,8 iken 2012 yılında yüzde 77,3 olarak gerçekleşti

Türkiye’nin nüfusu

Page 5: Genç Bengü Gazetesi 3.Sayı

Türk Dünyasının Sesi 5

5-11 Kasım 2012 tarihleri ara-sında Dünya Genç Türk Yazarlar Birliği tarafından Dağlık Kara-bağ sorununun daha yakından tanınması ve anlatılması amacıyla Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de “Geldik, Gördük, Yazdık” Projesi çerçevesinde Türk Dünyasının çeşitli bölgelerinden gelen 17 gaze-teci, yazar ve genç siyasi aktivistlerle birlikte bu ülkede bulunma fır-satına sahip oldum.

Azerbaycan Gençlik ve Spor Bakanlığı Gençlik Fonu başta olmak üzere Azerbaycan’da faaliyet göstermekte olan birçok sivil toplum kuru¬luşlarınca desteklenen proje konu itibariyle de ilk ol-ması itibariyle de oldukça önemliydi. Proje çerçevesinde Başkent Bakü’de Milletvekili Ganire Paşayeva moderatörlüğünde düzen-lenen Uluslararası Karabağ panelinden sonra Azerbaycan’ın temas hattı (ön cephe) bölgelerine ziyaretlerde bulunduk. Tabi Tovuz, Ağ-dam, Terter Rayonlarında birçok sınır köylerinde Ermeni zulmüne bizzat şahitlik ettik. Doğal olarak bir sorunu anlayabilmek için onun tarihini iyi bilmek gerekir. Bu bağlamda ilk önce Dağlık Karabağ so-rununa kısaca göz atalım.

Dağlık Karabağ Sorunu Ermenistan ile Azerbaycan arasında halen devam etmekte olan Ka¬rabağ sorununun oldukça uzun bir tarihi geçmişi bulunmakta. Bir çö¬züme kavuşturulmayı bek-leyen Karabağ sorunu, katliamlar, yerinden edilmeler gibi ciddi in-san hakları ihlallerine sebep olmuştur. Karabağ, Azerbaycan’daki Kür ve Aras ırmakları ile şu anda Ermenistan sınırları içinde bulunan Gökçe Gölü arasındaki dağlık bölge ve bu bölgeye bağlı ovalardan oluşmaktadır. Bu bölge, Azerbaycan’ın diğer bölgeleri ile Ermenis-tan ve İran sınırında bulunması nedeniyle je¬opolitik öneme sahip-tir. Ancak Karabağ ile Dağlık Karabağ ifadeleri aynı bölge için kulla-nılmamaktadır. 18.000 km2 yüzölçümüne sahip Kara-bağ’ın sadece 4392 km2’lik kısmını Dağlık Karabağ oluştur¬maktadır. Karabağ; Ağdam, Terter, Füzuli, Beylegan, Kubatlı, Cebrail, Ağcabedi, Hoca-vend, Şuşa, Hankendi, Laçın, Kelbecer, Akdere, Berde, Hadrut Ra-yonlarından ve b. bir kaç yaşayış mantagasından oluşmakta. Dağlık Karabağ ise; Hankendi merkez olmak üzere Şuşa, Akdere, Hadrut, Hocavend ve Askeran rayonlarından oluşmaktadır.

Uzun bir tarihe sahip olan “Karabağ Sorunu”, 1980’lerin ikinci yarısında SSCB’nin dağılma sürecine girdiği dönemde Ermenistan’ın Azerbaycan’a ait Karabağ bölgesinin dağlık kıs-mında hak iddia etmesiyle ortaya çıkmıştır. Ermenilerin Dağlık Ka-rabağ üzerindeki hak iddiaları burada nüfusun çoğunluğunu oluştur-dukları kabulünden yola çıkmaktadır. Ermenilerin mevcut durum itibariyle Dağlık Karabağ’da çoğunluğu oluşturdukları bir gerçektir. 1989 sayımına göre Dağlık Karabağ nüfusunun %75’i Ermeniler-den, %25’i Azerbaycan Türk¬lerinden oluşmaktadır. Ancak burada Ermeni sayısının artmasının temel nedeni Rusya’nın Kafkaslarda iz-lediği politikadır. Ayrıca Rusya için Kafkasya politikasında Ermenis-tan ve genel anlamda Ermenilerin vaz¬geçilmez oluşu Ermenilerin Dağlık Karabağ tezini güçlendirmektedir.

Diğer taraftan Azerbaycan, Dağlık Karabağ bölgesinin hukuki ve tarihî olarak kendisine ait olduğunu ileri sürmektedir. Aslında bu bir iddiadan öte uluslararası hukuk tarafından da desteklenen bir du-rumdur. Ancak Azerbaycan bu konuda sadece Türkiye’nin desteğini alırken, Ermeniler Rusya ve İran başta olmak üzere bölge ülkeleri-nin ve bazi Batı devletlerinin siyasi, askeri desteğini sağlamış durum-dadır. Elbette bu destek yeni bir destek değildir. Bu destek 18. yüzyıl-dan itibaren Çarlık Rusya’sının Kafkaslarda izlediği siyasetin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Hukuken Azerbaycan toprağı olan Dağ-lık Karabağ yüzyıllardan beri devam ede gelen istilacı siyasetler ne-deniyle Ermenilerin nüfus açısından çoğunluğu ele geçirmesinden sonra Ermenistan’a bağlanmak istenmekte.

Sorunun Tarihi Boyutu Karabağ coğrafi bakımdan Ana-dolu, İran ve Azerbaycan’a kapı olmasıyla büyük öneme sahip ve bu tarihten beri bilinegelen gerçektir. III. Murat (1574-1595) za-manında Osmanlı Devleti hakimiyetine giren Karabağ 18.y. kadar Safeviler’le Osmanlılar arasında sıkça el değiştirmiş. Sonraki yıl-larda ise İran’a bırakılmış. 18.yy-da ise bölgede Penah Ali Bey tara-fından Karabağ Hanlığı kurulmuş. Karabağ Hanlığı 1826 senesinde Çarlık Rusyası tarafından işgal edilene kadar genel ola¬rak bağım-sızlığını koruyabilmiştir. Çar Rusyası hakimiyetiyle birlikte Karaba-ğın demografik yapısı da değişmeye başlamış ve bu değişim Sov-yet döneminde de devam etmiş. Ermenileri kendi emelleri için adeta maşa gibi kullanan Rusya daima ihtilaf çıkarmış ve Ermenilerin ta-rafında durmuştur.

Azerbaycan topraklarına göz diken Ermeniler hedeflerine ulaşmakta oldukça başarılı olmuşlar. Bu 1918-1920 yılları arasında 114.000 km2 topraklara sahip olan Azerbaycan’ın Sovyetler dev-rinde 86.600 km2 araziye düşmesinden de anlaşılmakta. 30 Ekim 1920 tarihinde Zen¬gezur’un batı kısmı Ermenistan’a dahil edil-miş. Nahçıvan da Azer¬bay¬can’ın esas topraklarından koparıl-mış, özerk bölge ilan edilmiş, ve Ana vatanla karadan sınırı bulun-mamakta. 12 Mart 1922 tarihinden 5 Aralık 1936 tarihine kadar Azerbaycan Kafkas Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyetine dahil edilmiştir… Azerbaycan Kafkas Sovyet Federatif Sosyalist Cumhu-riyetine dahil edildikten sonra kardeşlerimizin topraklarının bir kısmı hukukdışı yön¬temlerle Ermenistan’a dahil edilmiştir.

Hariçten gelen Ermenileri yerleştirilmesi bahanesiyle de SSCB Ba¬kanlar Kurulu 23 Aralık 1947 ve 10 Mart 1948 tarihlerinde çift-çilerin ve diğer Türk ahalinin Ermenistan SSCB-den Azerbaycan SSCB-de Kür-Araz ovasına göçürülmesi için özel kararlar kabul et-miştir. Bu karar¬lardan sonra 1948 ve 1953 yıllarında 100 binden fazla Azerbaycan Türkü zorla kendi baba toprağından, Ermenistan’a bağlı dağlık rayonlardan Muğan ve Mil çöllerine göç ettirilmiştir. Kı-saca tarihi açıdan baktığımızda da Ermeni yayılmacığının ne ka¬dar sistematik olduğunu açıkça görebilmekteyiz. Dağlık Karabağ So-runu ve Ermeni İşgali Bu Gün Ne Durumda?

Dağlık Karabağ, hukuken Azerbaycan sınırları içinde bulunan, an¬cak fiilen Ermenistan tarafından işgal edilmiş olan bir bölge. Bu-rada yaşayan Azerbaycanlıların tamamı ya öldürülerek, ya da göçe

zorlanarak yok edilmiş. Bu insanlık trajedisine 20 yıldır çare bulu-namıyor. Sovyetler Birliğinin dağılma süreci devam ederken Erme-nistan ile Azerbaycan arasında patlak veren Dağlık Karabağ sorunu, 20 yıldır bir çözüme kavuşamamış bulunuyor. Bu yüzden de, evle-rini, köylerini terk etmek zorunda kalmış olan binlerce insan, 20 yıl-dır çok zor koşullar içinde mülteci hayatı yaşıyor. Sınır bölgelerinde yerleşmekte olan köylerde hayat halen ağır ko¬şullarda devam edi-yor. Baba topraklarını bırakmak istemediklerini söy¬leyen köylüler Ermeni keskin nişancılarının hedefine dönmüş durumda.

Ziyaretimiz çerçevesinde Ağdam ve Terter Rayonları köy-lerinde ön temas bölgesinde bulunan köylerde yüksek duvarların örüldüğüne şahitlik ettik. Evlerin çatı ve duvarlarında Ermeni kes-kin nişan¬cıları tarafından atılan güllelerin izleri bariz şekilde gözük-mekteydi. En acı olanı da evlerinin avlusunda, bahçesinde oynayan küçücük çocuklar hedef alın¬makta ve acımasızca katledilmekte. Evet, bu olaylar bu gün hala devam etmekte. Daha geçen sene bir çocuk Ermeni askerlerince ateş edilerek öldürülmüş. Diğer bir so-run ise savaş bölgelerindeki mayınlar. Terterin bir köyünde Geçtiği-miz Kurban bayramında El¬meddin atıyla mayına basarak vefat et-miş. Elmeddin’in annesi iki gözü iki çeşme ağlarken, babası bizlerle sohbet ederken “Artık yeter! Ben evladımı vatana kurban et¬mekten korkmuyorum. Bu vatana feda olsun. Ama bir dikkatsizlik yüzün-den, başka ocaklara ateş düşmesin istiyorum” diyordu.

Dağlık Karabağ Sorunu ve Minsk Grubu Ön cephe hattında yaşayan insanların bir itirazı da Minsk Gru¬bu’naydı. Doğal olarak Minsk Grubu’nun 1992 yılından beri yürüttüğü ve sonuçsuz faaliyet-leri artık insanlarda tepki uyandırmış. Başka bir ifadeyle, insanlar ar-tık Minsk Grubu’nun gerçek yüzünü görmeye baş¬lamışlar. Minsk Grubu’ndan kısaca bahsetmek gerekirse; AGİT Minsk Grubu, Er-menistan ve Azerbaycan devletlerinin Karabağ sorunu için barışçıl bir çözüm bulmalarını teşvik etme amacıyla, 1992 yılın-da Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı tarafından kurulmuştur.

AGİT Minsk Süreci, 24 Mart 1992 tarihin¬de Helsinki’de top¬la¬nan AGİT Konseyi, konsey başkanından Karabağ soru-nunun bir an önce görüşmeler yoluyla sonuçlandırılabilmesi için çözüm yolunu açması tale¬biyle başladı. 6 Aralık 1994 tarihinde Budapeşte’de yapılan toplantıda, Minsk Süreci için eş başkanlık ku-rumlarının oluşturul¬ma¬sına ve bu eş¬başkanların ABD, Fransa ve Rusya olmasına karar verildi. Bu eşbaş¬kan¬lar sorunun tarafları olan Ermenistan ve Azerbaycan başta olmak üzere, tüm ilgili ülke-lerle ve kurumlarla görüşmeler yapmak ve bu görüşmelerin sonuç-larını Minsk Grubu’na bildirmekle yükümlüdürler. ABD, Fransa ve Rusya’dan eşbaşkanlara ek olarak, AGİT Minsk Grubu’nda Beyaz Rusya, Almanya, İtalya, Portekiz, Hollanda, İsveç, Finlandiya, Tür-kiye ve sorunun tarafları olan Ermenistan ile Azerbaycan yer almak-tadırlar. AGİT Minsk Grubu 1994 yılından beri yürüttüğü faaliyetler-den bir sonuç alabilmiş değil. Daha da üzücü olanı bir sonuç alabilme ihtimalinin de ufukta görünmemesi. Minsk Grubu eşbaşkanlarından biri Fransa. Fransa’nın Ermeniler ve Ermenistan konusundaki tu-tumu her kese belli. Ermenistan’a en büyük des¬teklerden biri Fransa’dan gelmekte. Diğer eşbaş¬kanlardan biri ABD. ABD’deki Ermeni lobi¬sinin gücü de herkese belli. Ve her sene 24 Ni¬sanda ABD Başkanının yapacağı açıklamada kul¬lanacağı ifadeler pür dikkat izlenmekte. Dahası aylar ön¬cesinden çeşitli senaryolarla suni gün¬dem yaratıl¬makta ve bu koz olarak kullanılmakta. Üçüncü eş¬başkan ise Rusya. Zaten sorunu oluşturan Rusya değil miydi?

Rusya Kafkas bölgesinde Gürcistan’dan sonra Ermenistan’ı da kayb¬ederse bölgedeki etkisinin bü¬yük ölçüde kırılacağını net bir biçimde gör¬mekte. Dolayısıyla Ermenistan’ı kontrol altında tutabil-mek için çeşitli yardımlarda bulunmakta. Uluslararası platformlarda desteğini sürdür¬mekte. Halen Ermenis¬tan’da askeri üssü bulun-makta. Ve bölgeyi o askeri üs vasıtasıyla gözetim altında tutmakta. Azerbaycan’nın ön cephe bölgelerine yaptığımız ziyaretler esna-sında toplumunda artık sorunun te¬melden çözülmesini, toprakların geri alın¬masını ve rahatça yaşamak, babalarının, dedelerinin me-zarlarını ziyaret edebilmeyi, çocuklarının özgürce oynaya bilmelerini istediklerini belirti¬yorlar. Tabi biz de bu isteklere katılmakla birlikte Dağ¬lık Karabağ ve Er¬meni sorununun tüm dünyaya iyi anlatıl-ması gerektiği yönündeki düşün¬cemizi görüş¬tüğümüz insanlarla paylaştık. “Geldik, Gördük, Yazdık” projesi çerçevesindeki ziyaret-lerimiz da¬hilinde Guba Rayonuna da gitme fırsatına sahip olduk. Guba Rayonunda bulunan toplu mezarlar Ermeni çetelerinin daha 20. yy. başında insanları kadın, erkek, genç yaşlı demeden kuyulara doldurarak öldürdüğünü bu gün tüm dünyaya bütün çıplaklığıyla göstermekte. Toplu me¬zarlığın bu¬lunduğu bölgede geniş soy-kırım kom¬pleksi inşa edilecek. Kompleksin inşa edilme¬sindeki amaç Azerbaycan bölgesinde yapılmış soykırımların dünyaya anlatıl¬ması. Azerbaycan zaman zaman Cumhurbaşkanı başta ol-mak üzere çeşitli seviyelerde Ermeni işgali altın¬daki toprakların geri alınması için her türlü alter¬natife başvuracağını açıklamakta. Elbette bir ülke işgal altındaki topraklarını geri almak için savaşmayı göze alabilmeli.

Meselenin diğer bir tarafı ise haklı olduğumuz konularda birlik ve beraberliğimizi sağlamayı başar-abilmek. Karabağ’ın tüm Türk Dün¬ya¬sının sorunu olduğu gerçeğinden yola çıkarak hep birlikte hareket edil¬mesi, sorunun barışçıl yollardan çözümü açı¬sından oldukça önemli katkı sağlayacaktır. Bu gün Türk Dünyası artık bir olgudur, bir gerçekliktir. Ve bu gerçeklik belki de kendi gücünün farkında değil. İnancımız ve te¬mennimiz bu gerçeğin kendi gü-cünün farkına varması ve tüm dünya önünde kendi sözünü söyle-yebilmesidir.

Karabağ Savaşının sadece Azerbaycan’ın değil, tüm Türk Dünyasının davası olduğunu belirtti. Azerbaycan’a katıldık-ları bir konferans ve gezinin asıl amacının Azerbaycan hal-kının sıkıntılarını, haklı olduk-ları Dağlık Karabağ sorununu ilk önce Azerbaycan dışında yaşayan Türklere ve ardından tüm acı gerçekliği ile dünya gündemine taşımak olduğunu ifade eden Ulutürk; Dünyada hakkın güçlü olanın oldu-ğunu, bunun da Türkler dünya yönetiminden gittiklerinden beri hep böyle devam ettiğini, bunun için Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Cumhuriyetleri tekrar bir araya gelerek dünyada söz sahibi olmaları gerektiğini vurguladı.

Balkan Türkleri ve de özellikle Bulgaristan Türkleri zalimin zul-münün ne olduğunu çok iyi bil-diğini belirten Ulutürk:”Böyle zulümlerin ancak ortaçağda gö-rülmektedir.” Dedi ve organiz-sayona destek veren Belediye Başkanı Aydıner’e, yardımcısı Ahmet Tüfekçi’ye teşekkür etti.

Türkiye Üniversite Mezunları Derneği İçtimai Birliği Başkanı Cengiz Bayramov, bir Azeri Türkü olarak kendilerinin de bütün Türklerin sorun-larını kendi sorunları gibi kabul ettiklerini, aynı

milletin ve ırktın evlatları olarak Karabağ’da yaşayan Türklerin sorununun bütün Dünya Türklerinin sorunu olduğuna degindi. “Azer-baycan Ordusu büyük Türk ordusunun bir parçasıdır” diyen Cengiz, Azerbaycan’ın Ulu-sal Arenada barıştan yana bir millet olduğunu ve dünyaya adalet getirmek için gönderilmiş şanlı ırkın evlatları olduklarının altını çizdi.

Bayrampaşa Belediye Başkanı Atila Aydı-

ner, Başkan Türk dünyasında Azerbaycan’ın yeri bambaşka olduğunu ve Karabağ’ın Azerbaycan’ın vazgeçemeyeceği toprak-lardan birisi olduğunu ifade eden Aydıner,

1988 de başlayıp 1994’te sona eren Karabağ savaşı içinde din-sel ,etnik veya siyasi nedenlerle bir gruba karşı yapılan şiddet ha-reketlerini ve sivil katliamlarını barındıran yakın tarihimizin en kanlı savaşlardan biri olduğunu hatırlattı ve Ak Parti Hükümeti-nin “Ermenistan Azerbaycan top-raklarından çekilmedikçe, Tür-kiye Ermenistan’a karşı olumlu bir adım atamaz” diyerek Erme-nistan ile ilgili tavrını net ola-rak ortaya koyduğunu söyledi.

Azerbaycan’ın İstanbul Konsolosu Emma Heydarova Konferansı düzenleyen-

lere çok teşekkür ederek, Karabağ’ın geri alındığı zamanda böyle bir kalabalıkta tek-rar beraber olmayı arzuladıklarını belirtti.

Ünlü Komutan Ibad Huseynov yaptığı ko-nuşmasında burada olmaktan dolayı çok mutlu olduğunu ifade etti.”Türk olduğum-dan çok gurur duyuyorum” diyerek salonda alkış tufanı koparken, damarlarında dola-şan kanın Türk kanı olduğunu ve Türk bir-liğinin korunması gerektiğini söyledi.

Konuşmaların ardından Azeri Sanatçılar kür-süde kısaca düşüncelerini belirttikten sonra birer şarkı seslendirerek salondakilere hoş bir vakit yaşattılar.. Plaket töreninin ardından toplu ha-tıra fotoğrafı çekilmesiyle program son buldu.

Murat TOYLU“ G E L D İ M , GÖRDÜM, YAZDIM”

İstanbul’da Karabağ Konferansı

Page 6: Genç Bengü Gazetesi 3.Sayı

6 Türk Dünyasının Sesi

TÜRK MİLLETİNİN

TARİFİ

Mesut UĞURLUTürkçülüğün ilk esaslarından biri de şu

“Halka Doğru” prensibidir. Vaktiyle, bu pren-sibi uygulamak üzere, İstanbul’da Halka Doğru adlı bir dergi çıkarıyorduk. Sonraları, İzmir’de de aynı isimde bir dergi yayınlandı.

“Halka doğru gitmek”, ne demektir? Halka doğru gidecek olanlar kimlerdir? Bir mil-letin aydınlarına, fikir adamlarına o mil-letin “Seçkinler” i adı verilir. Seçkinler, yüksek bir eğitim ve öğretim görmüş ol-makla, haltan ayrılmış olanlardır. İşte, halka doğru gitmesi lazım gelenler bunlardır.

Seçkinler, halka doğru niçin gidecekler? Bu soruya bazıları şöyle cevap veriyor: “Seçkin-ler, halka, milli kültür götürmek için” gitmeli-dirler. Halbuki, önceki bölümde görüldü3ğü üzere, yurdumuzda “milli kültür” denilen şey yalnız halkta vardır. Seçkinler henüz milli kül-türden nasiplerini almamışlardır. O halde milli kültürden yoksun bulunan seçkinler, milli kül-türün canlı bir müzesi olan halka, nasıl bir biçimde milli kültür götürebilecekler? Me-seleyi çözebilmek için, önce şu noktalara ce-vap verelim: seçkinler, neye sahiptir? Halkta ne vardır? Seçkinler medeniyete sahiptir. Halkta milli kültür vardır. O halde, seçkinlerin halka doğru gitmesi şu iki amaç için olabilir:

1) Halktan milli kültür ter-bisi almak için, halka doğru gitmek.

2)Halka medeniye t götür-mek için, halka doğru gitmek.

Gerçektende seçkinlerin halka doğru git-mesi iki amaç içindir. Seçkinler, milli kül-türü yalnız halkta bulabilirler, başka bir yerde bulamalar. Demek ki, halka doğru gitmek, milli kültüre doğru gitmek demektir. Çünkü, halk, milli kültürün canlı bir müzesidir.

Seçkinlerin çocukken aldıkları terbiyede milli kültür yoktu. Çünkü içinde okudukları okullar halk okulu değildi, milli okul da de-ğildi. Bu nedenle milletimizin seçkinleri milli kültürden yoksun kalarak yetiştiler, millilik-ten uzaklaşarak yetiştiler. Şimdi, bu eksik-liği tamamlamak istiyorlar. Ne yapmalıdırlar? Bir taraftan halkın içine girmek, halkla bera-ber yaşamak, halkın kullandığı kelimelere, cümlelere dikkat etmek. Söylediği atasözle-rini, gelenekte yaşayan bilgelikleri duymak düşünüşündeki ve duyuşundaki yöntemi be-lirlemek şiirini, müziğini dinleyerek, dansını oyunlarını seyretmek. Hayatına, ahlaki duy-gularına katılabilmek giyinişinde, evinin mi-marisinde, mobilyalarının sadeliğindeki gü-zellikleri tadabilmek. Bundan başka, halkın masallarını, fıkralarını, menkıbelerini, “tandır-name” adı verilen, eski törenden kalma ina-nışları öğrenme. Halk kitaplarını okumak. Korkut Ata’dan başlayarak halk nüktecili-ğini, çocukluğumuzda seyrettiğimiz Kara-gözle orta oyununu aramak, bulmak lazım. Halkın cenkname’ler okunan eski kahvele-rini, Ramazan gecelerini, Cuma arifane’lerini, çocukların her yıl sabırsızlıkla bekledikleri coşkun bayramlarını yeniden diriltmek, can-landırmak gerek, halkın sanat eserlerini top-layarak milli müzeler kurmak gerek. İşte, Türk milletinin seçkinleri, ancak uzun süre halkın bu milli kültür müzeleri ve okulları içinde yaşadıktan sonradır ki millileşmek im-kanına kavuşurlar. Rusların en büyük şairi olan Puşkin, bu biçimde millileştiği içindir ki, gerçekten bir milli şair oldu. Dante, Pet-rark, Jean Jacques Rousseau, Goethe, Schil-ler, D’Annunzio gibi milli şiirler hep, haktan aldıkları güç sayesinde sanat dahileri oldular.

Sosyoloji de bize gösteriyor ki deha as-lında halktadır. Bir sanatkar, ancak halk-taki estetik zevkin göründüğü bir yer olursa, dahi olabilir. Bizde dahi sanatçıların yetiş-memesi, sanatkarlarımızın estetik zevkle-rini halkın canlı müzesinden almamaları, yüzündendir. Bizde şimdiye kadar, halkın gü-zellik duygusuna kim değer verdi? Eski Os-manlı seçkinleri, köylüleri eşek Türk diye aşağılardı. Anadolu şehirlileri de; taşralı de-yimiyle küçümsenirdi. Halka bütün ola-rak verilen isim avam kelimesinden ibaretti.

Havas, yalnız sarayın kullarının oluşturduğu Osmanlı seçkinleriydi. Halka değer vermedik-leri içindir ki, bugün bu eski seçkinler sanatı-nın ne dili, ne ölçüleri ne edebiyatı, ne müziği ne felsefesi, ne ahlak sistemi, ne politikası, ne ekonomisi, özetle hiçbir şeyi kalmadı. Türk milleti, bütün bu şeylere yeniden, her birinin alfabesinden başlamak zorunda kaldı. Bu mil-letin, yakın bir zamana kadar, kendisine özel bir adı bile yoktu. Tanzimatçılar ona: “Sen,

yalnız Osmanlısın. Sakın, başka milletlere ba-karak, sen de milli bir ad isteme! Milli bir ad istediğin anda, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasına neden olursun!” demişlerdi. Za-vallı Türk, “vatanımı kaybederim” korku-suyla “Vallahi Türk değilim, Osmanlılıktan başka hiçbir topluluğa ait değilim” demek zorunda kalmıştı. Boşo’ya karşı bu sözü her gün söyleyen milletvekillerimiz bile vardı.

Fakat bu Osmanlıcılar hiç düşünemiyor-lardı ki, her ne yapsalar, bu yabancı millet-ler, Osmanlı topluluğundan ayrılmağa çalı-şacaklardır. Çünkü, artık yüzlerce milletten oluşmuş yapay toplulukların devamına im-kan kalmamıştır. Bundan sonra, her millet; ayrı bir devlet olacak, homojen içten doğal bir toplum hayatı yaşayacaklardır. Şüphesiz. Avrupa’nın batısında beş yüzyıldan beri baş-layan bu sosyal gelişme hareketi, mutlaka do-ğusunda da başlayacaktı. I. Dünya Savaş’ında Rusya, Avusturya ve Osmanlı İmparatorluk-larının yıkılması da gösterdi ki, bu sosyal kı-yamet pek yakınmış, acaba Türkler, bu sos-yal mahşer meydanına kendilerinin de Türk adlı bir millet olduklarını, Osmanlı İmpara-torluğu içinde kendilerinin de özel bir vatan-ları ve milli hakları bulunduğunu bilmeyerek, anlamayarak çıkmış olsaydılar, şaşkınlıktan ne yapacaklardı? Yoksa “Mademki Osman-lılık yıkıldı, bizim artık hiçbir milli ümidi-miz hiçbir politik emelimiz kalmadı mı?” di-yeceklerdi. Önceki Türkçülüğe ilgisiz kalan bazı insaflı Osmanlıcılar, Wilson Prensipleri ortaya atıldıktan sora, “Türkçülük bize, Os-manlı İmparatorluğu’ndan ayrı, özel ve milli bir hayatımız, sınırları etnografya bilimi ta-rafından çizilmiş milli bir vatanımız, bu va-tanda kendi kendimizi tam bir bağımsızlık ile yönetmekten ibaret olan milli bir hakkımız olduğunu zamanında bir çoğumuzun zih-nine ve ruhuna yerleştirmiş olmasaydı, bu-gün halimiz ne olacaktı?” demeğe başladı-lar. Demek ki, yalnız bir tek kelime, kutsal ve mübarek Türk kelimesidir ki, bu karışıklı-ğın içinde doğru yolu görmemize neden oldu.

Türkçüler, seçkinlere yalnız milletlerinin adını öğretmekte kalmadılar; onlara, mille-tin güzel, dilini de öğrettiler. Fakat, verdik-leri ad gibi, bu öğrettikleri güzel dil de halk-tan alınmıştı. Çünkü, bunlar yalnız halkta kalmıştı. Seçkinler sınıfı ise, şimdiye ka-dar, bir uyurgezer hayatı yaşıyordu. Uyur-gezerler gibi iki kişilikleri vardı. Gerçek ki-şiliği Türk olduğu halde, uyurgezerlik hali içinde kendini Osmanlı sanıyordu. Öz dili Türkçe olduğu halde, uyurgezerler gibi, hasta-lık sonucu olarak, yapay bir dil kullanıyordu. Şiirde de, kendi doğal ölçülerini bırakarak, acemden aldığı taklit ölçülerle şiir okuyordu. Türkçülük, bir ruh doktoru gibi, bu uyurge-zeri, Osmanlı olmayıp Türk olduğuna, di-linin Türkçe ve ölçülerinin halk ölçüleri ol-duğuna inandırdı. Hayır, inandırmak değil, kelimenin tam anlamıyla ona bunu, ilmi veri-lerle kanıtladı. Böylelikle ki, seçkinler, yapay bir uyurgezerlik halinden kurtularak, normal bir biçimde düşünmeğe ve duymağa başladı.

Fakat, bugün itiraf etmeliyiz ki, bu seçkin-ler, halka doğru yalnız bir tek adım ata bil-mişlerdi. Tamamen halka doğru gitmiş olmak için, halkın içinde yaşayarak, ondan milli kül-türü tamamen almaları gerekir. Bunun için yalnız bir çare vardır ki o da Türkçü genç-lerin öğretmenlikte köylere gitmesidir. Yaşlı olanlarda, hiç olmazsa, Anadolu’nun iç şe-hirlerine gitmelidirler. Osmanlı seçkinleri, an-cak tamamen halk kültürünü aldıktan son-radır ki, milli seçkinler haline gireceklerdir.

Halk doğru gitmenin ikinci görevi de, halka medeniyet götürmektir. Çünkü, halkta medeniyet yoktur. Seçkinlerse, medeniye-tin anahtarlarına sahiptir. Fakat halka, de-ğerli bir armağan olarak aşağıda gösterdi-ğimiz üzere, doğu medeniyetini veya onun bir dalı olan Osmanlı medeniye-tini değil, Batı medeniyeti götürmelidirler.

T ü r k ç ü l ü ğ ü n Ö z ü V. H a l k a D o ğ u r uDTGB ÜYE TESKILATLAR- AfganistanCümbüş-; İpek yoluDünya Türkmenleri Eğitim Vakfı- Ahıska TürkleriVatan CemiyetiAhıska Türkleri Gençlik Teşkilatı- AltayKan-Kerede Altay Gençler Birliği- AvrupaAvrupa Türk Federasyonu- AlmanyaAlmanya Genç Türkler Ocağı- AvustralyaAltın Ordu Cemiyeti- AzerbaycanGençlik Teşkilatları Milli Şurası- BalkaryaAnt Gençler TeşkilatıTaulu Gençlik İçtimai Teşkilatı- BaşkurdistanBaşkurt Gençleri İttifakı- Batı Trakyaİskeçe Türk Birliği - Gümülcine Türk Birliği- Bayır BucakBayır Bucak Türkmenleri Derneği- BulgaristanUfuk Vakfı; BULTÜRK / www.bulturk.org- ÇuvsaşistanSuvar Çuvaş Gençleri BirliğiÇuvaş Doğu Sporları Merkezi- Doğu TürkistanDoğu Türkistan Gençlik Birliği- Gagauz TürkleriAnadili Gençler Cemiyeti- HakasyaTun Gençlik Teşkilatı- HollandaTürk Ademisyenleri Birliği, Türk Evi - Karaçayİslam Vakfı- KazakistanBolaşak-Otağ Gençleri CemiyetiDünya Kazak Gençleri Birliği- KırgızistanKırgızistan üye teşkilatı altında “Türk-Ata”. - KırımKırım Tatar Milli Meclis Gençlik TeşkilatıQardaşlık Kırım Tatar Gençleri Birliği- KKTCTürk-Bir- KosovaKosova Türk Demokratik Partisi -- KumukTenklik Gençlik Teşkilatı, (Dağıstan)- MakedonyaMakedonya Türk Demokratik Partisi; UFUK- NogayNogay Gençleri Teşkilatı Birlik- RomanyaMüslüman Tatar Türkleri Domakrat Birliği İs-mail Gaspıralı Gençlik TeşkilatıDemokrat Türk Birliği Atatürk Gen.Teşkilatı- Saha CumhuriyetiÖğrenci Birliği Eder Saas- Sibirya Omsk BölgesiMoldir Sibir-Kazak Kültür MerkeziVahdet Türk Gençleri Teşkilatı- Şor BölgesiŞor Milli Kültür MerkeziTan-Tol Şor Milli Teşkilatı- TataristanAzatlık Tatar Gençleri Birliği- TeleutTele Utmilli Merkezi Ene Bayat- TuvaHostul TeşkilatıAreve Tuva Gençleri Birliği- Tümen BölgesiTatar Gençleri Teşkilatı- Türk-Ata BölgesiTürk-Ta Derneği (Kırgızistan)- TürkiyeTürk Ocakları - http://www.turkocagi.org.tr- TürkmeneliTürkmeneli Vakfı Kültür Merkezi

Türk milletini nasıl tarif etmeliyiz?Cemiyetimiz, bu sorunun cevabının aranmaya başlanmasından günümüze kadar, birbirinden farklı tariflerle karşı karşıya kalmıştır. Bunun se-bepleri çeşitlidir. Bazen, başka milletlerin kendi yapılarına uygun tariflerinin bize uygulanması yoluna gidilmiş; bazen, milleti meydana geti-ren unsurlardan, tarifi yapanların meyillerine ve çıkarlarına uygun olanları alınıp Türk mil-leti sadece onlara bağlanmak istenmiş; bazen de, tamamen ilmi bir mesele olan milliyet si-yasi düşüncelerin ifadesi şekline sokulmaya ça-lışılmıştır. Hareket noktası, sakat, hissi veya maksatlı olan böyle davranışlarla, Türk mille-tinin gerçek ve ilmi tarifi elbette ortaya kona-mazdı. Nitekim konamamış ve gerçeği dile ge-tirmekten uzak, birbirlerine karşı ve ilim dışı tariflerle bir çok nesillerin kafaları karıştırılmıştır.Türk’ün tarifine girişmeden önce, bir gerçeği bilmek gerekir. Bu gerçek, dünya üzerinde bu güne kadar millet kavramının tek ve ortak bir tarifinin yapılamamış olmasıdır. Bunun sebebi, milletlerin, millet oluşuşlarındaki farklardır.Milletleri meydana getiren ırk, dil, vatan, kül-tür, din, ülkü, tarih gibi çeşitli unsurlar vardır. Eğer yeryüzündeki bütün milletler, bu unsurla-rın hepsinin bir araya toplanması ile meydana gelmiş olsalardı, o zaman ortak bir millet ta-rifi yapmak mümkün olurdu ve tabii idi. Fa-kat böyle değildir ve olmamıştır. Milletler, bu unsurlardan birisinin veya bir kaçının birleş-mesi ve kaynaşmasıyla ortaya çıkmışlardır. Çok kere birisinde büyük önem taşıyan bir unsur, bir diğerinin oluşunda hiçbir rol oynamamıştır.Mesela; Türkler, Macarlar ve Almanlar için, ırk önemli bir milliyet unsurudur. Fransızlar ve Amerikalılar içinse değildir. Çünkü Türkler, Ma-carlar ve Almanlar, tek bir ırktan meydana gel-miş milletlerdir. Fransızlar birkaç, Amerikalı-lar birçok ırkın karışması ile ortaya çıkmışlardır.Dil; Türklerle Araplar için önemli bir unsur-dur. Çünkü bütün Türkler gibi bütün Araplar da aynı dili konuşurlar. Fakat üç kantonun da Almanca,Fransızca ve İtalyanca gibi üç ayrı dil ko-nuşulan İsviçreliler için, dil, bir birlik unsuru değildir. Vatan; bütün fertleri devlet sınırları içinde ya-şayan milletler için önemli bir milliyet unsuru-dur. Fakat bağımsız devletlerinin sınırları dışında milletdaşları bulunanlar için aynı şey söylene-mez. Almanya’nın, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Moskofların eline geçen bir kısım toprakla-rında kalmış Almanlar ve ilk anayurdumuz Doğu Türkili toprakları ile diğer illerdeki tutsak Türk-ler bunun misalidir. Bugün Filistin’de devletle-rini kurmuş olan Yahudiler, yakın zamanlara ka-dar dünyanın birçok yerlerine dağılmış bir halde yaşamakta idiler. Eğer vatan, milliyet için mut-lak bir unsur olsaydı, Yahudi milletini inkar et-mek gerekirdi. Halbuki Yahudi milleti tarih bo-yunca vardı. Bugün de İsrail’de, devletini yeniden kurmuş olarak, varlığını devam ettirmektedir.İşte, bütün milletler için ortak bir tarif yapılama-yışının sebebi, bunlardır. Çünkü milleti meydana getiren unsurlardan hepsi bütün milletlerde bu-lunmamaktadır.Bundan dolayı cemiyetler, oluş-larında rol oynayan milliyet unsurlarını içine alan tarifler yapmak zorunda kalmaktadırlar. Fransızların Almanları, Amerikalıların Macar-ları, İsviçrelilerin İngilizleri örnek alarak mil-liyet tarifi yapmaya kalkmaları bundandır.Biz de, milliyet tarifimizi, Türk milletinin ta-rihi oluşuna uygun bir şekilde ve kendi açı-mızdan yapmaya bunun için mecburuz. Başka milletleri örnek alarak, Türk milletini o örneğe uydurmaya çalışanların düştükleri yanlışın se-bebi de, bu gerçeğe sırt çevirmiş olmalarıdır.Biz de, milliyet tarifimizi, Türk milletinin ta-rihi oluşuna uygun bir şekilde ve kendi açı-mızdan yapmaya bunun için mecburuz. Başka milletleri örnek alarak, Türk milletini o örneğe uydurmaya çalışanların düştükleri yanlışın se-bebi de, bu gerçeğe sırt çevirmiş olmalarıdır. Türk milletini tarif ederken yabancıları örnek al-mak ne kadar sakat ise, milletimizi, milliyet unsur-larından bir tekinin etrafında toplamaya çalışmak da o kadar yanlıştır. ‘’Kültür birliği’’ ni esas alma-nın, ‘’gelenekler’’ i savunmanın, aynı vatanda ya-şamayı veya ‘’tabiiyet’’ i yeter bulmanın eksikliği ve aksaklığı bundandır. Bu unsurlardan bazıları Türk milletinin oluşunda rol oynamışlardır. Fa-kat tek başlarına değil, diğer unsurlarla birlikte… Birçok unsurların birleşmesiyle meydana gelmiş bir varlığı bunlardan yalnız birisinin eseri ve neti-cesi imiş gibi göstermek yanlıştır. Böyle bir tarif, suyu, sadece oksijenle tarif etmek kadar sakattır.Madem ki bütün dünya milletlerini içine alabi-len bir tarif yapılamasının imkansızlığı, cemiyet-leri, kendilerine uygun ve kendilerine göre tarif-ler yapmaya mecbur bırakmıştır. Buna göre biz de bu doğru ve umumi yoldan gitmeye ve millet tarifimizi kendi açımızdan yapmaya mecburuz. Bunu yaparken de lüzumsuz zorlamaları, hissi davranışları ve hayali yamamaları da bir tarafa bı-rakmak elbette ki şarttır. Çünkü Türk milletinin tarifini yapmak, bu gerçeği tespit etmekten başka bir şey değildir. Gerçeklerin tespiti ise hayal ve yakıştırmalarla değil, ilim ve müspet düşünce ile olur. Buna göre yapılacak şey, Türk milletinin na-sıl meydana geldiğini tespit etmekten ibarettir.

Devamı gelecek sayıda

Page 7: Genç Bengü Gazetesi 3.Sayı

Türk Dünyasının Sesi 7

Azerbaycan’ın Başkenti Bakü’de, 5 – 11 Kasım 2012 tarihleri arasında Dünya Genç Türk Yazarlar Birliği’nin organizasyonu ile “Geldik, Gördük, Yazdık” projesi çerçevesinde Türkçe konuşan ülkelerin genç yazar ve gazetecilerinin katıldığı etkinlik düzenlendi.

Azerbaycan Gençlik ve Spor Bakanlığına bağlı Gençlik Fondu ile çok sayıda kurum ve kuruluşların destek sağladığı söz konusu etkinlik çerçevesinde, Türk Dünyası yazar ve ga-zeteciler, Karabağ sorununu daha yakından tanımak ve bu so-rununun tüm derinliklerini yerinde incelemek fırsatı buldu.

1998 yılında kurulan Dünya Genç Türk Yazarlar Birli-ğince organize edilen “Geldik, Gördük, Yazdık” projesi kap-samında Azerbaycan’a gelen Türk soylu genç yazar ve ga-zeteciler, bir hafta boyunca ülkenin çeşitli bölgelerine giderek, Karabağ sorununu yakından inceledi, AZerbaycan-Ermenistan arasında halen devam eden gerginliğin asıl sebeplerini araştırdı.

Dünyanın 20’ye yakın ülkesinden gelen çok sayıda ya-zar ve gazeteci, bu etkinlik çerçevesinde ilk olarak, Bakü’deki Atatürk Kültür Merkezi’nde düzenlenen “Karabağ Or-tak Sorunumuz” konulu uluslararsı konferansa katıldı.

Resmi açılışını milletvekili Ganire Paşayeva’nın yap-tığı konferansa T.C. Azerbaycan Büyükelçiliği yetkili-leri ve KKTC Bakü Temsilcisi, TÜSİAB Başkanı ile di-ğer önde gelen yazar, bilimadamı ve devlet adamları katıldı.

Konferans çerçevesinde, Milletvekili Paşayeva, DGTYB Başkanı Akber Qoşalı ve Türkçe konuşan ülkeler-den gelen genç gazeteci ve yazarlar da söz alarak, Kara-bağ sorunu ve işgal altındaki topraklarla ilgili bilgiler verdi.

Türk Dünyasından yazar ve gazeteciler, Azerbaycan-Ermenistan sınırında incelemelerde bulundu

Türk dünyasından yazar ve gazeteciler, ‘’Karabağ, Türk Dünyasının Ortak Sorunu’’ konferansının ardından Azerbaycan-Ermenistan sınırında da incelemelerde bulundu.

Dünya Genç Türk Yazarlar Birliği’nce düzenlenen, Azer-baycan Gençlik ve Spor Bakanlığı Gençlik Fonu, TİKA, TU-SİB, Azerbaycan Atatürk Merkezi, Azerbaycan Uluslararası Avrasya Enstitüsü tarafından desteklenen konferansa Türkiye, Kazakistan, Kırgızistan, Ukrayna, Rusya, Romanya, Ma-kedonya, Bulgaristan, Türkmenistan ve Özbekistan’dan ka-tılan yazar ve gazeteciler, ilk iki gün boyunca Bakü’de ger-çekleştirilen ‘’Karabağ, Türk Dünyasının Ortak Sorunu’’ konferansının ardından, ülkenin Ermenistan ile sınırında bu-lunan Tovuz bölgesindeki sınır yerleşkelerini ziyaret etti.

Azerbaycan Uluslararası Avrasya Enstitüsü Başkanı Millet-vekili Ganira Paşayeva, Dünya Genç Türk Yazarlar Birliği Baş-kanı Ekber Goşalı ile Tovuz Valisi Tofik Zeynalov’un da refakat ettiği incelemeler sırasında, genç yazar ve gazeteciler, ilk ola-rak Tovuz şehir müzesini gezerek, bilgi aldı. Grup, daha sonra Tovuz’daki Şehitler Hiyabanı’na giderek, şehitliğe çiçek bıraktı.

Daha sonra Alibeyli köyünde Ermeniler tara-fından harap edilen evler ile okulu yerinde ince-leyen grup, ardından Ağdam köyünü ziyaret etti.

Paşayeva, yazar ve gazetecilere sı-nır bölgelerindeki durumla ilgili bilgi verdi.

Ekber Goşalı da konferansa katılanların, 2 gün bo-yunca Azerbaycan’ın Ermenistan ile sınır bölgelerinde in-celemelerde bulunacağını kaydederek, sınırda yaşa-yan ve savaştan dolayı evlerini terk etmek zorunda kalan ailelerle bir araya gelerek, sorunları yerinde inceleyeceğini belirtti.

Yazar ve gazeteciler heyeti, daha sonra To-vuz kentinde bulunan Azerbaycan Aşık Sa-natı Devlet Müzesinde de incelemelerde bulundu.

Te r t e r ’ d e b i r K a p a n l ı k ö y üTürk dünyasından gelen genç yazar ve gazeteciler, ay-

rıca Terter’in Kapanlı köyünü de ziyaret ederken, bu ziya-ret çerçevesinde Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki sı-nırın “sıfır noktası”nda ki evlerde incelemelerde bulundu.

Sınırdaki evlerin delik deşik olduğu bu bölgede, ha-len, Ermeni askerler tarafından halka karşı ateş edil-mesi olaylarıyla karşı karşıya kalan Kapanlı köyü yaşa-yan 25 yaşındaki Elmeddin Caferoğlu Guliyev, 2012 yılının Kurban Bayram’ının ilk gününde, kurban kesmeye giderken, atı ile birlikte mayına basıp, hayatını kaybetmiş.

Elmeddin Guliyev’in ailesini ziyaret eden genç ya-zar ve gazeteciler, Elmeddin’in evine giderek, an-nesi, babası ve eşine başsağlığı dileklerinde bulundu.

Q u b a s o y k ı r ı m ıTürk soylu yazar ve gazeteciler, Tovuz, Ağdam ve

Terter’deki bu temas ve incelemelerinin ardından, Erme-niler tarafından 1918 yılında Azerbaycan Türklerine yapı-lan soykırım izlerini taşıyan toplu mezarlığı ziyaret etti.

1918 yılında Ermeni çeteler tarafından katledilen çocuk, kadın ve erkeklere ait cesetlerin bulunduğu 2 kuyu ve ka-nalın tespit edilmesiyle tesadüfen açığa çıkarılan toplu me-zarlıkta, 1918 yılında Ermeni çetelerinin işkence yapılarak kat-ledilen binlerce Azerbaycan Türkünün cesetleri bulunuyor.

Qubalı bir yetkili de, Quba soykı-rımı ile ilgili olayları anlatırken şöyle diyor:

“Ermeniler tarafından Mayıs 1918’de, Quba’da yaşa-yan yerli halka karşı bir katliam yapıldı. Sadece 1 ile 8 Ma-yıs 1918 tarihleri arasında, 16 binden fazla kişi katledilirken, Nuri Paşa komutanlığındaki Kafkas İslam Ordusu’nun 9 Mayıs’ta Quba’ya girmesiyle bu katliamlar durduruldu”.

Günümüzde, ise Azerbaycan hükumeti tarafından Quba soykı-rımının yapıldığı ve binlerce Azerbaycan Türkü’nün cesetlerinin bulunduğu bölgede, “Soykırım Anıtı” dikme çalışmaları sürüyor.

Dünya Genç Türk Yazarlar Birliği’nce düzenlenen, Azer-baycan Gençlik ve Spor Bakanlığı Gençlik Fonu, TİKA, TU-SİB, Azerbaycan Atatürk Merkezi, Azerbaycan Uluslararası Avrasya Enstitüsü tarafından desteklenen “Geldik, Gördük ve Yazdık” projesi çerçevesinde, bir hafta boyunca Azerbaycan’da incelemelerde bulunan Türkiye, Kazakistan, Kırgızistan, Uk-rayna, Rusya, Romanya, Makedonya, Bulgaristan, Türkme-nistan ve Özbekistan’dan katılan yazar ve gazeteciler, bu te-maslarının ardından, söz konusu projenin gerçekleştirilmesinde önemli rol üstlenen Dünya Genç Türk Yazarlar Birliği ve onun başkanı Ekber Qoşalı ve milletvekili Ganira Paşayeva’ya, ay-rıca bu projeye destek veren Azerbaycan Gençlik Bakanlığına bağlı Gençlik Fondu ile tüm kurum ve kuruluşlara teşekkür etti.

”GİTTİK, GÖRDÜK VE YAZDIK”B a h t i y a r A B D U K E R İ M O V . Ö z b e k i s t a n G a z e t e c i

Acaba Osmanlı unsurları arasında diğerlerim temsil edebilecek kadar medeniyetçe kavi bir un-sur var mıdır? Eğer yok ise, Osmanlı’daki farklı unsurlar birleşip bir “yeni millet” meydana geti-rebilirler mi?

Türkler, İslam dininin verdiği büyük kuvvet ve iktidardan istifade ederek kudretli oldukları de-virlerde bazı unsurları Müslümanlaştırmaya ve bu vasıta ile Türkleştirmeye muvaffak olmuşlardı. Lakin son devirde bu önemli faaliyetleri kesintiye uğradı. Hatta son zamanlarda, evvelce Türkleşmiş olan Anadolulu bazı gayrı Müslim unsurlar, asli kavimlerine yöneldiler. Ortodoks kilisesinin kuv-vetli zamanlarında, Rumlar Ortodoks mezhebin-deki kavimleri, kilise vasıtasıyla Rumlaştırmış-lardı. Fakat “milliyet asrı” denilen miladi XIX. yüzyılda, bu Rumlaşmış Hristiyanlar da eskiden bağlı bulundukları kavimlerini arayıp buldular. Ve hatta bazıları milliyeti kuvvetlendirmek uğrunda dinlerinden ayrılmadan bile çekinmediler. Demek oluyor ki Osmanlı memleketlerinde medeniyetçe en kavi olan Türk-Müslüman ve Rum-Ortodoks unsurları diğer unsurları temsile teşebbüs etmişler ve evvelce bir dereceye kadar başarıyı yakalamış-larsa da teşebbüslerim amaçlanan yere ulaştırama-mışlardır. Bu başarısızlığın farklı sebeplerinden birisi, muhafazakarlıkta, temsil siyasetinde menfa-atleri Türklerle müşterek olan Rumların da yaygın harekete kapılıp milliyetçilik fikrine fazla önem vererek Türklerin aleyhine isyan etmeleri ve böy-lece Osmanlı İmparatorluğu’ndaki iki muhafaza-kar kuvvet arasına nifak ve kavga girmiş olması-dır. İtiraf olunmalıdır ki Rumların isyanından beri Osmanlı Devleti’nde ne Müslüman-Türkler ve ne de Ortodoks-Rumlar, bir buçuk asır evvelki iktidar mevkilerine bir daha sahip olamamışlardır. Böy-lece Türk ve Rumların temsil rolünü üzerine alıp onların yerine geçecek kadar kavi olan diğer un-surlar da ortaya çıkmamıştır. Bundan dolayı mi-ladi XIX. yüzyılın ortalarından itibaren “temsil” siyaseti terk edilmiştir. Hatta zannıma göre, söyle-nen asrın ortalarında mükemmel bir gösterişle ilan edilen padişah fermanları, hakimiyet kuvvetine sa-hip Türklerin, artık “temsil” iktidarlarının yok ol-masını resmen tasdik ve itiraf ederek “temsil” ma-kamına karışabilmek istediklerinin açık delili olan vesikalardan başka birşey değildir.

Tanzimat devrinde esas maksat, unsurların uyumu ile Osmanlı saltanatının birlik ve bağım-sızlığını muhafaza etmekti. Lakin tarih gösteriyor ki Tanzimat, bu uzlaşmayı temin edemedi. Os-manlı saltanatı birbirinden ayrılmaya devam etti. Geçmişte uzlaşmanın meydana gelememesi, ba-ğımsızlığı mahkum edebilir. Geçmişte, farklı un-surlara hürriyet ve eşitliğin tamamını veren bir meşrutiyet idaresi mevcut değildi; unsurların bir-biriyle uzlaşmasına hizmet eden eğitim müesse-semiz, iktisadi faaliyetlerimiz mükemmelleşme-mişti, demek mümkündür. Uzlaşmanın mümkün olmadığına tarihimizden getirilecek delil zayıf gö-rülse bile, Osmanlı memleketlerindeki yerleşik olan mevcut unsurları göz önüne getirip bir lahza olsun ciddi düşünecek ve düşündüğümüzü söyle-mekten çekinmeyecek olursak, bundan böyle de “uzlaşma”nın mümkün olmadığını itiraf etmeye mecbur oluruz. Osmanlı tebasından olan unsurla-rın tarihi, ananesi, dini, münasebetleri, çalışma ve hayalleri, tefekkür farzını, geçim şeklini, medeni-yetteki seviyesi o kadar diğerlerinden farklıdır ki bunların “uzlaşma” suretiyle birleşmesini düşün-mek bile gariptir. Kosova ovasında çiftçilik eden bir Hristiyan Sırp ile Vecd çölünde bedevi bir halde yaşayan bir Müslüman Arap’ın ne gibi bir temas noktası olabilir. Bunların ne çeşit bir birliği,

uzlaşmayı istediği düşünülmektedir.Sorarım: Hiçbir Müslüman, unsurların birliği

uğrunda belirli olan dini şahsiyetinden zerre kadar fedakarlıkta bulunabilir mi? Unutulmamalıdır ki İslam dini, sırf bu dine bağlı olanların ahlakını dü-zeltmek, ahiret saadetini temin etmek için ahlaki vasiyetlerin menzilinden ibaret olmayıp, insanların evinde saadetini sağlamak haysiyetiyle dünyadaki ferdi ve toplumsal işlerini de düzenleyen mükem-mel bir dindir: İslam dini tam bir medeniyettir. Keza, Rum ve ya Bulgarların bugün iyi belirmiş milli bir simaları, Hristiyan-Avrupa medeniyetine dahil hususi bir medeniyet şekilleri vardır. Bun-lar, o milli simadan, o medeniyet şeklinden hiç ay-rılmak isterler mi? Pek geniş olan Osmanlı mem-leketlerinde, iki medeniyet, hayat ve cihana göre bir diğerinden pek farklı iki hayat felsefesi çarpı-yor. Bunların uzlaşması mümkün müdür? Müm-kün değilse, hangisi diğerinin üstünlüğüne uygun-luk gösterir?

Tanzimat devrinde “uzlaşma” zannedilen şey, esasen Osmanlı’daki farklı unsurları., Fran-sız medeniyetiyle temsil ettirmektedir. Bu uyuş-manın en maddi tecellisi “Mekteb-i Sultani” deni-len Galatasaray Lisesi’dir. Buraya ve bunun sayısı arttırabilecek emsaline dahil olan gelecek nesiller, Fransız lisanı, Fransız medeniyetiyle yoğrularak unsurların birliğine hizmet eden yeknesak ve düz-gün bir terbiye görecek ve Rumluğunu, Bulgarlı-ğını, Araplığını... v.b. unutarak, “Osmanlı vatanına sadık, fakat Fransız medeniyetine tabi Osmanlı vatandaşları” olmak üzere yetiştirilecekti. La-kin görünen neticeleri ne oldu? Bulgar ihtilalinde Bulgaristan’ın bağımsızlığı için en çok çalışan-lara Bulgar beyliğinin ileri gelenlerinden bazıları-nın Mekteb-i Sultaniye’de terbiye edilmiş olduğu görüldü. Elhasıl, acizane zannıma göre, Osmanlı memleketlerinde artık “temsil’in imkanı olmadığı gibi “uzlaşma”nın da meydana gelmesi mümkün değildir. Bu metinler “Türklük” konusuna has-redilmiş uzun bir makaleden alınmıştır. Rusya Türklerine verilen önemi ve “usta” Gasprinski’ye duyulan şükran hislerini ifade etmesi açısından kayda değer özellikler taşımaktadır.

“Türklük”, daha açık ve bilinen bir tabir ile “Türk Alemi” neresidir? Bu satırları ya-zan, bir zaman halk karşısında Türklükten bahsederken, Türk alemini şöyle tarif etmişti: “Eski dünya yarım küresini göz önüne getiri-niz. Orada üç kıta vardır. Kuzey-batıya tesadüf eden ve yırtık paçavraya benzeyen kısmını ko-parıp atıverin; güney-batıdaki üç köşeli son ve ağır kıtayı da insanların zayıf kollarıyla kazdık-ları kanal çizgisinden büküp koparıverin; sağ tarafın aşağısından sarkan üç dört çıkıntıyı yon-tun... O vakit eski dünyanın asıl gövdesi kalır. İşte bu gövde tamamen Türk yeri, bizim mira-sımızdır.”

Türk yerinde acaba ne kadar Türk yaşıyor? Bu suale kati bir cevap bulmak hayli müşkil-dir. Türklüğün en çalışkan yazarlarından Aga-yef Ahmet Bey Türklerin nüfus sayısını yetmiş seksen milyon tahmin eder. Osmanlı Türkleri tarafından yazılmış coğrafya ve istatistik ki-tap ve levhalarında, Türklerin miktarını göste-rir açık ve kati hiç bir bilgiye rastlanmaz. Şem-seddin Sami Bey’in “Kamusü’l Akim”ında belirttiği 26 milyon, 23 sene ihtiyarlamış ol-duktan başka, yazıldığı zamanda bile gerçek miktarından aşağı idi; zira Sami Bey merhum Rusya Türklerini 10 milyon civarında tahmin ettiği halde, Rusların dışındakilerin miktarını daima eksiltmeğe meyilli olan Rus resmi ista-tistikleri aynı tarihte Rusya Türklerinin mikta-rını 13 milyondan fazla göstermektedir. Türk-lerin en çok bulundukları Rusya’da, nüfus sayıları resmi Rus istatistiklerine nazaran 18,5 milyondur. Osmanlı Türkleri 1012 milyon tah-min olunuyor. Azerbaycan’da 3, Afganistan’da 5, Doğu Türkistan’la Çin’in diğer aksamında 67 milyon Türk vardır. Şu hesaba göre, Asya ve Avrupa’daki Müslüman Türklerin miktarı 45 milyon demektir. Bu aded, Türklerin ha-kiki miktarından aşağı olabilir, fakat asla fazla değildir.

45-50 milyonluk bu büyük kitle, Osmanlı Türkleri, Azeri (Kafkas) Türkleri, Kırım Türk-leri, Kuzey Türkleri ve Doğu Türkleri (Kaza-kistan asıl Türkistan ve Doğu Türkistan) de-nilen beş zümrenin terkibinden meydana gelir. Nüfusları hayli çok, oturdukları arazi geniş ve umumiyetle verimli ve zengin olduğu halde Türkler, eğitim, iktisad ve siyaset cihetlerin-den, Avrupa kavimleri gibi ilerlemediler. Yakın zamanlara kadar, Türk dünyasına hakim olan efkâr, ortaçağa özgü kaldı. İktisadi faaliyet, Av-rupalıların büyük üretim ve büyük ticaret de-recelerine yükselemedi. Fikren, ilmen, iktisa-den ilerleyememek daha doğrusu beşeriyetin her alandaki ilerlemesinden geri kalmak, daima cezayı gerektirir: Türklük siyasi hakimiyetini kaybetti. Birkaç asır evvel, bütün Şark, Türkle-rin hakimiyeti altında iken, miladi XX. yüzyı-lın başında az çok müstakil yalnız bir Osmanlı Türk hakanlığı kalmıştı.

Siyasi hakimiyetin zayıflaması ve ziyanı diğer bazı sebeplerle birlikte XIX. yüzyılın ilk yarısından itibaren, Türklere bir uyarı darbesi olmuştur. Bunun üzerine Türkler yavaş yavaş kımıldanmağa başladılar. Bu hareketi, bugün Türk zümrelerinin hepsinde görürüz. İlk önce Osmanlılar uyanma eseri göstererek harekete geldiler; sonra sırasıyla Kafkas, Kırım ve Ku-zey Türkleri bu harekete iştirak eylediler; en sona kalanlar, Doğu Türkleri oldu. (...)

Türklerde kavmiyet yeteneklerinin husulü bir taraftan “reformasyon” arzusuyla, diğer ta-raftan da Ahmet Bey’in pek doğru gördüğü veçhile Garp efkârının ve daha doğru bir tabir ile Avrupa medeniyetinin tesiri neticesidir: is-kolastikten kurtulmak ihtiyacı Müslüman mek-tep ve medreselerini, Müslüman kitablarını Araplıktan Türkleştirdi, Türkçeleştirdi, millileş-tirdi; hutbelerin, Kur’an’ı Kerim’in Türkçe’ye tercümesini gerektirdi. Aynı zamanda, “milliyet asrı” denilen XIX. yüzyılın, Batı’dan Doğu’ya yürüyen fikri hücumları da doğu kavimlerini ve buna bağlı olarak Türkleri az sarsmadı; on-lar da milliyetlerini temsil etmek üzere bulu-nan kuvvetlerin baskısından kurtarmak, hatta günün birinde Avrupa milletlerinin yaptığı gibi parçalarını toplayıp birleştirmek mukaddes ve ulvi emelinin kalplerinde çırpındığını duymağa başladılar. Devamı gelecek sayıda

Türklerin İktisadi Uyanışı

Yusuf Akçura

Osmanlıcılığın Çöküşü - Yusuf Akçura

Page 8: Genç Bengü Gazetesi 3.Sayı

8 Türk Dünyasının Sesi

Güney Azerbaycan’da Bitmeyen Zulüm!Türkiye, Türkistanlı, Azer-

baycanlı liderlere, münev-verlere, muhâcirlere sa-h i p ç ı k m a m a k t a d ı r .

Güney Azerbaycanlı lider Dr. Mahmudali Çehreganlı’nın oğlu Alparslan Çehreganlı, sayıları 40 milyonu bulduğunu söyle-diği İran’daki Türklerin en temel haklardan mahrum olduğunu be-lirterek, Türkiye’nin kendilerini yalnız bırakmaması gerektiğini kaydetti. 1996′daki seçimlerde Tebriz’den milletvekili seçilen babası Mahmudali Çehreganlı’nın İran Milli Meclisi’ne kabul edilmek yerine hapse atıldığına dikkat çeken Al-parslan Çehreganlı, uluslararası camianın girişimleri so-nucu yurt dışına çıkmayı başaran babasının, yıllardır Türkiye’ye ve Azerbaycan’a girişinin engellenmesinin kendilerini yaraladığını ifade etti. Oğul Çehreganlı, zalim Esed rejimine sınırsız destek veren İran’ı; 1990′lı yılların başındaki Sovyetler’in akibetinin beklediğini söyledi.

İran’daki Türklerin tarihinden başlayalım…Güney Azerbaycan, Türkmensahra, Kaşgaylar vd…- Azerbaycan yurdumuz, buluntulara dayanarak yazılı

tarihten önce de Hazar kıyısında konuşlanmış, Hazar ve başka Türk gurupların doğma yurdu olmuştur. Bunun yanı sıra, yakın tarihte İran Gazneli ve Selçuklu’dan Ka-çar Türk Hanedanlığı’na dek yaklaşık bin yıl (961-1924) babalarımız tarafından yönetilmiştir. Bugün 78 milyon-luk İran nüfusunun en az 40 milyonu çeşitli Türk guruplar tarafından teşkil edilmektedir: 34 milyon civarında Gü-ney Azerbaycan Türkleri, 2,5 milyon Türkmensahra’da yaşayan Türkmen soydaşlar, 2.5 milyon Kaşgay Türk-leri ve 1,5 milyona yakın Horasan Avşar Türkleri…

Şunu iyi bilmemiz gerekmektedir ki Güney Azerbay-can bölgesine tarih boyu hiçbir millet göç ettirilmemiş ve aynı zamanda hiçbir zaman soykırım yaşanmamış-tır. (Ermeniler’in yirminci yüzyılın başlarında Güney Azerbaycan’ın Türkiye’ye yakın sınır bölgelerinde yap-tıkları soykırım hariç. Osmanlı ordusu Kazım Karabe-kir komutasında Güney Azerbaycan’a girerek bu me-zalime ve soykırıma son koydu, ama sonuç itibariyle 25 binden fazla soydaşımız Ermeniler tarafından hun-harca katledildi). Yani orada yaşayan Türk nüfusu o bölgenin yerlisidir ve doğal olarak soydaşları Selçuklu ile birlikte Türkistan’dan bu bölgelere de gelmişler-dir. Tarih boyu Güney Azerbaycan’da hiçbir dil asi-milasyon yoluyla mahv edilmemiş ve aynı zamanda hiçbir dil devlet tarafından yerli insanlara tahmil ve bas-kıyla öğretilmemiştir. Türkmensahra bölgesi Türkme-nistan sınırında ve Horasan Türklerine yakın mesafe-deler. Kaşgay Türk soydaşlarımız ise günümüzde Fars (Basra) Körfezi olarak adlanan tarihte Türkçe adıyla Kenger Körfezine yakın bölgede konuşlanmaktadırlar.

Urmiye Gölü meselesi ve karikatür krizi özelinde İran iç siyasetinde Türkler’in bugünkü vaziyeti ne-dir? Millî ve dinî ne gibi sorunlarla karşılaşılıyor?

- 1924 yılında Kaçar Türk Hanedanlığı’nın ortak İngi-liz ve Fars eliyle çökertilmesi ve yerine Fars Rıza Şah’ın getirilmesi Türkler açısından tam anlamıyla hala 88 yıl-dır süren bir felaket olmuştur. Çoğunluk iken azınlıkla-rın sahip olduğu haklardan bile mahrum bırakılmak ne kadar talihsizdir. İran adlanan ülkede Türkler en temel insani haklarından mahrumdurlar. Nüfusları 80 bini aş-mayan Ermeniler İran’ın en saygın üniversitelerinde, o cümleden Tahran üniversitesinde doktora düzeyinde Er-menice eğitim alabiliyorken bugün Güney Azerbay-can ve İran genelinde bir tane bile Türkçe eğitim verme izni olan ana sınıfı bile yoktur ve oluşu yasaktır. Tarihe bir kısa göz atıldığında milletimizin hak ve hukukunun ne kadar adaletsizce çiğnendiği apaçık gözükmektedir.

KARİKATÜR KRİZİNDE TÜRKİYE MEDYASI BİZİ YALNIZ BIRAKTI

Mayıs 2006′da, resmi “İran” adlanan gazetede Türk-leri alenen hedef alan çirkin bir karikatür, 22 Mayıs günü İran genelinde 16 değişik şehirde 4 milyondan fazla soydaşımızın barışçıl ve kitlesel itirazlarına sebep oldu. Bu süreçte maalesef Türkiye medyası kardeşlerine hak ve hukuk mücadelelerinde yardımcı olmak yerine “Amerika, Azeri kartını oynadı ve Azeri uşaklarını kış-kırttı”, gibi aşağılayıcı ve tahkir edici haberler yayılarak masum irademize darbe vuruldu. Güney Azerbaycan’da soydaşlarımızın verdiği hukuk ve demokrasi mücade-lesi aynı zamanda Türk-İslam coğrafyasını kapsayan büyük Türk milletinin davası ve mücadelesidir, insanlı-ğın davası ve mücadelesidir. Maalesef İran’da Merkezi Tahran Fars-Molla rejiminin yönetimi altında İran’da

yaşayanların seçme ve seçilme hakkı bulunma-makta ve demokrasiden somut bir iz gözükme-mektedir. Diliyoruz ki Türkiye İran rejimi ile ilişkilerini bu kapsamda gözden geçirsin ve strate-jilerini ona göre belirlesin.

İ r a n ’ ı n T ü r k Dünyası’na karşı yürüt-tüğü dış siyasetin muh-tevası nedir? Babanızın Ankara’dan geri gön-

derilmesi İran’ın dahil olduğu bir olay mıdır?- Nerede Türk Devleti çıkarlarına aykırı ve karşı bir

yapı, duruş, güç, organizasyon veya bir devlet var ise İran da oradadır. Örneğin: Güney Kıbrıs, Yunanistan ve Ermenistan geçen 33 yıl içerisinde (İran İslam rejiminin kuruluş tarihinden beri) İran rejiminin en stratejik müt-tefikleri olmuşlardır. Yıllar boyu Türkiye’mizin kanayan yarası terörün kaynağı olan PKK’yı madden ve manen destekleyen İran ve stratejik ortağı Esed rejiminden baş-kası olmamıştır. Son kaç yıldır ki İran perde önünde Tür-kiye ile kardeş geçinme çabası içerisindedir. Bunun ne-deni kendi çıkarları ve Türkiye’den sağladığı dışa açılım kapısıdır. Esasen bence babamın Türkiye’mize giriş ya-sağı mevzusunda İran rejimi birinci rolü oynamaktadır.

- Dünya Müslümanları tarafından yalnızlaştırılması, ha-yat pahalılığı, kavimlere uygulanan zulümat, seçimlerde yolsuzluk, vs… Yakın gelecekte İran’ı neler bekliyor?

- Maalesef bizim istemediğimize rağmen İran’ın şim-diki durumu Sovyetlerin 1990′lı yılların başındaki duru-munun tercümanıdır ve çok yakında yeni devletlerin ya-ranmasına gebedir. Bu durumda ve bu süreçte Türk ve İslam dünyasının orta direği olan gardaşımız ve ağabeyi-miz Türkiye’mizden kendi gardaşlarına kardeşlik vazife-sini yerine getirerek borcunu ödemesini temenni etmek-teyiz. ‘Babama yapılanları Türkiye için sineye çektik’ Mahmudali Çehreganlı’nın Türkiye’de yasaklı olması sebebiyle Milliyetçi Hareket Partisi’nin 4 Kasım’daki kurultayına, oğlu Alparslan Çehreganlı katıldı.

- 4 Kasım 2012′de gerçekleştirilen MHP Kurultayı’na Türkiye dışından davet edilen liderler arasında en fazla merak konusu olan Doğu Türkistanlı Rabia Kadir ve Güney Azerbaycanlı lider Dr. Mahmudali Çehreganlı idi. Resmî ağızlardan gelen müspet ifa-delere rağmen her iki lider de anlamsız bir şekilde Türkiye’de yasaklı. Babanız Mahmudali Bey ve sizin kurultay öncesi ve sonrasına daîr yaşadıklarınız nelerdir?

- Maalesef babam Dr. Mahmudali Çehreganlı, 2006 yılında İran rejiminin baskıları sonucu önce Türkiye’den ve ardından Kuzey Azerbaycan’dan sınır dışı edildi ve her iki kardeş yurda girişi yasaklandı. Bu yasak 7 yıl-dır sürmektedir ve maalesef resmi ağızlardan uygu-lanan bu politika ile ilgili net bir neden ve ya neden-ler sıralanmamakta ve olay gizlenmeye çalışılmaktadır.

Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) kongresine da-vet edilmesi üzere 7 yıl sonra yurda dönme düşüncesi içerisinde olan babamın Türkiye’mize gelmekte hukuka ve kanunlara dayalı hakları vardır. 2006 yılında yaşa-nan sınır dışı vakası bu yasağı uygulayan kesim tara-fından gizlenilmek isteniyordu ve biz de Türkiye’mizin milli çıkarlarını göz önünde tutarak gerçekleri 7 yıl gibi uzun bir süre sinemize çektik ve içimizde tuttuk. An-cak 7 yıl sonra şahit olduk ki aynı muamele ve gizle-yici tavır hala sürmektedir. Türkiye’mizin milli çıkar-ları söz konusu olduğunda boynumuz kıldan incedir ama aynı zamanda Türk devletinin 35 milyonluk Gü-ney Azerbaycan Türklüğüne karşı taşıdığı sorumluluk-ları vardır. İran’da 78 milyonluk nüfusun neredeyse yarısı Türklerden oluşmaktadır. Türkler, İran’da ço-ğunluk olmalarına rağmen bugün azınlıkların sahip ol-duğu haklardan bile mahrumdurlar. Bunların sorumlusu İran’ı hukuk dışı ve insan haklarına aykırı yöntem-lerle yönetmeye çalışan merkezi Tahran Fars rejimidir.

Biz her zaman hak ve hukuktan yanayız ve ıs-rarcı tavrımız bu sebebledir. Türkiye bizim aynı ta-rih, aynı soy, aynı dil ve aynı dini paylaştığımız öz be öz kardeşimiz, aynı zamanda da Birleşmiş Milletler’in (BM) etkin ve sözü geçen üyelerinden birisidir. Bu sebeple Güney Azerbaycan Türklüğü, kardeşi Tür-kiye Cumhuriyeti Devleti’nden bu çetin demokra-tik mücadele kapsamında yardım beklemekte ve des-tek görmeyi gönülden talep etmektedir. İnanıyoruz ki sınır dışı meselesi ve buna benzer yanlış anlaşılma-lar ileriki süreçte yaşanmayacak ve diyalog yoluyla iki kardeşin arasında olan sorunlar çözüme kavuşacak.

Kımızın Tarihçesi :Kımız, Türklerin ulusal içkisidir. Kısrak sütünden ya-

pılır. Kımız besin olarak da, içecek olarak da Türk‘e ata-dan kalmış bir ilaçtır. Bir ilaçtır; çünkü bir çok derde iyi gel-mektedir. Kazak kimyacısı Aydar Akınoğlu’nun deyişiyle kımızın yararlarını ve niteliklerini “birkaç makale yada ki-tapta anlatmak kolay değildir”. Kımızın kullanımı hak-kındaki bilgiler çok eskilere, Hun Türklerine değin daya-nır. Tarihi kayıtlara göre Asya Büyük Hun Devleti çağında Türkler kımız içerlerdi. Yine tarih kayıtları, Avrupa Hun-ları ile Gök Türklerin de kımız ürettiklerini belirtmektedir.

Eski Yunanlı tarihçi Herodot, İskitlerin kısrak sü-tünden çok lezzetli bir içki yaptığını belirtir. Rus tarihçi-leri de, Rusların Kıpçak Türklerine gönderdikleri elçi-lerin resmi içki olan Kımız ile ağırlandıklarını yazarlar.

Kımız günümüzde Anadolu Türklerince pek kullanıl-mamaktadır ama Orta Asya’da yaşayan Türkler arasında yapımı ve kullanımı bugün de yaygındır. Moğollar tarafın-dan da benimsenmiştir. Kımız Doğu Türklerince öyle se-vilmektedir ki “Kımızı kim içmez” sözü Kazak Türkleri arasında en yaygın terimlerden biridir. Kazak Türklerinde kımız, avıl (köy, oba) tarafından ortaklaşa yapılır, ortaklaşa kullanılır. Kımız için kimse kimseden para almaz. Kımız yaz aylarında bolca bulunur, kış aylarında ise pek bulunmaz.

Kımız Nasıl Yapılır? :Kımız kısrak sütünden, kendine özgü bir maya ile ekşi-

tilir. Ekşitme sonucunda kısrak sütü az-çok köpüklü, may-hoş lezzetli, güzel kokulu, keyif verici bir içki biçimini alır. İki tür kımız vardır: Ak Kımız ve Kara Kımız. Ak kımız mandalina , portakal gibi yemişlerden daha az alkol içerir. Ak kımız bir kaç ay kadar bekletildiğinde alkol oranı artar ve kara kımız denilen alkollü ve lezzetli bir içki durumunu alır.

Kımızın mayasını yapmak çok karışık ve güç bir iş-tir. Kımızın özelliği, mayasından ileri gelir. Bozkır halkı olan Kırgız Türkleri ile Başkurt Türkleri, en iyi maya ola-rak eski kımızı kullanır. Güzün mayalı kımız, ağzı iyice ka-patılmış bir şişe içinde saklanır. Yazın kımız çalma zamanı gelince, bu mayaya aynı oranda taze kısrak sütü katılır ve ılık bir yerde 24 saat bekletilir. İkinci gün buna iki misli daha taze süt katılır. Normal olarak bundan üç veya dört gün sonra bakteriler üremeğe başlar. Sanatoryumlarda ise, maya için kışa bırakılan kımız, kışın birkaç kez inek sütü ile ekşitilir. Buna, katık adı verilir. Yaz gelince bu maya bir yada iki katı kısrak sütü ile karıştırılarak çalkalanır ve 22-25 derecede ılık bir yere bırakılır. Dört beş gün sonra, yani gaz haline gelinceye değin bekletilir ve alınarak kullanılır.

Kımızın İçinde Neler Var? :Standart kımızın ekşilik derecesi 60 ile 80 derece arasın-

dadır; orta kımız 80-100 derece, güçlü kımız ise 100-120 de-rece ekşiliktedir. Bir litre kımız da 22 gram belok, 17 gram yağ, 39,6 gram süt şekeri, 20 gram da alkol vardır. Bunla-rın vereceği kalori 530′dur. Kımızın içinde çeşitli mineraller de vardır. Özellikle kalsiyum ve fosfor yüksek orandadır. Kımızdaki vitaminleri sayarsak A, B, ve C vitaminlerinin bol olduğunu görürüz. Kımızdaki alkol oranı yüzde 1,2′dir ki bu bir çok meyvedeki alkol oranından daha düşüktür. Ayrıca, kımızın albümin değeri yumurtanınkinden çoktur.

Kımızın Yararları :Kımızın yararlı ve şifalı bir içecek olduğu çok eski zaman-

lardan beri bilinmektedir. Bir Rus yazarı olan S.T. Aksakov, Orınburg yöresinin göçebe halkları üzerine şu bilgileri verir:

… Her yıl, kışın korkunç soğuğunda, boralarında eziyet çekerek yaşayan kişileri görerek umutsuzlanmamak müm-kün değil. Ancak, iki üç ay sonra aynı insanları yeniden gö-rürseniz, yüzleri al al kana dolmuş, şişmanlamış olarak bulur-sunuz. Onları tanıyamazsınız. Çünkü bu sıralarda onlar bol bol kımız içerler. Beşikteki çocuktan doksanındaki kocaya değin herkesin sevdiği içecek olan kımızla yeniden buluş-muşlardır. Bunu gözünle gördüğünde, kımızın bulunmaz bir besin ve çok etkili bir ilaç olmasına hayran kalırsın…

Kımızın yararları üzerine olan sözleri yalnızca Türk boy-larından ve Türkler arasında bulunmuş yazar ve gezginler-den değil, bilginlerden, doktorlardan, kimyacılardan da duy-mak mümkündür. Hatta, 1858′de Rusya’da N. V. Postnıkov adlı bir kimyacının girişimi ile Samarra kentinde kımız kul-lanarak hastaları iyileştiren bir hastane açılmıştır. İngiltere ve Kaliforniya’da da kımızla tedavi yapan kurumlar vardır.

Kımız yalnızca verem için değil, mide hastalıkları, kansızlık ve başka hastalıklar için de yararlıdır. Halsiz-liği giderir, güç verir. Hastalıktan ötürü güçten düşen-lere de iyi gelir. Kımızı ilaç olarak kullananların her gün 0,5 – 2 litre içmeleri önerilir. Kımızı yemek aralarında iç-mek daha doğru olur. Yada yemekten 1,5 – 2 saat önce içmeyi âdet edinmek uygundur. Her içildiğinde, vücu-dun gereksinmesine göre bir iki bardak, kimi kez de üç bardak içilmesi iyi olur. Araştırmalar, hastanın bir iki bar-dak kımız içtikten sonra iştahının açıldığını göstermiştir.

Devamı Gelecek Sayıda

Dr.Nedim BİRİNCİİlk Türk

İçkisi -KIMIZ

Bilgilendirme

Kurtların kışın aç kaldıklarında uygu-ladıkları bir avlanma taktikleri vardır.

Bu taktiğe göre kurt sürüsü iki kümeye ayrı-lır. Birinci küme fedai kümesidir; ikinci küme ise pusu kümesi. Fedai kümesi köppeklerin bulun-duğu yerleşim yerine girer ve köppeklere saldırır. Biraz mücadele verdikten sonra fedai kümesi, ye-nilmiş gibi davranıp köppeklerden kaçmağa baş-lar; tabiki köppekler de kurtların ardından onları kovalamağa başlarlar. Ama köppekleri bir sürp-riz beklemektedir. Çünkü asıl ve kalabalık top-luluk olan pusu kümesi, onları yerleşim yerinin dışında beklemektedir. Pusu kümesi hilal biçi-minde dizilmiş ve iyice gizlenmiştir. Fedai kurt-lar, köppekleri kurnazca bu hilalin ortasına çe-kerler. Köppekler hilalin içine tümüyle girince, pusu kümesi, hilali uçlarından kapatır ve köppek-ler bir çember içine alınmış olur. Artık köppek-lerin kurtuluş umudu yoktur; zafer kurtlarındır ve karınlarını doyurmak için avlarını parçalarlar.

Eski Türkler, kurtlarda gördükleri bu oyunu bir savaş manevrası durumuna getirmişler ve yaptıkları birçok savaşta kullanagelmişlerdir. Bu savaş manevrasına ‘’Kurt Oyunu’’, ‘’Hi-lal Taktiği’’, ‘’Turan Taktiği’’ gibi adlar verilir.

Tarihi kayıtlar incelendiğinde, Roma impa-ratoru Sezar’ın, sahte geri çekilme ve pusuya dayalı Kurt Oyunu’nu Asya’lı göçebe savaş-çılardan öğrenip uygulamağa çalıştığı anlaşılmak-tadır. Fakat Roma ordusunun, Türk ordusu gibi süvariliğe dayanmayıp piyade ağırlıklı olma-sından ve Roma ordusunda okçuluğa verilen önemin az olmasından ötürü, Roma ordusu Kurt Oyunu’nu uygulamakta yetersiz kalmış-tır. Çünkü Kurt Oyunu hızlı bir manevra yete-neği ve yüksek okçuluk kabiliyeti gerektirir ki bu da o zamanlar ancak atlı birliklerle sağlanabilirdi.

Türkler, zamanımıza kadar birçok savaşta (me-sela Mohaç Meydan Savaşı, Malazgirt Meydan Savaşı, Kurtuluş Savaşı’ndaki birçok çarpışma; Hun, Kök-Türk, Avar ordularının yaptıkları savaş-lar...vb) bu taktiği maharetle uygulamışlardır. Za-ten Türkler, yaptıkları savaşların hemen hemen tü-münde düşmandan sayıca az bulunmuşlardır. İşte sayıca az Türk ordusunun kalabalık düşman ordu-larını alt etmesinin arkasında yatan sırlardan biri kurtlardan alıp uyguladıkları bu savaş taktiğidir.

Dr.AyhanBOYACIOĞLU

KURT OYUNU -TURAN TAKTİĞİ

Tarihi Bilgi

Timbuktu’daki Son Türbeler De YıkılıyorMali’nin kuzeyindeki Timbuktu şehrinde kalan

son türbelerin de bölgedeki silahlı isyancı gruplar tarafından yıkılmaya başladığı bildiriliyor.

Timbuktu’da yaşayan görgü tanıklarından alınan bilgilere göre, isyancı grupların bu sabah şehirdeki son türbeleri de yıkmaya başladı. Timbuktu’daki görgü tanığı, “Burada bulunan isyancı radikal gru-plar türbeleri yoğun bir şekilde tahribata başlandı. Bu sabah itibariyle başlayan zarar verme süreci de-vam ediyor maalesef. Çok üzgünüz.” dedi.

Daha önce de Mali’ye uluslararası müdahale kararı alındığında, bölgedeki radikal gruplar türbel-ere zarar vermişti. BM Güvenlik Konseyi, Mali’de yaşanan iç karışıklıkları gidermek ve istikrarı temin etmek için ülkeye asker gönderme kararı almıştı.

Kuzey Afrika topraklarına İslâm’ın giriş kapısı olarak bilinen Timbuktu şehri, dünya çapında tanınan İslam eserine ev sahipliği yapıyor. Ayrıca Osmanlı zamanında, Osmanlı’nın Batı Afrika elçisi de bu şehirde bulunuyordu. Yeni bir yıla gir-erken Gençbengu’nun 2.sayısını çıkarabilmemizin onurunu yaşıyoruz.

Dünyayı değiştirmek isterseniz kalbinize inanın,

arkadaşlarınıza ve kendinize güvenin, idealinize DTGB’ye sımsıkı sarılın..

Sahip olduklarımızla yaşamayı öğrenmekte bir süreç, bir katılım, yani yaşamamızın yoğrulmasıdır. Gelecek yıllar ise varlığımızı zenginleştirecek. İnsan, armağanını kalbi ile birlikte vermezse ne değeri vardır. Nerede hayat varsa, orada umut da vardır. Yeni yıl; Öncelikle Azerbaycan’a ve Türk Dünyası için umutlu, bereketli, 2012’de yaşanan tüm olumsuzlukların tersinin yaşanacağı bir ıyl olmasını dileriz...

Yeni yılın en güzel müjdeler, en güzel sürprizlerle kapınızı çalması ve yeni yılı tüm DTGB’lilere ümit saçan gülücüklerle karşılamanız dileğiyle...

GAP Bölge Kalkınma İdaresi (BKİ) Başkanı Sadrettin Karahocagil, yaptığı açıklamada, yaklaşık 60 yıl önce Su-riye sınırına ‘’güvenlik’’ gerekçesiyle yerleştirilen mayınla-rın temizlenmesi görevinin Milli Savunma Bakanlığı’nca yürütüldüğünü hatırlattı. Samanyoluhaber’in haberine göre; temizleme çalışmalarının kısımlar halinde devam ettiğini ifade eden Karahocagil, Suriye’deki iç karışıklık nede-niyle bu sürecin zaman zaman sekteye uğradığını söyledi.

“MAYINLI BÖLGEDE PETROL VE DOĞALGAZ VAR” Söz konusu yürütülen ‘’Alt Bölge Hazırlama’’ çalışmala-

rından umutlu olduğuna dikkati çeken Karahocagil, şöyle devam etti: ‘’Bu alanlarda enerji için kullanılacak sahalar var, ciddi doğal ve kültürel miraslar var. Hem petrol hem-doğal gaz üretimi yapılabilecek yerler var. Hemen hemen mayınlı arazilerdeki tüm bulgular dikkate alınarak bu ara-zilerin işletilmesine dair bir yöntem hazırlanıyor. İnşallah kısa zaman içinde bu konuyu kamuoyuna duyuracağız.’’

“MAYINLI ARAZİLERİN POTANSİYELİ ÇOK GÜÇLÜ” Harran Üniversitesi (HRÜ) Ziraat Fakültesi Dekanı ve Alt Bölge Hazırlama Sorumlusu Prof. Dr. Mehmet Ali Çullu da Suriye ile Türkiye arasındaki mayınlı arazilerde ciddi top-rak potansiyelinin bulunduğunu belirtti. Söz konusu arazinin 1950’li yıllarda ‘’güvenlik’’ amacıyla mayınlandığını ve ara-dan geçen sürede kullanılmadığını anlatan Prof. Dr. Çullu, ‘’Yaklaşık 300-400 metre eninde, 700 kilometre uzunluğunda bir alan var. İçerisinde tarım potansiyeli çok yüksek olan alan-lar, arkeolojik ve endemik bitki türlerinin yetişebileceği alanla-rın yanı sıra ekonomik değeri çok yüksek bölgeler var’’ dedi.

MAYINLI ALAN TARANDI, SA-N A L O R T A M A A K T A R I L D I

Prof. Dr. Çullu, alandaki çalışmalarını tamamladıklarını bildirerek, şunları kaydetti: ‘’Tüm alanı gezdik, Suriye’deki olaylar çıkmadan önce tüm sınır boyunca Genelkurmay’ın izniyle tüm araziyi gezerek incelemelerimizi yaptık. Ar-keolojik ve diğer tüm değerleri coğrafi bilgi sistemini ve uzaktan algılama teknolojilerini kullanarak sanal ortama aktardık. Şu anda bunların inceliyoruz. Çok güzel sonuç-lar çıktı. Önümüzdeki ay sonunda projeyi sonuçlandırıyo-ruz. Tarımsal, arkeolojik değerler ortaya konuldu. Bir takım endemik bitkiler açığa çıktı.’’ Tespit edilen alanların ken-dine özgü özelliğine göre işletmesine yönelik Kalkınma Bakanlığı’na da çeşitli işletme modelleri sunduklarını anlatan Prof. Dr. Çullu, söz konusu alanlarda izlenecek politikaların ise daha sonra devlet tarafından belirleneceğini sözlerine ekledi.

Türkiye-Suriye sınırında servet

Page 9: Genç Bengü Gazetesi 3.Sayı

Türk Dünyasının Sesi 9

Bilge KAĞAN - Bengu Taşının Türkçe Çevirisi3. yüz. (Güney yüzü)1- ... Çin atlı ordusunun onyedibin erini ilk

gün öldürdüm. Yayan ordusunu ikinci gün hep öldürdüm. Bi... gelip vard... .

2- ..... yol ordu saldım. Otuzsekiz yaşımda kı-şın Kıtayn üstüne ordu saldım. ..... . Otuzdokuz yaşımda yazın Tatabı üstüne ordu saldım.

3- ...ben öldürdüm. Oğlunu, karısını, at sürü-sünü, varlığını ...ar ko.... .

4- bodun(unu), (kağanını, oğlunu) karısını yok ettim. 5- yor.... .

6- savaştım. ..... . ..... . üçin [(için), (üçünü)]

7- verdim. Alp erini öldürüp balbal kılı verdim. Elli yaşımda (iken) Tatabı

bodunu Kıtayndan ayrıl... . ...ka... Töñüker da-ğına

8- Kuğ Paşa buyruğunda kırkbin er geldi. Töñüker dağında karşılaşıp dokundum. Otuz-bin eri öldürdüm. Onbinini ... ise ... yola getir-dim. Tatabı ....

9- öldürdü. Büyük oğlum ağrılanıp yok olunca Kuğ Paşa’yı balbal (olarak) diki verdim. Ben on-dokuz yıl şad (olarak) oturdum. Ondokuz yıl ka-ğan (olarak) oturdum. İl tuttum. Otuzbir...

10- Türk’üme, bodunuma iyisini öylece kazanı verdim. Bunca kazanıp babam kağan it yılının onuncu ayının yirmialtısında ölü verdi. Lağzın yılının beşinci ayının yirmiyedisinde yoğ (töreni) yaptırdım. Bukağ buyrukçu .....

11- babası Lisün Tay Paşa başta, beşyüz eriyle geldi. Kokuluk ö... , altun, gümüş gereğinden ar-tık getirdi. Yoğ (töreni) kokusu getirip diki verdi. Sandal ağacı getirip kendi yaraş...

12- Bunca bodun saçını, kulağını, ya(nağını) biçti. Kendisinin iyi atını, kara samurunu, kök sincabını sayısız olarak getirip hep bıraktı.

13- Teñri gibi Teñri yaratmış Türk Bilge Ka-ğan, sözüm: Babam Türk Bilge Kağan oturdu-ğunda Türk’ün şimdiki beğlerinden başka Tar-duş beğleri, Köl Çor başta olarak, şadpıt beğleri, önünde Tölis beğleri, Apa Tarkan

14- başta olarak şadpıt beğleri, bu... Taman Tarkan, Tonyukuk Boyla Bağa Tarkan ile buy-ruk ...çı buyruğu Sebig Köl İrkin başta olarak buyruk(çu) bunca beğler babam kağanı çok

15- çok de, yüceltti(ler). (Babam kağan da) Türk beğlerini, bodununu çok de, yüceltti, övdü. ...Babam kağan ...ça ağır taşı kalınlaştırmış. Türk beğleri, bodunu ...irdi. Kendime bunca...

4. yüz. (Kuzey yüzü)

1- Teñri gibi Teñride olmuş Türk Bilge kağan bu çağda oturdum. Sözümü iyice işit. En çok kardeş yeğenim, oğlum, bütün soyum, bodu-num, Güney’deki şadpıt beğleri, Kuzey’deki tar-kat buyruk beğleri, Otuz Tatar, Dokuz Oğuz beğ-leri, bodunu bu sözümü iyice işit. Katıca dinle. Doğu’da gün

2- doğusuna, Güney’de gün ortasına, Batı’da gün batısına, Kuzey’de gece ortasına, onların içindeki bodun(lar) hep bana (iş) görür. Bunca bodunu hep düzenledim. Şimdi onun gibisi yok. Türk kağanı Ötüken ormanında oturursa

ilde tasa yok (olmaz). Doğu’da Şantuñ ovasına kadar ordu saldım. Taluy’a geçip ulaşmadım. Güney’de Dokuz

3- Ersin’e kadar ordu saldım. Tibet’e ge-çip ulaşmadım. Batı’da İnci ırmağı...(nı) geçip Demirkapı’ya kadar ordu saldım. Kuzey’de Yir Bayırku yerine kadar ordu saldım. Bunca yer(ler)e kadar yürüttüm. Ötüken ormanı en yeğ(i), en iyi(si) imiş. İl tutulacak yer Ötüken ormanı imiş. Bu yerde oturup Çin bodunu ile anlaştım. Al-tunu, gümüşü, işlenmiş

4- ipeği tasasız (karşı koymadan) verir. Çin bo-dununun sözü tatlı, ipeği yumuşak imiş. Tatlı sözü, yumuşak ipeği ile aldatıp, uzak bodunu iyice yaklaştırır imiş. Yaklaştırıp kondurduktan sonra kötü bilgilerini o çağda düşünür imiş. İyi bilgili kişiyi, iyi alp kişiyi yürütmez imiş. Bir kişi yanılsa soyuna, bodununa, çocuklarına kadar ba-rındırmaz

5- imiş. Tatlı sözüne, yumuşak ipeğine aldanıp çok Türk bodunu, öldün. Türk bodunu öleceksin. Güney’de Çoğay ormanına, Tögültün ovasına konayım dersen, Türk bodunu öleceksin. Orada kötü kişi şöyle öğretir imiş : “Uzak(ta) isen kötü ipek verir, yakın(da) isen iyi ipek verir.” deyip, öyle öğretir imiş. Bilgi

6- bilmez kişi o sözü alıp (inanıp) yakın(ın)a gi-dip çok kişi öldün(üz). O yerlere gidersen, Türk

bodunu öle-ceksin. Ötüken yerinde oturup katar, gezgin gönderirsen, hiç tasan yok (olmaz). Ötü-ken ormanını sonsuz il tuta-rak oturacak-sın. Türk bo-dunu, toksan açlığı, tokluğu düşünmezsin. Bir doyarsan açlığı düşün-mezsin. Öyle olduğun için düzenlemiş kağanının

7- sözünü almadan her yere gittin. Hep oralarda yittin, yok ol-dun. Orada ka-

lanlar her yere hep incelerek, ölerek yürüyor idi-ler. Teñri buyurduğu için, kendimin kutu var olduğu için kağan oturdum. Kağan oturunca yok yoksul bodunu hep toplattım. Yoksul bodunu

varlıklı kıldım. Az bodunu çok kıldım. Yoksa bu

8- sözümde yalan var mı? Türk beğleri, bo-dunu, bunu işitin : Türk bodununu toplayıp il tu-tacağını burada söyledim. Yanılıp öleceğini yine burada yazdım. Nice nice sözüm varsa sonsuz taşa yazdım. Onu görüp bilin. Türk’ün şimdiki bodunu, beğleri, bu çağda buyruğumdaki beğler (olarak) mi yanılacaksınız? Babam

9- kağan, amcam kağan oturduğunda dört yan-daki bodunu öylece düzenlemiş. ... Teñri istediği için kendim oturduğumda dört yandaki bodunu düzenledim, yarattım. ...i... kıldım. Ben Türgiş kağanına kızımı çok ulu (bir) tören ile alı verdim. Türgiş kağanının

10- kızını çok ulu törenle oğluma alı verdim. ... çok ulu törenle alı verdim. Ya.. ..t erdirdim. Baş-lıya baş eğdirttim. Dizliye diz çöktürttüm. Üstte Teñri, altta yer (öyle) istediği için

11- gözün görmediği, kulağın işitmediği bodu-numu, Doğu’da gün doğusuna, ...ka, Güney’de ....., Batı’da ... . Sarı altununu, ak gümüşünü, iş-lenmiş ipeğini, ipek bezini, binek atını, aygırını, kara samurunu,

12- kök sincabını Türk’üme bodunuma kazanı verdim, edi verdim. ... sıkıntısız kıldım. .... ...rdi. Erkli ... onca tümen (onbinlerce) oğlu ...ya al-mın? ...ün beğleri, bodununa .....

13- yine besleyip, üzmeden, incitmeden otur-dum. Türk beğleri, Türk bodunuma ... at verdim, ..ü.. . Şimdiki taşı ..ür.. kazanıp, yücelten, Türk bodunu, bu kağanından, bu beğlerinden, suyun-dan ayrılmazsan, Türk bodununda ...

14- özünde iyilik göreceksin. Evine girebile-ceksin. Sıkıntısız olacaksın. Ondan sonra Çin ka-ğanından süsleyiciyi hep getirttim. Benim sö-zümü kırmadı. Kendisinin süsleyicisi idi. Ona görülmemiş anıt yaptırttım. İçine dışına görülme-miş süs vurdurttum. Taş yazdırttım. Gönüldeki sözümü vurdurttum.

15- On Ok oğluna, yabancılara kadar bunu gö-rüp bilin. Sonsuz taş işlettim. ... işlettim, yazdır-dım. O taş anıtını ...

Devamı var

D e v l e t l e r i m i z U y u r s a Nurgali JUSİPBAY - Alma Ata-Kazakistan* * *Biz de devletlerimiz gibi rüyalar, düşler görürüz.Bazen, uçtuğumuz da oluyor, kalkar kalkmaz

tıpkı rüyamızda olduğu gibi uçabileceğimizi sa-nıp, ellerimizi bir kuşun kanadı gibi ne kadar çırpsak da, hatta, birkaç kez zıplamayı denesek de uçamayacağımızı anladığımız anda gördüğü-müz rüya bizi ne kadar üzüyor ve hayal kırıklı-ğına uğratıyorsa; bazen de terler içinde gördü-ğümüz kabustan çığlık atarak uyandığımızda, gördüğümüzün gerçeklerden uzak sadece bir rüya, sadece bir düş olması sevindiriyor bizi.

Ama, korkunç olanı, devletlerimizin gördükleri rüyasını gerçek sanmasıdır, daha beteri, gördük-leri kabusu uyandığında da görmeye, yaşamaya ve yaşatmaya devam etmeye mahkum kalmasıdır.

Devletlerimiz rüyasında uçtuğundan uya-nıkken de uçabileceğini sanan bir çocuk gibi, ellerini kanat sanıp, çırpıp, hop hop zıp-layıp duruyor. Uykudadırlar çünkü hala.

Kimilerinin gördüğü rüyanın adı: Mos-kova merkezli Gümrük Birliğidir. Yeni başla-yıp da, senelerce devam edecek olan, sürük-leyici, bir kurgu filmi gibi başdöndürücü bir rüya. Olayların gelişmesi başkahramanın is-teği dışında olan kabus gibi rüya işte. Öyle ki, rüyanda ölmen gerçekte de ölmen demektir. Uyanınca rahatlatan kabusa falan benzemez.

O yüzden, artık, uykudakiler uyanabi-lir diye, Kremlin saatinin çan sesleri du-yulmayacaktır. Biz uyanmak istemedikçe...

Kimilerin rüyasının adı AB’dir. Senelerce devam eden, derin, cıvıl cıvıl, tatlı ve rengarenk bir rüya.

Her insanın rüyası birbirinden farklıdır. Ken-dileri gibi. Devletlerin de öyledir. Bu yüz-den bizimkilerin gördükleri Amerikan Rü-yasına hiç benzemez. Çünkü, o Amerikalılar içindir. Oysa, Kızılderililer için bir kabustu o.

* * *Devletler de bazen insanlar gibi de-

rin uyukulara dalabiliyor, tatlı rü-yalar, korkunç kabuslar görebiliyor.

Ama, gördükleri kabuslardan daha da korkunç olanı rüyasında gördükle-rini gerçek sanması, gördüğü kabusu ya-şamaya ve yaşatmaya devam etmesidir.

Daha beteri ise, hastalandığında tedavi edecek ta-bibin bulunmayışı gibi, uykuya daldığında uyandı-racak kimsenin olmayışı ve kimselerin ruh ve yüre-ğindeki çalar saatinin çalmayışıdır: uyanmak için.

Çünkü, devletlerimiz için uyku ölümün yarısı eder.U y a n d ı r m a k i ç i n u y a n a l ı m .Saatlerimiz çalışsın. Kremlin ve Big Ben’e

göre değil, Bizim için, bize doğru ve bize göre. Almatı. KAZAKİSTAN

24.10.2012

Bu ilginç icad ailelerin kabu suİnternette 35 dolara alınan bu alet ai-

lelerin yeni derdi oldu. Sebebi ise...Amerika’da satılmaya başlanan ‘Vaportini’ isimli

bu alet ailelerin yeni kabusu oldu. Vaportini alko-lün buharlaştırarak vücuda çekilmesini sağlıyor. Aralık ayından beri 35 dolar veren herkesin inter-netten ulaşabildiği vaportini bir mumla ısıtılıyor ve 140 fahrenheit dereceye kadar yükselebiliyor.

Buharlaşan alkol direk olarak kan dola-

şımına girdiği için daha çabuk etki ediyor ve vü-cuda hasar verme ihtimali de bir o kadar artıyor.

Vaportini’nin üreticisi Julie Palmer ilginç ica-dını 2009 yılında yapmış fakat satışa çıkması 2012 Aralık ayını bulmuş. Palmer’ın iddiasına göre va-portini tamamen yasal ve bir tehlike içermiyor.

TÜRKSOY ile EkoAvrasya a r a s ı n d a İ ş b i r l i ğ i

Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı (TÜRK-SOY) Genel Sekreterliği ile Avrasya Eko-nomik İlişkiler Derneği (EkoAvrasya) ara-sında; üstlenmiş oldukları ortak amaç ve hedeflerinden hareketle, kültür ve sanat ala-nındaki faaliyetlerinin uyumlu bir biçimde gelişmesi ve uluslararası düzeyde yardım-laşma, dayanışma ve işbirliğinin sağlanması hususunda işbirliği protokolü imzalandı. Pro-tokol sözleşmesini TÜRKSOY Genel Sek-reteri Düsen Kaseinov adına Genel Sekre-ter Yardımcısı Doç. Dr. Fırat Purtaş, Avrasya Ekonomik ilişkiler Derneği adına da Yöne-tim Kurulu Başkanı Hikmet Eren imzaladı.

TÜRKSOY ile uzun yıllardır devam eden ortak çalışmaların bu protokolle res-miyet kazandığını ifade eden Avrasya Ekonomik İlişkiler Derneği (EkoAv-rasya)Yönetim Kurulu Başkanı Hikmet Eren, “2013 yılında TÜRKSOY ile or-taklaşa yapmayı arzu ettiğimiz projele ve organizasyonlarımız için bugün bu-rada birkez daha sözleşmiş olduk. Bu protokolle, Türk dünyasına daha iyi hiz-met edeceğimize inanıyorum.” dedi

Page 10: Genç Bengü Gazetesi 3.Sayı

10 Türk Dünyasının Sesi

Mistral-Melike, ‘Eserlerimi Türkiye’de sergilemek istiyorumBELÇİKA´nın ünlü şair-ressamsanatçılarından

Türk dostu Mistral-Melike´nin eserleri, Seve-Hill restoranın ev sahipliğinde, ArtCentrum ve İnter-Media Bruxelles in katkıları ile sanat-severlerle buluşturuldu.

Kavaklıdere şaraplarının da büyük destek verdiği sergi için Mistral Melike;´ Türk dostlarımdan ve sanatseverlerden gördüğüm ilgi beni daha da mutlu etti. Hoş ve nezih bir or-tamda eserlerimi sergilemenin hazzını yaşadım. Burada başta ArtCentrum organizasyonuna, SevenHill sahip ve çalışanlarına, ayrıca büyük desteğini gördüğüm İnter-Media Bruxelles ailesine çok teşekkür ederim´ diyerek, eser-lerinin bir gün Türkiye´de de sergilenmesini arzuladığını sözlerineekledi.

Sergi açılışında düzenlenen kokteylin aynı za-manda İnter-Media Bruxelles yazarı Dr. Tu-nay Akoğlu´na ithaf edilmesi, yazar Akoğlu´nu

mutlu etti. D r . Tu -

nay Akoğlu, yaptığı kısa konuşmada, s a n a t s a l çalışmalara, birlikteliğe, göçmen ru-huna vurgu-lar yaparak, hatırlanmasını ç o k önemsediğini söyledi. İnter-Media Bruxelles Genel Yayın yönetmeni Yusuf Cinal, yazarlar Erhan Yur-dayüksel, Dr.Tunay Akoğlu, Yaşar Tümbaş, sanatçılar Münire Yurdayüksel, Daisy Bos-mans, Blandine Titeux, Murat Yağan, Kasterlee

Sanat ve Turizm Encümeni Mies Meuss in yanı sıra seçkin davetli topluluğunun hazır bulunduğu kokteyl sonrası Mistral-Melike´nin eserleri tek, tek incelendi ve sanatçı tebrik edildi.Toplam 23 eserin yer aldığı serginin, 30 Mart 2013 tarihine ka-dar sergileneceği belirtildi.

SERGİ ADRESİ:SevenHill Geelsebaan 292460 KasterleeTel. 014 30 15 [email protected]

Seyyid Ahmet Arvasi, gerçek bir Türk milli-yetçisi idi. İslâmın meşru çerçevesi içinde Tu-rancı denilecek kadar Türkçü ve milliyetçiydi. Türklüğü beden, İslâmiyeti ruh bilen bir milli-yetçilik anlayışına sahipti. Hayatı, din ve mil-liyet gibi iki mukaddes varlığımızı karşı karşıya getiren dini-mizin ve milliyetimizin düşmanlarına karşı mücadele ile geçmiştir. O, bu düşmanları durduracak tek reçete olarak da, fel-sefesini kendisinin oluşturduğu Türk-İslâm Ülküsü’nü görmüştür.

Arvasi Hoca, milliyetçilik anlayışını şöyle özetlemiş-tir: “Ben, İslâm iman ve ahlâkına göre yaşamayı en büyük saa-det bilen, Türk milletini iki cihanda aziz ve mesut görmek isteyen ve böylece İslâmı gaye edinen Türk milliyetçiliği şuuruna sahi-bim. Benim milliyetçilik anlayışımda asla ırkçılığa, bölgeciliğe ve dar kavmiyetçilik şuuruna yer yoktur. İster azınlıklardan gelsin, is-ter çoğunluktan gelsin her türlü ırkçılığa karşıyım. Bunun yanında Şanlı Peygamberimizin “Kişi kavmini sevmekle suçlandırılamaz. Kavminin efendisi, kavmine hizmet edendir. Vatan sevgisi iman-dandır” tarzında ortaya koydukları yüce prensiplere de bağlıyım”.

Şanlı Peygamberimizin neslinden olan Arvasi Hocanın milli-yetçiliği, ahfâdından kalan bir mirastır. Ailesinin muhterem bü-yüklerinden, büyük din âlimi ve gönül adamı, Necip Fazıl Kı-sakürek ve Hüseyin Hilmi Işık’ın mürşidi Seyyid Abdülhâkim Arvasi Hazretleri aile mensuplarına şu vasiyette bulunmuştur: “Türk milleti, sahabe-i kiramdan sonra İslâmiyete hizmet eden tek millettir. İslâmın bayraktarlığını yapan bu millet gelecekte de bu hizmetini sürdürecektir. Onun için hepiniz Türk milleti-nin hizmetinde olup onun yükselmesi ve yücelmesi için çalı-şacaksınız”. Arvasi ailesinin mensupları, bu nasihata sıkı sıkıya bağlı kalmış ve ömürlerini Türk milletinin hizmetine adamışlar-dır. Bu arada şu bilgiyi de aktarayım. Alparslan Türkeş’le Necip Fazıl’ı görüştüren ve aralarında bir gönül köprüsü kurduran da Ar-vasi Hocadır. Necip Fazıl, bu dostluk sonucu 1977 seçimlerinde MHP’nin İstanbul’daki mitingine katılarak konuşma yapmıştır.

NEDEN TÜRK-İSLÂM ÜLKÜSÜ ?Arvasi Hoca, hâlâ Türklerin İslâmın bayraktarlığını yaptığına ve

bu görevin hâlâ bu millette olduğuna inanıyordu. Bu yüzden bu iki mukaddes varlığın birbirinden ayrı, farklı ve karşı varlıklar gibi gös-terilmesine tahammül edemiyordu. Bu yüzden, l965’te Sayın Ah-met Er’in radyoda yaptığı bir seçim konuşmasında dile getirdiği ve uzun yıllar milliyetçi câmiada çok tutulan ve sürekli kullanı-lan “Türk-İslâm Sentezi” ifadesinden hiç hoşlanmadı. Çünkü, ona göre sentez, homojen olmayan nesnelerin bir araya gelmesiyle olu-şur. Sentez analiz edilebilerek ayrıştırılabilen bir oluşumdur. Halbuki Türklük ve Müslümanlık etle tırnak gibi birbirinden ayrılmaz bir bü-tündür. İşte bu sebeplerle Arvasi Hoca, l970’li yılların başından itiba-ren, Türkiye’yi yüceltecek ve gençliğimize benimsetilecek düşünce sisteminin adını “Türk-İslâm Ülküsü” olarak koymuştur. Hoca, aynı gerekçeyle, “kültür mozayiği” sözünden de çok rahatsızdı.

Arvasi, Türk milliyetçilerinin, Türk-İslâm ülkücülerinin dâvasının, Allah ve Resûlünün dâvası olduğunu, bunun da “îlâ-yı Kelimetullah” dâvası olduğunu ve kıyamete kadar sürece-ğini savunuyordu. Aksini iddia edenlerin, ya Türk milliyetçilerini tanımadığını, ya da bühtan ettiklerini söylüyordu ve “Türk milli-yetçisi, her şeyden önce bir iman adamıdır” diyordu. Türk mille-tinin dünyaya “nizâm-ı âlem” vermek üzere gönderildiğine ina-nıyordu. “Kesin olarak iman etmişimdir ki, Müslüman Türk milleti ve onun devleti güçlüyse İslâm dünyası da güçlüdür” di-yen Arvasi, İslâm dünyasını esir almak isteyen şer kuvvetlerin ilk hedefinin Türk devleti ve Türk milleti olduğunu belirtiyordu.

Arvasi Hoca, İslâmın ve Türklüğün âşığıydı. Tarih boyunca bü-tün milletlerin putları, yani müşahhas ve maddi tanrıları olduğunu, halbuki Tanrının mücerret olduğunu söylüyordu. Bu konuda sık sık “Tarihte yontulmuş tanrısı olmayan bir millet vardır, o da Türk milletidir” derdi. Hem Müslümanlığı, hem Türklüğü ile iftihar ederdi. Prof. Dr. Ümit Özdağ’ın bir yazısında dediği gibi, Arvasi Hoca, tıpkı 17. Yüzyılda yaşayan hemşehrisi müfessir Vanî Meh-met Efendi gibi düşünüyordu. Mehmet Efendi, yazdığı “Araisü’l-Kur’ân” isimli tefsir kitabında “Türkler, Kur’ân’da bahsi geçen Zülkarneyn’den maksat Oğuz Han olduğunu söylerler ki, bu ko-nuda tereddüdü mucip olacak hiçbir nokta yoktur” der. Hoca sık sık “Oğuz’un çocukları” dediğinde gözleri ışıldar, sesi gürleşirdi.

Arvasi Hoca, Mustafa Kemal Atatürk’ü, son Türk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olarak saygı duyu-yordu. Onun bu konudaki duygusunu, Savaştepe İlköğretmen Okulu’nda görev yaparken öğrencileriyle 23 Nisan 1962’de yap-tığı Anıtkabir ziyareti sırasında Anıtkabir Özel Defterine yaz-dığı şu ifadede açıkça görmek mümkündür: “Cumhuriyetimi-zin kurucusu Aziz Atatürkümüzün manevi huzurlarında millî ruh ve Türk şuurunun bütün imanını yaşadık.” (M. Ozan Semerci, Hatıraların Aydınlığında Seyyid Ahmet ARVASİ, s. 196-197)

Arvasi Hoca’nın Türk milliyetçiliği ile ilgili düşüncelerini açık-ladığı ilk eseri olan “İleri Türk Milliyetçiliğinin İlkeleri”, 1965 yı-lında İstanbul’da Mümin Çevik’in sahibi olduğu Doğan Güneş Yayınları arasında yayınlandı. Mavi kapaklı ince bir cep kitabı ola-rak basılmıştı. Bu kitap Ahmet B. Karabacak’ın sahibi olduğu Milli Hareket dergisinin Ekim 1967 tarihinde 15. sayısında da yayım-landı. Arvasi kitabının önsözünde özetle şunları söylüyor: “Bu-gün Türkiyemiz çeşitli fikir akımlarının birbiriyle karıştığı bir alan haline gelmiştir. Ziya Gökalp’ten önceki veya Ziya Gökalp’in fi-kir alanına doğuşunu hazırlayan şartlara benzer bir ortam içinde-yiz. …….Bugün içinde bulunduğumuz kaosu böylece inceleyip değerlendirecek ve Türk milletine ışıklı bir yol açacak milliyetçi ve ileri insanlara muhtacız. Türk milliyetçiliğini her türlü istismar ve it-hamdan kurtarıp, aydın Türk gençliğine yeni baştan teslim etme-nin zamanı geçmek üzeredir. Bizi böyle bir sisteme ulaştıracak fikir ve bilim adamlarımızın doğuşunu beklemek yerine, bu adamları yaratmak yolunda bütün imkânları ve gayretlerimizi birleştirme-liyiz.” Hoca bu kitabında milliyetçiliği şöyle tarif ediyor: “Mil-liyetçilik, bir milletin kendini ekonomik, kültürel, sosyal, politik yönden güçlendirmesi ve başka millet vegruplara sömürtmeme çabasıdır. Bu bakımdan milliyetçili meşru bir hak ve şuurdur”.

T U R A N C I L I K V E T Ü R K Ç Ü L Ü K Arvasi Hocanın milliyetçilik anlayışı, bütün Türklük dünya-

sını da kucaklıyordu ve bir anlamda Turancıydı. Henüz 17 ya-şında bir delikanlı iken(1949) yazdığı “Özleyiş” isimli şiirinde, onu maziye ve ecdâda âşık ve Türklüğün muhteşem çağlarına öz-lem duyan bir yaklaşım içinde görüyoruz: “Tuna neden köpür-müş, Kırım neden inliyor?/ Nerde parlayan kılıç, nerde o akıncı ced?/ Şimdi Hazar uzaktan feryadımı dinliyor/ Ayrıldı mı Kafkas-

lar yurdumdan ilelebet?” “Kıb-rısın ayrılışı derd oldu içimizde,/ Barbarosun sesini kaybettik Ak-denizde,/Adalar yabancıda, din-mez dertleri bizde,/ Balkanımız vatandan ayrıldı mı nihayet?” Arvasi Hoca, ömrü boyunca Türk milliyetçilerinin sınırlarımızın dışında kalan soydaşlarımızla ilgi-lenmelerini ve onların kurtuluşu için mücadele etmelerini iste-mişti. Onun “Turan”a sevgisini, öğrencilerinden M. Ozan Se-merci, Hoca ile ilgili kitabındaki (s. 106) şu anekdotta çok güzel anlatmaktadır. Yıl 1960, mevsim ilkbahar. Savaştepe İlköğretmen Okulu öğretmen ve öğrencileri okulun bahçesindeki “çınaraltı”nda halay çekiyorlar. Sırası gelen “Karadeniz üstünden horana bak ho-rana” diyor ve buna kendi bulduğu kafiyeli bir cümleyi ekliyordu. Sıra Arvasi Hocaya gelince ek cümle olarak “Karadeniz üstün-den Turan’a bak Turan’a” deyiveriyor. Kimse “Turan”ın anla-mını bilmediği için şaşırıyorlar. Hafta boyunca girdiği bütün sınıf-larda Hocaya “Turan”ın ne olduğu soruluyor. O da dersin ilk 15-20 dakikasında, Komünist Rusya’nın Orta Asyadaki Türk-lere yaptığı zulmü anlatıyor. Türklük dünyasının hürriyete kavuş-ması ve Turan ülküsünün gerçekleşebilmesi için çok güçlü bir devletimizin olmasını, bunun için gençlerin çok okuyup ve çok çalışıp ülke kalkınmasında görev almaları gerektiğini belirtiyor.

Arvasi Hoca, “biyolojik ırkçılık”ın parçalayıcı ve bölücü bir ka-rakter taşıdığını, “ictimaî ırkçılık”ın ise birleştirici ve bütünleştirici bir özellik taşıdığını belirtirdi. Kültürel anlamda soy birliği şuurunu ta-şıyordu. Bu konuda Ziya Gökalp, Mümtaz Turhan ve Erol Gün-gör çizgisindeydi. Arvasi Hoca bir din âlimi kadar dinî bilgiye sa-hip olmakla birlikte din adamı değildi. Onun dinî ilimler alanındaki vukufiyetini, bir Müslümanın beşikten mezara hayatını ve 24 saa-tini, bir haftasını, bir yılını nasıl yaşaması gerektiğini anlattığı “İlm-i Hâl” isimli eserinde görmek mümkündür. Arvasi Hocayı yakından tanımayan bazı kişiler, dinî bilgilerinin derinliği ve dinî hassasiyetle-rinin yoğunluğu sebebiyle, onu hep bir din mücahidi olarak gös-termeyi tercih etmişlerdir. Fakat Hoca, iyi bir Müslüman olmakla birlikte, Türkçü denecek kadar ileri derecede bir milliyetçiydi. Ata-türk Eğitim Enstitüsünde birlikte görev yaparken, dinî yönü zayıf olan bazı Türkçü gençlere kızdığımı ve sert biçimde eleştirdiğimi görünce beni bir kenara çekerek “Aman Sakin Bey, Hareket’in Türkçü karakterini kaybetmiyelim, kaybettirmeyelim” demiştir.

D O Ğ U A N A D O L U G E R Ç E Ğ İArvasi Hoca, Doğu Anadolu çocuğu olmasına rağmen, bölge-

ciliğe ve bölücülüğe kesin olarak karşıydı. Fakat, Hocanın insanlar üzerindeki büyük etkisini ve çevrenin genişliğini gören devletin is-tihbarat kurumları, Doğu Anadolulu olması nedeniyle onu yıllarca “Kürtçü” diye takip ettiler. Bu durumu Hoca da biliyordu, rahatsız oluyordu, fakat bu rahatsızlığını mümkün olduğu kadar çevresine hissettirmiyordu. Bu durum, Hocanın Türk milliyetçiliği inancını hiçbir zaman zedelemedi. Yalnız birçok görev için “mesela Ta-lim ve Terbiye Kurulu üyeliği gibi” önüne engel olarak çıkartıldı. 12 Eylülden sonra MHP Genel İdare Kurulu üyesi suçlamasıyla tutuklanıp dört aya yakın askeri cezaevinde kaldıktan sonra suç-suz görülerek beraat ederek özgürlüğüne kavuştu. 1986 yılında bir gün Milli Güvenlik Kurulu, “Doğu Anadolu gerçeği”ni anlatması için Hocayı Ankara’ya davet etti. Hoca davete icabet ediyor ve ko-nuşmak için kürsüye geldiğinde haziruna, “Beni yirmi beş yıldır ta-kip ettiğiniz bir Kürtçünün, bir Kürt milliyetçisinin Doğu Anadolu hakkındaki görüşlerini dinlemek için mi, yoksa bir Türk milliyetçi-sinin görüşlerini dinlemek için mi çağırdınız. Önce karar verin, on-dan sonra konuşacağım” diyor ve susuyor. Ortalık buz kesiliyor. Bir Orgeneral kalkıyor ve diyor ki: “Hoca doğru söylüyor. Biz ken-disini yıllarca Kürtçü diye takip ettik, büyük hata yaptık. Devletim adına kendisinden özür diliyorum. Biz kendisini bir Türk milliyet-çisinin Doğu Anadolu hakkındaki görüşlerini öğrenmek ve tavsi-yelerini almak için davet ettik. Buyurun Hocam, sizi dinliyoruz”. Hoca bundan sonra bu konudaki görüşlerini açıklıyor ve konuş-masının sonunda: “Siz Doğu Anadolu insanına güvenmiyorsunuz. Ama bu bölgenin çocukları da en az diğer bölgelerdekiler kadar va-tanseverdir. Vatanını, imanını, namusunu korur. Yeter ki, siz onlara güvenin, görev verin destek olun” diyor. Koruculuk sisteminin bu tavsiyeden sonra hayata geçirildiği söylenir. Milli Güvenlik Kurulu, çok beğenilen bu konferansın genişletilerek kitap haline getirilme-sini Hocadan rica ediyor. Hoca da bu çalışmayı yaptı ve teslim etti. Bu çalışma, 1986 yılında devletle bağlantılı olan Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü tarafından “Doğu Anadolu Gerçeği” ismiyle kitap olarak bastırıldı. Genelkurmay bu kitabı ordu mensuplarına ve etkili çevrelere dağıttı. Kitabın ilaveli 2. Baskısı yine aynı Ens-titü tarafından yapıldı. 1993’te Burak Yayınevi 3. Baskısını yaptı.

Arvasi Hocanın milliyetçiliğinin duygu ve iman ayağın-dan başka bir de maddi ayağı vardı. Maddi ayağı, “muasırlaş-mak”, yani çağdaşlaşmaktı. Hoca, Gökalp’in “Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” çizgisindeydi. Hem Türk milli-yetçisi, hem Müslüman, hem de çağdaş olunabileceğine, mu-asır dünyaya öncülük edilebileceğine inanıyordu. Ne pahasına olursa olsun, mutlaka ilmî ve teknolojik üstünlüğü ele geçirme-miz gerekiyordu. Hoca bu konuda şöyle diyordu: “Bu milletin en büyük özlemi nedir biliyor musunuz? Yabancılaşmadan çağ-daşlaşmak. ”Türklük, Müslümanlık ve çağdaşlaşmak” birbi-rine zıt düşen özellikler değil, aksine çağdaş Türk-İslâm Medeni-yetinin yeniden doğuşunu gerçekleştirecek şartlardır.” Hoca, Türk gençliğine, kendi kökünden kopmadan, kendi kültür ve medeni-yetinin değerlerini kaybetmeden, Türkiye Cumhuriyeti’ni “dün-yanın bir numaralı devleti” haline getirme ülküsüyle yetiştirilme-sinin önemli olduğunu belirtmiştir. Arvasi, Türk gençliğinin, dünya Türklüğünün, İslâm dünyasının ve bütün mazlum milletlerin ümidi olmaya namzet bir gençlik olarak yetiştirilmesini istemiştir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Seyyid Ahmet Arvasi, İslâm dinini çok iyi bilen, yorumlayan ve yaşayan samimi ve tavizsiz bir Müslü-mandı, din adamı değildi. İslâmın meşru çerçevesi içinde şuurlu ve idealist bir Türk milliyetçisiydi. Aynı zamanda aydın ve entelektüel bir insandı, ilimde ve teknolojide çağdaşlaşmayı, her alanda güçlü bir devlete ve zengin bir millete sahip olmayı, milliyetçiliğin bir ge-reği olarak görürdü. Ama onun milliyetçiliği sadece Türkiye Türk-lerine münhasır değildir. Bütün Türk ve İslâm dünyasını ve insanlık âlemini de kucaklayan birleştirici bir milliyetçilik anlayışına sahipti.

TÜRK-İSLÂM ÜLKÜÜ-NÜN MÜTEFEKKİRİSEYYİD AHMET ARVASİ – 3 (MİLLİYETÇİLİĞİ)

Doç.Dr.Sakin ÖNER

Türkiye’nin ilk transgenik zeytin sineği geliştirildiÇanakkale Onsekiz Mart Üni-

versitesi (ÇOMÜ) Ziraat Fakültesi laboratuvarlarında, zeytin zararlılarıyla mücadele kapsamında Türkiye’nin ilk transgenik zeytin sineği geliştirildi.Zeytin bitkisinin fenolojisine uy-

gun olarak, meyve döneminde zararlı olan zeytin sineğinin, zeytin tanesi-nin sofralık değerinin azalmasına ve zeytinyağının asidinin artmasına neden olduğu ifade edildi. Dünyada zeytin zararlılarına karşı her yıl 3 milyon ton ilaç kullanılıyor.

‘’Bu çalışma Türkiye’de ilk’’

Doç. Dr. Hanife Genç, yaptıkları çalışmanın Türkiye’de ilk olduğunu söyledi. Türkiye’de, zeytin zararlılarıyla çalışan başka araştırmacıların bulunduğunu, ancak çalışmaların çoğunlukla arazide, zeytin bahçelerinde gerçekleştirildiğini vurgulayan Genç, bu durumda zeytin tanesinde beslenen zararlı olan zeytin sineği için yalnızca 3-4 ay çalışmanın sürdürülebildiğine işaret etti.

Ö d ü l i n e k o l u n c a k ü t ü p h a n e d e k i t a p k a l m a d ıVan Erçek’te ‘inek’ ödüllü ilginç

kitap okuma kampanyası nedeni-yle belde halkı kütüphanede kitap bırakmadı....Van merkeze 30 kilometre

uzaklıktaki Erçek beldesinde bu-lunan Çok Programlı Lise’de görev yapan edebiyat öğretmeni Zeynep Oral öncülüğünde, belde ve bağlı köylerdeki vatandaşları kitap okumaya teşvik et-mek amacıyla okul idaresince başlatılan ‘inek’ ödüllü ilginç kitap okuma kampanyası, kısa sürede büyük yankı buldu.Kampanyadan önce 3 bin kitabın

bulunduğu okul kütüphanes-indeki 2 bin 500 kitabı veliler

başta olmak üzere belde halkına ve kampanyadan haberi olan çevre köylerdeki vatandaşlara dağıtan öğretmenler, bir taraf-tan kütüphanede kalan 500 ki-tapla kampanyayı sürdürmeye çalışırken, bir taraftan da yeni ki-tap bulmanın telaşını yaşıyor.Edebiyat öğretmeni Oral, AA

muhabirine yaptığı açıklamada, Mart ayının son haftasında kut-lanan Kütüphaneler Haftası’nda sona erecek kampanyaya bu ka-dar ilgi gösterileceğini tahmin et-mediklerini belirterek, amaçlarının velilere ve belde halkına kitap okuma alışkanlığı kazandırmak olduğunu söyledi.

Page 11: Genç Bengü Gazetesi 3.Sayı

Türk Dünyasının Sesi 11

1.KILIÇ ARSLANTürkiye Selçuklu Devleti’nin kurucusu,

Kutalmış oğlu Süleyman Şah’ın oğlu ve İkinci Türkiye Selçuklu Sultanı. Babası Sü-leyman Şah’ ın 1086’da Suriye seferinde Melik tutuş’ a yenilmesi ve ölümü üze-rine, Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah, onun oğulları Kılıç Arslan ve Davud Ars-lan’ ı Isfahan’ a götürdü. Kılıç Arslan bu-rada altı sene iyi bir eğitim ve öğretim gö-rerek, Türk-İslam terbiyesi ile yetiştirildi.

Kılıç Arslan, 1092’de Büyük Selçuklu Sul-tanı Berkyaruk’ un izni ile Anadolu‘ ya ge-lerek İznik’ te altı yıldır boş duran Türkiye Selçukluları tahtına çıktı. Yanındaki Türk-men ailelerini İznik’ e yerleştirerek, Ana-dolu‘ da dağılmış olan birliği yeniden kurdu.

Bu sırada Bizanslıların fırsattan istifade ile Marmara sahillerini işgale başlamaları üzerine Kılıç Arslan İzmir beyi Çaka ile ittifak ederek mücadeleye girişti. İmparator Aleksios’un Türk kuvvetlerine karşı denizden gönderdiği büyük bir ordu bozguna uğratıldı. İznik’ e sal-dırıları bertaraf edilen Bizanslılar, Balıkesir ve Kapıdağ bölgelerinden de geri püskürtüldüler.

1095’de Malatya üzerine sefere çıkan Kı-lıç Arslan kaleyi tam düşürmek üzere iken, yüzbinlerce kişilik Haçlı kuvvetlerinin Tür-kiye topraklarına girdiğini haber aldı. Bunun üzerine, muhasarayı kaldırarak süratle mem-leketini müdafaaya döndü. İznik’ i muhasara eden haçlılara karşı hisar önün de ordusunu savaşa soktu. Şiddetli çarpışmalar sonun da iki taraf da ağır zayiat verdi. Birçok haçlı ku-mandanı öldürüldü. Ancak düşman devamlı takviye alıyordu. Kalabalık düşman kuvvet-lerine karşı meydan savaşı vermenin tehli-keli olacağını anlayan Kılıç Arslan ordusunu geri çekmek zorunda kaldı. Böylece 22 yıl-lık Selçuklu payitahtı olan İznik şehri 29 Ha-ziran 1097’de Haçlı kuvvetlerinin eline geçti.Kılıç Arslan bundan sonra Danişmend

Gazi ve Kayseri emiri Hasan ile birleşe-rek Eskişehir’e doğru harekete geçen Haçlı-lara dağ, geçit ve vadiler de sürekli baskın-lar düzenleyerek ağır kayıp verdirdi. Öyle ki, Kayseri ve Toroslar üzerinden Kudüs’e doğru yol alan Haçlı ordusu Kılıç Arslan‘ın ve kumandanlarının yıpratma savaşları ne-ticesin de altı yüz binden, yüz bine düştü. Neticede Kudüs’e ulaşan Haçlılar bu böl-gedeki Büyük Selçuklu emirlerinin reka-betinden de faydalanarak Antakya, Urfa ve Kudüs’ de Hristiyan idareler kurdular.

İznik’ in kaybından ve Birinci Haçlı sefe-rinden sonra Kılıç Arslan, Anadolu Türkle-rini toplamaya başlayarak, Konya’yı başkent yaptı. Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun parçalanmasından faydalanarak bütün İs-lam alemine hakim olmak teşebbüsüne gi-rişti. Ancak Musul emiri Çavlı, Artukoğlu İlgazi ve Suriye meliki Rıdvan ile 1107 se-nesi Temmuz ayında Habur ırmağı kıyı-sında yaptığı savaşı kaybetti. Yaralı ola-rak Habur ırmağını geçerken boğularak vefat etti. Cenazesi, Meyyafarikin’e götürü-lerek kendisi için yapılan türbeye defnedildi.

Türkiye Selçuklu Devleti’nin en buhranlı devrelerinde hükümdar olan Birinci Kılıç Arslan, teşkilatçı bir devlet adamıydı. Üstün kumandanlık kabiliyetine sahip, hayatı müca-dele içinde geçen büyük bir kahraman ve ga-zidir. Mutaassıp Haçlı ordusuna ağır kayıplar verdirerek, Türklerin Anadolu topraklarından atılamayacağını ispat etti. Çok hayır işleyip ahalisinin sevgisini kazandı. Hıristiyan halka da adalet ve şefkatle davrandı. Bu yüzden dev-rin tarihçileri “Kılıç Arslan‘ ın ölümü Hıristi-yanlar için de bir matem oldu.” demişlerdir.

T ü r k S e l ç u k l u D e v l e t i S u l t a n ı

28 Ocak günü azınlığın ileri gelenleri, üst düzey yetkililerle mevlit programı için temas kurmaya çalışırken, Yunanistan’daki yerel radyolar bir Türk’ün tedavi gördüğü hasta-nede bir Yunan’a saldırdığı haberini verdi. Solakidis isimli bir Yunan’ın, Müslüman’ın saldırısına uğraması haberiyle birlikte Yu-nanlılar 29 Ocak mevlidini engellemeye çağrılıyorlardı. Gümülcine-Maronia Kilisesi Metropoliti Damaskinos’un da aynı çağrıda bulunduğu kulaktan kulağa yayılmaktaydı.

Yerel basın, 29 Ocak sabahı Solakidis’in öldüğü haberini yaptı. Gerçekte Solaki-dis ölmemişti ama Yunanların saldırgan-laşmasında bu haber “iyi” iş yapmıştı.

8-10 kişilik gruplar halinde toplanan Yunan-lar, önce Türklerin kahvehanesine ardından Türklere ait dükkanlara taş ve sopalara saldı-rırlar. Helsinki Watch, olaya ilişkin raporunda, hiçbir Yunan dükkanının saldırıya uğramadı-ğını kayıt altına almıştır. Ayrıca ABD Dışişleri Bakanlığı’nın yayınladığı 1990 İnsan Hakları Raporu’nda da saldırılara polisin hiçbir şe-kilde müdahale etmediği ifade edilmiştir.[4]

Eski Cami’de hazır bulunan cemaat, saldırı haberini alınca Türklerin sığındığı Gümülcine Türk Gençler Birliği binasına gitmek ister-

ler ama caminin çevresini tutan polis onların geçişine izin vermez. Her nasılsa polisin var-lığı saldırganları durdurmamıştır. Gümülcine Müftüsü Mehmet Emin Aga ve bağımsız mil-letvekili Ahmet Faikoğlu ile birlikte civardaki Türkler taş, sopa, bıçak ve demir çubuklarla yaralanmıştır. Helsinki Watch Raporu, saldır-ganların 1000 kişi kadar olduğunu, 400 kadar azınlık işyerine verilen maddi zararın yarım milyon dolar olduğunu ifade etmektedir.[5]

29 Ocak, 1999’da artık acısı daha da artan bir gün olmuştur. Çünkü 29 Ocak 1999’u iz-leyen haftalarda da saldırılar devam etmiştir.

29 Ocak 1988 B.Trakya Direnişi

Kazakistan’ın bir kenti olan ve Ha-zar Denizinin hemen doğu kıyısında bulu-nan Mangızdağ‘da, Türk Tarihi açısından çok önemli eserler yer almakta. Bu eserle-rin arasında; “Selçuklu Mezar Taşlarına” çok benzeyen mezar taşları, bilinen ”Türk Benggütaşlarına” benzeyen ve üzerlerinde “tamgalar” yer alan dikili taşlar, “Kurgan-lar“, “Lahit” şeklinde ve aslında benzer ör-neklerini Koç Mezar Taşları şeklinde gör-düğümüz yapılar, “basamaklı kayalardan yapılan lahitli kurgan” yapılar, Kadim Türk kaya “bedizleri”, Kule biçimli yapılar, bir taş merdivenle ulaşılan “Kaya içine ve al-tına oyma bir Cami (eski odacıklar)” ve du-varlarında hem Arap abecesi ile yazılar hem de bilindik Türk kaya çizim ve ongunları yer almakta. “Salur boyu (UÇ) Oğuz tam-gasının” da yer aldığı bu bölgede neredeyse kadim zamanlardan beridir gelen kültürü-müzün tüm eserlerini iç içe görmekteyiz. Kazak Hanlığının son dönemlerinden kaldı-ğını düşündüğüm bu alan için sadece X-XIII yy ile tarihlendirme yapılmakta. Bu tarih-ler, bazı mezar taşları üzerinde yer alan tarih-lere göre verilmekte ve bu tarihler de bölgede Kazak Türk Hanlığının etkin olduğu dönem-lere denk gelir. Ama bölge kesinlikle daha

kadim bir birikimi ve kültürü de içinde ba-rındırmaktadır. Üstelik kadim Anau (Anav) Kültürünün de bulunduğu yerin hemen içinde ve kuzeyinde yer alan, Hazar’a kıyı olan, Türk devletlerine de binlerce yıl yurt olan bu yerleşkenin; daha çok önem ve araştırma gerektiren bir bölge olması gerekmektedir.

- Kürşad BAYTOK

Kazakistan, Mangızdağ’da Kadim Türk Yurdu

R u s y a ’ n ı n b a ş k e n t i Moskova’da ilk Türk Kitap-lığı, resmi açılış töreniyle ka-pılarını Rus okurlara açtı.

Kremlin sarayı yakınlığındaki Moskova Devlet Kütüphanesi’ne bağlı Şarkiyat Edebiyatı Müzesi’nde kurulan Türk Ki-taplığı Bölümü’nün açılış tö-renine Türkiye Kültür ve Tu-rizm Bakanlığı Müsteşarı Özgür Özaslan, Rusya Federal Turizm Ajansı Rosturizm Başkan Yar-dımcısı Yevgeniy Pisarevski’nin de aralarında bulunduğu çok sayıda misafir katıldı.

Rusya ile Türkiye arasın-daki kültürel ilişkilerin geli-şimi açısından hayati önem ta-şıyan kitaplığın açılış töreninde bir konuşma yapan Kültür ve Turizm Bakan-lığı Müsteşarı Özgür Özaslan, “Ülkemizin kül-tür, sanat ve edebiyat alanında saygın bir yer edinmesi için bakanlık olarak çeşitli projeler yü-rütüyoruz. Bu çerçevede 2004 yılından beri her ülkede Türkiye Kitaplıkları açıyoruz. Projenin amacı, Türkiye kültürü hakkında araştırma ve ince-leme yapmak isteyenlere kaynak sağlamak” dedi.

Son beş yıl içinde 67 ülkede 100’den fazla merkeze 40 binden fazla eser gönderdiklerini belirten Özas-lan, “Bugünkü töreni sadece bir kitaplığın açılışı olarak değerlendirmek çok yanlış olur. Bu etkinlik ülkelerimiz arasındaki kültürel işbirliğinin başlangı-cıdır. Özellikle yayın değişimi, deneyimlerin pay-laşımı, sanatsal etkinliklerin yapılması ve karşılıklı olarak kütüphanelerde Rusya ve Türkiye standının oluşturulması gibi faaliyetler ön planda geliyor” dedi.

Törende bir konuşma yapan Moskova Dev-let Kütüphanesi Genel Müdürü Viktor Fyodo-

rov ise Türkiye ile Rusya arasındaki dostluk iliş-kilerinin çok eski tarihlere dayandığını belirtirken, “Maalesef kütüphanenin açılmasında geç kalındı. Ama yine de aramızdaki dostluk ilişkilerinin kıy-metinin bilinmesi açısından bu adımın atılmasında emeği geçen herkese teşekkür ediyorum” dedi.

İHA’ya özel açıklamada bulunan Müsteşar Öz-gür Özaslan, Bu yıl Mart ayı içinde yaptığımız zi-yarette Rusya Devlet Kütüphanesi yetkilileriyle görüşme yaptık. Sağ olsunlar, yaptığımız toplan-tıda kütüphanenin Edebiyat bölümünde Türk Ki-taplığı oluşturulması hususunda görüş birliğine vardık. Buraya seçkin eserler armağan ettik. Ey-lül ayında Moskova Uluslar Arası Kitap Fuarı’nda sergilediğimiz eserler içinden bin 200 kaynağı Rusya’daki çeşitli üniversitelere armağan edeceğiz.

Öte yandan Rusya Devlet Kütüphanesi ve İs-tanbul Beyazıt Devlet Kütüphanesi arasında kar-deş kütüphane olarak ilişkilerin geliştirilmesini arzu ediyoruz” şeklinde konuştu. – MOSKOVA

Moskova’da Türk Kütüphanesi Açıldı

Türk Dünyasını bölme ve Türkleri birbirine düş-man etme politikaları, Rus milleti ve Rus devletleri-nin var olma savaşıdır. Çarlık Rusya’sı döneminde Ruslar, mezhep farklılığı, lehçe farklılığı ve bölge farklılıklarını kullanmak suretiyle, Türkler arasındaki birliği sürekli engellemişler, hatta fırsat buldukça ça-tıştırmışlardır. Çarlık Rusya’sının Türkler üzerindeki politikası Sovyetler döneminde de değişmemiş, hatta acımasız yeni yöntemlerle, Türkler arasındaki birlik ne-redeyse tamamen yok edilme noktasına getirilmiştir.

Komünist dönemde Türklere uygulanan yeni mil-letler teşkil etme projesi şu safhalardan geçmiştir:

1-Türk, Türkçe ve Türkistan sözleri yasaklanmış-tır. Türk adı yerine boy adları millet adı haline getirile-rek, o güne kadar Türk kimliği altında yaşayan Türk-ler, bölge adına veya boy-oymak adına göre yeniden adlandırıldılar. Böylece Kazak, Kırgız, Türkmen, Baş-kırt, Tatar, Özbek gibi mahalli adlar millet adı duru-muna getirildiler. Ortak vatan Türkistan adı yerine Kazakistan, Özbekistan gibi bölge adları,Türk kim-liği yerine bölge adlarına dayalı adlar, Türkçe ye-rine de bölge adlarına uygun dil adları kullanılmaya başlandı. Kazak-Kazak’ça, Özbek-Özbek’çe gibi.

2- Türk ve Türkçe sözleri dışında kimliği olma-yan Azerbaycan Türklerine sunî bir ad ve suni bir dil icat edildi. Azerbaycan Türklerine kimlik ola-rak Azerbaycanlı, dil olarak da Azerbaycan’ca la-yık görüldü. İçinden Türk ve Türkçe sözlerinin si-lindiği bu kavramlar zorla kabul ettirilmeye çalışıldı.

3- Türk bölgeleri birbirinden ayrı federatif devlet-ler haline getirilerek aralarına sınırlar çekildi. Sınırlar çizilirken bile kasıtlı olarak problemli ve sınır anlaş-mazlıklarına konu olacak bölgeler meydana getirildi. ( Mesela; Özbek Türklerinin yoğun olduğu bölgeler Kırgızistan’a, Kırgız Türklerinin yoğun olduğu yer-ler Özbekistan’a, Türkmenlerin yoğun olduğu yer-ler Özbekistan’a, Özbek Türklerinin yoğun olduğu bir başka yer Kazakistan’a bırakılmak suretiyle ilerde çıkması muhtemel çatışmalara alt yapı oluşturuldu.)

4- Türk bölgeleri içinde küçük otonom devletçikler kurularak bu devletler içerden de ihtilaflı hale getirildi. Bugün yaşanan Karabağ problemi bu düşüncenin mah-sulüdür. Azerbaycan’ın Nahcivan ile irtibatını sağlayan Zengezor bölgesi Ermenistan’a verilmek suretiyle Nah-civan ve Azerbaycan arasındaki toprak bütünlüğü orta-dan kaldırılmıştır. Azerbaycan’ın kanuni ve tabii bir par-çası olan Nahcivan ile arasında bir su borusu geçecek kadar bile irtibat kalmamıştır. Bu yetmiyormuş gibi bir de Azerbaycan toprakları içinde Ermeni nüfusun kasıtlı olarak yerleştirildiği Yukarı Karabağ bölgesinde otonom bir devletçik kurulmuştur. Sovyetler dağıldıktan sonra bile bu proplemler çözülmemiş, daha da derinleşmiştir.

5-Türkler içinde anlaşmazlığı artırmak için ortak alfabeleri değiştirildi. Her birine farklı bir Kril al-fabesi uygulandı.1991′den sonra bağımsızlıkla-rını kazanan cumhuriyetlerden yalnızca Türk-menistan ve Azerbaycan Latin alfabesine geçtiler. Ancak burada yine bir gizli el iki Türk devletine birbirinden farklı Latin alfabelerini kabul ettirdi.

6-Türkleri asimle etmek için farklı etniklerle ortak dev-letçiklerin çatısı altına topladılar. Mesela hiç ilgisi olma-masına rağmen Balkarlı Türkler ve Karaçaylı Türkler farklı Çerkez toplulukları ile ortak devletçikler altında bir araya getirildiler. Bu birleşme ihtilaflı bir birleşmedir. Hem Türkleri hem de Çerkezleri bölen bir birleşmedir.

7-Bazı yerlerde otonom seviyede bile olsa devlet-leşmesi istenmeyen Türkler anavatanlarından sür-gün edilmiştir. Bunun bilinen en iyi örnekleri Ahıskalı Türkler ve Kırımlı Türklerdir. Bilinmeyeni ise Ermeni-lere tahsis edilen arazide kalan Türklerin durumudur. Azerbaycan içinde kalan Ermeniler Yukarı Karabağ bölgesinde toplanıp otonom bir idareye kavuşturulur-ken, Ermenilere tahsis edilen arazide yaşayan Türk-ler Anadolu’ya veya Azerbaycan’a göçe zorlanmıştır. Kalan Türklerin ise akibeti belli değildir. Kısaca Gü-ney Kafkasya’da Azerbaycan dışındaki bölgelerde ya-şayan Türklere otonom idareler bile verilmemiş, on-lar için sürgün ve asimle politikaları uygulanmıştır.

Kırım ve Ahıska Türkleri Orta Asya’ya sürgün edilmiş, Borçalı, Gümrü, Erivan, Gökçegöl, Zengezor bölgele-rinde yaşayan Türkler zorla Türkiye ve Azerbaycan’a göç ettirilmiş, Acaristan, Abhazya ve Gürcistan’ın iç ke-simlerinde yaşayan Türkler ise zorla Gürcüleştirilmeye, Rusya’nın iç kısımlarında yaşayan Türkler ise Ruslaş-tırılmaya çalışılmıştır. Özellikle Çarlık Rusya’sı döne-minde Karadeniz’in kuzeyinde kalan bölgedeki Türk-lerin çok büyük bir kısmı zorla veya menfaat karşılığı önce Hıristiyanlaştırılmış, sonra da Ruslaştırılmıştır.

8-Sovyetler döneminde sürgüne tâbi tutulan Kırım Türkleri ve Ahıskalı Türkler ağırlıklı olarak Özbekistan’a yerleştirildiler. Diğer bir kısmı ise Kazakistan, Kırgızis-tan, Karaçay-Balkar Özerk Cumhuriyetleri, Ukrayna ve Rusya Federasyonu içindeki bölgelere yerleştiril-diler. Aile bütünlüğü bozulan Türkler yerleştirildikleri yerlerde de rahat bırakılmayıp yerli halkla çatıştırıldı-lar veya KGB’ye ajanlığa zorlandılar. Sonra da sürgün Türklerin KGB ajanı oldukları yalanını el altından yay-mak suretiyle yerli halk ile sürgün Türkler arasında ça-tışmalar çıkardılar. 1989 yılında Özbekistan’ın Fer-gana bölgesinde Özbek Türklerini kışkırtarak Ahıskalı Türklere saldırılması da bu düşüncenin bir neticesidir.

M.KemalMAHMDUMTürk Birliği

ve Ruslar

Page 12: Genç Bengü Gazetesi 3.Sayı

12 Türk Dünyasının Sesi

Kadir İnanır: ‘Nazım Hikmet’in mezarı Türkiye’ye getirilmeli’Dünyaca ünlü Türk şairi Nazım

Hikmet’in, Moskova’daki mezarını zi-yaret eden Kadir İnanır, şairin isteği olan Türkiye’de bir köyde çınar ağacının al-tına getirilmesi gerektiğini söyledi.İlk Türk-Rus ortak yapımı olan El-

veda Katya filminin Rusya’daki galası için Moskova’ya gelen Kadir İnanır, ünlü şair Nazım Hikmet’in Novodeviçi Mezarlığı’nda bulunan mezarını ziyaret ederek dua okudu.İnanır, ünlü şairin doğumunun 111.yıl

dönümünde mezarı başında onu anma onurunu yaşadığı için çok heyecanlı ol-duğunu belirterek, “Öylesine şiirler yaz-mış ki… Onca yıl sonra, ya da insanlık tarihi boyunca okunduğunda şiirlerden insanların ruhuna yansıyan öylesine in-sanlık dolu, öylesine sevgi ve barış dolu; insan onurunu yücelten öylesine kelime-leri bir arada harmanlayarak, öylesine büyük ve güzel şiirler yazmış ki, bence dünyadaki bütün insanların hangi din-den olursa olsun Nazım Hikmet’in bu özelliğinden dolayı ona hayır dualar oku-yup, sevgi ile anacağından hiçbir endi-şem yok” dedi.Son dönemlerde Nazım Hikmet’in

anma törenlerinin devlet tarafından dü-zenlenmesi konusunda, “Bence geç ka-lınmış bir çalışma. Çok hızlanmalı. Bir an evvel istediğimiz arzuya istediğimiz yere getirilmeli. Hatta mezarının buradan alınıp Türkiye’ye onunun dediği gibi bir köye bir çınar ağacının altına koymalıyız diye düşünüyorum” diyen Kadir İnanır, Nazım’ın mezarında dua okuması ile il-gili de, şunları söyledi: “Ben inançlı bir insanım onun yazdığı

güzel şiirlerin benim saygı duyduğum İs-lam dinini sevgiyle kucakladığına ina-nıyorum. İslam dininin de onu saygıyla, sevgiyle kucakladığına inandığım için üs-tüme düşen görevi yaptım o kadar.”İnanır ile birlikte Nazım Hikmet’in me-

zarını ziyaret eden Elveda Katya filmin-deki rol arkadaşı Caner Cindoruk da, Anadolu’da bir ağacın altına gömülmek isteyen şairin bu isteğinin gerçekleşme-sini umduğunu söyledi.

Kazakistan’da Türk Dünyası sergisi

Kazakistan’da Birinci Devlet Başkanı Müzesi’nde “Türk Dünyası” tarih ve sa-nat galerisi açıldı

Astana’nın 2012 yılı Türk Dünyası Kültür Başkenti etkinlikleri kapsamında Kazakistan’ın Birinci Devlet Başkanı Fonu tarafından Türk dünyası tarihi ve sa-natı sergisi düzenlendi.

Hz. Muhammed (s.a.s)’in 40 hadisi-nin 1900. yılında el yazısı ile kaydedilen

kitap, 13.-14. asıra ait gümüş kaplamalı aynalar, 7.-8. asıra ait yemek tabakları, 11.-12. yüzyıla ait Kıpçak asker elbisesi gibi Kazakistan coğrafyasında yapılan ar-keolojik kazılardan ortaya çıkan kalıntılar, Türk dünyasının geçmişteki hayat ve kül-türünü yeniden gözler önüne seriyor.

Serginin 2013 yılı Şubat ayına kadare-yicilere açık kalacağı açıklandı.

Cengiz Aytmatov’un basıl-mamış romanı bulundu

Kırgızistan halk yazarı Cengiz Aytmatov’un yayımlanmamış romanının elyazısı bulundu. Kırgızistan halk yazarı Cengiz Aytmatov’un yayımlanmamış romanının elyazısı bulun-muştur. Trend’in haberine göre, bu ko-nuda yazarın kızı, milletvekili Şirin Ayt-matova yerel gazetecilere konuşmuştur.Aytmatova basılmamış romanın babası-nın kabinesinden bulunduğunu belirtti. “Toprak ve flüt” adlı eser 1940 yıllarında Kırgızistan’daki en büyük yapılardan biri olan Büyük Çuy kanalının inşaatından bahsediyor.Şirin Aytmatova romanın hangi yıllarda yazıldığını netleştirmemiştir. O, romanın basılarak elektronik formata geçirileceğini, bu yıl Rusça yayımlanacağını, daha sonra İngiliz diline tercüme edileceğini bildirdi.

Saygı duruşu ile başlayan törene Türkiye’nin Bişkek Büyükelçisi Necat Akçal, eşi Hülya Akçal, çok sayıda diplo-mat ve Türk iş adamı katıldı. Kırgızistan ile Türkiye milli marşlarının çalınmasının ardından törenin açılış konuşmasını Büyü-kelçi Necat Akçal yaptı. Konuşmanın ar-dından lise öğrencileri, Atatürk hakkında yazılmış şiirler okudu. Kırgızistan’da Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünün 74. yılı nedeniyle Türk Büyükelçiliği’nde anma töreni düzenlendi.Saygı duruşu ile başlayan törene Türkiye’nin Bişkek Büyükelçisi Necat Akçal, eşi Hülya Akçal, çok sayıda diplo-mat ve Türk iş adamı katıldı. Kırgızistan ile Türkiye milli marşlarının çalınmasının ardından törenin açılış konuşmasını Büyü-kelçi Necat Akçal yaptı. Konuşmanın ar-dından lise öğrencileri, Atatürk hakkında yazılmış şiirler okudu.Yaklaşık 15 dakika süren anma töreni sonunda konuşan Akçal, “Kalabalık bir anma töreniydi. Atamızı bir kez daha iade ettik. Yalnız Atatürk’ü 10 Kasımlar’da iade etmiyoruz tabiatıyla” diyerek törene katılanlara teşekkür etti.

Atatürk Kırgızistan’da da anıldı

Kazakistan’da ilk defa bir oyunu Türkçe olarak tiyatroda sahneledi.

Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA)’nın orga-nizasyonu ve spon-sorluğunda Kalibek Kuanışbayev Tiyat-rosu, Kazakistan ta-rihinde bir ilke imza atarak “Kenesarı-Kunimcan’ adlı oyunu Türkçe olarak sahne-ledi. Kazakistan’da ilk defa bir oyunu Türkçe olarak tiyat-roda sahneledi.

Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA)’nın organizasyonu ve sponsor-luğunda Kalibek Kuanışbayev Tiyatrosu, Kazakistan tarihinde bir ilke imza atarak “Kenesarı-Kunimcan’ adlı oyunu Türkçe olarak sahneledi. Oyunda rol alan sanat-çıların ,Astana’da faaliyet gösteren Yu-nus Emre Türk Kültür Merkezi’nde üç ay Türkçe öğrendikleri ifade edildi.

TİKA Kazakistan Koordinatörü Evren Rutbil, ‘Kenesarı-Kunimcan’adlı oyunun 12 Kasım’da Ankara’da - ve 14 Kasım’da ise İstanbul’da sahne alacağını kaydetti. TİKA’nın Kazakistan’da sadece teknik projelerle uğraşmadığını kaydeden Rutbili aynı zamanda halkların yakınlaşması ve birbirlerini daha iyi tanıması adına bu tür projelere de destek verdiklerini kaydetti. Rutbil, 30 kişiden oluşan ekibin 10-15 Ka-sım günleri arasında Türkiye’de bulunaca-ğını kaydetti. Gösterdikleri başarılı perfor-manstan dolayı oyuncuları ve yönetmeni tebrik eden Türkiye’nin Kazakistan Bü-yükelçisi Ömer Burhan Tüzel ise oyu-nun geçmiş ile gelecek arasında güzel bir köprü olduğunu söyledi. Oyunun Türkçe sahnelenmesinin oldukça güzel bir duygu olduğunu kaydeden Tüzel, aynı zamanda oyunun Türkiye’de sahnelenecek olma-

sının da Kazakistan’ın Türkiye’de tanıtı-mına büyük katkı sağlayacağını ve Türkler için de eğitici olacağını kaydetti.

Oyunun yönetmeni Bolat Uzakov, oyunun Türkçe sahnelenmesinin oldukça zor olduğunu, ancak üç-dört ay gibi kısa zaman zarfında bu işi başardıklarını söy-ledi. Oyunun Ankara ve İstanbul’da sah-neleneceğini belirten Uzakov, orada da başarılı bir performans sergilemek istedik-lerini kaydetti. Oyunda Kenasarı rolünü oynayan Sırım Kaşkabayev, başında biraz zorlandıklarını ancak sonunda güzel bir oyun ortaya çıktığını Türk halkının da bu oyunu seyrederken etkileneceğine inandı-ğını ifade etti.

Oyunu Türkçe sahneleyeceklerini duy-duğunda sevindiğini belirten oyunda Ku-nimcan rolünü canlandıran Aynur Jet-pispayeva, bu oyunun aynı zamanda Kazakistan Ttyatro tarihi açısından da bir ilk olduğunu vurguladı. Kazak tarihinin en önemli isimlerinden olan son Kazak Hanı Kenesarı’nın hayatını konu alan oyun, 19. yüzyıl Kazakistan’ında geçmektedir. Oyunda Kazak halkının tarihi, örf ve adet-leri, şarkıları, folkloru, sergileniyor. Oyun, vatan sevgisine ve Kazak halkının birli-ğine vurgu yapmaktadır.

N a z ı m H i k m e t ’ i n Mezarını ziyaret etti

Page 13: Genç Bengü Gazetesi 3.Sayı

Türk Dünyasının Sesi 13

Türk ‘’Einstein’’lar b u r a d a y e t i ş i y o r

ÇİN SEDDİ (M.Ö.403 M.Ö.221),

Çin’in Savaşan Beylikler döneminde (M.Ö.403 M.Ö.221), Çin seddinin te-meli 20den fazla ayrı ayrı krallık tara-fından atılmıştı. Chu, Qi, Yan, Wei, Han, Zhao, Qin Krallıkları birbirinden koru-mak için sınırlarında ilk setler inşa etti-ler. Qin,Zhao,Yan kralıkları ise XiongNu, DongHu, LinHu, LouFaın saldırılarını durdurmak ve ülkenin kuzey sınırlarını koruma amacıyla da inşa ettiler. Çin’in ilk İmparatoru Qin Shi Huang, burayı boy-dan boya aşılmaz bir savunma duvarıyla kapatmaya karar verdi. Bu devasa inşa-ata girişmekteki amacı konusunda tarih-çiler farklı görüşler sürmüşlerdir. Bunlar-dan bazıları:

Ülkenin sınırlarını başta Hiung-nu ol-mak üzere kuzeyden Çin’e karşı Türk boy-larının saldırısına karşı savunmak.

Uzun savaşlar sonunda yıktığı beylikle-rin esir düşen yöneticilerini sürgün ve ağır işe sürerek cezalandırmak.

Ülkeden kaçısları önlemek.Ülkenin tek yönetim altında birleştiğini

içeriye ve dışarıya göstermek.Kuzeyden gelen Türk saldırılarına karşı

savunmak için.Qin Shi Huang M.Ö. 221 yılında daha

önceki krallıkların yaptırdığı duvarları bir-leştirerek uzattı. M.Ö. 3. yüzyıldan M.S. 17. yüzyıla kadar Çinliler seddi uzatmaya devam etmişlerdir. Seddi onaran ve sa-vunma amaçlı kullanan son hanedan Ming Hanedanı (1368-1644) olmuştur.

Seddin yıkılmış olan kısımlarıyla bir-likte uzunluğu 6.000 kilometreyi bulur. Bugün ayakta duran kısım Ming Hanedanı devrinden kalan 2.500 kilometrelik settir. Ancak asıl inşaat, M. Ö. 221 ile M. S. 608 yılları arasında yapılmıştır.

Seddin kalınlık ve yüksekliği yer yer değişir. Sanılanın aksine Çin seddinin ta-mamı tuğlalardan oluşmaz. Bazı yerleri çok zayıf, kuvvetsiz maddelerden yapıl-mıştır ve bu duvarlar çok kısadır.[kay-nak belirtilmeli] Bu zayıf duvarların amacı devleti saldırılardan korumak değil kaçak düşmanı yavaşlatmaktır.[kaynak belirtil-meli] Genellikle duvarın yüksekliği 4-6 metre, taban kalınlığı 7 metre ve üst ka-lınlığı ise 6 metre civarındadır. Kalın olan yerlerin üzerinde atlar ve arabalar gide-bilmektedir. Kalın duvarlar boyunca si-perlik ve okçu delikleri vardır. 200 met-rede bir gözetleme kulesi veya kale ve 9 kilometrede bir fener kulesi bulunur. Du-var üzerinde yer yer saray ve tapınaklara da rastlanır. Bazı yerlerde setler, kademeli savunmaya imkân verecek şekilde birkaç sıra halinde yapılmıştır.

Bu tarihî yapı, 7 Temmuz 2007 tari-hinde, Dünyanın Yeni Yedi Harikası’ndan biri olarak seçilmiştir. Kuruluş tarihi:221

ÇİN SEDDİNİN YENİ BİLGİLERİÇin Seddi denilince, dağların üzerinde

uyuyakalmış bir ejderha gibi uzayıp giden bir yapı aklımıza gelir. Belki Çin’e gidip, bu görkemli yapıyı görenlerimizin sayısı pek fazla değildir. Ama, mutlaka bir res-

mini görmüşüzdür.Çin hakkında fazla birşey bilmeyen bir

kişi bile, en azından Çin Seddi’nin varlı-ğından haberdardır.Ancak, bu görkemli yapı hakkında bildiklerimiz çok kısıtlıdır.

Orta Asya Türk tarihi ile birlikte sıkça adı geçen bu yapı hakkında bildiklerimiz ne yazık ki, ansiklopedik bilgilerle sınır-lıdır. Ansiklopedilerin ve bazı tarih kitap-larının verdiği bilgiyi kısaca şöyle özet-leyebiriz: “3.000 kilometre uzunluğunda ve 6 metre yüksekliğindeki bu duvar, ku-zeyden Çin üze-rine aralıksız akın-lar yapan Türkleri ve Moğolları dur-durmak amacıyla yapılmıştır.” (Dipçe : Bu kaynaklar-dan sonraki bulgu-lar ile 6000 km. ol-duğu, yeni ve en son saptanan toprak altında kalmış ve yok olmuş kısımlar ile birlikte seddin uzunluğu 8851km. olduğu açıklanmış-tır K.B.) Burada verilen rakamlarda bazı küçük değişiklik-ler olabilir ama, anlatımın özünde değişik-lik olmaz. Hatta bazı kişiler tarafından bir övünme nedeni olarak algılanır ve “korkak Çinlilerin, Türklerden ne kadar çok kork-tukları” gururla ifade edilir.

Çin Seddi’nin hangi amaçlar için yapıl-dığına geçmeden önce, bu yapı hakkında kısa bilgiler vermek istiyorum.

Çin Seddi’nin Çince adı, “On Bin Li Uzunluğundaki Duvar” dır. Kilometre olarak ifade edilirse, yaklaşık 6.700 kilo-metre uzunluktadır. Temeldeki genişliği 6.5 metre olan duvarın üst kısımdaki ge-nişliği ise 5.7 metredir. Duvarın yerden yüksekliği genelde 8.5 metre olup, önemli geçitlerin ve büyük kapıların bulunduğu yerlerde 12 metreye ulaşmaktadır.

Dağların yüksek zirvelerinde ise bu yüksekliğin 1.5-2 metreye kadar düştüğü

de olmaktadır. Burç-ların yüksekliği 1-1.7 metre dolayındadır. Bazı bölümleri taştan ve bazı bölümleri de kerpiçten yapılmış bu yapının, uzaydan çıp-lak gözle görüldüğü ileri sürülmektedir.

Genelde Çin Seddi’nin, Ch’in Shih Huang döneminde M.Ö. 215 yılında ya-pıldığı kabul edil-mektedir1. Gerçekte ise, Çin Seddi’nin ya-pılışı daha eskiye da-

yanmaktadır. Savaşan Beylikler Döne-minde, M.Ö. 7. yüzyılda

birbirleriyle kıyasıya savaşan yedi de-rebeylik vardır. Bu derebeylikler, dağ ve ırmak gibi doğal sınırların olmadığı yer-lere yüksek duvarlar yaptırarak, sınırlarını belirlerlerdi. İlk duvar, M.Ö. 657 yılında

Ch’u derebeyliği tarafın-dan yaptırılmıştır. Daha sonraları, M.Ö. 6. ve 5. yüzyıllarda,başta Ch’i de-rebeyliği olmak üzere di-ğer derebeylikler de sınır-larım belirleyen duvarlar yaptırmışlardır. Böylece, Çin Seddi’nin bir bölümü daha o zamanlarda ortaya çıkmış oluyordu. Bu dö-nemlerde yapılan duvarlara “iç duvar”; sonradan M.Ö. 4. yüzyılda, Hun (Hsiung Nu) 1ar ile sınır komşusu olan kuzeydeki Yen, Chao, Ch’in, Wei ve Han dere-

beylikleri tarafından yaptırılan duvarlara ise “dış duvar” adı verilmektedir.

M.Ö. 221 tarihinde Ch’in derebeyliği, diğer 6 derebeyliği yenerek ülkede siyasi birliği sağlamış ve Ch’in Hanedanlığı’nı kurmuştur. Ülkede siyasi birliğin sağlan-masından sonra, general Meng T’ien ko-mutasındaki

300.000 kişilik bir ordu M.Ö. 215 yı-lında Hunların üzerine yürümüş ve onları kuzeye çekilmeye zorlamıştır. San Irmağın kuzeye doğru yaptığı kıvrımın içinde ka-

lan verimli He Nan bölgesi Çinlilerin eline geçmiş ve bu bölgeye, “Ch’in Devletinin Yeni Toprağı” anlamına gelen Hsin Ch’in Chung adı verilmiştir2.

Hunlar kuzeye sürüldükten sonra, Yen, Chao, Ch’in, Wei ve Han derebeylikleri arasında daha önceki dönemlerde yapıl-mış duvarlar birleştirilmeye başlanmıştır. Bu arada, gerekli onarımlar da yapılmış-tır. Ch’in derebeyliğinin rakibi durumunda olan 6 derebeyliğe mensup 30.000 aile, Hunlardan ele geçirilen bu bölgeye yerleş-tirilmiş ve Meng T’ien komutasındaki as-kerlerle birlikte Çin Seddi’nin yapılışında çalıştırılmışlardır. Zorunlu Bedenen Ça-lışma Yükümlülüğü gereği Çin Seddi ya-pımında çalışan 1 milyondan fazla işçinin yanısıra, pek çok suçlu, suçlarını Çin

Seddi’nin yapımında çalışarak öde-mişlerdir3. Ancak, işçi gereksinimi arttıkça,suçsuz insanlara çeşitli suçlar yük-lenerek bu bölgeye gönderilmişler ve Çin Seddi yapımında çalıştırılmışlardır.

Çin Seddi’nin yapımı M.Ö. 210 yılına, Ch’in Shih Huang’ın ölümüne kadar ara-lıksız sürmüştür. Hükümdarın ölümün-den sonra, general Meng T’ien’in gücün-den korkan başvezir, sanki hükümdarın emriymiş gibi Meng T’ien’e “intihar etme cezası” bildirir. Meng T’ien intihar eder. Meng T’ien’in ölümünden sonra bu bölge-deki askerlerin ve Çinli ailelerin çoğu bu-ralardan kaçarlar.

M.Ö. 206 yılında Ch’in Hanedanlığı sona erer ve Han Hanedanlığı kurulur. Yeni kurulan Han Hanedanlığı döneminde Çin çok güçsüz bir durumdadır. Hunların ise çok güçlü oldukları bu dönemde, Çin-liler zorunlu olarak barışçı bir siyaset izler-ler. Hunlarla akrabalık ilişkisi kurmak için prensesler ve çeşitli hediyeler gönderirler. Bu barış döneminde Çin Seddi aralarında sınır olarak kabul edilmiştir. Seddin kuzeyi göçebelere,güneyi ise tarımla uğraşan Çin-lilere aittir4. Devam edecek

Üstün zekalı ve üstün yetenekli öğ-rencilerin yetiştirilmesi, keşfedilmesi için kurulan Bilim ve Sanat Merkez-leri, uygulamalı bilimsel eğitim veriyor. Adana Bilim ve Sanat Merkezi Mü-

dürü Mehmet Duran Öznacar, merkez-lerine IQ testiyle aldıkları üstün zekalı ve yetenekli öğrencilerin yetişmesi, proje üretimi ve yönetimi aşamasında öğren-cilere katkıda bulunduklarını söyledi.İlkokul ikinci sınıftan lise son sınıfa

kadar geniş bir öğrenci profiline sa-hip olduklarını belirten Öznacar, ver-dikleri uygulamalı eğitimle öğrencile-rin zihinlerindeki soyut kavramları somutlaştırdıklarını ve daha kolay öğ-renmelerini sağladıklarını ifade etti.Türkiye’de 60 il merkezinde 66 Bi-

lim ve Sanat Merkezi bulunduğunu anlatan Öznacar, şöyle devam etti:‘’Öğrencilerimizi uyguladığımız

zeka testine göre alıyoruz. Merke-zimize devam eden üstün zekalı 346 öğrencimiz var. Bunların hepsi seçil-miş kişiler. Merkezimizden yetişen ve Türkiye’deki en iyi üniversitelerde oku-yan çok sayıda öğrencimiz bulunuyor.’’

Yaşamımızda vazgeçilmez bir yer kaza-nan yazı birden bire ortaya çıkmamış, bin-lerce yıllık bir gelişme sürecinde sistem-leşmiş, bugünkü halini almıştır. Bugün kullanılan yazıların bulunmasına kadar çe-şitli yazılar kullanılmış sonunda hep kolay okunup, yazılabilen yazılara varılmıştır.Yazı sözcüğü, sözü çizgilerle gösterme

sistemi anlamında düşünülürse en eski yazı örnekleri insanla birlikte başlar. En il-kel toplumlar bile sesten başka anlaşma yöntemlerine gerek duymuşlardır. Yazı öncesi toplumlarda insanın konuşma di-linden başka birçok iletişim tekniğinden de yararlandığı biliniyor. İşaret ve resim-ler, haberleşme simgesi olarak kullanı-lan belli nesneler, düğümler anlaşma için başvurulan seçeneklerden bazılarıdır. İn-celemelere bakılarak, en eski insan toplu-luklarının bu seçeneklerin hepsini kullan-dıkları varsayılabilir. Kuşkusuz bunların kullanımı ve geliştirilmesi, insanoğlunun doğal çevresi ile olan ilişkisinin ve yarat-tığı toplumsal çevrenin düzeyi ile ilgilidir.Örneğin; düğüm atarak he-

sap yapma, hesabı tutulacak alışve-riş ilişkilerinin olmasını gerektirir.Figür öncesi şekillerden stilize resim-

lere doğru bir çizim/resim geleneğini ya-ratanlar, resim kökenli ilk yazı biçimle-rine hazırlık aşamasını oluştururlar. Bugün kullanılan yazının atalarıolan hiyerog-lif yazının ve çivi yazısının kökleri çok eski dönemlere paleolitik çağlara uza-nır. Duygu ve düşüncelerin sözcüklerle ve kavramlarla ifade edilebilecek şekilde kayıt edilmesi biçimindeki yazı, M.Ö. 3000’lere doğru Mezopotamya’da he-men sonra da Mısır’da ortaya çıkar. Yazı, yalnızca bir iletişim aracı olarak değil, insanın simgesel düşüncesinin ulaştığı bir dönüm noktasıolarak da insanoğlu-nun kültürel değişme sürecinde uzun bir arayışın, denemenin ve birikimin sonu-cudur. Yazının tarihi, kültür tarihi gibi tarih öncesi çağların derinliklerindedir

İnsanların İlk Yazı Yazmalarında Kullanılan Alet

Page 14: Genç Bengü Gazetesi 3.Sayı

14 Türk Dünyasının Sesi

S Ö Y L E Ş İ D E V A M I

Nurgali JUSİPBAY: Muhtar Ağa, Jeltoksan Ayaklanmasıyla ilgili verdi-ğiniz mücadeleniz bizlere hep örnek olacaktır. Size minnettarız. Şuan tüm Türk Dünyasında Nevruz Bayramı kutlanmaktadır. Ancak, özellikle, şuanki ku-şak, bir zamanlar Nevruz’un yasaklandığını ve yıllar sonra gene de sizin mü-cadelenizin sayesinde Türk Dünyasının Nevruz’a tekrar kavuştuğunu, böyle-likle bayramımızın yendien canlandığını bilmemektedir. Lütfen, bize o günler, o kavganız, o mücadeleniz hakkında bahseder msiniz? Biz Nevruz’a nasıl tek-rar kavuştuk?

Muhtar ŞAHANOV: Yıl: 1988. Jeltoksan Ayaklanması’nın korkuları-nın daha yatışmadığı dönemdi. Tam tersi, istihabarat servisinin pürdikkat taki-binin daha da çetinleştiği, Yazarlar Birliğinde beş-altı kişinin bir araya gelip ko-nuşmalarının bile yasaklandığı bir dönemdi. Ancak, bir zamanlar tüm Türk Dünyasında asırlarca kutlanmakta olan Ulu Nevruz Bayramını, Sovyetler Hü-kümeti 1926’da “Eskicilik unsuru, İslam Dininin kalıntısı” olarak değerlendire-rek, kutlanması katien yasaklanmıştı. Ben derin derin düşündükten, düşüncele-rimi de iyice tarttıkttan sonra, Cumhuriyet yönetimine Nevruz Bayramını resmi bayram olarak kabul edilmesi ve kutlanması meselesini gündeme getirmeye ka-rar verdim. Amacım, Jeltoksan Ayaklanması’ndan sonra gururu ezilmiş, yıpratıl-mış olan Kazak Milletinde, ne pahasına olursa olsun, milli bir silkinme uyandıra-rak, başını dik tutmasını sağlamaktı.

Ancak, bu düşüncemi siyasallaştırmazsam amacıma ulaşamayacağım da kesindi. Sonra, özel olarak hazırladığım yazımı yanıma alarak, Kolbin’e ge-lip, ona Nevruz Bayramı ile kuttlamaların tüm olumlu yönlerini tek tek anlat-tım. Aradan birkaç gün geçtikten sonra Kolbin: “Sizin teklifinizi Politbüro üye-lerinden ancak iki kişi, Janibekov ile Nazarbayev destekledi, diğerleri tamamen karşı oldular. Dolaysıyla, bu teklif şimdilik kabul görmeyecek gibidir” dedi. Ben, ne olursa olsun geri adım atmamak amacıyla: “Genadiy Vasilyeviç, Jeltoksan Ayaklanması’ndan sonra iki millet arasında, yani, Rus ile Kazakların arasında bir soğukluk duyulmaya başlandı. Eğer siz, Kazak bozkırına atalarının asırlar boyu kutladığı, ama , daha sonra yasaklanmış olan Nevruz Bayramı’nı tekrar geri ge-tirirseniz, Kazak Halkının size bakışı değişebilir. Bu büyük toyun Ruslar ile Ka-zakların arasının yakınlaşmasına sebep olabilme imkanı çok büyüktür” dedim. Kolbin’in gözü ışıldayıverdi..

Böylelikle, asırlardan beri nesilden nesile ulaşmakta olan Nevruz Bayramı 62 yıllık aradan sonra, 30 Mart, 1988 tarihinde Kazak Bozkırlarına tekrar kavuş-muş oldu. Aynı yıl Almatı şehrinin Maksim Gorki dinlenme parkında yüz bin katılımcıyla kutlanan Nevruz Bayramı, aynı gün Almatı Eyaleti Enbekşi ilçe-sinde başladıktan sonra Jambıl eyaletinin ilçelerinde de devam etti. Daha sonra kutlamalar cumhuriyetin diğer eyalet, ilçe ve köylerinde, ta sonbahara kadar dü-zenlendi. Bir sonraki yılda ise Nevruz Bayramı Kırgızistan’da, Özbekistan’da, Türkmenistan’da, Tacikistan’da ve Azerbaycan’da 63 yıllık aradan sonra tek-rar canlanmış ve gelişmelerde Kazakistan onlar için gurur kaynağı ve lider ola-bilmiştir. Bunu takip eden yılda Kolbin’in Gorbaçyov’a yaptığı teklifle Nevruz Bayramı Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan, Azerbaycan, Cum-huriyetlerinde 63 yıllık aradan sonra tekrar canlandı. Yaşı yaklaşık seksene yak-laşan bir aksakal “Muhtarcığım, 1947’de bu Nevruz bayramını tekrar canlan-dıralım dediğim tek lafım için altı yıl hapis yattım. Hayalim gerçekleşti. Artık, bu toydan sonra ölmeye de razıyım” deye hüngür hüngür ağladı. O yaşlı adamla birlikte bizim de gözleriimiz doldu. “Gerçek şahsiyet te, gerçek kahraman da siz-siniz” dedim kucaklayıp. Nurgali JUSİPBAY: Gerçekten de ibret dolu bir müca-dele. Müsadenizle diğer bir konuya geçmek istiyorum. Sizin dünyaca ünlü Kır-gız yazarı Cegiz Ağa Aytmatov’la olan dostlluğunuzu biliriz. Bu dostluğunuz bizlere örnektir. Cengiz Ağa’nın eserlerini tüm dünya okumaktadır. Lütfen, okur-larımıza, herkesin bilmediği, Sizin için de örnek alınması gereken üstadın vasıfla-rından bahseder msiniz? Onu dünyaca ünlü Aytmatov olarak tanınmasına neden olan en önemli özelliği neydi?

Muhtar ŞAHANOV: Doludizgin delikanlılık çağımda Gabriel Garcia Marquez’in “Benimle ilgili yazılan övgü dolu abartılı yazıları ve kitapları oku-mam” demesine hep şaşar dururdum. Daha sonra Cengiz Aytmatov’u tanıdıkça onun da kendisine övgü yağdıran yüzlerce makale ve kitapların büyük bir ço-ğunluğunu okumadığını fark ettim. Aytmatov’la olan dostluğumuzun ilk yılla-rında Cengiz ağabeyimin evinde bir konu üzerinde dertleşiyorduk Aniden odaya Meryam’ın ablası Anipa Hanım girdi ve Cengiz Ağa’ya “Demin siz bahçede gezerken Dış İşleri Bakanlığından memur bey gelip, kimselerin adını bile pek bilmediği üç dilde yayınlanmış kitaplarınızı getirdi”-dedi. Cengiz Ağa sanki hiç-bir şey olmamış gibi: “Çalışma masamın üzerine bırakınız, daha sonra bakarım”-dedi, ve hasbihali devam etti. Şahsen, övgülere hiç doymak bilmeyen, övgüleri duydukça duymak isteyen bir yöneticiyi epeyce araştırdım. Şaşaalı bir törende herkes tarafından tanınan meşhur bir şarkıcı bu yöneticiyi göklere uçururcasına övdükçe övdü. Bu övgü ziyafeti öyle bir hal adı ki, artık herkes somut ve net olarak bu övgünün yalan ve dalkavukluktan kaynaklanmakta olduğunu fark et-mişti. Ben tam o sırada, o çok övülen yöneticinin yanında duruyordum. Yüzüne baktığımda, aniden sarsılıverdim. Şarkıcının yalanlarla süslemiş olduğu o konuş-maya, o dalkavukça övgülere o kadar kendisini kaptırmıştı ki, gözleri dolu dolu oluvermişti. Bu şahsın zayıflığı dalkavukların yalanlarla süslediği övgü ile ihlası ayırt edememesiydi. O anda ona çok acıdım. Yetenekli kişilerin çoğu övgülere dayanaksızlığından ve kendilerini kaptırdıklarından yerle yeksan oldular. Ama, Cengiz Aytmatov buna hiç benzemeyen, hatta, tam zıt bir karaktere sahipti. Eser-leri dünyanın 177 diline çevirilip, dünyada en çok okunan yazarlardan olsa bile, hayatta iken, Ruslar, İngilizler, Almanlar, Fransızlar, Çinliler ve diğer haklar onu “Büyük Yazar” diye kabul ettiği halde bile, o bu tür övgülerin hiç birine ne özel bir ilgi duymuş, ne de sarhoşluğuna kapılmıştır. Şana ve şöhrete aldırmamak; Aytmatov’un iç dünyasının araştırmayan ayrı bir zirve olduğu kesindir. Nurgali JUSİPBAY: Cengiz AYTMATOV’un Kırgızistan Cumhuriyeti Cumhurbaş-kanlığı makamamı teklif edildiğinde kalemine sadık kalarak, makam ve koltuğu kabul etmediği doğru mu? Muhtar ŞAHANOV: Yıl:1990. Moskova’dan Cen-giz Aytmatov aradı. “Allah korudu”, – dedi selamlaştıktan sonra, “az kalsın beni Kırgızistan’nın cumhurbaşkanı yapacaklardı. Kazat dostun anlattı mı?”

“Evet, anlattı. Tüm parlamento bir buçuk saat boyunca sizin olurunuzu beklemiş. Hiç ikna olmamışsınız. Belki de, Siz yirminci yüzyılın bendecilikten arınmış, manevi açıdan pak, en seçkin ve temiz devlet başkanı olacaktınız. Artık sadece Kazaklar ile Kırgızlarda değil, aynı zamanda tüm dünyada sizin gibi cum-hurbaşkanlığı makamından, korkunç bir canavardan kaçar gibi kaçmış bir kişi-nin bulunamayacağı da kesindir” dedim, gerçek ve espriyi karıştırarak. Çünkü, 1990’larda bağımsızlığına kavuşan diğer ülkeler gibi Kırgızistan da cumhurbaş-kanını seçmesi gerekirdi. Çeşitli nedenlerden dolayı bu seçim süreci uzamıştı. Cengiz Bey’e cumhurbaşkanlığı teklif edildiğinde, işi erbabı yapması gerektiğini savunup, yazarlığına sadakatini bildirmiş ve yüksek makam teklifini redetmişti.

Diğer bir ilginç olay 1996’da yaşandı. Nisan’ın ilk günleriydi. Belçika’ya, Cengiz Ağaya telefon açtım:“Birleşmiş Milletler’in müstakbel Genel Sekreteri’ne büyük selamlar olsun!” dedim, espri yaparak. “Bu dedikoduyu kim başlatmış öğrenebildin mi?” dedi, şaşkınlığını gizleyemeden.

“Bunun için kızmayın.Birleşmiş Milletler’in boş duran Genel Sekreterlik makamına her ülke kendi aslanlarını aday göstermektedir. Kırgızlardan ise dünya çapında kabul edilen ve tanınan sizden başka büyük aslan var mı ki?” dedim.

DTGB - DÜNYA’DAKİ TEMSİLCİLERİMİZRomanya Dincer GeaferAmerika-New York:Terken HACALOĞLUKırgısistan Edil Marlis UuluKazakistan- Dosay KenjetayAfganistan: Mustafa K.MAHDUMAhıska Türkleri: Paşali SeferoğluAltay: Katya TıdıkovaAvrupa: Orhan KutluIAzerbaycan: Akber Yolçiyev (Qoşalı)Balkarya: Alim HubolovBaşkurtistan: Florid BagayevBatı Trakya: Cemil KapzaBayır-Bucak: Sami YıldırımBulgaristan: Semra HüseyinCuvaşistan(Rusya) :Oleg TcyplenkovDoğu Türkistan: Erkin EmetFin-Ugor: Vasili PetrovGagauzya: Oleg Federovich GarizanHakasya: Lev NerbışevHollanda: Serdar Can Karacay: Hasan HalkkoçKırım: Eskender BariyevSibirya Omsk Altınay JunusovaŞor (Rusya) Cıltıs Tannagasheva Nogay (Rusya) Yangurchi Adzhiev KKTC Ercan Arıklı Tataristan (Rusya) Bulat Gatin Türkmenistan Murat Toylyyev

İsmail Gaspıralı Gençlik Teşkilâtı.......................................................................Kırgız Gençleri Birliği Dünya Genç Türk Bilimadamları BirliğiCümbüş-İ Milli İslami Gençlik Teşkilatıist. Vatan CemiyetiKan-Kerede Altay Gençler BirliğiAvrupa Türk FederasyonuGençlik Teşkilatları Millî ŞurasıAnt Gençler TeşkilatıBaşkurt Gençleri İttifakıGümülcine Türk Gençler BirliğiBayır Bucak Türkmenleri DerneğiUfuk Vakfı - Sofya Suvar Çuvaş Gençleri BirliğiDünya Uygur KurultayıMofun - FİN-UGORAnadili Gençler CemiyetiTun Gençlik TeşkilatiTürk EviKaraçay VakfıQardaşlık Kırım Tatar Gençleri BirliğiVahdet Türk Gençleri TeşkilatıŞor Millî Kültür MerkeziBirlik Nogay Gençleri TeşkilatiTürk-Bir DerneğiAzatlik Tatar Gençleri BirliğiMahtumkuli Düşünce Topluluğu

www.gencbengu.org/[email protected] Tel:0090 212 511 63 47İmtiyaz Sahibi - DTGB

Genel Başkan-Ekrem Abdullayev

Yazı İşleri MüdürüAbidin HACİEV

Yazı İşleri Müd.Yrd.

İsmail ERDEMSemiha AHMET

Genel Yayın YönetmeniRafet ULUTÜRK

Genel Yayın MüdürüSemra HÜSEYİN

Yayın DanıSmanları:Prof. Dr. Hayati DURMAZDr. Ganira PAŞAYEVA Dr. Mustafa KAHRAMANProf. Dr. Emin ÇARIKÇIProf. Dr. Ahmet ÇOLAKYakub DELİÖMEROĞLUDoc.Dr.Kutluk KaanSÜMERDr.Müjgan DENİZ

Erdoğan ASLIYÜCEAygun HASANOĞLU

Haber Sorumlusu: Nafiye YILMAZHukuk Danışmanı: Seniha MERTEkonomi Müdürü: Mujgan DENİZİstihbarat Müdürü: Elşat ABDULLAYEVEğitim Sorumlusu: M.ustafa K.MAHDUMGörsel Yönetmen: Nedim BİRİNCİNKültür-Sanat: Murat TOYLUİSpor Müdürü: İbrahim SOYTÜRKArt Direktör: Samet ERDEMİnternet Müdürü: Murat ULUTÜRKHalkla İlişkiler: Neriman ERALPReklam Müdürü: Nihat KAHRAMAN

İrtibat Bürosu: (500 Evler) Yıldırım Mh. Şehit Kamil Balkan cad. No: 114 / A 500 Evler - Bayrampaşa / İST.Bayrampaşa - Adaparkın üstü - Palmyalar durağın altıTel: 0212 581 78 08 // 511 63 47 - Fax:0212 511 33 91

[email protected] Star Medya Yayıncılık A.Ş.

Teknik Hazırlık: Murat ULUTÜRK

Bu gazete basın yayın ilkelerine uymayı taahhüt eder.Yazarlar yazılarından sorumludur.www.genbengu.org

BTürk Dünyasının Sesi

ENGÜG E N Ç

Türk Dünyasının Sesi

ENGB ÜG E N Ç

“Dün hep Büyükelçiler bir aradaydık, çoğu kendi ülkelerinin sizin adaylığınızı uy-gun bulduklarını dile getirdiler. “Tamam” diye kabul ederseniz, tüm dünyaya hük-medebilecek yetki sahibi olabilme ihtimaliniz çok büyüktür. “Şakanın hiç te yeri değil”, dedi Cengiz Ağa huzursuzlanarak. “Bu söylenti tüm Kırgızistan’a, hatta dış ülkelere bile yayılmış. Herkes yorganına göre ayağını uzatmalı değil mi? Bu de-dikoduyu nasıl durduracağız? “Cumhurbaşkanlığından vazgeçtiğiniz gibi dünya çapında hükmetmeyi de reddediyorsanız, kendi Dış İşleri Bakanınıza telefon açı-nız veya sayın Akayev’e söyleyin. “Bu düşüncene katılıyorum. Doğrusu budur” dedi, Cengiz Ağa. Ardan iki, üç gün geçmeden Kırgız basını şu haberi yayınladı ; “… Kırgızistan Cumhuriyeti Dış İşleri Bakanlığının yetkili Basın-Yayın Sekre-teri olarak bu söylentilerin asılsız olduğunu deklere ediyorum. Ünlü hemşerimizin BM Genel Sekreterliğine aday olmasına ne niyeti vardır ne de isteği. Sayın Cen-giz Aytmatov şahsen böyle bir isteği hiç bir yerde ve hiç bir zaman dile getirmemiş ve sözkonusu mesele şahsi planında mecvut değildir. (11 Nisan, 1996.) Kırgızis-tan Cumhuriyeti Dış İşleri Bakanlığı’nın Basın Sekreteri U. Botobekov” ..........

Bu yaşıma kadar birçok kişilerle dertleşmiş, sohbet etmiş, danışmış, şakalaş-mış, sevinmiş, kızmış, anlaşmışım. Sırdaşlarım da az olmadı. Ancak, bendenize, Kırgız’ın bu büyük evladı kadar gönül ve düşünce muhitinin, yedinci duyu ekse-ninde derin manalı hasbihal edebilecek, büyük ölçüde düşüncelerimizi paylaşabi-lecek başka kimseye rastlamak kaderime yazılmamış. İkimizin kendi aramızda dertleşerek yükselttiğimiz düşüncelerin, sırlarımızın yazıya dökülmemişleri de ni-cedir. Onu kutsal kara toprağın kucağına verirken günlümü kederli ve ağır bir su-kunet bastı ve ben kendimi birisi tarafından uçsuz bucaksız kumlu çölde tek ba-şına bırakılmış halde kimsesiz günler geçirdim.

Nurgali JUSİPBAY: Mankurluğu da ilk olarak gündeme getiren Cen-giz Aytmatov’tu değil mi? Bize, Makurtluk hakkında bahseder msiniz? “Man-kurtluk” nedir?

Muhtar ŞAHANOV: “Mankurt” sözünü dünya edebiyat hazinesine ka-tan Cengiz Aytmatov’tur. Rusya Bilim Akademisi Dil Araştırma Enstitüsü’nün yayımladığı “Rusça’nın Açıklama Sözlüğü”nde “Mankurt” kelimesinin açıkla-ması “Geçmişini unutan, milli şuur, kültür, geleneklerini reddeden, milli köken, manevi esas ile değerlerinden ayrılan kişidir.”. “Mankurtluk” ise, “tarihten, atalar yolundan şaşma, manevi değerlerden ayrılma” olarak tanımlanmıştır.Savaşta esir düşen, köle olan tutsak, zamanla kendilerine karşı saldırabilir veya vatanına kaça-bilirdi, en azından bulunduğu memleketteki kızlara kötü davranabilirdi. Bundan dolayı, Kalmaklar böyle tutsakları mankurtlandırmayı hedeflemişlerdir. Bunun için, tutsağın ilk olarak saçları tamamen kazınır ve yeni kesilen devenin veya ine-ğin derisi başına kaplanır.Buna “Şire” derler. Buna kayıştan keserek bağ yaparlar. Başına sıkıca bağlarlar. Ayaklarını ve kollarını da sağlamca bağladıktan sonra gü-neşin sıcaklığına bırakırlar. Taze deri kurudukça kafatasını kıracakmış gibi sıkar. İn-sana dayanılmaz azap verir. Büyüyen saç kuruyan deriyi geçemez, geri dönerek baş derisini iğneyle sokar gibi içe delerek, tüm sinir sistemini öldürür, yani hafızayı tamamen yok eder.Bu işkenceden bir hafta veya on gün sonra tutsak ölür. Diri ka-lırsa; adını, bütün hayatını unutur. Bundan böyle, sahibinin dediğini yapan, kendisi bilerek hareket edemeyen, düşüncesiz, duygusuz, güç ve kuvvet sahibi mankurta dönüşür. Nurgali Jusipbay: Ya günümüzdeki Mankurtluk ? Muhtar ŞAHA-NOV: Atalarımızın zamanındaki mankurtluk çok az kişinin kader acısıydı. Sov-yet yönetimi döneminde ise Birlik içinde bulunan milli cumhuriyetlerde yaşayan halkların tümü “Mankurtlaşma siyaseti” kurbanlarına dönüştü. Nasıl? Birlikte yaz-mış olduğumuz “Kuz Başındaki Avcının Çığlığı” eserinde Cengiz Bey: “Totali-ter sistem rejiminde senin de, benim de, hepimizin aklımıza, düşüncemize, anla-yışımıza ideolojik “şire” yapıldı. Bu, bir sisteme boyun eğdirerek, kontrol altında tutmak amacıyla yapılıyordu” diye, tüm milletlerin tamamen mankurtlaştırılması hakkındaki net fikrini söyler. Dil, esas milli değerdir. Dili yok olan halkın kendisi de yok olur. Bunu pek iyi bilen Rusya, Sovyet yönetimi devrinde başka halkları mankurtlaştırma işlemini Rus dillileştirme, Ruslandırma siyasetine göre yürüttü. Örneğin, Sovyetler Birliği yönetimi zamanında Rusça’yı çok iyi derecede öğren-meyen kişinin makamı yükselmez, herhangi bir başkanlık işlerine alınmaz, top-lumun yüksek seviyeli insanı olarak sayılmazdı. Dolaysıyla, makam ve yetkiye ulaşması, toplumun yüksek seviyeli vatandaşı olabilmesi için Birlik içinde yaşa-yanlar Ruslaşma yarışına girdiler. Bunlardan bazıları o kadar iyi Rusça öğrendiler ki, kendi ana dillerini unutmuş hale geldiler. Ana dilini unutunca milli duygularını da unutttular. Kendi milletinin en korkunç acımasız düşmanı, esas köklü geçmi-

şinden vazgeçen aynı milletin nesli olacağı da kesindir. Neticesinde, Sovyet sis-temi eli altındaki milletleri aynı milletin tepeden tırnağa kadar Ruslaşan insanları sayesinde, ana dilinde konuşmayı hor geren, kendi milli varlığını küçümseyen, dinini kabul etmeyen, milletine göz kırpmadan taş atmaya her zaman hazır olan kendi mankurtları sayesinde Ruslaştırmaya, yani, Kazaklar’ı Kazaklar’ın, Özbekler’i Özbekler’in, Buryatlar’ı Buryatlar’ın eliyle asimile etmeye başladı. Bu siyaset “Kemeleri (sıçan) kemelerle yok etme metodunun uygulamasıdır. Örneğin; yaklaşık on kemeyi demirden yapılmış kutuya koyarlar, hafta boyu hiç yiyecek vermezler. Acıkan kemeler birbirini yemeye başlarlar ve nihaye-tinde sadece bir keme tek başına kalır. Bundan sonra galip gelen keme dışarı çık-tığında hayatta kalabilmek için günlerce türdeşleriyle savaş yapan, böylece sinir sistemi bozulmuş, başka yiyeceklere bakmadan sadece diğer kemelerle besle-nir bir hale gelir. Böylece, tek başına onlarca, yüzlerce soydaşını öldürür. Çarlık Rusya’nın yapmak istediği tüm amaçlarını Sovyet sistemi yetmiş yıl içerisinde

yerine getirdi. Bunlar nelerdi? Bu; Kazaklar’ın milli kimliğini yok etmekti. Ge-nel olarak değerlendirdiğimizde Sovyet yönetiminin ideolojisinde millet meselesi yoktu. Tek millet vardı, o da Sovyet milleti idi. Halk vardı. O da, proleter diktatör-lüğüne boyun eğen halktı. Burada materyalist-diyalektik açıdan bir değerlendirme vardır. Bu ne demektir? Bu “Rus milletinden başka milletlerin hepsinin geçmişini yok etmek, tarihini silmek” demektir. Geçmişi silinen halkın bugünü çıplak kalır. O günden itibaren “Kazaklar Ruslar’ın sayesinde eğitim, bilim öğrendi, Sovyet-ler Birliğindeki diğer milletler de Rusların sayesinde Avrupa’dan haberler alabildi, dünyayı tanıyabildi” düşüncesini şuurumuza yerleştirmeye çalıştı. Çünkü, Sovyet sistemi yöneticisi olan Rusya; Sovyetler Birliği nezaretinde bulunan tüm millet-leri sadece kendine bağımlı yapmayı amaçladı. Bu yüzden onları dilinden, dinin-den, geçmiş tarihinden, tüm milli varlığından ayırma işlemini, yani, mankurtlaş-tırma siyasetini uyguladılar. Bu siyasetin neticesinde Sovyetler Birliği nezaretinde bulunan milletler kendi dilinden, dininden, milliliğinden ayrılıp, sadece komünist partisini tanımış, partinin her dediğini yapmış, parti emrini itirazsız yerine getirmiş, böylece sadece övmeden başka şeyi düşünmeyen mankurtlar toplumuna dönüş-meye başlamışlardı. Sovyetler Birliği kurulduktan sonra Rusya Kazak bozkırla-rını sömürme ve mankurtlaştırma siyasetine, Kazak zenginlerinden, zenginlikle-rini güçle almaktan, onları sürgün etmekten, soysuzlaştırmaktan başladı. Bundan sonra, Kazakları kısa bir zaman içinde yerleşik hayata zorladılar, bunun netice-sinde Kazakları sayısız mal ve can kaybına uğrattı. Zorla kollektiflendirme siya-setiyle Kazak halkı en verimli, en güzel topraklarından, mal ve mülkünden, alı-şılmış hayat tarzından ayırdılar. Böylece azaptan, ızdıraptan kurtulmaya çalışan Kazak zenginleri başka ülkelere göç etmeye mecbur kaldılar. Bu siyasetin neti-cesinde 1930-1931 yıllarında Kazak halkının sayısı 1 milyon 950 bine geriledi. Aynı dönemde Sovyet yönetimi Kazaklar’ın eski Arap alfabesini Latince’ye çe-virdi. 1931-1932 yıllarında Sovyetler Birliği yönetiminin elden yaptığı açlık ve kıt-lıktan 3 milyona yakın Kazak öldü. Gömülmeyen binlerce cesetten Kazak Boz-kırında veba hastalığı ortaya çıktı. Açlık ve veba hastalığından sağ kalanlar komşu ülkelere sığındılar. Bu kadar dayanılmaz açlığa rağmen Stalin Kazakistan’ın bütün buğdayını Avrupa ülkelerine zorla ihraç etti.

Otuzuncu yılların sonunda tüm Kazak aydınları, yani, halkın dili, gözü, ku-lağı olan aydınlar tamamen sürgüne gönderildi, Kazak bozkırı siyasetin kurbanı oldu. Zenginliğinden, topraklarından, siyasi liderlerinden ayrılan Kazak bozkırında Sovyet yönetimine karşı çıkmaya, baş kaldırmaya muktedir olmayan yıpranmış, siyasi ve bilimlik gücü yetersiz olan uysal halk kaldı geriye. Aynı dönemde Sovyet yönetimi Kazak alfabesini Latince’den Kirilce’ye çevirdi. Son on yılda alfabenin iki defa değiştirilmesindeki sinsi siyaset “gelecek nesil; atalarını, tarihini orijinalin-den okuyup öğrenemesin, geçmişini unutsun, tamamen mankurtlaşsın” isteğin-den kaynaklanmaktaydı.

Kazak halkını çeşitli uygulamalarla zayıflatan, yıpratan Sovyetler Yönetimi İkinci Dünya Savaşı yıllarında diğer halkları, Kazak bozkırlarına sürgüne gön-derme ve ekincilikle uğraştırma bahanesiyle, hapisteki suçlularla birlikte yerleştir-diler. Neticesinde, 1962 yılında Kazakistan’a dışarıdan gelenlerin sayısı 3 milyon 950 bini buldu. Böyle yapmadaki asıl amaç, Kazak halkı kendi topraklarında di-ğer halklarla kaynaşarak tarih sahnesinden tamamen silinmesini gerçekleştirmekti. Bu mankurtlaştırma politikası özellikle Putin rejimindeki Rusya Federasyonunda yaşamakta olan Türklere açıkça uygulanmkatadır. Şuan federasyonunda yaşa-mata olan Türklerin ana dilde eğitim almaları, milli varlıklarını yaşamaları kısıtla-maktadır. Örneğin, liselerde Türklerin ana dilinde sadece bir ders okutuluyorken, tüm diğer dersleri Rusça yapılmaktadır. Bu nedir? Açıkça yapılan mankurtlaş-tırma değil midir? Ayrıca bunun, UNESCO ve BM’nin dil ve insan özgürlüğü hakkındaki tüm kanun ve kararlara aykırı olduğunu Aytamtov ile verdiğimiz canlı yayınların birinde Putin’i ve yönetimini eleştirdim. Aradan birkaç gün geçtik-ten sonra bana cumhurbaşkanımız telefon açtı ve Putin’in canlı yayında yaptığım konuşmamdan çok rahatsız olduğunu anlattı. O anda milletimizin düşmanlarının Putinlerin seviyesine kadar “yükselmiş” olduğunu anladım. Nurgali JUSİPBAY: Öyleyse sorunlarımızdan çıkış yolu nedir? Ne yapmalıyız?

Muhtar ŞAHANOV: Bunun için biz, Türkler, Türk Dünyası olarak Türk Dilinin, milli varlığının, milli kimlik ve kişiliğimizin korunması ve gelişmesi için, Gaspralı’nın düşüncesinden hareketle hem düşüncede, hem ruhta, hem de duru-şumuzda bir ve beraber olmalıyız. Bağımsız ülkelerimiz Türk Bütünlüğü düşün-

cesiyle uluslarrası arenada birbirni detseklemeli, Türk haklarını savunmalıdır. Kar-deşliğimizi işte göstermekten ve ispatlamaktan başka bir çıkış yolumuz yoktur. Şimdi de tüm Türk Dünyasının durumuna bir göz atarsanız ve bulunduğumuz durumu değerlendirirseniz, Turan’ın her köşesinde sistematik bir şekilde sosyal ve milli baskı ve asimilasyon politikasının uygulanmakta olduğunu görür, gördükleri-niz de hayretler içinde şaşarsınız. Doğu Türkistan Türklüğünün yaşamakta olduğu problemler hala devam etmekte, BDT ülekelerindeki, Rusya Federasyonundaki Türklerin dramına dayanmak mümkün müdür? Kazakistan, Kırgızistan, Özbe-kistan ve diğer bağımsız ülkelerdeki geçmiş yılların yarasının ağzı hala kapanmış değil, hatta zorla açılmaya çalışılmaktadır. Mankurtluk, kosmopolitlik almış başını, insanlığın en üstün başarısı gibi kabul edilmektedir. Güney Azerbaycan, Suriye, Türkmeneli’ndeki durmumuza, düşmanlarmızdan başka kimi memnun edebe-lir ki? Bunun için biz, bizi biz eden, hepimizi ilk önce maneviyat ve ruh ekse-ninde birleştirecek olan değerlerimizi, yani, ilk önce milli kökenlerimize, milli var-lığımıza önem vermeliyiz. Şahsımın bu konudaki görüşüm ve konsepsyonum şöyledir. Meseleyi Türk Dünyası genelinde ele alırsak, bizlerde, Türklerde, bir-çok ünlü yazarlarımız, şairleriimiz, iş adamlarmız, bilimadamlarımız, düşünürle-rimiz, bilginlerimiz vardır. Ancak, bütün bunlar, şan ve şöhretlerine rağmen, milli değerlere, köklere, milli kimliğe, milli duruşa sahip çıkmazsa, ben onların hiç bi-rini de ne Türk olarak kabul eederim, ne de insan olarak sayarım. Onların benim için hiç bir önemi yoktur.

Nurgali JUSİPBAY: Muhtar Bey, bu arada diğer soruya geçmek istiyo-rum. Siz onlarca yurt dışından verilen çeşitli uluslararası ödüllerin sahibisiniz. Türk Dünyasının en seçkin şairi ünavanı da verildi. Eserleriniz UNESCO tarafından ödüllendirildi. Japonya’da, Almanya’da, Fransa’da ve diğer ülkelerde de çeşitli bi-lim ve sanat ödülleri sunuldu. Ancak, resmi biyografinizde Kazakistan’dan hiç bir ödül almamışsınız. Bu doğru mu?

Muhtar ŞAHANOV: Bu konudaki benim şöyle bir görüşüm, hatta, hiç vazgeçmediğim duruşum var. Şöyle ki, VATAN, bizim en kutsal, en büyük ana-mızdır. Hiç bir insan anasını ettiği hizmeti için ondan bir esirgeme, bir okşama, bir ödüllendirme talep etmemelidir. Doğrudur, Vatan da seçkin evlatlarını dikkatin-den ırak tutmamalıdır. Ancak maalesef, şu an, toplumumuzda, hapishanede yat-ması gereken bazı hırsızları en az 3 madalya, 4 devlet nişanı var. Ben onlarla aynı safhayı paylaşmak istemiyorum. Bundan dolayı benim Kazakistan’dan aldığım teşekürnamem bile yok. Geçen yıllarda bana, Kazakistan devleti “Halk Kahra-manı” devlet nişanını vermek istedi. Ama, ben, kişilik görüşümden dolayı bu ödülü kabul etmedim. Ama, vatanımızı yurtdışında en güzel taraftan tanıtmak için, tabi ki, şahsıma verilen ödülleri kabul ettim. Nurgali JUSİPBAY: Muhtar Ağa, bi-lirisniz, Kazakistan en zengin ülkelerin biridir. Siz de bu ülkede yaşıyorsunuz. Ya Siz zengin misiniz? Diğer bir deyişle, zenginlik Sizin için nedir? Ne değildir?

Muhtar ŞAHANOV: Açıkçası isteseydim, şu an ülkenin en zengin insanı olabilirdim. Bu doğrultuda birçok teklifler de oldu. Ama ben bunların hiçbirini ka-bul etmedim. Benim zenginliğim ve mutluluğum şiirlerim ve davamdır.

Nurgali JUSİPBAY: Muhtar Ağa, şimdi de Sizin, Türkiye ve Kazakistan ilişkileri hakkında fikrinizi alabilir miyim?

Muhtar ŞAHANOV: Her şeyden evvel, ben ilk, önce Türkiye Cumhuri-yeti Devletine ve Anadolu Türklerine can-ı gönülden sonsuz, kardeşlik şükranla-rımı sunmak isterim. Sebebi şudur: Doğu Türkistan Türklüğü Komünist Çin re-jiminden çok zülm çekti ve hala da bu durum devam etmekte. Sorunlarımızla birlikte milli mücadeleleri devam etmektedir. 1930’larda başlayan Çin baskısını neticesinde göç etmek zorunda olan ve btün göç sürecinde çeşitli zorlukları ve ka-yıpları yaşayan Kazak kardeşlerini bağrına basarak 1952’de ülke vatandaşı olarak kabul eden, aynı haklar tanıyan, hatta, devletçe kardeşlik elini uzatan, yardım eden Türkiye Devleti ve Türk halkına teşekkür borçluyuz.

Hatırlarsanız, Türkiye’nin Kuryuluş Savaşı yıllarında Mağcan Cumabay “Uzaktaki Kardeşime” şiirini yazmıştı. Aynı yıllarda Kazak Türkleri de o döne-min yönetimi vasıtasıyla Anadoludaki kardeşlerimizi elinden geldiği kadar elinde bulundurdukları altın ve gümüş bilezik, küpe, kimileri mallarını göndermişti. Bu kardeşlik bağını hem şuurlu olarak, hem manevi duyu, feraset bilginliği açısından bilen Atatürk’ün “İşte Türkiye ne yapacağını bilmelidir...bizim bu dostluğumuz idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz, onlara sahip çıkmaya hazır ol-malıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazım-dır. Milletler buna nasıl hazırlanır ? Manevi köprüleri sağlam tutarak. Dil bir köp-rüdür...İnanç bir köprüdür... Tarih bir köprüdür. Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz. Onların bize yaklaşmasını bekleye-meyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli” sözlerini ilk duyduğumda derin say-gınlığımla yürekten şükranda bulundum.

Bu güzel kardeşlik ilişkilerini açıkça ortaya koyan Mağcan Cumabay’a 80 yıl sonra, bu sefer, Türkiye’den cevap olarak ruhdaş kardeşim Feyzullah BU-DAK tarafından verilen cevap bugünkü ve yarınki Türklere en güzel örnek ol-malıdır.

Ayrıca, Kazakistan’ın bağımsızlığını ilk tanıyan da Türkiye Cumhuriyetidir. Kardeşlerimiz bunu asla unutmamalıdır.

Nurgali JUSİPBAY: Muhtar Ağa, ibret dolu, manalı, bizlere örnek olacak sohbetiniz için teşekkür ederim.

Muhtar ŞAHANOV: Size de teşekkürler.

Page 15: Genç Bengü Gazetesi 3.Sayı

Türk Dünyasının Sesi 15

15.Türk Dünyası Gençlik Günleri ve Kurultayın’dan

Page 16: Genç Bengü Gazetesi 3.Sayı

Kazakistan’ın Mangıstau bölgesin-deki Aktau şehrindeki doğumevinde yeni doğan çocuklara İslami usullere uygun olarak isim verilmesi için Ezan odası açıldı. Aktau şehri imam yardım-cısı Serik Hantoreyev, bölge valiliği ta-rafından alınan kararı ve doğumevinin de onayıyla ile ezan odasının faaliyete başladığını belirtti.

Kazakistan’da doğumevine ezan odası. Kazakistan’ın Aktau şehrindeki bir doğumevinde, yeni doğan bebek-lere isim verilmesi için ‘ezan odası’ açıldı Kazakistan’ın Mangıstau bölge-sindeki Aktau şehrindeki doğumevinde yeni doğan çocuklara İslami usullere

uygun olarak isim verilmesi için Ezan odası açıldı. Aktau şehri imam yardım-cısı Serik Hantoreyev, bölge valiliği ta-rafından alınan kararı ve doğumevinin de onayıyla ile ezan odasının faaliyete başladığını belirtti.

Peygamber Efendimiz (S.AV.)’in doğan çocuğun sağ kulağına ezan, sol kulağına da kametin okunmasını tavsiye ettiği hadis-i şerifi hatırlatan Hantoroyev, açılan ezan odası ile bu doğumevinde dünyaya gelen bebek-lerin kulaklarına ezan ve kamet oku-narak Müslüman isimleri verildiğini aktardı. Hantoroyev bu gelişmenin Kazakistan’da bir ilk olduğunu belirte-rek, yapılan hizmetin karşılıksız oldu-ğunu kaydetti.

Veliler çocuklarına isim vermede kararsız kaldıklarında Ezan odasında bulunan Müslüman isimleri sözlüğüne başvuruyor. Burada çocuğa yeni ismi ile birlikte müftülük tarafından tasdik-lenen isim belgesi de veriliyor.

Türk Dünyasının Sesi

ENGB ÜG E N Ç

Kazakistan’da doğumevine ezan odası

Mehriban Aliyeva “Huma-nizm simvolu” elan edildi

Azərbaycanın birinci xanımı bu ada Heydər Əliyev Fondunun 2012-ci ildə bu ölkədə təhsil və səhiyyə sahəsində işlərə görə layiq görülüb

Pakistanın nüfuzlu “Daily Times” qəzeti və Qadın Könüllülər Təşkilatı Azərbaycanın birinci xanımı, Heydər Əliyev Fondu-nun prezidenti Mehriban Əliyevanı “Human-izm simvolu–2012-ci ilin adamı” elan edib.

Mehriban xanım bu ada Heydər Əliyev Fond-unun 2012-ci ildə Pakistanın bütün əyalətlərində keçirdiyi humanitar aksiyalara, o cümlədən təhsil və səhiyyə sahəsində işlərə görə layiq görülüb.

“Daily Times” qəzetinin 22 tarixli nömrəsinin 2 səhifəsi də bu mövzuya həsr olunub. Buradakı məqalələrdə Mehriban xanımın humanist fəaliyyəti, o cümlədən Heydər Əliyev Fondu-nun prezidenti, Azərbaycanın birinci xanımının təşəbbüsü ilə Pakistanda həyata keçirilən layihələrə dair geniş məqalələr çap olunub.

Qeyd edilib ki, 2007-ci ildə Mehriban xanım Əliyevanın təşəbbüsü və dəstəyi ilə Pakistanın zəlzələdən zərər çəkmiş Müzəffərabad şəhərində qızlar məktəbi tikilib, 2012-ci ildə isə həmin məktəb əsaslı təmir edilib, orada yenidənqurma işləri aparılıb. Fond Pakistanda silsilə humanitar yardımlar proqramı çərçivəsində “Edhi Home” kimsəsizlər evində sığınacaq tapan uşaqlara tibbi baxış və hepatit B virusuna qarşı peyvəndləşdirmə aparıb, Peşavar şəhərində “Akbar Care” Sere-bral Paraliç İnstitutunda, həmçinin Xeybər Pax-

tunxva əyalətinin Laki Marvat şəhərinin qadınlar və uşaqlar xəstəxanasında imkansızlar üçün pul-suz müayinə təşkil edib, İslamabad şəhərinin “Kulsum İnternational” klinikasında açıq ürək əməliyyatlarını maliyyələşdirib, Həmzə Fonduna (Peşavar) müasir qanköçürmə avadanlığı və labo-ratoriya ilə təchiz edilmiş təcili tibbi yardım avto-mobili və 2000 ədəd qanköçürmə paketi hədiyyə edib, Xeybər Göz Fondunun yeni binasının inşası üçün maddi yardım göstərib, Pakistanın bütün əyalətlərində Ramazan ayında iftar süfrələri təşkil edib, Qurban bayramında Lakki Marvat bölgəsində və Pəncab əyalətində qurbanlıqlar kəsilərək əhalinin kasıb təbəqəsinə paylanılıb.

“Türkiye, BM’den Daha İyi”

BM İnsani İşler Koordinasyon Bürosu Direktörü John Ging konuştu.Suriye ve bölge ülkelerinde inceleme-

lerde bulunan Birleşmiş Milletler İnsani İşler Koordinasyon Bürosu Direktörü John Ging, gazetecilere izlenimlerini ak-tardı. Ging, Türk hükümetinin Suriyeli sığınmacılara son derece cömert dav-randığını söyledi. Ging, “Türkiye’deki sı-ğınmacılara sunulan imkanlar gerçekten çok yüksek standartlarda. Türk Hükümeti Suriyeli sığınmacılara inanılmaz cömert davranıyor, kendisine sığınanlara çok ka-liteli yardım sunuyor. Biz BM olarak di-

ğer ülkelerdeki Suriyeli mültecilere bu ka-litede imkan sağlayamıyoruz” dedi.Ellerindeki olanakların sığımacılara Tür-

kiye gibi hizmet vermek için yeterli ol-madığını söyleyen Ging, “Türkiye’nin sığınmacılara kendi imkanlarıyla sahip çıkmasını takdirle karşılıyoruz” dedi.“İNSANLAR YORGUN”Ging, BM insani yardım birimlerinin

direktörleriyle Şam, Dera ve Humus’ta yaptıkları incelemeler hakkında da bilgi-ler verdi. Gittikleri her yerde 22 aylık ça-tışmanın sonuçlarını gördüklerini kay-deden Ging, şöyle konuştu: “Çatışmalar sonucu binalar tahrip olmuş, altyapı çök-müş, elektrik, iletişim ve su sistemleri ça-lışmıyor. İnsanlar yaşadıklarından yorgun düşmüş. Karşılaştığımız bütün anneler okulların ne zaman eğitime başlayacağını soruyor. Şu anda okullar sığınak olarak kullanılıyor. Suya ulaşılamaması nede-niyle tarım durma noktasında. Çatışmalar bugün bitse bile insanların normal hayata dönebilmeleri çok uzun zaman alacak.”

G ö k t a ñ r ı , b e ñ g ü y u r d a g ü ç v é r !

NAZARBAYEV’İN HAYALİ ‘KUBBENİN ALTINDA BİR ŞEHİR’ 2017’DE HAYATA GEÇECEK

Kazakistan başkenti Astana, tüm dünyada konuşulacak yeni bir mi-mari esere imza atmaya hazırlanıyor.

Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursul-tan Nazarbayev’in hayali Kubbenin Altında Bir Şehir Projesi Astana’da gerçekleştirilecek. Astana’da kubbe-nin altında bir şehrin inşa edilmesi ilk defa birkaç sene önce gündeme ge-tirildi, fakat tüm dünyada etkili olan küresel krizi nedeniyle Nazarbayev’in hayali gerçekleştirilememişti. EXPO 2017’nin Astana’da gerçekleşmesi ise, başkentte birçok yeni yapıların inşasının yanı sıra Nazarbayev’in hayalinin de hayata geçirilmesini imkanlı kılacak gibi görünüyor.

Nursultan Nazarbayev hayalini şöyle anlattı: “Astana’da inşa edilm-esi planlanan kubbenin altındaki bir şehirde 10 ila 15 bin kişi barınabilir.

Kubbenin altında hem yazın hem de kışın insanlar okul, tiyatro, has-tane, lokanta ve mağazalara rahat ra-hat gidecek. Çocuklar -30 derecede hiç üşümeden okullara ince kıyafetle gide-bilecek. Ulaşım arabayla değil gondol-larla gerçekleştirilecek. Herkes ev ve

villalar etrafında bulunacak kanallar-dan geçecek”, dedi. Kubbenin altında bir şehrin kurulmasının ilk basamağının, Orta Asya’nın en büyük alışveriş ve eğlence merkezi ve Kazakistan başkenti Astana’nın sembolü Han Çadırı’nın kurulması olduğunu söyleyen Naz-arbayev, “Fark ettiyseniz benim dediğim hep gerçekleşiyor. Kriz olmasaydı hay-alim çoktan gerçekleşirdi. Han Çadırı ilk basamaktı. İkinci basamak ise, kub-benin altında bir şehir olacak”, dedi.

DTGB - 20.KURULUŞ YILDÖNÜMÜ-İstanbul-201215.Türk Dünyası Gençlik Günleri ve Kurultayı