foucault ve birey
TRANSCRIPT
ÖZET
GÜRBÜZ, Ayşe, Michel Foucault’da Birey ve Siyasal Güç Đlişkisi, Yüksek Lisans Tezi,
Sivas, 2008.
Bu çalışmanın ana amacı siyasal gücün kaynağını ve toplumsal/bireysel yaşam üzerindeki
etkilerini ortaya koymaktır. Bunu yapmak için Foucault’nun hemen hemen tüm eserleri
incelenmiş ve sistematik bir şekilde sunulmaya çalışılmıştır. Hiç şüphe yok ki, postmodernist
ve postyapısalcı olarak Foucault, sosyal bilimlerde önemli bir kuramcıdır. Bireylere, topluma
ve siyasal güce ilişkin yaklaşımı akademik çevrelerde geniş bir etkiye sahiptir. Foucault’a
göre günümüzdeki her birey 19. ve 20. yüzyıla özgü toplumsal, siyasal ve kültürel koşullar
tarafından kuşatılmıştır. Modernizm, bireylerin modern değerlere göre yeniden
şekillendirilmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Foucault, bireyleri zincirlerinden kurtarmak
için modern siyasi koşulların eleştirilmesi gerektiğine inanmaktadır. Bu nedenle bu
çalışmanın odak noktasını, modernizm ve onun tarihteki köklerine yönelik eleştirileri
oluşturmaktadır. Modernizmin günümüz bireyini, bireyselleştirmenin ötesinde nasıl
‘bireyşeyleştirdiği’ ni de ortaya koymaya çalışmaktadır.
Anahtar Sözcüker
Modernizm, Postmodernizm, Postyapısalcılık, Birey, Đktidar, Ekonomi, Bilim, Siyaset.
ABSTRACT
GURBUZ, Ayse, Relationship Between Individual and Political Power in Michel Foucault,
MA Thesis, Sivas, 2008.
The main objective of this study is to find out the source of political power and its effect on
social/personal life. To do this, almost all Foucault’s works will be examined and presented in
a systematic way. There is no doubt that as a postmodernist and a poststructuralist, Foucault is
a well-know theoretician in social sciences. His theoretical approach towards individuals,
society and also political power has a widespread effect in academic circles. For Foucault,
each individual in modern period is surrounded by the political, social and cultural conditions
peculiar to 19th and 20th centuries. Modernism asserted that individual must be reshaped
according to modern values. Foucault believed that modern political conditions must be
criticized to free individuals from their chains. For these reasons, the focus of this study is on
the severe criticism of Foucault towards modernism and its roots in the history. It is also
within this study to see how modernism customized today’s individual beyond customization.
KeyWords
Modernism, Postmodernism, Poststructuralist, Individual, Power, Economy, Science, Politics.
i
ĐÇĐNDEKĐLER
GĐRĐŞ ................................................................................................................... 1
1.MODERNĐZM, POSTMODERNĐZM ve POSTYAPISALCILIK .................. 4
2. BĐREY............................................................................................................ 15
3. FOUCAULT’DA BĐREY .............................................................................. 20
4. BĐREYĐ ÇEVRELEYEN ÜÇ GÜÇ ............................................................... 27
4.1. EKONOMĐ............................................................................................ 27
4.2.BĐLĐM .................................................................................................... 31
4.3.SĐYASET ............................................................................................... 35
5. FOUCAULT’DA ĐKTĐDAR.......................................................................... 40
SONUÇ .............................................................................................................. 50
KAYNAKÇA..................................................................................................... 53
1
GĐRĐŞ
Siyasal gücün, kaynağını ve toplumsal/bireysel yaşam üzerindeki etkisini,
Foucault’nun görüşleri ışığında ortaya koyma düşüncesi, onun bu konuda, akla gelen
başlıca isimlerden biri olmasından kaynaklanmaktadır.
Foucault’nun birey ve siyasal güç ilişkisine yönelik görüşleri iki açıdan
önemlidir: Đlkin Foucault mevcut düzene eleştirel bir bakış açısı ile yaklaşmıştır.
Modernizmin etkisiyle Batı ülkeleri, sosyal, kültürel, ekonomik alanda büyük
değişimler yaşamıştır. Yaşanan bu değişimler Batı’nın ulus devlet yapısına
bürünmesiyle, siyasal alana da yansımıştır. Değişimin devlet yapısına yansıması,
toplumsal/bireysel hayatın geniş çaplı bir egemenlik alanına hapsolmasına yol
açmıştır. Özellikle 1960’larda modernizm, bireysel ve toplumsal yaşam üzerinde
siyasal güc aracılığıyla geniş egemenlik alanları oluşturmuştur. Modernizmin önemli
eleştirmenlerinden Foucault da bu noktada önem kazanmaktadır. Modernizmin
olumsuz etkilerinin belirginleştiği bir dönemde, bu konu üzerine eğilmiştir. Birey ve
onu çevreleyen siyasal güç ile temellendirilmiş, iktidar olgusunu çok özgün
değerlendirmelerle ele almıştır. Đkinci olarak, Foucault’nun ileri sürdüğü düşünceler
günümüzde de geçerliliğini korumaktadır. Günümüz toplum yapısı modernizm
temellidir. Modernizmin getirileri ve olumsuz etkileri tarafından yapılandırılmış bir
dönemde yaşıyoruz. Modernizmin güncelliğini koruduğu günümüzde, ona yönelik
eleştiriler de yoğunlaşmıştır. Foucault da bu eleştiriler bağlamında üzerinde
durulması gereken önemli bir isimdir.
Foucault için birey, mevcut düzenin sürekli gözetimi ve baskısı altında sıkışıp
kalmış bir bireydir. Siyasal güç olarak kendini belli eden, ancak diğer pek çok
yönüyle belirsiz olan iktidarın, varlığını sürdürebilmesi için kullandığı bir araç haline
gelmiştir. Đktidarın egemenliğine tabi olan ve bunu kanıksamış birey, artık iktidarın
belirlediği sınırlar çerçevesinde özgürdür.
Foucault çalışmalarında, iktidarın sahip olduğu bu gücün kaynağını bilimle
ili şkilendirmektedir. Bilim esas olarak insanların toplumda nasıl düşünüp,
davranacaklarını belirleyen onların yaşamına yön veren bir iktidar öğesidir. Bireyin
yaşamında geçerli olacak maddi manevi tüm olgular iktidarın ürünüdür. Bilimin asıl
2
işlevi, iktidarın kurmak istediği toplumsal egemenlik ve denetimi sağlayıp
sürdürmektir.
Đktidar odakları toplumsal hayata farkında olunmadan öyle nüfuz etmiştir ki,
zamanla iktidarın sürekli ve geniş çaplı egemenliği altında kendini bulan birey bunu
normal görmeye başlamıştır. Đktidarın egemenliğini gerçekleştirebilme gücü disipline
edici, düzen sağlayıcı yetkisinden kaynaklanmaktadır. Disiplini sağlamak ve düzen
kurmak adına tüm bireyler belirli yerlere kapatılmıştır. Örneğin, askerler orduya,
öğrenciler okula, hastalar hastaneye, işçiler işyerlerine, suçlular da hapishanelere. Bu
kurumların her biri anormal bireyleri normalleştirme, suçlu bireyleri normal
bireylerden ayırıp cezalandırma, ıslah etme görevi görmüştür. Modern çağda düzene
uyum sağlamayan birey anormaldir, akıl dışıdır, suçludur ya da delidir. Bu ayırma
işlemi, modernizm öncesinde toplumsal yapıdaki eşitsizlikten ötürü zaten
bulunmaktaydı. Ancak modernizm ile birlikte bilim, teknoloji ve kitle iletişim
araçlarının gelişimi ve yaygınlaşmasıyla daha etkili hale gelmiştir. Böylelikle normal
anormal ayrımı iktidarın varlığı ve düzenin devamı açısından zorunlu bir koşul
olarak, toplumsal yapıyı şekillendirmeye daha sistemli bir şekilde devam etme yetisi
kazanmıştır. Artık modern çağda birey, varlığının anlamını, değerini ve gücünün
sınırlarını bilmeyen (veya bilmeyen hale getirilen), iktidar baskısı altında ezilmiş
bireydir.
Bu çalışma, Foucault’nun kendi eserlerinin ve onun üzerine yazılan eserlerin
incelenmesinden oluşmaktadır. Bu çalışmada Foucault’nun modernizmi nasıl
eleştirdiğine ve nasıl postyapısalcı ve postmodernist olarak tanındığına ilişkin bilgiler
sunulacaktır. Ayrıca birey ve siyasal güç ile ilgili yapılmış çalışmalar gözden
geçirilerek, elde edilen bilgiler Foucault’nun görüşleri çerçevesinde yorumlanarak,
kuramsal bir değerlendirme yapılacaktır.
Çalışmanın birinci bölümünde, Foucault’nun birey ve iktidar ile ilgili
fikirlerinin temellerini oluşturan Aydınlanma/modernizm, postmodernizm ve
postyapısalcılık olguları üzerinde durulacaktır. Đkinci bölümünde, birey olgusu
üzerine genel bir değerlendirme yapılarak, üçüncü bölümde Foucault’daki birey
anlayışına yer verilecektir. Dördüncü bölümde ise, bireyi çevreleyen üç güç olarak
nitelendirdiğimiz ve birer iktidar öğesi olarak işlev gören ekonomi, bilim ve
3
siyasetten bahsedilecektir. Beşinci bölümde, Foucault’nun iktidar anlayışı, bu
anlayışı geliştirmede uyguladığı yöntem ve bireyin iktidara karşı tutumu
konusundaki fikirlerine yer verilecektir. Son olarak ise, bu beş bölüm ve Foucault
hakkında genel bir değerlendirme yapılacaktır.
4
1.MODERNĐZM, POSTMODERNĐZM ve POSTYAPISALCILIK
Tarihte aydınlık ve karanlık dönemlerin, devinim halinde yaşandığı bir
gerçekliktir. Bu devinime en iyi örnek olarak Antikçağ, Ortaçağ ve Aydınlanma
verilebilir. Antikçağın aydınlığı, Ortaçağın karanlığı, Aydınlanma döneminin ise
yeniden aydınlığı simgelediği söylenebilir.
Antik çağda eleştirel akıl ön plana çıkmıştır. Düşün ve bilim tarihinin
temelini oluşturan değerler keşfedilmiştir. Bireyi toplumsal yaşamda var eden
akılcılık, hümanizm, demokrasi, laiklik, özgürlük, eşitlik gibi olgular uygulama alanı
bulabilmiştir. Ortaçağda feodalite ve kilisenin baskısıyla siyaset, ekonomi, sanat ve
bilim, dogmatik düşüncenin etkisi altına girmiştir. Birey dini dogmalar altında
ezilmiş, bir anlamda yok sayılmıştır. Aydınlanma dönemi ise, bireyi içinde
bulunduğu yokluk durumundan ya da karanlıktan kurtaran bir hareket olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Aydınlanma filozofları diğer dönemlerden farklı olarak bireylere ve
toplumlara değişik yaşam olanakları sunmuşlardır. Onlara göre, aydınlanmış birey
artık kendi aklının farkına varabilen bireydir. Bunun için özgür bireyin nasıl olması
gerektiği aydınlanmanın en önemli sorusu haline gelmiştir. Özgür birey ancak kendi
yaşamını kendi kurabilen bireydir. Aydınlanma düşünürleri bireyi her açıdan yeniden
ele almıştır. Ancak bu ele alış tarzı bir çok açıdan destek bulduğu kadar, özellikle
20.yüzyıla gelindiğinde eleştiriye de maruz kalmıştır. Çoğu düşünür aydınlanma
filozoflarının bireylere ve toplumlara biçmiş oldukları rollerin uygun olmadığını ileri
sürmüştür. Bu konudaki eleştirel düşünürler postmodernizm ya da postyapısalcılık
akımları içerisinde yer almışlar, postmodernist ya da postyapısalcı olarak
adlandırılmışlardır. Foucault da bu düşünürler arasında yer almıştır.
Bu bölümde, Foucault’nun neden postmodernist ya da postyapısalcı olduğunu
anlayabilmek için bu akımların genel iddialarına değinilecektir. Bunun yanı sıra
postmodernizm /postyapısalcılık temelde modernizmin eleştirisinden doğmuş
olduğundan başlangıç olarak modernizm ele alınacaktır.
“Aydınlanma 17. ve 18. yüzyıllarda varolan totaliterliğe, kastçı-feodal toplum
yapısına, baskıcı dinsel dünya görüşüne karşı, yeni olgunlaşmakta olan burjuvazinin
5
yönettiği bir özgürleşim hareketidir.” (Aslan ve Yılmaz, 2001:95). Bu hareketin
başlıca öncülleri, Locke, Bacon, Hobbes, Berkeley, Kant, Leibniz, Rousseau,
Diderot, Montesquieu, Voltaire gibi ünlü düşünürlerdir. Bu düşünürler sayesinde
Aydınlanma hareketi, 18.yüzyıl ve sonrasındaki Avrupa’nın toplumsal, düşünsel,
sanatsal ve bilimsel alanlardaki değişim ve dönüşümlerine yön vermiştir.
Aydınlanma ile birey toplumsal hayat içindeki gerçek yerini bulmuştur. Kant’ın
(1984:213) da belirttiği gibi, “Aydınlanma, insanın kendi suçuyla düşmüş olduğu bir
ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Ergin olmayış durumu, insanın kendi
aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. Bu ergin
olmayışa insan kendi suçuyla düşmüştür; bunun nedeni, aklın kendisinde değil, fakat
aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve
yürekliliğini gösteremeyen insanda aranmalıdır. Sapere aude! (Bilmek ve tanımak
yürekliliğini göster!) aklını kendin kullanma cesaretini göster”. Bu tür bir akıl
yürütme çerçevesinde, aydınlanma ile bireysel özgürleşme gerçekleşmiş olmaktadır.
Birey artık ortaçağda egemen olan dinsel otoritenin etkisinden çıkıp, kendi iradesine
göre hareket etme gücünü elde etmiştir. Bir başka ifade ile Aydınlanma sayesinde
insan, hiçbir dış güç tanımaksızın kendi kendinin efendisi haline gelmiştir. Öyle ki,
Aydınlanma, “…tarihsel gelenek ve dışsal otoriteler karşısında bir özerklik talep
etmek, kendi inançlarını ve hayatını düzenleme hakkı talep etmek demektir. Bu talep
insanın toplumsal olarak kendi kendisini yönlendirme ve temelde özerk olma
arzusunu ifade eder” (Küçük, 2000:30). Bu durumu olanaklı kılan tek şey ise aklın
özgürlüğüdür. Aklın özgürlüğü düşüncesi, Aydınlanmayı/modernizmi doğuran en
temel düşüncedir. Bu düşünce o dönemden itibaren toplumsal hayata öyle nüfuz
etmiştir ki, günümüzün bilimsel düşüncesinin de kaynağını oluşturur. “Đnsana ilişkin
işlerde aklın rolü ve aklın temelinde özgür bireylerin bulunduğu düşüncesi yirminci
yüzyıl sosyal bilimcilerinin Aydınlık çağı felsefecilerinden devraldıkları en önemli
temalardandır” (Mills, 2000:275). O dönemden itibaren, toplumsal hayat, inanca
karşı bilginin, teolojiye karşı bilimin egemen olduğu bir yapıya sahip olmuştur.
Modernizm, Aydınlanma hareketinin özelliği olan akılcılık, pozitif düşünce,
deneysellik, bilimsellik, özgürlük, demokrasi, eşitlik, hümanizm, laiklik gibi
olguların toplumsal hayata yön vermesine işaret etmektedir. Modernizmle birlikte,
6
toplumsal hayatın varlık nedeni, onun gerçeklerini algılama/yorumlama biçimi,
kısacası toplumsal hayatın kendisi değişmiştir.
Modernizmle, toplumsal hayatı yönlendiren iki temel düşünce ortaya
çıkmıştır. Bunlardan birincisi, insanı her şeyin merkezine alan hümanizm, ikincisi ise
insan aklını her türlü gerçekliğin kaynağı sayan rasyonalizmdir. Bu iki akımı esas
alan Aydınlanma/modernizm, “…insanı evrensel bir organizmanın renksiz bir üyesi
olmaktan kurtarıp, onu kişili ğini arayan, benliğinin özel renklerini bütün
canlılıklarıyla ortaya koymak isteyen bir birey olarak yeniden yaratmıştır” (Gökberk,
2000:168). Đnsan artık varlığıyla tek ve değerli, aklıyla ise eyleyen ve
yönlendirendir.
Giddens (2004:55-56) da modernizmi anlatırken üç temel kaynağından söz
etmektedir. Bunlar:
“Zaman ve uzamın (zaman ve mekânın) ayrılması. Bu, sınırsız ölçekte
zaman-uzam uzaklaşmasının bir koşuludur; zaman ve uzamın kesin biçimde
dilimlenmesinin yollarını sağlar.
Yerinden çıkarma düzeneklerinin gelişimi. Bunlar toplumsal etkinliği
yerelleşmiş bağlamlardan “kaldırıp” toplumsal ilişkileri geniş zaman-uzam
uzaklıklarında yeniden düzenlerler.
Bilginin düşünümsel temellükü (muktedir oluşu). Toplumsal yaşama ilişkin
sistematik bilgi üretimi, toplumsal yaşamı geleneklerin değişmezliklerinden
uzaklaştırarak sistemin yeniden üretiminin bütünleyici bir parçası durumuna gelir”.
Giddens’in bu üç temellendirmesi modernizmin, toplumsal yaşamın yerleşmiş
kalıplarının, bilgi üretimi sayesinde, sistemli bir düzen oluşturmak amacıyla zaman
ve mekân ayrımını kullanarak, eskiden kopup yenide canlanmasını ifade eder. Bu
canlanma ortaya çıktığı toplumun tamamını ve o toplumun dışına çıkarak diğer
toplumları da etkileyebilecek özelliktedir. Çünkü temelinde insan aklının özgürlüğü
ve egemenliği vardır.
Modernizmin hedeflediği bireysel özgürlük ideali, “… sürekli ve doğrusal bir
ilerleme anlayışı üzerine oturmaktadır. Bu ilerlemenin, Aydınlanma felsefesine göre
7
belli bir amacı vardır; söz konusu amaç, ideal toplum düzeni olarak ifade
edilmektedir.” (Aslan ve Yılmaz, 2001:97).
Genel olarak, Aydınlanma/modernizm söylemlerinin bireysel ve toplumsal
hayatta olumlu etkiler yarattığı görülmektedir. Ancak postmodernistler, modernizmin
genel söylemlerin aksine masum olmadığını düşünmektedirler. Bu bağlamda
postmodernizm, modernizme bir tepki ve modernizmden bir kopuş hareketi olarak
karşımıza çıkmaktadır. Postmodern düşüncenin öncüllerinden olan Jameson’un
(2004: 91) da belirttiği gibi “Hiçbir modernite ‘teorisi’, bugün modernle postmodern
bir kopuş tezini kabul etmedikçe anlamlı değildir”. Postmodernizm, modernizme ait
görüşlerin sorunsallaştırılması hatta yadsınmasıyla kendini gösteren bir düşünce
biçimidir. Bu nedenle postmodernizmi anlamak için, bu düşüncenin modernizm
eleştirileri üzerinde durmak gerekmektedir.
Aydınlanma/modernizm ile ön plana çıkan, “…‘akılcılık’, ‘hümanizm’,
‘insan hakları’, ‘laiklik’, ‘demokrasi’, ‘özgürleşim’, ‘bilimsel düşünce’ ve ‘eşitlik’
gibi anlayışlar (ki bu anlayışlar çerçevesindeki Aydınlanma Hareketi’ ni
postmodernistler ‘büyük anlatı’ olarak görmekte ve bu projeye karşı çıkmaktadırlar)”
(Kızılçelik, 1996:8) toplumsal yaşamı tekdüzeleştirme ve bireyi bu ortam içinde
tektipleştirme işlevi görmeye başlamışlardır. Bu nedenle postmodernizm, bu
anlayışlar temelinde ortaya çıkan tüm ‘izm’leri (Marksizm, faşizm, kapitalizm, vb.)
yadsımaktadır. Postmodernistlerin büyük anlatı (grand narrative) olarak
adlandırdıkları bu anlayışlara karşı çıkışlarının temelinde, insanlığın kurtuluşu için
büyük anlatılar üretmek yerine bireysel/yerel değerlerle çözüm üretmenin daha doğru
olacağı düşüncesi vardır. Aydınlanma döneminin ürünü olan büyük anlatılar
yüzünden, insanın bireysel özellikleri, farklılıkları, görelilikleri yok edilmiştir. Bu
nedenle postmodernizm, göreliliğe ve dil, din, kültür vb. tüm farklılıklara vurgu
yapmaktadır. Genel kabulü, kesinliği, büyük anlatılara dayalı açılımları ve çözüm
yollarını reddetmektedir.
Bu çerçevede, modernizmin eleştirisi olarak postmodernizm olgusu, özellikle
modernizmin olumsuz sonuçlarının yaşanmaya başladığı süreçte ortaya çıkmıştır.
“20. yüzyıl iki büyük dünya savaşına, sosyalizm ve faşizm gibi totaliter rejimlere,
temelinde kapitalizmin bulunduğu sömürgecilik girişimlerine, araçsal rasyonalizme,
8
yaşam biçiminde gözle görülür bir standardizasyona ve artık insanlığın geleceğini
tehdit edecek boyutlara ulaşan ekolojik sorunlara sahne olmuştur. Bütün bu yaşanan
tec rübeler, modernitenin özgür, müreffeh ve mutlu bir geleceğe ilişkin projesini ve
projenin temel varsayımlarını kuşkulu hale getirmiş ve bu kuşku kültür, sanat, felsefe
ve sosyal teori gibi bir çok alanda yansımasını bulmuştur” (Küçükalp, 2003:100).
Modernizm özellikle 20. yüzyılla birlikte, toplumsal sorunlara çözüm üretmek yerine
bu sorunların kaynağı olmaya başlamıştır.
Berman’ın (2006:28-29), modernizm hakkındaki eleştirel temelli şu sözleri, modernizmin toplumsal yaşam üzerindeki etkilerini kapsamlı bir şekilde ifade etmektedir:
“Modern hayatın girdabı birçok kaynaktan beslene gelmiştir: Fiziksel bilimlerde gerçekleşen, everene ve onun içindeki yerimize dair düşüncelerimizi değiştiren büyük keşifler; bilimsel bilgiyi teknolojiye dönüştüren, yeni insan ortamları yaratıp eskilerini yok eden, hayatın tüm temposunu hızlandıran, yeni tekelci iktidar ve sınıf mücadelesi biçimleri yaratan sanayileşme; milyonlarca insanı atalarından kalma doğal çevrelerinden koparıp dünyanın bir başka ucunda yeni hayatlara sürükleyen muazzam demografik altüst oluşlar; hızlı ve çoğu kez sarsıntılı kentleşme; dinamik bir gelişme içinde birbirinden çok farklı insanları ve toplumları birbirine bağlayan, kapsayan kitle iletişim sistemleri; yapı ve işleyiş açısından bürokratik diye tanımlanan, her an güçlerini daha da arttırmak için çabalayan ve gitgide güçlenen ulus-devletler; siyasal ve ekonomik egemenlere karşı direnen, kendi hayatları üzerinde biraz olsun denetim sağlayabilmek için didinen insanların kitlesel toplumsal hareketleri; son olarak, tüm bu insanları ve kurumları bir araya getiren ve yönlendiren, keskin dalgalanmalar içindeki kapitalist dünya pazarı. Yirminci yüzyılda, bu girdabı doğuran ve onu sürekli bir oluş halinde yaşatan süreçler ‘modernleşme’ diye adlandırılmıştır”.
Birey ise, toplumsal yaşamda oluşan bu girdap içinde savrulmaya hapsolmuştur.
Modernizm ile Batı’da bilim ve teknolojinin ilerlemesine paralel olarak hızlı
bir toplumsal değişim ve gelişim yaşanmıştır. Gelişen teknoloji bireyin yaşamını
kolaylaştırmış, yaşam düzeyinin yükselmesini sağlamıştır. Tam da modern
söylemlerin istediği gibi toplumsal yaşam içinde insan kendini bulmuş, kendi başına
bir varlık olabilmiştir. Ancak bu hızlı değişim zamanla bireyi, kendi aklının yaratmış
olduğu bilimin, teknolojinin esiri haline getirmiştir. Birey yaşamının her alanını
kaplayan teknoloji, onun yaşamını kolaylaştırmanın sınırını aşmış, bu yaşama yön
verir hale gelmiştir. Artık birey teknoloji olmadan bir hiçtir. Ayrıca bilimsel ve
teknolojik gelişme ile yaygınlaşan sanayileşme toplumsal yaşam koşullarında büyük
değişimlere neden olmuştur. Birey, hızlı kentleşme, mekanik ve işlevsel öğelerin
toplumsal yaşamda etkili olmaya başladığı bir toplumsal yapılanma içine doğru
9
sürüklenmiştir. Toplumsal dayanışmada yaşanan zayıflama, bireylerin birbirinden
uzaklaşmasına; toplumun temelini oluşturan ailenin yapısında meydana gelen
küçülme (geniş aileden çekirdek aileye geçiş), bireyselleşmenin daha da artmasına
neden olmuştur. Bu durum zamanla bireyin önce çevresine sonra da kendisine
yabancılaşmasına yol açmıştır. Modern dünyadaki birey açısından artık, hem çevresi
hem de kendisi için bir değer kaybı ve anlamsızlık söz konusudur. Benhabib’in
(2006:84) de belirttiği gibi “Anlamın yitimi yabancılaşmış-dünya anlamına gelir.
Bununla birlikte, toplumsal yaşamın rasyonelleşmesindeki artışla birlikte modern
birey gittikçe özerk anlamı tanıyamaz hale geldi. Yabancılaşmış-dünya dünyevi
konformizme dönüştürüldü. Kolektif yaşamın tüm alanlarında, toplumsal
rasyonelleşme, uzmanların rasyonelleştirilmi ş hiyerarşik aygıtına benzer biçimde
yetkilerin kısıtlandığı ve itaatin öğrenildiği bir örgüt modelini yeniden üretti”.
Çevresi ve kendisi arasındaki anlamsal bağı yitirmiş olan birey, modern dünyanın
işlevsel bir parçası haline gelmiştir. Bu durum modernizmin kaçınılmaz sonucu
olarak toplumsal yaşamı biçimlendirmiştir.
Bauman’ın (2007:154) da belittiği gibi, “…modernlik bir yapay düzenin ve
büyük toplumsal tasarıların çağı; toplumu uzmanca tasarlanacak, sonra yetiştirilecek
ve tasarlanmış biçimin korunması için doktorluk yapılacak bakir bir toprak parçası
gibi gören plancıların, hayalcilerin ve -daha genel olarak- ‘bahçıvanlar’ın
dönemidir”. Postmodernist düşüncenin üzerinde durduğu nokta modernizmin,
toplumsal düzeni sağlama adına, toplumsal yaşama istediği gibi yön verebildiği,
kurulu bir düzen olmasıdır. Bu düzen toplumsal hayatta öyle yer etmiştir ki,
Berman (2006:57) bu durumu şöyle ifade eder:“Modern hayatın baskı ve
adaletsizliklerine direnmeye çalışmanın faydası yoktur; çünkü özgürlük düşlerimiz
bile zincirlerimize yeni kilit takmaktan başka işe yaramaz. Ne var ki bunun tümden
yararsız olduğunu bir kez anladık mı, hiç olmazsa rahatlayabiliriz”.
Giddens, (2004:13) bugün içinde bulunduğumuz sosyal koşulların durumu
hakkında şunları söyler: “Bu durumun nasıl gerçekleşmiş olduğunun analizi için
yalnızca postmodernlik ve benzerleri gibi yeni terimler icat etmek yeterli değildir.
Bunun yerine toplumbilimlerde şimdiye kadar oldukça belirli ve özgül nedenlerden
dolayı yetersiz şekilde anlaşılmış olan modernliğin kendi doğasına tekrar bakmalıyız.
10
Bir postmodernlik dönemine girmek yerine, modernliğin sonuçlarının eskisinden
daha çok radikalleştiği ve evrenselleştiği bir başka döneme doğru gidiyoruz”.
Giddens’ın bu düşüncesi paralelinde, günümüz sosyal koşullarını anlamak için tekrar
modernizme baktığımızda, modernizm söylemleri sayesinde bilim ve teknoloji
alanında yaşanan gelişmelerin, Batı’nın ekonomik açıdan gelişmesini ve
güçlenmesini sağladığını görürüz. Bu gelişmeyi (modernleşmeyi) sağlayamayan
diğer ülkeler Batı tarafından azgelişmiş ülke olarak adlandırılmıştır. Azgelişmiş
ülkeler gelişmek ve Batılı devletler gibi güçlü olmak adına, modernleşme politikaları
izlemişlerdir. Azgelişmiş ülkelerin izlemiş olduğu bu politika onları, Batılı
devletlerin istekleri ve çıkarları doğrultusunda hareket etmeye zorlamıştır. Bu durum
Batı’yı ekonomik bakımdan hem içte hem de dışta güçlü hale getirmiştir.
“‘Modernleşme’ uğruna azgelişmiş ülkelerin gösterdikleri ciddi ve samimi çabalar,
Batılı ülkeler ve kuruluşlarca da istenmiş ve desteklenmiştir. Uluslararası kuruluşlar
(örneğin, ekonomi alanında Dünya Bankası, IMF, kültürel ve siyasi alanda BM,
UNESCO vb.), azgelişmiş ülkelere çeşitli şekillerde yardımlar yapmışlar, bu ülkeleri
Batılılaştırmaya uğraşmışlardır” (Cirhinlioğlu, 1998:61). Bu uğraşı azgelişmiş
ülkeleri, sosyal,siyasal, kültürel ve ekonomik açıdan Batı’ya bağımlı kılmış, Batı’nın
egemenlik alanını genişletmesine yardımcı olmuştur.
Berman (2006:27), “Modern olmak, bizlere serüven, güç, coşku, gelişme,
kendimizi ve dünyayı dönüştürme olanakları vaat eden; ama bir yandan da sahip
olduğumuz her şeyi, bildiğimiz her şeyi, olduğumuz her şeyi yok etmekle tehdit eden
bir ortamda bulmaktır kendimizi” demektedir. Azgelişmiş ülkelerin içinde bulunduğu
durum da bunun bir göstergesidir. ‘Modern olmak’, Batı’ya güç ve geniş egemenlik
alanları sağlarken, ‘modern olmak çabası’ dahi azgelişmiş ülkelere Batı’ya
bağımlılıktan başka bir şey getirememiştir. Çünkü Batı gibi modern olmaya çalışan
bu ülkeler, Batı’nın geçtiği tarihsel süreçten geçmemiştir. Bu nedenle Batı’nın
yaşadığı modernizmi de tam anlamıyla yaşamaları çok zordur. Bu ülkeler
gelişmelerinin kaynağını kendi iç dinamiklerinde aramadıklarından, gerçek anlamda
bir modernleşme yaşamaları zor görünmektedir. Çünkü onların modernleşme
çabaları, bu ülkeleri Batı’ya daha da bağımlı kılmaya sürüklemektedir.
11
Modernizm, sadece maddi anlamda birtakım gelişmelerden ibaret değil,
kültürel yenileşme ve gelişmeyi kapsamaktadır. Bu çerçevede duruma kültürel
açıdan baktığımızda, “Dil, değer ve bilgilenme biçimleri olarak aydınlanma sürecini
tam olarak yaşamayan toplumlar, ekonomik eşitsizlik dolayımında gündeme gelen
ili şkiler sadece meta ve para hareketleri olmasının ötesinde iletişim aygıtlarının da
varlığında kültürel var oluş biçimlerinin hızla erozyona uğramasına neden olmuştur”
(Ercan, 1996:218). Modernleşme çabası, bu ülkeler için hem maddi hem de manevi
sıkıntılara yol açmıştır. Kısacası, modernleşme ve onun getirileri daha çok güçlüye
fayda sağladığından, güçlü ile zayıf arasındaki farkın giderek artmasına neden
olmuştur.
Modernizmin, Batı dışında tüm dünyayı etkilemesini Jameson (2004: 119) şu
şekilde açıklar:
“Bütün önemli gerçekliklerin kendisi kesinlikle bunu yaparlar ve daha yakından bakıldığında, kendi özel bağlamlarında yerlerine başkası geçtiğinde, birbirinin yerine geçen her gerçekliğin, bu anlamda, bizatihi bir modernizm olduğu bile söylenebilir. Her gerçeklik aynı zamanda tanım gereği yenidir: Ve kendi temsili için bütün bir yeni alanı ele geçirmeyi hedefler. Her gerçeklik henüz temsil edilmemiş olanı ilhak etmek ister.(Ve modernizm çağı boyunca ve ötesinde, dünyanın çeşitli bölgelerinde ve toplumsal bütünlüğün temsilin hala nüfuz etmediği kısımlarında hala yeni ve canlı, duyulacak ve tanınacak olan gerçekliklerin olmasının nedeni de budur.) Bu sadece her gerçekliğin, kendinden önce gelenin sınırlarından duyulan hoşnutsuzluktan doğduğunu söylemek değil, ama aynı zamanda, daha temel olarak, gerçekliğin kendisinin genel olarak, benzersiz ayırıcı özelliği olarak modernizme atfettiğimiz, dinamik yeniliği de paylaştığını söylemektir”.
Bu durum modernizmin etkilerinin ve sonuçlarının tüm dünyada yayılımının
kaçınılmazlığını ortaya koymaktadır.
Bir başka postmodernist olan “Foucault’nun modernite ve hümanizma
eleştirisi, toplum ile ilgili yeni perspektifleri ortaya atması ve ‘insanın ölümü’ tezi
bilgi ve iktidar ilişkileri ile ilgili çözümlemeleri onu postmodern düşüncenin belli
başlı kaynaklarından biri haline getirmiştir” (Şaylan, 2006:255). O da diğer
postmodernistler gibi Aydınlanmacı, modernist yaklaşıma eleştirel gözle bakmıştır.
Ancak bilgi-iktidar ilişkisine, bakış açısı ve bu konuları çözümlerken ileri sürdüğü
12
biyoiktidar, kendilik teknolojisi, genealoji gibi kavramlar∗, Onun diğer
postmodernistlerden ayırıcı noktalarını ortaya koymaktadır.
Aydınlanma, modernizm, postmodernizm üzerine yapmaya çalıştığımız
açıklamalar dışında, Foucault’nun fikirleri doğrultusunda (aynı zamanda bir
postyapısalcı olması nedeniyle) postyapısalcılığa da değinmek doğru olacaktır.
Postyapısalcılık 1960’larda Fransa’da yapısalcılığa eleştirel bir bakış açısı
olarak, ortaya çıkan bir düşünce şeklidir. Yapısalcı düşüncede, yapı onu oluşturan
öğelerin tek tek ayrımından ziyade onun tümünü ifade eder. Anlamlı ve önemli olan
da budur. “Yapısal kuram ısrarlı bir şekilde indirgemecidir, genel prensiplerle, bir tek
davranışın bütün karmaşıklıklarını birleştirme iddiasındadır” (Waters, 2008:194).
Gerçeklik parçada değil de parçaların oluşturduğu bütündedir. Jameson’un (2003:35)
da belirttiği gibi, önemli bir yapısalcı olarak Saussure’un ve diğer yapısalcıların
hemfikir olduğu nokta “…anlamın tamamen toplumsal uylaşıma ve kabule
dayandığı, kendinde ve kendinden ‘doğal’ uygunluk taşımadığı”dır. Yapısalcılık, ilk
olarak dil üzerine yapılan çalışmalarla ortaya çıkmıştır. Dilin yapısı çözümlenmeye
çalışılmış ve yapılan bu çözümleme ile anlamsal bir bütünlüğe varmanın önemi
kavranmıştır. Öyle ki yapısalcı kuramda, söz dizgeleri, “…sonunda neye
dönüşürlerse dönüşsünler, anlamın temel birimleri olduklarına göre, onların ötesine
geçmek ve bir sınıfın üyeleri olarak işlev görecekleri anlamda daha soyut bir tanım
kurmak mantıksal olarak olanaksızdır” (Jameson, 2003:26). Yani doğala, öze, özele
inildikçe anlamdan uzaklaşılır. Bu fikir zamanla diğer bilimlere uygulanmaya
çalışılmış ve yaygınlık kazanmıştır.
Yapısalcılık ile yapıyı oluşturan öğeler arasındaki uyumun zorunluluğuna
dikkat çekilip, yapıdan hareketle genel yasalara ulaşılmaya çalışılmıştır.
Postyapısalcılık ise, yapısalcı düşüncenin tersine temel anlayış olarak, büyük
anlatılara ve genel yasalara ulaşmaya karşı çıkmaktadır. Bütünden çok parçanın,
genelden çok özelin, uyumdan çok farklılığın, tekliğin/tekilliğin önemine vurgu
yaparlar. Postyapısalcılık bu açıdan postmodernizmle örtüşmektedir. Bu nedenledir
ki postyapısalcı düşüncenin önemli isimleri arasında sayacağımız düşünürler, aynı
∗ (Bu kavramlara ilerleyen bölümlerde ayrıntılı biçimde değinilecektir.)
13
zamanda postmodernizmin de öncülleridir. Strauss, Lacan, Derrida, Dleuze, Lyotard,
Foucault gibi. Dolayısıyla, “…post-modernizm konusunda yazılanların büyük
çoğunluğu postyapısalcılık için de geçerlidir” (Rosenau, 2004:19). Postmodernizmde
olduğu gibi postyapısalcılık da “…nedensellik, özdeşlik, özne ve doğruluk
kavramlarının eleştirisi olarak karşımıza çıkmaktadır” (Sarup, 2004:13). Birey için
tek bir neden, tek bir doğru, özdeşliğe dayalı tek bir anlayış düşüncesi eleştirilir. Bu
iki söylem “…arasındaki en önemli farklılık özle ilgili değil yapılan vurguyla
ilgilidir: Post-modernistler kültürel eleştiriye daha eğilimli oldukları halde, post-
yapısalcılar yöntemi ve epistemolojik meseleleri vurgularlar” (Rosenau, 2004:19).
Düşünceleri ve eserlerine bakıldığında hem bir postmodernist hem de
postyapısalcı olarak nitelendirilen Foucault’nun (2001a:39) bu iki kavram için
söyledikleri ilginçtir: “Yapısalcılık olarak bilinen şeyin ardındaki belli bir sorun -
daha açık söylersek, özne ve öznenin yeniden biçimlendirilişi- olduğunu açıkça
görüyorken, post-modern ya da post-yapısalcı diye adlandırdığımız insanların ne
çeşit bir sorunu olduğunu anlamıyorum”. Bu bağlamda şunu söyleyebiliriz ki,
kendisini ne bir postmodernist ne de postyapısalcı olarak değerlendiren Foucault’u
bu söylemlerin düşünürlerinden biri yapan şey modernizmin ve söylemlerinin büyük
bir eleştirmeni olmasından kaynaklanmaktadır. Çünkü o kendini her hangi bir ‘izm’
çerçevesine koymak veya postmodernist düşüncenin karşı çıktığı gibi, bir büyük
anlatı kalıbı içinde değerlendirilmek istemez. Onun şu cümleleri bu fikrini daha açık
yansıtmaktadır: “Kendime bir kimlik biçme yanlısı olmadığım, beni yargılama ve
sınıflandırma eylemlerinin çeşitlili ğinden bayağı keyif aldığım doğrudur. Bu kadar
çeşitli yönlerde bunca çaba harcandıktan sonra bana az çok yaklaşık bir yer
bulunmalıydı. Değişik yargılarla ortaya çıkan insanların yeterliliğinden açıkça
kuşkulanamayacağım ve onların dikkatsizlik ya da ön yargılarına meydan okumak
mümkün olmadığı için de, beni her hangi bir konuma oturtmadaki başarısızlıkların
benden kaynaklanan bir konu olduğuna inanmak zorundayım” (Foucault,
2005a:281).
Sonuç olarak, modernizm, postmodernizm ve postyapısalcılık Batı’nın ve
dolaylı olarak tüm dünyanın toplumsal yapısını etkileyen olgulardır.
14
Modernizm ile toplumsal/bireysel yaşam üzerine kurulmuş başta din olmak
üzere tüm dogma ve hegomanyalara karşı bir savaşım içine girilmiştir. Aydınlanma
hareketiyle başlayan bu savaşım, bir özgürleşme hareketidir. Genel anlamda
toplumun temelde ise insanın ve onun aklının özgürleşmesine dayanan bir
özgürleşme hareketidir. Bu özgürleşme hareketi tarihsel süreç içerisinde toplumsal
yapıda meydana getirdiği değişim, gelişim ve bunların ortaya çıkardığı sorunlarla
kendini gösteren bir süreç olarak karşımıza çıkmaktadır.
Modernizmin toplumsal yapı ve birey üzerindeki olumsuz sonuçlarının
yaşandığı bir dönemde ortaya çıkan postmodernizm ise, düşünsel olarak
postyapısalcılıkla paralellik gösteren, işlevsel olarak da modernizm eleştirisi olarak
değerlendirebileceğimiz bir olgudur. Postmodernizm ile birlikte sanattan siyasete,
ekonomiden bilime, modernizmin birey üzerinde yaratmış olduğu maddi ve manevi
problemlerin kaynağı olabilecek toplumsal yapının tüm ögeleri eleştirilmi ştir.
Bu düşüncenin önemli isimlerinden olan Foucault modernizm söylemlerinin
yaratmış olduğu birey ve onun denetimini elinde bulunduran iktidar olgusu üzerinde
yoğunlaşmıştır. Onun bu konuda yapmış olduğu çalışmalar, modernizm eleştirisinin
temelini oluşturmaktadır. Dolayısıyla bu eleştirilere çalışmamızın ilerleyen
bölümlerinde ayrıntılı bir şekilde değinilecektir.
15
2. BĐREY
Birey, yaşadığı ili şkilerle toplum içinde var olan, bunun yanı sıra toplumdan
bağımsız olarak kendi başına da bir varlığı ve özerkliği olan insandır. Ancak
toplumsal yaşamın en temel varlığı olarak açıkladığımız bu olgunun, daha derin
anlamları vardır.
Birey, bilimler tarafından farklı şekillerde değerlendirilmiş ve tanımlanmıştır.
Mantıkta tek varlığı gösteren bir terim iken, psikolojide insanların benzer yanlarını
kendinde taşımakla birlikte, kendine özgü ayırt edici özellikleri olan tek varlık,
sosyolojide ise toplumları oluşturan ve düşünsel duygusal yönleri ile ilgili özellikleri
toplum içinde belirlenen insanların her biridir. Görüldüğü gibi birey kelimesinde bir
‘tek’lik ve ‘özel’lik söz konusudur. Birey toplumdaki varlığıyla, kalabalık insan
topluluğunun bir parçası değil, toplumu oluşturan önemli bir yapıtaşıdır. Bir birey
olarak insanın varlığı, modernizm sonrasında önem kazanmıştır. Birey, modernizmle
birlikte sanatta, ekonomide, siyasette toplumsal yaşamın her alanında etkinliğini
arttırmaya başlamıştır.
Birey olgusu, “…insanın özgür olduğu, düşünebilen bir eyleyen olması
nedeniyle insanın düşünme sürecinin asla baskı altına alınamayacağı varsayımı
üstüne kuruludur” (Sarup, 2004:9). Bunu sağlayan düşünsel zemin ise modernizm ile
hayat bulmuştur. Modernizm, sosyal yaşam içindeki her insanın kendi başına
düşünebilen ve karar verebilen bir fert, ‘birey’ olmasını sağlamıştır. Birey,
modernizmin ve onun yaratmış olduğu günümüz batı kültürünün en önemli
unsurlarından biridir.
Modernizm, toplumu eskiden farklı olarak, bir insan yığını olarak değil,
bireyler topluluğu olarak değerlendirir. “Aydınlanma ve koşut liberal düşüncenin
etkisinde evrilen ilk refah devleti söyleminde halk (teba), yani bir kitle vurgusu
giderek azalırken, birey nosyonu öne çıkmaya başlar” (Tekelioğlu, 1999:47).
Modernizm, feodal sistemdeki dini dogmalara dayalı, ekonomik, siyasi ve kültürel
toplum yapısı altında köleleşen bireyi kurtarma vaadiyle kendine yer edinmiştir. 18.
yüzyıl insanını mahkûm olduğu kölelik durumundan kurtarma söylemi, ‘özgürlük’
kavramıyla toplumsal hayatta işlevsellik kazanmıştır. Ekonomide özgürlük,
16
kapitalizm; siyasette özgürlük, ulus devlet; düşüncede özgürlük, pozitivizm ve
rasyonalizm, 18. yüzyıl insanını bireyselleştiren olgular olarak karşımıza çıkmıştır.
Modernizmin ürünü olan, kapitalizm, ulus devlet, pozitivizm ve rasyonalizm
olgularıyla bireyselleşen insan, zamanla bu olguların egemenlik aracı haline
gelmiştir.
Wagner’in (2003:62) belirttiği gibi, “Özerklik düşüncelerini egemenlik
düşünceleriyle bağlantılandıran ‘çıkar’, ‘denetim’ ve ‘araç’ gibi kavramlar (notion)
modernlikte hayati önemdedir. Doğayı, toplumsal ilişkileri ya da kendi kedini bilme
ve denetleme çıkarı için bir kimse ya da kendi kendini tanımlayan bir kolektif
tarafından özerk bir şekilde geliştirilen ve kullanılan araçlar neredeyse kendi kendini
haklılaştırıcı niteliktedir. Modern koşullar altında genellikle bunlara karşı çıkmak
çok zordur”. Öyle ki bu koşullar iktidar tarafından bireye etkin bir şekilde
benimsetilmiştir, egemen olanın doğruları bireyin doğruları haline getirilmiştir. Bunu
sağlayan şey ise, çıkar olgusunun temellendirdiği kapitalizmdir. “Modernleşme ve
bunun düşünsel dile geliş biçiminin tarihsel olarak ileri bir düşünce, bir proje
olmasına rağmen; kapitalist ekonomik işleyiş yani daha fazla birikim, daha fazla kâr
amacı, bu projenin yönünü değiştirmiştir. Bunun yerine kapitalizmin sürekli üretim
ve sürekli tüketim mantığı, insana rağmen gelişme olgusunu gündeme getirmiştir”
(Ercan, 1996:36). Modernizm tarafından bireye sunulan ekonomik anlamdaki bu
özgürlük (kapitalizm), sınırsız üretim ve sınırsız tüketim zihniyeti ile bireyi,
beklenenin aksine, ekonominin bir kölesi haline getirmiştir. Birey, ürettiği ve
tükettiği oranda özgürdür. Sınırsız üretme ve sınırsız tüketme özgürlüğünü
kullandığı oranda o düzen içinde var sayılmıştır. Çünkü bireyin bu eyleminin
sonucunda kapitalist sistem, dolayısıyla mevcut düzen işlerlik kazanarak
devamlılığını sağlayabilecektir.
18. yy insanını özgürleştirme misyonu taşıyan devlet ise, “… bireyi
özgürleştirmekten çok onu söylemsel olarak kurmaya çalışır” (Tekelioğlu, 1999:49).
Yani devlet bireyi, kendi istediği şekilde biçimlendirmeye çalışır. Modern düzenin
bir aygıtı olarak ulus devletin esas işlevi budur. “…modernite düşüncesinin
oluşturduğu devlet, nüfusu çeşitli kategorilerde gözlemleyen, nüfusu en alt birimine,
yani ‘bireye’ kadar tanımlamak isteyen bir yapıdır. Feodalitenin kral-tebâ ilişkisi,
17
yerini modernitenin devlet-yurttaş ya da toplum-birey ilişkisine terk eder”
(Tekelioğlu, 1999:48). Yapılan kategorileştirme, devletin topluma daha kolay şekil
vermesini sağlamıştır. Feodal dönemdeki kral-tebâ ilişkisinden farkı, tebânın yani
toplumun, kendini devlet karşısında özgürce hareket edebilen bireyler topluluğu
olarak görmesidir. Bu durum ise yönetme işine kolaylaştırıcı bir etki sağlamıştır.
Öyle ki, kendini özgür sanan birey, devletin egemenliğini ve onun düzenin devamı
adına, uyguladığı yaptırımları (gerekli gördüğünde güç kullanma yetkisini) meşru
görmektedir. Bauman’ın (2000:73) da belirttiği gibi, “Birey olmak ille de özgür
olmak demek değildir. Geç-modern ya da postmodern toplumda sunulan, hatta bu
toplumda en yaygın olan bireysellik biçimi –özelleşmiş bireysellik- özünde
özgürlüksüz anlamına gelir”.
Modernizmin düşünsel yönünü oluşturan, pozitivizm ve rasyonalizm olguları
ise, insana saf akla ve onun algılayabildiği somut gerçekliğe dayalı bir düşünce
şeklini sunarak, özgürlük vaat etmiştir. Bu sayede insanın bir birey olarak varlığını
olanaklı kılmıştır. Birey kendi aklını kullanarak genel bilgi ve kuralara ulaşabilir.
Akla uygun olan gerçek olan, gerçek de akla uygun olandır. Ancak bu katı
rasyonalite ve pozitivist düşünce, araştıran, merak eden ve sorgulayan aklın zamanla
araçsal akla dönüşmesine yol açmıştır. “Toplumun artan rasyonalizasyonu, bu
rasyonalizasyon ile insan aklı arasındaki çelişki, akıl ile özgürlük arasında olacağı
sanılan uyumun gerçekleşmeyişi; sonunda rasyonelliği olan fakat kişisel akıl ve
düşünce yeteneği olmayan, gitgide daha çok kendi kendini rasyonalize eden, fakat
aynı anda gitgide daha çok huzursuzlaşan bir insan yaratmıştır. Çağımızın özgürlük
sorununun da, en iyi biçimde, bu insan tipinin özellikleri ve koşulları açısından ifade
edileceği açıktır” (Mills, 2000:277-278). Kendini bir düşünce özgürlüğü deryasında
bilen birey, aslında istediğini değil de ondan isteneni düşünmeye başlamıştır artık.
Rasyonalizm ve pozitivizm çerçevesi içinde, mevcut düzenin devamına hizmet
edecek bilgiler üretmesi koşuluyla birey düşünebilir ve özgürdür. Modern toplum bu
tip bireyler yaratmıştır.
Söylemlerin varlığı, ona hizmet edecek bireylerin varlığı ile mümkündür. Bu
açıdan “…kişilerin beyinlerine, onların tekilliklerine gereksinme vardır. Öyleyse bir
kez daha, doğrudan toplumsal, toplumsallaştırılmış bu bireyi idare edebilmek için
18
mekanizmalar icat etmek gerekir: Đktidar açısından, bir yandan, nüfusların (henüz
ona hizmet ettiği için) yönetimini, öte yandan değer ürettiği için tekilliği eş zamanlı
olarak bir arada tutmak gerekli hale gelir” (Revel, 2006:49). Yani bireysellik insanın
tekilliğiyle ilgili olmasının yanı sıra, çok kompleks ve tüm toplumu ilgilendiren bir
olgudur. Đnsanın bireyselleştirilmesi toplumun çözümlenip, ayrıştırılması anlamına
gelir. Bu anlamda kalabalık insan topluluklarını idare etmek daha da kolaylaşır.
Bireyselleştirme ile insan ne yüceleştirilmi ştir, ne de yok edilmiştir. Sadece
iktidarın istediği biçimde şekillendirilmiştir. Bir anlamda “… bireyselliklerin özdeş
seriler halinde dağıtılması söz konusudur: Burada seri, bireyi yapaylığı içinde –
kurulmuş olduğu için, üretilmiş olduğu için- onayan ve kişiden bireye o geçişte hâlâ
kişisel, öznel direnişten arta kalabilecek olanı silen şeydir. Bireyin üzerinde serinin
kurulmasıyla, birey asla seri içinde erimez; serinin içinde eriyen, iktidarın kıskacı
altında halâ direnen kişinin olası kalıntısıdır yalnızca” (Revel, 2005:143).
Görüldüğü gibi bireyi, ortaya çıktığı toplum içinde, hem ekonomik, hem
siyasi hem de düşünsel anlamda çevreleyen pek çok unsur vardır. Ona hizmet etmek
ve onun toplumsal yaşamdaki etkinliğini artırmak amacıyla işlev görmesi gereken bu
unsurlar, zamanla başka bir amaca hizmet eder hale gelmiştir. Bu amaç ise bireyi
özgürleştirmek yerine mevcut düzenin bir parçası haline getirmiştir. “ ‘Ben’i
merkeze koyan felsefe bireyin toplumsal alandaki tutsaklığını bir veri olarak
almaktadır. Çünkü ‘ben’ aile başta olmak üzere toplumsal yapılar tarafından
biçimlendirilmektedir. Tüm bilimsel ve kültürel etkinlik de bu biçimlendirme
işlemini kaçınılmaz görerek meşrulaştırmaktadır. Çağımızdaki bilimsel ve kültürel
etkinlikler aşırı bir biçimde kurumlaşmış, hiyerarşikleşmiş merkezler tarafından
gerçekleştirilmektedir. Bu kurumların hepsi bilgi, bilim, kültür adı altında bireylerin
yaratıcı etkinliklerini öldürmekte, onları bir iktidar ilişkisinin içine sokmaktadır”
(Yakupoğlu, 1999:72). Bir anlamda bireyler ‘şeyleştirilmektedir’.
Toplumsal yaşamın temel birimi olarak birey, günümüzde modernizm
söylemleri ile şekillendirilmiş bireydir. Ulus devlet, kapitalizm ve rasyonalizm
toplumsal yaşamda önce insanın dogmatik düşüncenin etkisinden kurtulmasını,
ekonomik sosyal ve düşünsel anlamda özgürleşmesini sağlamıştır. Ancak tarihsel
süreç içerisinde, insana sağladığı bu kazanımlar şekil değiştirmiş, insanı
19
özgürleştirme ve bireyselleştirme işlevinin ötesinde ‘bireyşeyleştirme’ işlevi görür
hale gelmiştir. Kapitalizm ekonomik açıdan, rasyonalizm düşünsel açıdan, ulus
devlet ise siyasal açıdan bireyi şeyleştirme/nesneleştirme işlevi görmüştür. Birey
yine ortaçağdaki gibi, düşünme ve eyleme özgürlüğü elinden alınan bir varlık olarak
toplumdaki yerini almıştır.
20
3. FOUCAULT’DA B ĐREY
Araştırmamızın çerçevesini oluşturan Foucault’cu düşünceye göre, birey
olgusuna baktığımızda, modernizmin yaratmış olduğu birey akla gelmektedir.
Foucault’ya (2001b:443) göre modernizm, “…görünüşler düzeyinde, hiç kuşkusuz
insan kendi organizmasının içinde, kafasının kabuğu içinde, organlarının donanımı
içinde ve fizyolojisinin bütün sinir dokusu içinde var olmaya koyulduğunda
başlamaktadır; modernlik, insanın ilkesi ona egemen olan ve ürünü elinden kaçan bir
çalışmanın kalbinde var olduğunda başlamaktadır; modernlik, insan düşüncesinin,
kendinden çok daha eski olduğu için, onun sözünde hayat bulmasına rağmen
anlamlarına egemen olamadığı bir dilin kıvrımlarının arasına yerleştirildi ğinde
başlamıştır”. Bu nedenle modernizm bireyin hem bedenine hem ruhuna, yani tüm
benliğine nüfuz ederek ortaya çıkan, onu tüm varlığıyla ele geçiren bir olgudur.
Modern insanın, birey olma sürecini sorun edinen Foucault’cu görüşe göre
birey, aslında iktidar tarafından yaratılmış bir olgudur. Bu nedenle bireyi
açıklayabilmek için, onu çevreleyen iktidar olgusunu çözümlemek gerekir. Öyle ki
Foucault (2005a:57,58), “hedefim, iktidar fenomenini analiz etmek olmadığı gibi,
böyle bir analizin temellerini atmak da değildi. Tam tersine amacım insanların, bizim
kültürümüzde, özneye dönüştürülme kiplerinin bir tarihini oluşturmaktı” demiştir.
Ancak insanı birey olmaya götüren nedeni açıklamadan insanın bireyselleşme
sürecini açıklamak da olanaksız ve anlamsız olacaktır. Foucault için birey, iktidarın
hem üretildiği hem de uygulama alanı bulduğu yerdir. Bu nedenle birey olgusu, ister
istemez Foucault’u iktidar olgusunu çözümlemeye götürmüş ve onun çalışmalarının
temelini oluşturmuştur. Birey ve iktidar olgularının bu iç içe oluş durumu, birey
olgusundan bahsederken iktidar olgusuna, ilerleyen bölümlerde ise, iktidar
olgusundan bahsederken birey olgusuna göndermelerde bulunmamıza yol açacaktır.
“On sekizinci yüzyılın ya da on sekizinci yüzyılın bir bölümünün büyük
vaadi veya büyük umudunun, dünya üzerinde teknik hâkimiyet kurma kapasitesi ile
bireylerin birbiriyle ilişkili olarak özgürlüklerindeki eş zamanlı ve orantılı büyümesi
olduğunu biliyoruz” (Foucault, 2005a:190) diyen Foucault bir anlamda, ekonomide
kapitalizm, siyasette ulus devlet, düşüncede ise pozitivizm ve rasyonalizm
olgularının modernizm ile hayat bularak, yarattığı bireyi çözümlemiştir.
21
Sanayi devriminden sonra 18. yüzyılın hakim ekonomik anlayışı olan
kapitalizm, modern bireye ekonomik anlamda sınırsız özgürlükler sağlamıştır.
Kapitalizmin, bireye sunmuş olduğu özel mülkiyet, serbest rekabet ve en yüksek kâr
anlayışı, zamanla bireyin bu ekonomik sistemin sağladığı sözde özgürlükler alanına
hapsolmasına yol açmıştır. “Günümüzde insanlar artık sefalet tarafından değil,
tüketim tarafından kuşatılmıştır. On dokuzuncu yüzyılda olduğu gibi, bir başka
biçimde de olsa, insanlar kendilerini gün boyu çalışmaya, fazla mesai yapmaya, işe
bağlı kalmaya zorlayan (bir ev, mobilya… satın almışlarsa) bir borç sistemi içine
sürekli kapatılmışlardır” (Foucault, 2005b:126).
Feodal yapının çözülmesi ve Sanayi devrimiyle ortaya çıkan kapitalist
ekonomik sistem, yeni bir siyasi sistemi de beraberinde getirmiştir. Bu yeni siyasi
yapılanma ise, heterojen yapıdaki (çok uluslu) imparatorlukların yerini alan ulus
devlettir. Modern dönemin bu siyasi yapılanması, toplumsal düzeni sağlamaya ve
birey egemenliğine sahip olmaya kapitalist ekonomik sistemin varlığıyla daha da
muktedir olmuştur.
Foucault’a göre (2005a:66). “ ‘Modern devlet’i bireylerin üstünde, onların ne
olduğunu hatta varlıklarını görmezden gelerek gelişmiş bir şey olarak değil; tam
tersine bireylerin tek bir koşulla dahil edilebileceği – bu bireyselliğe yeni bir biçim
verilmesi ve bir dizi çok spesifik örüntüye tabi kılınması koşuluyla – çok gelişkin bir
yapı olarak görmeliyiz”. Öyle ki modern devlet, modernizm öncesi devlet
yapılarında olduğu gibi insanın üstünde katı bir hâkimiyet kurmaktan uzak,
demokratik, laik, özgürlükçü bir özellik taşır. Ancak bu özellikler, devletin birey
üzerinde kurduğu hâkimiyeti azaltmamıştır. Aksine bu egemenliği, gizilleştirerek
daha sistemli ve yaygın hale getirmiştir. Modern devletin sistemli ve yaygın bir güce
sahip olmasının en önemli kaynakları da gelişen bilim ve teknoloji olmuştur. Çünkü
bilim ve teknoloji bireyin yaşamının her alanına girmiş ve vazgeçilmez bir parçası
haline gelmiştir.
“Aydınlanma’nın görevlerinden birisi, aklın siyasi güçlerini çoğaltmaktı.
Ancak on dokuzuncu yüzyılın insanları, çok geçmeden akıl bizim toplumlarımızda
çok mu güçlendi, diye sormaya başladılar. Rasyonelleşme eğilimli bir toplum ile
bireye ve bireyin özgürlüklerine, bütün canlı türlerine ve onların hayatta kalmalarına
22
yönelik bir takım tehditler arasında var olduğundan kuşkulandıkları bir ilişkiden
kaygı duymaya başladılar” (Foucault, 2005a:26) diyen Foucault burada üzerinde
durulması gereken nokta olarak, aklın toplumsal yaşamdaki güçlenme derecesini
değil, güçlenme nedenini görür. Bunun nedeni de modern devletin iktidarını artırma
çabasına dayandırır. Rasyonel düşünce toplumsal hayata ne kadar yerleşirse, modern
devletin en önemli dayanağı olan bilim de (özellikle insan bilimleri) o kadar etkin
hale gelir. Bu sayede modern devlet meşruluğunu güçlendirmiş olur.
Modernizm bireyi çevresiyle birlikte yeniden yapılandırmıştır. “Kendimizi
tarihsel olarak belli bir ölçüde Aydınlanma tarafından belirlenmiş varlıklar olarak
analiz etmeye çalışmamız gerekir. Bu tür bir analizin içinde elden geldiğince kesin
veriler temelindeki bir dizi tarihsel araştırma yer alacak ve bu araştırmalar geçmişe
dönük olarak Aydınlanma’da rastlanabilecek olan ve her koşulda muhafaza edilmesi
gereken ‘rasyonalitenin temel çekirdeği’ne yönelmeye geçecektir. Bu araştırmaların
yöneleceği yer ‘zorunluluğun fiili sınırları’, yani kendimizin özerk özneler olarak
oluşması açısından vazgeçilmez olmayan ya da artık vazgeçilmez sayılmayan
noktalardır” (Foucault, 2005a:185). Burada asıl olan, Aydınlanmanın/modernitenin
belirlediği, izin verdiği oranda bireyin özgürleşmesi konusudur. Peki modern düzen
bireye ne için, neye göre ve ne ölçüde özgürlük tanımaktadır? Birey, modern düzenin
olmazsa olmazıdır. Bu nedenle bu düzenin ayakta kalabilmesi ve devamlılığını
koruyabilmesi için, bireyi istediği gibi kullanabilmesi gerekir. Bunun yolu bireyin
kendini özgür hissetmesinden geçer. Birey eğer kararlarını bir dış gücün etkisi
altında değil de kendi isteğiyle verdiğini düşünürse, kendini özgür hissedebilir.
Đktidar tarafından bireye tanınan sınırlı (iktidarın sınırlarını zorlamayan) özgürlük de
bireyin kendini özgür hissetmesine yetebilir. Modernizmin, toplumsal yaşamın
demokratikleşmesi açısından gerekli gördüğü ancak toplumsal yaşamda yeterince
uygulama alanı bulamayan (ya da buldurulmayan) insan hakları, eşitlik, özgürlük,
laiklik gibi söylemler bu duruma örnek olarak gösterilebilir. Đktidarın bireye tanıdığı
özgürlüğün sınırlı oluşunun nedeni, iktidarın bireyin özgürlüğünü koruma yetkisini
elinde bulundurmasından ve gerektiğinde bunu korumak için güç kullanabilme
yetisinden kaynaklanmaktadır.
23
Foucault, (2005a:184) “Ben, bir yandan, aynı zamanda insanın şimdiyle
ili şkisini, insanın tarihsel oluş kipini ve kendini özerk bir özne olarak kurmayı
sorunsallaştıran felsefi bir sorgulamanın Aydınlanma’da kök salışını vurgulamaya
çalışırken, öbür yandan da bizi Aydınlanma’ya bağlayabilecek olan bağın doktriner
unsurlara sadakat değil, tam tersine, bir tutumun, yani, tarihsel varlığımızın aralıksız
bir eleştirisi şeklinde nitelendirilebilecek olan felsefi bir ethos’un sürekli olarak canlı
tutulması olduğunu vurgulamaya çalışıyorum” der. Aydınlanma’nın bu süreklilik ve
canlılık hali tesadüfilikten uzak bir durumdur. Bu durumun kaynağını yine
Aydınlanma’nın bireyi ‘özgürleştirme’ söyleminde aramak gerekir. Birey kendini
özgür kılacak söylemlerin etkisindedir. Bu söylemlerin varlığının birey tarafından
korunması bireyi özgür kılacaktır. Aslında birey bu şekilde, farkında olmadan bu
söylemlerin kölesi haline gelmiştir.
Focault (2006a:206) için, “Đnsan, yaşamın kendini gösterdiği ilk ve en keskin
biçim değildir. Bilginin hizmetine ancak, kesin bir karara vardıran enstrümanları,
dilin belli bir kullanımı ve ölümün kolay olmayan kavramsallaştırması olan, uzun bir
mekansallaştırma hareketinin sonunda sunulmuştur”. Bu modernizmle
gerçekleşmiştir. Đnsan varlığıyla, patolojisiyle ve ölümüyle ancak modernizm
sonrasında bir birey olarak kendini bulabilmiştir. Foucault, tam anlamıyla
modernizm sonrası ortaya çıkan ve insanı bireyselleştiren üç nesneleştirme kipinden
söz eder. Bunlar: “… kendilerine bilim statüsü kazandırmaya çalışan araştırma
kipleri, …öznenin ‘bölücü pratikler’ diye adlandıracağım pratiklerde
nesneleştirilmesi,… Son olarak, bir insanın kendini özneye dönüştürme biçimini”
(Foucault, 2005a:58) içermektedir. Birey olgusunun oluşumunu daha iyi
açıklayabilmek için, şimdi Foucault’nun bu nesneleştirme kipleri üzerinde durmak
gerekmektedir.
Onun ‘kendilerine bilim statüsü kazandırmaya çalışan araştırma kipleri’ diye
adlandırdığı şey, modernizm sonrası, pozitivist ve rasyonalist anlayışla ortaya çıkan
bilimlerdir. Bu anlamda örneğin, filoloji, konuşan bireyi; psikoloji, düşünen bireyi;
biyoloji, yaşayan bireyi nesneleştirme işlevi görmüştür. Đnsanı merkeze alan bu
bilimlerin amacı, “…insan bilgisi sayesinde insanın yabancılaşmalarından
kurtulmasına, hakim olmadığı tüm belirlenimlerden kurtulmasına, kendisi hakkında
24
sahip olduğu bu bilgi sayesinde yeniden ya da ilk kez kendisinin efendisi ve sahibi
olmasına çabalamak. Başka bir deyişle insanın kendi özgürlüğünün ve kendi var
oluşunun öznesi olması için insan bir bilgi nesnesi haline getiriliyordu” (Foucault,
2004a:106). Böylelikle birey, bu bilimlerin gelişmesi ve bireyi keşfiyle, daha çok
ayrışmış, parçalanmış, çözümlenmiş ve anlamını yitirir hale gelmiştir. Foucault
(2004a:107) bu durumu şöyle ifade eder: “…insan derinliklerine doğru inildikçe
buhar olup uçuyordu. Uzağa gidildikçe insana daha az rastlanıyordu”. Đnsan bilimleri
tarafından hümanistik bir anlayışla merkeze alınan, yaşadığı, toplumsal, bireysel
sorunları ortadan kaldırılmaya, yapısal ve düşünsel harikaları ortaya çıkarılmaya
çalışılan birey, çözümlendikçe iktidar tarafından daha kolay hükmedilebilen bir
varlık haline gelmiştir.
‘Bölücü pratikler’ olarak nitelendirdiği şey de, bireyin toplum içinde
sınıflandırılması ve kimi bireylerin toplumdan dışlanmasını kapsamaktadır. Bu
sınıflama ve dışlama biçimi, normal-anormal, akıllı- deli, hasta-sağlıklı, kötü-iyi,
suçlu-suçsuz gibi ifadelerle kendini gösterip; hapishane, hastane, okul, işyerleri gibi
mekanlarla işlerlik kazanmaktadır. Foucault (2005b:126), “Disiplinleriyle hastaneler,
tımarhaneler, öksüzler yurdu, okullar, eğitim evleri, fabrikalar, atölyeler ve nihayet
hapishaneler; bütün bunlar on dokuzuncu yüzyılın başında yerleştirilmi ş ve hiç
kuşkusuz sanayi toplumunun ya da kapitalist toplumun işleyiş koşullarından biri
olmuş olan iktidarın bir tür büyük toplumsal biçiminin parçasıdır. Đnsanın vücudunu,
varlığını ve zamanını işgücüne dönüştürmesi ve onu kapitalizmin işletmek istediği
üretim aygıtının hizmetine sokması için bütün bir zorlama aygıtı gerekli oldu; ve
bana öyle geliyor ki, insanı kreş ve okuldan alıp kışladan geçirerek, hapishane veya
akıl hastanesiyle tehdit ederek –‘ya fabrikaya gidersin, ya da hapishaneye veya
tımarhaneye düşersin!’-sonunda düşkünler evine götüren bütün bu zorlamalar aynı
iktidar sisteminden kaynaklanıyor” der. Đktidar, ‘bölücü pratikler’ sayesinde, hem
toplumsal bir kategorizasyon yaparak yönetim işini kolaylaştırmış hem de kendi
üstünlüğünü bireylere kabul ettirmiş olur. Yani iktidar, “…başkalarının dışsallığı
içinde Başka’nın farkını temsil etmektedir” (Foucault, 2006b:278).
Son olarak da ‘insanın kendini özneye dönüştürme biçimi’ şeklinde
adlandırdığı şey ise, bireyin kendi vücudunu bir meta olarak görüp, nasıl olup da
25
kendini bir cinsellik ögesi haline dönüştürdüğü konusudur. Đnsan bedeninin bir
cinsellik ögesi olarak kullanılmaya başlaması, o bedenin artık siyasi bir işlevinin
olmasından kaynaklamaktadır. Toplumları disipline etmenin yollarından biri ve en
önemli olanı, onu oluşturan bireylerin bedenine hükmetmekten geçer. Đktidar,
bireyin bedenini istediği gibi eğitip ve kendi çıkarı doğrultusunda yönlendirebildiği
ölçüde güçlü olabilir.
Cinsellik, “… küçücük gözetimlere, her an var olabilen denetimlere, aşırı
derecede titizlikle gerçekleştirilmi ş mekan uyarlamalarına, belirsiz tıbbi ya da
psikolojik muayenelere, beden üzerinde yaratılan gerçek bir mikro-iktidara yol açar;
ama aynı zamanda kitlesel önlemlere, istatistik varsayımlara, toplumsal bünyenin
tümünü ya da bütün içindeki grupları ilgilendiren müdahalelere de olanak verir.
Cinsellik aynı anda hem bedenin yaşamına, hem de insan türünün yaşamına giriş
yolu oluşturur. Ondan, hem disiplinlerin matrisi hem de düzenlemelerin ilkesi olarak
yaralanılır” (Foucault, 2003a: 107). Bu açıdan değerlendirdiğimizde insan bedenin
bir cinsellik öğesi olarak neden ve nasıl egemen güç tarafından kullanıldığını daha
iyi anlayabiliriz. Bireylerin cinsellik eğilimleri toplum nüfusunun nitelik ve niceliği
üzerinde büyük rol oynar. Bunun da iktidar tarafından kullanımı, mevcut düzenin
kontrol altında tutulmasını kolaylaştırır. Örneğin, ilk nüfus sayımlarının, askerlik ve
vergilendirme amaçlı yapıldığını göz önüne alırsak ve nüfusun bir toplumdaki
insanların, yaş, cinsiyet, eğitim durumu ve daha birçok özelliğini yansıttığını
düşünürsek aslında nüfusun bir tür toplumsal çözümleme için çok iyi bir araç
olduğunu görebiliriz. Bu şekilde yapılacak toplumsal çözümleme ile, bireylerin
üretim ve tüketim alışkanlıklarından tutun da siyasal görüşleri ve daha bir çok
tercihleri yeniden yapılandırılıp yönlendirilebilir. Belki de bu nedenle cinselliğin,
“…siyasal işlemlerin, iktisadi müdahalelerin (üremeyi özendirici ya da kısıtlayıcı
davranışlar yoluyla), ahlâklı ya da sorumlu kılma amacıyla girişilen ideolojik
kampanyaların temasına dönüştüğü de görülür” (Foucault, 2003a:107).
Birey, artık bedeniyle vardır ve değerlidir. Çünkü Foucault’nun da belirttiği
gibi, iktidar bireyin bedeni üzerinde kurulur. “Kesin olan şey, iktidar ağlarının
günümüzde sağlıktan ve bedenden geçiyor olmasıdır. Eskiden, bu ‘ruh’tan
26
geçiyordu. Şimdi de bedenden…” (Foucault, 2003b:134). Kısacası bireyin iktidar
açısından değeri onun bedenine olan ihtiyacının bir sonucudur.
Sonuç olarak birey olgusu Foucault’nun iktidar çözümlemesinin temelini
oluşturur. Foucault’ da birey, hem iktidar tarafından kurgulanan hem de iktidarın
üzerine kurulduğu bir ‘şey’dir. Foucault, günümüz modern bireyinin nasıl kurgulanıp
nesneleştirildi ği düşüncesi üzerinde yoğunlaşmıştır. O modern bireyin, modernizm
sonrası ortaya çıkan modern iktidarın baskısı altında şekillenen ve nesneleştirilen bir
varlık olduğunu düşünmektedir. Modern iktidarın bireyi nesneleştirirken kullandığı
araçlar ise, bizim de bireyi çevreleyen üç güç olarak nitelediğimiz: ekonomi, bilim ve
siyasettir.
27
4. BĐREYĐ ÇEVRELEYEN ÜÇ GÜÇ
Ekonomi, bilim, sanat, siyaset, din, hukuk gibi olgular bireyin de içinde
bulunduğu toplumsal yaşamın vazgeçilmez unsurlarıdır. Birey, toplumsal yaşamın
içinde barındırdığı bu olgularla iç içedir. Bu açıdan, toplumsal yaşam, bireyin hem
içinde bulunduğu hem de varlığıyla onu var ettiği bir gerçekliktir. Bireyi çevreleyen
unsur olarak özellikle ekonomi, bilim ve siyaseti almamızın nedeni, bunların
günümüz modern toplumundaki bireyi şekillendiren temel olgular olmasından
kaynaklanmaktadır.
4.1. EKONOMĐ
Đnsan, ihtiyaçları olan ve bu ihtiyaçlarının karşılanması oranında yaşamını
devam ettirebilen bir canlıdır. Aslında diğer canlıların da taşıdığı bu özelliklerin
dışında, insana has bir şey vardır. O da insanın, ihtiyaçları karşılandığı ölçüde, elde
ettiğinin hep biraz daha iyisini ve fazlasını istemesidir (veya ister hale getirilmesidir).
Ekonomi bilimi de bu temelde ortaya çıkmıştır. “Ekonomi bilimi, sınırlı kaynaklarla
sınırsız gereksinmelerini karşılama sorunu ile karşı karşıya olan bir kişinin ya da
toplumun, tatmin düzeyini en yükseğe eriştirmesinin yolunu arar” (Dinler,1997:6).
Bu bağlamda ekonomi, insanların tüketim ve üretim faaliyetlerini en iyi nasıl
yürütmeleri gerektiği konusunu ele alan bir bilimdir.
Đnsan üretmeye ve tüketmeye başladığı andan itibaren ekonomi yapmaya
başlamıştır. Yani ekonomi, insanlık tarihi kadar eskidir. Ancak ekonominin bir bilim
olarak ortaya çıkışı, Avrupa’da sanayi devrimi sonrası üretimin hızla artması ve
üretim-tüketim ilişkilerinin karmaşıklaşması ile olur.
O döneme kadar ekonomi, el emeğine dayalı küçük ticari işletmelerden ve
tarıma dayalı üretimden ibaretti. Coğrafi keşifler, feodalizmin yıkılması, sermaye
birikiminin artması, bilim ve teknolojide büyük gelişmelerin yaşanması, ekonomide
yeni bir döneme girilmesine yol açmıştır. Temelleri esasen 16. yüzyıla kadar dayanan
ve 18. yüzyılla patlak veren sanayi devrimi, bu yeni ekonomik dönemin miladını
oluşturur.
28
Modernizm sonrası, bilim ve teknolojinin gelişmesi, ekonomik alanda da
köklü değişimlere yol açmıştır. Üretimde el emeğinin yerini makineler almaya
başlamıştır. Üretimde makineleşme, üretim miktarında artmayla birlikte, insan
hayatını kolaylaştırıcı ve yaşam kalitesini arttırıcı bir etki yaratmıştır. Bu ekonomik
koşullar, üretim ve tüketim ilişkilerini düzenleyen yeni bir ekonomik sistemin ortaya
çıkmasına yol açmıştır. Ortaya çıkan bu yeni ekonomik sistemin adı ise
kapitalizmdir.
Đleri düzeyde teknik gelişme ve sermaye birikimine bağlı olarak ortaya çıkan
kapitalizm, özel girişim ve piyasa serbestliğine dayanan bir ekonomik sistemdir.
Kapitalist “…düzenin esası, toplumda kendi çıkarlarını en yüksek düzeye çıkaracak
biçimde hareket eden bireylerin ve firmaların aldıkları kararlarla, toplum yararının da
en yüksek düzeye çıkacağıdır. Bu nedenle, bu karar birimlerini tercihlerinde serbest
bırakmak gerekir” (Dinler, 1997:33). Bireylere ekonomik alanda sınırsız özgürlük ve
serbest rekabet fırsatı veren bu yeni sistem kısa zamanda işlevsellik kazanmış ve
uygulama alanını genişletme imkânı bulmuştur.
Kapitalist ekonomi anlayışının toplumsal yaşama kısa zamanda nüfuz
etmesinin temelinde çok sistemli bir işleyişinin olması vardır. “XIII. yüzyılda
ekonomik belirlenmenin işleyişi bilinmekteydi: paranın nasıl kaçacağı veya akacağı,
fiyatların yükselip düşeceği, üretimin artacağı, sabit kalacağı veya azalacağı
açıklanmaktaydı; fakat bütün bu hareketler, değerlerin birbirini temsil edebildikleri
bir tablo mekânından hareketle tanımlanmaktaydılar; fiyatlar, temsil eden unsurlar
temsil edilen unsurlardan daha hızlı arttıklarında yükseliyorlardı; üretim, temsil
unsurları temsil edilecek şeylere nazaran azaldıklarında düşüyordu vb” (Foucault,
2001b:358).
Kapitalist sistemle, Avrupa’da büyük bir zenginleşme gerçekleşmiştir. Ancak
bu zenginleşme daha çok kapital sahibinin lehine olmuştur. Yani zengin daha çok
zenginleşmiş, geçimini işverenin (kapital sahibinin) belirlediği ücretle sağlamak
zorunda kalan işçi (emek sahibi) ise fakirleşmiştir.
Kapitalist ekonomi ile kapital (sermaye) sahibinin üzerinde kazanç sağladığı
iki unsur göze çarpar. Bunlardan birincisi doğa, ikincisi ise insan emeğidir. Kapital
29
sahibi, sınırsız üretim sağlamak amacıyla doğayı, en yüksek kârı elde etmek
amacıyla da insan emeğini kullanmıştır. Bu şekilde, kapitalizmin bireye vaat ettiği
sınırsız özgürlüğü, birey yerine, doğa ve insan emeği üzerinde, kapital sahibi
kullanmaya başlamıştır.
“Kapitalist modernleşme sürecinin genişlemeci/yayılımcı bir özelliği vardır.
…Kapitalist modernleşme süreci ile koskocaman sürekli üreten bir makine haline
gelen kapitalizm, hem bu makinenin daha fazla üretimi için artan oranda
girdi/hammadde ihtiyacını arttırmış, hem de üretilen malların satış zorunluluğu bu
toplumların diğer toplumlarla ilişkiye girmelerinde önemli belirleyiciler olmuşlardır”
(Ercan, 1996:51). Bu durum kapitalizmin sadece ortaya çıktığı yer olan Avrupa ile
sınırlı kalmayıp, diğer toplumlara da kısa zamanda yayılmasını sağlamıştır. Ortaya
çıktığı toplum içerisinde, birey üzerinde bir iktidar oluşumunu sağlayan kapitalizm,
toplumlar arasında yayıldığı zaman da toplumların birbiri üzerinde iktidarına yol
açmıştır.
Kapitalizmin egemenlik alanını genişletme süreci göstermiştir ki ekonomik
alandaki sınırsız özgürlük aslında bireyin özgürlüğüne daha fazla sınırlar koymuştur.
Kapitalist sistem zamanla bireyin yaşamının her alanını işgal etmiş onu bir tüketim
unsuru ve meta olarak görmeye başlamıştır. Kapitalizmde temel amaç kârdır. Bu
nedenle üretim de kâra göre düzenlenir. Bu bağlamda bireyin tüm ihtiyaçları sermaye
sahibinin kâr kaynağı olarak görülmüştür. Öyle ki, Kapitalizmin temelindeki bu kâr
anlayışı, kapital sahibi için sınırsız rekabet anlayışını da beraberinde getirmiş, daha
çok kâr amacı daha çok rekabet anlayışını doğurmuştur. Bu da emeği ile üreten,
parası ile tüketen bireyin, kapital sahibi tarafından daha çok sömürülmesine yol
açmıştır.
Ekonomi, tabi olarak insan ihtiyaçlarıyla paralel bir şekilde, toplumsal
yaşamda yer almıştır. Ancak bireyi ve onu içinde yaşadığı doğal ortamı hiçbir
dönemde bu kadar kullanır deyim yerindeyse sömürür hale gelmemiştir. “ Đnsanlık
doğaya hükmettikçe, insan öteki insanlara ya da kendi lanetine köle oluyor. Bilimin
arı ışığı bile, etrafı cehaletin karanlığıyla kaplanmadıkça parlayamaz gibi görünüyor.
Tüm icatlarımız ve ilerlememiz, sonuçta sanki maddi güçlere zihinsel bir güç
bağışlayıp insan hayatını maddi bir güce çeviriyor” (Berman, 2006:33).
30
Kapitalizmin yaratmış olduğu “Endüstriyel-teknolojik uygarlıkta, özgürlük
yitimine son vermenin gerçek imkânı bilim ve teknolojinin üretici güçlere
dönüşmesiyle ve hazır emeğin çalışma sürecinden dışlanmasıyla sağlanır. Emek
bundan sonra birey tarafından belirli bir görevi başarmak için organik enerjinin acı
verici çabası olarak deneyimlenmez. Çalışma süreci kişisel olmaktan çıkar ve gittikçe
kolektif insan emeğinin dayanışmasına ve örgütlenmesine dayalı hale gelir”
(Benhabib, 2006:93). Bu durum da bireyi kapitalist ekonomi yararına işleyen bir
makinenin parçası haline getirir. Yani bu sistem için birey, tek başına bir anlam ifade
etmez, ama onsuz da olmaz. Birey artık, maddi olarak değer taşımaktadır. Ancak
manevi olarak bir değer yitimi ile karşı karşıyadır. Bu şekilde birey varlığının
anlamını yitirmiş bir canlı haline gelir. Hem kendisine hem de çevresine
yabancılaşmaya başlar. Toplum artık bu tip bireylerle doludur. “Endüstriyel-
teknolojik dünyanın yarattığı tek-boyutlu toplum onun aracılığıyla açığa çıktığı ve
var olduğu ontolojik ufku yok eder” (Benhabib, 2006:93) hale gelmiştir.
Kapitalist ekonomik sistem ile birlikte bir tüketim toplumu oluşturulmuştur.
Üretici zaten bellidir: kapital sahibi. Tüketici ise bu durumda birey olmak
zorundadır. Bu şekilde birey çeşitli yöntemlerle (iletişim araçları kullanılıp reklam
yapılarak veya moda gibi söylemler üretilerek) sürekli tüketime yönlendirilmiştir.
Yönlendirmenin amacı, kapital sahibi açısından bu sistemin sürekliliğini sağlamaktır.
Birey artık bu sitemin üzerinde yönlendirme yapabildiği yani egemenlik kurduğu bir
öğedir. Öyle ki, “…on sekizinci yüzyılın iktisadi dönüşümleri, iktidar etkilerini
giderek daha incelikli kanallarla bireylere, onların bedenlerine, tavırlarına, tüm
gündelik edimlerine varıncaya dek dolaşıma sokmayı gerekli kılmıştı. Böylece
iktidarın, yönetilecek insan sayısının çokluğuna rağmen, sanki tek bir insan üzerinde
uygulanıyormuş gibi etkili olması istenmişti” (Foucault, 2003b:91). Bunu
gerçekleştirmeye yardımcı olacak temel unsur ise bilgidir. “Kapitalist
modernleşmenin toplumu disipline edici maddi güçleri, yani yaşanan ontolojik temel
kendisi için gerekli bir bilgi biçimini de örgütlemiş ve disipline etmiştir” (Ercan,
1996:51). Bu nedenle bu bilgi biçiminin bireyi nasıl çevrelediğine bakmak
kapitalizmin işlerliğini açıklamamızı kolaylaştıracaktır.
31
4.2.BĐLĐM
Akıl gücüne ve düşünme yeteneğine sahip tek canlı olarak insan, ilk
çağlardan günümüze kadar sürekli bir bilme istenci ile doludur. Đnsanın bu istenci,
çevresini anlama çabasından ve merakından kaynaklanır. Đnsanın çevresini anlama
çabası doğa ile başlamıştır ki bu aslında onun doğayla mücadelesiyle iç içedir. Çünkü
insanın var oluşu doğanın içinde gerçekleşir ve varlığının devamı da doğadaki
zorluklarla mücadelesi ile sağlanabilir. Đnsanın doğada karşı karşıya kaldığı
zorluklar, onu bazen korku bazen merak içinde bırakmıştır. Doğaya karşı ayakta
kalma çabası zamanla insanı korkularını yenmeye ve merakını gidermeye
yöneltmiştir. Böylece insan doğaya karşı yaşadığı korkuyu yenmenin ve merakı
gidermenin tek yolunun onu yapan sebepleri bilmek ve ona egemen olmak olduğunu
anlamıştır. Đşte insanın doğaya karşı girmiş olduğu, ona egemen olmak amacıyla
başlayan mücadelesi ve bu mücadelenin oluşturduğu bilgi birikimi, bilimin ortaya
çıkmasını sağlamıştır.
Đlk başta felsefenin bir alt alanı olarak insanın düşünce tarihinde yer edinen,
astronomi, fizik, kimya, matematik gibi bilgi alanları, zamanla felsefeden ayrılmış,
sistematik bilgi bütünü haline gelerek, günümüzdeki bilim statüsünü kazanmıştır.
Bilimlerin sistematik bilgi bütünü olarak nitelendirili şi modernizm sonrası,
rasyonalist düşünce ile kendini gösterir. Bilimsel bilginin ancak ve ancak insan aklı
ile deney ve gözleme dayandırılarak elde edilen bilgi olacağını savunan rasyonalizm,
bu anlamda pozitif bilim anlayışını getirmiştir.
Modernizm sonrası 18. yüzyıl, insanın pozitif bilimlerle, doğaya egemen
olma konusunda büyük ilerleme kat ettiği bir dönemdir. Bilimsel ve teknolojik
gelişmeler aracılığıyla insan hayatı gittikçe daha çok kolaylaşmıştır. Bu durum bilim
ve teknolojinin hayatın her alanına girmesini sağlamıştır.
Modernizmin, insan aklını merkeze alan, rasyonalizm ve pozitif bilim
anlayışı bu sayede, insanı hem ortaçağ felsefesinin dogmatik düşüncelerinden
kurtarıp özgür kılmış, hem de doğayla olan mücadelesinde üstün hale getirmiştir.
Öyle ki, “Geleneksel toplumda genellikle yaşla ve tecrübeyle elde edilen ve sınırlı
olan bilgi modern toplumda yerini teknolojinin etkinlili ği, bilginin yaygınlığı ve seri
32
üretimin yapıldığı bir sürece bırakmıştır.” (Aslan ve Yılmaz, 2001:95). Bilim ve
teknolojinin insan hayatını kolaylaştırıcı etkisinin gittikçe artması, onu insan
hayatının ayrılmaz bir parçası haline getirmiştir. Ancak onun, toplumsal yaşamda,
işyerinde, evde yani insanın olduğu her yerdeki varlığı, olumlu etkilerinin yanı sıra
bazı olumsuz etkilere de yol açmıştır. Bunlardan ilki, doğanın sınırsız kullanımı
bunun da doğaya zarar vermesidir. Đnsanın içinde yaşadığı doğanın zarar görmesi,
insanda bazı fiziksel ve ruhsal sorunların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Đkincisi ise,
insanı zamanla kendine bağımlı hale getirmesi, onsuz hiçbir şey yapamaz bir duruma
düşürmesidir. Bu durum, kendi aklı ile ürettiği şeyin esiri olan bir insan tipi
yaratmıştır.
Modernizm ile birlikte insanı özgür bireyler haline getirme düşüncesi, yeni
bir boyut kazanmıştır. Bu durumu Mills (2000:280), “Bireyin yüceliği idea’sının
günümüzde çok su götürür bir duruma gelmiş olmasının şaşılacak hiçbir yanı
kalmamıştır. Đnsanın Modern çağdan yaşadığımız döneme geçişle yaşadığı psikolojik
değişimin ne denli büyük bir değişim olduğunu belki de bilmiyor, anlamıyoruz. Ama
önümüzdeki sorunu, sormamız gerektiği biçimiyle sormak zorundayız: Günümüz
insanları arasında, yükselecek ve hatta toplumda başat konuma geçecek olanlar
Mutlu Robot denen tipler mi olacaktır?” diyerek açıklamıştır. Đnsan aslında, düşünen
değil de sadece kendi adına düşünüleni yapan birey haline gelmiştir.
Artık insanın karşısında yeni bir mücadele olgusu vardır. O da modernizm
sonrası ortaya çıkan insan tipidir. Đnsanda meydana gelen sorunlar, böylece
bilimlerin yeni bir çalışma alanını ortaya çıkarmıştır. Foucault (2004a:90) bunu şöyle
ifade eder: “On yedinci yüzyıldan beri insanın dile getirdiği bilimsel söylemlerde, on
sekizinci yüzyıl boyunca yeni bir nesne ortaya çıktı: ‘Đnsan’. Đnsanla birlikte insan
bilimlerini inşa etme olanağı doğdu”.
Birey araştıran ve bilen olma durumunun dışında, araştırılan ve bilinen
durumuna gelmiştir bir anlamda. “Özellikle toplumsal bütün ve toplumsal ilişkilerin
ürünü olan insan, farklı alanlara bölünerek sosyal bilimin araştırma nesnesi haline
getiriliyordu.” (Ercan, 1996:51). Đnsanın, psikolojik yönü (psikoloji), toplumsal yönü
(sosyoloji), mekânsal ve etnik geçmişi (tarih ve antropoloji), yaşadığı yer (coğrafya),
33
ticari faaliyetleri (ekonomi) gibi onunla ilgili her alan bilimin konusu haline gelmiş
ve sosyal bilimler ortaya çıkmıştır.
“ Đnsan bilimlerini keşfetmek, görünüşte, insanı mümkün bir bilginin konusu
yapmaktı. Bu insanı bilgi nesnesi olarak kurmaktı. Oysa bu aynı on dokuzuncu
yüzyılda, şu büyük eskatolojik mit umut ediliyor, hayal ediliyordu: Bu insan bilgisi
sayesinde insanın yabancılaşmalarından kurtulmasına, hakim olamadığı tüm
belirlenimlerden kurtulmasına, kendisi hakkında sahip olduğu bu bilgi sayesinde
yeniden ya da ilk kez kendisinin efendisi ve sahibi olmasına çabalamak. Başka
deyişle, insanın kendi özgürlüğünün ve kendi var oluşunun öznesi olması için insan
bir bilgi nesnesi haline getiriliyordu” (Foucault, 2004a:106). Đnsanı her yönüyle
inceleme konusu yapan sosyal bilimler bir anlamda uygulama alnını genişletmiş
bunun için de insanı kullanmıştır. Bunun bedeli de bilimin bir aracı olarak insanın,
‘şey’leşmesi, Foucault’nun deyimiyle nesneleşmesi olmuştur.
Hümanistik bir düşünceyle bireye değer atfeden modernist söylemler, böylece
düzenin istemine uygun düşünen ve davranan bireyler üretmeye başlamıştır. Bilim de
bunu bir aracı haline gelmiştir. Bauman’ın (2003:137) belirttiği gibi, “Đnsanı bilimler
insanileştirmemişti, yani toplumsal düzen tasarımları ve bunların uygulamasına
yönelik stratejiler insanileştirme görevini üstlenenlerin dışındaki kesimler tarafından
üretilip yürütülüyordu”.
Đnsanı her yönüyle araştırma konusu edinen bu bilimlerle gerçekleşen şey,
Foucault’a (2001b:433) göre “…doğa ile insan doğasının kesiştikleri yerde –
günümüzde, insanın ilk, reddedilmez esrarlı doğasının varlığını tanıdığımıza
inandığımız şu yerde-, klasik düşüncenin ortaya çıkardığı şey, söylemin iktidarıdır”.
Bilimlerin araştırma konusu olan insan, sosyal bilimler aracılığı ile çözümlenmiş ve
egemen güç tarafından daha kolay kullanılır hale gelmiştir. Bu bağlamda sosyal
bilimlerin ortaya çıkışı, iktidarın çıkarının söz konusu oluşuyla doğru orantılıdır.
Öyle ki, “Đnsan bilimlerinin kat ettikleri epistemolojik alan önceden
hükmedilmemiştir: hiçbir felsefe, hiçbir siyasal veya ahlaki tercih, hiçbir ampirik
bilim, insan bedenine yönelik hiçbir gözlem, hiçbir duyu, hayal gücü veya tutku
çözümlemesi, XII. ve XIII. yüzyıllarda hiçbir zaman insan gibi bir şeye
rastlamamıştır; çünkü bu sıralarda insan var olmamaktaydı (tıpkı hayat, dil ve
34
emeğin de olmadıkları gibi); ve insan bilimleri ancak, bazı baskıcı rasyonalizmlerin,
çözülememiş bazı bilimsel sorunların, bazı pratik çıkarların etkisiyle, insanın
bilimsel nesnelerin cephesine geçirilmesine (tatlılıkla veya zorla ve az veya çok
başarıyla) karar verildiğinde ortaya çıkmışlardır;…” (Foucault, 2001b:480). Öyleyse
bilim aslında iktidarla iç içedir. Bireyin üzerinde egemenlik kurma aracıdır. Đktidar
ne kadar çok bilgi sahibi olursa (insan ve onun içinde yaşadığı doğa hakkında) o
kadar güçlü olur. Modern çağ düşünürü Bacon’un dediği gibi, “bilmek egemen
olmaktır” (Gökberk, 2000:214). Bu nedenle “Đktidar bilmeyi engellemek bir yana,
onu üretir… Fizyolojik, organik bir bilgi ancak beden üzerindeki iktidardan yola
çıkarak mümkün olmuştur” (Foucault, 2003b:42). Bireyi her yönüyle bilmek demek,
iktidara her yönüyle hakim olmak demektir.
Bilgi iktidar arasındaki bu ilişki iktidarın varlığı açısından zorunluluktur.
“Bilgi ile iktidarın karşılıklı olarak birbirlerini içermesi, bilgi ile iktidarın özdeş
olduğu anlamına gelmez; fakat bu ikisinin birbirlerinin varlık koşulu oldukları
şeklinde değerlendirilebilir” (Evre, 2007:12). Foucault (2003b:36) bunu şöyle ifade
eder: “…bilginin iktidara bağlı olamayacağı bir an bile hayal edilemez; bu ayrımı
ileri sürmek aynı hümanizmayı ütopik bir biçimde sürdürmenin bir biçimidir. Bilgi
olmadan iktidarın sürdürülmesi olanaksızdır, bilginin iktidar doğurmaması
olanaksızdır. ‘Bilimsel araştırmayı tekelci kapitalizmin ihtiyaçlarından
bağısızlaştıralım!’ Bu belki mükemmel bir slogandır, ama asla bir slogandan başka
bir şey değildir”. Çünkü bilgi de bir önceki bölümde bahsettiğimiz konu olan
ekonomi gibi iktidar öğesidir. Dolayısıyla “…bilgi birikiminin sermaye birikiminden
kalır yanı yoktur. Bilginin uygulanması, üretimi ve birikimi iktidar
mekanizmalarından ayrı düşünülemez” (Trombadori, 2004:168).
Bilimin varlığı iktidarın birey tarafından meşru görünmesini de sağlar. Çünkü
bilimin birey yaşamı üzerinde vazgeçilmez bir yeri vardır. Bu nedenle “…özellikle
insan bilimlerinde erişilmiş bilgi bütünlerinin toplumsal ilişkilere uygulanmasında,
yani pratiklerin ve eylemlerin denetlenmesinde bilgi iktidarla buluşur.” (Deveci,
1999:28). Birey kendini kendinden daha iyi bilen (iktidar tarafından kullanılsa da) bir
güce teslim etmekte sakınca görmez. Öyle ki bu güç ‘birey için’, ‘bireyi
kullanmaktadır’. Dolayısıyla kullanma sebebi, kullanma eylemini de meşru kılmış,
35
doğrulamıştır. Böylece, “Uygulanan iktidarın keyfi değil, bilimsel ve doğruya
dayanan düzenlemeler olduğu düşüncesi bu buluşmanın eseridir denebilir” (Deveci,
1999:28).
Aslıda bilimsel söylem iktidarın düşünsel yönünü oluşturur. Đktidar bilim
sayesinde bireyin bedenine sahip olduğu gibi düşüncelerine de sahip olur ve onu
yönlendirebilir. Bu konuda Foucault (1999:236) şöyle der: “Đdeolojinin bilimsel
söylem üzerindeki etkisi ve bilimlerin ideolojik fonksiyonu (az ya da çok görülebilir
bir biçimde orada kendilerini ortaya koyabilseler bile) ne ideal yapıları düzeyinde, ne
bir toplumun (toplum onda etki uyandırabildiği halde) içindeki teknik kullanımları
düzeyinde, ne ideolojiyi yapan öznelerin bilinci düzeyinde birbirlerine eklemlenirler;
onlar bilimin bilgi üzerinde karaltı halinde belirdiği yerde eklemlenirler”. Birey
böylece bir iktidar tarafından kullanıldığının farkında dahi olmaz.
Son olarak şunu söylemeliyiz ki, iktidarın kullandığı “…bilgi bilimin
bilgisiyle sınırlı değildir, teknolojinin, teknokrasinin bilgisi gibi tüm özel bilgileri de
içeren, geniş anlamda bilgidir bu” (Foucault, 2003b:244). Yani her türlü bilgi alanı
birey aleyhine kullanılacak bir iktidar alanı oluşturabilir. Birey, bilginin olduğu her
yere girebilen bir iktidarla karşı karşıyadır.
4.3.SĐYASET
Siyaset, belli bir toplumda eşitsizlikten doğan, çatışma halinde olan çıkarların
uzlaştırılması faaliyetidir. Eşitsizlik ve çıkar çatışmasının olduğu her alan bu
faaliyetin uygulama alanını oluşturur. Duvarger’in (2002:18) belirttiği gibi “Her şey -
ya da hemen hemen her şey- kısmen siyasaldır ve hiçbir şey –ya da hemen hemen
hiçbir şey - tümüyle siyasal değildir”. Bu nedenle siyasetin olmadığı hiçbir toplumsal
yaşam alanı düşünülemez. Ancak siyasetin başlıca uygulama alanı devlettir. Bunun
nedeni ise, devletin yönetim yetkisini elinde bulundurarak toplumsal yaşamın
tamamını etkileme gücüne sahip olmasından kaynaklanmaktadır.
Devlet antik çağdan günümüze kadar düşünürlerin üzerinde durduğu bir
olgudur. Ancak modern anlamda devlet, ortaçağın bitiminde feodalizmin yıkılması
ve imparatorlukların yerine ulus devletlerin kurulmasıyla ortaya çıkmıştır. Yani
aydınlanmanın/modernizmin düşünsel, sanatsal, sosyal, ekonomik alanda getirmiş
36
olduğu yenileşme hareketi siyasal alanda da modern devleti ortaya çıkarmıştır.
Modern devlet dediğimiz şeyse, kendini modernizm sonrası, ulus devlet biçiminde
yapılandırmıştır.
Bu dönemden itibaren, bir siyasal güç şeklinde adlandırabileceğimiz modern
devlet, iktidar öğesi olarak bireyin yaşamına girmeye başlamıştır. Modern devlet,
sadece onu yöneten kurumlar olarak değil onunla ilişkili olan tüm toplumsal öğelerle
bağlantılı bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Hükümetlerden siyaset dışı kurum
ve örgütlenmelere, şirketlerden medya kuruluşlarına kadar geniş bir alanla etkileşim
içindedir.
Foucault (2005a:64) bir iktidar öğesi olan devlet hakkında şöyle demektedir:
“…çoğu zaman devlet, bireyleri görmezlikten gelen, sadece bütünlüğün ya da
yurttaşlar topluluğu içindeki bir sınıfın ya da grubun demeyelim, çıkarlarını gözeten
bir siyasi iktidar türü olarak tasarlanır. Bu oldukça doğrudur. Ancak, devlet
iktidarının hem bireyselleştirici hem de bütünselleştirici bir iktidar biçimi olduğunun
(ki onun kuvvetini yansıtan nedenlerden birisi budur) altını çizmek isterim”. Öyle ki,
toplumu ulusal anlamda bütünleştirirken toplumsal anlamda ise bireyselleştiren bir
yapıdır modern devlet.
“Modern çağ öncesi, insanın küçük ve istikrarlı, dolayısıyla sıkı sıkıya,
denetlenen dünyası, on altıncı yüzyılda büyük bir baskı altına girmiş ve bir sonraki
yüzyılda geri dönülmesi olanaksız bir biçimde parçalanmıştır” (Bauman, 2003:52).
Buna yol açan en somut unsur ise modern devlettir. Çünkü modern devlet toplum
tarafından kabul görmüş ve yapacağı her uygulama, insan hakları, özgürlük, eşitlik
demokrasi gibi söylemlerle ve yasalarla bir anlamda yasalarla desteklenmiştir. Bu
bağlamda siyasi iktidarı elinde bulunduran devleti, diğer iktidarlardan ayıran en
önemli nokta meşru olmasıdır.
Siyaset, iktidara sahip olanla tabi olan arasındaki ili şkinin düzenlenme ve
işleyiş biçimidir. Modern çağda toplumsal yaşamın en üst düzeyinde iktidarı temsil
eden öğe modern devlettir. Yasama, yürütme, yargı gibi yönetsel araçları bünyesinde
bulunduran devlet, toplumsal düzeni sağlamak adına, gerektiğinde bu araçları
toplumun çıkarı doğrultusunda düzenleme yetkisini toplumdan, onun rızası ile
37
almıştır. Ayrıca bu yetki ona toplum üzerinde yaptırım uygulayabilme gücü de
vermiştir. Bu çerçevede siyasal iktidar sahibi olan devlet, diğer iktidar biçimlerinden
daha açık ve resmidir. Öyle ki, “Đktidar gözlemlenebilir değildir; göreli yoğunlaşma
ya da seyrelme alanları belirlenebilse de ölçülür değildir, yalnızca etkilerinde analiz
edebileceğimiz, kendini yalnızca etkilerinde var eden bir ilişkidir” (Deveci,
1999:27). Dolayısıyla onu etkileriyle var eden unsurlardan biridir devlet.
Bir anlamda devletin iktidarı kullanma biçimi olan siyaset, Foucault’a
(2003b:112) göre, “… doğası gereği temel nitelikte ve nötr olan ilişkileri son kertede
belirleyen (ya da üst-belirleyen) şey değildir. Her güç ilişkisi, her an bir iktidar
ili şkisi içerir (bu da bir anlamda o güç ilişkisinin anlık kesitidir) ve her iktidar
ili şkisi, kendi sonucu ya da olabilirlik koşulu olarak, ait olduğu siyasi alana
gönderme yapar”.
Devlet gerçek anlamda bir iktidar öğesidir. Bu nedenle “Günümüzün, siyasi,
etik, toplumsal ve felsefi sorunu, bireyi devletten ve devletin kurumlarından
kurtarmaya çalışmak değil; kendimizi hem devletten hem de devletle ilintili olan
bireyselleştirme türünden kurtarmaktır” (Foucault, 2005a:68). Devlet toplumsal
düzeni sağlayıcı bir unsur olarak, aslında çok işlevseldir. Çünkü onun yokluğu
toplumsal düzensizliğe yol açar. Ancak bir iktidar öğesi olarak varlığı ise
bireyselleştirici i şlev görür. Bu nedenle onun kurumsal olarak varlığını ayakta tutmak
toplumsal düzenin devamı açısından zorunludur. Tabi ki, bir iktidar öğesi olarak
bireyleri yönlendirmeye ve istediği gibi şekillendirmeye çalışmadıkça.
Siyasal güç gibi önemli bir gücü elinde bulunduran devletin, bu gücü
kullanırken kendini tek güç olarak görmesi, toplumsal düzeyde büyük zararlar
oluşturur. Foucault’nun (2005a:97) da ifade ettiği gibi, “Bir siyasi rejimin hakikate
kayıtsız kalmasından daha tutarsız hiçbir şey gösteremezsiniz bana: ama, hakikati
kendi tekelinde bulundurduğunu iddia eden bir siyasi sistemden daha tehlikeli bir şey
yoktur”. Toplumda düzeni sağlama görevini üstlenen devletin, böyle bir aymazlık
içinde oluşu, toplumsal düzensizliğe, kaosa yol açar.
Siyaset devletin toplumu yönetme biçimini şekillendirir. Yani modern
toplumda devletin yönetim biçimi toplum tarafından kabul görmüş siyasal
38
iktidarlarca oluşturulur. Ancak, “Günümüzde, işin derinine inildiğinde, insanların
kendi rızalarınca yönetildiğini söylemek güçtür. Bu kullanılan ve büyük önem
taşıyan iktidar araçlarından biri de insanların rızalarını biçimlendirme ve
güdümlemedir. Yaşadığım dönemde bu iktidarların sınırlarını kesinlikle
belirleyememekte olmamız günümüzde, uygulanmakta olan iktidarın büyük
bölümünün bireyin aklıyla ve özgür rızası ile haklılaştırmaya gerek bile görülmeden
uygulanmakta olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz” (Mills, 2000:73). Diğer iktidar
öğeleri gibi devlet de aslında görünürde yapması gerekeni değil de iktidarın istediğini
yapar. Yani o bireyi bir mevcut düzenin devamı için, kendine göre şekillendirir ve
yönetir. Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi, birey kendini devlete başından
itibaren bilerek ve isteyerek teslim ettiği için bu durum pek de olumsuz görülmez.
Modern devlet bireye kendini ussallığı ile kabul ettirmiştir. Aksi halde, “Modern,
uygar toplum dokusunun normal yapısına ait bir öge sandığımız koruyuculara
güvenimiz olmasaydı, bu modern karakterli güç dengesizliğinin içerdiği sürekli
tehdidin farkında olmak yaşamı çekilmez kılardı” (Bauman, 2007:148).
Devletin bir iktidar öğesi olarak izlediği siyasete karşılık Foucault’nun
izlediği siyaset ise, “…tahakküm biçimlerine ve sömürü tiplerine karşı direnmekten
başka, bir de mutlaka pastoral iktidarla mücadeleyi gerektirir. Burada mücadele
edilecek olan pastoral iktidar, ‘bireyi kategorize eden, onu kendi bireyselliğiyle
tanımlayan, ona kendi kimliğini yapıştıran, ona tanımak zorunda olduğu bir hakikat
kanunu dayatan’ ve de ‘bireyleri özneleştiren’ bir iktidardır” (Bernauer, 2005:289).
Yani Foucault için bireyler, toplumsal düzeni sağlama, dolayısıyla toplum üzerinde
siyasal gücü kullanma yetkisini verdiği devletin, bir sürü gibi arkasından
gitmemelidir. Đnsanı bir iktidar odağı olmaktan kurtaracak şey budur.
Sonuç olarak, ekonomi bilim ve siyaset toplumsal yaşamın düzenini ve
devamını sağlayan olmazsa olmaz öğeleridir. Bu üç olgunun toplumsal yaşam
içindeki zorunlu gerekliliğinin Foucault açısından eleştirel yönü birer iktidar öğesi
olarak işlev görmeleri noktasında ortaya çıkmıştır. Nasıl ki ortaçağ boyunca din
olgusu dogmalarıyla bireyler üzerinde bir güç oluşturup, bireyin iktidarını elinde
tuttuysa, modernizm sonrasında da ekonomi bilim ve siyaset olguları bireyin
üzerinde oluşturulacak iktidarın dayanaklarını oluşturmuştur. Günümüz bireyinin
39
düşünce ve eylemlerini baskı altında tutan, bireyin nasıl düşünüp davranacağını
denetleyen ve yönlendiren iktidar bugün bu üç güç aracılığıyla ayakta durmaktadır.
40
5. FOUCAULT’DA ĐKT ĐDAR
Foucault’nun tanımladığı iktidar, aydınlanma/modernizm ile ortaya çıkan,
söylemlerin ve bu söylemlerin ürünü olarak, insanın toplumsal yaşamını düzenleyen
kurumların (hastane, hapishane, fabrika okul, bakım evleri vb) oluşturduğu bir
iktidardır.
Aydınlanma/modernizm, geleneksel toplumdan modern topluma radikal bir
geçiştir. Bu geçiş süreci içinde toplumsal yaşamın her alanında büyük değişimler
yaşanmıştır. Aydınlanma/modernizm bireyi, orta çağdaki dini temellere dayanan
baskı düzeninden kurtarmış, kendi aklının önderliğini yaptığı, özgürlükçü yeni bir
döneme taşımıştır. Ancak bu dönemin de bireyi tam olarak özgür kıldığını söylemek
doğru olmaz. Öyle ki, “Aydınlanma Dönemi filozofları kilisenin iktidarını
sorgulamışlardır. Oysa iktidarla kesin bir hesaplaşmaları olmamıştır. Dolayısıyla
devam eden modernitede kilisenin iktidarı kalkmıştır ama iktidarın kendisi
eskisinden daha güçlü bir şekilde kendini akılla meşrulaştırabilmiştir (Esgün,
2006:98). Bu bağlamda Foucault, iktidar olgusunu sorunsallaştırarak, modernizmin
toplumsal alanda meydana getirdiği olumsuz sonuçlarına, ürettiği akıl temelli yeni
tür iktidara dikkat çekmektedir. Ona göre, “…bir kültür ve başka bir dünya görüşü
için bütünsel programlar ortaya koymak amacıyla güncel sistemden kurtulma iddiası,
bizi en tehlikeli geleneklere geri götürmekten başka sonuç vermemiştir” (Foucault,
2005a:189). Modernizmin gerçekleştirdiği eski ile yeni arasındaki radikal kopuşun
ve bireyi özgürleştirme adına ortaya attığı büyük söylemlerin aslında toplumu daha
da geriye taşıdığını düşünmektedir. Birey bu dönemle birlikte daha güçlü bir
iktidarın egemenliği altına girmiştir. Modern bireyi yaratan modernizm, onun
egemenliğini elinde tutan yeni iktidarı da yaratmıştır.
“ Đktidar başkalarının eylemleri üzerinde eylemde bulunmak olarak
tanımlandığında, bu eylemler insanların başka insanlar tarafından “yönetilmesiyle”
karakterize edildiğinde, bu uygulamaya önemli bir unsur dahil edilmiş olur:
özgürlük. Đktidar yalnızca “özgür özneler” üzerinde ve yalnızca onlar “özgür”
oldukları sürece uygulanır” (Foucaut, 2005a:75). Foucault’nun iktidarın varlığını
özgür bireylerin varlığına bağlaması, bireylerin iktidarın isteğine göre, iktidara
mutlak anlamda bir tabiliği anlamı olmadığını ortaya koyar. Eğer mutlak anlamda bir
41
tabilik olsaydı bunun adı iktidar olmazdı. Çünkü iktidarın varlığı bireyin varlığına
bağlıdır. Đktidara mutlak anlamda bir tabi oluş (özgürlüksüz) bireyi ortadan kaldırır.
Bu da iktidarın ortadan kalkmasına yol açar. Bu bağlamda Foucault, (2003b:74)
“ Đktidarı güçlü kılan şey, temel işleyişinin olumsuz düzlemde olmamasıdır: iktidarın
olumlu etkileri vardır, bilgi üretir, zevk yaratır. Đktidar sevimlidir. Eğer yalnızca
baskıcı olsaydı, ya yasağın içselleştirilmesini ya da öznenin mazoşizmini (sonuçta
ikisi de aynı şeydir) kabul etmemiz gerekirdi. Bu noktada özne iktidara dahil olur”
der. Bu nedenle iktidarın var olabilmesi için özgür bireyin varlığı şarttır. Ancak
bireyin kendini özgür hissedebilmesi için, “Đktidarın silinmesi ve kendini iktidar gibi
göstermemesi” (Foucault, 2006c:296) gerekir.
Birey ancak, iktidarın varlığını tehdit etmeyecek oranda özgür, iktidar da
düzenin devamını sağlayacak oranda güçlü olmalıdır. Bunu sağlamak da iktidara
düşer. “Đktidar kendini bastırmakla, gerçeğe sınır çekmekle, bir söylemin ifade
edilişini engellemekle sınırlamaz: Đktidar bedeni çalıştırır, davranışa nüfuz eder, arzu
ve zevkle iç içe girer, işte onu bu çalışma içinde suçüstü yakalamak gerekir;
yapılması gereken şey bu analizdir, bu da güç bir şeydir” (Foucault, 2003b:49). Yani
iktidarın birey hakimiyeti ne kadar kompleks ise, iktidarı çözümlemek de bir o kadar
zordur.
Foucault, bireyi çevreleyen tek bir iktidar olmadığını ileri sürer. Herkes
tarafından bilinen, toplum üzerinde siyasal iktidarın uygulayıcısı devlet dışında pek
çok iktidarın olduğunu savunur ve şöyle ifade eder: “Đktidarın işleyişinden söz
ettiğimde yalnızca devlet aygıtı sorununa yönetici sınıf, hegamonik kastlar sorununa
gönderme yapıyor değilim, bireylerin gündelik davranışlarında, bedenlerine
varıncaya kadar üzerlerinde işleyen, giderek daha da incelen tüm mikroskobik
iktidarlar dizisine gönderme yapıyorum” (Foucault, 2003b:48). Öyle ki Foucault’nun
iktidar kavramı bir güç ilişkileri çokluğudur. Devlet sadece iktidarın görünen kısmı
ve işlerliğini sağlayan önemli bir öğesidir. “Toplumda, binlerce iktidar ilişkisi ve
sonuç olarak güç ilişkileri, dolayısıyla küçük çatışmalar, bir anlamda mikro-
mücadeleler vardır. Bu küçük iktidar ilişkilerinin genellikle büyük devlet iktidarı
tarafından ya da büyük sınıf tahakkümleri tarafından yukardan yönetildikleri, teşvik
edildikleri doğru olsa da, ters yönde bir sınıf tahakkümünün ya da bir devlet
42
yapısının ancak tabanda bu küçük iktidar ilişkileri varsa iyi işleyebileceğini
söylemek gerekir” (Foucault, 2003b:176). Yani toplum bir iktidarlar yumağı gibidir.
Foucault (2003b:111) iktidarın bu karmaşıklığını şöyle ifade eder: “…bence
iktidar ne (bireysel ya da kolektif) istençlerden yola çıkarak oluşur ne de çıkarlardan
türer. Đktidar, iktidarlardan iktidarın çok sayıdaki sorun ve etkisinden yola çıkarak
oluşur ve işlev görür. Đncelenmesi gereken, bu karmaşık alandır”. Anne-çocuk,
patron-işçi, erkek-kadın, yöneten-yönetilen vb. gibi ilişkiler birer iktidar ilişkisidir ve
bu ilişkilerde iktidara sahip olanın varlığı, iktidar uygulanana bağlıdır.
Modern toplum iktidarın yaratmış olduğu disiplin toplumudur. Ancak bu
disiplin zora dayalı ve yıkıcı bir disiplin değildir. Foucault, iktidarın toplumsal
yaşamı baskı altına almaktan çok, şekil vermeyi, yönlendirmeyi amaçladığını belirtir.
Bu biçimde gerçekleşen iktidar, bireyleri yok etmek yerine canlı tutup, üretkenliğinin
devamını sağlamış olur. Bunun için iktidarın yapması gereken şey ise bireylerin
bedenine hakim olmaktır. “Beden disiplinleri ve nüfus düzenlemeleri yaşam
üzerindeki iktidarın çevrelerinde örgütlendiği iki kutbu oluşturur. Klasik çağda bu
çift taraflı –anatomik ve biyolojik, bireyselleştirici ve özgülleştirici, bedenin
performanslarına dönük ve yaşamın süreçlerine bakan- büyük teknolojinin yerine
oturması, artık en yüce görevi öldürmek değil de yaşamı yavaş yavaş kuşatmak olan
bir iktidarın özelliğidir” (Foucault, 2003a:103). Foucaut bunu biyoiktidar olarak
adlandırır. Biyoiktidar bedenler üzerinde kurulan iktidar demektir. Bu tür iktidar ile
gerçekleştirilen şey, toplumsal düzenin sağlanması adına bedenlerin kullanılması ve
disipline edilmesidir. Bu sayede bireyler, iktidar tarafından tek tek yapılandırılmış,
her bir beden iktidar tarafından kullanılabilir hale gelmiştir. Bu sayede toplum da
disiplin altına alınmış olur. Đktidarın bireyin bedenine bu şekilde hükmetmesi (onu
bedensel olarak istediği şekilde yapılandırması, dolayısıyla fiziksel yaşam sürecini
istediği gibi yönlendirmesi) biyoiktidarın en temel yaşam kaynağıdır. Đktidar bu
şekle, modernizm sonrası ortaya çıkan, başta insan bilimleri olmak üzere kapitalizm,
bilim ve modern devlet aracılığıyla girmiştir. Önceki bölümlerde ayrıntılı olarak ele
aldığımız ve bireyi çevreleyen üç güç olarak nitelendirdiğimiz bu öğeler
Foucault’nun biyoiktidarını kuran en önemli araçlarıdır. Kapitalizm bireyi üretim ve
43
tüketim aygıtına, modern devlet de gözetim ve denetim aygıtına çevirmiştir. Bilim
ise bunların yapılanmasında düşünsel rolü onamıştır.
Biyoiktidarın modern çağın ortaya çıkardığı iktidar biçimi olduğunu düşünen
Foucault, (2003a:105) “Tarihte kuşkusuz ilk kez, biyolojik olan siyasal olanda
yansıma bulur; artık yaşama olgusu arada bir ölümün ve ölümlülüğün izin verdiği
ölçüde ortaya çıkan o ulaşılmaz yer değildir; belli ölçüde bilginin denetim ve
iktidarın müdahale alanına kayar” der.
Đnsan bedeninin bilim aracılığıyla, iktidarın kurulduğu bir nesne haline
geldiğini savunan Foucault’nun, bunu ortaya koymak için üzerinde önemle durduğu
şey, “… bilginin (connaissance) kurumsal biçimlere, toplumsal ve siyasi biçimlere
bağlanma tarzıdır; kısacası: Bilgi ile iktidar arasındaki ilişkilerin analizidir”
(Foucault, 2005b:279). Çünkü bilim biyoiktidarın, bireyi çözümleyip, deşifre etme
aracıdır. Đktidar bireyin bedenini ne kadar çok tanırsa (anatomisi, cinselliği ve ruhsal
yapısı ile) onu o kadar iyi yönetir ve onun üzerinde o kadar güç sahibi olur.
Modern iktidarın bireyi her yönüyle çevreleyen, bir denetim, gözetim ve
disiplin toplumu yarattığını savunan Foucault, bunu panoptikon kavramıyla açıklar.
Panoptikon, “Çevrede halka halinde bir bina, merkezde bir kule; bu kulenin halkanın
iç cephesine bakan geniş pencereleri vardır; çevre bina hücrelere bölünmüştür,
bunlardan her biri binanın tüm kalınlığını katetmektedir; bunların, biri içeri bakan ve
kuleninkilere karşı gelen, diğeri de dışarı bakan ve ışığın hücreye girmesine olanak
veren ikişer pencereleri” (Foucault, 2006d:295) olan mimari bir yapı şeklidir.
Yapının pencereleri dışardan gelen ışığın hücreleri aydınlatmasını sağlar. Bu sayede,
yapının merkezindeki kuleye yerleştirilecek bir gözetmen, hücrelerin her biri içindeki
suçluların yaptığı her şeyi görebilecektir. Ancak yapının merkezinde bulunan kule
içindeki gözetmen, kule yeterince aydınlanmadığı için, hücre içindekiler tarafından
görülemeyecektir.
Foucault’nun iktidar olgusuyla mimari bir yapılanmayı benzeştirmesi, bu
mimari yapının aslında Foucault’nun zihnindeki iktidarla önemli ölçüde
örtüşmesinden kaynaklanır.
44
Panoptikon bir hapishane modelidir. Yani iktidarın, toplumsal ortamda
gözetim, denetim ve disiplin altına alamadığı bireyleri, toplumdan ayrıştırarak ve
kapatarak cezalandırdığı, bu şekilde gözetim, denetim ve disiplin altına almayı
amaçladığı yerdir. Foucault için, “-kapatmak, ışıktan yoksun bırakmak ve saklamak-
tersyüz edilmektedir; bunlardan yalnızca birincisi korunmakta, diğer ikisi
kaldırılmaktadır. Tam ışık altında olma ve bir gözetmenin bakışı, aslında koruyucu
olan karanlıktan daha fazla yakalayıcıdır. Görünürlük bir tuzaktır” (Foucault,
2006d:296) aslında. Böylesi bir yapıda, kuledeki gözetmenin aydınlatılmış
hücrelerdeki suçluları ne kadar ve ne zaman gözetlediği bilinmediği için, suçlular
sürekli gözetleniyormuş hissiyle davranacaklardır. Bu şekilde suçluların davranışları
hem gözetlenecek ve denetim altına alınacak hem de disipline edilmiş olacaktır.
Toplumsal ortamın da aslında panoptikondan farklı bir yer olmadığını
düşünen Foucault için bireyler de, toplumda bir ağ halinde olan iktidar ilişkileri
aracılığıyla, gözetlenir, denetlenir ve disiplin altına alınır. Disiplin altına alınabilenler
normal, akıllı, iyi olarak değerlendirilir ve toplum içinde kalır. Disiplin altına
alınamayanlar ise anormal, deli, kötü olarak değerlendirilir. Diğer bireylerin de bu
şekilde olmaması için, anormal davranışa örnek teşkil etmesi nedeniyle, bu bireyler
damgalanır, teşhir edilir (medya vb araçlarla) ve toplumdan dışlanır. Yani düzenli
olarak işleyen, sistematik bir disiplin zinciri söz konusudur. Buna olanak sağlayan
yerler ise, toplumsal yaşamın her alanını kapsar. Okul, hastane, hapishane, ordu,
işyerleri, bakımevleri iktidarın işleyebileceği mekânlardan bazılarıdır. Öyle ki, “
‘Disiplin’ ne bir kurumla ne de bir aygıtla özdeşleşebilir: o bir iktidar tipi, iktidarı
icra etmenin bir tarzı olup koskoca bir aletler, teknikler, usuller, uygulama düzeyleri,
hedefler bütünü içermektedir; o bir iktidar ‘fiziği’ veya ‘anotomisi’dir, o bir
teknolojidir” (Foucault, 2006d:316). Yani çok organize bir özelliğe sahiptir.
Bu şekilde iktidar, “bireyi kategorize ederek, bireyselliğiyle belirleyerek,
kimliğine bağlayarak, ona hem kendisinin hem de başkalarının onda tanımak zorunda
olduğu bir iktidar yasası dayatarak doğrudan gündelik yaşama müdahale eder”
(Foucault, 2005a:63). Çünkü ancak bu şekilde kalabalık insan topluluklarına
hâkimiyet olanaklı hale gelir.
45
Đktidarın derin ve geniş kapsamlı bir analizini yapan Foucault, (2005a:77-78)
iktidarı ortaya koyan bazı noktalar tespit etmiştir. Bunlar:
1) Başkalarının eylemlerinin üzerinde eylemde bulunmaya olanak tanıyan farklılaştırma sistemi: Hukuksal ya da geleneksel statü ve ayrıcalık farklılıkları; zenginliklerin ve malların edinilmesinden meydana gelen ekonomik farklılıklar; üretim süreçlerinde bulunulan yerle ilgili farklılıklar; dilsel ve kültürel farklılıklar; ustalık ve uzmanlık farklılıkları, vb. Her iktidar ilişkisi, kendisi için aynı zamanda hem koşul hem de sonuç olan farklılaşmaları işlerliğe koyar.
2) Başkalarının eylemlerinin üzerinde eylemde bulunanların peşinde koşturduğu amaç tipleri: Ayrıcalıkların muhafaza edilmesi, kâr birikimi, statüye dayalı otoritenin işlemesinin sağlanması, bir memuriyet ya da mesleğin uygulanması.
3) Đktidar ilişkilerini uygulamanın araçları: Đktidarın silah tehdidiyle, sözün etkisiyle, ekonomik eşitsizlikler aracılığıyla, az çok karmaşık denetim araçlarıyla, arşivli ya da arşivsiz gözetim sistemleriyle uygulanmasına göre, belirgin, sabit ya da değişebilir olan ya da olmayan maddi dispositif’leri olan ya da olamayan kurallara göre, vb.
4) Kurumsallaşmış biçimleri: Kurumsallaşma biçimleri geleneksel eğilimleri, hukuksal yapıları, gelenekle ya da modayla ilgili fenomenleri (aile kurumunda görüldüğü gibi), birbirine karıştırabilir; ayrıca kendi spesifik yeri, kendi düzenlemeleri, sınıfları titizlikle belirlemiş, işleyişinde göreli özerkliği olan kendi hiyerarşik yapılarıyla dışa kapalı bir dispositif biçimine bürünebilir ( okul kurumlarında ya da askeri kurumlarda olduğu gibi); ya da devlet örneğindeki gibi her şeyi kuşatan, global bir gözetim uygulayan, düzenleme ilkesi ile gene belli bir derecede ve belli bir toplumsal bütünde bütün iktidar ilişkilerinin paylaştırılmasını gerçekleştiren çeşitli aygıtlarla donatılmış çok karmaşık sistemler biçimine bürünebilir.
5) Rasyonalizasyon dereceleri: Đktidar ilişkilerini imkânlar alanında bir eylem olarak devreye sokmak, araçların etkinliği ve sonuçların kesinliği (iktidarın kaldırılması sürecinde başvurulan büyük ya da küçük teknolojik incelikler) ya da gene muhtemel bedelleri (bu ister devreye sokulan araçların ekonomik ‘maliyeti’, isterse karşı karşıya gelinen direnişin oluşturduğu ‘tepkisel’ bedel olsun) ile bağlantılı olarak az ya da çok gelişmiş olabilir”.
Foucault’nun iktidar ilişkileri ile ilgili saptamış olduğu bu noktalar, aslında
iktidarın geniş kapsamlı bir tasvirini yapar. Öyle ki iktidar:
1) Farklılaşmanın, dolayısıyla eşitsizliğin olduğu bir toplumda ortaya çıkan,
2) Bu eşitsizliğin yol açtığı kişilerde veya kurumlarda, güçlü veya üstün
olanın bu durumu kendi isteği doğrultusunda kullanmaya yönelik bir amaç edindiği,
3) Bu amaca ulaşmak için, toplumsal yaşamdaki maddi-manevi her türlü
unsuru bir araç olarak kullanabilen,
4) Toplumsal yaşamdaki her mekânı da, bu amaca ulaşmaya olanak sağlayan
yerler olarak değerlendirebilen,
46
5) Gerçekleştirmiş olduğu tüm bu faaliyetlere karşı, bir direnişin olabileceğini
göze alarak, her türlü tedbiri alan ve bunun için belirlediği oranda maddi özveriyi
sağlayan bir olgudur.
Bu bağlamda iktidar çok geniş kapsamlı bir özelliğe sahiptir. Çünkü iktidarın
başlangıç noktası olarak, ‘eşitsizliğin’ olmadığı hiçbir toplumsal yaşam alanı yoktur.
Dolayısıyla iktidar her yerdedir. Foucault, (2005c:124) bunu daha kapsamlı bir
şekilde şöyle ifade eder: “ ‘Đktidar’ diye bir şeyin belirli bir yere yerleşmiş olduğu –
ya da bir noktadan yayıldığı- fikri bence yanlış temellendirilmiş bir analize, her
koşulda birçok fenomeni açıklayamayan bir analize dayanıyor. Oysa gerçekte iktidar,
ili şkiler demek; az çok örgütlenmiş, piramit gibi, koordine edilmiş bir ilişkiler
yumağı demektir”. Bu ilişkiler yumağı toplumsal yaşamın her alanını öyle sarmıştır
ki onu çözmek imkânsızdır.
Böylesi karmaşık bir yapılanma içinde olan iktidar ilişkisinin, bir mücadele
ili şkisi olduğunu söyleyebiliriz. Đktidara sahip olanın gücünü koruma, iktidara tabi
olanın ise buna karşı çıkma çabasını içeren bir mücadele ilişkisi. “… Đktidar
ili şkilerinde mutlaka direniş imkânı vardır, zira hiç direniş imkânı (şiddetli direniş
gösterme, kaçıp kurtulma, hileye başvurma, durumu tam tersine çeviren stratejiler)
olmasaydı iktidar ilişkisi de olmazdı” (Foucault, 2005a:236). Bu bağlamda iktidar
ili şkisi içinde bulunanlar yer değiştirebilirler. Bu ilişki içinde iktidara sahip olan
ortaya çıkabilecek olası sorunlar sonucunda iktidara tabi olan haline gelebilir. Bu
anlamda, “…iktidar ilişkileri değişebilir, tersine dönebilir ve kalıcı olmayan
şeylerdir” (Foucault, 2005a:235). Yani iktidar ilişkileri, statik değildir. Kendi içinde
sürekli bir dinamizm taşır.
Bu mücadele içerisinde iktidar varlığını sürdürebilmek için bazı özverilerde
bulunur. Çünkü, toplumu gözetlemek, denetlemek ve disiplin altına almak maddi bir
yükümlülük getirir. Đktidara hizmet edecek kişilerin yetiştirilmesi veya kurumların
oluşturulması ve bunların çalışması gibi. Ayrıca iktidarın disiplini sağlamak için
koyduğu kurallar bazen direniş ve isyanla sonuçlanabilir. Bunu önlemek ya da en aza
indirmek iktidarın hükmedebilme yeteneği ve düzeni koruyabilme gücüyle
orantılıdır. Bu bağlamda şunu söyleyebiliriz ki, “Đktidar, gerçekten de bir bedel
olmadan işleyemez” (Foucault, 2003b:94).
47
Foucault’nun amacı, iktidar tarafından bireye dayatılan hakikatin birey
tarafından fark edilmesi, sorgulanması ve ortaya çıkarılmasını sağlamaktır. Ona göre
hakikat, “… sözcelerin üretimi, düzenlenmesi, dağılımı, dolaşımı ve işleyişi için
düzenlenmiş bir prosedürler bütünü olarak anlaşılmalıdır” (Foucault, 2005c:52).
Birey iktidar tarafından, bilimsel söylemlerle ona dayatılmaya çalışılan bir hakikatler
kümesi içine sıkıştırılmıştır. “Söz konusu olan, hakikati her türlü iktidar sisteminden
kurtarmak değil (hakikatin kendisi zaten iktidar olduğuna göre, bir kuruntu olmaktan
öteye gitmez bu); hakikatin gücünü şu anda içinde etkili olduğu toplumsal, ekonomik
ve kültürel hegemonya biçimlerinden kurtarmaktır” (Foucault, 2005c:53).
Birey üzerinde hakikat söylemleri ile bir güç oluşturmaya çalışan iktidara
karşı bireyin tamamen çaresiz olmadığını düşünen Foucault, iktidarın heryerdeliği
gibi, direnişin de heryerdeliğine inanır. Yani iktidar tarafından okula, hastaneye,
hapishaneye, bakımevine, orduya vb. kapatılan bireylerin, direnişlerinin de bu
parçalanmışlık içinde gerçekleşebileceğini savunur. Mikroiktidara karşı mikrodireniş
söz konusudur. Mikrodirenişten kasıt bireysel direniştir. Bunun yolu da bireyin
kendinden geçer. Foucault’nun kendilik teknolojisi olarak adlandırdığı bu kavram
bireyin, “…kendi kendine gövdesi, düşünceleri, duyguları üzerindeki uygulamaları
ile mutluluğa, saflığa ve bilgeliğe ulaşmaya çalışmasını kapsamaktadır” (Şaylan,
2006:271). Bu, bireyin iktidar tarafından kontrol altına alınan bedeninin ve
düşüncelerinin, yine bireyin kendi iradesi ile vereceği mücadele sonunda
özgürleşebileceğini ortaya koyan bir düşüncedir. “Kişinin direnme gücü, aklı ve
istenci, özgürlüğün de kaynağıdır” (Tekelioğlu, 2003:241). Đktidarla gireceği
mücadeleyi birey ancak, kendini tüm varlığıyla keşfettiği zaman kazanabilir.
Bireyin ‘kendilik teknolojisi’, Foucault’nun ahlâk felsefesinin bir ürünüdür.
“Ahlâk, bir kişinin, bir grubun, bir halkın, bir toplumsal sınıfın, bir ulusun, bir kültür
çevresinin vd belli bir tarihsel dönemde yaşamına giren ve eylemlerini yönlendiren
inanç, değer, norm, buyruk, yasak ve tasarımlar topluluğu ve ağı olarak karşımıza
çıkar” (Özlem, 2004:17). Bu açıdan ahlâk, bireyi çevreleyen ve toplumsal yaşamın
her alanı kapsayan, ona toplumsal alanda uyması gereken kurallar koyan, manevi
değerler bütünüdür. Ancak Foucault’a (2003a:140) göre, “…bir eylemin ahlâksal
olarak değerlendirilmesi için, bir kurala, bir yasaya ya da bir değere uygun bir edime
48
ya da bir edimler bütününe indirgenmesi şart değildir aynı zamanda kişinin
kendisiyle bir ilişkiyi de içerir; ve bu ilişki yalnızca ‘kendilik bilinci’ değil,
‘kendiliğin’, ‘ahlâksal özne’ olarak oluşturulmasıdır”. Birey ancak bu şekilde kendini
tanır, sınar, değiştirir ve geliştirir. Yine bu şekilde iktidarın tanımladığı ve kurmuş
olduğu birey olmaktan çıkar ve kendi benliğini kurar.
Foucault iktidarı eleştirmek veya ona saldırmak için değil, onu açığa
çıkarmak için uğraşmıştır. Çünkü bir iktidar ilişkisi içine sıkışmış ve kendi olmaktan
çıkmış birey, kendisi için artık bir sorun arz etmektedir. Bu sorunun nasıl ve neden
ortaya çıktığını belirlemek gerekir. Yani bireyin bugünkü durumunun, ‘nasıl’ ve
‘neden’ bir sorun haline geldiği araştırılmalıdır. Bu bağlamda “…yapmaya çalıştığım
şey ‘sorunsallaştırma’ sürecini, yani belli şeylerin (davranışların, olguların
süreçlerin) nasıl ve neden sorun haline geldiklerini çözümlemekti” (Foucault,
2005d:136) diyen Foucault, bunun için ‘genealoji’yi (soybilimi veya soykütüğü)
kullanmıştır. Bu yöntem Onun tarih anlayışının bir göstergesidir.
Geleneksel tarih, geçmişte meydana gelen olayları yer ve zaman göstererek,
neden-sonuç ilişkisi içinde bu olayda yer alan önemli kişilere de yer vererek araştırır.
Ancak Foucault’nun tarih anlayışı yani “…soykütüksel çözümleme, tarihin gözardı
etmiş olduğu bir dizi görüngü eşliğinde, görülmeye değer olaylardan ayıklanarak
dışlanan tek tek olaylara döner, onları canlandırmaya ve korumaya çalışır” (Sarup,
2004:90). Bir anlamda yapmaya çalıştığı mikro tarih araştırmasıdır. Bilimsel tarih
anlayışından uzaktır. Ancak Foucault açısından, “…burada boyunduruk altına alınan
bilgilerin bir başkaldırısı söz konusudur….soykütük bir eleştiri biçimidir. Bu anlayış
ikincil, karmaşık ve olumsal olan tarihsel başlangıçlar kavrayışına dayanan belli bir
tarihi, başlangıç noktası olarak asla kabul etmez; herhangi bir olayın arkasında yatan
etkenlerin çeşitlili ğini ve tarihsel olayların ne derece narin olduklarını gözler önüne
sermeye çabalar” (Sarup, 2004:90-91). Onun bu anlayışına göre, birey
sorunsallaştırması, iktidarın hakikat söylemlerine dayanan tarih anlayışıyla değil,
ancak genealoji ile çözümlenebilir. Foucault’a (2004b:41) göre, “…söz konusu olan,
iktidarın belirlenmiş ve meşru biçimlerini merkezlerinde, genel mekanizmalarının ya
da toplu etmenlerinin neler olabileceği bağlamında çözümlemek değildir. Tersine
iktidarı, kılcallaştığı sınırlarda, son çizgilerinde kavramak;….”gerekir. Bu nedenle O
49
iktidar bağlamında ele aldığı tüm konuları (delilik, hastalık, cinsellik, bilgi gibi) bu
yöntem çerçevesinde, en uç noktalarından derinliğine inerek değerlendirmiştir.
Toplumsal olaylara bakış açısı eleştirel olan Foucault’nun bu olayları analiz etme
biçiminin de eleştiriye dayandığını görmekteyiz.
Foucault’nun çalışmamız boyunca ele aldığımız düşüncelerine baktığımızda,
O ‘birey’i temel alarak, onun üzerinde kurguladığı ‘iktidar’ olgusuyla, modernizmin
derinlemesine ve tarihsel bir eleştirisini gerçekleştirmiştir. Foucault çalışmalarıyla,
günümüz bireyinin etkisi altında kaldığı, modernizm sonrası ortaya çıkan yeni iktidar
şeklinin, ekonomi, bilim ve siyaset aracılığıyla bireyin bedeninde, onu
nesneleştirerek kuruluş biçimini eleştirel bir bakışla açıklamaktadır.
Foucault’nun ileri sürdüğü düşünceler göz önüne alındığında, toplumsal
yaşamda gerçekleşen her olayın bir iktidar ilişkisi ürünü olduğunu görebiliriz.
Rekabetin, eşitsizliğin, çıkar çatışmasının olduğu her grubun, topluluğun ve
toplumun içinde bireyin veya bireylerin üzerine kurulmuş bir iktidardan söz
edilebilmektedir. Adaletsiz gelir dağılımı, yoksulluk, işsizlik, terör, dünya savaşları,
savaşların evrime uğramış haliyle gerçekleşen soğuk savaşlar vb toplumsal
problemler, tüm bunların yönetim ve denetimini elinde tutan bir iktidarın varlığını
zorunlu kılmaktadır. Bir iktidarın varlığı ve gücü ona tabi olan bireylerin varlığı ve o
iktidarı meşru görme durumlarıyla, gerçekleşmekte ve sağlamlaşmaktadır. Bu amaçla
tektipleştirilmi ş, düşünen ve eyleyen varlık olmaktan çıkarılmış bireylerin
yaratılması, günümüz iktidarının ayakta kalmasının en önemli unsuru olduğu
söylenebilmektedir.
50
SONUÇ
Ortaçağ sonrası, Batı toplumsal yapısının geçirmiş olduğu radikal değişimleri
içeren modernizm, Ortaçağ boyunca kilisenin ve dini dogmaların baskısı altında
kalan insanın ve aklın özgürleşmesine dayanan bir söylemler bütünüdür.
Modernizm ile birlikte akılcılık, bilimsellik, hümanizm, laiklik, demokrasi,
özgürlük, eşitlik gibi söylemler toplumsal hayata nüfuz etmiştir. Toplumsal hayat, bu
söylemlerin temelinde değişen ve gelişen bir yapıya bürünmüştür. Đnsanın, toplumsal
hayat içinde birey olarak ortaya çıkışı yine bu temelde gerçekleşmiştir. Đnsan,
eskiden olduğu gibi sadece kendinden isteneni uygulayan değil, kendi kendine
düşünen, karar verebilen ve eyleyen bir bireydir.
Düşünen ve sorgulayıcı aklın etkisiyle bilim ve teknoloji, 18. yüzyılla birlikte
büyük gelişimler göstermiştir. Bu dönemde, bilimsel ve teknolojik gelişimlerin
bireyin hayatını akıl almaz hızda değiştirmeye ve yaşam kalitesini arttırmaya
başlaması, bireyi aynı zamanda çok kompleks bir yapı içine sürüklemiştir. Ekonomik
alanda kapitalizm, siyasal alanda ulus devlet, düşünsel alanda rasyonalizm ve pozitif
bilim anlayışının bireyin yaşamına girişi, onun bireysel ve toplumsal anlamda
zamanla bazı sorunlarla karşılaşmasına yol açmıştır. Sanayileşme, hızlı kentleşme,
aşırı bireyselleşme, yabancılaşma, bireyin yaşamında mekanik ve işlevsel yönlerin
baskın olması bu sorunlardan bazılarıdır. Özellikle 1960’lara gelindiğinde, bireyin
yaşadığı bu sorunların giderek artması, durumu düşünce dünyasının da en önemli
konusu haline getirmiştir.
Modernizmin bir eleştirisi olarak postmodernizmin ortaya çıkışı da bu
döneme rastlar. Postmodernizm, modernizmin bireyin ve aklın özgürleşmesini amaç
edinen, hümanizm ve rasyonalizm gibi söylemlerinin, amacına ulaşamadığını ortaya
çıkarır. Modernizmle birlikte insanın başka türlü bir baskı altına girdiğini savunur.
Postmodernistlerce ‘büyük anlatı’ olarak nitelendirilen bu söylemler, bireyi bu kez de
yaratmış olduğu teknolojinin, bilimin, siyasal ve ekonomik yapının baskısı altına
almıştır. Bir anlamda insan büyük anlatılar altında ezilmiştir. Postmodernistler de bu
söylemlere karşı bireyin kurtuluş yolunun büyük anlatılardan kurtulmasından
geçtiğini ileri sürmüşlerdir.
51
Foucault bu bağlamda modernizmin önemli eleştirmenlerinden biridir. Onun
modernizm eleştirileri birey ve iktidar çözümlemesi ile kendini gösterir. O,
modernizmin birey üzerine kurduğu söylemleri ile yeni, modern bir iktidar
oluşturduğunu ifade etmektedir.
Foucault çalışmalarında özgün tarih anlayışıyla, modern iktidarın
soykütüğünü yapmış ve modern bireyi kuran bilgi, siyaset, ekonomi, ahlâk, cinsellik
alanlarının iktidar ile olan ilişkilerini çözümlemiştir.
Foucault’nun iktidar çözümlemesi, modernizm öncesi iktidar ile modern
iktidar arasındaki temel farkı ortaya çıkarır. Modernizm öncesi iktidar kendini baskı,
şiddet ve ölümle belli edip devamlılığını sağlarken, modern iktidar bunun tam tersine
görünen bir baskı ve şiddet uygulamadan, bireyi yaşatarak kendini birey üzerine
kurarak ayakta kalmaktadır. Modern dönemde iktidar artık kendini göstererek değil
de anonimleştirip dağıtarak toplumsal hayata nüfuz etme yoluna girmiştir. Bu sayede
iktidar toplumsal hayat içerisinde, daha derin ve geniş bir şekilde etkin hale
gelmiştir.
Foucault, modern iktidarın insan bedeni üzerinde kurulan bir iktidar olduğunu
düşünür ve ona ‘biyoiktidar’ adını verir. Biyoiktidarı kuran insan bedeni olduğu için,
bu iktidarın ayakta kalabilmesi de bu bedenin ayakta kalmasına bağlıdır. Yani
biyoiktidar bireyi yaşatarak var olmuştur. Đktidar bunu gerçekleştirmek için, kapatma
mekânlarında (okul, hastane, işyeri, bakımevleri, hapishane gibi), disipliner teknikler
kullanarak, bireyi istediği biçime sokup düzene uyumlu hale getirmiştir. Yani
normalleştirmiştir. Söz konusu olan, yaşamak için yaşatan, yaşatırken de gözetleyen,
denetleyen ve disiplin altına alan bir iktidardır.
Đktidarın kendini birey bedeni üzerine kurarken en önemli dayanağı bilimdir.
Bilgi-iktidar ili şkisi biyoiktidarın olmazsa olmazıdır. Bilimin bireyi konusu (nesnesi)
haline getirmesi, onu fiziksel ve ruhsal, her yönüyle çözümleyip deşifre etmesi,
iktidarın birey üzerindeki hâkimiyetinde büyük öneme sahiptir. Çünkü bireyi her
yönüyle bilmek, iktidarın da her yönüyle sahibi olmak anlamına gelmektedir.
Foucault bireyin, modern iktidarın egemenliğini aşmasının kaynağını yine
bireyin kendinde görmüştür. Onun ‘kendilik teknolojisi’ olarak kavramsallaştırdığı
52
şey, modern iktidarın kurmuş olduğu bireyin kendi kendini, gücü, aklı ve istenci ile
yeniden kurduğu bir durumdur. Bilgi-iktidar ilişkisinin ortaya attığı hakikatler ağına
sıkışan bireyin, özgürlüğünü kazanması için, kendi hakikâtini yeniden yaratması
gerekmektedir.
Foucault’nun, bireyin geniş çaplı hâkimiyetine sahip olan iktidar olgusu
konusunda ileri sürmüş olduğu fikirler, postmodernist düşünce yanlısı düşünürlerce
desteklenirken postmodernizm karşıtı düşünürler tarafından ise eleştirilmi ştir. Ona
yöneltilen eleştirilerden ilki, iktidar anlayışına yöneliktir. Foucault’nun iktidarın
heryerdeliğine vurgu yapması, bir anlamda belirginsizleştirip soyutlanmasına yol
açmıştır. Bu durum Foucault’nun bilimsellikten uzaklaşmakla eleştirilmesine neden
olmuştur. Đkincisi bireye yüklediği misyona yöneliktir. Kendilik teknolojisi ile
kavramlaştırdığı, bireyin iktidara karşı direnmesinden söz eden Foucault, bu
direnişin kaynağını bireyde görürken, onu harekete geçirecek etkinin ne olacağı
konusunda açık ve sistematik bir açıklama üretememiştir. Genel olarak Foucault’nun
iktidarla ilgili eleştiriler konusunda geniş çaplı açıklamalar yapmasına rağmen,
çözüm önerileri konusunda yeterince açıklayıcı, net ve sonuca ulaştırıcı açıklamalar
yapamaması, Onu eleştirenlerin en temel dayanakları olmuştur. Ayrıca,
Foucault’nun, modernizmin ağırlıklı olarak birey üzerindeki olumsuz yönlerini göz
önüne alması, olumlu yönlerini göz ardı edecek düzeyde modernizmi eleştirmesi
bilimselliğe aykırı bir tavır olarak değerlendirilebilir. Ancak, bu durum günümüz
iktidarının varlığının kaynağının modernizm olduğu gerçekliğini ortadan
kaldırmamaktadır. Modernizm, günümüzde bireyin yaşamını ortaya çıkardığı
sonuçlarıyla etkisi altında tutmaya devam eden temel bir olgudur.
Aslında, Foucault, iktidar olgusunu öyle derinlemesine ve tarihsel bir
çözümleme ile irdelemiştir ki, Onun bu düşüncelerine yöneltilecek eleştiriler de
kuşkusuz ayrıntılı bir çalışma gerektirmektedir.
Foucault’nun fikirlerinin eleştirilecek veya eksik noktaları olabilir. Ancak
kabul edilmesi gereken bir gerçeklik vardır ki, Foucault, hem kendi döneminin hem
de günümüzün bireyini, ona hâkim olan iktidarın varlığı ve etkinliği konusunda
önemli ölçüde aydınlatmaya ve uyandırmaya çalışmıştır. Bu da bir düşünür açısından
yapılabilecek en önemli şeydir.
53
KAYNAKÇA
Aslan, S., Yılmaz, A. (2001). “Modernizme Bir Başkaldırı Projesi Olarak
Postmodernizm”, C.Ü. Đktisadi ve Đdari Bilimler Dergisi, Cilt:2, Sayı:2.
Bauman, Z. (2000). Siyaset Arayışı, (Çev.: T. Birkan), Đstanbul: Metis Yay.
Bauman, Z. (2003). Yasa Koyucular ve Yorumcular, (Çev.: K. Atakay), Đstanbul:
Metis Yay.
Bauman, Z. (2007). Modernite ve Holocaust, (Çev.: S. Sertabiboğlu), Đstanbul:
Versus Kitap.
Benhabib, S. (2006). “Modernlik ve Eleştirel Kuramın Çıkmazları”, (Çev.: S.
Akkanat), Frankfurt Okulu, (Đç.), Derleyen: H. Emre Bağce, Ankara:
Doğubatı Yay.
Berman, M. (2006). Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, (Çev.: Ü. Altuğ ve B. Peker),
Đstanbul: Đletişim Yay.
Bernauer, J. W. (2005). Foucault’nun Özgürlük Serüveni, (Çev.: Đ. Türkmen),
Đstanbul: Ayrıntı Yay.
Cirhinlioğlu, Z. (1998). “ ‘Modernleşme’, ‘Post-Modernizm’ ve Siyaset”, Sosyoloji
Araştırmaları Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 1-2.
Deveci, C. (1999). “Foucault’nun Đktidar Kavramsallaştırmasında Siyasal Boyutun
Ayrıştırılamazlığı”, Doğu Batı Dergisi, Ankara: Felsefe Sanat ve Kültür Yay.
Sayı:9.
54
Dinler, Z. (1997). Đktisada Giriş, Bursa: Ekin Kitabevi.
Duvarger, M. (2002). Siyaset Sosyolojisi, (Çev.: Ş. Tekeli), Đstanbul: Varlık Yay.
Ercan, F. (1996). Modernizm, Kapitalizm ve Azgelişmişlik, Đstanbul: Sarmal Yay.
Esgün, T. G. (2006). “Postmodernizme Rağmen Aydınlanma”, Uludağ Üniversitesi
Felsefe Dergisi, Sayı:6.
Evre, B. (2007). “Bir Düşünüş Biçimi Olarak Postmodernizm ve Temel
Parametreleri”, Akdeniz Đ.Đ.B.F. Dergisi, Sayı:13.
Foucault, M. (1999). Bilginin Arkeolojisi, (Çev.: V.Urhan), Đstanbul: Birey Yay.
Foucault, M. (2001a). Yapısalcılık ve Postyapısalcılık, (Çev.: Ü. Umaç ve A. Utku),
Đstanbul: Birey Yay.
Foucault, M. (2001b). Kelimeler ve Şeyler, (Çev.: M.Ali Kılıçbay), Ankara: Đmge
Kitabevi.
Foucault, M. (2003a). Cinselliğin Tarihi, (Çev.: Hülya U. Tanrıöver), Đstanbul:
Ayrıntı Yay.
Foucault, M. ( 2003b). Đktidarın Gözü, (Çev.: I. Ergüden), Đstanbul: Ayrıntı Yay.
Foucault, M. (2004a). Felsefe Sahnesi, (Çev.:I. Ergüden), Đstanbul: Ayrıntı Yay.
Foucault, M. (2004b). Toplumu Savunmak Gerekir, (Çev.: Ş. Aktaş), Đstanbul: Yapı
Kredi Yay.
55
Foucault, M. (2005a). Özne ve Đktidar, (Çev.: I. Ergüden ve O. Akınhay), Đstanbul:
Ayrıntı Yay.
Foucault, M. (2005b). Büyük Kapatılma, (Çev.: I.Ergüden ve F. Keskin), Đstanbul:
Ayrıntı Yay.
Foucault, M. (2005c). Entelektüelin Siyasi Đşlevi, (Çev.: I. Ergüden, O. Akınhay ve F.
Kekin), Đstanbul: Ayrıntı Yay.
Foucault, M. 2005d). Doğruyu Söylemek, (Çev.: K. Eksen), Đstanbul: Ayrıntı Yay.
Foucault, M. (2006a). Kliniğin Doğuşu, (Çev.: Đnci M. Uysal), Ankara: Epos Yay.
Foucault, M. (2006b). Deliliğin Tarihi, (Çev.: M. Ali Kılıçbay), Ankara: Đmge
Kitabevi.
Foucault, M. (2006c). Sonsuza Giden Dil, (Çev.: I. Ergüden), Đstanbul: Ayrıntı Yay.
Foucault, M. (2006d). Hapishanenin Doğuşu, (Çev.: M. Ali Kılıçbay), Ankara: Đmge
Kitabevi.
Giddens, A. (2004). Modernliğin Sonuçları, (Çev.: E. Kuşdil), Đstanbul: Ayrıntı Yay.
Gökberk, M. (2000). Felsefe Tarihi, Đstanbul: Remzi Kitabevi.
Jameson, F. (2003). Dil Hapishanesi, (Çev.: Mehmet H. Doğan), Đstanbul: Yapı
Kredi Yay.
Jameson, F. (2004). Biricik Modernite, (Çev.: S. Oğuz), Ankara: Epos Yay.
Kant, I. (1984). Seçilmiş Yazılar, (Çev.:N. Bozkurt), Đstanbul: Remzi Kitabevi.
56
Kızılçelik, S. (1996). Postmodernizm Dedikleri, Đzmir: Saray Kitabevi.
Küçükalp, K. (2003). Nietzsche ve Postmodernizm, Đstanbul: Paradigma Yay.
Küçük, M. (der.).(2000). Modernite Versus Modernite, Ankara: Vadi Yay.
Mills, C. W. (2000). Toplumbilimsel Düşün, (Çev.: Ü. Oskay), Đstanbul: Der Yay.
Özlem, D. (2004). Etik- Ahlâk Felsefesi-, Đstanbul: Đnkılâp Kitabevi.
Revel, J. (2006). Foucault Güncelliğin Bir Ontolojisi, (Çev.: K. Atakay), Đstanbul:
Otonom Yay.
Rosenau, P. M. (2004). Post-modernizm ve Toplum Bilimleri, (Çev.: T. Birkan),
Ankara: Bilim ve Sanat Yay.
Sarup, M. (2004). Post-yapısalcılık ve Postmodernizm, (Çev.: A. Güçlü), Ankara:
Bilim ve Sanat Yay.
Şaylan, G. (2006). Postmodernizm, Ankara: Đmge Kitabevi.
Tekelioğlu, O. (1999). “Moderniteye Sıkışan Özgürlük: Foucault’nun “Kendilik
Teknolojileri”ne Bir Bakış”, Doğu Batı Dergisi, Ankara: Felsefe Sanat ve
Kültür Yay, Sayı:9.
Tekelioğlu, O. (2003). Foucault Sosyolojisi, Bursa: Alfa-Aktüel Kitabevi.
Trombadori, D. (2004). Michel Foucault, (Çev.: G. Aksay), Đstanbul: Chiviyazıları
Yay.
Wagner, P. (2003). Modernliğin Sosyolojisi, (Çev.: M. Küçük), Đstanbul: Doruk Yay.
57
Waters, M. (2008). “Yapı: Yaşamı Belirleyen Gizli Kalıplar”, (iç.), Modern Sosyoloji
Kuramları,(Çev.: A. Esgin; Çev. Ed.: Z. Cirhinlioğlu), Đstanbul: Gündoğan
Yay.
Yakupoğlu, M. (1999). “Özne ve Söylem”, Doğu Batı Dergisi, Ankara: Felsefe Sanat
ve Kültür Yay, Sayı:9.